SOSYAL ve KÜLTÜREL FARKINDALIĞIN SINIRLARINDA OSMANLILAR ve AVRUPA SE Y Fİ K ENAN* Batı’nın geçmişi ve geleceği, genelde İslâm dünyasıyla olan on dört yüzyıllık, özelde de Anadolu’yu yurt edinen Türkler’le yaklaşık binyıllık çift yönlü ilişkileri idrak edilmeden tamamıyla kavranamaz. Aynı şey, hem İslâm dünyası hem de Türkler için geçerlidir.1 Gerek Osmanlı öncesi gerekse Osmanlı sonrası dönemde, İslâm medeniyetinin en dikkat çekici özelliklerinden biri, içine aldığı veya yönettiği pek çok kültürün kendilerine özgü dinî ve toplumsal yaşam tarzları ve geleneklerini, sanat, estetik ve maddî kültür unsurlarını da kapsayacak şekilde devam ettirebilmelerine imkân sağlayan bir yaşam tecrübesi ve düzeni kurabilmeleri ve bunu uzun asırlar boyunca sürdürebilmeleridir. Bu deneyimin İslâm’ın, topraklarında yaşayan gayri müslim halklara tanıdığı ve teminat altına aldığı anayasal haklardan -zimmî ∗ Doç. Dr., İSAM & Marmara Üniversitesi. Bu kitapta yer alan çalışmaların çoğunluğu, 24-26 Kasım 2006’da İSAM’da gerçekleşen “XI-XVIII. Yüzyıllar Arasında İslâm-Türk Medeniyeti ve Avrupa” konulu sempozyumda sunulan bildiriler arasında tematik bir seçki yapılarak makaleye dönüştürülmüş çalışmalardan oluşmaktadır. 1 Richard Bulliett’ın bu yaklaşıma yakın bir çerçevede genel olarak İslâm ve Batı ilişkilerini, her iki dünyanın daha çok ortak buluşma noktalarını öne çıkararak tartıştığı eser için bk. Richard W. Bulliett, The Case for Islamo-Christian Civilization (New York: Columbia University Press, 2004). 13 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE hukukundan- kaynaklandığı hususu gözden kaçırılmamalıdır.2 İslâm medeniyetinin diğer önemli bir özelliği de bulunduğu coğrafya dolayısıyla ortaya çıkar: Bu medeniyet, Japonya’yı dışta tutmak kaydıyla, eski dünyanın bilinen ve önde gelen kültür bölgelerinin, yani Avrupa, Afrika ve Asya’nın ortasında yer alır. Bu konum, Osmanlı Türkleri döneminde de devam etmek üzere İslâm kültürünü, ticaretten tıp bilgisine, efsane ve halk hikâyelerinden bilimsel bilgi ve matematiğe, düşünceden sanat ve zanaat yöntemlerine kadar pek çok alanda etkileşimin, çeşitli alışverişlerin, değiş tokuşların merkezi haline getirmiştir. Bu merkezî konum içerisinde öne çıkan bölgeler arasında İspanya, Sicilya, son zamanlarda sanatsal irtibatın varlığı keşfedilen Çin3 -ki bu konu detaylıca araştırılmayı beklemektedir- ve Osmanlı döneminde de arkasındaki Arap vilâyetleriyle Anadolu ve bütün Balkan coğrafyası yer almaktadır.4 Osmanlılar, modern dönemde uzun bir zamandan beri sanıldığı gibi Avrupa karşısında naif bir seyirci değil, ünlü Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık’ın hemen hemen her eserinde tesbit ettiği gibi, pek çok alanda bağımsız ve tutarlı etkin politikaları ve kendine özgü kültür ve sanat anlayışıyla düzen ve eylemler üretebilme yeteneğine sahip bir özne olarak tarih sahnesinde yerlerini almışlardır. Osmanlılar’ın yüzyıllar boyunca büyük bir coğrafyada yönettiği ve yaşattığı topluluklar ve birbirinden farklı bölge ve toplumlarda başka kültür ve dinî gelenekleri yaşatabilme konusunda ortaya koyduğu düzen, beceri veya yaşam tarzı çok az imparatorluğun tarihinde rastlanabilecek niteliktedir. Her ne kadar Osmanlılar, Batı’nın tarih tasavvurunda bir “kara delik”5 olarak algılansa da, XIII. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu’nun kuzeybatısında küçük 2 Harald Motzki, Dimma und Égalité: Die Nichtmuslimischen Minderheiten Ägytens in der Zweiten Hälfte des 18. Jahrhunderts und Expedition Bonapartes, 1798-1801 (Bonn: Selbstverlag des Orientalischen Seminars der Universität Bonn, 1979), s. 113-114. 3 R. Ettinghausen, O. Grabar, M. Jenkins-Madina, Islamic Art and Architecture 650-1250 (New Haven: Yale University Press, 2001), s. 291. 4 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (çev. Halil Berktay, İstanbul: Eren Yayıncılık, 2000). 5 Palmira Brummett, “Imagining the Early Modern Ottoman Space from World History to Piri Reis”, The Early Modern Ottomans: Remapping the Empire (ed. V. H. Aksan – D. Goffman, Cambridge: Cambridge University Press, 2007), s. 18. 14 SEYFİ KENAN bir beylikle başlayan ve farklı coğrafya, kültür ve yaşam geleneğine sahip toplulukları içine alan ve uzun yıllar yaşatabilen bir devlet ve yönetim anlayışıyla tebarüz eden Osmanlı deneyimi, Mehmet Genç’in ifade ettiği gibi, “Hem Türk hem de İslâm tarihinde rakipsiz olduğu gibi, dünya tarihinde de benzeri az olan büyük bir siyasî tecrübedir.”6 Genellikle modern dönemdeki literatürde Osmanlılar’ın inhitat -duraklama veya gerileme- dönemi olarak geçen XVIII. yüzyılda bile devlet düzeni ve bürokrasideki dikkat ve özen, muamelelerdeki titizlik, malî hesaplamalarda dahi gösterdikleri hız ve isabetlilikleri konusunda hiçbir Avrupalı devletin Bâbıâli ile yarışamayacağı, İstanbul’da bulunan elçiler ve hatırı sayılır gözlemciler7 tarafından sık sık dile getirilmiştir. Nitekim 1781-1786 yılları arasında İstanbul’da bulunan ve bir yandan Venedik balyosunun oğluna hocalık yaparken bir yandan da imparatorluk başşehrinde çok çeşitli ilim çevreleriyle irtibat halinde olan ve yapmış olduğu detaylı gözlem ve notlarını üç cilt halinde (Letteratura Turchesca) kitaplaştıran Toderini, gözlemlediği Türkler’in “ ilm-i hesâb” konusundaki becerileriyle alâkalı şu notları kayda geçirmişti: “… Gayet basit ve kısa yöntem kullanarak çok hızlı hesap ediyorlar. Çeyrek bir sayfaya birkaç dakikada bizim dört sayfaya iki saatte sığdırabileceğimizden daha fazlasını kaydederek hesaplayabiliyorlar; sayılarda iyice ehliyet kesbetmiş bazı Avrupalılar’dan bunu işitiyorum.” Hemen devamında da, “Bu bilimi mükemmel bir şekilde ve kısa yoldan işleyen Arapça ve Türkçe kitaplar çevrilse, bizdeki aritmetiğe çok yararı olur”8 şeklinde de Avrupalılar’a tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştı. Toderini’nin bu gözlemleri, Osmanlılar’ın maliye hesaplarındaki yetkinliğinin teyidi açısından önemlidir. Fakat bu gözlemlerin, imparatorluğun bir yandan 6 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi (İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000), s. 37. 7 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi , s. 28-29; Sir George Larpent, Turkey: Its History and Progress from the Journals and Correspondence of Sir James Porter, Fifteen Years Ambassador at Constantinople (London: Hurst – Blackett, 1854), I, 268. 8 G. Toderini, Letteratura Turchesca (Venezia: Presso Giacomo Storti, 1787), I, 101102. Bu eserin henüz basılmamış Türkçe çevirisini de kullanmama âlicenaplık göstererek izin veren müderris torunu ve klasik İtalyanca uzmanı M. Adnan Gökçen’e özellikle teşekkür ederim. 15 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE da bilim ve teknik eğitimdeki açığını kapatmak, özellikle askerî eğitimdeki ihtiyacını karşılamak için Avrupa’dan getirilen uzmanların istihdam edildiği, 1775’te eğitime başlayan (Bahrî) Mühendishâne’nin kuruluş zamanına denk düştüğünü belirtmek gerekir. Modern dönemdeki söylemlere bakılırsa, Doğu ve Batı’nın birbirine zıt, daima çelişki ve çatışma halinde olan iki farklı değişmez dünya olduğunu ve bu iki dünyanın hiçbir zaman bir araya gelmediğini ve bundan sonra da gelmeyeceğini, her iki dünya içerisinde dönem dönem ileri sürenlerin az olmadığı görülebilir. Nitekim ilk Nobel edebiyat ödülünü kazanan ve İngiliz sömürgeciliğine yönelik övgü dolu sözleriyle bilinen İngiliz şairi Rudyard Kipling’in, “Doğu doğudur, Batı batıdır/ Ve bu ikili hiçbir zaman bir araya gelmeyecektir”9 ifadeleri, bu anlayışın en somut örneklerindendir.10 Fakat bu iki dünyanın ilişkileri, gerek Osmanlı öncesi dönem, gerekse Osmanlı-Avrupa ilişkileri dönemi başlangıcından sonuna kadar düşünülürse, her iki dünyayı birbirinden ayıran düşmanlıklar ve savaşlar yaşanmış olsa da, böyle bir algının genel geçer olduğunu söylemek mümkün değildir. Genelde Doğu ve Batı, özelde Osmanlı ve Avrupa pek çok alanda, kendilerine özgü yapı ve kişilikleriyle pek çok defa bir araya gelmiştir; medeniyetler çatışması için çaba sarfedenlerin varlığına rağmen etkileşim bugün de sürmektedir. İslâm-Batı veya, bu kitabın konu edindiği daha somut tarihî bir dönemden bahsedecek olursak, Osmanlı-Avrupa ilişkileri, sosyal veya tarihî açıdan değerlendirildiğinde, ne Osmanlılar’ın ne Avrupalılar’ın ve ne de ilişkilerinin değişmeyen, tekdüze bir şekilde kaldığını ya da sürdüğünü görürüz. Hem Osmanlı Türkleri’nin hem de Avrupalılar’ın kendi içinde oldukça dinamik bir yapı ortaya koydukları ve sürekli birbirleriyle iletişim halinde oldukları, bir araya geldikleri, aralarında 9 İbrahim Kalın, İslâm ve Batı (İstanbul: İSAM Yayınları, 2007), s. 13. Kipling’in şiirinin aslı şu şekildedir: “East is East and West is West and never the twain shall meet.” 10 Bu bağlamda, bu görüşün, “Şark’ın Definesi” (Fundgrube des Orients) adıyla altı cilt dolusu yayında bulunan büyük tarihçi Joseph von Hammer’in, bu esere serlevha olarak çeşitli dillere aktarılmış şekliyle “Şark ve Garb Allah’ındır” meâlindeki âyet-i kerîme seçimiyle ne kadar ters düştüğünü hatırlamamak mümkün değildir. 16 SEYFİ KENAN ortaklıklar kurdukları, alış-veriş yaptıkları, “Daha iyi nasıl yaşayabiliriz?” sorusuna verilen cevaplarda öne çıkan veya kendi çevresinin dışına taşabilen bilimsel ve düşünsel muhtevada dönem dönem aralarında çok yönlü etkileşimler yaşadıkları anlar hiç de az değildir. Bu açıdan bakıldığında, Osmanlı ve Avrupa tarihinin birbirinden soyutlanarak okunması, idrak edilmesi mümkün değildir. Nasıl ki Osmanlı tarihini öğrenmek aynı zamanda Avrupa tarihini de öğrenmek demekse, Avrupa tarihini öğrenmek de aynı zamanda Osmanlı tarihini öğrenmek demektir. Bazı çağdaş Avrupa tarihi kitaplarında, Osmanlı dünyası ile olan çok yönlü ilişkilerin görmezlikten gelinmekte olması, bu gerçeği değiştirmemektedir. Fransız Aydınlanması’nın önde gelen isimlerinden biri olan Voltaire, insanın dünyadaki varoluş sırrını Candide’e keşfettirmek için, eski tabirle “sade-dil” olarak tanımlanabilecek kahramanını, çeşitli diyarlarda farklı kültürlerle karşılaştırdıktan sonra kitabının son bölümünde İstanbul’a yolcu eder.11 Candide ve arkadaşları imparatorluğun başkentine vardıklarında üst yönetimde tam bir karmaşa hâkimdir. İki vezir ve bir müftü, çevresindeki pek çok kişiyle birlikte öldürülmüş ve bu olayın haberleri büyük bir gürültüyle bütün şehre yayılmıştı ... Candide, Pangloss ve arkadaşı küçük çiftliklerine dönerken temiz yüzlü bir ihtiyarın, kapısı önündeki bir çardakta dinlenmekte olduğunu görürler. Tartışmacı olduğu kadar her şeyle de ilgilenen kişiliğiyle öne çıkan Pangloss, bu ihtiyara öldürülen müftünün adını sorar. Adamcağız şöyle cevap verir: - Hiç bilmem, aslında hiçbir zaman ne herhangi bir müftünün, ne de herhangi bir vezirin ismini öğrendim. Bana bahsettiğiniz olaydan da kesinlikle haberim yoktur, devlet işlerine karışanların, kimi zaman çok acı şekilde öldüklerini ve bunu hak ettiklerini sanıyorum. Fakat ben 11 Bu hikâye, Voltaire’in Candide başlıklı kitabından alınmış, ancak anlam akışına sadık kalınarak özetlenmiş, konuşma bölümleri ise olduğu gibi muhafaza edilmiştir (bk. Voltaire, Candide ya da İyimserlik [çev. Nahid Sırrı Örik, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 2001], s. 163-165 [İtalikler bana ait]; değerli bir mütercim olan Örik için bk. Encyclopaedia of Islam [Leiden: E. J. Brill, 1997), VIII, 175]). 17 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE İstanbul’da ne olup bittiğini asla araştırmam; ekip biçtiğim bahçenin meyvesini oraya göndermekle yetinirim. Bu sözleri söyledikten sonra yabancı misafirleri evine alır, iki kızı ve iki oğlu, onlara kendi yaptıkları birçok çeşit şerbet ve kaymak eşliğinde zengin yiyecek ve içecekler ikram ederler. Candide, Türk’e: - Geniş ve çok verimli bir toprağınız olsa gerek, der. Türk cevap olarak: - Yalnız 20 dönüm! Bu toprağı çocuklarımla birlikte ekip biçerim; çalışma bizden üç büyük derdi; can sıkıntısını, kötü alışkanlıkları ve yoksulluğu uzaklaştırır, diye karşılık verir. Candide çiftliğine dönerken yolda, Türk’ün sözleri hakkında derin düşüncelere dalar ve arkadaşlarına, bu iyi ihtiyarın, daha önce beraber akşam yemeği yeme şerefiyle onurlandıklarını ifade ettiği altı kraldan daha iyi bir talihe sahip olduğunu söyler. Aslında Alman filozofu Leibnitz’in felsefesini eleştirmek için Candide’i yazan Voltaire, kahramanını dünyanın pek çok ülkesinde dolaştırarak yaşadığı çağın da acı bir eleştirisini yapmaya çalışmış, nihayet mutlu bir hayatın sırrını İstanbul’un varoşlarında çocuklarıyla birlikte yaşayan yaşlı bilge bir Türk çiftçiden öğrenmişti: “Kişinin kendi ufak bahçesinde ekip biçmesi ve çalışması.” Herkesin kendi işine bakması ve işini iyi yapması olarak da ifade edilebilecek bu yaşam tarzının, Voltaire’in çağı olan XVIII. yüzyıl Osmanlı dünyasına ve yaşam tarzı ve anlayışına bakıldığında örtüşen pek çok yön görüleceği gibi, bu asırda veya önceki yüzyıllarda Avrupalı seyyahların Osmanlı gözlemlerinde Candide’in karşılaşmış olduğu bu Türk çiftçisine benzer insanlara ve çeşitli hikâyelerine rastlamak mümkündür.12 12 Bir örnek vermek gerekirse, uzun yıllar Türkiye’de bulunan Schiltberger, Türkler’in çalışmayı kutsal olarak gördüğünü, bir iş yapmadan boş duran insanın daha fazla günah işlediğine inandıklarını yazmıştı (bk. Onur B. Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi [Ankara: Gündoğan Yayınları, 1992], I, 81; öte yandan, Avrupalı seyyahların Türkler’le ilgili yapmış oldukları bazan farklı 18 SEYFİ KENAN Voltaire ile birlikte Fransız Aydınlanması’nın en önemli hazırlayıcı düşünürlerinden biri olan ve babası İstanbul’da bir zaman saatçilik yapan Rousseau, ünlü Emile adlı eserinde bir ara, niçin Türkler’in genellikle Fransızlar’a veya Avrupalılar’a -zira “bize göre” diyor- nazaran “daha fazla insanî ve misafirperver” olduklarını sorgular. Cevabını ise Türkler’in kendilerine özgü yaşam algısında; daha geniş ifadeyle, bireylerin ikbal ve mutluluklarını geçici görmeleri sebebiyle başkalarının düşkünlük ve yoksulluklarına duyarsız kalmayan insanî tutuma daha yakın durmalarında ve bugün yardım ettikleri, sadaka verdikleri kimselerin âkıbetine yarın kendilerinin de düşebileceğini düşünmelerinde bulur. Doğu edebiyatının bu tür düşüncelerle dolu olduğunu ifade eden Rousseau bu eserlerin, dönemin yapay ve katı Avrupa ahlâk anlayışında bulunmayan bir şefkat ve rikkati telkin ettiğini söyler.13 Emile’ini şehirde değil, doğal ve sade bir ortamda yetiştirmeyi hedefleyen düşünürün, -zira o dönemdeki şehirlerin yozlaştırıcı bir yaşam tarzı sunduğundan daima şikâyet etmiştir- sade ev anlayışına sahip Türk evinden de olumlu anlamda bahsetmesi14 şaşırtıcı gelmemelidir. Rousseau’nun dikkat çektiği bu noktaların, kendi eğitim felsefesiyle ve hayat anlayışıyla gayet tutarlı ve uyumlu olmakla birlikte başka seyyahların gözünde farklı şekilde değerlendirilebileceğini de zihinde tutmak gerekir. Diğer taraftan, Rousseau’nun bu satırları yazmasından yaklaşık kırk sene önce “medeniyet ve eğitim araçlarını etraflı biçimde araştırmak ve bazan çelişkili kişilik tahlilleri için bk. Aslı Çırakman, From “Terror of the World” to the “Sick Man of Europe”: European Images of Ottoman Empire and Society from the Sixteenth Century to the Nineteenth [Oxford: Peter Lang Publishing, 2005], s. 45-53). Bu tahlillerde genellikle yerli Türk halkı ile mühtedi / devşirme kökenli yönetici grup (renegade) arasında bir ayırım yapıldığının zihinlerde tutulması gerekir. 13 J.J. Rousseau, Emil yahut Terbiyeye Dair (çev. Hilmi Ziya Ülken, Ali Rıza Ülgener, Selahattin Güzey, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1966), s. 167-168; J. J. Rousseau, Émile (çev. Barbara Foxley, London: J. M. Dent Ltd., 1974), s. 185. 14 Rousseau, Terbiyeye Dair, s. 270. Şarklılar’ın hayatı bir yolculuk gibi algıladıklarından dolayı evlerini de sade bir şekilde düzenlediklerini, oysa Avrupalılar’ın ebediyen yaşayacaklarmış gibi evlerini tefriş edip yerleştiklerini ifade eder. 19 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE uygulanması mümkün olanlarını arz”15 etmek için 1720’de Paris’e gönderilen Osmanlı sefiri Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Fransa anılarına bakılırsa, Rousseau’nun çocukların eğitimi için hiç de uygun mekânlar olarak görmediği ve yozlaşmış olmalarından sıklıkla şikâyet ettiği Fransız şehirlerine daha farklı bir bakış dikkat çeker. Fransız modernleşme tarihine bakılırsa, XVIII. yüzyılın başlarıyla ortaları arasında ciddi bir fark göze çarpmaz; bununla birlikte iki müellif arasında en azından hem zaman ve kuşak farkı, hem de ortaya koydukları metinlerin arka planını belirleyen bir anlam çerçevesi ve dünyagörüşü farkı bulunmaktadır. Biri, aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden biri olma ve modern eğitim felsefesi ve siyaset anlayışını temelden şekillendirme yolunda ilerlemekte, diğeri, temsil ettiği imparatorluğun yüzyıllarca küçümsediği bir dünyayı, Avrupa’yı XVIII. yüzyılın başından itibaren artık önemseyerek, buradan ülkesi için acaba eğitimsel ve kültürel açıdan ödünç alabileceği bir yön olabilir mi diye gözlemlerde bulunmakta ve raporunu bu doğrultuda yazmaktadır. Dolayısıyla, iki farklı dünyadan ve bağlamdan gelen bu iki yazarın gözlemlerinin sıhhatli bir şekilde karşılaştırılmasının oldukça önemli güçlükler içerdiğini belirtmek gerekir. Kültür ve medeniyetlerin, birbirleriyle sürekli ve dinamik bir iletişim ve etkileşim içerisinde bulunmaları sayesinde ilerleme kaydettiklerinde şüphe yoktur. Sadece kendi içine kapanarak, komşu veya geçmiş kültürlerle temas etmeden, onlardan bir şey almadan, öğrenmeden varlığını sürdüren bir kültürel geleneğin mevcudiyetinden bahsetmek mümkün değildir. Kültürlerin birbirleriyle temas noktaları arasında, siyaset ve ticaret gibi etkenlerin yanı sıra sanat, mimari, bilim ve düşünce eserlerinin çevirileri ve eğitimsel ödünç alma süreçleri de bulunmaktadır. Tarihin hangi diliminde veya dünyanın hangi coğrafyasında yer alırsa alsın, medeniyetler daima bir yandan geçmişle, tarihle irtibatlarını canlı tutarken, diğer yandan da çeşitli alanlarda komşu kültür ve medeniyetlerle iletişim içinde varlıklarını sürdüregelmişlerdir. 15 Halil İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi”, Osmanlı Uygarlığı (ed. Halil İnalcık-Günsel Renda, Ankara: T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2004), II, 1083. 20 SEYFİ KENAN Burada öncelikle, Osmanlı ve Avrupa’nın birbirlerini siyasî alanda nasıl tanıdıklarını, aralarında ne tür ittifaklar, ortaklıklar kurduklarını; daha sonra da ticaret, kültür, sanat gibi alanlarda gerçekleşen alış-veriş, değiş-tokuş ilişkilerini inceleyeceğiz. Siyaset Osmanlı Türkleri tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, bulundukları coğrafyanın âdeta zorladığı ve komşu oldukları çeşitli kültür ve toplulukların sunduğu olanaklar sebebiyle büyük bir siyasî deneyim kazanmışlardır. Genel hatlarıyla oldukça etkin, dinamik ve kıvrak olarak tanımlanabilecek bu siyasî tecrübenin oluşumunda, şu temel unsurların önemli rol oynadığını gözlemliyoruz: Doğu’dan gelen ve Anadolu üzerinde vesayet uygulayan ve buradaki siyasî yapıları kendi vasalı gibi gören İlhanlılar’ın baskılarıyla karşılaşmaları; komşu Türkmen beylikleriyle aralarındaki rekabet; kadîm Doğu Roma’nın merkezine yakın olmaları; bölgedeki feodal hıristiyan beylerle ilişki içinde bulunmaları.16 Osmanlılar, kuruluş döneminden itibaren yüzlerini Batı’ya doğru çevirmişler, ilk önce Orhan Bey zamanında Gelibolu’yu, I. Murad döneminde de Trakya’yı kontrol altına almışlardır. Daha sonra batı yönündeki “Avrupa” topraklarında pek çok bölgeyi fethetmişler ve kısa zamanda Balkanlar’ı, imparatorluğa dönüştürecekleri devletlerinin âdeta anayurdu haline getirmişlerdir.17 XV. yüzyılda Fâtih Sultan Mehmed’in ardı kesilmeyen zaferlerinin, Osmanlılar’ın hem doğu hem de batısında yer alan ülkeler arasında Türkler’e karşı ittifak oluşturma düşüncesini harekete geçirdiğini görmek şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde, XIV ve XV. yüzyıllarda geçirdiği iç karışıklıklar ve dış işgallerden sonra Osmanlı ilerlemesine karşı var olma 16 Feridun M. Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset (İstanbul: Timaş Yayınları, 2009), s. 100. 17 Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, s. 101-104. Klaus Kreiser, “Über den Kernraum des Osmanischen Reiches”, Die Türkei in Europe (ed. KlausDetlev Grothusen, Göttingen: Vandenhoeck und Ruprecht, 1979), s. 54-63. Osmanlıların fetih siyasetiyle alâkalı inceleme için bk. Halil İnalcık, “Osmanlı Fetih Yöntemleri,” Söğüt’ten İstanbul’a (haz. Oktay Özel-Mehmet Öz, Ankara: İmge Kitabevi, 2000), s. 443-472. 21 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE savaşı veren Bizans’ın da, çeşitli ittifaklar kurarak varlığını bir müddet daha sürdürebilme arayışında olduğunu görmek mümkündür.18 Diğer taraftan, İstanbul’un fethinden sonra devletlerini imparatorluğa dönüştüren Osmanlılar’a karşı, Doğu’dan Batı’ya giden elçi heyetlerinin, Roma başta olmak üzere çeşitli Avrupa şehirlerinde özel bir ihtimamla ağırlandığı ve çeşitli alternatif ittifaklar oluşturma arayışlarında oldukları bir vâkıadır. Nitekim bu ittifak arayışlarının zaman zaman somut sonuçlar ortaya çıkardığı, hatta Karaman beyinin bir ara Papa V. Nikolaus’a, Osmanlılar’a karşı bir ordu göndermesi halinde 60.000 askerle destek sözü verdiği anlatılmaktadır.19 Gerek Osmanlı Türkleri’nin kurdukları gerekse kendilerine karşı kurulan ittifaklar hiçbir zaman dâimî olmamış, ideolojik veya dinî bir birliktelik niteliği de taşımamıştır. Bu ittifakların daha çok siyasî ilişkilerin doğal akışı çerçevesinde, yer yer reel-politiğin dinamikleri içerisinde gerçekleştiği söylenebilir. Bir dönem Türkler’e karşı Haçlı seferleri oluşturma çabası içerisinde olan Rönesans papalarının, başka bir dönemde Türkler’le siyasî ve askerî dostluk kurmaya çalıştığını görebiliyoruz. Nitekim Pfeffermann, araştırmalarında, VIII. Innocent’in papa olarak seçilmesinden (1484), IV. Paul’ün ölümüne kadar (1555) geçen yetmiş beş senenin elli yedi yıllık bölümünde görevde bulunan papaların, Türkler’le ittifaklar kurmaya veya Türk askerî gücünü İtalya’ya davet etmeye arzulu olduklarını ortaya koymuştur.20 Aynı zamanda, 1509’dan sonra Kutsal Roma İmparatorluğu da dahil olmak üzere önde gelen Avrupa devletlerinin güçlü ittifakıyla karşı karşıya kalan Venedik’in de Osmanlılar’ı İtalya’ya davet ettiği bilinmektedir.21 18 Osmanlı ilerlemesine karşı Bizanslılar’ın siyasî arayışlarının incelenmesi konusunda bk. Nevra Necipoğlu, Byzantium Between the Ottomans and the Latins: Politics and Society in the Late Empire (Cambridge: Cambridge University Press, 2009). 19 Hans Pfeffermann, Rönesans Papalarının Türklerle İşbirliği (çev. Kemal Beydilli, İstanbul: TATAV Yayınları, 2003), s. 35. 20 Pfeffermann, Rönesans Papalarının Türklerle İşbirliği, s. x. 21 Julian Raby, “The Serenissima and the Sublime Porte: Art in the Art of Diplomacy 1453-1600,” Venice and the Islamic World 828-1797 (ed. Stefano Carboni, New York: The Metropolitan Museum of Art, 2007), s. 91-92. Bu kitabın öncekilerden ayrılan önemli tarafı, Osmanlı öncesi ve sonrası diye bir ayırıma gitmeden Venedik’in İslâm dünyasıyla olan ilişkilerini tarihsel sürekliliği içerisinde incelemesidir. 22 SEYFİ KENAN Diğer taraftan Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra Avrupa’da iyice kök salmaya başlayan “Türk tehdidi”ni bertaraf etmek üzere bölge devletlerinin Osmanlılar’a karşı kıta dışından, özellikle de doğudan müttefik bulmaya çalıştıkları anlatılmaktadır. Palombini, bu arayış çerçevesinde 1453-1600 yılları arasında Türkler’e karşı Avrupa devletleri ile İran arasında cereyan eden ittifak girişimlerini detaylı bir şekilde incelemektedir.22 Osmanlılar’ın Batı’ya doğru ilerlemesini durdurabilmek için Avrupalılar’ın, XVI. yüzyılın başından itibaren Safevîler’in hâkimiyeti altına giren İran Hükümdarı Şah İsmâil ile iş birliği yaparak Türkler’i, iki cepheli bir savaşa zorlamayı planladıkları tarihî kayıtlara geçmiştir. XVI. yüzyıl boyunca İspanya, Venedik ve papalık Türkler’e karşı İran’la ittifak oluşturmaya çalışmışlardır.23 Ayrıca Türkler’e karşı Avrupa’nın doğudaki ittifak arayışlarını XIII ve XIV. yüzyıllara kadar götürenler de bulunmaktadır. Diğer taraftan bu ittifak içerisinde yer alan Venedik, Cenevizliler’le yaptığı savaşlarda (1377-1381), bir dönem onlara karşı Osmanlılar’la ittifak kurmuştur.24 Çeşitli Avrupa devletlerinin XVI. yüzyıldaki bu ittifak oluşturma çabaları karşısında, Türkler, zaman zaman İngiltere ve Fransa ile yakınlaşmış, bazan Avrupa’daki devletlerin iç işlerine müdahil olmuş, bazan da düşmanlarının iş birliğini (meselâ, Venedik-papalık-İspanyaİran iş birliği) geçersiz kılmak üzere alternatif ittifaklara yönelmişlerdir. Çeşitli araştırmalar, örneğin Alman reformasyon hareketinin başarıya ulaşmasında, özellikle de Protestanlığın Almanya’da 1555’te dinî ve siyasî bir kurum olarak resmen tanınmasında ve hukukî korunma altına alınmasında Osmanlı Türkleri’nin önemli bir rol oynadığını ortaya koymaktadır.25 Osmanlılar’ın, Avrupa’da Katolikler ve Protestanlar 22 Barbara von Palombini, Bündniswerben Ausländischer Mächte um Persien, 14531600 (Wiesbaden: Frans Steiner Verlag, 1968). Bu eserin ayrıntılı incelemesi için bk. Kemal Beydilli, “Barbara von Palombini, Bündniswerben Ausländischer Mächte um Persien, 1453-1600,” Tarih Enstitüsü Dergisi, sy.10-11 (1981), s. 413-417. 23 Beydilli, “Palombini”, s. 413-414. 24 Hans Theunissen, Ottoman-Venetian Diplomatics: The ‘Ahd-Names (Utrecht: Electronic Journal of Oriental Studies, 1998), s. 107. 25 Fisher-Galati, bu konuyu The Turkish Impact on the German Transformation 1520-1555 başlığı altında 1949’da tamamladığı doktorasında detaylıca incelemiş; daha sonra bu çalışmasını farklı bir başlıkla yayımlamıştır (bk. Stephan 23 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE arasında meydana gelen çatışmalardan, hatta V. Karl’a karşı oluşan Luteran tehdidin gelişim evrelerinden 1530 gibi oldukça erken bir tarihte haberdar olduğunu26 biliyoruz. Diğer taraftan Fransız kralı, V. Karl’a (Şarlken) mağlûp olup esir düşünce (24 Şubat 1525) Fransa’nın, François’nın kurtulması için Avrupa’da başvurduğu siyasî güç merkezinin Osmanlılar olduğu bilinmektedir. Bu esir düşme olayından sonra Fransa kralının annesinin yardım talebine Sultan Süleyman’ın gönderdiği cevap, Fransız arşivlerinde bulunmuş ve yayımlanmıştır.27 Osmanlılar’ın Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki ilişkilere veya bir dinî hareketin olgunlaşmasına dolaylı veya dolaysız etkisinin bu örneklerle sınırlı kalmadığını, bazan bir Avrupa ülkesindeki krallık seçimlerine doğrudan müdahil olduklarını da gözlemlemek mümkündür. Bunun en etkileyici örneği, 1573 ve 1576 yıllarında Lehistan’da yapılan kral seçimlerine Osmanlı etkisi, Kemal Beydilli tarafından titiz bir araştırma ile ortaya çıkarılmıştır.28 Lehistan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzeyinde, yükselmekte olan Rusya ve Avusturya arasında yer alması bakımından, Avrupa cephesinde Osmanlı siyasetine uyumlu bir tavır içinde olması önem kazanan ve bu itibarla söz konusu iki komşu devlet arasında hiç olmazsa tarafsız bir tampon bölge niteliği A. Fischer-Galati, Ottoman Imperialism and German Protestantism, 1521-1555 [Cambridge: Harvard University Press, 1959], s. 111-117; eserin Türkçe çevirisi için bk. Türk Cihadı ve Alman Protestanlığı, 1551-1555 [çev. Neval Öke, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1992]. Asıl başlığı “The Turkish Impact...” olan bu çalışmanın, önce kitaplaşırken “Ottoman Imperialism...”e, daha sonra Türkçe’ye çevrilirken de “Türk Cihadı...”na dönüşmesi, bir tarihî olgunun farklı dönem ve bağlamlarda nasıl değişik şekillerde algılanıp kurgulandığına çarpıcı bir örnek olsa gerek). 26 Christine Isom-Verhaaren, “An Ottoman Report about Martin Luther and the Emperor: New Evidence of the Ottoman Interest in the Protestant Challenge to the Power of Charles V”, Turcica, sy. 28 (1996), s. 299-318. 27 Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-ı (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009), s. 151-152. 28 Kemal Beydilli, Die Polnischen Königswahlen und Interregnen von 1572 und 1576 im Lichte Osmanischer Archivalien. Ein Beitrag zur Geschichte der Osmanischen Machtpolitik (Münih: Dr. Rudolf Trofenik, 1976). Bu önemli çalışmasından haberdar etmenin dışında konuyla ilgili diğer Almanca kaynaklar hususunda yardımlarını gördüğüm Prof. Dr. Kemal Beydilli’ye özel bir teşekkür borcum olduğunu ifade etmeliyim. 24 SEYFİ KENAN sergilemesi beklenen, Baltık’tan Karadeniz yakınlarına (Kırım Hanlığı) kadar uzanan büyük bir devlet durumundaydı. 7 Temmuz 1572’de Jagiello hânedanına mensup son kral II. Szigismund August’un bilâ-veled vefatı üzerine söz konusu hânedan inkıraz ettiğinden, Lehistan’da bundan böyle kralların seçimle iş başına gelmeleri ilkesi kabul edilmişti.29 İşte bu 29 Bir önceki dipnotta aslı verilen ve başlığı Osmanlı Arşiv Belgeleri Işığında 1572 ve 1576 Tarihli Lehistan Kral Seçimleri Ve Naiblik Dönemi: Osmanlı Büyük Devlet Politikasına Bir Katkı şeklinde Türkçe’ye aktarılabilen çalışmasında Kemal Beydilli, Osmanlılar’ın bu tarihi müdahalesinin çözümlemesini şu şekilde yapmıştır: Lehistan’da, bu dönemde içişlerinin yönetimi açısından, önde gelen yerli ailelerin birinden bir kral adayının çıkmasına iyi gözle bakılmaz ve böyle bir adaylık, büyük aileler arasındaki mevcut eşitliği zedeleyici bir girişim olarak kabul edilirdi. Bundan dolayı, Lehistan tarihinin birkaç karanlık dönemi dışında yerli bir adayın – Türk tehlikesi karşısında Jan Sobieski’nin (1669-1696) seçilmesi gibi – kral seçildiği görülmemiştir. Böylece Lehistan tahtı iç dengeler sebebiyle sadece yabancı adaylara açık hale gelmiş ve genelde komşu devletlerin gösterdikleri adaylar kral seçilmiştir. Bu adayların desteklenmesi, arkasındaki devletin gücüyle orantılıdır ve başarı şartı hem askerî hem malî imkânlarla ilgilidir, zira seçim her zaman ve her yerde önemli harcamaları beraberinde getirmiştir. Yabancı devletlere rağmen, anayasal olarak güç ve iktidar büyük ailelerin (magnatlar) elindeydi ve kral bunlar arasında yalnız “eşitler arasında birinci” hükmünde olan bir güçtü. 1573 ve 1576’daki seçimler dışarıdan önerilen çeşitli adayların katılımıyla geçti. Osmanlılar, ilk seçimde kendi adayı için girişimlerde bulundu. Ancak 7 Ekim 1571’deki Lepanto yenilgisi sebebiyle Akdeniz siyasetinde Fransa’nın öneminin artması yüzünden, kral IX. Şarl’ın kardeşi Henry de Valois’nın desteklenmesi gerektiği görüşü ağırlık kazandı ve sonunda, sadrazam Sokullu’nun seçtiği Ruś Palatini Jerzy Jaslowieski’den vaz geçildi. Fransız prensini destekleme politikasının parasal yönden olduğu kadar önemli askerî yönden de tedbirler almak suretiyle yürütüldüğü gözlemlenmektedir. Başta Kırım Hanı’nın tüm güçleriyle seferber edildiği ve Budin Beylerbeyi – Sokullu’nun yeğeni – Mustafa Paşa kumandasında tüm Rumeli kuvvetlerinin devreye sokulduğu bilgileri, Beydilli’nin Mühimme Defteri’ndeki kayıtlara dayanarak hazırladığı çalışmasının ana malzemesini oluşturmuştur. Böylece hem Leh seçmenleri hem de aday çıkaran diğer mücavir devletler (Avusturya, Rusya, İsveç) askeri tehdid altında tutuldu ve sonuçta Valois’nın seçimi gerçekleşti (8 Mayıs 1572). Osmanlı Devleti, Aziz Bartolomeos gecesi katliamı (25 Ağustos 1572) sebebiyle Protestan Alman topraklarından güvenle geçmesi tehlikeye giren yeni kralın, selâmet içinde Lehistan’a ulaştırılması işini de üstlenerek onun Osmanlı toprakları üzerinden gitmesini planlamış, ancak Protestan prenslerin muhalefeti kırıldığından buna gerek görülmemiştir. 25 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE ortamda yapılan krallık seçimlerine yönelik Osmanlı müdahalesi, kuzey siyasetinin bir parçası olarak, bir başka ifadeyle Rusya ve Avusturya arasında kendisi için bir müttefik edinme veya en azından tarafsız bir devlet oluşturma amacıyla gerçekleştirilmişti. Osmanlılar’ın Avrupa’ya dönük olan bu yüzü, onları sadece Batı merkezli bir siyaset takip etmeye mi götürmüştür? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Bir ayağı Avrupa’da, diğer ayağı Asya’da bulunmanın doğal bir sonucu olarak Osmanlılar’ın Doğu politikası da olmuştur. Bu Doğu politikasının gerek güçlü bir şekilde teşekkül ettiği ve Bizans’ın çöküşüyle birlikte iyice belirginleştiği Fâtih Sultan Mehmed döneminde, özellikle de Doğu’da Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bölgede hâkim olan Akkoyunlular ve güneyde Memlükler’e karşı yürütülen siyaset30 olsun, gerekse daha sonra Yavuz Sultan Selim’in ünlü Doğu seferini tayin eden strateji olsun, Osmanlılar’ın, kendi başkentlerinde siyasî anlayışlarını tasarlarken, temel tavır açısından, Feridun Emecen’in ifadesiyle, “Doğu-Batı eksenli merkezî siyaset”31 takip ettiklerini gözlemlemek mümkündür. Osmanlı tarihinin dönemlendirilmesi söz konusu olduğunda genellikle duraklama-gerileme dönemi olarak adlandırılan XVIII. yüzyılda Osmanlı-Avrupa siyasî ilişkileri nereye doğru evrilmiştir? Osmanlılar, Avrupa karşısında sürekli geri çekilen, toprak kaybeden bir imparatorluHenry de Valois krallıkta sadece dört ay kalmış ve kardeşinin ölümüyle boşalan Fransa tahtını tercih ederek 15 Şubat 1574’te geldiği Lehistan’ı bir 19 Haziran gecesi gizlice terk etmiştir. Böylece tekrar söz konusu olan seçimler in bu sefer Osmanlılar, Erdel Voyvodası Stephan Bathory’yi aday göstermişlerdir. II. Selim’in yerine tahta geçen III. Murad, Lehistan’la yapılmış olan bütün antlaşmaların ancak Bathory’nin desteklenmesi şartıyla yenileneceğini açıkça ifade etmiştir. Seçim için bu dönemde de yine her türlü askerî baskı düzenlemesi yapılmıştır. Bathory 1 Şubat 1576’da krallığa getirildi ve ölünceye kadar (1586) tahtta kaldı. Ondan sonra da Osmanlı adayı İsveç Kralı III. Sigismund kral seçildi (1587-1632). Daha sonraki yıllarda ise Osmanlılar’ın büyük devlet konumu kuzeyde merkez kaymasına uğrayacak ve artık seçimlerde Rusya’nın gücü giderek daha fazla hissedilecektir. Türkiye-Lehistan ilişkileri konusunda ayrıca şu esere bakılabilir: Taha Toros, Geçmişte Türkiye-Polonya İlişkileri: Turco-Polish Relations in History (Gözlem Matbaacılık, 1983). 30 Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, s. 322. 31 Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, s. 49. 26 SEYFİ KENAN ğa mı dönüşmüştür? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. İmparatorluk açısından yüzyılın en sıkıntılı dönemi olan ikinci yarısında da -1783’te Kırım, Ruslar’ın eline geçmiş, 1798’de Mısır Fransızlar tarafından işgal edilmiş olsa bile- ilk yarısından geri kalmayacak önemli başarılar sergilendiği dikkatten kaçırılmamalıdır. Bu dönemde söz gelimi, Osmanlı’nın Avrupa’da ihtilâl Fransa’sı karşısında verilen mücadeleye (II. Koalisyon savaşları) iştirak etmiş ve Ruslar’la ittifak kurmuş olarak Venedik denizinde Korfu başta olmak üzere bölgenin diğer adalarını kontrol altına aldığını ve burada Osmanlılar’a bağlı bir adalar cumhuriyeti meydana getirildiğini,32 hatta bu savaşlar esnasında Sicilyateyn ile sağlanan ittifak doğrultusunda Türk askerlerinin tekrar İtalya’ya ayak bastıklarını33 gözlemliyoruz. Aynı şekilde, yine aynı yüzyılda Belgrad’ın tekrar Osmanlı hâkimiyetine girmesinden bir yıl sonra Korsika cumhurunun elçilerini İstanbul’a göndererek 1740’ta Osmanlı himayesine girmek için talepte bulunduğu,34 bu talebin âdeta Akdeniz’de gönüllü Osmanlı askerî üssü olmayı içerdiği, günümüzde her nedense pek hatırlanmamaktadır. Korsika’nın söz konusu talebinin gerekçeleri arasında, Osmanlılar’ın işlerinde adaleti gözetmelerinin, idareleri altındaki halklara koruyucu davranmalarının ve “reâyâperver” politikalar takip etmelerinin35 dile getirilmiş olması dikkat çekicidir. Öte yandan XVIII. yüzyılın ortalarında, İstanbul’un, başkentliğini yaptığı imparatorluğun doğası ve coğrafî konumu itibariyle çeşitli ülkelerden, özellikle de Avrupa’dan gelen, amaçlarına göre açık veya gizli kimliklerle görev ve faaliyetlerde bulunan pek çok yabancıyı ağırladığı görülmektedir. Örneğin, Avusturya-Rusya ve Fransa ile savaşmakta olan 32 Kemal Beydilli, “Korsika ve Osmanlı Devleti”, İlmî Araştırmalar, IV (1997), s. 25; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Arşiv Kaynaklarına Göre Yedi Ada Cumhuriyeti”, TTK Belleten, I/3-4 (1937), s. 627-639. 33 Kahraman Şakul, An Ottoman Global Moment: War of Second Coalition in the Levant (doktora tezi, 2009), Georgetown University, s. 172; J. W. Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa (Gotha: Friedrich Andreas Perthes, 1857), VII, 88. 34 Beydilli, “Korsika ve Osmanlı Devleti”, s. 17-46. 35 Kemal Beydilli, “Korsika”, TDV İslâm Ansiklopedisi: DİA (İstanbul: İslâm Araştırmaları Merkezi, 2002), XXVI, 212-214. 27 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE ve Osmanlılar’la ittifak oluşturmaya çalışan (1762) Büyük Friedrich’in elçisi Rexin’in İstanbul’la ilgili, “Avrupa’nın en mahir politikacıları burada çocuk gibi kalır”36 şeklindeki nitelemesi ilginçtir. Rexin’in sözleri, hem İstanbul’da yaşanan yoğun diplomasi trafiğini hem de Osmanlılar’ın iç ve dış siyaset stratejilerini izleme ve anlamadaki zorluğu dile getiren çaresiz bir yakınma olarak anlaşılmaya elverişlidir. Öte yandan, Rexin’i İstanbul’a gönderen II. Friedrich’in, 1761 senesinin sıkıntılı günlerinde, Prusya Avrupa’da yalnız başına kaldığında halk arasında yükselen, “Türk ümidi”ni dile getiren ve “baskı altında olanların dostu, mazlumun kırbacı” olarak tanımladığı Türkler’den yardım talebini, “Yetiş, yetiş ve korkusuz elinle / Avrupa’nın günahlarını Asya’nın faziletlerine kurban et!” mısralarıyla somutlaştıran şiirler37 de, her iki ülkenin tarihî hâfızasında yerini almıştır. Aralarındaki ilişkilerin tarihi açısından Osmanlı ve Avrupa’ya bakıldığında daha çok savaşların öne çıktığını görürüz. Fakat Osmanlılar tarihte yerini almaya başladığı andan itibaren bu iki uygarlık, 600 yıl boyunca sürekli savaşmışlar mıdır? Paolo Preto, örneğin, imparatorluğun 1453’ten 1797’ye kadar uzanan Venedik’le ilişkilerini incelemiş; 344 yıllık Türk-Venedik ilişkilerinde savaşla geçen yılların altmış bir sene sürdüğünü, geri kalan uzun 273 yıllık dönemin ise barış içerisinde geçtiğini38 tesbit etmiştir. Bu iki dünyanın bir araya geldiği, birbiriyle bağımlılık ilişkisi içinde yaşadığı belki de en önemli alanın iktisat veya daha somut bir ifadeyle, Akdeniz havzasında gerçekleşen ticaret olduğu söylenebilir. Eski Dünya’nın kalbi olarak kabul edilen Akdeniz öyle bir havzadır ki, ünlü filozof Hegel’in ifadesiyle, onsuz dünyanın idrak edilmesi mümkün değildir.39 36 Kemal Beydilli, Büyük Friedrich ve Osmanlılar: XVIII. Yüzyılda Osmanlı-Prusya Münâsebetleri (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1985), s. 78. 37 Beydilli, Büyük Friedrich ve Osmanlılar, s. 40-41. 38 Niccolò Capponi, Victory of the West: The Story of the Battle of Lepanto (Oxford: Macmillan, 2006), s. 61. Ayrıca Capponi, İnebahtı Savaşı’nın sonuçlarının döneminde fazla önemsenmeyip hatta hafife alındığını, fakat daha sonra, özellikle XIX. yüzyılda Batı medeniyetinin “Doğu barbarlığına karşı bir zaferi” olarak algılandığına dikkat çekmektedir. 39 G. W. F. Hegel, The Philosophy of History (çev. J. Sibree, New York: Dover Publications, 1956), s. 87. 28 SEYFİ KENAN Ticaret 1000’li yılların başlarından itibaren Anadolu’ya yerleşen ve belki de dünyanın en zorlu coğrafyasını vatan haline getiren Türkler’in, burada karşılaştıkları ve bir arada yaşama kültürünü geliştirdikleri topluluklar arasında, farklı etnik yapıya ve dinî geleneğe mensup Bizans (“Doğu Roma”) tebaasının yanı sıra Avrupalılar da bulunuyor ve bunların içinde şüphesiz İtalyanlar önemli bir yer tutuyordu. Zira İtalyanlar Bizans İmparatorluğu’ndan önemli haklar ve ayrıcalıklar elde etmiş, İstanbul ve Anadolu sahillerindeki belirli liman şehirlerinde yerleşmiş, hatta yer yer bağımsız koloniler haline gelmeyi başarmışlardı.40 Selçuklular ve onları takip eden Osmanlılar, Anadolu’da Bizans’tan tevarüs ettikleri Avrupalı veya yerli çeşitli etnik ve dinî gruplarla yeni bir yaşam ve düzen fikri geliştirmiş; Anadolu, uzun süre devam eden Haçlı seferlerinden sonra, Doğu ve Batı arasında, pek çok açıdan eskisinden daha canlı bir bölge haline gelmiştir. Hem Selçuklu hem de Selçuklu sonrası Beylikler ve Osmanlı döneminde İtalyanlar’la, özellikle Ceneviz41 ve Venedikliler’le42 yakın iş birliği (bu iş birliğinin her iki taraf için sunduğu eşit fırsatlar dolayısıyla) uzun süre devam etmiştir. Bu dönemde Osmanlı-İtalya ilişkileri kültürel etkileşim ve ticaret ekseninde şekillenmiş; denizcilik ve ticaretle ilgili pek çok İtalyanca kelime, -Kâtib Çelebi’nin zamanında dikkat çektiği gibi bunların bir kısmı dilimize Rumca’dan aktarılmış olmakla birlikte- Türkçe’ye geçmiş43, öyle ki dil alanındaki bu etkileşim bir büyük lugat dolduracak hacme ulaşmıştır.44 40 Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri: Selçuklulardan Bizans’ın Sona Erişine (Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000), I, 2. 41 Kate Fleet, European and Islamic Trade in the Early Ottoman State: The Merchants of Genoa and Turkey (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 4-12. 42 Elizabeth Zachariadou, Trade and Crusade: Venetian Crete and the Emirates of Menteshe and Aydın, 1300-1415 (Venedik: Library of the Hellenic Institute of Byzantine and Post-Byzantine Studies, 1983). 43 Halil Berktay, Rönesans İtalyası ve Osmanlılar: Tarihin Örtüşme ve Ayrışmaları (İstanbul: Sakıp Sabancı Müzesi, 2004), s. 22-23. 44 H. - R. Kahane, A. Tietze, The Lingua Franca in the Levant: Turkish Nautical Terms of Italian and Greek Origin (Urbana: University of Illinois, 1958). 29 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE Osmanlılar’ın Venedikliler’le ilk ahidnâmesi XV. yüzyılın başlarına rastlar, ancak Çelebi Mehmed’in 1419’da yaptığı yeni anlaşma ile mütekabiliyet esası çerçevesinde Osmanlı Türk tüccarları da Venedik idaresindeki topraklarda Venedikliler’in Osmanlı topraklarında sahip olduğu haklara denk haklar elde etmiştir.45 Osmanlı’da gayri müslim tebaanın bu hakları etkin bir şekilde kullandığı bilinmektedir, ama acaba Türkler ülke dışındaki ticarî faaliyetlere katılmış mıdır? Her ne kadar bu sorunun cevabını tam verebilmek için incelenmesi gereken pek çok belge ve arşiv kaynağı araştırmacıları bekliyorsa da bu konuyla ilgili öncü çalışmasında Cemal Kafadar, İstanbul’un fethinden önce, özellikle 1430’lardan itibaren bazı Türk tüccarların Osmanlı ülkesi dışında faaliyetlerde bulunduğunu tesbit etmiştir.46 Nitekim 1436-1440 yılları arasında İstanbul’da ikamet eden Venedikli tüccar Giacomo Badoer’in muhasebe defteri, Avrupalılar’la, Bizanslı, Osmanlı ve Memlükler arasında etkin bir ticarî ilişkinin varlığını ortaya koyuyor.47 Kafadar’ın incelemesine göre, Badoer’in muhasebe defteri kayıtlarında İtalyan, Rum ve yahudilere oranla sayıları azınlıkta kalsa da, tarihî bir belgede ülkeler arası ticarî faaliyette bulunan Türk tâcirlerinin ilk örneklerine burada rastlıyoruz: “Ahmet turco de Licomidia, Azi turcho, Chazi Rastan turco, Chazi Musi, Choza Ali turcho, Choza Isse turcho, İsmael turcho, Jascia turcho, Mustafa turcho, Ramadan de Simisso, Saliet turcho.”48 45 Cemal Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken: Dört Osmanlı; Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun (İstanbul: Metis Yayınları, 2009), s. 76; bilginin aktarıldığı kaynak Diplomatarium Veneto-Levantinium: Acta et Diplomata II (ed. G. M. Thomas, Venetiis: Sumptibus Societatis, 1899), 139, 159, 172 numaralı belgeler. 46 Ayrıca Şerafettin Turan’ın XVI. yüzyıl ve XVII. yüzyıl başlarında Venedik’teki Türk tüccarların faaliyetlerini konu edindiği çalışma için bk. Şerafettin Turan, “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi (Fondaco dei Turchi)”, TTK Belleten, XXXII (1968), s. 247-283. 47 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 76. 48 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 76-77. Kafadar’ın atıfta bulunduğu kaynak; Il libro dei Conti Giacomo Badoer (Constantinopoli 1436-1440) (ed. Umberto Dorini – Tommaso Bertelè (Roma: Libreria dello Stato, 1956). Kafadar, çalışmasında, aynı zamanda Venedik’te vefat eden ve oraya defnedilen bir Anadolulu tüccarın tereke defterini de incelemektedir. Diğer taraftan, imparatorluğun güneyinden, Kahire’den hem başkente hem de Avrupa’ya baharat, kahve, tekstil ve şeker gibi ürünlerin ticaretini yaparak önemli bir zenginlik elde etmiş Mısırlı tüccar İsmâil Ebû Takıyye’nin biyografik çalışması 30 SEYFİ KENAN Fondaco dei Turchi, Venedik Diğer taraftan, Venedikli ve Cenevizli tüccarların yanı sıra bu ülkelere bağımlı hareket etme durumunda kalsa da Floransalı tüccarların bile XV. yüzyılda, özellikle bütün Asya’nın lüks eşya ticaretinde çok aranan mallarından olan Floransa yünlülerini Bursa gibi büyük bir pazara çıkartabilmek için 1432’den itibaren Anadolu’da gözükmeye başladığı bilinmektedir.49 Venedik ve Cenevizliler, Anadolu sahillerindeki belli liman şehirlerini ellerinde bulundurmaları sayesinde uzun zaman Doğu Akdeniz (Levante) bölgesi ticaretinde çok etkin bir konuma ulaşmışlardı. Kuruluşundan itibaren kültürler ve bölgeler arası ticaretin ne kadar önemli olduğunun farkında olan Osmanlılar, gerek İstanbul’un fethine kadar olsun gerekse fetihten sonra olsun bu İtalyan devletlerinin Doğu Akdeniz’deki ticarî faaliyetlerini engellemekten ziyade kontrol altında için bk. Nelly Hanna, Making Big Money in 1600: The Life and Times of Isma’il Abu Taqiyya, Egyptian Merchant (New York: Syracuse University Press, 1998). 49 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 283. 31 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE tutarak yararlanmaya çalışmışlar, siyasî ilişkilerde olduğu gibi ekonomik ilişkilerde de pragmatik bir anlayış benimsemişlerdir. Doğu-Batı kavşağında bulunmanın getirdiği önemli ticaret yoğunluğu sebebiyle, özellikle ipek dokuma sanayii açısından Anadolu’da öne çıkan şehirler başta İstanbul olmak üzere Bursa, Amasya, Mardin ve Diyarbakır olmuştur. Bu şehirler arasına daha sonra Ankara da katılacak ve XVIII. yüzyılda bu şehirdeki üreticilerin ihraç ettiği “sof”, Leiden’deki tekstil üreticilerinin üçte ikisinin ihtiyacını karşılıyor hale gelecektir50. XIV. yüzyıldan itibaren dünya ticaret yollarında meydana gelen dönüştürücü değişimler sonucunda, sadece ham ipek bakımından değil, Uzak Asya da dahil olmak üzere Doğu’dan gelen emtia açısından Bursa51, Doğu ile Batı’yı buluşturan bir dünya pazarı haline gelmişti.52 Halil İnalcık önderliğinde bir grup tarihçi, Doğu ile Batı arasında bilinen ticaret yollarının dışında (Ortadoğu’dan itibaren Akdeniz’i enlemesine aşarak Venedik ve Ceneviz’e varan ticaret yolu), XV. yüzyılın başından itibaren Şam-Bursa-Akkerman-Lviv (Lemberg) üzerinden Osmanlı topraklarını kuzey-güney yönünde kateden başka bir milletlerarası ticaret yolunun varlığını keşfetmişlerdir. Bu yol üzerinden, baharat, ipekliler ve pamuklu kumaşlar başta olmak üzere Doğu’nun bilinen diğer ürünleri Polonya’ya, Baltık ülkelerine ve Moskova knezliğine ulaşıyordu. Nitekim, Osmanlılar’ın Lehistan kral seçimlerine müdahale etmesi bölgedeki bu ticaret yollarının güvence altına alınmasıyla yakından ilgiliydi.53 Yine bu ticaret yolunun batısından, Tuna limanları ve Transilvanya’daki Braşov şehri üzerinden Macaristan ve Slovenya’ya ulaşılabiliyordu.54 XV ve XVI. yüzyıllarda Doğu-Batı ticaretinde ve kültürel etkileşimde Balkanlar’da 50 İsmail H. Kadı, Natives and Interlopers: Competition Between Ottoman and Dutch Merchants in the 18th Century (doktora Tezi, 2008), Universiteit Leiden, s. 86. 51 Aynı zamanda Bursa şehri, İstanbul ve Edirne’nin yanı sıra zanaatkârlarıyla da (ehl-i hirfet) öne çıkmıştı (bk. Suraiya Faroqhi, Artisans of Empire: Crafts and Craftspeople Under the Ottomans [London I. B. Tauris, 2009], s. 23-44). 52 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 270-276; Halil İnalcık, “Bursa and the Commerce of the Levant,” Journal of Economic and Social History of the Orient, III (1960), s. 131-147. 53 Beydilli, Polnischen Königswahlen, s. 11-15. 54 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 41-42. 32 SEYFİ KENAN temayüz eden önemli şehirler arasında Dubrovnik,55 Ankona56 ve Split’i57 saymak mümkündür. Portekizlilerin XV. yüzyılın sonlarından itibaren Ümitburnu yolunu keşfetmesinden sonra Akdeniz ve Karadeniz üzerinden yapılan ticarete alternatif olarak şekillenen ve daha çok kullanılır hale gelen Avrupa ile Doğu’yu birbirine bağlayan bu yeni ticaret yoluyla birlikte XVI. yüzyılın başlarından sonra Akdeniz ticaretinde bir daralmanın meydana geldiği, ticaret hacminde bir düşüşün yaşandığı bilinmektedir.58 Fakat Osmanlılar’ın 1517’de Mısır’ı fethederek Kızıldeniz’e hâkim olmaları ve Hint Okyanusu’nda Portekizliler’e meydan okumaları sebebiyle Ümitburnu’ndan dolaşarak gitmek sıkıntılı hale gelince Akdeniz ticaretinde bir canlanma meydana geldiği gözlenmiştir. XVI. yüzyılın sonlarına doğru Akdeniz ticaretinin şekillenmesinde başka ortakların da gündeme gelmeye başladığını gözlemlemek mümkündür. Akdeniz ticaretinde İtalyanlar ve İspanyollar’la rekabete girişen İngilizler, dönemin güçlü imparatorluğu, “yenilmez Türk” (Invicto Turco) olarak adlandırılan Osmanlılar’ın nasıl bir devlet yapısına sahip olduğunu ve yönettiği çeşitli millet ve kültürleri nasıl bir arada tuttuğunu öğrenmek istemişlerdir. İngilizler bu amaçla Osmanlı coğrafyasına çeşitli seyahatler yapmış; bu etkileşime paralel olarak Osmanlılar’ın önceden Venedikliler’e tanıdıkları ticarî imtiyazların benzerleri İngilizler’e de tanınmış ve İngiltere, zamanla Osmanlı’nın Avrupa’daki en önemli ticaret ortağı haline gelmiştir.59 Aynı dönemlerde Osmanlı ile Hollanda arasındaki ilişkiler de gelişmiş, imparatorluğun Fransa ve İngiltere’ye 55 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 311-327. 56 P. Earle, “The Commercial Development of Ancona, 1479-1551”, The Economic History Review, XXII (1969), s. 28-44. 57 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 84. 58 Mübahat s. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri (1580-1838) (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1974), I, 5. 59 Gerald MacLean, Doğu’ya Bakış: 1800 Öncesi Dönem İngiliz Yazmaları ve Osmanlı İmparatorluğu (çev. Sinan Akıllı, Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2009), s. 31. Her ne kadar başlıkta “yazma” ifadesi yer alıyorsa da, eserde matbu metinler incelenmiştir. Kitabın asıl başlığında yer alan “writing” kelimesi sehven “yazma” diye çevrilmiş olmalıdır. Fakat Türkçe çevirinin genelde başarılı olduğunu belirtmek gerekir. 33 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE hasrettiği bu “açık kapı” politikasından Hollandalılar da istifade etmeye başlamışlardır.60 Osmanlı siyasetindeki bu değişim, bir yandan, Halil İnalcık’ın dikkat çektiği gibi, Avrupa’da gelişmekte olan “ulus devlet”lerin merkantilist-kapitalist doğrultudaki politikalarını güçlendirerek yeni ekonomik ve politik yapının teşekkülüne katkı sağlarken, diğer yandan Osmanlı ekonomisi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur.61 Söz gelimi, XVII. yüzyılın ikinci yarısı, siyaset ve hukuk düzleminde gözlenen yeni oluşumları izleyen bilim ve sanayi devrimiyle İngiltere tarihi açısından oldukça önemli bir evredir. Bu dönüşümde rol oynayanlar arasında Londra tüccarları da yer almaktaydı. Londra tüccarlarının Osmanlı imtiyazlarından faydalanarak ciddi bir zenginlik ve sermaye sahibi oldukları bilinmektedir. Bu olguya dikkat çeken Murat Çızakça haklı olarak, “Acaba Osmanlılar’ın, dolaylı da olsa, tarihlerinin bu kritik döneminde İngiltere’deki siyasî ve ekonomik oluşumlar üzerinde etkisi olmuş mudur? Olmuşsa nasıl ve ne yönde olmuştur?” şeklinde bir soru sormaktadır. Tanınan ayrıcalıklar çerçevesinde Osmanlılar ilk defa, 1579’da üç İngiliz tüccarını ticaret imtiyazından yararlandırmış, bunun karşılığında Türk tüccarlar da İngiltere’de ticaret yapma imkânı elde etmiştir (Bu durum Türkler’in de İngiltere’de ticarî faaliyette bulunduğuna işaret etmekte, fakat bununla alâkalı ciddi tetkikler araştırmacıları beklemektedir).62 1580’de ise İngilizler’in Türkiye’de serbest ticaret yapmalarını kabul eden 60 Alexander H. de Groot, The Netherlands and Turkey: Four Hundred Years of Political, Economical, Social and Cultural Relations: Selected Essays (İstanbul: Artpres, 2007), s. 91. 61 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 41. XVII. yüzyıldaki en somut sonuçlarından biri, hem Osmanlılar’ın hem de Venedikliler’in, Fransız ve İngiliz tüccarların yeni ticaret biçimiyle artık rekabet edemez hale gelmesidir (Suraiya Faroqhi, “Venedik, Akdeniz ve Osmanlı İmparatorluğu”, Venezia e Istanbul in Epoca Ottomana: Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul [Milano: Mondadori Electa, 2009], s. 43). 62 Genellikle XVII. yüzyılda deniz savaşları veya korsanlık dolayısıyla esir düşen Türkler’in İngiltere’deki durumuyla ilgili araştırma için bk. Nabil Matar, Turks, Moors and Englishmen in the Age of Discovery (New York: Columbia University Press, 1999), s. 19-42. Fakat bu dönemde ve bu eserde kullanılan “Türk” deyimi, ırksal bir niteleme olarak değil, Osmanlı tâbiiyetine mensup ve genellikle Kuzey Afrikalı müslümanlar şeklinde anlaşılmalıdır. Gerçekten bu bölgede 34 SEYFİ KENAN ilk ahidnâme düzenlenmiştir. Bu tarihten yaklaşık on yıl sonra da ünlü Levant Company kurulmuştur. İngiliz gemilerinin Türkiye’ye getirdiği emtia arasında çeşitli mensucat ürünleri, maden ve boyalar, -girişilen savaşlar dolayısıyla ihtiyaç duyulduğu anlaşılan özellikle kurşun, kalay, demir ve çelik-, gıda maddeleri ve baharat yer almıştır.63 XVII. yüzyılın başlarından itibaren daha çok İstanbul, İzmir, Halep gibi şehirlerde gözükmeye başlayan İngilizler’in, çevrelerine uyum sağlama konusunda sorun yaşamadıklarını, bu tâcirlere ait günlük ve seyahat notlarına göre, onların Osmanlı yaşam tarzından olumlu anlamda etkilendiklerini ve onlar tarafından dile getirilen Osmanlı dünyasıyla ilgili görüş ve anlatıların Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin bu dünyaya yönelik bakış açısını belli ölçüde değiştirdiğini64 Daniel Goffman’ın çalışmalarında okuyoruz. Fakat bu anlatıların İngiliz dünyasına, Shakespeare sonrası dönemde ulaştığı hatırda tutulmalıdır. Bu arada aynı zaman diliminde İngiltere’de Shakespeare ve İspanya’da Cervantes’in “kötü”yü tasvir ederken eserlerinde “Türk”ü kullanmaları65 ve onu her türlü barbarlıkla eş tutmalarının, her şeyden önce, özellikle de matbaanın etkisiyle Avrupa’da yoğunluk kazanan bu olumsuz Türk imgesinin kalıcı hale gelmesinde rol oynadıklarını belirtmek gerekir. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da genişleyen ipek piyasasının, Osmanlı ve İran ekonomileri için önemli bir refah kaynağı haline geldiğini, Bursa ve Halep’e rakip çıkan İzmir’in XVII. yüzyılda önemli bir yükselişe geçtiğini66 gözlemlemek mümkündür. Fakat, XVII. 63 64 65 66 özellikle yönetici sınıf içinde Türkler bulunmakta olsa da, XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa’da Türk ve müslüman deyimleri eş anlamda kullanılmıştır. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri, s. 13-19. D. Goffman, Osmanlı İmparatorluğu’nda İngilizler 1642-1660 (çev. Ayşe BaşçıSander, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2001), s. 8, 22. Örneğin Shakespeare’in ünlü Othello’sunda, “Türke dönme”nin yarattığı ruh ve beden çelişkisini canlandıran Othello’nun, onu mahveden içindeki “Türk”ten kurtulmak için kendini bıçaklaması ve ölmesiyle sonuçlanan sahnede aslında öldürdüğü içindeki “Türk”ten başkası değildir. Aynı zamanda Avrupa’daki Türk tehdidini de inceleyen MacLean, bu tehdidin yabancı ama garip olmadığını; farklı ama bilinebilir, dışsal ancak içselleştirilebilir olduğunu ifade ederken, bu algının bir yandan Avrupalı kimliğini yıkıp diğer yandan da oluşturduğuna dikkat çeker (bk. MacLean, Doğu’ya Bakış, s. 144-147). İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I, 300-301. 35 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE yüzyılın ikinci yarısı ile XVIII. yüzyılın ilk yarısında Batı’da olduğu gibi Doğu’da da eski yapıların, bilgi ve maharetlerin bir buhrana sürüklendiği, baharat ve ipek ticareti gibi asırlarca süren alışverişlerin tarih olmaya başladığı, bununla birlikte Batı’da yeni bilgi ve mârifet alanlarının ortaya çıktığı, öğrenim içeriklerinde ciddi değişimlerin vuku bulduğu,67 yeni unsurların, yerel milliyetçiliklerin68 ve daha sonra etkisini yoğun bir şekilde hissettirecek Avrupa egemenliğinin öncüllerinin oluştuğu bir geçiş dönemi yaşanır. XVIII. yüzyılın başlarında İngilizler, ortasında Fransızlar, sonlarında da Almanlar aydınlanmalarını tamamlar. III. Selim ile birlikte, nasıl ki Avrupalılar aydınlanmalarını birbirlerinden ödünç almalar sayesinde gerçekleştirdiyseler, Osmanlılar da İngiltere, Fransa, İsveç gibi Avrupa ülkelerinden yer yer yabancı uzmanlar istihdam ederek, başta askerî yapı olmak üzere pek çok alanda “Nizâm-ı Kadîm”den “Nizâm-ı Cedîd”e geçiş sürecini başlatmışlardır. Bilindiği gibi Anadolu, tarih boyunca doğu-batı veya kuzey-güney arasında sadece önemli bir ticarî yol ve pazar olmamış, aynı zamanda kültür ve sanat alanında da farklı kültür ve coğrafyalardan gelen insanların birbirlerinin “farkı”na varmalarının doğal bir sonucu olarak karşılıklı alışverişlere, değiş tokuşlara giriştikleri merkezî bir bölge niteliğini de taşımıştır. Kültür ve Sanat Osmanlılar’ın tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren tevarüs ettiği İslâm düşüncesi ve medeniyetinin, VIII-IX. yüzyıldan başlayarak kültürel ve bilimsel anlamda büyük gelişmeler kaydettiği bilinmektedir. Osmanlı kültürüne ait pek çok kurum ve anlayışın şekillenmesinde etkili olan bu medeniyet, sadece din ve kültür alanında değil, felsefeden mantığa, astronomiden tıbba, kimyadan matematiğe, coğrafyadan tarihe kadar pek çok alanda oldukça özgün eserler üretmiştir. Klasik İslâm düşüncesi 67 Stephen Gaukroger, The Emergence of a Scientific Culture: Science and the Shaping of Modernity 1210-1685 (Oxford: Oxford University Press, 2006), s. 1-11. 68 XVIII. yüzyılda gerek Slavlar gerekse Rumlar zenginleşen tüccarlarının, kiliselerinin faaliyetleri ve Avrupa devletlerinin de etkisiyle milliyetçilik akımlarını benimsemiş ve örgütlenmeye başlamışlardı (bk. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı [İstanbul: Hil Yayın, 1983], s. 38-63). 36 SEYFİ KENAN döneminde üretilen bilim ve düşünce birikiminin hem Batı düşüncesinin kendi kaynağına ulaşmasını sağlamış -nitekim XV-XVI. yüzyılda Avrupa’da gerçekleşen Rönesans’ın şekillenmesinde de etkili olmuştur69hem de Avrupa’daki modern bilimsel gelişmelere kaynaklık etmiştir.70 Da Vinci ve Copernicus Hârizmî, İbn Şâtır ve Tûsî gibi müslüman âlimdüşünürlerden çok şey öğrenmişlerdir.71 İtalya’daki üniversitelerde, meselâ Venedik ve komşu Padua Üniversitesi’nde XIV ve XVII. yüzyıllar arasında Aristo dışında, İbn Rüşd kadar hararetle tartışılan başka bir filozofun bulunmadığı anlatılmaktadır.72 Aslında sadece kaynaklık etmekle kalmamış, son araştırmalara göre teknoloji üretiminde de Avrupa’da etkili olduğu görülmüştür.73 XVIII. yüzyılda, tam Aydınlanma çağının şekillenme sürecinde Avrupalı yazarlar arasında İslâm bilimini, hurafe ve zulmetin hâkim olduğu bir dönemde, aydınlanma ve ilerlemenin teminatı olarak görenlere rastlamak mümkün.74 Diğer taraftan, hangi coğrafyada üretilmiş olursa olsun ömrünü klasik dönem İslâm eserlerinin ortaya çıkarılmasına adayan Fuat Sezgin’in çalışmalarında ısrarla belirttiği gibi, son birkaç yüzyıldır Batı’da üretildiği düşünülen birçok bilimin kaynağında VIII-IX. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında üre69 George Saliba, Islamic Science and the Making of European Renaissance (Cambridge: The MIT Press, 2007), s. 193-233. 70 Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşüncesi: Felsefî Temeller (İstanbul: İSAM Yayınları, 2009), s. 95-106. 71 John M. Hobson, The Eastern Origins of Western Civilization (Cambridge: Cambridge University Pres, 2004). Aynı şekilde, Fibonacci ve Nemourslu Jordan’ın matematikle ilgili çalışmaları veya Witelo ya da Freibergli Theodoric’in optik üzerine incelemeleri ancak Hârizmî, Ebû Kâmil ve İbn Heysem’e atıfta bulunduklarında kıymet bulur, ciddiye alınırdı (bk. Encyclopedia of the History of Arabic Science: Astronomy, Theoretical and Applied [ed. Roshdi Rashed – Regis Morelon, London: Routledge - Kegan Paul, 1996], I, s. xii. 72 Michael Barry, “Renaissance Venice and Her ‘Moors’, Venice and the Islamic World, s. 151. 73 İslâm bilim ve sanat geleneğinin, meselâ hem Venedik’teki cam teknolojisi ve kimyanın gelişmesinde hem de seramik üretiminde nasıl etkili olduğunu inceleyen çalışmalar için bk. Marco Verità, “Influence of the Islamic Tradition on the Chemistry and Technology of Venetian Glass”, Venice and the Islamic World, s. 276-279; Maria V. Fontana, “Islamic Influence on the Production of Ceramics in Venice and Padua”, Venice and the Islamic World, s. 280-293. 74 Encyclopedia of the History of Arabic Science, I, s. ix-xiv. 37 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE Bir Avrupa tasavvurunda Aristo ve İbn Rüşd’ün bir fikri müzakere ânının tasviri (Girolamo da Cremona and Assistants, The Pierpont Morgan Library, New York). tilen bilimler yer almıştır.75 Hatta beşerî bilimler, George Makdisi’nin incelemelerine göre, ilk defa VII-VIII. yüzyıllarda İslâm dünyasının doğusunda ortaya çıkmış, daha sonra Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs ve Sicilya’ya, oradan da Avrupa’ya geçmiştir.76 Başka bir ifadeyle, modern bilimsel disiplinlerin hatırı sayılır birçok alanı, bu klasik dönemdeki İslâm dünyasında üretilen, en kuşatıcı anlamıyla bilimlerin omuzlarına basarak gelişmesini gerçekleştirmiştir. 75 Ayrıntılı bilgi edinmek için bk. Fuat Sezgin, İslâm’da Bilim ve Teknik, I-V (çev. Abdurrahman Aliy, Ankara: TUBA Yayınları, 2007). Bilim ve teknolojiye müslümanların katkısının ele anlındığı pek çok ortam ve kaynak ifade edilebilir, ama bir tanesini burada zikretmeli: Hewlett Packard’ın bir dönem Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yapan Carly Fiorina, 26 Eylül 2001’de, teknolojide bir sonraki aşamanın ne olacağını ele aldığı çerçeve konuşmasının bir bölümünde tarihe atıf yaparken, bilgisayar teknolojisinde de öncü çalışmaların yüzyıllar önce müslümanlar tarafından yapıldığını ifade etmişti (http://www.hp.com/hpinfo/ execteam/speeches/fiorina/minnesota01.html. Erişim tarihi: 12 Aralık 2001). 76 George Makdisi, The Rise of Humanism in Classical Islam and the Christian West: With Special Reference to Scholasticism (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1990). 38 SEYFİ KENAN Bu karşılıklı etkileşim sadece bilim ve teknoloji alanında değil, eğitim ve hukuk alanında da gerçekleşmiştir. Monica Gaudiosi, 1274’te modern yüksek okul sisteminin (college system) başlangıcı olarak kabul edilen Merton College’ın (Oxford Üniversitesi) şekillenmesinde ve İngiltere’deki vakıf sistemi ve anlayışının gelişmesinde İslâm dünyasında uygulanan vakıf hukuku ve sisteminin etkili olduğunu tesbit etmiştir.77 Doğu ve Batı dünyasında yüksek eğitim kurumlarının doğuşunu mukayeseli bir şekilde inceleyen George Makdisi, müslümanların açmış olduğu eğitim ve bilim kurumlarının, örneğin medrese ve rasathanelerin, Avrupa’daki yüksek okul ve üniversite sisteminin gelişmesine, hatta doktora ve kürsü gibi uygulamalara da kaynaklık ettiğini ortaya koymuştur.78 Üniversite tarihi konusunda risâle hacminde fakat önemli bir eser olan The Rise of Universities’in yazarı C. H. Haskins, Batı üniversitesinin Atina ve İskenderiye’nin değil, Paris ve Bologna’nın mirasçısı79 olduğunu belirtmişti. Haskins’ın bu ifadesine Makdisi şu ilâveyi yapmakta gecikmez: “Bologna ve Paris’in de Bağdat’ın mirasçısı olduğu söylenebilir.”80 Bununla birlikte, Antik kültürün klasik dönem Bağdat’ında yüksek eğitim, felsefe ve kültür hayatının şekillenmesindeki katkısı inkâr edileme77 Monica M. Gaudiosi, “The Influence of the Islamic Law of Waqf on the Development of the Trust in England: The Case of Merton College”, University of Pennsylvania Law Review, CXXXVI/4 (1988), s. 1231-1261; Murat Çizakça, A History of Philanthropic Foundations: The Islamic World from the Seventh Century to the Present (İstanbul: Boğaziçi University Press, 2000), s. 8-14. Ayrıca, Haçlı seferlerinden itibaren Avrupa hukukunun, özellikle savaş hukuku ve insan hakları hukukunun gelişmesinde İslâm hukukunun özgün katkısının incelendiği çalışmalar için bk. Marcel A. Boisard, “On the Probable Influence of Islam on Western Public and International Law,” International Journal of Middle East Studies, II (1980), s. 429-450; James Cockyane, “Islam and International Humanitarian Law: From a Clash to a Conversation Between Civilizations”, International Law and Islamic Law (ed. Mashood A. Baderin, Hampshire: Ashgate Publishing Limited, 2008), s. 181-210. 78 George Makdisi, The Rise of Colleges: Institutions of Learning in Islam and the West (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1981). 79 Charles Homer Haskins, The Rise of Universities (ed. Lionel s. Lewis, London: Transaction Publishers, 2007), s. 4. 80 George Makdisi, “Baghdad, Bologna, and Scholasticism,” Centres of Learning: Learning and Location in Pre-Modern Europe and the Near East (ed. J. W. Drijvers – A. A. MacDonald, Leiden: E. J. Brill, 1995), s. 141. 39 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE yecek bir olgudur. Fakat bu etkileşim ve birikim daha sonra, The First Universities’in yazarı Olaf Pedersen’in üzerinde durduğu gibi, Avrupa’da yüksek eğitimin yeniden yapılanmasında rol oynayan en önemli etkenlerden biri olmuştur.81 Diğer taraftan, burada daha somut bir soru akla gelebilir: Acaba Avrupa’nın yüksek eğitim-öğretim programlarında, Doğu’ya, İslâm dünyasına ilgisi ne zaman başlamıştır? Batılılar için Doğu ile ilgilenmenin zaman zaman tüketici bir tutkuya dönüşebildiğini,82 Avrupa’da çeşitli yüksek eğitim kurumlarında Doğu dilleri ve kültürleriyle (Oriental Studies/ Şarkiyât) alâkalı derslerin -daha sonra Doğu’yla ilgilenmek bir meslek haline gelecektir83- oldukça erken tarihlerde verilmeye başlandığını görüyoruz. Nitekim XIV. yüzyılın başlarında, dönemin önde gelen beş üniversitesinden biri olan ve papalığın kalbi sayılan Roma Curia Üniversitesi’nde 1312 gibi erken bir tarihte Arapça, Yunanca ve İbrânîce gibi Doğu dillerinin84 öğretildiğini gözlemlemek mümkündür. Fakat bu öğretim bilimsel amaçlı olmamış; sadece dinî bir hedefi gerçekleştirmek (misyonerlik), kendi ifadeleriyle, Doğu’daki Türkler’in ve yahudilerin din değiştirmesini sağlamak için düzenlenmişti.85 İspanya’yı temsil eden ve Avrupa’nın en büyük üniversitelerinden biri olan Salamanca Üniversitesi’nde de 1311-1312’de Doğu dilleri programı başlatılmış, program zaman zaman sekteye uğramış olsa bile Doğu hakkında ders81 Olaf Pedersen, The First Universities: Studium Generale and the Origins of University Education in Europe (çev. Richard North, Cambridge: Cambridge University Press, 1997). 82 Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları (çev. Berna Ülner, İstanbul: Metis Yayınları, 2004), s. 15. 83 Said, Şarkiyatçılık, s. 15. 84 Modern dönemde Batı dilleri arasında kabul edilen Yunanca’nın bu dönemde Doğu dilleri arasında sayılması, Batı ve Doğu algılarının ne kadar değişken olduğuna iyi bir örnektir. Doğu, Yakındoğu ve Ortadoğu kavramlarının soykütüğünün incelenmesi için bk. Hüseyin Yılmaz, “The Eastern Question and the Ottoman Empire: The Genesis of the Near and Middle East in the Nineteenth Century”, Is There a Middle East? (ed. M. E. Bonine – A. Amanat – M. Gasper, Stanford: Stanford University Press, 2010). 85 Hastings Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages (London: Oxford University Press, 1936), II, 29-31. 40 SEYFİ KENAN ler devam etmiştir.86 İngiltere’de ise benzer programların başlaması daha geç döneme rastlar. Bu ülkede Arapça ve Arap dünyasıyla ilgili ilk programların XVI. yüzyılda başlatıldığı ve bu dönemde en iyi programın Cambridge Üniversitesi’ne ait olduğu bilinmektedir.87 XIX. yüzyılın başlarında Avrupa’da basılan bir ansiklopedinin XIV. cildi Avrupa Türkiyesi’ne ayrılmıştı. Bir heyet tarafından yazıldığı anlaşılan bu ansiklopedi cildinin giriş sayfalarında, Avrupa’nın, kültür tohumlarını Doğu’dan (Orient) aldığı, bu ödünç alma sayesinde, eğitimli ve kültürlü hale geldiği ifade edilmiş ve şu soru sorulmuştur: “Bugünkü gelişmişliğimizin kaynağını teşkil etmelerinden ötürü vaktiyle bize yapmış oldukları iyiliklere bir şükran borcu olarak şimdi onlara yardım eli uzatmalı mıyız?” Cevap kısa ve gayet açık sözlüdür: “Hayır! Milletlerin şükran borcu yoktur, yalnızca çıkarları vardır. Bu çıkarlar, büyük ölçüde milletlerin davranışlarını belirler.”88 Oysa, yine aynı dönemlerde yaşayan Lamartine, Türkler’i kastederek, bir millet felâkete uğradığında veya haksız bir durumla karşıya karşıya kaldığında teessür duymak, onun yardımına koşmak ve ona, her şeyden önce, âdil davranmak gerektiğini vurgulamış, diğer taraftan hiçbir milletin tarihinin, Türkler’inki gibi, düştüğü zor durum esas alınarak yazılmadığına dikkat çekmişti.89 Kendilerini buldukları tarihî ve coğrafî bağlam ve üstlendikleri misyon gereği, klasik dönem İslâm düşüncesinin ve medeniyetinin mirasçısı, taşıyıcısı ve besleyicisi işlevini uzun zaman yerine getiren Osmanlı Türkleri’nin, bu medeniyetin devamlılığına katkıları önemlidir. Klasik dönem İslâm medeniyetinin bilimsel bilgiden sanata, eğitim kurumlarından tıbba kadar pek çok alanda yüzyıllar boyunca üretmiş olduğu 86 Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages, II, 88. 87 G. J. Toomer, Eastern Wisedome and Learning: The Study of Arabic in Seventeenth-Century England (Oxford: Clarendon Press, 1996), s. 53-85. 88 Neuste Länder - und - Völkerkunde: Ein geographiches Lesebuch für alle Stände (Die europäische Türkei) (Prag 1813), XIV, 8. 89 A. de Lamartine, History of Turkey (New York: D. Appleton – Company, 1855), I, 11. Lamartine’in vurguladığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu tarihinin XIX. yüzyılın başlarındaki vaziyeti esas alınarak yazılmış olması, âdeta zengin bir insanın hayat hikâyesinin, bu şahıs müflis ve yoksul bir duruma düştükten sonra, hayatının önceki dönemi dikkate alınmaksızın acımasızca kaleme alınmasına benzemektedir. 41 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE özgün ve çığır açıcı eserlerin, hangi coğrafyada olursa olsun, sadece toplumların ve kültürlerin gelişmesine değil, özellikle medeniyet anlayışımızın olgunlaşmasına yönelik katkısı küçümsenemez. İslâm’ın bir kılıç dini olduğu ve kılıçla yayıldığına dair basmakalıp söylemler artık tarih olmakla birlikte Osmanlılar söz konusu olduğunda, kurdukları imparatorluğun yegâne varlık ve yaşam nedeninin savaş olduğu, -sanki diğer devletler için hiç böyle bir şeyden söz edilemezmiş gibi- ve bundan başka hiçbir şey bilmedikleri şeklinde bir algılamanın devam ettiğini görüyoruz. Oysa, V. Karl’ın (Şarlken) veya I. François’nın çağdaşları Kanûnî Sultan Süleyman’dan daha az savaşçı olduklarına inanmamızı sağlayacak ölçü nedir ya da böyle bir şeye inanmalı mıyız gerçekten90 diye düşünmek daha doğru olacaktır. Osmanlılar’ın savaşın dışında, edebiyattan sanata, bilimden mimariye, astronomiden tıbba kadar91 pek çok alanda önemli eserler verdiğini yadsımak mümkün müdür? Bu konuda tarafsız bir yargıda bulunmak için Batı’nın ölçütlerini kendisinin belirlediği ve yegâne doğru ve uygun kalıp olarak, özellikle de modern dönemde zaman zaman herkese dayatmaya çalıştığı sanat, edebiyat, mefkûre veya bilim algısının dışına taşarak farklı bir bakış açısı geliştirmek, hepsinden önemlisi, tek taraflı görüşlerden sıyrılmak gerekecektir. Osmanlılar, âdeta bulundukları coğrafyanın yönlendirmesiyle kuruluş döneminden itibaren özellikle doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde siyasetten sanata, ticaretten kültüre pek çok alanda yoğun ve çok yönlü etkileşim deneyimleri yaşamışlardır. İmparatorluğun Avrupa ile kültürel etkileşiminin XVIII. yüzyılın başlarına kadar oldukça sınırlı olduğunu belirtmek gerekir, zira bu tarihe kadar Avrupa’nın genel olarak her açıdan hafife alındığını, hatta aşağılandığını92 gözlemlemek mümkündür. Ancak Avrupa’ya karşı uzun asırlardan sonra ilk ciddi bozgununu yaşayan Osmanlılar’ın, 1699’da yapılan Karlofça Antlaşması’ndan sonra Batı kültürüne yönelik algısını değiştirmeye başladığı, yavaş yavaş Batı’nın 90 Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa: 1300-1700 (çev. Ülkün Tansel, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004), s. 20. 91 Özel veya resmî Türkiye kütüphanelerinde araştırmacıları bekleyen yüz binlerce yazma bulunmakla birlikte haklarında pek fazla çalışma bulunmamaktadır. 92 Halil İnalcık, Doğu Batı: Makaleler I (Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2005), s. 266. 42 SEYFİ KENAN güçlenmesindeki sırları keşfetmeye, siyasî ve sosyal kurumlarından yaşam tarzlarına kadar Avrupa’nın değişik yönlerini özel bir ilgiyle incelemeye koyulduğu bilinmektedir. Nitekim bu tavır değişimini, Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Batı kültürü ve medeniyetiyle ilgili izlenimlerinde gözlemlemek mümkündür.93 Oysa bu tarihe kadar Avrupa’dan sadece bilimsel bilgi ve teknoloji konusundaki önemli eserlerin Türkçe’ye çevrilmesi suretiyle istifade ediliyordu.94 Osmanlı dünyasına kültür, teknoloji ve zanaat taşıyanlar arasında Türkiye’ye sürgün olarak gönderilenler -meselâ, XV. yüzyılın sonlarında İspanya’dan kaçan yahudiler- ile İslâm’ı seçen Avrupalı mühtediler başı çekiyorudu. Aynı şekilde, klasik dönem Osmanlı sarayında çeşitli topluluk ve kültürlerden gelen sanatkâr ve zanaatkârların farklı birimler halinde örgütlendikleri görülmektedir. Tezhip, minyatür, resim ve nakış sanatında Anadolu Türkleri Tâife-i Rûmiyân, İranlılar Tâife-i Acemiyân, Avrupalılar ise Tâife-i Efrenciyân adı altında örgütlenmişti. Özellikle bu son grup, “Efrenciyân” adı altında bir dairede toplanmış95 ve mühendislik, ressamlık yanında diğer teknik işlerle ilgilenmiştir. Bu grubun mensupları XVIII. yüzyılın çeşitli dönemlerinde açılan teknik okullarda ve meslek mekteplerinde öğretmen olarak istihdam edilmeye başlanmıştır.96 Özellikle yüzyılın sonuna doğru Avrupa’dan Türkiye’ye teknik alanda mârifet ve beceri transferi anlamında önemli bir beyin göçü gerçekleşmiş93 Fatma Müge Göçek, East Encounters West: France and the Ottoman Empire in the Eighteenth Century (Oxford: Oxford University Press, 1987), s. 24-62; ayrıca bk. G. Veinstein, İlk Osmanlı Sefiri 28 Mehmet Çelebi’nin Fransa Anıları: “Kafirlerin Cenneti” (çev. Murat Aykaç Erginöz, İstanbul: Ark Kitapları, 2002). 94 Gerek çeviri gerekse telif olsun Osmanlı yazarlarının, tarihçilerinin Avrupa veya Avrupa’nın bilim, kültür ve siyasî yapısı hakkında yazdıklarının, Avrupalılar’ın Osmanlı ülkesi, sultanları, yönetimi ve halkı hakkında yazdıklarının yanında, Metin Kunt’un ifadesiyle, “devede kulak” mesabesinde olduğu unutulmamalıdır (bk. Metin Kunt, “Kâtip Çelebi’nin Anlatımıyla Venedik”, Venezia e Istanbul, s. 63-64). 95 Rhoads Murphey, “Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları: Efrenci Teknisyenlerin Sivil ve Askeri Uygulamalardaki Rolü”, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi: Yeni Arayışlar, Yeni Görüşler (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1992), s. 7-20. 96 Halil İnalcık, Doğu Batı, s. 270. 43 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE tir.97 Aslında bu yüzyılın başında, Batı’dan beceri ve teknoloji transferi konusunda Osmanlı Türkleri açısından en önemli gelişme, 1720’de babası Yirmisekiz Mehmed Çelebi ile birlikte Paris’e gönderilen Said Mehmed ile İbrâhim Müteferrika’nın 1727’de ortaklaşa kurdukları matbaadır. Yeni matbaa İstanbul’daki gayri müslimlere ait matbaalardan yardım görmüşse de, matbaa teknolojisindeki yeniliklerin aktarımı için altı Türk ustasının Viyana üzerinden Hollanda’ya gönderildiği bilinmektedir.98 Diğer taraftan imparatorluk içerisindeki hıristiyanların, özellikle Rumlar’ın Avrupa ile daima canlı tuttukları ticarî ve kültürel bağları XVII. yüzyıldan sonra yeni bir yönelim kazanmıştır. Bu grup içerisinde bulunan ve imparatorlukta başçevirmenlik veya Memleketeyn (Eflak ve Boğdan) prenslikleri gibi yüksek görevlerde istihdam edilen aileler, çocuklarını yüksek eğitim için Roma ve Bologna’daki çeşitli okullara ve üniversitelere göndermeye başlamışlardır. Bu öğrenciler Latince ve İtalyanca öğrenip, topladıkları kitapları Budapeşte, Yaş ve İstanbul’daki kitaplıklarına getirmişlerdir. Avrupa kültürüne vukufu ile öne çıkan Dimitrie Cantemir, bu gayri müslim prenslerden biridir. Cantemir ve benzerlerinin Avrupa kültürüyle ilgili kazanımları esas itibariyle özerk nitelikte olsa da onlar ile devlet ve müslüman aydınlar arasında sürekli bir iletişim bulunduğu açıktır.99 Türk seyyahların Avrupa’da bulunmaları veya iş görmelerinin, imparatorluğun hıristiyan tebaasından olan şahıslarınki kadar rahat olmadığı, onların ticarî amaçlı seyahatlerinde zaman zaman çeşitli zorluklar yaşadıkları ve saldırılarla karşılaştıkları bilinmektedir. Meselâ, Saraybosna da 97 Önceden top dökümü, lağımcı ve humbaracı ocaklarında belirli sayıda yabancı uzman çalıştırılırken, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren pek çok uzmanın yanı sıra mühendis, mimar, cerrah ve hekimlerin, ayrıca demirci, marangoz, burgucu, terzi (yelken dikmek için), kalafatçı niteliklerini haiz misafir işçilerin de Avrupa’dan getirilerek istihdam edildiği bilinmektedir (bk. Kemal Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishâne: Mühendishâne Matbaası ve Kütüphânesi [1776-182]) [İstanbul: Eren Yayıncılık ve Kitapçılık, 1995], s. 85-92). 98 Kemal Beydilli, “Matbaa”, DİA (Ankara 2003), XXVIII, 105-110. Türkler’in açmış olduğu bu ilk matbaa konusunda yaşanan gelişmeler ve tartışmaların değerlendirmesi için bk. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (haz. Ahmet Kuyaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002), s. 55-63. 99 Veinstein, İlk Osmanlı Sefiri, s. 17-18. 44 SEYFİ KENAN dahil olmak üzere Osmanlı coğrafyasının muhtelif yerlerinden bir araya gelip 1568’de Venedik’e giden yirmi beş müslüman tüccarın, bu ülkede ticaretlerini tamamlayıp beraberlerinde “6 milyon akçe” değerindeki mallarıyla geri dönerken Adriyatik korsanlarından Uskoklar’ın saldırısına uğradıklarını ve bütün mallarını kaybettiklerini, Tayyip Gökbilgin’in yayımladığı belgelerden öğreniyoruz. Anlaşılan müslüman tüccarlar Venedik’ten dönerken Venedik kalyonundan para karşılığı koruma istemişler, kalyonun kaptanı da gizlice Uskoklar’la iş birliği yaparak tüccarların mallarını ele geçirmişti.100 1546’dan itibaren Venedik’e sıklıkla gidip gelen Anadolulu müslüman tüccarların varlığı bilinmektedir. Bu tüccarların kara veya deniz yoluyla çıktıkları yolculuklarda çeşitli “zarar ve ziyana” uğramaları sebebiyle padişaha şikâyetlerini bildirdikleri, bunun üzerine Rüstem Paşa’nın Doj Francesco Dona’ya mektup yazarak, “padişaha ait korunaklı / güvenli topraklardan sürekli olarak ...” (her-gâh memâlik-ı mahrûsa-ı pâdişâhîden ...) oralara ticarete giden Osmanlılar’ın güvenliğinin doğru dürüst sağlanması konusunda özel talepte bulunduğu tarihî kayıtlarda mevcuttur.101 Öte yandan, Osmanlı gibi büyük bir devletin tebaası olarak yahudi tüccarların, ağır bir şekilde aşağılandıkları102 Avrupa’da ve özellikle Venedik’te, Türk kıyafetlerinin sağladığı itibar ve dokunulmazlık eşliğinde gurur ve saygınlık içinde işlerini yürüttüklerine dair bolca örnek gösterilebilir. 100 Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 89; Tayyip Gökbilgin, “Venedik Devletindeki Vesikalar Külliyatında Kanuni Sultan Süleyman Devri Belgeleri”, TTK Belgeler, I/2 (1964), s. 119-225; Gökbilgin “Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe Belgeler Kolleksiyonu ve Bizimle İlgili Diğer Belgeler”, TTK Belgeler, V-VIII/9-12 (1968-71), s. 1-151. 101 Rüstem Paşa’nın mektubu için bk. Şerafettin Turan, “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi (Fondaco dei Turchi)”, s. 276. Saldırıya uğrayan Osmanlı tüccarlarının açtığı bir tazminat davası ve süreciyle alakalı daha ayrıntılı bilgi edinmek için bk. Maurits H. van den Boogert, “Redress for Ottoman Victims of European Psivateering: A Case Against the Dutch in the Divan-ı Hümayun (1708-1715)”, Turcica, XXXIII (2001), s. 91-118. Diğer taraftan, Osmanlılar ve Venedik Cumhuriyeti arasındaki sözlü ve yazılı anlaşmalarda her şeyin mütekabiliyet esasına dayanan bir çizgi takip ettiğini, “bizdeki” “onların” “onlardaki” “bizlere” karşılık geldiğini kavrayarak misafirperverliğe âdeta kutsallık atfettiklerini belirtmek gerekir (bk. Vera Constantini, ‘“Bizimkiler’ ‘Onlarda’, ‘Onlarinki’ ‘Bizlerde’ Olduğunda”, Venezia e Istanbul, s. 50-53. 102 W. Shakespeare’in ünlü The Merchant of Venice’deki yahudi tüccar tiplemesiyle bu aşağılama, daha da kalıcı hale gelmiştir. 45 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE Peki Avrupa’dan gelip Osmanlı şehirlerinde ticaret yapan Batılı tüccarların durumu nasıldı? Bunların Avrupa’daki Türk tüccarlara göre daha rahat hareket edebildiklerini söyleyebilmek için karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır. Avrupa’dan gelenler arasında Pax Ottomanica’nın hüküm sürdüğü topraklarda rahatlıkla dolaşıp ticaret yapanların -hukukî açıdan “müste’men” olarak nitelenen bu şahısların güvenlikleri konusunda Osmanlılar özel bir itina gösteriyorlardı- ve kitap toplayıp ülkelerine dönenlerin bulunduğu, hatta onların kendi ülkelerinde Şark kitaplığı oluşturmak üzere bu tür faaliyetlerle özel olarak görevlendirilmiş oldukları bilinmektedir.103 XVI. yüzyılın ilk yarısında Busbeck (O. G. van Busbeke) ülkesine dönerken yanında önemli sayıda kitap götürmüş, Avrupa’da şarkiyatçılığın kurucu babası olarak adlandırılmayı hak eden tek isim sayılan Guillaume Postel yine aynı dönemde iki defa Osmanlı dünyasına (1534-1537 ve 1549-1550) seyahat ederek başta İstanbul olmak üzere, Suriye ve Kudüs’ten önemli sayıda yazma eser toplayarak Fransa’ya döndüğünde o dönemde Avrupa’da bilinen en iyi Şark yazmaları kütüphanesini oluşturmuştu.104 Aynı şekilde XVII. yüzyılın başından itibaren birçok Batılı elçilik görevlisinin İstanbul’daki çeşitli kitapçılardan kitap topladıkları bilinmektedir.105 1655’ten sonra Hollanda’nın İstanbul’a yerleşik temsilci olarak atadığı Levinus Warner, imparatorluk başkentinde 1000 civarında yazma satın almış ve bu koleksiyonu daha sonra Leiden Üniversitesi’ne bağışlamıştı. Üniversitedeki meşhur kütüphanenin ve şarkiyat çalışmalarının temelinde bu kütüphanenin ayrı bir yeri vardır. Bu koleksiyon içinde 1657’de vefat eden Kâtib Çelebi’nin -birkaç yıl sonra muhtemelen eşinin 1659’da vefatını müteakiben- muhteşem kütüphanesinden elde ettiği önemli sayıda eser de yer almaktaydı. Leiden Üniversitesi’ndeki Legatum Warnerianum’un bir kısmı bu koleksiyondan oluşmaktadır.106 103 İsmail E. Erünsal, “Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar: Yeni Bazı Belge ve Bilgiler”, Türk Kitap Medeniyeti: Turkish Book Civilization (ed. Alper Çeker, İstanbul: İBB Kültür A.Ş., 2008), s. 133-180. 104 Toomer, Eastern Wisedome and Learning, s. 26-27. 105 Erünsal, “Osmanlılarda Sahaflık”, s. 140. 106 Gottfried Hagen, “Kâtib Çelebî”, Historians of the Ottoman Empire (www.ottomanhistorians.com), Erişim tarihi: 12 Ocak 2010. 46 SEYFİ KENAN Batı’ya giden Türk tüccarlar ve seyyahlar arasında da Avrupa’dan kitap toplayarak dönenler olmuş mudur? Bu sorunun zımnen, Osmanlılar’da da böyle bir tutumun olması gerektiğini ifade etme amacı taşımadığını belirtmek gerekir. Türkler arasında XVIII. yüzyılın başlarına kadar böyle bir tavrın ya da girişimin varlığı henüz bilinmemektedir. Ancak gayri müslim Osmanlı uyruklarının kitap trafiğine bu anlamda iştirak ettiklerini düşünmemek için hiçbir sebep yoktur. Öte yandan bu konudaki bilgi eksikliğinin; konuyla alâkalı yeterli araştırma bulunmayışı; o dönemde böyle bir ilginin yokluğu; Osmanlılar’ın uzun yıllar “devlet-ı ebed müddet”e ulaştıkları yönündeki inançlarından kaynaklanan aşırı güvenleri veya Osmanlı medeniyetinin “ ben tasavvuru” içinde Avrupa’da bilinmesi, öğrenilmesi gereken herhangi bir şeyin bulunmadığını düşündüren yetkinlik ve “gurur”ları ile izah edilip edilemeyeceği ancak derinlemesine araştırmalarla ortaya konulabilecek bir meseledir. Fakat bu aşamada, Osmanlı aydınının dünyayı algılayışında dar kafalı, yenilik kabul etmeyen “tutucu” bir yaklaşımdan ziyade, mensup olduğu dinden gelen “gurur” dolayısıyla Avrupa’nın bütün başarılarını elinin tersiyle bir tarafa itebilen bir tutum sergiledikleri düşünülebilir.107 Bu arada XVII. yüzyıldan itibaren Batılı kaynakların az da olsa Osmanlı entelektüelleri tarafından kullanılmaya başlandığını belirtmek gerekir. Nitekim bu yüzyılın ünlü tarihçilerinden Peçevî’nin, kendi adını verdiği tarih eserini (Târîh-i Peçevî) yazarken Macar ve Alman kaynaklarını kullandığını, Kâtib Çelebi’nin Cihannümâ adlı tarih eserini 107 Fakat bu “gurur”un belli bir dönem, zamanın sunmuş olduğu bilimsel gelişmeleri takip etmeyi engelleyecek seviyeye vardığı da söylenebilir. Nitekim Osmanlı bilim literatüründe Kopernik (Copernicus) sistemini ele alan ilk eser olma özelliğine sahip Secencelü’l-Eflâk fî Gâyeti’l-İdrâk (feleklerin aynası ve idrakin gayesi) adlı eseri Fransız astronom Noel Durret’nin Novae Motuum Caelestium Ephemerides Richelianae başlıklı çalışmasından çeviren aslen Sigetvarlı tezkireci Köse İbrâhim Efendi -çeviriyi 1660-1664 senelerinde yapıyor-, bu çalışmasını dönemin başmüneccimi Müneccimek Şekîbî Mehmed Çelebi’ye (ö. 1667) gösterdiğinde şu cevabı alır: “Frenkler’in bu kabil fodulluğu çoktur.” Fakat Tezkireci İbrâhim Efendi, takvim istihraç ederek Uluğ Bey Zîci ile uyumlu olduğunu ortaya koyunca eseri beğenmiş, kendisi için bir nüsha edinmiş ve çevirmene de ihsanda bulunmuştur (tezkireci ve başmüneccim arasında geçen diyalog için bk. Ekmeleddin İhsanoğlu, Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna [İstanbul: İletişim Yayınları, 1996], s. 142-144). 47 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE yazmaya başladığında çeşitli bölgeler, kültürler ve coğrafyalar hakkında yeterli ve doğru bilgiye ve kaynağa ulaşamayınca bu çalışmasını bir kenara bıraktığını, daha sonra yeni müslüman olan ve Latince de bilen bir Fransız mühtedisi ile tanıştığında, onun aracılığı ile ihtiyaç duyduğu Batılı kaynaklara ulaşarak bu önemli çalışmasını ikmal ettiğini biliyoruz. Osmanlılar’ın XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa ve Avrupalılar hakkında kapsamlı bilgilere ulaşmaya başladıklarını Topkapı Sarayı’ndaki Batı kaynaklı kitaplar, haritalar ve gravürlerden anlıyoruz.108 Osmanlı’nın dışındaki dünyayı keşfetmeye çalışan Kâtib Çelebi, çalışmalarında ısrarla imparatorluğun komşu olduğu kültür ve coğrafyalar hakkında bilgi sahibi olmadan bir fikir yürütülemeyeceğini ve sağlam bir strateji oluşturulamayacağını göstermeye çalışmıştı. Diğer taraftan bir Fransız seyyahı olan Sevin XVIII. yüzyılın başlarında İstanbul’da amatör de olsa büyük bir astronom olarak tanımladığı Mustafa Efendi ile tanıştığını ve onun kendisini yirmi iki ciltlik devâsâ bir çalışmadan haberdar ettiğini, bu eserin yedi cildinin Mısır tarihi, geri kalanının Grek matematiği ve astronomisinden yapılan çeşitli çevirilerden oluştuğunu anlatmaktadır.109 Aynı dönemde yaşayan ve bir Fransız elçisinin, hakkında, “Bu adam iki üç yıl daha kalsaydı belki de kapitülasyonları kaybedecektik” dediği ve Avrupalılar’ın genellikle “Cin Ali” diye adlandırdıkları Şehid Ali Paşa’nın110 (ö. 1716) kitaba çok meraklı olduğu, sefer sırasında bile kitap topladığı ve bu özel ilgi ve gayreti neticesinde kütüphanesinde felsefeden, edebiyat ve nücûma kadar zengin bir koleksiyon oluşturduğu bilinmektedir.111 Bu dönemin sultanı olan ve kitaba özel bir merakı bulunan III. Ahmed kültür konusunda da önemli girişimlerde bulunacak, böylece yabancı dilde yazılmış kaynak 108 Günsel Renda, “17. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa: Değişen İmgeler,” 17. Yüzyıl Avrupasında Türk İmajı (İstanbul: Sakıp Sabancı Müzesi, 2005), s. 55. 109 Göçek, East Enounters West, s. 109-110; H. Omont, Missions Archéologiques Françaises en Orient aux dix-septième et dix-huitième siècles (Paris, 1902), I, 466. 110 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 49, 67. 111 Şehid Ali Paşa’nın kütüphanesi, vakfiyesi ve kütüphanenin müsaderesi hakkındaki tartışmalar için bk. İsmail E. Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2008), s. 186-194. 48 SEYFİ KENAN eserleri Türkçe’ye kazandırmak için bir heyetin teşkili, matbaa ve Türk kütüphaneciliği alanında önemli gelişmeler kaydedilecektir.112 Eğitim ve kültürle ilgili önemli birikimlerin birkaç yılda oluşamayacağı mâlûmdur. Bunun için uzun yılların emeği ve ilgisi gerekir. XVIII. yüzyılın başlarında az önce verilen Mustafa Efendi ve Şehid Ali Paşa örnekleriyle temayüz eden bu ciddi kültürel birikimin, en azından XVII. yüzyılın ortalarından itibaren oluşmaya başlamış olması gerekir. Zaten XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir yüzyıl boyunca devam eden dönemde ilim ve kültür alanında kaydedilen gelişme zihinde tutulur, XVI. yüzyıl sonlarında Mustafa Âlî, XVII. yüzyıl ortalarında Kâtib Çelebi ve diğerlerinin yapmış oldukları eleştiriler dikkate alınırsa, XVI. yüzyılın sonu ve XVII. yüzyılın başından itibaren ilim ve kültür hayatında yaşanmış bir durgunluğun kısa süreli olabileceğini düşünmek yanlış olmaz. Bu konu etrafındaki tartışmalar bir kenara bırakılabilirse de asıl sorunun hâlâ cevap beklediğini belirtmek gerekir: Osmanlılar, siyasî amaçlı, strateji oluşturma hedefli bilgi toplamanın dışında XVIII. yüzyıla gelinceye kadar başka kültürlere yönelik salt bilme ve keşfetme merakını tatmin yolunda girişimlerde bulunmuşlar mıdır? Bu soruya ikna edici cevap vermek şimdilik kolay değil. Diğer taraftan, Avrupalılar’ın Osmanlılar’la alâkalı uzun yıllar boyunca yazdıkları yüzlerce, binlerce eser gerçekten ne kadar sahici bir bilme ve başka kültürü keşfetme merakını yansıtmaktadır? Bu soruya cevap vermek de kolay değil. XV. ve XVI. yüzyıllarda yazılan eserlerin çoğunluğu “Türk tehdidi”ne karşı Avrupa halkını bilinçlendirmek içindi. Bazıları süreli yayın halinde çıkan bu çalışmalar, halkı bilinçlendirmekten ziyade bu korkunun patolojik hale gelerek bir “fobi”ye dönüşmesine yardımcı olmuştur. Bu durumun haliyle prenslerin içteki zorluklarla baş edebilmelerine katkı sağlayan bir unsur olarak istismar edildiği gerçeğini de unutmamak gerekir. İşin ilginç tarafı Avrupa’da matbaanın yaygın hale gelmesinde, bu yeni teknolojiyi kendi inanç ilkelerini yaymak için etkin bir şekilde kullanmasını bilen Protestanlar’ın faaliyetleri birinci sebepse, ikinci sebebin Türkler’le 112 Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, s. 194. 49 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE alâkalı sürekli basılan kitap113, risâle, aylık, haftalık dergi ve broşürler olduğu söylenebilir. Nitekim bu dönemlerde (1502) çıkan ilk gazetenin (Newe Zeitung / Yeni Havâdis) Türkler’le ilgili haberler için hazırlandığını114 hatırlamak gerekir. XV. yüzyılın ortalarından başlayarak XVIII. yüzyılın başına kadar devam eden dönemde Avrupalılar’ın, kendi deyimleriyle, Türk algısı genellikle “korku” ile “ümit ve yüceltme”, “hayırlı bir beklenti” arasında gidip gelen iki farklı imgeden mürekkepti. Fakat yine de Avrupa’nın Türk imgesinin, özellikle 1453’te Bizans’ın çöküşünden 1699 Karlofça Antlaşması’na kadar devam eden sürede hep “korku” ile örüldüğünü söylemek mümkündür.115 Bunun en somut örnekleri arasında hem Katolik hem Protestan kiliselerinde uzunca bir dönem, Türk tehdidi geçmiş olmasına rağmen, anlamından soyutlanmış bir şekilde yakın zamanlara kadar düzenli olarak çalınan “Türk çanları” ile bunlara eşlik eden Türk karşıtı dualar ve vaazlar sayılabilir.116 Üç asır boyunca devam eden 113 Sadece 1500-1600 yılları arasında Türkler’le alâkalı yazılmış eserleri üç cilt halinde toplayan Göllner, 2500 civarında eser tesbit etmiştir (bk. Carl Göllner, Turcica. Die europäische Türkendrucke d.16 Jhs., I-III [Berlin: Akademie-Verl., 1961-68]; ayrıca bk. Almut Höfert, Den Feind Beschreiben “Türkengefahr” und europäische Wissen über das Osmanische Reich 1450-1600 [Frankfurt: Campus Verlag, 2003]). 114 İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” s. 1074. 115 Alexandrine N. St. Clair, The Image of the Turk in Europe (New York: The Metropolitan Museum of Art, 1973), s. 7. 116 Türk dualarında zaman zaman Türk askerlerinin disiplini ve ahlâkî karakteri övülmektedir (bk. Leyla Coşan, 16. yy.da Almanların Türklerden Korunmak İçin Yazdığı Dualar: “Tanrım Bizi Türklerden Koru” [İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2009], s.98-102. Ayrıca XV. yüzyıl Alman kroniklerinde Türk imgesini inceleyen H. Pfeiler, Türk korkusunun Avrupa’da ilk defa Niğbolu’dan sonra oluşmaya başladığını, İstanbul’un fethinden Fâtih Sultan Mehmed’in ölümüne kadar geçen sürede zirveye ulaştığını; onun ölümünden sonra bu tür yayımlarda bir düşüş yaşandığını, fakat Kanûnî Sultan Süleyman döneminde böylesi yayımların tekrar çoğaldığını gözlemlemiştir. Özellikle ikinci aşamayı oluşturan Fâtih döneminde kilise propagandasının yaygın ve baskın hale gelmesi, Avrupa’da Türk imgesinin daha güçlü ve yaygın bir şekilde işlenmesi ve yerleşikleşmesi ile sonuçlanmıştır. Bu gelişmeler, algı ve tasavvur dünyasıyla sınırlı kalmamış, Avrupa’nın gündelik hayatına da yansımış, iktisadî açıdan önemli sonuçlar doğurmuştur. Nitekim, 1475’ten itibaren resmen Türk vergisinin (Türkensteuer) yürürlüğe girdiğini gözlemlemek mümkündür. Daha 50 SEYFİ KENAN bu korkudan sonra Osmanlı Türkleri XVIII. yüzyılın başından itibaren Avrupa için bir tehdit unsuru olmaktan çıktı; ama bu korku imgesinin izlerinin silindiğini söylemek zor olduğu gibi, hâlâ zaman zaman çeşitli şekillerde tezahür ettiğini gözlemlemek mümkündür. Öncelikle yabancı kaynaklar esas alınarak yazın türü ve sergilenen farklı bakış açıları ekseninde disiplinler arası bir bakış açısıyla derinlemesine incelenmeyi bekleyen Türk korkusu konusu önemini korumaktadır. Korku ve tehdit algısının bulunduğu bir ortamda, ne sağlıklı bir iletişim veya etkileşim, ne de sahici bir öğrenmenin gerçekleşmesi mümkündür. Bu nedenle, Türk korkusunun güçlü olduğu dönemlerde ön yargılı ve Türk karşıtı söylem, yazın türü ve tasavvurların çok yoğunlaştığı bir vâkıadır. Fakat Avrupa’daki bütün yazın türlerinin bu dönemde Türk karşıtı olduğunu söylemek de doğru değildir. Nitekim yer yer hayranlık, yer yer nefretin izlerine rastladığımız Macaristanlı György117, Schweigger118, Gerlach119 gibi yazarların anlatıları dikkat çekicidir. Jean Etienne Liotard120 gibi Türkler’in yaşamlarını yakından gözlemleyen, dilini öğrenen ve böylece tanıdığı Osmanlı bürokratlarının ve Türk kadınlarının tablolarını “egzotikleştirmeden” resmeden, Türk karakterlerini sahici tarzda derinlemesine çözümleyerek tuvallerine aksettiren sanatçılar da az değildir. Bu arada ön yargılardan uzak ve Türkler’le ilgili mevcut ön sonraki yıllarda çeşitli suistimaller dolayısıyla bu vergiye karşı köylü ve çiftçilerin isyanından bahsedenler bulunmaktadır. 117 György’nin Türkler hakkında Latince yazdığı ve Gedik Ahmed Paşa’nın 1481’de Otranto’ya çıkarak küçük bir bölgeyi kontrol altına almasından bir yıl sonra Roma’da basılan bu kitabın daha sonra Fransızca’ya da çevrilen nüshası, çok yakında Türkçe’ye tercüme edilmiştir (bk. Macaristanlı György, Türkler: Türklerin Gelenekleri, Görenekleri ve Hinlikleri Üzerine İnceleme [çev. Lale Aslan Özcan, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2009]. Kitabın sonunda Michel Balivet’nin Türk Korkusu başlıklı makalesi de bulunmaktadır). 118 Salomon Schweigger, Sultanlar Kentine Yolculuk: 1578-1581 (ed. Heidi Stein, çev. s. Türkis Noyan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004). 119 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1577-1578, I-II (çev. Turkis Noyan, ed. Kemal Beydilli, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2007). 120 1738’de Türkiye’ye gelen ve beş yıl kalan Liotard, tablolarında Türk karakterlerini derinlemesine ilk resmedenler arasında yer almıştır (Clair, The Image of the Turk in Europe, 47, 48 ve 49 nolu portreler). Bu yönüyle olsa gerek, Liotard Avrupa’da Türk ressam / peintre turc adıyla tanınır. 51 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE yargıları sorgulayan bir şekilde dönemin Türkler’ini gözlemleyen ve “ars apodemica”121 tarzında kaleme aldığı mektuplarında çok kültürlülük ve yaşam tarzlarından yiyeceklere kadar onlarla pek çok kesiti hayranlıkla anlatan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün zamanlarda geçerli olacak klasik bir tasvirini yapan Busbeck’in gözlemleri gözden kaçırılmamalıdır.122 Öte yandan, XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın sonu arasında Osmanlı dünyası da dahil olmak üzere, yine ön yargısız bir şekilde, Akdeniz’e seyahat eden İngilizler’e ait gözlem ve deneyimler, bu seyyahlar ülkelerine döndükten sonra oldukça ilginç, hiç hesapta olmayan bir netice doğurdu: “Geri dönenlerin elde ettikleri deneyim onlar için İngiliz olmanın anlamını değiştirmişti.”123 XV-XVI. yüzyıllarda Türkler, bir yandan genellikle Avrupalılar için bir “korku” kaynağı olurken, diğer yandan bu coğrafyada yaşayan bazı gruplar ve dinî cemiyetler açısından bir “ümit” kaynağı olarak görülmüşlerdir.124 Bu algıda özellikle reâyâperverlik yanında, başka kültür ve dinî geleneklere yaşama hakkı tanıma siyasetinin varlığı belirleyici olmuştur. “Türk ümidi”, bu ümidi taşıyan Avrupalılar nezdinde, onların sadece farklı dinlerin mensuplarına hoşgörüyle yaklaşan ve hepsine yaşam alanı tanıyan tavırlarına yönelik değildir; gerçi bu özelliği nedeniy121 Avrupa’da XVI. yüzyılın ortalarında başlayıp XVIII. yüzyılın sonuna kadar devam eden seyahat yazım sanatı. Seyahatlerin yaygın hale gelmesiyle birlikte, Avrupa’da gezginlere seyahatleri esnasında nelere dikkat edeceklerini ve elde ettikleri bilgi ve gözlemleri nasıl tasnif edeceklerini gösteren “ars apodemica”, seyahat yazım kılavuzu tarzı ortaya çıkmış ve bu tarzda yüzlerce eser kaleme alınmıştır. 122 Yeni bir değerlendirme için bk. Kornelie Kaschke, Ogier Ghiseln de Busbecq (1520-1592) Diplomat und Humanist (yüksek lisans tezi, 2009, Berlin Freie Universität). 123 Gerald Maclean, Doğu’ya Yolculuğun Yükselişi: Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiliz Konukları (1580-1720) (çev. Dilek Şendil, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006), s. 14. Nitekim bu seyyahlar arasında yer alan Henry Blount yaptığı ilginç karşılaştırmalardan bir tanesinde “Türkler’in idaresinde yaşayan Yunanlılar’ın, İspanyol yönetiminde yaşayan Sicilyalılar’dan daha mutlu yaşadığını” not etmişti (bk. Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople: Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean [Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 2006], s. 17). 124 H. J. Kissling, “Türkenfrucht und Türkenhoffnung im 15. und 16. Jahrhundert,” Südost-Forschungen, XXIII (1964), s. 1-18. 52 SEYFİ KENAN le Osmanlı ülkesi daha Fâtih Sultan Mehmed döneminden itibaren Avrupalı yahudiler için bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Türk ümidini taşıyan Avrupalılar arasında baskıcı yönetimlerden ve ağır vergilerden bunalmış çiftçiler, zor koşullarda yaşayan çeşitli meslek grupları, meselâ, sanatçılar, zanaatkârlar, teknisyenler, madenciler, topçular da mevcuttur.125 Avrupa’dan gelen bu sanatçılar, zanaatkârlar Osmanlı dünyasına uyum sağlamada, sanat ve zanaat anlayışları ve yöntemleri açısından zorlukla karşılaşmışlar mıdır? Bu uyum sorununa ışık tutabilecek şu soru belki daha yerinde: Acaba bu iki dünyanın, Osmanlı ve Avrupa’nın, genelde de İslâm ve Batı’nın sanat alanında paylaştıkları, bir araya geldikleri, birbirlerini keşfetmeye, anlamaya ve birbirlerinden maharet, beceri, ya da yöntem ödünç almaya çalıştıkları anlar, dönemler olmuş mudur? Gerek Osmanlı öncesi gerekse Osmanlı sonrası dönemde her iki dünyanın belki de en fazla bir araya geldiği, en yoğun paylaşım ve etkileşimin gözlendiği alanın sanat olduğu söylenebilir.126 Klasik İslâm kültür ve sanatının fâik örneklerinin ortaya çıktığı dönemlerde üretilen eserlerin dünyanın pek çok yerine ulaştığı bilinmektedir. Osmanlı öncesi dönemde, meselâ seramik, kumaş ve tekstil ürünlerinin İskandinavya’ya kadar ulaştığı ve bu bölgede de kullanıldığı, Vyborg’da (İsveç), modern zamanlarda yapılan kazılarda anlaşılmıştır.127 Yöntem ve beceri ödünç alımı ile bu ödünç unsurları kendi kültürel ortamına veya sanat anlayışına uyarlama konusunda en öğretici ve çarpıcı örnek, şüphesiz Endülüs’teki Kurtuba (Cordoba) Camii’nin inşa sürecinde gözlenendir. Caminin kalbi olan mihrabın çok özel bir 125 Coşan, 16. yy.da Almanların Türklerden Korunmak İçin Yazdığı Dualar, s. 57-58. 126 Osmanlı ile Avrupa ülkeleri arasında hediyeleşme gibi çok somut bir alanda yaşanan kültürel alışverişin incelenmesi için bk. Hedda Reindl-Kiel, “Ottoman-European Cultural Exchange: East is East and West is West, and Sometimes the Twain did Meet; Diplomatic Gift Exchange in the Ottoman Empire,” Frontiers of Ottoman Studies: State, Province and the West (ed. C. Imber – K. Kiyotaki – R. Murphy (London: I. B. Tauris, 2005), II, 113-123. 127 A. Geijer, Oriental Textiles in Sweden (Copenhagen: Rosenkilde and Bagger, 1951), s. 16-19. 53 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE şekilde inşasını arzu eden II. Hakem, dönemin Bizans İmparatoru II. Nikephoros’a bir elçi gönderir ve ondan mihrabı mozaikle kaplamak için, daha önce yapılmış Şam’daki Emevi Camii’ndeki mozaiklerin benzerini yapabilecek çapta iyi bir mozaik ustası göndermesini rica eder. X. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen bu olaydan bahseden ilk kaynaklardan biri olan ünlü Endülüs asıllı Mağribli tarihçi İbn İzârî (ö. 1312),128 elçinin, imparatorun tayin ettiği iyi bir ustayla birlikte 1600 kg. ağırlığında cam mozaikle Endülüs’e geri döndüğünü yazar.129 İlme ve sanata verdiği önemle bilinen -öyle ki döneminde 600.000 ciltlik bir kütüphane oluştuğu söylenmektedir130- II. Hakem, Bizanslı mozaik ustasının yanına, bu sanatı öğrenmeleri için çok sayıda müslüman Endülüslü çırak tayin eder. Bu çıraklar mozaik işini ondan öğrenir ve kısa zamanda ustalaşırlar. Bizanslı usta belli bir zaman sonra İstanbul’a döner ve çıraklık dönemlerini bitiren yeni Endülüslü ustalar, mihrabı ve kubbeyi mozaikle kaplama işini 970-71’de tamamlarlar.131 Endülüs estetik anlayışını yansıtan kubbe ve mihraptaki mozaik süslemelerin, Bizans mozaikinden ayrıştığı rahatlıkla farkedilmektedir. Aslında camideki minber ve kubbenin inşası çok daha önce, 965’te tamamlanıyor.132 Ancak Endülüslü ustaların yetişmesi uzun zaman aldığından, 200 metrekarelik alana uygulanan mozaik işinin tamamlanması da uzun sürüyor. Her ne kadar farklı tekniklerde yapıldığı anlaşılsa da, Kurtuba’daki mozaikte uygulanan tekniğin ancak Ayasofya mozaikiyle mukayese edilebileceği dile getirilmektedir.133 128 Mehmet Özdemir, “İbn İzârî,” DİA (İstanbul 1999), XX, 98-99. 129 İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib (nşr. G. s. Colin – É. Lévi-Provençal, Leiden: E. J. Brill, 1951), II, 237-238. İbn İzârî, elçinin 320 “kıntâr” ağırlığında mozaikle döndüğünü anlatmaktadır. Endülüs’te bir kıntâr, 50,4 kilograma tekabül eder. 130 İspanya’da X. yüzyılın ikinci yarısında, yetmiş halk kütüphanesinin bulunduğunu çeşitli kaynaklarda okumak mümkündür (bk. Fred Leemhus, “From Memorising to Learning,” Centres of Learning, s.91). II. Hakem adına açılan en büyük kütüphanede bulunan kitap sayısında farklı rivayetler söz konusudur. Bir tanesine göre, meselâ, bu kütüphane 400.000 cilt kitap bulunduruyordu (bk. Mehmet Özdemir, “Hakem II,” DİA (İstanbul 1997), s. 174-75). 131 İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrib, II, 238; Marianne Barrucand – Achim Bednorz, Maurische Architektur in Andalusien (Köln: Taschen, 2007), s. 78-84. 132 İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrib, II, 238. 133 Barrucand –Bednorz, Maurische Architecktur in Andalusien, s. 84. 54 SEYFİ KENAN II. Hakem tarafından yaptırılan Kurtuba Camii’nin mozaik kaplamalı mihrabı (EK 1) 55 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE Bu iki dünya arasında sanatsal alışveriş, değiş-tokuş konusunda güzel bir örnek sayılabilecek bu mozaik çalışmasından yaklaşık binyıl sonra bu defa Türkler yine aynı işi bu defa farklı bir ortamda yapmak için Avrupa’ya gittiler. Türkler, dünya çapında düzenlenen Uluslararası Brüksel Sergisi’nde Anadolu halkını, kültürünü ve yaşamını estetize ederek yansıttıkları 230 metrekarelik görkem dolu mozaik panolarını Belçika’da yaptılar ve bu eserle de, mozaik sanatında Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin arasından sıyrılıp birinci olmayı başardılar (1958). Yine aynı Türkler, farklı kültürleri ve gelenekleri bir arada yaşatma becerilerini en iyi şekilde yansıttıkları Anadolu halı motiflerini, bu defa kare kare işledikleri mozaik panoya taşıyarak 1960’ta NATO’ya hediye ettiler. Bu panoyu gören bir Avrupalı gözlemcinin, bu Türk mozaiği için yapmış olduğu değerlendirme şu şekilde kayda geçmişti: “Türünün Batı Avrupa’daki benzersiz eseri.”134 Osmanlı tecrübesi gözden geçirildiğinde, büyük ve benzersiz bir askerî gücün yanında, seçkin ve kendine özgü bir sanat anlayışına, sağlam bir kültürel yapıya ve geleneğe sahip bir dünya olarak kabul edilen135 imparatorluğun hem sanat hem de zanaatın çeşitli alanlarında ürettiği eserlerin, farklı coğrafyalarda ve Avrupa’da pek çok sivil yapı ve ortamda, hatta dinî mekânlarda kullanıldığı ve rağbet bulduğu anlaşılır. Sivil ortamlarda kullanılan Osmanlı eserlerine dair örnek çoktur; dinî mekânlarda rağbet bulan Osmanlı eserlerine ise bazan rahiplerin Os134 Daily Telegraph and Morning Post, 25 Nisan 1960. Her iki mozaik panonun tasarımını ünlü sanatkâr ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu, uygulamasını ise o dönemlerde İstanbul çevresinde “büyük usta” diye adlandırılan Hızır Kenan yapmıştır. NATO’ya hediye edilen yaklaşık 2 metre yüksekliğinde ve 20 metre genişliğinde toplam 45 metrekarelik mozaik pano, Hızır Usta’nın anlattığına göre, Bedri Rahmi’nin önderliğinde Paris’teki NATO binasında yapılmıştır. Mozaik pano bir süre bu binada sergilenmiş, Fransa’nın 1966’da NATO’dan çekilmesiyle birlikte Brüksel’deki NATO binasına götürülmüştür. Pano halen aynı binada yer almaktadır. Brüksel’deki uluslararası sergi için yapılan ve büyük emek verilen mozaik panoların Türkiye’ye getirilmesi için girişimlerde bulunulduysa da, bu panoların âkıbeti henüz bilinmemektedir. 135 Mario Scalini, “Sultanın Gülü – Grandükünün Gülü,” Medicilerden Savoylara Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi (İstanbul: Sakıp Sabancı Müzesi, 2004), s. 39. 56 SEYFİ KENAN manlı dokuması cübbeleri tercih etmeleri136, katedral mahallerine ve rahip kürsülerine kadar dinî açıdan önemli yerlerde137 Türk halılarının serilmiş olması, sadece yerlere değil, yer yer kilise duvarlarına da Anadolu halılarının yerleştirilmiş olması138 örnek gösterilebilir. Acaba Türkler’e, müslümanlara ait eserlerin her iki farklı ortamda da yer bulmasını, rahatlıkla kullanılmasını nasıl izah edebiliriz? Bu durum şüphesiz Osmanlı dönemine has değildir, Osmanlı öncesinde de benzerlerine rastlanabilir. Genel hatlarıyla müslümanların ürettiği sanat eserlerinin, İslâm dünyasının gerek içinde gerekse dışındaki bölgelerde, gayri müslim toplulukların dinî veya dünyevî farketmeksizin çeşitli ortamlarında yer bulması; İslâm sanat anlayışının dokunduğu çoğu eserin, yoğunluklu olarak dinî olmaktan ziyade dünyevî ve esnek bir nitelik taşıması; ortam bağımlı olmayıp bir mekândan diğerine aktarılabilir, taşınabilir ve uyarlanabilir bir özellik göstermesi ve elbette bu eserlerde, hangi coğrafyada şekillenmiş olursa olsun gören her gözde hayranlık uyandıracak bir beceri ve emeğin temayüz etmiş olması ile ilişkilendirilebilir. Fransız kraliçesinin etrafında onun için Türk halıları dokuyan Türk asıllı hanımların varlığından, hatta XVI. yüzyılın ikinci yarısında Paris’te müslüman halıcıların kurduğu bir şirketin bulunduğundan bahsedilmektedir.139 Osmanlı dünyasındaki cilt bezeme tarzının belli bir dönem Venedik cilt bezemeciliğinde de etkili olduğunu gözlemliyoruz. Venedik’te deri cilt bezemeciliği XV. yüzyılın ortalarında başlamış, XVII. yüzyılın başlarında sona ermiştir. Venedik’te yaşayan Doğulu ustalardan daha çok Doğu sanatında ustalaşmış Batılı zanaatkârlar tarafından üretildiği bilinen Doğu tarzı ciltler bu dönemlerde çeşitli kitap ve kayıt defterlerinin cilt yapımında tercih edilmiştir. Doğu tarzı işlemeli ciltlerin son parlak dönemi XVI. yüzyılın ikinci yarısında yaşanmış, XVII. yüzyılın başından 136 Venezia e Istanbul, s. 281. 137 bk. Zeki Sönmez, Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2006), s. 59, 61, 63, 65, 69, 70-71. 138 Michael Franses, “Transilvanya Kiliselerindeki Osmanlı Halıları,” Tanrı’ya Adanmış Halılar: Transilvanya Kiliselerinde Anadolu Halıları 1500-1750 (çev. Ayşen Anadol, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2007), s. 51-101. 139 İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” II, 1053. 57 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE Farklı kültür ve geleneklerle bir arada yaşama fikrinin kare kare işlendiği bu mozaik pano, NATO için 1960’ta hazırlanmıştır. Tasarımını Bedri Rahmi Eyüboğlu, uygulamasını ise Hızır Kenan (solda) yapmıştır (Fotoğraf Sabina Weiss). itibaren bu tür ciltlere olan rağbet son bulmuştur.140 Öte yandan Venedik haritalarının, 1680’lere kadar Osmanlı dünyasında büyük bir ilgi gördüğü, Osmanlı şehzadelerinin eğitiminde kullanılan Mir’âtü’l-mülûk tarzı coğrafya kitap ve risâlelerinin Venedik’te hazırlandığı bilinmektedir.141 Diğer taraftan, Osmanlı sanatının da başka kültürlerden, özellikle komşu ülkelerden ve yönetimi altındaki topluluklardan etkilendiği görülmektedir. İmparatorluğun oluşum dönemlerinde (XIV-XV. yüzyıllar) Bizans / Rum etkisi yanında İtalyan etkisi de göze çarpar. Fâtih Sultan Mehmed’in siyasetten ticarete kadar farklı alanlarda Rumlar’ı da istihdam edişi, aynı şekilde sarayında Rum ve İtalyan uzman ve sanatkârlar bulundurması142, Osmanlı kültüründe ve yaşam tecrübesinde önemli izler bırakmıştır. Sivil veya dinî yapıların inşasında bile pek çok gayri müs140 Venezia e Istanbul, s. 194. 141 Venezia e Istanbul, s. 98. 142 Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481) (İstanbul: İSAM Yayınları, 2010), s. 194-195. 58 SEYFİ KENAN lim usta ve zanaatkârdan istifade edildiğini143 gözlemlemek mümkündür. Fâtih’in sarayda, daha çok Yunan ve Latin klasik eserlerinden oluşan bir kütüphane kurduğu, bu kütüphaneyi coğrafya, tıp, tarih ve felsefe alanlarında yazılmış kitaplarla zenginleştirdiği144, medrese müfredatında felsefe ve tabiat (aklî) bilimleri ile din ve edebiyat (naklî) ilimlerinin birlikte okutulmasını öngören düzenlemelere giriştiği bilinmektedir. Ayrıca saray duvarlarını İtalyan ressamların freskolarıyla süslemiştir. Ülkesini beylikten imparatorluğa dönüştüren bu sultanın hayatını tarihleştiren çağdaşı Tursun Bey, Osmanlı sanatında rûmî ve hatayî yanında İtalyan etkisini yansıtan tavr-ı Frengî’nin varlığından söz eder.145 Fâtih’ten sonra tahta geçen II. Bayezid döneminde de imparatorluğun dış dünya ile olan iletişim kapısı açık tutulmuş, Leonardo da Vinci146 ve Michelangelo147 Galata’daki Floransalı bir banker aracılığıyla İstanbul’a davet edilmiştir.148 143 Ömer Lütfi Barkan’ın, Türk mimarisinin alâmet-i fârikası Süleymaniye Camii’nin inşasında çalışan ustalar ve yevmiyeleri hakkında verdiği bilgilere bakarsak yarıya yakınının gayri müslim olduğunu görebiliriz (bk. Ömer L. Barkan, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı [Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1972], I, 139-156). XVI. yüzyıl Osmanlı dünyasında, usta-zanaatkâr kadrolarındaki gayrimüslim yoğunluğu dikkat çekicidir (Selçuk Mülayim, Sinan bin Abdülmennan: Bir Dünya Mimarının Hayat Hikayesi, Eserleri ve Ötesi [İstanbul: İSAM Yayınları, 2010], s. 27). 144 Günsel Renda, “Avrupa ve Osmanlı: Sanatta Etkileşim,” Osmanlı Uygarlığı, II, 1091. 145 İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” II, 1055. 146 Nitekim Leonardo da Vinci’nin köprü ve benzeri yapılara ait tasarımları, Topkapı Sarayı’nda bulunmuş ve yayımlanmıştır (bk. İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi,” II, 1055; Franz Babinger, “Vier Bauvorschläge Leonardo da Vincis an Sultan Bayazid II,” Nachrichten der Akademie der Wissenschaften in Göttingen: (Phil. Hist. Kl., Göttingen: Vandenhoeck-Ruprecht, 1958). Aynı şekilde, Leonardo’nun II. Bayezid’e önerdiği Haliç Köprüsü’nün özgün çizim ve ölçüleriyle ilgili notlarının, Paris’te Insitute de France kitaplığında, kendisine ait belgeler arasında bulunduğu tesbit edilmiştir (bk. Sönmez, Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri, s. 104-105). 147 Michelangelo’nun biyografisini hazırlayan Ascanio Condivi, II. Bayezid’in davet mektubunu aldıktan sonra bu sanatkârın da, Leonardo gibi, Haliç için bir köprü projesi hazırladığını yazmaktadır (bk. Sönmez, Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri, s. 107). 148 Franz Babinger, Drei Stadtansichten von Konstantinopel, Galata (‘Pera’) und Skutari aus dem Ende des 16. Jahrhunderts (Viyana: Österreichische Akademie der Wissenschaften, 1959), s. 3. 59 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE Sanat veya zanaat eserleri alanında Osmanlı ile Avrupa arasındaki etkileşim ve yoğun alışverişi ortaya koyan somut örnekler elbette bunlarla sınırlı değildir. XVI-XVII. yüzyıllarda Uşak halılarının İngiltere ve Belçika’da Turkey Carpets markasıyla dokunduğu, İznik seramiklerinin İtalya’da kopyalarının imal edildiği,149 bu arada Dresden ve Varşova gibi şehirlerde, XVIII. yüzyılın başlarında Osmanlılar için “Türk kabı” adı verilen, Türk beğenisine ve kültürüne uygun çeşitli sofra ve mutfak eşyalarının üretildiği150 görülür. İki dünya arasında cereyan eden sanatsal ilişkiler çerçevesinde yine Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın sultanların portreleri için Venedik’ten talepte bulunduğu, senatonun onayıyla, zamanın balyosu Nicolò Barbarigo’nun akrabası olduğu bilinmekle birlikte henüz kimliği belirlenememiş olan genç bir “Veronalı ressamı” bu işle görevlendirdiği, hazırlanan portrelerin 1579’da İstanbul’a gönderildiği151 belirtilmelidir. Klasik balenin tarihi genellikle 1581’de Fransa sarayında sergilenen gösterimle başlatılır. Oysa bu tarihten elli yıl önce, İstanbul’da, İtalyan azınlığın 1524’te düzenlediği bir şenlik dolayısıyla ilk balenin icra edildiği Metin And tarafından tesbit edilmiştir. Bu şenlik, 1524’te İtalyan prenslikleri arasında tesis edilen barış ve birleşmeyi kutlamak için düzenlenen bir karnaval sırasında gerçekleşmiş ve Venedik elçisinin sarayında bir bale gösterimi verilmiştir. Türk çengi kadınlarının da katıldığı bu şenliğin mitolojik bir tiyatro gösteriminin ardından sergilenen cirit oyunuyla sona erdiği anlatılmaktadır.152 Diğer taraftan muhteşem Türk şenliklerinin etkisinde kalan yabancı elçilerin Türk şenliklerine özenerek kendi ülkelerinin bu alandaki hünerini sergilemek için alternatif şenlikler düzenledikleri bilinmektedir. Söz gelimi 1675’te IV. Mehmed’in oğlunun sünneti ve kızının düğünü 149 Renda, “Avrupa ve Osmanlı: Sanatta Etkileşim,” II, 1097. 150 Göksen Sanat, “Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Osmanlı Zevkiyle Yapılmış Avrupa Porselenleri,” Osmanlı Sarayında Avrupa Porselenleri (İstanbul: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2005), s. 14. 151 Venezia e Istanbul, s. 122. 152 Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982), s.27-28; Metin And, “1524 Yılında İstanbul’da Bir Bale Temsili,” Forum, XI/126 (1959), s. 17-18. 60 SEYFİ KENAN dolayısıyla Edirne’de düzenlenen göz kamaştırıcı şenliğin etkisinde kalan Fransız elçisi, bundan bir yıl sonra, Türkler’in de katılımıyla Avrupa kesiminin Romalı askerler, Asya kesiminin ise Türk cengâverleri gibi giyindiği, farklı temsillerin yer aldığı oldukça dikkat çekici bir şenlik düzenlemiştir.153 Önceki yüzyılların küçümseyici tavrının aksine, XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlılar’da Avrupa’yı önemseyen bir tutum dikkati çekerken, yakın dönemlerde Avrupalılar’ın Osmanlılar’a karşı ilgi ve tavırlarında yer yer egzotikleşme ve yer yer oryantal tutkunun öne çıktığı görülür. Türk modası (Turquerie), Türk elbisesi, Türk odası ve Türk kıyafeti eşliğinde ressamların karşısına geçmeler, heykellerde kullanılan Türk figürleri, Türk müziği, Viyanalı bestekârların alla turca beste yapma arzuları, hatta Türk müziğine has sesleri çıkartabilmek için piyanolara özel pedalların eklenmesi, yani Türk müziğine uyumlu piyanoların Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde zuhur etmesi gibi154 gelişmeler bu egzotikleşmeye örnek olarak verilebilir. “ Türk korkusu”nun, yavaş yavaş tarih olmaya başladığı XVIII. yüzyılın son çeyreğinde yerini bir tür egzotik algıya bırakmasıyla, Batı’nın Doğu’yu istediği gibi tasavvur ederek daha rahat tüketebileceği yeni bir yaklaşımın belirginleştiği görülür. Aslında, Avrupa oryantalizminin şekillenmesi için Napolyon’un Mısır’ı işgaline kadar beklemeye gerek kalmamıştı; zira bu tavır 1783’te, II. Viyana Kuşatması’nın yüzüncü yıl kutlamalarında açıkça dışa vurulmuştu.155 “Saraydan Kız 153 Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları, s. 28. 154 Giovanna Damiani, “Çekici Fanteziler ve Gerçeği Arayış: 1700-1800 Arasında Floransa’daki Oryantalizmle İlgili Notlar”, Medicilerden Savoylara Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi, s. 44-55. 155 Matthew Head, Orientalism, Masquerade and Mozart’s Turkish Music (London: Royal Musical Association, 2000), s. 134. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli siyasî ve askerî çıkmazlar içinde bulunmasına rağmen, Batı’da çökmeye, dağılmaya yüz tutmuş bir ülke şeklinde algılanmadığını zihinde tutmak gerekir. Büyük Frederik (II. Friedrich), Osmanlılar’ın Kırım’ı kaybetmesi ve Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakı üzerine 1784’te ortaya çıkan kriz dolayısıyla, Osmanlı toplumunun ne kadar yozlaşsa bile, olası bir tehdit karşısında tekrar toparlanabileceğini ve işler son raddeye geldiğinde her zaman olduğu gibi, aralarından onları yönetebilecek ve harekete geçirebilecek 61 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE Kaçırma” operasıyla, Edward Said’in bahsettiği “oryantalist” tavrı estetize ederek yumuşakça yansıtan Mozart, “alla turca” bestelerini “ Türk Marşı”156 adıyla bilinen bir piyano sonatına dönüştürmüş ve söz konusu tavrı çoktan kalıcı hale getirmişti. Mozart’ın, Viyana sokaklarında zaman zaman yankılanmış olan Osmanlı yeniçeri müziğinden esinlenip esinlenmediği bir yana, Türkler’i konu edinen müziğiyle, Avusturya’nın Osmanlılar’a karşı kazandığı zaferi kutladığı ve komedi içeren yönleriyle de Avrupa’nın eski mağrur düşmanına karşı sağladığı üstünlüğü vurgulamaya çalıştığı açıktır.157 Avrupalı veya Avrupalı olmayan dinleyicilere hâlâ egzotik duygular yaşatan Mozart’ın bu tür eserleri, bugün de Musikverein-Goldenere Saal vb. yerlerde icra edilmek suretiyle, Avrupa’nın Türkler’le ilgili tarihsel ilişkilerini bu defa farklı bir şekilde estetize ederek kendi kültürel bağlamına yerleştirmektedir. Öğrenme, gerek bireyler gerekse toplumlar ve kültürler arasında her zaman ve her dönemde çift yönlü gerçekleşen bir süreçtir. Bu konuda önemli olan, insanların başarılı örneklere ulaşabilecek mesafede bulunması ya da bu örnekleri görebilmek için harekete geçebilmesi, seyahat edebilmesi; ön yargısız, sahici bir tavırla ve saygıyla pencerelerini açık tutabilmesidir. Yoğun dinî tedâiler ve semboller taşımadığı müddetçe mimariden tekstil ürünlerine, seramikten çeşitli yiyeceklere kadar pek çok hususta kültürler birbirlerini örnek almışlardır. Bu ödünç alma ve etkileşim daima iki yönlü olarak gerçekleşmiştir. Etkileşimde güçlü-zayıf ayırımından ziyade insanın nitelikli emeğinin, iyi ve doğru yapılan işin ikna ediciliği ve örnekliğiyle temayüz edişi ve sürükleyiciliği belirleyicidir. tek bir dehanın çıkması halinde sahip oldukları din ve hamiyet gücü sayesinde bütün kuvvetini toplayarak ayağa kalkabileceğini ifade etmişti (J. W. Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, V, 497). 156 Bu konuda incelemeleri olan Mathew Head, “Marcia Turca”nın Avusturya-Rus ittifakının Osmanlılar’a karşı yaptığı savaştan (1788-89) esinlenmiş olabileceğini söylemektedir (basılmakta olan makalesi için bk. “In the Orient of Vienna: Mozart’s Turkish Music and the Theatrical Self,” Ottoman Empire & European Theatre: Sultan Selim III and Mozart, 1756-1808 (ed. Michael Hüttler – H. E. Weidinger, Wien: DJA/Lit, 2009). 157 Mathew Head, “In the Orient of Vienna”. 62 SEYFİ KENAN Siyasetten ekonomiye, kültür, sanat ve mimariden eğitime hem Anadolu’nun geçmişinden hem de çağdaşı olan komşu kültür ve medeniyetlerden çekinmeden, korkmadan istifade ederek, gerektiğinde yüzleşerek ve meydan okuyarak, kendisini etkileyen örnekleri zaman zaman aşarak pek çok alanda kendi tecrübelerini, kültür ve medeniyetlerini şekillendiren Osmanlılar’ın, aynı zamanda çağdaş Avrupa’nın biçimlenmesinde dolaylı ve dolaysız bir etkide bulunduğu inkâr edilemeyecek bir olgudur.158 Osmanlı ve Avrupa dünyasını, genel hatlarıyla “seyahat,” “karşılaşma,” “etkileşim” alanları ve “tasavvur” yönleriyle incelemeye çalışan bu kitabın, bir kitap tanıtımı gibi gözüken bir yazıyla devam etmesi okuyucuya şaşırtıcı gelebilir. Ancak söz konusu yazı, İstanbul hakkında şu ana kadar bildiğimiz en eski harita ve şehir planı yanında şehirdeki yapılar ve semtler hakkında detaylı bir şekilde bilgi veren Christoforo Buondelmonti’nin159 Latince yazdığı eserle alâkalı olunca, okuyucuların 158 Avrupa’nın Asya’nın geleneksel toplumları üzerindeki dönüştürücü etkileri üzerine çok eser yazıldı. Fakat David Lach, Asya medeniyetinin modern Avrupa’nın oluşumu ve gelişmesindeki etkisini üç ciltlik hummalı ve görkemli bir eserle ortaya çıkarmıştır (bk. Donald F. Lach, Asia in the Making of Europe, I-III [Chicago: The University of Chicago Press, 1994]). 159 Cristoforo Buondelmonti, Liber Insularum Archipelagi: Univesitäts- und Landesbibliothek Düsseldorf Ms. G 13. Faksimile (Yayımlayanlar Irmgard Siebert – Max Plassmann. Katkıda bulunanlar: Arne Effenberger – Max Plassmann – Fabian Rijkers, Wiesbaden: Reichert Verlag, 2005); Cristoforo Buondelmonti, Liber Insularum Archipelagi: Transkription des Exemplars Universitäts- und Landesbibliothek Düsseldorf Ms. G 13. (çev. Karl Bayer, Wiesbaden: Reichert Verlag, 2007). İlk defa Gülru Necipoğlu’nun İSAM’daki konferansı sayesinde haberdar olduğum ve daha sonra peşine düştüğüm Boundelmonti’nin Latince eserinin tıpkıbasımını ve Karl Bayer tarafından hazırlanan Latince ve Almanca çeviri metinlerini bu kitapta değerlendirmek üzere gönderen Reichert Yayınevi’ne ve özellikle de Marie-Luise Henecka-Claudius’a teşekkür ederim. Boundelmonti’nin 1420-30’lara ait olduğu düşünülen iki farklı yazma nüshasının Venedik’de (Biblioteca Nazionale Marciana) ve Vatikan’da (Biblioteca Apostolica Vaticana) bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu iki eser, Sakıp Sabancı Müzesi’nde 2010’da Bizantion’dan İstanbul’a Efsane İstanbul: Bir Başkentin 8000 yılı adıyla düzenlenen sergide yer almıştır. 63 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE bana hak vereceğinden şüphe duymuyorum. İnsanı ve dünyayı özgür bir şekilde keşfetmeye çalışan bir dönemde, Rönesans devrinde çıktığı seyahatleri kitaplaştıran Buondelmonti’nin Liber Insularum Archipelagi’sini, tahkikli neşir nasıl yapılır sorusuna cevap verilirken örnek gösterilecek seviyede yayıma hazırlayan araştırmacılar, çeşitli yönleriyle bu eseri incelerken bir yandan eserdeki bazı ilginç çelişkilere dikkat çekmiş, diğer yandan bunların sebeplerini izah etmekten geri kalmamışlardır. Beydilli’nin değerlendirme yazısında görüleceği gibi, Liber Insularum’in, çoğu nüshasının fetih sonrası döneme ait olmasına rağmen, Geç Bizans döneminin bütün haraplığını taşıyan şehri, eski zenginlik ve görkemi içinde; önde gelen kiliseleri, manastırları ve önemli mekânları ile birlikte tasvir etmekte olması ve bu yaklaşımın, XVI. yüzyılın derinliklerine, hatta zaman zaman XVIII. yüzyıla kadar uzanan Avrupalılar’ın eserlerinde aynı şekilde sürdürülmüş olması, Siebert ve Plasman’a göre örtük bir ideolojik hedefe mâtuftu. Araştırmacıların, bunun amacının, Batı dünyasının tahayyülünde İstanbul’la ilgili eski imgeyi muhafaza etmeye, özellikle de Büyük Konstantin’in “hıristiyan” şehrinin hâtırasını hafızalara nakşederek yaşatmaya yönelik olduğunu tesbit etmeleri, ister yazılı ister görsel olsun herhangi bir içeriğin bağlamında doğru bir değerlendirmesinin ancak farklı, bazan da çarpraz verilere başvurarak yapılabileceğine güzel bir örnek oluşturur. 64 ERKEN KLASİK DÖNEMDEN XVIII. YÜZYIL SONUNA KADAR OSMANLILAR VE AVRUPA SEYAHAT, KARŞILAŞMA ve ETKİLEŞİM THE OTTOMANS AND EUROPE TRAVEL, ENCOUNTER AND INTERACTION FROM THE EARLY CLASSICAL PERIOD UNTIL THE END OF THE 18TH CENTURY EDİTÖR SEYFİ KENAN İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) İcadiye Bağlarbaşı caddesi 40 Üsküdar 34662 İstanbul Tel. (0216) 474 08 50 Faks (0216) 474 08 74 www.isam.org.tr Kapak: J. B. Vanmour’un Hollanda Büyükelçisi Cornelis Calcoen’in Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusundan geçişinin tasviri, 1727. (Rijksmuseum Amsterdam) Bu kitap; Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti’nin 31.10.2008 tarih ve 2008 / 31 sayılı kararıyla basılmıştır. Baskı: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi, Ankara © Her hakkı mahfuzdur. İstanbul, Eylül 2010 Kenan, Seyfi (ed.) Erken klasik dönemden XVIII. yüzyıl sonuna kadar Osmanlılar ve Avrupa: seyahat, karşılaşma ve etkileşim = The Ottomans and Europe travel, encounter and interaction from the early classical period until the end of the 18th century / Seyfi Kenan (ed.) – İstanbul : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010. 672 s. ; 24 cm. – (İSAM Yayınları ; 80. Akademik Araştırmalar Dizisi ; 5) Dizin var. ISBN 978-605-5586-17-1 İçindekiler / Contents ÖNSÖZ / PR EFACE ∙ 7 I Bakı / Conception Sosyal ve Kültürel Farkındalığın Sınırlarında Osmanlılar ve Avrupa ∙ 13 Seyfi Kenan XV. Yüzyıl Bir İtalyan Hümanistinin Gözüyle İstanbul ve Ege Adaları ∙ 65 Kemal Beydilli İslâm’ın Kılıcı-Hıristiyanlığın Kalkanı: XVI. Yüzyılda Avrupa’da Türk, Müslüman ve Hz. Muhammed İmgesi ∙ 91 Özlem Kumrular II Osmanlı Öncesi / The Pre-Ottoman Period Sicilya’daki İslâm Medeniyetinin Avrupa’ya Etkileri ∙ 135 Mehmet Azimli İbn Rüşd ve Thomas Aquinas Bağlamında Hıristiyanlığın Rasyonel Yorumuna İslâm Felsefesinin Etkisi ∙ 159 Süleyman Dönmez 3 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE The Appropriation of Arabic Science into Latin culture: The Case of Theodoric’s De Iride ∙ 177 Saira Malik Batı’nın İslâm Anlayışının Doğulu Kökenleri ya da Abdülmesîh İshak el-Kindî’nin Risâle’sinin Serencamı ∙ 189 Fuat Aydın III SEYAHAT / TR AVEL The Splendour of Ottoman Istanbul in the View of some Venetian Travellers (16th Century) ∙ 255 Federica A. Broilo Ambrosio Bembo’s Travels through the Ottoman Empire ∙ 271 Anthony Welch Differing Attitudes of a Few European Scholars and Travellers Towards the Removal of Artefacts from the Ottoman Empire ∙ 299 Fredrik Thomasson IV K ARŞILAŞMA / ENCOU NTER Hıristiyan Batı Dünyasında “Öteki”ne Yönelik Diyalog ve Uzlaşma Düşüncesinin Ortaya Çıkışı: Cusalı Nicolas (1401-1464) Örneği ∙ 321 Mahmut Aydın XIV. Asırda Dinler Arası İletişim: Bizans İmparatoru II. Manuel Palaiologos ve Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Ankara’da Yaptıkları Tartışma ∙ 345 Mustafa Daş 4 İÇİNDEKİLER Western Diplomacy, Capitulations and Ottoman Law in the Mediterranean (16th – 17th Centuries). The Diplomatic Section of the Manuscrit Turc 130 from the Bibliothèque Nationale in Paris ∙ 357 Viorel Panaite V ETKİLEŞİM / INTER ACTION Islam and Europe: Historic Interactions Re-evaluated ∙ 387 Angelika Hartmann Endülüs ve Sicilya Örneklerine Göre Batı Arşivciliğinde Doğu Etkisi ∙ 399 İshak Keskin Osmanlı Devleti’nin Modernleşme Sürecinde Avrupalılar’ın İstihdam Edilmesi (1774–1807) ∙ 421 Mehmet Alaaddin Yalçınkaya The Enlightenment, the Porte, and the Greek Church: A Paradox of Balkan History ∙ 449 Dimitris Michalopoulos VI BİLGİ ve TEK NOLOJİ / K NOWLEDGE AND TECHNOLOGY Knowledge, Technology and Warfare in Europe and the Ottoman Empire in the Early Modern Period ∙ 471 Gábor Ágoston 5 OSMANLILAR ve AVRUPA / the OTTOMANS and EUROPE New Evidence for Genoese Cryptography in the Late Fifteenth Century: Antonio De Montaldo’s Cifrario of 1477 and the Defense of Chios against the Ottomans ∙ 481 Brian N. Becker The Evolution of Ottoman Printing Technologies: From Scribal Authority to Print-Capitalism ∙ 495 James Clyde Allen Redman The Anxiety of Sanctity: Censorship and Sacred Texts ∙ 513 Malissa Taylor VII TASAV VUR / PERCEPTION The Battle of Çaldıran Represented in a Painting in Sicily ∙ 543 Mirella Galletti The New Image of the Turks in Some Late 18th Century Spanish Texts ∙ 563 Pablo Martín Asuero “At the Gates of the East”: European Representations of Ottoman Bosnia on the Eve of Austro-Hungarian Colonial Domination ∙ 577 Selma Zecevic Objects of the Ottoman World in the Collections of the Medici Grand Dukes of Tuscany – Different Aspects of Collecting ∙ 611 Barbara Karl EK 1 / APPENDIX 1 ∙ 631 EK 2 / APPENDIX 2 ∙ 635 EK 3 / APPENDIX 3 ∙ 645 EK 4 / APPENDIX 4 ∙ 649 DİZİN / INDEX ∙ 653 6