Faşist Cordon Sanitaire ve Avrupa Karanlığı

advertisement
Faşist Cordon Sanitaire
ve Avrupa Karanlığı
Serdal Bahçe
No. 109
Şubat, 2010
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
GETA Tartışma Metinleri
Ankara University Faculty of Political Sciences
GETA Discussion Paper Series
Tartışma Metinleri serisinde yayınlanan eserlerin görüş, düşünce
ve terminolojisi tümüyle yazara ait olup, A.Ü. SBF Gelişme ve
Toplum Araştırmaları Merkezi'ni (GETA) bağlamaz.
Tartışma Metinleri bilimsel çalışmaların yayın öncesi akademik
diyalog sürecine dahil edilmesi işlevi ile akademik diyalogun
geliştirilmesini, güçlendirilmesini ve ihtiyacımız olan eleştiri
ortamının oluşturulmasını amaçlamaktadır.
Tartışma
Metinleri
serisinde
yer
alan
çalışmaların
değerlendirilmesi ve eleştirilmesi için, metnin yayınlanıp
dağıtılmasını takip eden hafta içerisinde Tartışma Toplantısı
düzenlenir.
Tartışma Metinleri
Yayın Sekreteri
Arş. Gör. Duygu Türk
E-Posta: duyguturk@gmail.com
Baskı: A.Ü. SBF Matbaası
FAŞİST CORDON SANITAIRE1 VE AVRUPA KARANLIĞI*
Tarihin duman perdesi gelecek dünya savaşının genel provası üzerine açılmakta.
Amerikalı dostlar, Allah kahretsin Avrupa’yı!… Ne istediğimizi bilmek zorundayız. Ya
faşistlere çıkın buradan yoksa karşınızda bizi bulacaksınız diyelim ya da Avrupa’nın
hesabını toptan kesip: Kahrolsun Avrupa!… Şu karşımdaki pencereden gördüğüm
Avrupa’nın neyi kalmış ki bize öğretecek… Sargılı suratı, vahşi tutkuları ve akılsız
kafasıyla, hala size akıl öğretmeye kalkışan Avrupa Amca’dan çektikleriniz yeter artık.
Shade2
O zaman, Avrupalılar nasıl oluyor da kendilerine diğer kıtalara uygarlık ve adap yayma
hakkını buluyorlar? Neden bu işi Avrupa’da yapmıyorlar?
Joseph Roth3
(...) Tessat komünist değildir... Yarın öbür gün Halk Cephesi iktidar olacak. Yaylım ateşle
durduramıyoruz, hiç olmazsa içeriden dinamitlemeliyiz. Tessat gibi on kişi olsa bu işi
başarırız. Fransa’yı kurtarmak için bırakın Tessat’yı, Almanlarla bile işbirliği yaparım.
Evet, bakın ne söylüyorum? Yarın desinler ki artık devrimi durdurmak imkansızdır!
Hemen ‘Çağırın Hitler’i, işi halletsin’ derim.
Breuteuil4
Kuram gücünü tarihten alır. Pratiğin kuram seviyesine yükseltilmesi sancılı bir süreçtir.
Burada pratiği fiili olarak yaşayanlar ile pratiği tarih olarak okuyanların kuramsallaştırmaları
arasında önemli bir fark vardır. Fiili olarak yaşayanlar açısından pratik, tarihsel olmanın
ötesinde yaşamsaldır. Bu süreçte düşünsel eylem aslında ani bir karar verme sürecine
indirgenir ve karar verici verdiği kararı meşrulaştırma sorunuyla karşı karşıya kalır. Oysa
süreçlerin gündelik hayatın ritmiyle değil, ama tarihin uzun erimli hareketleriyle birlikte
işlediği tarihsel bir çerçevede ani karar verme zorunluluğu ortadan kalkar ve kuramsallaştırıcı
açısından süreçlere serinkanlı bir bakış olanaklı hale gelir. Bu bakış açısının süreçlerin
mantıksal sonuçlarının analizini mümkün kılmak gibi bir yararı vardır. Elbette tarihsel olan
bugün de sürmekte olandır. Tarihsel olanı anlatmak bir anlamda bugünü de anlatmaktır. Bu
nedenle politik kuramcı salt tarihçi olamaz; kendi tarihinin pratiğinden geçmişe yolculuk
eden, yüzünü geleceğe dönmüş bir düşünce eylemcisidir o.
Bugün faşizmi analiz eden bizler açısından aslında bu çaba bir anlamda bugünü
anlamlandırma çabasıdır. Ancak bu çaba bunu yaşamsal bir sorun olarak yaşayanların karşı
karşıya kaldığı ölüm-yaşam ikilemini çözme çabasından çok farklıdır.5 Faşizmi güncel olarak,
bir ölüm kalım mücadelesi şeklinde yaşayanlar açısından, sorun bir tarafıyla kişisel trajediyi
bir tarafıyla da bir toplumsal trajediyi işaret etmektedir. Kişisel trajediyi Walter Benjamin’in
umutsuz kaçışında ve intiharında, Theodor Adorno ve Bertold Brecht’in mutsuz
sürgünlerinde, Marc Bloch’un idama yürüyüşünde, binlerce Yahudi’nin Auschwitz, Treblinka
ve Majdanek’in terkedilmiş koğuşlarına sinmiş çığlıklarında, Ebro’nun kıyısında savaşan
Cumhuriyetçiler’in çaresizliklerinde, Neville Chamberlain ve Éduard Daladier’in 9 pragmatist
ikiyüzlülüklerinde gözlemlemek mümkündür. Toplumsal trajedi ise kesinlikle kıtasal bir iç
1
Güvenlik kuşağı.
Bu yazıyı okuyarak eleştirileriyle zenginleştiren Benan Eres’e, Ahmet Haşim Köse’ye ve Aydın Ördek’e
teşekkür ederim.
2
Andre Malraux, 1974, Umut, Bilgi, İstanbul (Çev. A. İlhan).
3
Akt. Mazower (2003: ix).
4
İlya Ehrenburg, 1987, Paris Düşerken, 1. Cilt, Sosyal, İstanbul (çev. Atilla Tokatlı), s. 97.
5
Bununla faşizmi aştığımızı, geride bıraktığımızı kastetmediğimizi belirtmek zorundayız.
9
Neville Chamberlain (1869-1940), savaş öncesi Britanya Başbakanı. Édouard Daladier (1884-1970), savaşın
arifesinde Fransa Başbakanı.
*
1
savaşı kaybetmiş bir kıtanın hiçbir zaman çıkmayacağı bir karanlığa gömülmesinde
aranmalıdır. Bu yazının temel amacı Avrupa kıtasının 1919’dan başlayan ve 1942 yılına kadar
süren bütüncül faşistleşme sürecini analiz etmektir. Ama belirttiğimiz gibi tarihsel olanı
anlatmak aslında bugünü anlatmak değilse nedir? De te fabula narratur! 10
Avrupa faşizminin zaferi ve Atlantik’ten Urallar’a bir faşist kıtanın ortaya çıkışı
aslında birbirini besleyen dört temel etmenin sonucudur: Birincisi Avrupa solunun politik
zaafları ve kuramsal sorunlarıdır. Avrupa faşizmi Avrupa’da sosyalizan güçlerle Avrupa
burjuvazisini ve diğer mülk sahibi sınıfları temsil eden siyasi güçler arasındaki kıtasal iç
savaşın sonucudur ve burada solun tutumu oldukça belirleyici olmuştur. İkincisi, kıtasal iç
savaşın ulusal düzeyde yansımaları Avrupa toplumlarının kıtasal faşizm yapısı içinde
birleştiren temel etmen olan Alman faşizmi karşısında dirençlerini düşürmüştür. Bu anlamda
ikinci bölüm betimleyici bir şekilde Avrupa toplumlarındaki iktidar odaklarının
faşizanlaşması ve/veya muhafazakârlaşması üzerinde duracaktır. Buna ek olarak, I. Dünya
Savaşı sonrasında imzalanan Paris, Versailles ve St. Germain antlaşmalarının oluşturduğu
Avrupa Güvenlik Sistemi’nin zaafları ve bu zaaflardan Almanya’nın, ‘liberal Batı
demokrasilerinin’ sessiz onayıyla faydalanması Avrupa faşizminin doğumuna büyük bir
katkıda bulunmuştur. Son olarak, Alman faşizminin kıtasal saldırısı ve bu saldırının başarıya
ulaşmasına yol açan ulusal ve sınıfsal etmenler kesinlikle Avrupa faşizmine kıtasal bir boyut
eklemiştir. Bu sonuncu bölüm aslında ikinci bölümün ikinci kısmı olarak kabul edilebilir.
Yazı, bu dört ana katkıyı ayrı birer başlık altında inceleme amacıyla kurgulanmıştır.
Çalışmanın genel çerçevesini daha iyi anlatabilmek için faşizmin özü ve görünüşüyle
ilgili bir saptama yapmakta yarar vardır. Faşizm araştırmalarıyla ünlü Stanley Payne’e göre
faşizm çağdaş siyasal kuram açısından en muğlâk kavramlardan biridir (Payne, 1980:4). Her
muğlak kavram kadar kuramsal ve olgusal bir çok sesliliği de çağırmakta ve bu, faşizmin
anlamlandırılmasını güçleştirmektedir. Tarihçi Hugh Seton-Watson Marksistler’in devrim
karşıtı olarak gördükleri her siyasal yapılanmayı ve bireyi faşist olarak görme eğiliminde
olduklarını belirtiyor (Seton-Watson, 1966: 183). Böyle kolaycı bir tavrın varlığını inkâr
etmek mümkün değildir. Bu tavır faşizm analizini belirli bir toplumsal ve tarihsel perspektife
oturtmak isteyen Marksist çalışmalar açısından ciddi bir tehlike gibi görünmektedir. Marksist
olmayan araştırmacılar için faşizm genellikle geçmişe duyulan özlemi yansıtan dinsel ya da
modern bir muhafazakârlığın, temsili demokrasiye karşı inançsızlığın, ırkçı bir milliyetçiliğin,
tek adamcılığın ve anti-sosyalizmin bir bileşimdir (Seton-Watson, 1966). Sternhell bu listeye
aydınlanma düşmanlığını da eklemekte ve faşizmi, bu anlamda, bir tür kültürel harekete
indirgemektedir (Sternhell, 1994). Marksistler ise faşizmin tanımı konusunda
anlaşamamışlardır. Örneğin Nicos Poulantzas’a göre faşizm kapitalizmin emperyalist/tekelci
unsurlarının ideolojisidir ve bu anlamda neredeyse kapitalizmi faşizmle özdeşleştiren Max
Horkheimer hataya düşmektedir (Poulantzas, 1980: 13). Trotsky’e göre, özelde Nasyonal
Sosyalizm, genelde faşizm görünüşte küçük burjuvazinin, aslında büyük burjuvazinin
önderlik ettiği ve yer yer plebyen bir karakter taşıyan siyasi harekettir (Trotsky, 1932).
Gramsci ise faşizmi sınıflar üstü bir olgu olarak görür ve sınıflar üstü, daha doğrusu pek çok
sınıfı kapsayan bu olgunun kapitalizmin çürümüşlüğünün yarattığı bir olgu olduğunu vurgular
(Adamson, 1980: 618). Clara Zetkin (1924) ve Stalin’e göre (1992: 259) ise faşizm işçi
sınıfının iktidara gelme konusunda gösterdiği zayıflığın bir sonucudur. Stalin ayrıca, “Bunu
[Faşizmi], aynı zamanda, burjuvazinin zayıflığının işareti, burjuvazinin artık eski
parlamentarizm yöntemleri ile, burjuva demokrasisi yöntemleri ile iktidar eyleyebilecek
durumda olmadığını gösteren bir işaret saymak gerekir” diye eklemektedir (Stalin, 1992:
259). Avrupa’nın 1918 ile 1939 arasındaki tarihi Zetkin ve Stalin’i haklı çıkaracak pek çok
kanıt sağlamaktadır. Sonda söyleyeceğimizi başta belirterek başlamak gerekir: Avro-faşizm
10
Bu anlatılan senin hikâyendir.
2
kıta burjuvazisinin, olası Avrupa devrimine karşı örgütlü karşı koyuşudur; yukarıda belirtilen
dört etmen de bu karşı koyuşun ulusal ve kıtasal boyutları çerçevesinde düşünülmelidir.
Tam da bu noktada Morgan’ın (2003) genel olarak Marksist faşizm analizlerinin aşırı
indirgemeciliği ve basitçiliği eleştirisine bir cevap vermek gerekir. Avro-faşizmi, yukarıda
belirtildiği gibi, kıtasal bir baskılama ve cezalandırma olarak görerek biz de kendi bakış
açımızı tam olarak Morgan’ın eleştirilerini yönelttiği alana yerleştirmiş oluyoruz. Morgan ve
faşizmin Marksist olmayan diğer araştırmacılarının, analizlerinde sıraladıkları faşizmi yaratan
etmenlerin biz, tarihsel olarak, en azından 20. yüzyıl kapitalizminin tarihi boyunca, baki
olduğunu düşünüyoruz. Bu etmenler (temsili ve liberal demokrasilere kamusal inancın
ortadan kalkışı, etnik parçalanmışlığın üstüne oturan politik gerilimler, ekonomik çöküntüler,
19. yüzyıldan sarkan kültürel ve ideolojik bazı söylemler, sola karşı güvensizlik ve öfke) belki
tek başlarına, ya da bir bütün olarak, otantik faşist hareketlerin nasıl doğduklarını
açıklayabilirler, ancak kapitalist devlet yapılarının bu faşist hareketlere nasıl ve neden iktidarı
verdiklerini açıklayamazlar.11 Bu dönüşümü anlamak açısından hem kapitalist toplumlardaki
sınıf savaşımlarının ritmini ve yoğunluğunu, hem de kapitalist devletlerin bu ritmi ve
yoğunluğu ayarlayabilme kapasitesini anlamak gerekir.
Yaşamsal güncelliğin boğucu baskısını 1920 ve 1930’ların Avrupa vatandaşının
yaşadığı kadar yaşamayan bizler açısından artık faşizmin toplumsal ve tarihsel niteliğine karar
vermek daha kolay diye düşünüyoruz.12 Tarihsel sürecin yoğunlaştığı bir dönemde değil,
“normalleştiği” bir dönemde faşizmi yazmanın hem daha kolay hem de daha spekülatif
olabileceğini belirtmek durumundayız. Bize göre faşizm artık “normalleşmiştir”, diğer bir
deyişle, kapitalist devlet faşizmi içselleştirmiş ve en ücra yönetsel veya yasal hücresine kadar
özümsemiştir. Çalışan sınıfları yönetme ve kontrol altında tutma ve burjuvazinin farklı
kesimleri arasında bir denge alanı sağlama konusunda yetkinleşen kapitalist devlet yönetsel
momentlerine faşizmi de katmıştır. Faşizmin tek bir yüzü yoktur, faşizm sadece iki yüze sahip
olan bir Janus da değildir kuşkusuz. Kapitalist devletin hücrelerine kadar sinmiş faşizmin,
1920’lerde ve 1930’larda Avrupa’nın kırlarını ve kentlerini talan eden SA ve SS kıtalarının,
İtalyan fasciaların, Demir Muhafızlar’ın veya diğer paramiliter grupçukların faşizmiyle ne
ilgisi vardır, diye bir soru sorulabilir. Cevap kapitalist devletin yönetsel esnekliğinde
yatmaktadır. Faşizm Avrupa’nın sokaklarında doğdu, ancak yükselen sosyalizm ve işçi sınıfı
hareketinin yarattığı korku karşısında kapitalist devlet, popülist ve sokaklara özgü sınıfsal
yapısını budayarak faşizmi özümsedi.13 Avrupa faşizmi Avrupa burjuvazisinin sınıfsal
korkusunun dışavurumu oldu; Avrupa karanlığı burjuvazinin en ‘muhteşem’ eserlerinden bir
olarak ortaya çıktı.
I. AVUPA SOLU VE FAŞİZM
Clara Zetkin, faşizmin, işçi sınıfının iktidara gelememenin ve gelmek istememenin
karşılığında ödediği bedel olduğunu belirtiyor (Zetkin, 1924).14 II. Dünya Savaşı öncesinde
Avrupa’nın her yanında görülen faşizmler, Zetkin’in önermesini genelleştirirsek, aslında
11
Morgan’ın, faşizmin faşist rejimlerde değil, faşist hareketlerin şahsında hayat bulduğunu belirten faşizm
tarihçisi Zeev Sternell’e karşı çıkarken yaptığı belirlemeye katılmamak elde değil: “…faşizmin ne olduğu
kendini en iyi faşizm iktidara geldikten sonra ortaya koyar” (Morgan, 2003:5).
12
Faşizmin İtalyan ve Alman versiyonlarının özlerine ilişkin pek çok eser üretilmiştir. Bu eserlerin tezleri
üzerine detaylı bir tartışma için bkz. Kühnl ve Rabinach (1975) ve Maier (1976).
13
Patel ve McMichael faşizmin özellikle son 30 yıldır neoliberal iktisat politikaları uygulayan azgelişmiş
ülkelerdeki otoriteryen rejimler kapsamında oldukça açıklayıcı olduğunu vurguluyorlar (Patel ve McMichael,
2004).
14
Zetkin’in bu yazısının tarihi net olarak belirlenemedi, ancak Komünist Enternasyonal’in yeni serisinin 1924
tarihli 3. sayısında basılmıştır.
3
Avrupa işçi sınıfının ve Avrupalı sosyalistlerin iktidara gelme konusunda gösterdikleri
yeteneksizlik ve/ya isteksizlik karşılığında ödedikleri bedeldir. Bu zafiyet hem kuramsal hem
de politik düzeylerde ortaya çıkmıştır.
Zafiyet ve yenilgi kıtasaldır ve kıtasal bir iç savaş çerçevesinde ortaya çıkmıştır.
Avrupa’nın 1917 ile 1939 arasında kıtasal bir iç savaş yaşadığını tespit etmek zorundayız. Bu
tespitin daha önce yapıldığını da belirtmek durumundayız. Adamthwaite’ın belirttiğine göre
1919-1939 dönemi bir Avrupa iç savaşı, 1914-1945 ise bir ikinci 30 Yıl Savaşları olarak
görülmektedir (Adamthwaite, 2009: 2). Bu görüşe katılan pek çok yazar bulmak mümkündür
(Ash, 1998:54). Bu iç savaşın ne ölçüde yaygın olduğunu Ek1’de verilen kronolojiden
çıkarmak mümkündür. Her iç savaşın aynı zamanda bir dış savaş, tersinden her dış savaşın da
bir iç savaş boyutu olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Nitekim Avrupa’daki iç savaş da bir
süre sonra dış savaşa dönüşmüştür. Avrupa solu 1917’deki Bolşevik Devrimi’ni takiben
kıtasal ve tedrici bir yenilgi sürecine girmiştir. Açık konuşmak gerekirse, Bolşevik
Devrimi’nin mimarları devrimin Avrupa işçi sınıfını birleştireceğini ve harekete geçireceğini
beklemişlerdi; oysa birleşen ve harekete geçen, başta Avrupa burjuvazisi olmak üzere,
Avrupa’nın tüm anti-komünist güçleri oldular. Avrupa solu bu iç savaşta karşısında birleşen
güçlerin koçbaşı olarak kullandığı faşizmi genel olarak başlarda çok da önemsemedi,
önemsediğinde ise stratejik ve taktik üstünlük Avrupa faşizmine geçmiş bulunuyordu.
Faşizm, Ekim Devrimi sonrasında Avrupa solunun politik ve kuramsal gündemini bir
hayli işgal etmiştir. Faşizmin sınıfsal kökeni ve burjuva demokrasisinden farklı yönleri
Avrupa çapında bir tartışmanın konusu olmuş ve bu tartışma Avrupa’da I. Dünya Savaşı
sonrası siyasal çatışmaların etkisiyle de giderek alevlenmiştir.15 Siyasal çatışmaların genel
olarak sol aleyhine sonuçlanması ise solun (menşei ne olursa olsun) politik eylem hattını
sorgulamasına yol açmış ve bu sorgulamadan genel olarak II. Dünya Savaşı öncesinde her
ülkede önerilen “Halk Cephesi” programları ortaya çıkmıştır. Bu tartışmaların geçtiği en
önemli arenalardan biri Komintern’dir. Komintern’in V., VI. ve VII. kongreleri faşizm
konusunda yoğun tartışmalara sahne olmuştur. Komintern 1920’lerin sonunda “sınıfa karşı
sınıf” politikasından, Avrupa yenilgilerinin de etkisiyle, özellikle VII. Kongre ile
birlikte“cephe” stratejisine doğru bir meyillenme süreci içine girmiştir.16 Avrupa Devrimi’ne
karşı duyulan beklentilerin boşa çıkması, devrim hedefine ulaşmayan Avrupa komünist
partilerinde daha sağcı bir programa kayış için zemin hazırlamıştır.
Bu sağcı program hiç kuşkusuz bir çaresizliğin göstergesidir. Ancak sadece Avrupa
çapında bir siyasal yenilgi değildir bu çaresizliği yaratan, SSCB’nin izolasyondan ürkmesi ve
korunma güdüsü de bu çaresizliğe bir hayli katkıda bulunmuştur. Carr’ın belirttiği gibi 1919
yılı SSCB için tam bir izolasyon yılı olmuştur (Carr, 1981: 109). Keza, 1930’ların ilk yarısı da
iç savaş dönemini aratmayacak bir izolasyon dönemidir. Bu izolasyon iki anlamdadır;
birincisi, Bolşevikler 1919’da ve onu takip eden üç yılda geniş ve yoğun bir iç savaşla
uğraşmak zorunda kalmışlardır. Bu iç savaşta Beyaz güçlerin Avrupalı emperyalistler
tarafından finanse edilmesi ve bu destek karşısında kendisinden devrim beklenen Avrupa
proletaryasının beklenen çıkışı gerçekleştirememesi Bolşevikler’in kendilerini bir hayli yalnız
hissetmelerine sebep oldu. İkinci olarak, 1919 yılı Avrupa’nın I. Dünya Savaşını kapatan ve
iki savaş arası Avrupa güvenlik sisteminin temellerini atan diplomatik zirvelerin ve
antlaşmaların başladığı yıl oldu. Bir eğilim olarak SSCB’nin bu süreçlerden dışlanması
yalnızlık hissini güçlendirdi.17 Bu tarihsel çerçevede Sovyetler Birliği Komünist Partisi
(SBKP), Komintern aracılığıyla “Halk Cephesi” programlarını kerhen de olsa desteklemek
zorunda kaldı, çünkü Halk Cephesi iktidarlarının SSCB’yi iyice bunaldığı yalnızlıktan
15
Bu tartışmaya pek çok ünlü Marksist ve sosyal demokrat da katılmıştır. Gramsci, Trotsky, Stalin, Dimitrov,
Togliatti, Zetkin, Lukacs, Kussinen, Pieck, Thalheimer bunlardan sadece bazılarıdır.
16
Bkz. Lewrenz (1979).
17
Bu süreçler için bkz. Thompson, (1967: 575-608).
4
kurtaracağı ve SSCB etrafında bir güvenlik çemberi oluşturacağı beklentisi ortaya çıkmıştı.
Bunlar sadece SSCB’nin kendisiyle ilgili kanılardı, ancak bir de uluslararası durumdan doğan
gerilimler ve Avrupa ülkelerindeki siyasal gelişmelerin yarattığı karamsarlıklar vardı.
Ulusal sol partilerin ikircikli tutumları hiç kuşkusuz ulusal faşizmlerin manevra alanını
genişletir bir nitelikteydi. Aslında I. Dünya Savaşı’nın sonuçlanmasıyla ortaya çıkan
katastrofik durum sadece faşizm için değil, aynı zamanda Avrupalı sosyalist ve komünist
partiler için de oldukça elverişli bir ortam yarattı. Ancak aynı dönem, sosyalist partilerin iç
hesaplaşmalarıyla yüzleştikleri ve bu yüzleşmelerden komünist partilerin doğduğu bir sürece
de şahitlik ediyordu. Aslında bu hesaplaşmanın kökeni I. Dünya Savaşı öncesi emperyalizm
ve savaş tartışmalarına kadar gidiyordu. II. Enternasyonal’deki, Zimmerwald ve Kienthal
kongrelerindeki çatışmalarda yer altına itilen ve azınlıkta olan savaş karşıtı grupçuklar asıl
hesaplaşma için Bolşevik Devrimi sonrası harekete geçtiler. Bu çatışmaların büyük bir
bölümü bölünmelere ve komünist partilerin ortaya çıkmasına yol açtı.18 1918 ile 1924
arasındaki kısa dönemde Avrupa’nın her tarafında komünist partiler kuruldu. Bu dönem
aslında solun kendi iç savaşını yaşadığı bir dönemdi. Solun sadece kendi içinde değil ama
sokaklarda mülk sahibi sınıfların siyasal güçlerine karşı savaştığı Almanya, İtalya, İspanya,
Finlandiya, Avusturya, Macaristan gibi ülkelerde solun iç bölünmüşlüğü hem mücadele
gücünü geriletti hem de solun bir kısmının faşizmin iktidarına yol açacak tarihsel ihanetine
yol açtı. Örneğin, Almanya’da Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg destek verdikleri
ayaklanma sonucunda katledilirlerken iktidarda Friedrich Ebert (1871-1925) önderliğinde
Sosyal Demokratlar vardı. İtalya’da Mussolini’nin kara gömleklileri sokaklarda komünist
avlarken Parlamento’da Sosyalist milletvekilleri büyük bir ketumluk sergiliyorlardı.
Taktik sorunların yanında pek çok da stratejik sorun bulunmaktaydı. Avrupa solunun
büyük bir kısmı, sosyal demokrat ve sosyalist partiler de dahil olmak üzere, aslında yaşanan iç
savaşın bilincindeydiler. İç savaş da, açık cephe savaşı gibi, stratejik üstünlüğün önemli
olduğu bir savaş türüdür. Stratejik üstünlük ise bir tarafıyla yerinde ve zamanında adım
atmaktır. Yer ve zaman boyutunun yanlış seçiminin bedeli çok ağırdır. Bunu en çok İspanyol
Sosyalistleri ile Avusturyalı Sosyal Demokratlar anlamışlardır; İspanyol Sosyalistlerin ve
Avusturyalı Sosyal Demokratların 1934’teki ayaklanma ve silahlı olarak iktidara el koyma
denemeleri tam da anlatılan türden yerini, ve en çok da zamanını şaşırmış adımlardı ve
yenilgiye mahkumdular (Horn, 1996). Bu yenilgiyi daha acı bir şekilde yaşayan Alman
Komünistleri ise ayaklanmayı 1918 ile 1923 arasında mekânsal ve zamansal olarak dağınık
bir şekilde yürütmelerinin bedelini ödediler (Bouré, 2005). Avrupa solunun harekete geçmeyi
tercih eden kısmı gecikmişliğin bedelini ödemeye hazırlanırken, harekete geçmemeyi tercih
eden kısmı da daha farklı bir sonla karşılaşmayacaktı. İç savaş ilan edilmeden başlatılan ve
sürdürülen bir savaştır; harekete geçmeyenler bunu anlamadıklarını gösterdiler. İçinde
yaşadıkları siyasal sistemlerin, ki II. Dünya Savaşı sonrasına sarkacak “demokratizm”
hastalığı tam da buradan kaynaklanmaktadır, gelmekte olan tehlikeyi savuşturacak yeterli
18
Avrupa’da komünist partilerin kuruluşları çok kısa bir zaman süresine sıkışmıştır. Bu da bahsedilen
hesaplaşmanın aslında kıtasal bir olgu olduğunu göstermektedir: Almanya Komünist Partisi (1918’de Sol
Sosyal Demokratlar tarafından), Avusturya Komünist Partisi (1918), Belçika Komünist Partisi (1921),
Britanya Komünist Partisi (1920), Bulgaristan Komünist Partisi (1919, Sosyal Demokrat Parti’den
ayrılarak), Çekoslovakya Komünist Partisi (1921, Sol Sosyal Demokratlar tarafından), Danimarka Komünist
Partisi (1919’da Sosyal Demokrat Parti’den kopanlar tarafından), Finlandiya Komünist Partisi (1918), Fransa
Komünist Partisi (1920’de Fransız Sosyalist Partisi’nin Tours Kongresi’nde partiden ayrılan sol kanat
tarafından), İspanya Komünist Partisi (1920), İsveç Komünist Partisi (1924), İtalya Komünist Partisi
(1921’de Livorno’daki kongresinde İtalyan Sosyalist Partisi’nden koparak), Lüksemburg Komünist Partisi
(1921), Macaristan Komünist Partisi (1918), Norveç Komünist Partisi (1923’de Komünist
Enternasyonal’den ayrılma kararı alan Norveç İşçi Partisi’nden koparak), Polonya Komünist Partisi (1918),
Portekiz Komünist Partisi (1918), Romanya Komünist Partisi (1921’de Romanya Sosyalist Partisi’nden
kopan maksimalist grup tarafından), Yugoslavya Komünist Partisi (1919), Yunanistan Komünist Partisi
(1918). Burada tek istisna 1909’da başka bir isimle kurulan Hollanda Komünist Partisi’dir.
5
esnekliğe sahip olduğuna, ya da kendi siyasal ve toplumsal güçlerinin bu tehlikeyi
savuşturmaya yeteceğini sandılar. Görünüşte demokratik sistemler altında yaşayanlar solda
olmayan siyasi aktörlerin demokratik hassasiyetlerine fazlasıyla güvendiler, demokratik
olmayan sistemlerde yaşayanlar ise güçlerini abartıp birleşik karşı-devrim cephesinin gücünü
fazlasıyla küçümsediler.19
Bu iç ve dış çatışmaların yanında programa dair sorunlar da Avrupa solunun bir hayli
gücünü tüketir nitelikteydi. İktidarda olsun olmasın, sol hareketlerin başını her daim ağrıtan
şu meşum tarım sorunu Avrupa iç savaşı sırasında bir hayli belirleyici oldu. Örneğin Alman
Sosyal Demokratlar’ın ve İtalyan Sosyalistler’in kollektivizasyonu hedefleyen tarımsal
sosyalizm programları ekonomik krizden oldukça etkilenen küçük köylüyü ve toprak sahibi
olmak isteyen tarım emekçilerinin bir kısmını faşist partilerin saflarına kattı (Brustein ve
Bernston, 1999).20 Hatta Lenin’in bütün ısrarına rağmen genç Macar Sovyeti’nde Bela
Kun’un toprakları köylülere dağıtmaması köylülerin işgalci Romen Ordusu’nu coşkuyla
karşılamalarına yol açtı. İkincisi özellikle komünistlerin şiddetli sendikal mücadele ve artan
devrimci mücadele taktikleri, faşistlerin uyumu ve sınıf barışını zor kullanarak tesis etmeyi
hedefleyen korporatizme ve anlamı muğlak “istikrar”21 kavramına sığınmaları sonucunu
doğurdu. Bu aslında ekonomik çöküntüden bunalan ve kaybeden köylülerin, şehirli orta
sınıfların ve en çok da burjuvazinin hülyalarını süsleyen programdı.22 Avrupa solu açık tehdit
içeren bu programın yarattığı tehlikeyi cepheden karşılama ve bunu bir iktidar şansına
dönüştürme konusunda açık bir şekilde başarısızlığa uğradı. Komünist olmayan Avrupa solu
ise, komünizme karşı duyulan korku ve Bolşevik Devrimi’ne karşı hissedilen soğukluk
sonucunda Avrupa faşizmine giden yolu bütün “iyi niyetiyle” döşedi. Clara Zetkin’in
belirttiği gibi iktidara gelememenin bedeli Avrupa karanlığı oldu.
II. FAŞİST AVRUPA KALESİNE DOĞRU
Faşist Avrupa’ya giden yolda Avrupa ülkeleri değişik siyasal ve toplumsal patikalar
izler gibi görünse de bu patikaları ortak birkaç prototip altında toplamamıza yetecek kadar
ortaklaştırıcı temel nitelik bulunabilir. Burada üç farklı genel patikadan söz edilebilir. Birinci
patikayı takip eden ülkeler özellikle 1920’ler ve 1930’ların ilk yarısında tayin edici iç savaşlar
yaşamalarına rağmen, faşizanlaşma tam da burjuva demokrasisinin oyun kurallarına göre
gelişen bir süreçti. İç savaş sonucunda ezilen işçi sınıfı ve onun adına politika yapan siyasi
aktörler aleyhine değiştirilen siyasal ve kurumsal ilişkiler, faşizmin iktidarını her hangi bir
19
Marksizmin bütün temennilerine rağmen Avrupa proletaryası Avrupa iç savaşı sırasında enternasyonalist bir
tutum takınmakta sonuna kadar başarısız olmuştur. Tam tersine Avrupa’nın burjuvazileri ve diğer tüm tutucu
toplumsal güçleri sınır ötesi dayanışma ağları inşa etmekte daha maharetli olduklarını kanıtlamışlardır. Buna en
iyi örnek Horn’un detaylarını açık bir şekilde anlattığı 1934 ve 1935’te iki enternasyonal arasında bir birleşik
cephe kurma denemeleridir (Horn,1996). Hitler’in iktidara gelmesi, İspanya’da sosyalistlerin, Avusturya’da ise
Sosyal Demokratları silahlı kalkışmalarının yenilgisi iki örgütte de, özellikle de Komintern’de, bir birlik arayışı
doğurmuştur. Ancak Sosyalist Enternasyonal’in yürütme komitesi, Otto Bauer ve Adler gibi etkili üyelerinin
çabalarına rağmen, bu birlik arayışlarına bir son vermiştir. Horn, bu adımla, Sosyalist Enternasyonal’in “kendi
mezarını kazdığını” belirtmektedir (Horn, 1996:51).
20
Brustein ve Bernston Avrupa’da faşist hareketlerin kitlesel destek bulamadıkları Fransa gibi ülkelerin ayırt
edici özelliğinin sol hareketlerinin küçük mülkiyet taraftarı tutumlar sergilemesi olduğunu vurguluyorlar
(Brustein ve Bernston, 1999: 168).
21
İstikrar kavramı her türden burjuva retoriğinin içine sızmış ve onun en gösterişli vitrinine yerleşmiş
durumdadır. Faşizmin bu kavrama sürekli vurgusu onun sınıfsal niteliğini de gözler önüne sermektedir. Burjuva
siyasetinde istikrarın görünümleri zaman içinde farklılaşabilir. Güçlü hükümet istekleri kapitalist devletin
hücrelerine sinmiş faşizmi aniden açık hale getirir. Avrupa faşizmi buna yerinde bir örnek olarak ortada
durmaktadır.
22
Morgan, özellikle 1920’lerde Avrupalı Marksistler’in faşizmi çok küçümsediklerini belirtiyor (Morgan, 2003:
4).
6
darbeye veya askeri diktatörlüğe gerek kalmadan ilan etmesine ve sonrasında sol siyasal
aktörlerin tamamını siyasal arenada tasfiye etmesine yol açmıştır. Almanya, İtalya, Portekiz
gibi ülkeler bu kategoriye dahil edilebilir. İkinci kategoride ise, siyasal rejimin böyle güvenli
bir patika tesis etme yetisi düşük, iç savaş sonucunda solun yenildiği ancak siyasal sistemin
örgütlenmiş burjuvaziye ve tutucu güçlere siyasal alanda kurumsallaşmış bir iktidar sağlama
kapasitesi gelişkin olmayan örnekler vardır. Bu ülkelerde örgütlü faşist gruplar iktidarı teslim
alamayacak kadar zayıftır ve bu açık, sağcı ve faşizan/muhafazakâr askeri/sivil diktatörlükler
tarafından doldurulmuştur. Nerdeyse bütün Doğu Avrupa ülkeleri, Balkan ülkeleri ve İspanya,
bu kategori içinde zikredilebilirler.23 Üçüncü kategoride ise, iç savaşın diğer örneklerde
olduğu kadar şiddetli yaşanmadığı, burjuva partilerin bu nedenle siyasal sistem içinde solu
belirli bir mevzide tutma şansının yüksek olduğu, güçlü burjuva siyasi geleneğe sahip olan ve
dolayısıyla bu gelenek üzerinde görünüşte bir burjuva demokrasisini idame ettirebilen
örnekler vardır: Fransa, Belçika, Hollanda ve ilginç bir şekilde Çekoslovakya. Ancak bu
ülkelerde de solun göreli güç kazanması, beraberinde güçlü olmasa da faşizan örgütlenmeleri
ve burjuva geleneksel sağının demokratik olmayan çözüm yolları arayışlarının güçlenmesini
getirmiştir. Bu ileride saldırgan Alman faşizmine karşı direnişi zayıflatacak ve Wehrmacht’ın
bu ülkelerin askeri direnişlerin kolayca aşabilmesini sağlayacaktır. Bu üç halkayı birleştiren
bir faşizm doğdu.24 Bu kıtasal sürüklenmenin ardında yatan en temel faktör hiç kuşkusuz
Bolşevik Devrimi’nin ve hemen ardından Komünist Enternasonal’in kurulmasının tetiklediği
korkuydu. Bu süreç üç adımda Avrupa Faşizmi’ni yarattı. Öncelikle ulusal düzeyde çoğu ülke
yukarıda bahsedilen üç patikadan birinden geçerek faşizanlaştı veya sağcılaştı. İkinci adımda,
ilk adımla birlikte işledi, bu ulusal düzeydeki faşizan tomurcuklanmayı kıtasal satha yayacak
adımların atılmasını görünüşte engelleyen, ama özünde teşvik eden Avrupa Güvenlik Sistemi
çöktü. Son adımda ise artık Avrupa’nın bütün tutucu ve gerici güçlerini birleştiren ana
dinamik, Alman faşizminin silahlı müdahalesi geldi, geldiğinde onu kısa vadede engelleyecek
ulusal/toplumsal/uluslar arası güçlerin tamamı paralize olmuş durumdaydılar. Bu bölüm daha
çok ilk adımın bir betimsel anlatısını yapacaktır.
1918’de, savaşın hemen ertesinde, Almanya’nın çeşitli şehirlerinde birbirini takip eden
isyanlar ortaya çıktı. Önce Hamburg’da denizciler ve işçiler isyan ettiler, Sosyal Demokrat
Parti’den kopmuş Spartakistler bu ayaklanmaları bütüncül bir devrime dönüştürmek için
onlara katıldılar. Aynı dönemde Bavyera’da Kurt Eisner’in25 yönettiği bir sosyalist hükümet
ortaya çıktı. Hohenzollern hanedanının son bulması ve savaş sonrası yeni devletin bunalımı
bu türden hareketlerin çıkması için elverişli ortamı yarattı. Bu isyanlar cepheden terhis edilen
sağcı Alman askerleri ve ordunun desteğini alan Friedrich Ebert’in (1871-1925) Sosyal
Demokrat hükümeti tarafından bastırıldı. Bütün bu karşı adımlar genç Weimar
Cumhuriyeti’nde26 aşırı sağı güçlendirdi. 1920’de ise iktidardaki Sosyal Demokratlar’ın
Almanya’nın yenilgisini tescil eden anlaşmalara sadakatinden rahatsız olan Wolfgang
23
Bazı faşizm analizleri birinci patika ile ikincisi arasında ciddi farklar olduğunu belirtiyorlar. Örneğin, Mosse
birinci yolun belirli ölçüde bir devrimcilik içerdiğini, ancak ikinci patikanın devrimci durumlardan ürken bir
muhafazakârlığa daha açık olduğunu iddia ediyor (Mosse, 1966). Ancak karşıt görüşler de mevcut; Preston,
İspanya örneğinde, muhafazakârlık ile faşizmin örtüştüğünü belirtiyor (Preston, 1990).
24
Faşizm tarihçisi Stanley Payne iki savaş arası Avrupa sağının “Otoriter Milliyetçi” kanadını üç ana kategoriye
ayırıyor: Faşistler, radikal sağcılar ve muhafazakâr sağcılar (Payne, 1995). Buradaki ayrım bizim ayrımımıza çok
benziyor.
25
Kurt Eisner (1867-1919) Bavyeralı sosyalist. 1918’de yapılan seçimleri kaybetti ve 1919’da bir aşırı sağcı
tarafından Münih’te öldürüldü.
26
1918 ile 1933 arasında Alman Cumhuriyeti’ni nitelemek için kullanılan kavram. Alman Cumhuriyeti’nin
anayasasını kabul eden ulusal meclisin 1919’da Weimar kentinde toplanmasından dolayı yeni cumhuriyet bu
isimle anılmaya başlanmıştır.
7
Kapp’ın27 darbe girişimi işçilerin genel greviyle bastırıldı.28 Bundan sonra toprak
Komünistler’e ve Naziler’e doğru kaymaya başladı ve bu süreçte merkez sağ ve merkez sol
partiler giderek eridiler. 1929 ve 1933 seçimlerinden başarıyla çıkan ve 1931 seçimlerini ise
ufak bir oy kaybıyla atlatan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSADP), 1933’te
(özellikle orduyu elinde tutan muhafazakâr güçlerin baskısıyla) Cumhurbaşkanı Mareşal
Hindenburg’un29 şansölyeliği Hitler’e vermesiyle iktidara geldi. NSDAP, faili şüpheli
Reichstag yangınıyla seçimlerden başarıyla çıkan Alman Komünist Partisi’ni (KDP) ve diğer
partileri kapatarak tek başına iktidar oldu.30
Broué (2005), Almanya’da 1918 ile 1923 arasındaki dönemi bir devrimci durum ve iç
savaş olarak niteliyor. Bu iç savaşta kaybeden sadece komünist sol değildi; Howard’ın (2004)
belirttiği gibi, aslında gelecekte Nazizmin yükselişini engelleyecek bütün toplumsal ve siyasal
aktörler de kaybedenler arasındaydı. Naziler iktidara gelmeden önce Alman devlet
mekanizması Nasyonal Sosyalist iktidarı hazırlayan şartları olgunlaştırdı. Örneğin, Hitler’den
önce şansölyelik koltuğunda bulunan Brüning’in sivil diktatöryel kabinesinde Silahlanma
Bakanı olan Wilhelm Groener’in, Sosyal Demokrat Parti’nin tam desteği ile çıkarmaya
çalıştığı SA’ları yasadışı ilan edecek olan karar Alman bürokrasisi ve Reichswehr’in 31
generalleri tarafından engellendi (Craig, 1948). Daha öncesinde, 1930 Mart’ında iktidara
ordunun desteğiyle getirilen Brünning olağanüstü yetkilerle silahlanmayı devam ettirdi ve
Nazilerin 3 yıl sonra iktidara geleceği toplumsal ve siyasal çerçeveyi hazırladı (Taylor,
2001:240-242). Aslında özellikle Junker sınıfı, Katolik ve Protestan din adamları, ordu ve
burjuvazi daha 1930’ların başından itibaren, sola karşı bir muhafazakâr/Nazi koalisyonunu
temenni eder hale gelmişlerdi (Baranowski, 2000). Özellikle ordu, ve sözcüleri bu koalisyon
konusunda oldukça ısrarcıydı. 1920’lerin ortasından sonra Versailles antlaşmasına ihlal eder
bir şekilde büyüyen ordu, 1930’ların başından itibaren ülkedeki her siyasi gelişmede son sözü
söyleyen kurum oldu. Weitz ise, genç Weimar Cumhuriyeti’nden nefret eden, ve komünist
devrimden korkan düzen taraftarı muhafazakârların ve aşırı sağcıların Nazi Partisi’nin
şahsında kendilerine sağlam bir kapsayıcı örgüt bulduklarını vurgulamaktadır (Weitz, 207:
331).
1920’de, Avrupa’nın pek çok yerinde olduğu gibi, İtalya’da da işçi sovyetleri kuruldu
ve Kuzey İtalya’nın pek çok şehrine Sosyalistler hâkim oldular (Delzell, 1995: 10). 1918 ile
192032 arasında hem işçi işgalleri hem de sendikal aktivite, özellikle Toskana ve Romagna
bölgelerinde yüksek düzeylere ulaştılar. Buna paralel olarak İtalyan Sosyalist Partisi’nin hem
oy hem de toplumsal tabanı giderek genişliyordu. Özellikle kırsal kesimde tarım
emekçilerinin ve yoksul köylülerin toprak işgalleri zengin köylüleri ve büyük çiftlik
sahiplerini bu dalgayı önleyecek bir siyasi aktör arayışına itti. Daha öncesinde önemsiz bir
siyasi grupçuk olan Mussolini’nin Fascio di Combattimento’su tam da bu notada yükselen
kırsal faşizmin önüne bir fırsat olarak çıktı (Blinkhorn, 1994). Hem kırsal zengin sınıflardan
hem de Kuzey İtalya’nın burjuvalarından destek bulan Mussolini bu gelişmelere tepki olarak
fascialarını33 sokaklara saldı. 1920’de örgütün üye sayısı sadece 1000 iken, bu sayının
27
Wolfgang Kapp (1858-1922), aşırı sağcı Alman gazeteci. A.J.P. Taylor aslında Kapp darbesinin 1933’teki
Nazi iktidarı gibi ordunun, büyük kapitalistlerin ve bürokrasinin istediği programa sahip olduğunu ama böyle bir
siyasi karşı-devrim için erken olduğunu belirtmektedir (Taylor, 2001:226).
28
1923’te General Erich Ludendorff ve Hitler’in önderlik ettikleri ünlü Birahane Darbesi çabucak bastırıldı ve
ele başları tutuklandı. Broué aynı yılı Alman Devrimi’nin ve iç savaşının da sonu olarak niteliyor (Broué, 2005).
29
Mareşal Paul von Hindenburg (1847-1934), Prusyalı asker. 1925 ile 1934 arasında Almanya Devlet Başkanı.
30
“Sosyal Demokrasinin burjuvaziyi proletarya devriminden kurtarması gibi, sırası geldiğinde, faşizm de
burjuvaziyi Sosyal demokrasiden kurtardı” (Trotsky, 1933).
31
1919 ile 1935 arasında Almanya silahlı kuvvetlerine verilen ad; 1935’te Wehrmacht olarak adlandırılmaya
başlandı.
32
1918-1920 dönemi “Kızıl Yıllar” olarak adlandırılmaktadır (Blinkhorn, 1994:14).
33
İsim Roma’da asayişten sorumlu lictorların taşıdığı baltadan gelmektedir.
8
1922’de 250 bin düzeyine yükselmesini sadece örgütün başarısına bağlamak yanlış olacaktır.
Bu başarının altında 1918 ile 1922 arasında özellikle Kuzey İtalya kapitalizminin içinden
geçtiği iç savaş ve sosyal çalkantı yatmaktadır. Fasciaların Kuzey İtalya’daki her şiddet
hareketi Sosyalistlere ve işçilere yöneldiği sürece mülk sahibi köylülerden, burjuvaziden ve
orta sınıflardan belirli bir destek aldı. Payne bu yükseliş dönemlerinde özellikle varlıklı
sınıflardan büyük yardımların Mussolini’nin yeni örgütüne aktığını belirtiyor. 1922’de artık
partileşen örgütün gelirinin yarısı bankalardan ve büyük sanayicilerden geliyordu (Payne,
1995). Bu arada ekonomik gerileme ve artan komünizm korkusu İtalyan burjuvazisini
faşistlere daha da yaklaştırdı (Thompson, 1967: 557). Il Duce’nin 30 bin sadık kara gömlekli
fasciası34 Roma’ya yürüyüşe geçti. 1922’de liberal hükümet istifa etti ve Kral, iktidarı
Mussolini’ye takdim etti. Bir önceki seçimde sadece 38 sandalye kazanmış olmasına rağmen
parlamentodaki 400 faşist olmayan sağcı üye, bu güç gösterisinden sonra, iktidarın faşistlere
verilmesini onayladı. Blinkhorn haklı bir şekilde Faşist Parti’nin bu başarıyı parti örgütüne ve
toplumsal tabanına değil, İtalya’nın tutucu güçlerine borçlu olduğunu belirtmektedir
(Blinkhorn, 1994: 21). Payne de, başka olgularla birlikte bu görüşü desteklemektedir. Örneğin
faşizmin iktidarından önceki son başbakan, liberal Lugi Facta, sadece 38 sandalyeye sahip
faşistleri iktidar ortağı yapmak istedi. Payne’in aktardığına göre, Ekim ayı içinde bazı
generaller kral III. Victor Emmanuel’e ordunun giderek faşistlere meylettiğini bildirdiler
(Payne, 1995: 107). Ayrıca yeni seçilen papa faşistlere sempatisini gizlemezken, Milano
başpiskoposu katedraline faşistlerin siyah bayraklarını asmaya başlamıştı bile. İtalyan Faşist
Parti’si de iktidarı devraldıktan sonra hem program hem de strateji düzeyinde olağanüstü
değişimler geçirdi. Öncelikle partinin kuruluş temalarından biri olan sekülarist söylem
iktidara geldikten sonra terk edildi ve Vatikan ile bir pakt imzalandı. Partinin diğer bir kuruluş
teması olan cumhuriyetçilik ise krallıkla uyuşma adına çöpe atıldı ve Savoy Hanedanı İtalyan
faşizminin temel dayanaklarından biri oldu (Griffin, 2006: 8).
Her iki örnekte de Hobsbawm’ın belirttiği gibi iktidarı faşistlere aslında devlet
mekanizmasını elinde tutan muhafazakâr güç odakları ve iş çevreleri vermiştir (Hobsbawm,
1994: 127). Almanya’da savaş sonrası komünist etkinlikten ürken ordu ve işveren çevreleri
bir süre Sosyal Demokratlar’ın iktidarına katlandılar ve sosyal demokrasinin AKP’yi
durduramayacağı görüldükten sonra bütün desteklerini Nasyonal Sosyalistler’e verdiler.
Ortada tek sorun olarak duran ve programın “Sosyalist” kısmına “Nasyonal” kısmından daha
fazla önem veren ve (karşı-)devrime devam etmek isteyen SA’ları Hitler’in ordu ve SS’ler35
aracılığıyla yok etmesi her şeyi yerli yerine oturttu. İtalya’da da durum farklı değildi, kara
gömleklilerin anti-kapitalist öğeler taşıyan eylemleri bir süre sonra egemen sınıf bloğunu
rahatsız etmeye başladı. İtalyan devletine egemen muhafazakârlar ve İtalyan burjuvazisi kara
gömleklilerin dizginlenmesi için baskı yaptılar ve bunda da başarılı oldular. Kısacası
burjuvazi, sokaklara özgü anti-kapitalist unsurlarının temizlenmesi koşuluyla iktidarı faşizme
teslim etti. 36
İlginç olan hem Almanya’da hem de İtalya’da faşist hareketlerin işbaşına temsili
demokrasi aracılığıyla gelmiş gibi görünme konusunda gösterdikleri özendi. Almanya ve
İtalya’da olduğu gibi seçimle işbaşına gelen bir faşizm örneği veren tek ülke Portekiz’dir.
Seçimle işbaşına gelen Hıristiyan/muhafazakar eğilimli Başbakan António de Oliviera Salazar
Avrupa’nın en uzun süreli diktatörlüğünü kurumsallaştırma yönünde önemli bir başlangıç
34
Benito Mussolini, anlaşılan, hareketin yaratacağı tepkiden korktuğundan, Roma’ya trenle gitti.
SA kahverengi gömlekli hücum kıtaları, SS ise siyah gömlekli muhafız taburlarıdır.
36
Blinkhorn, Faşist Parti iktidara geldikten sonra başta Faşist ideolojinin “halkçı” tonalitesini daha fazla
önemseyen Roberto Farinacci olmak üzere pek çok eski tüfeğin 1926’ya kadar tasfiye edildiğini veya önemsiz
görevlere getirildiklerini belirtmektedir (Blinkhorn, 1994). Almanya’da ise iktidara gelen Naziler, Alman
burjuvazisinin SA gibi radikal örgütlere karşı korkusunu giderdikten sonra, ekonominin yönetimi konusunda da
oldukça uyumlu davrandılar. Örneğin, Bel’in belirttiğine göre, Weimar Cumhuriyeti hükümetleri döneminde,
Büyük Buhran’ın da etkisiyle devletleştirilen pek çok firma yeniden özelleştirildi (Bel, 2006).
35
9
yaptı. İşbaşına geldikten sonra bütün muhalefeti yasaklayan ve parlamentoyu dağıtan Salazar
orduya dayanarak bütün toplumsal muhalefeti susturacaktı. Portekiz’deki muhafazakârların,
kralcıların ve sürgündeki kralın desteğini alan Salazar rejimi 1932’den 1968’e kadar ayakta
kaldı.
Seçimle işbaşına gelme durumu karşı-devrimci içeriğine rağmen faşizmin bir siyasal
hareket olarak siyasal meşruiyeti ne kadar önemsediğini gösterir. Burjuvazi açısından da
iktidarın ancak parlamenter sistem aracılığıyla verildiğini göstermesi bakımından önemlidir;
faşist iktidarların daha sonra parlamentoları feshetmeleri ya da onları iktidardaki partinin basit
uzantıları haline getirmeleri hiç de oyunun kurallarına aykırı değildir kuşkusuz. Bu noktada
faşist hareketlerin retorik düzeyinde savundukları “devrimciliğe” ne ölçüde sadık oldukları
ortaya çıkmaktadır; faşist hareketler iktidara yaklaştıkça sistemin köşe başlarını tutmuş
muhafazakârlarla “sistem-içi” bağlaşıklıklar kurma eğilimleri artar. Ancak bu durum sadece
faşizmin en olgunlaşmış halinin gözlemlendiği ülkeler için geçerlidir, Avrupa’nın geri
kalanında faşist hareketler bu türden ‘zararlı’ hassasiyetler göstermek gibi zorunluluklarla hiç
karşılaşmadılar. Macaristan bu konuda hiçbir hassasiyetin gösterilmediği bir örnektir. Savaşın
hemen sonrasında Macaristan’da hükümet bir sınır sorunundan dolayı çökünce Moskova’dan
dönen komünist Bela Kun ömrü 133 gün sürecek bir Sovyet hükümeti kurdu (1919). Fakat bu
hükümet çok kısa süreli oldu ve Romanya ordusunun Budapeşte’ye girmesiyle devrildi.
Aslında Romen ordusunun Macar topraklarına girmesinden daha önce toprak sahibi sınıfların
ve kilisenin, ve yeni yetme burjuvazinin temsilcileri yerel düzeyde Bela Kun rejimine karşı
tedrici bir savaşı başlatmışlardı (Bodó, 2007). Komünistlere karşı hareketi tamamen
Fransızlar finanse ettiler. Romenler iktidara imparatorluk ordusu eski amirali Miklós
Horthy’yi (1868-1957) getirdiler ve Horthy, sabık müttefiki Almanlar onu alaşağı edene kadar
iktidarda kaldı. Aynı durum Romanya’da da ortaya çıktı ve savaşın başlamasından hemen
sonra Kral Karol’un sultası altında faşist General Ion Antonescu iktidara geldi; o da II. Dünya
Savaşı sonunda Kızılordu işgaline kadar iktidarda kaldı. Her iki rejimde de paramiliter faşizan
örgütler bu süreçlerden önce sola karşı terör estiriyorlardı. Bu paramiliter örgütler çok partili
rejimin sağladığı güvenli çerçeve içinde hareket ediyorlardı. Muhafazakâr güçler ve Horthy
ve Antonescu gibi kralcı/muhafazakâr liderler, bu paramiliter güçlere istedikleri hareket
alanını sağladılar (bazı durumlarda onları kontrol altında tutabilmek için attıkları birkaç adım
dışında). Romanya’da Demir Muhafızlar, Macaristan’da ise Arrow Cross muhafazakar
güçlerin desteğiyle solcu avını büyük bir maharetle yerine getiriyorlardı. Her iki hareket de
anti-semitik ve dinsel bir retoriğe sahipti. Hem Romanya’nın hem de Macaristan’ın antiKomintern pakta katılmaları sürecine bu örgütlerin büyük katkıları oldu. Kirk ve McEligott
(2004:2) Macaristan ve Romanya’nın muhafazakar güçlerinin, gelişkin olmayan faşizan
güçlere iktidarı teslim etmek yerine, askeri diktatörlükler aracılığıyla iktidarlarını
kurumsallaştırdıklarını, fakat bunu yaparken Alman ve İtalyan faşizmlerinden oldukça
etkilendiklerini belirtirken haklıdırlar.
Muhafazakâr/faşizan iktidarlar tüm Doğu Avrupa’da birbirinin peşi sıra ortaya
çıkıyorlardı. Örneğin Bulgaristan’da önce 1923’te küçük köylülerin sözcüsü konumundaki
Alexander Stamboliyski’yi deviren faşizan Tsankov darbesi, daha sonra 1934’te sağcı
askerlerin örgütü Zveno’nun darbesi, ülkeyi yukarıda bahsedilen ikinci patikaya oturttu.
Balkan faşizminin en tipik örneği hiç kuşkusuz ki Bulgaristan değildi, Yunanistan bu konuda
daha tipik bir örnekti. 1921’de hezimetle biten Anadolu macerası aslında bir iç savaşın da
perdesini araladı, 1935’te, 1924’te kovulan kralın geri dönerek kralcı kanattan asker Ioannis
Metaxas (1871-1941) liderliğindeki kabineyi göreve çağırana kadar süren iç savaşa son
noktayı, 1936’daki genel grevi bastıran Metaxas koydu. Daha sonra Anayasa askıya alındı ve
krallığın kutsal kanatları altında diktatörlük ilan edildi (Çukalas, 1970).37 Hırvat, Sloven,
37
Çukalas (1970: 57), Metaxas döneminde yaklaşık 50 bin komünistin tutuklanarak sınır dışı edildiğini
bildiriyor.
10
Arnavut ve Karadağ milliyetçilikleri (Lampe, 1996) ile baş edemeyen Yugoslavya’da kral
1928’de parlamentoyu feshederek sivil diktatörlüğü ilan etti. Sırp aşırı sağı ile Hırvat aşırı
sağı38 arasındaki sorunu çözemeyen diktatörlük aslında etnik karmaşayı besleyen adımlar
atınca, Alman saldırısı karşısında direnci iyice düşen ve etnik sağcı unsurların hem
birbirleriyle hem de komünist partizanlarla kanlı bir savaşa tutuşacağı (Benson, 2001)39 bir
ortam yaratılmış oldu. Listeye Polonya’yı da eklemek gerekir. 1926’da ilginç bir şekilde
komünistlerden de destek alan, 1920’de Varşova önlerinde Kızılordu’yu yenen Polonya
alaylarına da komutanlık eden Josef Pilsudski darbe yaparak yönetimi ele geçirdi. Sosyalist
olduğunu iddia eden bir partiye de başkanlık yapan Pilsudski’nin rejimi, tarihsel anti-Rus
çizgisini sürdürerek, anti-Sovyetizmin Doğu Avrupa’daki en önemli temsilcisi oldu.
Habsburg imparatorluğunun parçalanmasından sonra imparatorluğun Almanlar’ın
elinde kalan parçası üzerine kurulan Avusturya’da eski rejime ait güçlerle yeni sistemin
yanında bulunan güçler arasındaki çatışmaya bir de Sosyal Demokrat Parti’nin radikal bir
programla gücünü arttırması eklenince, 1934’te ancak güçle çözülebilecek bir sosyal karmaşa
çıktı. Hıristiyan Sosyalistler ile Sosyal Demokratlar’ın cumhuriyetin kuruluşunun ertesinde
oluşturdukları koalisyon bu buhranın üstesinden gelemedi ve 1934’e giden yolu açtı. Bu
süreçte pek çok aşırı sağcı örgüt ortaya çıktı. Bunlardan bir kısmı Anchluss (Almanya ile
birleşme programı) taraftarı bir kısmı ise Almanya ile birleşmeye karşıydı. Avusturya Nazi
Partisi ve İtalyan faşizmine daha yakın Heimwehr bunlardan sadece ikisi, ancak en etkili
olanlarıydı. Avusturya Nazi Partisi, Alman Nazi Partisi’nin yerel ofisi gibi çalışıyordu.
1932’de başbakanlığa atanan Engelbert Dollfuss’un Hıristiyan Sosyal kabinesi sivil
diktatörlüğe giden yolu açtı.40 Hem Linz’de çıkan ayaklanma girişiminden dolayı Sosyal
Demokrat Parti’yi hem de Avusturya Nazi Partisi’ni yasadışı ilan etti ve kendi sonunu
38
Ustaşi hareketinin temel hedefi bağımsız bir Hırvat devleti kurmak ve bu devletin sınırları içindeki Sırplar’ı ve
Yahudiler’i etnik olarak ayıklamaktı. Yugoslavya’nın kolayca işgal edilebilmesinin ardında Ustaşi propagandası
sonucu Yugoslav ordusundaki Hırvatlar’ın savaşmamaları önemli bir etmen olarak durmaktadır. Alman işgali
örgüte beklediği fırsatı verdi ve Bağımsız Hırvat Devleti kuruldu (Goldstein, 2006). Ustaşi bundan sonra yüksek
sayıda Sırp ve Yahudi’yi toplama kamplarında katletti. Ustaşi’nin bu planı uygulamasına en büyük yardım hiç
kuşkusuz Hırvat Katolik kilisesinden ve Vatikan’dan geldi. Ortodoks Sırplar’a ve Yahudiler’e karşı girişilen her
eylem Katolik papazlar tarafından kutsandı. Katledilen Sırp ve Yahudi sayısının 2 milyondan fazla olduğuna dair
genel bir kanı mevcuttur. Nazi Almanya’sının diğer hiçbir ortağı etnik temizlik konusunda Hırvatlar kadar
başarılı olamamıştır.
39
General D. Mihailovic işgal altındaki Yugoslavya’daki anti-komünist korkuyu anlatmak açısından ilginç bir
örnektir. İşgal’den sonra 20 bin Çetnikle birlikte Sırbistan dağlarına çıkan ve ABD/İngiltere nezdinde savaş
sonrası Yugoslavya’nın muhtemel yöneticisi gibi görünen bu tutucu ve sağcı general ABD ve özellikle
İngiltere’den aldığı askeri yardımı ve mühimmatı Nazilere karşı kullanmak yerine Komünist partizanları hedef
aldı (Benson, 2001).
40
Avusturya’nın Nazizm’e katkısı oldukça fazladır. Adolf Hitler aslen Avusturya doğumludur. Nazi askeri ve
sivil bürokrasisi içinde pek çok Avusturyalı Nazi yer almış ve hiyerarşinin tepelerine kadar yükselmişlerdir.
Örneğin 1960’da MOSSAD tarafından Buenos Aires’te yakalanarak İsrail’e getirilen ve 1962’de idam edilen ve
Yahudiler’i toplama kamplarında ölüme götüren ‘Nihai Çözüm’ün mimarlarından Adolf Eichmann (1906-1962)
bir Avusturyalı Nazi’dir. Yine 1942’de Nazi Gizli Polisi’nin şefi olan Ernst Kaltenbrunner (1903-1946)
Avusturyalı’dır (Pauley, 1995: 43). Daha da önemlisi, hem Avusturya hem de Almanya Naziler’ine fikir babalığı
yapan ve Alman faşizmindeki ana temalardan biri olan ırksal anti-semitizmin esin kaynağı olan Georg Ritter von
Schönerer (1842-1921) de bir Avusturyalı’dır. Avusturya faşizminin yükselişinin altında yatan etmenlerden en
önemlisi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasıyla üretken sermayesinin büyük bir kısmını
kaybeden Avusturya burjuvazisinin küçülmeyi kabul edememesi ve ayrılan uluslara karşı, özellikle orta
sınıflarda ve köylülerde baş gösteren büyük nefrettir. Pauley’in belirttiğine göre I. Dünya Savaşı sonrasında
Avusturya’nın yenilgisini tescilleyen St. Germain Antlaşması’nın şartları Almanya ile imzalanan Versailles
Antlaşması’nın şartlarına göre daha serttir. Örneğin Almanya topraklarının ve nüfusunun sadece %10’unu
kaybederken Avusturya nüfusunun % 26’sını, topraklarının ise % 23’ünü kaybetmiştir (Pauley, 1995: 47). Savaş
sonrasında yükselen sol, özellikle kolektif tarım programı ve SSCB’den duyulan korku da ayrıca etkili olmuştur.
Yükselen faşizm ve burjuvazinin ihtirasları Almanya ile Anchluss’un, İtalya’nın ve Mussolini’nin bütün
itirazlarına rağmen gerçekleştirilebilmesine yol açmıştır. İki savaş arasında Avusturya’da liberal demokrasiye
inancın sarsılması konusunda bkz. Diamant (1957).
11
hazırlamış oldu. 25 Temmuz 1934’te başbakanlık binasını basan 8 Nazi eylemci Dollfuss’u
katletti. Yerine geçen Kurt Schussnigg Avusturya’nın faşistleşmesini engelleyemedi ve
Anchluss’a kapıyı açmış oldu. Avusturya’da cumhuriyetin ilanından sonra ülke neredeyse
ikiye bölünmüş bir görüntü çiziyordu. Avusturya, cumhuriyetin ilanını takip eden iki yıl hariç
genel olarak merkez sağ ve aşırı sağ partilerin koalisyonları ile yönetildi. Bu koalisyonların
anti-sol her adımı Avusturya’da faşizmin dozunu arttırdı (Gerlich ve Campbell, 2000).
Bütün bu örnekler önemlidir, ama bu dönemde, iktidara gelme biçimi, Avrupa
faşizminin verdiği önemli destek, Batı’nın liberal devletlerinin tavrı ve SSCB’nin anti-faşist
güçlere verdiği destek açısından en ilgi çekici örnek İspanya’dır. İspanya, I. Dünya Savaşı’na
katılmamasına rağmen, savaşın hemen ertesinde savaşa katılanlar kadar derin bir toplumsal
bunalımın içine düştü. 1918 ile 1923 arasında İspanya ciddi bir iç savaş yaşadı. Güney’de
anarşist işçiler, Kuzey’de ise daha örgütlü grevci işçilerin yarattığı sorunlar, Katalan ve Bask
ayrılıkçığıyla birleşince, burjuvazi ve toprak sahipleri, Miguel Primo De Rivera’nın
diktatörlüğüne sığındılar. Özellikle 1918 ile 1921 arası açık sokak çatışmaları ve ordunun
isyanları bastırma denemeleriyle geçti, bu sebepten bu döneme “Bolşevik yıllar”
denilmektedir (Preston, 1990:17). 1931’de sabık diktatörün ölümünden sonra ilan edilen
cumhuriyet bir anda sağ ile solun karşılıklı saflaşmalarına sahne oldu. 1932’de Rivera’nın
oğlu Jose Antonio tarafından kurulan İspanyol falanjı cumhuriyete karşı harekete geçti. 1936
seçimlerine kadar devam eden göreli siyasi denge seçimlerle birlikte birden bozuldu,
seçimleri sol koalisyonun kazanması İspanyol falanjını ve kralcı siyasetçiler/askerler bloğunu
harekete geçirdi. Kralcı José Calvo Sotelo’nun 1936’da öldürülmesi Fas’ta bulunan General
José Sanjuro’nun isyanına yol açtı. İspanya’daki birlikler de ayaklandılar, Sanjuro’nun bir
uçak kazasında ölmesinin ardından isyanın başına General Fransisco Franco geçti. Franco
artık Falanjistlerden, kralcı Karlistlerden, otoriteryen Katoliklerden ve aristokratik
monarşistlerden oluşan geniş bir sağcı/gerici bloğunun tepesindeydi (Preston, 1990:4). Bu
noktada Franco liderliğindeki sağ, ülkenin yarısını elinde tutuyordu ve 1936’dan itibaren
Franco Almanya ve İtalya’dan büyük miktarlarda askeri yardım almaya başladı. Öte yandan
Batı’nın liberal güçlerinin İspanya’ya uyguladıkları ambargo aslında doğrudan
cumhuriyetçileri vuruyordu, cumhuriyetçiler için tek yardım kaynağı, yaptığı yardım çok
yüksek olmayan SSCB idi ve ambargodan dolayı bu yardımın cumhuriyetçilerin eline
ulaşması da kolay olmuyordu.41
İkiye bölünmüş ülkede iç savaş üç yıl sürdü. Cumhuriyetçiler ilk şaşkınlığı atınca
olağanüstü bir direnç göstermeye başladılar. Bir süre sonra cumhuriyetin yardımına özellikle
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden ve diğer kıtalardan, pek çok gönüllü koştu. Bir tahmine göre
40 bin kişiyi bulan uluslararası tugaylar ve Sovyet desteği iç savaşı aslında Avrupa’nın ilerici
güçleriyle, Avrupa faşizmi arasında bir mücadeleye dönüştürdü. Bu yıpratıcı savaş 1938’de
büyük ölçülerde İtalyan yardımı alan42 Franco’nun dengeyi kendi lehine çevirmesinden sonra
daha da yıpratıcı ve vahşi bir hal aldı. İç savaş 1939 Ocak’ında Barselona’nın, Mart’ında ise
41
Halk Cephesi hükümetinin iktidarda olduğu Fransa İspanya’ya silah sevkiyatına karşı ambargonun
öncülüğünü üstlendi. Nenni’nin belirttiğine göre, 25 Temmuz 1936’da Fransız hükümeti Alman, İtalyan,
Portekiz ve Sovyet hükümetlerine İspanya’nın içişlerine karışmamaları çağrısında bulundu. Daha sonra Britanya
hükümetiyle birlikte‚ insani müdahalenin normlarını belirlemek üzere ilgili hükümetlere çağrıda bulundular. Bu
çağrıya Almanya ve İtalya derhal olumlu yanıt verdiler. Onlar çağrıya olumlu yanıt verirken Alman ve İtalyan
silahları ve askerleri zaten Francocu/kralcı saflara ulaşmışlardı bile. İnsani müdahale Fransa’yı cumhuriyetçilere
karşı kıta çapında uygulanan silah ambargosunun zabıtası konumuna getirdi. Nenni trajik bir anekdot
aktarmaktadır. 5 Eylül 1936’da Fransa sınırına çok yakın Iruna kenti Franco güçleri tarafından saldırıya
uğradığında kentteki cumhuriyetçilere silah götüren bir tren Fransız makamlarınca durduruldu. Kent kısa bir
sürede cephanesizlik yüzünden teslim oldu (Nenni, 1973: 43).
42
Bazı yazarlara göre İtalyan yardımını Franco çok da gönüllü bir şekilde kabullenmedi, dış yardımın liderliğini
tehlikeye düşüreceğine inanıyordu. Yardım konusunda Mussolini daha ısrarlı davrandı. Bu ısrarın sonucunda
İspanyol Falanjı’nın temsilcileri eğitim almak üzere İtalya’ya gittiler. Ancak Faşist İtalya’nın bütün çabalarına
rağmen İspanya Almanya ve İtalya’yı savaşta yalnız bırakacaktı (Heiberg, 2002).
12
Madrid’in düşmesiyle son buldu ve İspanya 1973’e kadar sürecek bir karanlığın içine daldı.
Temelde bu başarı, Thompson’un da belirttiği gibi, Franco’ya değil, Hitler’e aitti, çünkü
Hitler Batı’nın liberal demokrasilerine istediğini nasıl kabul ettirebileceğini ve liberal
demokrasilerin de bu istek karşısında nasıl hareketsiz kalabileceklerini göstermişti
(Thompson, 1967: 667). İspanya örneğinde Cumhuriyet’e ve onun en önemli dayanağı olan
işçi/topraksız köylü ittifakına karşı burjuvazi/toprak sahipleri/ordu/kilise ittifakının hızlı
konsolidasyonu ve bu ittifakın arkasındaki kıtasal faşist destek oldukça belirleyici oldu.
İspanya’ya destek göndermek bir yana, bu desteğe ambargo uygulayan Batı’nın liberal
temsilcileri, İngiltere ve Fransa’da da durum Avrupa’nın diğer bölgelerinden farklı değildi.
Her iki ülkede iç politika savaş sonrasında, özellikle buhranın etkisiyle, bir gerginliğe sahne
oldu. İngiltere’de bu gerginlik 19. yüzyılda muhafazakârların tek rakibi olan, fakat yüzyılın
sonuna doğru kitlesel tabanı aşınmaya başlayan Whigler’in43 tamamen yok olmasına ve
onlardan doğan boşluğun artık tam olarak İşçi Partisi tarafından doldurulmasına yol açtı. Bu
dönemde tansiyon asıl 1926’daki genel grev ve onu takiben patlayan birkaç etkili grevde
doruğa çıktı. Bütün bu gerilim 1927’de muhafazakâr hükümetin işçiler karşısındaki zaferiyle
göreli olarak yatıştı, bundan sonra ise savaşa kadar süreç genellikle muhafazakârların
kontrolünde işledi.
Ancak Kıta Avrupa’sındaki faşizan hezeyan bir nebze Manş’ın öbür tarafında da
hissedildi. Sir Oswald Mosley’in SS’lere özenen faşizan çetesi bu dönemde ortaya çıktı ve
bazı merkezlerde giderek etkili oldu. Ancak aşırılığa taviz vermeyen İngiliz politikası bu
çeteyi genelde görmezden geldi, fakat savaşa kadar İngiliz kamuoyu anti-Sovyetik histerinin
verdiği korkuyla doğuya yönelen Alman saldırganlığını çoğunlukla destekler hale geldi. 44 Bu
ölçüde bir anti-Sovyetik tutumun yaratılmasında ünlü “Zinoviev Mektubu”nun çok etkisi
oldu. 1924’te, Britanya’nın ilk İşçi Partisi hükümetinin sonunu getirecek olan seçimin hemen
öncesinde, İngiliz istihbaratı, Komintern’in Yürütme Komitesi’nin o dönem başkanı olan
Grigoriy Zinoviev’in İngiliz komünistlerine gönderdiği iddia edilen ve işçileri bir devrime
hazırlanmaya çağıran mektubunu ele geçirdi ve yayınladı. İngiliz politikasının tutucuları bu
mektubu bir histeri yaratmak için kullandılar.45 Bu ortamda Neville Chamberlain’in
muhafazakâr “güvercin” hükümetinin kurulması çok kolay oldu ve İngiliz hariciyesinin Doğu
Avrupa’yı Nazi Almanya’sına terk etme kararı resmen kendini iktidar ilan etmiş oldu. Ayrıca
1925’te patlayan ve Genel Greve dönüşerek büyüyen madenci grevi hem iktidardaki
Muhafazakâr Parti’yi hem de kentli orta sınıfları bir hayli ürküttü. Genel Grev’in 1926’da
yenilmesinde faşist çeteler de oldukça etkin rol oynadılar ve bu bir dereceye kadar
Muhafazakâr Parti ve işveren çevreleri tarafından da desteklendi (Maguire, 2005). 46
43
Liberaller.
Crowson (1997) bu tavrın en azından Wehrmacht Prag’ı işgal edene kadar sürdüğünü belirtmektedir.
45
Bu mektubun tamamen düzmece olduğu artık kanıtlanmış durumdadır. The Guardian bu düzmece mektubun
İngiliz siyasal tarihinin en büyük skandalı olduğunu belirttikten sonra düzmece mektubun arkasında İngiliz
İstihbarat
örgütleri
MI5
ve
MI6’nın
bulunduğunu
eklemektedir;
bkz.
http://www.guardian.co.uk/politics/1999/feb/04/uk.politicalnews6. Kesin olan bu mektubun seçimin hemen
öncesinde Sovyetler’le bir ticaret anlaşması imzalayan Ramsay McDonald liderliğindeki İşçi Partisi hükümetinin
sonunu getirdiğidir. 1924 seçimlerinden galip çıkan Neville Chamberlain önderliğindeki muhafazakârlar henüz
onaylanmamış anlaşmayı onaylamayacaklarını ve çöpe atacaklarını ilan ettiler. Mektubun anti-Sovyetik korkuyu
arttırdığını ve bu anlamda muhafazakâr hükümetin Alman ordusu doğuya yürürken sessiz kalmasını sağlayan
etmenlerden biri olduğunu belirtmek gerekir.
46
Maguire greve karşı hükümetin, kömür sektörü işverenlerinin, madenlerin bulunduğu bölgedeki kentli orta
sınıfların ve mücadelede rol alan diğer aktörlerin kamuoyu önünde tüm kömür sektörü ve ilgili aktörler toplamını
bir “topluluk” olarak gördüklerini, ve dolayısıyla grevci işçileri de topluluğa ihanet eden, düzen bozucu radikal
unsurlar olarak gördüklerini belirtiyor. Bu ortak bakış açısı Genel Grev’e verilen tepkinin de ortaklaşmasını ve
“topluluğun” tüm üyelerinin birlikte hareket etmelerini getiriyor. Maguire ilginç bir şekilde bu süreçte faşizmin
sadece verilen tepkiye katılan küçük faşist grupların varlığından değil, bir tarafıyla korporatizm kokan bu ortak
tepkide aranması gerektiğini belirtirken, bizim bu yazıda savunduğumuz temel tezi de desteklemiş oluyor
(Maguire, 2005:21).
44
13
Olayların İngiltere’de olduğundan daha şiddetli geliştiği Fransa’da ise savaşın hemen
öncesinde sağcı-faşizan güçlerin oluşturduğu bir ittifakın iktidara gelmesini sağlayan şey
kesinlikle Birinci Savaş sonrasında Clemanceau’nun47 resmileştirdiği “güçsüz Almanya”
politikasının komünizm tehlikesi karşısında egemen sınıflarca terk edilmesiydi. Paris
Kongresi’nden sonra Fransa doğu komşusunu güçsüz bırakmak için elinden geleni yaptı. Bu
dönemde iktidar olanlar, önce Raymond Poincare (1860-1934) liderliğinde sağcılar, sonra
Édouard Herriot (1872-1957) liderliğinde merkez-solcular ve daha sonra tekrar Poincare
hükümeti, Almanya’nın ödemesi gereken savaş tazminatlarının sıkı takipçisi oldular. Hatta bu
tazminatlar yüzünden Ruhr’un işgalini bile göze aldılar. Ancak bu politikalar 1930’ların
başlarında değişmeye başladı, çünkü komünistler ve sosyalistler giderek güçlenmeye
başladılar. Bu güçlenme aşırı sağı da harekete geçirdi, ortaya Alman yanlısı bir dizi aşırı sağcı
örgüt çıktı.
Gerilim 1936’da radikaller, sosyalistler ve komünistlerin Leon Blum önderliğinde
oluşturdukları bir Halk Cephesi hükümetinin iktidara gelmesiyle iyice arttı ve sokak
çatışmaları başladı. Artık merkez ve aşırı sağı bir komünist histerisi sarmıştı ve bu histeri
işlerin endüstriyel sabotaj ve sokak şiddetine kadar gitmesine yol açtı. Halk Cephesi’nin
yarattığı bu anti-komünist histeri ve işçilerin fabrika işgalleri hem Fransız sağını hem de
burjuvazi ve orta sınıfları geleneksel anti-Alman mecradan pasifist bir tutuma itti.48 Faşist
Croix de Feu, Halk Cephesi tarafından kapatıldı ancak bir siyasal parti olarak yeniden
kuruldu. 1937’de üye sayısı bir milyonu aştı (Jackson, 2003:110). Sonunda bu gelişmeler
Halk Cephesi iktidarının 1938’de dağılmasına ve hükümeti kurma görevinin radikal Édouard
Daladier’ye verilmesine yol açtı. Daladier ise Nazi kontrolündeki Vichy rejiminin yolunu açtı.
Avrupa’da sadece Majesteleri’nin çift kutuplu demokrasisi şiddetten kaçınabildi, fakat
o bile kendi iç sorunlarını kolayca çözemedi. Diğer taraftan IV. Cumhuriyet kendi sonunu
getirecek bütün dinamikleri besleyen olanakları yarattı. Bu iki liberal demokrasinin iç
politikada yaşadıkları kaotik sağa kayış, Avrupa siyasetini de etkiledi ve sonu İkinci Savaş’a
varan bir trajediyi başlattı. 1930’larda yaşanan bu trajedi aslında Avrupa kapitalizminin
sadece kendi iç çelişkilerinin ürünü değildi. Diğer önemli bir etmen de Sovyetler Birliği’nden
kaynaklanıyordu. 1930’ların başından savaşın başlamasına kadar gelişmeler Avrupa
kapitalizminin kıtasal bütün tutucu güçleri Sovyetler’e karşı yönlendirdiğini ve kıta komünist
hareketini de Sovyetler’in beşinci kolu olarak gördüğünü kanıtladı.
Bu tedrici faşizanlaşma sürecinden kurtulabilenler, ki onlar da koyu muhafazakarlığa
teslim olacaklardı, liberal İngiltere ve Fransa ve ilginç bir şekilde Doğu Avrupa gericiliğinin
ortasında kendine has yapısını koruyabilen Çekoslovakya idi. Habsburg imparatorluğunun
Slovak ve Çek bölgesinde Tomáš G. Masaryk’in (1850-1937) ve kadrosunun inatçı
çalışmasıyla göreli olarak demokratik bir cumhuriyet kuran Çekler ve Slovaklar bütün bu
karanlığın ortasında ilginç bir görüntü oluşturuyorlardı. Masaryk’in yerine geçen ve onun
sadık takipçisi olan Edvard Benes’in (1884-1948) bütün amacı bu narin cumhuriyeti hem
Slovak ve Alman ayrılıkçılığına hem de büyüyen Alman saldırganlığına karşı korumak
olacaktı. Özellikle Slovak milliyetçiliği her an yıkılmaya hazır dengeyi giderek daha fazla
tehdit eder hale gelmişti. Katolik milliyetçi din adamı Andrew Hlinka’nın kurduğu faşizan
Slovak Halk Partisi ve ona bağlı paramiliter örgüt Rodobrana önce özerkliği sonra da tam
bağımsızlığı isteyecekti (Jelinek, 1971).49 Almanya’nın Çekoslovakya üzerine yürümesi
sadece Südet Almanları’nın değil aynı zamanda Hlinka’nın partisinin de başarısı olacaktı.
47
Georges Clemanceau (1841-1929), Paris Kofenrası ve Versailles Antlaşması sırasında Fransa Başbakanı.
Bir gazeteci bu dönemde Fransız sağının tutumunun “Blum’dansa Hitler” (“Rather Hitler than Blum”)
şeklinde izah edilebileceğini vurgulamaktadır (akt. Jackson, 2003:114).
49
Avrupa’daki tedrici faşistleşmenin savaşın hemen öncesinde geldiği noktayı kavrayabilmek için Slovakya’da
Hlinka Muhafızları’nın üye sayısındaki gelişime bakmak yeterlidir. 1923’te Rodobrana (Hlinka Muhafızları
örgütünün önceli olarak) 5000 üyeye sahipken, 1939’un başlarında Hlinka Muhafızları yaklaşık 250 bin üyeye
sahipti (Jelinek, 1971: 104, dipnot no. 17).
48
14
Ulusal düzeylerde faşistleşme görüldüğü gibi hem boyut hem de iktidara göre
konumlanma bazında çeşitlilikler arz etmektedir. Ancak belirli ortak paydalar bulmak
mümkündür. Anti-sosyalizm, anti-Sovyetizm, yükselen anti-semitizm ortak paydalardan
birkaçıdır. Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi faşizmin doğrudan iktidara geldiği
ülkelerin yanında görünüşte faşist olmayan muhafazakâr diktatörlüklere dönüşen ülkelerde de
güçlü bir faşizm potansiyeli olduğunun ve muhafazakâr diktatörlüklerin sultası altında bu
faşizan potansiyelin işçi örgütlerinin ve sosyalist/komünist partilerin yok edilmesinde oldukça
işlevsel rol oynadıklarının altı çizilmelidir. Bu faşizan potansiyel yönetsel yapılara sirayet
etmiş ve giderek daha etkin bir güç haline gelmiş, Alman faşizminin Moskova’nın dış
semtlerine kadar ilerlemesi sırasında Avrupa’nın Alman yayılmacılığına karşı direncini
oldukça düşürmüştür. Naziler işgal ettikleri ülkelerin çoğunda bu güçleri yönetime getirmiş ve
faşist Avrupa kardeşliği koca bir kıtaya hâkim olmuştur. Faşizan potansiyel ülkelerin antiKomintern pakta katılmalarına yol açmış ve Naziler’in Sovyetler’e karşı seferinde neredeyse
bütün Avrupa ülkelerinin faşistleri birleşmiştir.50
III. AVRUPA GÜVENLİK SİSTEMİNİN ÇÖKÜŞÜ
Paris ve Versailles’ın şartlarının Alman saldırganlığını kesinlikle kışkırtacak şartlar olduğu
konusunda yaygın bir görüş hakimdir. Bu anlamda İngiliz delegasyonunda görevli
Keynes’in51 Versailles’ın aslında bir Kartaca Barışı52 olduğunu ileri sürmesi kesinlikle bu
görüşün en dikkate değer ifadelerinden biriydi. Naziler aşağıda bir örneği verilen şartları,
anlaşmayı Almanya adına kabul eden Sosyal Demokrat ve merkez sağ hükümetlere karşı
büyük bir kitleyi harekete geçirebilmek için kullanmakta gecikmediler:
(…) Almanya, Almanya ve bağlaşıklarının, Müttefikler ve temsil edilen hükümetlere ve
halklarına saldırması sonucu dayatılan savaşın verdirdiği kayıplar ve zarardan sorumlu
olduklarını kabul eder (Versailles Barış Anlaşması’nın 231. Maddesi, Thompson, 1967:
566).
İngiltere ve Fransa bir anlamda bu anlaşmaların gardiyanı olma rolünü üstlendiler,
ancak Almanya’yı Drang Nach Osten53 konusunda serbest bıraktılar. İngiltere geleneksel
Avrupa dengesi politikasına dönmeye hazırlanırken Birinci Savaş’taki Alman katkısını ve
Almanya ile ilgili geçmişi unutmaya hazırdı (Gathrone –Hardy, 1968: 28). Diğer yandan,
savaşta yükü adalı müttefikinden daha ağır olan Fransa buna hazır değildi ve bunu Ruhr’u
işgal ederek de göstermişti. Ancak iç politikasının geçirdiği dönüşümler onun da belirli bir
körlük ve unutkanlık içine girmesine yol açtı. Bir diğer etken de Fransa’nın iki savaş arası
dönemde dış politikasını belirli bir dereceye kadar İngiliz Hariciyesi’nin eylem hattına ya da
davranış kalıplarına bağlamasıdır. Bu bağlılık tam da bahsedilen körlük ve unutkanlığı
besleyen bir vurdumduymazlığa yol açtı. İngiltere, Fransa’nın Almanya’yı dizginleyecek her
adımını bilerek baltaladı. Daha Versailles öncesinde Fransa’nın Almanya’yı bir daha ayağa
50
Sovyetler’i işgali hedefleyen Barbarossa operasyonuna İtalyan, Macar, Slovak Bulgar, Romen, Rus,
Ukraynalı, Belçikalı, İspanyol ve Norveçli askerler de katılmışlardır. Nazi işgaline karşı direniş hareketlerine
sağcı güçlerin de katıldığı ülkeler sadece Almanya önderliğindeki anti-Komintern pakta katılmayan ülkelerdir.
Örneğin Fransa, Çekoslovakya, Polonya ve Yunanistan.
51
Keynes The Economic Consequences of the Peace adlı eserinde Almanya’ya dayatılan şartlar ve
yükümlülüklerin ikinci bir çatışmayı yaratacağını öngördü (Keynes, 1978). Weitz kitabın Almanya’da çok hoş
karşılandığını belirtiyor (Weitz, 2007:38).
52
Kartaca Barışı, Kartaca’nın Pön Savaşları’ndan sonra Roma ile imzaladığı teslim antlaşmalarıdır. Bu
antlaşmalar çok ağır ve onur kırıcı şartlar taşıdığından Kartacalılar bir süre sonra yeniden silaha sarılmak
zorunda kalıyorlardı.
53
Almanlar’ın Doğu Avrupa’ya doğru genişleme siyaseti.
15
kalkamayacak derecede parçalama amacının olduğu bilinmektedir. Fransa Ren kıyısındaki
Alman eyaletlerinin ayrı bir birlik oluşturması teziyle ortay çıktı (Ragsdale, 2004:1) ancak bu
tez ABD ve İngiltere tarafından reddedildi. Örneğin, Fransa ve Belçika’nın Almanya’nın
savaş tazminatını ödememesi üzerine Ruhr’u işgallerini onaylamadığını belli edince işgalciler
hemen geri adım attılar. İngiltere, Fransa’nın iç savaş yaşayan İspanya’da Cumhuriyetçilere
yardım etmesine de açıkça karşı çıktı ve İngiltere’nin desteğini yitirmek istemeyen Fransa bu
isteğe uymak zorunda kaldı (Jackson, 2003: 67).
İngiltere’de ise Neville Chamberlain’in “güvercin” Muhafazakâr hükümetinin dış
politikası özellikle 1930’larda Almanya’yı yatıştırma amacını gütmekteydi. Chamberlain,
özellikle Dış Servis’in ve Hariciye bürokrasisinin önemli bir kısmının 1930’ların özellikle
ikinci yarısındaki muhalefetine rağmen, bu politikaya sıkı sıkıya bağlı kalacaktı. Bu politika
özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da Almanya’nın elini serbest bırakmaktaydı. Chamberlain bu
durumda Almanya ile başı derde girecek ülkenin İngiltere değil SSCB olduğunu her yerde
ifade ediyordu (Admthwaite, 1984:101). Bu politikanın arkasında aslında sürekli Almanya
lehine lobi yapan İngiliz finans burjuvazisinin temsilcileri de vardı. Örneğin İngiliz finans
merkezi City ile ünlü Montagu Norman yöntemindeki İngiliz Merkez Bankası da bu
politikaya destek veriyorlardı (Forbes, 1987).
Avrupa Güvenlik sistemi baştan beri bir güvensizlik ortamı yarattı. Güvensizlik
aslında sadece sistemin kapsadığı ülkelerin tutumlarından kaynaklanmadı, bu süreçten
dışlanan SSCB’nin durumu da başka bir faktör oldu. Dışlanan SSCB daha 1920’lerde bu
güvenlik sisteminin zorla dayatıldığı Almanya için paradoksal bir şekilde sistemden çıkış
kapısı oldu. Almanya dışlanan SSCB ile yakınlaşma yoluna gitti. Liberal demokrasiler için
asıl tehlikeli olan Sovyet-Alman eksenine oturtulmuş bir Doğu Avrupa’ydı. Ancak bu durum,
kıta Avrupa’sını ilgilendiren diğer sorunlar gibi, Fransa için daha yakıcıydı. SSCB ile
Almanya’nın yakınlaşması Fransa’yı Doğu Avrupa ülkeleriyle karşılıklı askeri garanti
antlaşmalarına itti.
SSCB’nin barış görüşmelerinden dışlanmasını asıl isteyenler, Bolşevikler’in iktidara
geldikten sonra ödemeyeceklerini duyurdukları borçların sahipleri Fransız ve Belçikalı
sermaye sahipleriydi ve hükümetleri bu yönde davranmakta tereddüt etmediler. İngiltere’nin
hariciye politikası da SSCB’nin İran ve Afganistan üzerindeki nüfuzu artma emareleri
gösterdiğinde aynı çizgiye gelince, SSCB en azından 1930’ların ortasına kadar Avrupa
siyasetinden göreli bir şekilde dışlanmış oldu.54 1920’lerin sonuna kadar bunu kabullenen
Sovyet hariciyesi de buna göre izolasyonist bir rota takip etti.
Almanya SSCB’ye ilk defa 1922’de yanaştı; Sovyetler ve Almanya bu tarihte Batı’nın
liberallerini bir hayli telaşa düşüren Rapallo Anlaşması’nı imzaladılar.55 Bunun hemen
ardından Fransa karşı adımda gecikmedi ve “küçük ittifak” denilen devletler grubu,
Yugoslavya, Romanya ve Çekoslovakya ile 1924 ile 1926 arasında peş peşe ittifak
anlaşmaları imzaladı. Bu gelişmeler doğal olarak Versailles ve Paris’in yaratmak istediği
güvenlik sistemine indirilmiş darbelerdi, çünkü bu güvenlik sisteminin en temel saiklerinden
biri sisteme dahil ülkelerin böyle gruplaşmalar yaratacak antlaşmalardan caydırılmasıydı.
Daha sonra Fransa’nın garanti verdiği ülkelere İngiltere de garanti verdi ve durum daha
çetrefil bir hal aldı. Bütün bu anlaşmaların konusu Doğu Avrupa’ydı ve bu bölge I. Dünya
Savaşı’nın fitilini ateşleyen bölge olmuştu. Böyle antlaşmalarla oluşturulan kutuplaşmalar bir
ikincisinin de sebebi olacağını haber verir gibiydi.
54
İngiliz hariciyesi SSCB’nin bir Avrupa Devrimi’ne, kendi problemlerinden dolayı, destek olamayacağının
farkındaydı. Onu asıl ürküten SSCB’nin İngiltere’nin Asya’daki dominyonlarına yönelik propagandatif ve silahlı
tehdidiydi (Salzmann, 2003).
55
Bu anlaşma ile Almanya ve SSCB I. Dünya Savaşı’ndan kalan tazminatları karşılıklı olarak talep etmeme
konusunda anlaştılar. Anlaşma aynı zamanda Alman askerlerinin SSCB’de eğitilmesine izin veriyordu.
16
Alman hariciyesinin eylem planı hiç kuşkusuz sistemin en temel parçalayıcısıydı.
Almanya’nın 1920’lerin ortalarından sonra Bismarck’ın bir yarım yüzyıl önce temellerini
attığı savunma kurgusuna geri dönme işaretleri vermesi aslında aynı dönem içinde SSCB ile
kurulan ilişkilerin mantığını gözler önüne seriyordu. Bismarck’ın stratejisi tamamen Alman
politikacıların 19. yüzyılın başından beri hissettikleri yoğun bir korku, hem doğudan hem de
batıdan aynı anda saldırıya uğrama korkusu üzerine kuruluydu.56 Almanya bu stratejiden yola
çıkarak bir tarafın desteğini veya sessiz onayını almadan diğer tarafla uğraşmaktan uzak
durmayı tercih ediyordu. Örneğin 1866’da Habsburglar’la savaşmaya başlamadan önce
Bismarck Fransa’nın sessiz desteğini elde etmişti; aynı durum 1871’de bu defa Fransa için
tezahür edince Rusya ve Avusturya’nın desteği sağlanmıştı. I. Dünya Savaşı’nda
Almanya’nın her iki cephede, hem doğuda hem de batıda savaşması aslında Bismarck’ın
kurgusunun radikal bir şekilde terk edildiğini gösteriyordu.57 Alman hariciyesi bu kurguya
1941’e kadar sekter bir şekilde sadık kaldı ve bu sadakat kendisini SSCB ile liberal
demokrasilere göre daha iyi ilişkiler geliştirme şeklinde ortaya koydu.
Peki ama SSCB bu sessiz anlaşmaya razı mıydı veya SSCB’yi bu sessiz ortaklığa
zorlayan neydi? Gelişmeler SSCB’nin bu kader ortaklığına razı olmadığını, fakat Fransa ve
İngiltere tarafından buna zorlandığını kanıtlar niteliktedir. Önce Versailles, sonra Paris
Konferansı’ndan ve daha sonra da Locarno Antlaşması’ndan dışlanmak SSCB’yi dış
politikada bu zorunlu kader ortaklığına razı etti. Rapallo ile başlayan, arada pek çok inişi ve
çıkışı olan ve Molotov-Ribbentorp Paktı’yla biten süreç aslında SSCB açısından
umutsuzluğun ve korkunun serüvenidir. Birbirini takip eden üç dışişleri komiserinin kişisel
nitelikleri arasındaki farkların önce Avrupa’ya sonra da liberal demokrasilere karşı
umutsuzluğun evrimini göstermesi ilginçtir. 1928’e kadar dış politikayı Sovyetler’in Avrupa
devrimleri olmadan da yaşayabileceğine ve Avrupalı güçlerin, ayrım koymaksızın, tamamının
SSCB düşmanı olduğuna inanan, genelde kapitalist Batı’dan, özelde ise Avrupa’dan nefret
eden ve Slavofil Çarlık hariciyesinden gelme Georgi Çiçerin (1872-1936) yönetmiştir.
1928’den sonra ise görevi Avrupa faşizmini Fransa-İngiltere-SSCB ittifakının
durdurabileceğine inanan, selefi Çiçerin’e göre daha Batılı ve kozmopolit, halefi Molotov’a
göre ise daha entelektüel Maxim Litvinov (1876-1951) üstlenmiştir. 1930’lar boyunca
Litvinov’un bütün ittifak çabalarının Fransız ve İngiliz diplomatlar tarafından boşa
çıkarılması, partinin görevi ondan alıp Vyacheslav Molotov’a (1890-1986) vermesine yol
açmıştır. Sovyet dış politikasının liberal Batı’ya karşı umutsuzluğunun doruğu Molotov’dur.
İşçi sınıfından gelme ve entelektüel yanı zayıf ve tıpkı Çiçerin gibi, kozmopolit/liberal Batı
medeniyetinden nefret eden Molotov için faşist Ribbentorp ile masaya oturmak zor
olmamıştır (Haslam, 1994: 58).
Güvenlik sistemini parçalayan ilk adım Fransa ve Belçika’nın Ruhr’u işgalleridir. Bir
sonraki adım ise Uluslar Birliği’nden SSCB’nin dışlanmasıdır, bu dışlama ve marjinalize
etme sürecinde Almanya’nın hiçbir katkısı yoktur. Daha sonra Doğu Avrupa’nın küçük
devletleri ile Fransa ve İngiltere arasında imzalanan anlaşmalar da SSCB’yi dışarıda
bırakmıştır. Ancak bu durumun SSCB’de yarattığı hayal kırıklığına rağmen, Sovyet hariciyesi
1933’te bir Avrupa Güvenlik Sistemi kampanyası başlatmıştır (Uldricks, 1994). Fakat bu
kampanya da Daladier ve Neville Chamberlain tarafından boşa çıkarılmıştır. Bundan sonra
SSCB’yi 1939’da Almanya ile imzalayacağı anlaşmaya götüren yol açılmıştır.58Ancak bu
56
Bu, deneyimden çıkarılmış bir korkuydu. Prusya, Yedi Yıl Savaşları’nda (1756-1763), batıda Fransa ile,
doğuda ise hem Habsburg İmparatorluğu ile hem de Rusya ile savaşmak zorunda kalmıştı. Bu anlamda savaş,
eğer İngiltere Prusya safında savaşa katılmasaydı, Prusya’nın sonunu getirecekti.
57
Bismarck bu politikada ısrar ettiği için, iplerin gerilmeye başladığı yüzyılın başında I. Wilhelm tarafından
istifaya zorlanmıştı.
58
İngiltere ve Fransa’nın SSCB’ye karşı en ‘içten’ ve kararlı adımları Sovyet-Alman anlaşmasının
imzalanmasından hemen önce 1939’dadır Jackson bu adımın ne kadar ‘içten’ ve ciddi olduğunu anlamamızı
sağlayacak anektodal bir anlatı sağlar. İngiliz ve Fransız delegasyonları Moskova’ya olabilecek en yavaş şekilde
17
anlaşmadan hemen önce, Almanya Doğu Avrupa’nın küçük devletlerini yutmaya başlayınca,
Fransa ve onun tesiriyle bazı Doğu Avrupa ülkeleri Sovyetler ile askeri güvenlik anlaşması
imzalamıştır. Bu anlaşmalarda bile inisiyatif Doğu Avrupa ülkelerinde değil, Fransa’dadır.
Örneğin Çekoslovakya, Fransa ve SSCB’nin imzaladıkları anlaşma ilginçtir. Bu anlaşmaya
göre eğer Çekoslovakya başka bir gücün saldırısına uğrarsa ve eğer Fransa onun yardımına
koşmazsa, anlaşma gereği SSCB de hiçbir şey yapmayacaktır.
Yukarda verilen örneğin ve savaşa doğru gelişmelerin gösterdiği, Avrupa Kolektif
Güvenlik Sistemi’nin kaderinin aslında Batı Avrupa’nın iki büyük gücünün –ne yazık ki daha
çok da İngiltere’nin - dış politikasına bağlı olduğudur. Avrupa güvenlik sisteminin en büyük
zaafı da budur. Doğu Avrupa ülkeleri geleceklerini böyle bir güvenlik sistemine ve
dolayısıyla Batı’nın liberal demokrasilerine bağlamalarının kefaretini çok acı bir şekilde
ödediler. Bu güvenlik sistemi İngiltere ve Fransa’nın yarattığı suni bir kalkandı.59 Üstelik bu
güvenlik sisteminin küçük ülkeleri Nazizm’in saldırganlıklarına karşı koruduğu (böyle
olmadığı aşikârdır) kabul edilse bile bu ülkelerin halklarını yerel faşistlere karşı korumadığı
reddedilemeyecek bir gerçektir. Hatta bu sistemin bu rejimleri korudukları da iddia edilebilir.
Romanya’da Antonescu, Macaristan’da Horthy, İspanya’da Franco ve diğer türdeşleri bu
güvenlik sisteminden herhalde çok hoşnuttular. Bu hoşnutluk onları Sovyetler’in 1933’te
önerdiği alternatif kolektif güvenlik sistemine derhal cephe almaya ve Fransa ve İngiltere’yi
de aynı tarzda davranmaya sevk etti. Savaşın kaçınılmazlığı kesinleştikten sonra bile
Polonya’nın topraklarına bir tek Kızılordu tümenini sokmayacağını açıklaması bu körlükle
yoğrulmuş hoşnutluğun ürünüdür.
Ancak Sovyetler’in kendi tezleriyle yerinden etmeye çalıştıkları, fakat özellikle Doğu
Avrupa’nın bütün tutucu faşizan güçlerinin desteğiyle ayakta kalan bu sistem yine de
gelişmeler karşısında yıkıldı. Yıkılışa son noktayı da Molotov-Ribbentorp Paktı koydu.
Gelişmeler bu pakta taban hazırladılar. Gelişmeler ayrıntılı olarak incelendiğinde bu sistemi
ayakta tutmaya çalışan Batı demokrasilerinin aslında faşizm karşısında hem söylemsel hem de
kurumsal olarak ne kadar zayıf olduklarını gösterdi.
IV. “DRANG NACH OSTEN”
Hitler’in politikası savaş öncesi dönemde Batı’nın liberallerinin yarattıkları güvenlik sistemi
konusunda ne ölçüde inatçı olduklarını tartmaktı. Bütün adımlar bu politikaya göre atıldı.
Batı’nın Führer’in her adımında sessizliğini bozmaması Hitler ve ekibi tarafından bir sonraki
adım için verilmiş ödün olarak algılandı ve bu adımlar yaşlı Avrupa’yı kendi tarihinin ve
dünya tarihinin en kanlı savaşına götürdü.
İlk sınama 1933’te Hitler iktidara geldiğinde yürütülmekte olan Silahsızlanma
Konferansı’nda ortaya çıktı. Hitler iktidara gelir gelmez 300 bin kişilik bir ordu istediğini
belirtti, fakat bu Versailles’ın şartlarına aykırıydı. Fransa ve İngiltere buna karşı olduklarını
bildirdiler, ardından da Almanya konferanstan çekildiğini ilan etti. Konferansla yetinmedi,
Uluslar Topluluğu’ndan da ayrıldı.60 Bu duruma hiçbir fiili tepki gelmemesi Naziler’i hem
gelirler. Görüşmelere ise hemen başlamak yerine birkaç gün beklerler. Sovyet delegasyonunun şefi Mareşal
Voroşilov’un olası bir askeri paktın en temel noktası, yani eğer bir anlaşma olursa Polonya’nın Sovyet
tümenlerine kendi topraklarından geçme iznini verip vermeyeceği hakkındaki sorusuna cevap veremezler.
Veremezler, çünkü Polonya, İngiltere ve Fransa ile askeri anlaşmasına rağmen, buna izin vermeyeceğini
belirtmiştir. Fransız ve İngiliz delegasyonlarının işi ağırdan almaları karşısında Molotov-Ribbentorp paktı
imzalanır (Jackson, 2003: 74)
59
Crowson, Chamberlain’ın başını çektiği Muhafazakâr Parti çoğunluğunun İngiltere’nin o an için Almanya ile
bir savaşı göze alamayacağını, böyle bir savaşın çöküşü, sömürgelerin kaybedilmesini ve tüm Avrupa’nın
Bolşevizasyonunu getireceğine inandıklarını belirtiyor (Crowson, 1997: 3).
60
İngiltere ve Fransa, SSCB’nin Uluslar Topluluğu’na girmesini 1934’te, yani Almanya ayrıldıktan hemen
sonra kabul ettiler.
18
şaşırttı hem de sevindirdi, artık General Von Seeckt’in61 planını güven içinde
uygulayabilirlerdi. Bir sonraki adımda, Versailles Antlaşması’na göre kaderini plebisitle
belirleyecek olan Saar için Fransa ile 1935’te karşı karşıya gelindi. Bir ara Fransızlar bu
plebisite karşı olduklarını söyleyerek Saar sınırına asker yığdılar. Fakat İngiltere’nin araya
girmesi sonucu Fransa, sonucunun Almanya ile birleşme lehine olacağı kesin olan plebisiti62
kabul etti. Böylece İngilizler’in geleneksel kıtasal denge arayışları Naziler’e uluslararası
planda ilk başarılarını kazandırmış oldu.
Saar’dan sonra sıra antlaşmalar tarafından askersizleştirilen Ren’in batı yakasına geldi.
Ren’in batı yakası konusunda Alman hariciyesi kışkırtıcı bir yol izledi; Aralık 1935’te
imzalanan Fransa-SSCB işbirliği anlaşması hakkında derhal bir yaygara koparıldı ve 7 Mart
1936 sabahı Wehrmacht birlikleri askersizleştirilmiş bölgeye girdiler. Hitler, komutanlarının
Fransa ve İngiltere’nin ortak müdahalesinden duydukları korkuyu önemsemedi (GathorneHardy, 1968: 421). Beklediği de oldu; Fransa Dışişleri Bakanı Pierre Flandin, eğer İngiltere
de destek verirse, Fransa’nın çarpışmaya hazır olduğunu açıkladı, ancak İngiltere’den olumlu
bir yanıt alamadı (Jackson, 2003: 68). Artık Lebensraum63 zamanıydı.
Doğu seferinde ilk hedef fanatik Alman milliyetçilerinin tarihi amacı Avusturya oldu.
Brüning’den sonra onun politikasını devam ettirmeye çalışan Schuschnigg ve ekibi
iktidarlarını hassas dengeler üzerinde sürdürüyorlardı. Olayların baskısı altında Schuschnigg
hükümeti meşruiyet tazelemek için Almanya ile birleşme konusunda bir plebisite gitti.
Aslında Avusturyalılar’ın seçimi daha baştan belliydi ve Anschluss reddedilecekti. Almanya
hemen plebisitin iptalini isteyen bir ültimatom verdi, 11 Mart’ta Avusturya hükümeti plebisiti
iptal ettiğini açıkladı. Fakat hemen ardından Schuschnigg’in istifasını ve yerine SyessInquart’ın atanmasını isteyen ikinci bir ültimatom geldi. Bu ültimatomla birlikte 12 Mart
1938’de Wehrmacht birlikleri Avusturya sınırını geçtiler, Avusturya ordusunun hiçbir direnç
göstermemesi sonucunda Viyana’ya üç saat içinde girdiler. Schuschnigg işgal sırasında
Avusturya ordusunun silah kullanmamasını emretti. Artık bağımsız bir Avusturya yoktu.
Fransa ve İngiltere, aralarında işbirliği anlaşmasının olmamasını bahane ederek Avusturya’nın
yutulmasına ses çıkarmadılar.64 Hitler bu sessizliğin anlamını çabuk kavradı.
Kavrama eylemin öncülüdür, bir sonraki adımda hedefin tanımlanması aslında
Avusturya deneyiminden çıkarılan sonuç vasıtasıyla çok kolaylaştı. Doğu Avrupa’daki Alman
toplumu bir kışkırtma kaynağı olacaktı ve Avusturya’yı saymazsak Almanlar’ın en kitlesel
yaşadıkları yer Birinci Savaş’tan sonra Çekoslovakya’ya bırakılan Südet bölgesiydi. Aslında,
I. Dünya Savaşı sonrası imzalanan anlaşmalar Doğu Avrupa’da içinden çıkılmaz bir azınlıklar
sorunu yaratmıştı. Çekoslovakya’da Macarlar, Rutenyalılar ve Polonyalılar, Romanya’da
Ruslar, Bulgarlar ve Trianon anlaşması ile Romanya’ya bırakılan Transilvanya’da yoğun bir
Macar nüfusu, Yugoslavya’da Sırplar dışındaki milliyetler; bu tablo ayrılıkçı aşırı sağcılığın
doğumu ve Alman saldırganlığının yeterli derecede sadık yerel müttefik bulması için elverişli
zemini sağlıyordu.
Yaklaşık iki milyon Alman’ın yaşadığı Südetlerde bir Nasyonal Sosyalist parti
kuruldu. Bu partinin başında bütün emirleri Berlin’den alan Kurt Henlein vardı ve Avusturya
işgali sonrasında partisinin fanatik sokak grubuna eyleme geçme emri verdi. Nazi propaganda
makinesi vakit kaybetmeden “ezilen Alman ulusu” temasını işlemeye başladı. Bu ortamda
Fransa ile İngiltere, Südet sorununu görüşmek için toplandılar, burada Fransız tezi eğer
61
General Hans von Seeckt (1866-1936), Reichswehr’i yeniden örgütleyen ve onu profesyonelleştiren general.
Recihswehr’i Versailles şartları uyarınca basit bir askeri güç yerine vurucu bir güç haline getirme planına sahipti.
62
Plebisitte Almanya ile birleşme yanlılarının oy oranı %90’a ulaştı, bkz. Gathorne-Hardy (1968: 383).
63
Almanlar’ın tabi yaşam alanı, bu alan genellikle Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmını içerir.
64
Aslında Almanya’nın Avusturya ile her türden birleşme çabası Versailles ve St. Germain anlaşmalarınca
yasaklanmıştı (Pauley, 1995). Ancak gerek İngiltere, gerekse Fransa Anchluss’un gerçekleşmesine ses
çıkarmadılar. Avrupa Güvenlik Sistemi faşist Almanya’yı doğuya doğru genişlemeye teşvik ediyordu. Doğuya,
nereye, kime karşı?
19
Çekoslovakya’ya bir Alman saldırısı olursa derhal ikili bir karşılık verilmesi gerekliliği
üzerine kurulmuştu. Ancak, Fransa’nın istediği bu garantiyi İngiltere vermek niyetinde
değildi. Chamberlain, Daladier’nin Çekoslovakya’yı kurtarma planını alaylı bir şekilde
reddetti:
Bu planı öneren kişinin tek yapması gereken haritaya bakmaktır. Çekoslovakya üç
taraftan Alman topraklarıyla çevrelenmiştir… Bu şartlar altında Çekoslovakya’yı
kurtarmak nasıl mümkün olacaktır? (Gathorne-Hardy, 1968: 467).
Böylece daha Münih öncesinde müdahale etmeme planı galip gelmiş oldu.65 Dikkat edilmesi
gereken husus, bu noktada ne Fransa’nın ne de İngiltere’nin SSCB’yi işin içine karıştırmak
istememeleridir.
Eylül 1938’de Almanlar Çekoslovak sınırına asker yığmaya başladılar. 15 Eylül’de
Chamberlain Hitler’le görüşmek için Almanya’ya gitti. Aslında kendi tezini, yani Südet
bölgesinin kaderini bir plebisit ile belirlemeyi (bu dönemlerin ilginç bir hastalığı olsa gerek
plebisitizm) öneren tezi Hitler’e sunacaktı, oysa Hitler’i dinledikten sonra kendi tezini bir
kenara bıraktı ve bölgeyi Almanya’ya bırakacak bir plana razı oldu, yetmedi Daladier’yi ve
Çekoslovak hükümetini de razı etti. Fransa ve İngiltere kamuoyu bu gelişmelerden çok
rahatsızdı. Chamberlain’in Hitler ile ikinci görüşmesinde Hitler’in istekleri daha da ağırlaştı,
işin içine Rutenyalı, Macar ve Polonyalı azınlıkları da soktu. Chamberlain de konuyu 30
Eylül’de Münih’te toplanan ünlü Dörtlü Konferans’a götürdü. Çekoslovakya’dan delegenin
olmadığı bu konferansta İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya oturup Çekoslovakya’nın
geleceğini belirlediler ve Avrupa Barışı’nı kurtardılar (!) Südet bölgesi silahsızlandırılacaktı
ve Almanya’ya bırakılacaktı. Chamberlain ve Daladier barışı kurtarmış olarak yuvalarına
dönerken66 silahsızlandırılmış bölgeye Alman askerleri akın etti. Artık Çekoslovakya’nın
hesabını tamamen kesmek için son bir adım kalmıştı.
Bu adımı atmak için de Çekoslovakya’nın kurucu ortaklarından Slovaklar’ı kazanmak
yeterliydi. Ayrılıkçı Slovak başbakan Josef Tiszo (1887-1947) Çekoslovak anayasasının
sunduğu federal sistemi yeterli görmüyordu, belirli alanlarda tam bir özerklik istiyordu
(bunların başında da Almanya ile ilişkiler geliyordu). Bu istekler Çekoslovak hükümeti
tarafından karşılanmayınca bağımsızlığı ilan etmeye hazırlanan bir kabine kurdu, hükümet de
bu kabinenin üyelerini ve Tiszo’yu tutuklattı. Tiszo kaçarak kendi “meşru” kabinesi ve
Slovakya adına Almanya ile koruma anlaşması imzaladı. Kapı açılmıştı, Almanya derhal
Slovak bağımsızlığının tanınmasını istedi ve Alman askerleri sınırdan içeri girdiler.
Çekoslovak ordusu, tıpkı Avusturyalılar gibi hiçbir direniş göstermedi ve Prag çabucak düştü.
Aynı anda faşist Macaristan da Rutenya’ya girdi. Artık Çekoslovakya da yoktu. Slovakya
Alman koruması altında bağımsız ilan edildi.
Bu örnekte ilgi çekici olan Slovak Tiszo’nun konumudur. Avusturya’da Syess-Inquart,
Norveç’te Quisling, Fransa’da Laval, Hırvatistan’da Paveliç ve Macaristan’da Szalasi67
65
Çekoslovakya’nın statüsünün gözden geçirilmesini tek isteyen Almanya değildi, Macaristan ve
Çekoslovakya’nın “Küçük İttifak” ortakları Yugoslavya, (sıranın kendisine geleceğini hiç düşünmeden) Polonya
ve Romanya da Çekoslovakya’nın bütünlüğüne dair kendi amaçlarına sahiptiler (Ragsdale, 2004).
66
Chamberlain, İngiltere’ye döndükten sonra, Münih’te barışı kurtardıklarını büyük bir keyifle herkese duyurdu:
“Benim değerli arkadaşlarım, tarihimizde ikinci defa, bir Britanya Başbakanı Almanya’dan onurlu bir barışla
dönmektedir.
Bunun
çağımızın
barışı
olduğuna
inanıyorum”
(http://en.wikipedia.org/wiki/Munich_Conference). Almanya’yı yatıştırma politikasına karşı sıkı bir muhalefet
yürüten Manchester Guardian, Münih’teki trajediyi “düşmanınızı satın alabilmek için arkadaşınızı satmak
şeklindeki akıllıca bir plan” diye niteledi (Ragsdale, 2004:4).
67
Arthur Seyss-Inquart (1842-1946), Avusturyalı Nazi, asılarak idam edildi. Josef Tizso (1887-1947), Slovak
işbirlikçi, asılarak idam edildi. Vidikund Quisling (1887-1945), Norveçli işbirlikçi, kurşuna dizilerek idam edildi.
Pierre Laval (1883-1945), Fransız işbirlikçi, Vichy rejimi başbakanı, kurşuna dizilerek idam edildi. Ferenc
Szalasi (1897-1946), Macar başbakanı ve işbirlikçi, idam edildi. Bu isimlerin oluşturduğu işbirlikçi kitlesine
genel olarak “Quislingler” denilmektedir.
20
Naziler açısından aslında birer piyondan öte rol oynamamalarına rağmen, Nazi Avrupa
düzenine belirli ölçüde bir toplumsal bir taban sağlamak açısından oldukça başarılı oldular.
İşgalden sonra bu tabanı Naziler’in emrine amade bir toplumsal jandarmaya dönüştürmek zor
olmadı. Bu tip jandarmaların yaratılamadığı ortamlarda Naziler kendi yöneticilerini atadılar
ve vahşet diğer bölgelerden daha fazla oldu. Örneğin Çekler ve Polonyalılar bu sınıfa
giriyorlardı.
Polonyalılar’ın trajedisi, Çekler’inkinin tersine, Avrupa trajedisinin başlangıcı oldu.
Çek sorununu halleden Almanya bu defa yüzünü kendi doğusuna, Polonya’ya çevirdi. Sorun
kaynağı aramaya gerek yoktu, Versailles’ın serbest şehir ilan ettiği ve nüfusunun büyük bir
kısmı Almanlar’dan oluşan Danzig68 ve Almanya ile Danzig arasında tesis edilen koridor bu
şansı yarattı. Almanlar soruna el atmadan önce şehir zaten Naziler’in eline geçmişti ve
Naziler şehirde Polonyalılar’a ve Yahudiler’e kan kusturmaya başlamışlardı. Polonya
hükümetinin tepkisi Almanya’yı harekete geçirdi. Ancak bu defa Avusturya ve Çekoslovakya
örneklerinde olmayan bir sorunla yüz yüze geldi, Polonya’nın SSCB ile sınırı vardı ve bir
işgal Almanya’nın o aşamada çarpışmak istemediği SSCB ile karşı karşıya gelmesi demekti.
Bu şartlar altında Alman hariciyesi atağa kalktı ve SSCB’yle bir anlaşma imzalamak zor
olmadı. Bu defa Almanya aldığından çoğunu verdi, Polonya’nın yarısıyla birlikte üç Baltık
cumhuriyeti de SSCB’ye bırakıldı. 1 Eylül 1939’da Alman orduları Polonya sınırını geçtiler,
aynı tarihte SSCB de anlaşmanın kendisine tanıdığı yetkiyle Polonya’nın doğu sınırlarından
girdi ve üç Baltık cumhuriyetini de işgal etti. 3 Eylül’de Fransa ve İngiltere Almanya’ya savaş
ilan ettiler. Polonya sorunu İkinci Dünya Savaşı’nı ateşledi. İlginç olan Avusturya ve
Çekoslovakya konusunda ses çıkarmayan Fransa ve İngiltere’nin Polonya konusunda büyük
bir hassasiyet göstermiş olmalarıdır. Polonya’nın diğer ikisine göre farkı sadece Alman
işgaline değil, aynı zamanda Sovyet işgaline de uğraması oldu.
V. SONUÇLAR
II. Dünya Savaşı’nın öncesinde, 1920 ile 1939 arasında Avrupa tedrici bir faşizanlaşma
sürecine girdi. Bu süreçte Avrupa solunun peş peşe aldığı yenilgilerin önemli bir katkısı vardı.
Bu tedrici sürecin 1941 yılında vardığı noktada, birkaç küçük istisna dışında, bütün Avrupa
faşistti. Avrupa’nın bu ölçüde, Atlantik’ten Urallar’a bu kadar geniş bir coğrafya üzerinde
faşizm yaratabilmesi daha sonraları Avrupalı aydınların maneviyatlarında ve düşünsel
dünyalarında büyük bir kargaşaya ve acıya sebep olacaktır.
Avrupa’da, savaşın ilk iki yılında Wehrmacht’ın gösterdiği olağanüstü başarıları, bu
tabloya baktıktan sonra, artık sadece organizasyon ve insan gücü etkinliğine bağlamak yanlış
olur. Kısa sürede bu ölçüde büyük askeri başarıyı mümkün kılan en önemli etmen işgal edilen
ülkelerin iç politikalarının durumu ve egemen sınıflarının bakış açısıdır. Bu konuda en çarpıcı
örnek kesinlikle Fransa’dır. Fransız ulusunun güvenliğini stratejik açıdan kesinlikle bir
başarısızlık olan Maginot Hattı’na69 bağlamak Fransız generallerinin ve politikacılarının
68
Günümüzde Gdansk.
1928 ile 1931 arasında Fransa’da savaş bakanlığı yapan Andre Maginot’nun önerdiği ve yapımı 1939 yılında
tamamlanan askeri savunma hattı. Fransa’nın Almanya ve İtalya ile sınırları boyunca uzanmaktaydı. Temel
felsefesi stratejik ve geniş ölçekli savunma olan hat esin kaynağını I. Dünya Savaşı’ndaki Verdün, Somme ve
Marne gibi geniş cephe çarpışmalarından almaktaydı. Ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra askeri strateji ve
teknoloji oldukça değişmiş ve motorize saldırı birlikleri (ki Wehrmacht’ın taktik ve stratejisi tamamen bu
unsurlara dayanmakta idi) askeri stratejinin kilit unsuru olmuş, geniş satıhlı savunma anlayışı, motorize
birliklerin ani saldırısı karşısında çabucak çözüleceğinden, gözden düşmüştü; ama Maginot Hattı fikrini ortaya
atanlar bunu görmezden geldiler. Maginot Hattı ilk elden Alman saldırısını durdurmayı ve seferberlik için
yeterince zaman kazanmayı hedeflemekteydi. Burada temel varsayım Alman ordusunun tarafsızlığını ilan etmiş
bulunan Belçika ve Hollanda’ya saldırmayacağı, veya saldırsa bile ilk saldırı dalgasının gücünün Belçika ve
69
21
Alman ordusuyla savaşmayı ne ölçüde istediklerinin göstergesidir. Yunan ordularının Alman
saldırısı karşısında pasifikasyonu, Yugoslav ordusunun Hırvat unsurlarının Alman tümenleri
kapıya dayandıklarında Yugoslavya yerine Almanya’ya bağlılıklarını ilan etmeleri; bütün
bunlar Avrupalı yönetici sınıfların sol karşısında yakalandıkları histerinin ne ölçüde güçlü
olduğunu göstermektedir. Bu korkuyu yaratan tek başına Avrupa solu değildir, Avrupalı
ideologların kısa bir sürede çökecek gözüyle baktıkları SSCB’nin ayakta kalabilmesi ve
üstelik kapitalist Avrupa ekonomik bunalımdan kurtulamazken SSCB’nin yüksek hızlı
ekonomik büyümesi de Avrupalı yönetici sınıfları ürküten bir diğer faktördür.
Faşizm Avrupa’nın pek çok yerinde seçimle işbaşına gelmeye çalıştı, bunda başarılı olduğu
yerlerde hem merkez sol hem de merkez sağ partiler ona olabildiğince yardım ettiler. Bu
durum ve savaş, merkez partilerinin en azından bir çeyrek yüzyıl için prestijlerini en alt
düzeylerine indirdi. Faşist hareketler seçimle işbaşına gelemedikleri yerlerde ise çatışma
çıkarmakta gecikmediler. Zayıf bir ideolojik temele sahip olan Avrupa faşizminin meşruiyet
gibi bir kaygısı vardı ve bu kaygı egemen sınıflarla ilişkisinden kaynaklanmaktaydı. Avrupa
faşizminin iktidar yürüyüşünde etkin olan sadece sokak çeteleri değildi, Avrupalı aydınların
(ve akademisyenlerin) azımsanmayacak bir kısmı da bu yürüyüşe destek verdi. Knut Hamsun,
Martin Heidegger, Vilfredo Pareto, Mircea Eliade, Emil Cioran, Salvador Dali, José Ortega y
Gasset ve Curzio Malaparte bunlardan sadece birkaçıdır.70 Bu aydınlar ideolojik zafiyetin
aşılması yönünde oldukça büyük destek verdiler. Aslında entelektüellerin önemli bir kısmının
iki savaş arasındaki dönemde faşizme, diğer önemli bir kısmının da komünizme yaklaşması,
bu dönemde liberal burjuva düşüncesinin toplumsal ve düşünsel temellerinin aşındığını
göstermektedir.71
Avrupa faşizminin özellikle baskın türleri, bütün tutucu içeriklerine rağmen, iktidara
gelirken kitleleri yeni bir toplumsal düzen, ekonomik kaosun bütün hakkaniyetsizliklerinden
arındırılmış bir düzen hayaliyle harekete geçirdiler. Ancak kapitalistlerin onayı ve devletlu
muhafazakâr güçlerin desteğiyle iktidara gelen faşist güçler, iktidar karşılığında safra atmak
ve bu hayalleri ciddiye alanları tasfiye etmek zorunda kaldılar. Bu süreci David Baker iki
aşamalı bir süreç olarak betimliyor. Baker’a göre faşist hareketler ortaya çıkış veya gelişme
dönemlerinde öncelikle anti-Marxist ve anti-liberal bir retorikle ortaya çıktılar; bu retoriğin
temel unsurlarından biri sömürgen büyük sermayeye karşıtlıktı. Sermayeyi üretken ve üretken
olmayan diye iki kategoriye ayırdılar ve birincisini ikincisinin tahakkümünden kurtarmayı
temel amaç olarak koydular.72 Üretken olmayan, asalak sermaye ayrıca orta sınıfların
yıkımının da nedeni olduğundan bu program dolaylı olarak orta sınıfların durumunu
iyileştirme amacına da hizmet etmiş oldu. Ancak iktidara gelmeden hemen önce ve geldikten
hemen sonra faşist hareketler bu retoriği bir kenara attılar ve büyük iş çevrelerine garantiler
verdiler (Baker, 2006). Bu garantiler daha çok faşist partilerin sadece komünizme karşı
Hollanda’nın silahlı direnişi sayesinde kırılacağıydı. Böylece Alman ordusu sıkı bir şekilde tahkim edilmiş
Maginot Hattı ile baş başa kalacaktı. Ancak Fransa’nın beklentilerinin aksine Almanya doğrudan Maginot
Hattı’na yüklenmek yerine elindeki stratejik üstünlüğe sahip motorize birliklerle önce, tarafsızlıklarını ilan
etmelerini umursamadan Belçika ve Hollanda’ya saldırdı. Belçika ve Hollanda’nın çok fazla direnememeleri, ve
Alman saldırısının Fransa ve İngiltere Genelkurmay heyetlerinin beklentilerinin aksine, geçilmesi imkansız gibi
göründüğünden tahkim edilmemiş Meuse Nehri/Sedan istikameti üstünden başlatılması, Alman panzer
güçlerinin Fransa’nın içlerine akmasına ve Maginot Hattı’nın arkasına sarkmasına sebep oldu. Böylece Maginot
Hattı hiçbir işe yaramadı ve Alman ordusu Fransa’yı bir ay içinde teslim olmaya zorladı.
70
Avrupa’nın tutucu ve liberal düşün adamlarının pek çoğu komünizm tehlikesi karşısında korkuya kapılıp
faşizme ciddi anlamda destek olmuşlardır. Ludwig von Mises’in şu sözleri oldukça iyi bir göstergedir:
“Diktatörlükler kurmak isteyen [İtalyan] Faşizm ve benzeri hareketlerin iyi niyetlerle yüklü oldukları ve şimdilik
Avrupa uygarlığını kurtardıkları reddedilemez. Faşizmin kendi adına kazandığı liyakat tarihte ilelebet
yaşayacaktır” (akt. Raciao, 1996: 3).
71
Bu konuda daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Mazower (2003).
72
Anti-semtizm bu çerçevede daha anlamlı görünmektedir, çünkü üretken olmayan sermaye, bu bakış açısından,
temelde Yahudi sermayesini kapsamaktaydı.
22
mücadele etmeyi değil, büyük sermayeye karşı da (karşı-)devrimi sürdürmek isteyen
kesimlerinin tasfiyesi şeklinde ortaya çıktı. Almanya’da SA’ların yol arkadaşları ve ordu
tarafından katledilmeleri ve İtalya’da kara gömleklilerin bir kısmının kral ve anayasa için
tasfiye edilmeleri bu türden safra atma girişimleridir.
Bu noktada Avrupa faşizminin kapitalizmle ilişkisi ortaya çıkıyor. Faşizm doğarken
kitlesel bir söyleme dayandığı ve geleneksel ya da modern, orta sınıflardan adam devşirdiği
ölçüde anti-kapitalist bir retoriği içeriyor. Ancak iktidara gelmek için bunun yok edilmesi
gerekiyor, iktidar faşizmi kapitalist devletin emrine amade kılıyor. Kapitalist devlet otantik
faşizmin kitleselliğini yok ederek, onun bütün anti-sol/reaksiyoner yönlerini ve yöntemlerini
ve dolayısıyla faşizmi özümsüyor73 ve onu yedeğine alıyor. Artık bu noktadan sonra faşizmi
kapitalist devletin yapısının dışında bir yerlerde aramak anlamsızlaşıyor.
SSCB açısından 1938 ve 1939’da Avrupa’ya bakıldığında ortaya oldukça karamsar bir
tablo çıktı, buna bir de Güney ve Doğu Asya eklenince Sovyet hariciyesini etkisi altına alacak
ve SSCB’nin çözülüşüne kadar sıkacak bir cendere çıktı ortaya. 1930’ların ortasında
Komintern’in bütün üye partilere dayattığı sosyal demokrat veya sosyalist partilerle cepheler
aslında tamamen SSCB’ye karşı saldırganlığı yatıştırma güdüsü taşıyordu, ama bu politika
hemen hemen Avrupa’nın hiçbir ülkesinde tutmadı. 1938’de artık SSCB Doğu Avrupa’da
faşist ülkelerle, Güney’inde genellikle Alman etkisindeki Müslüman ülkelerle ve Doğu
Asya’da Japon işgali altındaki Çin ve Japonya tarafından çevrelenmiş durumdaydı. Bu faşist
cordon sanitaire SSCB’de hiçbir zaman giderilemeyecek bir kuşatılmışlık kompleksi yarattı.
Batılı liberal ülkelerin 1919 ile 1921 arasında beyaz güçlere yardımı da bu komplekse hiç
küçümsenmeyecek bir katkıda bulundu. Ayrıca SSCB, Almanya doğuya yürürken ve savaş
SSCB’ye sıçradıktan sonra Batı’nın tutumunu da hiç unutmayacaktı. Uzun süre açılmayan bir
“ikinci cephe”74 Stalin’in kafasındaki bütün şüpheleri doğrular nitelikteydi. Batı bir şekilde
Naziler’in Sovyet Sosyalizminin sonunu getireceğine inanıyordu ve bunun için harekete
geçmek için hiç acele etmiyordu.
Bu kompleks, savaş sonrasında, özellikle Yalta, Potsdam ve Tahran’da SSCB’nin işgal
ettiği Doğu Avrupa’ya karşı yaklaşımını belirledi. Churchill ve Stalin’in 1944’te
Moskova’daki buluşmalarında Doğu Avrupa’daki nüfuz alanları belirlenirken Stalin’in
tercihlerini bu kuşku yönlendirdi. Paylaşım olabildiğince kesin oranlar üzerinden yapıldı;
Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’da Sovyet nüfuzunun oranı %75-80 olacaktı.
Yugoslavya’da oran yarı yarıya şeklinde belirlenirken Yunanistan tamamen İngiliz kontrolüne
bırakıldı (Fejtö, 1994: 25). Fejtö’nün de belirttiği gibi savaş sonrası Avrupa’yı şekillendirmek
için yapılan üçlü görüşmelerde Sovyet istekleri aslında savaş öncesi kendisini çevreleyen
cordon sanitaire’yi tersine çevirme amacı güdüyordu (Fetjö, 1994: 26). Ancak bir anlamda,
Sovyetler’in uluslararası planda enternasyonalist hedeflerini önleyebilmek ya da onları
küçültebilmek anlamında, faşist cordon sanitaire üstüne düşeni yaptı, Sovyet hariciyesi en
azından cüretkâr Brejnev doktrinine kadar giderilmez bir kuşatılmışlık korkusuna kapıldı.
73
Nuremberg mahkemelerindeki Alman kamu görevlilerinin ve generallerinin tutumları akla geliyor ve insan
sormadan edemiyor; acaba bu vahşeti aslında kim istemişti? İktidara geldikten sonra kendi dehşetengiz
planlarını bu “kader kurbanı” memurlara ve askerlere zorla dayatan Naziler mi yoksa Weimar Cumhuriyeti’nin
ölümünü ne olursa olsun isteyen ve Naziler’e kapıyı açan bu “kader kurbanı” memurlar ve askerler mi? Bu
noktada savaş sırasında Alman donanmasının komutanlığını yapan Amiral Karl Dönitz’in Nuremberg
Mahkemesi’ne yaptığı savunma ilginç bir önek olarak ortada duruyor. Dönitz, ona yapılan suçlamalardan birinin
savaşın gidişini Hitler ile planlamak olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor: “Şimdi onlara tanrı adına
soruyorum, savaş zamanında bir amiral, ülkesinin devletinin başındaki adamla başka ne yapabilir ki?”
(http://en.wikipedia.org/wiki/Karl_D%C3%B6nitz, erişim tarihi: 06.05.2008).
74
1942 ve 1943’te Stalin’in ısrarla açmalarını istediği ikinci Avrupa cephesini açmak için Roosvelt ve Churchill
1944’e kadar, yani Almanya’nın yenileceği kesinleşinceye ve Kızılordu Almanya sınırlarına dayanınca kadar
beklediler. Özellikle Amerikan ve İngiliz medyasının göklere çıkardıkları ünlü Normandiya Çıkarması
gerçekleştiğinde, Kızılordu, Wehrmacht karşısında zaten stratejik üstünlüğü yakalamış ve onu Berlin’e doğru
sürmeye başlamıştı.
23
Faşizm ile emperyalizm ararsındaki ilişkiye de değinmek gerekir. Almanya örneğinde
bu düzlem çakışmıştır ve faşizm Almanya’nın emperyalist güdülerine sonuna kadar sadık
kalmıştır. Bu iki düzlemin çakışmasını yaratan yine Versailles sistemidir, bu anlaşma
Almanya’yı 19. yüzyılın son çeyreğinde, güç bela elde edebildiği birkaç koloniden mahrum
bıraktı ve üstelik yüklediği savaş tazminatlarıyla emperyalist açlığı yüksek Alman tekelci
sermayesini yoğun bir baskının altına soktu. Ayrıca Almanya’ya uygulanan dış ticaret
kontrolü de sermaye yoğunluğu ve ithal girdi gereksinimi yüksek sektörlerde faaliyet gösteren
Alman tekellerinin büyümelerinin önüne önemli bir kısıt koymuş oluyordu. Bu durumda
Alman tekelleri ve bu tekellerle bağları güçlü Alman bürokrasisi bu kısıtları ortadan
kaldıracak bir irade aramaya başladılar ve Nasyonal Sosyalistler bu konuda garanti
verebilecek durumdaydılar. Emperyalizmle faşizm bu noktada örtüştüler. Ancak her zaman bu
uyumu tutturamadılar. Bazı durumlarda Naziler ile Alman askeri ve sivil bürokrasisi ve hatta
Alman tekelleri ayrı düştüler. Örneğin Stalingrad konusunda; Stalin’in adını taşıyan bu şehri
alabilmek Nazi kadrolar ve Hitler açısından dirençli Bolşevizm’e karşı kazanılmış moral ve
fiziksel bir zafer olacaktı. Oysa Alman tekelleri ve bir kısım asker Stalingrad savaşının hiçbir
getirisinin olmadığını ve bu askeri hareketin boş yere asker ve zaman kaybı olduğunu iddia
ediyorlardı. Alman emperyalizmi gözünü Volga’nın güneyindeki Kafkas petrollerine
dikmişken, Stalingrad gibi stratejik açıdan önemsiz bir şehri bir mit haline getirmenin ne
anlamı vardı ki? Ancak bu görüş ayrıklıkları kesin karşıtlık doğurmuyordu.
Avrupa faşizminin, bütün ultra-milliyetçi tonalitesine rağmen, milliyet farkı
gözetmeksizin, kıta çapında bir dayanışma ağı geliştirmesi onun Avrupalı egemen sınıfların
ortak tepkisi olduğunu kanıtlar niteliktedir. İtalyan ve Alman faşizmlerinin İspanyol
kralcı/faşist bloğuna verdikleri aktif destek, İtalya’nın Hırvat ayrılıkçı faşizmini uzun süre
beslemesi (Seton-Watson, 1936:336), Almanya’nın özellikle Avusturyalı Nazilere, Belçikalı
Rexist/faşist harekete, Finlandiya’daki faşist Lapua hareketine ve Slovak faşizmine desteği
kıtasal bir ağla karşı karşıya olduğumuz izlenimi yaratıyor.
Avrupa faşizmi, Avrupa kapitalizminin savunma refleksiydi. Bu refleksin varlığını
bugünden geriye bakıp daha kolay algılayabiliyoruz. Oysa faşizmi sokaklara özgü güncelin
yakıcılığında yaşayanlar açısından faşizm saf şiddet olarak ortaya çıktı. Faşizm daha iki yüz
yıl önce koca bir insan kitlesini arkasına takan ve yeni bir dünya kurmaya başlayan ve yeniyi
kurmanın kendine has umudunun tohumlarını her tarafa saçan bir sınıfın umudu biçmesidir.
Bu umut kırımı kendisini yukarıda anlatılan dört farklı uğrakta var etmiş, tarihsel olarak
zorunlu sonucunu bu dört uğraktan geçerek bulmuştur. Komünist Manifesto’nun
devrimcileştiren burjuvazisi, ülkülerinden ve sözlerinden uzun bir iç savaş sonucunda
vazgeçmiş ve bu vazgeçişin lanetli tohumları kapitalist dünyanın geneline serpilmiştir.
Burjuvazinin sınıfsal reflekslerinin aracı olan ve onları yönlendiren kapitalist devleti
anlamadan faşizmi anlamak mümkün değildir. Aksi takdirde, faşizmin güncel şiddetini
yaşayanların çoğunlukla yaptıkları gibi, “Dünyaya bir Luther, bir Kant, bir Schiller , bir
Beethoven ve bir Brahms vermiş bir ulusun”75 Avusturyalı, sosyopat, başarısız bir ressamı
kendine diktatör olarak seçmesi karşısında şaşkınlığa düşeriz. Burjuvazinin şiddeti karşısında
ölüm korkusunu sürekli yaşayanlar için bu anlaşılabilir bir durum olabilir, oysa biz artık
faşizmin “nereye” kaybolduğunu ve “neye” hizmet ettiğini daha serinkanlı bir şekilde
düşünme şansına sahibiz. Faşizm, açık bir şekilde kapitalist devletin kendisi değil, ama artık
bir yönetsel aracıdır. Kapitalist devlet onu en ücra köşelerine kadar emmiştir ve bu durum
onun etkinliğini arttırmıştır. Ayrıca, faşizm 20. yüzyıl sosyalizmini “korkak” hale getirmiştir
ve onu kabuğuna çekilmeye zorlamıştır. Solun söyleminin ve programının ayrılmaz parçası
olacak demokratizmin ve solun liberal versiyonlarının gelişimine Avrupa faşizminin ve
75
Shirer (1968: 93).
24
Avrupa karanlığının katkısı çok fazladır.76 Bilincin oluşturulması şiddet ile başlar, Avrupa
faşizmi aracılığıyla Avrupa burjuvazisi yeni bir Avrupalı bilinci oluşturmuştur. Ancak bu
bilinç, öyle ya da böyle, onu oluşturan şiddetin ve karanlığın izlerini hala taşımaktadır.
KAYNAKÇA
Adamason, W.L. (1980) “Gramsci’s Interpretation of Fascism”, Journal of the History of Ideas,
41( 4), 615-633.
Adamthwaite, A. (1984) “War Origins Again”, Journal of Modern History, 56(1), 100-115.
Adamthwaite, A. (2009) “The Spanish Civil War Revisited: The French Connection”, The
International Context of Spanish Civil War (ed. G. Johnson) içinde, Londra: Cambrige
Scholars Publishing.
Ash, T. G.(1998) “Europe’s Endangered Liberal Order”, Foreign Affairs, 77(2), 51-65.
Baker, D. (2006) “The Political Economy of Fascism: Myth or Reality, or Myth and
Reality?”, New Political Economy, 11(2), 227-250.
Baranowski, S. (2000) “Nazism and Polarization: The Left and the Third Reich”, The
Historical Journal, 43(4), 1157-1172.
Bel, G. (2006) “The coining of ‘privatization’ and Germany’s National Socialist Party,”
Journal of Economic Perspectives, 20 (3), 187-194.
Benson, L. (2001) Yugoslavia: A Concise History, New York: Palgrave.
Blinkhorn, M. (1994) Mussolini and Fascist Italy, Londra: Routledge.
Bodó, B. (2007) “‘Do not Lead us into (Fascist) Temptation’: The Catholic
Church in Interwar Hungary”, Totalitarian Movements and Political Religions, 8(2), 413-431.
Bouré, P. (2005) The German Revolution 1917-1923, Leiden: Brill.
Brustein, W. ve Bernston, M. (1999) “Interwar Fascist Popularity in Europe and the Default
of the Left”, European Sociological Review, 15(2), 159-178.
Buchanan, T. (2002) “Anti-fascism and Democracy in the 1930s”, European History
Quarterly, 32(1), 39-57.
Carr, E. H. (1981) The Bolshevik Revolution, Vol. 3, Norton: New York.
Craig, G. A. (1948) “Reichswehr and National Socialism: The Policy of Wilhelm Groener,
1928-1932”, Political Science Quarterly, 63( 2), 194-229.
76
İspanya İç Savaşı’nda uluslar arası gönüllülerle birlikte Cumhuriyetçilerin saflarında çarpışanlardan bazıları
çarpışmanın faşizm ile sosyalizm arasında değil, faşizm ile demokrasi arasında olduğunu belirtmişlerdir
(Buchanan, 2002). Bu bakış açısı özellikle Avrupa solunun bütün düşünsel hücrelerine sinmiş ve kalıcı
olmuştur.
25
Corwson, N.J. (1997) Facing Fascism: The Conservative Party and the European Dictators,
Londra: Routledge.
Çukalas, K. (1970) Yunanistan Dosyası, İstanbul: Ant.
Debo, R. K. (1994) “G. V. Chicherin: A Historical Perspective”, Soviet Foreign
Policy 1917-1991 içinde (ed. G. Gorodetsky), Londra: Frank Cass.
Delzell, C. F. (1995) “Fascism in Italy: Origins and Ideology”, On the Origin and
Evolution of European Fascism (ed. Myra Moss) içinde, Claremont, Cal.: The Family of
Benjamin Z. Gould Center for Humanistic Studies, Monograph Series 6.
Diamant, A. (1957) “Austrian Catholics and the First Republic, 1918-1934: A Study in AntiDemocratic Thought”, The Western Political Quarterly, 10(3), 603-633.
Fejtö, F. (1994) Halk Demokrasileri Tarihi, İstanbul: Kavram.
Forbes, N (1987) “London Banks, the German Standstill Agreements and ‘Economic
Appeasement’ in the 1930s”, Economic History Review, XL (4), 571-587.
Gathorne-Hardy, G. M. (1968) A Short History of International Affairs,
Londra: Oxford University Press.
Gerlich, P. ve Campbell, D. (2000) “Austria: From Compromise to Authoritarianism”,
Conditions of Democracy in Europe, 1919–39 (ed. D. Berg-Schlosser) içinde, Chippenham:
St. Martin’s Press.
Goldstein, I (2006) “The Independent State of Croatia in 1941: On the Road
to Catastrophe”, Totalitarian Movements and Political Religions, 7(4), 417–427.
Griffin, R. (2006) “Defining Fascism”, World Fascism: A Historical Encyclopedia (eds.
P.Blamires ve P. Jackson), Santa Barbara: ABC-CLIO.
Haslam, J. (1994) “Litvinov, Stalin and the Road not Taken”, Soviet Foreign
Policy 1917-1991 içinde (ed. G. Gorodetsky), Londra: Frank Cass.
Heiberg, M (2002) “Mussolini, Franco and the Spanish Civil War: An Afterthought”,
International Fascism 1919-1945 (ed. G. Sørensen ve R. Mallett) içinde, Chippenham: Frank
Cass.
Hobsbawm, E. (1994) The Age of Extremes, New York: Pantheon.
Horn, G.R. (1996) European Socialists Response to Fascism: Ideology Activism and
contingency in the 1930s, New York: Oxford University Press.
Howard, N. (2004) “The German Revolution Defeated and Fascism Deferred: The
Servicemen’s Revolt and Social Democracy at the End of the First World War, 1918–1920”,
Opposing Fascism: Community, Authority and Resistance in Europe (eds. T. Kirk ve
A.McEligott) içinde, 12-32, Cambridge: Cambridge University Press.
26
Jackson, J. (2003) The Fall of France, New York: Oxford University Press.
Jelinek, Y. (1971) “Storm-Troopers in Slovakia: The Rodobrana and the Hlinka Guard”,
Journal of Contemporary History, 6(3), 97-119.
Kirk, T. ve A. McEligott(2004) “Introduction: Community, Authority and Resistance to
Fascism”, Opposing Fascism: Community, Authority and Resistance in Europe (eds. T. Kirk
ve A.McEligott) içinde, 1-11, Cambridge: Cambridge University Press.
Keynes, J. M. (1978) Economic Consequences of Peace, Londra: Cambrdige Univ. Press.
Kühnl, R. ve Rabinach, A. G. (1975) “Problems of a Theory of German Fascism: A Critique
of the Dominant Interpretations”, New German Critique, No. 4., 26-50.
Lampe, J.R. (1996) Yugoslavia as History, Londra: Cambridge University Press.
Lewrenz, E. (1979) Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili (çev. Y. Doğan), Ankara: Sol
Yayınları.
Maguire, R.C. (2005) “‘The Fascists…are…to be depended upon.’ The British Government,
Fascists and Strike-breaking during 1925 and 1926”, British Fascism, the Labour Movement
and the State (eds. N. Copsey ve D. Renton) içinde, Londra: Palgrave.
Maier, C.S. (1976) “Review: Some Recent Studies of Fascism”, The Journal of Modern
History, 48(3), 506-521.
Mazower, M. (2003) Karanlık Kıta: Avrupa’nın 20. Yüzyılı, İstanbul: Bilgi Üniversitesi.
Morgan, P. (2003) Fascism in Europe, Londra: Routledge.
Mosse, G.L. (1966) “Introduction: The Genesis of Fascism”, Journal of Contemporary
History, 1(1), 14-26.
Nenni, P. (1973) İspanya’da İçsavaş ve Faşizm, (çev. Orhan Suda) İstanbul:Suda.
Patel, R. ve McMichael, P. (2004) “Third Worldism and the Lineages of Global Fascism: the
Regrouping of the Global South in the Neoliberal Era”, Third World, 25(1), 231-254.
Pauley, B. F. (1995) “Prelude to Disaster: The Evolution of Austrian Fascism”, On the Origin
and Evolution of European Fascism (ed. Myra Moss) içinde, Claremont, Cal.: The Family of
Benjamin Z. Gould Center for Humanistic Studies, Monograph Series 6.
Payne, S. G. (1980) Fascism: Comparison and Definition, Madison: University of Wisconsin
Press.
Payne, S. G. (1995) A History of Fascism 1914-1945, Madison: University of Wisconsin
Press.
Poulantzas, N. (1980) Faşizm ve Diktatörlük, İstanbul: Birikim.
27
Preston, P. (1990) The Politics of Revenge:Fascism and the Military in Twentieth-Century
Spain, Londra: Routledge.
Raciao, R. (1996) “Mises on Fascism, Democracy, and Other Questions”, Journal of
Libertarian Studies, 12(1), 1-28.
Ragsdale, H. (2004) The Soviets, the Munich Crisis and the Coming of World War II, New
York: Cambridge University Press.
Salzmann, S. (2003) Great Britain, Germany and The Soviet Union: Rapallo and After, 19221934, Suffolk: Royal Historical Society.
Seton-Watson, H. (1936) “Europe and the Austrian Problem”, International Affairs, 15(3),
327-350.
Seton-Watson, H. (1966) “Fascism, Right and Left”, Journal of Contemporary History, 1(1),
183-197.
Shirer, W. (1968) Nazi İmparatorluğu I. Cilt (çev. R. Güran), İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi.
Stalin, J.V. (1992) Eserler Cilt 13, İstanbul: İnter Yayınları.
Sternhell, Z. (1994) “Introduction: Fascism as an Alternative Political Culture”, The Birth of
Fascist Ideology: From Cultural Rebellion to Political Reevultion (Z. Sternhell, M. Sznajder
ve M. Asheri ile birlikte), New Jersey: Princeton University Press.
Taylor, A.J.P. (2001) The Course of German History, Londra: Routledge.
Thompson, D. (1967) Europe since Napoleon, New York: Alfred Knopf.
Trotsky, L. (1932) Fascism – What is it?,
http://www.marxists.org/archive/trotsky/works/1944/1944-fas.htm#p7,
(Erişim Tarihi: 02.05.2008).
Trotsky, L. (1933) What is National Socialism?,
http://www.marxists.org/archive/trotsky/germany/1933/330610.htm
(Erişim Tarihi: 02.05.2008).
Weitz, E.D. (2007) Weimar Germany: Promise and Tragedy, New Jersey: Princeton
University Press.
Uldricks, T. J. (1994) “Soviet Securtity Policy in the 1930s”, Soviet Foreign
Policy 1917-1991 içinde (ed. G. Gorodetsky), Frank Cass, Londra
Zetkin, C. (1924) “To the Congress of the German Communist Party”, The Communist
International: Organ of the Executive Committee of the Communist International (“New
Series”), No. 3 (http://www.marxists.org/archive/zetkin/xx/xx/congress.htm).
28
EK 1: AVRUPA İÇ SAVAŞI KRONOLOJİSİ: 1917-1939
1917
Şubat: Rus Şubat Devrimi, Çarlığın yıkılması.
Ekim: Ekim Devrimi, Bolşevik-Sol SD bloğunun iktidarı.
1918
Ocak: Finlandiya’da Devrimci Hükümet’in kurluşu, iç savaş başlangıcı.
Avusturya’da yaygın grevler. 750 bin işçinin greve gidişi.
Mayıs: Finlandiya’da “Beyazların” “Kızılları” yenmesi.
Kasım: Alman donanmasında isyanlar.
Avusturya’da sosyal demokrat işçilerin silahlı birliği, Republikanische Schutzbund’un
kurulması.
1919
Ocak: Berlin’de Spartakist isyanın sağcı Freikorps (terhis edilmiş askerlerin oluşturduğu
paramiliter bir örgüt) tarafından bastırılması, Liebkneckt ve Rosa Luxemburg’un
katledilişleri.
Ocak: Avusturya’da Heimwehr’in kuruluşu.
Mart: Macaristan’da Bela Kun liderliğinde Sovyet’in kuruluşu.
Komintern’in kuruluşu.
İlk İtalyan fascianın kuruluşu.
Nisan: Bavyera’da Sovyet hükümetinin ilan edilişi.
Mayıs: Bavyera Sovyeti’nin ordu ve Freikorps tarafından devrilişi.
Temmuz: Slovakya Sovyeti.
Ağustos: Macar Sovyeti’nin Çek, Yugoslav ve Romen’ler tarafından devrilişi.
Slovak Sovyeti’nin yıkılması.
1920
Şubat: NSDAP’ın kurluşu.
Mart: Sağcı Kapp darbesi.
Eylül: Kuzey İtalya’da işçi işgalleri ve işçi Sovyetleri. Bazı ordu birliklerinde isyanlar.
Kasım: Yugoslavya’da seçimlerde yeni kurulan Yugoslavya Komünist Partisi’nin 58
milletvekilliği kazanması. Komünist aktivitelerin hemen yasadışı ilan edilmesi.
Aralık: Macaristan’da Amiral Horthy’nin naip ve devlet başkanı olarak atanması.
1921
Nazi SA (Hücum Kıtaları) organizasyonunun kuruluşu.
Ocak: İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluşu.
Şubat: İtalya’da faşistler ve Komünistler arasında çarpışmalar.
Haziran: Yugoslavya’da bir komünistin naibin hayatına kastetmesi, bir diğerinin İçişleri
Bakanı’nı öldürmesi. Komünistlerin kitlesel bir şekilde tutuklanmaları.
Kasım: İtalyan Faşist Parti’sinin kuruluşu.
29
1922
Ağustos: İtalya’da faşistlerin solcu gruplarla yoğun çatışmaları.
Ekim: Mussolini’nin Roma’ya yürüyüşü.
Aralık: İtalya’da Büyük Faşist Konsey’in kuruluşu.
1923
Romanya’da Ulusal Hristiyan Savunma Birliği’nin kuruluşu.
Temmuz: İtalya’da özellikle sol partileri yasaklayan Acerbo Yasası’nın kabul edilişi.
Ağustos: Macaristan’da Gyula Gömbös’ün Irksal Savunma Partisi’ni kurması.
Eylül: İspanya’da Primo de Rivera’nın askeri darbesi.
Ekim: Almanya’da yaygın komünist ayaklanmalar.
Kasım: Nazilerin “Birahane Darbesi”.
Aralık: İtalya’da Faşist hükümet, Faşist sendikalar ve İtalyan endüstriciler arasında imzalan
Plazza Chigi anlaşması.
1924
Nisan: İtalya’da faşistlere parlamentoda çoğunluğu sağlayan Acerbo Yasası’nın geçirilmesi.
Mayıs: Fransa’da Cartel des Gauches (Sol Kartel) hükümetinin iktidara gelişi
Haziran: İtalya’da faşistlerin Sosyalist milletvekili Mateotti’yi kaçırmaları ve katletmeleri.
1925
Ocak: Mussolini’nin faşist diktatörlüğü ilan edişi.
Haziran: İtalya’da sosyalist milletvekili Mateotti’nin kaçırılışı ve katledilişi.
Temmuz: İngiltere’de kömür madenlerinde geniş katılımlı grevler.
Kasım: Fransa’da Valois’nın La Fascieau’yu kurması.
İngiltere’de çok sayıda komünistin tutuklanması.
1926
Şubat-Haziran:Fransa’da La Fascieau’nun darbe girişimi.
Mayıs: Polonya’da Pilsudski’nin askeri darbesi.
Poretekiz’de Salazar darbesi.
1927
Yunanistan’da aşırı sağcı Ethnikistiki Enosis Ellados (EEE)’un kuruluşu.
Nisan: Avusturya’da Sosyalistlerin seçim başarılarının tetiklediği genel grev ve Heimwehr’in
seferberlik ilanı.
Haziran: Romanya’da Codreanu’nun Archangel Michael Lejyonu’nu kurması.
Temmuz: Avusturya’da işçilerin Adalet Sarayı’nı yakmaları ve gösteriler.
1928
Fransa’da faşizan Croix de Feu hareketinin kuruluşu.
İngiltere’de Imperial Fascist League’in doğuşu.
Nisan: Salazar’ın Portekiz’de Maliye bakanı olarak atanması.
30
1929
Estonya’da Faşist Vaps hareketinin kuruluşu.
Finlandiya’da faşist Lapua hareketinin ortaya çıkışı.
1930
Danimarka’da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin kurluşu.
İngiltere’de Sir Oswald Mosley’in Yeni Parti’yi kurması.
İspnaya’da aşırı sağcı Partido Nacionalista Espanol’un kurulması.
Portekiz’de tek yasal siyasal parti olarak aşırı sağcı Uniao Nacional’in ortaya çıkması.
Mart: Finlandiya’da faşist Lapua hareketinin yarattığı şiddet.
1931
Finlandiya’da faşist Lapua hareketinin darbe girişimi.
Avusturya’da diktatörlüğünü ilan edecek Dollfuss’un şansölye olarak atanması.
Hollanda Nasyonal Sosyalist Hareketinin doğuşu.
Avusturya’da Heimwehr’in darbe girişimi.
1932
Macar Hitlerci hareket örgütünün kurulması.
Genel Hollanda Faşist Birliği’nin kurulması.
Yugoslavya’da Ustaşi’nin ortaya çıkışı.
Şubat: Finlandiya’da Lapua’nın yeni bir darbe girişimi ve hareketin yasaklanması.
Almanya, Romanya, Finlandiya ve Avusturya’da faşist hareket partilerin oylarını arttırmaları.
Kasım: Macaristan’da aşırı sağcı Gyula Gömbös’ün başbakan olması.
1933
Mart: Avusturya’da şansölye Dollfuss’un parlamento’yu dağıtması ve sivil diktatörlük.
1934
Şubat: Fransa’da aşırı sağcıların Stavisky Skandalı’ndan sonra ayaklanmaları.
Avusturya’da silahlı işçi ayaklanması ve ayaklanmanın bastırılması. Sosyal Demokrat
Parti’nin yasadışı ilan edilmesi.
Ekim: İspanya’da, Endülüs’te silahlı işçi ayaklanması, Katalonya’nın bağımsızlık ilanı ve
ordunun bu isyanları bastırması.
1936
Mayıs: Fransa’da Halk Cephesi’nin seçimlerden zaferle çıkması.
Haziran: Fransa’da yaklaşık 2 milyon kişinin katıldığı 12 bin civarında grev.
Temmuz: İspanya’da iç savaşın başlangıcı.
31
1938
Kasım: Fransa’da genel grev.
1939
Nisan: İspanya’da Franco’nun zaferi.
32
Download