Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Nisan 2016 Sayı: 35 Ayl ı k sürel i yay ı n Türkiye Büyük Millet Meclisi 96 yaşında...18 Tarihî, hukuki ve diplomatik boyutlarıyla 1915 Olayları...38 Türkiye-AB Liderler Zirvesi...14 Ahşap kokulu bir dünya mirası: Safranbolu...72 ISSN 2147-6616 9 772147 661000 35 Parlamento TPB Nisan 2016 Sayı: 35 Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet Editör Songül Baş Yazı İşleri Çağla Taşkın Enver Uygun Evren Özesen Gökçe Doru İrem Coşkunseven Nehir Öztürk Nil Özben Orhan Gülenay Pınar Çavuşoğlu Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Tasarım Evrim Uluçay Sinan Günçiner TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili YAYIN KURULU Yahya AKMAN 21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI 23, 24, 25. Dönem Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Ömer Faruk ÖZ Genel Sayman 23. ve 24. Dönem Malatya Milletvekili Ramazan Kerim ÖZKAN 22, 23, 24. Dönem Burdur Milletvekili Genel Koordinatör İsmail Demir Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Özel Matbaası Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6 İvedik/Ostim/ANKARA T: 0312 395 06 08 Basım Tarihi: 01.04.2016 NISAN 2016 İÇİNDEKİLER 38 TARIHÎ, HUKUKI VE DIPLOMATIK BOYUTLARIYLA 1915 OLAYLARI 34 Vatanseverlik lafla değil, ülke menfaatlerini her şeyin Orhan Kilercioğlu: üzerinde tutmak, toplumun birlik ve beraberliğini muhafaza etmek, demokrasiye sahip çıkmakla mümkün olur 78 Türkiye’de siyaset yapmak, Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülâyim: içinde bulunduğumuz coğrafya dolayısıyla hem daha zordur hem de daha fazla sorumluluk gerektirir BÜYÜK MILLET MECLISI 18 TÜRKIYE 96 YAŞINDA 96 Şehirlerimizi mevcut kimliklerini koruyarak küresel ölçekte Çiğdem Karaaslan: söz sahibi yapmak ve tarihe, ekolojiye, şehir belleğine saygılı mekanlar oluşturmak öncelikli hedefimizdir 14 TÜRKIYE-AB LIDERLER ZIRVESI 86 15-22 NISAN TURIZM HAFTASI 106 CHP İSTANBUL MILLETVEKILI ALI ÖZCAN ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI 4 BAŞKAN’IN MESAJI 5 BIRLIK’TEN 7TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE MART 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR 8 HABERLER 14 DÜNYADAN 82 TARIH SAHNESI - DÜNYA KİTAP GÜNÜ 100 ERBAY KÜCET: DELIKANLI TARIHÇILERIMIZ 102 KITAP 104 MÜZIK 105 FILM 107 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI 110 UNUTMAYACAĞIZ DURMADAN YÜKSELEN 26 HİÇ PARLAK, SARI YILDIZ ÇİN HALK CUMHURİYETİ KOKULU 72 AHŞAP BİR DÜNYA MİRASI SAFRANBOLU GELECEĞE 92 GELENEĞI TAŞIYAN SANATÇI EROL AKYAVAŞ BAŞKAN’IN MESAJI MİLLÎ İRADENİN GÜCÜ B irinci Dünya Savaşı sonrasında tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalan Osmanlı Devleti arkasında büyük bir miras bıraktı. Bin yılı aşkın süredir Anadolu topraklarını vatan edinen ecdadımız, bağımsızlık ve devlet geleneği miraslarından yararlanarak bu yıkımın içinden sağ salim çıkmayı başardı. Savaşın ardından parça parça işgal edilen şehirlerimizde di- reniş hareketleri başladı. Millet temsilcileriyle toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararlar hem vatanın düşmandan temizlenmesi hem de ülkede millî iradenin hâkim olması görüşlerine dayanıyordu. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi bu iki önemli görevi bünyesinde birleştirdi. Bu özelliğiyle TBMM savaş şartlarında bile demokrasiyi işletmesiyle dünyaya örnek oldu. Bu ay kuruluşunun 96. yıldönümünü kutlayacağımız Gazi Meclisimiz günümüzdeki sorunlar konusunda da yolumuza ışık tutuyor. I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturan kadronun Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili etnik, mezhepsel, siyasi ayrılıkları bir kenara bırakıp canla başla Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak için çabaladığını biliyoruz. Tüm parlamenter arkadaşlarımın millî iradenin üstünde hiçbir güç tanımadan milletin refahı uğruna çalışan Meclis’in bu tarihî misyonunu özümsediğine inanıyorum. Yanı başımızda süren iç savaş, topraklarımızda yaşanan terör saldırıları, küresel krizler gibi etkenler karşısında TBMM’ye düşen görev, farklılıkları ayrımcılık yönünde körükleyen odaklara karşı birlik duygusunu öne çıkarmaktır. Büyük devlet olmanın yolu iç politikada birliği sağlamak, diğer ülkelerle ilişkilerde buradan gelen güvene yaslanmaktan geçer. Bilindiği gibi terör, en küçük ayrılıktan düşmanlık doğuran bir felakettir. Teröre zemin hazırlanmaması için farklılıkları bir arada, uyum içinde yönetmek TBMM’nin önemli görevleri arasındadır. 96 yılını dolduran Meclis’te bugün hizmet veren 26. Dönem milletvekilleri önlerinde duran tarihî fırsatı iyi değerlendirmelidir. Günümüze kadar askerî darbeler sonrasında sipariş edilerek yazılmış anayasa metinleriyle karşı karşıya kalan milletimize sivil bir anayasa yapmak bu dönemin en önemli gündemi olmalıdır. Millî mutabakata dayanan, insan haklarına saygılı ve teferruatları kanun ile yönetmeliklere bırakarak temel ilkeleri ortaya koyan bir anayasa, günden güne büyüyen ülkemizin gücüne güç katacaktır. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Birinci Meclis’ten başlayarak bugüne kadar TBMM’de görev yapmış ve ebediyete intikal etmiş tüm milletvekillerimizi, vatan savunması uğrunda canını hiçe sayan aziz şehitlerimizi, hain saldırılarda hayatlarını kaybeden vatandaşlarımızı saygıyla anıyorum. Yüce Meclisimizin 96. yılını en samimi duygularımla kutluyorum. 4 96 YIL ÖNCE KURULAN GAZI MECLISIMIZ, SAVAŞ ŞARTLARINDA BILE DEMOKRASIYI IŞLETMESIYLE DÜNYAYA ÖRNEK OLDU. BİRLİK’TEN TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN NEZAKET ZIYARETLERI TÜRK Parlamenterler Birliği (TPB) Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, İstanbul Valisi Vasip Şahin’e nezaket ziyaretinde bulundu. Ülke gündemindeki konuların değerlendirildiği görüşmede, 23, 24 ve 25. Dönem Kayseri Milletvekili ve TPB Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Karayel, 19. Dönem İstanbul Milletvekili ve TPB Genel Sekreteri Kadir Ramazan Coşkun, 23. ve 24. Dönem Malatya Milletvekili ve TPB Genel Saymanı Ömer Faruk Öz, 19. ve 20. Dönem İstanbul Milletvekili ve TPB İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Yusuf Pamuk ile 24. Dönem Sivas Milletvekili ve TPB üyesi Ali Turan yer aldı. Türk Parlamenterler Birliği, geçtiğimiz ay TED Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu’na da bir nezaket ziyareti gerçekleştirdi. Türk Parlamenterler Birliği heyetinde Genel Başkan Nevzat Pakdil’in yanı sıra Genel Sayman Ömer Faruk Öz, Yönetim Kurulu Üyeleri Niğde Milletvekili Alpaslan Kavaklıoğlu, 22, 23 ve 24. Dönem Burdur Milletvekili Ramazan Kerim Özkan, Denetleme Kurulu Başkanı ve 24. Dönem Çankırı Milletvekili İdris Şahin, Denetleme Kurulu Yedek Üyesi ve Burdur Milletvekili Bayram Özçelik, Disiplin Kurulu Başkanı ve 24. Dönem Muğla Milletvekili Ali Boğa, Yüksek Danışma Kurulu Başkanı ve 22, 23. Dönem Sakarya Milletvekili Recep Yıldırım ve TPB Parlamento Dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet yer aldı. 23. ve 24. Dönem Muğla Milletvekili, TED Üniversitesi Koordinatörü Yüksel Özden’in de katıldığı görüşmede, eğitim başta olmak üzere ülke gündeminde yer alan çeşitli konularla ilgili fikir alışverişinde bulunuldu. 5 “HER ZAMAN AHISKA TÜRKLERININ YANINDAYIZ” TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, “Ahıskalı Türkler” isimli belgesel filmin Türkiye galasına katıldı. 1944 yılında SSCB tarafından anavatanlarından sürgün edilen Ahıska Türklerinin yaşadığı acıları, o tarihte 19 yaşında olan Mert Ali Aliyev’in öyküsü etrafında aktaran belgesel filmin galası, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın evsahipliğinde gerçekleştirildi. Katılımcıların duygu dolu anlar yaşadığı galada Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül bir konuşma yaptı. Ahıska’nın Türkiye için önemine işaret eden Bülbül, “Ahıska gönlümüzün müstesna yerinde olan bir coğrafya. Türkiye her zaman farklı soydaş ve akraba toplulukların olduğu gibi Ahıskalıların da yanında yer almıştır, binlerce Ahıskalıya vatandaşlık vermiştir. Sayın Cumhurbaşkanımızın girişimleriyle 600 kadar Ahıskalı aileyi Türkiye’ye yerleştirmiş durumdayız. Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı olarak her zaman Ahıskalıların yanında yer almaktayız” dedi. ERBAY KÜCET’E YENI GÖREVINDE BAŞARI DILEĞI TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, TBMM Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanı olarak atanan Erbay Kücet’i tebrik ederek yeni görevinde başarı diledi. TPB Parlamento Dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet, Eskişehir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü ve Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Kücet’in İlerleyelim Beyler, Fıkır Fıkır Fıkralar, Şirin Şiirler, Yakalatan Şapka, Güncelle Kendini, Hoca Nasreddin’i Nasıl Bilirdiniz?, Kafama Göre Ayakkabı Bulamadım gibi mizah, kişisel gelişim ve çocuk edebiyatı alanlarında pek çok kitabı bulunuyor. 6 BIRLIK’TEN “Ahıskalı Türkler” belgeselinin yapımcılığını Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi üstlendi. Rektör Prof. Dr. Sebahattin Balcı, “Biz bu filmi yaparken dünyaya şunu göstermek istedik: Ne kadar zor durumda olursak olalım, bir olursak, beraber olursak, bir gün bize kucak açacak bir kardeşimizi dünyanın bir yerinde bulabiliriz. Bu ruhu yeniden canlandırmak için filmde bu mesajları verdik” diye konuştu. “HERKESI MEHMET ÂKIF ERSOY KÜLTÜREVI’NI GEZMEYE DAVET EDIYORUZ” İSTIKLAL Marşı’nın yazarı Mehmet Âkif Ersoy’un anısı, TBMM I. Dönem’de milletvekili olarak temsil ettiği Burdur’da yaşatılıyor. Millî Şair’in adını taşıyan Mehmet Âkif Ersoy Üniversitesi’nin eğitim verdiği şehirde, Baki Bey Konağı Mehmet Âkif Ersoy Kültürevi de bulunuyor. 22, 23 ve 24. Dönem Burdur Milletvekili ve Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Ramazan Kerim Özkan, Mehmet Âkif Ersoy’un hayatı ve eserleri hakkında yazılı ve görsel materyallerin yer aldığı Kültürevi’nde Millî Şair’in balmumu heykelinin de büyük ilgi gördüğünü belirterek, “Herkesi Burdurumuzu ve Baki Bey Konağı Mehmet Âkif Ersoy Kültürevi’ni gezmeye davet ediyoruz” dedi. TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE MART 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR KANUN NUMARASI KABUL TARİHİ BAŞLIĞI 6682 09/03/2016 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu 6683 09/03/2016 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu 6684 10/03/2016 11 Nolu Protokol İle Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7 Nolu Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6685 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Bulgaristan Cumhuriyeti Hükümeti ve Yunanistan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Polis ve Gümrük İşbirliği Ortak Temas Merkezi Kuruluş ve İşleyişi Hakkında Anlaşma ile Notaların Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6686 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü Arasında GTÖ Orta Asya Alt Bölge Ofisine Dair Anlaşmaya Yönelik GTÖ Orta Asya Alt Bölge Ofisinin Güçlendirilmesi Konulu Tamamlayıcı Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6687 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Elektrik Enerjisi Mübadelesi İle İlgili Olarak Ortaya Çıkan Borca İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6688 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Sierra Leone Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6689 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Güney Sudan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6690 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Ruanda Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6691 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Zimbabve Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6692 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Jamaika Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6693 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Zambiya Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6694 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Orta Afrika Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6695 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Fildişi Sahili Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6696 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Benin Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6697 10/03/2016 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Ekvator Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İşbirliği Çerçeve Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6698 24/03/2016 Kişisel Verilerin Korunması Kanunu 7 HABERLER “ÇANAKKALE HEM ISTIKLAL HEM ISTIKBAL MÜCADELEMIZ OLDU” “18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 101. Yılı” nedeniyle Çanakkale 18 Mart Stadyumu’nda bir tören düzenlendi. Törene Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal, Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkci, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez katıldı. Şehitler için saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı’nın okunmasının ardından bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çanakkale’de destan yazan şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve şükranla yâd ettiğini belirterek, “Aynı şekilde, binlerce kilometre öteden gelip burada hayatlarını kaybeden, o günden beri topraklarımızda misafir ettiğimiz diğer ülke askerlerini de tazimle anıyorum” dedi. 8 Erdoğan, “Çanakkale Savaşları’nı ‘Bugünümüzü kurtaran, maziye kahramanlığını ve büyüklüğünü iade eden, bu toprakları bize sonsuz vatan yapan bir mücadele’ olarak tanımlayan Gazi Mustafa Kemal’i de rahmetle yâd ediyorum” sözleriyle devam ettiği konuşmasında şu değerlendirmelerde bulundu: “Gazi’nin, ‘Tarihlerini bilmeyen milletler başka milletlerin avı olurlar’ sözünün en müşahhas tezahürü Çanakkale’dir. Çanakkale Zaferi’ni bilmeyenler, bu savaşın nerede, hangi şartlarda, hangi fedakarlıkla yapıldığını anlamayanlar, bugün yaşadıklarımızın manasını da kavrayamazlar. Bunun için ülkemizde Çanakkale Savaşları’nın gerçekleştiği mekanları görmeyen, o havayı teneffüs etmeyen hiçbir evladımız kalmamalıdır. Çanakkale’nin anlamını öğretemediğimiz, bu mücadelenin geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz için ifade ettiği manayı zihnine ve gönlüne nakşedemediğimiz her evladımızın vebali, bu işin sorumlularının üzerindedir.” Konuşmasında “Bundan 101 yıl önce, tarihe gömülmek istenen, Balkan faciasının utancıyla şaşkınlık içinde olan bir millet, Çanakkale’de yeni bir dirilişin, yeni bir şahlanışın destanını yazmıştır” ifadelerini kullanan Erdoğan, “Çanakkale’de verilen mesaj sadece milletimize değil, bütün dünyaya hitap etmektedir. Dönemin tüm savaş yöntemlerinin, denizde, karada, havada en üst düzeyde kullanıldığı Çanakkale Muharebeleri, asıl gücün teknoloji değil, inanç olduğunu dünyaya bir kez daha göstermiştir. Yahya Çavuş bunun ispatıdır, Seyit Onbaşı bunun ispatıdır, ama gözü olup da bunu göremeyenler var. Bunlar bizi aldatmasın, biz aynı şekilde yürüyeceğiz” dedi. Erdoğan, Çanakkale’nin hem istiklal hem de istikbal mücadelemiz olduğunu vurguladı. “Söz konusu ülkemizin ve milletimizin bekası olduğunda yapılması gerekeni yaparız” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, vatanını ve hürriyetini canı pahasına korumaya kararlı bir millet karşısında durabilecek hiçbir kuvvetin olamayacağını ifade ederek, “Bu yönüyle Çanakkale, gözü ve gönlü Türkiye’ye kilitlenmiş milyonlarca mazlum için de umudun adı olmuştur” diye konuştu. İçinde bulunduğumuz bölgenin bugün de tarihî bir yol ayrımında olduğuna işaret eden Erdoğan, “Bu önemli süreçte gözler bir kez daha Türkiye’ye yönelmiş, ümitler bir kez daha bize bağlanmıştır. Karşımızdaki zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, mücadele etmek ve başarıya ulaşmak, millet olarak bizim en önemli vasfımızdır. Gençler sakın umudunuzu yitirmeyin. Allah’ın izniyle bu millet güçlüdür; biz bir ölür, bin diriliriz, bunu böyle biliniz” dedi. Konuşmasında terör olaylarına da değinen Cumhurbaşkanı Erdoğan, şu değerlendirmelerde bulundu: “Söz konusu ülkemizin ve milletimizin bekası olduğunda, hiç kimse kusura bakmasın, yapılması gerekeni yaparız. Bizim tarihimizde kıyım yoktur, bizim tarihimizde katliam yoktur, insanların ve toplumların iliğini sömürme anlayışı hiç yoktur. Dolayısıyla bizim terörle mücadelemizin de bir ahlakı, bir ölçüsü, bir meşruiyeti vardır. Birileri bizi zorladığı, birileri bizden talep ettiği için değil, zaten kendi kültürümüzde var olduğu için bu şekilde davranıyoruz, davranmayı da sürdüreceğiz. Türkiye 3 milyonu aşkın sığınmacıya evsahipliği yaparken bir avuç mülteciye yer bulamayıp Avrupa’nın ortasında bu mazlumları utanç verici şartlara mahkum edenler önce dönüp kendilerine baksınlar. Bizler Çanakkale’deki kahramanların evlatları olarak onların şanına, şerefine, mücadelesine gölge düşürecek en küçük bir yanlışın içinde olmayız. Şehitlerimizin ruhlarını muazzep etmedik, etmeyeceğiz.” Çanakkale Şehitler Abidesi’nde tören düzenlendi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 101. Yılı” nedeniyle Çanakkale Şehitler Abidesi’nde düzenlenen törene de katıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve Çanakkale Valisi Hamza Erkal’ın Çanakkale Şehitler Abidesi’ne çelenklerini sunmasıyla başlayan törende, saygı duruşu ve saygı atışı yapıldı, İstiklal Marşı okundu. Konuşmaların ardından beraberindekilerle birlikte donanma birliklerinin top atışları eşliğinde denizde gerçekleştirdiği geçit törenini ve Türk Yıldızları’nın terörle mücadelede şehit düşenlerin isimlerinin yazılı olduğu uçaklarla yaptığı gösteriyi izleyen Erdoğan, ayrıca şehit mezarlarını ziyaret etti ve anma etkinliği kapsamında düzenlenen hüsnühat sergisini gezdi. 9 TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN VE GRUP BAŞKANVEKILLERI “TERÖR” GÜNDEMIYLE TOPLANDI Grup Başkanvekili İdris Baluken, toplantıda mevcut sorunların çözümüne ve terör olaylarına yönelik somut bir gelişme kaydedilmediğine işaret etti. HDP olarak Meclis’te dört siyasi partinin dahil olacağı bir “Çözüm Komisyonu” kurulmasını teklif ettiklerini dile getiren Baluken, “Parlamentonun çözüm konusunda irade ve inisiyatif sahibi olduğu vurgusunun ön plana çıkması gerektiğini ifade ettik” diye konuştu. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural ise toplantıda siyasi partilerin teröre karşı bakışlarını, tutumlarını ve davranışlarını ortaya koyduklarını ifade ederek, teröre yönelik çok kapsamlı bir mücadele sürdürülmesi gerektiğinin altını çizdi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman, terör olayları konusunda bilgi ve fikir alışverişinde bulunmak üzere Meclis’teki siyasi partilerin grup başkanvekilleriyle bir araya geldi. Toplantıya Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Grup Başkanvekili Naci Bostancı, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili Özgür Özel, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili İdris Baluken ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Grup Başkanvekili Oktay Vural katıldı. Konuyla ilgili olarak TBMM Başkanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın, Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partinin liderlerine mektup göndererek terör faaliyetleri ve tehdidi konusunda bilgi ve fikir alışverişinde bulunulması amacıyla birer grup başkanvekilini toplantıya davet ettiği hatırlatıldı. Toplantıda, grup başkanvekillerinin, partilerinin bakış açıları çerçevesinde görüş ve önerilerini ifade ettikleri kaydedilen açıklamada, “Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devlettir. Devletimizin ve milletimizin bu ve benzeri badireleri aşacağına olan inancımız tamdır. Sorunların çözüm mercii millet iradesinin tecelligahı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir” denildi. Farklı öneriler dile getirildi AK Parti Grup Başkanvekili Naci Bostancı, toplantının verimli geçtiğini belirterek, “Dört grup başkanvekilinin TBMM Başkanı’nın mihmandarlığında bu konuları konuşması önemli ve demokrasimiz adına bir kazançtır. Bundan sonra da gerek duyuldukça bu tür toplantılar yapılacak” dedi. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, CHP olarak bu toplantının bir “liderler zirvesi” şeklinde gerçekleşmesinin teröre karşı verilecek en net cevap, en değerli tavır olduğunu ifade ettiklerini hatırlattı. Söz konusu önerilerini tekrarladıkları bu toplantının yansımalarının son derece önemli olduğunu kaydeden Özel, “Ne konuşulacaksa Meclis çatısı altında konuşulmalıdır” dedi. HDP 10 HABERLER “Barış ve huzurun tesis edilmesi için herkese sorumluluk düşüyor” Öte yandan, 13 Mart 2016 tarihinde Ankara Kızılay’da gerçekleşen bombalı terör saldırısının ardından AK Parti, CHP ve MHP tarafından ortak bir bildiri yayımlandı. AK Parti Grup Başkanvekili Naci Bostancı, CHP Grup Başkanvekili Levent Gök ve MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural’ın imzasının yer aldığı bildiride, “13 Mart’ta Ankara’da doğrudan milletimize yönelmiş vahşi terör saldırısı, bir kez daha milleti ve onun iradesinin temsilcisi olan bizleri derin bir üzüntüye sevk etmiştir” denildi. Ortak bildiride şu ifadelere yer verildi: “Terörün kanlı eylemleriyle yapmaya çalıştığı halkta bezginlik, karamsarlık doğurmak, ortak gelecek duygusuna darbe vurmaktır. Uzun tarih içinde her türlü sorunu ortak dayanışma, kararlılık, cesaretle aşan, kaderini kendi azim ve iradesiyle yazan milletimizin terör karşısında da aynı kararlılıkla davranarak, terörün amacını boşa çıkarttığını görmek bu derin acımız karşısında en önemli teselli kaynağımızdır. Millet iradesinin tecelligahı olan TBMM bu konuda üstüne düşen millî sorumluluğun farkında ve şuurundadır.” KADIN ERKEK FIRSAT EŞITLIĞI KOMISYONU 7 YAŞINDA TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun 7’nci kuruluş yıldönümü Meclis’te düzenlenen bir toplantıyla kutlandı. TBMM Başkanı İsmail Kahraman, toplantıda yaptığı konuşmada, Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren kadın haklarının korunması ve kadın-erkek fırsat eşitliğinin sağlanması yolunda bir dizi reform gerçekleştirildiğini ifade etti. Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun kurulmasının da bu reformların ürünü olduğunu belirten Kahraman, “Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Komisyon’un çalışmalarına ilk günkü heyecanla devam edeceğine ve etkili olmayı, farkındalık üretmeyi sürdüreceğine inanıyorum” dedi. Kahraman, parlamentoların, kadınların temsili ve taleplerinin karşılanması noktasındaki sorumluluğunun demokrasinin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladı. Toplantıya katılan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Bakanlık olarak toplumda kadının güçlenmesi, her türlü imkandan eşit ve adil şekilde faydalanması için gereken hassasiyeti gösterdiklerini söyledi. Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Radiye Sezer Katırcıoğlu ise kadının toplumdaki önemine ve hayatın her alanında sesini duyurması gerektiğine işaret etti. Katırcıoğlu, “Bilinmelidir ki hakkaniyet temelinde yalnızca kadınları değil, ayrımcılığa maruz bırakılmış tüm kesimleri, insan odaklı bir yaklaşımla ele almak gerek. Ancak böyle bakıldığında toplumsal sorunlar kökten çözülür. Kadim medeniyetimizin işaret ettiği yol da budur” dedi. “Türkiye tarihinden, köklerinden, kadim medeniyetinden ilham alarak yükseliyor” Toplantıya Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu da katıldı. Davutoğlu yaptığı konuşmada dünyanın her yerinde savaş, terör, istismar, taciz ve şiddetin önce kadın ve çocukları vurduğunu, onların haklarını gasp ettiğini belirterek, “Oysa annesinin kucağında ölen çocuklar, açlığa teslim olan küçük bedenler, sahile vuran evlatlarımız, insanlığın geleceğiydi. Türkiye bu karamsar tablonun göbeğinde, bu değişim rüzgarlarının ortasında değerlerini kaybetmeden gelişmeye ve ilerlemeye çabalıyor. Bütün dünyaya kendi değerlerinden, insani değerlerden vazgeçmeden değişmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Bugün Türkiye her alanda gelişirken, tarihinden, köklerinden, kadim medeniyetinden ilham alarak yükseliyor” dedi. Konuşmaların ardından başarılı çalışmalarıyla rol model olan ve toplumsal önyargıların yıkılmasına katkıda bulunan kadınlara “Farkındalık Plaketleri” verildi. Ayrıca 1869-1927 yılları arasında Türkiye’de yayımlanan kadın dergilerinden derlenen karikatür ve fotoğrafların yer aldığı sergi katılımcıların beğenisine sunuldu. 11 2016 YILI BÜTÇESİ TBMM GENEL KURULU’NDA KABUL EDİLDİ 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. 2016 yılı bütçesi üzerindeki çalışmalar 26 Şubat’ta başladı. Genel Kurul’un 13 gün ara vermeksizin süren bütçe mesaisi 9 Mart’ta sona erdi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın yönettiği birleşimde, her iki tasarı için de 129 ret oyuna karşılık 301 kabul oyu kullanıldı. Başta milletvekilleri ve bürokratlar olmak üzere bütçe çalışmalarında emeği geçen herkese teşekkür eden Kahraman, 2016 yılı bütçesinin millet ve memleket için hayırlı ve uğurlu olmasını diledi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı’nın kabulü dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’nda bir teşekkür konuşması yaptı. Davutoğlu, “Şundan emin olunuz ki, bugün güvenoyunuza muhatap olan bütçemizin her kuruşu, her PROF. DR. CEVDET ERDÖL ILE “SAĞLIK” SÖYLEŞISI kalemi bizim şerefimiz, onurumuzdur. Her kuruşu son noktasına kadar korunacaktır. Allah bütçemizi bereketli, hayırlı kılsın, milletimize hizmet etme yolunda bizlere yardımcı olsun” dedi. Davutoğlu konuşmasında milletvekillerine “Her birimiz farklı illerden gelmiş olabiliriz, her birimiz farklı siyasi eğilimleri temsil ediyor olabiliriz. Ama nihayetinde bu kürsü, nihayetinde bu yüce çatı, bizim milletimizin istiklalini, istikbalini temsil ediyor. Onun onurunu korumak hepimizin görevi. Bu onuru korumak için de hep beraber Meclisimizin çalışmaları esnasında eleştiriye açık, ama nezaket ve nezaheti de gözeten bir üslup benimsememiz önem taşıyor” çağrısında bulundu. “Geliniz, hangi görüşten olursak olalım, teröre karşı yekvücut olalım” diyen Davutoğlu, “Türkiye’nin her karış toprağında kamu düzeni hâkim olana kadar, demokratik hak ve özgürlükler her yerde egemen kılınıncaya kadar terörle mücadelemiz devam edecektir” ifadelerini kullandı. TBMM ILE BIRUNI ÜNIVERSITESI ARASINDA SAĞLIK PROTOKOLÜ TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi’nin üniversitelerle imzaladığı sağlık protokollerine bir yenisi daha eklendi. Milletvekilleri ve ailelerine yönelik sağlık hizmetlerini kapsayan protokollerin 18’incisi İstanbul Biruni Üniversitesi ile gerçekleştirildi. “Sağlık Hizmet Alım Protokolü”, TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Muhammed Bozdağ ve Biruni Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Adnan Yüksel tarafından imzalandı. TBMM Milletvekili Hizmetleri Başkanlığı’nın çalışmalarıyla daha önce çeşitli illerdeki 17 üniversiteyle sağlık protokolleri yapılmıştı. 22. ve 23. Dönem’de Trabzon Milletvekili, 24. Dönem’de ise Ankara Milletvekili olarak görev yapan Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cevdet Erdöl, Birlik Vakfı Ankara Şubesi’nde düzenlenen söyleşiye konuk oldu. Milletvekilliği döneminde TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanlığı da yapan Erdöl, Türkiye’de sağlık alanındaki gelişmelerden söz ettiği toplantıda, geçtiğimiz yıl Mekteb-i Tıbbiyye-i Şahane Kampüsü’nde (Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü) eğitime başlayan Sağlık Bilimleri Üniversitesi ile ilgili de bilgi aktardı. Söyleşiyi TBMM Başkanı İsmail Kahraman da dinledi. 12 HABERLER TURGUT ÖZAL’IN VEFATININ 23’ÜNCÜ YILDÖNÜMÜ TÜRKIYE Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 17 Nisan’da vefatının 23’üncü yıldönümünde anılacak. Türk siyasetinin unutulmaz isimleri arasındaki Turgut Özal, 1927 yılında Malatya’da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten sonra Elektrik İşleri Etüd İdaresi’nde görev yaptı. 1967-1971 yılları arasında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nı üstlenen Özal, ayrıca Ekonomik Koordinasyon Kurulu, Para ve Kredi Kurulu, RCD Koordinasyon Kurulu ve AET Koordinasyon Kurulu başkanlıklarında bulundu. 1971-1973 yılları arasında Dünya Bankası’nda danışmanlık yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli şirketlerde yöneticilik görevini üstlenen Özal, 1979 yılı sonlarına doğru Başbakanlık Müsteşarı olarak atandı. Aynı dönemde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini de vekâleten yürüttü. Turgut Özal, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra kurulan hükümete Ekonomik İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak atandı. 1982 yılında bu görevinden istifa etti ve 1983 yılında Anavatan Partisi’ni kurdu. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde partisinin birinci gelmesi üzerine hükümeti kurmakla görevlendirilen Özal, Türkiye Cumhuriyeti’nin 19. Başbakanı oldu. 1987 seçimleri sonrasında tekrar hükümeti kurup başbakan olarak görev yaptı. 31 Ekim 1989 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı seçilen Özal, 9 Kasım 1989’dan vefat ettiği 17 Nisan 1993’e kadar bu görevi yürüttü. Türk siyasetinde önemli izler bırakan Turgut Özal’ın ismi, Türkiye’nin pek çok alanda değişim ve dönüşüm geçirdiği yıllarla birlikte anılıyor. MUHSIN YAZICIOĞLU KABRI BAŞINDA ANILDI BÜYÜK Birlik Partisi’nin (BBP) Kurucu Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, vefatının 7’nci yıldönümünde Taceddin Dergahı’ndaki kabri başında anıldı. BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, anma töreninde yaptığı konuşmada, Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendisinden önce vatanını, milletini, devletini, Doğu Türkistan’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Filistin’de, Suriye’de yaşayan mazlumları, Güneydoğu’daki asker ve polisleri düşünen bir lider olduğunu ifade etti. “Bizler şahidiz ki o bir şehittir. Bizler şahidiz ki o tertemiz bir Müslüman’dır” diyen Destici, Muhsin Yazıcıoğlu’nun dünya menfaati, kendisi ve ailesinin istikbali için değil, inandığı değerler, davası, ülkesi ve milleti için siyaset yaptığını söyledi. Destici, Yazıcıoğlu’nu ve onunla beraber hayatını kaybedenleri rahmet, minnet ve şükranla andıklarını ifade etti. Anma törenine Muhsin Yazıcıoğlu’nun eşi Gülefer Yazıcıoğlu, yakınları, sevenleri, siyasetçiler ve partililer katıldı. Törende Yazıcıoğlu’nun kabrine kırmızıbeyaz karanfiller bırakıldı, Kuran-ı Kerim okundu. Muhsin Yazıcıoğlu, 25 Mart 2009 tarihinde Kahramanmaraş’ın Göksun ilçesi yakınlarında helikopterin düşmesi sonucu beraberindeki 5 kişiyle birlikte hayatını kaybetmişti. 13 DÜNYADAN TÜRKİYE-AB LİDERLER ZİRVESİ’NDE TARİHÎ KARARLAR MÜLTECI sorunu ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki müzakere sürecinin masaya yatırıldığı Türkiye-AB Liderler Zirvesi Belçika’nın başkenti Brüksel’de gerçekleştirildi. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AB üyesi 28 ülkenin liderleriyle bir araya geldiği toplantılarda önemli kararlar alındı. Davutoğlu görüşmeler sonrası 14 yaptığı açıklamada, “Bugün (18 Mart) iki sebepten dolayı tarihî bir gün. İlk olarak bugün Türkiye’de Şehitler Günü. Bugün tarihî bir gün, çünkü Türkiye ve AB arasında bir anlaşmaya vardık” dedi. Başbakan Ahmet Davutoğlu Brüksel’de ilk olarak AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, AB Dönem Başkanı ve Hollanda Başbakanı Mark Rutte ile bir araya geldi. Donald Tusk zirve öncesi yaptığı açıklamada 28 üye devletin yanı sıra Türkiye’nin de kabul edebileceği bir anlaşmaya ihtiyaç olduğunu, bu yolda atılan adımları olumlu bulduğunu ifade etti. Tusk, “Üyelik süreci konusunda benim kanaatim, sığınmacı krizinin ötesine geçen AB-Türkiye ilişkilerinin yeniden canlandırılması amacıyla sürecin kullanılması için bir yol bulmamız gerektiği” dedi. Olumlu bir havada geçen toplantılar sonunda Davutoğlu ise şu açıklamayı yaptı: “Birbirimizle görüşlerimizi, endişelerimizi, perspektiflerimizi ve vizyonumuzu paylaştık. Şunu fark ettik ki Türkiye ve AB’nin ortak kaderi, zorlukları vardır ve iki taraf aynı geleceği paylaşmaktadır. Türkiye ile AB arasında kriz yönetiminden ibaret olmayan, daha stratejik bir işbirliğine ihtiyaç vardır.” Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunun derinleştirilmesi ve Suriye mülteci krizinin mümkün olan en az hasarla atlatılması konularının masaya yatırıldığı zirvede Türkiye’nin getirdiği çözüm önerileri beğeni kazandı. Müzakereler sonucunda Türkiye’nin şu anda Ege adalarına yasa dışı yollarla ulaşan mültecileri geri alması, aynı sayıda mültecinin de Avrupa ülkelerine gönderilmesi kararlaştırıldı. Başbakan Davutoğlu, maliyet ve yük paylaşımının adil bir şekilde yapılması konusunda anlaşmaya varıldığını bildirdi. AB’nin Türkiye’ye hibe ettiği 3 milyar avro ile 2018’de verilecek ek 3 milyar avronun sadece Suriyeliler için kullanılacağını söyleyen Davutoğlu, hem Türkiye’de hem de Suriye içindeki güvenli bölgelerde Türkiye’nin Suriyelilere yardımcı olacağını ifade etti. Vize müjdesi Mülteci sorununun yanı sıra zirvenin bir diğer gündem maddesi olan Türkiye’nin AB üyeliği ve bu kapsamda Türk vatandaşlarının Avrupa’da vizesiz seyahat hakkı konusunda da Türkiye için olumlu kararlar alındı. Mültecilerin geri kabul süreciyle birlikte vize serbestisinin başlayacağı, uygulamanın Haziran ayından önce hayata geçirileceği belirtildi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, zirvede AB entegrasyonu kapsamında “Mali ve Bütçesel Hükümler” başlıklı 33’üncü faslın açılmasının kararlaştırıldığını duyurdu. Bu gelişmenin Türkiye’nin AB sürecinde atılan önemli bir adım olduğuna işaret eden Davutoğlu, diğer fasılların açılmasının hızlandırılmasının da müzakerelerde dile getirildiğini söyledi. Davutoğlu’nun Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile gerçekleştirdiği ikili görüşmede AB üyesi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin enerji, yargı ve temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik, eğitim ve kültür ile dış güvenlik ve savunma politikaları fasıllarına yönelik blokajı gündeme geldi. Davutoğlu ve Hollande, AB mevzuatında aday ülkeler ile üye ülke arasındaki anlaşmazlıkta üye ülkenin tercih edilmesi formülünün üstesinden gelecek çözümler üzerine çalıştı. AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ise Türkiye’nin üyelik sürecini canlandırma, sığınmacı krizinde işbirliğini güçlendirme konularında anlaşmaya varıldığını ifade etti. Tusk, Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili büyüklüklerine bakılmaksızın tüm AB ülkelerinin hassasiyetlerini dikkate alan dengeli bir öneri temelinde anlaşma sağlandığını söyledi. Zirveye hazırlık kapsamında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Türkiye’de temaslarda bulunduğunu belirten Tusk, “Üyelik süreci konusunda benim kanaatim, sığınmacı krizinin ötesine geçen AB-Türkiye ilişkilerinin yeniden canlandırılması amacıyla sürecin kullanılması için bir yol bulmamız gerektiği. Bu süreç aynı zamanda Kıbrıs görüşmelerini desteklemek için de bir imkan” ifadesini kullandı. Tusk ayrıca, “Terörizmle mücadele, vize serbestisi ve dış politika konularında işbirliğimiz devam ediyor. Bu da Türkiye ile yapılan müzakerelerin ilerlemesi anlamına geliyor. AB ile Türkiye arasında son derece önemli iki zirvenin tam ortasındayız” dedi. AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker de yaptığı açıklamada, Türkiye ile gelinen noktadan memnun olduğunu dile getirdi. Juncker, “Son dönemde Türk dostlarımızla yoğun müzakereler yürüttük. Bu görüşmelerimiz zorluydu ancak dürüst bir şekilde yürütüldü” dedi. 15 SLOVAKYA’DA KOALİSYON DÖNEMİ SLOVAKYA’DA 5 Mart 2016 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimde genel başkanlığını Başbakan Robert Fico’nun yürüttüğü Sosyal Demokrat Parti sandıktan birinci sırada çıktı. Ancak partinin aldığı yüzde 28,2’lik oy oranı Fico’nun 2012’den bu yana süren tek başına iktidar döneminin sonunun geldiğini gösteriyor. Slovakya makamlarının açıkladığı seçim sonuçlarına göre Sosyal Demokrat Parti yüzde 28,2, Özgürlük ve Dayanışma Partisi yüzde 12, Sıradan Halk ve Bağımsız Kişiler Partisi yüzde 11, Slovakya Halk Partisi yüzde 8,6, Slovakya Bizim Halk Partisi yüzde 8, Biz Aileyiz Partisi yüzde 6,6, Köprü Partisi yüzde 6,5 ve Ağ Partisi yüzde 5,5 oranında oy aldı. Bu sonuçlara göre hiçbir parti tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamıyor. Seçimin ilgi çekici sonuçlarından biri, ana muhalefet partisi Hıristiyan Demokratik Hareketi’nin yüzde 5’lik ülke barajını aşamaması oldu. Slovak Demokratik ve Hıristiyan Birlik-Demokratik Partisi de baraj altında kaldı. 2016’nın ikinci yarısında Avrupa Birliği Dönem Başkanlığını üstlenecek Slovakya’da Robert Fico’nun başbakanlığında merkez sol veya merkez sağ koalisyon hükümeti kurulacağı düşünülüyor. Fico son dönemde Avupa’ya gelen sığınmacılara karşı sert sözleriyle gündeme gelmişti. KAZAKİSTAN’DA 3 PARTİ PARLAMENTODA KAZAKISTAN’DA 20 Mart 2016 tarihinde gerçekleşen milletvekili seçimlerinin sonuçlarına göre yüzde 7 oranındaki seçim barajını aşan üç parti mecliste temsil edilmeye hak kazandı. Ezici çoğunluğu elde eden Nur Otan Partisi yüzde 82,15, Demokrat Parti Ak Jol yüzde 7,18 ve Kazakistan Komünist Halk Partisi yüzde 7,14 oranında oy aldı. Seçime katılıp barajı aşamayan partiler ise şöyle sıralandı: Avul Halkın Demokratik Yurtsever Partisi (yüzde 2), Ulusal Sosyal Demokrat Parti (yüzde 1,18), Birlik Partisi (yüzde 0,29). 9 milyon 791 bin kayıtlı seçmenin bulunduğu Kazakistan’da seçime katılma oranının yüzde 71 olduğu açıklandı. Seçmenler 65’i yurt dışında olmak üzere 9 bin 840 sandıkta oy kullandı. Kazakistan’da senato ve meclisten oluşan iki kanatlı bir parlamento yapısı bulunuyor. 5 yılda bir yenilenen mecliste 107 sandalye yer alıyor. Milletvekillerinin yüzde 98’i seçim barajını aşan partilerin listesinden seçilirken, 9 milletvekili de ülkedeki etnik unsurların yönetimde temsilini sağlamak amacıyla oluşturulan Kazakistan Halklar Asamblesi tarafından meclise gönderiliyor. 16 DÜNYADAN İSPANYA’DA HÜKÜMET KURULAMADI İSPANYA’DA 20 Aralık’ta yapılan genel seçimler sonrasında sandıktan birinci çıkan Halk Partisi lideri ve Başbakan Mariano Rajoy’un, kendisine destek veren hiçbir siyasi parti bulamadığından hükümet kurma görevini kabul etmemesi üzerine Sosyalist İşçi Partisi’nin lideri Pedro Sanchez’in giriştiği hükümet kurma çabaları sonuçsuz kaldı. Sanchez’in hazırlayıp güvenoyuna sunduğu kabine listesi iki tur oylamada da yeterli çoğunluğu sağlayamadı. Böylece diktatör Franco’nun 1975 yılındaki ölümünden sonra gerçekleştirilen serbest seçimlerin ardından ilk kez ikinci tur sonunda bir hükümet parlamentodan güvenoyu alamadı. 350 sandalyeli İspanya Meclisi’ndeki ilk tur oylamada 130 “evet”, 219 “hayır” oyu ile bir “çekimser” oy çıktı. İkinci tur oylamada ise tek oyu bulunan Kanarya Adaları Koalisyonu’nun çekimser oyunu “evet”e çevirmesiyle sonuçlar, 131 “evet” ve 219 “hayır” olarak belirlendi. İspanya Anayasası hükümet kurulamaması halinde sürecin yönetimini Kral’a devrediyor. 19 Haziran 2014’te babası Juan Carlos’un yerine tahta geçen 6. Felipe’nin, İspanya tarihinde ilk kez genel seçimden sonra siyasi parti liderleriyle üçüncü tur görüşmeleri başlatacağı düşünülüyor. Liderlerin bir hükümet formülü üzerinde anlaşamaması durumunda 26 Haziran’da erken seçim yapılması planlanıyor. DIŞİŞLERİ’NDEN ERMENİSTAN VE YUNANİSTAN’A TEPKİ ERMENISTAN Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ı kapsayan bir dizi seyahat gerçekleştirdi. Sarkisyan’ın, ziyaretlerinin önemli bir bölümü ile Rum ve Yunan heyetleriyle düzenlediği basın toplantılarında 1915 Olayları’nı öne çıkarması dikkat çekti. Sarkisyan, Yunanistan’daki çalışmaları kapsamında Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras ve Cumhurbaşkanı Pavlopulos ile bir araya geldi. Görüşmelerin ardından yapılan açıklamalarda, Sarkisyan, Pavlopulos ve Çipras, 1915-1922 tarihleri arasında Anadolu’da yaşanan trajedilerin Türklerin sorumluluğunda olduğunu, bu dönemde bir “soykırım” yaşandığını iddia etti. Serj Sarkisyan’ın Güney Kıbrıs’taki temaslarına Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis’in, “Kıbrıs ve Ermeni halkı aynı saldırganlığın kurbanı oldu, sözlüklerinden kadercilik kelimesini çıkardı ve uluslararası sahnede hukuk ilkelerinin hüküm sürmesi için mücadele etti ve ediyor” sözleri damgasını vurdu. Sarkisyan’ın ErmeniRum dostluğunun nişanesi olarak Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne armağan ettiği anıtın açılışında konuşan Anastasiadis, daha sonra Sarkisyan’ın “Ermeni soykırımı anıtı” ziyaretine eşlik etti. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç, Ermenistan-Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasındaki temaslara ilişkin sorulan bir soruya, Bakanlık internet sitesinde de yayımlanan şu karşılığı verdi: “Söz konusu açıklamalar Yunanistan ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin ve dayanışmanın Türk kimliğine yönelik ortak bir husumet ve karalama üzerine inşa edildiğini gösteren hastalıklı bir anlayışın ürünüdür. Türkiye ve Türk milleti, hukuk dışı, gerçeklikten kopuk, tek yanlı ve saplantılı bir tarih dayatmasını her fırsatta gündeme getirenlere hiçbir şekilde itibar etmeyecektir.” 17 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ 96 YAŞINDA 18 TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN YASAMA ORGANI TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI, 96 YILDIR TÜRK MILLETININ TEMSILCILERININ BIR ARAYA GELDIĞI, ULUSLARARASI SAYGINLIĞA SAHIP BIR PARLAMENTO OLARAK GÖREV YAPIYOR. MILLÎ MÜCADELE’YI YÖNETMESINDEN DOLAYI “GAZI MECLIS” ADIYLA DA ANILAN TBMM, ÇAĞIN ŞARTLARINA UYGUN, ÇAĞDAŞ DEMOKRASILERIN KAZANIMLARINI BENIMSEMIŞ YAPISIYLA MILLETIMIZIN GELECEĞE GÜVENLE BAKMASINI SAĞLIYOR. ENVER UYGUN 19 T ürkiye’de halkın yönetimde temsili düşüncesi Osmanlı’nın modernleşme tar tışmaları sırasında gündeme gelir. 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe giren Kanun-ı Esasi, o güne dek sınırsız olan padişahın yetkilerini kısıtlayarak yasama sürecinde ikili parlamento yapısını devreye sokar. Seçimle belirlenen parlamenterlerden oluşan, görev yaptığı 6 dönemde de farklı yöntemlerle oluşturulmuş Meclis-i Mebusan ile üyeleri padişah tarafından atanan, üst düzey devlet görevlileri ve yerel kanaat önderlerinden oluşan Meclis-i Âyan, ülkemizdeki ilk meclis örnekleridir. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na katıldığı 1914 yılında Meclis-i Mebusan’da İttihat ve Terakki Partisi parlamentodaki 87 sandalyenin tamamına sahipti. Bu dönemde Meclis-i Ayan’ın yetkilerinden bir kısmı da Meclis-i Mebusan’a kaydırılmıştı. Savaşın sonunda imzalamak zorunda kalınan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından Padişah VI. Mehmed (Vahideddin), 21 Aralık 1918’de Kanun-ı Esasi’den aldığı salahiyetle yeniden seçim yapılması amacıyla Meclis’i feshetti. Ancak savaş sonrası şartları, İstanbul’un işgali gibi sebepler yüzünden yeni bir parlamentonun oluşması uzun zaman aldı. “Son Osmanlı Mebusan Meclisi” olarak da anılan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çekirdeğini oluşturacak VI. Dönem Meclis-i Mebusan ancak 12 Ocak 1920 20 tarihinde toplanabildi. Bu süreçte İstanbul’daki işgal güçlerinin baskıları Meclis’in çalışmasını engeller nitelikteydi. 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, İngiliz silahlarının gölgesindeki Meclis’in millî iradeyi tecelli ettiremeyeceğine inandığından, daha o günlerde parlamentoyu Ankara’ya taşımanın uygun olacağını düşünüyordu. İstanbul’daki oturumlara katılmasa da Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Erzurum Milletvekili olarak kayıtlı bulunan Mustafa Kemal’in amacı, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın hemen ardından vatanın bağımsızlığını savunmak üzere Anadolu’nun hemen her şehrinde ve Rumeli’de kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin Meclis’te çoğunluğunu sağlayarak Millî Mücadele’yi buradan yönetmekti. Atatürk, başlangıçtan itibaren Kurtuluş Savaşı’nın demokratik ilkelerden taviz vermeden, halkın görüşlerini göz ardı etmeden yürütülmesinden yanaydı. 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nin üçüncü maddesinde “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” derken, başkanlığını üstlendiği Erzurum Kongresi’nin (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) kararları arasına “Millî iradeyi hâkim kılmak esastır” yazdıracaktı. Aynı dönemde Balıkesir ve Alaşehir’de toplanan kongrelerde de millî irade vurgusu ön plandadır. Sivas Kongresi’nde (4-11 Eylül 1919) ise MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÖNDERLIĞINDEKI KURTULUŞ MÜCADELESININ DÖNÜM NOKTALARINDAN BIRI 21-22 HAZIRAN 1919 TARIHLI AMASYA GENELGESI’DIR. GENELGENIN ÜÇÜNCÜ MADDESINDE “MILLETIN BAĞIMSIZLIĞINI, YINE MILLETIN AZIM VE KARARI KURTARACAKTIR” IFADESI YER ALIR. direniş güçlerinin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmesi ve başkanlığına Mustafa Kemal’in getirilmesi kararlaştırılır. Mustafa Kemal’e söz veren kimi milletvekillerinin karar değiştirmesi sonucu Müdafaa-i Hukuk Grubu, Meclis-i Mebusan’da çoğunluğu sağlayamaz. Çoğunluktaki Felah-ı Vatan Grubu ise işgal güçlerine karşı sesini yükseltmemektedir. Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu kabul edilen Misak-ı Millî’nin Mustafa Kemal’e gönülden bağlı genç milletvekillerinin Gazi Meclis baskısıyla 12 Ocak 1920 tarihinde bu mecliste kabul edilmesi Çanakkale Savaşları’nda gösterdiği üstün başarılarla ordu içinde ve halk arasında Anafartalar Kahramanı olarak tanınan Mustafa Kemal Paşa, vatanın bağımsızlığı ve millet iradesinin hâkim kılınması için toplum kesimlerini, askerî ve sivil bürok- İngilizlerin tepkisini çeker. İstanbul’un 16 Mart 1920’de resmen işgal edilmesinin ardından Meclis-i Mebusan İngiliz askerleri tarafından basılır ve milletvekillerinin bir kısmı tutuklanır. 21 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI, VATANI DÜŞMAN IŞGALINDEN KURTARAN VE MILLETE BAĞIMSIZLIĞINI KAZANDIRAN MILLÎ MÜCADELE’YI BAŞARIYLA YÖNETMESINDEN DOLAYI “GAZI MECLIS” OLARAK DA ANILIR. rasiyi, diplomatik kanalları, iletişim imkanlarını seferber eder. Lider kişiliği, askerî dehası, öngörüsü ve tarih bilgisi sayesinde Millî Mücadele’nin doğal önderi olur. Ancak o, başarının tek kişiye bağlı olmayacağına inanır, özellikle milletin tamamını ilgilendiren böyle bir konuda ortak iradenin karar mekanizmasında etkin olmasına önem verir. İstanbul Hükümeti’nin işgali kabullenen tavrı karşısında Kurtuluş Savaşı’nın bu şehirden yönetilemeyeceği netleşince Ankara’da yeni bir meclis kurulması için çalışmalara başlayan Mustafa Kemal, yol arkadaşlarıyla birlikte 23 Nisan 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin ilk oturumunu gerçekleştirir. Vatanı düşman işgalinden kurtaran ve millete bağımsızlığını kazandıran Millî Mücadele’yi yönetmesinden dolayı “Gazi Meclis” olarak da anılan I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk oturumu büyük bir coşkuya sahne olur. Hacı Bayram Camii’nde kılınan cuma namazının ardından Ulus’ta toplanan milletvekilleri ile izleyiciler dualar eşliğinde Birinci Meclis Binası’na girer. Oturumun başkanlığını en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey üstlenir. Bir kısmı Son Osmanlı Mebusan Meclisi Üyesi olan 115 milletvekilinin bu- 22 lunduğu toplantının açılış konuşmasında Şerif Bey, “Hilafet ve hükümet merkezinin geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal edildiği, bağımsızlığın her bakımdan kısıtlandığı bilinmektedir. Bu vaziyette baş eğmek, milletimizin kendisine teklif edilen yabancı esaretini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak kararlılığında olan, ezelden beri hür ve bağımsız yaşayan milletimiz bu esareti kesin ve kararlı bir biçimde reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak yüce Meclisini vücuda getirmiştir” ifadelerini kullanır. Ertesi gün yapılan toplantıda Ankara Milletvekili Mustafa Kemal oy birliğiyle Meclis Başkanlığı’na seçilir. I. TBMM Binası, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle 1915 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sosyal tesisi olarak tasarlanır. I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler nedeniyle bitimine çok az kala durdurulan inşaat, yapının parlamento binası olarak kullanıma uygunluğu nedeniyle 1920 yılında tekrar başlar. I. Ulusal Mimarlık Akımı özelliklerini taşıyan binada en fazla dikkat çeken mimari unsur pembe-mor renkli, “Ankara taşı” olarak da bilinen andezitin kullanılmasıdır. 23 Nisan 1920-15 Ekim 1924 tarihleri arasında I. Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası olarak hizmet veren ve Cumhuriyet’in ilanına tanıklık eden yapı daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Merkezi ve Hukuk Mektebi olarak kullanılır. Ardından Millî Eğitim Bakanlığı’na devredilen bina, 1957 yılın- da başlayan çalışmalar sonucu 23 Nisan 1961’den bu yana Kurtuluş Savaşı Müzesi adıyla ziyarete açıktır. Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu, kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanun gibi Cumhuriyet tarihinin önemli gelişmelerinin yaşandığı II. TBMM Binası’nda ilk oturum 18 Ekim 1924 tarihinde gerçekleştirilir. Bu bina Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Merkezi olmak üzere tasarlanmış, ancak I. TBMM Binası yasama çalışmalarının yürütülmesi için yetersiz kalınca Meclis’in taşınması söz konusu olmuştur. Aynı cadde üzerindeki yapı 27 Mayıs 1960 askerî darbesine kadar parlamento binası olarak hizmet vermiştir. 31 Ekim 1981’de Cumhuriyet Müzesi’ne dönüştürülen bina, günümüzde de aynı işlevle her gün yüzlerce ziyaretçiyi ağırlar. Demokrasi abidesi Bugün kullanılan TBMM Binası 6 Ocak 1961 tarihinde hizmete girer. Binanın projesi 1937’de açılan bir yarışmayla kabul edilmiş, eser 1938 yılında Atatürk’ten onay almıştır. Binanın mimarı, aralarında Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Kara Harp Okulu, Yargıtay gibi genç başkent Ankara’nın önemli yapılarına da imza atan Prof. Dr. Clemens Holzmeister’dir. Binanın hemen her unsurunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kudretini, millî egemenliğin önemini, Türk tarihinin şanlı sayfalarını hatırlatan sembolik yapı elemanları bulunur. Askerî darbe dönemlerinde çalışmaları kesintiye uğratılan TBMM her türlü olumsuz gelişmeye rağmen saygınlığını koruyabilmiş bir kurumdur. Geçmişin kötü deneyimlerinden ders çıkarmayı bilen milletle birlikte aynı olumsuzlukların yaşanmaması için günden güne güçlenen bir yapı arz eden Meclis, sivil siyasetin önemini somut bir şekilde gösterir. Kuruluşundan günümüze kadar geçen 96 yılda TBMM, Türk bağımsızlık savaşının yönetilmesinden dünyada lider ülkeler arasında yer almaya uzanan büyük gelişmenin yakın tanığı olmuştur. Meclisimiz, imzaladığı uluslararası antlaşmalar, çıkardığı çağdaş kanunlar, yürütme organının daha sağlıklı denetlenebilmesi için hayata geçirdiği düzenlemeler gibi uygulamalar sayesinde bugün dünyanın saygın 23 DÜNYANIN SAYGIN PARLAMENTOLARI ARASINDA YER ALAN TBMM, MILLETIN KADERINI ETKILEYECEK KARARLARIN ANCAK MILLET TEMSILCILERI TARAFINDAN ALINABILECEĞINI SAĞLAM DURUŞUYLA ORTAYA KOYMAKTADIR. parlamentoları arasında yer alır. Milletin kaderini etkileyecek kararların ancak millet temsilcileri tarafından alınabileceğini sağlam duruşuyla ortaya koyan Gazi Meclis’in günümüzdeki en önemli hedeflerinden biri Türk milletine yakışır bir anayasanın hazırlanabilmesidir. 1 Kasım 2015 tarihinde gerçekleştirilen milletvekili genel seçimi sonucunda oluşan TBMM 26. Dönem’de Adalet ve Kalkınma Partisi 317, Cumhuriyet Halk Partisi 133, Halkların Demokratik Partisi 59, Milliyetçi Hareket Partisi 40 milletvekiliyle temsil edilirken 1 bağımsız milletvekili bulunuyor. İlk kez 5. Dönem’de kadın parlamenterlerle tanışan TBMM’de bugün 24 81 kadın milletvekili görev yapıyor. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesinin ardından 1935 yılında Meclis’e giren kadın milletvekili sayısı 17’ydi. Yapılan ara seçimle bu sayı 18’e yükselmişti. 26. Dönem TBMM’de kanun teklif ve tasarılarının sağlıklı biçimde tartışılıp Genel Kurul’a sunulması için oluşturulmuş 18 ihtisas komisyonu bulunuyor. Uluslararası komisyonların yaptığı çalışmalarla parlamenter diplomasi alanında da adından söz ettiren Meclis’te ülkeler arasındaki ilişkilerin güçlenmesine katkı sağlamak amacıyla 129 ülkeyle kurulmuş parlamentolararası dostluk grubu yer alıyor. 25 HIÇ DURMADAN YÜKSELEN PARLAK, SARI YILDIZ ÇIN HALK CUMHURIYETI 26 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI YÜZÖLÇÜMÜ BAKIMINDAN DÜNYANIN EN BÜYÜK ÜLKELERINDEN BIRI OLMA ÖZELLIĞI TAŞIYAN ÇIN, NÜFUSUYLA DA GÜÇLÜ BIR POTANSIYELI ELINDE BULUNDURUYOR. TARIHINDE ILK DEFA MOĞOLLARIN IŞGALINE UĞRAYAN, AVRUPALI MISAFIRLERI KABUL ETMESININ ARDINDAN DA YÜZLERCE YIL SÜREN IÇ KARIŞIKLIKLARLA MÜCADELE EDEN ÇIN, BUGÜN BATI’YA KARŞI ILIMLI BIR POLITIKA IZLIYOR, EKONOMISIYLE ISE DÜNYAYA HÜKMEDIYOR ADETA. 1949 YILINDA KURULAN ÇIN HALK CUMHURIYETI, KANLI EYLEMLERI, KARDEŞ KAVGALARINI VE KARMAKARIŞIK BIR POLITIKA HAYATINI GERIDE BIRAKIP BAYRAĞINDAKI SARI YILDIZI GÖKLERE TAŞIMAK IÇIN MÜCADELE VERIYOR ON YILLARDIR. PINAR ÇAVUŞOĞLU 27 Ç in medeniyetinin geçmişi MÖ 4000’li yıllara dayanır. Bazı toplulukların bölgede doğu-batı yönünde uzanan Sarı Nehir’in kıyısında yerleşim kurması, bugünkü Çin’in temellerini atar. Bu çamurlu, ancak büyük ve verimli ova bölgedeki topluluklara bol tarım ürünü sunmakla kalmaz, kağıt, barut, pusula gibi insanlık tarihinin en önemli buluşlarına evsahipliği yapar. Çin’de kurulan ilk hanedanın Xia olduğu tahmin edilir. MÖ 16. yüzyıla kadar beş asır boyunca varlığını sürdüren bu hanedanın merkezi, bugünkü Şensi ve Henan eyaletleri arasındadır. Ancak bu kadar uzun süre ayakta kalmış Xia Hanedanı’na ait bulguların yetersizliği nedeniyle Çin tarihinin Shang Hanedanı’yla başladığı kabul edilir. 600 yıl boyunca hüküm sürmüş bu hanedana ait çok fazla arkeolojik veri bulunur. Örneğin, Shangların at evcilleştirdiği; at arabası kullandığı; koyun, köpek ve tavuk beslediği bu veriler ışığında ortaya konulan sonuçlardır. 28 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI Shang Hanedanı’nın yıkılmasının ardından, Batılı bazı bilim adamlarınca Türk kökenli olduğu iddia edilen ve 1000 yıl boyunca varlığını sürdüren Zhou Hanedanı kurulur. Ülke topraklarının genişlediği ve önemli gelişmelerin kaydedildiği bu dönemde fikirleriyle binlerce yıl sonrasında bile etkili olacak Konfüçyüs, Lao-Tse, Mengzi gibi filozoflar yaşar. Çin tarihinde Derebeylik Çağı olarak da anılan Zhou Hanedanı dönemi, Qin Hanedanı’nın kurulmasıyla son bulur. 43 yıl hüküm süren bu hanedan derebeyliğe son verir, ülke topraklarını 36 eyalete böler. Kısa bir süre varlığını sürdüren Qin (Çı-in) Hanedanı, ülkenin Çin adıyla anılmasında etkili olur. Bu dönemde ayrıca askerî ve ticari alanlarda gelişmeler kaydedilir. Ordu güçlendirilir, ölçü ve para birimlerinde düzenlemeler yapılır. Daha önceki hanedanlar döneminde bugün Çin Seddi’nin bulunduğu yere, olası saldırılara karşı toprak tabyalar yaptırılmıştır. Qin Hanedanı döneminde ise tabyaların olduğu yerlere boylu boyunca uzanan, aşılmaz bir duvar örülmesi kararlaştırılır. Qin Hanedanı MÖ 206’da son bulsa da Çin Seddi’nin duvarları MS 1700’lere kadar örülmeye devam eder. MÖ 206’da yönetim Han Hanedanı’na geçer. Bu dönemde iç savaş ve büyük göçler meydana gelir. MS 220’de hanedanın yıkılmasının ardından Wei, Wu ve Shu imparatorlukları kurularak ülke üçe bölünür. Ülkedeki karışıklık MS 600’lü yıllara kadar sürer. 618 yılında Tang Hanedanı’nın kurulması ülkeyi yeniden refaha kavuşturur. Çin’i işgal eden ilk yabancı güç Moğollardır. Cengiz Han’ın 1206 yılından 1227’ye kadar sürdürdüğü mücadele sonucu Moğollar, Sarı Nehir’in kuzeyini ele geçirir. 1271’de ise Moğol Hanı Kubilay, Yuan Hanedanı’nı kurar ve Pekin’i ülkenin başkenti ilan eder. Moğollar tarafından tamamı ele geçirilen Çin, pek çok alanda bu topluluğun kültüründen etkilenir. Bugün bile ülkede Moğolca ÇIN HALKI, YABANCI DEVLETLERI KOVMAK IÇIN 1899 YILINDA BAŞLATTIĞI BOKSÖR AYAKLANMASI’YLA DÜNYANIN BÜTÜN BÜYÜK GÜÇLERINI KARŞISINA ALIR. Kubilay Han konuşan bir nüfus bulunur. Çin’de milliyetçilik duygularının ortaya çıkışı da bu işgalin ardından meydana gelir. Öyle ki Moğolları yenerek 1386’da ülkeye egemen olan Ming Hanedanı’nın ilk işi Cengiz Han Kanunları’nı değiştirmek olur. 1644 yılına kadar süren Ming Hanedanı döneminde Avrupalılar da Çin’i keşfederek yeni pazarlar kurmak üzere bölgeye gelirler. Avrupa zengin Çin’i keşfediyor Ming Hanedanı’na son veren Qing Hanedanı veya Mançurlar, 1912 yılına kadar ülkede egemen olur. 1800’lü yıllarda İngilizlerin büyük bir pazar olarak gördüğü Çin’e birtakım ürünler satmak istemesi ve devletin buna karşı gelmesi Afyon Savaşı’nı başlatır. Çin’in yenilgisiyle sonuçlanan bu savaş sonrası imzalanan antlaşmalarla Çin’de kapitülasyonlar dönemi başlar. Bu savaştan yaklaşık 14 yıl sonra II. Afyon Savaşı meydana gelir; İngiltere ve Fransa Çin’e saldırır. Qing Hanedanı zamanında devlet otoritesi son derece zayıf duruma düşmüştür. İngiltere, Fransa, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri’ne geniş imtiyazlar tanınmış, ülke tam bağımsızlığını kaybetmiştir. 1894 yılında Çin’in Japonya’yla savaşı ise yalnızca Kore’nin bağımsızlığının tanınması ve Tayvan’ın kaybedilmesiyle sonuçlanmaz, Çinlilerde gurur incinmesi ve hayal kırıklığı gibi duyguları had safhaya ulaştırır. Devletinin ne kadar güçsüz olduğunu Qing Hanedanı döneminde tecrübe eden Çin halkı, yabancı devletleri ülkeden kovmak için kolları sıvar. 1870 yılında Qing Hanedanı’na karşı kurulmuş olan Boksör Cemiyeti, 1899 yılında Boksör Ayaklanması’nı başlatır. Bu ayaklanmada cemiyet ve hanedan işgalcilere karşı birlikte mücadele verirler. Cemiyet üyeleri, yabancı ülkelerin Çin’deki temsilciliklerine ve bu ülkelerin Çin’de gerçekleştirdiği imar faaliyetlerine, dolayısıyla burada çalışan kişilere saldırarak ayaklanmayı başlatır. Bu durum başta İngiltere, Fransa, Rusya, ABD olmak üzere o dönemin diğer etkin devletleri Almanya, İtalya, Japonya ve AvusturyaMacaristan’ı da rahatsız eder. Çin bu ayaklanmayla dünyanın bütün güçlü ülkelerini karşısına alır adeta. Sekiz Devlet İttifakı’nı kuran bu devletler çıkan ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırır. On binlerce Çinli öldürülür. Üstelik bu ülkeler Çin’den bir de savaş tazminatı talep edecektir. Bu da ancak Çin’in Avrupa’dan borç almasıyla mümkündür. 29 Kore Savaşı 1911 YILINDA ÇIN’DE CUMHURIYET ILAN EDILDI. KUOMINTANG LIDERI SUN YAT-SEN, HANEDAN HÜKÜMRANLIĞININ SONA ERDIĞINI AÇIKLADI VE ÇIN’IN ILK HÜKÜMETINI KURDU. Boksör Ayaklanması’nın başarısızlıkla sonuçlanması Çinlileri ülkelerinin geleceği açısından daha büyük bir umutsuzluğa sevk eder. Bölge bölge gerçekleşen, örgütsüz bir direnme, Avrupa ülkelerinin sistemli teşkilatlanması karşısında yenilmiştir. 1911’den 1949’a Çin Devrimi olamadı; çünkü Cumhuriyet rejiminin arkasında ona umut bağlamış Çin halkı vardı. 1921 yılında Çin Komünist Partisi’nin kurulması, demokratikleşmenin de adımlarından biriydi. Mao Zedong önderliğinde kurulan parti Marksist-Leninist bir çizgide ilerliyordu. Kuomintang’ın başına ise Sun’un ölümünün ardından Çan Kay Şek geçmişti. Bu Boksör Ayaklanması’nda 1894 yılında kurulmuş bir parti olan iki parti ülkedeki zıt kutuplardı adeta. Rusya’dan da destek alan Kuomintang (Çin Halk Canlanışı) etkin rol üstlenmişti. Qing Çin Komünist Partisi’nin ülke genelinde önlenemez bir yükselişi Hanedanı’nın ülke yönetiminde yetersiz kaldığı düşünülünce 1911 vardı. Çin’de kısa süreli de olsa birlik ve beraberliğin sağlanması yılında Çin’de Cumhuriyet ilan edildi. Kuomintang lideri Sun Yat- Japonya’nın saldırıları sonrasında oldu. Japonya, Sibirya-Mançurya- sen, hanedan hükümranlığının sona erdiğini açıkladı ve Çin’in ilk Vladivostok güzergahındaki Güney Mançurya Demiryolu’nun 1931 hükümetini kurdu. Binlerce yıl boyunca hanedanlar tarafından yılında Mukden yakınlarındaki bölümünün havaya uçurulmasın- yönetilmiş Çin’de yeni rejim ülkenin büyük ailelerini korkuttu. Bazı dan Çin’i sorumlu tuttu, Mançurya’ya saldırarak burada Mançukuo güçlü ailelerin bireyleri kendini imparator ilan ettiyse de başarılı Devleti’ni kurdu. Çin üzerinde Japonya tehdidinin devam ettiği 30 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI Mao Zedong menliğini sürdürdü. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve Japonya’nın zor duruma düşmesiyle, yani Japonya’nın Çin üzerindeki tehdidinin sona ermesiyle ülkedeki milliyetçiler ve komünistler de tekrar kavgaya tutuştu. Çin Komünist Partisi’nin ülkede egemen olmasıyla Kuomintang dağılmaya başladı ve lider Çan Kay Şek Tayvan’a kaçtı. 1947 yılında Mao Zedong Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti. Fakat Tayvan’da da Çan liderliğinde bir hükümet vardı ve Çin’in meşru hükümeti olarak ülkeyi 1970’e kadar Birleşmiş Milletler’de temsil edecekti. Savaş ve kavga nedeniyle geciken reformlar Kültür Devrimi’nde üniversiteli gençler süre boyunca milliyetçiler ve komünistler birlikte hareket etti, ancak kendi aralarındaki çatışmalar, güç gösterileri ve kavgalar hiç bitmedi. Japonya’nın Mançurya’yı işgalinin ardından Milletler Cemiyeti, “Çin’in Mançurya üzerindeki egemenliğinin tanınması, Japon birliklerinin bu ülkeden çekilmesi” kararı aldı. Bu konuda Batılı devletler resmen Çin’in yanındaydı. 1920’lerden itibaren ABD ve Avrupalı devletlere kafa tutan Japonya, Milletler Cemiyeti’nden ayrılarak Mançurya’daki ege- Çin Halk Cumhuriyeti’nde sosyalist rejim egemendi ve bunda Rusya’nın katkıları yadsınamazdı. Ancak Mao, Çin’in kalkınması için tek başına uğraş vermek istiyordu. “Yol ne kadar uzun olursa olsun ilk adım atılmalıdır” sözünün sahibi komünist lider, çok işinin olduğunu biliyordu ve toprakların köylüye verilmesi, eğitimsiz nüfus için okuma-yazma kampanyasının başlatılması ilk adımları oldu. Büyük Atılım Hareketi adı altında gerçekleştirdiği reformlar ise Çin’i sanayi alanında güçlü bir ülke haline getirmek içindi. Bazı kaynaklar milyonlarca Çinlinin zorla devlet çiftliklerinde çalıştırıldığını, komünist düzen sebebiyle halkın mutsuzluğa sürüklendiğini yazar. Elbette Mao, ülkesini ve halkını seven bir lider olarak reformlarını Çin’i gelişmiş ve zengin bir ülke yapmak için uygulamaya koymuştu. Fakat 1959 yılında ülke genelinde büyük bir kıtlık yaşandı ve 40 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Mao döneminde gerçekleşen olaylardan biri de Kore Savaşı’ydı. Çin bu savaşta Kuzey Kore’nin yanında yer aldı. Önceleri savaşa ilgisiz kalmış, çoğunluğu ABD’li olan Birleşmiş Milletler (BM) güçlerinin savaşa müdahale etmesi ve Çin sınırına 31 1966 YILINA GELINDIĞINDE ÇIN KOMÜNIST PARTISI MERKEZ KOMITESI BAŞKANI MAO, BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRIMI’NI BAŞLATTI. AMACI DEVLET KADEMELERINE SIZMIŞ KAPITALISTLERIN ÇIN’E EGEMEN OLMASINI ÖNLEMEK VE ÜLKEDE KOMÜNIZMI YAYMAKTI. dayanmasıyla Kuzey Kore’nin yanında savaşa girme kararı vermişti. Mao döneminin en önemli dış amacı Tayvan’ı yeniden ülke topraklarına dahil etmek iken ülke bir anda Kore Savaşı’na karıştı. Hatta olaylar, bir Çin-ABD savaşı haline geldi. Çin Halk Gönüllü Ordusu ve BM güçlerinin savaşması bir süre sonra masraflı ve gelişme kaydedemez duruma geldi. 1953’teki barış anlaşmaları neticesinde savaş kağıt üzerinde bitti. Güney Kore ve Kuzey Kore arasındaki kavgalar ise devam etti. 1966 yılına gelindiğinde Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı Mao, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlattı. Amacı devlet kademelerine sızmış kapitalistlerin Çin’e egemen olmasını önlemek ve komünizmi ülkede yaymaktı. Başta öğrenciler olmak üzere tüm halkı mücadelesine ortak eden Mao, “Kalbimizdeki kıpkırmızı güneş” hitabıyla selamlanıyordu. Öğrencilerin sokaklara dökülmesi 32 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI nedeniyle okullar kapatıldı; sanat eserleri ve tarihî binalara zarar verildi; kitaplar yasaklandı, yakıldı; ibadethaneler yıkıldı… Mao’nun, çoğunun yaşı 20’ye ulaşmamış öğrenci ve köylülerden kurduğu, 100 milyondan fazla kişiyi içeren, tabancalı-tüfekli Kızıl Muhafızlar’ı Çin’in dört bir yanına dağıldı. Bu durum öyle kontrol edilemez bir du- Başbakan Li Keqiang Devlet Başkanı Xi Jinping ruma geldi ki Mao, düzeni tekrar sağlamak için orduyu devreye soktu. 1969 yılında devrimin bittiğini ilan etse de ülkedeki kargaşa uzun süre durulmadı. Eğitim sistemi, kültür ve bilim gibi ülke gelişimine çok önemli katkıları olan alanlar büyük zarar gördü. Mao’nun 1976’daki ölümünün ardından partinin başına Deng Şiaoping geçti. Devlette köklenmiş komünizm Deng’in iktidar yılları, Çin’de ekonomik reformların büyük ilerlemeler kaydettiği bir dönemdi. Yabancı yatırımlara olumlu bakılması ülkede ziraat alanında bir ferahlama sağladı. Mao’nun hedefi olan endüstriyel gelişme Deng döneminde mümkün oldu. Ancak ülkenin tek sorunu ekonomi değildi. Uluslararası gergin ilişkiler, yoğun nüfusu idare etme zorluğu, daha önceki yıllarda kaybedilmiş topraklar Çin’in büyük sorunları olmaya devam ediyordu. Bununla birlikte Deng’in ekonomik reformları, 1989 yılında Çin’de yaşanan kanlı olayların sebeplerinden biri olarak gösterildi. Tiananmen Meydanı Olayları, hükümet ile üniversite öğrencileri, ülkenin aydın kesimi ve fabrika işçileri arasında meydana gelen, binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan, protestoların ancak ordu müdahalesiyle sonlandığı bir ayaklanma olarak tarihe geçti. 1945’ten 1976’ya kadar politikada Mao’nun etkin olduğu dönemde ülkede komünist bir düzen benimsenmişti. Ancak sonraları, bu düzenin Çin’in gelişimini engellediği düşüncesi oluştu. Bu nedenle de 1982 yılında yeni anayasa kabul edildi. Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk anayasası 1954 yılında yürürlüğe girmişti. Sovyet modelinin örnek alındığı bu anayasa, merkezci bir yönetim sistemi benimsiyordu. 1975 Anayasası ve ardından kabul edilen 1978 Anayasası da ihtiyaca cevap vermeyince 1982 Anayasası yürürlüğe girdi. Ancak bu anayasanın da pek çok maddesinde zaman içinde değişikliğe gidildi; Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası adeta yamalı bohçaya döndü. Üniter devlet yapısını benimseyen 138 maddelik 1982 Anayasası’nın ilk maddesi “Çin Halk Cumhuriyeti işçilerin ve köylülerin ittifakı üstünde kurulan ve işçi sınıfı tarafından liderliği yapılan halkın demokratik diktatörlüğü egemenliğinde sosyalist bir devlettir” ifadesini içerir. Günümüz Çin Halk Cumhuriyeti’nde bu anayasa yürürlüktedir. Çin’de devletin merkez organları Ulusal Halk Kongresi, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı, Devlet Konseyi, Merkezî Askerî Komisyon, Yüksek Mahkeme ve Başsavcılık’tır. Yürütme erkinin en üst organı Devlet Konseyi’dir. Başında devlet başkanının atadığı bir başbakanın bulunduğu konsey; 4 başbakan yardımcısı, 4 konsey üyesi ve 25 bakandan oluşur. Devlet başkanı eğer isterse başbakanı görevden alabilir. Ayrıca Çin’de Devlet Konseyi’nden de üstün Politbüro Daimi Komitesi bulunur. Komite, Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne bağlıdır ve ülkeyi ilgilendiren önemli konularda son söz sahibidir. 7 üyeli komitenin başkanı devlet başkanı, üyelerinden biri de başbakandır. Ulusal Halk Kongresi’ndeki üyeler ise Çin Komünist Partisi’nin seçtiği temsilcilerden oluşur. Kongrenin 2 bin 987 üyesi bulunur. Çin Halk Cumhuriyeti’nin devlet başkanı Xi Jinping, başbakan ise Li Keqiang’dır. 33 ORHAN KILERCIOĞLU: VATANSEVERLIK LAFLA DEĞIL, ÜLKE MENFAATLERINI HER ŞEYIN ÜZERINDE TUTMAK, TOPLUMUN BIRLIK VE BERABERLIĞINI MUHAFAZA ETMEK, DEMOKRASIYE SAHIP ÇIKMAKLA MÜMKÜN OLUR SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN DEVLET ESKI BAKANI ORHAN KILERCIOĞLU, GÜNÜMÜZDE SIYASET DILININ ÇOK SERT OLDUĞUNU IFADE EDEREK, “SIYASETÇILER NE SÖYLEDIKLERI KADAR NASIL SÖYLEDIKLERINE DE DIKKAT ETMELIDIR” DIYOR. BUGÜNE KADAR KIBRIS KONUSUNDA ÖNEMLI ÇALIŞMALAR GERÇEKLEŞTIREN KILERCIOĞLU, “KIBRIS BARIŞ HAREKATI, CUMHURIYET TARIHIMIZDE SIVIL-ASKER IŞBIRLIĞININ ÇOK GÜZEL ÖRNEKLERINDEN BIRINI TEŞKIL EDER” YORUMUNU YAPIYOR. 34 SÖYLEŞI Asker kökenli siyasetçiler arasında yer alıyorsunuz. Uzun yıllar Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yaptıktan sonra sizi siyasete yönlendiren ne oldu? Siyaset yolculuğunuza giden süreçle ilgili bilgi verebilir misiniz? 1933 yılında İzmir’de doğdum. Ege’nin bir çocuğuyum, ama Türkiye’nin her yerini dolaştım. Ülkemizin insanlarını, dağını taşını yakından tanıdım. İlkokul, ortaokul ve lise dönemim İzmir’de geçti. Çocukluk ve gençlik yıllarımda askerleri gördükçe onlar gibi olmak isterdim, özellikle hâki üniformaları çok hoşuma giderdi. Askerliğe duyduğum ilgi nedeniyle İzmir Atatürk Lisesi’nde üçüncü sınıfı bitirdiğim yıl Kuleli Askerî Lisesi’nin son sınıf imtihanına girdim ve kazandım. Başarılı bir öğrencilik döneminin ardından 1953’te Kara Harp Okulu’nda eğitime başladım. O yıllardan unutamadığım bir anımı sizinle paylaşmak isterim. Birinci sınıfın sonunda Bölük Komutanı Süleyman Sakaoğlu beni çağırdı ve “Almanya Sefiri Hoffman, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki gezilerinde askerî birliklerden çok yakınlık ve yardım görmüş. Bu nedenle Harp Okulu’nda başarılı bir talebeye hediye vermek istiyormuş. Okul da seni seçti” dedi. Hem çok şaşırmış hem de mutlu olmuştum. Okulda düzenlenen bir törenle Almanya Sefiri tarafından bir fotoğraf makinesiyle taltif edildim. 1956 yılında Kağıthane’deki İstihkam Okulu’nda eğitime başladım. Başarılı bir talebe olmam nedeniyle burada beni Yedek Subay Bölüğü Komutan Yardımcısı olarak görevlendirdiler. Aralarında üniversitelerin değişik fakültelerinden mezun olmuş tecrübeli bürokratların da bulunduğu yedek subay adaylarından çok şey öğrendim, onlardan feyzaldım. 27 Mayıs 1960 ihtilali olduğunda neredeydiniz? O döneme dair anılarınız var mı? 1960 yılının başında dil imtihanını kazanarak Harp Okulu’nun hemen yanındaki Tank Okulu’nda eğitime başladım. Zaman zaman kulağıma bazı sıkıntıların olduğu ve toplantıların yapıldığı haberi gelirdi, ama genellikle arkadaşlarımı sakin görürdüm. 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece Ankara Koleji civarında kiraladığım evdeydim. Daha gün doğmamışken silah sesleriyle uyandım. Kendi kendime “İhtilal” dedim. Heyecanlanmıştım. Hemen giyinip dışarı çıktım. Harp Okulu’nun kapısına vardığımda tutuklanan kişilerin getirilişine tanık oldum. İçeri girdiğimde revirde Orgeneral Rüştü Erdelhun, Ethem Menderes ve diğerlerini gördüm. Oradan ayrılıp Sıhhiye’ye doğru gittiğimde Orduevi’nin bahçesindeki kalabalık dikkatimi çekti. Bir masada oturan albaya halk bazı isimler yazdırıyordu. Bu durum çok tuhafıma gitmişti. Dayanamayıp “Albayım bu isimlere hiç iltifat etmeyiniz. Bir gün sizin de isminizi bu şekilde verebilirler” dedim ve oradan ayrıldım. O gün yaşadığım olaylar beni çok rahatsız etmişti. Artık Ankara’da kalamayacağıma karar verip İstanbul’daki birliğime döndüm. 1960 yılının Haziran ayında ise ABD’ye eğitime gönderildim ve üç sene orada kaldım. 1963’te Türkiye’ye döndüğümde Ardahan’a tayinim çıktı. Bu görevim sebebiyle henüz genç yaşımda Doğu Anadolu’yu yakından tanıma fırsatı buldum. 1965 yılında Harp Akademileri imtihanını kazandım ve eğitimimi tamamladıktan sonra kurmaylık stajı için Genelkurmay Harekat Başkanlığı Plan Şubesi’ne gönderildim. Muhtelif dönemlerde olmak üzere Genelkurmay’da toplam sekiz sene hizmet ettim. 1970-72 yılları arasında İtalya Afsouth NATO Karargahı’nda görev yaptıktan sonra Türkiye’ye döndüm. Kıbrıs Barış Harekatı’nın yapıldığı 1974 yılında Genelkurmay Başkanı İcra Subayı olarak görevliydiniz. Harekat kararının ne zaman alındığı, nasıl uygulandığı gibi konuları yakından biliyor olmalısınız... Evet, elbette. Hatırlanacağı gibi o dönemde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’dı. 15 Temmuz 1974 sabahı Başbakan Bülent Ecevit’i Etimesgut Havaalanı’ndan Afyon’a uğurladık. Rahmetli Ecevit’in Afyon’a gidişi haşhaş ekim alanlarının genişletilmesiyle ilgiliydi. Uçak Ankara semalarında henüz kaybolmamıştı ki araç telsizinden Kıbrıs’ta Makarios’a karşı darbe düzenlendiği haberi duyuldu. Bu haberi hemen Orgeneral Sancar’a ulaştırdım. Söz konusu gelişme üzerine saat 16:00’da karargahta toplantı yapıldı. Başbakan Ecevit de Afyon gezisini yarıda bırakarak toplantıya katıldı. Ertesi gün de karargah çalışmalarıyla geçti. 17 Temmuz 1974 tarihinde saat 10:00’da Orgeneral Sancar Başbakanlık Konutu’na çıktı. Bülent Ecevit’in yanında Millî Savunma Bakanı Esat Işık bulunuyordu. 35 “ESERLERIMLE BAŞTA KIBRIS’TA YAŞANANLAR OLMAK ÜZERE ÇEŞITLI KONULARLA ILGILI TARIHÎ GERÇEKLERIN ÖĞRENILMESINE KATKI SAĞLAMAYA ÇALIŞIYORUM.” Ecevit, Orgeneral Sancar’a “Öğleden sonra İngiltere’ye gideceğim. Oradan hangi kararla döneceğimi bilmiyorum. Kıbrıs’a çıkabilir miyiz?” diye sordu. Orgeneral Sancar ayağa fırladı ve “Bana Ada’ya çıkmak için 24 saat kazandırabilirseniz mesele yok” dedi. Bu cevap Ecevit’i çok memnun etti. Baktım, birbirlerine sarıldılar. Böylece müdahale kararı alındı ve ertesi gün kıtalar Taşucu’na inmeye başladı. Kıbrıs Barış Harekatı, Cumhuriyet tarihimizde sivil-asker işbirliğinin çok güzel örneklerinden birini teşkil eder. Özgeçmişinize baktığımızda hem askerlik hem de siyaset yıllarınızda Kıbrıs’la yakından ilgilendiğinizi görüyoruz… 1978-1980 yılları arasında Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Komutanı olarak görev yaptım. Devlet Bakanlığım döneminde de sorumlu olduğum alanlardan biri Kıbrıs’tı. Hem asker hem siyasetçi olarak yavru vatana hizmet etmekten büyük memnuniyet duyuyorum. Kıbrıs’la bağlarım hiç kopmadı. Bugün de gerek yazdığım kitaplar gerekse gerçekleştirdiğim ziyaretlerle Kıbrıs’a ilgim yakından devam ediyor. Kitaplarınızla ilgili sorulara geçmeden önce siyaset yolculuğunuzu konuşmak istiyoruz. Siyaset ne zaman ve nasıl girdi hayatınıza? Kıbrıs’ta Alay Komutanlığı görevim sona erince Ağustos 1980’de Türkiye’ye döndüm. Bildiğiniz gibi çok kısa bir süre sonra da 12 Eylül ihtilali oldu. O dönemde ülkemizin kalkınma hamlesi, demokratik yapılanması, parlamenter yaşamı sekteye uğradı ve zarar gördü. Ben demokrasi âşığı bir insanımdır. O nedenle “12 Eylül döneminde ülkeyi içinde bulunduğu durumdan siyaset kurtarabilir miydi? Ülkenin huzura kavuşması iktidar tarafından temin edilemez miydi?” gibi soruları hâlâ soruyorum. Demokrasilerde çare tükenmeyeceğine göre, mutlaka bir çıkış yolu bulunacağına inanılması gerektiğini düşünüyorum. Geçmişten ders almak büyük önem taşır. Ne olursa olsun rejimi, demokrasiyi korumak tüm ulusa düşen bir görevdir. Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Komutanlığı’nın ardından 19. Piyade Tugay Komutanlığı’na atanmıştım. 12 Eylül ihtilalinden yaklaşık bir yıl sonra tekrar Genelkurmay Karargahı’nda görevlendirildim. 1982-1984 yılları arasında İtalya Afsouth NATO Karargahı’nda İstihbarat Başkanı olarak Türkiye’yi temsil ettikten sonra emekliye ayrıldım. 1984 yılında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Mehmet Yazar, beni TOBB’da görev yapmaya davet etti. “Askerlikten sonra özel sektör ortamına uyum sağlayabilir miyim?” diye düşünsem de Sayın Yazar’ın nazik davetine “Hayır” diyemedim. TOBB’da Genel Sekreter Yardımcılığı’na kadar yükselerek beş seneye yakın hizmette bulundum. Buradaki en önemli uğraşlarımdan biri dış politika konusunda makaleler yazmak ve tebliğler vermek oldu. Bunları daha sonra Basında Dış Politika adlı ilk kitabımda bir araya getirdim. 1988’de yayımlanan bu çalışmam 1984-1987 yılları arasındaki dış politika konularını kapsıyor. TOBB’da göreve başladığım dönemde Türkiye’de siyasi yasaklar devam ediyordu. Siyasi partilerin kapatılmasını ve siyasi yasakları içime sindiremiyordum. Bir vatandaş olarak bu konudaki görüşlerimi ifade etmek ve siyasi yasakların kaldırılmasını sağlamak için başta Cumhurbaşkanı olmak üzere ilgili kişileri ziyaret ettim. Bu arada rahmetli Süleyman Demirel’le de görüşmeye başlamıştım. Bu gelişmelerin ardından Doğru Yol Partisi’ne davet edildim ve 1991 seçimlerinde Ankara Milletvekili olarak parlamentoya girdim. 49. Hükümet’te Devlet Bakanı olarak görev yaptınız. Bakanlık yıllarınızdan unutamadığınız anılar var mı? 1991 seçimlerinden önce Doğru Yol Partisi (DYP) meydanlarda “Yetim hakkı yiyenlerden hesap soracağız” sözünü vermişti. DYP’nin birinci parti olarak seçimi kazanmasındaki en önemli etkenlerden biri de bu vaattir. Hükümet kurulduğunda Devlet Bakanı olarak 36 SÖYLEŞI yolsuzluk ve usulsüzlüklerin takibinden sorumlu oldum. Bakanlığım döneminde üç bakan Yüce Divan’a gitti. Elimde yolsuzluk ve usulsüzlüklerle ilgili 11 dosya vardı. 50. Hükümet kurulduğunda yolsuzlukların takibi görevi kaldırılınca maalesef dosyalar da kapatılmış oldu. Devlet Bakanlığım döneminde reformların icrası ile Kıbrıs, Balkanlar, Bosna-Hersek ve Türki Cumhuriyetler’den de sorumluydum. Ayrıca Yüksek Denetleme Kurulu da bana bağlıydı. Bakanlık yıllarımla ilgili olarak içim çok rahat ve huzurlu, çünkü vazifemi her zaman en iyi şekilde yapmaya çalıştım. Devlet Bakanlığı dönemimden unutamadığım bir anım, Bosna-Hersek Başbakan Yardımcısı rahmetli Hakkı Turayliç ile ilgili. Bosna-Hersek’te çatışmaların şiddetli bir şekilde devam ettiği bir günde, 20 Kasım 1992’de Saraybosna Havaalanı’na indik. Uçağımızda çocuk maması, serum, ilaç gibi çeşitli yardım malzemeleri vardı. Sayın Turayliç bizi havaalanında karşıladı. Tam o sırada civarımıza havan mermileri düşmeye başladı. Böyle bir ortamda Hakkı Bey’le görüşmemizi yaptık ve Zagreb’e doğru yola çıktık. Zagreb’e indiğimizde konsolosumuz “Efendim, Hakkı Turayliç şehit edildi” dedi. Dünya adeta başıma yıkıldı. Kısa bir süre sonra hedefin aslında bizim heyetimiz olduğu ve rahmetli Turayliç’in ben zannedilerek katledildiği bilgisi geldi. Siyaset yaparken nelere dikkat etmek gerekiyor? Tecrübeleriniz ışığında bugünün siyasetçilerine neler söylemek istersiniz? Söyleşimizin sonunda kitaplarınıza değinmek istiyoruz. Basında Dış Politika’dan biraz önce söz ettik. İsterseniz ikinci kitabınızla devam edelim... Siyaset, vatana ve millete hizmet etmek için yapılan uğraşları kapsar. Ülkenin kalkınmasını sağlamak, refah, huzur ve güvenliği tesis etmek, demokrasiyi güçlendirmek, uluslararası alanda saygınlığı muhafaza etmek siyasetçinin görevleri arasındadır. Hükümetler gelip geçicidir, esas olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini teşkil eden ilkelere bağlı kalarak geleceğe yürümektir. Ulu Önder Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi iç ve dış politikada yol göstericimiz olmalıdır. Bugün maalesef Türkiye, komşularıyla sorunlu, neredeyse dostu kalmamış bir ülke konumundadır. Gerek iç gerekse dış siyasette üslup büyük önem taşır. Siyasetçiler hem ne söylediklerine hem de nasıl söylediklerine dikkat etmelidir. Bugün siyaset dilinin çok sert olduğunu görüyoruz. Siyasetteki gerginliğin topluma da yansıyacağı unutulmamalıdır. Ayrıca uluslararası ilişkilerde tek bir kelimenin bile ülke menfaatlerine zarar verebileceği düşünülmelidir. Ben Dışişleri Komisyonu üyeliği de yaptım. Yabancı heyetlerle gerçekleştirdiğimiz görüşmelerde onların düşüncelerine katılmasak bile nezaketimizi muhafaza eder, kendi fikirlerimizi diplomatik bir üslup içinde söylemeye özen gösterirdik. Bugün ülkemizin en önemli meselelerinden biri terördür. Toplum olarak birlik, beraberlik ve kardeşliğimizi muhafaza etmek için hepimize görev ve sorumluluk düşmektedir. 1999 yılında Düşler ve Gerçekler-Kuleli’den Bakanlık Koltuğuna isimli kitabım yayımlandı. Bu kitabı yazmaktaki amacım, hayat hikayemi anlatmaktan ziyade bir asker ve siyasetçi olarak yaşadığım önemli olayları, çıkarılacak derslerle beraber okurlara sunmaktı. Ele aldığım olaylar vasıtasıyla insanın kendine güvenini ve ümidini hiç yitirmemesi, adil, dürüst ve merhametli olması gerektiğini, vatan sevgisinin ve Atatürk Türkiyesi’ne sahip çıkılmasının önemini vurguladım. 2007 yılında yayımlanan Unutulan Bedel-Kıbrıs Türkü’nün Acı ve Cesaret Dolu Günleri ile 2014 yılında çıkan Haykırış-Göç, Acı ve Gözyaşı adlı kitaplarım Kıbrıs’la ilgilidir. Bu kitaplarda Ada’da yaşanan olayları, Kıbrıs Türkü’ne yönelik “soykırım” olarak nitelendirdiğim katliamları belgelerle ortaya koydum. Geçen yıl Haykırış’ın İngilizce baskısı yapıldı. Bir diğer kitabım Çöküş-Bir Devrin Dramı ise 2011 yılında yayımlandı. Kitapta, tarihi şan ve zaferle dolu Osmanlı Devleti’ni çöküşe sürükleyen, ders alınması gereken olayları anlattım. Şu sıralar Düşler ve Gerçekler adlı kitabımın genişletilmiş baskısını hazırlıyorum. Kitaplarımı ticari bir kaygıyla yazmadığım için piyasaya vermiyorum, onun yerine okullara, ilgili kurum ve kuruluşlara gönderiyorum. Eserlerimle başta Kıbrıs’ta yaşananlar olmak üzere çeşitli konularla ilgili tarihî gerçeklerin öğrenilmesine katkı sağlamaya çalışıyorum. 37 TARIHÎ, HUKUKI VE DIPLOMATIK BOYUTLARIYLA 1915 OLAYLARI 38 DOSYA: 1915 OLAYLARI 1915 OLAYLARI’NIN 101. YILINDA MILLETVEKILLERI, AKADEMISYENLER VE ARAŞTIRMACILAR KONUNUN TARIHÎ ARKA PLANI, BUGÜNÜ VE ULUSLARARASI BOYUTUNU TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI. 39 24 NİSAN 1915 GENELGESİ VE İSTANBUL’DA TUTUKLANAN ERMENİ KOMİTECİLERİ PROF. DR. YUSUF SARINAY TOBB ETÜ FEN EDEBIYAT FAKÜLTESI DEKANI VE TARIH BÖLÜM BAŞKANI B ilindiği gibi 24 Nisan, Ermenilerin “soykırım günü” olarak her yıl andığı bir tarihtir. Hatta başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülke parlamentosunun “soykırımı anma günü” olarak kabul ettiği 24 Nisan 1915 tarihinde gerçekte ne olmuştur? I. Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletleri’ne karşı Almanya’nın yanında savaşa girmesi, amaçları bağımsız Ermenistan’ın kurulması olan Ermeni milliyetçileri tarafından büyük bir fırsat olarak görülmüştür. I. Dünya Savaşı’na kadar büyük ölçüde silahlandırılan Ermeniler, savaş başladığında vatandaşı oldukları Osmanlı Devleti’ne karşı mücadele ederek bağımsız Ermenistan’ı kurmak amacıyla başta Rusya olmak üzere İtilaf Devletleri ile işbirliği içine girmişlerdir. Osmanlı ordusunun Sarıkamış’ta yenilmesine ve arkasından İngiltere ve Fransa’nın Çanakkale’ye saldırmasına paralel olarak Ermeni komitecileri, Osmanlı ordusunu arkadan vurmak ve ikmal yollarını kesmek için harekete geçmişler ve silahlı isyanlara başlamışlardır.1 Genelge ve tutuklamalar ERMENILERIN 24 NISAN’I “SOYKIRIM GÜNÜ” OLARAK ILAN ETMESININ TEMEL SEBEBI ÜLKE IÇINDE ÖRGÜTLENMEYI SAĞLAYAN, YURT DIŞI BAĞLANTILARI VE IŞBIRLIĞINI YÜRÜTEN LIDER KADRONUN BU TARIHTE ETKISIZ HALE GETIRILMIŞ OLMASIDIR. 40 DOSYA: 1915 OLAYLARI Yapılan bütün ikazlara rağmen, gerçekleştirilen aramalarda Ermeni örgütlerinin topyekûn bir isyan hazırlığı içinde oldukları anlaşılmış, bunun üzerine Osmanlı Ordusu Başkumandanlığı’nın 27 Şubat 1915 tarihinde askerî birliklere verdiği talimatla “Ermenilerde yakalanan silah, bomba ve birtakım şifre belgelerinin bir ihtilal hazırlığını gösterdiği, bu sebeple ordudaki Ermeni askerlerinin silahlı hizmetlerde kullanılmaması, her yerde uyanık davranılarak gerekli tedbirlerin alınması, ancak Ermeniler içinde devlete sadakatle bağlı olanlara 1 Ermeniler I. Dünya Savaşı’nın başlarında gönüllü birlikler oluşturarak Rus ordusuna katılmışlar ve vatandaşı oldukları Osmanlı ordusuna karşı savaşmışlardır. Doğu Anadolu Bölgesi’nde Müslümanlara karşı toplu katliamlar yapmışlardır. 1914 ve 1915 yılının ilk yarısında Kars, Ardahan, Van, Bitlis vb. bölgelerde yapılan katliamlar için bkz. Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri C. I. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2001. Ayrıca Ermenilerin Rusya, İngiltere ve Fransa ile işbirliği için bkz. Özdemir ve diğerleri, a.g.e.¸s. 58-60; Recep Karacakaya, Türk Kamuoyu ve Ermeni Meselesi (1908-1923), İstanbul, 2005, s. 237-248. zarar verilmemesi” emredilmiştir. 2 Osmanlı ordusunun Doğu Anadolu’da Rusya karşısında yenilmesinden sonra Çanakkale Savaşları’nın başladığı ve İstanbul’un tehlike altına girdiği bir dönemde Ermeniler düşman saldırılarına paralel olarak eylemlerini genişletmişlerdir. Bu dönemde Zeytun, Bitlis, Muş ve Erzurum’un ardından Van İsyanı patlak vermiş, Türklere yönelik katliam artmıştır. Osmanlı hükümeti seferberlik ilanından itibaren dokuz ay dayandıktan sonra Ermeni komitelerinin faaliyetlerini kontrol altına alarak olayları önlemek amacıyla tedbirler uygulama yoluna gitmiştir. Ermeni erlerin silahsızlandırılmasından sonra, Dahiliye Nezareti tarafından itimat edilmeyen ve olaylara karıştığı tespit edilen Ermeni polis ve memurların azledilmesi veya Ermeni nüfusu bulunmayan vilayetlere gönderilmesi talimatı verilmiştir.3 Ancak alınan bu tedbirlerin sonuç vermemesi üzerine Ermenileri silahlandıran ve isyanlara sevk eden komiteleri kapatmak ve elebaşılarını tutuklamak yoluna gidilmiştir. Nitekim Dahiliye Nezareti 14 vilayet ile 10 mutasarrıflığa 24 Nisan 1915 tarihinde meşhur genelgeyi yayımlamıştır. Bu genelgede Hınçak, Taşnak ve benzeri Ermeni komitelerinin kapatılması, belgelerine el konulması, liderleri ile zararlı faaliyetleri bilinen Ermenilerin tutuklanması ve bunlardan bulundukları yerlerde kalmaları sakıncalı görülenlerin uygun yerlerde toplanması talimatı verilmiştir.4 Genelgede üzerinde hassasiyetle durulan bir konu da Bitlis, Erzurum, Sivas, Adana ve Maraş gibi vilayetlerde Müslümanlar ile Ermeniler arasında karşılıklı çatışmaya meydan verilmemesi hususunun vurgulanmasıdır. Ermenilerin her yıl dünyanın birçok ülkesinde “soykırım günü” olarak andığı 24 Nisan, Dahiliye Nezareti’nin bu genelgesinin yayımlandığı tarihtir. 26 Nisan 1915 tarihinde Başkumandanlık aynı nitelikte bir genelgeyi Harbiye Nezareti ile ordu komutanlıklarına göndermiş, mülki memurlar tarafından talep edilecek her türlü yardımın derhal yerine getirilmesi de istenmiştir.5 Osmanlı belgeleri incelendiğinde, Dahiliye Nezareti’nin 24 Nisan 1915 tarihli genelgesi üzerine İstanbul’da Taşnak, Hınçak ve Ramgavar komitelerine mensup Ermenilerin tutuklandığı görülmektedir. 1916 yılında yayımlanan bir Osmanlı yayınında İstanbul’da ikamet eden 77 bin 735 Ermeni’den ihtilal hareketlerine iştirak eden 235 kişinin tutuklandığı, diğerlerinin huzur ve rahat içinde iş ve güçleriyle meşgul oldukları belirtilmektedir.6 Ayrıca İstanbul’da 24 Nisan genelgesini takip eden günlerde yapılan aramalarda 19 adet mavzer, 74 adet martin, 111 adet vincester, 96 adet maniher, 78 adet gıra, 358 adet filovir silahları ile 3 bin 591 adet tabanca, 45 bin 221 tabanca mermisi vb. çok sayıda silah da yakalanmıştır. Bu silahlar daha sonra Osmanlı ordusunun ihtiyacına binaen askerî silah ve mühimmat depolarına teslim edilmiştir.7 Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermeni komitecileri 25 Nisan 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti’nin Ankara Valiliği’ne gönderdiği şifrede, o akşam Ankara’ya ulaşacak 164 numaralı 2 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sayı: 85 (Aralık-1985) belge no: 1999, s. 23-24. 3 Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Ankara, 1994, s. 7 4 BOA.DH.ŞFR.No. 52/96-97/98-Ek: 1 5 ATASE. BDH. Koleksiyonu Klasör No: 401, Dosya No: 1580, Fihrist No:1-2. 6 Ermeni Komitelerinin Amal ve Harekât-ı İhtilaliyyesi, İlan-ı Meşrutiyetten Evvel ve Sonra, İstanbul, 1332, s. 242. 7 BOA.DH.EUM. 2. Şb. 16/48. 41 trenle 15 polis, 2 subay, 1 komiser, 1 sivil memur ile vesaireden oluşan 75 kişilik bir kuvvet refakatinde bölgeye 180 kadar Ermeni komite reisi ve İstanbul’da kalması sakıncalı görülen Ermeni’nin sevk olunacağı, bunlardan 60-70 kadarının Ayaş askerî deposunda tutuklu kalacağı, 100 kadarının da Ankara yoluyla Çankırı’ya gönderilerek zorunlu ikamete tâbi tutulacağı belirtilmektedir.8 İstanbul’da tutuklanarak Çankırı’ya sevk edilen ve orada zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermenilerin bizzat kendileri veya yakınları hükümete dilekçe ile müracaat ederek suçsuz olduklarını beyan edip affedilmelerini talep etmişlerdir.9 Osmanlı merkezî yönetiminin verilen bu af dilekçelerini büyük bir titizlikle inceleyerek suçsuz bulunanları, içlerinde yabancı uyruklu olanları veya sağlığı elverişli olmayanları affettiğini görüyoruz. Nitekim Dahiliye Nezareti’nin 8 Mayıs 1915 tarihli emri ile Vahram Torkumyan, Agop Nargileciyan, Karabet Keropoyan, Zare Bardizbanyan, Pozant Keçiyan, Pervant Tolayan, Rafael Karagözyan ve Vartabet Komidas serbest bırakılarak bu kişilerin tekrar İstanbul’a dönmelerine izin verilmiştir.10 Bilindiği gibi ilk serbest bırakılan grupta yer alan Vartabet Komidas tehcir sırasında hayatını kaybeden Ermenilerden biri kabul edilerek Paris’te adına anıt dikilmiştir. Halbuki Komidas’ın Çankırı’daki zorunlu ikameti 13 gün sürmüş, daha sonra İstanbul’da rahatsızlanarak tedavi amacıyla Viyana’ya gitmek için 30 Ağustos 1917 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne başvurmuştur. Komidas’a istediği izin verilerek Eylül 1917’de Viyana’ya gitmiştir.11 Tekrar Türkiye’ye dönmeyen Komidas yurt dışında ölmüştür. Çankırı’daki Ermenilerden bazıları hapsedilmek üzere Ayaş,12 diğerleri de zorunlu ikamete tâbi tutulmak şartıyla Ankara, İzmit, Bursa, Eskişehir, Kütahya gibi yerlere gönderilmiştir. Geriye kalanlar ise Dahiliye Nezareti emriyle tehcir bölgesi olan Zor’a sevk edilmiştir. Kastamonu Valiliği 31 Ağustos 1915 tarihinde 24 Nisan ve takip eden günlerde İstanbul’da tutuklanarak Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermenilerin isimleri ve yapılan işlemler hakkında Dahiliye Nezareti’ne ayrıntılı bir liste göndermiştir.13 Bu listede 24 Nisan-31 Ağustos 1915 tarihleri arasında kısa veya uzun süreli olarak Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermenilerin toplamı 155 kişi olarak verilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi bunlardan 35 kişi suçsuz bulunarak serbest bırakılmış ve İstanbul’a dönmüştür. İçlerinde suçlu bulunan 25 kişi Ankara ve Ayaş hapishanelerine gönderilmiş, 57 kişi de Zor bölgesine sevk edilmiştir. Yabancı uyruklu olan 7 kişinin bir kısmı sınır dışı edilmek üzere serbest bırakılmış, bir kısmı da tutuklanmıştır. Geriye kalanların ise büyük bir kısmı affedilerek İzmit, İzmir, Eskişehir, Kütahya, Bursa gibi yerlerde ikamet etmek üzere gönderilmiştir. Ayaş’ta tutuklanan Ermeni komitecileri Tehcir sonrasında İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından Ermeni komitecileri hakkında hazırlanan genel listede, Ayaş’ta, tutuklanmak üzere gönderilen Ermenilerden 71 kişinin ismi verilmektedir.14 Sayılardaki bu farklılığın en önemli sebebi yargılanmak üzere başka vilayetlere gönderilenler olduğu gibi, birkaç kişinin de serbest bırakılması, daha sonra İstanbul, Çankırı ve Ankara’dan tutuklanmak üzere Ayaş’a sevk edilenlerin bulunmasıdır. İstanbul’daki Ermeni komitecilerinin toplam sayısı 24 Nisan 1915 genelgesi üzerine İstanbul’da tutuklanarak Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulanlar 155 kişiyi, Ayaş askerî deposunda tutuklananlar ise 80 kişiyi geçmemektedir. Dolayısıyla İstanbul’da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a gönderilen Ermenilerin sayısı 235 kişiyi bulmaktadır. Bunların bir kısmı kısa süre sonra serbest bırakılmış, diğerleri ise tehcir bölgesine sürülmüş veya suçu ağır olanların tutukluluk halleri I. Dünya Savaşı boyunca devam etmiştir. Katliam, öldürme düşüncesi olsa idi, önce hapishanedekiler bir şekilde öldürülürdü. Osmanlı hükümeti Emniyet teşkilatının İstanbul’daki Ermeni komiteleri ve komitecilerinin faaliyetlerini I. Dünya Savaşı başlarından itibaren yakından takip ettiği ve daha geniş bir liste hazırladığı anlaşılmaktadır. Ağustos 1916 tarihinde hazırlandığı tahmin edilen bu listede İstanbul’daki ileri gelen Ermeni komitecilerinin isimleri, mensup oldukları örgütler, meslekleri, örgütteki görevleri ve haklarında yapılan işlemler konusunda detaylı bilgiler yer almıştır. Emniyet teşkilatı tarafından tespit edilen bu listede 8 BOA.DH.ŞFR. No: 52/102. 9 Af dilekçelerinin büyük bir kısmı doğrudan Dahiliye Nezareti’ne ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderildiği gibi, Çankırı Mutasarrıflığı’na verilen af dilekçeleri de bulun- maktadır. Dilekçe örnekleri için bkz. BOA.DH.EUM. 2.Şb. 6/10, 7/22, 7/24, 7/56, 7/36, 7/38, 8/82, 9/122, 9/23, 9/46, 9/47, 9/60, 9/79, 10/4. 10 BOA.DH.ŞFR. No: 52/255. 11 BOA.EUM. 2.Şb. No: 42/69. 12 Mesela Taşnak Komitesi mensubu Hacı Hayk Tiryakyan. BOA. DH. ŞFR. No: 53/273 13 BOA. EUM. 2. Şube 20/73. 14 BOA.DH.EUM. 2. Şb. 67/31. 42 DOSYA: 1915 OLAYLARI İstanbul merkezli Ermeni komitecilerinin sayısı 610 kişidir.15 Bunların 356’sı Taşnaksutyun, 173’ü Hınçakyan, 72’si Ramgavar adlı Ermeni örgütlerine mensup olup, 9’u farklı komite ve Ermeni cemaatine dahil kişilerdir.16 Yukarıda belirtildiği gibi, 24 Nisan 1915 tarihli genelge üzerine önceden isim ve adresleri tespit edildiği anlaşılan 235 civarında örgüt mensubu tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a gönderilmiştir.17 Bu listede yer alan 280 civarındaki Ermeni komite mensubunun büyük bir kısmı yapılan aramalarda adresinde bulunamamış, bir kısmının da yurt dışına kaçtığı tespit edilmiştir. Osmanlı hükümeti olayları önlemek amacıyla 24 Nisan 1915 tarihinde çıkardığı bir genelge ile Ermeni komite merkezlerini kapatmış ve elebaşılarını tutuklamıştır. Belgelerle ortaya konulduğu gibi, 24 Nisan tutuklamaları sırasında herhangi bir çatışma ve ölüm olayı söz konusu olmamıştır. Ermeni olaylarında siyasi planlamanın yapıldığı komite merkezlerinin İstanbul’da bulunması sebebiyle tutuklamalar büyük oranda bu şehirde gerçekleştirilmiş, diğer vilayetlerde daha az sayıda tutuklama olmuştur. İstanbul dışında Aydın, Samsun, Kayseri, Sivas, Elazığ, Urfa, Diyarbakır ve Gaziantep gibi şehirlerde komite mensubu 321 kişi tutuklanmıştır. Dolayısıyla 24 Nisan 1915 tarihinde İstanbul’da 235, diğer vilayetlerde de 321 olmak üzere toplam 556 komite mensubunun tutuklanmış olduğunu görmekteyiz. Durum böyle olmasına rağmen, Ermeniler tarafından tehcir kanununun çıkarıldığı tarih olan 27 Mayıs 1915 değil de neden 24 Nisan 1915 tarihi “soykırım günü” olarak ilan edilmiştir? Hiç şüphesiz Ermenilerin 24 Nisan’ı “soykırım günü” olarak ilan etmesinin temel sebebi ülke içinde örgütlenmeyi sağlayan, yurt dışı bağlantıları ve işbirliğini yürüten lider kadronun bu tarihte etkisiz hale getirilmiş olmasıdır. Böylece amaçlarına ulaşma konusunda elebaşılık yapacak lider kadrodan büyük oranda yoksun kalan Ermeniler bu durumu bir türlü kabullenememiş ve 24 Nisan’ı bütün dünyada “soykırım günü” olarak ilan ederek adeta bir sanal bellek ve suni bir tarih yaratmışlardır. Ermenilerin kendilerini bağımsızlığa götüreceklerine inandıkları lider kadronun 24 Nisan’da tutuklanmasını tehcir olayından daha önemli görmeleri oldukça anlamlıdır. 15 BOA. DH. EUM. 2. Şube No: 67/31. 16 Y.a.g, belge. 17 Bu liste hazırlandığı sırada Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermenilerin çoğu serbest bırakıldığı için listede 66 kişi gözükmekte olup, Ayaş’ta tutuklu bulunanların sayısı 71 kişi olarak verilmektedir. 43 PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU: 1915’TE MEYDANA GELEN OLAYLAR, ERMENI DIASPORASI TARAFINDAN ÇARPITILARAK DÜNYA KAMUOYUNA YANSITILMAKTA VE TARIHÎ GERÇEKLER SIYASI ÇIKARLARA KURBAN EDILMEKTEDIR SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ MHP KAYSERI MILLETVEKILI PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU, SOYKIRIM IDDIASINDA BULUNANLARIN KONUYU BILIMSEL BIR ÇERÇEVEDE TARTIŞMAKTAN KAÇINDIKLARINI BELIRTEREK, “BIZIMLE MASAYA OTURDUKLARINDA KAYBEDECEKLERINI BILIYORLAR. İDDIALARINI KANITLAYACAK BELGELERI OLMADIĞI IÇIN MAHKEMEYE DE BAŞVURAMIYORLAR. BU NEDENLE KONUYU SIYASALLAŞTIRARAK GÜNDEMDE TUTMAYA ÇALIŞIYORLAR” DIYOR. 44 DOSYA: 1915 OLAYLARI 1915 Olayları çerçevesinde Türkler ve Ermenileri ele alırken elbette Osmanlı dönemine odaklanıyoruz, ama aslında iki halk arasındaki ilişkiler çok daha eskilere dayanıyor. Söyleşimizin başında Türk-Ermeni ilişkilerinin kökenine dair bilgi verebilir misiniz? Türkler ve Ermeniler sadece Osmanlı döneminde bir arada yaşamadılar. Osmanlı’dan önce Anadolu Selçuklu Devleti ve Büyük Selçuklu Devleti dönemlerinde de bir aradaydılar. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Malazgirt Savaşı’ndan önce İran ve Azerbaycan bölgelerine hâkim olmuştu. O sırada Ermeniler Bizanslılar tarafından Anadolu’nun değişik yerlerine sürgüne gönderilmişti. Büyük Selçuklu Devleti döneminde Ermeniler Bizans baskısından kurtarıldı, onlar için bir eyalet kuruldu ve kendi kültürlerini yaşayabilecekleri bir hayat sürdürmelerine imkan sağlandı. Yani I. Dünya Savaşı dönemine kadar 850 yıl birlikte yaşamış iki halktan söz ediyoruz. Haliyle birbirleriyle etkileşim içinde olmuşlar, kültürel alışverişte bulunmuşlar. Nitekim bugün beğenerek dinlediğimiz kimi musiki eserlerinde Ermeni bestekarların imzası vardır. Ermeniler Türkçe kelimelerin sonuna Ermenicede “oğlu” anlamına gelen “yan” kelimesini eklemek suretiyle Muratyan, Pastırmacıyan gibi soyadlar almışlardır. Mutfak kültüründe de etkileşim olmuştur, mesela Anadolu’dan yurt dışına göç etmiş Ermenilerin kuru fasulye pişirdiğini görürsünüz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Öte yandan, Ermeniler Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde önemli devlet görevlerinde bulunmuşlardır. Mesela Osmanlı’da devletin en gizli belgelerinin yer aldığı, yazışmalarının gerçekleştirildiği Tercüme Odası’nda Ermeni mütercimler de görev yapmıştır. Peki, bu yakın ve güvene dayalı ilişkilerin seyri ne zaman değişiyor? Osmanlı Devleti’ni yıkıp topraklarını paylaşmanın hesaplarını yapan ülkeler, Anadolu’ya çeşitli misyonerler göndermiş ve bu misyo- nerlerin açtıkları okullarda özellikle gayrimüslimler eğitilerek onlara milliyetçilik fikirleri aşılanmıştır. Bu milliyetçilik fikirleri, özellikle Osmanlı’nın teba-i sadıka (sadık millet) olarak tabir ettiği Ermeniler arasında yayılmaya başlamıştır. Yirmi civarında örgüt kuran Ermeniler, Rusya ve Batılı devletler tarafından desteklenmiştir. Bu örgütler isyanlar çıkarmış, suikastlar düzenlemiş, köyleri basarak masum insanları katletmiştir. Sadece Müslümanları değil, kendilerine destek vermeyen Ermenileri de öldürmüşlerdir. İsyan ve suikastlar Osmanlı Devleti tarafından bastırılmaya çalışılmıştır. Ermeni meselesinin uluslararası boyuta taşınması ise 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın 16’ncı ve Berlin Antlaşması’nın 61’inci maddeleriyle olmuştur. Bu maddelerde Osmanlı Devleti’nin Ermeniler lehine ıslahat yapacağı yer almıştır. Bu tarihten sonra kurulan Ermeni örgütleri sistematik katliamlara başlamışlardır. 1878’de Van’da Ermeniler tarafından ırkçılık temeline dayalı Kara Haç Cemiyeti kurulmuş ve bu cemiyet Ermeniliği kabul etmeyenlerin öldürülmesine yönelik faaliyetler içinde bulunmuştur. 1881 yılında Cenevre’de Hınçak, 1889 yılında ise Tiflis’te Taşnaksutyun teşkilatları kurulmuştur, ki Anadolu’da en büyük mezalimi yapanlar bunlardır. Tabii Ermeni çeteleri bu olayları dünyaya farklı şekilde aksettirmek istemiş, Ermeniler ve Hıristiyanların katledildiğini söyleyerek Batı’yı Osmanlı’ya karşı harekete geçirmeye çalışmıştır. İsyanlar ve katliamlar çeşitli bölgelerde devam ederken I. Dünya Savaşı dönemine geliniyor. I. Dünya Savaşı’nın bu olayların seyrine ve tehcir sürecine ne gibi etkileri bulunuyor? Tedhiş hareketleri I. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti’nin de girmesiyle birlikte biçim değiştirmiştir. İsyan ve suikastlar neticesinde bir Ermeni devleti kurma düşüncesinin ötesine geçilerek Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan ülkelerin yanında yer alınmıştır. Mesela Osmanlı Devleti’yle çarpışan Fransız kuvvetlerinin yarıya yakınını Ermeni gönüllüler oluşturmuştur. Yine Rusya İmparatorluk Ordusu’nda yaklaşık 150 bin Ermeni yer almış, 17 Nisan 1915 tarihinde Van’ın kuşatılması Rus güçlerinin de yardımıyla 40 bin kişilik bir Ermeni kuvveti tarafından gerçekleştirilmiştir. Van, Mayıs ayının 45 “ERMENI ÇETELERININ I. DÜNYA SAVAŞI’NIN BAŞLAMASIYLA BIRLIKTE İTILAF DEVLETLERI ILE IŞBIRLIĞINE GITTIĞININ EN SOMUT ÖRNEĞI, ERMENI MILLÎ DELEGASYONU BAŞKANI BOGHOS NUBAR PAŞA’NIN 3 KASIM 1918 TARIHLI MEKTUBUNDA YER ALMAKTADIR.” başlarında düştükten sonra yaklaşık 80 bin kişi katledilmiştir. Şunu da ifade etmek istiyorum, tehcir kararının alındığı 26 Mayıs 1915 tarihi öncesindeki son bir yıllık dönemde Ermeni çetelerinin katlettiği Müslümanların sayısı 128 bindir. Bu çok büyük bir rakam. 40 bin kişilik Ermeni kuvvetinin komutanlığını yapan Andranik’in hatıratında da yer aldığı gibi bu katliamları çocuk, kadın demeden işkence yaparak gerçekleştirmişlerdir. Ermeni çetelerinin I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte İtilaf Devletleri ile işbirliğine gittiğinin en somut örneği, Ermeni Millî Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’nın Fransa Dışişleri Bakanı M. Gout’ya gönderdiği 3 Kasım 1918 tarihli mektupta yer almaktadır. Boghos Nubar Paşa bu mektupta “Savaşın başından beri sizin yanınızda savaşan tarafız” demektedir. Ayrıca Fransız ordusunun yarısına yakınını Ermenilerin oluşturduğunu, İngiliz ve Rus ordularının başarısında Ermeni gönüllülerin büyük payı olduğunu bildirmektedir. Öte yandan, Ermenilerin I. Dünya Savaşı boyunca İtilaf Devletleri’ne yardım için içeride isyanlar çıkardıkları, telgraf tellerini kestikleri, tren yollarına sabotajlar düzenledikleri arşivlerde yer almaktadır. Mesela İngilizler Çanakkale’den önce 46 DOSYA: 1915 OLAYLARI İskenderun’a çıkarma yapmayı planlıyorlar. Bu noktada Boghos Nubar Paşa devreye giriyor ve “Eğer çıkarma yaparsanız 30-40 bin Ermeni gönüllü size destek olacaktır” diyor. Nitekim Zeytun İsyanı bu desteğin bir örneğidir. 20 bin Türk askeri Zeytun Ermenilerinin isyanını bastırmakla meşgul edilmiştir. Düşünün, sizin vatandaşınız düşmanınıza destek olmak için isyan çıkarıyor, onlarla işbirliği yapıp insanlarınızı katlediyor, ordunun haberleşme kanallarını kesiyor… Bunun adı ihanettir. Tehcir kararı bu olayların ardından mı alınıyor? Evet. Osmanlı Devleti bir taraftan I. Dünya Savaşı sırasında dört cephede mücadele ederken diğer taraftan Anadolu’da 23 bölgede Ermeni isyanlarıyla uğraşmıştır. Hal böyle olunca Osmanlı Devleti, Ermeni ileri gelenlerine isyanlardan vazgeçmelerini, aksi takdirde sert tedbirler uygulanacağını bildirmiştir. Bu ikazlar sonuçsuz kalmış ve 24 Nisan 1915 tarihinde Ermenilerin beyin takımındaki 235 kişinin tutuklanmasına karar verilmiştir. Tamamı örgüt üyesi 180 kişi tutuklanarak Ayaş ve Çankırı cezaevlerine gönderilmiştir. Dolayısıyla Ermenilerin “soykırımı anma günü” ilan ettikleri 24 Nisan, Ermenilerin katledildiği bir gün değil, amaçlarına giden yolun kesildiği tarihtir. Osmanlı Devleti isyanlar, katliamlar, düşmanla işbirliği gibi olaylar neticesinde 27 Mayıs 1915 tarihinde Sevk ve İskân Kanunu’nu çıkarmıştır. Osmanlı, topraklarında yaşayan Ermenilerin tümünü bu kanun kapsamına almamış, isyan eden, düşman ülkelerle anlaşan ve tehdit unsuru olan belli bir coğrafyadakileri “geçici” olarak nakletmiştir. Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı harekette bulunmayan ve bu tür gruplarla işbirliği yapmayan Katolik ve Protestanlar ile yaşlı, kadın ve çocuklardan büyük bir grup -300 ila 500 bin arasında- yerlerinde bırakılmıştır. Özellikle İstanbul, Edirne, Aydın, İzmir, Antalya, Kastamonu gibi şehirlerdeki Ermeniler, komite üyesi olanlar hariç, sevk edilmemiştir. Burada altı çizilmesi gereken bir başka nokta ise nakledilenlerin yine Osmanlı sınırları içinde yer alan bir coğrafyaya göç ettirilmiş olmasıdır. O nedenle bu durum “deportation” değil, “relocation” olarak adlandırılabilir yabancı dilde. Sevk ve İskân Kanunu’nun uygulandığı dönemdeki Ermeni nüfusa ve tehcir sırasında hayatını kaybedenlere ilişkin farklı rakamlar öne sürülüyor. Bu konuda bilgi verebilir misiniz? Tabii bunlar, üzerinde en çok spekülasyon yapılan konular. Soykırım iddiasında bulunanların en önemli tutarsızlıklarından biri, öldürüldüğünü ileri sürdükleri Ermenilerin sayısını devamlı farklı rakamlarla ifade etmeleri ve giderek yükseltmeleridir. 600 binlerden başlayan rakamlar, günümüzde 1,5 milyona çıkarılmıştır. Halbuki Osmanlı Arşivi, 1914 nüfus sayımlarına göre Osmanlı Devleti’nde 1 milyon 294 bin Ermeni’nin yaşadığını göstermekte, o tarihlerde yabancı devletlerce yapılan nüfus araştırmaları ise bu rakamı ortalama 1,5 milyon olarak belirtmektedir. Ermeni Patrikhanesi bile 1 milyon 915 bin rakamını vermektedir. Pek çok kesim tarafından güvenilir bulunan Patrik Malachia Ormanian’ın tespitlerinde ise Ermeni nüfusu 1 milyon 895 bin 400 olarak yer almaktadır. Bu durumda en fazla 300-400 bin Osmanlı Ermenisi’nin hayatta kalması gerekirdi. Oysa 1919 yılı itibarıyla -Osmanlı topraklarından diğer ülkelere gerçekleşen göçlere rağmen- Amerikan arşiv belgelerinde ve Ermeni Patrikhanesi’nin kayıtlarında Anadolu’da yaşayanlar ve evlerine geri dönenler 644 bin 900 olarak verilmektedir. 1922 yılında Birleşmiş Milletler adına Amerika ve İngiltere’nin yaptığı araştırma bütün dünyadaki Osmanlı Ermenileri’nin sayısını 1 milyon 200 bin olarak göstermektedir. Bu rapora göre dünyaya dağılmış Ermenilerden 817 bin 873’ü Türkiye’den göç edenlerdir. Ayrıca 95 bin Ermeni kadın ve çocuk Müslüman olmuştur ve bu rakamlara dahil değildir. Aynı rapora göre Türkiye’de de Ermeni kimliği altında 281 bin Ermeni yaşamaktadır. Peki, iddia edildiği Zararlı faaliyetleri tespit edilen Ermenilerin tehcirine ilişkin vesika BOA; DH. ŞFR, 54/287 gibi 1,5 milyon Ermeni katledildiyse 1 milyon 200 bin Osmanlı Ermenisi nasıl olup da hayatta kalmıştır? Ayrıca, bu denli yüksek sayıda Ermeni öldürülmüşse bu kişilere ait en az 3 bin ila 5 bin arasında toplu mezar olması ve bunların bugüne kadar ortaya çıkması gerekmez mi? Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı olduğum dönemde yabancı basının da bulunduğu bir ortamda “Ermenilere ait bir toplu mezar gösterin, sizleri de çağırarak açalım” dedim. Bunu söylediğimde 2003 yılıydı, üzerinden 13 sene geçti, niye bir tane toplu mezar gösteremediler? Oysa TTK Başkanlığım sırasında Tuzluca’da Ermeni çetelerince katledilmiş Müslümanlara ait toplu mezar açtım; bu sadece bir tanesi. Ermeni çetelerinin Anadolu’da katlettiği Müslümanların sayısı 518 bin 301’dir. Bunların her birinin belgesi var. Ermenilerden özür dileyenler, onlara taziyede bulunanlar bu katliamları neden görmezden geliyorlar? Peki, hayatını kaybeden Ermenilerle ilgili rakamlar ve bu ölümlerin nedenleri nedir? Osmanlı Devleti Ermenilerin sevki nedeniyle çeşitli tedbirler almıştır. Mesela I. Dünya Savaşı’nda olunmasına rağmen gerekli 47 “SOYKIRIM TEZI DIASPORANIN ‘HAYAT DAMARI’ GIBIDIR. BU ASILSIZ IDDIALAR GÜNDEMDE TUTULARAK SIYASI NÜFUZ VE BIRTAKIM AVANTAJLAR ELDE EDİLMEKTEDIR.” Ermeni hastalıktan hayatını kaybetmiştir. Yani sevk sırasında meydana gelen olaylarda devletin bir öldürme kastı söz konusu değildir. Bunu yabancı arşivler de ortaya koymaktadır; eşkıya gruplarının saldırılarına karşı kafilelerin korunduğu bilgisi belgelerde yer almaktadır. Tarihî gerçekler ortadayken soykırım iddiasının gündemde tutulmasının nedenleri nelerdir? ihtiyaçlar için Dahiliye Nezareti’nin bütçesine 68 milyon kuruş, Sıhhiye Nezareti’nin bütçesine 13 milyon 500 bin kuruş ek ödenek konulmuş, vilayetlere nakit para gönderilmiştir. Yola çıkarılan kafiledeki büyüklere 60 para, küçüklere 20 para gündelik verilmiştir. Yollarda fırınlar kurulmuş, hastalananlar hastanelerde tedavi edilmiştir. Yabancı ülkelerin yardım kuruluşlarının destek talebi geri çevrilmemiştir. Aşiretlerin ve sivil halkın saldırısına karşı kafilelerin korunması için jandarmalar görevlendirilmiş, suistimalde bulunan görevliler Divan-ı Harbe sevk edilmiş ve cezalandırılmıştır. 1915 yılında mahkemeye sevk edilenlerin sayısı 1673’tür. Yargılama neticesinde 67 kişi idama, 68 kişi kürek ve kalebent, 524 kişi ise iki, üç, beş senelik hapis cezalarına çarptırılmıştır. Yani suçlular devlet tarafından cezalandırılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte “geri dönüş kanunu” çıkarılarak göçmenlerin evlerine dönmeleri sağlanmıştır. Ermeni Patrikhanesi’nin tespitlerine göre Sevr öncesinde, tehcir kapsamı dışında kalanlarla evlerine geri dönenlerin sayısı 644 bin 900’dür. Şimdi düşünün, eğer Ermeniler katledilmiş olsaydı bu insanlar geri gelir miydi? Elbette gelmezdi. Dönüş sırasında göçmenlerin ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmıştır. Evleri ve eşyaları kendilerine iade edilmiş, dönüşten sonra yirmi gün müddetle iaşeleri sağlanmış, vergi borçları ertelenmiş veya affedilmiştir. Tüm bu gerçekler soykırım iddiasının asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Sevk devam ederken bazı kafileler eşkıya gruplarının saldırısına uğramış, bu sırada gasp edilenler, kaçırılanlar, öldürülenler olmuştur. Hayatını kaybedenlerin sayısı 8 bin civarındadır. Biraz önce ifade ettiğim gibi Osmanlı Devleti, saldırılara karşı kafilelerin korunması konusunda suistimali görülen görevlileri Divan-ı Harbe sevk etmiş ve cezalandırmıştır. Eşkıya gruplarının saldırılarının dışında 38 bin civarında 48 DOSYA: 1915 OLAYLARI 1915’te meydana gelen olaylar, Ermeni diasporası tarafından çarpıtılarak dünyaya yansıtılmakta ve tarihî gerçekler siyasi çıkarlara kurban edilmektedir. “Soykırım” tezi diasporanın “hayat damarı” gibidir ve bu asılsız iddiaları gündemde tutarak siyasi nüfuz ve birtakım avantajlar elde etmektedir. Ermeniler soykırım iddiasını kanıtlayacak belgeleri olmadığı için ne mahkemeye başvurabilmekte ne de “Gelin, soykırım yapılıp yapılmadığını tartışalım” çağrımıza olumlu yanıt verebilmektedirler. Çünkü bizimle masaya oturduklarında kaybedeceklerini biliyorlar. Bu nedenle bilimsel tartışmalardan uzak durup meseleyi siyasallaştırıyorlar. Bunun neticesinde çeşitli ülke parlamentolarında “soykırım” kararları aldırdılar, ancak bu kararların herhangi bir hukuki niteliği veya yaptırım gücü bulunmamaktadır. Geçtiğimiz sene 1915 Olayları’nın 100’üncü yılıydı. Sizce soykırım iddiaları önümüzdeki dönemde nasıl bir seyir izleyecek? Ermeniler eğer sağlam delilleri olduğuna inansalardı soykırım iddialarını bugüne kadar çoktan yargıya taşırlardı. Geçmişte olduğu gibi 100’üncü yılda da meseleyi siyasi çerçevede tuttular. Önümüzdeki süreçte de soykırım iddialarını siyaseten devam ettireceklerdir, ancak hukuki açıdan bir sonuç elde edemeyeceklerdir. TARIHÎ VESIKALAR ERMENILERIN ASKERÎ GEREKLILIKTEN DOLAYI SEVK EDILMELERI SIRASINDA DEVLET MEMURLARI VE HALKTAN BIR KISMININ KANUN DIŞI UYGULAMALARININ VE SUISTIMALLERININ GÖRÜLMESI ÜZERINE YERINDE SORUŞTURMA GERÇEKLEŞTIRMEK VE SORUMLULARI DIVAN-I HARPLERE GÖNDERMEK IÇIN ÜÇ AYRI HEYET OLUŞTURULMASIYLA ILGILI BIR VESIKA. Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti Umûmî: 14177 Husûsî: 27 Mahremâne Huzur-ı Âlî-i Cenâb-ı Sadâret-penâhî'ye Ma‘rûz-ı çâker-i kemîneleridir Görülen lüzûm-ı askerî ve inzibâtî üzerine mahâll-i malumeye sevkleri takarrür etmiş olan Ermenilerin esnâ-yı sevklerinde bazı memûrîn ile ahali tarafından suistimâl ve hilâf-ı kanun muamelât vuku‘a geldiği anlaşılarak mahallerinde tahkîkât icrasıyla mütecâsirlerini Divan-ı Harblere tevdî‘ eylemek üzere Hüdâvendigâr, Ankara Vilâyetleriyle İzmit, Karesi, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde Livâlarına Mahkeme-i Temyiz Reisi Hulusi Bey’in riyâsetinde olarak Şûrâ-yı Devlet azâsından Seyyid Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galib Beylerden ve Adana, Haleb, Suriye Vilâyetleriyle Maraş, Urfa, Zor Livâlarına Mahkeme-i İstînâf Reis-i Evveli Asım Bey riyâsetinde olmak üzere İzmit Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin Muhyiddin ve Ankara Vilâyeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden ve Erzurum, Trabzon, Sivas, Mamuretülaziz, Diyarbakır, Bitlis vilâyâtıyla, Canik Livâsı'na Bitlis Vali-i Sâbıkı Mazhar Bey’in riyâsetinde İstanbul Bidâyet Müdde-i Umumîsi Nihat Bey ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Bey’den mürekkeb olmak üzere üç heyetin izâmı şifâhen arz olunduğu vechile münasib görülmüş ve mûmâileyhimin bir an evvel hareketleri mukarrer bulunmuş olduğundan masârıf-ı yevmiyeleri için muktezî mebâliğin emsâli gibi masârıf-ı gayr-ı melhûze tertîbinden tesviyesi menût-ı müsaade-i sâmiye-i fehîmâneleridir. Ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyü’l emrindir. Fî 19 Zilkade sene 333 ve fî 15 Eylül sene331 / 28 Eylül 1915 Dahiliye Nâzırı Talât Kaynak: Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA); Bab-ı Ali Evrak Odası (BEO), 328229/1 49 ERMENI SORUNU HAKKINDA HER ŞEY ermenisorunu.gen.tr “ERMENI SORUNU”, DAHA ÇOK 1915 OLAYLARI ETRAFINDA TARTIŞILAN, ERMENI LOBILERININ ÖNAYAK OLMASIYLA DÜNYA PARLAMENTOLARINDA TÜRKIYE ALEYHINE GÜNDEME GELEN BIR KONU. 1915 YILINDA OSMANLI DEVLETI’NIN ERMENILERE KARŞI BIR SOYKIRIM YAPTIĞI IDDIASININ TARIHÎ BELGELERLE ÖRTÜŞMEDIĞI, ARŞIVLERIN BUNUN AKSINI SÖYLEDIĞI ISE GÖRMEZDEN GELMEYE ÇALIŞILAN BIR GERÇEK. ERMENISORUNU.GEN.TR SITESI, KONUYU ÇOK GENIŞ PERSPEKTIFLE, FARKLI GÖRÜŞLERI BIR ARAYA GETIREREK DISIPLINLERARASI BOYUTTA ELE ALIYOR. ENVER UYGUN G ünümüzde bilgiye ulaşmanın zahmetsiz bir hal aldığı biliniyor. Televizyonun yaygınlaştığı 1970’li yıllardan internetin ve akıllı cep telefonlarının neredeyse her eve girdiği 2010’lara kadar geçen süredeki gelişmeler baş döndürücü bir hızla yaşandı. Teknoloji bireysel hayatları etkilemekle kalmadı, toplumsal dönüşümlerin, siyasi değişimlerin de önünü açtı. Medya sayesinde siyasetçiler istedikleri mesajları gerek kendi kamuoylarına gerekse dünyaya iletmenin kolay yoluna kavuştular. Aynı şekilde muhalefet grupları da basın-yayın yoluyla seslerini duyurarak taraftar topladı. Bu durum gazetelerin dolaşıma girdiği ilk günlerden itibaren artarak devam etti. Savaş dönemleri medya yoluyla sistematik mesaj iletiminin en yoğun yaşandığı 50 DOSYA: 1915 OLAYLARI zaman dilimleri oldu. İngiliz uçaklarından Arabistan çöllerine atılan gazeteler, Osmanlı Devleti’nin yayımladığı Harp Mecmuası, çeşitli ülkelerin bastırdığı kartpostal ve afişler, propagandanın I. Dünya Savaşı’ndaki örnekleridir. II. Dünya Savaşı ise basın yoluyla propaganda konusunda çığır açan gelişmelere sahne olur. Nazi Almanyası, dünyaya egemen olmak üzere yola çıkarken yalnızca askerî teknolojide önemli gelişmelere imza atmaz, bir Propaganda Bakanlığı kurarak ülke içinde ve dünya çapında büyük etki yaratır. Karşı saftaki Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği de savaşı cepheler kadar medya alanında da sürdürür. Soğuk Savaş dönemi kitle iletişim araçları üzerinden yürütülen çatışmanın temelde olduğu bir süreç olarak anılır. 1990’lardan sonra ise içinde bulunduğumuz çağ artık “iletişim çağı” adını alır. Bilginin kütüphanelerden ceplere aktığı günümüz dünyasında doğru bilginin teyidi önemli bir sorun teşkil ediyor. Bir kaynaktan çıkan ve jet hızıyla yayılan çoğu malumat, yaygınlık kazanmasından dolayı hakikat addediliyor. Konu uluslararası ilişkileri ilgilendiren 1915 Olayları olduğunda iletişim kanallarının doğru kullanımının ne kadar önem arz ettiği bir kez daha ortaya çıkıyor. Belirli tarzdaki mesajların sürekli tekrarıyla oluşturulan algının bir devleti ve bir milleti dünyanın gözünde suçlu duruma düşürmeye çalıştığı ortadayken bununla yalnızca siyaset sahnesinde değil iletişim düzleminde de mücadele etmek gerektiği açıktır. Sitede, “Aynı Çatı Altında 700 Yıl”, “Güneş Batıdan Doğuyor”, “Kılıçlar Çekilirken”, “Hürriyet Müsavat Uhuvvet”, “Cihanı Tutan Umumi Acı”, “Geciken Doğum Sancıları” ve “Sular Çekiliyor” başlıklı bölümlerde Türklerin Anadolu’ya girişinden Cumhuriyet dönemine kadar uzanan süreçte Türk-Ermeni ilişkileri konunun uzmanı akademisyenler tarafından ele alınıyor. Kronolojik sırayla ilerleyen ve Ermeni meselesini olayların yoğunluğuna göre tarihî periyotlara ayıran bu bölümlerin öne çıkan özelliği, akademisyenlerle yapılan röportajlara ait videolara yer vermesi. Günümüzün bilgiye ulaşma alışkanlıklarını göz önüne alarak hazırlanan site, kullanıcıların sayfalarca yazı arasında kaybolmasına izin vermeden ayrıntılı bilgiye ulaşmasını sağlıyor. Ermenisorunu.gen.tr’de konuyu tarih, diplomasi, hukuk gibi disiplinler çerçevesinde ele alan isimler ise şöyle: Adem Ölmez, Akın Çelik, Alev Kılıç, Ayhan Aktar, Bekir Günay, Bilal Şimşir, Birsen Karaca, Bülent Bakar, Canan Seyfeli, Cezmi Eraslan, David Leupold, Edward J. Erickson, Emin Şıhayev, Enis Şahin, Çok yönlü yaklaşım Ermenisorunu.gen.tr sitesi “Ermeni soykırımı”, “1915 Olayları” veya “Ermeni meselesi” olarak adlandırılan konuyu, tarih ve hukuk başta olmak üzere farklı disiplinlerden gelen uzman görüşleriyle çok boyutlu ele alıyor. Farklı görüşlerden isimlerin katkı sunduğu sitede, yaygın yapılan bir yanlışa düşülmeyip konu 1915 yılına sabitlenmiyor. 11. yüzyılda başlayan Türk-Ermeni ilişkilerindeki tüm detaylar günümüze kadar mercek altına alınıyor. 51 Eric Weitz, Erol Kürkçüoğlu, Eugena Kermeli, Evgeni Radushev, Eyyüp Altun, Ferudun Ata, Fikret Adanır, Fikrettin Yavuz, Gaffar Mehdiyev, Hakan Kırımlı, Hakan Yavuz, Haluk Selvi, Hans Lukas Kieser, Hasan Babacan, Hasan Oktay, Hikmet Özdemir, Hilmar Kaiser, İbrahim Aykun, İbrahim Ethem Atnur, Jeremy Salt, Justin McCarthy, Kamer Kasım, Kemal Çiçek, Masoumeh Daei, Mevlüt Yüksel, Musa Şaşmaz, Mustafa Çolak, Mustafa Sarı, Mustafa Sıtkı Bilgin, Natalia Chernicenkina, Nedim İpek, Nejla Günay, Norman Stone, Oktay Özel, Ömer Engin Lütem, Ömer Turan, Ramazan Erhan Güllü, Recep Karacakaya, Roland Grigor Suny, Sadi Çaycı, Selçuk Ural, Serpil Atamaz, Süleyman Beyoğlu, Taha Niyazi Karaca, Taner Akçam, Temuçin Faik Ertan, Tetsuya Sahara, Vahdettin Engin, Yusuf Halaçoğlu, Yusuf Sarınay, Zeynep İskefiyeli. “Aynı Çatı Altında 700 Yıl” bölümünde 1071-1774 yılları arasındaki uzun döneme ilişkin röportajlar yer alıyor. Dönemle ilgili öne çıkan konu başlıkları ise Türkler ile Ermenilerin birlikte sürdürdükleri yaşamın mahiyeti, “Pax-Ottomana” olarak adlandırılan süreç boyunca Ermenilerin nasıl bir muamele gördükleri, Osmanlı’nın “millet sistemi” içindeki hukuk anlayışı ile Ermeni tarihyazımında geniş yer tutan Ermenilerin 11. yüzyıldan itibaren bağımsızlık hareketleri içinde olup olmadığı ve Ermeni toplumunun Osmanlı idaresinde zulüm ve baskı altında mı yoksa refah içinde mi yaşadığı soruları etrafında şekilleniyor. “Güneş Batıdan Doğuyor” bölümü, birlikte yaşamaktan ayrılmaya giden yolun ilk aşamasını oluşturan 1774-1878 dönemine odaklanıyor. Yüz yılı aşan bu süreçte Fransız İhtilali’nin bir yansıması olarak milliyetçi akımların giderek yayılması, Osmanlı idari sistemindeki sıkıntılar, Rusya’nın Osmanlı vatandaşı Hıristiyanların hamisi durumuna gelmesi ve Ermeni bağımsızlık hareketlerinin başlaması konu ediliyor. 1878-1908 dönemine odaklanan “Kılıçlar Çekilirken” bölümünde Türk-Ermeni ilişkilerinde belirleyici rolü olan 93 Harbi ve Berlin Antlaşması, nüfus meselesi, Ermeni devrimci örgütlerinin kurulması, II. Abdülhamid’in Ermeni meselesine yaklaşımı, Rusya ve İngiltere’nin Osmanlı topraklarında Ermeniler üzerinden yürüttüğü faaliyetler, artan bir hızla devam eden misyonerlik etkinlikleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulması, Cemiyet ile Taşnakların II. Abdülhamid karşıtlığı zeminindeki ittifakı ve II. Meşrutiyet’in ilanı ana başlıkları oluşturuyor. Türk-Ermeni ilişkilerinde işbirliğinden çatışmaya giden seyrin başlangıcı kabul edilen 1908-1914 dönemi sitenin “Hürriyet Müsavat Uhuvvet” bölümünde ele alınıyor. Videolarda, Jön Türk-Taşnak ittifakı, Hürriyet ve İtilaf-Hınçak yakınlaşması, 1908, 1912, 1913, 1914 seçimleri, komite ve gizli cemiyetlerin siyasal partilere dönüş- 52 DOSYA: 1915 OLAYLARI mesi, Adana Olayları, Balkan Savaşları ve Yeniköy Anlaşması’nın Ermeni sorununa etkileri masaya yatırılıyor. Cihanı tutan umumi acı Dünya kamuoyunda Ermeni meselesinin odağına yerleşen 1914-1918 dönemi sitenin “Cihanı Tutan Umumi Acı” bölümünde inceleniyor. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla sonuçlanan I. Dünya Savaşı yıllarını içine alan bu zaman diliminin öne çıkan başlıkları, İtilaf Devletleri ordularında Ermeni gönüllüler, Ermeni isyanları, Doğu Anadolu’da Rus etkinliği ve Ermeniler, Van isyanı, Sevk ve İskân Kanunu ile kanundan önceki uyarılar, kararın alınma süreci, kararın içeriği, kararın uygulamaya konulması ve yönetmelikler, sevk tarihi, sevkten önce tanınan süre, sevk güzergahları, toplanma merkezleri, sevk yollarının durumu, iaşe ve barınma, sevk esnasında güvenlik, sevk kafilelerine saldırı ve katliamlar, Müslümanlara yapılan katliamlar, Teşkilat-ı Mahsusa ve çeteler, kampların durumu, kamplarda hayat, yaşam standartları, yetim ve dullar, göçmenler, Almanların tehcirdeki rolü, Amele Taburları, 24 Nisan 1915 olarak beliriyor. İlerleyen yıllarda Ermeni lobisinin tüm argümanlarını üzerine kurduğu bu döneme ilişkin aydınlatıcı videolar, Ermeni çalışmaları literatüründe büyük bir boşluğu kapatıcı nitelikte. I. Dünya Savaşı’nın bitiminden Cumhuriyet’in ilanına kadarki süreç, Mondros Mütarekesi ve 24. madde, “Geri Dönüş Kararnamesi”, savaş sonrası yargılamalar, Paris Barış Konferansı, Bogos Nubar Paşa ve Ermeni Millî Heyeti, Ermenistan Cumhuriyeti ve Avetis Aharonyan, Vilayet-i Sitte, Millî Mücadele’de Ermenilerle ilişkiler, Londra Konferansı, Sevr Antlaşması, Gümrü Antlaşması, Moskova ve Kars Antlaşmaları, Lozan Konferansı, nüfus mübadelesi, Ermeni Cumhuriyeti Heyeti ve Ermeni Millî Heyeti, Malta sürgünleri, Ermeni suikastları ve Doğu Lejyonu başlıkları altında “Geciken Doğum Sancıları” bölümünde ele alınıyor. “Sular Çekiliyor” başlıklı bölümde ise 1923 sonrası dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı, Sovyet Ermenistanına Ermenilerin davet edilmesi, Sovyetler Birliği’nin Doğu Anadolu’dan toprak talepleri, Montrö Antlaşması, II. Dünya Savaşı ve Türkiye’nin tarafsızlığı, Eçmiyazin Katogigosluğu, Potsdam Konferansı, Ermeni diasporası, Marshall Planı, Truman Doktrini, NATO-Türkiye ilişkileri, Varşova Paktı, soykırım tartışmalarının doğuşu, Ermeni terör örgütleri, Ermeni propagandası, Soğuk Savaş ve Sovyetler Birliği’nin dağılması konuları işleniyor. Sitenin “Enstitü ve Vakıflar” bölümünde Ermeni çalışmaları yürüten akademik kurumlar ile sivil toplum kuruluşlarının tanıtımına yer veriliyor. “Arşivler” bölümünde, konuyla ilgili araştırma yapmak isteyenlerin mutlaka uğraması gereken resmî arşivlerin kullanım şartlarıyla ilgili bilgiler yer alıyor. “Kaynaklar” başlığı altında konuyla alakalı yazılmış tezlerin künye bilgileri ile özetleri verilen sitenin “Belgeler” bölümünde Osmanlı döneminin resmî belgelerinin orijinalleri ve çevirileri bulunuyor. Ermenisorunu.gen. tr’nin “Güncel” bölümü ise yerli ve yabancı basında yer alan konuyla ilişkili haberlerin takipçilere aktarıldığı alanı oluşturuyor. 53 AHMET BERAT ÇONKAR: TÜRKIYE’NIN 1915 OLAYLARI’NA YÖNELIK INSANI YAKLAŞIMI VE YAPICI IRADESI ORTADAYKEN ÜÇÜNCÜ ÜLKELERIN TEK TARAFLI, HAKSIZ VE DAYANAKSIZ ERMENI TEZLERINI DESTEKLEMESI SORUNUN ÇÖZÜMÜNE KATKI SUNMAYACAKTIR SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: ZEYNEP YIĞIT AK PARTI İSTANBUL MILLETVEKILI VE TÜRKIYE-AB KARMA PARLAMENTO KOMISYONU EŞ BAŞKANI AHMET BERAT ÇONKAR, TÜRKIYE’NIN ULUSLARARASI PLATFORMLARDA 1915 OLAYLARI ILE ILGILI ÖNYARGILI, BAĞNAZ VE TARAFGIR TÜM GIRIŞIMLERE KARŞI GEREKLI CEVABI VERDIĞINI BELIRTIYOR. ÇONKAR, 24 NISAN 2015’IN “SOYKIRIM” IDDIASINDA BULUNANLAR AÇISINDAN “DAĞIN FARE DOĞURDUĞU” BIR “YÜZÜNCÜ YIL” OLDUĞUNU IFADE EDIYOR. 54 DOSYA: 1915 OLAYLARI Gerek 26. Dönem’de gerekse geçmiş yasama dönemlerinde uluslararası komisyonlarda görev almış bir milletvekili olarak dış ilişkiler ve parlamenter diplomasi alanlarında önemli çalışmalarınız bulunuyor. Bu çerçevede 1915 Olayları da uluslararası platformlarda görüşlerinizi ifade ettiğiniz konular arasında yer alıyor. Söyleşimizin başında 1915 Olayları’na ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Hemen sözlerimin başında belirtmem gerekir ki, yaşadığımız süreçler, 1915 Olayları’na ilişkin tartışmanın ne salt Türkler ile Ermeniler arasında ne de tarihî bir mesele olarak değerlendirilebileceğini göstermiştir. Türkiye’nin karşısında geçmişten bugüne üçüncü ülkelerin taraflı müdahaleleriyle “aşırı derecede siyasallaşmış ve uluslararasılaşmış” bir sorun bulunmaktadır. 1915 öncesi yakın tarihî arka plana bakacak olursak, I. Dünya Savaşı gibi daha önce benzeri yaşanmamış bir felaket karşımıza çıkıyor. En az 16 milyon insanın hayatını kaybettiği, 20 milyondan fazla kişinin yaralandığı bir tarih dilimi. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci I. Dünya Savaşı’ndan önce başlamıştır. Avrupa’nın sömürgeciliği, milliyetçilik akımları ve sürekli savaş hali bu süreçte önemli unsurlardır. Rus yayılmacılığı ve Batı’dan esen milliyetçilik rüzgarları, imparatorluğun batı vilayetlerinin ayrılmasına ve halihazırda güçsüz olan Osmanlı devlet yapısının kaçınılmaz olarak daha da zayıflamasına yol açmıştır. 1864’ten 1922’ye kadar yaklaşık 4,5 milyon Osmanlı tebaası Müslüman ve sayıları bilinmeyen daha birçok insan hayatını kaybetmiştir. Ayrıca, imparatorluğun dağılma döneminde, yaklaşık 5 milyon Osmanlı vatandaşı Balkanlar ve Kafkaslar’daki anayurtlarından sürülmüş, Anadolu ile İstanbul’a yerleşmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte imparatorluğu oluşturan diğer topluluklar gibi Ermenilerin de acılar yaşadığını söylemeliyiz. Çarlık Rusyası’nın 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmaya ve parçalamaya matuf gayretleri, bu çerçevede ayrılıkçı Ermeni faaliyetlerini ve isyanlarını desteklemiş olmaları, özellikle çoğunluğun Osmanlı Müslümanlarından oluştuğu bölgelerdeki milliyetçi Ermeni grupları daha fazla radikalleşme ve silahlanma yönünde teşvik etmeleri, önemli sayıdaki silahlı Ermeni grupların etnik açıdan homojen bir Ermeni yurdu yaratabilmek için işgalci Rus ordusunun saflarına katılmış olmaları bu dönemi değerlendirirken sürekli aklımızda tutmamız gereken hususlar olmalıdır kanaatindeyim. Tüm bunlara karşılık, Osmanlı Hükümeti 1915 yılında savaş bölgesinde ya da stratejik bölgelerde ikamet eden Ermeni nüfusun ikmal ve ulaşım hatlarından uzaklaştırılarak imparatorluğun güney vilayetlerine sevk edilmesi talimatını veriyor. Bakınız, o dönemle ilgili olarak Ermenistan’ın ilk Başbakanı Hovhannes Kaçaznuni’nin yazdığı Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok isimli bir kitap var. Kaçaznuni kitabında, özellikle Taşnakları işaret ederek bazı tespitlerini sıralıyor. Bunlar arasında gönüllü silahlı Ermeni birliklerin kurulmasının hata olduğu, “denizden denize Ermenistan” gibi emperyalist bir talebe kapıldıkları, süreç içerisinde kışkırtıldıkları ve Müslümanları katlettikleri, Türkiye’nin savunma içgüdüsüyle hareket ettiği ve tehcir kararının amacına uygun bir karar olduğu tespitleri var. Avrupa Parlamentosu ve çeşitli ülke parlamentolarının 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak nitelendiren kararları bulunuyor. Siz parlamentoların bu yönde karar almasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ermenilerin yıllardır hazırlandıkları “24 Nisan Yüzüncü Yıl” kampanyası çerçevesinde Avrupa Parlamentosu ve çeşitli ülke parlamentoları bazı kararlar aldılar. Ancak belirtmeliyim ki, bizim açımızdan en beklenmedik hamle 12 Nisan 2015 günü Papa Fransuva’nın Vatikan’da düzenlediği ayinde yaptığı konuşma oldu. Bu tarihe kadar gayet olumlu giden dengeler bu tarihten sonra aleyhimize bir çizgide ve her cepheden üzerimize yönelen adeta büyük bir siyasi ve diplomatik savaşa dönüştü. Papa’nın konuşmasının ana kurgusundaki “biz” ve “ötekiler” yaklaşımı, ortak paydayı din ve inanç birlikteliğinde belirlemesi büyük bir yanılgıydı. Papa’nın açıklamasının hemen ardından TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı olarak yaptığım basın açıklamasında, Fransuva’nın tarihî, hukuki ve bilimsel gerçeklerden uzak, barış ve dostluğu tesis etme iddialarına rağmen çekilen acılar arasında ayrımcılık yapan, I. Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden Türk ve Müslüman halkların uğradığı mezalimi görmezden gelerek acılar arasında hiyerarşi kuran ve Hıristiyan Ermenilerin acılarını ön 55 “AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESI’NIN VERDIĞI PERINÇEK KARARI ‘SOYKIRIM’ IDDIASINI TEK VE MUTLAK GERÇEK OLARAK KABUL ETTIRME GAYRETLERINE, BU IDDIANIN SORGULANMASINI DAHI YASAKLAYAN GIRIŞIM VE UYGULAMALARA KARŞI DEMOKRASI VE HUKUK ILKELERINE DAYANAN ÇOK GÜÇLÜ BIR UYARI OLMUŞTUR.” plana çıkaran tutumunu kabul etmediğimizi, bu yaklaşımın ülkemiz ve milletimiz nezdinde yok hükmünde olduğunu, bu tutumun arkasındaki mantığın Hıristiyan dayanışması ve Türkiye’ye karşı yürütülen entegre bir kuşatma operasyonunun parçası olmadığını ümit ettiğimizi ve Papa’nın özür dilemesi gerektiğini paylaştım. Biliyorsunuz, Papa 28-30 Kasım 2014 tarihleri arasında Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmişti. Ziyaretinin sonunda, dönüş yolunda 1915 ile ilgili olarak “her iki tarafın da iyi niyetli olduğunu, uzlaşının gerçekleşmesi hususunda taraflara yardım edilmesi ve halkların uzlaşması için dua edilmesi gerektiğini” belirten ifadeleri oldu. Böyle bir yaklaşımın ardından 12 Nisan 2015 tarihinde yaptığı konuşma oldukça manidardır. Papa’nın tutumundaki büyük çelişkiyi görmek ve doğru anlamak gerekiyor. Sonrasında, Kuzey Amerika ve Katolik ağırlıklı Latin Amerika’dan Şili, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Kanada, ayrıca bu kampanyaya katılmak için zaten fırsat bekleyen Avusturya, Lüksemburg, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika ve Bulgaristan’ın da aralarında bulunduğu Avrupa ülkeleri ile Avrupa Parlamentosu’ndan çıkan siyasi bildiriler, açıklamalar, kararlar, anma törenleri vb. girişimler birbiri ardına geldi. Papa’nın çıkışının bu girişimlere hem zemin hazırladığını hem de bu girişimlerin görünürlüğünü artırdığını söyleyebiliriz. Söz konusu girişimlere karşı bizim ülke ve millet olarak yaklaşımımızda en ufak bir zafiyet, pozisyonumuzda geriye dönüş olmadı. Başta Vatikan olmak üzere Avusturya ve Lüksemburg gibi bu konuda ilk kez karar alan ülkelerdeki büyükelçilerimiz derhal Merkez’e çağrıldı ve diplomasinin müsaade ettiği en kuvvetli dilde tepkilerimiz ortaya konuldu. Sizce “soykırım” iddiası 1915 Olayları’nın 100’üncü yılında dünya kamuoyunda ciddi bir yankı buldu mu? Erivan’da 24 Nisan 2015 tarihinde düzenlenen 100. yıl törenlerine katılım Ermeni tarafının beklentilerinin bir hayli gerisinde kaldı. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ve Rusya Devlet Başkanı Putin’in dışında sadece Sırbistan ve tanımadığımız Güney Kıbrıs Rum Yönetimi devlet başkanı düzeyinde, 6 ülke ise bakan seviyesinde temsil edildi. Bu anlamda Ermeniler uluslararası örgütlerden de beklediklerini elde edemediler. 56 DOSYA: 1915 OLAYLARI Esasen Ermenistan ve diasporanın yıllardır her şeyleriyle hazırlandıkları 24 Nisan 2015’in, “dağın fare doğurduğu” bir “yüzüncü yıl” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ermenilerin en önemli hedefi olan ABD’de hem de Obama gibi soykırıma kalpten inanmış bir Başkan’a yüzüncü yılda “soykırım” dedirtememek, hatta bugüne kadar Kongre’den bir karar geçirtememek Ermeniler için büyük hayal kırıklığı yarattı. Keza Ermenilerin, 2011’den bu yana sürdürdükleri diplomatik seferberlik ve her türlü meşru ve gayrimeşru girişime rağmen, parlamentolarında “soykırım” tanımını daha önce kullanmış ülkelere sadece Avusturya, Lüksemburg, Brezilya ve Paraguay’ı ekleyebilmiş olmaları da bu hayal kırıklığını artırdı. Hatta bu ülkelerden Brezilya Dışişleri Bakanlığı’nca 9 Haziran 2015 tarihinde yapılan açıklamada, hükümetlerinin 1915 Olayları konusundaki pozisyonunun değişmediği açıkça belirtilerek, Senato’da alınan kararın yürütme bakımından benimsenmediği ortaya konulmuştur. Hakeza Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, Avrupa Birliği Gayriresmî Dışişleri Bakanları Toplantısı olan Gymnich Toplantısı vesilesiyle Dışişleri Bakanımızla 4 Eylül 2015 tarihinde gerçekleştirdiği görüşme sonrasında düzenlenen basın toplantısında, “soykırım” teriminin uluslararası hukukta spesifik bir yasal tanımı olduğunu ve bu tip suçlara ilişkin kararın yetkili bir mahkemede alınması gerektiğini, Türk ve Ermeni tarihçilerin konu üzerine çalışmalarının devam etmesini desteklediğini ve Sayın Cumhurbaşkanımız ile Sayın Başbakanımızın 1915 Olayları’nda hayatını kaybeden Ermenilerin torunlarına taziyelerini iletmelerinin sorunun çözümü yolunda önemli sinyaller olduğunu dile getirmiştir. Yine Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz da benzer bir yaklaşımla, 19 Eylül 2015 tarihinde ülkemize gerçekleştirdiği çalışma ziyareti sonrasındaki basın toplantısında, Avusturya Parlamentosu’nda kabul edilen ortak bildirinin temsil edilen 6 siyasi partinin görüş açıklaması olduğunu, parlamento kararı olmadığını, mahkeme kararı niteliğini de taşımadığını belirtmiş, Avusturya Hükümeti’nin pozisyonunun değişmediğini ifade etmiştir. Paraguay’da da benzer bir durum söz konusu olmuştur. Paraguay Dışişleri Bakanı, Büyükelçimizi muhatap alan bir mektup yazmış ve Bakanlığın Notası ile Paraguay Senatosu’nda kabul edilen ve “Türkiye ile Paraguay arasındaki ikili ilişkilere de zarar verebilecek olan deklarasyonun, Paraguay’ın konuya ilişkin resmî görüşlerini yansıtmadığı” vurgulanmıştır. 100. yılda bu konuyu provoke etmek isteyen tarafların en büyük hayal kırıklığı ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi’nin 15 Ekim 2015 tarihinde vermiş olduğu Perinçek kararıdır. Karar, “soykırım” iddiasını tek ve mutlak gerçek olarak kabul ettirme gayretlerine, bu iddianın sorgulanmasını dahi yasaklayan girişim ve uygulamalara karşı demokrasi ve hukuk ilkelerine dayanan çok güçlü bir uyarı olmuştur. Benim de salonda takip ettiğim duruşmada, 1915 Olayları’nın meşru bir tartışma konusu olduğu belirtilerek, bu tarihte yaşananlara ilişkin farklı görüşlerin ifade özgürlüğünün koruması altında olduğu vurgulandı. Ayrıca Mahkeme’ye göre, 1915’te yaşananların Holokost ile bir tutulmasının da asla mümkün olmadığına değinildi. Bu karar, Avrupa insan hakları içtihadının önemli bir parçası olarak mutlaka benzer vakalara da emsal oluşturacaktır. Katıldığınız uluslararası toplantılarda “soykırım” iddiası gündeme getirildiğinde Türk delegasyonu olarak nasıl bir tavır ortaya koyuyorsunuz? Örneğin geçen yılki AGİT-PA toplantısında sözde soykırım iddiasının karar metnine eklenmesi girişimi, başkanlığını üstlendiğiniz Türk delegasyonunun çabalarıyla engellenmişti. Bu çerçevede uluslararası platformlarda etkili bir parlamenter diplomasi ortaya koymanın önemine ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Parlamenter diplomasi çok önemli tabii. Biliyorsunuz, uluslararası ilişkiler kapsamında parlamenter süreç ve metotların devreye sokulması, milletvekilleri ve meclislere işlevler yüklenmesi parlamenter diplomasi olarak adlandırılıyor. Bu çerçevede parlamenter diplomasi yumuşak güç araçlarından biri olarak yoğun biçimde kullanılıyor. Elbette bizler de Uluslararası Komisyonlarımızla, Dostluk Gruplarımızla bölgemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri yakından takip ediyor, üzerimize düşen görevleri yerine getirmeye çalışıyoruz. En üst seviyede Meclis Başkanlarımızca yürütülen parlamenter diplomasi çalışmalarında, bizler de zaman zaman parlamentomuzda temsil edilen parti gruplarımızın üyelerinden oluşan farklı çalışma gruplarıyla, planlı görevlerimize ilave olarak ülkemiz ihtiyaçları ve menfaatleri çerçevesinde tezlerimizi ifade etmek amacıyla lobi faaliyetleri yürütüyoruz. Bahsettiğiniz hususla ilgili olarak, geçen yıl 5-9 Temmuz günleri arasında AGİT-PA Genel Kurulu çalışmaları kapsamında, milletvekillerimiz Sayın Talip Küçükcan, Sayın Faruk Özlü, Sayın Mustafa İsen, Sayın Didem Engin, Sayın Metin Lütfi Baydar ve Sayın Mehmet Günal’dan oluşan bir heyetle Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye gitmiştik. İktidar ve muhalefet milletvekillerinden oluşan heyetimizin ortak gayretleriyle sonuç alıcı bir çalışma yürütüldü. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Parlamenter Asamblesi’nin Siyasi İşler ve Güvenlik Genel Komitesi Raportörü tarafından sunulan ve toplantının kapsamlı sonuç bildirgesine eklenecek olan karar tasarısına Ermenistan heyeti tarafından asılsız soykırım iddialarına ilişkin olarak dercedilmek istenen yazım önerilerinin reddedilmesi sağlandı. Heyetimiz tarafından yapılan müdahaleyle, 1915 Olayları’na yönelik Ortak Tarih Komisyonu oluşturulmasına ilişkin önerimizin hâlâ masada olduğu, keza arşivlerimizin açık bulunduğu, öte yandan “soykırım” teriminin son derece dar tanımlanmış hukuki bir terim olduğu ve bu tür asılsız iddiaların bu toplantının konusu olmadığı vurgulandı. Neticede raportörün kendisi dahil, toplantıdaki parlamenterlerin çoğunluğu tarafından yaklaşımımız destek buldu ve Ermeni tarafının gayretleri boşa çıkarılmış oldu. Önümüzdeki süreçte konunun geleceğini nasıl görüyorsunuz? Her şeyden önce tarihî ve siyasi bir sıkıntıyı aşmak için yürütülen çabalarda tüm tarafların dürüst ve açık fikirli olması gerektiğini düşünüyorum. Bakınız, bugün 1915 57 Olayları Türkiye’de özgürce, açıkça tartışılan bir konudur. Asla tabu değildir. Hatta Avrupa Birliği 2014 Türkiye İlerleme Raporu’nda da bu husus kayıt altına alınmıştır. Türkiye ile Ermenistan’ın ortak tarihini ilgilendiren 1915 Olayları’nın tarihçilerce incelenebilmesi için 10 Nisan 2005 tarihinde, o dönem Başbakanımız olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’a bir mektup gönderildi. İki ülke tarihçilerinin bir araya gelmeleri, bu tarihçilerden kurulacak bir ortak komisyonun söz konusu dönemi öncesi ve sonrasıyla Türk, Ermeni ve ilgili üçüncü ülkelerin arşivlerini ele alarak incelemesi ve tespitlerini bütün dünyaya açıklaması teklifinde bulunuldu. Meclisimiz de 13 Nisan 2005 tarihinde yayımladığı bir bildiriyle yapılan bu tarihî teklifi oy birliğiyle desteklediğini ilan etti. Bu bağlamda, yine Sayın Cumhurbaşkanımız, Başbakan olduğu dönemde, 23 Nisan 2014 tarihinde Ermeni vatandaşlarımıza ve tüm Ermenilere doğrudan hitap eden bir taziye mesajı yayımladı. İncitici söylemlerden uzak durulması, farklı görüşlere empatiyle yaklaşılması çağrısı dile getirildi ve 1915’in acısını istismara dayanan politikalara karşı net bir tavır takınıldı. Sayın Başbakanımız, 20 Ocak 2015 tarihinde Hrant Dink’in ölüm yıldönümü vesilesiyle bir mesaj yayımlayarak konuya ilişkin yapıcı tutumumuzu bir kez daha vurguladı. Bu mesajla, Ermeni halkına ve Türk-Ermeni dostluğuna inanan herkese çağrıda bulunularak, 1915 yılında yaşanan acıların paylaşıldığı bir kez daha ifade edildi ve iki kadim halkın birbirini anlama ve birlikte geleceğe bakma olgunluğuna ulaşmalarının mümkün olduğu dile getirildi. 20 Nisan 2015 tarihinde yayımlanan mesajda da I. Dünya Savaşı koşullarında hayatını kaybeden masum Osmanlı Ermenileri’ne taziye sunulurken, dostluk ve barış yolunda atılan adımların kararlılıkla sürdürüleceği hususu vurgulandı. 58 DOSYA: 1915 OLAYLARI Şimdi Türkiye’nin, konuya yönelik insani yaklaşımını ve normalleşme yönündeki yapıcı iradesini açıkça ortaya koyduğu böyle bir dönemde üçüncü ülkelerin Türkiye’nin bu yaklaşımını görmezden gelerek tek taraflı, haksız ve dayanaksız Ermeni tezlerini destekleyen tasarruflarda bulunmalarının, Ermenistan’ı ve diasporayı kışkırtarak çatışmayı körüklemelerinin sorunun çözümüne ve barışa katkı sunmayacağını herkes bilmelidir. Rusya’nın Kafkaslar, Orta Asya ve Doğu Avrupa’da yüz yıl boyunca gerçekleştirdiği kitlesel katliamlar, sürgünler, toplu cezalandırmalar, özellikle Türk ve Müslüman halklara yönelik insanlık dışı uygulamaları bütün çıplaklığı ile ortadayken, Rusya’nın asılsız soykırım iddialarıyla yanlış ve tarafgir tutumunda ısrar etmesi kabul edilemez ve ahlak dışı bir yaklaşımdır. Aynı şekilde uluslararası mahkemelerce soykırım olarak kabul edilen Ruanda ve Bosna’daki insan kayıplarını “kitle ölümleri” olarak zikreden Papa’nın, hiçbir uluslararası mahkeme tarafından soykırım olarak tanımlanmamış 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanımlaması da farklı bir garabettir. Bugünlerde terörle mücadelemizi farklı boyutlara çekmeye çalışan ve adeta terör örgütlerini destekler bir görüntü veren, ifade ve basın özgürlüğü gibi bazı alanlarda hakikate mugayir olarak Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan, 1987 yılından beri de bu meseleyi istismar eden Avrupa Parlamentosu, sergilediği tek yanlı ve ayrımcı yaklaşımla ayrı bir densizlik ortaya koyuyor. Avrupa Parlamentosu varoluş nedenini oluşturan değerlerle uyuşmayan “dinsel” ve “kültürel” bir bağnazlık içerisinde hareket ediyor. Tabii, bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bizler Türkiye olarak bütün bu önyargılı, bağnaz ve tarafgir girişimlere rağmen, Türkler ve Ermenilerin ortak tarihlerinin adil ve açık görüşlülükle diyalog halinde ele alınması için üzerimize düşeni yapmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Ermeni tarafına da 2009 yılındaki protokollerin parlamento gündeminden çekilmesinde olduğu gibi iki ülke ilişkilerinin normalleştirilmesi gayretinden kaçmak yerine, tezlerine hukuki ve akademik boyutta destek aramak varken siyasi platformlarda üçüncü ülkelerin desteklerini arayan bir ülke görüntüsü vermek yerine, bizler gibi açık ve yapıcı bir tavır takınmalarını öneriyoruz. TARIHÎ VESIKALAR DÜNYADA “SOYKIRIM” PROPAGANDASINA KONU EDILEN 24 NİSAN 1915 TUTUKLAMALARININ, SİLAHLI ERMENİ GRUPLARIN LİDER KADROSUNA YÖNELIK OLDUĞUNU GÖSTEREN VE BU KIŞILERIN ÜLKE GÜVENLİĞİ İÇİN TUTUKLANMASI KARARINI IÇEREN VESİKA. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü 3052 Özel Kalemi Osmanlı Ordusu Başkomutanlığına Ermeni komitelerinin Osmanlı memleketlerindeki siyasî ihtilâl teşkilâtları ile öteden beri kendilerine idarî bir özerklik teminine yönelik teşebbüsleri, harbin ilânını takiben Taşnak Ermeni Komitesi’nin Rusya’da bulunan Ermenilerin derhâl aleyhimize hareketine ve Osmanlı topraklarındaki Ermenilerin de ordunun zayıf düşmesini bekleyerek o zaman bütün kuvvetleri ile ihtilâle kalkışmalarına dair aldıkları kararları, her fırsattan yararlanmak suretiyle vatanın hayatına ve geleceğine tesir edecek hain hareketlere cür’etleri, özellikle devletin harp hâlinde bulunduğu şu sırada Zeytûn ile Bitlis, Sivas ve Van’da meydana gelen son isyan hareketleri ile bir kere daha kesinleşmiştir. Esas olarak merkezleri yabancı ülkelerde bulunan ve bugün unvanlarında bile ihtilâlcilik sıfatını koruyan bütün bu komitelerin çalışmalarının Osmanlı Devleti aleyhine olarak, her türlü sebebe ve vasıtaya başvurmak suretiyle, son emelleri olan özerkliği elde etmek amacı etrafında toplandığı, Kayseri, Sivas ve diğer yerlerde ortaya çıkarılan bombalar, Rus ordusuna gönüllü alaylar teşkil ederek Ruslarla birlikte memlekete saldıran, aslında Osmanlı uyruğundan olan Ermeni komite başkanlarının harekâtı ve Osmanlı ordusunu arkadan tehdit etmek suretiyle pek büyük ölçüde aldıkları tertipleri ve yayınları ile meydana çıkmıştır. Bunun üzerine devletin kendisi için duygusal bir mesele teşkil eden bu cins tertipler ve teşebbüslerin devam etmesine hiçbir zaman göz yummayacağı, hoş görmeyeceği ve fesat kaynağı olan komitelerin hâlâ varlıklarını kanuna uygun kabul edemeyeceğinden, sözlü olarak da ifade edildiği gibi, bütün siyasî teşkilâtların kaldırılmasını acil ihtiyaç olarak hissetmiş ve gerekli tedbirleri almıştır. Nubar’ın Hınçak, Taşnak ve benzeri komitelerin gerek başkentte ve gerekse illerde bulunan şubelerinin derhâl kapatılmaları, evrak vesairenin kesinlikle kayıp ve imhasına imkân bırakmamak suretiyle alınması, komitelerin başkan ve üyelerinin, bu işe teşebbüs eden şahıslar ile emniyet güçlerince tanınan önemli ve zararlı Ermenilerin hemen tutuklanmaları, bulundukları yerlerde ikametlerinin devamında sakınca görülenlerin il dâhilinde uygun görülecek yerlerde toplattırılarak kaçmalarına meydan verilmemesi, gerekli yerlerde silâh aramaya başlanarak, her türlü ihtimale karşı komutanlar ile haberleşilerek kuvvetli bulunulması, uygulamaların iyi yapılmasının temini ve bitirilmesi ile ortaya çıkacak evrak ve belgelerin incelenmesi sonucunda tutuklanan şahısların askerî mahkemeye verilmeleri uygun görülmüştür. Onaylandığı takdirde, gereğinin yapılmak üzere durumun bildirilmesine izin verilmesi konusu emirlerinize arz olunur. 24 Nisan 1915 Dahiliye Nazırı Talât Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918, C. I sf. 423 (Ankara: Genelkurmay ATASE ve Genelkurmay Denetleme Başkanlığı Yayınları, 2005) 59 DÜZMECE VE DÜZMECENIN KULLANIMI: “ANDONYAN BELGELERI” MAXIME GAUIN ODTÜ TARIH BÖLÜMÜ - AVRASYA İNCELEMELERI MERKEZI (AVİM) UZMANI G ANDONYAN BELGELERININ “ORIJINALLERINDEN” BIR TANESI BILE HIÇBIR ZAMAN ORTAYA KONULMAMIŞTIR. BELGELER, GEÇERLI HIÇBIR AÇIKLAMA OLMAKSIZIN -SÖZDE- ORTADAN KAYBOLMUŞTUR. 60 DOSYA: 1915 OLAYLARI enellikle “Andonyan belgeleri” adıyla anılan belgeler, Dahiliye Nazırı (1913-1917) ve daha sonra Sadrazam (1917-1918) olarak görev yapan Talat Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yöneticileriyle ilişkilendirilen “telgraf” ve “mektuplar”ın yanı sıra Naim Bey adında bir Osmanlı memuruna atfedilen “anılar”dan meydana gelir. Görünen o ki bu materyal, 1919 ilkbaharı veya yazında Aram Andonyan (1875-1951) tarafından bir araya getirilmiştir. Bu belgelerin Fransızca çevirisi 1920 yılında Paris’te, kısaltılmış İngilizce versiyonu ise aynı yıl Londra’da yayımlanmıştır. (İki çeviri arasında bir dizi farklılık mevcuttur.) 1921 yılında suikast düzenleyerek Talat Paşa’yı öldüren terörist Soğomon Tehliryan’ın avukatları, müvekkillerinin savunması için mahkemeye birtakım “telgraflar” sunma niyetindeydi, fakat en ufak bir kanıt göstermeksizin iddia edilenin aksine Tehliryan davasının mahkeme tutanağı, avukatların bunları kullanmaktan vazgeçtiğini ve Alman mahkemesinin bu belgelerin bir tanesinin bile özgünlüğünü onaylamadığını ortaya koyar.1 Buna rağmen “Ermeni soykırımı” suçlamasının ortaya atılmasının ardından 1965 yılında kamuoyunda çıkan tartışmalarda teröristlerin [Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları ile Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu (ASALA)] davaları da dahil olmak üzere “Andonyan belgeleri”ne sıklıkla başvuruldu ve bu durum 1980’li yılların ortalarına kadar devam etti.2 Doğrusu, bu belgeleri Osmanlı arşivlerindeki sahih belgelerle resmî nitelikleri (kağıt, numaralandırma, üslup, gramer, imzalar) bakımından da karşılaştırarak analiz eden ve belgelerin sahte olduğunu kesin bir şekilde ortaya koyan ilk çalışma, 1983 yılına kadar yapılmadı.3 Kitabın yayımlanmasının ardından “Andonyan belgeleri”nin referans alınması geçersiz kabul edildi. Bununla birlikte 2000’li yıllardan itibaren bu belgeler, başta Peter Balakian ve Taner Akçam tarafından olmak 1 Ara Krikorian (éd.), Justicier du génocide arménien. Le procès de Tehlirian, Paris, Diasporas, 1981. 2 Örneğin bkz. Armenian Terrorism and the Paris Trial/Terrorisme arménien et procès de Paris, An- kara, Ankara Üniversitesi, 1984, s. 24 ve 48 ; Comité de soutien à Max Kilndjian, Les Arméniens en cour d’assises. Terroristes ou résistants ?, s. 114 ve 201-202. 3 Şinasi Orel ve Süreyya Yuca, Ermenilerce Talat Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1983. 1986 yılında Fransızca ve İngilizceye çevrildi. üzere yeniden ve gün geçtikçe daha çok kullanılmaya başladı. Bu durum bilhassa 1986 yılında Vahakn N. Dadrian4 tarafından yayımlanan bir makalenin hak ettiği sağlam bir cevabı 25 yıl boyunca almamasından kaynaklanıyordu.5 Meselenin temel noktaları aşağıdaki gibidir: 1) Belgelerin “orijinalleri”: Bu “belgeler”in “orijinallerinden” bir tanesi bile hiçbir zaman ortaya konulmamıştır. Belgeler, geçerli hiçbir açıklama olmaksızın -sözde- ortadan kaybolmuştur. Kaybolan belgelerden geriye kala kala kopyalarının 1920 yılında yayımlanan fotoğrafları kalmıştır. 2)Kağıt: İki tanesi hariç Andonyan tarafından yayımlanan “telgraflar”ın hiçbiri Dahiliye Nazırlığı’nın antetli kağıdına yazılmamıştır. Hatta üç tanesi okul defteri kağıdına yazılmıştır. Vahakn N. Dadrian’ın bu duruma getirdiği açıklama Osmanlı Dahiliye Nazırlığı’nın kağıdının olmadığı yönündedir. Ancak iddiasını yalnızca eski bir Osmanlı memurunun 1945 yılında yayımlanan kitabına dayandırır. Bu delilin geç sunulması ve yazarın İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı bariz bir hınç duymasının yanı sıra şunu da mutlaka belirtmek gerekir ki bu eski memur, sıradan bir okul defteri kağıdının kullanılması meselesini asla gündeme getirmeden, olası bir mektup (telgraf değil) kağıdı yokluğundan bahsetmekle yetinir.6 Osmanlı arşivlerinde saklanan ve okul defteri kağıdına yazılmış bir telgraf bu zamana kadar ortaya konulmamıştır. 3) Besmele simgeleri: Bu “telgraflar”da Osmanlı belgelerinde bulunması zorunlu olan besmele simgesi yoktur. İki “mektupta” bu simge mevcuttur, fakat oldukça beceriksiz bir şekilde karalanmıştır. 4) Şifre kodları: “Telgraflar”ın kopyalarının fotoğraflarından tespit edilebilen şifre kodlarının hiçbiri, Osmanlı Devleti tarafından I. Dünya Savaşı’nda kullanılan kodlar arasında yer almaz. Vahakn N. Dadrian buna yanıt olarak memurların “doğaçlamalara” başvurmak zorunda kaldığını söyler, fakat bu iddiasını destekleyecek hiçbir kaynak göstermez. Dadrian, devlet kadrosunda “sürekli bir karmaşa” olduğundan bahseden Philip H. Stoddard’ın doktora tezinden de alıntı yapar, fakat aslında bu görüşün şifre kodlarıyla doğrudan hiçbir alakası yoktur.7 5) İmzalar: Dahiliye Nazırı olarak görev yaptığı sıralarda Talat’ın kendi imzası hususunda belirli alışkanlıkları vardı. Şöyle ki, bir veya birden fazla astına çektiği bir telgrafı “Nazır” veya nadiren de olsa “Nazır Talat” olarak imzalardı, fakat asla “Dahiliye Nazırı Talat” olarak imzalamaz, bu imzayı yalnızca diğer nazırlarla birlikte imza attığı kararnamelerde kullanırdı. Ancak Andonyan tarafından Talat’a atfedilen telgrafların hepsi Talat’ın astlarına gönderilmişti ve hepsi “Dahiliye Nazırı Talat” olarak imzalanmıştı. “Andonyan belgeleri”nin “özgünlüğünü” savunan kimse, bu konuya hiçbir şekilde açıklama getirmemiştir. Abdülhalik de aynı şekilde “Halep Valisi” unvanını kullanma alışkanlığındaydı, fakat Andonyan’ın “telgraflarında” onun imzası da sadece “vali” olarak atılmıştı. 6) Üslup: Burada en bariz örneği ele alalım: “Andonyan belgeleri”nde Ermenilere çoğunlukla “malum kişiler” olarak atıfta bulunulur. Bu zamana kadar hiç kimse, kaynağı Osmanlı arşivlerine dayanan ve Ermenilere bu şekilde hitap eden bir belge ortaya koyamamıştır. 7) İçerik: Andonyan tarafından Talat’a isnat edilen 16 Eylül 1331 (29 Eylül 1915) tarihli “telgraf”, güya Halep vilayetindeki Ermenilerin yok edilmesini emrediyordu. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında bu kentte yaşayan 22 bin Ermeni’den yalnızca altı veya yedi aile tehcir edildi; geri kalanları ise ne tehcir edildi, ne de katledildi. 8 “Andonyan belgeleri”nin hakiki olduğunu iddia edenlerden hiçbiri bu muafiyeti tartışmaz. Hepsi bu meseleyi ele almaktan kaçınır. 8) “İspatlar”: Örneğin Taner Akçam, Ahmet Emin Yalman tarafından alıntılanan ve “Andonyan belgeleri”nin en azından birkaçının içeriğini teyit eden bir “mektup”tan söz eder.9 Ancak Taner Akçam tarafından verilen referansın doğruluğu kontrol edilecek olursa ortada bir “mektubun” bulunmadığı, bunun yalnızca isimleri bile verilmeyen İttihat ve Terakki yöneticileri hakkında bir söylentiden ibaret olduğu görülür.10 Bu makalede sunulan liste tamamlanmaktan çok uzak olmakla birlikte sahte “belgelerle” karşı karşıya olduğumuzu kanıtlamak için yeterlidir. 4 Vahakn N. Dadriyan, “The Naim-Andonyan Documents on the World War I Destruction of Ottoman Armenians: The Anatomy of a Genocide”, International Journal of Middle East Studies, XVIII-3, Ağustos, 1986, s. 311-360. 5 Maxime Gauin, “Aram Andonyan’ın ‘Naim Bey’in Hatıraları’ ve ‘Hakikiliğini’ Savunmak İçin Yapılan Çağdaş Girişimler”, Ermeni Araştırmaları, 40, 2011, s. 133-201. 6 Ahmed Reşit Rey, Gördüklerim-Yaptıklarım (1890-1922), İstanbul, 1945, s. 117. 7 Philip H. Stoddard, The Ottoman Government and the Arabs. A Preliminary Study of the Teskilat-i Mahsusa, Doktora Tezi, Princeton University, 1963, s. 56. 8 Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, Salt Lake City, University of Utah Press, 2005, s. 191. 9 Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İstanbul, İletişim, 2008, p. 138. 10 Ahmet Emin [Yalman], Turkey in the World War, New Haven, Yale University Press, 1930, s. 220. 61 İNGILIZLER KUTÜ’L-AMÂRE’DE ESIR DÜŞMEMEK IÇIN RÜŞVET TEKLIF ETMIŞLERDI MUSTAFA ARMAĞAN ARAŞTIRMACI-YAZAR K KUTÜ’L-AMÂRE KAHRAMANI HALIL (KUT) PAŞA, ILK KEZ 1967 YILINDA BIR GAZETEDE TEFRIKA OLUNAN HATIRALARINDA RÜŞVET HADISESINI DETAYLI BIR ŞEKILDE ANLATIR. 62 DOSYA: 1915 OLAYLARI utü’l-Amâre Zaferi’nin yüzünün 100. yılda şöyle böyle de olsa açılıyor oluşuna sevinmek gerekir şüphesiz. Ancak Kut Zaferi’nin hem bugünkü sınırlarımızın epeyce uzağında gerçekleşmesi hem de Çanakkale’nin gölgesinde kalması, öte yandan Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan hemen hiçbir üst düzeyden rical-i devletin bu zaferde hissesinin olmaması, zaferi kazanan iki komutandan Sakallı Nureddin Paşa’nın Nutuk’ta hücuma uğramış olması, Halil Paşa’nın ise kabahatinin yeni rejimin dışlama uğraşı verdiği Enver Paşa’nın amcası olması gibi sebepler bu zaferin gözden ırak bir yere itilmesini getirmiştir. Ayrıca literatürde bu zaferin zamanlamasının Ermeni tehcirinin hemen arkasına rast gelmesi onun gölgede kalmasını katmerlendirmiştir. Aradan bir asır geçtikten sonra da olsa Kutü’l-Amâre gibi bir zaferin hafızaya geri çağrılmasını önemli buluyorum ve halen çıkarmakta bulunduğum Derin Tarih dergisinin Nisan 2016 tarihli 49. sayısında Edward Erickson, Şükrü Hanioğlu, Nikolas Gardner, Mustafa Selçuk, Altay Cengizer, Necati Fahri Taş ve fakirin katkılarıyla geniş kapsamlı bir dosya hazırladığımızı duyurmak istiyorum. (Halil Kut Paşa’nın dostu Necdet Özgelen ile Halil Solak’ın yaptığı söyleşi de ilgiyle okunacak güzellikte.) Velhasıl bu yıl Kut’un dirilişine, yani ortak hafızamıza ve Çanakkale’nin yanı başındaki hak ettiği yere yeniden oturmasına şahit olacağız. Bizim kısaca “İngiltere” dediğimiz Büyük Britanya İmparatorluğu’nun komutanı Cornwallis’in kuvvetlerinin en son 1781’de Yorktown’da Amerikalılara teslim oluşundan bu yana tam 135 yıl geçmişti. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk bu kadar uzun bir süre sonra ilk defa yabancı bir orduya bu kadar kalabalık bir kuvvetini esir veriyordu. Edward Erickson’un ifadesiyle, teslim olan bu en büyük kuvvet ile Kutü’lAmâre öncesindeki Selman-ı Pak’ta kaybettikleri asker sayısı toplandığında İngiliz kuvvetleri açısından gerçekten de “çok utanç verici” bir durum ortaya çıkmış oluyordu: “Aşağı ırklar”ın kuşatmalarına başarıyla direnme geleneği içine işlemiş olan bir ulus (İngiltere) için Kutü’l-Amâre fevkalade aşağılayıcıydı; çünkü birlikleri Osmanlı ordusuna teslim olmuştu.1 1 Edward J. Erickson, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, Çev: Kerim Bağrıaçık, İstanbul, 2009, Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 103 Kutü’l-Amâre’de kapalı kapılar ardında neler olup bittiği ortaya konulacaktır. Çek ve para meselesi Nitekim İngiliz tarihçi Jason Morris, Kutü’l-Amâre yenilgisini “İngiltere’nin askerî tarihindeki en yüz kızartıcı teslimiyet” olarak tanımlamıştı. Keza Londra Hükümeti, 6. Tümen’in bu yenilgisini, daha doğrusu toptan teslim oluşunu hazmedemeyerek Mezopotamya Komisyonu’nu kurup yenilgiyi soruşturmuş ve suçlularını tespit için ayrıntılı bir rapor hazırlatmıştır. Ancak raporda coğrafya, iklim ve ulaşımdan kaynaklanan problemler gündeme getirilirken, hatta sağlık ve salgın hastalıklar dahi yenilgiye sebep olarak gösterilirken Osmanlı ordusunun başarısına hiç değinilmemiş olması da ilginç ve epeyce anlamlıdır.2 Raporda yer almayan bir başka nokta ise İngiliz hükümetinin Osmanlı komutanına askerlerini esir almamaları, daha doğrusu bu “utancı” kendilerine yaşatmamaları karşılığında teklif ettikleri rüşvetti. Nitekim Osmanlı kaynakları ile bazı İngiliz kaynaklarında bahsi geçen bu rüşvet teklifinin üzeri siyasi yetkili Sir Percy Cox tarafından usturuplu bir şekilde örtülecek, bir başka deyişle sansür edilecektir, ama başta David Fromkin olmak üzere Crowley, Erickson, Scott Anderson, Howell, Wallach ve Rogan gibi müdakkik araştırmacılarca doğrulanacak ve açıklanacaktır. Burada söz konusu rüşvet teklifinin kaynakları üzerine kısa bir değerlendirme yapılacak ve Osmanlı-İngiliz kaynaklarından hareketle 1916 yılı Nisan ayı sonlarında Rüşvet hadisesini en detaylı anlatan kaynağımız, Kutü’l-Amâre kahramanı Halil (Kut) Paşa’nın ilk kez 1967 yılında bir gazetede tefrika olunan hatıralarıdır. Hatıratında Halil Paşa, 26 Nisan 1916’da gıda yardımı getiren Julnar gemisinin de Dicle’deki Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesiyle son ümidi tükenen General Townshend’in, teslim olma teklifini değerlendirirken kendisine (şahsına) açıkça rüşvet teklif ettiğinden şöyle bahseder: Arzu edeceğim herhangi bir bankaya hitaben şahsıma 1 milyon İngiliz liralık bir çek verilecekti (bu çeki vermek için İngiliz hükümetinden mezuniyet (yetki) aldığını ayrıca beyan ediyordu).3 Halil Paşa rüşvet karşılığı serbest bırakılma teklifini (ki bu ilk tekliftir ve ikincisi birazdan göreceğimiz gibi sürpriz bir kanaldan gelecektir) nasıl geri çevirdiğini de şöyle anlatır: Şahsıma teklif edilen 1 milyon İngiliz liralık çek işine gelince, bunu ancak bir şaka, bir lâtife olarak telâkki ettiğimi, vaktiyle Rus Çariçesi Katerina’dan bazı hediyeler kabul ederek Çar Deli Petro’yu harekâtında serbest bırakan Baltacı Mehmed Paşa devrinde yaşamadığımızı da kendisine bildirdim.4 Halil Paşa’nın hatıratında teklifin tekrarlandığı da kayıtlı. Ancak bu defa sözlü değil yazılı olarak… Karargâhına dönen Paşa, bir “parlamenter”in ve Birinci Dünya Harbi’nde şöhret yapmış bir “İngiliz zabiti”nin getirdiği bir mektup alır. Mektupta teslim olacak kuvvetlerin harp devam ettiği sürece Osmanlı aleyhine savaşmayacakları, ellerindeki 40 2 Geniş bilgi için bkz. Şükrü Hanioğlu, “İngiltere Yenilgiyi Nasıl Soruşturdu?”, Derin Tarih, sayı: 49, Nisan, 2016. 3 Kutü’l-Amâre Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Hazırlayan: Erhan Çiftçi, İstanbul, 2015, Timaş Yayınları, s. 160. 4 Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, s. 161. 63 top ile bütün tüfek ve cephaneyi olduğu gibi teslim edecekleri kabul olunduktan sonra 3. madde olan “çek ve para meselesi” şekli değiştirilerek şöyle sunulmaktadır: Bu yeni şekle göre çek şahsıma değil, fakat 2 milyon sterlin olarak hükümetimiz adına teklif ediliyor ve tabîî İngiliz askerlerinin gene esir edilmemesi isteniyordu.5 Halil Paşa’nın bundan sonra verdiği bilgi, bu karanlık meselenin boyutlarını daha esrarengiz hale getiriyordu. Sözünü ettiği “İngiliz zabit” meşhur casus Lawrence’tır. Paşa, İngilizlerin silahlarına da parasına da ihtiyaçları olmadığını “nezâketle” fakat “kesin olarak” bildirmiştir. O geceden itibaren İngiliz cephesinden infilâk sesleri duyulur. Teslim hazırlıkları başlamıştır, ellerindeki top ve cephaneler Türklerin eline geçmesin diye imhâ edilmektedir. Zaten 29 Nisan günü de General Townshend kılıcını Halil Paşa’ya teslim edecektir.6 Rüşvet hadisesinin, birinci el kaynağımız olan Halil Paşa’nın hatıralarında nasıl geçtiğini okuduktan sonra şimdi karşı cepheye geçelim ve orada yazılanlarda bu bilginin doğrulanıp doğrulanmadığına bakalım. Öncelikle ilk teklifi bizzat yapmış olan General Townshend’in hatıralarında bu meselenin sessizlikle ve ustaca geçiştirildiğini söyleyelim. Mağlup generalin 500 sayfaya yakın bir hacme ulaşan hatıratında rüşvet gibi alçaltıcı bir teklifin ketmedilmesine şaşırmıyoruz nitekim. Olayın örtbas edilmesini anlayışla karşılıyoruz ama mızrak çuvala sığmıyor tabiatıyla. General Townshend sessizlikle geçiştirse de rüşvet teklifi olayını doğrulayan çok sayıda araştırmacı mevcut. İşte onlardan biri olan Edward J. Erickson hadiseyi şöyle anlatıyor: Townshend bizzat Halil Bey’le görüşerek ordusunu 1 milyon pound (sterlin) değerinde altın vermek şartıyla esaretten kurtarmaya çalıştı. Aslında (daha sonraları Arabistanlı Lawrence olarak da bilinen) Thomas E. Lawrence da bu planın bir parçasıydı fakat plan işlemedi.7 Lawrence’ın Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı meşhur hatıralarında kasten biraz muğlak bir şekilde anlattığı bir kısım vardır; bazı İngiliz subayları bu adice görevle Irak’a gönderilmelerine kızdıklarını söylemiş, hatta iki İngiliz generali “böyle teşebbüslerin askerlik şerefiyle bağdaşmadığını” ifade etmiştir kendisine. Lawrence’ın açıkça itiraf etmediği “askerlik şerefiyle bağdaşmayan” işler neler olabilir diye düşününce bu yüz kızartıcı ve alçaltıcı girişimin mahiyeti hakkında bir miktar fikir sahibi olmak mümkün hale geliyor. Lawrence devrede Oxford’dan Eugene Rogan, “muazzam miktarda” bir rüşvetin Türklere sadece çekilip gitmeleri ve göz yummaları karşılığında teklif edildiğini yazıyor. Janet Wallach Desert Queen (Çöl Kraliçesi) adlı araştırmasında Lawrence ile birlikte Halil Paşa’nın yanına giden kişinin Aubrey Herbert olduğunu, üçüncü bir kişinin de (Albay Beach) yanlarında bulunduğunu, fakat askerlerin teslim olduğundan habersiz bir şekilde Halil Paşa’yı son bir kez ziyaret ettiklerini, Paşa’dan “iyi bir öğle yemeği” ısmarlama dışında olumlu bir işaret alamadıklarını yazmakta ve bütün girişimin bir fiyaskoyla sonuçlandığını vurgulamaktadır. Öte yandan ertesi günkü İngiliz gazeteleri dünyaya İngiliz hükümetinin başarısız rüşvet girişimi öyküsünü duyurmaktaydılar.8 Walter Reid’in Empire of Sand adlı kitabında ise mesele daha ayrıntılı olarak ele alınır. Reid’e göre en az teslimiyet kadar uğursuz ve utanç verici olan rüşvet hadisesinde teklifi köşeye sıkışan General Townshend Londra’ya önermiş, onay alınca da Türk ordu kumandanına 1 milyon poundun sadece çekilip gitmeleri karşılığında ödenmesini istemişti. Bu teklifin reddi üzerine Lawrence aracılık etmişti rüşvet işine. Hadiseyi duyan siyasi görevli Cox dehşete düşmüş, eğer bu entrika ortaya çıkarsa itibarlarının 5 Age, s. 161. 6 Age, s. 162. 7 Edward J. Erickson, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı 1914-1918, Çev.: S. L. Atalay, Timaş Yayınları. 8 Janet Wallach, Desert Queen, New York 2005, Anchor Books. . 64 DOSYA: 1915 OLAYLARI zaten Townshend tarafından yapılmıştı. Kendilerine öğle yemeği ikram edilip gönderildiler. Kutü’l-Amâre’deki utandırıcı esaretin üzerine bu rüşvet skandalı tuz biber ekmişti. Fiyasko içinde fiyasko yaşıyordu İngilizler. Utançları ikiye katlanmıştı. Rüşvet teklifi olayında “çöl kraliçesi” olarak bilinen Gertrude Bell’in de katkısı olduğu anlaşılıyor. Georgina Howell’ın Queen of the Desert adlı biyografisinde rüşvet teklifi görevinin Lawrence ve Herbert’a tevdiine Bell’in evinde karar verildiğini öğreniyoruz. Kahire İstihbarat (Intelligence) Bürosu’ndan 2 milyon pound teklif etme yetkisini alan Lawrence’ın onca çabasının İngilizlerin Kut yerle bir olacağını söylemişse de, Lawrence bizzat Herbert ile birlikte çoktan Kut’a doğru yola çıkmıştı bile. Üç kafadar Kutü’l-Amâre’ye ulaştıklarında 23 bin İngiliz askeri öbür dünyaya çoktan göçmüştü ve General Townshend onların gelişinden önce zaferi satmalarını istemişti Halil Paşa’dan. Tabii Enver Paşa’ya sorulmuş ve kesin ret cevabı alınmıştı. Sonuçta İngilizler esir olmalarını satın alamamışlardı ve rüşvet pazarlığı İngiltere’nin askerî rezaletini sadece artırmaya yardım etmişti. “Lawrence’ın misyonu şimdi komediye dönmüştü” diyor Walter Reid. Ve Herbert’ın hatıralarından yola çıkarak şunu ilave ediyor: Lawrence, Herbert ve Albay Beach İngiliz askerlerinin teslim olduklarından bile bihaberdiler. Siperlerden beyaz bir bayrakla çıktılar, Türklerle karşılaştılar ve de gözleri bağlanarak karargâha götürüldüler. Ne var ki Halil Paşa’nın yanına alındıklarında rüşvet pazarlığı yapmakta çok geç kaldıklarını fark ettiler. Esir teatisiyle ilgili bir şeyler konuşmaya çalıştılar vaziyeti kurtarmak için ama teslim anlaşması felaketini engellemeye yetmediği anlaşılıyor.9 O kadar yüz kızartıcı mahiyetteki bu görevin hakiki amacını Albay Beach asla açıklamadı. Lawrence gayet muğlak ifadelerle geçiştirdi. Aubrey Herbert ise özel günlüğüne utana sıkıla şu satırı yazmıştı: Townshend’ın topları, Türk esirlerin teatisi ve başka bir şey. Savaştan sonra yayımlanınca Herbert’ın günlüğüne düştüğü “başka bir şey”in ne olduğu aşikâre çıkacaktı.10 Böylece Halil Paşa’nın hatıralarında en derli toplu şekilde ifade edilen İngilizlerin zaferimizi veya kendi açılarından yenilgilerini satın alma çabasının düşman kampın kaynaklarınca doğrulandığını ve olayın yeni ayrıntılarının ortaya çıktığını görüyoruz. Ve tabii neden üzerinin örtülmeye çalışıldığının sebeplerini de… 9 Georgina Howell, Queen of the Desert: The Extraordinary Life of Gertrude Bell, Don Macmillan, 2015. 10 Scott Anderson, Lawrence in Arabia, Atlantic Books, 2014. 65 FRANSA ANAYASA KONSEYİ: BİR FİİLİN SOYKIRIM OLUP OLMADIĞI YETKİLİ MAHKEME TARAFINDAN SAPTANIR DR. ŞÜKRÜ M. ELEKDAĞ EMEKLI BÜYÜKELÇI, DIŞIŞLERI BAKANLIĞI ESKI MÜSTEŞARI, 22. VE 23. DÖNEM CHP MILLETVEKILI P FRANSA ANAYASA KONSEYİ’NİN 8 OCAK 2016’DA VERDİĞİ KARAR, FRANSIZ PARLAMENTOSU’NUN BUNDAN BÖYLE “ERMENI SOYKIRIMI”NIN INKÂRINI SUÇ SAYAN BIR YASA GEÇIREMEYECEĞINI ORTAYA KOYMAKTADIR. 66 DOSYA: 1915 OLAYLARI aris’te 5 Haziran 2015’te kurulan bir Türk-Fransız STK’sı olan “Okul Ders Programlarında Türk Tarihi Eğitiminde Tarafsızlık Derneği” (TTETD)1, Fransa Millî Eğitim Bakanlığı aleyhine açmış olduğu idari davayla kolejlerin 3. sınıflarında “Ermeni soykırımı” dersi okutulması talimatını veren 15 Temmuz 2008 tarihli kararnamenin iptali talebinde bulunmuş ve talebinin reddedilmesi üzerine “Öncelikli Anayasal Soru” (Question Prioritaire Constitutionnelle) hakkından yararlanarak söz konusu kararnamenin varlık nedeni olan ve 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanıyan 29 Ocak 2001 tarihli yasanın iptali talebiyle Anayasa Konseyi’ne başvurmuştu. Bu tür başvuruların ön denetimini (filtrage) yapan Danıştay (Conseil d’Etat) önce TTETD’nin talebini kabul edilebilir bulmuş, ancak inceleme sonucunda 19 Ekim 2015 tarihinde hukuk dışı uydurma bir gerekçeyle talebi reddetmiş ve Anayasa Konseyi’ne iletmemiştir. Bu gelişme, TTETD’nin 2001 tarihli yasanın iptaline ilişkin girişimlerinin önüne ciddi bir engel çıkarmıştır. Ancak, Danıştay’ın bu kararını açıkladığı tarihte Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin (Cour de Cassation), “Yahudi Holokostu’nun inkârını yasaklayan Gayssot Yasası’nın, yalnızca Yahudi Holokostu’nun inkârına ceza öngördüğü, buna mukabil Fransa tarafından kanun ile tanınmış ‘Ermeni soykırımı’ ve benzeri olayların inkârına herhangi bir ceza öngörmediği için değiştirilmesi” talebiyle yapılan bir Öncelikli Anayasal Soru başvurusunu Anayasa Konseyi’ne havale etmesi, TTETD’ye yeni bir fırsat kapısı açmıştır. Gayssot davasına Fransa’daki Ermeni aktivistleri, iki ırkçılık ve antisemitizm karşıtı STK ve TTETD üçüncü taraf sıfatıyla müdahil olmuşlardır. TTETD davaya müdahil olmak için Konsey’e yaptığı başvuruda, Türkiye’yi Ermeni soykırımıyla suçlayan 2001 tarihli yasanın hukuki temelden yoksun olduğunu ve Fransa Anayasası’nı ihlal ettiğini ileri sürerek iptali talebinde bulunmuş, ayrıca Danıştay’ın 19 Ekim 2015 tarihli kararının doğru olup olmadığını da sormuştur. 1 Association Pour La Neutralité De l’Enseignement De l’Histoire Turque Dans Les Programmes Scolaires. Makalemizin I. bölümünde, Anayasa Konseyi’nin Gayssot davasında verdiği karar ile ilgili değerlendirmelerimiz açıklanacak, II. bölümünde ise Türkiye’yi soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla kurulmuş olan TTETD’nin bu amaçla yaptığı hukuki girişimler ve halen devam eden hukuki süreçten beklenen sonuçlar izah edilecektir. ANAYASA KONSEYİ’NİN 8 OCAK 2016’DA VERDİĞİ KARAR Fransa Anayasa Konseyi, 8 Ocak 2016 tarihinde, uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından saptanmış olan suçların inkârının cezalandırılmasını öngören Gayssot Yasası’nın Fransa Anayasası ile çelişmediğine karar vermiştir. Konsey, kararında, bir fiilin soykırım olup olmadığının sadece bir yetkili mahkeme tarafından saptanabileceğini ve yasama ile yürütme organlarının bir olayı insanlığa karşı suç2 olarak tanımlama yetkisine sahip olmadıklarını da vurgulamıştır. Karar, aynı zamanda, Fransa Parlamentosu tarafından 29 Ocak 2001 tarihinde kabul edilen ve 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanımlayan yasanın tüm potansiyel etkilerini ortadan kaldırmış ve bundan böyle “Ermeni soykırımı”nın inkârını suç sayan yasaların geçirilmesini yasaklamıştır. Davacının iddiası ve amacı Dava konusu, Fransız basını tarafından Neo-Nazi olarak nitelenen Vincent Reynouard adlı bir Fransız vatandaşının, iki kere Yahudi soykırımını inkâr etmesi nedeniyle mahkûm edilmesinin ardından, Şubat 2015’te Gayssot Yasası’nın değiştirilmesi talebiyle mahkemeye başvurmasından kaynaklanmıştır. Gayssot Yasası’nın 24 bis maddesi, “bir Fransız mahkemesi veya uluslararası mahkeme tarafından saptanmış olan bir insanlığa karşı suçun” (Holokost’u da kapsıyor) inkâr edilmesi fiilini suç sayarak cezalandırılmasını öngörmektedir. Davacı Reynouard, “bir Fransız mahkemesi veya uluslararası mahkeme tarafından saptanmış bir insanlığa karşı suç” ifadesiyle yasanın uygulanma alanına getirilmiş olan kısıtlamanın, yasalar ve adalet açısından eşitlik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle metinden çıkarılmasını istemiştir. Oysa, söz konusu kısıtlamanın metinden çıkarılması halinde 24 bis maddesinin kapsamı büyük ölçüde genişletilmiş olacaktır. Bu durumda 24 bis maddesi, sadece bir mahkeme tarafından kanıtlanmış insanlığa karşı suçları değil, aynı zamanda parlamentolar ile hükümetler tarafından da insanlığa karşı suç olarak tanımlanmış suçların inkârını da kapsayacaktır. Bu şekilde, Holokost ile “Ermeni soykırımı” iddiası arasında hukuki eşitlik sağlanacak ve “Ermeni soykırımı”nın inkârının da suç sayılarak cezalandırılmasına yol açılacaktır.3 (Davacı Reynouard, aynı zamanda, Gayssot Yasası’nın, Anayasa tarafından garanti altına alınmış olan düşünce özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü de ihlal ettiğini iddia etmiştir.) Davaya müdahil taraflar Fransa’daki Ermeni aktivistler tezlerine güç kazandıracağı düşüncesiyle davaya üçüncü taraf sıfatıyla müdahil olmuşlar ve iki Ermeni asıllı Fransız avukat tarafından temsil edilmişlerdir. Ne var ki, Ermeni gruplar bu hareketleriyle Gayssot Yasası’nın içini boşaltma girişiminde bulunan bir Neo-Nazi ile aynı safta yer alarak itibar kırıcı bir konuma düşmüşlerdir. Ermeni tarafı, Anayasa Konseyi’ne başvurusunda, Holokost ile “Ermeni soykırımı”nın tarihsel açıdan kanıtlanmış olaylar olmaları dolayısıyla eşdeğer olduklarını ve eşit muameleye tâbi tutulmaları gerektiğini ileri sürmüş ve bu nedenle her ikisinin inkârının da suç sayılarak cezalandırılmasını talep etmiştir. Irkçılık ve antisemitizm ile mücadelede Fransa ve Avrupa’da tanınmış STK’lardan olan MRAP (Irkçılık Karşıtı Halklar Arasında Dostluk Hareketi) ve LICRA (Irkçılık ve Antisemitizme Karşı 2 Anayasa Konseyi’nin kararında kullandığı “insanlığa karşı suç” terimi, Holokost anlamına gelmekte ve soykırım suçunu da kapsamaktadır. Bunun nedeni, Holokost’un hukuki temelinin 8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşması’na ekli Nürnberg Uluslararası Askerî Mahkemesi Statüsü’nün 6/II-c fıkrasından kaynaklanmasındandır. Bu fıkrada insanlığa karşı suçlar şöyle tanımlanmıştır: “Mahkemenin yargılama yetkisine giren her bir suçun icrası için veya bu suçla ilgili olarak, savaştan önce veya savaş sırasında, herhangi bir sivil nüfusa karşı işlenmiş insan öldürme, imha, köleleştirme, sürgün ve diğer tüm insanlık dışı fiiller veya siyasal, ırksal veya dinsel sebeplerle yapılan zulümler, işlendikleri ülkenin iç hukukuna aykırılık oluştursun veya oluşturmasın insanlığa karşı suç olarak nitelendirilirler.” 1945 yılında henüz soykırım suçu Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış ve kodifiye edilmiş değildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 11 Aralık 1946’da “Soykırım Suçu” başlıklı 96(1) sayılı kararıyla soykırımın uluslararası bir suç olduğunu kabul etmiştir. 3 Gayssot Yasası’nın 24 bis maddesi, “8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşması’nın eki olan Uluslararası Askerî Mahkeme Statüsü’nün 6. maddesinde tanımlanan, ya kriminel olduğu açıklanmış bir örgütün mensupları tarafından söz konusu tüzüğün 9. maddesi uyarınca ya da bir Fransız veya uluslararası mahkeme tarafından suçluluğu saptanmış kişi tarafından işlenmiş olan” insanlığa karşı suçları inkâr edenleri mahkûm etmektedir. 67 Uluslararası Birlik) davaya üçüncü taraf olarak katılmışlardır. Her iki STK da başvurularında, Holokost’un inkârının antisemitizm anlamına geldiğini ve bir uluslararası mahkeme kararıyla gerçekliği saptanmış olan Holokost’un “Ermeni soykırımı”yla eşit değerde tutulamayacağını vurgulayarak, Gayssot Yasası’nın 24 bis maddesinin aynen muhafazasını talep etmişlerdir. Türk tarihi eğitiminde tarafsızlık için mücadele veren ve okul kitaplarından “Ermeni soykırımı” iddialarının çıkarılmasını Fransız Hükümeti’nden talep eden TTETD de davaya Gayssot Yasası’nın Anayasa’ya uygunluğunu savunarak müdahil olmuş, fakat başvurusunda iki talepte bulunmuştur. Bunlardan birincisi, yukarıda da belirtilmiş olduğu üzere, Türkiye’yi Ermeni soykırımıyla suçlayan 2001 tarihli yasanın hukuki temelden yoksun ve Fransa Anayasası’na aykırı olması nedeniyle iptal edilmesi gerektiğine ilişkindi. İkincisi ise TTETD’nin Öncelikli Anayasal Soru başvurusunu reddeden Danıştay’ın ret gerekçesinin haklı olup olmadığını sorguluyordu. Anayasa Konseyi, 8 Aralık 2015 tarihindeki duruşmasında, davacı tarafın, Hükümet’in ve davaya katılan beş müdahil tarafın savunmalarını dinledi. Anayasa Konseyi’nde TTETD’yi Fransa’nın ünlü avukatlarından, “Danıştay’a ve Anayasa Konseyi’ne Akredite Avukatlar Barosu”nun Onur Başkanı Maitre Jean Barthélemy temsil etti. Duruşma, TTETD’ye, Konsey’de ilk defa Türkiye’yi soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasanın Anayasa’ya ve uluslararası hukuka aykırı olduğunu detaylı bir şekilde izah etme ve kayıtlara geçirme fırsatını verdi. Anayasa Konseyi kararı Anayasa Konseyi, 8 Ocak 2016 tarihli kararında, Gayssot Yasası’nın Anayasa’ya uygunluğunu teyit ederek davacının iddiasını reddetmiştir. Konsey, aynı zamanda, Fransız-Ermeni aktivistlerin Holokost ile “Ermeni soykırımı”nın tarihsel açıdan eşdeğer oldukları, bu nedenle her ikisinin de inkârının cezalandırılacak fiiller oluşturduğu iddiasını, Holokost’un uluslararası bir mahkemenin kararına dayanan bir gerçek olduğunu, buna mukabil Ermeni tezinin bir mahkeme kararına dayanmadığını vurgulayarak reddetmiştir. Konsey, aynı zamanda, bir insanlığa karşı suçun inkâr edilmesi 4 Commentaire – Décision No: 2015-512 QPC du 8 Janvier 2015, s. 17. 68 DOSYA: 1915 OLAYLARI fiilinin suç sayılarak cezalandırılması için, söz konusu insanlığa karşı suçun bir yetkili mahkeme kararıyla saptanmış olmasını şart koşmuştur. Bu husus kararın 10. maddesinde şu şekilde yer almıştır: “Bir Fransız mahkemesi kararı veya bir uluslararası mahkemenin Fransa tarafından tanınmış olan kararı gereğince, bir fiilin inkârının insanlığa karşı suç olarak nitelenmesi, diğer bir mahkeme veya yasa tarafından fiillerin inkârının insanlığa karşı suç olarak nitelenmesinden farklıdır.” Bunun anlamı, sadece birinci tip inkârların suç sayılacağıdır. Bu bakımdan bu hükmün yaratacağı sonuç bellidir. Bundan böyle, Fransız Parlamentosu “Ermeni soykırımı”nın inkârını suç sayan bir yasa geçiremeyecektir. Konsey kararının eki olan “Yorum” belgesindeki şu ifadeler de bu değerlendirmemizi pekiştirmektedir: “Gerçekte, 2012’deki iptal kararı (Boyer Yasası’nın Anayasa Konseyi tarafından iptalinden söz ediliyor), kanun koyucunun, kanunla oluşturulan bir tarihî gerçeğin inkârını cezalandırmasını yasaklamıştır.”4 Kararındaki bu hükümle Konsey, Fransız-Türk örgütü TTETD’nin en önemli taleplerinden birini kabul etmiş olmaktadır. Bunun sonucu olarak, bundan böyle Fransız Parlamentosu, Türkiye’yi soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasaya dayanarak, “Ermeni soykırımı” iddiasının inkârını suç sayıp cezalandırılmasını öngören yasalar çıkaramayacaktır. Konsey, bu kararıyla tarih ve hukukun siyasi saik ve amaçlarla istismar edilmesine karşı çıkmıştır. Bu şekilde, Fransa Anayasa Konseyi, Avrupa Birliği üyelerine ve uluslararası camiaya, parlamentoların ve diğer siyasi organların tarihin tartışmalı dönemleri hakkında hüküm verecek forumlar olmadıkları ve bu işin tarihçilerin serinkanlı ve tarafsız araştırma ve değerlendirmelerine bırakılması hususunda açık bir mesaj vermiştir. Anayasa Konseyi aldığı kararla, uluslararası hukukun Holokost’u soykırım olarak tanıması nedeniyle, Holokost’un inkârının cezalandırılacak bir fiil oluşturduğunu vurgulamaktadır. Bu, hiçbir mahkeme kararına dayanmayan Ermeni iddialarıyla keskin bir tezat teşkil etmektedir. Mahkeme bu farkın altını çizerek, bir fiilin soykırım olup olmadığının yetkili mahkeme tarafından saptanabileceğini ve yasama ile yürütme organlarının bir olayı insanlığa karşı suç veya soykırım olarak tanıma yetkisine sahip olmadıklarını ortaya koymuştur. Anayasa Konseyi’nin, Ermenistan’ın 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak niteleyen iddiasının geçersizliğini vurgulayan bu kararı, Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin, herhangi bir soykırım ithamının sadece Sözleşme’nin 6. ve 9. maddelerinde belirtilen yetkili mahkemeler tarafından karara bağlanabileceği yolundaki hükümleriyle tam bir uyum içindedir. Anayasa Konseyi kararı ile AİHM’in Perinçek kararının mukayesesi Anayasa Konseyi kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Perinçek davasında vermiş olduğu kararla uyum halindedir. AİHM, bir insanlığa karşı suçun inkârının suç oluşturması için, inkâr fiilinin ırkçı nefrete teşvik etmesini ana kriter olarak saptamıştır. AİHM, Holokost ile 1915 Olayları arasında ciddi bir fark olduğunu belirtmiş, Holokost’un inkârının, gerek tarihsel gerek kontekstle ilgili nedenlerden dolayı daima nefrete ya da hoşgörüsüzlüğe teşvik olarak anlaşıldığını, bu nedenle de suç sayıldığını, buna mukabil Perinçek’in “Ermeni soykırımı uluslararası bir yalandır” şeklindeki beyanının, İsviçre’de ırkçı ve antidemokratik bir eyleme teşvik eden bir anlam taşımadığını kaydetmiştir. Bu nedenledir ki mahkeme, Ermenilerin 1915 Olayları hakkındaki görüşlerine karşıt bir fikir ileri sürülmesini fikir özgürlüğü bağlamında değerlendirmiş ve cezayı gerektiren bir suç saymamıştır.5 AİHM, İsviçre mahkemelerinin Perinçek’in cezalandırılmasının haklılığını ortaya koymak amacıyla takip ettikleri yöntemi ve yararlandıkları gerekçeleri ciddi şekilde eleştirmiştir. Bu bağlamda AİHM, İsviçre mahkemelerinin 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanımlarken İsviçre mevzuatının soykırımla ilgili düzenlemelerini, 1948 Soykırım Sözleşmesi’ni ve Uluslararası Ceza Divanı Statüsü’nü dikkate almadıklarına, argümanlarını sadece “Ermeni soykırımı”nı tanıyan İsviçre Parlamentosu ile bazı kitaplara ve bazı kuruluşların raporlarına dayandırdıklarına işaret etmiş ve İsviçre mahkemelerinin Perinçek’i, İsviçre’de yerleşik görüşten farklı bir görüş açıkladığı için cezalandırmış olduklarının görüldüğünü, bu tarz hareketin de demokratik toplumla bağdaşmadığını belirtmiştir.6 Anayasa Konseyi: AİHM’in benzeri bir mantığı benimsiyorum Anayasa Konseyi, kararında, ifade özgürlüğü konusunda AİHM’in benzeri bir mantığı kabul ettiğini açıklamıştır. Bu hususta Konsey kararının “Yorum” ekinde şu değerlendirme yer almaktadır 7: “Gayssot Yasası’nın 24 bis maddesindeki hükümler, bazı tarihsel olayları insanlığa karşı suç olarak tanımlamak amacıyla Gayssot Yasası’ndan sonra çıkarılan ve ‘hafıza yasaları’ denilen yasalarınkinden değişiktir. Nitekim, 29 Ocak 2001 tarihli Ermeni soykırımı ve 21 Mayıs 2001 tarihli köle ticareti hakkındaki yasalarda, kanun koyucunun bizzat kendisi, hiçbir mahkeme kararına dayanmadan ve fiillerin zaman bakımından eskiliği ve faillerin hepsinin yaşamını yitirmesi nedeniyle bir mahkeme kararı elde etme olasılığı da bulunmamasına rağmen, Ermeni soykırımını alenen tanımakta ve zenci ticareti ile köleliği insanlığa karşı suç olarak tanımlamaktadır. Bu durumda, Anayasa Konseyi’nin, Gayssot Yasası’nın itiraz konusu olan ifade özgürlüğüne ilişkin hükmünü, kendi içtihadı ışığında incelemesi gerekmiştir. Bu inceleme sonucunda, itiraz edilen hükmün ifade özgürlüğünü ihlal ettiğinin Anayasa’ya uygunluğunun tayini için, ilk önce bu hükmün ‘kamu düzenini ve üçüncü kişilerin haklarını ihlal eden bir ifade özgürlüğü ve iletişim suistimaline’ mani olduğunun, ve ikinci olarak da gerekli olduğunun ve güdülen amaca uygun ve orantılı olduğunun saptanması icap etmektedir.” Burada bir parantez açarak, Anayasa Konseyi’nin, kararının gerekçesi sayılan bir belgede, Fransa Parlamentosu’nun hiçbir mahkeme kararına dayanmamasına ve fiillerin zaman bakımından eskiliği ve faillerin hepsinin yaşamını yitirmesi nedeniyle bir 5 AİHM’in “Perinçek-İsviçre Davası”nda 15 Ekim 2015 tarihli Büyük Daire Kararı, para. 234, 239. 6 Ibid, para. 269, 270, 271. 7 Commentaire, s. 17-18. 69 mahkeme kararı elde etme olasılığı da bulunmamasına rağmen, 29 Ocak 2001 tarihli yasa ile 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanımış olmasını, tamamen hukuk dışı ve meşruiyet yoksunu bir işlem olarak vasıflandırdığının altını çizelim. “Yorum” belgesine dönersek, belgede Anayasa Konseyi’nin ifade özgürlüğü alanındaki içtihadı konusunda şu hususların altı çizilmektedir: “Gayssot Yasası’nın hazırlık çalışmalarındaki (travaux prépatatoires) bulguları ve İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupalı Mihver Devletleri’nin işledikleri insanlığa karşı suçları dikkate alan Anayasa Konseyi şu sonuca varmıştır: ‘Kanun koyucu, bu tür suçların mevcudiyetini inkâr eden ifadeleri yasaklamak suretiyle, ırkçılığın ve antisemitizmin tahrikini cezalandırmayı öngörmüştür.’8 Bunu takiben Anayasa Konseyi şu kararı almıştır: ‘İkinci Dünya Savaşı sırasında işlenen ve insanlığa karşı suç olarak nitelenen ve bu nedenle bir Fransız mahkemesi veya uluslararası mahkeme tarafından cezalandırılan fiilleri inkâr eden ifadeler, ırkçılığa ve antisemitizme tahrik oluşturmuştur. (Gayssot Yasası’nın davacı tarafından) itiraz edilen hükümleri ise kamu düzenini ve üçüncü kişilerin haklarını ihlal edecek bir ifade özgürlüğü ve iletişim suistimalini önleme amacını gütmüştür.’9 “Anayasa Konseyi bu şekilde Strasbourg Mahkemesi’ninkine benzer bir mantığı kabul etmektedir. AİHM, Garaudy davasında verdiği kararda ‘İnsanlığa karşı suçların inkârı, Yahudilere karşı en sert hakaret tarzlarından biri ve onlar aleyhinde nefrete tahrik olarak görünmektedir. Bu tipte tarihsel fiillerin inkârı veya revizyonu, ırkçılığa ve antisemitizme karşı mücadelenin dayandığı değerleri tehdit etmekte ve kamu düzenini bozucu bir nitelik arz etmektedir’ demektedir.” Görüleceği üzere, Anayasa Konseyi, ifade özgürlüğü konusunda kendi görüşüyle AİHM’in Perinçek davasında verdiği karardaki görüş arasında mantıksal açıdan benzerlik olduğunu kabul etmektedir. Ancak, yine de iki karar arasında bir fark vardır. Zira AİHM, bir insanlığa karşı suçun inkârının suç oluşturması için, inkâr fiilinin ırkçı nefrete teşvik etmesini ana kriter olarak saptamıştır. Anayasa Konseyi’nin kararına göre ise bir insanlığa 8 Anayasa Konseyi kararının 6. maddesi. 9 Anayasa Konseyi kararının 7. maddesi. 10 Anayasa Konseyi kararının 3. maddesi. 70 DOSYA: 1915 OLAYLARI karşı suçun inkârının suç sayılabilmesi için kriter, söz konusu insanlığa karşı suçun bir mahkeme kararıyla saptanmış olmasıdır. Bu husus, Konsey kararının 7. maddesindeki, “İkinci Dünya Savaşı sırasında işlenmiş olan ve insanlığa karşı suç olarak tanımlanan ve bu nitelikleri nedeniyle Fransa veya uluslararası yargı organları tarafından cezalandırılmış bulunan suçların varlığını tartışma konusu yapan ifadeler, ırkçılığa ve antisemitizme teşvik oluşturur” ifadesinde yer almaktadır. Kanımızca, Konsey’in, Türkiye’nin hukuki yaklaşımıyla da bağdaşan bu kararı, AİHM içtihadını tamamlamaktadır. AİHM açısından bir insanlığa karşı suçun inkârı fiilinin suç sayılıp cezalandırılması ırkçı nefreti teşvik etmesi durumunda haklıdır; Anayasa Konseyi kararına göre ise inkâr fiilinin suç sayılması ancak insanlığa karşı suçun bir mahkeme kararıyla saptanmış olması şartına bağlıdır. Yani Konsey, zihni unsuru (ırkçı nefrete teşvik etmeyi), usul unsuruna (mahkeme kararı) bağlamaktadır. Konsey kararı 2001 tarihli yasanın iptali için TTETD’nin önünü açmıştır Makalenin başında, TTETD’nin 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla yapmış olduğu Öncelikli Anayasal Sorun başvurusunun Danıştay tarafından reddedildiğini belirtmiştik. Anayasa Konseyi, kararında, her ne kadar bu aşamada TTETD’nin 2001 tarihli yasanın iptali hakkındaki talebini kabul etmemiş ise de, bunu, TTETD’nin bakılan davada üçüncü taraf olması nedeniyle söz konusu yasanın doğrudan kendine sunulmamış olması gerekçesiyle izah etmiştir.10 Bununla birlikte Konsey, TTETD’nin bu konuda daha önce yapmış olduğu bir anayasal başvuru girişiminin kendisine intikalini hatalı ve tutarsız bir gerekçeyle engellemiş olan Danıştay’ın bu kararındaki sakatlığı ortaya koyarak, 2001 tarihli yasanın önüne getirilmesi için zımnen davetiye çıkarmıştır. Makalenin “TTETD’nin 29 Ocak 2001 tarihli yasanın iptali için başlattığı hukuki süreç” ile ilgili II. bölümü Mayıs 2016 sayımızda yayımlanacaktır. TARIHÎ VESIKALAR ERMENİLERİN I. DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA İTİLAF DEVLETLERİ’NİN ORDULARIYLA BİRLİKTE HAREKET ETTİĞİNİ, YALNIZCA ERMENİ ÇETELERİNİN DEĞİL, YABANCI DEVLETLERİN ORDULARINA KATILAN ERMENİLERİN DE TÜRK ŞEHİRLERİNDE İŞGAL VE KATLİAMLARA GİRİŞTİĞİNİ GÖSTEREN BELGELERDEN BİRİ, MERSİN’E YANAŞAN BİR İNGİLİZ GEMİSİNDEN INEN 1500 FRANSIZ VE ERMENİ ASKERİN ŞEHRİ İŞGAL ETTİĞİNE İLİŞKİN 19 ARALIK 1918 TARİHLİ RAPORDUR. Adliye ve Mezâhib Nezâreti Teftiş Heyeti Aded: 742 Çıkış Yeri: Mersin Teftiş Heyeti Başkanlığı’na İki gün önce üç İngiliz vapuru Mersin’e gelmiş, karaya bin beş yüz Fransız ve Ermeni askeri çıkarılmış, bunlar kasabayı askerî işgal altına almışlardır. Bu işgalin vilayetin tümünü kapsayacağının söylendiği bilgilerinize arz olunur. 19 Aralık 1918 Adliye Müfettişi İshak Kaynak: BOA. HR. SYS. 2555-2/68 71 AHŞAP KOKULU BIR DÜNYA MIRASI SAFRANBOLU 72 KÜLTÜR VARLIKLARI ARNAVUT KALDIRIMLI SOKAKLARINDA YÜKSELEN BIRBIRINDEN GÜZEL EVLERI, UFACIK DÜKKANLARIYLA ADETA BIR MAKETI ANDIRIR SAFRANBOLU. BIR ZAMANLARIN SAFRAN KOKAN BU ETKILI TICARET NOKTASI, ŞIMDI KLASIK OSMANLI MIMARISINI VE GELENEKSEL EL SANATLARIMIZI MÜKEMMEL ŞEKILDE YANSITAN EVLERIYLE BIR DÜNYA MIRASI. ÇAĞLA TAŞKIN debiyat betimlemeyi sever. Okuyucunun anlatılan kişiyi, olayı, nesneyi daha iyi tahayyül edebilmesi için sık sık tanımlamala- E yayıldığı zaman cenaze ateşi yatıştı, alev düştü, rüzgarlar Thrakia ra, benzetmelere başvurur. Bunu yaparken en iyi yardımcısı belki Homeros’a rengiyle ilham veren bu kıymetli bitki, Safranbolu de doğadır. Doğada bulunan renkler, sesler ve ahenk yazara hem adının da kaynağı aynı zamanda. Bugün dünyanın en nadir bulunan ilham verir hem de ilhamını kelimelere dökmesinde bir yardım eli ve en pahalı bitkileri arasında yer alan safranın bölgede bir zaman- uzatır. Gündoğumunu ele alalım mesela. Yeni bir günü müjdeleyen lar çok görülmesinden geliyor Safranbolu’nun adı. Günümüzdeyse bu anda beliren renk cümbüşünü tanımlamak için safranı seçmiştir bölge safran zenginliğiyle değil, klasik Osmanlı mimarisini yansıtan Homeros. Safranın kızıl ve sarının binbir tonunu barındıran bir bitki iyi korunmuş evleriyle biliniyor daha ziyade. Karabük’te bulunan olduğu düşünüldüğünde bu benzetmenin ne kadar isabetli oldu- Safranbolu’nun yerleşim tarihinin Paleolitik Çağ’a kadar uzandığı ğunun farkına varılır. Antik dünyanın büyük yazarı, meşhur İlyada tahmin ediliyor. Safranbolu uzun tarihi boyunca birçok uygarlığa destanında kahraman Akhilleus’un büyük dostu Patroklos’un evsahipliği yapan bir yer olmuş. Kimlerin yolu geçmemiş ki bu ölümünü anlattığı bölümde şöyle der: “(…) Sabah yıldızı doğup bir zamanlar safran kokan şehirden… Dorlar, Kimerler, Lidyalılar, yere ışığı müjdelediği ve arkasından safran elbiseli şafak denize Persler, Romalılar, Selçuklular ve son olarak Osmanlılar. Osman- yönüne doğru uzaklaştı…” 73 SAFRANBOLU’NUN EN ÖNEMLI ÖZELLIKLERINDEN BIRI, EVLERIN BIRBIRININ MANZARASINI KESMEYECEK ŞEKILDE KONUMLANDIRILMIŞ OLMASIDIR. lıların bölgedeki Türk hakimiyetini kesin olarak tesis etmesinin 14. veya 15. yüzyılda gerçekleştiğine dair farklı görüşler olsa da ortada şüphe götürmez bir gerçek var: Safranbolu’nun Osmanlı döneminde önemini giderek artırdığı, refah seviyesini yükselttiği. Özellikle lonca örgütlenmesinin güç kazanmasıyla Osmanlı hakimiyeti altındaki Safranbolu’da yemenicilik, demircilik, saraçlık ve bakırcılık gibi zanaat kolları ilerlemiş; bölgenin meşhur safranı özellikle 17. yüzyılda bu toprakları önemli bir ticaret noktası kılmış. Safranbolu, adını günümüze taşıyan gelişmeleri ise 18. yüzyılda yaşamış. Bölgede bu yüzyılda inşa edilmeye başlayan ve sonraki yüzyılda da yapımına devam edilen evler, bugün bu küçük ilçenin adının dünya çapında bilinmesinin en önemli nedeni. Oldukça iyi korunmuş bu klasik Osmanlı evleri 1994 yılından beri UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor. 74 KÜLTÜR VARLIKLARI Ahşabın saltanatı Safranbolu evlerinin en önemli özelliklerinden biri, evlerin birbirinin manzarasını kesmeyecek şekilde konumlandırılmış olması. Eğimli arazi üzerinde adeta kademeli şekilde yükselen evlerde Arnavut kaldırımlı sokak hattı takip edilmiş, evle sokak arasında göz zevkini bozacak bir farklılık olmamasına dikkat edilmiş. Safranbolu evlerinin tamamında mahremiyete oldukça önem verildiğini, iç ve dış tasarımın bu unsur dikkate alınarak şekillendirildiğini açıkça görmek mümkün. Her ev yüksekçe bir bahçe duvarıyla sokaktan ayrılmış. Bazı bahçelerde sebze-meyve ekimi için ayrı bir alan bulunurken bazılarında da çardak, havuz gibi ek unsurlar yer alıyor. Taş, ahşap ve metalin bir arada kullanıldığı evlerin sokak hizasındaki giriş katları penceresiz inşa edilmiş. Yine de “hayat” adı verilen bu kısımların gün ışığı alması için odundan yapılma kafesli küçük bölümler eklenmiş evlerin cephelerine. Geleneksel Safranbolu evlerinde bu katlar genellikle ahır veya ambar olarak değerlendiriliyormuş. Bazı evlerde ise misafirin çok olduğu günlerde kullanılmak üzere büyük ocaklar, kazanlar yer alıyormuş bu katlarda. Safranbolu evlerinin üst katları ise gündelik yaşam alanı olarak ve misafir ağırlamak için kullanılıyormuş. Genellikle 3 katlı olan ve 6-8 odası bulunan Safranbolu evlerinin en dikkat çekici özelliklerinden biri her odanın ayrı bir işlevinin olması, başlı başına bir yaşam ünitesi niteliği taşıması. Genellikle toplu oturma alanı olarak nitelendirilebilecek, sedir ve minderlerle konforlu hale getirilen merkezî konumdaki sofayı çevreleyen odaların her birinde dolap, yüklük, sedir, ocak gibi temel unsurlar yer alıyor. Safranbolu evlerinin bazılarındaki odalarda bir de silindir şeklinde ahşap bir dönme dolap olduğu görülüyor. Odaya yapılan yemek servislerinde kullanılan bu sistem hem işlevi hem de odayla sağladığı estetik bütünlük bakımından oldukça ilginç. “İçeri” de denilen odaların enteresan detaylarla zenginleştirildiğine de oldukça sık rastlıyoruz Safranbolu evlerinde. Kimi odalarda görsel ve serinletici etkisinden faydalanılan bir havuz, kimi odalarda “musandıra” adı verilen ve bir tür küçük depo işlevi gören bir ek kısım, kimi odalarda da duvarlara oyulmuş, içine dekoratif eşyaların koyulduğu “çiçeklik” denilen süsleme unsurlarına denk geliniyor. Safranbolu evlerindeki süslemeler bundan ibaret değil elbette. Evlerin temel yapı unsuru olan ahşap, süslemede de kullanılmış. Safranbolu evlerinin hemen her yerinde görmek mümkün ahşabın nasıl ince ince işlendiğini. Pencereler, parmaklıklar, çıkmalar, tavanlar, kapılar, cumbalar… Geleneksel el sanatlarımız arasında başı çeken, özellikle Selçuklular zamanında geliştirilen teknikler ve 75 ortaya çıkan yeni desenlerle büyük ivme kazanan ahşap işleme sanatının çeşitli uygulamalarına rastlamak mümkün Safranbolu’da. Hiçbir yapıştırma veya çakma işleminin yapılmadığı, küçük ahşap çıtaların birbirine geçirildiği, oldukça zahmetli ve sabır isteyen kündekari, ahşap işleme sanatının şahı gibi adeta. Geometrik motiflerin özellikle tercih edildiği bu yöntemin yanı sıra istenen desenin ince çıtalarla işlendiği çıtakari, oyma, kakma, yontma ve kalemişi de sıklıkla kullanılmış Safranbolu evlerinde. Bu zahmetli süslemeleri tavan gibi geniş bir alanda da görmek mümkün, pencere mandalı gibi küçücük bir yüzeyde de. Safranbolu evlerine emek veren ustalar eserlerinin her noktasına terlerini akıtmış, her santimetresine özenmiş diyebiliriz kısaca… Bu marifetli ustalar eserlerini işlerken meşe, çam, karaağaç ve ceviz ağacı üzerinde çalışmış; madalyondan yıldıza, lotustan ejderhaya birçok farklı 76 KÜLTÜR VARLIKLARI motifle bezemişler gözlerinin nurunu. Kimisi bereketi simgelediği düşünülen el figürünü işlemiş kapı tokmağına, kimisi uğur getirsin diye çatı saçağına bir çift geyik boynuzu asmış. Böylece her biri dışarıdan kusursuz bir aynılık arz eden ama içlerine girildiğinde kendilerine has benzersiz cevherleriyle şaşırtan, aradan geçen onca yıla meydan okuyan Safranbolu evleri çıkmış ortaya… Her adımda tarihî bir değer Özellikle Osmanlı döneminde büyük imar gören Safranbolu’nun başka tarihî değerleri de var elbette. 18. yüzyılda Sultan III. Selim’in sadrazamı İzzet Paşa tarafından yaptırılan ve kendisiyle aynı adı taşıyan kesme taş cami ve 555 gibi oldukça eski bir zamana tarihlenen bir kiliseden dönüştürülmüş Ulu Camii bu önemli değerlerden bazıları. Safranbolu’nun en kıymetli miraslarından biri de 17. YÜZYILDA SADRAZAM KÖPRÜLÜ MEHMET PAŞA TARAFINDAN YAPTIRILAN CAMI, SAFRANBOLU’NUN EN KIYMETLI MIRASLARI ARASINDADIR. OSMANLI’NIN HÂLÂ ÇALIŞIR DURUMDAKI EN ESKI SAAT KULELERINDEN BIRI DE ILÇEDE YER ALIR. 17. yüzyılda ünlü sadrazam Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılan, kare planlı, tek şerefeli bir minaresi olan Köprülü Mehmet Paşa Camii. Bu caminin kemerli bir kapıyla girilen avlusunda ise başlı başına bir kültür hazinesi saklı. Avludaki küçük kitaplıkta el yazması kitaplar yer alırken burada korumalı bir bölmede bir güneş saati muhafaza ediliyor. Safranbolu’daki bir diğer kıymetli miras ise yine III. Selim’in sadrazamı İzzet Paşa hamiliğinde inşa edilen saat kulesi. Osmanlı’nın en eski saat kulelerinden olan 12 metre yükseklikteki bu eser hâlâ çalışır durumda. Bölgenin safran ticaretiyle nam saldığı dönemde en şaşaalı günlerini yaşayan Cinci Hanı ise restorasyon çalışmalarının tamamlanmasının ardından bugün otel olarak hizmet veriyor. Yine bu dönemde büyük yoğunluk yaşayan Arasta, yani çarşı ise günümüzde birçok turistik dükkan ve kafenin yer aldığı keyifli bir soluklanma yeri. 77 PROF. DR. ZIYA GÖKALP MÜLÂYIM: TÜRKIYE’DE SIYASET YAPMAK, IÇINDE BULUNDUĞUMUZ COĞRAFYA DOLAYISIYLA HEM DAHA ZORDUR HEM DE DAHA FAZLA SORUMLULUK GEREKTIRIR SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN 1973-1979 YILLARI ARASINDA SAMSUN SENATÖRÜ OLARAK GÖREV YAPAN PROF. DR. ZIYA GÖKALP MÜLÂYIM, “GEREK ÜLKE DEMOKRASISINE GEREKSE SIYASETTEKI SERT ÜSLUBUN YUMUŞAMASINA KATKI SAĞLAYACAĞINA INANDIĞIM IÇIN CUMHURIYET SENATOSU’NUN TEKRAR OLUŞTURULMASI GEREKTIĞI KANAATINI TAŞIYORUM” DIYOR. MÜLÂYIM, TARIMIN GELIŞMESI IÇIN KOOPERATIFÇILIĞE ÖNEM VERILMESI GEREKTIĞINI DE IFADE EDIYOR. 78 SÖYLEŞI Sizi siyasetçi, akademisyen ve ressam kimliklerinizle tanıyoruz. Her üç alandaki çalışmalarınızı konuşmadan önce çocukluk ve gençlik yıllarınıza gidelim. Hayat yolculuğunuzun ilk dönemleri nerede ve nasıl geçti? 1932 yılında Ceyhan’da doğdum. Babam çiftçilikle uğraşırdı, Dörtyol’da narenciye bahçemiz vardı. 1950’de Kabataş Lisesi’ni bitirdiğimde babam ziraat eğitimi alıp bahçemizin başına geçmem için beni İtalya’ya gönderdi. Floransa Üniversitesi Ziraat Fakültesi üçüncü sınıfta okurken Tarım Politikası dersi aldım. Bu ders kapsamında toprak reformu ve kooperatifçilik de anlatılıyordu. O yıllarda İtalya, II. Dünya Savaşı’nın ardından uygulamaya koyduğu toprak reformu ve kooperatifçilik sayesinde tarımını hızla kalkındırmaya başlamıştı. Bu konuları genç yaşımda öğrenmiş ve önemini kavramıştım. Ziraat Fakültesi’ni bitirince Floransa Üniversitesi’nde kooperatifçilik alanında doktora yaptım. Böylece 1953 yılında aldığım Tarım Politikası dersi hayatımın yönünü değiştirdi. Artık Dörtyol’daki bahçemizin başına geçip gelirini beş-on katına çıkarmaktan vazgeçmiştim. Onun yerine Türkiye’de etkili bir toprak reformu yapmaya ve tüm yurtta kooperatifçiliği yaymaya karar vermiştim. Bunun için önce akademik kariyer yapacak, sonra da siyasete atılarak büyük hayalimi gerçekleştirmeye çalışacaktım. Türkiye’ye dönünce 1957 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’ne asistan olarak girdim. Bu arada 1961 yılında Harvard Üniversitesi’nde ekonomik kalkınma üzerine incelemelerde bulundum. Bu benim için çok önemli bir deneyimdi. Ankara Üniversitesi’nde 1964’te doçent, 1970’te ise tarım ekonomisi profesörü oldum. Kurultayı’nda Genel Sekreter seçildi. Kendisini tebrik etmek üzere CHP Genel Merkezi’ne gittim. Sayın Ecevit’le daha önce tanışmamıştık, ismimi söyleyince, “Aa, ben sizi tanıyorum. Gazetedeki yazılarınızı okudum. Toprak reformu, kooperatifçilik bizim tartıştığımız konularla da çok ilgili. Acaba partiye girmez misiniz? Bizimle beraber çalışmanızdan memnun oluruz” dedi. Ben de zaten partiye girmeyi düşünüyordum. Bülent Ecevit’e “Tabii, niye olmasın? Cumhuriyet Halk Partisi’ne üye olurum, ama iki küçük şartım var” dedim. “Nedir?” diye sordu. “Ben ileride siyaset yapacağım. Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdiğimi başta üniversite camiası olmak üzere tüm kamuoyunun duymasını istiyorum. Partiye girişimle ilgili bir tören düzenlenmesini sağlayabilirseniz memnun olurum. İkinci isteğim ise giriş beyannamemi CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ile sizin imzalamanız” yanıtını verdim. Ecevit “Olur” dedi ve 16 Kasım 1966’da CHP Genel Merkezi’nde benim için bir tören tertip edildi. Gazeteciler ve törene katılanlar ayrıldıktan sonra İsmet İnönü bana “Sen kal” dedi ve beni karşısına oturtup şunları söyledi: “Şu andan itibaren sen Cumhuriyet Halk Partilisin, ben de Cumhuriyet Halk Partiliyim. Yani ikimiz de CHP üyesiyiz. Üyelik bazında eşitiz. Bu parti bundan sonra benim kadar senin de. CHP’nin ve memleketin sorunlarıyla ilgilenecek ve bir bilim adamı olarak partiye katkıda bulunacaksın. Bundan sonra partide işler kötü giderse, olumsuz bir şey olursa ‘İsmet Paşa şunu yaptı, İsmet Paşa bunu yaptı’ diyerek benim üzerime atmayacaksın. Uğraşacaksın ve düzeltmeye çalışacaksın.” İsmet İnönü’nün bu sözleri parti üyesi olmanın önemine ve sorumluluğuna işaret etmesi bakımından çok güzel bir mesajdır. Ben bu yaşıma kadar İsmet Paşa’nın verdiği görevi en iyi şekilde yapmaya çalıştım ve Cumhuriyet Halk Partili olmaktan daima gurur duydum. 1973-1979 yılları arasında CHP Samsun Senatörlüğü yaptınız. Onun öncesinde partide üstlendiğiniz görevler oldu mu? Üyeliğimin ardından partiye oldukça sık gidip gelmeye başladım; bir nevi danışman olarak. O sıralarda Deniz Baykal, Ahmet Yücekök, Vedat Dalokay, Saim Kendir, Tekin İleri Dikmen gibi arkadaşlar da benim gibi sık sık partide oluyorlardı. Bu şekilde çalışmalarımızı sürdürürken Bülent Ecevit, “Bu böyle olmayacak, bir Yüksek Danışma Kurulu oluşturalım” dedi. Bir gün İsmet İnönü’den Yüksek Danışma Kurulu’na seçildiğimi bildiren bir mektup aldım. İlk toplantısını 29 Ocak 1969’da yaptığımız Kurul’da arkadaşlarımızla birlikte önemli çalışmalar gerçekleştirdik. 1970 ve 1971 Akademik kariyerin ardından sıra siyasete geldi sanırım… Siyasete girişim doçent olduktan sonradır. 1961 Anayasası’na göre öğretim üyeleri doçent olduktan sonra politikayla uğraşabiliyor, siyasi partilere üye olabiliyor ve gazetelerde yazı yazabiliyordu. Ben de toprak reformu ve kooperatifçilik konusunda gazetelerde yazı yazmaya başlamıştım. Bülent Ecevit, 1966 yılında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 79 yıllarında Yüksek Danışma Kurulu Başkanlığı yaptım. Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçim bildirgesi ve programının hazırlanması sırasında bilhassa tarım, kooperatifçilik, toprak reformu gibi konularda katkılarım oldu. Partinin bugünkü programında bile o günkü çalışmaların izleri vardır. Partideki faaliyetlerimi sürdürürken gazete yazılarımı bir araya getirdiğim Tarımda Düzen Değişikliği isimli kitabımı Bülent Ecevit’in önsözüyle yayımladım. Bu eser o dönemde gerçekten büyük sükse yaptı. Çift meclisli bir dönemde görev yaptınız. Yakın tarihimizde önemli bir yeri bulunan bu dönemle ilgili neler söylemek istersiniz? Bilindiği gibi ülkemizde 1961-1980 yılları arasında çift meclisli sistem yürürlükteydi. TBMM, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere iki meclisten oluşuyordu. Cumhuriyet Senatosu’na aday olabilmek için 40 yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış olmak gerekiyordu. 1973 yılında kontenjandan aday gösterildim ve 1979’a kadar CHP Samsun Senatörü olarak görev yaptım. Bugünün gençleriyle sohbet ettiğimde senatörün ne demek olduğunu bilmediklerini görüyorum. Çift meclisli sistem Türkiye’nin tarihinde önemli bir yer teşkil eder, bu nedenle gençlerimize o dönemi de anlatmamız gerekir. Hatırlanacağı gibi çift meclisli sistemde Millet Meclisi’nden geçen bir yasa Senato’da da görüşülürdü. Böylece yürürlüğe konulacak yasanın daha detaylı ve objektif kriterlerle değerlendirilmesi mümkün olurdu. Ben gerek ülke demokrasisine gerekse siyasetteki sert üslubun yumuşamasına katkı sağlayacağına inandığım için Cumhuriyet Senatosu’nun tekrar oluşturulması gerektiği kanaatini taşıyorum. Çift meclisli sistemin dünyada örnekleri olduğu gibi bizim siyasi geleneğimizde de yeri var. Hatırlanacağı gibi Osmanlı döneminde parlamento, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan’dan oluşuyordu. Bugün ülkemizde başkanlık sistemi tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de parlamenter sistem devam etmelidir. Başkanlık sistemi, bizim gibi de- 80 SÖYLEŞI mokrasi kültürünün tam manasıyla yerleşmediği ülkelerde çeşitli sıkıntıları beraberinde getirir. Öte yandan, bana göre bugün siyasi partilerimizde bir nevi başkanlık sistemi uygulanmaktadır. Bizim zamanımızda milletvekili adayları ön seçimle belirlenirdi, günümüzde ise genel başkanların istediği kişiler listeye yazılıyor. Bu durum milletvekili ile seçmen arasındaki ilişkileri de olumsuz etkiliyor. Milletvekilleri neredeyse seçim bölgelerinden çok partinin genel merkezinde bulunuyor. Oysa siyaset halkla iç içe yapılması gereken bir görevdir. İsmet İnönü ile ilgili pek çok anınız var. Hatta bunları kitap haline getirdiniz… Evet. Anılarımı bir gün İsmet İnönü’nün kızı Özden İnönü Toker’e anlattım. Kendisinin çok hoşuna gitti ve “Bunları kayda alarak arşivleyelim” dedi. İsmet İnönü ile 15 güzel anımı Pembe Köşk’te düzenlenen ve büyük ilgi gören bir konferansta katılımcılara anlattım. Daha sonra konuşmamın metnini İsmet İnönü’den Siyaset Dersleri Niteliğinde Anılar isimli kitapta yayımlayarak İnönü Vakfı’na armağan ettim. Bu anılarımdan biri “kuyudan adam çıkarma” olayıdır. İsmet İnönü, Celal Bayar ve Demokrat Partililerin siyaset yasağının kaldırılması için çalışacağını söylemiş, Celal Bayar’ı kastederek kuyuya düşmüş bir adama elini uzatacağını ifade etmişti. Bu demeci üzerine Türkiye’de ve partide kıyamet koptu. Birçok Parti Meclisi üyesi “Siz bu kişileri nasıl affedersiniz?” diye karşı çıktı. Bu tepkiler üzerine İsmet İnönü, Parti Meclisi’ni topladı ve “Bir partide genel başkan başka, Parti Meclisi başka bir şey söylüyorsa o parti tutarlılığını kaybeder, vatandaş ‘Hangisine inanacağım?’ der. Onun için aramızda uyum olması gerekiyor. Madem ki Parti Meclisi üyeleri bu demecime karşı çıkıyor, o halde konuyu Parti Meclisi’nde tartışacağız” dedi. Nitekim kuyudan adam çıkarma olayını iki gün kadar tartıştık. Bazı üyelerin çok sert konuşmaları oldu. Neticede Bülent Ecevit Genel Sekreter olarak Parti Meclisi’ne bir önerge verdi. “Eski DP’lilerin siyasi haklarının iadesi konusunda teşebbüse geçilmesinin memleket ve rejim yararına olacağının” ifade edildiği bu önerge oylanarak kabul edildi. Bunun üzerine bazı üyeler Parti Meclisi’nden istifa etti. Bu olay genel başkan “DÖRT BIR YANIMIZDA SORUNLARIN YAŞANDIĞI ZOR BIR COĞRAFYADA YER ALIYORUZ. BU NEDENLE DIŞ POLITIKADA ÇOK DIKKATLI OLMAMIZ VE ATATÜRK’ÜN ‘YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ’ ILKESINDEN AYRILMAMAMIZ GEREKIYOR.” ile Parti Meclisi’nin uyumlu çalışmasının önemine ve parti içi demokrasinin işleyişine güzel bir örnektir. İsmet İnönü ile ilgili bir başka anım ise İtalya’da öğrenci olduğum döneme aittir. Üniversitedeki Türk öğrenciler ders çıkışında bir yerde oturur, sohbet ederdik. Bir gün Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan bir arkadaşımız “Bugün derste çok enteresan bir şey oldu” dedi ve şunları anlattı: “Hocamız ‘II. Dünya Savaşı’nın en büyük siyaset adamı kimdir?’ diye sordu. Churchill, Roosevelt, Mussolini, Stalin, hatta Hitler diyenler oldu. Hocamız ‘Hiçbiriniz bilemediniz. II. Dünya Savaşı’nın en büyük siyaset adamı İsmet İnönü’dür. Çünkü sizin saydığınız bütün siyaset adamları ülkelerini savaşa soktular, yüz binlerce insanın, vatandaşlarının ölümüne neden oldular. Yalnızca İsmet İnönü bütün dayatmalara rağmen ülkesini savaşa sokmadı, kimsenin burnunu kanatmadı ve böylece ulusunu esenliğe çıkarttı’ dedi.” Tabii Türk öğrenciler olarak bundan gurur duyduk. Tecrübeli bir siyasetçi olarak sizce bugün ülke gündemindeki en önemli konular, çözüm bekleyen sorunlar nelerdir? Dört bir yanımızda sorunların yaşandığı zor bir coğrafyada yer alıyoruz. Bu nedenle dış politikada çok dikkatli olmamız gerekiyor. Bugün maalesef komşularımızla ilişkilerimiz çok sorunlu. Senato’da Dışişleri Komisyonu Başkanlığı da yapmış bir kişi olarak dış politika konusunu yakından takip ediyorum ve siyasetçilere Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinden ayrılmamaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Öte yandan, terör olayları ülkemizin en önemli sorunlarından birini teşkil ediyor. İşsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi konular da çözüm bekliyor. Ekonomimizin, özellikle de tarımımızın gelişmesi ve çağdaşlaşması için kooperatifçiliğe önem verilmesi, okullarda kooperatifçilik dersi okutulması gerekiyor. Ülke olarak laiklikten ödün vermeyerek, Cumhuriyet’in değerlerine, Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkarak geleceğe yürümemiz büyük önem taşıyor. Geriye dönüp baktığınızda aktif siyasetin içinde yer aldığınız yıllar sizde ne gibi duygular uyandırıyor? Siyaset, omuzlarınıza büyük bir sorumluluk yükleyen mukaddes bir görevdir. Türkiye gibi zor bir coğrafyadaki ülkede siyasetçi olduğunuzda sorumluluğunuz ve yapmanız gerekenler bir kat daha artmaktadır. Siyaset sanıldığı gibi kolay bir iş değildir. Rahmetli Süleyman Demirel, “Fırat’ın kenarında bir çobanın koyunu kaybolsa bundan ben sorumluyum” derdi. Senatörlüğüm döneminde “Bu sorunları nasıl çözeceğiz?” diye düşünmekten uyku uyuyamadığım çok gece oldu. Geriye dönüp baktığımda siyasette yer almış olmaktan, ülkeme bir siyasetçi olarak hizmet edebilmekten büyük memnuniyet duyuyorum. Gençlerimize siyasete katılmaları, siyasi parti liderlerine de gençlere fırsat vermeleri çağrısında bulunuyorum. Söyleşimizin başında belirttiğimiz gibi ressam kimliğiniz de var. Ne zamandır resimle ilgileniyorsunuz? Çocukluğumdan beri resim yapıyorum. Emekli olduktan sonra resme daha fazla zaman ayırmaya başladım. Resim yapmak beni dinlendiriyor ve mutlu ediyor. Daha çok İstanbul, Bodrum, Datça, Marmaris peyzajları yapıyorum. Anıtkabir resimlerimin de benim için özel bir yeri bulunuyor. 6 Mayıs’ta Ankara Çevre Sokak’taki Medya Sanat Galerisi’nde 15. kişisel sergimi açacağım. TPB Parlamento dergisinin tüm okurlarını sergime davet ediyorum. 81 4 Nisan 1953 - Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait Dumlupınar adlı denizaltı, Çanakkale Boğazı’nda bir İsveç şilebiyle çarpıştı ve kazada 81 Türk denizci hayatını kaybetti. 4 Nisan, Deniz Şehitlerini Anma Günü ilan edildi. 1 Nisan 1926- 30 Ağustos gününün Zafer Bayramı olarak kutlanması hakkındaki kanun TBMM’de kabul edildi. NISAN 1 3 4 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen bir kararla Körfez Savaşı’nın ateşkes hükümleri yürürlüğe girdi. Buna göre Irak askerî harekata son verecek, Kuveyt’i ilhak ettiğine dair kararını kaldıracak, elde ettiği tüm mülkleri ve esirleri iade edecekti. 9 3 Nisan 1930 Belediyeler Kanunu’nun yenilenmesiyle Türk kadını belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı elde etti. 12 12 Nisan 1961 Sovyetler Birliği, Vostok 1 adlı uzay aracıyla atmosfer dışına ilk insanı gönderdi. Araç Yuri Gagarin komutasındaydı. 9 Nisan 1928 Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü, halifeliğin kaldırılması, tekke, türbe ve zaviyelerin kapatılması gibi laiklikle ilgili adımların ardından Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan “Devletin dini İslam’dır” ifadesi çıkarıldı. “Laiklik”in sözcük olarak Anayasa metninde yer alması ise 1937’de mümkün oldu. 82 12 Nisan 1991 - 20 Nisan 1926 - Türk karasularında her türlü denizcilik işlerini Türk vatandaşlarına tahsis eden Kabotaj Kanunu, Meclis’te kabul edildi. Kanun 1 Temmuz’da yürürlüğe girdi. 29 Nisan 1916 - I. Dünya Savaşı sırasında Dicle Nehri kıyısındaki Kutü’l-Amâre kasabasında gerçekleşen muharebe Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı. İngiliz ordusundan aralarında yüksek rütbeli subayların da bulunduğu binlerce askerin esir alındığı bu zafer günü, Türkiye’de 1952 yılına kadar Kut Bayramı adı altında kutlanıyordu. 17 20 23 29 23 Nisan 1996 - Dünya Kitap Günü ilk kez kutlandı. Bu güne dair karar, 25 Ekim-16 Kasım 1995 tarihleri arasında düzenlenen UNESCO Genel Konferansı’nda kabul edildi. 23 Nisan 1920 17 Nisan 1993 - Türkiye Cumhuriyeti’nin 8’inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal, geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti. Millî iradenin tecelligahı ve bağımsızlığın temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. 83 23 NISAN 1996 DÜNYA KITAP GÜNÜ PINAR ÇAVUŞOĞLU “B ir kitap okudum ve hayatım değişti” cümlesi bugüne kadar binlerce kere söylenmiş olmalı. Burada iyi anlamda bir değişim söz konusu. Çünkü “Keşke o kitabı okumasaydım” sözünü dile getiren pek nadirdir. Hayatın rutininden koparmak, sayfalar arasında kaybolmayı sağlamak, dertleri unutturmak, her yeni kitabın kapağı açıldığında bambaşka bir dünyanın içine sokmak, öğretmek, duygulandırmak, heyecanlandırmak, hayal ettirmek okumanın kişiye yaşattığı güzelliklerden bazıları. Kitapların meziyeti, en samimi arkadaşın bile bu güzelliklerin hepsini birden sağlayamayacağı kadar çok. Katip Çelebi’nin dediği gibi “Böylesine güzel bir dost görülmemiştir; ne incitir, ne incinir…” Etkileri insan hayatında bu denli büyük olabilen kitaplar sentezleme ve yorumlama yeteneği de kazandırıyor kişilere. Ayrıca okumanın dil bilgisini geliştirdiği, anlama ve ifade etme yeteneğine katkı sağladığı biliniyor. Dil bilgisine faydaları şöyle dursun kitapların birer öğretmen, hatta başlı başına okul oldukları iddia edilebilir. “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi” ikilemini çok gezen birinin ortaya attığı aşikar. Çünkü kitap zengini biri, Don Kişot yeldeğirmenleriyle savaşırken La Mancha’dadır; İnce Memed haksızlığa ve zulme karşı durmak üzere planlar yaparken ona destek olmak için Toroslar’dadır; yaşadığı vicdan azabı nedeniyle Raskolnikov’a üzülürken 1866 yılının Rusyasındadır; Türk ordusu dünyanın tüm büyük güçlerine karşı savaşırken, mavi deniz kızıla boyanmışken, 84 Çanakkale’de bir devir batıyorken tüm kalbiyle Mehmetçiğin yanı başındadır… “Her kitaba bir gül” Para değil, kitaplardır insanı zengin yapan. Herkes zengin olmak isterken dünyanın çoğu ülkesinde düzenli kitap okuyan kişilerin oranı yüzde 1’in altında seyrediyor. Bu ülkelerde yaşayan insanların kitap okumamalarına gösterdiği en büyük bahane ise “Vaktim yok” oluyor. Halbuki teknolojik, ekonomik ve kültürel anlamda gelişmiş ülkelerde, yani çalışkan ülkelerde bu oran yüzde 20’leri buluyor. İlan edilmesindeki en büyük amaç insanları kitap okumaya teşvik etmek olan Dünya Kitap Günü, her yıl 100’ün üzerinde ülkede kitap şenlikleri, okuma aktiviteleri, meşhur yazarların imza günleri gibi etkinliklerle kutlanıyor. Üstelik bu faaliyetler okullarla sınırlı kalmıyor; yayınevleri, kütüphaneler ve kurumlar bu güne özel organizasyonlar düzenliyor. Ayrıca insanlar Dünya Kitap Günü olan 23 Nisan’da birbirlerine hediyelerin en güzeli olan kitap alıyor. Okuma alışkanlığı ve kitapların insan hayatındaki etkilerini dünya çapında vurgulamak; okumayan kesimi kitaplara yönlendirmek; düşünce ve ifade özgürlüğüne, yazar ve yayıncı haklarına saygı duymayı topluma benimsetmek; kitabın aynı zamanda bir kültür elçisi olduğunun, uluslararası kültürel alışverişe katkı sunduğunun, OKUMA ALIŞKANLIĞININ INSAN HAYATINDAKI ETKILERINI DÜNYA ÇAPINDA VURGULAMAK, KITABIN AYNI ZAMANDA BIR KÜLTÜR ELÇISI OLDUĞUNUN VE DÜNYA BARIŞINA HIZMET ETTIĞININ ANLAŞILMASINI SAĞLAMAK DÜNYA KITAP GÜNÜ’NÜN AMAÇLARI ARASINDA YER ALIR. anlayış ve hoşgörü gibi duyguları geliştirerek dünya barışına hizmet ettiğinin anlaşılmasını sağlamak Dünya Kitap Günü’nün amaçları arasında sıralanıyor. Peki, Dünya Kitap Günü neden 23 Nisan’da kutlanıyor? Bu tarihi belirleyen kurum Uluslararası Yayıncılar Birliği’dir (IPA). IPA dünyanın beş kıtasından, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu elliden fazla ülkenin üye olduğu saygın bir birlik olma özelliği taşıyor. 1896 yılında Paris’te kurulan IPA’nın merkezi İsviçre’nin Cenevre şehrinde yer alıyor. Üyeleriyle her yıl çeşitli kolektif çalışmalar yürüten IPA, 1995 yılında Barselona’da düzenlenen Uluslararası Yayıncılar Birliği Kongresi’nde 23 Nisan’ın Dünya Kitap Günü olarak kutlanmasını kararlaştırdı. IPA’ya ilham veren şey, Katalonya’daki bir kitapçının Don Kişot Shakespeare 23 Nisan 1923’te “Her kitaba bir gül” kampanyası başlatarak kitap alanlara yanında bir çiçek hediye etmesiydi. Kitap satıcısı bunu her yıl 23 Nisan’da yaptı. Bu günün belirlenmesinin en önemli nedeni, tüm zamanların en iyi kurgusal eserlerinden biri kabul edilen Don Kişot’un yazarı Cervantes’in, edebiyat devi Shakespeare’in ve İspanyol yazar ve tarihçi Inca Garcilaso de la Vega’nın 23 Nisan 1616 tarihinde hayatlarını kaybetmiş olmaları. 23 Nisan’ın dünya edebiyat tarihi açısından önemi bunlarla sınırlı değil. Fransız roman yazarı Maurice Druon, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İzlandalı yazar Halldór Laxness, Rusça ve İngilizce yazılmış pek çok eserin sahibi yazar ve edebiyat profesörü Vladimir Vladimiroviç Nabokov ile Kolombiyalı yazar Manuel Mejía Vallejo 23 Nisan’da doğmuş. Dünya edebiyatına öykü, biyografi, antropolojik ve folklorik deneme, gezi anıları ve politik konularda yazılmış pek çok eser armağan eden Katalan yazar Josep Pla’nın 23 Nisan 1981 tarihinde ölmüş olmasının da bu günün seçilmesinde etkisi bulunuyor. Dünya Kitap Günü’nün daha büyük etkinliklerle ve daha fazla sayıda ülkede kutlanması ise UNESCO vasıtasıyla oluyor. 25 Ekim-16 Kasım 1995 tarihleri arasında Paris’te gerçekleşen UNESCO Genel Konferansı’nda 23 Nisan’ın Dünya Kitap ve Telif Hakkı Günü olarak kutlanması kararlaştırılıyor. Ertesi sene 23 Nisan’da bu güne özel etkinlikler düzenleniyor. Bu günün adında “telif hakkı” ibaresi geçmesine rağmen genellikle tüm dünyada 23 Nisan yalnızca Kitap Günü olarak kutlanıyor. Türkiye’de Millî Eğitim Bakanlığı kararıyla Dünya Kitap Günü ve Kütüphaneler Haftası, 23 Nisan gününü içine alan hafta kutlanıyor. Bu haftada ufak çaplı kitap fuarları kurulmasının yanı sıra Türk Edebiyatı’na katkıları olmuş yazar ve şairlerin eserlerinden dinletiler, telif hakkının önemi ve korsan yayıncılığın zararlarıyla ilgili söyleşiler, köy okullarına kitap yardımı kampanyaları gerçekleşiyor. Ayrıca kişilerin birbirine kitap hediye etmesini sağlamak için pek çok yayınevi kitaplarda büyük bir indirime gidiyor. 85 15-22 NİSAN TURİZM HAFTASI 86 ONLARCA MEDENIYET, YÜZLERCE KÜLTÜR VARLIĞI, BINLERCE YILLIK TARIH... DÜNYANIN EN MAVI DENIZLERIYLE ÇEVRILI IPEK KUMDAN PLAJLAR, YERYÜZÜNÜN EN SICAK GÜNEŞIYLE AYDINLANMIŞ YEŞILIN HER TONU... TÜRKIYE’NIN KÜLTÜR MIRASI, DOĞAL GÜZELLIKLERI VE TOPLUMUN KONUKSEVERLIĞI BIR ARAYA GELEREK ÜLKEMIZI DÜNYADA EŞI BENZERI BULUNMAYAN BIR TURIZM DESTINASYONU HALINE GETIRIYOR. İREM COŞKUNSEVEN 1 254 yılında Venedikli bir tacirin oğlu olarak dünyaya gelmişti Marco Polo. Küçük yaşlardan itibaren babası ve amcasıyla birlikte batıdan doğuya seyahat eden Marco Polo’yu çağdaşlarından farklı kılan özelliği tacir olması, bu vasıtayla Moğol Hükümdarı Kubilay Han’la tanışması ya da dünyanın birçok ülkesini dolaşması değildi. Onun farkı, bugünkü Türkiye, İsrail, Japonya, Hindistan, Çin, Sri Lanka, Rusya ve Afrika’nın bazı ülkelerinin topraklarına yaptığı seyahatleri kayıt altına almasıydı. Onun farkı, eskiden hemen hemen herkes doğduğu topraklarda ölürken, bu sözcüğü yaşadığı dönemde belki hiç kullanmasa da dünyanın ilk turistlerinden biri olmasıydı. Doğu’nun ipeğini, baharatını, porselenini ve diğer zenginliklerini gözleriyle gören Marco Polo, 20 yıl kadar seyahat ettikten, Cenevizlilere esir bile düştükten sonra Venedik’e geri dönmüş, anılarını anlatmaya başlamıştı. Yüzüne gülünmüş, sözüne itibar edilmemiş, Venedikliler tarafından yalancı, hatta deli addedilmişti. Öyle ki, ölüm döşeğindeyken bir rahibin ondan attığı palavralar için af dilemesini istediği, onun da “Gördüklerimin yarısını bile anlatmadım, çünkü kimse bana inanmazdı” diye yanıt verdiği rivayet ediliyordu. Döneminde takdir edilsin edilmesin, Marco Polo’yla ilgili söylentilerin arasında seyahatlerinin Yeni Dünya’nın kaşifi Kristof Kolomb’a da ilham verdiği yer alıyordu. Marco Polo’dan yaklaşık yarım yüzyıl sonra Tanca’da dünyaya gelen İbn Battuta da Orta Çağ’ın en büyük gezginlerinden olacak, dünyanın en eski seyahatnamelerinden birine imza atacaktı. Genç yaşında Mekke’ye giderek hacı olan İbn Battuta, ara sıra saldırıya uğramaktan korunmak için kervanlara katılsa da herhangi birine bağlı kalmadan, tek başına Afrika kıyılarını gezecek, Avrupalıların adını bile telaffuz edemeyeceği ülkelerde konaklayacaktı. Yolu Arap Yarımadası’na, oradan Selçuklu kontrolündeki Anadolu’ya, Konstantinopolis’e, Hindistan’a, Çin’e, Maldiv Adaları’na ve İspanya’ya düşecek, buralardaki maceralarını daha sonra bir seyahatnamede bir araya getirecekti. Bu konuda herhangi bir bilgi mevcut olmasa da İbn Battuta’nın seyahatnamesi belki de 17. yüzyılın en büyük Osmanlı gezgini Evliya Çelebi’ye ilham verecek, Evliya Çelebi, seyahatname denince akla ilk gelen isim olacaktı, kim bilir... “Meczup” denerek zamanında alay konusu olan Marco Polo; seyahatleriyle yeni bir kıtayı bilmeden keşfeden Kristof Kolomb; bölgenin yerlileri dışında kimsenin adını duymadığı topraklarda 87 MODERN ANLAMIYLA TURIZM SEKTÖRÜNÜN OLUŞMASI VE GELIŞMESI 20. YÜZYILA TEKABÜL ETSE DE TURIZM KAVRAMININ KÖKENI PARANIN ICAT EDILDIĞI VE TICARET FAALIYETLERININ BAŞLADIĞI DÖNEMLERE KADAR DAYANDIRILABILIR. cesaret gerektiren maceralara atılan İbn Battuta ve gezi türünün bilinen ilk örneklerinden birini kaleme alan Evliya Çelebi... 13 ila 17. yüzyıllar arasında yaşayan bu isimlerin zamanında ne lüks seyahat gemileri, ne seyahat acenteleri, ne de gidilen destinasyonlarda yapılması/ yapılmaması gerekenleri gösteren kılavuzlar mevcuttu. Fakat bu isimler, çağdaşları gibi doğdukları bölgede ölmek yerine dünyayı keşfe çıkmış; yeni kültürler, yerler ve insanlar tanıma güdüsüyle hareket eden günümüz turistlerinin ilk örneği olmuştur. Bugün macera tutkusuyla çantalarını sırtlanan ve bilinmeyene doğru yol alan turistlere ilham vermiştir. Dönemlerinde turizm sektörü henüz oluşmamış, hatta belki de turizm kavramı bile bugünkü anlamını yüklenmemişken bu isimler, sektörün gelişiminde lokomotif bir rol üstlenmiştir. Tarih öncesi dönemlerden günümüze Modern anlamıyla turizm sektörünün oluşması ve gelişmesi 20. yüzyıla tekabül etse de turizm kavramının kökeni paranın icat edildiği ve ticaret faaliyetlerinin başladığı dönemlere kadar dayandırılabilir. Söz konusu çağlarda turizm kapsamında değerlendirilebilecek aktiviteler, daha çok mal satmak veya almak için yollara düşen tüccar ve kervanlarla sınırlı kalır. Hıristiyanlık ve Müslümanlığın yayılmasıyla birlikte kutsal toprakları ziyaret etmek amacıyla 88 yapılan seyahatler de ileriki yüzyıllarda turizm kapsamında değerlendirilen aktiviteler arasında yer alır. Ancak Latincede belirli bir eksen etrafında dönmek anlamına gelen tornus kelimesinden türetilen, bugün “dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla yapılan gezi” olarak ifade edilen turizm kavramının doğuşu, teknoloji alanında yaşanan gelişmelerle paralellik gösterir. Sanayi Devrimi’nin ardından buhar gücüyle çalışan gemilerin icat edilmesiyle birlikte turizmin temelleri atılır. 1841 yılında İngiliz girişimci Thomas Cook’un, 570 kişiyi komisyon karşılığında at yarışı izlemeye götürmesiyle “organize tur” kavramı doğmuş olur. I. Dünya Savaşı’ndan yorgun çıkan halkın 1920’li yıllar boyunca kendini eğlenceye verdiği, resim ve müzik gibi kültürel alanlarda pek çok yeni akımın ortaya çıktığı, “Caz Çağı” veya “Çılgın Yirmiler” olarak adlandırılan dönem, turizm alanında da gelişmelere sahne olur. Konaklama tesislerinin inşa edilmesi, otomobillerin artması, ulaşım altyapılarının gelişmesi, yolculukların daha kolay hale gelmesi, boş zaman ve tatil gibi kavramların oluşmasıyla birlikte modern anlamıyla turizm kavramı da gün yüzüne çıkar. Aynı yüzyıl, sektörde örgütlenmelerin başlamasına da tanıklık eder. İlk kez 1946 yılında Londra’da bir araya gelen dünyadaki ulusal turizm birlikleri, turizm alanında uluslararası bir sivil toplum kuruluşunun oluşturulması kararı alır. 1946 yılında başlayan bu süreç, 1970 yılında Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü’nün (UNWTO) kurulmasıyla devam eder. 1970 yılından itibaren turizm alanındaki pek çok uluslararası etkinlik, Dünya Turizm Örgütü’nün çatısı altında yürütülür. Türkiye’de turizmin gelişimi Türkiye’de turizm sektörüne yönelik ilk kanuni düzenleme 1934 yılında yapılır. 1960 ve 1980 yılları arasında turizm, ülke ekonomisine katkıda bulunacak bir sektör olarak algılanmaya başlar. Aynı dönemde Turizm Bakanlığı kurulur, turizme devlet eliyle yatırım yapılır, altyapı ve fizibilite çalışmaları yürütülür. Turizmle ilgili ilk örgütlenme, bazı aydınlar tarafından kurulan ve daha sonra Türkiye Turing Kulübü adını alan “Seyyahin Cemiyeti”yle başlar. 1972 yılında kurulan Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) ile sektördeki tüm kuruluşlar tek bir çatı altında toplanmış olur. 1982 yılında yürürlüğe giren, turizmin gelişmesini, kısıtlı doğal kaynakların etkin ve etkili kullanımını öngören 2634 Sayılı Turizmi Teşvik 89 Kanunu, turizmde bir dönüm noktası olur. Türkiye’nin uluslararası arenada turizm gelirlerinden aldığı pay binde 3’lerle ifade edilirken yüzdelerle hesaplanmaya başlar. Ayrıca, ilk kez 1976 yılında getirilen bir uygulama ile 15-22 Nisan günleri arası Türkiye’de Turizm Haftası olarak belirlenir. Toplumda turizm konusunda farkındalık yaratmak, bu farkındalığı artırmak, iç turizmi canlandırmak ve halkın turizm etkinliklerine katılımını teşvik etmek amacıyla hayata geçirilen Turizm Haftası, konferans, seminer, sempozyum, panel, haftanın önemini vurgulayan çeşitli yarışmalar, geziler ve defileler gibi etkinlikler aracılığıyla ülke genelinde her yıl kutlanır. 81 il, 81 destinasyon Türkiye denince akla hemen Asya ile Avrupa arasında bir köprü görevi görmesi, üç kıtayı birbirine bağlaması, bin yıllardır medeniyetlere evsahipliği yapması gelir. Bu ifadeler belki dile pelesenk olmuş, kulaklar bunları duymaya alışmıştır; fakat tam manasıyla doğru ve geçerlidir. Hititler, Frigler, Urartular, Bizanslılar, bu 90 topraklarda evlenen, genç nesillerini yetiştiren, sanatlarını icra eden medeniyetlerden yalnızca birkaçı. Her bir medeniyetin kendi kültürünü ve izini bıraktığı Anadolu toprakları doğanın eşsiz güzellikleri ve renkleriyle taçlandırılınca Türkiye haliyle bir turizm cenneti haline gelmiş. Denizlerinin renginin dünya dillerine yeni bir sözcük hediye ettiği -türkuaz-, incecik kumlarında Caretta carettaların yumurtalarını bıraktığı, iliklere işleyen sıcak güneş ışınlarının her zaman bulutları aşacak bir yol bulduğu Türkiye, üç tarafının denizlerle çevrili olması sebebiyle deniz-kum-güneş turizminde dünyanın en çok tercih edilen destinasyonları arasında yer alır. Bununla birlikte Türkiye’nin turizm potansiyeli hem destinasyon, hem turizm çeşidi, hem de yapılacak etkinlikler açısından deniz-kum-güneş üçlüsüyle sınırlı kalmaktan çok uzaktır. Türkiye, mineral bakımından zengin, şifalı sularıyla sağlık ve termal turizmi; zamana göğüs geren dorukları kar kaplı dağlarıyla kış turizmi; yazın sıcağında serin bir sığınak görevi gören yaylalarıyla yayla turizmi; dünya üzerindeki ilk insan UNESCO DÜNYA MIRAS LISTESI’NDE 15 KÜLTÜR VARLIĞI, GEÇICI LISTE’DE ISE 60 ADAY DOSYASI BULUNAN TÜRKIYE’NIN 81 ILININ 81’I DE AYRI BIR DESTINASYON OLMA ÖZELLIĞI TAŞIR. yerleşimleri arasında sayılan mağaralarıyla mağara turizmi; alanında uzman isimlerin iş görüşmek, iş görüşürken tatil yapmak amacıyla bir araya geldikleri kongre turizmi; Doğu ile Batı kültürlerinin birbiriyle buluştuğu İpek Yolu turizmi; üç semavi dinin günümüze kadar ulaşan eserleri ve ibadet yerleriyle inanç turizmi; insanlığın en büyük tutkularından biri olan “uçma”yı mümkün kılan hava sporları turizmi; çağıldayan suların arasında adrenalin peşinde koşan maceracılara sunduğu potansiyel ile akarsu-rafting turizmi; Mavi Bayraklı yat limanları ve marinalarıyla yat turizmi; hayatlarını bir sırt çantasına sığdırarak dünyayı keşfe çıkan maceracı ruhları ifade eden gençlik turizmi; dört mevsim çok çeşitli flora ve faunanın yanı sıra endemik türler eşliğindeki kuş gözlemciliği turizmi dahil olmak üzere akla gelebilecek her turizm çeşidinde bir marka olmaya adaydır. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde 15 kültür varlığı, Geçici Liste’de ise 60 aday dosyası bulunan Türkiye’nin 81 ilinin 81’i de ayrı bir destinasyon olma özelliği taşır. Bu illerde medeniyetlerin izlerini sergileyen müzeleri, ibadet yerlerini, antik kentleri, millî parkları, sosyal tesisleri, yöresel lezzetleri, el sanatlarını, gelenekleri, plajları, yaylaları, doğal güzellikleri, mimari yapıları, sanat eserlerini tek tek sıralamak, sayılarının çokluğundan dolayı mümkün değildir. İster kültürü, ister tarihi, ister doğal güzellikleri, isterse kültürel mirası bakımından olsun Türkiye, eşsiz bir turizm cenneti olma sıfatını hakkıyla taşır. 91 GELENEĞİ GELECEĞE TAŞIYAN SANATÇI EROL AKYAVAŞ 92 TÜRKIYE’NIN IKI YÜZYILI AŞAN BATILILAŞMA SERÜVENINDE SANAT HAREKETLERI ÖNEMLI YER TUTAR. KIMI SANATÇI VE ÇEVRELERIN SANATTA GELENEK-MODERNLIK EKSENINDE YÜRÜTTÜĞÜ TARTIŞMALARIN ODAĞINDA BULUNAN “DOĞU-BATI SORUNU”, EROL AKYAVAŞ’IN KONUYA GETIRDIĞI ÖZGÜN YAKLAŞIMLA YENI BIR ANLAM KAZANIR. AKYAVAŞ, HAKIKATI YÖNLERE BÖLEN DEĞIL, BÜTÜNÜ GÖREN, BÜTÜNLÜĞE ULAŞMA ÇABASINDA KÜLTÜREL KÖKLERIYLE EVRENSEL KAZANIMLARI HARMANLAMAYI BAŞARABILEN BIR SANATÇI OLARAK TARIHTEKI YERINI ALIR. ENVER UYGUN T ürkiye’de bugünkü anlamıyla resim sanatı; mimari, şiir, müzik gibi alanlara oranla oldukça genç bir disiplindir. Osmanlı Devleti’nin sanat anlayışı, klasik İslam düşüncesinden beslenen ve ona büyük katkılar sağlayan bir çizgide, resme yer vermeden 18. yüzyılın sonuna ulaştı. Bu süreçte İslam medeniyetinin görsel mirası, minyatür, ebru ve hat ile geleneğin en üst noktasına erişti. Dünyayı perspektifsiz yansıtan minyatür, renkleri araç olarak kullanmak yerine onları amaç edinen ebru ve tarihin başlatıcısı yazının estetik formlarına dayanan hat, sonradan “Doğu dünyası” diye anılan medeniyet dairesinin evreni yorumlama biçimleriydi. Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve askerî bozgunlar sonrasında toparlanmak için seçtiği Avrupa devletlerine benzeme yolu; teknoloji, iktisat, askerlik gibi alanların yanı sıra sanatı da kapsıyordu. III. Selim döneminden (1789-1807) itibaren bürokrasi, diplomasi ve eğitimde köklü değişikliklere gidildi. İhdas edilen yeni kurumlar Avrupa’daki örneklere göre şekillendi. Cumhuriyet’in de miras aldığı, bugün hâlâ geçerliliğini ve etkisini sürdüren kimi düzenlemeler o dönemde Doğu-Batı sorunu çerçevesinde çok tartışıldı. Osmanlı Devleti’nin III. Selim-II. Mahmud-Tanzimat çizgisinde ilerleyen çağdaşlaşma anlayışının en somut göstergeleri eğitim kurumlarında karşımıza çıkar. Ağırlıklı olarak, modernize edilen orduya iyi donanımlı personel yetiştirmek için açılan okulların müfredatında askerliğin dışında temel bilimler ile sanat eğitimi de yer alır. Batılı anlamda resmin Türk kültür hayatına girmesi de bu okullar aracılığıyla olur. 1795 yılında açılan Mühendishane-i Berr-i Hümayun’da verilen resim dersleri, ardından bu okuldan yetişen öğrencilerin çeşitli görevlerle gönderildikleri Avrupa’da resim atölyelerine devam etmesi ilk Türk ressam kuşağını doğurur. “Asker ressamlar” adıyla anılan ve aralarında Şeker Ahmet Ali Paşa, Süleyman Seyyid, Osman Nuri Paşa gibi kişilerin yer aldığı bu kuşak, manzara ve ölüdoğa resimleri yapar. Böylece Türkiye’de perspektif ve ışık ilk kez resme girer. Figüratif resim ise 1882’de açılan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk müdürü Osman Hamdi Bey ile topraklarımızda boy gösterir. Sanatta klasik anlayışın bir ihtiyaca karşılık gelip gelmediği, yeni anlayışın zorunluluktan mı zorlamadan mı doğduğu soruları hâlâ güncelliğini koruyor. Neredeyse tüm kurumlarıyla Batılı modeli benimseyen Türkiye’de minyatür, hat ve ebrunun “geleneksel sanatlar” olarak kenara ayrıldığı biliniyor. Oysa mantıken yeni bir yaklaşımı benimsemenin eskiye dair her şeyi silme anlamına gel- 93 memesi gerekir. Söz konusu olan sanatsa, yeni ürünlerin ortaya çıkması için köklerden beslenmek mecburidir. Cumhuriyet’in ilk dönemine damgasını vuran, sosyoloji ve edebiyat tartışmalarının ana konusunu oluşturan Doğu-Batı ikilemi resimde farklı bir biçimde karşımıza çıkar. Resmin yalnızca Batılı form içinde mümkün olabileceğini savunan görüş, uzun süre hakimiyetini korur. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Neşet Günal gibi sanatçıların yerel motiflere eğildiği görülse de konuyu evrensel boyutta bir kültür tartışması halinde ele almayı başaran isim Erol Akyavaş’tır. 94 Doğu ile Batı’nın ötesinde Erol Akyavaş 1932’de İstanbul’da dünyaya gelir. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık eğitimi görürken 19501952 yılları arasında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun aynı akademideki resim atölyesine misafir öğrenci olarak devam eder. Daha sonra İtalya’da Floransa Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Fransa’da André Lhote ve Fernand Léger atölyelerinde resim çalışmalarını sürdüren Akyavaş, 1954 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Illinois Teknoloji Enstitüsü’nde mimarlık eğitimi görür. Burada 20. yüzyılın önemli mimarlarından Ludvig Mies van der Rohe’nin öğrencisi olur. Gerek resim gerekse mimarlık eğitimleri boyunca dönemin usta isimleriyle çalışması, Akyavaş’ın sanat hayatında önemli rol oynar. Resimdeki özgün denemeleriyle ABD sanat camiası içinde genç yaşlarında adından söz ettirmeyi başaran Erol Akyavaş’ın 1959’da tamamladığı “Padişahların Zaferi” adlı tablosu, 1960 yılında New York’taki Modern Sanatlar Müzesi (MoMA) tarafından satın alınarak müzenin daimi koleksiyonuna eklenir. Bir ressam için erken sayılabilecek bu başarının ardından Akyavaş, üretiminde bireyin iç dünyasına yönelen, kavramları ve imgeleri özgün bir üslupla tuvale aktaran çalışmalara ağırlık verir. Rene Magritte’in “İmgelerin İhaneti” adlı tablosunda (1928-1929) pipo resminin altına “Bu bir pipo değildir” yazmasıyla başlayan süreçte, yüzyıllar içinde plastik sanatların doğanın veya yaşamın bire bir temsil edilmesini öne çıkaran, perspektif ve ışığa dayalı resim geleneği sorgulanmaya başlar. Minyatürün, perspektif bilgisinden yoksun olan bir medeniyetin ürünü değil, temsil kavramını farklı biçimlerde ele alan bir sanat olduğu, hat sanatının yalnızca kutsal metinlerin daha şık sunumu için tasarlanmadığı, ebrudaki renk anlayışının dünyayı başka bir gözle okumayı mümkün kıldığı da Batı’nın 20. yüzyılın ikinci yarısında keşfettiği olgulardır. Aynı dönemde Avrupa’da Batı uygarlığının tıkandığı görüşleri sıklıkla dile getirilir. Plastik sanatlarda Batılı olmayan geleneklerden yararlanma eğiliminin ortaya çıktığı bu süreçte MoMA’nın Akyavaş’ın tablosuna ilgi göstermesi Batı sanat tarihi için de önemli bir dönüm noktasıdır. Erol Akyavaş’ın uzun bölümünü yurt dışında geçirdiği sanat hayatı birçok sanatçıda olduğu gibi bölümlere ayrılarak incelenmez. Bunun en önemli sebebi olarak Akyavaş resminin gelişim ve dönüşümünün çizgisel bir seyir izlememesi gösterilebilir. Kimi zaman aynı temayı işleyen farklı üslupların kimi zaman da aynı dönem içinde değişik anlayışların ürünü olan resimler ortaya koyar Akyavaş. 1960’lı yıllarda tuvali belli simetrik düzenlerde bölerek film veya fotoğraf karelerini andıran, resim kompozisyonu açısından bir arada bulunması bazen yadırgatıcı kabul edilen nesne veya küçük portreleri yerleştirdiği tablolarla öne çıkan Akyavaş, daha EROL AKYAVAŞ, ŞIIRDE YAHYA KEMAL, ROMANDA AHMET HAMDI TANPINAR, MIMARIDE TURGUT CANSEVER’IN BAŞARDIĞI GELENEĞIN TAKLITTEN UZAK BIR ÜSLUPLA GELECEĞE TAŞINMASI DÜŞÜNCESININ TÜRK RESMINDEKI TEMSILCISIDIR. sonraki dönemde onun sanatının belirleyici özellikleri arasına girecek düşüncelerin işaretlerini verir. Akyavaş’ın soyut olana yönelme veya nesneleri soyutlaştırmada gösterdiği başarı, Batılı eleştirmenlerin onun resmini okumak için İslam medeniyeti üzerine çalışmalar yürütmesinin önünü açar. 1980’li yıllara gelindiğinde Erol Akyavaş’ın İslami kavram ve unsurları doğrudan eserine taşıdığı görülür. Bu dönemde ürettiği “Hallac-ı Mansur”, “Kerbela”, “Hz. Ali”, “Kimya-i Saadet” ve “Miraçname” serileri İslam tarihi ile tasavvuf anlayışlarından beslenir. Tarihî bir arka plan üzerine inşa edilen bu resimlerde Akyavaş, minyatür ve hat sanatlarına yaslanarak biçim ile içerik arasında uyumu yakalar. 1400 yıllık İslam tarihinde derin izler bırakan kişi, kavram ve olayların resim aracılığıyla ele alınması büyük ilgiyle karşılanır. Özellikle, Arap Yarımadası’ndan Anadolu’ya, İran’dan Endülüs’e büyük bir coğrafyada yüzyıllar içinde şiir ve müziğe konu olmuş Miraç mucizesinin, Batılı teknikler de işin içine katılarak tuvale taşınması Erol Akyavaş resminin farklılığını ortaya koymaya yeter. Akyavaş, birbirine zıt, hatta düşman görülen iki kültür arasındaki ayrılığın, bir olan Allah’ın varlığı karşısında ne kadar basit bir konu olduğunu ortaya koyar. “Miraçname”, ressamın aynı dönemdeki arayışının ürünü sayılan “İnsan-ı Kamil” tablosu ve “Hallac-ı Mansur” serisiyle birlikte ele alındığında, Akyavaş’ın iç yolculuğunda doğu veya batı diye bir yön olmadığı, bu bölümlemenin yapaylığı ortaya çıkar. “Yol ne için vardır, bir yere gitmek için. O yolun sonu bir yer, bir mevkidir. O mevkiye varmak için kullandığınız yol farklıdır, fakat varılacak yer aynıdır” diyen Akyavaş’a göre hakikat tektir ve onu arama yolunda kendini hakikatin enginliğinde kaybederek Tanrı’ya ulaşmak dünyevi, siyasi, kültürel ayrımların erişemeyeceği bir noktadır. Erol Akyavaş’ın Arapçada “Ne varsa içindedir” anlamına gelen ve adını Mevlâna Celaleddin Rumi’nin bir eserinden alan “Fihi Ma Mih” çalışması, 1990 yılında Berlin’de, aralarında Pablo Picasso, Salvador Dali, Francis Bacon gibi isimlerin de bulunduğu 20. yüzyılın en etkili 67 ressamının eserleriyle aynı sergide izleyici karşısına çıkar. Ertesi yıl St. Petersburg’da “İkonaklastlar için İkonalar” enstalasyonunu sergileyen sanatçı, Soğuk Savaş’ın son dönemlerinde siyasi kutuplara ayrılmış dünyayı medeniyet tarihi içinden sorguya çeker. Amerika’da yaşadığı yıllar boyunca tablolarını düşük fiyatlara satarak, mimari projelerde fotoğrafçılık yaparak geçimini sağlamaya çalışan Erol Akyavaş, bugün eserleri en pahalı 5 Türk ressamı arasında bulunuyor. Şiirde Yahya Kemal, romanda Ahmet Hamdi Tanpınar, mimaride Turgut Cansever’in başardığı geleneğin taklitten uzak bir üslupla geleceğe taşınması düşüncesinin Türk resmindeki temsilcisi Erol Akyavaş 1999 yılında hayata veda eder. 95 ÇIĞDEM KARAASLAN: ŞEHIRLERIMIZI MEVCUT KIMLIKLERINI KORUYARAK KÜRESEL ÖLÇEKTE SÖZ SAHIBI YAPMAK VE TARIHE, EKOLOJIYE, ŞEHIR BELLEĞINE SAYGILI MEKANLAR OLUŞTURMAK ÖNCELIKLI HEDEFIMIZDIR SÖYLEŞI: NEHIR ÖZTÜRK ADALET VE KALKINMA PARTISI’NDE ÇEVRE, ŞEHIR VE KÜLTÜRDEN SORUMLU GENEL BAŞKAN YARDIMCILIĞI GÖREVINI YÜRÜTEN SAMSUN MILLETVEKILI ÇIĞDEM KARAASLAN, “İÇINDE BULUNDUĞUMUZ MEDENIYET HAVZALARI ILE KÜLTÜR VE SANAT YOLUYLA BÜTÜNLEŞMEYI, KÜRESELLEŞEN DÜNYADA TEK TIPLILIĞI ÖNGÖREN YAKLAŞIMIN AKSINE KÜLTÜREL DEĞERLERIMIZI KORUYARAK GELIŞTIRMEYI ÖNEMSIYORUZ” DIYOR. 96 SÖYLEŞI İki dönemdir Samsun Milletvekili olarak Meclis’te yer alıyorsunuz. Aynı zamanda AK Parti’de Çevre, Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı göreviniz bulunuyor. Bu alanlara yönelik ilginiz ve tecrübenizin ardında neler yatıyor? Almış olduğum eğitimin ve AK Parti teşkilatlarında Gençlik Kolları’ndan başlayarak farklı kademelerde edindiğim siyasi tecrübelerimin bugün sorumluluk üstlendiğim alanlarda belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümü mezunuyum. Ankara Üniversitesi’nde “Tarihî Kentlerde Kimliksizleşme Sorunu” üzerine yüksek lisans tezimi tamamladım. Akademik hayatıma Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Politikalar Bölümü’nde doktora eğitimimle devam etmekteyim. Siyasete 10 Nisan 2005’te AK Parti Gençlik Kolları’nda başladım. 11 Kasım 2006 tarihinde yapılan AK Parti 2. Olağan Büyük Kongresi’nde Ana Kademe Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyeliği’ne seçildim. Bu görevimi üç dönem sürdürdüm. Ayrıca 2010 yılından itibaren Genel Merkez Sosyal İşler Birim Başkan Yardımcılığı görevime devam etmekte iken AK Parti 5. Olağan Büyük Kongresi ile dördüncü kez MKYK üyeliğine seçildim. 25. ve 26. Dönem’de Samsun Milletvekili olarak TBMM’de yer almam ise benim için büyük bir onur ve çok önemli bir sorumluluktur. Ne zamandır Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürütüyorsunuz? 12 Eylül 2015 tarihinde gerçekleşen 5. Olağan Büyük Kongremiz ile Genel Merkez çatısı altında iki yeni genel başkan yardımcılığı ihdas edildi. Bunlardan biri “İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı”, diğeri ise başkanlığını yürüttüğüm “Çevre, Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı”dır. Yeni kurulan başkanlığımızın kurucu başkanı olarak 6 aydır görev yapıyorum. Çevre, şehir ve kültür alanlarında çalışmalar gerçekleştirirken hangi temel ilke ve hedefler doğrultusunda hareket ediyorsunuz? Biz iktidara geldiğimizde ülkemizde plansız, denetimsiz, altyapı hizmetleri yetersiz, kontrolsüz nüfus artışıyla birlikte çarpık yapılaşmanın yoğun olarak yaşandığı şehirlerimiz vardı. Bu sorunlar büyük oranda çözüme ulaştı, AK Parti belediyeciliği ile tanışan şehirlerimiz başta altyapı ve sosyal belediyecilik uygulamaları olmak üzere hizmet kalitesinde büyük bir fark yaşadı. Mekansal yaşam kalitesinin artması ekonomik ve toplumsal yapının güçlenmesine vesile oldu. Fakat bugün, artan yaşam kalitesinin beraberinde yeni sorunlar getirdiği şehirlerde hep birlikte yaşıyoruz. AK Partimizin, Genel Merkez çatısı altında “Çevre, Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı”nı ihdas etmiş olması bu alanda oluşturulacak politikalara verilen önemin somut bir göstergesidir. Yapacağımız çalışmalarla şehirlerimizi, insanın mekanla ve şehirle kurduğu ilişki üzerinden değerlendirmeyi ve disiplinlerarası bir ekiple birlikte şehirlerimizin yaşam kalitesini ölçen ihtiyaçlarını, tehditlerini ve potansiyellerini anlamaya yönelik bir faaliyeti öncelikli olarak gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. İçinde bulunduğumuz medeniyet havzaları ile kültür ve sanat yoluyla bütünleşmeyi, Anadolu coğrafyası ile sınırlı olmayan kültür birikimimizin sürekliliğini sağlamak için yeni politikalar oluşturmayı ve küreselleşen dünyada tek tipliliği öngören yaklaşımın aksine kültürel değerlerimizi koruyarak geliştirmeyi önemsiyoruz. Çevre, şehir ve kültür birbiriyle etkileşim halindeki alanlar. Herhangi biriyle ilgili atılacak adımlar diğerlerine de çeşitli ölçülerde yansıyor. Bu bağlamda söz konusu alanlarla ilgili projeleri ortaya koyarken dikkat edilmesi gereken hususlar ve ülkemizdeki uygulamalara yönelik değerlendirmeleriniz nelerdir? Şehir ve medeniyet ilişkisi üzerinde büyük bir hassasiyetle duruyoruz. Şehirlerimizin mevcut kimliklerini koruyacak ve bu yolla 97 “KADIM ŞEHIRLERIMIZIN TARIHSEL BIRIKIMINI FIZIKSEL MEKANLAR VE MANEVI DEĞERLER ÜZERINDEN GÜN YÜZÜNE ÇIKARMAYA YÖNELIK ÇALIŞMALARIMIZI SÜRDÜRECEĞIZ.” luşlarının ve akademisyenlerin katkılarını almak üzere çalıştaylar düzenleyerek başladık. Toplumun farklı kesimlerinin beklentilerine cevap verecek çözüm önerileri ortaya koymak için katılımcı bir modelle politika belirlenmesi ve mevcut politikalarımızın geliştirilmesi süreçlerinin daha sağlıklı yürüyeceğine inanıyorum. Genel Merkez çatısı altında fikir alışverişi toplantıları düzenlememizin yanı sıra şehirlerimizin mevcut durumlarını yerinde, yerel aktörlerle birlikte tespit etmek için ziyaretler gerçekleştiriyoruz. Sorumlu olduğunuz alanlarla ilgili önümüzdeki döneme dair projeleriniz nelerdir? onları küresel ölçekte söz sahibi yapacak politikaların geliştirilmesi, şehrin sahip olduğu doğal, tarihî ve kültürel değerlerin belirlenerek gelecek vizyonuna yönelik strateji ve önerilerin geliştirilmesi, tarihe, ekolojiye, şehir belleğine saygılı mekanların belirlenen bu vizyon çerçevesinde kurgulanması öncelikli hedefimizdir. Çevre, sadece şehrimizi ya da ülkemizi değil, tüm insanlığı ilgilendiren bir alandır. İklim değişikliği, yeşil büyüme, geri dönüşüm, çevre hakları, biyoçeşitliliğin korunması gibi kavramlarla ilgili olarak ulusal ve uluslararası gelişmeleri takip edecek, çalışmalara katkı verecek, ülkemizde bu konuda farkındalık oluşturmaya yönelik proje ve kampanyalara imza atacağız. Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlendiğiniz günden bu yana en çok üzerinde durduğunuz konular neler oldu? Çalışmalarımıza öncelikle ilgili olduğumuz alanlardaki uzmanların, sivil toplum kuru- 98 SÖYLEŞI Önümüzdeki dönemde çevre alanında teşkilatlarımız vasıtasıyla toplumda farkındalık oluşturacak çalışmalara ve kampanyalara imza atacağız. “Şehirlilik” bilinci insanın yaşadığı şehri doğal, tarihî, kültürel değerleri ile tümüyle tanımasını ve şehriyle ilgili sorumluluk hissetmesini de kapsamaktadır. Şehir ve medeniyet ilişkisi çerçevesinde kadim şehirlerimizin tarihsel birikimini fiziksel mekanlar ve manevi değerler üzerinden gün yüzüne çıkarmaya yönelik çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Genel Merkezimiz, “Piri Reis’ten Kâtip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünyaya Bakışı Harita Sergisi” gibi sanatsal faaliyetlerin gerçekleştiği bir alan olmaya devam edecek. Milletvekillerimizin sanat alanında yaptığı faaliyetleri değerlendirmek için bir çalışma başlattık. Önümüzdeki dönemde programlarımızda resim, fotoğraf, karikatür gibi sanatın farklı alanlarında çalışmalar yapan milletvekillerimiz ile kamuoyunu buluşturacağız. Tüm bunların yanında başkanlığımız, çalışma alanımıza giren üç konuda da diyalog zemininin oluştuğu bir adres olmaya devam edecek. 99 DELİKANLI TARİHÇİLERİMİZ ERBAY KÜCET “T arihini bilmeyen toplum, hafızasını yitirmiş bir insana benzer.” Dünyaca ünlü tarihçi Bernard Lewis’e ait bu söz, tarih bilgisine sahip olmanın önemini en güzel ifade eden cümlelerden biridir. Gerçekten de tarih bir milletin hafızasıdır. Vatan ve millet sevgisinin gelişmesi, geçmişten ders alarak geleceğe iyi bir şekilde hazırlanılması, ülkede ve dünyadaki gelişmelerin daha iyi anlaşılması ve doğru değerlendirilmesi ancak tarih bilgisiyle mümkün olur. Bu yazımızda tarih bilgimize ve bilincimize önemli katkılarda bulunan tarihçilerimizden söz etmek istiyorum. Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Kemal H. Karpat ile tanışmam, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı tarafından “uluslararası alanda gösterdiği üstün başarılarla Türkiye’nin temsiline ve tanıtımına katkı sağlayan kişilere” takdim edilen “TBMM Onur Ödülleri” vesilesiyle oldu. Prof. Dr. İlber Ortaylı ile de Türkiye Yazarlar Birliği’nin düzenlediği “Bilgi Şölenleri”ndeki görevim esnasında tanıştım. Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı-Türk tarihi üzerine yayımlanmış birbirinden değerli eserleri ile tarihimizin genç nesillere en doğru şekilde aktarılması konusunda büyük bir hizmette bulunmuştur. İnalcık’ın çalışmaları sadece ülkemizde değil, uluslararası alanda da takdir edilmiştir. Yurt içi ve yurt dışında birçok önemli ödüle değer görülen ve fahri doktora verilen İnalcık, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2 bin bilim adamı arasında gösterilmiş, Türk, Amerikan, İngiliz, Sırp ve Arnavutluk akademilerine üye seçilmiştir. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın talebesi Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Bilgisi açısından zaten bizim ara- 100 mızda hocanın lakabı Şeyh-ül müverrihin” diyerek bir hakkı teslim etmektedir. Yine İnalcık’ın talebelerinden Prof. Dr. Bülent Arı, “Hocamız olmasaydı Osmanlı tarihinin hakikatinden uzak kalacaktık. İdeolojiler geldi geçti, Halil Bey hiçbirine prim vermeyerek altmış sene boyunca bir milim sapmadan aynı yolda ilerledi. Filanca için ‘O şimdi öyle düşünmüyor’ diyoruz, Halil Bey onlar öyle düşünürken doğru bildiği yolda ilerledi ve Osmanlı tarihine yönelik saptırmalara karşı belgelerle kale gibi direndi. Hep tutarlı oldu” demektedir. Merhum Prof. Dr. İhsan Doğramacı ise Bilkent Üniversitesi’nde ders vermesi için davet ettiği Prof. Dr. Halil İnalcık’la ilgili şunları söylemektedir: “Bilkent’te hiçbir bölümü, bölüm açayım da hocaları çağıra- PROF. DR. HALIL İNALCIK, PROF. DR. KEMAL H. KARPAT VE PROF. DR. İLBER ORTAYLI, TARIH BILGIMIZE VE BILINCIMIZE ÖNEMLI KATKILARDA BULUNMUŞ DEĞERLI TARIHÇILERIMIZDIR. yım diyerek açmadım. Bölümü açar, hoca ararsınız, mevcudun iyisini alırsınız, bu bana yetmez. Bu yüzden bölümü açmadan önce dünya ölçüsünde birinci sınıf birisini arar -ister Türk, ister yabancı olsun- ve sonra bölümü oluştururum. Hoca gelene kadar Tarih Bölümümüz yoktu. Hocanın davetimizi kabulüyle Tarih Bölümümüzü kurduk.” Tarihçilerimizin eserlerinin daha geniş kitleye ulaşmasında önemli katkıları bulunan Timaş Yayınları, tarih yazıcılığında çığır açan Prof. Dr. Halil İnalcık’ın doğumunun 100’üncü yılını iki ciltlik Tarihe Düşülen Notlar adlı prestij kitabıyla kutlarken yazımıza konu ettiğimiz Prof. Dr. Kemal H. Karpat ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın eserlerini de kütüphanelerimize kazandırmıştır. Birkaç ömrü birden yaşayanlar Prof. Dr. Kemal H. Karpat, 1967’den bu yana Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde verdiği dersler, katıldığı seminerler, konferanslar, yayımladığı makaleler ve kitaplarla verimli bir meslek hayatı geçirmiştir. Anadolu’nun birçok kasaba ve köyünde saha çalışmaları yapan Karpat, toplumu kendi tarihî tecrübelerine ve değerlerine, dünyayı algılama yöntemlerine uygun ele alarak “modern”i ve “yerli geleneği” birleştirmiştir. Bilimsel çalışmalarıyla uluslararası alanda pek çok ödüle layık görülen Karpat, tarih bilgimize ve bilincimize önemli katkılarda bulunmuş değerli isimler arasında yer almaktadır. Halen TBMM Millî Saraylar Bilim Kurulu’nda görev yapan Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türklerin Tarihi, İmparatorluğun Son Nefesi, Yakın Tarihin Gerçekleri, Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı (1923-2023) gibi son yıllarda yayımlanan eserlerinin yanı sıra nice çalışmaya imza atmış değerli bir tarihçimizdir. İleri seviyede Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Rusça, orta seviyede Kırım Tatarcası, Slovakça, Romence, Sırpça, Hırvatça, Boşnakça, Arapça, Farsça, Latince, İbranice, Antik Yunanca ve Yunanca bilen İlber Ortaylı pek çok ödül sahibidir. Ortaylı, kendisiyle yapılan bir röportajda gençlere önerileri sorulduğunda ve “Bazılarının aklında tası tarağı toplayıp gitmek var” denildiğinde şöyle demektedir: “(…) Buranın şartlarına uymayan gitsin buradan. Yani burayı soymak, kirletmek isteyen, burada insanların hayatına karışmak, bir şeyler empoze etmek isteyen gitsin. Ama diğerleri burada kalsın. Türkiye önemli ve güzel bir memleket.” Birkaç ömrü birden yaşayarak durmadan eser veren, dolu dolu geçirilmiş yılları geride bırakan, fakat her daim delikanlı kalan tarihçilerimize sağlık dileklerimle yazımı noktalıyorum. 101 SAVAŞTAKİ İMPARATORLUKLAR 1911-1923 ROBERT GERWARTH-EREZ MANELA İLETİŞİM YAYINCILIK İSTANBUL, 2016 456 S. Alman tarihinde uzmanlaşmış Avrupa tarihçisi Robert Gerwarth ve Harvard Üniversitesi’nde tarih profesörlüğü yapan Erez Manela, Savaştaki İmparatorluklar 1911-1923 adlı eserde birçok imparatorluğun yıkılmasıyla sonuçlanan I. Dünya Savaşı’nı daha geniş bir zaman aralığı ve daha geniş bir coğrafya bağlamında ele alıyor. Gerwarth ve Manela, emperyalist güçlerin sömürgelerinin katılımıyla savaşın nasıl dünya harbi niteliği kazandığını, savaş cephelerini, cephe gerisinde yaşananları, savaşın sonuçlarını, imparatorlukların dağılmasıyla sömürge anlayışının yıkılmaya başlamasını ve Wilson’un “her ülkenin kendi kaderini kendinin tayin etme hakkı bulunduğu” görüşünün dünyada popülerlik kazanmasını masaya yatırıyor. TANPINAR’IN İZİNDE BEŞ ŞEHİR ALBERTO MANGUEL YAPI KREDİ YAYINLARI İSTANBUL, 2016 104 S. Arjantinli yazar Alberto Manguel’in büyükbabası, doğduğu topraklardan çok uzaklara, İstanbul’a gelir. Pera Palas’ın balkonunda İstanbul’un batan güneşini izleyen büyükbaba, ilk önce bir yerde yangın var zannettiği bu manzarayı torununa anlatacak, yıllar sonra torunu Alberto da kendi oğluyla birlikte bu toprakları keşfe çıkacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar, farklı dönemlerde yaşadığı beş şehri (Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul) bir gezi rehberinden çok farklı bir üslupla, başyapıtı olarak nitelendirilen Beş Şehir adlı deneme türündeki eserinde ele alır. Ondan bambaşka bir kültür ve coğrafyada doğan Alberto Manguel, Tanpınar’ın rehberliğinde bu beş şehri yeniden ziyaret ederek kendi perspektifini sunuyor. VAR OLMA EĞİLİMİ E. M. CIORAN METİS YAYINCILIK İSTANBUL, 2016 200 S. Rumen filozof ve yazar Emil Cioran Var Olma Eğilimi’nde tabiatı gereği yakıcı, tahrip edici bir bilgi üzerine eğiliyor: Hayatın bir gün sona ereceği, ölümün gerçekliği... Bu bilgiden yola çıkarak kaleme aldığı 11 bölümlük kitapta yazar, “olmak” ile “bilmek” arasında kalıyor. Ölüm gerçekliğini inkar etmeden var olma eğilimi, yazgı ve “soluğu kesilmiş bir uygarlık” olarak Batı gibi kavramlar üzerinde duran Cioran, felsefi arayışında edebi kaygıyı elden bırakmıyor. Orijinal dili Fransızca olan eser, Kenan Sarıalioğlu’nun çevirisiyle Türk okuyucuyla buluşuyor. 102 SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞU – YENİ BİR YORUM A. C. S. PEACOCK İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI İSTANBUL, 2016 272 S. İngiltere’deki St Andrews Üniversitesi’nde Ortaçağ İslam tarihi üzerine dersler veren tarihçi Dr. Andrew C. S. Peacock, Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu – Yeni Bir Yorum’da Batı Avrasya bozkırlarında göçebe bir toplulukken İslam dünyasının en büyük imparatorluklarından biri haline gelen Selçuklu Devleti’nin kuruluş yıllarını ele alıyor. Selçuklular üzerine Batı dillerinde yayımlanmış nadir çalışmalardan biri olma özelliği taşıyan eser, Ortadoğu’da yerleşik düzende yaşayan halkların istilalardan nasıl etkilendiği, bölgenin demografik yapısının nasıl kalıcı olarak değiştiği gibi noktaları da ele alıyor. Peacock, daha önce pek başvurulmamış Gürcüce, Ermenice, Arapça ve Farsça kaynaklardan da faydalanarak Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna farklı bir açıdan bakıyor. KAFKAS CEPHESİ’NİN I. DÜNYA SAVAŞI’NDAKİ LOJİSTİK DESTEĞİ TUNCAY ÖĞÜN DERGAH YAYINLARI İSTANBUL, 2015 502 S. I. Dünya Savaşı’nın cephelerinden biri olan Kafkas Cephesi, Tuncay Öğün’ün Kafkas Cephesi’nin I. Dünya Savaşı’ndaki Lojistik Desteği başlıklı çalışmasında Osmanlı ordusunun düşmana değil, açlık ve sefalete karşı verdiği mücadele bağlamında ele alınıyor. Kafkas Cephesi’ne gönderilen askerin iaşesinin nasıl sağlandığı, halkın ordunun erzak ihtiyacını karşılamak için ne gibi fedakarlıklar yaptığı, hangi ağır yükümlülükler altına girdiği gibi konulara da yer veren eser, savaşın askerî, toplumsal ve ekonomik boyutlarını ortaya koyuyor. CAN PAZARI CURZIO MALAPARTE CAN YAYINLARI İSTANBUL, 2016 424 S. Bir subay olarak görev yaptığı II. Dünya Savaşı’na yakından tanıklık eden Curzio Malaparte, Can Pazarı’nda Eylül 1943’ten Mayıs 1944’e kadar İtalya’nın Napoli şehrinde yaşananlara odaklanıyor. Bir yanda eli kolu bağlı şekilde tarihin trajik akışına seyirci kalan subay kimliği, diğer yanda gözlemlerini ve acımasız çıkarımlarını esirgemeyen yazar kimliği... Malaparte, Alman ordusu ile “kurtarıcı” konumundaki Amerikan ve İngiliz ordularının arasında sürüklenen halkının yazgısını kaleme alıyor. Bir savaşın kazananı ile kaybedeni arasındaki ince çizgiye vurgu yapan yazar, savaşın neden olduğu sefaletin her kesime yayıldığını çarpıcı üslubuyla okuyucuya aktarıyor. 103 CAN-I YUNUS CAN ATİLLA PERA MÜZİK New Age tarzındaki müziğin en önemli temsilcilerinden kabul edilen Can Atilla, bu kez rotasını Türk tasavvuf dünyasına çeviriyor. Atilla, Yunus Emre’nin şiirlerini bestelemek yerine onun üzerine yapılan çalışmalardan, özellikle de Nezihe Araz’ın Dertli Dolap isimli romanından ilham aldığını ifade ediyor. Sanatçı, 13 parçadan meydana gelen “Can-ı Yunus” albümünü Yunus Emre’yi tanımak isteyenlere kılavuz niteliği taşıyacak soyut bir müzikal biyografi olarak tanımlıyor. BACH: ITALIAN CONCERTO, CHROMATIC FANTASY AND FUGUE ALFRED BRENDEL PHILIPS Haydn, Beethoven, Mozart ve Schubert gibi isimleri en iyi yorumlayanlardan biri olarak kabul edilen Avusturyalı piyanist Alfred Brendel, piyanosunda bu kez Klasik Batı Müziği’nde Barok dönemin en önemli temsilcilerinden Johann Sebastian Bach’ın bestelerine hayat veriyor. Bach’ın “Italian Concerto” ve “Chromatic Fantasy and Fugue” adlı bestelerinden oluşan albüm, klasik müzik tutkunlarının arşivlerinin vazgeçilmez bir parçası olmaya aday. YOU AND I JEFF BUCKLEY SONY MUSIC Rolling Stone dergisi tarafından tüm zamanların en iyi şarkıcılarından biri olarak nitelendirilen ve 1997 yılında Mississippi Nehri’nde boğularak hayata veda eden Jeff Buckley, daha önce hiçbir yerde duyulmamış şarkılarıyla ölümünün ardından bir kez daha hayranlarıyla buluşuyor. Ünlü sanatçıların unutulmaz şarkılarına yaptığı coverlarla da ön plana çıkan Buckley’in “You and I” adlı albümünde Bob Dylan’ın “Just Like a Woman” parçasının yeniden yorumlanmış versiyonu da yer alıyor. 10 şarkıdan meydana gelen albüm, hem plak hem CD formatında dinleyicilerin beğenisine sunuluyor. 104 KOR YÖNETMEN: ZEKİ DEMİRKUBUZ SENARYO: ZEKİ DEMİRKUBUZ OYUNCULAR: ASLIHAN GÜRBÜZ, TANER BİRSEL, CANER CİNDORUK, DOLUNAY SOYSERT YAPIM: 2016, TÜRKİYE-ALMANYA TÜR: DRAM Eşi Cemal Romanya’ya kaçak işçi olarak gittikten sonra Emine evde dikiş dikerek hayatını kazanır. Son çalışmasını göstermek için kapısını çaldığı bir giyim atölyesinde eski patronu Ziya’ya rastlar. Emine’nin eşinin işsizlik ve depresyonun ardından Romanya’ya gittiğini, daha sonra orada tutuklandığını, üç yaşındaki oğullarının da ameliyat olması gerektiğini öğrenen Ziya, genç kadına yardım eli uzatır. Emine’ye yeni bir iş bulan ve çocuğunun tedavi masraflarını karşılayan Ziya’nın cömertliğinin ardındaki asıl niyeti kısa bir süre sonra ortaya çıkacak; Emine, Cemal ve Ziya arasında yakıcı bir aşk üçgeni oluşacaktır. 2015 yılında “Bulantı” ile seyirciyle buluşan usta yönetmen Zeki Demirkubuz, 17 yıl önce proje olarak geliştirdiği, çekimlerine 2006 yılında başladığı fakat ara verdiği “Kor” ile bir kez daha yönetmen koltuğuna oturuyor. ÖLÜM EMRİ EYE IN THE SKY YÖNETMEN: GAVIN HOOD SENARYO: GUY HIBBERT OYUNCULAR: HELEN MIRREN, ALAN RICKMAN, AARON PAUL YAPIM: 2016, İNGİLTERE TÜR: GERİLİM, SAVAŞ, DRAM İngiliz Albay Katherine Powell, Kenya’daki teröristleri ele geçirmek için yürütülen gizli bir drone operasyonunun başındadır. Uzaktan ve olay yerinde yapılan incelemeler sonucunda teröristlerin bir canlı bomba saldırısı planladıkları ortaya çıkınca Powell’ın yönettiği operasyon bir anda teröristleri “yakalama”dan “öldürme”ye dönüşür. Amerikalı pilot Steve Watts bölgeye müdahale edeceği sırada hedef noktada dokuz yaşında küçük bir kızın olduğunu fark eder. Bu kız çocuğu, Amerikan ve İngiliz hükümetlerinin en üst düzey yetkililerinin karıştığı, modern savaşın ahlaki ve siyasi sonuçlarına dair uluslararası bir tartışmayı körükleyecektir. 105 Ali Özcan @chpaliozcan CHP İstanbul Milletvekili ve Parti Meclisi Üyesi Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkta kullanıyorsunuz? Birkaç yıldır sosyal medyayı etkin bir biçimde kullanmaya gayret gösteriyorum. Çok yoğun da olsam vakit ayırmaya çalışıyorum. Gün içinde en az bir kere sosyal paylaşım sitelerine göz gezdiriyorum. Gelen özel mesajları mutlaka okuyor ve cevap veriyorum. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir şekilde kullanması ne bakımdan önemli? Normalde çok önemli olmayabilirdi. Ama Türkiye’de yaşıyoruz. Gündemin olağanüstü bir hızla aktığı ve değiştiği bir ülkedeyiz. Bu sebeple sosyal paylaşım siteleri zaman zaman en hızlı, en etkin ve en özgür bilgi ve haber paylaşma olanağı sunuyor. Ben sokak siyasetçisiyim. Vatandaşla iç içeyim. Daima halkın arasındayım. Bu şekilde 40 yıldır siyaset yapıyorum. Eskiden bırakın sosyal medyayı, normal medya olanaklarımız bile çok sınırlıydı. Medya, gazete ve dergilerden ibaretti. Sonra televizyon kanalları açıldı. Etkileri ve sayıları arttı. Siyasetçiler televizyonlarda yer almaya, fikirlerini halka daha geniş olanaklarla aktarmaya başladı. Ancak ne yazık ki son yıllarda o kanal da tıkanmış görünüyor. Bu durum bizi sosyal medyayı etkin bir biçimde kullanmaya mecbur bırakıyor. Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı olduğunu düşünüyor musunuz? Bu durum nereden baktığınıza göre değişir. Sosyal medyanın herkesin özgürce yorum ve bilgi paylaşabildiği bir mecra olması çok güzel. Ama bazen hatalı bilgiler de olabiliyor. Gündemi sadece sosyal medyadan değil, farklı kanallardan da takip etmek ve doğru bilgiye bu şekilde ulaşmak gerekiyor. Ama şöyle bir şey var ki sosyal medyayı vazgeçilmez kılıyor; belli nedenlerle sansüre yahut 106 medyanın otosansürüne uğrayan bazı konular sosyal paylaşım ağları ile hızla yayılabiliyor. Ya da merkez medyanın atladığı veya yer vermediği bazı çok önemli konularda haber alma ihtiyacımızı sosyal paylaşım ortamının sağladığını söyleyebiliriz. Vatandaşın haber alma hakkının daima sağlanması gerekir. Ülkenin herhangi bir yerindeki bir olay medyada yer almasa bile sosyal paylaşımla tüm yurda yayılabilir. Bir yerde vatandaş da artık sosyal ağların muhabirliğini üstlenmiş gibi oldu. Üstelik bunu gönüllü ve karşılık beklemeksizin yapıyor. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Özellikle seçim döneminde sıkça “Bu paylaşımları ve mesajları kim yazıyor?” gibi sorularla karşılaştım. “Ben yazıyorum” dediğimde şaşıranlar oluyordu. Bir soru sormak isteyip de çekinenler oluyor. Buna gerek yok. Devletimiz halkımızı korkutmuş. Halbuki demokrasi devletlerin halktan çekindiği sistemin adıdır. Dolayısıyla katılımcılığın en aktif icra edilmesi için sosyal paylaşım siteleri iyi bir fırsat. Bir vatandaşımız çok çekinerek bir soru sormuştu, ertesi güne Meclis makamımda randevu verdiğimde çok mutlu oldu. Çayımızı içtik, sohbetimizi yaptık. Bence siyasetçi sosyal paylaşım mecralarını böyle kullanmalıdır. SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ Erdal Ataş @erdalatasdhf Abdulhamit Gül @abdulhamitgul New York 1857’den bugüne, selam olsun emekçi kadınların geleceği kazanma bilincine. Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Terör bir insanlık suçudur. Dini, milliyeti ne olursa olsun, kime yönelirse yönelsin şiddetle lanetliyoruz. Melike Basmacı @MelikeBasmac Ahmet Selim Yurdakul @ahmet__yurdakul Volkan Bozkır @volkan_bozkir Bugün günaydın, genç enerjisiyle... Günaydın... Gece saat 01:30. Baki Ş. vekilimizle Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’ndaki konuşmalarımızın kontrollerini yapıyoruz. Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye 23-24 Mart 2016 tarihlerinde gerçekleştirdiğim resmî ziyaretten kareler... Selçuk Özdağ @selcukozdag Lütfiye İlksen Ceritoğlu Kurt @ilksen_kurt19 Murat Emir @muratemirchp Bugün Gölmarmara ilçemizde sıkılmadık el, sorulmadık hatır bırakmadık. Hayırlı, bol kazançlar olsun inşallah. Güney Afrika-Zambiya’da Parlamenterler Birliği kadın üyesi olarak Türkiye’yi temsilen bulunmaktayım. Gönüldeki sevginin söze de göze de rehberlik ettiğini anlatan/yaşatan büyük ozanımız #AşıkVeysel saygıyla anıyorum. 107 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ Tahsin Tarhan @tahsintarhan Meral Danış Beştaş @meraldanis Sanayiciye verilecek her türlü destek, üretime, ekonomiye verilmiş destektir. “Seçimlerin umutlarını yansıtsın, korkularını değil.” Nelson Mandela Prof. Dr. Edip Semih Yalçın @E_SemihYalcin Baki Şimşek @bakisimsekmhp Garo Paylan @GaroPaylan İstiklal Marşımızın kabulünün 95. yıldönümü kutlu olsun. Brüksel’de AB Türkiye Raportörü @KatiPiri ile görüştük. Aytuğ Atıcı @aytugatici Gamze Akkuş İlgezdi @gamzeilgezdi Bülent Turan @turanbulent Karaduvar mahallesindeyiz. Değerlerimize sahip çıkacağız ama barış ve kardeşlikten asla ayrılmayacağız. Halkın bütçesi için mücadelemiz 9 Mart’a kadar sürecek. Bu yoğun maratonda kızım Turnam’ı annesiz bırakmak olmazdı. Yoğun programlarımız arasında en güzeli, en içteni habersiz gittiğimiz köy ziyaretlerimiz :) #Çanakkale İnançla bir ve beraber olmanın başarısıdır Çanakkale... Aziz şehitlerimizi rahmet, minnet ve saygıyla anıyoruz. 108 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN - ÜYE AIDATLARIMIZ 17. OLAĞAN GENEL KURUL KARARIYLA 2016 YILINDA YILLIK 120 TL’DIR. - BANKALAR TARAFINDAN MÜŞTERILERINE ULUSLARARASI BANKA HESAP NUMARASI (IBAN) VERILMEKTEDIR. ÜYELERIMIZIN AIDATLARINI YATIRIRKEN PROBLEM YAŞAMAMALARI IÇIN BIRLIĞIN IBAN NUMARASI AŞAĞIDA BELIRTILMIŞTIR. - BILINDIĞI GIBI 2002’DE YILLIK 30 TL OLAN ÜYE AIDATLARI 2004 YILINDAN ITIBAREN 60 TL VE 2013 YILINDAN BERI 120 TL’DIR. GERIYE DOĞRU AIDAT BORÇLARININ BUNA GÖRE HESAPLANMASI VE TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ZIRAAT BANKASI TBMM ŞUBESI IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 HESAP NUMARASINA YATIRILMASI; 5253 SAYILI DERNEKLER KANUNU’NA GÖRE, ALINAN AIDATLARIN BELGESINE ÜYELERIN TC KIMLIK NUMARALARININ YAZILMASI GEREKMEKTEDIR. - ÜYELERIMIZIN TC KIMLIK NUMARALARINI MEKTUP VEYA TELEFONLA BIRLIĞE BILDIRMELERI RICA OLUNUR. TPB HABER PORTALI www.tpb.org.tr FAX HATTI: 0312 420 66 24 SAYIN ÜYELERIMIZ HER KONUDA BIZE ULAŞABILIRSINIZ. TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ANKARA KONUKEVI: ANKARA HOTEL PİNO BAYRAKTAR MAHALLESI VEDAT DALOKAY CADDESI BAYRAKLI SOKAK NO: 35 GOP/ANKARA TEL: 0312 446 36 86 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 109 UNUTMAYACAĞIZ Abdülgani Demirkol Cumhuriyet Senatosu Şanlıurfa Üyesi Abdülgani Demirkol 1935 Şanlıurfa doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Demirkol, serbest avukat olarak çalıştı. Abdülgani Demirkol için 27 Mart 2016 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Demirkol’un cenazesi Ankara Gölbaşı Merkez Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Halis Soylu 17. Dönem Kars Milletvekili Halis Soylu 1929 Ardahan doğumludur. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde eğitim gören Soylu, aynı üniversitenin çeşitli departmanlarında asistanlık görevini yürüttü. Ardahan Sağlık Merkezi’nde tabiplik ve Ardahan Devlet Hastanesi’nde operatörlük yapan Soylu, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Genel Şirürji Uzmanlığı ile İstanbul Merkez Hükümet Tabipliği görevlerinde bulundu. Cumhuriyet Senatosu Kars Üyeliği de yapan Halis Soylu’nun cenazesi 27 Mart 2016 tarihinde İstanbul Bakırköy Florya E-5 Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Osman Yumakoğulları 20. ve 21. Dönem İstanbul Milletvekili Osman Yumakoğulları 1947 Yaka doğumludur. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde eğitim gören Yumakoğulları, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneği Başkanlığı, Millî Türk Talebe Birliği Merkez İcra Konseyi Başkanlığı ve Genel Sekreterliği, Antalya Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti Başkanlığı, Beyoğlu Merkez Vaizliği, Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü Şefliği ve Müdürlüğü, Bölge Müdür Muavinliği ve Bölge Müdürlüğü, Bursa İlim Yayma Cemiyeti ve Osman Gazi İlim Kültür Vakfı Başkanlığı, Bursa Marmara Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği, Avrupa Millî Görüş Teşkilatları Genel Başkanlığı, Millî Gazete Avrupa Bölümü Genel Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Osman Yumakoğulları’nın cenazesi 22 Mart 2016 tarihinde İstanbul Fatih Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. 110 Süleyman Sabri Öznal 16. Dönem Edirne Milletvekili Süleyman Sabri Öznal 1935 Keşan doğumludur. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nde eğitim gören Öznal, TC Karayolları Van Bölgesi Mühendisliği, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü Edirne Teşkilatı Sulama ve Barajlar Mühendisliği, Devlet Su İşleri Trabzon, Rize ve Gümüşhane Başmühendisliği görevlerinde bulundu. Süleyman Sabri Öznal’ın cenazesi 10 Mart 2016 tarihinde Edirne Keşan Çamlıca beldesinde toğrağa verildi. Kaya Opan 18. Dönem Sivas Milletvekili Kaya Opan 1936 Sivas doğumludur. Hacettepe Meslek Yüksekokulu İnşaat Bölümü’nde eğitim gören Opan, Kayseri ve Sivas Bayındırlık Müdürlüğü Yol İşleri Şefliği, İmar ve İskân Bakanlığı Afetler 8. Bölge Müdür Muavinliği, Sivas, Erzincan ve Bursa İl İmar Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Kaya Opan’ın cenazesi 3 Mart 2016 tarihinde İzmir Gaziemir Meydan Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Orhan Üretmen 15. Dönem Balıkesir Milletvekili Orhan Üretmen 1934 Edincik doğumludur. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Jeoloji Jeofizik Bölümü’nde eğitim gören Üretmen, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü Yeraltı Suları Dairesi ile 1. Bölge ve 12. Bölge Müdürlüklerinde çalıştı. Orhan Üretmen’in cenazesi 3 Mart 2016 tarihinde Balıkesir Edincik Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. MART AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ. 111 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI SAĞLIK PROTOKOLÜ IMZALANAN HASTANELERDEKI TBMM HATTI GAZI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .............................................................................................................................................0312 202 44 91 HACETTEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0312 305 32 62-63 ANKARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................................0312 508 30 03 EGE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ................................................................................................................................................0232 390 41 06 AKDENIZ ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ...................................................................................................................................0242 249 65 91 GAZIANTEP ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0342 360 95 05 MEDIPOL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..................................................................................................................................0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212 İSTANBUL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .................................................................................................................................0212 414 22 27 İSTANBUL ÜNIVERSITESI CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...............................................................................................0212 414 34 54 KONYA SELÇUK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................0332 224 49 70 KARADENIZ TEKNIK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:..........................................................................................................0462 377 54 22 KONYA NECMETTIN ERBAKAN ÜNIVERSITESI MERAM TIP FAKÜLTESI HASTANESI:.............................................................................0332 223 79 79 YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..............................................................................................................0312 291 27 01 AFYON KOCATEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................0272 246 33 36 İSTANBUL BEZMIALEM ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...................................................................................................0212 453 18 58 MARMARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI (PENDIK DEVLET HASTANESI):...................................................................................0216 625 47 16 YÜZÜNCÜ YIL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .......................................................................................................................0432 216 05 16 BIRUNI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI........................................................................................................................................... 0212 411 39 00 SAĞLIK HATTI: SAĞLIK UYGULAMALARI, HASTANELER VE ANLAŞMALI ECZANELERE ILIŞKIN HER TÜRLÜ BILGI IÇIN 0312 420 0 112 VE 0312 420 72 24 NUMARALI TELEFONU ARAYABILIRSINIZ. TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001