Burhan 48:Burhan.qxd

advertisement
editör’den
Selam ile…
Mübarek bir mevsimin iliklerimize kadar rahmeti rahmanı
estirdiği, gönüllerden sokaklara taşan ilahi iklimin sevgi meltemleriyle
yeniden hayata bakış, yenileniş sürecini yaşamaktayız.
Yüreklerin derinine ulaşan bir yolculuk… Kimliğimizi, nerden
gelip nereye ulaşmak istediğimizi sorgulayan bir yolculuk… Hayatın
anlamsızca maddîleştirildiği, ruhların maddenin esaretine terk edildiği
modern zaman dilimin nefes alış ayıdır ramazan. Ramazan bize
bizliğimizi, dinimizi, kültürümüzü olmazsa olmazlarımızı ve onunda
ötesinde vahyin bize sunduğu “sünnet bir hayat”ı yaşama arzumuzu
öğretiyor ve canlı tutuyor.
Ramazanla canlanıyor mescitlerimiz, ramazanla sofralarımıza
tat geliyor, ramazanla birlikte hayatımıza lezzet geliyor. Koşuşturmalar
sadece iftar sofralarına değil gönüllere de oluyor. Bir yenilenme
yaşıyor adeta her şey. Hayata bakışlar sorgulanıyor, muhasebeler
tutuluyor, aslî yolculuğun güzergâhı gözden geçiriliyor. Ertelediğimiz
bir hayat ister istemez bize uğruyor. Bir kardeşimizin dediği gibi “ İyi ki
geliyorsun ramazan bizde kendimize geliyoruz.”
Her şeyiyle bir rahmet ayı ramazan... Lütfen bu rahmet ayında
fakir fukarayı unutmayalım. Az çok demeden yardımlarına koşalım.
Dertleriyle dertlenmeye çalışalım. Zulüm altında inleyen Filistinli
Keşmirli, Çeçenistanlı ve dünyanın her neresinde olursa olsun mümin
kardeşlerimizi unutmayalım. Onların dertlerini ve sıkıntılarını kendi
derdimiz bilelim. Hiç olmazsa yanık yüreklerle, gözyaşlarıyla sahur
vakitlerinde, iftar vakitlerinde, beş vakit namazda bu kardeşlerimiz için
dualar edelim.
HACI ŞABAN EFENDİ HAZRETLERİNİ ANMA
PROGRAMI
Hacı Şaban Efendi Hazretlerini Anma programımıza hepiniz
davetlisiniz. Özellikle hatim okuyabilen kardeşlerimizde Hacı Şaban
Efendi Hazretleri’nin ruhu için hatim ve hatimler bekliyoruz. Bu konuda
dergimizi arayarak kaç hatim okuyacağınızı bize iletebilirsiniz.
Programla ilgili detaylı bilgileri dergimizin sayfalarında bulacaksınız.
Mübarek Kadir Gecenizi ve Ramazan Bayramınızı en içten
dileklerimle tebrik eder, tüm İslam âleminin uyanışına ve dirilişine
vesile olmasını Rabbimizden dilerim.
Allah’a emanet olunuz.
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 48
Eylül 2009
4 DEVAMLI VERİRDİ; VERDİKÇE MALI 52 PEPGAMBERLER MUCİZELER… 6
EKSİLMEZ, ÇOĞALIRDI
SAHİBİ
Osman KARABULUTOĞLU
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
10 BAYRAM GECELERİ!..
54 Yunus Ve Mevlana’ya Atılan “Dinler
Mehmet TALU
üstü” İftirası
YAYIN DANIŞMANLARI
Aydın BAŞAR
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
13 "KIYASLAMA" VE ÇOCUKLAR
Hicret OSTA
YAYIN KURULU
56 Hazreti pîr’in Abbâsî Halîfesi el-
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Mustafa ÖZKAYA
Umut BULUT
GRAFİK TASARIM
17 İŞLERİMİZDE DOĞRUYU
Müstencidbillah’a Nasihatleri
BULABİLMEK
Kamil ABDULLAHOĞLU
Burhan Ajans
58 Muhabbet Bahçesi
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Yusuf ELİBOL
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
20 İslam’ın 4. Şehrine Yolculuk
Fiyatı
Nihat MORGÜL
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
60 YILLARDIR SÜREN SESSİZ AZAP,
DOĞU TÜRKİSTAN
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
30 İNSAN ve AHİRET
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Sosyolog İsmail ÖZ
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
34 İslam’ın Korunmuşluğu
62 KUTLU RAMAZANLAR
Ayşe BAĞCİVAN
Bağlamında Cerh-Ta’dîl Usûlüne
Umumî Bir Bakış
Talha Hakan ALP
Sultanbeyli / İST.
64 Az Gülsün Çok Ağlasınlar
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Sezgin ÇAKIR
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
burhandergisi@hotmail.com
burhandergisi@mynet.com
42 İmam Muhammed Zâhid elKevserî (K.S.)
Ahmet HALİLOĞLU
66 Okur Köşesi
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
46 Allah’a Güvenmek
YAYIN TÜRÜ
68 BURHAN ÇOCUK
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden
burhandergisi@gmail.com
www.burhandergisi.com
BASKI
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
48 BİR İSTİKAMET VE GÖNÜL İNSANI
HACI ŞABAN EFENDİ HAZRETLERİ
Mustafa AKCAN
Musa KARACA
70 ORYANTALİZM
Hasan BAŞAR
Devamlı verirdi;
Verdikçe malı eksilmez, Çoğalırdı
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Bayram Geceleri!...
10
Mehmet TALU
İslamın 4. Şehrine Yolculuk...
20
Nihat MORGÜL
İmam Muhammed Zâhid
el-Kevserî
42
Ahmet HALİLOĞLU
48
Bir İstikamet ve Gönül İnsanı
Hacı Şaban Efendi (k.s) Hazretleri
Mustafa AKCAN
Yıllardır süren sessiz Azap,
DOĞU TÜRKİSTAN
Sosyolog İsmail ÖZ
70
60
Oryantalizm
Hasan BAŞAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
mustafaagirman@gmail.com
DEVAMLI
VERİRDİ;
VERDİKÇE
MALI
EKSİLMEZ,
ÇOĞALIRDI.
Hz. Osman (r.a.), devamlı verirdi.
O verdikçe malı eksilmez, çoğalırdı.
Kendisi ticâretle meşgul olur, yaptığı ticâretten iyi kazanır, kazandığından da
bol bol dağıtırdı. Savaşa katılan mücâhidlere verir, yoksullara verir, ihtiyaç
sahiplerine verir, Yüce Allah da ona
verdiğinden daha fazlasını verirdi.
Hz. Osman, Kureyş kabîlesinin
Ümeyyeoğulları kolundandır. Babasının adı Affân, annesinin adı Ervâ’dır.
Ervâ’nın annesi Beyzâ da Hz. Peygamber’in halasıdır. Babası Affân, ticâretle meşgul olurdu. Ticâret için çıktığı bir seyahat sırasında Şam’da öldü.
Babasından kendisine büyük bir zenginlik kalan Osman, baba mesleği olan
ticâreti devam ettirdi ve Mekke’nin sayılı zenginlerinin arasına girdi. Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’in
kızı Rukıyye ile evlendi. Eşi ile birlikte
Eylül 2009
4
Mekke’den Habeşistan’a hicret etti. Bir
müddet orada kaldıktan sonra bir grup
Müslümanla birlikte Mekke’ye döndü.
Sonra da Mekke’den Medîne’ye hicret
etti. Hz. Peygamber, ordusu ile birlikte
Bedir’e giderken Hz. Osman, hasta
olan eşi Rukıyye’nin bakımı için Medîne’de kaldı. Hz. Zeyd b. Hârise, İslâm
ordusunun Bedir’de kazandığı zaferin
sevinç haberini Medîne’ye getirdiğinde
O, vefat eden eşinin defni ile meşguldü. Bu sırada yolda olan Hz. Peygamber, kızının cenazesine katılamadı. Hz. Peygamber, bu savaşta izinli
saydığı Hz. Osman’a, savaşa katılmış
gibi ganimetten pay verdi. Bir müddet
sonra Hz. Peygamber’in diğer kızı
Ümmü Gülsüm ile evlenen Hz. Osman, bu evliliklerinden dolayı iki nûr
sahibi mânâsına gelen “zünnûreyn” lakabını aldı. Bedir savaşının dışındaki
bütün savaşlara katılan Hz. Osman,
BAŞYAZI
hayatı boyunca Hz. Peygamber’e, İslâm’a ve bütün
Müslümanlara yardımcı oldu. Hudeybiye barış görüşmesi için Hz. Peygamber’i temsîlen Mekke’ye
gitti. Hz. Peygamber’in vefatından sonra birinci halife olan Hz. Ebû Bekir’in özel kalem müdürlüğünü
yaptı. İkinci halife Hz. Ömer’e yardımcı oldu; O’nun
zamanında ikinci adamdı. İnsanlar, Hz. Ömer’den
bir şey istemeyi düşündükleri zaman önce Hz. Osman’a başvururlardı. Hz. Ömer, sabah namazını
kıldırırken bir sûikasda uğrayıp yaralandığında,
kendinden sonraki halifeyi seçmek için tâyin ettiği
şûraya Hz. Osman’ı da dâhil etti. Hz. Ömer, üç
gün sonra şehid olunca şûra üyeleri Hz. Osman’ı
halife seçtiler. On iki yıl Müslümanlara halifelik yapan Hz. Osman, 35/656 yılında, 82 yaşında şehid
edildi.
Mekke Arap yarımadasının ticâret merkeziydi.
Mekkeliler, ticâreti iyi bilirlerdi; iyi de ticâret yaparlardı. İyi yaptıkları ticâret sebebiyle de çok zengindiler.
Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamber
olarak gönderildiği sırada, Arap yarımadasının Hicâz bölgesinin Mekke, Tâif ve Medîne’den ibâret üç
büyük şehri vardı. Bölgenin liman şehri olan Cidde
sonradan kurulmuştur. Bu şehirlerden Mekke’nin ziraata elverişli toprakları yoktu, Kâbe ve zemzem
kuyusunun çevresi taşlık ve kayalık bir araziydi, yakındaki dağlar da böyleydi. Mekke’ye uzak yerlerde otlaklar vardı, Mekkelilerin hayvanları oralarda otlardı. Mekke ve çevresinde ağaç, tarla, bağ
bahçe yoktu; o zaman da yoktu şimdi de yok.
Hicâz bölgesinin ikinci şehri olan Tâif, Mekke’ye 80
km. uzaklıktadır. Mekke’nin rakımı, 360 metre Tâif’in rakımı ise 1700 metredir. Görüldüğü gibi Tâif,
yüksek bir yayladır. Arazi bakımından Mekke’ye
hiç benzemez; tarlaları, çayırları, bağ ve bahçeleri
vardır. Tâif, hayvancılık ve ziraatın merkezidir. o zamanki Mekkelilerin her birinin özellikle zenginlerin
Tâif’te yazlıkları ve üzüm bağları vardı. Mekkeliler,
yazı orada geçirirlerdi.
Hicâz bölgesinin üçüncü şehri olan Medîne
de Tâif gibi hayvancılık ve ziraat merkezidir, özellikle de hurma ambarıdır. Mekke’ye 450 km. uzaklıkta olan Medîne’nin rakımı 619 metredir. Medîne,
hurma bahçelerinin alabildiğine geniş olduğu, 40–
50 metre derinlikten bol ve temiz suların çıktığı bir
şehirdir. Havası hoş, suyu boldur.
Bu üç şehrin sâkinleri de şöyledir: Mekke’de
Kureyş kabîlesi, Tâif’te Sakîf kabîlesi, Medîne’de de
Arap kabîlelerinden Evs ve Hazrec, Yahûdî kabîlelerinden de Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları oturmaktadır. Her biri birer Arap kabîlesi olan Kureyş, Sakîf, Evs ve Hazrec müşrikti.
Yahûdî kabileleri de Mûsevî idiler.
Bu üç şehirden Mekke ticâret merkezi, Tâif ile
Medîne de hayvancılık ve ziraat merkeziydi. Mekkeliler hayvancılık ve ziraata elverişli arazilerden
mahrum olma durumlarını, kafalarını çalıştırarak
5
Eylül 2009
avantaja çevirmiş ve ticârete başlamışlardı. Mekke’deki ticâret hayatı, şehrin kuruluşu ile yaşıttır.
Mekkelilerin her biri iyi bir tüccardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Kureyş sûresinden öğrendiğimize göre ticâret için kışın Yemen’e, yazın da Sûriye’ye giderlerdi.
Yemen’den aldıklarını Hicâz ve Sûriye’de satarlar,
Sûriye’den aldıklarını da Hicâz ve Yemen’de satarlardı, yani ithâlât ve ihrâcât işiyle uğraşırlardı. Bu
yüzden de zengindiler, her birisi para sahibiydi.
Zengin olan Mekkelilerin her birinin ticâret
işinde çalıştırdıkları işçileri (köleler) ve hizmetçi kadınları (câriyeler) vardı. Bu yüzden Mekke’de karışık
ve mozaik bir insan yapısı vardı. Dînî ve ticârî bir merkez olan Mekke’ye her yerden insan akını vardı.
Arap yarımadasının değişik bölgelerinden, hemen
hemen her kabileden, Habeşistan’dan, Sûriye’den,
Fars ve Bizans’tan insanlar vardı. Ama Tâif ve Medîne böyle değildi; oralarda yerli halk yaşardı.
Eylül 2009
Mekke’de herkes ticâret yapardı, ama bazı âileler ve bazı kişiler bu işi daha güzel yaparlardı. Hz.
Osman’ın babası Affân da ticâreti güzel yapanlardan biriydi. Kureyş kabilesinin Ümeyyeoğulları koluna mensup olan Affân, ticâretle uğraşan zengin
bir kimseydi. Ticâret için çıktığı bir seyahat esnasında Şam’da öldü, ondan oğlu Osman’a büyük bir
servet, büyük bir zenginlik kaldı. Osman’da baba
mesleği olan ticâreti devam ettirdi, iyi para kazandı
ve elindeki imkânlarla daima halkına yardım ve iyiliklerde bulundu. Bu sebepten dolayı halkı onu sever ve kendisine saygı gösterirdi. Müslüman olduktan sonra da ticâretini devam ettirdi.
Müslümanlar, Mekke’den Medîne’ye hicret ettiklerinde Medîne’nin ticâreti Yahûdîler’in elindeydi, Medîne’ye yerleşen Mekkeli muhâcirler kısa zamanda
Medîne’nin ticâret hayatına hâkim oldular. Medîne’nin ticâretini ellerine geçiren Müslüman muhâcirler, kısa zamanda Medîne’nin de en zenginleri ol6
dular. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman gibi zengin muhâcirler kazançlarını İslâm uğruna ve Müslümanların lehine harcadılar.
Hz. Osman, Müslüman olduktan sonra iki
özelliği ile ön plana çıktı. Bu iki özellikten biri O’nun
çok hayâlı ve edepli olması, diğeri de yardımsever
olmasıydı.
Hz. Osman’ın, bütün iyiliklerinin yanında ön
plana çıkan iki büyük fazileti vardı. Bu faziletlerinden birisi, derin bir utanma hissine (hayâ) sahip olmasıydı. Onun üstün bir şeref ve haysiyet anlayışı
vardı. Bundan dolayı herkes ondan utanır, çekinir
ve hürmet ederdi. Herkes ona saygı duyar, herkes
onu kabul ederdi. Öyle ki, Hz. Peygamber bile
ona bu meziyetinden dolayı derin bir saygı duyar ve
bu saygının sebebini soranlara şöyle derdi: “Meleklerin bile kendisinden hayâ edip çekindikleri bir kimseden, ben hayâ etmeyeyim mi?”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 74)
Hz. Osman’ın, hicretten sonra Medîne’deki
Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanlara bağışlaması Hz. Peygamber efendimizi çok memnûn etti.
Hz. Osman’ın diğer meziyeti, cömertliği idi. O,
eli açık bir zât idi. Öyle ki, devrinde ondan daha cömert biri yoktu. Bu özelliklerinden dolayı o, dünyada
iken cennetle müjdelenmiş sahâbîlerden biri oldu.
Hz. Osman, Medîne’ye hicret ettikten sonra Rûme
kuyusunu satın alıp Müslümanların hizmetine
sundu. Hicretten sonra, Müslümanlar suyu içilebilecek Rûme kuyusundan para ile su satın alıyorlardı. Medîne’de hurma bahçelerini sulayacak kuyu
suyu çok, suyu tatlı ve içilebilecek olan kuyu azdı.
Suyu tatlı olan kuyulardan biri de Rûme kuyusuydu.
Akîk vâdisinde bulunan bu kuyu bir yahûdiye âitti.
Yahûdi, bu kuyunun suyunu satar, kimseye parasız
bir yudum su içirmezdi. Hz. Peygamber efendimiz,
bu drumu görünce şöyle buyurdu: “Rûme kuyusunu kim satın alır ve Müslümanlara bağışlarsa,
Cennet’te ona aynısı vardır.” Hz. Peygamber
efendimizin bu sözünden sonra Hz. Osman yahûdiye gidip kuyuyu kendisine satmasını istedi. Yahûdi, tamamını satmaya yanaşmadı. Hz. Osman,
oniki bin dirhem verip kuyunun yarısını aldı. Artık
kuyuyu bir gün Hz. Osman, bir gün de yahûdi işletiyordu. Hz. Osman, kendi sırasında suyu parasız
verince; yahûdi, kendi üzerinde kalan yarım hisseyi
de satmak mecbûriyetinde kaldı. Hz. Osman da bu
hisseye sekiz bin dirhem verdi ve kuyuyu tamâme
almış oldu. Hz. Peygamber, kuyunun tamamının
Hz. Osman tarafından alındığını ve Müslümanlara
bağışlandığını duyunca şöyle buyurdu: “Allah’ım!
Osman’ı Cennet’e koy!” (İbn S’ad, Tabakât, I,
506; Semhûdî, Vefâ, I, 138-139)
Hz. Osman, Bizans İmparatorluğu üzerine
gönderilmek için hazırlanan İslâm ordusuna çok
büyük destekler verdi ve Hz. Peygamber’in takdîrini kazandı.
9/630 senesinde yapılan Tebük Seferi, bir kıtlık senesine rastladığından orduyu hazırlamak çok
güç olmuştu. Hz. Osman, bu seferde çok maddî fedakârlıklar göstermiş, ordunun üçte birini yalnız
başına teçhîz etmişti. Bu sefere 30 bin İslâm mücâhidi katıldığına göre Hz. Osman yalnız başına 10
bin gâziyi hazırlamış oluyordu. Ayrıca bu seferin hazırlıklarında kullanılmak üzere Hz. Peygamber’e
bin altın vermişti. Bu sefer, o zamanın en büyük süper gücü olan Bizans İmparatorluğu’na karşı yapılmıştı. Hz. Peygamber Efendimiz’in katıldığı son
gazâ da bu olmuştu. Düşman bu ordunun karşısına
çıkma cesâreti gösterememiş ve İslâm ordusu sâlimen Medîne’ye dönmüştü. Güç şartlar altında hazırlandığından bu orduya; ceyşü’l-usre (zorluk ordusu) denilmişti. Bu ordunun hazırlanmasında
gösterdiği maddî fedakârlıklardan dolayı Hz. Peygamber, onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Osman’a bundan sonra işledikleri zarar vermez.”
(Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV,75)
İslâm tarihi kaynakları bu yardım işini şöyle
anlatırlar: “Tebük Seferi’nin hazırlıklarının yapıldığı
sırada Hz. Osman, Şam’a gidecek bir ticâret kervanını hazırlıyordu. Kendisi de bu kervanın başında Şam’a kadar gitmek istiyordu. İşte bu günlerden birinde Hazreti Peygamber, Medîne
mescidinde minbere çıktı ve Müslümanları zorluk
ordusuna bağışta bulunmaya dâvet etti. Bu dâvet
üzerine Hz. Osman, ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın elçisi! Sırt çulları ve semerleri ile birlikte yüz deve ver7
Eylül 2009
meyi üzerime aldım.” dedi. Bundan sonra Hz.
Peygamber, tekrar zorluk ordusuna bağışta bulunmaya teşvik etti. Hz. Osman tekrar ayağa
kalkarak: “Ey Allah’ın elçisi! Ben, Allah yolunda
sırt çulları ve semerleri ile birlikte yüz deve daha
vermeyi üzerime aldım.” dedi.
Hz. Osman’ın bu vaadinden sonra Hz.
Peygamber minberden indi. Minberden inerken
hayranlıkla elini sallayarak “Bundan sonra, yapacağı şeyden dolayı Osman’a sorumluluk
yoktur.” diye buyuruyordu. Hz. Peygamber, minberden indikten sonra da Müslümanları zorluk
ordusuna bağışta bulunmaya dâvet etti. Hz. Osman tekrar ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın elçisi!
Ben, Allah rızası için sırt çulları ve semerleri
ile birlikte yüz deve daha vermeyi üzerime aldım.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Zorluk ordusunu donatan kişiye cennet vardır.” diye buyurdu.
Hz. Peygamber’in, “Zorluk ordusunu donatan kişiyi Allah affedecektir.” diye buyurduğunda Hz. Osman elbisesinin eteklerine doldurup getirdiği bin altını Hz. Peygamber’in
kucağına döktü. Hazreti Peygamber, altınları
eliyle evirip çevirirken şöyle buyuruyordu: “Bu
günden sonra, Affan’ın oğlunun yapacağı şey
kendisine zarar vermeyecektir.” (Vâkıdi, Meğâzî, III,391; Hâkim, Müstedrek, III, 120) Hz.
Peygamber, bu ifadesini bir kaç kez tekrarladıktan sonra da şöyle buyurdu: “Ey Allah’ım! Ben
Osman’dan razıyım, Sen de ondan razı ol!”
Ayrıca ona şöyle duâ etti: “Ey Osman! Allah,
senin kıyâmet gününe kadar yapacağın, gizlediğin, açıkladığın bütün kusurlarını bağışlasın.” (Muhibbuttaberi, II, 121)
Rivayetlere göre Hz. Osman, ordunun üçte
birini veya bundan fazlasını, hatta yarısını ve
İslâm askerlerinin yiyeceğinin büyük bir kısmını
sağladı. Su içtikleri deriden yapılmış su kaplarının ağız bağlarına ve askı iplerine varıncaya kadar sağlamadık bir ihtiyaç bırakmadı.
Hz. Osman, Yoksullara da yardım ederdi.
Yaptığı yardımları en dar zamanda ve gerçek ihtiyaç sahiplerine yapardı.
Eylül 2009
8
Hz. Osman’ın dillere destan bir davranışı da
şudur: Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında bir kıtlık
yaşanmıştı, insanlar halifeye başvurarak:
“Ey Allah’ın elçisinin halifesi! Ne yağmur yağıyor, ne toprak yeşeriyor, insanlar açlıktan ölme
korkusu içindedirler. Bu konuda ne düşünüyorsun?”
demişlerdi.
Halife Hz. Ebû Bekir de, “Gidin, biraz bekleyin, ümit ediyorum ki Allah Teâla, size bir kapı açacaktır.” diyerek bir yandan vatandaşlarını teselli etmeye çalışmış, diğer yandan da hummalı bir arayış
içine girmişti. O gün akşama doğru Hz. Osman’a âit
bir ticâret kervanının Şam’dan gelmekte olduğu ve
ertesi sabah kervanın Medîne’ye ulaşacağı haberi
geldi. İnsanlar sevinç içindeydi. Kervan şehre yaklaşınca herkes seyre çıktı.
dedi ve diretti. Bu durumu hayretle karşılayan esnaf:
“Ey Osman! Medîne’de bizden başka esnaf
yok. Bizden önce de buraya başka birileri gelmediğine göre sana bundan daha fazla kâr veren kim
olabilir?” diyerek hayretlerini ifade ettiler. Bunun
üzerine Hz. Osman:
“Yüce Allah her dirheme karşılık bana on
mislini vaad etmiştir. Siz bu kadarını verebilir
misiniz?” diye sorunca:
“Elbette hayır.” dediler.
Dünyada iken cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Hz. Osman, içinden müthiş bir karar
vermişti. İşte şimdi bu kararını açıklıyordu. Medîne’nin toptancı esnafına şöyle hitap etti:
Hz. Osman’ın Medîne’ye yaklaşan ticâret kervanı bin yüklü deveden oluşuyordu. Develerin yükleri buğday, zeytinyağı ve kuru üzümdü. Develer
Hz. Osman’a âit alana alınıp yükleri indirilince şehir esnafı gelip karşısına toplandılar, Hz. Osman
onlara “Evet, ne istiyorsunuz?“ diye sorunca esnaf:
“Bakınız, Yüce Allah şâhidimdir. Bu kervanın yükünün tamamını sırf Allah rızası için perîşan durumdaki insanlara ve Müslümanların
yoksullarına sadaka olarak dağıtmaya niyet etmiş bulunuyorum.” Niyetini gerçekleştirdi ve dediğini yaptı. (Mahmûd Şâkir, II, 495-497)
“Ne için geldiğimizi biliyorsun, şu malını çabucak bize sat da gidelim. Bak halkımız aç ve perişan, bu malı bekliyorlar.” dediler. Bunun üzerine
Hz. Osman:
İçinde yaşadığımız dünyada Hz. Osman gibi
zengin Müslümanlara ne kadar da çok ihtiyacımız
var, değil mi? Dünyanın değişik yerlerindeki zor
durumda olan Müslümanlara, bu mübârek Ramazan ayında yardım elini uzatacak olan Hz. Osman
gibi Müslümanları arıyor gözlerimiz. Filistin’de, Gazze’de, Çeçenistan’da, Bosna’da, Afganistan’da, Afrika’da ve Asya’daki yoksul, mazlûm, mağdûr ve
mustaz’af Müslümanlara yardım edecek zengin
Müslümanlara ne de çok ihtiyacı var bu ümmetin.
Afrika’daki Müslümanlara su kuyusu açacak, dünyanın değişik yerlerinde cihâd eden mücâhidlere
yadım elini uzatacak, yoksulları doyuracak çağımızın Osmanlarına ne de çok ihtiyacımız var.
“Peki, hay hay, ama söyleyin bakayım, bana
ne kadar kâr bırakacaksınız.” diye sorunca:
“Ölçek başına bir veya iki dirhem veririz.” dediler Hz. Osman: “Bundan daha fazlasını veren
oldu.” diye itiraz edince; “Peki, dört dirhem verelim.”
diyerek pazarlığa devam ettiler. Fakat Hz. Osman,
bu kez de yine:
“Bundan daha fazlasını verdiler.” dedi. Esnaf, bu sıkı pazarlık karşısında:
“Peki, beş dirhem verelim, yetmez mi?” deyince Hz. Osman: “Hayır, daha fazlasını verdiler.”
Ya Rab! Bu mübârek Ramazan ayı hürmetine, mücâhidlerimize zafer, yoksullarımıza sabır,
zenginlerimize de anlayış lütfeyle. Bizleri de İslâm’ı
eksiksiz yaşama şerefi ile şereflendir, yâ Rabbi!
(Âmin, Âmin, Âmin…)
9
Eylül 2009
Mehmet TALU
BAYRAM
GECELERİ!..
Bilindiği gibi Ramazan ayının
son gününü bayrama, yani Şevval ayının birinci gününe bağlayan gece ile
Arefe, yani Zilhicce ayının dokuzuncu
gününü Kurban bayramına, Zilhicce
ayının onuncu gününe bağlayan gece,
bayram geceleridir. Bu geceleri dua ve
ibadetle geçirmek, kaza namazı kılmak, Kur'an okumak ve ALLAH Teâlâ'dan af ve mağfiret dilemekle ihya
etmenin büyük mükâfatı vardır. Çünkü
duaların makbul olduğu gecelerden birisi de bayram geceleridir. Ebû
Ümame (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Beş gece vardır ki onlarda
yapılan dualar geri çevrilmez, muhakkak kabul olunur. Bunlar: Receb
ayının ilk gecesi, Şaban ayının on
beşinci gecesi, yani Berat gecesi,
cuma gecesi, Ramazan bayramı gecesi ve Kurban bayramı geceleridir.”1
Eylül 2009
10
Duaların makbul olacağı geceler
arasında bayram gecelerinin, bu-lunması, bu gecelerin ihyasına bir işaret
sayılmış ve ümmet tarafından bu gecelerin daha fazla ibadetle geçirilmesi
iyi karşılanmıştır. Muaz b. Cebel
(R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Kim dört geceyi ibadetle geçirir, ihya ederse Cennet’e girmeyi
hak etmiş, cennet ona vacib olmuş
olur:
1- Terviye, yani Zilhicce ayının
sekizinci gecesi.
2- Arefe, yani Zilhicce ayının
dokuzuncu gecesi.
3- Kurban bayram gecesi.
4- Ramazan Bayram gecesi."2
Hz. Aişe (R.Anha) validemizden
rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
ALLAH Teâlâ, hayrı şu dört gecede yazdırır:
1- Receb ayının ilk gecesi.. O gece namaz
kılmalı, ibadet etmeli, gündüzünde oruç tutmalı.
1- Kurban Bayramı gecesi,
2- Ramazan Bayramı gecesi,
3- Şaban ayının yarısı gecesi yani Berat gecesi. Bu gece, ALLAH Teâlâ, ecelleri ve rızkı yazar.
Hacca gidecekler de bu gece yazılır.
4- Sabah namazı vaktine kadar Arefe gecesi...” Diğer bir rivayete göre: Onlar beş gece
olup biri de: Cuma gecesidir.3
Ebû Ümâme (R.A.)den rivayet edildiğine göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Kim sevabını ALLAH'tan umarak ve sırf
O'nun rızası için Ramazan ve Kurban bayramı
gecelerini ibâdetle ihya ederse, kalblerin öldüğü gün onun kalbi ölmeyecektir."4 buyurdu.
Hadis-i şerife göre iki bayram gecesinin tamamını ibâdetle geçirenler, mezkûr mükâfata kavuşurlar. Bu iki gecenin tamamını değil de bir
kısmını teheccüdle, yâni gece ibadetiyle geçirenlerin de bu mükâfata kavuşmaları umulur. Hattâ
İbn-i Abbâs (R.A.)den rivayet edildiğine göre, bu
gecelerin yatsı ve sabah namazlarını cemaatla kılanlar da bu mükâfatı kazanırlar, demiştir.
Kalbler, çok günah işlemekle ölürler. Bayram
gecelerini ihya eden-lerin kalbleri ise ölmez. Hadisi şerif bu geceleri ibadetle ihya edenlerin kıyamet
günü kurtuluşa erenlerden olacaklarını, kalblerin
helâk olacağı kıyamet günü bu geceleri ihya edenlerin kalbleri helâk olmayacağını, bunların imanla
öleceklerini müjdelemektedir.
Ömer b. Abdülaziz (R.A.) şöyle demiştir:
Sene içinde, dört geceye dikkat edeceksin. Çünkü
ALLAH Teâlâ, o gecelerde bol bol rahmet indirir. O
geceler:
a- Receb ayının ilk gecesi.
b- Şaban ayının orta gecesi, yani Berat gecesi.
c- Ramazan ayının yirmi yedinci, yani Kadir
gecesi.
d- Ramazan bayramı gecesi..
Halid b. Ma’dan (R.A.) şöyle demiştir: Sene
içinde beş gece vardır. Bir kimse, iman ederek ve
sevabını ALLAH Teâlâ’dan bekleyerek, o geceleri
ibadetle geçirmeye devam ederse, ALLAH Teâlâ,
onu cennetine girdirir. O geceler:
2-3- Ramazan ve Kurban bayramı geceleri.. Onların gecelerinde namaz kılmalı, ibadet etmeli, gündüzlerini de oruçsuz geçirmelidir.
4- Şaban ayının ortası, yani Berat gecesi. O
gece namazla, ibadetle geçirmeli; gündüzünde de
oruç tutmalıdır.
5- Aşura gecesi, yani Muharrem ayının
onuncu gecesi. Bu gece namaz kılmalı, ibadet etmeli, gündüz oruçlu bulunmalıdır.
Muhterem okuyucu!
ALLAH’a kullukta gece ile gündüzün farkı
yoktur, amma bazı gecelerin diğerlerine göre üstünlüğü inkâr edilemez. Yukardaki Hadis-i şe-rifler
bize bunu göstermektedir. Geceler sadece uyuyup
istirahat etmek için yaratılmamıştır. Onları, birer ölü
vakit gibi kabul etmememiz ve onları ihya etmemiz
isteniyor. Özellikle kalple alaka kuruluyor ki, kalbin
çalışması dirilişe, durması ölüme sebebiyettir. Kâfirler ölü kalbe sahip olurken, mü’min-i kâmiller diri
kalbe sahip olurlar. Kalplerin devası beştir denilmiştir:
1- Kur’an-ı Kerim’i, manasını düşünerek
okumak.
2- Açlığa riayet etmek.
3- ALLAH’ı çok zikretmek.
4- Seher vaktinde ALLAH’a tazarru ve niyazda bulunmak, gece ibadet etmek.
5- Salihlerle oturmak. Bunlara riayet eden,
kalp hastalığına düçar olmaz.
Alt yapısı hazır olmadan ve sağlam temel üstüne oturtulmadan yapılan bir binanın boya ve süslerinin güzelliği ne işe yarar. Ufak bir sarsıntıda
yerle bir olur. Onun içindir ki hazırlık çok önemlidir
ve itina gösterilmesi gerekir. Bayrama ve gecesine
hazırlık da tam ve yeterli olmalıdır. Ev ve iş yerlerinde bayram hazırlıkları yapılırken gönüllerde de
yapılmalıdır. Kirli-paslı, kırık-dökük, tertipsiz ve düzensiz yerler, bayrama hazır ve dost ağırlamaya
uygun olamazlar. Gerçek Dost’u ağırlamaya ehil ve
layık olmak için Şemsettin Sivasi (K.S.)’ya kulak
verelim:
“Vâsıl olmaz kimse Hakk’a, cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz ol gönüle tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyar dilden tâ tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya hâne mamur olmadan”
11
Eylül 2009
Ramazan orucu ve diğer tüm ibadet ve taatlerimiz bizi bayrama mânen hazırlarken, zâhiren
de gerekli hazırlıklar yapmamız fıkıh kitaplarımızda
detaylı olarak anlatılmaktadır. İçimiz de, dışımız da
temiz ve düzgün olmalıdır. Yüzümüz dostlarımıza
gülerken, kalbimiz gerçek Dost’la olmalıdır. Bunun
tadını tadanların dilinden bunu dinleyelim:
“Bayramım imdi bayramım imdi
Yâr ile bayram ederler şimdi
Hamd ü senâ, hamd ü senâlar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm”
Sulh isteyenin savaşa hazır olması gibi, Rabbisine vuslat isteyenin de mücadele, mücahede ve
riyazatla Dâru’s-Selâm’a hazırlanması gerekir.
Beden, mal, hem beden ve hem de malla yapılan
ibadetler bize bu hazırlığı yaptırırlar. Yazın sıcak
günlerinde oruç tutmayı sevenler, bunun için severler. Kendileri muhtaç iken elindekini-avucundakini infak edenler işte bunun için sarfederler. Hac
için yollara düşenler, bunun için her türlü zorluklara
severek ve sevinerek göğüs gererler. Zira Zeyd b.
Sabit (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz şöyle buyurdu:
“İbadetlerin en faziletlisi, en zahmetli
olanıdır.”5
Binaenaleyh biz de, bu gecede yapacağımız
dua ve ibadetlerimizin muhakkak kabul olunacağına ve ALLAH Teâlâ’nın biz kullarına olan lutfu,
ikram ve izzetinin bol olacağına inanarak bu geceyi
ihya etmeye gayret gösterelim. Bu fırsat bir daha
insanın eline ya geçer, ya geçmez.
Hani dedelerimiz, ninelerimiz! Hani annemiz,
babamız! Hani dostlarımız kardeşlerimiz! Hani
geçen sene aramızda bulunan dost ve ahbablarımız! Nereye gittiler? Niçin aramızda yoklar? Unutmayalım ki, onları sinelerine çeken kara toprak
yakında bizi de çekecek... Binaenaleyh bu mübarek bayram gecesini toparlanmamıza vesile kılmalıyız.
...........................................................................
1 Deylemi, Firdevs, 2/196, No: 2975
2 Deylemi, Firdevs, 3/620, No:5937
3 Deylemî, Firdevs, 5/274, No:8165, Suyutî, Ed-Durru’l-Mensûr, 7/402
4 İbn-i Mace, Sıyam: 68; Beyhaki Şuabu'l-İman, No: 3711, 3/341
5 El-Beyan ve’t-Ta’rif, 1/121
Eylül 2009
12
Hicret OSTA
"KIYASLAMA"
VE
ÇOCUKLAR
Kıyaslama davranışı psikolojide
genelde olumsuz etkileriyle anılır.
Özellikle çocuk psikolojisinde, kişiye
geri dönüşü mümkün olmayan zararlar vermesinden dolayı asla tasvip
edilmez. Kıyaslama konusu bebeklik
çağında boy, kilo gibi fiziksel özellikler
iken ilerleyen dönemlerde çocuğun
sergilediği sosyal davranışlar (arkadaşlarıyla geçimi, büyüklerini ne derece dinlediği vb.) ve ağırlıklı olarak
okul başarısıdır. Anne - babanın çocuklarını kıyasladıkları kişiler ise çocukla yaşıt komşu, akraba ve
arkadaşlardır.
Kıyaslama, çocuğun olumsuz
davranışına odaklanarak, tercih edilen
davranışı bir kişi üzerinden örneklendirmek suretiyle yapılır. Bu ise çocukta
görülmesi arzu edilen davranışa ulaşmaktan ziyade, odaklanılan olumsuz
davranışı pekiştirir. Ders masasını
13
toplamasını istediğimiz bir çocuğa “Ayşe’nin masası ne kadar düzenli, bir de
kendi masana bak.” demek, asla bizi
istenilen noktaya götürmeyecek, aksine kıyaslandığını hisseden çocuk
masasını dağınık bırakmaya devam
edecektir.
Anne - baba çocuğunu neden
kıyaslar?
Anne - baba kıyaslama yaparken aslında tamamen iyi niyetlidirler.
Amaçları çocuklarındaki aksayan yönleri düzeltip, zihinlerinde taşıdıkları
ideal çocuğa kavuşmaktır. Özellikle
ders çalışma hususunda anne - babanın kıyaslamaya daha sık başvurduğu
gözlemlenmektedir. Çocuklarını ders
çalışmaya teşvik etmek akabinde de
onların okul başarı seviyelerini yükseltmek, ebeveynlerin temel düşünceleri arasında yer alır. Bu amaçla sarf
Eylül 2009
edilen kıyaslama cümlelerine örnek verecek olursak “Ahmet’in yazısı ne güzel, keşke sende onun
gibi yazabilsen.” , “Ayşe seni yazılıda geçti mi?”
gibi.
Kıyaslamanın çocuk üzerindeki etkileri
Kıyaslamalar çocuğun, kendisini yetersiz hissetmesine ve özgüveninin sarsılmasına yol açar.
Yetersizlik duygusu ise çocuğa öfke, kıskançlık,
mutsuzluk, hırçınlık, küskünlük yaşatır. Bu olumsuz yaşantılar neticesinde çocukta içe kapanma,
çekingenlik ya da tam tersi saldırganlık, uyumsuzluk gibi sosyal davranışları ketleyen birçok yeni
durum ortaya çıkar. Özellikle de çocukta oluşan
“Beni anlamıyorlar!” düşüncesi, onu yalnızlığa iter
ve anne - babasından uzaklaşmasına sebebiyet
verir.
Kıyaslamanın okul başarısına yönelik olarak
çocukta ne gibi etkiler oluşturabileceğine bakacak
olursak, genelde iki tür tepkiyle karşılaşırız. İlki;
bazı çocuklar kıyaslandıkları kişileri geçmek için
gerçekten çalışırlar ki bu ilk anda olumlu bir gelişme gibi görünür. Ama sürekli birilerini geçme çabası çocukta hırs meydana getirir. Hırs ise kişilik
özelliği haline gelirse çocuğu (ileride genci ve yetişkini) yalan başta olmak üzere birçok hataya düşürür. Hâlbuki çocuk kimi geçerse geçsin sürekli
kendisinden daha başarılı kimselerin var olacağı
gerçeğini fark eder. Buna bağlı olarak ebeveynleri
tarafından sürekli kıyaslanacağını düşünür. Bu
durum onu içinden çıkamayacağı bir bıkkınlığa sürükler.
İkinci ise devamlı kıyaslanmaya maruz kalan
çocuk, yaşadığı mutsuzluğun etkisiyle anne –babasını cezalandırmak ister. Hassas bir nokta olarak niteleyebileceğimiz okul başarısına yönelik
olarak öç almayı uygun bulur ve genelde derslerini
tamamen boşlar. Neticede kötüleşen ders notları,
çocukta “Ben ne yaparsam yapayım falancayı geçemem” gibi olumsuz fikirler ortaya çıkarır . Bu da
sadece çocuğun okul başarı seviyesinde değil
genel manada bir kötüye gidiş sergilemesine
sebep olur.
Kıyaslama sonucu çocukta oluşan bu iki tepkinin ortak yanlarını incelersek; öncelikle çocuk kıyaslandığı kişilere karşı sevgi duyamaz, hatta
Eylül 2009
onlara kıskançlık, nefret gibi asla tasvip etmediğimiz duygularla yaklaşır. Devamlı kıyaslanmaya
maruz kalan çocuk, bizzat yaşayarak kıyaslama
davranışını edinmiş olur. Kendisi de pekâlâ anne –
babasını kıyaslar. “Ahmet’in babası daha çok para
kazanıyor!” , “Ayşe’nin annesi kızına hiç kızmıyor.”
gibi. Haliyle bu durum anne – babanın burukluk yaşamasına sebep olur. Tüm bunların yanında çocuk,
çevresindeki kişilere mesafe koymaya başlar ki bu
da onun çevresinden soyutlanmasına yol açabilir.
Kıyaslamanın çocukta bıraktığı en derin iz olarak
da ömür boyu içinden atamayacağı ve her durumda karşısına çıkabilecek olan özgüven eksikliğini ve yetersizlik duygusunu söyleyebiliriz.
Doğru kıyaslama nasıl yapılır?
İnsanın kişilik yapısı doğum şartlarından
tutun da kültür, yaşanılan çevrenin koşulları, miras
alınan genler, idrak seviyesi, anne – babanın şahsiyeti gibi daha pek çok sayamadığımız etkenler
vesilesiyle inşa edilir. Bu nedenle her çocuğun (genelde her insanın) biricikliğini, tekliğini kabul etmek
zorundayız. Bu da kardeş bile olsa, şartları birbirinden çok farklı olan çocukları kıyaslamanın ne
büyük bir hata olduğunu bize göstermektedir.
Kıyaslama esasında bir ölçü aracıdır. Doğru
kullanıldığı takdirde bize, çocuğun gelişimine ve
değişimine dair pek çok ipucu sunar. Hatta çocukta
görmek istediğimiz birçok olumlu özelliğin oluşmasına dahi yardımcı olur. Peki nasıl? “Bir çocuk
ancak ve ancak kendisiyle kıyaslanabilir.” Çocuğunu kendi uzantısı olarak görmeyen ve onu nevi
şahsına münhasır bir varlık olarak kabullenen anne
– baba, çocuğunun yetersizlik duygusunu yaşamadan elinden gelenin en iyisini yapmasına fırsat
verir. Böylece çocuk mutluluğu da üzüntüyü de
kendi yapabilecekleri ekseninde yaşar.
Doğru kıyaslamanın nasıl yapılabileceğine
dair bir örnek: Bir önceki sınavdan daha yüksek
puan almış olan bir çocuk, kendisini geçen arkadaşlarıyla kıyaslanıp üzülmeyi değil, kendi notunda
yükseliş yakalamasından ötürü tebrik edilmeyi hak
etmiştir. Yani kıyaslanılan yine kendisidir. Kendi,
kendisinin notunu geçmiştir. Bu onun çalıştığına
14
dalalettir ki sonuçtan ziyade, gösterdiği emek takdir edilmiş olur. Bunun bilincinde olan anne – baba,
çocuğunun başarısını görür, mutluluğunu paylaşır.
Bu da derse teşvik anlamında başkalarıyla kıyaslamadan daha etkili bir yöntemdir. Bir de diğer sınavdan daha düşük not almış çocuğun vaziyetini
inceleyelim. Anne- babasının ona, kendisinin aslında daha iyi bir not alabildiği gerçeğini hatırlatması, çocuktaki özgüveni pekiştirir. Artık çocuğun
ders çalışması, başkalarını geçmek adına değil,
kendisinin çalıştığı zaman daha iyi not aldığına
inanmasından ötürüdür.
Sonuç
Ebeveynlerin, çocuklarının olumlu yönlerini
geliştirmek adına çoğu kez hatalı bir şekilde kıyaslamaya başvurduklarını görüyoruz. Netice de değişime direnen, yetersizlik duygusundan dolayı
yalnızlığa mahkûm, okulda uyumsuz çocuklar yetişiveriyor. Anne- baba ise (kendince) her imkânı
sağladığı halde, neden çocuğunun bu duruma gel-
diğine anlam veremiyor. Özellikle de çocuk yaşadığı bu duyguları sözlü olarak ifade edemiyorsa
anne – babaya duyulan bir öfke birikiminden dahi
söz etmek mümkün. Bu durumun dayandığı nokta
ise genelde aile içi çatışma ve iletişim kopukluğudur.
Tüm bu istenmeyen durumlara mahal vermemek için öncelikle, çocuğumuzun artılarıyla, eksileriyle herkesten farklı bir birey olduğunu kabul
etmeliyiz. Onun olumsuz özelliklerine yoğunlaşarak başkalarıyla kıyaslamaktan çok, olumlu özelliklerine odaklanarak kendisiyle kıyaslamayı tercih
etmeliyiz. Çocuğumuzda var olmasını istediğimiz
davranışı kişiler üzerinden değil, davranışın bizatihi
kendisi ve getirileri üzerinden çocuğa aktarmalıyız.
Kendisinin değerinin başkaları üzerinden biçilmediğini, kendisinin kendisi olduğu için önem arz ettiğini bilen çocuk elbette ki özgüveni gelişmiş, sosyal
davranışları uyumlu, akademik başarısı yeterli bir
birey olarak yetişecektir. Bu da hem anne – baba
hem de çocuk açısından birçok mutluluğu ve başarıyı beraberinde getirecektir.
15
Eylül 2009
Kamil ABDULLAHOĞLU
İŞLERİMİZDE
DOĞRUYU
BULABİLMEK
Bereketi bol bir ayda bulunuyoruz. Biz Müslümanlar için Ramazan
ayı, mübarek gece ve günler birer fırsat olmalı. Bu vesilelerle dağarcığımızı
biraz daha doldurmalıyız. “(Ey müminler Ahiret için) Azık edinin. Bilin
ki azığın en hayırlısı takvadır.” (Bakara,
197) ayeti, bizlerin çıkacağımız uzun
yolculukta azığa muhtaç olduğumuzu
ve bu azığında mahiyetini bildirmektedir. Yakında çıkacağımız yolculuk öyle
bir yolculuk ki dönüşü yok. Yanımızda
yardımcılarımız ve bize paramız bittiği
noktada finans sağlayacak birileri de
yok. Kainatın efendisi (s.a.v) akrabalarını safa tepesine çağırarak onlara
şöyle konuştu: “Ey Kureyş topluluğu, kendinizi Allah’tan satın alın
(Allah’ın azabından koruyun) yoksa
ben Allah’ın azabından hiçbir şeyi
sizden men edemem. Ey Abdü’lMenaf oğulları, Allah’ın azabından
Eylül 2009
16
hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam.
Ey Abdulmuttalip oğlu Abbas, Senden de Allah’ın azabından hiçbir
şeyi men edemem. Ey Peygamberin
halası safiye, ben, Allah’ın azabından kurtarmak için sana hiçbir yararım olmaz. Ey Muhammed
(s.a.v)’in kızı Fatıma, malımdan ne
dilersen iste, vereyim fakat Allah’ın
azabından hiçbir şeyi senden men
edemem.” (Buhari, Vesaya, 11). Kimsenin
kimseye faydasının dokunamayacağı
o büyük gün gelmeden aile, komşuluk,
ticaret, sosyal vs. tüm ilişkilerimizi ilahi
emre olan uygunluğunu gözden geçirelim.
İnsan yaşadığı hayat içerisinde
sayısız olayla karşılaşır ve kalbine de
pek çok düşünce gelir. Bunların doğru
olup olmadığını nasıl tespit edecek.
Âlimlerimiz bu hususta bizlere ışık tu-
tacak usuller göstermişlerdir. Bu usulleri şöyle sıralaya biliriz:
“Ey iman edenler! Şeytanın
adımlarını takip etmeyin.
Kim şeytanın adımlarını
takip ederse, muhakkak ki
o, edepsizliği (yüz kızartıcı
suçları) ve kötülüğü
emreder. Eğer üstünüzde
Allah'ın lütuf ve merhameti
olmasaydı, içinizden hiçbir
kimse asla temize
çıkamazdı. Fakat Allah
dilediğini arındırır. Allah
işitir ve bilir.”
(Nur, 21)
1- Yaptığımız iş veya düşüncemizin doğru
olup olmadığı “şeriata arz” edilir. Şeriatın hükümlerine uygunsa o işte hayır vardır. Uygun değilse o
işte hayır yoktur. Dini hükümlerin kaynağı Kur’an
ve sünnettir. Fiillerimiz ya da düşüncelerimiz
Kur’an ve sahih sünnetin zahirine uygunluğu tespit
edilebiliyorsa, o fiilin ifası konusunda tereddüt etmemek gerekir.
2- Fiil ya da düşünce “muttaki alim yada
varsa bir mürşidi kamile” sorulması gerekir. Âlimler
peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ilim mirası bırakmışlardır. Dini ilimlerde “rusuh” (yüksek
paye) sahibi kimseler Kur’an tarafından (Al-i İmran,
7) bizlere örnek olarak gösterilir. Ayrıca adaletle
emreden âlimleri Rabbimiz kendi yüceliğine şahit
tutmaktadır (Al-i İmran, 18). Fiillerimizin doğruluğu
onlar tarafından tasdiklenirse, şeriata uygunluğu
da tasdiklenmiş olur.
3- Yapılacak fiil “Salihlerin yaşantıları ile değerlendirilmeli.” Kur’an bizlere sürekli iman ve Salih
ameli telkin etmekte ve onlara uymayı öğütlemektedir. “Bir ayette: (İslâm dinine girme hususunda)
öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan
razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 100) Yine Kur’an
peygamberlerin Salihlerden olduğunu ve dualarında Salihlerden olarak ölme taleplerinin varlığından bizlere bahseder. Ayrıca Allah Teala Salihlerin
dostu olduğunu beyanla: “Muhakkak ki benim
dostum, kitabı indirmiş olan Allah'tır. Ve O, Salihleri dost edinir.” (A’raf, 196) Salihler güzel amelleri
ile Allah’a yakınlık kesbettikleri için onların fiillerine
uygun davranışlar Allah’ın maksadına da uygun
olacağı anlaşılmaktadır.
4- Fiil ve düşüncelerimizi “nefis, istek ve hevamıza” sunmalıyız. Eğer düşünce ya da fiillerimiz
nefis ve hevamızın hoşuna gidiyor ve işlememizi
bize telkin ediyorsa bunun şer olduğuna, eğer
17
Eylül 2009
ondan nefret ediyorsa onun hayır ve güzel olduğuna hükmederiz. Zira nefis ve hevamız bize hiçbir zaman hakka uygun olanı emretmez ve
yapmamızı istemez. Konuyla alakalı Yusuf (a.s)ın
ifadesini Kur’an bize naklederken “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu
Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.” (Yusuf,
53). Hevaya uymanın sapıklık olduğunu beyan eden
ayette ise Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf
heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol
gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan
daha sapık kim olabilir! Elbette Allah zalim
kavmi doğru yola iletmez.” (Kasas, 50).
Konuyla alakalı başka ölçülerden de bahsedilebilir. Ancak bu ölçüler genel anlamda kendimizi
denetleme hususunda ilk olarak başvurmamız
gerek miyarlardır.
“Andolsun ki Allah, birçok
yerde (savaş alanlarında) ve
Huneyn savaşında size
yardım etmişti. Hani
çokluğunuz size kendinizi
beğendirmiş, fakat sizi
hezimete uğramaktan
kurtaramamıştı. Yeryüzü
bütün genişliğine rağmen size
dar gelmişti, sonunda
(bozularak) gerisin geri
dönmüştünüz.”
Yüce rabbimiz kâinatta her şeyi bir denge içerisinde yaratmış. Bu dengelerden biri de, insanın
hayır ve şer ekseninde orta yerde durması ve tercih hakkının kendine verilmesidir. Orta noktada bulunan insan üzerinde hegemonya kurmak isteyen
şeytan ve nefis, diğer taraftan insana iyilikleri ilham
eden ruh ve melektir. Bu çekişme ortasında insan
düşünce ve fiillerinin hangilerinin şeytan ve nefis
tarafından üflendiğini, hangisinin de melek tarafından olduğunu tespit edemeyebilir. Şeytan ve nefsin
bizlere nasıl yaklaştığını tespit sadedinde birkaçını
şöyle sıralayabiliriz;
1- Şeytan güzel olan bir işi ilk önce yapmamayı emreder. Bu hususta tüm gayretini sergiler ve
içki, kumar, fuhuş vs. gibi ara vasıtalar kullanır. Bir
ayette: “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını
takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip
ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı,
içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı.
Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve
bilir.” (Nur, 21)
2- Bir ameli terk ettirme hususunda başarılı
olamazsa o işi erteletmek ister; Namazı sonra kılarsın, zekatı hemen vermen gerekmez daha sonra
daha sonra gibi vesveseler ilka eder. Kula düşen
emri hemen yerine getirerek şeytana ve nefise
pirim vermemektir.
3- Bazı işlerde acele ettirir; Şeytan dünya işlerimiz hususunda bizlere acele davranmamızı sürekli telkin eder. Acele eden kişi sağlıklı karar
veremez. Yapması gerekenleri unutur. Nitekim ibadetlerimizi ihmal etmemizin arka planlarından biri
de dünya işlerimizde acele etmemizdir. Şu işimi bitireyim de yaparım, kılarım gibi vesveselerle bizleri
amellerimizden uzaklaştıracak işler karşımıza çıkarır ve onların aciliyetini bizlere telkin eder.
4- Yapmakta olduğumuz amellerimize riya
sokar; Terk ettiremeyeceği bir amel hususunda
başka planları devreye sokar. Bunların en tehlikeli
olanlarından biri de riyadır. Hadislerde riya gizli şirk
olarak nitelendirilir. Allah Teala hiçbir hususta ken-
Eylül 2009
18
dine eş ve ortak koşulmasını kabul etmez. Amellerdeki ihlâstan maksatta riyadan uzak yapılan
ameldir.
5- Şeytan kişiye yaptığı amellerle kendini
beğendirir (ucub); Allah Resulü (s.a.v)in ordusu
Mekke’nin fethinden sonra Huneyn’e yürümüştü.
Ordunun çokluğu ordu içerisinde bazılarına aşırı
güven vermişti. Bu güvenlerinin onlara bir fayda
sağlamadığını Kur’an şöyle anlatır: “Andolsun ki
Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi
hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü
bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.”
(Tevbe, 25) Kul kendinden bir şey görmemeli ve kendisini beğenme belasına düşmemelidir.
6- Bazen de şeytan insana “sen yapman gerekenleri gizli yap sonra Allah onu ortaya çıkarır ve
sen insanlar arasında şerefli ve üstün olursun” şek-
linde telkinde bulunur. Allah kulunu korursa, kul
şöyle der; Ben Alla’ın kuluyum O benim efendimdir.
Dilerse amellerimi izhar eder dilerse gizler, dilerse
beni hakir dilerse aziz eder diyerek işini Allah Tealaya havale eder.
7- Sonuç olarak şeytan insana; “Bu amelelri
işlemeye senin ihtiyacın yoktur. Zira sen saidlerdensen ameli terk etmen sana zarar vermez. Şayet
şakilerdensen yaptığın amel sana fayda vermez”
diyerek rahatına bak der.
Ramazan ayında nefis muhasebesi yaparken, şeytan tarafından karşımıza konulacak pek
çok planlara karşı ilim marifet ve Salihlerden yardım alarak ve sürekli Rabbimizin yardımını talep
ederek korunmaya çalışmaz gerekir. Allah (cc) şeytanın ve nefislerimizin şerrinde hepimizi muhafaza
eylesin. Âmin.
Not: Bu yazı İmam Birgivi’nin “Tarikat-ı Muhammediye” adlı eserinden istifade edilerek yazılmıştır. Baskı, (Daru’l kalem, Suriye, Halep)
19
Eylül 2009
Nihat MORGÜL
nihatmorgul@gmail.com
İslam’ın 4.
Şehrine
Yolculuk
Hama Nevair
Eylül 2009
20
İslam ile özdeşlenmiş şehirleri saysak Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere, Kudüs-i mübareke’den sonra her halde Şam-ı şerif gelir.
Şereful mekan bi’l mekin (bir yerin şerefi oradakilerin şerefine göredir) kaidesince gerçekten
Şam, şerif (şerefli) unvanını hak ediyor. Çünkü Şam, Hazreti İbrahim’in hicret mekânıdır. Hazreti Yahya’nın kabri, Hazreti Hud’un makamı oradadır. Bunun dışında birçok sahabe, tabiin efendilerimizin
kabirleri Şam’dadır. Âlimlerden, Salihlerden birçokları orada medfundur.
21
Eylül 2009
Bunun dışında ayetlerde ve hadislerde de
Şam’a işaretler vardır. Örneğin İsra Suresi ilk
ayette ‘çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa
(Kudüs)’ ifadesinde kastedilen çevrenin Şam olduğu belirtilmiştir. Çünkü Şam, o gün ve şimdi
Kudüs çevresindeki en önemli şehirdir. Diğer yandan Kureyş suresi 2. Ayette yaz yolculuğundan
kastedilen yer Şam’dır. Yine sahih hadis kitaplarıEylül 2009
mızda Şam’ın faziletiyle ilgili sahih hadisler bulmak
da mümkündür.
Otuz gün sürecek ve benim de katıldığım
‘Uluslar Arası İmamlar Hatipler Davetçiler Ve Öğretmenler Buluşmasını’ da fırsat bilerek çoktan beri
arzuladığım şeyi Şam-ı şerifi ziyaret etmeyi iste22
Suriye neresi?!
Suriye daha çok siyasi
sebeplerle bizim gündemimize
gelir. Önceleri terör sorunu, su
sorunu ve Hatay problemi dolayısıyla ismini sık sık duyardık. Son dönemlerde Türkiye
Suriye arasındaki problemler
yerini dostluğa bırakınca hem
siyasi hem kültürel ilişkilerimiz
gelişti. Komşumuzu tanıdık.
Türkiye’nin en uzun sınırı
Suriye ile. 20 milyonluk bir
ülke. Soğul savaş döneminde
Rusya ile iyi ilişkileri ve yakınlığı vardı.
Suriye, kadim Hıristiyanlığın mekânı. Başkenti Şam,
dört halife sonrası İslam’ın
başkentliğini yapmış yıllarca.
İslam’ın gelişip serpildiği yer.
Buradan çıkan İslam orduları
Kuzey Afrika’yı fethettikten
sonra Cebel-i Tarık’ı geçip şimdiki İspanya’da Endülüs Emevi
devletini kurmuşlar. Kuzeye
ilerleyen ordular Bizans’ın başkenti Kostantınıyye’yi muhasara etmişler.
culuk İstanbul’dan Şam’a ortalama 24 saat sürüyor.
Suriye girişlerde her tür
pasaporta vize istiyor. Sınırda
da vize alınabiliyor. Vize ücreti
48$. Yeşil pasaportu olanlar
konsolosluktan vize alırlarsa
ücret ödemiyorlar.
Ekonomik hayat
1 TL 30 SL (Suriye Lirası)
ediyor. Suriye iki sene öncesine kadar ekonomik bir ülkeydi. Ancak son senelerde
fiyatlar Türkiye ile hemen
hemen eşit hale geldi. Yine de
bazı şeyler buradan ucuz. En
başta ulaşım. Örneğin 25
SL’ye Humus otogarında bir
fincan çay içip 30 SL’ye (1 TL)
Hama’ya otobüs bileti aldık.
Hatay’dan Şam’a otobüs bileti
500 SL. (15 TL)
Suriye’nin dışa borcu
yok. Petrolü kendisine yetiyor.
Buna karşın halk genel olarak
fakir. Özellikle devlet memurları ikinci üçüncü iş yapmak zorunda kalıyor. Buna bağlı
olarak maalesef rüşvet, adam
kayırma ve yolsuzluk yaygın.
Ulaşım
Mevlana Halid-i Bağdadî türbesi
dim. Bu ziyarette temel amacım
İslam şehirlerinin en önemlilerinden
birini ziyaret edip İslam kültürü
daha yakından tanımak, oradaki
âlimlerden ve ilim halkalarından
azami istifade etmek, Şam’a giden
ve gitmek isteyenler için uygun ilmi
ortamları araştırmaktı.
Suriye’ye hava yoluyla,
otobüsle veya trenle gitmek
mümkün. Parası önemli değil
diyenler hava yolunu tercih
edebilirler. Otobüsle etrafı görerek gitmek isteyenler İstanbul’dan 65 TL’ye direk Şam’a
bilet alabilirler. Tren en uygunu
fiyat olarak, fakat biraz vakit
alıyor. Ben yolculuğumda otobüsü tercih ettim. Otobüsle yol23
Suriye’de özellikle tarım
yapılıyor. Başta Zeytin, Fıstık,
domates, karpuz olmak üzere
birçok sebze meyve yetiştiriliyor.
Siyaset ve yönetim
Suriye’de eski hava kuvvetleri komutanı Hafız Esed’in
devriminden sonra yönetim %5
nüfusa sahip alevilerin kontroEylül 2009
vehbe zuhayli, nurettin ıtır ve sudanlı şeyh doktora tezi savunmasında
lüne geçmiş. Hafız Esed diktatörlükle ülkeyi yönetmiş yıllarca. Her yerde baba ve oğlun (Hafız Esed
ve Beşşar Esed) resimleri var. Bu durum siyasi olarak yeni bir tarih oluşturma gayreti olarak görüyorum. Ülkenin siyasi tarihini kendi devrimiyle
başlatıyorlar.
daha fazlasının bana yaptılar. O kadar işkence gördüm ki artık hapisten korkmuyorum. Ben hürriyet
arıyorum. Halk burada âlimlere boyun eğmiş, onlar
da merkezi hükümetin dediğinden dışarı çıkmıyorlar. Burada kimse konuşamıyor. Yerin altı hapishanelerle dolu.
Halkın yönetime katılması değil övgü dışında
siyaseti konuşması bile yasaklanmış. Her ne kadar
diş doktoru oğul Beşşar döneminde bir açılım olduysa da hala o baskı devam ediyor. Suriye’deyken dostlarımızın bize ilk tavsiyesi ‘sakın burada
siyaset konuşma, ağzını kapat’ oldu. Önceleri bunu
garipsedim. Sonra bunun sebeplerini öğrenince
hak verdim.
Yönetimin kendisi zenginlik içinde yaşarken
kendilerine itaat etsin diye halkı aç bırakıyorlar. Burada eğer partiye yakın olursan ve zenginsen her
yol sana açıktır. Halk genel olarak dindardır. Muhalefet edenler ‘gayril madubi aleyhim velad daallin’ (Fatiha’daki ‘kendilerine gazap edilenler ve
sapkınlar’ mealindeki ayet) kabul ediliyorlar.” (Bununla Hama direnişi ve ardından olanları istihza ile
ima ediyor.)
Yine burada tanıştığımız önemli bir meslek
erbabı bize şunları aktardı:
“Burada hukuka hiç değer verilmiyor. Hukuk
var ama zengine her yol açık. Beni hapse attılar.
Ebu Gureyb hapishanesinde olan işkenceden
Eylül 2009
Bunları bize anlatmaya cesaret edenler ‘anlattıklarım aramızda sır olarak kalsın’ diye de tembih etmeyi ihmal etmiyorlar. Zaten bu konuşmalar
esnasında insanların daima sağı solu kontrol etmelerinden o tedirginliği anlıyorsunuz. Halk böyle
24
korkutulmuş, sindirilmiş. Bu bile siyasi yönetimin
zulmü ve halkın durumu hakkında epey bilgi veriyor.
problemli meselelerin halledilmesi, yerini bu dostluğa bıraktı. Bu, gelecek adına iyi bir gelişme.
Suriye’de nereleri gezelim?
Halkın anlattıkları, hissettikleri siyasi ve sosyal sistemi tanıma açısından çok önemli. Yer altında hapishaneler olmasından daha korkuncu
insanların bu görmedikleri ama daima duydukları
dehşetli mekânların varlığını hep düşünmeleri ve
bu korku ile yaşamaları. Gidip de dönmeyenlerin
hikâyeleri, dönenlerin hali pür melali insanları bu
hale getirmiş. ‘yer altına götürüyorlar, dünya ile
bağlantını kesiyorlar, tek başına ve çaresiz kalıyorsun, hukuk ve adalet yok, oradaki canavarların
insafına terk ediliyorsun, ailen bile seni soramıyor.
Sorsa da ulaşamıyor’ diye bilmek, böyle bir ortamda yaşamak Cehennem hayatı gibi bir şey.
Halk içinden bu sisteme ateş köpürüyor ama
başına bir şey gelir diye durumu idare etmeyi de
öğrenmiş. Hayatta kalmanın başka yolu yok. Siz
bulaşmasanız da bazen size bulaşıyorlar. Biri sizi
şikâyet etti mi sizin için zor günler başlıyor.
Hama Katliamı örnek olarak hep önlerinde ve
hafızalarında duruyor. 1982’de Hama’nın dindar
halkı yapılan zulümlere isyan ediyorlar. Bunun üzerine Hafız Esed’in kardeşi General Rıfat Esed bir
gece Hama’yı kuşatıyor. Tüm şehrin dünya ile
bütün irtibatını kesiyor. Havadan ve karadan şehre
operasyon düzenliyor. Bu operasyonlar neticesinde 20 bin’i aşkın insan çoluk çocuk, suçlu suçsuz ayırt etmeden katlediliyor.
Çevre ülkelere sığınanlar geri isteniyor. İade
edilenler sınırı geçer geçmez kurşuna diziliyorlar.
Bu anlatılanlar film değil, gerçek.
Şimdilerde Türkiye ile Suriye’nin arası gayet
iyi. En son Tayyip Erdoğan’a Halep Üniversitesi
fahri doktora unvanı verdi. Bu toplantıda Tayyip Erdoğan salona girerken ‘En büyük Türkiye’ sloganlarıyla ayakta alkışlandı. Daha düne kadar PKK, Su
ve Hatay meselesi yüzünden iki devlet birbirini düşman biliyorken, Apo’nun Şam’da ikameti ve Suriye
sınırından geçip bizde operasyon yapan teröristler
yüzünden neredeyse savaşın eşiğine gelmişken
İster turistik amaçlı olsun ister İslam kültürünü
tanıma anlamında kültürel amaçlı olsun Suriye
mutlaka gezilip görülmesi gereken bir yer.
Halep: Halep, bizden bir yer. ‘Halep oradaysa arşın burada’ gibi atasözlerimizde yaşayan
bir şehir. Son nüfus sayımına göre beş milyonu
aşkın nüfusuyla Şam’ı geride bırakan Suriye’nin en
kalabalık şehri. Halep, kalesi, Emeviye Camii -ki
içinde Hazreti Zekeriya’nın makamı var- tarihi çarşısı, fıstığı ve taş binalarıyla meşhur bir yer. Türkiye’den oraya göçenler sebebiyle Türk nüfusunun
da yoğunlukla yaşadığı bir şehir.
Burada ki Mevlevihane’yi özellikle ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Halep’teki Mevlevihane
Konya’dakinden sonra dünyada ikinci sırada geliyormuş. Mekân, metre kare olarak Konya’dakinden
büyükmüş.
Devlet arazisine el koyduğu için tekke şuan
küçük bir araziye sıkışmış. İçinde camisi var. Minare, girişteki avlu kapısının üstünde. Kubbe ve minarenin üstünde ki Mevlevi külahı dikkat çekiyor.
Bu camide haftada iki gün zikir meclisi oluyormuş.
Bir cuma namazını burada kılmak nasip oldu. Tüm
camilerden yayılan Kur’an ve kaside sesleri şehrin
içinde yankılanıyor. Kuran tilavetinin ardından cami
müezzininin kasideleri duyuldu minareden. Cuma
kıldıran imamın kıraatine bayıldım doğrusu.
Hama: Hama katliamından bahsetmiştim.
Hama denince yüreği yanmayan Müslüman yoktur
herhalde. Bizde Hama’nın böyle bir acı hatırası var.
Burada Asi nehri üzerine kurulmuş Nevair denen
tarihi su dolapları en çok ziyaret edilen yerlerden.
Bu gezide bana en çok bu su dolaplarını ziyaret
değil, eski Hama sokaklarında dolaşmak, gece
Halep Kalesine çıkıp orada piknik yapan ailelerin
arasında açık havada üç kişilik cemaatle kıldığımız
akşam namazı zevk verdi doğrusu.
25
Eylül 2009
ramazan el-buti emeyiye camii dersinde
Humus: Bir sanayi şehri. Diğer şehirlere göre
düzenli yapısı var. Burada kendi ismiyle yapılan camisinde medfun İslam orduları genel komutanı,
büyük askeri deha, Resulullah’ın ‘Allahın çekilmiş
kılıcı’ dediği Halid b. Velid’in kabri var. Ölmeden önceki son sözleri cami dışında bir anıtla ziyaretçilere
sunuluyor; ‘Savaşta en şiddetli çarpışmalara atıldım. Çetin anlar yaşadım. Vücudumda kılıç, ok,
mızrak yara izi olmayan bir karış yer yok. Buna rağmen gelin görün ki yatağımda ölüyorum. Korkakların gözüne uyku girmesin!’ Yine cami içinde oğlu
Abdurrahman’ın ve Hazreti Ömer’in oğlu Ubeyde’nin kabirleri de mevcut.
Busra: Ben küçük bir kasaba bekliyordum.
Tarihi kalıntıları görünce buranın hazreti Peygamberden önce Bizans döneminde ve onun zamanında önemli ve büyük bir yerleşim birimi olduğunu
anladım. Bu yol, kuzey güney hattında tüccarların
ve İslam sonrası hacıların güzergâhı. Busra da bu
yolcuların ve tüccarların önemli bir dinlenme yeri.
Eylül 2009
Busra asıl önemini Hazreti Peygamberimizin
burayı iki kez ziyaret etmesinden alıyor. İlki amcasıyla Şam’a ticaret için giderken burada mola vermişler. Mola yerine yakın Rahip Bahira’nın
manastırı varmış. Gelenlerdeki bazı işaretler Rahib’in dikkatini çekmiş. Onlara bir ziyafet verip Resulullah ile konuşmuş. Onun beklenen peygamber
olduğunu anlayarak Ebu Talib’e bu çocuğu Şam’a
götürmemesini, eğer Yahudiler bu çocuğu ve ondaki işaretleri fark ederse ona zarar verebileceklerini tembihlemiş. Bunun üzerine Amcası malları
Busra çarşısında satarak geri dönmüş.
Bir keresinde de Peygamberimiz Hz. Hatice’nin mallarını burada satmak üzere kafile sorumlusu olarak 21 yaşındayken Busra’ya gelip
ticaret yapımış. Şimdi bu çarşının kalıntıları, Rahip
Bahira’nın manastırı, Ömer camii, Bizans’tan kalan
hamamlar ve diğer tarihi eserlerin kalıntıları insanı
alıp o zamana götürüyor.
Yermük: Busra, Şam’a 130 km. güneyde.
26
Ama mutlaka ziyaret edilmeli. Oraya gitmişken Dera’da Yermük Savaşı’nın yapıldığı yer de ziyaret
edilebilir. O noktadan şimdi bakınca önünüzde Yermük Vadisi bulunuyor. Bu vadi Suriye ile Ürdün’ün
doğal sınırı. Sol yanımızda Ürdün’e ait tepeler, sağ
yanımızda Suriye’ye ait araziler ve önümüzde de
işgal edilmiş Filistin toprakları duruyor. Filistin topraklarına böyle uzaktan bakmak hakikaten insana
hüzün veriyor.
İşte uzaktan seyrettiğimiz şu Filistin toprağı
uyduruk devlet İsrail kurulmadan önce, sadece 61
sene evvel Filistinlilerin ve biz Müslümanlarındı!
Bursa’ya, Erzurum’a, Urfa’ya, Diyarbekir’e gider
gibi gidiyorduk Kudüs’e. Şimdi bir adım ötede
duran mübarek beldeye giremiyoruz, sadece seyrediyoruz ve Filistin’in özgürlüğüne dua ediyoruz.
Heyhat ne acı.
Hemen söyleyelim gitmişken dönüş yolu üzerinde Neva Köyü mezarlığında, Şam ulemasından,
El Ezkar, Sahih-i Müslim şerhi ve Riyazu’s Salihin
müellifi meşhur hadis âlimi İmam Nevevi ziyaretçilerini bekliyor mütevazı kabrinde. 44 yıllık ömrüne
bu kadar ilmi sığdırmış bu âlimin kabrini ziyaret
edip hayatından ve ilme olan düşkünlüğünden ibret
almak onu ziyaret için yeterli bir kazanç oldu benim
için.
Suriye’nin sahil şehri Lazkiye’yi ben Türkiye’nin İzmir’ine benzetiyorum. İsteyen görmek
için gidebilir. Bunun dışında Suriye’de antik Bizans
kenti Tedmur (Palmira) ve Hazreti İsa’nın konuştuğu dil olan Aramice’nin hala konuşulduğu Hıristiyan kasaba olan Ma’lule de ziyaret edilebilir.
Şam-ı Şerif,
ziyaret yerleri ve ilmi hayat
Şam ve ilmi hayat’ı beraber anlatmalıyım.
Evet, Hazreti Muaviye’den beri Şam, siyasettir.
Ama bana göre daha çok Şam demek ilim demek.
Yolu Şam’a uğramayan âlim yok gibi.
Şam-ı Şerif düz bir ovadan ibaret. Kuzeyinde
Kasyun dağı var. O bölgeye Salihler yurdu deniyor.
Muhyiddin İbn-i Arabî’nin kabri bu dağın eteğinde.
Sultan selim Şam’a girince kabrini bulduruyor ve
oraya bir türbe ile cami inşa ediyor. Burada Cumartesi günleri ikindiden sonra zikir meclisi kuruluyor.
Hemen yakınında İmam Nablusi’nin kabrinin
bulunduğu ve kendi ismiyle anılan camisi var. Burada onun oğlu ve meşhur alim Üstad Ratip Nablusi her Cuma hutbe okuyor ve akşamında tefsir
dersi yapıyor.
Biraz daha ilerde Şeyh Ahmed Keftaru Kompleksi var. Ebun Nur diye biliniyor. Burası da ilim
merkezlerinden biri. Hemen yanında Üstad Muhammed Ramazan el Buti’nin Camisi var. Kendi evi
de o mahallede. Bu camide her sabah bizzat kendisi namaz kıldırıyor. Belli vakitlerde dersler yapıyor.
Az daha ilerisinde Şeyh Halid denen yerde
tasavvufta önemli bir yeri olan Mevlana Halid Bağdadi Nakşibendî’nin türbesi var. Burası biraz daha
yukarıda ve tepede olduğundan oradan Şam’ı seyretmek özellikle geceleri gerçekten hoş oluyor.
Konya Büyükşehir Belediyesi orayı restore etmiş.
Gayet güzel olmuş Kendilerine buradan teşekkür
ediyoruz. Oranın türbedarı ve aslen Vanlı olan
amca gelenleri karşılıyor, hizmet ediyor. Ailesi yüz
yıldır kendisi de kırk yıldır buranın türbedarlığını
yapıyormuş. Kasyun dağında erbain (kırklar meclisi) denen yere merdivenlerle çıkılabiliyor.
Ayrıca Şam’da Sultan Selim’in babası adına
yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi, onun bahçesindeki başta Sultan Vahdettin olmak üzere diğer Osmanlı ailelerinin kabirlerini ziyaret etmek bizim o
şanlı mazimiz ile onu yaşatan ailenin hazin sonunu, coşkuyu ve hüznü beraber yaşamamıza
sebep oluyor.
Emeviye Camii: Emeviye Cami tarihin ve
ilmin buluştuğu yer. Daha önce tapınak iken Bizans’la beraber Kiliseye, Müslümanların Şam’ı fethiyle cami’ye dönüşüyor. Üç minaresi var. Biri
Gazalinin iki sene uzlete çekilip İhya’yı yazdığı minare, diğeri kıyamette Hazreti İsa’nın ineceğine
inanılan minare ve üçüncüsü bu camiye bağışta
27
Eylül 2009
bulunan Fatıma isimli bir bayanın yaptırdığı minare.
yerde. Hemen karşısında Ebu Süfyan’ın evi var.
Oradaki türbe Selahaddin Eyyubi’ye ait. Yanlarında
ilk Türk hava şehitlerinin kabirleri var.
Avlusunun bir köşesinde Hazreti Hüseyin’in
kesik başının sergilendiği bir bölüm var. Makamı
Re’si Hüseyn’ deniliyor. Sol kapıdan girişte içeride
kıble duvarında Hz.Hud’un makamı var. İçeride ortada Hz. Yahya’nın kabri bulunuyor. Camide dört
mezhebi temsilen dört mihrap var. Camide tüm
ezanları 6-7 müezzin koro halinde beraber okuyorlar. Cuma namazlarını Üstad Ramazan el Buti
kıldırıyor ve hutbeler Dımaşk Radyosundan canlı
Seyyide Zeynep Hz. Alinin kızı ve Kerbela
Olayı’nı yaşayan bir hanım. Onun kabri de ismiyle
anılan mahallede. Daha çok Şiiler tarafından ziyaret ediliyor. Biz oradayken 12. İmam Muhammed
Mehdi’nin (kayıp imam, beklenen mehdi) doğum
günü etkinlikleri vardı ve bahçe Irak’tan, İran’dan,
Lübnan’dan gelen kadın erkek ziyaretçilerle doluydu. Bir kişi ilahi okuyor çevresindekiler alkışlarla
ona tempo tutuyorlardı.
yayınlanıyor.
Cami dışında kıblenin ters istikametindeki
avlu kapısına bitişik olan ve şimdi şeri ilimler okulu
olarak kullanılan bina 5.Halife Ömer b.Abdülaziz’in
evi. Kabri İdlib’e bağlı Maarratün Numan denen
Eylül 2009
Şam’da bunun dışında tarihi Hamidiye Çarşısı, Hicaz demiryolu Şam istasyonu binası, sahabeden Ebu’d Derda’nın Şam Kalesi içindeki kabri,
Bilal-i Habeşi’nin, Muaviye’nin, kabirleri ziyaret edilebilir.
28
Şam’da İlim meclisleri
Halkın ilme ve alimlere büyük saygı gösterdiğini en başta söylemeliyim. Özellikle camiler çok
fonksiyonlu olarak kullanılıyor. İbadet mekânı, sohbet ve konferans yeri, yardım kuruluşu vs.
Başta Emeviye Camii olmak üzere tüm merkezi camilerde âlimler bir program dâhilinde Usul
ve Furu dersleri veriyorlar. Halk ve öğrenciler bu
derslere yoğun ilgi gösteriyorlar. Bu dersler de ayrı
bir üniversite gibi. Birçok dinleyicinin elinde defter
olduğunu veya kayıt cihazlarına dersi kaydettiğini
görmek mümkün. Ayrıca tüm konuşmalar CD’ye
çekiliyor ve isteyen de bunları alıp evinde dinleyebiliyor. Âlimlerle halk arasında mesafe yok. Hepsi
cemaat içindeler. Muhammed Ramazan El Buti,
Vehbe Zuhayli, Ratip Nablusi, Şeyh Naim Araksusi,
Nurettin Itır, Şeyh Veliyyuddin Farfur, Abdülfettah
Baz, Şeyh Abdurrahman Halebi, Muhammed
Bağğa, Ahmed er Rıfai soyundan kendisi de büyük
bir âlim ve şeyh olan Usame er Rıfai bunlardan bir
kaçı.
Suriye’deki diğer ilim müesseselerini şöyle
özetlemek mümkün.
1. Ebun Nur: Asıl ismi Mucamma’ Ahmed
Keftaru. Burası Maddi imkânları geniş bir cemaata
ait.
Ebun Nur’un eğitim faaliyetleri de var. Kompleksin ortasında büyük bir cami var. Burası çok
amaçlı kullanılıyor. Caminin her iki yanında çok
katlı binalarda eğitim yapılıyor. Eğitim faaliyetleri şu
şekilde;
Fakülteler: Üç fakülte var. Külliye tu İmam
Evza’i, Külliyyetu Usulu’d Din ve Külliyyetu’d Dave.
İmamlar ve Hatipler: Bu kısmın faaliyet alanı şöyle;
Her yıl farklı ülkelerden Arapçayı iyi konuşan imamlar, hatipler, öğretmenler ve davetçiler buraya davet
ediliyor. Dört ya da altı hafta boyunca çeşitli seminerler veriliyor. Hafta sonları Suriye’nin tarihi, dini
ve kültürel mirasını tanıtıcı geziler yapılıyor ve konferanslarla meşhur simaların yakından tanınması
sağlanıyor.
Dil bölümü: Arapça öğrenmek isteyenlere
burada kurs veriliyor. Öğretilen Arapça daha çok
dini terminolojiye ve gramer bilgisine dayanıyor.
2. Ecanip: Daha çok yabancılara Arapça öğretmek için ticari amaçlarla kurulmuş bir kurs.
3. Dımaşk Üniversitesi: Devletin resmi üniversitesi bünyesinde de entelektüel düzeyde
Arapça kursu modern metotlara veriliyor Fakat pahalı. Pek başarılı bulunmuyor.
4. Fethul İslam: Türkler de dâhil yabancı öğrencilerin yoğun olarak bulundukları özel bir üniversite.
5. Ma’had ed Düveli: Daha çok orta öğretim
(Lise) seviyesinde olanlar için. Sıkı bir dini eğitim
veriliyor. Devlete ait bir eğitim kurumu. Yatılısı var
ve ücretsiz.
6. Ayrıca Hacibiye gibi hafızlığa yoğunlaşmış ve kısa sürede hafızlık yaptıran kurumlar var.
Yine ağırlıklı olarak özel dersler almakta mümkün.
Türkiye’den Şam’a ilim için giden öğrenciler
bir program ve amaç belirlemezlerse iyi bir sonuç
elde edemeyebilirler. Nitekim orada özellikle yazın
okumaya gelmiş birçok Türk öğrenci gördük. Fakat
kaçı istifade ediyor bilemiyorum.
Sonuç olarak; Şam halkı özellikle Filistin ve
Gazze olaylarındaki tavrı dolayısıyla Türkiye’yi
takip ediyor ve seviyor. Türk dizileri Muhanned ve
Nur (Gümüş) ve Kurtlar Vadisi en çok izlenen dizilerden. Bu dizilerin olumsuz tesirleri yok değil. Ayrıca bazı türk şarkıcılarda dinleniyor. Dımaşk
Üniversitesi bahçesinde üniversiteli genç’i Tarkan
dinlerken veya Felafil satan (Suriye’de meşhur kızartılmış nohut ezmesinden yapılan dürüm) genç’i
İbrahim Tatlıses dinlerken görmek mümkün.
Komşumuzla ilişkilerimizin ileride daha da artacağına inanıyorum. ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın
yüzü’ diyenlere sözüm yok. İlme, kültüre, tarihe
önem verenlere Suriye ve Şam ziyaretini mutlaka
tavsiye ediyorum.
29
Eylül 2009
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
İNSAN ve
AHİRET
İnsan, bu kâinatta Cenab-ı
Hakk'ın ahsen-i takvîm üzere yarattığı
(Tîn, 4), maddî ve manevî azâ ve cihazatını tesviye ve ta'dîl ettiği (İnfitâr,
7), ihtiyaç duyduğu her şeyi kendisine
bahşettiği (İbrahîm, 34), yer yüzünde
bir halîfe olarak tayin ettiği (Bakara,
30), mükerrem (İsrâ, 70) bir varlıktır.
İnsanın büyüklüğünü anlamak
için sadece insan beynine bakmak kâfidir. Şöyle ki, kâinâtta yaklaşık 2³°°
adet atom bulunduğu hesaplanmıştır.
İnsan beyninde ise, ortalama 10 milyar adet sinir hücresi mevcûttur. Her
sinir hücresi birbirinden farklı iki cevaba muktedir olduğundan 10 milyar
sinir hücresi, 2¹°•°°°•°°°•°°° kabiliyet
taşımaktadır. 2³°° ile, 2¹°•°°°•°°°•°°°
hesaplanırsa, bir insan beyninin kaç
kâinat demek olduğu açıkça görülecektir1. Işık hayret verici bir hızla saniEylül 2009
30
yede 300.000 km. hızla gitse de, insan
düşünce ve hayal yoluyla ışıktan daha
hızlı bir şekilde güneşe ve yıldızlara
ulaşmakta, düşünceleriyle âdetâ kâinâtı kucaklamaktadır2.
İnsanın diğer maddî organları da
böyledir. Her bir organda adeta yüzlerce fabrika çalışmaktadır. Hatta bir
tek hücrede dahi, kilometrelerce yer
işgâl eden büyük fabrikalarda yapılamayan işler gerçekleştirilmektedir.
İnsanın maddî yapısı böyle
olunca, acaba manevî yapısı, rûh
âlemi nasıldır? Rûh maddeden ne derece üstün ve yüce ise, şüphesiz insanın rûhî hayatı, istidât ve kabiliyetleri
de öylesine hayret verici, akılların
idrak edemeyeceği bir durumdadır.
İnsan rûhunda nihayetsiz ihtiyaçlar, nihayetsiz elemlere ve lezzetlere kâbil
istidât ve kabiliyetler vardır. İnsan bu yönüyle
henüz tam olarak çözülmemiş bir muamma gibidir.
Hz. Ali'ye nisbet edilen şu beyt, insanın kâinattaki
yerini ve önemini özet bir şekilde ifâde etmektedir:
Tez'umu enneke cirmun sağîrun
Ve fîke intavâ el-âlemu'l-ekber
Sen kendini küçük bir cisim zannediyorsun,
Halbuki, koca âlem sende dürülmüştür.3
Tarihte her melik hükmettiği
insanlardan başkalarına da
hükmetmek istemiş, her zengin
sahip olduğu maldan daha
fazlasına arzulamıştır. İnsanın
gözünü ancak toprak doyurur.
Acaba bu arzular, istekler bizde
boş yere mi yaratılmıştır. Hayır!
Hayır! Bu ancak ölümden sonra
ve kıyamet günü ortaya çıkacak
bir sırdan dolayıdır.
Dolayısıyla, böyle bir yaratılışa sahip insanoğlu başı boş bırakılamaz, ona gösterilen bu
büyük ihtimam kısa bir hayat yaşadıktan sonra bir
daha kalkmamak üzere mezara girmesi için olamaz. Bilâkis insan, bu dünya hayatının ötesinde
başka bir hayat için yaratılmıştır. Bütün varlığı buna
şehâdet etmektedir. Artık insanın benim ne önemim var ki, benim için kâinât yıkılsın, kıyamet kopsun ve yeni bir âlem inşâ edilsin? Ben bu küçük
halimle inkâr etsem, günah işlesem ne olur?.. diyemez. Nursî, "O, yeryüzündeki her şeyi sizin
için yarattı" âyetinin tefsîrinde bu sadedde şöyle
diyor: "Bu âyette meâdın tahkîkine ve bu mevzudaki şüphenin izâlesine dâir bir işâret vardır. Sanki
o inkârcılar şöyle diyor: İnsanın ne kıymeti ve
ehemmiyeti ve Allah katında ne makamı var ki,
onun için kıyamet kopsun!? Böyle bir şüpheye cevâben Kur'ân, bu âyetin işârâtıyla diyor ki, Semâvat ve arzın onun istifâdesi için teshîr
olunmasından anlaşılıyor ki, insanın yüksek bir kıymeti vardır. Ve yine, Allah'ın insanı mahlukât için
değil, mahlukâtı insan için yaratmasından anlaşılıyor ki, insanın büyük bir ehemmiyeti vardır. Yine,
Allah'ın kâinatı kendi zâtı için değil de, insan için
yaratması, insanı da kendine ibadet etmek için yaratması gösteriyor ki, insanın Allah katında bir makamı vardır. Bütün bunlar gösteriyor ki, insan bu
kâinatta müstesnâ ve mümtaz bir varlıktır, diğer
hayvanlar gibi değildir. Dolayısıyla, "sonra ona
döndürüleceksiniz" (Bakara, 28) âyetinin cevherine
mazhar olmaya lâyıktır4.
İnsanın yaratılışına, istidât ve kabiliyetlerine
dikkat eden, onun ebedî bir âlem için yaratıldığını
derhal anlayacaktır. Nasıl ki, balina gibi büyük bir
balığı küçük bir havuzda çırpınır vaziyette gören
bir insan, o balığın o havuza âit olmadığını, büyük
31
Eylül 2009
denizlere okyanuslara âit olduğunu hemen anlarsa,
işte, insanoğlunun fıtratı da öyledir. İnsan fıtratı, istidât ve kabiliyetleri başka bir âlem için yaratıldığına şehâdet ve delâlet etmektedir.
İnsandaki sayısız istidât ve kabiliyetlerin bu
dünya hayatı için verildiği düşünülemez. Çünkü burada onların çoğuna ihtiyaç yoktur. Hatta pek çok
istidât ve kabiliyet, hissiyât ve latîfeler, yaratıldıkları gayeye yöneltilmedikleri takdirde, çok defa insanın dünyasını karartmakta, başına belâ
olmaktadırlar. Meselâ, insanın geçmiş lezzetlerini
düşünmesi, geleceğinden endişe etmesi, dünyaya
karşı aşırı hırs ve bağlılığı, buna mukabil tatmin olmaması; onun dünyasını karartmakta, hayatının tadını kaçırmaktadır. Demek ki, bu duygular ve
latîfeler insana dünya hayatı için verilmemiştir. Bilâkis ebedî bir hayatı kazanmak için verilmiştir.
Çünkü asıl endişe-i istikbâl (geleceği düşünüp tasalanmak), kabrin ötesi için gereklidir. Asıl hırs, âhiret azığı kazanmak içindir. Asıl muhabbet de, âhiret
ve devamlı dostlar için verilmiştir... Bu duygu ve laEylül 2009
tîfelerin asıl mecrâları bunlardır. Aksi halde fayda
değil, zarar getirirler.
Dolayısıyla âhiretin olmadığı farzolunursa,
insan derece ve şeref bakımından bütün hayvanlardan daha aşağı ve bedbaht bir duruma düşer5.
Çünkü, insanın bu dünya hayatında çektiği çile,
karşılaştığı belâ ve musîbetler hayvanlarınkinden
daha çoktur. Zira insan, beklemesi ve düşünmesinden dolayı, elem ve musîbetleri vukuundan
önce ve sonra da yaşar. Hayvan ise böyle değildir,
elemi sadece olduğu anda yaşar. Bu yüzden rahattır. Geçmiş ve geleceği düşünerek rahatsız değildir. Yine insanın dünyevî lezzetleri kemiyet ve
keyfiyet açısından hayvanlarınkinden daha azdır.
Meselâ, kemiyet açısından öküz daha çok yer,
serçe daha çok çiftleşir. Keyfiyete gelince, dünya
hayatı belâ ve musîbetlerle, mihnet ve meşakketlerle doludur, lezzetler ise, denizden bir katre misâli azdır. Dolayısıyla, insanın elemlerden,
hüzünlerden kurtulacağı, sâfî lezzet ve nimetlere
kavuşacağı başka bir âlem, âhiret hayatı olmazsa,
insan bütün hayvanlardan daha bayağı ve bedbaht
32
duruma düşer. Lezzet ve nimet bakımından hayvanlar ondan daha çok nasip elde etmiş olurlar.
Cevherî, "Kıyamet gününe yemîn ederim.
Kendini kınayan nefse yemin ederim" (Kıyame, 1-2)
âyetinin tefsîri sadedinde bu mevzuyla alakalı olarak şöyle diyor: "Cenab-ı Hak, dirilmemiz hakkında, kıyamet ve nefs-i levvâme'ye yemin ediyor.
Yani, mutlaka diriltileceksiniz diyor. Cenab-ı Hak,
kıyametin azametine ve yücelere yönelen, terakkîyi arzu eden nefse yemin ediyor. Bu nefs öyle bir
nefsdir ki, hiç bir mertebe ile iktifâ etmeyip, mutlaka başkasını ister. Hiç bir haletle yetinmeyip, peşinden geleni arzular, daha üsttekini ister.
Dolayısıyla bu yemin, kıyamete dâir bir istidlâl gibidir. Cenab-ı Hak sanki şöyle buyuruyor: Nefislerinizdeki terakkî sevgisi ve bu dünya hayatında
mahdût bir sınırda durmama arzusu, insanın rağbet ettiği şeylere kavuşacağı başka bir hayatın varlığına delâlet eder. İnsanın tabiatı, kıyamete delâlet
eder. İnsanların yüce makamlara olan arzuları, susuzlukları, hırsları, mal ve ilimde daimâ daha fazlasını istemeleri, bir hal üzere karar kılıp
yetinmemeleri başka bir hayat olduğunun delîlidir.
İnsan nefsi, araştırmaya, yeni şeyler bulmaya çok
arzuludur. Fıtratında galip gelme ve başkalarından
üstün olma arzusu vardır... Tarihte her melik hükmettiği insanlardan başkalarına da hükmetmek istemiş, her zengin sahip olduğu maldan daha
fazlasına arzulamıştır. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur. Acaba bu arzular, istekler bizde boş
yere mi yaratılmıştır. Hayır! Hayır! Bu ancak ölümden sonra ve kıyamet günü ortaya çıkacak bir sırdan dolayıdır. İnsanın ebedî hayat gibi bir gâyesi
olmasa, o zaman hayat boş bir şey olur. Yer yüzündeki nizâmın sonu apaçık bir hüsran olur. Halbuki, canlılardaki her bir kuvvenin mutlaka bir
gâyesi vardır. Bu tamahkârlıklar, savaşlar, ilimlerde
fâni olmalar, temellük, kahr, gemiler inşâ etme, silahlar icâd etme... bütün bu gayretler, arzular nedendir? Bütün bunlar bu yorgunluklara değmeyen
bu dünya hayatı için midir? Kur'ân bu soruya şöyle
cevap veriyor: Hiç bir sınırda durmayan, yüce makamlar peşinde koşan nefs-i levvâme'ye yemin ediyorum. Bu yeminin manâsı şudur: Bu kuvve
rûhlarınıza, başka bir âlemde her şeyi elde etmek
ve hiç bir şeyden mahzûn olmamak için konulmuştur"6.
İnsanoğluna Karûn'un mülkü, Lokman'ın hikmeti, Süleyman'ın saltanatı verilse, hatta yer yü-
İnsandaki sayısız istidât ve
kabiliyetlerin bu dünya hayatı için
verildiği düşünülemez. Çünkü
burada onların çoğuna ihtiyaç
yoktur. Hatta pek çok istidât ve
kabiliyet, hissiyât ve latîfeler,
yaratıldıkları gayeye
yöneltilmedikleri takdirde, çok defa
insanın dünyasını karartmakta,
başına belâ olmaktadırlar. Meselâ,
insanın geçmiş lezzetlerini
düşünmesi, geleceğinden endişe
etmesi, dünyaya karşı aşırı hırs ve
bağlılığı, buna mukabil tatmin
olmaması; onun dünyasını
karartmakta, hayatının tadını
kaçırmaktadır.
zünü ve içindekileri, semâyı ve ihtivâ ettiklerini elde
etse, daha var mı? der. Sanki, ilâhî kalemin rûhuna
nakşettiği manâları ifâde ederek şöyle der: Böyle
(arzu ettiğim gibi) bir mülk ancak bu âlemden daha
yüksek başka bir âlemde ve iştiyakıma münasip,
arzularımı tatmîn edecek başka bir diyarda olabilir7.
Nitekim, "Dünya hayatına razı oldular ve
onunla mutmain oldular..." (Yûnus, 7) âyeti de, hakikatte insanoğlunun bu dünya hayatıyla itminân
duymayarak başka bir âlemin arayışı ve özlemi
içinde olması gerektiğine işâret ediyor ve dünya
hayatıyla mutmain olanları kınıyor..
........................................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Ayhan Songar. Enerji ve Hayat, Yeni Asya yay. İst. 1979, 8. bsk. s.1., 2. Georges
Lakhovsky, L'Eternitœ La Vie et La Mort, Bibliotheque Charpentier, Paris, s. 202., 3.
Ali b. Ebî Tâlib, Divânu Emîri'l-Mü'minîn, cem ve tertib: A. el-Kerem, Beyrut, 1998,
s. 45, 4. Nursî, İşâratu'l-İ'câz, s. 281.,
5. Bkz. Râğıb, Tafsîlu'n-Neş'eteyn ve Tahsîlu's-Seadeteyn, s. 178
6. Cevherî, XII, 2.cüz, s. 308.
7. Cevherî, V,1.cüz, s.110.
33
Eylül 2009
Talha Hakan ALP
İslam’ın Korunmuşluğu
Bağlamında Cerh-Ta’dîl
Usûlüne Umumî Bir Bakış
Hadis ilimleri İslamî ilimler içindeki seçkin
mevkiinin yanında İslam’ın diğer dinlere karşı
medar-ı iftiharı olması bakımından da hayli mühimdir. İslam öncesi semavî dinlerin esasını oluşturan rivayetlerin günümüze gelişi güvenilir bir
sistem dâhilinde olmamıştır. Daha ilk yüzyıllardan
itibaren bu dinlerin orijinal ilahî kitapları ortadan
kaybolmuş, yerlerine Tevrat ve İncil yazarlarının anlatım ve yorumlarını muhtevi yazılar Kutsal kitap
kabul edilmiştir. Böylelikle Cenab-ı Allah katından
inen gerçek tevhîd dini tahrif edilerek yerine tarihî,
beşerî ve kültürel dinler ikame edilmiştir. İslam dini
için böyle bir tahriften söz etmek mümkün değildir.
İlk olarak Hz. Peygamber efendimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) şahsında örneklenen ve sahabe
ve tabiinin öncülüğünde şekillenen sıkı zapt sistemi
tahrif tehlikesinin önündeki en büyük manidir.
Henüz Hz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi
ve sellem) hayattayken inen ayetler bir yandan ezberlenir, diğer yandan vahiy kâtipleri tarafından
kayda geçirilirdi. Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) her sene Ramazan
Eylül 2009
34
ayında o vakte kadar inen ayetleri Hz. Cebrail’e
len salât, savm, zekat, ribâ, nikah, talak, şirk, nifak,
okur, böylece hıfzındaki ayetleri tekrar tekrar
küfür, birr, sadaka, takva, cihad vb. kavramlar Allah
Cenab-ı Allah’a tescil ettirirdi. Bu okuma faaliyeti
Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) gözeti-
son sene hemen bütün Kuran-ı kerim ayetlerini
minde ilk muhatap nesil/sahabe tarafından nasıl
içine alacak şekilde iki defa yapılmıştır. Hz. Pey-
doğru telakki edildiyse bugüne kadar ulaşan sahih
gamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından
İslamî kaynaklarda da aynı şekliyle muhafaza edil-
sonra aynı hassasiyet sahabe tarafından da göze-
miştir.
tilmiştir. Hz. Ebubekir’in (radıyallahü anh) hilafeti
döneminde Kuran-ı kerim titiz bir çalışmayla Mus-
İşte burada şu mühim soruyu sorabiliriz.
haf haline getirilmiş, Hz. Osman (radıyallahü anh)
Kuran-ı kerim’in mana ve mefhum olarak korun-
döneminde de çoğaltılarak başlıca İslam memle-
muşluğunu temin eden şey nedir? İlk bakışta böyle
ketlerine dağıtılmıştır. O günden bugüne nâzil ol-
bir soru garip karşılanabilir. Ama Kuran-ı kerim
duğu gibi muhafaza edildiğinden, Kutsal Kitap’ta
ayetlerinin icmalî ve umûmî anlatımı ve çoğunluk
olduğu gibi Kuran-ı Kerim’in yer yer birbirleriyle çelişen farklı ifadelerinden ya da birbirlerine alternatif muhtelif nüshalarından söz etmek tarihin hiçbir
döneminde mümkün olmamıştır.
konunun ayrıntılarına girmeyen genel ifadeleri göz
önünde bulundurulursa bunun gayet yerinde bir
soru olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Kuran-ı kerim lafızlarına hiç dokunulmadığı halde, sadece umumî
ifadelerin keyfekeder tahsis edilmesi, icmalî anlatımlara yerli yersiz detaylar eklenmesi ve mutlak
Kuran-ı kerim hükümlerinin konjonktüre göre orijinal halinden çıkartılıp saptırılması pekâlâ mümkündür. Nitekim tesettür tartışmaları bağlamında
günümüzde bunun trajikomik örneklerini sıklıkla
müşahede etmekteyiz. Şu halde Kuran-ı kerim lafızlarına dokunmadan Kuran-ı kerim’in anlamı üzerinde zamanla gerçekleşmesi muhtemel olan bu
Kuran-ı Kerim’in lafız itibarıyla tahrif edilmeden günümüze kadar ulaştırılması kadar mühim bir
diğer husus da Kuran-ı kerim’in mana ve mefhum
itibarıyla da orijinal haliyle muhafaza edilmiş olmasıdır. Gerçekten Kuran-ı kerim’in lafzı değişmediği
gibi, manası, mefhumu ve ifade ettiği dinî hükümler de değişmemiştir. Bunlar ilk gün ne ise bugün
de odur. Kuran-ı kerim ayetlerinde açıkça ifade edi-
35
Eylül 2009
Hz. Ebubekir’in (radıyallahü
anh) hilafeti döneminde
Kuran-ı kerim titiz bir
çalışmayla Mushaf haline
getirilmiş, Hz. Osman
(radıyallahü anh) döneminde
de çoğaltılarak başlıca İslam
memleketlerine dağıtılmıştır.
O günden bugüne nâzil
olduğu gibi muhafaza
edildiğinden, Kutsal Kitap’ta
olduğu gibi Kuran-ı Kerim’in
yer yer birbirleriyle çelişen
farklı ifadelerinden ya da
birbirlerine alternatif muhtelif
nüshalarından söz etmek
tarihin hiçbir döneminde
mümkün olmamıştır.
tahrifin önündeki mani nedir? Şüphesiz bu soruya
verilecek cevap sünnet olacaktır. Zira ayetler Allah
Resülü (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ilk
defa müşahhas bir anlatıma kavuşmuş; onun söz
ve uygulamalarıyla mücmel ayetler mufassal, mutlak ayetler mukayyet, umumî ayetler gerçek hususî
anlamına ulaşmışlardır. Hz. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yine söz ve uygulamaları sayesinde yukarıda misallerine yer
verdiğimiz İslamî kavramlar somut bir yapıya kavuşmuş, artık herhangi bir kurum veya kişinin bunları yeniden anlamlandırarak Kuran-ı kerim’in
manasına müdahale edebilme imkanı kalmamıştır.
Kuran-ı Kerim’in korunmuşluğu bağlamında
burada ikinci mühim soruyu sorabiliriz. Kuran-ı kerim’in korunmuşluğunun teminatı olan sünnet ne
kadar korunmuştur? Bugün muteber hadis kitaplarında yazılı bulunan sünnet birikimi gerçekten Hz.
Peygamber efendimize mi (sallallahü aleyhi ve selEylül 2009
lem) aittir? Tarihte hadis uydurma faaliyetleri olduğunu biliyoruz. Buna rağmen önümüzdeki bir hadis
metninin Hz. Peygamber efendimize (sallallahü
aleyhi ve sellem) aidiyetine ne kadar güvenebiliriz? Bu sorular çoğaltılıp bütün bir hadis müktesebatının gerçekliğine dair kuşkular gündeme
getirilebilir. Sonuç olarak bu sorulara verilecek
muknî cevap hadis ilimlerinin gövdesini oluşturan
sened sisteminde gizlidir. Evet, muteber hadis kitaplarında tashih edilen hadisler Hz. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) aittir, uydurma
değildir. Çünkü bu hadisler mezkûr kaynaklara
kaydedildiği döneme kadar mutemed bir râvi silsilesi/sened eşliğinde nakledilmiştir. Bu râvilerin
yalan söylemiş olmaları ihtimali, doğru söylemiş olmaları ihtimali karşısında çok zayıftır. Böyle bir ihtimal, dini doğru anlama ve gereğince yaşama
hedefinin çok uzağında, sadece kafa karıştırma
amacına matuf ucuz bir spekülasyon malzemesi
olabilir. Şimdi konumuzu ilgilendiren üçüncü
mühim soruyu sorabiliriz. Kuran-ı kerim’in manaca
korunmuşluğu sünnete, sünnetin korunmuşluğu râvilerin güvenilirliğine bağlandı. Peki, hadis senetlerinde yer alan râvilerin güvenilirliği neye göre
tespit edilmiştir, onların güvenilir kimseler olduğunu
bize temin eden şey nedir? İşte bu sorunun cevabı
doğrudan konumuzla alakalıdır. Senet sistemi nasıl
hadis metinlerinin teminatı ise bu sistemin önemli
bir parçası olan cerh ve ta’dil sistemi de senet sisteminin teminatıdır. Tarih boyu muhaddis ve fakihlerden oluşan cerh ve ta’dil ulemasının kahir
ekseriyetinin bu alanda ortaya koyduğu çaba ve dirayet tashih edilen senetlere güvenmemiz için yeterli delili teşkil etmektedir. Yazının bu kısmından
itibaren ilgili âlimlerin cerh ve ta’dil alanında tesis
ettikleri sistemi ana başlıklar halinde ele alacağız.
Ancak konuya girmeden önce cerh ve ta’dil kelimelerinin ne anlama geldiğini görelim.
a-) Birer Istılâh/Kavram Olarak Cerh Ve
Ta’dîl
Cerh kelimesi sözlükte yaralamak anlamında
kullanılır. Ancak buradaki yaralamak fizikî olabileceği gibi manevî de olabilir. Nitekim kelime silahla
bir kimseyi yaralamak anlamında kullanıldığı gibi,
bir kişiye sövmek ve hakaret etmek suretiyle man36
evî anlamda yaralama için de kullanılabilir. Bu kelimenin Arap dilinde “ceraha şâhiden” (Şahidin
adaletini düşürdü) cümlesinde olduğu gibi bir kimsenin güvenilir biri olmadığını ispatlamak için de
kullanıldığı vakidir[1] . Bu son kullanım manevi anlamda yaralamayla irtibatlandırılabilir.
Kuran-ı Kerim’in lafız
Cerh kelimesi bir kavram olarak, ispat edildiğinde, râvî veya şahidin sözlerine itibar edilmeyip
gereğince hareket edilmemesini sağlayan bir vasıf
anlamına gelir. Bunun gibi cerh kelimesinin, bir raviyi, adalet veya zaptını ihlal edecek biçimde kötülemek, aleyhinde konuşmak anlamına geldiği de
belirtilmiştir.
itibarıyla tahrif edilmeden
günümüze kadar ulaştırılması
kadar mühim bir diğer husus
da Kuran-ı kerim’in mana ve
mefhum itibarıyla da orijinal
Ta’dil kelimesi sözlükte zulmün karşıtı olarak
adl kökünden gelmektedir. Bu bakımdan kelime
“addele fülanen” cümlesinde olduğu gibi bir kimsenin doğru ve salih biri olduğunu söylemek, onu
tezkiye etmek anlamına gelir. “Addele’l-mîzane”
cümlesinde olduğu gibi düzeltmek anlamında kullanıldığı da vakidir[2] .
Ta’dil kelimesi bir kavram olarak, ispat edildiğinde râvi veya şahidin sözlerine itibar edilip gereğince hareket edilmesini sağlayan bir vasıftır.
Bunun gibi, bir râvinin doğru ve zapt ehli bir kimse
olduğunu söyleyerek onu tezkiye etmek anlamına
geldiği de söylenebilir.[3]
Sonuç olarak cerh ve tadil; râvi ve şahitlerin,
özellikle rivayet ve şahitliklerini ilgilendiren konular
itibarıyla hallerini ortaya koymak, onların bu işe liyakatleri olup olmadığını açıklamak anlamına gelir.
Konunun şahitlerle alakalı olan kısmı munhasıran
fakihlerin ilgi alanına girerken, râvilerle alakalı olan
kısmı ise müştereken muhaddisleri ve fakihleri ilgilendirmektedir. Zira bir fakih, karşılaştığı bir hadis
rivayetinin dinde delil olmaya elverişli olup olmadığını tespit edebilmek için senedinde yer alan râvilerin güvenilir olup olmadıklarını bilmek zorundadır.
Nitekim ilk devir fakihlerinin/müçtehitlerin özellikle
ahkâm alanıyla ilgili hadis rivayetlerinin râvileri
hakkında görüş belirttikleri bilinen bir husustur. Biz
konunun hadis rivayetleriyle alakalı boyutunu incelediğimiz için konunun şahitleri ilgilendiren kısmı
mevzunun dışında tutulacaktır.
haliyle muhafaza edilmiş
olmasıdır.
b-) Cerh Ve Tadil Hangi Ölçülere Göre Yapılır?
Cerh ve tadil işi sonuçta râvinin rivayet ettiği
hadisi gerçekten naklettiği gibi işitip işitmediğini
tespit etmek için yapılır. Bunu şu iki soruyla biraz
açabiliriz. Birincisi, râvi, rivayet ettiği şeyi gerçekten
sözünü ettiği kimseden/merviyyün anhtan işitmiş
midir? İkincisi, gerçekten işitmiş olsa bile işittiği
şeyi doğru anlamış ve doğru nakletmiş midir? Birinci sorunun cevabı râvinin ahlakı ve diyanetiyle
ilgilidir. Burada söz konusu râvinin doğru sözlü, dürüst bir kimse olduğunu tespit etmek gerekiyor. Ayrıca konu, dinin temelini oluşturan hadis rivayetiyle
ilgili olduğundan râvinin dinî durumu da göz
önünde bulundurulmalıdır. Zira gayr-i Müslim bir
kimsenin sırf İslam’ı tahrif amacıyla duymadığı bir
şeyi rivayet etmesi mümkündür. Râvinin ahlakı ve
diyanetiyle alakalı olan bu araştırmayı genel olarak konunun uzmanları “adalet” başlığı altında ele
almışlardır. İkinci sorunun cevabı râvinin hafızası
37
Eylül 2009
Kuran-ı Kerim’in korunmuşluğu
bağlamında burada ikinci mühim
soruyu sorabiliriz. Kuran-ı kerim’in
korunmuşluğunun teminatı olan
sünnet ne kadar korunmuştur?
Bugün muteber hadis kitaplarında
yazılı bulunan sünnet birikimi
gerçekten Hz. Peygamber
efendimize mi (sallallahü aleyhi ve
sellem) aittir? Tarihte hadis
uydurma faaliyetleri olduğunu
biliyoruz. Buna rağmen
önümüzdeki bir hadis metninin Hz.
Peygamber efendimize (sallallahü
aleyhi ve sellem) aidiyetine ne
kadar güvenebiliriz?
ve muhakemesiyle ilgilidir. Duyduğu bir sözü doğru
anlamak, belki yıllar sonra onu aynen duyduğu gibi
aktarmak belli bir hafıza gücüne sahip olmayı gerekli kılar. Hafızası zayıf, anlayışı kıt, muhakemesi
yetersiz olan bir kimsenin özelikle ahkâma taalluk
eden hadisleri yanlış anlaması, hadisin belki bir
harfinde gizlenen inceliği fark edememesi pekala
mümkündür. Bu bakımdan hadislerin Allah resülünden sadır olduğu gibi muhafazası râvilerin bu
yönlerden de incelenmesini gerektirmektedir. Konunun ilgilisi âlimler bu yönde yapılan râvi tahkikatını da başlıca “zapt” başlığı altında icra etmişlerdir.
Şu halde cerh ve ta’dil işinin başlıca adalet ve zapt
alanlarında yapıldığını söyleyebiliriz.
Cerh ve ta’dil âlimlerinin bu iki alanda yaptıkları tahkikat yine bu alanlara ilişkin belli kriterler
üzerinden yürütülmüştür. Bu kriterlerin adaletle ilgili
olanları bulunduğu gibi zaptla ilgili olanları da vardır.
Adaletle ilgili cerh ve ta’dil kriterleri başlıca şu
beş şeydir: Müslüman olmak, buluğa ermiş olmak,
akıllı olmak, fâsık olmamak ve mürüvvete muhalif
hallerden uzak olmak.
Eylül 2009
Zaptla ilgili cerh ve tadil kritlerleri de başlıca
şu beş şeydir: Sika râvilere muhalif olmamak, hafızası zayıf olmamak, aşırı derecede yanılmamak,
çok unutan biri olmamak, fazlaca vehme düşen biri
olmamak .[4]
Buna göre bir râvî yukarıda belirtilen şartlardan birine uygun vasıflarda olmadığı takdirde cerh
ve ta’dil ehli tarafından cerh edilir. Artık söz konusu
râvinin rivayetlerine ihtiyatla yaklaşılır.
Yukarıda adalet ve zapt açısından râvilerde
bulunması gereken şartları gördük. Şimdi bir râvinin bu şartları haiz olup olmadığının yani adalet ve
zapt vasfının nasıl tespit edildiği konusuna geçebiliriz.
c-) Bir Râvinin Adalet Ve Zapt Sahibi Olduğu Nasıl Tespit Edilir?
Hadis rivayet eden bir kimsenin adalet sahibi
olduğunu tespit için iki yol vardır. Birinci yola göre,
muteber hadis imamlarının en azından birinin o
kimse hakkında tezkiye/ta’dilde bulunmuş olması
gerekir. Aksine bir beyan/cerh olmadıkça hakkında
âdil/salih olduğuna dair velev bir âlimin de olsa beyanı bulunan râvi âdil kabul edilir. İkinci yola göre
bir râvi ümmet içinde adaletle şöhret bulduysa artık
bu kimsenin âdil olduğuna hükmedilir .[5] Rivayetlerine şüpheyle yaklaşmak doğru olmadığı gibi onun
hakkında âlimlerin hususi bir tezkiyesi de aranmaz.
Dört mezhep imamı ve büyük hadis imamlarının
adaleti bu ikinci yolla sabittir.
Bir râvinin zaptı güçlü bir kimse olup olmadığının tespiti ise onun rivayetlerinin durumuna bağlıdır. Çoğunluk rivayetleri sika râvilerin rivayetlerine
uygun ise bu râvinin zâbıt/zaptı güçlü olduğuna
hükmedilir. Aksine sika râvilere muhalefeti çok olduğunda bu râvinin zabtında bir halel bulunduğu
anlaşılır ve rivayetlerine ihtiyatla yaklaşılır.
Bir râvinin âdil olduğuna dair beyanın müfesser/gerekçeli olması gerekmez. Fakat cerh bundan
farklıdır. Râvi hakkında yapılan cerhin mutlaka gerekçesiyle birlikte zikredilmiş olması gerekir. Bir râvinin adalet sahibi olmasının göstergesi olarak
38
sayılması gereken vasıflar çoktur. Muaddilden[6]
bunların hepsini saymasını beklemek doğru olmaz.
Ancak cerh için bir vasıf da bulunsa kâfidir. Bu sebeple cârihten[7] , râvinin cerhine medar olan hususu açıklamasını beklemek yanlış olmaz. Ayrıca
cerh sebepleri yerine göre izafilik arz edebilir. Kimine göre cerh sebebi olan husus, diğerlerine göre
cerh sebebi olmayabilir. Bu bakımdan da mutlaka
râvide cerhi gerektiren hususun belirtilmesi gerekir.
Bir kimsenin âdil veya mecrûh kabul edilebilmesi için hakkında cerh veya ta’dilde bulunan kimselerde sayı şartı aranmamaktadır. Ta’diline itibar
edilen kimse olduktan sonra bir kişinin ta’diliyle bir
râvî âdil sayıldığı gibi, -sahih kabul edilen görüşe
göre- cerhine itibar edilen kimse olduktan sonra bir
kişinin cerhiyle de bir râvi mecrûh olabilir.
Bir râvi hakkında hem ta’dil hem de cerh beyanı bulunduğunda cerhin durumuna bakılır. Eğer
cerh müfesser ise ta’dile tercih edilir. Aksi takdirde
ta’dil muteberdir.
Yukarıda da belirtildiği gibi fısk bir râvinin
adaletine mani bir vasıftır. Ancak fâsık olduktan
sonra bir râvi samimiyetle tevbe ederse bu kimsenin rivayetleri kabul edilir. Ancak hadiste yalan söylemiş olmak bundan müstesnadır. Hadiste bir defa
yalan söylediği tespit edilen kimse tevbe etmiş bile
olsa onun hadislerine itibar edilmez.
d-) Kimlerin Cerh-Ta’dîline İtibar Edilir?
Hadis rivayeti dinî hükümlere temel teşkil ettiğinden güvenilir olmayan râvilerin tespiti dinî bir
sorumluluk olduğu gibi, haksız yere bir râvinin güvenilir olmadığına hükmetmek de hem bir sorumluluk hem de onun kanalıyla gelecek rivayetler
açısından bakıldığında bir mahrumiyettir. Bu bakımdan râvilerde bir kısım şartlar arandığı gibi râviler hakkında konuşan kimselerde de bir kısım
şartlar aranır. Ancak bu şartları haiz olan bir kimsenin râvilerle ilgili sözleri itibara alınır. Bu şartların
başlıcalarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
Cârih ve muaddilin cerh ve tadil sebeplerini
bilmesi gerekir.
Cârih ve muaddilin âdil ve bu konuda dikkatli
ve titiz davranan bir kimse olması gerekir.
Taassuptan uzak olması gerekir.
Arap dilini incelikleriyle bilmesi gerekir.
Bu şartları haiz olmayan kimsenin çok defa
haksız yere ve haddi aşan beyanatlarda bulunması
mümkündür. Nitekim cerh ve tadil geleneğinde
zaman zaman haksız yere ve ölçüsüz cerhlerin yapıldığını muhakkık âlimler tespit etmiştir. Bunun
gibi zaman zaman şahsi geçimsizlikler ya da kıskançlık vesilesiyle bazı râvilerin cerh edildiğine de
şahit olunmuştur. Bu sebeple muhakkık hadis âlimleri genelde akranların birbirleri hakkındaki cerhlerine ihtiyatla yaklaşmışlardır. Cârih ve muaddilde
aranan şartlar içinden taassuptan uzak olma şartı
pek anlamlıdır. Nitekim büyük imamların bile sırf
meşrep ve anlayış taassubuna bağlı olarak ta’n
edildiğini yine muhakkık hadis âlimleri tespit etmiş,
bu konuda orta yolu belirlemişlerdir.
e-) Cerh Ve Ta’dîl İlminde Sıkça Kullanılan
Tabirler Ve Cerh Ve Ta’dîl Mertebeleri
Cerh ve ta’dil edebiyatında zamanla râvilerin
hallerini farklı yönlerden ve muhtelif dozlarda anlatan deyimler oluşmuştur. Bu deyimlerin bir kısmı
cerh için kullanılırken bir kısmı ta’dil ve tevsîk için
kullanılmıştır. Hatta râvilerin rivayet konusundaki
mevsûkiyeti, haklarında kullanılan bu deyimlerin
durumuna göre farklı mertebelere tekabül etmektedir.
Büyük cerh ve ta’dil imamı İbn-i Ebî Hatim,
“el-Cerhu ve’t-ta’dil” adlı eserinde cerh ve tadil mertebelerinin her biri için dört mertebe tayin etmiştir.
Daha sonra gelen âlimler her ikisine de ikişer mertebe ekleyerek her biri altı mertebe olmak üzere
cerh ve tadil mertebelerini toplam on iki mertebeye
çıkarmışlardır. Bu mertebeler aşağıda anlatıldığı
gibidir:
Tevsik konusunda mübalağa bildiren bir cümleyle veya ism-i tafdil kalıbı kullanılarak yapılan
ta’diller. Mesela “fülanün ileyhi’l-münteha fi’t-tesebbüt”, “fülanün esbetünnasi” gibi ta’dil ifadeleri
böyledir.
39
Eylül 2009
Sonuç olarak bu sorulara
verilecek muknî cevap hadis
ilimlerinin gövdesini
oluşturan sened sisteminde
gizlidir. Evet, muteber hadis
kitaplarında tashih edilen
hadisler Hz. Peygamberimize
(sallallahü aleyhi ve sellem)
aittir, uydurma değildir.
Çünkü bu hadisler mezkûr
kaynaklara kaydedildiği
döneme kadar mutemed bir
râvi silsilesi/sened eşliğinde
nakledilmiştir.
Tevsik sıfatlarından bir veya iki tanesi zikredilerek te’kitli yapılan ta’diller. Mesela “sikatün sikatün”, “sikatün sebtün” gibi deyimler bu
mertebeye işaret eder.
Herhangi bir te’kit olmaksızın doğrudan râvinin mevsukiyetine delalet eden kelimelerle yapılan
ta’diller. Mesela “fülanün sikatün”, “fülanün huccetün” gibi ifadelerle yapılan ta’diller gibi.
Râvinin zaptına temas edilmeden sadece
adaletine delalet eden lafızlarla yapılan ta’diller.
Mesela “fülanün sadûkun”, “fülanün mahallühü’ssıdku”, “fülanün la be’se bihi” gibi ta’diller bu kabildendir. Ancak sonuncu ta’dil tabirini Yahya bin
Maîn, râvinin sika olduğunu bildirmek için kullanmıştır.
Râvinin tevsik veya tecrihine delalet etmeyen
mutlak ifadelerle yapılan ta’diller. Mesela “fülanün
şeyhun”, “fülanün ravâ anhü’n-nâsü” gibi ta’diller
böyledir.
Eylül 2009
Tecrih ima eden ta’diller. Mesela “fülanün sâlihu’l-hadis”, “fülanün yüktebü hadisühü” gibi ta’diller bu kabildendir.
Bu mertebelerden ilk üçüne giren râvilerin rivayetleri, aralarında kuvvetçe fark olmakla beraber
delil kabul edilir. Dördüncü ve beşinci mertebelere
giren râvilerin rivayetleri delil kabul edilmez. Fakat
bunların hadisleri yazılır ve rivayetleri takip edilir.
Eğer rivayetleri sikaların rivayetlerine uygun çıkarsa hadisleri delil kabul edilir. Aksi takdirde kabul
edilmez. Altıncı mertebeye giren râvilerin rivayetleri delil kabul edilmez.[8] Onların rivayetleri ancak
itibar[9] amacıyla yazılır.
Cerh mertebeleri:
Telyîne delalet eden cerhler. Mesela “fülanün
leyyinü’l-hadis”, “fülanün fîhi makâl” gibi ifadeler
yapılan cerhler böyledir.
Rivayetiyle ihticac olunamayacağı gibi anlamlara gelen sözlerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün la yuhteccü bi hadisihi”, “fülanün zaîfün”,
“fülanün lehû menâkîru” gibi cümlelerle yapılan
ta’nlar böyledir.
Hadisinin yazılamayacağı gibi ifadelerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün lâ yüktebü hadisühü”, “fülanün la tehıllü’r-rivayetü anhü”, “fülanün
zaîfün cidden” gibi cümlelerle yapılan cerhler böyledir.
Yalancılık ve benzeri vasıflarla itham edildiğini bildiren tabirlerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün
müttehemün
bi’l-kezibi”,
“fülanün
müttehemün bi’l-vad’i”, “fülanün yesriku’l-hadise”,
“fülanün sâkıtun”, “fülanün metrûkun”, “fülanün
leyse bi sikatin” gibi tabirlerle yapılan cerhler bu kabildir.
Doğrudan yalancılık ve benzeri şeylerle vasıflayan ifadelerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün
kezzâbün”, “fülanün deccâlün”, “fülanün vaddâun”,
“fülanün yekzibü” ve “fülanün yedau” gibi cümlelerle yapılan cerhler bu türdendir.
40
Yalancılıkta mübalağa bildiren lafızlarla yapılan cerhler. Mesela “fülanün ekzebünnasi”, “fülanün
ileyhi’l-müntehâ
fi’l-kezibi”,
“fülanün
ruknü’l-kezibi” gibi deyimlerle yapılan cerhler bu
kısma girer.
Tehzîbü’t-tehzîb Eser İbn-i Hacer el-Askalânî’ye (v. 852h.) aittir. Yukarıda ismi geçen el-Kemâl
fî esmâi’r-ricâl üzerine Hafız el-Mizzî tarafından yapılan Tehzîbü’l-Kemâl isimli kitaba yapılan bir tehzîb[11] çalışmasıdır
Cerh mertebelerinden ilk iki mertebeye giren
râvilerin rivayetleri delil kabul edilmez. Lakin bunların hadisleri i'tibâr maksadıyla yazılır. Geriye
kalan mertebelere giren râvilerin hadisleri ne delil
olarak alınır ne de itibar için yazılır. Bunların hadisleri hiçbir surette dikkate alınmaz .[10]
Sonuç olarak cerh-ta’dîl usulü İslamî ilimlere
kaynaklık teşkil eden bilumum rivayetlerin güvenilirliğinin en büyük teminatıdır. Bu sadece hadis ilimleri için değil, nakle dayalı bütün siyer-tarih vb.
ilimler için de mevzu bahistir.
f-) Başlıca cerh ve ta’dîl kitapları
Cerh ve ta’dil konusu hadislerin tashih ve
taz’îfinde önemli bir yer işgal ettiğinden ilk devirlerden itibaren muhakkık âlimler bu alanda eserler
vermiş, konuyla ilgili müktesebatı muhafaza etmişlerdir. Nitekim senet incelemeleri genelde bu kitaplarda kaydedilen raporlara göre yapılmıştır. Bu
alanda kaleme alınan başlıca eserlerin listesi aşağıda verilmiştir:
et-Târîhu’l-kebîr Bu kitap sika ve zayıf râvileri
konu almaktadır ve İmam Buharî (v. 256h.) tarafından kaleme alınmıştır.
Buraya kadarki anlatılanlar da gösteriyor ki
cerh-ta’dîl usûlü kendi içinde son derece tarafsız,
tutarlı ve gerçekçi kıstaslar üzerine oturmaktadır.
Bu kıstaslar ve üzerine ibtinâ eden cerh-ta’dîl müktesebâtı mevcut hadis rivayetlerinin sahih olanlarını zayıf olanlarından ayırt etmek için
muhaddislerin en sık başvurduğu bilgi kaynaklarındandır. Şurası bir gerçek ki, tarih içinde bazı râvîler haksız ya da abartılı tenkitlere maruz
kalmıştır. Ama muhakkık hadis âlimleri bu kıstaslardan hareketle bu gibi arızaları tespit etmiş ve
mezkûr râvîlerin itibarlarını iade etmiştir. Şu halde
hadis tarihindeki bir iki uç misali gözde büyüterek
top yekûn cerh-ta’dîl müktesebâtını gölgelemeye
kalkışmak adalet ve insaf ölçülerine sığmaz.
...........................................................................................
el-Cerhu ve’t-ta’dîl Bu kitap da hem sika hem
zayıf râvileri ele almaktadır. İbn-i Ebî Hatim (v.
327h.) tarafından yazılmıştır.
Dipnotlar:
1. el-Kâmûsü’l-muhît, c. 1, s. 328.
2. el-Kâmûsü’l-muhît, c. 2, s. 1321.
es-Sikât Sadece sika râvileri konu edinir. İbni Hibbân (v. 354h.) tarafından kaleme alınmıştır.
3. Dr. Nurettin el-Itr, Usulü’l-cerhi ve’t-ta’dîl, s. 7.
4. Tahhân, Usûlü’t-tahrîc ve dirâsetü’l-esânîd, s. 141.
5. A.g.e., s. 141.
el-Kâmil fi’d-duafâ İbn-i Adiyy (v. 365h.) tarafından kaleme alınmıştır ve sadece zayıf râvileri
içerir.
6. Bir râvînin âdil olduğunu beyan eden kimse.
7. Bir râvînin âdil ya da zâbıt olmadığını beyan eden kimse.
8. Allame Mahmut et-Tahhân, hakkında “sadûk” denen ravilerle ilgili olarak İbn-i Hacer’in kendine has bir değerlendirmesinin olduğunu bildirir.
el-Kemâl fî esmâi’r-ricâl Abdulganî el-Makdisî
(v. 600 h.) tarafından yazılmış olup hem sika hem
de zayıf râvileri içerir. Ancak içerdiği râviler kütübi sitte râvileriyle sınırlıdır.
9. İtibar, tek bir râvi tarafından rivayet edilen bir hadisin farklı tariklerini arayarak bu
rivayette ona müşareket eden birinin olup olmadığını tespit etmeye çalışmaktır.
10.
Tahhân, Usûlü’t-tahrîc ve dirâsetü’l-esânîd, s. 144-146.Tehzîb, önceden yazıl-
mış bir kitaba, ihtisar, düzenleme ve gerek görüldüğünde tashih ve ziyadeler yapmak suretiyle kitabın fâidesini itmama yönelik bir nevi telif çalışmasıdır.
Mîzânü’l-itidâl Kabul edilsin ya da edilmesin,
geçmişte hakkında cerh bulunan râvileri konu edinmektedir. Eser Hafız Zehebî’ye (v. 748h.) aittir..
11.Tehzîb, önceden yazılmış bir kitaba, ihtisar, düzenleme ve gerek görüldüğünde tashih ve ziyadeler yapmak suretiyle kitabın fâidesini itmama yönelik bir nevi telif çalışmasıdır.
41
Eylül 2009
Ahmet HALİLOĞLU
İmam
Muhammed
Zâhid
el-Kevserî
(K.S.)
Osmanlı’nın son asrında başlayan ve belki de günümüze kadar uzanan “ Osmanlı’nın (genel anlamda da
İslam Aleminin) geri kalmasındaki en
önemli pay ictihad kapısının İmam-ı
Gazali ile kapanmasıdır” tartışması
günümüzde de devam ediyor. Fıkıh
başta olmak üzere tüm İslami ilim dallarında yenilikler yapılmasının isteyen
bu anlayışın önünde aşılmaz bir kale
olarak İmam Zahidül Kevseri duruyor
ve durmaya da biiznillah devam edecek.
Zahid Efendi merhum Kafkas
muhaciri bir aileye mensuptur. Babası
Hacı Hasan Hilmi Efendi alim ve fazıl
bir kişidir. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretlerinin hulefasındandır.Kendi ismini taşıyan köyde talebe
yetiştirmek ve irşad vazifesi ile hemhal
olmuştur. Zahidül Kevseri merhum işte
Eylül 2009
42
böyle bir ilim ehli ailede 1879/1296’da
dünyaya teşrif buyururlar. İmam Zahidül Kevseri gözünü dünyaya ilim meclisinde açtığı için ilk eğitimini de
babasından aldıktan sonra Düzce’de
muhtelif hocalar da ilim tahsil eder.
Zahid Efendi merhum 15 yaşındayken İstanbul’a gelir. Sene 1894’tür.
İstanbul en keşmekeş devresini yaşamaktadır. Ermenilerin desteklediği ve
Batı’dan esen Sultan Abdulhamid Han
karşıtı modernist rüzgarların yanında
İstanbul’da bir de Afgani rüzgarı esmektedir. Pek çok insanı etkileyen Afgani meselesine ileride değineceğiz.
Zahidül Kevseri İstanbul’da pek
çok alimin derslerine devam etmesinin
yanı sıra Gümüşhanevi Tekkesinin o
dönemdeki postnişini olan Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye intisap
eder. Hasan Hilmi Efendi hem babasının dostu
hem de Kevseri’nin hayatında derin izler bırakmış
olan hocası Alasonyalı Ali Zeynel Abidin Efendi’nin
de üstadıdır. Kevseri merhum İstanbul’da ilk olarak
Eğinli İbrahim Hakkı Efendi’de okumuş, O’nun vefatı ile yine hocasının tavsiyesi ile Alasonyalı Ali
Zeynel Abidin Efendi’ye devam etmiştir.
Zahid Efendi merhum 26 yaşında iken Hocasından İslami ilimleri bitirerek icazet alır. 28 yaşında
ruus imtihanına girerek alim unvanını alır ve Fatih
Medreselerine dersiam olur. Bir yandan talebe
okutmaktayken diğer yandan medreselerin ıslahı
için kurulan bir komisyona seçilir. Ancak burada
karşısına İttihad ve Terakki çıkar. Ne hazindir ki bu
ülkeyi kurtarmak adına yola çıkan İttihad’çılar
zaman içinde muhtelif mahfillerce avlanırlar ve
memleketin insanına yabancı bir hale gelirler. Milletin değerleri onlar için bir şey ifade etmez. Onlar
Jön Türkler döneminde Avrupa’da sürgünde kaldıkları dönemde bu milletin değerlerine yabancı bir
hale gelirler.
Bu komisyonda Zahidül Kevseri merhum İttihadçı’ların tepkisini çeker. Çünkü İttihadçı’lar medreselerin ıslahını değil imhasını istemektedirler.
Medrese eğitimi için gerekli olan süre düşürülmekle
kalmıyor, araya modern bilimlere ait dersler de konulmaya çalışılmaktadır. Zahid Efendi merhum
bunun sakıncalarını ispat edince İttihad ve Terakki’nin kara listesine girer.
O devirde hangi alimler kara listeye girmemiştir ki! Mesela Fatih Çarşamba’da İsmet Garibullah Tekkesi Postişini Bandırmalı Ali Rıza Bezzaz
Efendi vefat edince yerine normalde halifesi Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin geçmesi gerekmektedir.
Ancak Ali Haydar Efendi cennetmekan Sultan Abdulhamid-i Sani’den taraf olması, İttihad ve Terakki’ye muhalefet etmesi nedeniyle kara listede
olduğundan; tekke’ye bir başkası şeyh olarak atanmıştır. Ali Haydar Efendi kendi hakkı olan tekkeye
1914’ten 1919’a kadar girememiştir. 1919’da İttihad ve Terakki iktidardan düşünce hakkına kavuşabilmiştir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye
İttihadçı’ların yaptığı zulmü daha önce anlatmıştık.
Zahid Efendi merhum bu esnada Darü’l Fünun’da Fıkıh hocalığı için yapılan imtihanı birinci
olarak kazanır. Ancak İttihadçı’ların devreye girmesi ile beraber hakkı gasbedilir ve Hocaefendi bu
göreve getirilmez. Darü’l Fünun bugün İstanbul
Üniversitesine dönüşmüştür. Bunun üzerine Hocaefendi Kastamonu’da yeni açılan medreseyi faaliyete
geçirmekle
görevlendirilir.
Üç
yıl
Kastamonu’da kalan Hocaefendi İstanbul’a döndükten bir süre sonra da Süleymaniye Medreselerine dersiam olarak atanır. Hemen akabinde ise
Şeyhülislam’ın ders vekili olur. Bir süre sonra hükümetle anlaşamaması nedeniyle bu görevinden
azledilir.
Zahid Efendi merhum hayatı boyunca Ehl-i
Sünneti müdafaa etmiştir. Hayatı boyunca inandığı
doğruları ölümü pahasına savunmuştur. 1922 senesinde tutuklanması veya suikaste kurban gitmesi
söz konusu olmuş, bir ahbabı kendisine kurulan
tertibi bildirince ailesine bile haber vermeden doğruca İskenderiye’ye giden bir gemiye binmiş ve
memleketini terk etmiştir. Ancak işin doğrusu bu bir
sevk-i ilahidir. Çünkü Türkiye’de bir süre sonra ilim
meclisleri dağıtılacaktır. Mısır ve El-Ezher’de Afgani ve Abduh’un açtığı çığır büyüyecek, devasa
bir kar topu çığa dönüşecektir. Modernist çığın
İslam Aleminin üzerine kar topu gibi düşmesi an
meselesidir. Dinin sahibi olan Allah-ü Teala; Zahid
Efendi merhumu bir hicret-i rabbani ile Mısır’a sevk
etmiş ve bugün bile tartışılan konular da Zahid
Efendi merhumun devasa eserler vermesini sağlamıştır.
Zahid Efendinin Mısır yılları ilim açısından
velut olmasına rağmen maddi sıkıntılar ile geçmiştir. Ailesini hicretinden sekiz sene sonra Mısır’a getirebilmiş,
maddi
imkansızlıklar
yakasını
bırakmamıştır. Şam-ı Şerif’e yaptığı bir seyahatte
parasız kalmış, açlığını su içerek ve ecdad yadigarı el yazması eserleri tetkik ile gidermiştir. 35
yaşlarında evlenen Kevseri merhum bir oğlu ve bir
kızını İstanbul’da iken kaybetmiş, diğer kızı Seniha
Hanım Mısır’a gittikten sonra tifodan hayatını kaybetmiştir. Hayatta kalan diğer kızı Meliha Hanım ise
kardeşinden on dört sene sonra şeker hastalığı neticesinde gözlerini yummuştur. Hicret sıkıntılarının
üzerine bir de evlat acısı yaşayan Zahid Efendi ilmi
faaliyetlerinden geri durmamıştır.
43
Eylül 2009
yardım tekliflerini reddetmiş, kendisine maddi getiri
sağlayacak iş tekliflerini de hakkını eda edemeyeceği gerekçesiyle reddetmiştir. Hey gidi Osmanlı
he! Ne alimler yetiştirmiş. Bugün parasız bırakın kitabı makale bile yazmayanlara en güzel ibret İmam
Zahidül Kevseri’dir. 11 Ağustos 1952’de ebedi
aleme irtihal etmiştir.
Mevla Teala; Efendimiz ile beraber vahyi noktalamıştır. Ancak Ümmetin istikametinin muhafazası, itikadi ve ameli bidatlerin toplumu ifsad
ederek Kuranı ve Sünneti örtmelerinin önüne geçmek üzere her asırda mücedditler göndermiştir. Bu
asrın müceddidi ise hiç kuşkusuz İmam Zahidül
Kevseridir.
Zahidül Kevseri ve Talebesi Abdulfettah
ebu Gudde
İmam Zahidül Kevseri’nin hayatında bendenizi etkileyen en önemli meselelerden birisi Hocaefendi’nin ilme olan tutkunluğudur. Hocaefendi ; 65
evet atmış beş yaşındayken Mısır’da Şeyh Yusuf
ed-Dicvi’nin önüne diz çökmüş,O’ndan İmam Malik’in Muvatta’sını okumuş ve icazet almıştır. Bugün
icazete gerek yoktur diyenlerin kulakları çınlasın.
İlmin yaşı ve emekliliği olmaz sözünün en güzel ispatıdır.
Mısır’da gayret-i diniye sahibi bazı yayınevi
sahipleri ile irtibata geçerek el yazması eslafın
eserlerini bastırmakla kalmamış, reformist akımlara cevap mahiyetinde eserler kaleme almıştır. Bu
çok tepki çekmiş, Mısır’dan sınır dışı edilmesi için
sayısız defalar girişimde bulunulmuştur. Ama Allahu Zulcelal O’nu Mısır’da tutmuştur.
Zahid Efendi merhum ömrünün son senesinde önce gözünden rahatsızlanmış, ardından
prostat hastalığına düçar olmuştur. İlaç almak için
kitaplarını satmaya başlamıştır. Kendisine gelen
Eylül 2009
İmam Zahidül Kevseri Türkiye’deyken 23, Mısır’da iken 31 adet eser kaleme almıştır. 40 tane
esere tahkik ve talik yazarak neşrettirmiş, 3 tane
eseri de Türkçe’den Arapça’ya tercüme etmiştir.
Kevseri merhumun Türkiye’de kaleme aldığı eserlerin hemen hemen hepsi neşredilmemiş ve akıbetleri de meçhuldür.
Kevseri Külliyatının baş eseri Te’nibü’l Hatib’dir. Hatib el Bağdadi’nin Tarihul Bağdad isimli
eserinde İmam-ı Azam hakkında naklettiği rivayetleri tek tek ele almış, senet, metin ve sıhhat bakımından incelemiş, hatalı kısımları çürütmüştür.
İmam-ı Azam müdafaası yapan eserler içinde Kevseri’nin bu eseri şaheser niteliktedir. Kevseri merhumun ilmi dirayetini bugün ülkemizde pekte
bilinmeyen cerh ve tadil ilmindeki maharetini gözler önüne sermektedir. Bu eser İslam Aleminde
Kevseri merhumun ilmi otoritesini pekiştirmiştir.
Hatta Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum “
Dostum Zahid Efendinin sahili olmayan iki deryada
hadis ve fıkıh ilminde emsalsiz olduğunu itiraf ediyorum.
En-Nüketü’t Tarife isimli eserinde ise Zahidül
Kevseri İbni Ebi Şeybe’ye reddiye mahiyetindedir.
İbni Ebi Şeybe 125 mesele de İmam-ı Azam’ın hadislere muhalefet ettiğini ileri sürmüştür. İmam Zahidül Kevseri bu meseleleri tek tek ele almış ve
İmam-ı Azam’ın büyüklüğünü, ilmi kemalatını ispat
etmiştir. İmam el-Kevseri; 125 meselenin yarısında
44
Zahidül Kevseri’nin
Mısırdaki Kabri
İmam-ı Azam’ın farklı hadisler ile amel ettiğini, geri
kalan kısmın beşte birinde İmam-ı Azam’ın ayetler
ile hareket ettiğini, ikinci beşte birlik kısımda İmamı Azam’ın meşhur haberler ile amel ettiğini, üçüncü
beşte birlik kısımda İbni Ebi Şeybe’nin meseleyi
yanlış anladığını, dördüncü beşte birlik meselede
İmam-ı Azam’ın anlayışının inceliğini sergilediğini
söyler ve İmam-ı Azam’ın bir sevap aldığı mesele
sayısının İbn-i Ebi Şeybe’nin iddia ettiği gibi 125
değil ancak on civarında olduğunu ispat etmiştir.
İmam-ı Azam’ın seksen üç bin meseleyi vuzuha
kavuşturduğu düşünülürse İmam-ı Azam’ın büyüklüğü gözler önüne serilecektir.
Bugün modernistler tarafından sık sık gündeme getirilen İsa as’ın nüzulüne dair telif ettiği
Nazratün Abirah isimli eserinde İmam Kevseri; bu
meselenin Kuran, Sünnet ve icma ile sabit olduğu
ispat etmiştir. Bu eserinde nüzul-u İsa as ile ilgili
hadislerin manevi mütevatir olduğunu ve icmanın
ise kati olduğunu bildirerek Ehl-i Sünnetin bu mesele ile ilgili görüşünü ortaya koymuştur. İbni Teymiyye ve İbni Kayyım başta olmak üzere Ehl-i
Sünnetten ayrılan her kesim İmam Zahidül Kevserinin feyizli ve berrak kaleminden nasibini almıştır.
Zahidül Kevseri Hazretleri ; bir yandan da
alim yetiştirmiştir : Abdulfettah Ebu Gudde, Muhammed Avvame, Ahmet Hayri, Emin Saraç, Ali
Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkçiler gibi mümtaz şahsiyetler rahle-i tedrisinden geçmiştir. Talebelerinden Suriyeli Abdulfettah Ebu Gudde asrımızın
muhaddisi olarak telakki edilmektedir. Ebu Gudde
hocasına büyük bir bağlılıkla ile tutkundur. Türkiye’ye geldiklerinde Fatih Camii’nde hocasının ders
okuduğunu/okuttuğunu öğrenince hıçkıra hıçkıra
ağlamış; Düzce’de hocasının annesi ve babasının
kabirlerini arayıp bulmuştur. Talebeleri dağıldıkları
ülkeler de Ehl-i Sünnet itikadının müdafileri olarak
hizmetlerini sürdürmüşlerdir
Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf edDicvî, Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf,
Abdurrahman Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh
Ebû Gudde, Emin Saraç gibi pek çok alim İmam
Zahidül Kevseri’nin asrın müceddidi olduğunda
müttefiktirler. Allah şefaatlerine nail eylesin.
45
Eylül 2009
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden
Alla h’a Güve nm e k
İbn-i Ömer (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Sizden biri Cuma gününe yetişirse, (namaza gitmeden
önce) gusül abdesti alsın.”
Bu hadis-i şerif, ilahî münacatın büyüklüğünden bahsetmektedir. Kul, namaz kılarken – bilhassa Cuma gününde ve Cuma namazında- Rabbiyle gizlice konuşur. İnsan o günde, Hakk’ın huzurunu
ziyadesiyle müşahede eder.
Hadiste bahsi geçen guslün manası, kalbi maddi ve manevi
bütün kirlerden yıkamaktır. Fıkhî yönden böyle bir temizlik şart olmamakla birlikte bu sır, guslün sırlarından bir tanesidir. Gusülde,
ancak ehli olanın anlayabileceği akıllara durgunluk veren batini sırlar mevcuttur.
Ey oğul!
Allah’ın nizamının güzelliğine, işlerinin inceliğine ve her şeyin
üzerindeki hâkimiyetinin büyüklüğüne bakan kimse, Allah’ın, yaptıklarından ötürü hesaba çekeceğini bilmesi gerekir. Kulların perçemleri, O’nun elindedir ve kullarını istediği gibi evirir çevirir. Onların
mutluluğu ve mutsuzluğu, O’nun hikmetinin içine gizlenmiştir. Hiç
kimse O’nun kararına karşı çıkamaz ve hükmünü eleştiremez.
Kul, zikredilen bu manaları kendi zatında gerçekleştirdiğinde
Allah’a sarılır, O’na teslim olur ve her şeyini O’na havale eder. O’nun
manevi huzurunda muzdarip bir hâlde durur. Artık O’nda ne güç, ne
kuvvet, ne tercih, ne bağ, ne tedbir ne de soru kalır.
İki cihanın huzuru ve neşesi, Allah’a sımsıkı sarılmakla elde
edilir. İki cihanın kederi ve sıkıntısı da, Allah’tan başkasına bel bağlamakta, kendinde bir güç, bir kuvvet olduğunu zannetmektedir.
Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah (s.a.v) Efendimize hitaben buyurduğu
“De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir
fayda veya zarar verecek güce sahip değilim…” ayetine ve
Allah ile Musa (a.s)’ın çöldeki buluşmalarında Musa (a.s), “Ben
kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum…” sözüne karşılık gösterdiği muameleye bakmaz mısın?
Ârifler, “Hemen pabuçlarını çıkar!” ayetinin manasını, ‘kalbinden eşini, çocuğunu ve Allah’tan gayrı ne varsa her şeyi çıkar’
şeklinde yorumlamışlardır.
Sonra Allah Teâlâ Musa (as)’a sordu: “Şu sağ elindeki nedir
ya Musa?” o da şu cevabı verdi: “O benim asamdır.” Bu sözü ile
asaya güvendiğini ima etti. Allah Teâlâ’nın, onunla ne yaparsın sorusuna “Ona dayanırım.” cevabını verdi. Bunun üzerine şu emri
Eylül 2009
46
aldı: “Yere at onu ey Musa. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi!”
Allah Teâlâ ona şöyle dedi: “Ey Musa! Kalbinin benden başkasına güvenmesinden dolayı, kendisine dayandığını söylediğin bu şey, sana düşman kesildi.” Allah Teâlâ, Musa (as)’ın,
hatasını anlayarak kalbine yöneldiğini görünce: “Onu al! Korkma!
Dedi.”
Rasûllulah (s.a.v) Efendimize de şu emir geldi:
“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası, bize asla
erişemez…”
Bir kutsî hadiste şöyle buyruldu:
“Başına bir belâ gelen kul, beni bir kenara atıp yarattıklarıma bel bağlarsa, ona katımdan gönderdiğim yardımı keser,
onu kendi kendisiyle baş başa bırakırım!
Başına bir belâ gelip yarattıklarım yerine bana sarılan kuluma daha istemeden muradını verir ve dua etmeden önce duasını kabul ederim”.
Rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Hak, Dâvud (a.s)’a şöyle vahyetti:
“İzzetim, celâlim, azametim ve yarattıklarıma olan üstünlüğüm hakkı için, kullarımdan biri insanları bırakıp bana güvenirse, bu hâli sebebi ile yedi kat gökte ve yedi kat yerde
bulunanlar, kendisine düşman olsalar dahi onun için bir kurtuluş yolu açarım.
İzzetim, celâlim, azametim ve yarattıklarıma olan üstünlüğüm hakkı için kullarımdan birinin kalbinde, beni bırakıp insanlara güvendiğine dair bir his olduğunu sezersem, kurtuluş
yollarını keser, ne yanda helâk olduğunu umursamam. Kalbini
oyalayıcı işler, hırs ve asla ulaşamayacağı arzularla doldururum!”
Bir başka rivayet ise, şöyledir:
“Bir kimse Allah’a sığınır, ondan yardım dilerse Allah,
bütün insanları bu kuluna muhtaç eder. Onu, hikmetiyle konuşturur ve iki cihanın şahı yapar. Bir kimse de Allah’ı bırakıp
mahlûkata dayanırsa Allah onu kendi haline bırakır, ona sıkıntı
verir, dünya ve ahretin hayır yollarını kapar!”
Büyükler bu hususta şunları söylemişlerdir:
“Elinizden geldiği kadar, dünyalık işlerden uzak durun. Kalbinizle Allah’a dönün. Cümle işlerinizde, O’na güvenin ve O’na sarılın.
Çünkü bir kul, kalbini Allah’a bağlarsa, Allah Teâlâ da kulların kalplerini ona bağlar. Bir kimse, Allah’a dayanırsa, her ihtiyacı için Allah
ona yeter.”
47
Eylül 2009
Mustafa AKCAN
Vefatının 17. yılı
münasebetiyle
BİR İSTİKAMET VE GÖNÜL İNSANI
HACI ŞABAN EFENDİ
HAZRETLERİ
Bayburt ilinin yetiştirdiği çok kıymetli şahsiyetlerden birisi olan Hacı
Şaban Efendi,1901
Yılında Bayburt Merkez Veysel
Efendi Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.1992 yılında Bayburt’ta çok sevdiği
Rabbi’ne kavuşmuştur. Kabri, Bayburt’un Kaleardı Mahallesi’nde mürşidi Ahmet Baba Hazretleri’nin
kabrinin yanındadır.
Hacı Şaban Efendi, savaş ve seferberlik yıllarının acılarını yaşamış,
küçük yaşta babasını kaybetmiştir.Annesine itaatte kusur etmemiş,onun
hayır dualarına mahzar olmuştur.
Gençliğinde ticaretle meşgul olan Hacı
Şaban Efendi, bir defasında eve geç
gelmiş, annesini uyandırmamak için
sabah namazına kadar kapıda beklemiş. Bu durumdan etkilenen annesi
şöyle demiş:
Eylül 2009
48
- Oğlum Allah’ım seni efendimize komşu etsin.Hacı Şaban
Efendi olasın. Herkes senin kapına
gelsin.Darlık ve yoksulluk görmeyesin.
İndi ilahide makbul olan bu dua
aynen tahakkuk etmiştir.Hacı Şaban
Efendi,fırsat buldukça ilim ve gönül
ehlinin sohbetlerine katılır ve onlardan
azami derecede istifadeye çalışırdı.
1938 yılında Rüfai Tarikatı halifesi Kaleardılı Ahmet Baba ile tanışmış, ona bağlanarak seyir ve sülukunu
tamamlayıp ihlas ve samimiyetinin
mükafatını almıştır. Ahmet Baba hayattayken onu, halife olarak tayin etmiştir. Bu duruma itiraz edenlere
Ahmet Baba şu önemli cevabı vermiştir:
- Bu iş eğer bizim elimizde olsaydı bu görevi
oğlum Yakup’a verirdim.
Şöhretten ve gösterişten çok kaçınır, sık sık
“Şöhret afettir.” derdi.
Hacı Efendi aldığı bu ulvi görevin sorumluluk
ve ağırlığını derinden hissetmiş, son nefesine
kadar en güzel şekilde taşımıştır.
Anne baba hakkına dikkat çeker, şöyle derdi:
Hacı Şaban Efendi, uzun boylu, yiğit ve heybetli bir görünüşe sahipti. Başlarına siyah sarık
sarar, gözlerine sürme çekerlerdi. Yaz kış uzun
palto giyer, hızlıca yürür ve elinde asa taşırdı. Onu
gören kendine çeki düzen verir, Cenab-ı Hakk’ı hatırlardı. Az yer, az uyur ve lüzumsuz konuşmazdı.
Kahkaha ile gülmez tebessüm ederdi. Kendisinde
“Celal” sıfat tecellisi hakimdi. Museviyyül meşrepti.
Allah’tan başka hiç kimseden korkmazdı.
Misafirlerine ve talebelerine kardeşim manasına gelen yöresel “gardaş” ifadesini kullanırdı.
Alimlere büyük değer verir , “İlmin önüne geçilmez.” diyerek alimlerin önünden yürümezdi. Ziyaretine gelen ilim ehline şunları söylerdi:
- Biz zor zamanlarda yetiştik,yeterince ilim
tahsil edemedik. Eğer bir hatamızı ve eksiğimizi
görürseniz ,Allah için ikaz edip düzeltiniz.
Bağlılarına sık sık şunu söylerdi:
- İlmihalinizi öğreniniz. Zira kadın erkek her
Müslüman’a ilmihalini öğrenmek farzdır
İlmihalin önemi üzerinde durur, “Amelde
noksan olanı imam ediniriz de,itikatta noksanı
imam edinemeyiz.” derdi.
İbadetlere, bilhassa namaza çok değer verir,
cemaate devam eder, sabah namazını ekseri Ulu
Cami’de kılardı. Nafile ibadetlere dikkat eder, geceleri uyanık geçirir, çok Kuran okurdu. Pazartesi
ve perşembe günlerini devamlı oruçlu geçirir, perşembe günleri hanelerinde iftar yemeği verirdi.
O, Hazreti Peygamberi örnek almış,O’nun
ahlakını hayatının her alanına taşımaya çalışmıştır.
Çok cömertti. yoksulları, yetimleri, sakat ve hastaları özellikle gözetirdi. Sağ elinin verdiğini sol eli
görmezdi.
- Ana babaya itaat eden Allah’a itaat etmiş
olur. Evliler için ana baba dörttür. Kişi kendi
ana babasına gösterdiği hürmeti kayınpeder ve
kayınvalidesine de göstermek zorundadır.
Aile kurumuna önem verir, anne babanın
güzel ahlakla çocuklarına örnek olmalarını ister,
“Ahlak evde belli olur.” derdi. Çocuk terbiyesinin
önemine dikkat çeker, anne babanın çocuklarına
dini ve peygamberi tanıtıp sevdirilmesini isterdi.
İnsanların ayıplarını yüze vurmazdı. Gördüğü
hata ve eksikleri genel olarak açıklardı. Özel istişare ve görüşme taleplerini kabul eder yol gösterirdi. Komşuluk hukukuna dikkat çeker komşulukla
ilgili hadisleri okurdu.
Helal lokmanın önemi üzerinde durur, faizin
yaygınlığının aile ve toplum ahlakını bozduğunu
belirterek , “Ribasız lokma kalmadı.” derdi.
Yirminci asırda yaşayan bir sahabe gibiydi.
İstikamet insanıydı. Doğruluğun Müslüman’ın en
önemli özelliği olduğunu vurgular, doğrulukla ilgili
hadisleri okurdu. “Bizi aldatan bizden değildir.”
hadisi şerifini tekrarlardı.
Tam bir teslimiyet ve rıza insanıydı. Büyük
oğlu Recep Efendi’yi kalp krizinden kaybedince
söylediği şu sözler O’nun bu yönünü çok daha iyi
ifade etmektedir:
- Ölüm sıra ile olsaydı sıra bizdeydi. Takdiri
ilahi böyleymiş. Allah’ın takdirinden razı olmayandan Allah da razı olmaz. Biz Rabbimizden
razıyız. Her pazartesi ve cuma sabah namazından
sonra Ulu Cami’de yaptırdığı cehri zikir ibadetini o
sabah da aksatmayarak yaptırmıştır.
Tarikat anlayışı kitap ve sünnet üzere idi.
Kitap ve sünnete uymayan her söz ve davranışı
reddederdi. Sık sık şu dörtlüğü okurdu.
49
Eylül 2009
Şeriattır cümle işlerin başı,
Şeriatsız tarikat şeytan işi.
Tarikat ehlinde yoksa şeriat,
Onun şeyhi şeytandır mutlak.
Keramet izhar etmekten çok kaçınırdı. Bir insanın havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü
görseniz, eğer sünnete muhalif bir hareketi
varsa iltifat etmeyiniz.
- “Kitap ve sünnete uymayan her şey batıldır.” derdi. Bağlısından dinlediğim şu olay O‘nun
bu yönünü çok güzel vurgulamaktadır.
- Yeni bağlanmıştım.Nefsim bana durmadan
şunu telkin ediyordu. Sen okumuşsun, makam sahibisin, zenginsin, asilsin gittin ümmi birine bağlandın, bir kerametini bile görmedin. Bu hal bende
bir hafta devam etti. Bir sabah namazı çıkışı ortanca oğlu yanıma yaklaşarak bütün dünyamı değiştiren şu sözleri söyledi.
- Babamın selamı var. Diyor ki :-Nedir bir haftadır keramet talep ediyor ? –Kerameti nefis ister.
Eylül 2009
Allah-ü Azümüşşan ise istikamet ister. Beğenmiyorsa dersimizi iade edebilir.
O, bir istikamet insanıydı. Bağlılarını da öyle
yetiştiriyordu. Müminin tevazu sahibi olmasını isterdi. Gurur, kibir ve riyadan nefret eder:
- “Azameti Kibriya Hakka yarar,
Kul olanda o sıfatlar ne arar.” buyururdu.
Cehaletin insanın en büyük düşmanı olduğunu şu sözlerle dile getirirdi:
- Rahmetli Ahmet Baba buyururdu ki:
- “At gübresi işe yararda cehalet işe yaramaz.”
Nefsin zaaflarına karşı dikkat çekerek bilhassa erkeklere hitaben:
- “Müslümanlık beyaz baldırla sarı altında
belli olur.” derdi.
Alçak gönüllü ve mütevazıı idi, dünyaya pek
değer vermezdi.
50
Kendini kimseden üstün görmez, şu beyti
okurdu.
- “Eller yahşi biz yaman (Başkaları iyi, biz
kötü)
Eller buğday biz saman(Başkaları değerli,
biz değersiz.)”
Adalet ve hak kavramları onu en çok etkileyen kavramlardı. Allah’ın hukukunu yerine getirmemenin ezikliğini iliklerine kadar hisseder gözleri
dolarak şu dörtlüğü okurdu.
- “Nebilem nede kaldı,
Gemim deryada kaldı.
Esmedi badı saba,
İşim feryada kaldı.
Son nefeste imanla gitmenin önemine değinir:
- “Gardaş, İslam üzere yaşar, iman ile ölürsek bundan büyük devlet yoktur.” derdi.
Ölümü sık sık hatırlatır:
- “Mümin önünü görür, önü kabirdir.” derdi.
şu dörtlüğü okurdu:
Bir ölüm var bizim için her zaman,
Bilmeyiz ki geleceği ne zaman,
Elde fırsat, dilde ruhsat,
Kıl tedarik her zaman.
Engin bir merhamet sahibiydi. Şu peygamberi davranış onun bu yönünü en güzel şekilde
ifade etmektedir.
Rahmetli Ahmet Yağmur ‘dan dinlemiştim.
- “Yeni bağlanmıştım. İkindi namazından çıktık, koluna girdim eve gidiyorduk. Yolda yaşlı ve
sakat biri limon satıyordu. Bana dönerek:
- “Bu gardaştan limon alalım.” dedi. ve limon
sandığına eğildi. Ben de eğilerek limonların iri ve
sulu olanlarını seçmeye başladım. Kolunu bana
dokundurarak onları bırak dedi. Birde ne göreyim!
Sandıkta ne kadar çürük limon varsa onları toplamış. Aldığından çok para verdi. Giderken bana;
- “Gardaş bu insan sakat. Ailesi kalabalık.
Çürüklerini biz alalım ki sağlamlarını başkalarına satarak geçimini temin etsin.”
O bir edep insanıydı. Edebe önem verir, “Hayası olmayanın imanı olmaz.” Diyerek “Haya
imandandır.” Hadisine dikkat çekerdi.
Beraber hacca giden bir talebesinden şunları
dinledim.
- “Beraber hacca gittiğimiz için çok sevinçliydim. En çokta Resulullah (S.A.V) Efendimizin ziyaretinin nasıl olacağını merak ediyordum.
Ravza-i Mutahhara’ya girdiğimizde ilk gün
Hacı efendi, Cibril kapısının hemen eşiğinin yanına
oturdu. İkinci gün biraz daha ileriye oturdu. Üçüncü
gün Huzuru Risalet’e vardı. Gözlerinden yağmur
gibi yaş akıyordu. Bir görevli ikaz için yaklaştı.
Ancak O’ndaki samimiyeti ve vakarı görünce vazgeçti. Biz de Resulullah’a saygı ve edebin nasıl olması gerektiğini anlamış olduk.
Bizler o güzel insanları ne kadar anlatırsak
anlatalım yine de hakkıyla anlatmış olamayız.
Çünkü onları en güzel şekilde şu Ayeti Kerimelerle Halik-ı Zülcelal Hazretleri anlatıyor.
Onlar: “Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı affet ve bizi ateşin azabından koru.” diyenlerdir
Onlar, sabredenler, doğru olanlar, itaat
edenler, infak edenler, seherlerde istiğfar edenlerdir. (Al-i İmran suresi 16-17. ayetler)
Bağlıları ona “Sultan” derlerdi. O, gerçekten
gönüller sultanıydı. O’nu şimdi daha çok anlıyoruz.
O, nefsin ve şeytanın fırtınalarından korunmak için
sığınılacak huzur limanıydı.
O’nun yokluğunu Bayburt olarak şimdi daha
derinden hissediyoruz. Yerleri doldurulamayan bu
büyük insanları Cenab-ı Hakk bu topraklardan
eksik etmesin. Bu gönül ve istikamet insanını rahmet ve şükranla anarken yolunu izleyenlerin ondan
aldıkları ışığı gelecek kuşaklara taşımalarını en
kalbi dualarla Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.
51
Eylül 2009
Osman KARABULUTOĞLU
PEPGAMBERLER
MUCİZELER… (6)
Evet bir önceki yazımızın hitamında: ‘…Tecrübî ilme güvenen ve onu aklî ilmin üstünde tutanların iddialarının batıl olduğuna tembihte
bulunduk. Öyle ki bu düşünce inkârcı asrın esasıdır’ demiş, bunun öncesinde de bir takım nakiller
yapmıştık.
Hume gibi mülhit filozoflardan, inandığı
halde mucizeyi muhal görenlere karşı, böyle düşünenlerin düşüncelerini ret sadedinde nakiller
yaptığımdan dolayı ayıplanamam. ki, onlar çağdaş ilmin dayanağı olan tecrübî ilimlere güvendiklerini, aklî ilme güvenmezler, berikiler ise (nakil
yapılanlar) Allah’a (cc) Nebiye ve mucizelere asla
ve kata inanmazlar. Zira ben sözü söyleyene
değil, söze bakıyor o söz ve düşüncelerden hangisi daha güçlü ise onu takip ediyorum. O düşünceyi ser dedenin akidesi benim akidemdenmiş
veya karşıtı imiş orası beni alakadar etmiyor; bilakis beni, hasmın cümleleri arasında teyit eden
cümleler ilgilendiriyor.
Eylül 2009
52
Evet tabiat kanunlarına aykırılık iddiasıyla
onu delil göstererek mucizeyi inkar edenlere karşı,
malum felsefecilerden tabii kanunların kıymeti ile
dan naklettiğin sözler kadar, diğer filozoflardan
naklettiğim ve bu kitapta şahit olduğum düşünceler
beni mesrur etmedi.
alakalı düşünceler serdedip konuşuyorsa hem de
bu söz ondan mucizeyi benim söylediğim gibi ispat
için söylenmiyorsa? Ki Hume’nin tabii kanunlara
karşı itirazı bir haktır; hem de Hume, peygamber-
Zira ben, Lobun’un sözlerinde, birinci babın
4. faslının sonunda geçtiği gibi Cenabı Hakkın varlığına en beliğ ve sarih şahadeti buldum.
lere, onların mucizelerine, müminlere iltifattan da
çok uzaktır. Böyle bir itham ona yapılamaz.
Hume diyor ki: ‘İnsanlar, ağır cisimlerin yere
düşüşü, nebatatın gelişimi, türlerin gelişimi, gıdaların bünyeyi geliştirmesi gibi tabii hadiselerde bir
müşkül görmezler. Bu neticeyi doğran kuvvetin
(ilahi güç) olduğuna kanaat ederler, onlara göre bu
neticelerde bir hata payı da yoktur. Hakikat de ise
onlar, hadiseler öyle cereyan ettiği için tecrübî açıdan gördükleri illete muvafık malulün varlığına hükmediyorlar. Artık onları o illetin malulünün
varlığından başka bir malule inandırmak çok zordur. Lakin yine onlar, bir zelzele vukuunda veya
olağanüstü bir hadisede, bir musibet karşısında,
görülmeyen bir kuvvete inanırlar, bununla beraber
Hume’nin sözlerinde ise mucizelerin muhal
olduğunu iddia eden ve o mucizeleri inkar edenlere
karşı en güçlü reddi müşahede ettim. Bu Hume’ki
Allah’ın varlığını inkar ettiği için mucizeyi açıkça ret
ve inkar eder. Çünkü Allah’ın varlığını kabul ettikten
sonra mucizeyi inkar etmenin bir anlamı yoktur.
Hasılı mucizeyi, Allah’ın varlığını inkar edenden başkası inkar etmez. Gariptir filozof ve düşünce erbabının cumhuru, alemin nizamının
kendinden olduğuna tutunuyor ve inanıyorlar da diyorlar ki: ‘Alemin nizamı eşyanın tabiatındandır,
yani kendindendir, mucize ile onun yırtılması mümkün değildir.’ Aslında bunlar Allah’ın varlığını inkar
ettiklerinde alemin nizamlayıcı olduğunu da inkar
etmiş oluyorlar.
akıl ve irade sahibidirler ve onlar yani insanların çoğunluğu, izahı mümkün olmayan bu hadiseleri o
üstün kuvvetin yaptığına hükmederler.
Bu arada şunu da belirtiyim ki, derin düşünce
sahibi kişiler ve filozoflar, her gün meydana gelen
bu mutat hadiselerin, mutat olmayan hadiselerde
olduğu gibi izahı gayri kabil olduğunu bilirler, bun-
Halbuki bu kitapta geçtiği üzere okuyucu biliyor ki; İnkarcıların önderi, hamisi avukatı Bohner:
Alemin nizamının karmaşa ve tesadüften ibaret olduğunu söylüyor, öyle ise o, nasıl mucize konusunda mucizenin alemin nizamına muhalif
olduğunu iddia edebilir? Zira o mucizenin inkarından önce alemin nizamını inkar ediyor!
dan dolayı da bütün hadiseleri, mutat olmayan hadiseleri yapan kuvvete atfederler. Bunlara göre her
malulün gerçek illeti fıtrî kuvvettir; bundan da öte
bu, en yüksek varlığın iradesidir.’
işte bu sözler, onların (mucizeyi inkar edenler), bütün güçlerin teke indirgenmesini ve her
şeyin en yüce varlığın iradesine reddi gerektiğine
hükmettiklerini ve bunu tasvip ettiklerini içerir. Ki,
felsefecilerin mülhitlerinden ve mucizenin inkarcılarından olamasın rağmen Hume’ den sadır olması
calibi dikkattir.
Hume ve yine mülhit filozof (Costaf Lobun)
Amma bir takın insanların nezdinde Allah varlığına inanılıyorsa, buna böyle inandıkları halde
sonra semavat ve arzı yaratmaya güç yetiren ve
nizamlayan Allah’ın, o nizamın parçalarından en
küçüğünü değiştirerek mucize yaratmasını inkar etmeleri, inkarcıların ahmaklığından daha farklı bir
ahmaklıktır; ondan daha büyük değilse de daha
açık bir ahmaklıktır. Eb-el-‘alai-nin sözü ne de
güzel:
İnsan, Allah’a inandığında zeki ve itaatkar
olsun
İmanına küfrü karıştırmasın
53
Eylül 2009
Aydın BAŞAR
aydin_basar@hotmail.com
Yunus Ve
Mevlana’ya
Atılan
“Dinler
üstü”
İftirası
Çağımızda İslâm’a dil uzatmayı marifet
sanan bir kısım sözde aydınlar “Bu ne perhiz
bu ne lahana turşusu” deyimini doğrularcasına Mevlâna ve Yunus’u benimsemiş göründükleri halde onların savunduğu din olan İslâm’ın öğretilerine laf atabiliyorlar. Bu büyük
bir çelişki değil midir? Bunlar ya İslam’ı bilmiyor; ya da Mevlana’yı ve Yunus’u tanımıyor olmalılar. Veya her ikisi de birden söz konusu…
Oysa Profesör Dr. Hüsrev Hatemi’nin de dediği gibi; “Mevlâna’nın hayatı karanlıkta kalmamıştır. Fakat Mevlâna için uzun süreden
beri mikrofon edebiyatından başka ne yapıyoruz?” (Türk Aydını Dünü- Bugünü, İstanbul, 1991, s. 89) Aynı tavır kuşkusuz Yunus
Emre ve diğer büyük zatlar için de geçerlidir.
Onların bu sevimsiz tavırlarının bir uzantısı da Mevlâna’yı ve Yunus’u sanki “dinler
üstü” kimselermiş gibi gösterme çabası olmuştur. Açıkçası onlar bu tutumlarıyla bu büyük isimleri kendi batıl ideolojilerine alet etmeye çalışıyorlar. Bu zatları insanlara
Eylül 2009
54
olduklarından farklı tanıtarak bundan bir şekilde
nemalanıyorlar. Yok hümanistmiş, yok insancılmış,
yok demokratikmiş… Hatta onları evrimci yapanlar
bile var.
“Canım tenimde oldukça
Kuran’ın kölesiyim ben,
Allah’nın seçkin
peygamberi Hz.
Muhammed’in yolunun
toprağıyım. Her kim
benden bunun dışında
bir söz naklederse hem
o sözden şikayetçi
olurum, hem
nakledenden.”
Bu zatları anlama konusunda nasipsiz olan
kimselerin, yerli yersiz bir takım yorumlar yapmaları
bir çeşit kültür kirlenmesine de sebebiyet vermiştir.
Bu durumu Hüsrev Hatemi şöyle değerlendirir:
“Mevlâna, Yunus Emre, Mehmed Âkif ve daha birçoklarının etrafında onların savunucusu olduklarını iddia eden aslında bu kişiliklerin yanlış tanınmasına yol açmaktan başka işe yaramayan, çeyrek
aydın tabakası olmuştur. Mesnevi’yi kendimiz okuyarak, Yunus Emre’yi ve Sâfâhat’ı kendimiz okuyup
düşünerek kültür kirlenmesinden korunmak mümkündür.” (A.g.e., s. 89, 90)
Mevlâna hiçbir zaman İslâm’ın dışında kalan
uydurulmuş bir dini veyahut bazı batıl ideolojileri benimsemiş değildir. Allah katında tek din olan İslam
dininin göstermiş olduğu dosdoğru çizgiden zerre
kadar sapmamıştır. Diğer dinlere karşı ise son derece seviyeli bir yaklaşım içerisinde olmuştur. “Gerçekte Mevlâna bütün dinlere saygı göstermiştir.
Ama bütün dinleri eşit gördüğü için değildir. Netice
de Mevlâna dinler üstü bir inancın taraftarı değil, İslamiyet’in özüne vakıf bir Müslüman’dır.” (Emine,
Mevlana Celâleddin Rûmî, Ankara, 1997, s. 112)
Mevlana eşsiz öğütleriyle âdeta yetmiş iki milletin derdine devâ, ruhî hastalıklarına bir şifa gibidir. Bu bakımdan ona İslam dışı inançlara inanan
kimselerin de ilgi göstermesi son derece normaldir.
Ona olan bu büyük ilgi yeni bir durum da değildir.
Nitekim onun cenaze töreni bu tespiti doğrular mahiyettedir. Cenazesinde Hıristiyan ve Yahudiler “Biz
dinimizi ondan öğrendik” diyerek Müslümanlarla
birlikte yürümüşlerdir. (Bkz. Yeniterzi, a.g.e., s.112)
Abdulbaki Gölpınarlı cenaze törenindeki bu manzarayı şöyle anlatır: “Bilginler, sufiler, ahiler, futüvvet erleri, rintler, hükümet ricali ve... ve Hıristiyanlar, Hıristiyan papazları, Yahudiler ve Hahamlar,
bütün insanlık, Mevlâna’yı baş üstünde taşıyordu.
Papazlar dini ayinlerini yapıyor, Hahamlar Tevrat
okuyordu. Bir ara hamervahlardan biri Hıristiyanlarla, Yahudileri bu törene karışmaktan menetmek
istedi. Feryat ettiler; o bizim Mesih’imizdi, o bizim
İsa’mızdı. Musa’nın İsa’nın sırrını biz onda gördük.
Güneşti o, güneş bir yeri değil bütün dünyayı ay-
dınlatır. Bir papaz, gözyaşlarını yeniyle sildi de hıçkırıklarla bağırdı; Mevlâna ekmeğe benzer, ekmekten kaçan var mıdır ki?” (Gölpınarlı, a.g.e, s.
21)
İslam dışı dinlere inanan kimselerin Yunus
ve Mevlana’ya olan ilgilerinden yola çıkarak onlar
için “dinler üstü kimselerdir” yorumunu yapmak isabetli değildir. Çünkü onların yaydığı öğretiler apaçık
İslam’ın öğretileri iken, bu gerçeği es geçerek bir
değerlendirme yapmak bizi yanlış bir yere götürür.
Neticede Sezai Karakoç’un da dediği gibi;“Mevlâna bir İslâm ereni, bir İslâm önderi, bir İslâm düşünürü, bir İslâm şairidir. Bu en basit gerçeği bile
saptırmak için nice yıl ne diller dökmediler.” (Karakoç, Mevlâna, İstanbul, 1999, s. 77) Zaten Mevlana’nın hepimizin bildiği şu tek sözü bile bu konudaki
hakikati ortaya koymaya yetmektedir:
“Canım tenimde oldukça Kuran’ın kölesiyim
ben, Allah’nın seçkin peygamberi Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım. Her kim benden bunun
dışında bir söz naklederse hem o sözden şikayetçi
olurum, hem nakledenden.” (Rubailer, Rubai 1052)
55
Eylül 2009
HAZRETİ PÎR’İN
ABBÂSÎ HALÎFESİ
EL-MÜSTENCİDBİLLAH’A
NASİHATLERİ
Salat ve selam mahlukatın efendisi Allah’ın
kulu ve sevgilisi Muhammed Mustafa’ya (s.a.v)
olsun. Bu risale, fakir Ahmed b.Ali Ebi’l-Hasen’den
mü’minlerin emiri Halife Ebu Ahmed el-Müstencidbillah el-Abbasi el-Haşimi’ye yazılmıştır ki, Allah
Salih kullarına ettiği yardımla O’na da yardım etsin,
amin.
Nasihat isteyen ve “din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır” hadis-i şerifinin yazılı bulunduğu mektubunuz bize ulaştı. Eğer bu hadis-i
şerif olmasaydı sana nasihat etmeyi kabul etmezdim. Çünkü Allah, sizin gibi birine nasihatı ancak
iki şartla mübarek kılar. Bu şartlardan birincisi nasihat edenin ihlaslı olması, ikincisi ise nasihat isteyen kimsenin, kardeşinin yapacağı nasihatlere
uyup onunla amel etmeyi kabul etmesidir. Allah
size tevfikiyle yardım etsin.
Ey mü’minlerin emiri! Şayet sen, Allah’ın kitabının hükümlerini tatbik edersen, o zaman senin
kitaplarının hükümleri de, Allah’ın mülkünde tatbik
edilir. Resulullah’ın (s.a.v) emirlerine ittiba ve önem
vermek suretiyle Allah Teala’nın emirlerini yüceltirsen, insanlar da senin işlerini yüceltirler. Senden
önceki emirlerin valileri de, senin uygulamalarına
riayet ederler. Ey mü-minlerin emiri! Sen, bütün bu
anlattıklarımdan uzak kalan ve bunları uygulamayan kuvvet sahibi Mecusi meliklere ve Rum kayserlerine benzemeye çalışma. Çünkü Allah Teala,
Hakk’ı tanımadıkları için onları kendinden uzaklaştırmış, dünyayı onlara, onları da dünyaya yaklaştırmış, dilediği bir yaratığını da başlarına musallat
etmiştir. Bu yeni idareciler yönetim işini, vicdanlarının sesine kulak verip fıtratlarına uygun bir şekilde icra ederlerse, dünya sahnesinde ömür boyu
hükümranlıkları devam edecektir. Aksine rıfk ve
höşgörüyü elden bırakıp halk üzerindeki hükümranlıkları çekilmez duruma gelirse, işte o zaman,
dünya hakimiyeti onlardan alınır ve başkalarına verilir. Cehennem kafirlerin yuvasıdır.
Ey mü-minlerin emiri! Sen, eksiği ve gediği
gözet, canı ve malları koruyan kimse ol. Şimdiye
kadar İslam askerleri bunca kılıç salladı. Zaferden
zafere koştular. Bütün bunlar, bir müddet sonra
Eylül 2009
senin gibi birinin gelip keyfine göre hüküm vermesi
için yapılmadı. Şüphesiz bu, Allah ve Resulullah
(s.a.v) için yapılmıştır. Bütün işlerinde Allah’a sığın.
O’ndan yardım dile. Her işinde Resulullah’ın (s.a.v)
emirlerine karşı ta’zimkar ol. İşte o zaman sen, Allah’ın emanında olur, Nebi’sinin korumasında sözü
geçen, hükümranlığı devam eden, Allah’ın ordusu
ve yardımıyla desteklenen biri olursun. Allah’ın kanununda asla değişiklik olmaz.
Ey mü-minlerin emiri! Sonra bu dünyada yediğin, içtiğin, giydiğin ve gölgelendiğin şeylerden
nefsine ulaşan her şeyi ölç. Dünyaya olan düşkünlüğün ihtiyaç kadar olsun. Kullara zulmetmekten
sakın. Şeytan seni rahatsız edip zulme teşvik
etmek istediğinde nefsine söyle sor: “Ey nefis!
Şayet sen mahbus, mazlum, makhur veya yalanlanmış olursan, kendin için arzuladığın şeyi başkaları için de iste. Çünkü sen böyle yaparsan,
adaletin ve insanlığın gereğini yerine getirmiş olursun.
Bilmiş ol ki, üzerinde bulunduğun mülk ve
devlet, Allah’ın mülkünden küçük bir parçadır. Sen
de ondan çok küçük bir cüzsün. Lehine olan bir
şeye ulaştığında Allah’ı unutursan ve O’nun mülkünde ortaklık iddia edenler gibi Allah’ın hakkını
ihmal edip mahlukatına zulmedersen, Allah senin
üzerinden yardımını kaldırır. Sana gereken şey,
helak olan kimselerden çok iyi ibret almaktır.
Ey mü-minlerin emiri! Dünya meşgalesi sebebiyle, seni yakın dostlarından ayıran kimselere
iltifat etme. Nitekim kendisiyle münazaa edilen bazı
sahabi, dünyevi bağları bir kenara bırakmışlardı.
Sen de, işte onların yoluna uy. Çünkü onlar, dünyanın faydasız şeylerine önem vermeyen, fakat
buna rağmen insanların kendilerini idareci yaptıkları kimselerdir. Herkes yaptığından sorumludur.
Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
Ey mü-minlerin emiri! Gölgen, seni gölgelendiren şeydir. Ridan seni örten, yemeğin ise seni doyuran şeydir. Malından da sana ait hiçbir şey
yoktur. İşte bu, senin elinde olan bir şey değildir.
Şüphesiz Rabbim dilediğini yapmaya kadirdir. Evet
56
sen suretlerin boş levhalarını mühürleyen, kader
mühürlerinden bir mühürsün. Öyle ki, Allah Teala
seni bu mühürle yüceltir ve alçaltır. Bununla vuslata erdirir ve vuslatın yolunu keser.eğer sen, şeriatın emrettiği gerçeğe riayet etmek suretiyle
edebe sımsıkı sarılırsan, Allah’ın karşılıksız olarak
bahsettiği nimetlerin ekseni, sana ve senden sonra
da ailene döner. Böylece bir çok nimetlere kavuşursun. Şayet O’nun emrine önem vermez, O’nun
mahlukatını örten örtüyü çekip yırtarsan, zalimler
grubuna dahil olursun. Zalimler için ise, hiçbir yardımcı yoktur.
Ey mü-minlerin emiri! Zevk-i selim sahibi,
Salih ve akıllı kimselerin himmetleri, hak olan şey
üzere toplanır. Onlar, adalet ve ihsanla muamele
hususunda dikkatlidirler. Onların büyükleriyle küçükleri, amirleriyle memurları, hürleriyle köleleri
dinde eşittir. Onlardan her biri için, bilinen makamlar vardır. Onların içinde tefrika ateşi tutuşmaz. Sultan, tahakküm ederek onların arasında kötü ahlakı
yerleştiremez. Onlar, Allah’ın indirdikleriyle hükmederler ve daima Allah’ın emanı altındadırlar.
Şayet hükümde hile yaparak ona zahirde bir mana
verip batıla kılıf bulurlarsa, adil hüküm onlara şöyle
der: “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse,
işte onlar fasıkların ta kendileridir.”
Batılı ortaya çıkardıkları ve hükme şer’i bir yol
buldukları zaman, hüküm koymadıki güç ve kuvvetleri hükme karışır. İşte bu sefer Hakk Teala hazretleri onlara: “Kim, Allah’ın indirdiği ile
hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” buyurur. Onlar, batıl olduğu apaçık ortadayken kendi görüşlerini yüce tutup şeriatın hikmetini
küçümsemediklerinde ve reylerini güzel gösterip
bununla hükmettiklerinde, ceberut sahibi ve intikam alıcı olan yüce Allah, onlara: “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta
kendileridir.” buyurur.
Ey mü-minlerin emiri! Amel revakları hayal elleriyle tamir edilemez. Hiçbir canlı, kalplerin bir kısmını diğerine yapıştıran, tefrika ve nizayı ortadan
kaldıran toplayıcı madde olmadan korunamaz. Allah’a yemin olsun ki, işte o toplayıcı madde, ancak
adil şeriat ve sahik olan sünnet-i Muhammediyyedir. Bütün bunlar, Allah Teala’nın mühürlediği emri,
kendisine hoş gelen ve bununla zayıf kişinin, kuvvetli olan hasmından hakkını aldığı ilimdir.
Ey mü-minlerin emiri! Şüphesiz sen çok iyi biliyorsun ki Müslümanların imamı Hz.Ali (ra), mahlukatın efendisi Hz. Peygamber’in (s.a.v) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: “Zayıfın hakkı kuvvetliden kolayca alınmadığı müddetçe bir
ümmet asla yücelemez.”
Ey müminlerin emiri! Ömer'ül-Faruk (r.a) hazretlerinin siretine baktığında çok iyi görürsün ki o,
İran’ı, Rum’u, Mağribi, Çin’i, Hindi ve Berberi’leri,
atlas ipekler yaymak, kıymetli taşlar toplamak,
salma atlar, görkemli evler, altından yapılmış yaylar elde etmek için korkutmadı. Onları sadece adaletle korkuttu. İdarecilerin kibrini onlar, ancak
hâkimlerin nebisi, akılların delili, enbiyanın imamı,
nebin Hz. Muhammed’in (s.a.v) şeriatı olan apaçık
hikmet sayesinde söndürmüşlerdir.
Çok iyi biliyorsun ki sen, mübarek ilham ve
Tevfik bulutlarının yağmurunu senin kalbine boşaltan Allah Teâlâ’dır. İşlerini, hikmet ve Necdet ehli
olan Salih yardımcılarla yürüt. Şüphesiz hak, insanı
hidayete ulaştıran havas ile dalalete düşüren avamın eğe kemiği altında gizlenmiştir. Çoğu kere hizmetçin, kalbiyle tasdik etmediği halde senin
kuvvetine boyun eğerek eliyle ve diliyle senin batılda olmana yardımcı olur. Sana karşı olan kinini
kalbinde gizler. Öyle ki sen, onu hürriyetine kavuşturup yüksek makamlara getirsen, hatta vezir bile
yapsan, ismin anıldığında o seni tezkiye etmez. Bu
Allah’ın gizli bir sırrıdır.
Bilmiş ol ki, sultanların askerleri adalet, muhafızları da yaptığı işlerdir. Amel defteri ise, çalıştırdığı kimseler ve arkadaşlarıdır. İşte bu defterler
halkın ellerindedir. Öyleyse sen, defterini düzgün
tut. Muhafızlarını sağlam kişilerden seç. Ordunu
kuvvetlendir. Akıllı ve dindar kimselerle beraber olmanı, kalpleri katı, hilekar ve dalalet ehli kişilerden
uzak durmanı tavsiye ederim. Çünkü onlar, senin
düşmanlarındır. İşlerini, kadınların elinde oyuncak
olmaktan, bid’atçı ve ahmaklardan koru. Çünkü
bunlar, seni izmihlal ve çöküşe götürür. Herhangi
birini sevdiğinde ona karşı muamelende insaflı
davran ki, haksız kişi haklının önünde yer almasın.
Eğer birinden nefret edersen, Allah’ı hatırlayarak o
kişiye gadretmekten kalbini muhafaza et. Bulunduğun makam, emniyet ve güvenli olmayı gerektirir. Bu makamda bulunan, aldatan değil, adil biri
olmalıdır. Kızdığın zaman af kanatlarını ger. Eğer
hata edersen, af da hata etmen, cezada hata etmenden daha iyidir.
İhsan ve iltifatını, İslam için hikmet ve gayret
sahibi dindar kişilere bezlet. Onlardan en asil ve
şerefli, en akıllı ve ileri görüşlü, hitabeti kuvvetli, delilleri sağlam, Allah ve Resulü’nü en iyi bileni tercih
et. İster iyi veya kötü, isterse mümin veya kâfir
olsun, adalet bakımından insanların hepsini eşit
gör. Dinin ve ona inananların şerefini koru. Rabbine kavuştuğunda akıbetini güzelleştirecek ameller işle. Tevfik Allah’tandır. O’ndan geldik, O’na
döneceğiz. Allah’ın selam ve bereketi üzerine
olsun.
57
Eylül 2009
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
CENNET AĞAÇLARI
GENCİN TÖVBESİ
Bir gün Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdular:
Kim “Subhanallah” derse, Allah Teala bu zikre
karşılık kıyamet günü ona cennette bir ağaç
diker. Yine kim “La ilahe illâllah” derse, Allah
Teala bu zikir karşılığında cennette ona bir ağaç
diker. Yine kim “Allah-u Ekber” derse Allah Teala
bu zikre karşılık cennette ona bir ağaç diker.
Allahü Teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip "Ey Musa! Filân mahallede, bizim
dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen
gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür buyurdu.
Bu sırada Kureyşli olan bir adam şöyle
Oradakilere:
Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
dedi:
Ya Resulellah! Bu durumda bizim cennette
pek çok ağaçlarımız olacaktır. Çünkü biz sürekli
olarak bu zikirleri söylüyoruz.
- Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde
zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü.
Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye
yanaşmıyor, dediler.
Resulullah (s.a.v) cevaben şöyle buyurdular:
Evet doğrudur. Ama onları günah ateşiyle yakmaktan sakının. Zira Allah-u Teala
söyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah ve
resulüne itaat edin ve amellerinizi geçersiz
kılmayın.”
Musa aleyhisselâm:
- Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları
olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
YEHUDİNİN SELAMI
Resuli-Ekrem (s.a.v)’in eşi Aişe (r.anha),
Resul-i Ekrem (s.a.v)’ın huzurunda oturmuştu ki,
Yahudi bir adam içeri girdi. Girdiği anda Selam
un aleykum yerine
- Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o "Benim dostumdur." İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri
doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti,
toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah’ım! Onun sözünü ve
tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın! buyurdu.
- Essamu aleykum" yani "ölüm üzerinize
olsun"dedi. Uzun sürmedi, başka biri daha geldi.
O da selam yerine
- Ölüm üzerinize olsun, dedi. Bunun tesadüf
olmadığı malumdu. Resul-i Ekrem (s.a.v)’i dille
incitmek için yapılan bir plandı. Ayşe (r.anha) çok
öfkelendi, ve “Ölüm sizin üzerinize olsun..." diye
bağırdı.
Resul-i Ekrem (s.a.v) buyurdu:
- Ey Ayşe küfür etme, küfür şekillenirse en
kötü ve çirkin bir biçimde mücessem olur. Yumuşaklık ve sabırlı olmak, her neyin üzerine konursa, onu güzelleştirir, süsler ve her şeyin
üzerinden kaldırılırsa güzelliğini azaltır. Niçin sinirlenip öfkelendin? Ayşe (r.anha):
TEVAZU
Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine: “İçinizde kim
bende bir ayıp görüyorsa bildirsin” dedi. Müritlerinden biri: Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi. Ayıbını talebesine
soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:
- Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir?
Talebe gözleri dolu dolu: Bizim gibilerin size talebe olması, dedi. Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan
herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece;
- “Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım”
diyebildi
- Görmüyor musun ya Resulallah, bunlar
küstahlık ederek, utanmadan selam yerine ne diyorlar?
- Evet, görüyorum onun için bende, "Aleykum" yani "sizin üzerinize olsun" diye cevap verdim, bu kadarı kafiydi."
Eylül 2009
58
ÜÇ MESELE
ÜÇ SORU
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri ra., hac
için yola çıkıp Medine’ye ulaştığında karşılaştığı
Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyle arasında
şöyle bir konuşma geçer. Seyyid Muhammed
Bâkır:
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i
Tebrîzî’ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına
gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını
gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak
istediklerini belirttiler, Şems-iTebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin
adına o soracaktı.Sormaya başladı:
- Sen kendi aklınca kıyas yaparak, Peygamber dedemin dinini ve hadislerini değiştiriyorsun,
der.
- Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım
efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah’a olduğu
gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı
Azam. Seyyid Muhammed Bâkır’a yer gösterir.
Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife Hazretleri söze başlar:
"Allah var dersiniz, ama görünmez, göster
de inanalım."
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
"Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O;
"Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz,
sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç
ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî;
"Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O;
"Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!"
dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru
kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya
gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip,
dâvâcı oldu. Ve;
"Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu."
dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i
Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim, bana Allah’ü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci,
başının ağrısını göstersin de görelim."
O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama gösteremem." dedi.
Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır,
fakat görünmez.
Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak
onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı.
Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse
onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi.
Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi
ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu
dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o
sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında
mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
- Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek
mi daha güçsüz kadın mı?
- Kadın erkekten güçsüzdür.
- Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır?
- Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir.
- İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.’in sözüdür.
Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl ve
kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için ona
iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim.
Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar:
- Namaz mı daha üstün, oruç mu?
- Namaz oruçtan üstündür.
- İşte bu da deden Rasulullah’ın sözüdür.
Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza et mesini, orucu kaza etmemesini
emrederdim.
Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar:
- Sidik mi daha pis, meni mi?
- Sidik meniden pistir.
- Eğer deden Peygamber s.a.v.’in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da sadece
abdest almak gerektiğini söylerdim. Fakat akıl ve
kıyasla bu dini değiştirmekten Allah’a sığınırım.
Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri yerinden kalkar ve Ebu Hanife’yi kucaklar. Tebrik edip
ona ikramda bulunur.
59
Eylül 2009
Sosyolog İsmail ÖZ
sosyologioz@hotmail.com
YILLARDIR
SÜREN
SESSİZ
AZAP, DOĞU
TÜRKİSTAN
Çin’de 26 Haziran 2009 da bir oyuncak
fabrikasında zorla çalıştırılan Uygur Türklerinin
gece yarısı baskınıyla Çinliler tarafında öldürülmesi ve Uygur Kızlarına yönelik tacizlerle
başlayan olaylar elbette dünyanın artık gözlerini bu noktaya çevirmesini zorunlu hale getirmiştir. Yıllardır dünyanın sessiz kaldığı bu
bölge Çinlilerin tahakkümünde yıllardır acı ve
gözyaşına sahne olmaktadır. Bu konu ile ilgili
birçok yazı yazılmış ve araştırma yapılmıştır.
Yapılan işkence ve katliamlarla ilgili birçok internet sitesinde resim ve belgeler mevcuttur. Eğer bu belgeler gerçek ise tem bir
vahşet demektir. Bu vahşetin dünü de çok
ağırdı demek istiyorum. Yaşayan nüfusun
orantısı bölgeye yerleştirilen Çinlilerle bozulmuş ve Uygurlar kendi topraklarında azınlık konumuna sokulmuştur; Faşist Çin Yönetimi
eliyle. Şimdi ben de sizlere bu konuya ait yaptığım araştırmalardan notlar aktarmak istiyorum. Bunlar her birerimizin insani görevidir
sanıyorum.
Eylül 2009
60
Doğu Türkistan hapishanelerindeki Trajedi:Doğu Türkistan: 1 milyon 828 bin 418 Km kare
yüz ölçümüyle 35 milyon müslümanın yaşadığı bir
Türk yurdudur. Doğu Türkistan’ın halkını Uygur,
Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatar Türkleri oluşturmaktadır. Bu topraklar 1949 Yılı Aralık ayından itibaren,
Çin komünist saldırılarının altında, zulüm çekmektedir ve soykırıma uğramaktadırlar.
“Çinliler, tutuklayıp hapishanelere doldurdukları Uygurlardan, geleneklerine bağlı iyi eğitim ve
terbiye almış olanlarının, canlı iken el ve ayaklarını
keserek donduruculara koyarlar ve canları istediğinde de çıkarıp yemek yaparak yerler. Yemedikleri
kısımları ise şehir dışındaki çukurlara gömerler. Çin
hükümeti bu soykırımlara göz yummaktadır. Ara
sıra bazı kişiler göstermelik olarak cezalandırılsa
da, değişik kademelerde ki Çinli yetkililerin de,
insan etine olan düşkünlüğü bilinmektedir.”
Hamile Uygur kadınları zorla hastaneye götürülmekte ve ameliyatla çocukları alınmaktadır.
Soykırım suçlamalarından çekinen Çin Hükümeti,
formülü doğum kontrol uygulamasında bulmuştur.
1949’dan buyana yaklaşık 500 bin Uygur’u katleden Çinliler, doğum kontrolü uygulamasıyla da yaklaşık 9 milyon bebeği anne karnında iken
katletmişlerdir. Cenin yemeyi veya insan eti yemeyi
bir güç ve saygı kazanma arzusuyla yapan Çinliler
bu alışkanlıklarına ve terörist tutumlarına günümüzde de devam etmektedirler.” Uygurca’dan çeviren: Mehmet Emin Batur
Okuması Kadar Yazması da Zor; ilk defa okuduğum bu yazılar, inanın tüylerimi diken diken etti.
Hangi insan evladı bu türden işkenceleri hak eder
ki. Okuduklarımın sadece küçücük bir bölümünü,
yazarın kaleminden aktardım. Fotoğraflarla belgelenmiş yazıları okumaya ve resimlere bakmaya her
insanın yüreği yetmez. Dünya ticaretinde önemli
bir pazar payına sahip bu ülkenin, insanlık dışı tutumlarına kim dur diyecek. Yoksa bu zulüm yaşanmaya devam mı edecek?
Çeşitli bölgelerde ki savaşlara şöyle veya
böyle tepki gösteren insanlık âlemi bu soykırımı
neden hiç gündeme getirmiyor. Çinlilerin, fesat tavırlarla Türk devletlerini doğu-batı, güney-kuzey
diye ikiye böldüğünü, saraylarımıza kız verip içişlerimizi karıştırdıklarını biliyorduk fakat insan
yemek gibi tamamen, yamyamlara ait ilkel bir tutumun, Çinlilere ait olduğunu ilk defa bu denli örneklerle öğrendim. Konuya, geniş yer veren, Elazığ
yerel dergisi “ Milli Uyanış” yetkililerine şükranlarımı sunuyorum; hiçbir zaman gerekli yankıyı bulamamış, dünyanın uzaklarında sesiz sedasız(!)
işlenen bu vahşeti gündeme getirdikleri için.
Bu ve buna benzer her türlü vahşet, dünya
insanlığından gerekli cevabı almalıdır. Yaşadığımız
çağın neresine konacağını bilemediğim bu türden
hadiseler, utançlığın dahi karşılayamayacağı kadar
ağır suçlardır. Hem de insan etinin yenmediği diğer
suçları gölgede bırakacak kadar, ağır. Her insan,
önce insan olduğu için kutsaldır; diğer her insanda
bu kutsallığa saygı duymak zorundadır, kendi saygınlığının garantisi için.
Tüm insanlık şimdi de Doğu Türkistan için bir
şeyler yapmalı. Maganda bir devlet insanlığın gücü
karşısında yenilgiye uğramalı.
61
Eylül 2009
Ayşe BAĞCİVAN
KUTLU RAMAZANLAR
Ramazan ayına girdiğimiz bu
günlerde biz kadınlara yine çok iş
düşüyor. Belki birçoğunuz için yeni
evlenmiş olduğunuzdan eşinizle geçireceğiniz ilk Ramazan ayı. Birçoğunuz içinde sayısını unutacak
kadar çok. Gelin bu Ramazan ayını
geçen diğer Ramazan aylarından
farklı kılacak şekilde yaşayalım. Hiç
unutamayacağımız bir “Ramazan
ayı” olsun.
Şöyle bir düşündüğümüzde aslında evlerimizin her anlamda havasını değiştiren biz kadınlarız. Yani bu
gerek evin iç ahengi olsun gerek
manevi dünyası olsun bunu biz kadınlar değiştiriyoruz. Öyle ise gelin
bu Ramazan ayında sevenlerimize
ve sevdiklerimize hiç unutamayacakları bir ay yaşatalım. Öyle ki evimize girenler Ramazan ayının tüm
Eylül 2009
62
maneviyatını duysun içinde. Hani
bazı yerler vardır; kapısından daha
içeri girer girmez içinizi bir huzur
kaplar başka dünyalara gider gelir
ruhunuz, hafiften bir gül kokusu alırsınız. Sanki sıradan bir ev değilde
Resulullahıın ziyaret ettiği bir ev…
Öyle bir ev olsun Âlemler sultanının
ziyaretiyle şereflendiği gelenlerin
huzur bulduğu Efendimizin gül kokusunu hissettiği bir ev… Hak kelamının tamamlandığı bu kutlu ayda;
gelen misafirler arasında bizim nasibimizede neden Resulullah düşmesin ki… Hem “davete icap gerekir”
diyen o değilmiki? Biz gönülden
davet ettikten sonra neden gelmesin
neden mahzun gönüllerimize dokunmasın ki? Bizlerki daha âlemler sultanının doğar doğmaz diline aldığı
ümmetleri. Bizlerki geçirdiğimiz her
anı her saniyeyi o mübarek sevgiliyle
geçiren, her an onu selamlayan, ismini biran
olsun dillerimizden düşürmeyen ümmetleriyiz…
Gelin bu ramazan ayında iftar sofralarımızı
O kutlu misafirle şereflendirelim. Sofralarımıza
birer servis fazladan açalım. Ve sanki hasretiyle
yanıp tutuştuğumuz O Sevgili soframızda bizle
beraber orucunu açıyormuş gibi, bizim soframızda oturuyormuş gibi Onun kokusunu hissederek yapalım iftar duamızı. Orucumuzu açmak
için elimize aldığımız hurmayı ağzımıza götürürken kim bilir Belkide O sevgili siler yanaklarımızdan
dökülen
gözyaşlarımızı.
Günahlarımızdan tövbe dilemek için ellerimizi
semaya kaldırıp yaptığımız dualarımıza Belkide
o âlemler sultanı “âmin” der… Belkide eşlerimizin gözlerine sevgi dolu muhabbetle baktığımızı
görünce tebessüm ederek duada bulunur.
Eşimizin seccadesinin yanına bir tanede
fazladan seccade serelim. Kim bilir belkide Gönüller sultanıdır namazı kıldıracak olan. Arkasında namaza durduğumuz âlemlere rahmet
olarak gönderilmiş Efendimizdir belki. Toplarken
yerden seccadeyi Efendimiz için serdiğimiz seccadenin gül kokusunu içimize çekerken suratımıza çarpan; bizi izleyen efendimizin nefesidir
belkide…
Hiç şikâyet etmeden aksine sevinçle sahur
soframızı hazırlamak için kalkarken yatağımızdan, odaya yansıyan Onun nurudur belkide…
Eşimizi kaldırırken hoş sözlerle yatağından, içimize düşen sevinç Efendimizin razılığıdır belkide. Henüz buluğa bile ermemiş çocuğumuzun
gece kalkıp, sahurda bize katılması; belkide
âlemler sultanının başını öpüp okşamasındandır. Kulağına “haydi sende sağanak sağanak
yağan nurdan istifade et bu mübarek gecede”
demesindendir.
Mukabelede yüreğimizin göğüs kafesimize
baskısı Efendimizin nur cemalini görüşümüzdendir belkide. Okurken ayetleri tek tek, hece
hece birden susup kendimizden geçmemizin sebebi; âlemler Efendisini görüp cemalini hayranlıkla, tüm susamışlığımızla izlememizdendir
belkide. Gözlerimizi sımsıkı kapamamızın sebebi; O nur cemalin gözlerimizin önünden gitmesini hiç istemeyişimizdir belkide...
İftar için evimize gelenlerin gözlerimizin
içinde gördükleri ışık, Ramazan ayı boyunca
Efendimizi evimizde ağırlamamızdandır belkide.
Eşimize olan sevgimizin daha da artması: Misafirimiz olan Efendimizin hoşnutluğudur belkide…
İstemezmisiniz her gününüz böyle kutlu
geçsin? Ramazan ayı boyunca Nebiler sultanı
evlerimizi şereflendirsin.
O halde haydi!
Sanki Efendimiz evimizdeymiş gibi yaşayalım bu Ramazan ayını... Bir aylığına da olsa
askıya alalım dünyevi isteklerimizi. Sonsuz
huzur alsın o isteklerin yerini. Ramazan ayını
dolu dolu yaşayalım Efendimizin önderliğinde.
En kutlu misafirin güllerin efendisinin evinizi şereflendirmesi dileğiyle kutlu ramazanlar…
63
Eylül 2009
Sezgin ÇAKIR
sezginckr@hotmail.com
Az Gülsün
Çok
Ağlasınlar
Enes İbni Malik (r.a) şöyle
dedi: Resulullah (s.a.v), bir benzerini daha önce asla duymadığım pek etkili bir hitabede
bulundu ve şöyle dedi:
“Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, mutlaka az
güler, çok ağlardınız.”
Hz. Enes, bunun üzerine
Resulullah (s.a.v)’in ashabı, yüzlerini kapatıp hıçkıra hıçkıra ağladılar, demiştir. (Buhari, Küsuf 2; Müslim,
Salat 112)
Müslim’deki
rivayette,
Efendimiz aleyhisselam namazda önünü gördüğü gibi arkasını da gördüğünü açıklamış,
sonra da “Siz benim gördüklerimi görseydiniz, gerçekten az
güler çok ağlardınız” buyurmuştur. Ne gördüğü sorulduğunda
da “cennet ve cehennem gözlerimin önüne serilip bana gösteEylül 2009
rildi. Hayır ve şer açısından
bugün gibisini görmedim. Eğer
sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurmuştur.
Resulullah’ın
ashabına bundan daha ağır
gelen bir gün olmamıştı. Başlarını örterek hıçkıra hıçkıra ağladılar. (Müslim, Fezail 134)
“Şüphesiz kıyamet gününde cehennemliklerin azabı
en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir.
Oysa o, hiç kimsenin kendisinden daha şiddetli azab gördüğünü zannetmez. Hâlbuki
kendisi,
cehennemliklerin
azabı en hafif olanıdır.” (Buhari, Enbiya1; Müslim, İman 362)
Ağlamak… Hıçkıra hıçkıra
ağlamak… Feryad figanla ağlamak… Ağlamaya vakit varken
ağlamak… Ağlayamadığı için
64
ağlamak… Günah yükünün
ağırlığından rüzgâr önündeki
ağaç gibi dalını yaprağını silkeleyerek ağlamak… Samimiyeti
dudaklarında değil ruhunun derinliklerinde hissederek dününe,
bu gününe, yarınına ağlamadan
ağlamak…
Ağlamak içtenliktir. Ağlamak bir devlettir, saadettir. Herkes ağlayabilir mi? İç lazım,
yanık bir yürek lazım, sağlam bir
iman, yüce bir irfan lazım ağlayabilmek için. Endişe, dert,
sevda, aşk lazım… Abdullah İbni
Şıhhîr (r.a) şöyle demiştir:
“Bir keresinde Resulullah (s.a.v)’in yanına gitmiştim.
Namaz kılıyor ve ağlamaktan
dolayı göğsünden kaynayan
kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebu Davud, Salat 158; Nesai, Sehv 18)
Efendimiz aleyhisselatü vesselamın namaz kılarken ağlama-
sından dolayı göğsünden kaynayan tencerenin sesi gibi ses
çıkarmış. Ben neden, niçin ağlayamıyorum? Neyi veya neleri
kaybettim ki göz pınarlarım, en
katı kayalardan bile su fışkırırken kupkuru duruyor? Rabbimiz
şöyle buyuruyor: "Ne var ki
bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani
kalpleriniz) şimdi katılıkta taş
gibi yahut daha da ileri.
Çünkü taşlardan öylesi var ki
içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlarda ondan
su kaynar. Taşlardan bir kısmı
da Allah korkusuyla yukarıdan
aşağı düşer. Allah yapmakta
olduklarınızdan asla gafil değildir. " (Bakara, 74)
Merhamet rüzgârları esmezse şefkat bulutları yağmur
döker mi? Gönül, endişe ve
derde bürünmezse çalacak kapı
aranır mı? Ah etmek var. Tefekkürün derinliğinde Hakkın tevhid
ve murakabesinin eziciliğinde
yarını düşünüp, Hak kapısını
yârinden ayrılmış dünyası başına yıkılmış bağrı yanık bir âşık
gibi beklemek ve ısrarla çalmak
var. Nasıl? Ağlaya ağlaya… Çalınan kapı Rabb-u'l âleminin kapısı ise eğer o kapı açılmaz mı?
Ama çalacak yürek çalacak
gönül lazım.
Sabahlara kadar alnı
yerde gönlü arşda kapı çalan bir
Peygamberin ümmeti olarak
O'nun taşıdığı endişe ve kaygıları ben neden taşıyamıyorum?
Ah keşke bir çöp olsaydım diyen
Hz. Ebu Bekir'in endişesini.
Efendimizin sır kâtibine gidip
"bak bende o üç yüz münafığın
içinde var mıyım" diyen Hz.
Ömer'in endişesini. Kabrin yanından geçerken "Buralar ahiretin kapısıdır. Burada selamette
olan mahşerde rahat olur" deyip
sakalları ıslanana kadar gözyaşı
döken Hz. Osman'ın endişesini.
Azıcık manevi halinde bir değişiklik olunca eyvah helak oldum
diye feryatlara düşen diğer sahabe efendilerimizin endişesini.
Son nefes korkusundan sararan
ağaç yapraklarına dönen Allah
dostlarının endişesini neden
üzerimde taşıyamıyorum? Hz.
Seyyid Ahmed er Rufai hazretleri buyuruyor ki: "Şaşarım o
kimseye ki gündüz ibadette
gece ibadette ama gözyaşı kurumaz sürekli ağlar. Yine şaşarım o kimseye ki gecesi
isyan gündüzü isyan ama
güler eğlenir."
Ne oldu bize? Nasıl unuttuk
asıl gideceğimiz yeri? Bu dünyaya
verdiğimiz değerin yarısı kadar
ahrete değer verebiliyor muyuz?
Eğer ahrete değer versek camilerimiz böyle boynu bükük kalır
mıydı? Hayatımızı gideceğimiz
yere göre şekillendirmez miydik?
Sanki bu dünyada sürekli kalacak
gibi evlerimizin konforunu el âleme
rezil olmamak ayıplanmamak için
öyle yükseltiyoruz ki bu tarafı
mamur ettikçe öbür tarafı tarumar
ediyoruz. Gün be gün kendimizi
tanıyamayacak hale geliyoruz.
Günler geçiyor. Saat yaklaşıyor.
Biz uzaklaşıyoruz. Uzaklaştıkça
unutuyoruz. Unuttukça ehli dünya
oluyoruz.
Bu gidişe son vermenin yolu
bir nefis muhasebesinden geçiyor.
Ama nedense hep arzuladığımız
bu nefis muhasebesini yapamıyoruz. Erteleme hastalığı yakamızı
bir türlü bırakmıyor. Hep bir şeyler
bekler dururuz başlayabilmek için.
Yanı başımızda beraber yaşadıklarımız bir bir aramızdan ayrılıp gitmesine rağmen. Ağlamak asıl bu
halimize olmalı.
Ağla derviş Yunus ağla
Sen gönlünü hakka bağla
Ağlar isen haline ağla
Elden vefa yoğa benzer.
Ebu Hureyre radıyallahu
anh'den rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurdu: " Allah korkusuyla gözyaşı
65
döken kişi, sağılmış süt memeye
dönmedikçe cehenneme girmez.
Cihad tozu ile cehennem dumanı
asla bir araya gelmez." (Tirmizi,
Fezailü-l Cihad 8; Nesai, Cihad 8)
Allah korkusundan dolayı ağlamak kişiyi cehennemden kurtarıyor. Öyle ki sağılan sütün memeye
tekrar dönmesinin imkânsızlığı
gibi ağlayanda cehenneme gitmeyecek demek. Ağlayabilmek…
Asıl mesele o…Yine Efendimiz
aleyhisselatü vesselam şöyle buyuruyor: " Allah katında hiçbir
şey, iki damla ve iki izden daha
sevimli değildir: Allah korkusuyla akıtılan gözyaşı damlası
ve Allah yolunda dökülen kandamlası. İki iz ise, Allah yolunda
çarpışırken alınan yara izi ve Allah'ın emrettiği farzlardan birini
yerine getirmekten kalan kulluk
izidir." (Tirmizi, Fezilü-l Cihad 26) Üzerimizde
bu izlerden var mı? Veya yarın huzura sunabileceğimiz iki damla
gözyaşımız var mı?
Gecesi karanlık olanın gündüzü bir türlü aydınlanmıyor. Sahabe efendilerimiz geceleri ibadet
ve gözyaşlarıyla gündüzden daha
iyi aydınlatmışlardı. Biz ise gündüzlerimizi bile geceden daha karanlık hale getirdik.
Ukbe b. Amir! den (r.a): "Ya
Resulallah! Kurtuluş ne iledir?
Diye sordum. Buyurdu ki: "Diline
sahip ol, evin seni sıkmasın ( lüzumsuz yere evinden çıkma) ve
günahların için ağla." (Tirmizi, Ahmed)
Bir hadis-i şerifte de şöyle
buyuruluyor: Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıftan biriside
tenhada Allah’ı anıp gözyaşı
döken kişidir. (Buhari, Ezan 36;
Müslim, Zekat 91) Değerli okuyucu, bir gün bir tenha yere çekilir
titrek eller, yanık bir yürekle Allah'ın huzurunda gözyaşı dökersen bir damlası da bu satırları
yazan günahkâr için olsun. Ya
Rabbi ağlayan göz, senden korkan kalp, zikreden bir dil nasip
eyle bizlere. Allah'a emanet olun.
Eylül 2009
Okur Köşesi
burhanokursesi@hotmail.com
Cevdet MUTLU:
Şenel KAYA
Merhabalar, sevgili burhan dergisi.
Dergimizi ilk çıktığı tarihten beri
takip ediyorum.Her ay evlerimize
giren bir ışıksınız.Bu ışığın tüm
evlere girmesi ve aydınlatması
dileğiyle…
Derginizi okudukça hayat çizgimiz
değişiyor. Derginiz her konuda
benim ve aile bireylerinin hayatını
derinden
etkiliyor.
Derginin
hazırlanmasında emeği geçen tüm
herkesten Allah razı olsun.
Samim FIRATOĞLU
Öncelikle Allah’ın selamıyla tüm
dergi
ailesini
selamlıyorum.
Dergimizin ağustos sayısındaki
Ramazan ayı ile ilgili yazılmış yazı
sayesinde inaşaallah bu yıl
ramazanımız çok daha güzel
geçecek.Dergimizde bulunan tüm
herkesin ramazan ayı hayırlı
olsun.Başarılarınızın
devamı
dileğiyle...
Esin CANKAN :
Derginizi eşimle beraber severek
okuyoruz. Özellikle bu ağustos
ayındaki
Mustafa
Ağırman
hocamızın biz genç evliler için
verdiği tavsiyeleri oldukça güzeldi.
Allah hepinizden razı olsun.
Yolunuz her daim açık olsun.
Ayrıca bu güzel dergi umarım tüm
evlere girer…
Nazile YILMAZ:
İnsanın ufkunu açan mükemmel bir
dergi. Dergimizin çıkmasına vesile
olanlardan Allah binlerce kez razı
olsun.Her sayısını iple çektiğim
mükemmel
bir
dergi.Allah
başarılarınızın devamını getirsin.
Eylül 2009
Vahdet KALIN:
Burhan’ı
okumak
hayatı
okumaktır…..Allah başarılarınızın
devamını getirsin..
66
İrem SOLMAZGİLLER
Dursun YAZGI:
Dergimizi severek ve beğenerek
okuyorum.
Yazılan
yazılarda
yazarlarınızın tüm içtenliği okadar açık
ki. Okumaya başladığımda elimden
bırakmak istemiyorum. Yıllardır namaz
kılmama rağmen inanın namazdaki
hareketlerin taşıdıkları manayı yeni
öğrendim.
GÖZÜMÜZÜN
NURU
NAMAZ artık erteleyerek kıldığım
namaz değilde ezan vaktini sabırsızlıkla
beklediğim
“GÖNLÜMÜN
NURU
”namaz oldu… Allah razı olsun sizden
ve
dergimizi
hazırlayan
tüm
ekibinizden…
Her ay severek okuduğum
dergimde emeği geçen tüm
herkese
teşekkürler.
Yazarlarından,basımını
gerçekleştirenlere,kapımıza kadar
getiren dağıtımcılarına kadar
herkese gönül dolusu selamlar
.Allah hepinizden razı olsun.
Mevlüt HAKİM
Rasim KAYA :
Peygamberimizin şafaati dergimizi
her ay hazırlayan ve yazan siz
burhan dergisi çalışanları üzerinde
olsun. Dergimizin her sayısı
okunmaya değer yazılarla dolu.
İyiki varsınız… Allah başarılarınızın
devamını nasip etsin…
Dergim
kapımın
önüne
bırakılmadan
sessiz
sessiz
kendimle hesaplaşmaktaydım.
Öyle ümitsiz ve umarsız bir
anımda
imdadıma
yetiştiki
dergimiz .Kafamı dağıtmak için
hemen dergimi açıp sayfalarını
çevirmeye başladım.Ve o yazı
“FIRSATLAR KAÇTI DİYE,SENİ
KURTARAN
RABBİNDEN
ÜMİDİNİ
KESME!”….Rabbim
hepinizden razı olsun .Yazılarınızla
öyle çok mahzun ,kırgın kalplere
dokunuyorsunuz
ki
Allah
başarılarınızın devamını getirsin
Allah tüm evlere ulaşmanızı nasip
etsin.Bu
eşsiz
derginin
güzelliklerinden
eşsiz
maneviyatından tüm kalplerin
yararlanması dileğiyle…
Yaren SUSKUN
Dergimizin tüm yazılarını ve çıkan
her sayısını severek okuyorum.
Dergimizden öğrendiğim okadar
çok şey var ki. En güzeli hiçbir
zaman bir insanın ümidini asla
yitirmemesi gerektiği ve her zaman
Allaha
sığınması
gerektiğini
öğretmesi
oldu.
Sayenizde
ümitvarım……İyiki varsın Burhan
67
Eylül 2009
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
HOŞ GELDİN RAHMET AYI RAMAZAN!
Size bir hediye geliyor. Çok uzaktaki, en sevdiğin arkadaşın gönderiyor. İçerisinde neler mi
var? Sevdiğin herşey. Arkadaşın önceden haber veriyor. Beklemeye başlıyorsun. Büyük bir
heyecanla günlerce gelmesini bekliyorsun. Düşünüyorsun içinde olanları, hayaller kuruyorsun
hazırlık yapıyorsun ve sonunda geliyor. Hediyene kavuşunca neler hissedersin?
İşte bu kutlu ayıda Allah (c.c) müjdeliyor; Rahmet, mağfiret ve bereket ayı. Ayların sultanı.
İçinde o kadar büyük hediyeleri var ki Peygamber efendimiz (s.a.v) bile ona ulaşmak için “Allah’ım!
Recep ve Şaban aylarını hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl, bizi Ramazan'a ulaştır.” diye
Allah’a (c.c) dua etmiş.
Müminlerin on bir aydır büyük bir heyecanla beklediği bu özel aya ulaşmış bulunuyoruz. Be
sebeple Rabbimize çok çok şükretmeliyiz. Peygamber efendimiz (s.av): “Eğer insanlar, Ramazanı Şerîf’in ne olduğunu lâyıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını arzu
ederlerdi.” Buyurmaktadır. Biz ramazanın ne olduğunu lâyıkıyla biliyoruz ve onun için çok
sevinçliyiz.
Peygamber efendimiz ( s.a.v) bu ayda müminleri şöyle müjdeliyor; “Ramazan ayı girdiği
zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.
Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Oradan sadece oruçlular girer. Oruçlular girdiler mi
artık kapanır, kimse oradan giremez." buyurmaktadır. Ramazan ayını ibadetle değerlendiren
müminleri Allah’u Teâlâ böyle ödüllendirerek özel kapıdan cennete alıyor.
Sizde ödül almak ister misiniz? Öyleyse ramazan ayını iyi değerlendirmeyi öğrenebilmek için
sayfamızı okumaya devam edin lütfen.
BİLGİN VE GEMİCİNİN HİKÂYESİ
Bir gramer (dil bilgisi) âlimi gemi ile yolculuğa çıkmıştı. Kendini pek beğenen âlim, Gemiciye;
- Söyle bakalım gemici, gramer bilir misin, diye sordu. Gemici;
- Hayır, bilmem efendim, deyince, âlim;
- Gitti ömrünün yarısı, diyerek gemiciyi aşağıladı.
Gemici hiçbir cevap vermeden sustu. Ama bilgine çok kızmıştı. Aradan biraz zaman geçti.
Denizde bir fırtına koptu. Tam bu sırada gemici âlime dönerek;
- Ey yüce âlim, söyle bakalım. Yüzme bilir misin? diye sordu. Fırtınadan çok korkmuş olan âlim;
- Hayır, yüzme bilmem, dedi.
Bu cevabı duyan gemici gülerek bağırdı:
- Yazık! Desene ömrünün tamamı boşa gitti. Çünkü birazdan gemi batacak.
Mesneviden
KISSADAN HİSSE
Allah Rasûlü (s.a.v): "Kalbinde zerre kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse cennete
giremez!" buyurmaktadır.
Eylül 2009
68
RAMAZAN AYINDA NELER YAPMALIYIZ?
Kur'an okumalıyız: Kur’ân-ı Kerîm ramazan ayı içerisinde inmiştir. Dolayısıyla ramazan
ayı aynı zamanda kur’an ayıdır. Bu ayı çokça kur’an okuyarak değerlendirmeliyiz. Kur'an okumak
ve okunan Kur'an'ı dinlemek sevabı çok olan bir ibadettir. Peygamber Efendimiz:"Kim ALLAH'ın
kitabı Kur'an'dan bir harf okursa onun için bir sevap vardır. Her sevabın karşılığı da on kat
verilecektir" buyurarak Kur'an okuyanlara verilecek sevabın miktarını belirtmiştir.
Sahura kalkmalı: Allah Resulü (s.a.v), bir lokma dahi olsa sahura kalkıp yemek yemeyi
tavsiye etmiş. Sahurda bereketin olduğunu ve sahura kalkanlara meleklerin duada bulunacağını
bildirmiştir Meleklerin duasını almayı ihmal etmeyin.
Oruç tutmalı: Büyüklerimizden eski ramazanları dinlerken tekne orucunu hep
duymuşuzdur. Hani küçükken sahura kalkıpta orucunu tamamlayamadan açtıkları orucun adı.
Sizde deneyin çok zevkli oluyor. Acıkınca hurmalar, çeşit çeşit tatlılar gözünüzün önüne geliyor.
Ya yemek kokusu burnunuza mis gibi geliyor. Dayanabilip akşam iftara kadar beklerseniz tebrik
ediyorum kazandınız işte. Dayanamazda erken yiyip tekne orucu yaparsanız da üzülmeyin,
tuttuğunuz kadar sevap alacaksınız. Bunlar büyüyünce tutacaklarımıza alışmak içindi. Nasıl
olursa olsun oruç tutmak bence çok zevkli size de öneririm arkadaşlar.
Teravih Namazı kılmalı: Teravih namazı, Ramazan gecelerini manalandırıp nurlandıran
tatlı bir ibadettir. Müminler kalp ve gönüllerini bu manevî havayla temizlerler. Teravih namazı 20
rekât, yatsı namazı da 13 rekât toplam 33 rekât namaz hiç biter mi? düşünüp camiye gitmemeyi
düşünüyordum. Ama camiye gidince bütün düşüncelerim değişti. Namazın nasıl bittiğini bile
anlayamadım. Hele beraber getirdiğimiz salâvatlar o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Eve
dönerken babamın süprizini sizinle paylaşmak istemem. Ramazan bereketini orada bile gördüm.
Çokça Dua edelim: Dua bizim en önemli sığınağımızdır. Rabb’imiz “Dua edin kabul
edeyim.” buyurarak bizleri duaya teşvik ederken, “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var”
buyurarak, duanın bizim için ne kadar önemli olduğunu bildirmektedir. Allah (c.c), kapısına gelip
kulluğunu ilan eden ve kendisine el açıp yalvaranları huzurundan boş çevirmeyeceğini
bildirmektedir. Öyleyse ne duruyoruz önce sağlık ve afiyet dileyelim sonra başarı ve mutluluk.
Tabii dondurma ve oyuncak bulamayan kardeşlerimizi de unutmayalım.
İftar: Oruçlunun iki sevinci vardır; Biri iftar ettiği vakit, diğeri de Allah'a kavuştuğu zamandır
diye buyuran Hz. Peygamber efendimiz, iftarın önemini ortaya koymaktadır. Oruçlunun iftar
vaktinde yaptığı dua katiyyen reddolunmaz." Bu sebeple iftarda kendimize, ailemize ve bütün
Müslümanlara dua etmeyi unutmayalım.
Ses Deneme
Temel köyde imamlık yapıyormuş. İftar saati yaklaşmış. Bütün köylü de oturmuş
iftar açmak için ezanı bekliyormuş. Temel çıkmış minareye:
- Allahuekber Allahuekber
Köylü Temelin sesini duyunca bismillah deyip oruçlarını açmışlar.
Biraz sonra minareden Temelin sesi gelmiş
- Allahuekber Allahuekber ses deneme 1-2-3 ses deneme !!!!!
69
Eylül 2009
Hasan BAŞAR
ORYANTALİZM
Tarih devletlerin mücadelesi sonucu oluşmuştur. Bu mücadelede
daha çok menfaatler ön plandadır.
Bunun yanında bir de medeniyetler
arası çatışma vardır ki burada sadece
menfaatler değil aynı zamanda ideolojiler ve dinler de çatışırlar. Asırlara
dayanan Doğu (İslamiyet) ile Batı (Hıristiyan) dünyası arasındaki çatışma
dünya tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Gerçi burada tam anlamıyla da
bir çatışmadan bahis edilemez. Çünkü
İslamiyet ilkeleri icabı daha yapıcı ve
olgun olduğundan kendisine yapılan
saldırılara pek kulak asmamıştır. Doğu
başkalarının ne yaptığı ile değil daha
çok kendisiyle ilgilenmiştir. Kendisini
hiçbir zaman başkalarında üstün görmemiştir. İnsana insan olduğu için
saygı duymuştur. Oysa batıda durum
böyle değildir. Onlar için insanlık kendileri ve diğerleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Kendileri
dışındakileri
küçümsemişlerdir.
Eylül 2009
70
Oysa küçümsedikleri Doğu kültürü kendi kültürleri ortada yokken
vardı ve bütün Avrupa tarihinden daha
eskidir. Batıda küstahlık ve kendini beğenmişlik duygusu o kadar güçlüdür ki
kendilerini âdete bütün insanların üzerinde görmektedir. Avrupa’nın kafasında
yatan
beyaz
adamın
üstünlüğüdür. Avrupalıların kendilerini
üstün görme fikri eski Yunan kültüründen günümüz Avrupa’sına miras kalmıştır.
Aslında buradaki sorun ırki olmasıdır. Avrupalı kendisini üstün bir ırk
olarak görmektedir. Doğulu ise üstün
ırk değildir. Batılı için beyaz yani kendisi ve beyaz dışındaki insanlar vardır.
Onlara göre Batılılar ve Doğulular vardır. Batılılar hüküm eder, Doğular ise
yönetilirdi. Batılılar güçlüdür, Doğulular güçsüzdür. Batılılar bu dünyanın
öznesi iken, diğer insanlar nesnedir.
Yani birisi dünyayı değiştirme gücünü
kendinde görürken diğerleri sadece
kaderini bekleyen objedir. Bu fikrin doğal bir neticesi olarak hiçbir Doğulu özgür olup kendi kendisini yönetmesine izin verilmemelidir.
Avrupa’nın kafasındaki Doğu muhayyeldir.
Gerçeklere dayanmamaktadır. Kendi kafalarında
çizdikleri Doğuya inanmış ve inandırmışlardır.
Olayları, kişileri, durumları hep kendi bakış açısına
göre yorumlamışlardır. Oryantalizmde Doğunun
değerlendirilmesi Doğulu gözüyle yapılmaz. Değerlendirmeler Batılılar tarafından yapılır. Batılıda
Doğuyu değerlendirirken olduğu gibi değil, görmek
istediği görür. Onu anlamaya ve olduğu gibi kabul
etmek yerine değiştirmeye çalışır. Doğu üzerine
yapılan bütün araştırmaların amacı tahakküm üzerine kurulmuştur.
Bu açıdan bakılınca Doğu ile ilgili yorumlar,
yalan, yanlış ve tahrik üzerine kurulmuştur. Batılıya göre Doğulu mantıksızdır, azgındır, dinsizdir,
çocuk ruhludur, sapkındır. Böylece Batılı makuldür,
fazıldır, olgun ve normaldir. Onların gözünde Doğulu pasiftir, ağzı var; dili yoktur. Doğulu tembeldir,
ne vatan, ne tarih bilinci vardır. Doğulunun olduğu
bir yerde mutlaka cinsellikten bahsedilir. Böylece
Doğulu şehvet düşkünü birisi olarak gösterilir. Bu
ve buna benzer kötü ve aşağılık tanımlamalarla
çizilen Doğulu portresi bütün Batının zihnine kazınmıştır. Aynı çirkin oyun hala devam ediyor. Gözlerinizi bir an kapatıp Batılıların filmlerinde
izlediğiniz Doğulu tiplerin özelliklerini gözlerinizin
önüne getirin ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Oryantalizmin oluşmasının temelinde İslamiyet vardır. İslamiyet Hıristiyanlığın sınırlarını her
anlamda zorlamaya başlayınca Batılılar endişeye
ve korkuya kapıldılar. Avrupalıların gözünde şark
sadece coğrafi bir terim değil, İslamiyet’in ta kendisidir. Avrupalılar İslamiyet’in hızla yayılması kar-
şısında korkuya kapıldılar. İslamiyet’in kendi sınırlarına kadar dayanması, bu korkuyu bir kat daha
artırmıştır. Çünkü karşılarında hızla yayılan bir din
ve bu dinin etrafında oluşan bir medeniyet var ve
kendileri bu medeniyet karşısında acizler. Bu dönemde Doğu üzerine yapılan bütün yorumlar korku
psikolojisine dayanır.
Onlar da İslamiyet’le kendilerine göre mücadele etmenin yöntemi olarak İslamiyet’i inkâr ve
ona inanan Doğuluları vahşi yaratıklar olarak göstermekte buldular. Onlara göre İslam “şiddet, yıkım,
bela ve nefret verici barbar sürüleri”dir. Avrupalılar
İslamiyet’in ilmi ve kültürel yönüyle pek ilgilenme71
Eylül 2009
diler, çünkü onlarda bu kabiliyet bulunmuyordu. Ortaçağın skolâstik düşüncesi gözlerini kör etmiştir.
Şunu ifade edebilirim ki Batının kafasındaki Doğu
imajı oryantalistler tarafından oluşturulan Doğudur.
Ve bu durum günümüzde de hala devam etmektedir. Günümüz Avrupa’sının kafasındaki Doğu imajı
yılların birikiminin ürünüdür. Yani oryantalizm nesilden nesile aktarılan bilgiler birikimidir. Danimarka’da yaşanan karikatür krizi aynı zihniyetin halen
günümüzde de devam ettiğinin en basit örneğidir.
Mesela d’Herbelati Peygamberimiz(s.a.v) için
şunları söyleme cüretinde bulunmuştur: Hâşâ
“Muhammed, meşhur düzenbaz, din adını da alan
bizim Muhammedilik dediğimiz bir bid’atın düşünürü ve kurucusu.”
Napolyon Mısır’ı işgal etmeden önce Mısır ve
Doğu üzerine teferruatlı bir araştırma yaptırmıştır.
Bu araştırma oryantalizmin seyrini değiştirmiştir. O
oryantalist bilgiyi kendi emrine almıştır. O işgali kolaylaştırmanın ve işgal ettiği yerlerde kalıcı olmanın hesabı içine girmiştir. Mısır’ı işgal ettiğinde
yanında bir oryantalist âlimler zümresi bulunmaktaydı. Artık oryantalizm dönüşümün, başkalaştırmanın adı olmuştur. Bu dönüşüm Doğunun Batıya
dönüştürülmesi olayıdır. Tabiri caizse Batı korkularından sıyrılmış bir halde Doğuya doğru her anlamda taarruza geçmiştir. Büyük bir heyecanla ve
arzuyla Doğuyu kendilerine uydurmaya çalışmaya
başlamışlardır.
İşte bildiğimiz anlamda tehlikeli olan oryantalizm bu zamanda ortaya çıkmıştır. Ortaçağ Avrupa’sında Doğu korku duyulan bir yer iken daha
sonraki yıllarda bu korku azalmış ve yerini tahakküm etme fikri almıştır. Doğu üzerine yapılan inceleme ve araştırmalar artmış ama bu araştırmalar
Doğuyu anlamak için değildir.
Oryantalizmin kendisi politik güçlerin ve faaliyetlerin sonucu oluşmuştur. Oryantalizm: “Doğu
Batıdan daha zayıf olduğu için Doğuya tahakkümü
öngören Doğunun farkını onun zayıflığından ibaret
bulan siyasi bir doktrindir.” (Edward Saıd).
Oryantalizm ile emperyalizm adeta anlamdaş
idiler. Batılılar Doğuluları yönetecekler yani sömürecekler, yerli halk buna karşı koymaya başladığında, direnç gösterdiğinde kendilerini yönetmeyi
Batılılar kadar bilmedikleri söylenecektir. Oryantalizmin en baştaki amacı sömürgeciliktir. OryantaEylül 2009
lizmi de asıl kullanmalarının amacı bunu nasıl
olurda daha kolay yapabiliriz olmuştur. Hüküm
etmek için ne gerekiyorsa yapılır. İşgal ise işgal, ülkelerin içişlerine karışmak ise karışmak, kültürel ve
sosyal yozlaşmayı sağlamak bu ve buna benzer
aklınıza daha ne kadar müdahale geliyorsa uygulanabilir.
Bunu başarabilmek için sömürücüye yani Batılıya sürekli güçlü olduğu fikri empoze edilmiş, sömürülenlere yani Doğululara da zayıf oldukları
vurgusu yapılmıştır. Üstelik acı olan bu durumu Doğuluya yani bizlere de kabul ettirmişlerdir. İlerlemenin, kalkınmanın sağlanabilmesi Batılı gibi
olunmasından geçmektedir fikri bizlerin bilinçaltına
yerleştirilmiştir. Böyle düşünmeye başlayınca da
Batılıların her türlü müdahalesine açık oluyoruz ve
onların daha rahat hareket etmesine yardımcı oluyoruz. Ne acıdır değil mi bizlere yardım için gelenler arkalarında milyonlarca ölü, harap olmuş
şehirler, parçalanmış topraklar ve birbirine düşürülmüş, aralarına nifak tohumu atılmış milletler bırakıp gidiyorlar. İşte en son örnek Irak. Amerika
niye geldi Irak’a. Demokrasi ve insan hakları getirecek. Sonuç ortada.
İslam dünyasının içinde bulunduğu durum
biraz akıl ve insaf sahibi kimseler tarafından değerlendirildiğinde hoş olmadığımız görülecektir. Bir
Müslüman olarak bu durumu kabullenemiyorum.
Böyle yüksek bir medeniyetin evlatları Batılıların
oyuncağı olmamalı. Vicdan sahibi herkes bu duruma dur demelidir. Bu durumdan çıkış yolu bulabilmemiz için başlangıcına dönmeliyiz. Avcılığın
tarihini insanlar yazdığı müddetçe aslanlar kaybetmeye mahkûmdur. Galiba kendi medeniyetimizi
kendimiz yazmadığımız müddetçe kaybetmeye
mahkûmuz. Kendimizi Batının gözüyle sorgulamaktan kurtulamadığımız müddetçe aşağılık kompleksinden de kurtulamayız.
Avrupalı kendini beğenmiş, ukala edası ile
Doğuyu değiştirmek, dönüştürmek için Doğuya yöneldiğinde bizde çözülmelerin başladığı bir dönemdir. Bununda en önemli sebeplerinden bir
tanesi de Sabatey Sevi ve onun arkasından gelen
Sabateyistlerindir. Bizde çöküşün başlangıcı ve İslami anlayışımızdaki gericiliğin başlangıcı Sabatey
Sevi devriyle başlaması tesadüf değildir sanırım.
Bu başlı başına araştırılması gereken bir konudur.
72
Download