uluslararası kamu hukuku - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (ULUSLARARASI KAMU HUKUKU)
ANABİLİM DALI
ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN
SİYASAL HÜKÜMLERİ IŞIĞINDA TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU:
TARİHTEN GÜNCELLİĞE
Yüksek Lisans Tezi
Remzi Altunpolat
Ankara-2005
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (ULUSLARARASI KAMU HUKUKU)
ANABİLİM DALI
ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN
SİYASAL HÜKÜMLERİ IŞIĞINDA TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU:
TARİHTEN GÜNCELLİĞE
Yüksek Lisans Tezi
Remzi Altunpolat
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Serap Akipek
Ankara-2005
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (ULUSLARARASI KAMU HUKUKU)
ANABİLİM DALI
ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN
SİYASAL HÜKÜMLERİ IŞIĞINDA TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU:
TARİHTEN GÜNCELLİĞE
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Serap Akipek
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı
İmzası
…………………………………………...
……………………..
…………………………………………...
……………………..
…………………………………………...
……………………..
…………………………………………...
……………………..
…………………………………………...
……………………..
…………………………………………...
……………………..
Tez Sınavı Tarihi :……………………….
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER…………………………….................................................................... I
KISALTMALAR…………………………………………………………….………... III
GİRİŞ…………………...……………………………………………………………… 1
BİRİNCİ BÖLÜM
AZINLIK KAVRAMI VE ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN AZINLIKLAR
І. AZINLIK KAVRAMI………………………………………………………………....6
A. Tanım Sorunu ……………………………………………...……………………...6
B. Azınlık Ölçütleri…………………………………………………………………...9
C. Azınlık Türleri…………………………………………………………………… 10
D. Azınlıklar ve Yerli Halklar……………………………………………………….12
ІІ. AZINLIKLARIN VE AZINLIK SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞI…………...13
A. Azınlıkların Kökenleri……………………………………………………………13
B. Azınlıklar Sorununun Kaynağı: Ulus-Devlet/ Azınlık İlişkileri ve Vatandaşlık...16
III. AZINLIK HAKLARI………………………………………………………………20
A. Azınlıkların Hakları, Yükümlülükleri ve Azınlık Haklarının Sınırlandırılması... 20
B. Azınlık Haklarının Niteliği: Bireysel Haklar – Kolektif Haklar………………... 23
C. Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Self-determinasyon / Oto-determinasyon Hakkı)...25
IV. AZINLIKLARIN ULUSLARARASI ALANDA KORUNMASI…………………29
A.Tarihsel Süreçte Azınlıkların Uluslararası Korunması ve Uluslararası Belgelerde
Azınlık Hakları…………………………………………………………………...29
1. Milletler Cemiyeti Dönemine Kadar Olan Durum……………………………..29
2. Milletler Cemiyeti Dönemi……………………………………………………. 32
3. Birleşmiş Milletlerin Kuruluşundan 1990’lara Kadar Olan Dönem……...….... 35
4. 1990 Sonrasında Yaşanan Gelişmeler………………………………………….42
B. Azınlık Hakları Konusunda Güncel Gelişmeler…………………………………54
İKİNCİ BÖLÜM
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI VE TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU
I. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA AZINLIKLAR……………….…………... 57
I
A. Osmanlı Millet Sistemi……………………….…………………………………...57
B. Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Evresinde Reform Çabaları ve Azınlıklarla
İlgili Düzenlemeler……………………………………………………………….59
II. SEVR’DE VE LOZAN’DA AZINLIKLAR SORUNU……………………………63
A. Sevr Antlaşması ve Azınlıklar…………………………………………………....63
B. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Lozan’a Giden Yol…………………………………...65
C. Lozan Konferansı Süreci: Tarafların Tezleri, Talepleri ve Tartışmalar…...…….. 69
1. Konferansın Toplanması, Çalışma Şekli ve İmzalanan Anlaşmalar…………...69
2. Konferans’ta Azınlıklar Sorunun Ele Alınışı: Tarafların Tezleri ve
Tartışmalar……………………………………………………………………...71
III. LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NDA AZINLIKLARIN KORUNMASI………. 75
A. Lozan Barış Antlaşması’nın Azınlıkların Korunmasıyla İlgili Hükümleri…........75
B. Lozan ve Sevr Antlaşmalarının Azınlıkların Korunması Hükümlerinin
Karşılaştırması……………………………………………………………………79
C. Lozan Antlaşması’nda Getirilen Azınlık Kavramının ve Azınlık Haklarının
Yorumu…………………………………………………………………….……...80
IV. LOZAN’DAN GÜNÜMÜZE YAŞANAN GELİŞMELER VE TÜRKİYE’DE
AZINLIK HUKUKU ……………………………………………………………...85
A. Türkiye’de Yaşayan Etnik, Dinsel ve Dilsel Gruplar……….……………………85
B. Lozan’dan Günümüze Türkiye’de Azınlık Politikalarına Bir Bakış……..……… 87
C. Türkiye’de Azınlık Hukuku……………………………………………………... 93
1. Mevzuat’ın Genel Görünümü ve Uygulamalar………………………………...93
2. Anayasa Mahkemesi’nin Azınlıklar Konusuna Bakışı………………………... 97
3. Azınlık (Cemaat) Vakıfları……………………………………………………101
D. Avrupa Birliği’ne Adaylık Sürecinde Türkiye’de Azınlık Hakları…………….104
SONUÇ……………………………………………………………………………….109
KAYNAKÇA………………………………………………………………………… 115
ÖZET
ABSTRACT
II
KISALTMALAR
AB: Avrupa Birliği
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
AGİK: Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı
AGİT: Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı
AİHM: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
AİHS: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
AK: Avrupa Konseyi
AÜHFD: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi
AÜSBFD: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi
BM: Birleşmiş Milletler
ESKHS: Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
İSBFD: İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi
KOB: Katılım Ortaklığı Belgesi
MC: Milletler Cemiyeti
MSHS: Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
SAEMK: Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi
SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi
TESEV: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı
TODAİE: Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü
UAD: Uluslararası Adalet Divanı
UDAD: Uluslararası Daimi Adalet Divanı
UP: Ulusal Program
III
GİRİŞ
Azınlıklar sorununun tarihsel, siyasal, sosyo-ekonomik, kültürel ve hukuksal
olmak üzere pek çok boyutu bulunmaktadır. V. Van Dyke’ ın belirttiği gibi “azınlık
araştırmaları uluslararası hukuk, siyaset teorileri ve uygulamalarının içinde varolan
çelişkilerin ve karmaşanın, derhal, bütün yalınlığıyla gözler önüne serilmesini
sağlayacaktır.”∗ Gerçekten de azınlık olgusu çok geniş kapsamlı süreçleri içinde
barındıran uluslaşma, ulusçuluk ve ulus-devlet ekseninde ortaya çıkmış ve gelişme
göstermiştir. Bu bağlamda azınlıklar sorunu ulus, ulusçuluk, ulusal egemenlik, etnik
grup, etnisite, kendi kaderini tayin hakkı, yurttaşlık ve insan hakları gibi kavramlarla
doğrudan ilgilidir.
Aslında azınlık gruplarına ilgi 16. ve 17. yüzyıllarda Batı Avrupa’da modern
ulus-devletin ortaya çıkışı ve bu modern ulus-devlet sistemini yansıtan uluslararası
hukukun doğuşuyla birlikte gündeme gelmiştir. Bu anlamda azınlıkların korunması yeni
bir olgu değildir, ulus-devletin tarihiyle paralel gitmektedir. Bununla birlikte
uluslararası hukukta azınlıkların korunmasının belli tarihsel dönemlerde konjonktüre
bağlı olarak önemi artmış ya da azalmıştır. Böylece azınlıkların korunması sorunu,
uluslararası ilişkilerin ve uluslararası hukukun en önemli ve çatışmalı konularından
birisi haline gelmiştir. Özellikle 1789 Fransız Devrimi’nin etkisiyle gelişen ulusçuluk
akımları sonucunda, azınlıklar sorunu sadece bir devletin sınırları içersinde kalan bir
konu olmaktan çıkıp devletler sisteminin ve uluslararası hukukun ilgi alanına girmiştir.
Bu konuyu çatışmalı hale getiren, devletlerin genellikle sınırları içersinde yaşayan
azınlıklara belli kolektif hakları tanımak istememeleri ve bu konuyu daha çok bir iç
hukuk sorunu olarak görmeleridir. Devletler, azınlıkları genellikle ulusal bütünlüklerine
ve egemenliklerine karşı bir tehdit olarak algılamış, öte yandan azınlıklar ise devletten
kendi kolektif hak ve özgürlüklerinin tanınmasını istemişlerdir. Bu iki karşıt düşüncenin
bir sonucu olarak taraflar 19. yüzyıldan itibaren zaman zaman kanlı çatışmalara bile
girmekten çekinmemişlerdir. Azınlıkların, kendi kaderlerini tayin edebilmelerine
yönelik talepleri özellikle 19. yüzyıldan itibaren her zaman varolmuş, bu tür talepler
karşısında devletlerin, baskıcı uygulamalara başvurması ve varolan hakları da
Aktaran: Jennifer Jackson Preece, Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi, Çev: Ayşegül
Demir, Donkişot Yayınları, İstanbul, 2001, s.8
∗
1
sınırlamaya çalışması sıkça rastlanan bir durum olmuştur. Uluslararası hukuk, işte bu
noktada koruyucu ve düzenleyici bir rol üstlenmiştir.
Son iki yüzyıl, azınlık olgusunun gelişimi ve yeni içerikler kazanması
bakımından oldukça önemlidir. 19. yüzyıl boyunca ortaya çıkan milliyetçilik akımları
çok uluslu imparatorlukların sonunu hazırlarken, tek bir ulus bünyesinde toplanamayan
etnik grupların ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Azınlıklar çok uluslu
imparatorlukların
yaşadığı
bu
çözülme
sürecinde
ve
özellikle
büyük
sınır
değişikliklerinin yaşandığı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından önemli bir gündem
maddesi haline gelmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında sömürgelerin uluslaşma süreci,
yeni ulusların ve yeni azınlıkların doğmasına neden olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitimi ve
sosyalist sistemin çözülme süreci yeni bir uluslaşma dalgasına yol açmış ve yeni
azınlıkları uluslararası sistemin gündemine oturtmuştur. Soğuk Savaş sonrası yeni
kurulan devletlerde başlayan demokratikleşme ve liberalleşme süreci, bu devletlerin
çoğunda azınlıklara karşı toleransın ve çok kültürlülüğün tanınmasını beraberinde
getirmemiş, dünya etnik milliyetçiliğin yükselişine ve etnik çatışmalara sahne olmuştur.
Etnik ve kültürel kimliklerin giderek önem kazanmasının yarattığı çatışmalar, klasik
insan hakları hukuku yanında, bu çatışmaları ve uzlaşmazlıkları düzenleyecek farklı bir
hukukun, “ azınlık hakları hukukunun” oluşumunu hazırlamıştır. 1990 sonrasında
yükselen etnik milliyetçilik, azınlıklar sorununu uluslararası gündemin baş sıralarına
taşırken, azınlık hakları da uluslararası insan hakları hukukunun gözde konularından biri
haline gelmiştir. 20. yüzyılın başında moda olan azınlıkların korunması, yüzyıl
ortasında düşüşe geçmişken bugün uluslararası hukuk düzleminde yeniden ilgi toplayan
insan hakları sorunlarından birini oluşturmaktadır.
Tarihsel olarak, ulus-devletlerden kurulu uluslararası sistemdeki her milliyetçi
yükselişin bir azınlıklar dalgasını da beraberinde getirdiği gözlenmektedir. Ulusdevletlerin kurulduğu ve ona paralel olarak gelişen bir uluslararası hukuk düzeninin
oluştuğu dönemlerden bu yana, milliyetçiliğin her yeni evresi azınlıklar sorununun da
uluslararası
alanda
yeniden
ele
alınmasını
gerektirmiştir.
Dolayısıyla,
tıpkı
milliyetçiliğin yüzyıllar içersindeki evrilişi gibi azınlıklara ilişkin politikaların
dönüşümü de aslında ulus-devletteki ve onun uzantısı olan uluslararası sistemdeki
yenilenmelerin ürünüdür. Günümüzde azınlık haklarının kazandığı önem uluslararası
sistemdeki bu yeniden yapılanmayla ilgilidir. Özellikle 1990 sonrasında Doğu
2
Avrupa’da gerçekleşen ve varolan iki bloklu dünya sistemini çökerten gelişmelerle
birlikte, uluslararası merkezlerin azınlıklara ilişkin politikaları da ciddi bir dönüşüm
sürecine girmiştir. Azınlık haklarının günümüzde kazandığı önem, ulus-devletin
aşınmaya başladığı ve 21.yüzyılın da ulus-devlet sonrası yüzyıl olacağı yönündeki
saptamalar çerçevesinde gelişmektedir. Ulus-devletin aşınmasına bağlı olarak ulusların
tarihsel önemlerini kaybetmeye başlamaları azınlıkların hiç olmadıkları kadar önem
kazanmalarına neden olmaktadır. Ulus-devletler döneminde yok sayılan ya da ihmal
edilen azınlıklar ulus üstü bir sisteme geçişte yeni sistemin yapı taşları konumuna
gelmektedirler. Bu çerçevede artık insan hakları, azınlık haklarını da içeren üst kavram
olarak küresel uluslararası sistemin hukukunun sınırlarını belirlemektedir.
Azınlıklar sorunu, her zaman potansiyel olarak ulusal olduğu kadar uluslararası
bir sorun niteliği de taşımıştır. Bunun bir sonucu olarak azınlıklar sorunu, ulusal
düzeyde çözümlenemediği oranda uluslararası alanda çözümlenmeye çalışılmış ve
bugün gelinen aşamada uluslararası gündemin başlıca konularından biri haline
gelmiştir.
Ayrıca
azınlıkların,
ulus-devletlerin
çabalarına
rağmen
asimile
edilemediklerinin görülmesi ve bundan sonra da asimile edilemeyeceklerinin
anlaşılması,ulus-devlet ile azınlıklar arasındaki uzlaşmanın ancak dış müdahalelerle
sağlanabileceği şeklinde bir yargıya varılmasına neden olmuştur. Bununla birlikte
günümüzde azınlık korumasının uluslar arası önem kazanması ve bu konuda bir rejimin
doğması, bu gelişmenin ulus-devletlerin zayıflatılmasına mı, yoksa iç barışın
sağlanmasına ve demokrasinin güçlendirilmesine mi hizmet ettiği tartışmalarını
başlatmıştır. 1990 sonrası azınlıkları korumak için harcanan çabaların küreselleşme ve
Avrupa Birliği (AB) ile ilgisi olduğu iddiaları tartışmanın boyutlarını genişletmiştir.
Günümüzde yaşanan küreselleşme olgusuyla paralel olara azınlıkların korunmasının
gündeme gelmesi ve bu iki olgunun benzer sonuçlara yol açması aralarında yakın ilişki
olduğuna dair görüşleri güçlendirmiştir. Gerçekten de hem küreselleşme olgusu hem de
azınlıkların korunması, uluslararası politikanın yüzyıllardır temel hatta tek aktörü olan
ulus-devletlerin zayıflamasına yol açmıştır. Bu durum 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl
başlarında çok uluslu imparatorlukların tasfiyesinde önemli bir rol oynayan azınlıklara,
şimdi küreselleşme ve ulus üstü yapılanmalar karşısında engel olarak görülen ulusdevletlerin zayıflatılmasında veya dönüştürülmesinde önemli bir misyon yüklenmeye
çalışıldığını düşündürmektedir.
3
Ulusal azınlık tartışmaları, ulus-devletin sınırları çerçevesinde değerlendirilmesi
gereken bir husus gibi görünse de günümüzde ulus-devletin uluslararası sisteme sıkı
sıkıya bağlı olması nedeniyle her türlü ulusal olgu ister istemez uluslararası düzleme
taşınmaktadır. Küresel uluslararası sistemin bütüncül ve homojenleştirici etkisine
karşılık,
mikro-milliyetçiliklerin
ve
azınlıkların
etkisi
çelişki
ve
çatışmaları
alevlendirmiş, çözücü ve parçalayıcı etkiler yaratmıştır. Biçimleri evrime uğrasa ve
içeriklerinde değişimler yaşansa bile, etnik ve ulusal bağlar pek çok siyasal ve
toplumsal dönüşümün tetikleyicisi olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin yeniden şekillenme sürecine
Türkiye de dahil olmuştur. Bu süreç içersinde yer alan diğer devletlerde olduğu gibi,
Türkiye de azınlıklar sorunundan payına düşeni alacak ve “Lozan (Lausanne) Barış
Konferansı” sırasında Türkiye’n,n bünyesinde yer alan azınlıklar konusunda ciddi
tartışmalar yürütülecektir. Azınlıklar konusunda, dönemin tanımlarının yetersizliği
karşısında, önce bir tanım yapabilmeye yönelik olarak başlayan Lozan görüşmeleri,
farklı bir azınlık tanımı ortaya koyarak uluslararası sisteme kabul ettirecektir.
“Lozan Barış Antlaşması”, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kuruluşunu tescil eden
bir antlaşmadır ve günümüzde geçerliliğini koruyan nadir uluslararası belgelerden
biridir. Eski olmasına rağmen, tartışmalar ve sonrasında getirmiş olduğu çözümler,
bugün pek çok devlet için model olacak kadar önemlidir. Lozan Antlaşması’nda
azınlıklar hakkında getirilen güvenceler sistemi bugün uluslararası ilişkilerde hala bir
hedef olarak kalmaktadır. Daha sonraki yıllarda uluslararası alanda azınlıklara ilişkin
yaşanan onca gelişmeye rağmen uluslararası sistemde Türkiye’nin Lozan’da kabul
etmiş olduğu yapı bugünde ayrıcalıklı yerini korumaktadır.
Bu temel çerçeveyi esas alan çalışma iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci
bölümde, azınlıklar konusu kavramsal içeriği, tarihsel gelişimi, azınlık olgusunun ulusdevletle ilişkisi ve bu çerçevede yurttaşlık boyutu azınlıkların uluslararası alanda
korunması yönünde geçmişten günümüze yapılanlar, özellikle günümüzde azınlık
rejimine temel oluşturan uluslararası hukuk belgeleri ve bunların oluşturduğu koruma
mekanizmaları ve azınlık hakları konusundaki güncel gelişmeler üzerinde durulacaktır.
İkinci bölümde ise, öncelikle azınlık olgusunun Osmanlı İmparatorluğu
bünyesinde ele alınışı analiz edilecektir. Bu çerçevede, önce klasik Osmanlı “Millet
Sistemi” ele alınacak, daha sonra imparatorluğun dağılma evresinde güçlenen
4
milliyetçilik hareketleri ve toprak kayıpları sonucunda gerçekleştirilmeye çalışılan
reform çabalarına ve azınlıklar ile ilgili düzenlemelere değinilecektir. Birinci Dünya
Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’na son veren “Sevr (Sévres)
Antlaşması”nda nasıl bir azınlık rejimi benimsendiği üzerinde durulacaktır. Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından başlayan Lozan Barış Konferansı
sürecinde azınlık tartışmalarının gidişatı, tarafların tezleri ve talepleri ele alınacaktır.
Daha sonra Lozan Barış Antlaşması’nda getirilen azınlık tanımı, azınlıklara tanınan
haklar üzerinde durulacak, antlaşma sonrasında Türkiye’de azınlıklarla ilgili gelişmelere
değinilecektir. Nihayet günümüz Türkiye’sinde Lozan ve azınlık tartışmaları analiz
edilecek, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde azınlık hakları konusunda
yaşanan gelişmeler incelenecektir.
5
BİRİNCİ BÖLÜM
AZINLIK KAVRAMI VE ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN AZINLIKLAR
І. AZINLIK KAVRAMI
A. Tanım Sorunu
Azınlıklar sorununun incelenmeye ve tartışılmaya başlamasından bu yana yeterli
bir tanım yapılamadığı kabul edilmektedir. Bu nedenle insan aklı başkalarını ayrıma
tabi tutmak için ne kadar yol ve yöntem bulmuşsa, dünyada o kadar çok azınlık türü
olduğu söylenebilir. Azınlık kavramı, insanların toplumlar halinde yaşamaya
başladıkları dönemden itibaren ortaya çıkmış olan bir kavramdır. Çünkü, içinde
yaşadıkları toplumlardan çeşitli yönlerden farklı olan topluluklar her zaman
varolmuştur. Tarihsel gelişim sürecinde azınlık kavramı, uluslararası ilişkiler
bakımından önemli bir kavram haline gelmiş ve gerek hukuksal, gerekse sosyolojik
bakımdan çok çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Zaman içinde kuramsal tanımların yanı
sıra çeşitli hukuksal ve siyasal metinlerle bu kavrama birbirinden farklı anlamlar
yüklenmiştir.1
Azınlık kavramı, yerli ve yabancı kaynaklarda birbirinden farklı şekillerde
tanımlanmakta ve farklı anlaşılmaktadır. Batı literatüründe azınlık kavramı soy, din, dil
ve ırk gibi belirleyici özelliklerle açıklanırken, Osmanlılarda azınlık kavramının
içeriğinde belirleyici olarak, din unsuru bulunmaktadır.2 Azınlık kavramının neyi ifade
ettiği konusunda bir uzlaşma olduğu söylenemez. Bununla birlikte azınlık kavramı iki
açıdan ele alınabilir: Sosyolojik ve hukuksal.3
Sosyolojik açıdan azınlık, bir toplulukta sayısal bakımdan az olan, başat
olmayan ve çoğunluktan farklı özelliklere sahip olan gruptur. Bu tanım azınlığın
kapsamı bakımından geniş bir yoruma yol açmaktadır. Buna göre, çeşitli etnik, dinsel ve
dilsel grupların yanı sıra eşcinseller, travestiler, kadınlar, evsizler, özürlüler, yabancı
işçiler vs. azınlık olabilirler.
1
Türkkaya Ataöv, “Azınlıklar Üstüne Bazı Düşünceler”, AÜSBFD, C. XLІІ, No:1-4 (Ocak-Aralık
1987), s.49; Eyüp Kaptan, Lozan Konferansı’nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri Basımevi,
İstanbul, 2002, s.45
2
Kaptan, a.g.e., s.46
3
Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, 4.Basım, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001, s.67
6
Hukuksal açıdan bakıldığındaysa, azınlıklara ilişkin uluslararası belgelerde açık
bir tanımın yer almadığı görülür. Bunun nedeni, bir azınlığı tanımanın oldukça hassas
bir konu olması ve siyasal vurgusunun çok güçlü olmasıdır. Bu olumsuzluğa rağmen
azınlıkların tanımlanabilmesi için bir takım çabalar söz konusu olmuş ve en azından bir
çerçeve ortaya konulabilmiştir.
Milletler Cemiyeti (MC) döneminde hazırlanan uluslararası belgelerde doğrudan
bir azınlık tanımı yer almamış olmakla birlikte, “ırk, dil, din bağlarıyla bağlı insanlar”
nitelemesi yapılarak azınlık kavramı bir bakıma kültürel kimlikle ilişkilendirilerek
uluslararası alana taşınmıştır. 1928’de Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nda (UDAD)
görülen “Yukarı Silezya Azınlık Okulları Davası” nda hukukçu Mello Toscana azınlık
kavramını “bir devletin nüfusunun, topraklarının belirli bir bölümüyle tarihsel olarak
bağlı, kendine özgü bir kültüre sahip, ırk, dil ve din farklılığı nedeniyle devletin diğer
uyruklarının çoğunluğuyla karıştırılması olanaksız, kalıcı parçasıdır.” UDAD’ ın 1930
tarihinde önerdiği ve daha sonraki tanımlara da kaynaklık edecek olan azınlık tanımı ise
şöyledir: “Tarihsel olarak, belirli bir ülkede veya bölgede yaşayan, aynı ırktan, dini ve
dili bir, kendine özgü gelenekleri olan, ortak din, dil, gelenek ve ırk kimliğiyle,
dayanışma duygularıyla birbirine bağlı, geleneklerini koruma, inançlarını ve ibadet
etme biçimlerini sürdürme, aynı soydan olma ruhu ve geleneğine uyumlu olarak
çocuklarını eğitme ve yetiştirme haklarını güvence altına almak isteyen, karşılıklı
yardımlaşma ruhuna sahip bir topluluğu ifade eder.”4 Önemli eksikliklerine rağmen bu
tanımın içerdiği ölçütler BM dönemindeki çalışmalara da aktarılmıştır.
BM 1945 sonrasında birçok kez azınlık tanımını berraklaştırmayı denemiştir.
MC’ nin azınlık tanımını belirli bir coğrafi alanla sınırlandıran sistemine karşılık BM
azınlık haklarını genel insan hakları sistemi içinde algılamış ve evrensel geçerliliği olan
bir azınlık hakları kavramı geliştirme gerekliliği duymuştur. BM çerçevesinde, BM
İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı “Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması
Alt-Komisyonu” (1999’da “İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi AltKomisyonu” adını almıştır.) tarafından yürütülen çalışmalarda, çok çeşitli tanımlar
önerilmiş olmakla birlikte temel olarak alınan iki tanım bulunmaktadır. Bunlardan
birisi, Alt-Komisyon raportörü Francesco Capatorti’nin 1978 deki raporunda önerdiği
tanımdır: “Bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan, egemen olmayan
4
Jennifer Jackson Preece, a.g.e, s. 24-25
7
konumda bulunan, üyeleri o devletin vatandaşları olarak etnik, dinsel ya da dilsel
açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini,
dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren
bir gruptur.” Diğer tanım ise Alt-Komisyon’un Kanadalı üyesi Jules Deschenés’in
1985’te yaptığı tanımdır. Capatorti’nin tanımını esas alan Deschenés’in tanımı ise
şöyledir: “Bir devletin, sayısal olarak azınlık oluşturan ve o devlette egemen konumda
bulunmayan, nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip,
birbirleriyle dayanışma duygusu içinde, üstü örtülü de olsa varlıklarını sürdürmek için
ortak bir istekle yönlenmiş ve amacı çoğunluk ile fiili ve hukuki eşitlik elde etmek olan
bir grup vatandaşıdır.”5
Avrupa Konseyi’nin (AK) azınlıklara ilişkin benimsediği belgelerde de azınlık
tanımına rastlanmamakla birlikte 1991 yılında “Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu”
(Venedik Komisyonu) tarafından hazırlanan azınlıkların korunması için Avrupa
Sözleşmesi Tasarısı’nda Capatorti’nin tanımının esas alındığı görülmektedir.Buna göre,
“Bu sözleşmenin amaçları bakımından azınlık terimi, bir devletin nüfusunun geri
kalanından sayıca az olan, üyeleri bu devletin vatandaşı olan ve nüfusun geri
kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip olan ve kültürlerine,
geleneklerine, dinlerini ya da dillerini koruma isteğiyle hareket eden bir grubu
belirtir.” 1993’te Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin “Ulusal Azınlıklara
Mensup Kişiler Hakkında Avrupa Sözleşmesi Ek Protokol” önerisi daha ayrıntılı bir
tanım getirmektedir. Buna göre, “ulusal azınlık, bir devletin ülkesinde ikamet eden ve
bundan dolayı o devletin vatandaşı olan, o devletle eskiden beri süregelen sıkı ve
sürekli bağlarını koruyan, ayırt edici etnik, kültürel, dinsel ya da dilsel özellikler
gösteren, o devletin ya da o devletin bir bölgesinin geri kalan nüfusundan sayıca az
olmasına rağmen, yeterli derecede temsil edilen, kültürleri, gelenekleri, dinleri ya da
dilleri dahil olmak üzere ortak kimliklerini oluşturan öğeleri hep birlikte koruma
kaygısıyla hareket eden kişiler grubudur.” Ek Protokol önerisi, azınlıkları sadece
“ulusal” niteleyerek etnik, dinsel ya da dilsel azınlıklara atıf yapmamaktadır. Açıklayıcı
5
Naz Çavuşoğlu, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Bilim Yayınları,
İstanbul,1999, s.25-26
8
Not’ta bunun nedeninin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 14. maddesinde
yer alan “ulusal azınlık” ifadesinden kaynaklandığı belirtilmektedir.6
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) belgelerinde de azınlık tanımına
yer verilmemiştir. Ama AGİT Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri görevi gereği doğal
olarak resmen kabul edilmemiş bir dizi ölçütü kullanılır hale getirmiştir. Bu ölçütler
Capatorti’nin tanımındaki ölçütlerle örtüşmektedir.7
B. Azınlık Ölçütleri
Önceleri sadece oylamalarda sayı olarak aşağıda kalan, kaybeden grubu
belirtmek için kullanılan azınlık kavramı Latince küçük,az anlamına gelen “minor”
kelimesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlamıyla zaman zaman daha az değerli olma
biçiminde de vurgulanmıştır. Kavram çoğunluk ile tipik ilişki içinde olunan durumlarda
“öteki” biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Kavramın köken itibariyle kullanımı esas
alındığında daha az değerli olma niteliğinin, azınlığın karakter özelliği olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Bir azınlık bakımından önemli olan husus, belirli bir takım karakteristik
kimi özellikleri nedeniyle çoğunluk ile tipik bir ilişki içinde bulunmasıdır. O halde
azınlık kavramı, azınlığın çoğunluktan ayırt edildiği bir ilişkinin bulunmasını bir ön
koşul olarak gerektirmektedir.8
Azınlıklar içinde yaşadıkları toplumdan kültürel, etnik ya da ırksal özellikleri
bakımından farklı olan topluluklar olarak tanımlanmaktadır. BM Alt Komisyonu’nun
üçüncü oturumunda azınlık kavramı, “bir toplum içinde etnik, dil ve dini gelenekleri ya
da diğer önemli özellikleri sahip olan, bu özellikleri nedeniyle toplumun diğer
kesiminden açık olarak ayrılan ve bu özellikleri korumak isteyen, egemen konumda
bulunmayan grupları belirtir” biçiminde tanımlanmıştır.9
Tanımlar temelinde azınlık olmanın ana öğelerini ortaya koymak mümkündür.
Bu çerçevede bir azınlık grubunu tanımlamada başvurulacak ölçütler objektif ve
sübjektif ölçütler olmak üzere ikiye ayılabilir. Objektif ölçütlerden birincisi farklılıktır.
6
Çavuşoğlu, a.g.e., s. 27; Erol Kurubaş, Asimilasyondan Tanınmaya, Uluslararası Alanda Azınlık
Sorunları ve Avrupa Yaklaşımı, Asil Yayın Dağıtım, Ankara, 2004, s.17
7
Preece, a.g.e., s. 30. Azınlık kavramının tanımlanması konusunda ayrıca bkz. Gökçen
Alpkaya, “Uluslararası İnsan Hakları Hukuku Bağlamında Azınlıklara İlişkin Bazı Gelişmeler”,
TODAİE İnsan Hakları Yıllığı, C.14 (1992), s.153-155, M. Çağatay Okutan, “Teori ve Uluslararası
Metinlerde Azınlık Tanımı”, AÜSBFD, C. 59, No: 2 (Nisan-Haziran 2004), s.61-71, Levent Ürer,
Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, Derin Yayınları, İstanbul, 2003, s.17-26
8
Ayşe Füsun Arsava, Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslararası Belgeler ve
Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 27. Maddesi Işığında İncelenmesi, AÜSBF
Yayınları, Ankara, 1993, s.41- 42
9
Ürer, a.g.e., s.12
9
Azınlık, nüfusun geri kalanından ırksal, etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel açıdan
farklılıklar göstermelidir. Irksal farklılık günümüzde büyük ölçüde önemini yitirmiştir.
İkinci objektif ölçüt sayı unsurudur. Azınlık, farklı özelliklerini koruyabilecek ve
sürdürebilecek yeterli sayıya sahip olmalı ama nüfusun geri kalanından sayısal
bakımdan az olmalıdır. Bu azınlığın ülkedeki coğrafi dağılımı önemli değildir. Ülke
genelinde sayıca az olan bir grubun ülkenin belirli bir bölgesinde yoğunlaşarak,
çoğunluğu oluşturması bir şeyi değiştirmez.
Üçüncü objektif ölçüt ise, başat olmama konusudur. Azınlık grupları nüfusun
geri kalanı karşısında egemen olmayan bir konumda bulunmalıdırlar. Örneğin; Güney
Afrika Cumhuriyeti’nde “Apartheid” döneminde nüfusun % 20’sini oluşturan Beyazlar
değil, büyük çoğunluğu oluşturan Siyahlar azınlık konumunda olmuşlardır.
Objektif ölçütlerden dördüncüsü, azınlıkların vatandaş olmasıdır. Bu durumda
yabancı işçiler, göçmenler, uyruksuzlar (haymatlos) ve mülteciler gibi gruplar hukuksal
bakımdan azınlık kapsamının dışında kalırlar. Sosyolojik azınlık olarak adlandırılan bu
gruplar geçici bir süre için bir başka devletin ülkesinde bulunmakta ve uluslararası
hukukun bu gruplara tanıdığı statüye bağlı haklardan yararlanmaktadırlar. Gerçi AK
Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’nde bu konuda açık bir hüküm yer
almamış, yine BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Medeni ve Siyasal Haklar
Sözleşmesi’nin azınlıklarla ilgili 27. maddesine ilişkin yorumunda açıkça azınlık
bağlamında korunacak kimselerin vatandaş olmalarının gerekmediği belirtilmiştir. Fakat
devletler genellikle sözleşmedeki bu boşluktan yararlanarak, uygulamada sadece kendi
vatandaşlarını azınlık olarak kabul etmişlerdir.
Azınlık tanımındaki sübjektif ölçüt ise azınlık bilincidir. Azınlık tanımlarında
yer alan dayanışma duygusu bunu gerektirmektedir. Azınlık grupları, faklı niteliklerini
ve geleneklerini koruma isteğine sahip olmalıdır. Yoksa söz konusu grubun asimile
olmak istediği anlaşılır ve ona azınlık denemez. Bu nedenle, azınlıkların devlet
tarafından resmen tanınmadığı ülkelerde azınlık grubunun mensupları gündelik
yaşamlarında birlik ve dayanışma duygusu gösteriyorlarsa, geleneklerini ve kültürlerini
korumak için mücadele ediyorlarsa, bütün engellemelere rağmen konuşmakta
direniyorlarsa, kendilerini ayrı bir grup olarak görüyor ve başkaları tarafından da ayrı
10
bir grup olarak görülüyorlarsa, bu tutum kendilerine özgü karakteristiklerini koruma ve
geliştirme isteklerinin yani azınlık bilincinin bir tezahürü olarak kabul edilmektedir.10
C. Azınlık Türleri
Azınlıklar, kimliklerini oluşturan “farklılık” öğesine göre türlere ayrılmaktadır.
Diğer bir deyişle azınlığın türünü belirlemede ölçüt, azınlık kimliğinin temelini
oluşturan farklılık unsuru olmaktadır. Bir azınlık grubunu birden fazla farklılık özelliği
taşıması mümkündür. Fakat önemli olan bu farklılığın azınlık kimliğinin temel
belirleyicisi olmasıdır. Bu bakımdan dört çeşit azınlık türünden söz edilebilir.11
Bunlardan birincisi, “etnik azınlıklar” dır. Etnik kelimesi, Grekçe halk anlamını
taşıyan “etnos” kelimesinden türetilmiştir ve belirli bir kavime aidiyeti ifade eder. Etnik
grupların kendilerine özgü karakteristik özellikleri vardır. Çeşitli kültürel, tarihsel ve
topraksal bağlardan oluşan fakat belirli bir siyasal niteliği bulunmayan kimlik
özelliklerine sahip olması, grup mensuplarının aynı kökenden gelmesi, grup içinde
sosyal ilişkilerin organize edilmesi etnik azınlıkların karakteristik özelliklerini
oluşturmaktadır. Burada kuşaktan kuşağa geçen kültürel bir kategori söz konusudur.
Dolayısıyla bir etnik azınlığın belirlenmesinde o gruba özgü ortak dil, ortak kültür,
ortak tarih, ortak kader ve ortak gelecek gibi bir takım karakteristik özelliklere bakmak
gerekecektir. Burada dikkat çeken nokta, etnik azınlıkların genellikle aynı zamanda dil
ve din azınlıkları olmalarıdır. Çünkü dil ve din azınlıkları da ortak bir kültür ve tarihe
sahiptir ve kader birliği oluşturur. Etnik azınlıklara örnek olarak, Fransa’daki Bretonlar,
İspanya’daki Basklar ve Katalanlar verilebilir.
İkinci azınlık türü “dinsel azınlıklar” dır. Azınlık kavramının ortaya çıktığı 16.
yüzyılda egemen ideolojinin din olması nedeniyle uzunca bir süre din ölçütü azınlıkları
belirlemede kullanılmıştır. Bu bağlamda dinsel azınlıkların en eski azınlık türü olduğu
söylenebilir. Bununla birlikte 1789 Fransız Devrimi’nden itibaren egemen ideolojinin
değişerek, dinin yerini milliyetçiliğin almasıyla dinsel azınlıklar ulusal azınlıklara
dönüşmüşlerdir. Dinsel farklılıklar günümüzde de varolmasına rağmen artık din ölçütü
genellikle tek başına bir azınlığı belirlemede kullanılmamakta, bunun yerine azınlıkların
farklı dinsel inanışlarından söz edilmektedir. Yani din azınlık grubunu çoğunluktan fark
edilir bir şekilde ayırt ediyor ve grup mensuplarının kültür ve yaşamlarını etkiliyorsa
belirleyici bir ölçüt olabilmektedir. Diğer bir deyişle, sadece dinsel inanışlarıyla
10
11
Alpkaya, a.g.e., s.155-157; Kurubaş, a.g.e., s.17-19; Oran, a.g.e., s.67-69
Kurubaş, a.g.e., s.21
11
çoğunluktan farklılaşan gruplar, günümüzde nadiren olsa da dinsel azınlıklar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Çin’deki Müslüman Huiler, etnik olarak Çinli olmakla
birlikte dinsel inanışları bakımından çoğunluktan farklıdırlar.
Azınlık türlerinden üçüncüsü “dilsel azınlıklar” dır. Bu tip azınlıkların temel
farklılık özellikleri kullandıkları dillerdir. Dilsel azınlıkların saptanmasında nüfus
yoğunluğu, göç, işsizlik, dilin gelişmişlik derecesi, grubun dilbilgisi, okul dili, kitle
haberleşme araçlarının varlığı, azınlığın büyüklüğü, etnik bir partinin siyasi varlığı,
siyasi güç ve özerklik, resmi dilin statüsü gibi çok çeşitli faktörler dikkate alınmaktadır.
Aslında, dilsel farklılık kültürel farklılığın temel öğesini oluşturmaktadır. O nedenle
genellikle dilsel azınlıklar aynı zamanda etnik azınlıklara ya da ulusal azınlıklara
tekabül etmektedir. Bununla birlikte kimi devletler bu etnik ya da ulusal azınlıkları
sadece dilsel azınlık olarak kabul etmektedirler. Bunlara örnek olarak, İtalya’nın Güney
Tirol bölgesindeki Alman dil azınlığı ve Avusturya’daki Hırvat dil azınlığı verilebilir.
Dördüncü azınlık türü ise, “ulusal azınlıklar” dır. Ulusal azınlık terimi aslında
Avrupa’ya özgü bir kavramdır. Ulusal azınlık kavramı, Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra azınlıkların korunması çerçevesinde yapılan düzenlemelerle uluslararası hukuk
terminolojisine girmiştir. 19. yüzyılda, her ulusun bir devlete sahip olması, her devletin
bir ulus içermesi şeklindeki “Milliyetler Prensibi” ne geçerlilik sağlanamayan yerlerde,
farklı güçlere sahip çeşitli ulusal grupların aynı ülkede yaşamak zorunda kalmaları
sonucu ulusal azınlıklar ortaya çıkmıştır. Ulusal azınlık kavramı, bir devlet ülkesinde
yaşayan ve orada çoğunluğu oluşturan bir ulusal grupla aynı kökenden gelen bazı
grupların, bir başka devlet ülkesinde azınlık durumunda olmasını ifade eder. Ulusal
azınlıklar genel anlamda kendi ulusal özellikleri, kendi tarihi, kendi kültürü, kendi dili
vs. olan gruplardır. Ulusal azınlıklar, etnik azınlıkların gösterdiği özelliklerin yanı sıra,
siyasal karar alma mekanizmalarına katılma iradesine sahiptir. Bir devletin ülkesinde
çeşitli ulusal azınlıkların yaşaması mümkündür. Ulusal azınlıklar aynı zamanda etnik ve
dilsel azınlıklardır ama etnik ve dilsel azınlıklar her zaman ulusal azınlık değildirler.
Ulusal azınlıkları diğer azınlıklardan ayıran en önemli özellik toplum olma konusundaki
siyasal iradeleridir.12 Ulusal azınlık tarihsel, kültürel, dilsel bağlarının olduğu etnik
grubun egemenliği altındaki devletin ülkesi dışında, başka bir devletin sınırları içinde
12
Arsava, a.g.e., s. 53-59; Kurubaş, a.g.e., s. 21-23; ayrıca bkz. Erol Anar, Öte Kıyıda Yaşayanlar
Azınlıklar,Yerli Halklar ve Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul, 1997, s.15
12
yaşayan grup olarak tanımlandığında bir devlete sahip olamayan etnik azınlıklardan
tanımsal olarak ayrılabilir.13
D. Azınlıklar ve Yerli Halklar
Yerli halklar genellikle henüz uluslaşamamış düzeydeki topluluklardır. Özellikle
1980 sonrasında yapılan uluslararası belgelerde “halk” denildiği zaman genellikle
bunun yerli halkları ifade etmektedir. Yerli halkların temel özelliği, yaşadıkları bölgenin
otokton sakinleri yani bilinmeyen zamanlardan beri o topraklar üzerinde yaşayan
gruplar olmaları, devleti yöneten gruplardan etnik, dilsel ve kültürel bakımlardan
farklılık göstermeleri ve başat kültüre entegre olmalarının zor olmasıdır. 14
Azınlık haklarına yönelik olarak yapılan tüm uluslararası belgeler aynı zamanda
asgari bir standart olarak yerli halkları da kapsamaktadır. Çünkü bu gruplar, yaşadıkları
devletin vatandaşları olarak sayıca az, hiçbir biçimde başat olmayan, farklılıklara sahip
ve bu farklılığının bilincinde olan gruplardır. Bu halklardan bazıları, azınlık kavramının
ikinci sınıf vatandaşlığı çağrıştırdığı ve kendi kaderini tayin hakkı gibi kolektif hakları
dışladığı düşüncesiyle azınlık olarak tanımlanmaya karşı çıkarlar ve daha güçlü bir
kavram olarak halk terimini benimserler. Bu durum onların azınlık haklarından
yararlanmasını engellemez. Avrupa sistemi içinde yerli halklar azınlık statüsü
çerçevesinde korunmaktadırlar. BM sistemi içinde yerli halklar, azınlıklar dışında ayrıca
ele alınmaktadır. Yerli halklara örnek olarak İsveç ve Finlandiya’daki Laponlar
(Samiler),
Avustralya’daki
Aborjinler,
Kanada’daki
Eskimolar
ve
ABD’deki
Kızılderililer verilebilir.15
13
Çavuşoğlu, a.g.e., s.28
Anar, a.g.e., s.17-18; Oran, a.g.e., s.117
15
Kurubaş, a.g.e., s.20-21; Oran, a.g.e., s.117; azınlıklar ve yerli halklarla devlet arasındaki ilişki için
ayrıca bkz. François Rigaux, “Azınlıklar Hukuku: Tanımlama Sorunları”, Ulusal, Ulusalüstü ve
Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan
Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002,
s. 51-67
14
13
ІІ. AZINLIKLARIN VE AZINLIK SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞI
A. Azınlıkların Kökenleri
Tarihin her döneminde aynı devlet sınırları içersinde çoğunluktan farklı bazı
gruplar çeşitli nedenlerle oluşmuştur. Büyük nüfus hareketlerinin, sınır değişikliklerinin
ve siyasal yapılarda meydana gelen değişmelerin yaşandığı dönemler azınlıkların
doğmasına yol açmıştır. Bu nedenle azınlıklar, sosyolojik olarak antik çağlardan
itibaren her zaman varoldular. Örneğin eski Yunan’da ve Roma’da vatandaşlık sınırlı
sayıda kişilere tanınmaktaydı. Vatandaşların yanı sıra esas çoğunluğu oluşturan köleler
ve yabancılar hem hukuken tanınmadıkları hem de azınlık bilincine sahip olmadıkları
için azınlık olarak adlandırılmadılar. Ayrıca bu dönemde azınlıkların korunması olgusu
da mevcut değildi. Halbuki azınlık kavramı, azınlıkların korunması kavramından ayrı
olarak düşünülemez.
Günümüzde anlaşıldığı biçimiyle azınlıklar modern çağlarda ortaya çıkmıştır.
Yani, azınlıklar modern ulus-devletin ortaya çıkışıyla birlikte doğdular. Modernleşme
ve uluslaşma süreçlerindeki farklılıklara paralel olarak azınlıkların gelişimi de her yerde
farklılık gösterdi. Avrupa, modernleşme ve uluslaşma süreçlerinin ilk ortaya çıktığı yer
olması nedeniyle ilk azınlıklar da burada oluştu.
Avrupa’da
azınlıklar
Ortaçağ
sonrasında
yaşanan
gelişmelere,
siyasal
yapılardaki ve sınırlardaki değişikliklere paralel olarak ortaya çıkmıştır. Ortaçağ’da
azınlık kavramı söz konusu değildi. Çünkü, egemen ideolojinin din olması nedeniyle
Katolik Kilisesi toplumu tamamen denetim altında tuttuğu için, siyasal parçalanmışlığa
rağmen toplum din açısından tam bir bütünlük göstermekteydi. Gerçi bu dönemde
Yahudiler fiilen bir dinsel azınlık grubuydu ama onların korunmalarından söz etmek
mümkün değildi. 16. yüzyılda Katolik Kilisesi’ne karşı gerçekleştirilen “Reformasyon”
sürecinde dinsel azınlıklar ortaya çıkmaya başladı ve hemen arkasından bunların
korunması gündeme geldi. Ancak bu koruma çok zayıftı ve hükümdar iradesine bağlı
olduğu için her zaman geri alınabilirdi. Örneğin, Fransa’da 1598 Nantes Fermanı ile
kral IV. Henri, Protestan uyruklarına (Huguenotlar) dinsel özgürlük tanımış, ancak XIV.
Louis 1685’te bu fermanı yürürlükten kaldırmıştır. Ancak, “1648 Vestfalya Barışı”
sonrasında modern ulus-devletlerin ortaya çıkması ve egemen ideoloji olarak dinin
14
yerini milliyetçiliğin alamaya başlamasıyla azınlıkların korunması güçlenmeye
başlamıştır. Bu bağlamda modern azınlık hakları doğmuştur.16
Daha sonra yeni devletlerin kuruluşu, sınır değişiklikleri ve siyasal yapılardaki
dönüşümler azınlıkları da etkilemiş ve yeni azınlıkların doğmasına yol açmıştır.
Özellikle Avrupa’da çok uluslu imparatorlukların çözülüşüne paralel olarak sınırların
yeniden çizilmesi ve yeni devletlerin kurulmasıyla birlikte bir çok topluluk azınlık
haline gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu ve AvusturyaMacaristan İmparatorluğunun dağılmasıyla meydana gelen sınır değişiklikleri Doğu
Avrupa ve Balkanlar ile Orta Doğu’da çeşitli yerlerde azınlıkların ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türk azınlığı, Avusturya’daki Hırvat
ve Sloven azınlıklar bu sürecin ürünüdürler.17
Azınlık sorunu Avrupalıların başka kıtaları keşfi ve o bölgeleri işgal etmeleriyle
önemli
boyutlar
kazanmıştır.
Avrupalıların,
Amerika
ve
Avustralya’yı
sömürgeleştirerek bu topraklara yerleşmeleriyle, o bölgelerdeki halklar bir çeşit azınlık
statüsüne girmişlerdir. Örneğin, Eskimolar, Kızılderililer, Aborjinler… Atlantik köle
ticareti döneminde milyonlarca Siyah Afrikalı, Amerika’ya göç ettirilerek burada aşağı
bir azınlık konumuna sokulmuşlardır.
Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya’daki azınlıklar da sömürgecilik ve
emperyalizm dönemlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Sömürgeci ve
emperyalist devletler yerli halklara hiç danışmadan, onların etnik dilsel ya da dinsel
yönden coğrafi dağılımlarını dikkate almadan, tamamen kendi çıkarlarına göre bu
toprakları
paylaşarak
siyasal
sınırları
belirlemişlerdir.
Sonuçta
bu
devletler
bağımsızlıklarını kazanırken sömürge döneminin mirası olan sınırları kabul etmek
zorunda kalmışlardır.
Başka bir tür azınlık grubu ise, belirli emek ve teknik beceri biçimlerinin
bulunmadığı sömürgelerde oluşmuştur. Örneğin, daha önceleri Siyah kölelerin
çalıştıkları şeker kamışı tarlalarında çalışmak üzere, Karayipler, Guyana gibi bölgelere
Hintli tarım işçileri gelmiştir. Yine Hintli tüccar, zanaatkar, asker ve alt düzeyde
bürokrat Malaya, Birmanya, Orta ve Doğu Afrika’ya göçmüşlerdir. Benzeri rolleri
Güney Doğu Asya’daki İngiliz, Fransız ve Hollanda sömürgelerinde Çinliler, Batı
Afrika’da Lübnanlılar ve Belçika Kongosu’nda Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar
16
17
Kurubaş, a.g.e., s.1-2; Oran, a.g.e., s.66
Ataöv, a.g.e., s. 51-52; Kurubaş, a.g.e., s. 3
15
oynamışlardır. Bu azınlıklar sömürge yönetimleri süresince güvelik içinde yaşamış,
yerli halka oranla çok daha fazla ekonomik ve sosyal haklara sahip olmuşlardır.
Sömürge yönetimleri sona erdiğinde ise yerli halklar onları kendi ilerlemelerine engel
olarak görmüş, zor konuma düşmüşlerdir.18
Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması ve Doğu Bloğu’nun çözülüşü sonucu bir
yandan Doğu Avrupa ve Balkanlar’da eski azınlıklar tekrar ortaya çıkarken, bunlara bir
de Rus azınlıklar eklenmiştir. Özellikle Baltık ülkelerinde Rus azınlıklar önemli bir oran
teşkil etmektedir. Ayrıca SSCB döneminde Stalin’in toplumları etnikleştirerek onlara
ayrı toprak ve ayrı statü verme şeklindeki “Milliyetler Politikası”nın bir sonucu olarak
Kafkasya ve Orta Asya’da yeni azınlıklar doğmuştur.
Nihayet, bunlara zorunlu ve gönüllü göçler neticesinde ortaya çıkan diğer
azınlıkları eklemek gerekir. Siyasal, dinsel vs. nedenlerle bir topluluğun kendi yaşam
alanlarından ayrılmak zorunda bırakılması sonucu meydana gelen zorunlu göçler
nedeniyle dünyanın dört bir tarafına dağılmış olan Yahudiler, Ermeniler, Beyaz Ruslar
ve Amerika ve Batı Avrupa’daki Siyahlar gittikleri ülkelerde azınlık oluşturmuşlardır.
Diğer yandan ticaret amacıyla ya da çalışmak için gönüllü göçler sonucunda da
azınlıklar ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, Çinliler, Hintliler, Levantenler, Lübnanlılar,
Yunanlılar ticaret amacıyla göç etmişlerdir.1960’lardan sonra azgelişmiş ya da geri
kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere çalışmak amacıyla göç başlamıştır. Örneğin,
Türkler ve Slavlar Almanya, Belçika ve Hollanda’ya, Hintli ve Pakistanlılar
İngiltere’ye, Kuzey Afrikalılar Fransa’ya, Yunanlılar Avustralya’ya, Latin Amerikalılar
Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) göç etmişlerdir. Son olarak, göç rekabeti
nedeniyle de azınlıklar oluşabilir. Örneğin, Kanada’da İngiliz kökenliler karşısında
Fransız kökenliler, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yine İngiliz kökenliler karşısında
Hollanda kökenli Afrikaanerler, bu rekabetin mağlubu olarak azınlık konumuna
girmişlerdir.19
B. Azınlıklar Sorununun Kaynağı: Ulus-Devlet/ Azınlık İlişkileri ve Vatandaşlık
Ulus-devletler, dünyanın farklı bölgelerinde farklı tarihsel gelişim süreçlerinin
sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bununla birlikte ulus-devletin altında yatan temel
18
Ataöv, a.g.e., s.50-53
Kurubaş, .a.g.e, s. 4; Oran, a.g.e., s. 70-72; ayrıca bkz Stefanos Yerasimos, “La Naissance des
Minorites (XIXe Siécle-Premiére Guerre Mondiale)” (Azınlıkların Doğuşu XIX. Yüzyıldan Birinci
Dünya Savaşına), Tarih ve Milliyetçilik, I. Ulusal Tarih Kongresi Bildiriler, Mersin Üniversitesi
Fen-Edebiyat FakültesiYayınları, Mersin, 1999, s. 280-321
19
16
felsefe, birbirleriyle yakından ilişkili olan uluslaşma, ulusçuluk, ulusal kimlik, ulusal
egemenlik
ve
kendi
kaderini
tayin
hakkı
gibi
kavramlar
tarafından
biçimlendirilmektedir. Azınlıklar sorunun temelinde de bu kavramlar yatmaktadır. Bu
temel kavramlar ve süreçler çerçevesinde ulus-devletle azınlık ilişkileri incelenebilir ve
bu sayede azınlıklar sorununun temel nedeni ortaya konulabilir.20
Tarihsel süreçte azınlıkların ortaya çıkışının ulus-devlete bağımlı bir olgu
olduğu, diğer bir deyişle modern ulus-devletlerin ortaya çıkışına paralel olarak
azınlıkların doğdukları görülmektedir. Bu bağlamda azınlık hakları, ulus-devletin
doğuşuyla modern anlamda ortaya çıkan uluslararası hukukun ürettiği kavramlardan
biridir ve ulus-devletin etnik, dinsel, dilsel ve kültürel bakımdan homojen bir ulus
yaratma çabasının doğal bir uzantısıdır.21
Ulus-devlet sınırları belirlenmiş bir toprak parçası yani ülke üzerinde, yönetimi
altındaki toplulukları ve bu toplulukların sahip olduğu bölgesel, etnik, dinsel ve dilsel
farklılıkları, gelenek ve ortak köken mitlerini canlandırarak, ortak kültür, ortak değerler
ve simgeler çerçevesinde homojenleştirmeye çabalayan ve böylece tek bir bütün olarak
onları ulus denen üst kimlik etrafında örgütleyen siyasal yapılar biçiminde
tanımlanabilir. Ulus-devletler, sınırları içersindeki herkesin aynı özelliklere sahip ve
birlik-beraberlik içersinde hareket eden homojen bir topluma dönüştürüldüğünde, güçlü
bir yapı çıkacağı varsayımına inanırlar. Farklılıkların sosyal çatışma ve siyasal
istikrarsızlığa yol açacağı düşünürler. Milliyetçilik ideolojisi ve bu çerçevede kullanılan
ortak hukuk, ortak resmi dil, ulusal eğitim, ulusal ordu, zorunlu askerlik gibi araçlarla
homojen bir toplum yaratılmaya çalışırlar.
Ulus-devletler kendi içersinde varolan birden fazla ulusal ya da etnik grubun
toplumda farklılıklar meydana getirdiği, homojenliği bozduğu ve siyasal birliği
engellediği düşüncesiyle bu farklılıklarla çatışmaktadırlar. Bu durum ulus-devletleri
zaman zaman asimilasyonist politikalara itmektedir.
Ulus-devletin temel mantığı, devletle ulusun sınırlarının birbiriyle çakıştığı, yani
bir ulusun tamamının bir devletin içinde olduğu varsayımına dayanmaktadır. Ancak
çoğu kez devletlerin sınırları bir ulusun tamamını içine almaz. Çünkü tarihsel süreçte
ulus-devletlerin doğuşu sırasında yaşanan mücadeleler ve savaşlar sonucu devletlerin
sınırları oluşurken ister istemez, aynı etnik ya da ulusal gruptan insanlar farklı
20
21
Kurubaş, a.g.e., s. 5
Yasemin Özdek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yayınevi, Ankara, 2000, s. 290
17
devletlerin sınırları içerisinde kalmışlardır. Bu nedenle ulus-devlet alt kimlikleri ortak
üst kimlik içinde benzeştirme çabası içine girmiştir. Fakat alt kimlikler her zaman bu
konuda çok istekli olmamışlardır. Bu durumda çoğunluğun oluşturduğu egemen güç bu
farklılıkları ortadan kaldırmak ve onarlı ulusal kimliğe bağlamak için çaba harcamaya
başlamıştır. Bu bağlamda ulus-devletin milliyetçilik ideolojisini kullanarak kendi
sınırları içerisinde “ulus inşası”na (nation-building) yönelmesi gündeme gelmiştir.
Ulus inşası, toplulukların sadakatlerini kabile, bölge gibi küçük ve yerel
birimlerden daha büyük merkezileşmiş bir siyasal otoriteye aktarıldığı bir süreci
gerektirmektedir. Bu süreç, ulusal bağımsızlığın sağlanması, ulusal birlik temeline
dayalı iktidarın merkezileşmesinin bir sonucu olarak meşru bir temsili yönetimin
kurulması, vatandaşlık, ortak kültürün yaratılması ve bölüşüm ilişkilerinin yeniden
düzenlenmesi gibi değişik şekilleri içermektedir. Eğitim, askerlik ve siyasal katılım
yoluyla ulus-vatan-vatandaşlık bilinci oluşturulmaya çalışılır.22
Ulus inşasında tarihsel olarak pek çok yerde genellikle sert yöntemlerle alt
kimliklerin bastırılarak ulusal kimliklerin gelişmesi ve güçlenmesi yolunun açıldığı
görülmektedir. Buna örnek olarak 1789 Fransız Devrimi’nden sonra gelişen Jakoben
milliyetçilik verilenilir. Savaş ve iç isyan ortamında gelişen Jakoben milliyetçilik,
zaman içinde her türlü muhalefet karşısında hoşgörüsüz, bölgeselcilik ve federalizm
karşısında kuşkulu, güce ve militarizme dayalı, ulusal simgeleri dinsel bir fanatizm
düzeyinde kutsayan, misyoner inançla yüklü bir milliyetçiliğe dönüşmüştür. Kısaca
milliyetçilik, dinin yerine ikame edilmek istenirken kendisi bir din halini almıştır.
Jakoben milliyetçiliğin bir uzantısı olan Jakoben nitelikli ulus-devlette azınlıklar adeta
potansiyel bir suçlu olarak görülmüşlerdir. Buna göre, devlet içinde farklılıklara ve
bölünmelere hoşgörü gösterilmesi, ulusu temsil eden o devletin ölümcül bir biçimde
zayıflatılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle alt kimlikler ulusal üst kimliğe uymak
zorunda bırakılmışlardır. Ulusal üst kimliği kabullenmeyenlerin ise vatanseverliğinden
şüphe duyulmuş ve bu yüzden onlar hain muamelesi değilse bile ikinci sınıf vatandaş
muamelesi görmüşlerdir.23
Ulus inşası projesinde ne kadar başarıya ulaşılırsa, azınlık sorunlarının ortaya
çıkma riski o kadar azalır. Yöntemsel açıdan azınlıklar sorun oluşturdukları ölçüde ulus22
Kurubaş, a.g.e., s. 6-7
Ürer, a.g.e., s. 28-29; Füsun Üstel, Yurttaşlık ve Demokrasi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara,1999,
s. 36
23
18
devlet tarafından soykırım (Jenosit), tehcir vb. baskı yöntemleriyle ya da asimilasyon
yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılmışlardır. Bunlar mümkün olmazsa, segregasyon
(ayrımcılık), entegrasyon (bütünleşme), özerklik (otonomi), federalizm, çokkültürcülük
(multiculturalism) ve azınlık statüsü gibi yöntemler kullanılarak azınlık sorunları
aşılmaya çalışılır.24
Ulus-devletin azınlıklara yönelik, özellikle zor ve baskıya dayanan tutumları,
ekonomik refahın üretilemediği, grup üyelerinin kişisel haklarının korunmadığı ve
siyasal karar alma süreçlerinden dışlandığı bir ortamda gerçekleşirse, etnik farklılıkları
uyarabilmekte
hatta
onları
beslemektedir.
Demokrasi
ve
insan
haklarının
geliştirilemediği ve bütünleşmeden çok bastırma yönteminin benimsendiği durumlarda
alt kimlikler yani azınlıklar siyasallaşarak bir bakıma kendini yok sayan ulus-devlete
karşıt bir konum almaya ve mücadeleye başlamaktadırlar. Bu mücadele silahlı direniş
biçiminde olabileceği gibi kültürel biçimde de olabilir.
Bu haliyle azınlıklar, bir bakıma kimlikleriyle ulus-devletin egemenlik alanı
içinde yerleşik olan ve siyasal üyelik tanımlama ölçütlerine uymayan siyasal yabancılar
olup, nihai hedefleri olan kendi bağımsız devletlerini kurmakta başarısız olmuş ve başka
bir ulusun kurduğu devletin sınırları içerisinde yaşamak zorunda bırakılmış etnik ya da
ulusal gruplardır.25 Azınlıklar, ulus-devletler sistemi içinde kendi kaderini tayin hakkını
hatırlattıkları için rahatsızlık kaynağı olarak görülmektedirler. Çünkü kendi kaderini
tayin hakkı, 20. yüzyıl boyunca milliyetçiliklerin ve kendi devletini kurmanın
meşruluğuna dolayısıyla azınlıkların taleplerine dayanak oluşturmuştur. Nasıl ki uluslar
ve azınlıklar, ulus-devletin inşasının bir sonucu ise, kendi kaderini tayin hakkı ve
azınlık hakları da ulus-devletin ve uluslararası sistemin ürettiği iki kavramdır. Bu
bağlamda kendi kaderini tayin hakkı ve azınlık hakları birbirleriyle çok yakından
ilişkilidir. Diğer yandan milliyetçiliğin çifte karakterine dikkat etmek gerekir. Çünkü
milliyetçilik hem ulus-devletin ideolojisidir, hem de kendi ulus-devletlerini kurmak
isteyen ulusal ya da etnik azınlıkların ideolojisidir. Bu nedenle milliyetçiliğin ve kendi
kaderini tayin hakkının ulus-devletle azınlık ilişkisi bakımından bir kısır döngüye neden
olduğu görülmektedir. 26
24
Oran, a.g.e., s. 77-82; çokkültürlülük ve azınlık haklarıyla ilgili olarak ayrıca bkz. Will
Kymlicka, Çokkültürlü Yurttaşlık, Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, Çev: Abdullah Yılmaz,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998
25
Preece, a.g.e., s. 17, 40
26
Kurubaş, a.g.e., s.10
19
Uluslararası hukukta ulus ve azınlık kavramlarının tarihsel süreçte aldıkları
biçimlerin bir gereği olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu,
azınlıklarınsa böyle bir haklarının olmadığı kabul edilmektedir. Bununla birlikte, hukuk
nezdinde kendi kaderini tayin hakları tanınmasa da, azınlıkların bağımsızlık
mücadelelerinde amaçlarına ulaştıklarında ulus kimlikleriyle uluslararası alanda kabul
edildikleri görülmüştür. Uluslararası hukuk tarihi, bu anlamda bir dönemde azınlık
sayılan grupların bir başka dönemde ulus olarak kabul edilmeleri gibi, ancak tarihsel
koşullar içinde açıklanabilen olaylarla doludur.27
Kısacası azınlıklarla ulus-devletler arasındaki gerilimin nedeni aralarındaki
varoluşsal ilişkiden kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet azınlıkları ortadan kaldırarak
homojen bir ulus yaratmak isterken, azınlıklar ise kendi kimliklerini tam güvenceye
almak amacıyla kendi ulus-devletlerini kurmak isterler. Milliyetçilik ve kendi kaderini
tayin hakkı azınlıkları kendi bağımsız devletlerini kurmak için mücadeleye iter. Ulusdevletlerin endişelerinin altında işte bu gerçek yatmaktadır. O nedenle de aralarındaki
gerilim sürmekte ve ulus-devletler azınlıkları hala potansiyel tehdit
olarak
görmektedirler. Bu bağlamda devletler azınlık haklarını tanımakta pek gönüllü
davranmamaktadırlar. Kuramsal olarak ulus-devlet, kendi egemenlik alanı içinde yer
alan çeşitli gruplara eşit uzaklıkta durmak ve eşit davranmakla yükümlü de olsa, pratikte
her devlet bir egemen gruba ayrıcalıklar tanımış ve öteki grupların kimliklerini yok
saymıştır. Bu anlamda vatandaş olmak bakımından bir eşitlik varsa da egemen gruplar
daha gerçek (!), azınlıklarsa sahte (!) vatandaşlar olarak algılanmışlardır. Bu nedenle
siyasal iktidarın merkezileşmesi ve ortak resmi dil ve kültürün dayatılması biçiminde
kendini gösteren ulusal birlik ideali ve ulusla devletin örtüştüğü varsayımı, öteki
gruplara karşı hoşgörüsüz, dışlayıcı ve baskıcı tutumları barındırdığı için, modern
uluslararası hukukta azınlıkların korunmasına ilişkin kurallar ve mekanizmalar
geliştirilmiştir.28
27
28
Özdek, a.g.e., s. 295
Kurubaş, a.g.e., s. 12; Özdek, a.g.e., s.294; Üstel, a.g.e., s.37-39
20
III. AZINLIK HAKLARI
A. Azınlıkların
Hakları,
Yükümlülükleri
ve
Azınlık
Haklarının
Sınırlandırılması
Azınlık haklarının, insan hakları sistematiği içerisindeki yeri, bu haklara
kavram olarak ya da öğeleriyle verilen anlama göre değişmektedir. Azınlık haklarının
yeri, öne çıkarılan öğesine göre insan haklarının her bir kategorisine yayılmaktadır. Dil
ve din açısından birinci kuşak haklar (kişisel ve siyasal haklar); kültürel açıdan eğitim,
sanat ve basın-yayın özgürlükleri olarak ikinci kuşak haklar (sosyal, kültürel ve
ekonomik haklar); fakat hepsi birlikte düşünüldüğünde “gelişme hakkı” olarak üçüncü
kuşak haklar arasında yer alır. Diğer yandan azınlık hakları, bireysel özgürlükler /
kolektif özgürlükler ayrımına ilişkin tartışmaların en can alıcı noktasını oluşturmaktadır.
Böylece azınlık hakları, “kuşaklar arası” bir hak olarak da nitelenebilir.29
K. Koch, azınlık haklarını, “azınlıkların eşit muamele görme, kültürlerini,
dinlerini ve dillerini kullanma ve devletin siyasal ve ekonomik yaşamına tam katılma
hakları” olarak tanımlamaktadır. Genellikle aynı doğrultuda olan bu haklar manzumesi
azınlıklara saygılı olan, demokratik çoğulculuğa dayalı her ülkede değişik biçimlerde
uygulanmakla birlikte kullanılan hakların özünde bir değişiklik yoktur.30
Azınlık hakları çoğulcu ve demokratik toplumlarda eşitlik ilkesinin tam ve etkili
bir biçimde gerçekleştirilmesi için herkese tanınan genel haklar (negatif haklar) dışında,
dezavantajlı gruplara tanınan özel hakları yani pozitif hakları içerir. Uluslararası
belgelerde belirlenen ve evrensellik kazanan azınlık hakları üç temel hak biçiminde
ortaya çıkar. Bunlardan birincisi, azınlık grubu olarak varolma hakkıdır (hayat ve
fiziksel varlık hakkı). Bu hak doğal olarak bütün bireylerin en temel haklarını temsil
eder. Bu bağlamda azınlıkların fiziksel varlıklarının korunmasını yani soykırıma, etnik
temizliğe uğratılmamaları gibi fiziksel varlıklarının ortadan kalkmasına yol açacak
herhangi bir saldırıya karşı korunmalarını içermektedir.
Azınlık haklarının ikincisi, eşitlik ve ayrım gözetilmemesi hakkıdır. Aslında bu
hak da temel insan hakları belgelerinde yer almaktadır. Ama bu belgelerdeki çeşitli
sınırlamalar sonucu bu haklar ihlal edilebildiğinden ya da sınırlandırılabildiğinden
29
İbrahim Kaboğlu, “İnsan Hakları, Azınlık Hakları ve Türkiye”,Ulusal, Ulusalüstü ve
Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 22
30
Tarık Ziya Ekınci, Avrupa Birliğinde Azınlıkların Korunması Sorunu, Türkiye ve Kürtler,
Sümer Yayıncılık, İstanbul, 2001, s. 44
21
azınlıklara yönelik uluslararası belgelerde de bu haklara yer verilmektedir. Burada
dikkat edilmesi gereken nokta, fiili eşitsizlikleri gidermek ve azınlık bireylerinin
kimliklerini koruyup geliştirmelerini sağlamaya yönelik geçici önlemlerin eşitlik ve
ayrım gözetme ilkesine aykırı bir biçimde yorumlanamayacağıdır.
Azınlık haklarının üçüncüsü, azınlık kimliğinin tanınması ve kimlik unsurlarının
yaşatılması ve geliştirilmesi hakkıdır (dinsel, dilsel ve kültürel özerklik hakkı). Aslında
ilk iki hak genel insan hakları bağlamında ele alınabilecek haklarken, bu hak azınlık
haklarının temelini oluşturmaktadır. Bu genel azınlık hakkı, azınlık mensuplarının
asimilasyonunu yasakladığı gibi, onların kimliklerini oluşturan öğelerin tanınmasını ve
desteklenmesini içermektedir.31
Azınlıklara ilişkin uluslararası belgelere bakıldığında, dinsel, dilsel ve kültürel
özerklik hakkı çerçevesinde öncelikle, azınlık mensubu kişilere ülkenin resmi dilinin
yanı sıra kendi anadillerini öğrenme ve kullanma hakkının tanındığı görülmektedir.
Anadil kişinin kimliğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle anadili
kullanma hakkı sadece özel hayatla sınırlı değildir, ifade özgürlüğü, anadilde eğitim,
bilimsel ve kültürel hayata katılma hakkı ve yönetsel makamlarla ilişkiler çerçevesinde
de geçerlidir. Ayrıca azınlık dilinde ad ve soyadı kullanma geleneksel yerel adlar ve
sokak adlarının kullanılması da bu hak kapsamında yer alır.
İkinci olarak azınlıkların kendi kültürlerinden yararlanma hakkı vardır. Bu
çerçevede azınlıklar, kültürel kimliklerini korumak ve geliştirmek için kendilerine ait
iletişim araçlarıyla bilgi ve düşüncelerini ifade etme, bilgi alma ve yayma hakkına
sahiptirler. Bunun için azınlıklar kendi eğitim kurumlarını kurma, kendi dillerini,
tarihlerini, kültürlerini araştırma ve bunların ürünlerini yayma, edebiyat ve diğer sanat
dallarında özgürce ürün verme, geleneksel bayramlarını ve şenliklerini kutlama,
kütüphane, tiyatro, konser, medya gibi çeşitli araçlarla kültürlerini yayma ve ayrım
gözetilmeksizin örgütlenme özgürlüğüne sahiptirler.32
Üçüncü olarak, azınlıkların kendi dinlerini açıklama ve uygulama hakları vardır.
Din ve inanç özgürlüğü, günümüzde evrensel olarak kabul edilen bir hak olduğu için
dinsel azınlıklar bakımından genellikle bir sorun teşkil etmez. Bununla birlikte bir
31
Alpkaya, a.g.e., s. 159-160, 163; Kurubaş, a.g.e., s. 24-25; ayrıca bkz. Javaid Rehman,
Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık
Hakları, s. 99-109
32
Alpkaya, a.g.e., s. 163-165, 167-168; Ekinci, a.g.e., s. 45-46; Kurubaş, a.g.e., s. 25
22
dinsel azınlık aynı zamanda bir etnik ya da dilsel azınlık oluşturuyorsa, bu haklara
yönelik bir takım sınırlamalar ya da ihlaller söz konusu olabilmektedir. Özellikle bazı
dinsel uygulamaların devletlerin hukuk düzeniyle çatışması gündeme gelebilir. Bu
durumlarda azınlıklar bazı hukuksal düzenlemelerden muaf tutulmak isteyebilirler.
Örneğin, Kanada’da Sihler’in taktıkları türbandan dolayı motosiklet kaksından muaf
olmak istemeleri, ABD’deki Amish, Quaker gibi dinsel grupların askerlikten ve zorunlu
eğitimden muafiyet talepleri ya da Fransa’da Müslüman kızların okullara başörtüsüyle
devam edebilme istekleri gibi. Bu isteklerin bazıları devletlerin kurulma aşamasında
özel antlaşmalarla kabul edilmiş olsalar da genelde devletler tarafından kabul
edilmemektedirler.33
Dördüncü olarak, azınlık mensuplarının kültürel, sosyal, ekonomik, dinsel ve
kamusal yaşama tam olarak katılma hakları vardır. Bu bağlamda azınlıkların yaşadıkları
bölgelere ya da kendilerini ilgilendiren konulara ilişkin yerel, bölgesel ya da ulusal
karar mekanizmalarına etkin katılımı, ayrıca kendi şirketlerini kurma ve yönetme
hakları söz konusudur. Azınlıkların karar alma mekanizmalarına katılması kimi zaman
yönetsel kimi zaman siyasal özerkliği beraberinde getirebilmektedir. Bu çerçevede
ulusal azınlıkların kimlikleriyle dil ve kültürlerinin korunması için tarihsel ve bölgesel
veriler dikkate alınarak bölgesel ya da özerk yönetimler kurulmasını sağlamak ilgili
devletlerin görevidir.
Beşinci olarak, azınlıklara mensup kişiler ayrım gözetmeksizin, kendi
gruplarının üyeleriyle ya da başka azınlık mensuplarıyla ve devlet sınırlarının ötesinde
ulusal ya da etnik kökenleriyle, dilleriyle ya da dinleriyle bağlı oldukları, başka
devletlerin vatandaşı olan kimselerle özgür ve barışçı ilişkiler kurma ve sürdürme
hakkına sahip oldukları gibi bu çerçevede hareket eden hükümet dışı kuruluşların
faaliyetlerine de katılabilirler.34
Devletlere bu konuda getirilen temel yükümlülük yukarıda sayılan azınlık
haklarının
tanınmasıdır.
müdahalelerden
Ancak,
kaçınmanın,
yani
devletlerin,
azınlıkların
azınlık
bu
haklarının
haklardan
kullanımında
yararlanmasını
reddetmemenin ya da engellememenin yanı sıra tüm bu hakların kullanımını
kolaylaştıracak önlemleri almak, hatta bu hakların kullanımını teşvik etmek
33
34
Alpkaya, a.g.e., s. 166; Oran, a.g.e., s. 90-92
Alpkaya, a.g.e., s. 168-169; Ekinci, a.g.e., s. 46; Kurubaş, a.g.e., s.26-27
23
yükümlülükleri vardır. Dolayısıyla devletlerin azınlık hakları konusunda pozitif
ayrımcılık uygulamaları istenmektedir.
Buna karşılık azınlıkların da bir takım yükümlülükleri bulunmaktadır. Öncelikle
azınlıklar vatandaşı oldukları devlete sadakat göstermek ve vatandaşlık statüsünden
kaynaklanan ödevlerini yerine getirmek zorundadırlar. Azınlıkların kendilerine tanınan
hakları kötüye kullanmamaları gerekir. Yani azınlıklara tanınan bu haklar, devletin
egemen eşitliğine, ülkesel bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına aykırı herhangi bir
faaliyete yetki verir biçimde yorumlanamaz ve kullanılamaz. Diğer yandan, azınlıklar
bu hakları kullanırlarken, devletin ulusal mevzuatına, çoğunluğun ve diğer azınlık
gruplarının haklarına saygı göstermek zorundadırlar.
Azınlık haklarının sınırlandırılmasına gelince, azınlıklara tanınan hakların
kötüye kullanılmaması yükümlülüğü aynı zamanda bir sınırlandırmaya da işaret
temektedir. Dolayısıyla, haklar kötüye kullanıldığında askıya alınması söz konusu
olabilecektir. Azınlık haklarının kullanımı başkalarının haklarının engellenmesine
neden olmamalıdır. Azınlık hakları, çoğulcu ve demokratik bir toplumda, hukuksal
normlarla öngörülmüş, kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın ve ahlakın
korunmasıyla
başkalarının
hak
ve
özgürlüklerinin
korunması
amacıyla
sınırlandırılabilir. Ayrıca ulusun ve devletin varlığını tehdit eden ve resmen ilan edilen
olağanüstü durumlarda, uluslararası hukuk uyarınca üstlendikleri diğer yükümlülüklerle
bağdaşmak ve ırk, cins, renk, dil, din ya da toplumsal köken bakımından ayrım
gözetmemek koşuluyla, durumun gerektirdiği ölçüde azınlık haklarının kullanımı da
devlet tarafından durdurulabilir (derogasyon hakkı). Bu durum geçici niteliktedir,
olağanüstü durum ortadan kalkınca uygulama sona erer.35
B. Azınlık Haklarının Niteliği: Bireysel Haklar – Kolektif Haklar
Genel olarak insan hakları literatüründe henüz çözüme kavuşamamış olan
bireysel
haklar ve kolektif haklar ikilemi azınlık hakları bakımından da mevcuttur. Diğer bir
deyişle, azınlık haklarının birer grup olarak azınlıklara tanınan haklar olduğunu
35
Alpkaya, a.g.e., s. 169-171; Kurubaş, a.g.e., s.27-28; ayrıca bkz. Çavuşoğlu, a.g.e., s. 83-93; Tom
Hadden, “Uluslararası Hukukta Azınlıkların ve Halkların Hakları”, Ortadoğu’da Milliyetçilik,
Azınlıklar ve Diasporalar, Kirsten E. Schulze/ Martin Stokes/ Colm Campbell, (Der.), Çev:
Ahmet Fethi, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 27-40
24
savunanlar olduğu gibi, bunların gerçekte azınlık gruplarına mensup bireylere tanınan
haklar olduğunu savunanlar da bulunmaktadır. Azınlıklara yönelik uluslararası
belgelerde her iki görüşü de destekleyen hükümler vardır.36
Bireysel haklar kişilerin tek başlarına doğrudan sahip oldukları haklardır. İnsan
hakları ve temel özgürlükler öncelikle bireysel nitelik taşımaktadır. Bir başka deyişle,
söz konusu güvenceleri bireyler sadece kendileri için talep edebilirler. Ancak, insanın
toplum içinde diğer bireylerle birlikte yaşaması ve temel haklarını toplum içinde
kullanması nedeniyle temel hakların grup hakları boyutu da ortaya çıkmış ve kabul
edilmiştir. Kolektif haklar (grup hakları)37 ise bir anlamıyla, kişilerin ancak başkalarıyla
birlikte kullanabildiği haklar olup bir bütün olarak gruba tanınan haklar olarak
tanımlanırken; başka bir anlamda, kolektif bir yarar ya da topluluk için bir yarar elde
etme adına kullanılan haklar olarak görülmektedir.38
İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararasılaşan insan hakları hukukunun
evrensellik vurgusu çerçevesinde egemen anlayış ayrımcılık yasağı ilkesi temelinde
bireylere tanınan hakların azınlıkların korunmasını sağlayacağı yönündeyken, bu
çizgide ilk kırılma noktası 1966 tarihinde imzaya açılan ancak 1976 tarihinde yürürlüğe
giren “BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi” nin (MSHS) 27. maddesiyle
olmuştur. Bununla birlikte, 27. maddenin koruma alanı içindeki haklarda birey hakları
ekseninde ifadelendirilmiştir.
Bugün uluslararası hukuktaki genel eğilim, azınlık haklarının bireysel haklar
olduğu yönündedir. MSHS’nin 27. maddesinde olduğu gibi, azınlıklara ilişkin
uluslararası belgelerde kullanılan “azınlıklara mensup kişilerin hakları” ifadesi azınlık
haklarında öznenin birey olduğunu vurgulama amacı taşır. Bunun nedeni, devletlerin
azınlıklara uluslararası kişilik verilmesini istememeleridir, çünkü bu durumda azınlıklar
devletin parçalanmasına neden olabileceği düşünülmektedir. Diğer neden ise, grupların
bireyleri ezmesinin önüne geçilmek istenmesidir. Grup kimliği çerçevesinde korunan
36
Alpkaya, a.g.e., s.157
Kolektif haklar ile grup hakları çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Ancak bu ikisi
arasında ayrım yapan görüşler de mevcuttur. Çavuşoğlu bu konuda şöyle demektedir: “Kolektif haklar,
grup hakları olarak ele alındığında, gruba herhangi bir nedenle ya da herhangi bir amaç için bir
araya gelmiş kişi topluluklarından farklı bir anlam verilebilmektedir. Bu çerçevede grup hakkı, grup
üyelerinin haklarının toplamı ya da kişilerin bireysel haklarını biraraya gelerek elde etmelerinde araç
bir hak; kolektif hak ise, kendilerine ait farklı kültürel özellikleri korumak ve geliştirmek için
toplulukların kullanabildiği bir hak olarak tanımlandığında, kolektif hak ile grup hakkı arasındaki
ayrım gruba özel bir anlam yüklendiğinde silikleşir.” , a.g.e., s. 35. Burada kolektif hakla grup hakkı
aynı anlamda kullanılacaktır.
38
Arsava, a.g.e., s. 68
37
25
değerler kolektif haklar-bireysel haklar çatışmasını doğurabilir. Grubun hayatta
kalmasını sağlama adına grup kimliğinin bireysel kimliğe ya da grup bütünlüğünü
aşındıran bireysel tercihlere üstün kılınması, kolektif haklarla bireysel hakları
uyumlaştırılması sorununu gündeme getirmektedir. Grup haklarının en önemli
dayanağını, bireysel bir hak olarak, münferit bireylerin belli bir gruba mensubiyetlerini
seçme ve açıklama hakları oluşturmaktadır. Bu bağlamda, birey haklarının, grup
haklarının korunması için kullanılması gündeme gelmektedir.
Sonuçta uluslararası belgeler azınlık haklarının bireysel boyutunu öne çıkarsa
da, bu haklar azınlıkların varlık ve kimlik hakkı çerçevesinde şekillenmekte, azınlık
mensubu kişilere tanınan kendi kültürlerini, dillerini ve dinlerini yaşatama ve koruma
hakkı ile asimilasyon yasağı, devletlerin bu alandaki pozitif yükümlülükleriyle birlikte
düşünüldüğünde dolaylı da olsa grup kimliğinin korunması sonucunu doğurmaktadır.
Bununla birlikte, azınlığa mensup olmakta kişisel tercih hakkı, devlete karşı grup
kimliğini, gruba karşı da bireysel kimliğin korunması imkanını sağlar. Azınlık
haklarında bireysel hak vurgusu, azınlıkların ayrılıkçı taleplerinin önüne geçmek,
devletlerin egemenliğini ve ülkesel bütünlüğünü korumak kaygısıyla geliştirilmiş bir
formüldür. Bu çerçevede, azınlık hakları kolektif haklar olmaktan çok, Çavuşoğlu’nun
deyimiyle “kolektif haklarla bireysel hakların sınır çizgisinde kolektif boyutlu bireysel
haklar” olarak kabul edilmektedir.39
C. Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Self-determinasyon / Oto-determinasyon
Hakkı)
Kendi kaderini tayin hakkının, içeriğinin ve hukuki anlamının, bu hakkı
tanımlayan ideolojik ve siyasal güçlere göre şekillendiği ve bu kavramın gelişmesinde
farklı aşamaların olduğu görülmektedir. Bugün anlaşıldığı biçimiyle kendi kaderini
tayin hakkının ideolojik kökenleri Aydınlanma felsefesinde görülebilir. Bu çerçevede
kendi kaderini tayin hakkı, ilk çıkış olarak içsel bir anlam taşır. Halkın istediği siyasal,
ekonomik, sosyal ve kültürel sistemi seçebilmesi / belirleyebilmesi anlamına gelir – ki
bu pratikte demokrasiye tekabül eder - . Bu anlamda kendi kaderini tayin hakkının ilk
ünlü örneği 1789 Fransız Devrimi’dir.40
39
Çavuşoğlu, a.g.e., s. 39; ayrıca bkz. Ayşe Füsun Arsava “Ulusal Grup Hakları ve Bu Konuda
Meydana Gelen Gelişmeler”, AÜSBFD (Prof. Dr. Bedri Gürsoy’a Armağan), C. 47, No: 3 - 4
(Haziran - Aralık 1992),s. 13-20;Azınlık haklarının kolektif nitelikli olduğu yönündeki görüş için bkz.
Ekinci, a.g.e., s. 52-54
40
Çavuşoğlu, a.g.e., s. 41; Oran, a.g.e., s.108
26
19. yüzyıldaki milliyetçilik hareketleri, ulus-devletlerin kurulma sürecini
hazırlarken, ulusların kendi kaderini tayin hakkını şekillendirmiştir. Bu bağlamda kendi
kaderini tayin hakkı bağımsızlık anlamında dışsal bir anlam taşımaya başlamıştır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, Birinci Dünya Savaşı sonrasında “Milliyetler
Prensibi”41 çerçevesinde çöken çok-uluslu imparatorluklardan yeni devletlerin
doğuşunun siyasal temelini oluşturmuştur. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın amacının
milliyetler prensibini gerçekleştirmek olduğu daha sonra İngiltere başbakanı olacak olan
Churchill tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Biz bu savaşın Avrupa’nın haritasını
milliyetler prensibine göre değiştirmesini istiyoruz.” MC’nin öncüsü olan ABD başkanı
Wilson 1918’de ilan ettiği “On Dört Noktası”nda şöyle demektedir: “…tüm ulusal
istekler mümkün olduğu ölçüde tatmin edilmelidir.” Bu ilke MC Misakı’nın 22 / 4.
maddesine yansımıştır.
Diğer yandan sosyalist gelenekte de kendi kaderini tayin hakkı kavramı vardır.42
1917 Bolşevik Devrimi, kendi kaderini tayin hakkının sosyalist yorumunu getirmiştir.
Hatta kendi kaderini tayin hakkını, ilk olarak Bolşevikler bir uluslararası hukuk prensibi
olarak yorumlamıştır. Lenin’in yazılarında sosyalist kendi kaderini tayin hakkı,
ulusların
tam
hak
eşitliği
ve
ezilen
ulusların
ayrılma
hakkı
temelinde
anlamlandırılmıştır. Ancak, Lenin, ulusal hareketlerin tarihsel meşruiyetini kabul
etmekle birlikte, bunun milliyetçiliği savunma biçimi almaması için, o ulusal
hareketlerin sadece ilerici yönlerinin desteklenmesiyle yetinilmesi gerektiğini ifade
etmiştir. Stalin ise, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunun, proleter devrimin genel
sorunun bir parçası olduğunu, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran
hareketlerin desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede sosyalist kendi
kaderini tayin hakkı anlayışı, ezilen ulusların bağımsızlık ve kendi kaderini tayin
haklarını sosyalizmin güçlendirilmesi temelinde değerlendirmektedir.43
1945 BM Şartı ile kendi kaderini tayin hakkı bir uluslararası hukuk ilkesine
dönüştürülmüştür. BM Şartı’nın 1 / 2. ve 55. maddelerinde halklar için kendi kaderini
tayin hakkı ilkesi tanınmıştır. 1 / 2. maddede halkların hak eşitliği ve kendi kaderini
41
Milliyetler Prensibi, halklara ve ulusal gruplara, siyasal örgütlenme şeklini ya da siyasal
aidiyetlerini kendilerinin belirlemesi hakkını tanımaktır. Bu prensip, bir ulus-devletin kurulamadığı
durumlarda ilgili devlet içinde kalan farklı toplulukların azınlıkların korunması çerçevesinde
korunmalarını içerir. Arsava, Azınlık Kavramı… , s. 34
42
Ayrıntılı bilgi için bkz. Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Çev: İsmail Yarkın, 2.Basım, İnter
Yayınları, İstanbul, 1993, s. 73-93
43
Çavuşoğlu, a.g.e., s. 42; Oran, a.g.e., s. 109-110; Özdek, a.g.e., s. 300-303
27
tayin hakkına saygı gösterilmesi, BM’nin amaçları arasında yer alan uluslararası dostluk
ve barışın geliştirilmesinde bir önkoşul olarak kabul edilirken; 55. madde halkların
kendi kaderini tayin hakkı ilkesini saygı üzerine kurulu, barışçıl ve dostça ilişkilerin
gerçekleştirilmesi için, insan hakları ve özgürlüklerinin ayrım yapılmaksızın
korunmasının yanı sıra, uluslararası sosyal, ekonomik ve kültürel işbirliğini
öngörmektedir. Ayrıca Şart’ın Kendi Kendini Yönetemeyen Ülkelerle ilgili XI.
bölümünün 73. maddesi ve Uluslararası Vesayet Rejimi ile ilgili XII. bölümünün 76.
maddesi bu ilkeden kaynaklanmaktadır.
Kendi kaderini tayin hakkının bir başka anlamı da İkinci Dünya Savaşı
sonrasında dekolonizasyon hareketleri içinde, Avrupalı sömürgeci devletlere karşı
sömürgelerin kendi kendilerini yöneteme ve bağımsız devlet kurma talepleriyle
gündeme gelmiştir. BM Üçüncü Dünya’da sömürgeciliğin tasfiyesi için kendi kaderini
tayin hakkı üzerine çalışmalarını 1960’lı yıllarda hızlandırmıştır. Klasik sömürgecilik
dönemi kapanırken, bağımsız bir devlet kurma hakkını da içeren kendi kaderini tayin
hakkının yalnızca sömürge halklarına özgülenmesi 14 Aralık 1960 tarih ve 1514 (XV)
sayılı BM Genel Kurulu kararıyla gerçekleşmiştir. “Sömürge Ülkelere ve Halklara
Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildirge” adlı bu kararın 1. maddesi, kendi kaderini
tayin hakkının öznesini sömürge halkları ile sınırlandırmıştır. 2. maddesi göre ise, kendi
kaderini tayin hakkının kullanıcısı, sömürge halkının tümüdür ve sömürge ülke sınırları,
kurulan bağımsız devletlerin de sınırları olacaktır. Yani bağımsızlık kazanıldıktan
sonraki bölünmeler kendi kaderini tayin hakkı kapsamına girmez.
Kendi kaderini tayin hakkının, sömürge halkları dışında daha kapsamlı bir
nitelik kazanması, “ikiz sözleşmeler” olarak da adlandırılan 1976 tarihli “BM
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” (ESKHS) ile “Medeni ve Siyasal
Haklar Sözleşmesi”yle gerçekleşmiştir. Bu sözleşmelerin aynı sözcüklerle kaleme
alınmış 1 / 1. maddesinde yinelenen halkların kendi kaderini tayin hakkı tanımı bu kez
insan hakları ile bağlantılı olarak anlam kazanmış ve bağlayıcı bir uluslararası hukuk
normu haline gelmiştir. Kendini yönetemeyen ya da vesayet altında bulunan ülke
halklarının kendi kaderini tayin hakkına ilişkin düzenlemeyse sözleşmenin 1 / 3.
maddesinde getirilmiştir.
BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970 tarih ve 2625 (XXV) sayılı kararıyla kabul
ettiği “Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliği ile İlgili Uluslararası Hukuk
28
İlkeleri Bildirgesi” ise, kendi kaderini tayin hakkını, uluslararası hukukun klasik ilkeleri
arasında saymaktadır. Bununla birlikte, ülke bütünlüğünün korunması koşulunu
vurgulayan Bildirge’de kendi kaderini tayin hakkının, ırk, inanç ya da renk ayrımı
yapmaksızın ülkenin tüm halkını temsil eden egemen ve bağımsız devletlerin ülke
bütünlüğünü ya da siyasal birliğini, kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak yahut
tehlikeye sokmaya izin verecek biçimde yorumlanamayacağı belirtilmiştir. Aynı kural
“BM Dünya İnsan Hakları Konferansı”nda kabul edilen 1993 tarihli “Viyana
Bildirgesi”nde de yinelenmektedir. Buradan hareketle kendi kaderini tayin hakkının,
demokratik olmayan ve ayrımcı hükümetlerin varlığı halinde ülke bütünlüğünün
korunması ilkesi karşısında üstünlük kazanacağını savunanlar olduğu gibi, ancak ırk
ayrımcı (apartheid) ve faşist rejimler altında yaşayan halkların kendi kaderini tayin
hakkına sahip olduğunu ileri sürenler bulunmaktadır. Günümüze kadar uluslararası
hukuk ve politika pratikleri, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin, sömürgecilik-apartheid
şemasının dışına taşmamasına özen göstermiş, ülke bütünlüğü ilkesinin kendi kaderini
tayin hakkıyla çatışması durumunda genellikle ülke bütünlüğünün korunmasını
yeğlemiştir.44
Azınlıkların kendi kaderini tayin hakkına sahip olup olmadıklarıysa tartışmalı bir
konudur. Uluslararası belgeler bu hakkı azınlıklara tanımamaktadır. Yukarıda da
belirtildiği gibi, kendi kaderini tayin hakkı sadece halklara tanınmış olan bir haktır.
Nitekim, bulundukları ülkelerde azınlık konumunda bulunan yerli halklar, kendilerine
tanınan azınlık statüsünü reddederek kendi kaderini tayin hakkını talep etmektedirler.
Öte yandan uluslararası belgelerin hiçbirinde kendi kaderini tayin hakkı azınlık hakları
arasında sayılmamaktadır. Azınlık hakları, devletlerin egemen eşitliği, ülkesel
bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığına aykırı bir biçimde yorumlanamaz. Oysa kendi
kaderini tayin hakkı, tarihsel gelişimi içinde ayrılma hakkını da içerecek biçimde
yorumlanmış ve uygulanmıştır. O nedenle kendi kaderini tayin hakkı, azınlık hakkı
niteliğine sahip değildir. Ayrıca kendi kaderini tayin hakkı, siyasal statüyü belirleme
hakkıdır, halbuki azınlık hakları kimlik hakkı çerçevesinde şekillenmektedir. Ama yine
de kendi kaderini tayin hakkının yorumlanma ve uygulanma sürecine bakıldığında
özerklik bağlamında azınlık hakkına dönüşme olasılığının olduğu söylenebilir. Bu
haliyle azınlıklar için kendi kaderini tayin hakkı, belirli bir bölgede yoğunlaşmış
44
Çavuşoğlu, a.g.e., s. 43-45; Oran, a.g.e., s. 111-117; Özdek, a.g.e.,s. 309-310; ayrıca bkz. Arsava,
Azınlık Kavramı…,s. 34-35, 74-82
29
azınlıkların kimliklerinin korunması ve eşit siyasal katılımın yanı sıra kendileriyle ilgili
konularda karar mekanizmalarında siyasal ve yönetsel özerkliğe sahip olmaları
anlamına gelebilmektedir.45
IV. AZINLIKLARIN ULUSLARARASI ALANDA KORUNMASI
A. Tarihsel Süreçte Azınlıkların Uluslararası Korunması ve Uluslararası
Belgelerde Azınlık Hakları
1. Milletler Cemiyeti Dönemine Kadar Olan Durum
Bu dönem iki alt döneme ayrılabilir: Birincisi, dinsel azınlıkların ikili
anlaşmalar aracılığıyla korunduğu 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönem, ikincisi
dinsel azınlıkların ulusal azınlıklara dönüştüğü ve büyük devletlerin koruması altına
alındığı 19. yüzyıldan MC’nin kurulmasına kadar olan dönem.
Azınlıkların korunmasına ilişkin ilk düzenlemeler dinsel azınlıkların lehine
olarak 16. yüzyıldaki Reformasyon döneminde yapılmıştır. Reformasyon, Avrupa’da
Hıristiyanların Katolikler ve Protestanlar olarak bölünmesine neden olmuş ve bu süreç
içerisinde bu gruplar arasında tükenmeyen din savaşları yapılmış, karşı mezhepten olan
insanlar zulme uğramış ve öldürülmüştür. Ancak iktidardaki çoğunluk açısından tehlike
olarak görülen bu dinsel grupların topluca ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı ve
farklı dinsel inanışlar nedeniyle devletler arasında yapılan savaşların herkese zarar
verdiği görülünce bu dinsel azınlıklara devletler kendi ilan ettikleri belgelerle ya da ikili
antlaşmalar yoluyla bir takım haklar verilmeye başlanmıştır. 1555 “Augsburg Barışı”
çerçevesinde Almanya da Katolikliğin yanı sıra Protestanlığın (Luthercilik) varlığı
imparator tarafından kabul edilmiştir. Yine 1598 “Nantes Fermanı” ile Katolik
Fransa’da Protestan uyrukların dinsel özgürlükleri tanınmıştır. Daha sonra 1606’da
Transilvanya’daki Protestanların dinsel özgürlüğünü güvence altına alan ve Macaristan
ile Transilvanya arasında imzalanan antlaşmayla iki egemen devlet arasında yapılan
ikili antlaşmalarla dinsel azınlıkların korunması dönemine girilmiştir. Bu yöntemle
azınlıkların korunmasının en önemli örneği “Otuz Yıl Savaşları” (1618-1648) sonunda
Fransa ile Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu arasında imzalanan ve bugünkü modern
45
Alpkaya, a.g.e., s. 161; Çavuşoğlu, a.g.e., s. 47-48
30
ulus-devletler sisteminin ve uluslararası hukukun temelini oluşturan 1648 tarihli
“Vestfalya Barış Antlaşması”dır.46
Bir diğer azınlık koruma tecrübesi ise Avrupa’nın güneydoğusunda yaşanmıştır.
Burada Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasında yapılan antlaşmalarla
Osmanlı’daki Hıristiyanların haklarının Avrupa devletlerince güvence altına alınmaya
çalışılması söz konusu olmuştur. Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 1535-1740
tarihleri arsında çeşitli kereler ticaret amacıyla yapılan, fakat Osmanlı uyruğu
Katolikleri Fransa’nın himayesine sokan ve onlara dinlerini özgürce yerine getirme
imtiyazını veren “kapitülasyon antlaşmaları”, doğrudan azınlık koruma antlaşmaları
olmasalar da Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan gruplar lehine yapılan azınlık
antlaşmalarının öncüsü olmuşlardır. Osmanlı’nın Avusturya ile yapmış olduğu 1615
tarihli Antlaşma, Osmanlı’daki tüm Katoliklerin dinsel haklarını ikili antlaşmalarla
korunması dönemini başlatmıştır. 1774 yılında yapılan “Küçük Kaynarca Antlaşması”
ile Rusya, Ortodoksların korunması hakkını elde etmiştir. Ama bu antlaşmalar
azınlıkların korunmasından çok ilgili devletlerin, Osmanlı’nın iç işlerine karışmasının
bir aracı haline gelmiştir.47
1789 Fransız Devrimi’nin ve Devrimin ilkelerini bütün Avrupa’ya yayan
Napoléon Savaşları’nın (1805-1815) etkisiyle dinin yerini milliyetçiliğin almasıyla,
başlangıçtaki sadece dinsel azınlıkları korumaya yönelik tutum da değişmeye
başlamıştır. Bu savaşların sonucunda toplanan 1815 “Viyana Kongresi” sırasında,
devletler arası ilişkilerde meşruiyet ilkesi olarak milliyetçilik ve onun bir uzantısı olan
ulus-devlet kavramları işlerlik kazanmıştır. Bu bağlamda 1815 Viyana Kongresi ile hem
dinsel azınlıkların yerini ulusal azınlıklar almış, hem de azınlıkların büyük devletlerce
korunması dönemi başlamıştır. Kongre sonucunda imzalanan “Viyana Antlaşması”,
azınlıkların dinsel topluluklar değil, ulusal gruplar olarak tanımlandığı ilk antlaşma
olmuştur.48
Yine bu dönemde Osmanlı İmparatorluğunu ilgilendiren antlaşmalarda da
azınlıklara ilişkin hükümler yer almıştır. Azınlıkların doğrudan korunmasına yönelik
hükümlerin yer aldığı ilk örneklerden biri de, 1856 “Paris Konferansı” sonunda Osmanlı
İmparatorluğu, İngiltere, Fransa, Sardinya ile Rusya arsında yapılan “Paris
46
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 1; Kurubaş, a.g.e., s. 32-33
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 3; Oran, a.g.e., s. 120
48
Kurubaş, a.g.e., s. 34; Preece, a.g.e., s. 73-75
47
31
Antlaşması”dır. Antlaşmada, Osmanlı sultanının uyruklarına tüm dinlerin eşit
kılındığına ve ibadetlerini özgür olarak yerine getirebileceklerine ilişkin güvence
verdiği 1856 tarihli “Islahat Fermanı”na göndermede bulunulmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan çok uluslu imparatorlukların
tasfiyesi çerçevesinde iç işlerine karışmanın bahanesi olarak diğer taraftan da yeni ulusdevletlerin kurulması sürecinde azınlıklar sorunu yeniden gündeme gelmiştir. 1878
“Berlin Kongresi” ile birlikte azınlıkların korunması genişletilmiştir. İngiltere, Fransa,
Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında
yapılan “Berlin Antlaşması” ile bağımsızlıkları tanınan Romanya, Sırbistan, Karadağ ve
özerklik verilen Bulgaristan ile Osmanlı Devleti, azınlıkları korumak, onların dinsel
özgürlüklerini, kişisel ve siyasal haklarını güvence altına almak ve eşit vatandaşlar
olarak davranmakla yükümlü kılınmışlardır. Bu Antlaşma, Yahudileri de koruyan
hükümler içermekteydi. Romanya bu hükümler çerçevesinde vatandaşlığı sadece
Hıristiyanlarla mahfuz tutan anayasasını değiştirmek zorunda kalmıştır. Yine 1881
tarihli Osmanlı ile büyük devletler arasında imzalanan, kimi toprakların Yunanistan’a
bırakılmasına ilişkin antlaşmada ve 1913’te Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan,
Yunanistan ve Sırbistan ile yaptığı ikili antlaşmalarda bu ülkelerde yaşayan Müslüman
azınlıklara ilişkin hükümler yer almıştır. Buraya kadar alınan azınlıkların korunmasına
ilişkin düzenlemelerde hiçbir zaman azınlık terimi kullanılmamıştır. Azınlık terimi ilk
kez büyük devletlerin Yunanistan’a verdikleri 1914 tarihli Ege Adaları’na ilişkin notada
karşımıza çıkmaktadır. Notada, Yunanistan’a bırakılan topraklarda yaşayan Müslüman
azınlıkların korunması talep edilmiştir.49
19. yüzyılda, azınlıkların korunmasına ilişkin yapılan düzenlemelerin en önemli
özelliği, azınlık sorunlarının esas olarak siyasal nitelikte ele alınarak, genel bir azınlık
koruması rejimi yerine belirli azınlık gruplarının, büyük devletlerin çıkarlarına uygun
olarak korunması şeklinde gündeme gelmiş olmasıdır. Bununla birlikte, bu dönemde
ikili antlaşmalar yerine çok taraflı antlaşmalarla azınlıkların korunması sistemine
geçilerek azınlıkların uluslararası alanda korunması bakımından büyük bir gelişme
yaşanmıştır. Bu dönemdeki bir diğer önemli gelişme, milliyetçiliğin azınlık haklarını,
dinsel içeriğinin ötesine geçirmesi ve ulusal azınlıkları yaratmasıdır. Azınlık haklarının
kapsamı genişletilmiş, dinsel hakların yanı sıra kişisel ve siyasal haklar eklenmiştir. Bu
49
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 3-4
32
dönemde yaşanan gelişmelere karşın azınlık koruması evrensel bir niteliğe sahip
değildir. Azınlık hakları, Batı Avrupa’nın büyük devletlerince, zayıf ve karmaşık
bünyeli Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yeni kurulan devletlere dayatılmış, iç işlerine
müdahale için bir dış politika aracı olarak kullanılmıştır. Üstelik bu dönmede herhangi
bir denetim mekanizması yoktur ve azınlık haklarının ihlali halinde uygulanacak
yaptırımlar belli değildir.50
2. Milletler Cemiyeti Dönemi
Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde görülen belirsiz, yetersiz ve etkisiz azınlık
koruma rejimi savaş sonrasında farklı bir boyut kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı
sonrası özellikle Doğu Avrupa ve Balkanlar’da büyük sınır değişikliklerinin yaşanması,
milliyetler prensibi çerçevesinde yeni devletlerin kurulması ve Uluslar Bürosu ile Kalıcı
Barış Merkezi Örgütü gibi bazı özel örgütlerle Yahudi örgütlerinin çabaları sonucu
azınlık sorunları bir kez daha uluslararası gündemdeki yerini almıştır. Ancak , azınlık
hakları yine evrensel bir anlayışla değil, sadece Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yeni
kurulan ya da savaştan topraklarını genişleterek çıkan devletlere, hem bu kazanımlarının
hem de uluslararası topluma katılmanın bedeli olarak dayatılmıştır. Savaşın galipleri
arasında sadece ABD başkanı Wilson azınlık haklarının evrensel bir anlayışla ele
alınması için çalışmalar yapmış, ancak onun tüm isteklerine rağmen, MC Misakı’na
azınlıkların korunması ilişkin bir hüküm girmemiştir. Çünkü savaşın galipleri olan diğer
Batılı devletler için, Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da yeni kurulan düzenin
korunması ve uluslararası istikrarın sağlanması önemliydi. Bu ise sadece o bölgelerdeki
azınlık sorunlarıyla ilişkiliydi. Savaşın galibi olan devletler, kendileri azınlık koruma
düzenlemelerine tabi olmak istememişlerdi. Öte yandan söz konusu bölgelerde yeni
sınırların belirlenmesi için görevlendirilen “Yeni Devletler Komitesi”, bu bölgede etnik
homojenliğe dayalı kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin uygulanamayacağını görmüş, bu
yüzden kısa süre sonra “Yeni Devletler ve Azınlıkların Korunması Komitesi” adını
almıştır.51
Birinci Dünya Savaşı sonrasında azınlık korumasına ilişkin düzenlemeler ilk
olarak, 1919-1920 yıllarında “Başlıca Müttefik ve Ortak Devletler” (ABD, İngiltere,
Fransa, İtalya, Japonya) ile savaştan sonra yeni kurulan Polonya, Çekoslovakya, Sırp50
51
Oran, a.g.e., s. 122
Kurubaş, a.g.e., s. 37; Oran, a.g.e., s. 123-124; ayrıca bkz. Ürer, a.g.e., s. 58-66
33
Hırvat-Sloven Devleti ve savaştan topraklarını genişleterek çıkan Romanya ve
Yunanistan ile yapılan azınlık koruma antlaşmalarıdır. İkinci olarak, savaştan yenik
çıkan ülkeler ile Başlıca Müttefik ve Ortak Devletler arasında yapılan barış
antlaşmalarına azınlıkların korunmasıyla ilgili özel bölümler eklenmiştir. Bu bağlamda
Avusturya ile imzalanan “Saint-Germain” (1919), Bulgaristan ile imzalanan “Neuilly”
(1919), Macaristan ile imzalanan “Trianon” (1920) ve Osmanlı İmparatorluğu ile
imzalanan “Sevr” (1920) ve onun yerini alan Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan
“Lozan” (1923) antlaşmalarında azınlık korumasına ilişkin düzenlemeler yer almıştır.
Üçüncü olarak, bazı ülkeler (1921’de Arnavutluk ve Finlandiya, 1922’de Litvanya,
1923’de Estonya ve Letonya) MC’ye alınmaları sırasında azınlıkların korunmasına
ilişkin tek taraflı birer bildiri yayımlayarak azınlıklar hakkında düzenlemeler
yapacaklarını bildirmişlerdir. Son olarak, bir takım ülkeler (örneğin, 1920’de Polonya
ile Danzig arasında) kendi aralarında yaptıkları ikili antlaşmalarla azınlıkların
korunmasına ilişkin düzenlemeler yapmışlardır. Böylece Birinci Dünya Savaşı
sonrasında sadece Avrupa düzeyinde olsa da bir azınlık koruma rejimi doğmuştur.52
Avrupa’daki ulusal azınlıkları o zamana kadar görülmeyen bir biçimde koruma
altına alan bu sistemin yaratıcıları savaş galibi devletler olmuştur. MC sistemiyle
getirilen azınlık koruma rejimiyle, azınlık hakları yeni kurulan devletlere dayatılmış, bu
sayede azınlıkların sadık birer vatandaş olacakları ve ayrılıkçı hareketlerin
önlenebileceği düşünülmüştür. Öngörülen azınlık düzenlemeleri, ulusal azınlıklara
kendi kaderini tayin hakkının verilmemesi sonucu getirilen telafi edici hükümler olarak
yorumlanmıştır.53
Bu sistem çerçevesinde yapılan azınlık hakları düzenlemelerine bakıldığında
azınlıkların grup olarak tanımlandığı hem bireysel hakların, hem kolektif hakların, hem
negatif hakların hem de pozitif hakların tanındığı görülmektedir. Bu çerçevede negatif
haklar bağlamında, genel vatandaş haklarının eşitlik ve ayrım gözetmeksizin
tanınmasının yanı sıra dinsel ve dilsel haklar çerçevesinde azınlıkların kendi dillerini
özel
ilişkilerinde
olduğu
kadar
ticarette,
basında,
adli
makamlar
önünde
kullanabilmeleri, kendi dillerinde eğitim görebilmeleri, okullar ve diğer eğitim
52
53
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 9-10; Oran, a.g.e., s. 125-126
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 10; Kurubaş, a.g.e., s. 39
34
kuruluşları, vakıflar, kültürel ve sosyal kurumlar kurma gibi pozitif hakların da verildiği
görülmektedir.54
Bu sistemin işleyebilmesi için, MC’nin bütün azınlık korumasıyla ilgili
antlaşmalar için garantör olduğunu ifade eden bir önergeyi onaylaması, diğer taraftan
antlaşma tarafı devletlerin, MC’nin garantörlüğünü tanıması gerekliydi. Nitekim
MC’nin garantörlüğü ilgili devletler tarafından kabul edilmiş ve analaşmalara buna
ilişkin hükümler konulmuştur. Bu bağlamda ilgili devletler; Polonya, Avusturya,
Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti 1920’de,
Yunanistan ve Türkiye ise 1924’te MC’nin garantörlüğünü tanımışlardır. Azınlık
haklarının uygulanmasından sorumlu organlar ise MC Konseyi ve UDAD olmuştur.
Kural ihlali durumunda “dilekçe (petition) yöntemi” getirilmiştir. Antlaşmalarda
öngörülen yükümlülüklerin ihlali ya da ihlali tehlikesi durumunda MC Konseyi’nin
herhangi bir üyesinin Konsey’in dikkatini çekmesi ve Konsey’in duruma göre amaca
uygun ve etkin gözüken her türlü önlemi alma ve talimat verme yetkisi vardı. Şikayetin
haklı bulunması durumunda MC Meclisi ilgili devleti uyaracak, gerekirse bir uzlaşma
çabasına girilecekti. Bu aşamada gerekirse UDAD’dan görüş istenebilecekti. Ayrıca
şikayet taraflarca UDAD önüne getirilirse, UDAD’ın vereceği karar bağlayıcı olacaktı.
Uygulamada MC üyesi olmayan devletlere ve azınlıklara da antlaşmalarda öngörülen
güvencelerin ihlalini ya da ihlali tehlikesini MC Konseyi’ne bildirme olanağı
tanınmıştır.55
MC dönemi, azınlıkların korunması bakımından önemli yenilikler getirmiş ve
bazı başarılar elde etmiştir. Azınlıkların korunması ilk kez bir uluslararası örgütün
denetimi ve güvencesi altına alınmıştır. Azınlıkların korunmasındaki uyuşmazlıkların
UDAD’a götürülebilmesi imkanının getirilmesiyle uluslararası yargı da azınlıkların
korunmasının bir parçası haline gelmiştir. Yine bu dönemde azınlık grupları ve hakları
genişletilmiştir. Azınlıklar etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar olarak formüle edilmiş,
dinsel haklara ek olarak kimliklerinin korunmasına yönelik dilsel haklar ve eğitim
hakları da antlaşmalarda ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiştir. Ayrıca kimi ihmal edilmiş
azınlıklar (Çekoslovakya’daki Ruthenianlar, Yunanistan’daki Pindus Valakları gibi) bu
sistem sayesinde daha iyi koşullara sahip olmuşlardır. Yine ulusal azınlıkların
korunması konusunda bu dönemdeki en önemli başarılardan biri 1921’de İsveç ile
54
55
Özdek, a.g.e., s. 301
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 13-16; Kurubaş, a.g.e., s. 39; Preece, a.g.e., s. 96-101
35
Finlandiya arasında yapılan ve Finlandiya’ya bağlı Aaland Adaları’ndaki İsveççe
konuşan, halkın durumunu iyileştiren antlaşmadır.
MC’nin azınlıkların korunması konusundaki başarısızlıkları ise başarılarından
çok daha fazladır. Bir kere, MC sisteminde azınlıkların korunmasına ilişkin işleyiş
kurallarında tam bir belirsizlik mevcuttu. Bu belirsizlik azınlıkları korumakla yükümlü
devletlere geniş bir hareket alanı bırakmıştır. İkincisi, MC sistemi azınlıkları korumakla
onların asimilasyonuna göz yummak arasında bocalamıştır. Bu haliyle MC sistemi,
azınlıkların korunmasını devletlerin insafına bırakan bir garantiye sahip olmuştur.
Uygulamada Doğu Avrupa ülkelerindeki Almanlar ve Macarlar gibi güçlü azınlıkların
MC’ye sürekli dilekçeler vererek durumlarından rahatsızlık duyduklarını ve ayrılıkçı
amaçlar taşıdıklarını belli etme çabaları, antlaşmalarla bağlı devletlerin azınlık haklarını
ihlal ederek, azınlıkların MC’ye şikayette bulunmalarını engellemeleri, hatta onları
ortadan kaldırmaya çalışmaları, büyük devletlerin azınlıkların korunmasına ilişkin
uluslararası garantörlük konusunda gerekli özeni göstermemeleri MC sistemini
zayıflatmıştır. Bu çerçevede özellikle herhangi bir devletle akrabalık bağı bulunmayan
azınlıklar tamamen korumasız kalmışlardır. Bir devletle akrabalık bağı bulunan
azınlıklarsa, o devletlerin korumasına terk edilmişlerdir. Bu durum etkisini 1930’lu
yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’na giden yolda faşizmin ve Nazizmin yükselişiyle beraber
göstermiştir. Nazi Almanya’sı, her fırsatta kendisini de ağır hükümler altına koyan,
Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan antlaşmalara kendi kaderini tayin hakkına aykırı
düştüğü iddiasıyla karşı çıkmış, bu antlaşmaların ilgili devletleri gerçek anlamda
yükümlülük altına sokmadığını ileri sürerek, çeşitli devletlerdeki Alman azınlıkları, bu
devletlerin parçalanmasında kullanmıştır.56
Sonuçta MC sistemi işleyişi itibariyle kendisini kanıtlayamamış ve çoğu kez de
başarısız olarak değerlendirilmiştir. Bu sistem bir ortak karar sistemi ve uluslararası
kamu oyunun onayıyla devletlerin azınlıklara ilişkin yükümlülüklerini yerlerine
getirmelerini sağlamak için kurulmuştu. Ama uluslararası koruma, henüz yeni doğmuş
bir örgütün yerine getirmekte zorlanacağı bir işti. Bununla birlikte, MC sisteminin
başarısızlığının nedeni koruma sistemindeki hatalardan çok dünya siyasetinin
koşullarından ileri gelmiştir. Çünkü sistem insancıl değil siyasal nedenlerle
oluşturulmuştu ve büyük devletlerin siyasal müdahalelerine açıktı. Azınlıkların
56
Kurubaş, a.g.e., s. 40-41; Oran, a.g.e., s. 126; Preece, a.g.e., s. 109-111
36
mutluluğu uluslararası barış ve güvenliğe bağlıydı. 1930’lardan itibaren dünya İkinci
Dünya Savaşı’na doğru gitmeye başlayınca, azınlıklar içinde yaşadıkları devletler
tarafından hain olarak görülmeye başlandılar. Buna karşın, azınlık korumasını
uluslararası toplumun denetimine tabi kılma düşüncesinin yanlış ve başarısız olduğu
söylenemez.57
3. Birleşmiş Milletlerin Kuruluşundan 1990’lara Kadar Olan Dönem
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın demografik yapısında meydana
gelen değişmeler yeni bir azınlık koruma sisteminin gerekli olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak, bu korumanın MC döneminde yaşanan başarısızlık göz önünde tutularak yeni
bir modele göre, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı çerçevesinde sağlanması
gerektiğinden yola çıkılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, azınlıkların
korunmasının dünya barışı için vazgeçilmez olduğu düşünülürken, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında egemen olan anlayış, dünyanın asıl ihtiyacının azınlıklardan korunması
olduğu yönünde olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sırasında insan haklarının inanılmaz boyutlarda ihlal
edilmiş olması, uluslararası toplumu kapsamlı bir insan hakları düzenlemesi yapmaya
yöneltmiştir. Savaş sonrasında yükselen uluslararasılaşma dalgası, merkezine evrensel
özne olarak bireyi almıştır. Bu süreçte klasik uluslararası hukuk yapısı da radikal bir
dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşümü, bireyin uluslararası hukukun öznesi haline
gelmesinde somutlaşan insan hakları temsil etmektedir. Bu bağlamda azınlıklar, artık
özel bir kategori olarak ele alınmak yerine uluslararası boyut kazanan bireysel insan
hakları çerçevesinde korunmaya başlanmışlardır. Zaten BM’nin kuruluşunda itibaren
bireysel bir perspektifin geçerli olması, azınlık mensuplarının da azınlık grubunun bir
üyesi olarak değil birey olarak korunmalarını getirmiştir.
1946 “Paris Barış Konferansı”nda İtalya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve
Finlandiya ile yapılan barış antlaşmaları her ne kadar azınlık sorunlarını beraberinde
getiren toprak devrine ilişkin hükümler içerse de, savaş galibi devletler azınlıklar
bakımından özel haklar tanınması düşüncesini desteklememişlerdir. Bu devletlerle
yapılan barış antlaşmalarında azınlıklar, sadece açık bir ayrımcılık yasağı ile
korunmuşlardır. Ayrımcılık yasağı, bireysel haklar olarak düzenlendiği için azınlıkların
kolektif bir birim olarak korunmalarına yetmemiştir. Bunun sonucu olarak örneğin,
57
Arsava, Azınlık Kavramı…, s. 16; Kurubaş, a.g.e., s. 41; Oran, a.g.e., s. 126-127
37
1945 “Potsdam Protokolü” ile Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya’daki Almanlar
zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bazı devletlerin ikili antlaşmalar ve karşılıklı
bildiriler yoluyla doğrudan azınlıkların korunmasına çalıştıkları görülmüştür. 1946
tarihinde İtalya ile Avusturya arasında imzalanan ve İtalya’daki Almanca konuşan
Güney Tirollular’ın haklarını düzenleyen “De Gaspari-Gruber Antlaşması” bu
nitelikteki antlaşmalardandır. 1955’te Danimarka ile Federal Almanya karşılıklı
bildiriler yayımlayarak ülkelerindeki azınlıklara haklar tanımışlardır.58
a) Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Azınlıkların Korunması
BM Şartı’nın 1., 13., 62. ve 76. maddeleri azınlıkların korunmasını bireysel
insan haklarıyla sınırlı tutmuştur. Bu maddelerle ayrımcılık yasağı getirilmiş, fakat
azınlıkların kimliklerini korumalarını sağlayacak haklardan söz edilmemiştir. BM’nin
başlangıçtaki temel kaygısı, devlet egemenliği ile bireylerin evrensel nitelikteki kişisel,
siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakları, kısacası genel insan hakları olmuştur. Bu
nedenle eşitlik ilkesine ve ayrımcılığın önlenmesine özel bir önem verilmiştir. Ayrıca
BM Şartı’nın 1. ve 55. maddelerinde ulusların kendi kaderini tayin hakkı yerine,
halkların hakkı gibi daha belirsiz bir içeriğe sahip ilkeye yer verilmesinin nedeni
muhtemelen azınlık korunmasından kaçınmak amacıyladır.59
Yukarıda belirtildiği gibi, artık azınlık korumasının bir geleceğinin olmadığı ve
azınlık hakları sisteminin yerini idealize edilmiş bir insan hakları sisteminin aldığı ileri
sürülse de, azınlıklar bu dönemde de ulusal ve uluslararası hukukun ilgi alanlarından
biri olmaya devam etmiştir. Çünkü ulusal ve uluslararası bir çok çatışmanın kaynağında
yine azınlıklar görülmektedir. BM’de kurulduğu tarihten itibaren azınlık sorunlarıyla
ilgilenmek zorunda kalmış, fakat devletler arasındaki bu karmaşık ve hassas soruna
uzun süre standart bir çözüm bulunamamıştır. Bu bağlamda 1946’da BM organlarından
“Ekonomik ve Sosyal Konsey”e (ECOSOC) bağlı olarak kurulmuş, hükümet
temsilcilerinden oluşan “İnsan Hakları Komisyonu”na ayrımcılığın önlenmesi ve
azınlıkların korunması görevleri verilmiştir. Komisyon bu iki görev için 1947’de ilgili
devletlerin uzmanlar seviyesinde temsil edildiği, 26 uzmandan oluşan özel bir alt
komisyon kurmuştur: “Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt
Komisyonu”. Bu komisyonun görevi, azınlıkların korunması ve ayrımcılığın önlenmesi
58
59
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 17-18; Özdek, a.g.e., s. 306-307; ayrıca bkz. Preece, a.g.e., s. 116-128
Kurubaş, a.g.e., s. 46
38
için hangi önlemlerin alınması gerektiğini incelemek, azınlık hakları ve azınlıkların
korunması gibi kavramların tanımını yapmaktır. Böylece BM içerisinde azınlıklar
konusu ele alınmaya başlamıştır. Ama münhasıran azınlıkların korunmasına
girilmemesi yönündeki genel eğilimin korunmasına özellikle dikkat edilmiştir.
10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nde
azınlık haklarına ilişkin herhangi bir hüküm yer almamıştır. Sadece, 2. maddesinde
ayrımcılığın önlenmesinden, 26. ve 27. maddelerinde de azınlık haklarının bir yönünü
oluşturan kültürel haklardan söz edilmiştir. Aslında azınlıkların korunmasına ilişkin bir
hüküm Bildirge’ye konulmak istenmişse de, Batılı ülkeler ve Latin Amerika ülkelerinin
karşı çıkması sonucu bu mümkün olamamıştır. Bununla birlikte, BM Genel Kurulu aynı
gün kabul ettiği bir kararla, BM’nin azınlıklar konusuna ilgisiz kalamayacağını
bildirmiş ve Ekonomik ve Sosyal Konsey’e önerilerde bulunarak İnsan Hakları
Komisyonu ve Alt Komisyon, azınlık sorununun araştırılması ve çözümüyle
görevlendirilmiştir.
Ayrıca BM’de sınır antlaşmazlıkların olduğu durumlarla sınırlı olmak üzere
azınlıkların korunması ile ilgili talepler dile getirilerek bu konuda karalar alınması
sağlanmıştır. Örneğin 1947’de Filistin’in gelecekteki hükümetine ilişkin, 1949’da
İtalya’nın eski sömürgelerine ilişkin ve 1950’de Eritre’ ye ilişkin Genel Kurul
kararlarında azınlıkların haklarına yer verilmiştir. Ayrıca 1953’te Ekonomik ve Sosyal
Konsey’in özellikle yeni devletlerin kurulması çerçevesinde azınlıkların korunmasının
gerekliliğine işaret eden kararıyla, BM’nin azınlık sorunlarına ilgisiz kalamayacağı
anlayışı pekiştirilmiştir.
Sonraki dönemde azınlıklar, ancak 1960’larda BM gündemine girebilmişlerdir.
İnsan Hakları Komisyonu tarafından 1949’da çalışmalarına başlanan ve 1966’da BM
Genel Kurulu tarafından kabul edilerek imzaya açılan, fakat yürürlüğe 1976’da giren
MSHS’nin azınlıklarla ilgili 27. maddesiyle azınlıkların korunması bakımından çok
önemli bir adım atılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası sürecin ilk yıllarında insan
hakları kavramına rakip bir kavram olarak görülen azınlık hakları, 1960’lı yıllardan
itibaren uluslararası hukuk belgelerine girmiştir. Ancak bu durum uluslararası alanda
azınlıklara olan yaklaşımda bir değişim olduğu anlamına gelmemektedir. Azınlık
hakları, bireysel insan hakları olarak görülmeye devam edilmiştir.60
60
Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 19-21; Özdek, a.g.e., s. 307-308
39
BM çerçevesinde azınlıklarla dolaylı olarak ilişkili olsa da ilk önemli belge 1948
tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”dir. Sözleşme,
dolaylı bir biçimde bir grup olarak azınlıkların varolma hakkını tanımaktadır. Ancak,
sözleşme varolma hakkını sadece fiziksel açıdan ele almış, yani fiziksel soykırımı
yasaklamış, kültürel soykırımsa sözleşmede yer almamıştır. 1965 tarihli “Her Türlü Irk
Ayrımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi” de BM tarafından benimsenen diğer bir önemli
uluslararası belgedir. Bu sözleşme azınlık terimine yer vermemekle birlikte azınlıkları
dolaylı olarak korumuştur. Sözleşme etnik ya da ulusal köken nedeniyle her türlü
ayrımcılığı yasaklamıştır. Öte yandan, BM’nin yardımcı organı olan uzmanlık
kuruluşlarının kabul ettiği bazı uluslararası belgeler de, dolaylı olarak azınlıklarla
ilgilidir. Örneğin, yerli halkların ve diğer kabilelerin korunması ve entegrasyonundan
bahseden 1957 tarihli “Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Sözleşmesi”, “UNESCO”nun
1960 tarihli “Eğitimde Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”, bunlardan en önemli
olanlarıdır. Yine 1989 tarihli “Çocuk Hakları Sözleşmesi”, MSHS’nin 27. maddesinde
tanınan hakları, azınlık grubu mensubu olan çocuklar bakımından tekrarlayan çok
önemli bir uluslararası belgedir.61
BM sistemi içinde azınlıkların korunmasıyla doğrudan ilgili ilk en önemli ve en
ileri belge 1966 tarihinde imzaya açılan 1976 da yürürlüğe giren “Medeni ve Siyasal
Haklar Sözleşmesi”dir(MSHS). Sözleşmenin azınlıklarla ilgili 27. maddesinde, “etnik,
dinsel ya da dilsel azınlıkların bulunduğu devletlerde bu azınlıklara mensup bireyler,
kendi gruplarının diğer üyeleriyle birlikte, kendi kültürlerini yaşamak, kendi dinlerini
açıkça ifade etmek ve uygulamak ve kendi dillerini kullanma haklarından yoksun
bırakılamazlar” denmektedir. Bu madde, azınlıkların sadece fiziksel tehdit altında
olmadığını, aynı zamanda kültürlerini ve kimliklerini sürdürebilmelerinin de çok önemli
olduğunu göstermiş ve bunu garanti altına almıştır. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’nın
ardından o güne kadar insan hakları şemsiyesi altında değerlendirilen azınlık hakları, ilk
kez ayrı bir kategori olarak uluslararası hukukta yer almıştır.
MSHS’nin 27. maddesine bakıldığında üç tür azınlıktan bahsedildiği
görülmektedir: Etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar. Ulusal azınlık terimi ise
kullanılmamıştır. Çünkü bu terim büyük ölçüde Avrupa’daki azınlıklar sorununa işaret
etmekte ve siyasal göndermelerde bulunmaktadır. Yine maddede “azınlıkların
61
Alpkaya, a.g.e., s. 150
40
bulunduğu devletler” ifadesi yer almaktadır. Bu ifade, belirsizliğe neden olmuş, bir
devletin içinde azınlık olup olmadığına kimin karar vereceği sorusunu gündeme
getirmiştir. Nitekim Fransa, Anayasasını gerekçe göstererek bu maddeye çekince
koymuştur. Ayrıca bu ifade göçmenlerin, mültecilerin ve yerli grupların konumunu
belirsiz bırakmıştır. Aynı maddede yer alan “…azınlıklara mensup bireyler, kendi
gruplarının diğer üyeleriyle birlikte…” ifadesi tartışma yaratmaktadır. Azınlıklar
mensup bireylerden söz edildiği için burada kolektif haklara değil bireysel haklara yer
verilmektedir. Bununla birlikte azınlıkların varolma hakkı tanınmaktadır.62
Uluslararası düzeyde MSHS’ye taraf devletlerin sözleşme hükümlerine ne
ölçüde uyduklarını denetlemek için BM tarafından “İnsan Hakları Komitesi”
oluşturulmuştur. Komite, bireysel olarak hareket etmek üzere hükümetler tarafından
aday gösterilen ve BM üyesi devletler tarafından seçilen 18 kişiden oluşmaktadır.
Sözleşme, öngörmüş olduğu denetim mekanizmasının üç yöntemle işletilebileceğini
hükme bağlamıştır. Sözleşmenin 40. maddesinde zorunlu rapor yöntemi, 41.
maddesinde ihtiyari devletlerarası başvuru yolu, sözleşmeye Ek 1. Protokoldeyse
seçimlik bireysel başvuru yolu düzenlenmiştir. Rapor yöntemi, taraf devletlerin
sözleşmedeki haklar konusunda yapılanları içeren ve uygulamada beş yılda bir verilen
dönemsel raporları BM Genel Sekreteri aracılığıyla Komite’ye sunması, Komite’nin
bunları taraf devletlerin temsilcilerinin da katıldığı açık oturumlarda soruşturup
inceleyerek, hazırladığı değerlendirme raporunu bütün taraflara göndermesi şeklinde
işlemektedir. İhtiyari devletlerarası başvuruysa, bu yöntemi kabul eden devletin
Sözleşmeden doğan yükümlülüklerini yerine getirmediği iddiasıyla bir başka taraf
devletin Komite’ye başvurmasını içermektedir. Sözleşmeye taraf devletlerden sadece
44’ü tarafından kabul edilen bu yöntem devletler arasında siyasal sorunlara yol açacağı
endişesiyle hiç kullanılmamıştır. Kişisel başvuru yöntemiyse, ancak bunu düzenleyen ek
protokolü onaylamış devletler bakımından geçerlidir. Bu çerçevede her kişi
Sözleşme’de tanınan hakların ihlal edildiği gerekçesiyle vatandaşı olduğu devlete karşı,
iç hukuk yollarını tükettikten sonra Komite’ye başvurabilir. Komite, başvurunun kabul
edilebilir olduğuna karar verirse, ilgili devlet söz konusu başvuruya ilişkin açıklamaları
6 ay içinde yazılı olarak Komite’ye sunmakla yükümlüdür. Komite, incelemesinin
sonunda vardığı görüşünü ilgili devlete ve başvuran kişiye bildirir. Komite’nin,
62
Oran, a.g.e., s. 129-130
41
sözleşmenin ihlali sonucuna varması halinde, ilgili devlete durumu düzeltmesi için
önlemler alması gerektiği bildirilir, ancak Komite’nin yaptırım uygulama gücü yoktur.63
b) Avrupa Konseyi’nde (AK) Azınlıkların Korunması
AK çerçevesinde azınlıkların korunması konusunda yürütülen çalışmalarda BM
sistemine benzer bir gelişme yaşanmıştır. Yani uzunca bir süre azınlık hakları, genel
insan hakları şemsiyesi altında ele alınmıştır. 1949’da 10 Avrupa ülkesi (Belçika,
Hollanda, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Danimarka, İtalya, Fransa, İngiltere ve İrlanda)
tarafından kurulan AK’nin, insan haklarının korunmasına ilişkin kabul ettiği temel
belge, 1950’de imzalanan ve 1953’te yürürlüğe giren “Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi”dir (İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin
Sözleşme, AİHS).∗ AİHS’nin 14. maddesinde yer alan ayrım gözetmeme ilkesi,
azınlıkların korunması bakımından önem taşımaktadır. Bu ilke çerçevesinde din, dil,
renk, etnik köken gibi ölçütlerin yanı sıra, ulusal bir azınlığa mensubiyet ölçütü
getirilerek bu durumlarda hiçbir ayrım gözetilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Görüldüğü gibi sözleşmede azınlık terimi geçmekte, ancak azınlık haklarıyla ilgili
herhangi bir düzenlemeye yer verilmemektedir. Bununla birlikte azınlıkların genel insan
haklarından yararlanmaları konusunda ayrımcılığa tabi tutulmalarının önlenmesi ve
bunun güçlü bir denetim mekanizması (“Avrupa İnsan Hakları Komisyonu” ve “Avrupa
İnsan Hakları Divanı”, bu iki organ 1998’de “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” adı
altında birleştirilmiştir.) ile güvence altına alınmış olması bakımından önem
taşımaktadır.
Öte yandan, AİHS’nin hazırlık aşamasında azınlıkların korunması ve onlara bir
takım özel haklar verilmesi, hatta sözleşmeye ek bir protokolle azınlık haklarının insan
hakları koruma sistemine dahil edilmesi gündeme gelmiş, fakat bu çabalar sonuçsuz
kalmıştır. Bu girişimler “Danışma Meclisi”ne (daha sonra “Parlamenterler Meclisi”
adını almıştır.) sunulan raporlar ve önergeler çerçevesinde sürmüştür. Bundan sonra
1990’lara kadar AK çerçevesinde azınlıkların korunmasına ilişkin bir gelişme
yaşanmamıştır. AK’nin doğrudan azınlıkların korunmasına ilişkin girişimleriyse, ancak
63
Zeri İnanç (Der.), Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2004, s. 3032; Kurubaş, a.g.e., s. 52; ayrıca bkz. Çavuşoğlu, a.g.e., s. 100-105
∗
Türkiye, AİHS’ye 1954 yılında taraf olmuş, 1987 yılında, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na
bireysel başvuru hakkını tanımış, 1989 yılındaysa Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın yetkisini kabul
etmiştir.
42
Doğu Bloğu’nun çözülüşü sonrası, bu bölgelerde azınlık sorunlarının ortaya çıkışıyla
başlamıştır.64
c) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) Çerçevesinde Azınlıkların
Korunması
AGİK, 1969 tarihinde SSCB önderliğindeki Varşova Paktı’nın, güvenlik
konularını tartışmak üzere genel bir Avrupa Konferansı toplanması önerisiyle kurulmuş
olmakla birlikte, sonradan ulusal azınlık sorunlarını da gündemine alan önemli bir insan
hakları forumu niteliğine bürünmüştür. AGİK, 1975’te yapılan “Helsinki Zirvesi”nden
1994 yılına kadar bir takım bağlayıcı olmayan belgelerin kabul edildiği bir konferanslar
süreci olarak sürmüştür. Ancak Doğu Bloğu’nun çözülüşü ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle
siyasal ağarlığı artan AGİK, 1994 “Budapeşte Konferansı”yla kurumsal bir yapıya
kavuşturularak “Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı” (AGİT) adını almıştır. AGİK
belgeleri yaptırımdan yoksun, hukuksal bağlayıcılığı olmayan metinler oldukları için
uygulanmaları iyi niyet ilkesine bağlı olmuştur. Bununla birlikte söz konusu belgeler,
düzenledikleri konularda ulusal yetki iddiasının ileri sürülmesini engellemektedir.
AGİK’te azınlıklar korunması konusu 1990’lara kadar önemli bir yer işgal
etmemiş, sadece başka konularla birlikte insan hakları ve temel özgürlükler
çerçevesinde gündeme gelmiştir. Azınlıklara ilk kez yer veren 1975 tarihli “ Helsinki
Nihai Senedi”nin üç ayrı bölümünde azınlıklardan söz edilerek, sadece ayrımcılığın
önlenmesi ve eşitlik ilkelerinin azınlıklar bakımından yinelenmesiyle yetinilmiştir.
AGİK, insan haklarını tek başına değil, güvenlik kaygılarıyla ilişkilendirilmiş olarak ele
aldığı için azınlıkları, devletlerin sorumluluklarıyla bağlantılı olarak değerlendirmiştir.
Devletlere azınlıklar gözetilerek üstlenilecek yükümlülük türlerini seçmede büyük bir
serbestlik tanınmıştır. Azınlık sorununa başlangıçtaki bu ilgi, 1989’a kadar yapılan
AGİK tamamlayıcı toplantılarında ayakta tutulamamıştır. Bu toplantılarda, bireysel
insan hakları ihlalleri, özellikle sosyalist rejimlerdeki insan hakları ve demokrasi
taleplerini dile getiren hareketlerle ilgili insan hakları ihlalleri üzerinde durulmuştur.
AGİK, 1989’da ilan ettiği “Viyana Kapanış Belgesi” ile daha önceki belgelerde
geçen ulusal azınlıklara ilişkin hükümleri hayata geçirmek için sürekli bir çaba
gösterileceğini belirterek yeni bir yaklaşım sergilemiştir. Bu belge, katılımcı devletlere
insan hakları ve temel özgürlüklerin ve ulusal azınlıklara mensup kişilerin korunması
64
Kurubaş, a.g.e., s. 55-57; Oran, a.g.e., s. 132-133
43
için yasal, yönetsel, yargısal ve diğer alanlarda gereken bütün önlemleri alma, taraf
oldukları uluslararası belgelerin gereklerini yerine getirme, azınlıklara karşı her türlü
ayrımcılıktan kaçınma ve onların insan hakları ve temel özgürlükler çerçevesindeki
meşru çıkar ve özlemlerini kolaylaştırma hükümlülüğü getirmiştir. Ayrıca, katılımcı
devletlerin, ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini koruyacak ve
bu kimliklerin geliştirilmesini sağlayacak ortamı yaratarak, azınlıklara mensup
bireylerin haklarını özgürce kullanmalarına saygı göstermelerini istemiştir.65
4. 1990 Sonrasında Yaşanan Gelişmeler
SSCB’nin ve Doğu Bloğu’nun çözülüşü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
birlikte, azınlıklar bir kez daha uluslararası gündemin ana maddelerinden biri haline
gelmişlerdir. Bu dönemde Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da hem yeni sınır
değişikliklerinin meydana gelmesi, hem de etnik milliyetçiliklerin yükselmesi söz
konusu olmuştur. Bu ise uluslararası istikrarın bozulmaya başlaması anlamına
gelmekteydi.
İstikrarsızlığın
yaygınlaşacağından
duyulan
korkular
sonucunda
azınlıkların taleplerini karşılanması ve azınlık haklarının en geniş anlamıyla tanınması
gerektiği düşüncesi ağarlık kazanmaya başlamıştır.
Bu bağlamda, azınlık haklarını eşitlik temelinde, bireysel haklar olarak
şekillendiren mevcut klasik yaklaşımın terk edilmesi yönündeki eğilimler güç
kazanmıştır. O zamana kadar bireysel haklar çerçevesinde kavramsallaştırılan azınlık
haklarının, uluslararası hukuk düzeyinde etnik bir uluslararası grup hakları beklentisine
yanıt vermekten uzak olduğu saptanarak, ulusal grup hakları tesisinin gerekliliği
vurgulanmış ve bunun içinde ulusal grupların ve azınlıkların değişim içinde bulunan
uluslararası hukuk hak ve yükümlülükleriyle donatılmaları gerektiği belirtilmiştir.
Başka bir deyişle, “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde yeniden yapılanan uluslararası
sistemde, azınlıkların uluslararası hukukun yeni özneleri olarak kabul edilmeleri gerekli
görülmüş, azınlıkların korunmasının, azınlık mensuplarının çoğunluğu oluşturan
gruplarla tam olarak eşit kılınmasından ve sadece ayrımcılığın önlenmesinden daha
fazlasını gerektirdiği savunulmuştur.
1990’larda uluslararası hukuk literatüründe azınlıkların korunmasına ilişkin
klasik çerçevenin aşılması yönündeki eğilimin güç kazanmasına paralel olarak,
uluslararası belgelerde de azınlık haklarına yönelik yeni standartlar geliştirme
65
Kurubaş, a.g.e., s. 57-58; Preece, a.g.e., s. 141-142
44
girişimleri gündeme gelmiştir. Bu çerçevede, gerek BM gerekse başta AGİK ve AK
olmak üzere bölgesel sistemler düzeyinde hazırlanan yeni belgelerle azınlık haklarının
çerçevesi genişletilmeye, azınlıkların korunması için yeni mekanizmalar oluşturulmaya
çalışılmıştır.66
a)Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Azınlıkların Korunmasında Yaşanan
Gelişmeler
1990’larda BM’de yürütülen çalışmalarda ve BM’nin azınlıklara yönelik genel
eğiliminde çok radikal bir dönüşüm yaşanmamakla birlikte bir takım gelişmeler olmuş
ve bazı yeni belgeler kabul edilmiştir.
18 Aralık 1992 tarihinde BM Genel Kurulu’nda kabul edilen “Ulusal ya da
Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi”, başlı başına
azınlık haklarına hasredilen ilk uluslararası belge olması bakımından önem
taşımaktadır. Bu Bildirgede, azınlık hakları azınlıklara mensup bireylerin hakları
biçiminde bireysel haklar olarak düzenlenmiştir. Bildirge’de, ulusal azınlıkların bir
yandan bugüne değin uluslararası düzeyde kabul edilmiş eşitlik temelindeki hakları
yinelenirken, diğer yandan bu hakların içeriğini genişletici nitelikte kimi yeni
hükümlere yer verilmiştir. Bildirge’nin 2. ve 3. maddelerinde azınlık haklarının genel
bir çerçevesi çizilmektedir. Bu maddelerde azınlıkların ayrımcılığa uğramama, kültürel,
ekonomik, dinsel, sosyal ve kamusal yaşama ve yaşadıkları bölgelerle ilgili ulusal ve
uygun olduğunda bölgesel düzeydeki kararlara katılma, mensubu oldukları grubun diğer
üyeleriyle ve başka azınlıklara mensup kişilerle ve ayrıca sınır komşusu devletlerin
ulusal, etnik, dilsel ya da dinsel bağlarla bağlı oldukları vatandaşlarıyla özgür ve barışçıl
ilişkiler kurarak sürdürme hakkına sahip oldukları ifade edilmektedir. Bildirge’nin 1.
maddesiyle 4-7. maddeleri, devletlerin azınlık hakları konusundaki yükümlülüklerini
düzenleyen maddelerdir. 1. maddeye göre, devletler ülkelerindeki azınlıkların
varlıklarını ve kimliklerini tanıyacak ve onların kimliklerini geliştirmelerini sağlayacak
koşulların yerleştirilmesini kolaylaştıracaklardır. Bu bağlamda devletler, azınlıkların
kendi özelliklerini ifade etmelerini ve kendi kültürlerini, dillerini, dinlerini,
geleneklerini, adetlerini geliştirmelerini sağlayabilmeleri için bu azınlıkların tarihlerini,
geleneklerini, dillerini ve kültürlerini tanımalarını teşvik etmek, mümkün olduğu ölçüde
anadillerinde eğitim görmeleri için yeterli olanaklara sahip olmalarını ve ülkelerinin
66
Kurubaş, a.g.e., s. 59; Özdek, a.g.e., s. 217-219
45
ekonomik ilerleme ve gelişmesine tam olarak katılabilmelerini sağlayacak önlemleri
almakla yükümlüdürler (4. madde). Ayrıca devletler, ulusal politika ve programlarıyla
başka devletlerle yaptıkları işbirliği ve yardım programlarını da azınlıklara mensup
bireylerin meşru çıkarlarını göz önünde tutarak hazırlama ve uygulama yükümlülüğü
altındadırlar (5. madde). Bildirgenin 8. maddesinde bildirgede düzenlenen hakların,
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde
yorumlanamayacağı, bildirgedeki hiçbir hükmün, devletlerin egemen eşitliği, ülkesel
bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığı da dahil olmak üzere BM’nin amaç ve ilkelerine
aykırı herhangi bir faaliyete izin verecek bir biçimde anlaşılamayacağı açık bir biçimde
ifade edilmiştir.
Bütün
bunların yanında,
bildirgede
uygulama
ve
denetim
mekanizmasıyla ilgili yeterli bir açıklama bulunmamaktadır. Diğer taraftan herhangi bir
azınlık tanımına yer vermeyen bildirgenin hukuksal bir bağlayıcılığı yoktur.67
1995
yılında
BM
İnsan
Hakları
Komisyonu,
adı
geçen
bildirgenin
uygulanmasını gözeterek, azınlıklarla ilgili sorunlara çözüm üretecek ve sadece
azınlıklar konusuyla ilgilenen Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt
Komisyonu’na bağlı 5 kişilik “Azınlıklar Çalışma Grubu”nun oluşturulmasını kabul
etmiştir. Bu dönemde Komisyon ve Alt Komisyon, yaptırım gücünden yoksun bir
biçimde sadece önceden öngörülmüş prosedürler çerçevesinde hareket edebilmiştir. Bu
çerçevede Alt Komisyon azınlıklarla ilgili yıllık raporlar sunmaktadır. Azınlıklar
Çalışma Grubuysa, azınlıklarla ilgili hükümet dışı örgütlerle (non-govermental
organization/NGO), akademisyenlerin de katıldığı, hükümetlerle azınlıklar arasında
diyalogun sağlanmasında yardımcı olan bir tartışma forumu niteliğindedir.68
BM çerçevesinde azınlıklara ilişkin hükümlerin yer aldığı bir diğer uluslararası
belge, 25 Haziran 1993’te “BM Dünya İnsan Hakları Konferansı” sonunda ilan edilen
“Viyana Bildirgesi ve Eylem Programı”dır. Bu belge, devletlerin ve uluslararası
toplumun, azınlıklara mensup bireylerin haklarının korunması gerekliliğini belirtirken
azınlık haklarının standardı olarak 1992 tarihli BM Bildirgesi’ni ölçü almakta ve bu
bildirgede ele alındığı biçimiyle ulusal azınlıklara mensup bireylerin haklarının etkin
biçimde gerçekleştirilmesi ve korunması için BM İnsan Hakları Komisyonu’nu usuller
ve araçlar geliştirmeye çağırmaktadır.69
67
İnanç, a.g.e., s. 28-30
İnanç, a.g.e., s. 28, Kurubaş, a.g.e., s. 62
69
Özdek, a.g.e., s. 226
68
46
b)
Avrupa
Konseyi
Çerçevesinde
Azınlıkların
Korunmasında
Yaşanan
Gelişmeler
AK’nin azınlıkların korunmasına ilişkin ilk doğrudan girişimleri, Soğuk
Savaş’ın bitişi ve Doğu Bloğu’nun çözülüşü sonrası azınlık sorunlarının, Avrupa’da
barış ve istikrarı tehdit edici bir potansiyel taşıdığının görülmesi ve eski Doğu Bloğu
ülkelerinin AK’ye katılması üzerine olmuştur. Bugün gelinen aşamada, AK
çerçevesinde azınlıkların korunması ve azınlık haklarıyla ilgili önemli belgeler kabul
edilerek uygulamaya geçirilmiştir.70
(1) Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı
5 Kasım 1992’de kabul edilen ve 1 Mart 1998’de yürürlüğe giren, Bölgesel
Diller veya Azınlık Dilleri, AK’nin azınlıklarla ilgili sözleşme niteliğindeki ilk
belgesidir. 17 ülke tarafından onaylanan, 13 ülke tarafından ise sadece imzalanan bu
sözleşmeye Türkiye taraf değildir.
23 maddeden meydana gelen Şart’a ilişkin yayımlanan “Açıklayıcı Rapor”da, en
önemli amacın kültürel olduğu vurgulanarak, etnik ya da kültürel azınlık gruplarını
harekete geçirmek istenilmediği için dilsel azınlıklar teriminin kullanılmadığı, sadece
bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin korunarak, geliştirilmesinin amaçlandığı
belirtilmiştir. Bu noktadan hareketle, Şart’ın başlangıç kısmında bölgesel dillerin ya da
azınlık dillerinin korunmasının, Avrupa’da kültürel zenginliğin ve geleneklerin
sürdürülmesine ve geliştirilmesine bir katkı olduğu, çok kültürlülük ve çok dillilik
değerleri çerçevesinde resmi dillere zarar vermeden bölgesel dillerin ve azınlık
dillerinin korunarak teşvik edilmesinin,ulusal egemenlik ve ülkesel bütünlük
çerçevesinde kültürel çeşitlilik ve demokrasi ilkelerine dayanan bir Avrupa’nın inşası
bakımından önemli bir yere sahip olduğu vurgulanmıştır.
Şart’ın 1. maddesinde, bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin tanımı
yapılmaktadır: “Bir devletin belirli bir bölgesinde, o devletin geriye kalan ülke
nüfusundan sayıca daha küçük bir grup oluşturan vatandaşları tarafından geleneksel
olarak konuşulan ve devletin resmi dilinden farklı olan dillerdir.” Bu tanıma, resmi
dilin diyalektlerinin ve göçmen dillerinin dahil olmadığı belirtilmiştir.
Şart, uygulama açısından devletlere geniş seçenekler sunmaktadır. Bölgesel
dillerin ve azınlık dillerinin, kültürel zenginliğin bir ifadesi olarak kabul edilmesinin, bu
70
Kurubaş, a.g.e., s. 63
47
dillerin geliştirilmesini engelleyecek yönetsel bölünmelerin engellenmesini, bu dillerin
coğrafi alanına saygı gösterilmesini, bu dilleri korumak için kararlılıkla hareket etme
gerekliliğini, bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin, sözlü ve yazılı olarak kamusal ve
özel yaşamda kullanılmasının kolaylaştırılarak teşvik edilmesini, bu dilleri kullanan
gruplarla başka dilleri konuşan gruplar arasında kültürel ilişkiler kurulmasını, bu dillerin
öğretilmesi ve bu dillerde eğitim yapılması için uygun yöntem ve araçların
sağlanmasını, üniversitelerde ve dengi kurumlarda bölgesel diller ve azınlık dilleri
üzerine çalışma ve araştırmalar yapılmasının teşvik edilmesini, bu dillerin aynı ya da
benzer biçimlerinin konuşulduğu devletler arasında, uygun sınır ötesi ilişki biçimlerinin
geliştirilmesini istemektedir (2. bölüm 7. madde). Şart’ın 3. bölümünde, bölgesel
dillerin ve azınlık dillerinin, eğitimde, yargıda, yönetimde ve kamu hizmetlerinde,
medyada, kültürel faaliyetler ve hizmetlerde, ekonomik ve sosyal yaşamda
kullanılmasını teşvik etmek için alınacak önlemler üzerinde durulmakta ve devletlere bu
konuda yükümlülükler getirilmektedir.
Şart, yargısal bir denetim mekanizmasına sahip değildir, sadece taraf devletlere
düzenli olarak rapor sunma yükümlülüğü getirilmiştir. Şart’ın uygulamaya ilişkin 4.
bölümündeki hükümlere göre, taraf devletler kendileri açısından Şart’ın yürürlüğe
girmesini izleyen 1 yıl ve sonra 3 yılda bir “AK Genel Sekreteri”ne rapor sunmakla
yükümlüdürler. Bu raporlar üye devletlerin gösterdiği adaylar arasından “AK Bakanlar
Komitesi” tarafından 6 yıl için atanan “Uzmanlar Komitesi”nce incelenecektir.
Uzmanlar Komitesi, inceleme sonunda hazırladığı raporu Bakanlar Komitesi’ne sunar,
Bakanlar Komitesi kendisine sunulan raporu kamuoyuna açıklama yetkisine sahiptir.
Kişisel ya da ülkesel şikayet mekanizması öngörülmediği için getirilen bu denetim
mekanizmasının zayıf olduğu ve nihai değerlendirmeler Bakanlar Komitesi’nde
yapılacağından açıkça siyasal nitelik taşıyacağı ortadadır.71
(2) Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi
1 Şubat 1995’te kabul edilen ve 1 Şubat 1998’te yürürlüğe giren “Ulusal
Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi”, 35 devlet tarafından onaylanmış, 7 ülke
tarafından imzalanmış ama henüz onaylanmamış, aralarında Türkiye’nin da bulunduğu
3 ülke (diğerleri Fransa ve Andora) tarafındansa imzalanmamıştır.
71
İnanç, a.g.e., s. 35-36; ayrıca bkz. Sultan Tahmazoğlu Üzeltürk, “Bölgesel veya Azınlık Dilleri
Avrupa Şartı ve Türkiye”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 155-171
48
Bu sözleşme, sadece ulusal azınlıkların korunmasına münhasır ilk çok taraflı ve
bağlayıcı nitelikli uluslararası belgedir. Bununla birlikte sadece çerçeve niteliğinde bir
belge olup, doğrudan uygulanabilir bir sözleşme değildir. Sözleşme, ancak taraf
devletlerin iç hukuksal düzenlemeleriyle ve uygun devlet politikaları aracılığıyla
yaşama geçirilebilecektir. Sözleşme’yi onaylayan devletler, sözleşmenin kendi
ülkelerinin hangi bölgelerinde ve hangi gruplara için uygulanacağını belirleme hakkına
sahiptirler. Sözleşme’de sadece ulusal azınlıklardan söz edilmesinin nedeni olarak
“Açıklayıcı Not”ta, bu terimin tercih edilmesinin, AİHS’nin 14. maddesinde kullanılan
ulusal azınlık ifadesinden kaynaklandığı belirtilmiştir.
Sözleşme’nin giriş bölümünde Avrupa tarihindeki ayaklanmaların, ulusal
azınlıkların korunmasının bu kıtada istikrar, demokratik güvenlik ve barış açısından
vazgeçilmez olduğunu gösterdiği belirtilerek, çoğulcu ve gerçek bir demokratik
toplumda, ulusal bir azınlığa mensup herkesin etnik, kültürel, dilsel ve dinsel
kimliklerine saygı göstermesiyle kalmayıp, ayrıca onların bu kimliklerini ifade etme,
koruma ve geliştirmeleri için uygun koşullar yaratılması gerektiği vurgulanmış, kültürel
çeşitliliğin, her toplum için bölünme değil, zenginleşme kaynağı ve unsuru olabilmesini
sağlayacak hoşgörü ve diyalog ortamı yaratılmasının gerekli olduğu üzerinde
durulmuştur.
Toplam 32 maddeden oluşan Sözleşme’nin 1. bölümünde genel ilkeler
sıralanmıştır. 1. maddede ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup bireylerin hak ve
özgürlüklerinin korunmasının, insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasının
ayrılmaz bir parçası olduğu ve bu anlamda uluslararası işbirliği alanına girdiği ifade
edilmektedir. 3. maddedeyse, bir ulusal azınlığa mensup herkesin, kendisine azınlık
mensubu olarak davranılmasını ya da davranılmamasını özgürce tercih etme hakkına
sahip olduğu ve bu kişilerin, hem bireysel olarak hem de başkalarıyla birlikte toplu
olarak bu sözleşmeden doğan hakları kullanabilecekleri ve bu özgürlüklerden
yararlanabilecekleri belirtilmiştir.
Sözleşme’nin 2. bölümünde (4-19. maddeler), taraf devletlerin ulusal azınlıklara
mensup bireylere tanımaları istenen haklar ve bu hakların gerçekleştirilmesi konusunda
devletlerin yükümlülükleri düzenlenmiştir. Sözleşme’nin 21. maddesindeyse, bu
Sözleşme’nin hiçbir hükmünün, uluslararası hukukun temel ilkelerine, devletlerin
egemen eşitliği, ülkesel bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığına aykırı herhangi bir
49
faaliyette bulunma ya da eylem yapma hakkını içerecek biçimde yorumlanamayacağı
belirtilmiştir.
Sözleşme’nin 4. bölüm hükümleri (24-26. maddeler), taraf devletlerin sözleşme
kapsamındaki taahhütlerini ne ölçüde yerine getirdiklerinin izlenmesine ilişkindir.
Sözleşme’nin getirdiği denetim mekanizmasında Bakanlar Komitesi Sözleşme’nin
uygulanışını izlemekle görevli organdır. Burada da denetim, sadece taraf devletlerin
sunacakları
raporlar
çerçevesinde
olmakta,
bireysel
başvurulara
imkan
tanınmamaktadır. Taraf devletler, Sözleşme’nin kendileri açısından yürürlüğe
girmesinden sonraki 1 yıl içinde, Sözleşme’nin uygulamaya geçirilmesi için aldıkları
önlemlerle ilgili raporları AK Genel Sekreteri’ne iletmekle yükümlüdürler. Bundan
sonra, taraf devletler 5 yılda bir ve Bakanlar Komitesi talep ettiğinde Sözleşme’nin
uygulanmasıyla ilgili her türlü ek bilgiyi Genel Sekreter’e iletecek, Genel Sekreter de
bu bilgileri Bakanlar Komitesi’ne ulaştıracaktır. Raporların değerlendirilmesinde 18
uzmandan oluşan bir “Danışma Komitesi”, Bakanlar Komitesi’ne yardımcı olacaktır.
Danışma Komitesi bu raporları inceleyerek bir görüş raporu hazırlayıp Bakanlar
Komitesi’ne sunacak, Bakanlar Komitesi, devlet raporları ve Danışma Komitesinin
görüşünü birlikte ele alarak kendi kararını açıklayacaktır. Bakanlar Komitesi’nin, taraf
devletlerin yükümlülüklerini yerine getirmedikleri ya da aykırı hareket ettikleri yönünde
karar vermesi halinde bunun yaptırımının ne olacağıysa belirtilmemiştir. Dolayısıyla
çerçeve sözleşmenin etkin bir denetim mekanizmasına sahip olduğu söylenemez. Daha
çok siyasal niteliklidir. Denetim mekanizması bu haliyle 1999 yılından itibaren
işlemeye başlamıştır.72
c) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Çerçevesinde Yaşanan Gelişmeler
1989’da Doğu Bloğu’nun dağılmaya başlamasıyla birlikte özellikle Doğu
Avrupa’da ve Balkanlar’da yükselen etnik milliyetçilik çerçevesinde azınlıklar sürekli
bir istikrarsızlık unsuru olarak ortaya çıkmış, bu durum Avrupa’nın güvenliğini
ilgilendiren temel bir konu olarak AGİK/AGİT’in gündemine girmiştir. Böylece
başlangıçta sadece kültürel işbirliğine katkıda bulunabilecek unsurlar olarak görülen
72
İnanç, a.g.e., s. 34-35; Kurubaş, a.g.e., s. 67-72; ayrıca bkz. Çavuşoğlu, “Ulusal Azınlıkların
Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”, AÜSBF İnsan Hakları Merkezi Dergisi, C. III, No:3 (Kasım
1995), s. 30-35; Steven Wheatley, “Ulusal Azınlıkların
Korunması
Çerçeve
Sözleşmesi”,
Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 192-197
50
azınlıkların korunması sorunu, AGİK/AGİT bağlamında da insan hakları, demokrasi ve
hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır.
(1)Kopenhag Belgesi, Paris Şartı, Cenevre Raporu
Yeni Avrupa düzenin hukuk devletine dayalı demokratik boyutunu çizen ve
insan hakları üzerine bir Avrupa Anayasası olarak ilan edilen, 29 Haziran 1990 tarihli
“AGİK İnsani Boyut Konferansı Kopenhag Toplantı Belgesi”, AGİK çerçevesinde
azınlıklara mensup kişilere eşitlik sağlanması ve ayrımcılığın önlenmesi amacından,
azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin tanınmasına ve korunup
geliştirilmesine geçişin en önemli dönüm noktasını oluşturmaktadır.
Kopenhag Belgesi’nin 30-40. maddeleri azınlıklarla ilgilidir. Azınlık haklarının
korunmasının gerekçesi, 30. maddenin son paragrafında şöyle açıklanmaktadır:
“Katılan devletler… evrensel kabul görmüş insan haklarının bir parçası olarak, ulusal
azınlıklara mensup bireylerin haklarına saygının, katılan devletlerde barış, adalet,
istikrar ve demokrasinin sağlanması için vazgeçilmez bir unsur olduğunu yeniden teyit
ederler.” Kopenhag Belgesi, önceki belgelerde azınlıklara ilişkin eşitlik temelindeki
mevcut hakları yineleyerek, bir ulusal azınlığa mensubiyetin kişinin bireysel seçimiyle
ilgili bir konu olduğunu ve bunun herhangi bir olumsuz sonuç doğurmayacağını, ulusal
azınlıklara mensup bireylerin etnik, kültürel, dilsel ya da dinsel kimliklerini özgürce
ifade etme, koruma ve geliştirme, kendi iradeleri dışında herhangi bir asimilasyona
maruz kalmadan kendi kültürlerini yaşatma ve geliştirme hakkına sahip olduklarını
vurgulamıştır (31. madde). Belge, ulusal azınlıklara anadillerini özel ve kamusal alanda
özgürce kullanma hakkı, kendi eğitim, kültür ve dinsel kurumlarını, örgütlerini ya da
derneklerini kurma ve yönetme hakkı, kendi dinlerini açıklama, uygulama ve dinsel
eğitimi kendi anadillerinde sürdürme hakkı, kendi aralarında özgürce ilişki kurma ve
ortak bağları olan diğer devletlerin vatandaşlarıyla sınır ötesi ilişkiler kurma hakkı,
kendi anadillerinde bilgi yayma, bilgiye erişme ve bilgi alışverişinde bulunma hakkı,
kendi ülkelerinde kuruluşlar ya da dernekler kurarak yönetme ve uluslararası hükümet
dışı örgütlere katılma hakkı tanımıştır (32. madde). 33. maddede taraf devletlere, kendi
ülkelerindeki ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini korumak ve
bu kimliklerin geliştirilmesinin koşullarını oluşturmak hususunda bir yükümlülük
getirilmiştir. 34. maddede taraf devletlerin, ulusal azınlıklara mensup bireylerin kendi
anadillerini öğrenmeleri ya da bu dilde eğitim görmeleri, ayrıca mümkün ve gerekli
51
olduğu ölçüde bu dili kamu makamları önünde kullanabilmelerini sağlamak için çaba
göstermeleri gerektiği belirtilmektedir. Aynı maddede eğitim kurumlarındaki tarih ve
kültür öğretiminde ulusal azınlıkların tarih ve kültürlerinin dikkate alınacağı
belirtilmiştir. 35. maddede taraf devletlerin, ulusal azınlıklara mensup bireylerin
kimliklerinin korunması ve geliştirilmesiyle ilgili işleri
gösterecekleri, azınlıkların özgün tarihsel ve ülkesel koşullarına cevap veren uygun
yerel ya da özel yönetimler kurulması gerektiği vurgulanmıştır. Belge’de ayrıca, azınlık
sorunlarının çözümü için devletler arasında hukuk devleti ilkesine dayalı diyalog
yoluyla işbirliği öngörülmüş (36. madde) ve BM ve AK’de dahil olmak üzere yetkili
uluslararası örgütlerle sıkı bir işbirliği gerekli bulunmuştur (39. madde).
Kopenhag Belgesi’nin kabulünden sonra bazı ülkeler (Bulgaristan, Yunanistan
gibi) yorum beyanında bulunarak bu belgenin azınlıklarla ilgili bölümünü ne şekilde
yorumlayacaklarını ifade etmişlerdir. Türkiye de yaptığı yorum beyanıyla, ulusal azınlık
kavramının ikili ya da çok taraflı uluslararası belgelerle statüleri belirlenen grupları
kapsadığını, Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin anayasa ve iç mevzuata göre
uygulanacağını açıklamıştır.73
Doğu Avrupa ve Balkanlar’da sosyalist rejimlerin yıkılmaya başlamasının
ardından 1990’da Paris’te yapılan AGİK Zirvesi’nde “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı”
kabul edilmiştir (21 Kasım 1990). Paris Şartı’yla, AGİK’in insan ve azınlık haklarıyla
ilgili düşünceleri iyice netliğe kavuşmuştur. Şart’ın “Gelecek İçin Rehber İlkeler”
bölümünde devletler, halkları arasındaki dostça ilişkilerle birlikte barışın, adaletin,
istikrarın ve demokrasinin, ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel
kimliklerinin korunmasını ve bu kimliklerin güçlendirilmesine yönelik koşulların
yaratılmasını gerektirdiğine ilişkin derin inançlarını açıklamışlardır. Devletler,ulusal
azınlıklar arasındaki enformasyon akışına özel bir önem vererek, kamu otoritelerinin
müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlar dikkate alınmaksızın, ulusal azınlıklar
arasındaki iletişimin önemi vurgulamışlar, ulusal azınlığa mensup bir kişinin kendi
ülkesindeki ya da başka bir ülkedeki ortak kimliği paylaştığı kişilerle bağlantısının
herhangi bir yaptırıma bağlanmayacağını taahhüt etmişlerdir.
19 Temmuz 1991 tarihli “Ulusal Azınlıklara İlişkin Uzmanlar Toplantısı Raporu
(Cenevre Raporu)”, Kopenhag Belgesi’nde ortaya atılan ilkeleri ve yükümlülükleri
73
İnanç, a.g.e., s. 37-38; Kurubaş, a.g.e., s. 75; Özdek, a.g.e., s. 220-221
52
geliştirmektedir. Bu rapora göre, ulusal azınlıklar içinde yaşadıkları devletin ve
toplumun ayrılmaz bir parçası ve her devletin ve toplumun zenginleşmesini sağlayan
unsurlar olarak görülmektedir (1. bölüm, 6. paragraf). Devletlerin, ulusal azınlıklara
mensup bireylerin kamusal yaşam, ekonomik etkinlikler ve kendi toplumlarının
inşasıyla ilgili olanaklara etkin bir biçimde sahip olmaları için gerekli koşulları
yaratacakları belirtilmiştir (4. bölüm, 1. paragraf). Azınlıkların korunması için
uygulanabilecek demokratik yollar arasında, yerel ve özerk yönetimin yanı sıra,
bölgesel temeldeki özerklik ve bunun uygulanamadığı durumlarda, ulusal azınlıkların
özyönetiminin kurulabileceği belirtilmektedir (4. bölüm, 10-11. paragraflar). Rapor, her
türlü farklılığın zorunlu olarak ulusal azınlıkların ortaya çıkmasına yol açmayacağı
görüşünü kabul etmiştir. Ayrıca ulusal azınlıklarla ilgili sorunların yanı sıra uluslararası
yükümlülüklere ve azınlıklara mensup bireylerin haklarıyla ilgili belgelere uygunluğun,
uluslararası ilişkilerin meşru konuları olduğunun ve ilgili devletlerin iç işleriyle ilgili
olmadığının altı çizilmiştir.
Bu bağlamda, AGİK/AGİT’in ulusal azınlıklar konusunda belirlediği siyasal
ilkelerin AK tarafından da benimsendiği, Kopenhag Belgesi’nin ve Cenevre
Raporu’nun, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ne kaynaklık ettiği
görülmektedir. 1993 tarihli “AK Viyana Zirvesi”nde, AGİK düzeyindeki taahhütlerin
benimsenerek, bu taahhütlerin AK içinde hukuksal yükümlülüklere dönüştürülmesi
gereği üzerinde durulmuş, Çerçeve Sözleşme’nin hazırlanmasına da bu bağlamda karar
verilmiştir.74
(2) AGİK/AGİT Denetim Mekanizması
AGİK/AGİT insan ve azınlık hakları taahhütlerinin uygulanması konusunda
sırasıyla 3 kurumsal mekanizma geliştirmiştir. Birincisi, 1989-1993 yılları arasında
benimsenen, “insani boyut mekanizması” olarak bilinen ve kriz durumlarında
kullanılabilecek olan devletlerarası şikayet yöntemi; ikincisi, Ocak 1992’de
benimsenen, taraf devletlerin belirlenen ölçütleri nasıl uygulamakta olduklarının
ortaklaşa değerlendirileceği “yıllık yürütmeyi konferansları”; üçüncüsü, Aralık 1992’de
benimsenen, görevi, çatışma durumu yaratabilecek nitelikli ulusal azınlık sorunlarıyla
ilgili gerginliklerde erken uyarı yapmak ve gerekli olduğunda eyleme geçmek olan
“Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliği”dir. Bu mekanizmaların üçü de ulusal azınlık
74
Kurubaş, a.g.e., s. 76-77; Özdek, a.g.e., s. 221-224
53
sorunlarıyla ilgili olduğu halde, sadece Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri açıkça ve
özellikle ulusal azınlık haklarının uygulanmasından sorumluydu.75
İnsani boyut mekanizması, ilk kez 1989 Viyana Belgesi’yle ortaya çıkmış, 1991
“Moskova Belgesi”yle geliştirilmiş, son şeklini 1993 “Roma Meclisi Kararları”yla
almıştır. İnsani boyut mekanizması, Soğuk Savaş sonrası dönemin değişen güvenlik
gereklerini yanıtlama amacına yönelik kurumsal yapılar üreten ilk girişim olmuştur.
Dolayısıyla bu mekanizma, çatışma durumlarında kullanılabilir devletlerarası şikayetler
yöntemi olarak şekillenmiştir. Bu yolla oluşturulan denetin mekanizması temel olarak 4
aşama öngörmüştür. İlk aşamada katılan devletler insani boyuta ilişkin konularda, hak
ihlalleriyle ilgili genel bir durum ya da özel bir olay hakkında bilgi isteyebilmektedirler.
Bu tür bir istemle karşılaşan devlet 10 gün içinde yazılı olarak cevap vermek
zorundadır. Verilen bilgilerin tatmin edici olmaması halinde ikinci aşama olarak, 1
haftalık süre içinde bilgi istenen konuların görüşülmesi amacıyla ikili toplantıların
düzenlenmesi öngörülmüştür. İlk iki aşamanın başarısızlığa uğraması halinde üçüncü
aşama olarak, ilgili devletin tartışılan sorunları diğer katılımcı devletlerin dikkatine
sunması gelmektedir. Eğer bir çözüme ulaşılamamışsa, dördüncü aşamada, katılımcı
devletlerin ele alınan sorunları AGİK toplantılarında tartışmaya açma imkanı vardır.
İnsani boyut mekanizmasının ilk iki aşaması 1989-1990 yıllarında daha çok
sosyalist rejimlerdeki insan hakları ihlalleri nedeniyle çok sık bir biçimde kullanılmıştır.
Ulusal azınlık sorunları nedeniyleyse
çok az kullanılmıştır. Örneğin Türkiye,
Müslüman azınlığa karşı kötü muamele nedeniyle Bulgaristan’a karşı ve Macaristan,
Macar azınlığa kötü muamele nedeniyle Romanya’ya karşı kullanmışlardır. Diğer iki
aşama ise çok daha az kullanılmıştır.
Siyasal bir denetim mekanizması olarak işleyen insani boyut mekanizması, insan
haklarıyla ilgili sorunları devletlerin iç sorunları olmaktan çıkartarak diğer devletlerin
müdahalesine açmış ve bu sorunların uluslararası düzeyde tartışılmasını sağlayarak,
uygulamada belli bir etkinlik kazanmıştır. Bu çerçevede, insani boyut mekanizması
azınlık sorunlarının AGİK gündemine getirilerek tartışılmasını sağlatıcı bir sistem
olmuştur.76
75
Preece, a.g.e., s. 173
Çavuşoğlu, Uluslararası İnsan Hakları
a.g.e., s. 174- 176
76
Hukukunda Azınlık Hakları., s. 105-107;
54
Preece,
İkinci mekanizma olan yıllık yürütmeyi değerlendirme konferanslarıysa, Ocak
1992 tarihli “Prag Belgesi”yle ortaya çıkmıştır. Bu mekanizmayla insan ve azınlık
hakları yükümlülükleri açısından devlet uygulamaları, AGİK kurumsal yapıları içinde
düzenli incelemelere konu olmuştur. Bu konferanslarda, hak ihlalleri saptanan
devletlere diplomatik uyarılar çıkmıştır. Nitekim, Kasım ve Aralık 1995’te, Slovakya’ya
üç diplomatik uyarı gelmiştir.
Üçüncü mekanizmaysa Aralık 1992 tarihli “Helsinki Belgesi”yle oluşturulan
Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliğidir. Helsinki Belgesi’ne göre, Yüksek Komiserlik
AGİK bölgesinde çatışmaların önlenmesinin bir aracıdır. Ulusal azınlıklarla ilgili
sorunlardan doğan gerilimlerin AGİK bölgesinde barış ve istikrarı bozabilecek
çatışmalara dönüşmesini engellemek amacıyla erken uyarı ve erken eylemde
bulunmakla görevlidir. Yüksek Komiser, bu görevini yerine getirirken ilgili ülkelerde
incelemelerde bulunacak, basın ve hükümet dışı kuruluşlar da dahil olmak üzere her
türlü kaynaktan bilgi toplayacak, ilgili taraflardan kendisine iletilen azınlık hakları
ihlallerine ilişkin raporları değerlendirecektir. Ancak, terör olaylarıyla bağlantılı kişi ve
gruplardan iletilen bilgileri dikkate almadığı gibi, terörle ilişkili azınlık sorunlarını da
incelememektedir. Ayrıca bireysel olayların incelenmesi görev alanı dışında
bırakılmıştır. Bu çerçevede Yüksek Komiser’in görevi, genel olarak ulusal azınlıkların
durumlarının incelenmesini kapsamaktadır. Yüksek Komiser bu görevini, yansızlık ve
gizlilik ilkelerinden hareketle yerine getirecektir.
Bağımsız hareket etme yetkisine sahip olan Yüksek Komiser’in, bir sorunun
çözümlenmesi sürecine dahil olması, AGİT’in bir kara organı ya da ilgili devletin
onayına bağlı değildir. Yüksek Komiser, azınlık sorunlarını yerinde incelemek için
AGİT dönem başkanına danıştıktan sonra taraf devleti ziyaret edebilmektedir. Bu
ziyareti sırasında hükümet yetkilileri, azınlıkların yaşadıkları bölgelerdeki bölgesel ya
da yerel makamlar, sorunla doğrudan ilgili kişi, grup, hükümet dışı kuruluşlar ya da
azınlık temsilcileriyle görüşmeler yapabilir. Uygun olduğu taktirde, sorunları taraflarla
tartışarak, aralarında diyalog, güven ve işbirliği ortamının yaratılmasına yardımcı
olmaktadır. Yüksek Komiser belirli bir sorunla ilgili incelemelerini tamamladığında
ulaşılan sonuçları, bulguları ve değerlendirmelerini içeren raporu AGİT dönem
başkanına sunar. Dönem başkanı, 1 ay içinde ilgili devlet ya da devletlere danıştıktan
sonra, raporu ve rapora ilişkin yorumları “Kıdemli Memurlar Komitesi (Yüksek
55
Konsey)”ne sunacaktır. Yüksek Komiser, durumun çatışmaya doğru tırmandığı
sonucuna varırsa ya da kendi müdahale imkanının ortadan kalktığına karar verirse, bunu
da dönem başkanı aracılığıyla Kıdemli Memurlar Komitesi’ne bildirir. Bu haliyle
Yüksek Komiserlik, denetim işlevi gören bir kurum olmaktan çok, azınlık sorunlarının
çatışmalara dönüşmesini önlemek için çözüm üreten ve taraflar arasında diyalog ve
işbirliğinin kurulmasını sağlamak için arabuluculuk görevi üstlenen, önleyici ve sessiz
diplomasi yürüten bir kurum niteliği taşımaktadır. İlk Yüksek Komiser Hollandalı Max
van der Stoel, 1992-1995 yılları arasında, Orta ve Doğu Avrupa’da bir dizi muhtemel
azınlık/çoğunluk uyuşmazlıklarına müdahale ederek bunların çatışmaya dönüşmesini
engellemiştir.
Yüksek Komiserliğin ilgili devletlere sunduğu bağlayıcı olmayan tavsiyelerin
yanı sıra her devletin uyması gerektiği düşünülen daha genel nitelikli ve yine bağlayıcı
olmayan, ama en sık karşılaşılan sorunların çözümü konusunda bir perspektif sunan
tavsiyeleri mevcuttur. Bu bağlamda Yüksek Komiserliğin, vatandaşlığın elde edilmesi,
ulusal azınlıkların eğitim ve dil haklarıyla ilgili pek çok tavsiyesi bulunmaktadır. 1993
yılında Yüksek Komiserliğin desteğiyle ve ulusal azınlıklar konusunda çalışmalar
yapmak üzere kurulan “Etnik Gruplar Arası İlişkiler Vakfı”nın, konunun uzmanı kişileri
bir araya getirdiği toplantıların sonucunda 1996’da “Ulusal Azınlıkların Eğitim
Haklarına İlişkin Lahey Tavsiyeleri”, 1998’de “Ulusal Azınlıkların Dil Haklarına İlişkin
Oslo Tavsiyeleri”, 1999’da “Ulusal Azınlıkların Kamusal Yaşama Etkin Katılımına
İlişkin Lund Tavsiyeleri” hazırlanmıştır. 77
B. Azınlık Hakları Konusunda Güncel Gelişmeler
1990’ların başından itibaren uluslararası insan hakları hukuku içinde azınlık
haklarının önemi artmış ve bu konuda bazı ilerlemeler yaşanmıştır. 1990’lı yıllarda
yaşanan azınlık sorunları ve etnik çatışmaların etkisiyle azınlık hakları nitelik ve alan
bakımından gelişerek güçlenmiştir. İki kutuplu dünya sisteminin sona ermesiyle eski
Doğu Bloğu ülkeleri ve bazı 3. dünya ülkelerinde yaşanan rejim değişiklikleriyle
birlikte azınlık hakları bu ülkelerde de kabul edilmeye başlanmış, böylece alan
bakımından genişlemiştir. Aynı süreç içerisinde uluslararası alanda ayrımcılığın
önlenmesinden azınlıkların korunmasına, azınlıkların korunmasındaysa devletin
engellememe şeklindeki negatif ödevinden, azınlıkların farklı özelliklerini korumalarına
77
Çavuşoğlu, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları., s. 107-109; İnanç,
a.g.e.,s. 39-42; Preece, a.g.e., s. 177-183
56
yardımcı olma ve hatta bu korumanın koşullarını yaratma biçiminde pozitif bir
yükümlülük üstlenmeye yönelik bir gidiş olmuş, böylelikle azınlık haklarının niteliği
güçlenmeye başlamıştır.
Azınlık haklarının korunması çerçevesinde özellikle anadili kullanma, anadilde
eğitim gibi konularda bireysel haklardan, kolektif haklara doğru bir eğilim
gözlenmektedir. Bununla birlikte bu eğilim, tanınan hakların bireyler yerine gruplara
verilmesini sağlayacak kadar güçlü değildir. Azınlık hakları, ulusal egemenlik ve ülke
bütünlüğü kavramlarıyla sınırlandırılmaktadır. Etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel azınlık
kimliklerine bağlı bir kendi kaderini tayin hakkının kabulü de söz konusu değildir.
Azınlıklar, uluslararası politikanın öznesi haline gelmişlerse de uluslararası hukukun bir
öznesi olamamışlardır.78
Azınlıkların korunmasında daha çok dilsel ve kültürel haklar temelinde bir
yaklaşım olduğu görülmektedir. Bunun nedeni, azınlıkların kendi kimliklerini kültürel
yönleriyle canlı tutmalarını sağlayarak, siyasal taleplerde bulunmalarının önüne
geçmektir.
Günümüzdeki haliyle yeni azınlık politikalarının merkezinde duran kavramlar
yerel ya da özerk yönetimler olduğu söylenebilir. Uluslararası kuruluşların son
dönemlerde azınlık kimliklerinin korunması yönündeki çabaları etnik ya da dinsel
temelde oluşturulmuş bölgelere daha çok özerklik sağlanmasına yöneliktir. Bu
çerçevede devletler, azınlıkların tarihsel ve ülkesel koşullarına göre yerel ya da özerk
yönetimler oluşturma yönünde siyasal yükümlülükler üstlenmektedirler. Bu anlamda
azınlık haklarının bugünkü çerçevesi, sadece bir grup insanın haklarını düzenlemenin
ötesinde bir işlev yüklenmiş ve küreselleşme sürecinde yeniden yapılanan uluslararası
sistemde, ulus-devletlerin coğrafi olarak düzenlenmesine hizmet eder bir nitelik
taşımaya başlamıştır.79
Günümüzde gelinen aşamada, azınlıklar sorunu ulusal yetki alanından çıkmış,
uluslararası ilişkilerin meşru konularından biri haline gelmiştir. Yani azınlıklar konusu
artık devletlerin iç işi sayılmamaktadır. Bu bağlamda bir devlette azınlık olup olmadığı
konusu, artık o devletin kendi takdirine bırakılmamaktadır. Azınlık sorunları,
uluslararası barış, güvenlik ve istikrarı ilgilendiren bir sorun olarak görülmekte ve
devletler uluslararası azınlık korumasının gereklerini yerine getirmek için hukuksal
78
79
Oran, a.g.e., s. 135-137; Özdek, a.g.e., s. 227-228
Kurubaş, a.g.e., s. 89; Özdek, a.g.e., s. 315-316
57
düzenlemelere gitmekte, ülkelerini uluslararası
denetime açmaktadırlar. Öte yandan
azınlık haklarının korunmasında ulusal ve uluslararası hükümet dışı kuruluşlar gittikçe
ön plana çıkmaya başlamıştır.80
Azınlık terimi, çoğunluktan farklılık gösteren gruplar açısından genellikle
toplum içinde dışlanmışlığı ikinci sınıf vatandaşlığı ya da en azından zayıf bir sosyal
statüyü ifade etmesinden, devletler açısından da ulusal ya da sosyal parçalanmışlığı
çağrıştırdığı düşünüldüğünden, azınlık kavramının yerine ulusal grup ya da etnik,
kültürel, dilsel ya da dinsel azınlıklara mensup birey, azınlık hakları yerine de ulusal
grup hakları ya da kültürel haklar kavramlarının tercih edildiği görülmektedir.81
80
81
Oran, a.g.e., s. 138
Kurubaş, a.g.e., s. 90
58
İKİNCİ BÖLÜM
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI VE TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU
I. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA AZINLIKLAR
A. Osmanlı Millet Sistemi
Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslimlerin (Müslüman olmayanlar) hukuksal
statülerinin ana kaynağı, İslam hukukundaki “zimmet” kurumudur. İslam hukukuna
göre gayrimüslimler, İslam devleti tarafından, zimmet adı verilen bir anlaşmaya
dayanarak korunan toplulukları oluşturmaktadırlar. İşte kendi dinlerini değiştirmeden
bir İslam devletinin korumasından yararlanan, Müslüman olmayan Ehl-i Kitab
(kendilerine kutsal kitap gönderilmiş olan Yahudiler ve Hıristiyanlar) kişilere “Zimmi”
adı verilmektedir.
“Zimme”; koruma, sahip çıkma, koruma zorunluluğu, birinin güvenliğini taahhüt
etmek anlamına gelmektedir. Zimmet anlaşmasıyla İslam devleti, Zimmilerin can ve
mal güvenlikleriyle, din ve ibadet özgürlüklerini koruma taahhüdü altına girmektedir.
Zimmiler bu anlaşmayla İslam ülkesinde oturma hakkını kazanırlar. Dış tehlikelere
karşı da onları artık İslam devleti koruyacaktır. Zimmiler, askerlik hizmetinden muaf
tutulurlar, buna karşılık “cizye” adı verilen yıllık bir vergiyi ödemekle yükümlüdürler.
Zimmilere, İslam özel hukuku kuralları uygulanmaz, kendi dinsel hukuklarına
tabidirler. Zimmiler, Müslümanların sahip olduğu evlenme, miras, mülkiyet edinme,
ticaret yapma, çalışma, seyahat etme vb. haklara sahiptirler. Kendi vakıflarını, hayır ve
eğitim kurumlarını kurabilirler. Kamu hukuku alanındaysa İslam hukukunun kurallarına
tabidirler. İslam devleti dinde zorlama olmayacağı anlayışıyla gayrimüslimlere İslam
toprakları üzerinde rahatça yaşama imkanı vermiş, ancak siyasal haklar ve devlet
hizmetlerine girmek gibi bunun göstergesi sayılabilecek bazı hususlarda ve
Müslümanların dinsel ve sosyal yaşamlarını, geleneklerini ve kültürlerini korumak
amacıyla birtakım sınırlamalar getirmiştir.82
82
Gülnihal Bozkurt, Alman - İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı
Altında
Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Durumu (1839-1914), 2. baskı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 1996, s. 7-8; Cevdet Küçük, “Osmanlılarda Millet Sistemi ve Tanzimat”,
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 10071008
59
Osmanlı İmparatorluğu’nun temelini İslam hukuku oluşturmaktaydı. Bu nedenle
Osmanlı Devleti’nde de Müslümanlar ve Zimmiler yaşıyordu. Osmanlı Devleti
egemenliği altındaki topraklarda yaşayan Zimmileri, mezhep ya da dinlerine göre
gruplandırmış ve bu gruplara “millet” adını vermiştir. Osmanlı’da millet, dini
toplulukları karşılayan bir terimdir. Millet Sistemi oluşturulurken etnik köken dikkate
alınmaksızın, sadece din unsuruna bakılarak bir gruplandırmaya gidilmiştir. Türkler,
Araplar, Arnavutlar gibi Müslüman topluluklar “Millet-i İslamiye”yi oluştururken,
Müslüman çoğunluğun yanı sıra “Rum Milleti”, “Ermeni Milleti” ve “Yahudi Milleti”
de bulunmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi çerçevesinde oluşturulan hukuksal ve
yönetsel statüyle her dini grubun en yüksek rütbeli din adamlarından biri kendi
cemaatleri tarafından o grubun lideri olarak seçilmiş ve kendi cemaatini yönetmekle
görevlendirilmiştir. Bu gruplar kendi dinlerini, geleneklerini, hukuklarını ve eğitim
sistemlerini sürdürmüşlerdir. Dinsel grupların liderleri, kendi yönetimlerindeki
toplulukların yönetiminden Osmanlı sultanına karşı sorumlu tutulmuşlardır. Millet
Sistemi ile gayrimüslimlere bir yandan din ve özel hukuk işlerinde büyük ölçüde
müsamaha gösterilirken bir yandan da Müslümanlardan ayrı yaşamaları sağlanarak
toplumdaki dinsel hassasiyet korunmuştur. Bu sistemle Osmanlı toplumunda
Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar yan yana aynı devletin egemenliği altında ama
farklı hukuk düzenlerine tabi olarak yaşamışlardır.
Temelinde İslami esaslara bağlılık yatan ve Osmanlı Devleti’nin yöneticileri
tarafından yönetim kolaylığı sağlama amacıyla geliştirilen Millet Sisteminin tarihi,
Fatih Sultan Mehmet’e (II. Mehmet) kadar gitmektedir. Fatih Sultan Mehmet, 1453’te
İstanbul’un fethinden sonra Rum Kilisesi’ne din, eğitim ve özel hukuk işlerinde
özerklik vermiştir. Rum Milleti’ne yeni bir “patrik” seçtirerek, ona cemaatini yönetmek
için gerekli yetkileri kullanma imtiyazı tanımış ve onu “millet başı” sıfatıyla tüm
Ortodoksların başına getirmiştir. Sonradan benzeri imtiyazlar Ermenilere ve Yahudilere
de tanınmıştır. Ermeni Patriği, sadece Ermenilerin değil, Ortodoksların dışında kalan
diğer Hıristiyanların üzerinde yetki sahibi olmuştur. Fatih, Yahudi Milleti’nin başına da
bir “hahambaşı” seçtirmiştir.Anılan cemaatlerin başlarında bulunan İstanbul Rum ve
Ermeni Patrikleri ile İstanbul Yahudi Hahambaşısına, cemaatlerini yönetme masrafları
60
için vergi toplama hakkı verilmiştir. Her millet kendine ait yargılama, maliye, eğitim ve
hayır kurumlarıyla, vakıflara sahip olmuştur.83
Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü olduğu dönemde iyi işleyen Millet Sistemi
devletin zayıflamasına paralel olarak dağılmayı ve parçalanmayı hızlandıran en önemli
nedenlerden biri haline gelmiştir. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliği altında kendi din, dil,
kültür ve geleneklerini yitirmeden yaşayan gayrimüslimler, Fransız Devrimi’nin
getirdiği milliyetçilik akımlarının etkisiyle kendi ulus-devletlerini kurma talepleriyle
ortaya çıkmış ve bunun için ayaklanmışlardır. Bu çerçevede Osmanlı Devleti üzerinde
çıkarları bulunan Batılı emperyalist devletler, gayrimüslimlerin söz konusu taleplerini
kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır.84
B. Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Evresinde Reform Çabaları ve
Azınlıklarla İlgili Düzenlemeler
19. yüzyılın başlarına kadar millet sistemi içerisinde yaşayan gayrimüslimler,
Fransız Devrimi’nin getirdiği eşitlik, özgürlük ve milliyetçilik ilkelerinin etkisiyle
siyasal bağımsızlık talep etmeye başlamışlar ve bunun için Osmanlı Devleti’ne karşı
ayaklanmaya başlamışlardır. Diğer taraftan, kapitülasyonlar yoluyla Osmanlı Devleti
üzerinde kurdukları ekonomik güçle yetinmeyen, siyasal güçlerini da pekiştirmek
isteyen Batılı devletler, gayrimüslimleri kendi amaçlarını gerçekleştirmek için bir fırsat
olarak
değerlendirmişlerdir.
Bu
bağlamda
azınlıkların
milliyetçi
duygularını
körüklemişler ve Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışarak, Osmanlı Devleti’ne bazı
reformlar yapması konusunda baskı uygulamaya başlamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk ulusal ayaklanmayı, Padişah II. Mahmut
döneminde, 1812’de Sırplar çıkarmış ve özerklik elde etmişlerdir. Daha sonra Mora
Yarımadası’nda yaşayan Yunanlılar, 1829’da bağımsızlık talebiyle ayaklanmışlar ve
1830 yılında Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır. Milliyetçilik akımlarına ve
gayrimüslimlerin ayrılma taleplerine karşı Osmanlı Devleti, dağılmayı önlemek
amacıyla II. Mahmut’tan itibaren gayrimüslimlerle ilgili olarak eşitliği sağlamaya
yönelik düzenlemeler yapmaya başlamıştır. Dağılma tehlikesini gören Osmanlı devlet
adamları buna çözüm getirmek amacıyla 3 Kasım 1839 tarihinde “Tanzimat Fermanı”nı
83
Bozkurt, a.g.e., s. 10; Küçük, a.g.e., s. 1010-1011; ayrıca bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Millet”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 4, s. 996-1001
84
Bozkurt, a.g.e., s. 10
61
ilan etmişlerdir.85 Tanzimat Fermanı, bir yandan Müslümanlarla Müslüman olmayanlar
arasında haklar bakımından eşitliği getirirken diğer yandan Osmanlı hukuk sistemini
kökten değiştirecek yeniliklerin başlangıcı olmuştur. Böylece din esasına dayalı millet
sistemi yerine, “Osmanlılık” kavramı ikame edilmeye başlanmıştır. Bu çerçevede
Osmanlı topraklarında yaşayan herkesin aynı hak ve güvencelerden yararlanacakları,
aynı yükümlülüklere tabi olacakları bir hukuk sistemi oluşturulmaya çalışılmıştır.
Tanzimat’la birlikte gayrimüslimler eyaletlerde ve sancak merkezlerinde kurulan
meclislerde Müslümanlarla eşit sayıda yer almaya, devlet hizmetlerine girmeye, askeri
okullar dahil tüm okullara alınmaya ve Batı’dan alınan yeni yasaları uygulamak üzere
kurulan “Nizamiye Mahkemeleri”nde üye olarak bulunmaya başlamışlar ve bu
mahkemelerde tanıklıkları kabul edilmiştir. “Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye” ve
“Şura-yı Devlet”e gayrimüslim üyeler atanmıştır.
Tanzimat Fermanı, genel bir eşitlik getirmekle birlikte yine de bir takım
belirsizliklerin ve çelişkilerin ortaya çıkmasını önleyememiştir. Bu durum, Batılı
devletlerin gayrimüslimlerle ilgili Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını artırmıştır.
Sonuçta, Osmanlı Devleti 18 Şubat 1856 tarihinde “Islahat Fermanı”nı ilan etmek
zorunda kalmıştır. Islahat Fermanı bir yandan Osmanlı tebaası arasında fark olmadığını
vurgulamış, diğer yandan gayrimüslimlere daha önce tanınmış olan dinsel özgürlükleri
ve ayrıcalıkları teyit etmiştir. Bu Fermanın çıkarılmasındaki amaç, gayrimüslimleri
Müslümanlarla hak ve görevlerde eşit kılmak olmuştur. gayrimüslimlere askerlik
görevinin de eşitliğin bir parçası olduğu hatırlatılmış, ancak onlar bundan hiç memnun
olmamışlardır. Tanınan çeşitli haklarla gayrimüslimlerin devlet hizmetlerinde ve devlet
yönetiminde söz sahibi olabilmeleri sağlanmıştır. Yine Fermanla, Millet Sistemindeki
cemaat önderi olan din adamlarının, dünyevi yetkileri ellerinden alınmış, sadece dinsel
yetkilerle sınırlandırılmışlardır. Cemaatlerin yönetimi, din adamlarından ve laik
kişilerden oluşan meclislere bırakılmıştır. Böylece gayrimüslimlere, dinsel önderlerinin
mutlak otoritelerinden sıyrılarak, kendi cemaatlerinin yönetimine katılma hakkı
verilmiştir.
Islahat Fermanı’ndan sonra başlayan dönem, gayrimüslimlerin hukuksal statüleri
bakımından önemli gelişmelere sahne olmuştur. Osmanlı tebaası olan her bir millet için,
onları yeniden düzenleyen birer “nizamname” hazırlanması gündeme gelmiştir. Bu
85
Bozkurt, a.g.e., s. 214-215; Kaptan, a.g.e., s. 23-24
62
amaçla kurulan komisyonlar tarafından her millet için hazırlanan nizamnameler, 18621865 yılları arasında kabul edilmiş ve Osmanlı Devleti tarafından onaylanarak
yürürlüğe girmiştir.∗ Böylece cemaatler ve Batılı devletlerce anayasa olarak adlandırılan
söz konusu düzenlemelerle her millet için laik üyelerin de bulunduğu genel meclisler ve
eyaletlerde yerel meclisler kurulmuştur.86
1869 yılında çıkarılan “Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi” ile, ilk kez bir İslam
ülkesinde
gayrimüslimler
Müslümanlar
gibi
vatandaş
sayılmış
ve
hukuksal
statülerindeki boşluklar ortadan kaldırılmıştır. Artık tarihsel, hukuksal ve dinsel
Müslüman-Zimmi ayrımı hukuken ortadan kalkmış, Zimmiler de Osmanlı Devleti’nin
vatandaşı sayılmışlardır.87
Gayrimüslimlerin Osmanlı Devleti içerisindeki hukuksal statülerinde meydana
gelen gelişmelerde asıl dönüm noktasınıysa “1876 Kanun-i Esasi”si oluşturmaktadır.
Kanun-i Esasi’nin 8. maddesinde din ve mezhep farkı gözetmeksizin, Osmanlı
toprakları üzerinde yaşayan herkes Osmanlı tebaası sayılmış ve takip eden maddelerde
düzenlenen haklar herkese eşit olarak tanınmıştır. 11. maddesindeyse, devletin dininin
İslam olduğu belirtilmekle birlikte, kamu düzenine ve genel adaba aykırı olmamak
şartıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda tanınmış bütün dinler için, özgürce ibadet hakkı
tanınmış, çeşitli dinsel cemaatlerin kiliselerine verilmiş imtiyazlar teyit edilmiştir.
Kanun-i Esasi ile din temeline dayalı millet sisteminden, din farkı gözetmeyen Osmanlı
vatandaşlık sistemine geçilmiştir. İlk Osmanlı Parlamentosu 1876 Kanun-i Esasi’si ile
oluşturulmuş, Sultan II. Abdülhamit tarafından Mart 1877’de açılmasıyla I. Meşrutiyet
dönemi başlamıştır.∗ Parlamentonun, padişah tarafından atanan üyelerden oluşan
“Heyet-i Ayan” kanadındaki 38 kişiden 11’i, seçimlerle meydana gelen “Meclis-i
Mebusan”ınsa 115 üyesinden 46’sı gayrimüslimlerden oluşmaktaydı.
Tanzimat’la birlikte başlayan reform çabaları çerçevesinde yerel yönetimlerde
de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Yeni düzenlemeler çerçevesinde oluşturulan yerel
yönetim
birimlerinde
gayrimüslimler
de
yer
almışlardır.
1864
tarihinde
1862 yılında Rum Patrikliği Nizamnamesi, 1863’te Ermeni Gregoryen Milleti Nizamnamesi,
1865’te Hahamhane Nizamnamesi kabul edilmiştir.
86
Gülnihal Bozkurt, “Türk Hukuk Tarihinde Azınlıklar”, AÜHFD, C. 43, No:1-4 (Ocak-Aralık 1993), s.
52- 53; Ali Güler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, Tamga Yayıncılık, Ankara, 2000, s. 22-24;
Ürer, a.g.e., s. 136-140
87
Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu, s. 150
∗
I. Meşrutiyet dönemi, II. Abdülhamit’in 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane ederek
parlamentoyu süresiz olarak tatil etmesiyle son bulmuştur.
∗
63
gayrimüslimlerin Müslümanlarla eşit şartlarda yerel yönetimlere katılmalarını sağlamak
amacıyla
“Vilayet
Nizamnamesi”
çıkarılmıştır.
gayrimüslimler,
söz
konusu
Nizamnameyle oluşturulan vilayet, sancak ve kaza merkezlerindeki idare meclislerinin
hepsinde temsil edilmişlerdir. Yine bu Nizamnameyle vilayet, sancak ve kazalarda
kurulan hukuk ve ceza mahkemelerinde gayrimüslimler de yer almaya başlamıştır.
Ayrıca taşrada, gayrimüslimlerden sorgu hakimliği yapanlar da olmuştur.88
Bununla birlikte, reformcu Osmanlı devlet adamlarının, gayrimüslimlere sürekli
yeni haklar tanıyarak, onların bağımsızlık isteklerinin önüne geçme ve Batılı devletlerin
müdahalelerini önleme çabaları başarısız olmuştur. Tanzimat’ın getirdiği eşitlik
ilkesiyle Müslümanları ve gayrimüslimleri Osmanlılık kavramı etrafında toplama ve bu
sayede devleti bölünmekten kurtarma düşüncesi bir hayalden ibaret kalmıştır. Batılı
devletler Osmanlı toprakları üzerinde sınırsız siyasal ihtiraslarını gerçekleştirmek için
gayrimüslimleri kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bir yandan gayrimüslimlerin hukuksal
statülerinde reform yapılmasını isterken bir yandan da onları Osmanlı’ya karşı
kışkırtmışlardır. Sonuçta, gayrimüslimler arasında hızla artan milliyetçilik akımlarının
etkisiyle bu gruplar bağımsızlık hareketlerine girişmeye başlamışlar ve birbiri ardına
bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
23 Temmuz 1908’de Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konulmasıyla
başlayan II. Meşrutiyet döneminde de gayrimüslimlerle ilgili bazı düzenlemelere
gidilmiştir. Bu dönemde Birinci Dünya Savaşı yıllarında gayrimüslimlerle ilgili olarak
iki ana
hukuksal
düzenleme
yapılmıştır.
Birincisi,
1916 tarihli “Ermeni
Nizamnamesi”dir. Bu Nizamnameyle, 1863 Nizamnamesi’yle oluşturulan Genel Meclis
kaldırılmış, ruhani ve karma iki meclis kurulmuştur. Patriği seçme yetkisi meclislere
verilmiş, ayrıca vakıflar, dinsel kurumlar ve eğitim kurumları alanlarında bu meclislere
yetkiler
tanınmıştır.
İkinci
olarak,
25
Ekim
1917
tarihli
“Hukuk-u
Aile
Kararnamesi”yle, gayrimüslimlerin özel hukuk alanında kendi hukuklarına tabi
olmalarına ilişkin uygulama değişmeye başlamıştır. Bu Kararnameyle aile hukuku, her
bir din grubu için ayrı ayrı kendi dinsel hukuk kurallarının düzenlendiği tek bir metinde
birleştirilmiştir. Kararname, devletin yargı birliğini sağlayarak, cemaat (kilise)
88
Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu, s. 83-85; Güler, a.g.e., s. 2730; Küçük, a.g.e., s. 1023-1024
64
mahkemelerinin aile hukuku alanındaki yetkilerini kaldırmıştır. Fakat Kararname, 19
Haziran 1919’da Damat Ferit hükümeti tarafından yürürlükten kaldırılmıştır.89
Sonuçta, gayrimüslimlere reform çabaları çerçevesinde yapılan düzenlemelerle
tanınan hukuksal ve siyasal haklar onları hiçbir biçimde tatmin etmemiş, Batılı
devletlerin bu alandaki baskılarına ve müdahalelerine son verilememiştir. Birinci Dünya
Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti’ni fiili varlığı 30 Ekim 1918 tarihli “Mondros
Mütarekesi” ve daha sonra 10 Ağustos 1920’de imzalanan “Sevr Antlaşması” ile son
bulmuştur.
II. SEVR’DE VE LOZAN’DA AZINLIKLAR SORUNU
A. Sevr Antlaşması ve Azınlıklar
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu için bir sona erme sürecini
ifade etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Batılı büyük
devletler arasındaki rekabetten yararlanarak, izlediği denge politikasıyla varlığını
sürdürebilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Almanya’nın başını çektiği “İttifak
Devletleri” (diğerleri Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) yanında savaşa girmesiyle
birlikte, “İtilaf Devletleri” (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) savaş sonrası dönem için
Osmanlı
topraklarını
paylaşmaya
başlamışlardır.
Savaş,
İttifak Devletleri’nin
yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaş sonunda imzaladığı Mondros
Mütarekesi’yle, İtilaf Devletleri İstanbul’u ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerini işgal
etmeye başlamışlardır. Daha sonra 10 Ağustos 1920’de Padişah Vahdettin (VI.
Mehmet) ve Damat Ferit hükümeti, savaş galibi devletlerle Sevr Antlaşması’nı
imzalamışlardır. Bu Antlaşma Osmanlı Devleti’nin varlığını fiili olarak sona
erdirmiştir.90
Sevr Antlaşması’na bakıldığında, azınlıklar konusunun ayrı bir bölüm olarak ele
alındığı görülmektedir. Antlaşma’nın IV. bölümü (140-151. maddeler), azınlıkların
korunmasına ayrılmıştır. Öncelikle 140. madde, 141., 145. ve 147. madde hükümlerinin
temel kanunlar olarak tanınmasını ve padişah buyrukları da dahil olmak üzere hiçbir
hukuksal düzenlemenin söz konusu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir
olamayacağını ve bu maddelerden üstün olamayacağını belirtmiştir. Antlaşma’nın 141.
maddesinde Türkiye’de oturan herkesin; doğum, milliyet, soy, dil ve din ayrımı
89
90
Bozkurt, AÜHFD, C. 43, No:1-4 (Ocak-Aralık 1993), s. 54-55; Ürer, a.g.e., s. 141-142
Ürer, a.g.e., s. 199
65
yapılmaksızın hayat ve özgürlüklerinin korunacağı, her inancın, dinin ya da mezhebin
gereklerini özgürce yerine getirme hakkına sahip olacakları, buna yönelik herhangi bir
müdahalenin cezalandırılacağı belirtilmiştir. 142. maddede, 1 Kasım 1914’ten itibaren
Türkiye’de bir terör ortamının olduğu, buna bağlı olarak İslam dinine geçişlerden
hiçbirinin olağan koşullar altında gerçekleşmemiş olduğu, bu nedenle anılan tarihten
sonraki İslam’a geçişlerin, Müslüman olmuş bir kişi kendi isteğiyle İslamiyet’i
benimsediğine ilişkin gerekli işlemleri yerine getirmedikçe Müslüman sayılmayacakları
belirtilmiştir. Dahası, aynı madde gereğince Osmanlı Devleti’nin, savaş süresince
Türkiye’deki toplu öldürmelerden dolayı sorumlu kabul edileceği, 1 Kasım 1914’ten
sonra öldürülmüş, kaybolmuş, zorla götürülmüş ya da tutuklanmış kişilerin aranması ve
kurtarılmasında gerekli desteği sağlayacağı belirtilmiştir. Osmanlı Devleti’nin, zarar
görenlerin ailelerinin ve yakınlarının şikayetlerini dinlemek, iddialarını araştırmak ve
gerekli soruşturmalarda bulunmak konusunda yardım edeceği ve konuyla ilgili olarak
MC Konseyi’nce atanacak karma komisyonların çalışmalarını kolaylaştıracağı, bu
komisyonların kararlarını yerine getireceği taahhüt altına alınmıştır. 143. maddede,
Osmanlı Devleti, Yunanistan ve Bulgaristan’la kişilerin gönüllü talepleri doğrultusunda
soy azınlıklarının değişimine ilişkin bir komisyonun kurulmasını kabul edeceği ve
uzlaşmazlık durumunda tarafların MC’nin kararını peşin olarak kabul edecekleri
düzenlenmiş; 144. maddedeyse, söz konusu değişimin koşulları tanımlanmış, Osmanlı
topraklarını daha önce terk etmek durumunda kalanların mal varlıklarının karşılıklı
olarak düzenlenmesi, bu anlamda hakemlik komisyonlarının kurulması öngörülmüştür.
Sevr Antlaşması’nın 145. maddesi, bütün Osmanlı uyruklarının kanun önünde
eşit olduklarını, soy, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin aynı medeni haklarla siyasal
haklardan yararlanacaklarını, din, inanç ya da mezhep ayrılığının, hiçbir Osmanlı
uyruğunun medeni haklarla siyasal haklardan yararlanmasına özellikle devlet
hizmetlerine ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme ve çeşitli iş kollarında çalışma
bakımından bir engel sayılmayacağını ifade etmiştir. Aynı madde gereğince, Osmanlı
Devleti’nin, Antlaşma’nın yürürlüğe girmesinden itibaren 2 yıllık bir süre içinde
Müttefik Devletlere, soy azınlıklarının parlamentoda orantılı temsili ilkesine dayanan
bir seçim sistemi düzenlemesini içeren bir tasarı sunacağı belirtilmiştir.
147. maddede Osmanlı uyrukları için tam bir eşitlik ilkesi öngörülmüş, azınlıklar
ile diğer Osmanlı uyrukları arasında herhangi bir ayrımın yapılamayacağı, tüm
66
uyrukların giderlerini kendileri karşılamak kaydıyla her türlü hayır ve eğitim kurumu,
dinsel ya da sosyal kurumlar kurmak, yönetmek ve denetlemek hususunda eşit haklara
sahip olacakları, kendi dillerini özgürce kullanmak ve kendi dinlerini uygulamak
hakkına sahip oldukları ifade edilmiştir. 148. maddede azınlıkların, yerel yönetimlerin
vereceği hizmetlerden eşit biçimde yararlanmaları için cemaat önderlerinin etkin
kılınacağı hükme bağlanmıştır.
Antlaşma’nın 149. maddesindeyse, Osmanlı Devleti’nin Türkiye’deki bütün soy
azınlıklarının kilise ve okul konularında özerkliğini tanımayı ve saygı göstermeyi
üstleneceği, bu çerçevede Müslüman olmayan soylara kilise, okul ya da adalet
konularında, başta sultanlarca verilmiş olmak üzere tüm ayrıcalıkları ve bağışıklıkları
teyit ederek gelecekte de destekleyeceği hükmü yer almıştır. Söz konusu ayrıcalıklarla
bağışıklıkların kaldırılmasını, kısıtlanmasını ya da değiştirilmesini öngören bütün
hukuksal düzenlemelerin geçersiz sayılacağı belirtilmiştir. 150. maddede, Osmanlı
İmparatorluğu içinde yaşayan bütün azınlıkların inançları ya da dinsel uygulamalarına
saldırı niteliğindeki tüm davranışları engellemek ve onların bu haklarını güvence altına
almak Osmanlı İmparatorluğu’nun garantisi altına konulmuştur. Nihayet 151. maddede,
Müttefik Devletlerin garantörlüğü öngörülmüştür. Buna göre, Antlaşma’nın azınlıklarla
ilgili hükümlerinin yerine getirilmesini güvence altına almak için Osmanlı Devleti’nin
alması gereken önlemleri, MC Konseyi ile birlikte inceledikten sonra, Müttefik
Devletler saptayacağı karara bağlanmıştır.91
B. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Lozan’a Giden Yol
Mondros Mütarekesi’nden sonra
İtilaf Devletleri’nin,
Anadolu’nun çeşitli
yerlerini işgal etmeye başlamasıyla, Anadolu’da işgale karşı “Müdafa-i Hukuk” adı
altında tepkiler başlamıştır. İngiltere ve Fransa’nın, Yunanistan’ın İzmir’e çıkarma
yapmasına destek vermeleri ve 16 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılarca işgali, Türk
milliyetçiliğinin hızlanmasını beraberinde getirmiştir. Her yerde hızla yerel kongreler
düzenlenerek, “Kuvay-ı Milliye” örgütleri etrafında direnişe geçilmeye başlanmıştır.
Mustafa Kemal’in Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başına geçmesi ve 23 Nisan
1920’de “Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)”nin kurulmasıyla Türkiye
Cumhuriyeti’nin temeli atılmıştır. TBMM, Türkiye’nin bağımsızlığını ortadan kaldıran
91
Deniz Bozkurt (Der.), Karşılaştırmalı Lozan ve Sevr Barış Antlaşmaları, Umay Kültür Sanat
Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 7-8; Ürer, a.g.e., s. 201-202; ayrıca bkz. Taha Akyol, Medine’den
Lozan’a, Milliyet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1997, s. 129-136
67
Sevr Antlaşması’nı tanımamış
ve Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen Ulusal
Kurtuluş Savaşı 1922’de zaferle sonuçlanmıştır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından, 3 Ekim 1922’de
Mudanya’da başlayan mütareke görüşmeleri, 11 Ekim’de TBMM adına İsmet Paşa,
Müttefikler adına da İstanbul’daki İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetleri
komutanları tarafından imzalanan antlaşmayla sonuçlanmıştır. “Mudanya Mütarekesi”
görüşmeleri sırasında teati edilen notalarda barış görüşmeleri için, Lozan’da bir
konferansın toplanmasına karar verilmiştir. Müttefik Devletler 27 Ekim 1922 tarihli bir
Nota ile Lozan’da toplanması düşünülen Barış Konferansı’na, TBMM Hükümeti ile
birlikte İstanbul Hükümetini de davet etmişlerdir.TBMM, temsilci göndermeyi kabul
etmekle birlikte, İstanbul Hükümetine gönderilen çağrıdan dolayı Müttefik Devletleri
protesto etmiş ve İstanbul Hükümetinin konferansa katılmasının TBMM Hükümetinin
konferansa katılmasını önleyebileceği uyarısında bulunmuştur. TBMM, işgal altında
bulunan İstanbul’daki bir hükümetin Türkiye’yi hiçbir zaman temsil edemeyeceğini
daha başından beri açıklamış bulunuyordu. Buna karşın, Müttefiklerin İstanbul
Hükümetini de Lozan’a çağırmaları ve 30 Ekim’de Sadrazam Tevfik Paşa’nın Lozan’a
beraber gidilmesi konusunda TBMM’ye müracaat telgrafı göndermesi üzerine,
Saltanat’ın
kaldırılması
gündeme
gelmiştir.
31
Ekim’de
TBMM’de
açılan
müzakerelerde Mustafa Kemal’in, ülkedeki çift başlılığın sona erdirilmesi ve bu
bağlamda Saltanat’ın kaldırılması yolundaki konuşmalarının ardından, 1 Kasım 1922
tarihli kanunla Saltanat ve Hilafet birbirinden ayrılarak, Saltanat kaldırılmıştır. TBMM,
kişisel egemenliğe dayalı Osmanlı Devleti’nin, 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf
Devletleri’nce resmen işgal edilmesiyle tarihe karışmış olduğunu belirtmiştir. Tevfik
Paşa 5 Kasım 1922’de sadrazamlıktan çekilerek, makamını 19 Ekim 1922’de İstanbul’a
gelen TBMM Hükümeti’nin temsilcisi Refet (Bele) Paşa’ya devretmiş, Padişah
Vahdettin, 17 Kasım 1922’de İngiltere Hükümetinin koruyuculuğunda, Malaya
Zırhlısı’yla İstanbul’dan ayrılarak Malta’ya götürülmüştür. Böylece fiili varlığı sona
ermiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuksal varlığı da son bulmuştur.92
İstanbul Hükümetinin devreden çıkmasıyla Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi
temsil etme yetkisi TBMM Hükümetine kalmış ve çalışmalara başlanmıştır. 27 Ekim
92
Ali Güler, “Azınlıklar ile İlgili Lozan’da Oluşturulan Statü ve Bunun Türkiye’nin Milli Birlik
ve Bütünlüğü Bakımından Önemi”, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48 (Şubat 2000), s. 46-47; Ürer,
a.g.e.,s. 205-208
68
tarihli Nota’da Müttefikler, 13 Kasım’da müzakerelere başlamak üzere TBMM
Hükümetini İsviçre’nin Lozan şehrinde toplanacak Barış Konferansı’na tam yetkiyle
donatılmış delegeler göndermeye çağırmışlardır.
Konferans öncesi TBMM Hükümetini uğraştıran en önemli sorunlardan birini de
konferansta Türk tarafını kimin temsil edeceği sorunu olmuştur. Türk Delegasyonuna
kimin başkanlık edeceği hususunda birkaç aday üzerinde durulmuştur. En güçlü aday
olarak Başbakan Rauf (Orbay) Paşa’dan söz ediliyordu. Onu Dışişleri Bakanı Yusuf
Kemal (Tengirşenk) Bey ve Sağlık Bakanı Rıza Nur izliyorlardı. Mustafa Kemal,
TBMM’ye baş delege olarak önereceği kişiyi bu adaylar arasından seçmekte zorluk
çekiyordu, ancak Rauf Paşa’nın, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin yenilgiye
uğratıldığını açıkça gösteren Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı delegasyonuna
başkanlık etmesi sebebiyle Lozan’a temsilci olarak gönderilmesi düşünülemezdi.
Mustafa Kemal, onun önemli konularda Batılı devletlere ödünler verebileceğinden
kuşkulanıyordu. Yetenekli ve zeki bir diplomat olan Yusuf Kemal Bey güçlü bir aday
olmasına rağmen, hem o sıralarda büyük bir ameliyat geçirmiş olduğundan, hem de
Mustafa Kemal’in Lozan’a gidecek kişinin diplomat niteliklerinden çok, taviz vermez
bir müzakereci olmasını istemesinden ötürü seçilmemiştir. Mustafa Kemal, Mudanya
Mütarekesi görüşmeleri sırasında göstermiş olduğu başarıdan dolayı diplomatik alanda
deneyimli olmamasına rağmen İsmet (İnönü) Paşa’nın adı üzerinde durmuş, onu
Lozan’a gidecek delegasyonun başına getirmeyi ve onun Lozan’da Türkiye’nin
haklarını daha iyi savunacağını düşünmüştür. Bunun üzerine Yusuf Kemal Bey Dışişleri
Bakanlığı’ndan istifa etmiş ve İsmet Paşa, Dışişleri Bakanlığı’na ve Lozan’a gidecek
Türk Delegasyonuna baş delege olarak atanmıştır.
TBMM, 2 Kasım 1922’de Lozan’a gidecek delegelerin isimleri okunarak tek tek
oylaması yapılmıştır. Görüşmeler sonunda İsmet Paşa baş delegeliğe, Dr. Rıza Nur ve
eski Maliye Bakanı Hasan (Saka) Bey delegeliklere atanmışlardır. Ayrıca, Delegasyona
21 danışman, 2 basın danışmanı, 1 genel sekreter, 1 mütercim ve 8 katip olmak üzere
toplam 33 kişi seçilmiştir (“Lozan Murahhas Heyeti”).93
93
Güler, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48 (Şubat 2000), s. 48-49; Ürer, a.g.e., s. 211-213; Lozan’ a
giden Türk delegasyonunun tam listesi için bkz. İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile
Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, I. Cilt (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1983, s. 70-71
69
Lozan’a gidecek Türk Delegasyonu bu şekilde belirlendikten sonra, İsmet
Paşa’nın yetkili kılındığını gösteren iki yetki belgesi (selahiyetname) düzenlenmiştir.
Her iki belgede de, TBMM Hükümeti Dışişleri Bakanı ve Edirne Milletvekili olan
İsmet Paşa’nın Türkiye ile Müttefik Devletler ve Yunanistan arasında barış antlaşması
ve Türkiye ile komşu olup gerek Boğazlar sorunu, gerekse Doğu Trakya sınırlarıyla
ilgisi olan diğer devletlerle müzakerelerde bulunarak antlaşmalar yapma yetkisine sahip
olduğu ifade edilmiştir. Anılan yetki belgelerinin Lozan Konferansı’nın birinci
dönemini ilgilendireni 31 Ekim 1922, ikinci dönemini ilgilendireni ise 10 Nisan 1923
tarihlidir.
TBMM Hükümeti, Konferansa giden Delegasyona 3 sayfa halinde 14 maddelik
bir talimat vermiştir. Söz konusu talimat, TBMM Hükümetinin temel görüşlerini
içerdiği için çok önemlidir. Burada bahsedilen 14 madde şu şekildedir:
1) Doğu Sınırı: Ermeni Yurdu söz konusu olamaz. Olursa görüşmeler kesilir.
2) Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek, Konferansta
başka bir durum ortaya çıkarsa hükümetten talimat alınacaktır.
3) Suriye sınırı: Sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve bu sınır şöyle
olacaktır: Re’si İbn Hani’dan başlayarak, Harim, Müslimiye, Meskene sonra
Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşacaktır.
4) Adalar:
Duruma
göre
davranılacak,
kıyılarımıza
pek
yakın olan
adalarTürkiye’ye katılacak, olmazsa Ankara’dan sorulacaktır.
5) Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır.
6) Batı Trakya: Misak-ı Milli maddesi yani orada yaşayan Müslümanların
halk oyuna başvurulacaktır.
7) Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası’nda yabancı bir askeri kuvvet kabul
edilemez, bu nedenle görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi
verilecektir.
8) Kapitülasyonlar
kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri
kesmek
gerekirse gereken yapılacaktır.
9) Azınlıklar: Mübadele esastır.
10) Osmanlı
Borçları:
Türkiye’den
ayrılan
ülkelere
paylaştırılacak,
Yunanistan’danalınacak tamirat bedeline mahsup edilecek, olamazsa 20 yıl
70
ertelenecek ve Düyun-u Umumiye İdaresi kaldırılacak, zorluk çıkarsa
hükümetten sorulacaktır.
11) Ordu ve donanmaya sınırlama konulması söz konusu olmayacaktır.
12) Yabancı kuruluşlar, Türkiye kanunlarına uyacaklardır.
13) Türkiye’den ayrılan ülkeler için Misak-ı Milli’nin ilgili maddeleri geçerlidir.
14) İslam cemaat ve vakıflarının hakları, eski anlaşmalara göre sağlanacaktır.
Talimatın amacı
Türkiye’nin sınırlarını çizmek ve bağımsızlığını garanti
altına almaktır. Burada dikkatleri çeken en önemli husus, iki konuda Delegasyona kesin
talimat verilmiş olmasıdır. Eğer Müttefik Devletler, Ermeni Yurdu kurmak ve
kapitülasyonları korumak konularında ısrar ederlerse Delegasyon TBMM Hükümetine
sorma ihtiyacını bile duymadan reddedecek, gerekirse görüşmeleri kesip ülkeye
döneceklerdir. Bu durum, TBMM Hükümetinin anılan konularda ne kadar hassas ve
kararlı olduğunu göstermektedir. Söz konusu talimat kısa ve açıklayıcı olmadığı için,
görüşmeler süresince, değişen her yeni koşul ve öneri karşısında Türk delegasyonu
TBMM’nin görüşüne telgraflar aracılığıyla başvurmuş ve bizzat Mustafa Kemal’le çok
yoğun bir telgraf trafiği sürdürülmüştür.94
C. Lozan Konferansı Süreci: Tarafların Tezleri, Talepleri ve Tartışmalar
1. Konferansın Toplanması, Çalışma Şekli ve İmzalanan Anlaşmalar
Lozan Konferansı, ilki 21 Kasım 1922-4 Şubat 1923 tarihleri arasında 2,5 ay
süren,ikincisi 23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923 tarihleri arasında 3 ay süren iki ayrı
dönemde toplanmış ve toplam 8 aylık bir sürede tamamlanmıştır. Türkiye’nin
Konferans süresince genel tavrı, bağımsızlık savaşı vermiş galip bir devlet olarak
Konferansa katılmış olduğudur. Bu nedenle Türk tarafı için tüm görüşmelerde eşitlik
ilkesi temel olarak kabul edilmiştir. Mali konular tartışılırken özellikle kapitülasyonların
kaldırılması konusunda Türkiye’nin kesin tavrı görüşmelerin kesilmesine neden
olmuştur. Bu ara dönemde daha hızlı bir çözüme ulaşmak için, konferansı kilitleyen
sorunlarda, konferans sürecinin yeniden başlaması durumunda konferansa gidecek
delegelerin nasıl bir strateji izlemeleri gerektiği konusunda TBMM’de tartışmalar
yürütülmüştür. Mustafa Kemal’in, tartışmalar üzerine, Konferansın ikinci döneminde,
görüşmeleri kilitleyen sorunlar üzerindeki yaklaşımı, sorunları uluslararası olmaktan
94
Güler, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48 (Şubat 2000) , s. 50-51; Baskın Oran, “Lausanne
Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası ( Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar),Cilt I: 1919-1980, Baskın Oran (Der.), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 217-218
71
çıkarıp iki taraflı bir biçime sokma niteliğinde olmuştur.95 Söz konusu kesinti
döneminde Türkiye dünyaya sesini duyurmaya devam etmiştir. Bu sebeple yapılan
“İzmir İktisat Kongresi”, Türkiye’nin kapitalist Batı kampının dışında kalmayarak, ona
uygun bir ekonomik sistemi benimseyeceğini ve uluslararası ortama dahil olacağını
göstermiştir. Fakat Kongre, kapitülasyonların asla kabul edilmeyeceğini, Türkiye’nin
sisteme kendi şartlarıyla, tam bağımsız bir üye olarak katılma isteğini de ifade
etmiştir.96
Lozan Konferansı 20 Kasım 1922 günü Mont Benon Gazinosu’nda, İsviçre
Konfederasyonu Başkanı M. Haab’ın bir konuşmasıyla açılmış ve onu Müttefikler adına
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un ve arkasından İsmet Paşa’nın konuşmaları
izlemiştir. Konferans, ilk oturumunu 21 Kasım’da yaparak, çalışmalarına başlamıştır.
Konferansa katılan devletlerin durumu şöyle sınıflandırılabilir:
1) Çağrıyı yapan 4 Müttefik Devlet: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya,
2) Tüm görüşmelere çağrılan 5 devlet: Bir yanda Yunanistan, Romanya,
Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve ABD∗, diğer yandaysa Türkiye,
3) Boğazlar rejimi üzerindeki görüşmelere çağrılan Sovyet Rusya∗ ve hem
Boğazlar rejimi, hem de Trakya sınırına ilişkin görüşmelere çağrılan Bulgaristan,
4) Ticaret ve yerleşme gibi belli konularla ilgili görüşmelere çağrılan Belçika ve
Portekiz.97
Konferansın Genel Sekreterliğine Fransız diplomatı Massigly getirilmiş, Yazı
İşleri Komitesine Türkiye adına Reşit Saffet (Atabinen) girmiştir –ki bu Türkiye’nin
konferansta aldığı tek yönetsel görevdir-. Konferans tutanakları Fransızca hazırlanmış
ve Barış Antlaşması ile Eklerinin geçerli metinleri de Fransızca olarak kaleme alınıp
imzalanmıştır.
Konferans çalışmaları üç ana komisyon çerçevesinde yürütülmüştür. Bu
komisyonların başına Müttefik Devletler olarak İngiliz, İtalyan ve Fransız delegelerin
geçmesini Türk delegasyonu kabul etmek zorunda kalmıştır. Başkanı İngiliz olan (Lord
95
TBMM’de yapılan Lozan tartışmaları için ayrıca bkz. Ahmet Demirel, “TBMM’de Lozan
Görüşmeleri”, Toplumsal Tarih , Sayı:115 (Temmuz 2003), s. 78-81
96
Oran, Türk Dış Politikası, s. 218; Ürer, a.g.e., s. 210-211
∗
ABD, Konferans süresince bir tür gözlemci gibi davranmış, görüşmelere aktif olarak katıldığı halde
oy kullanmamış, yönetsel görev üstlenmemiş, Lozan Antlaşması’nı ve Eklerini imzalamamıştır.
∗
Sovyet Rusya, Konferansa davet edilmemiş, ancak yalnız kalmak istemeyen Türkiye, onun çağrılması
için ısrar etmiştir.
97
Soysal, a.g.e., s. 69, ayrıca konferansa katılan devletlerin temsilcilerinin tüm listesi için bkz. s. 69-71
72
Curzon) Birinci Komisyon, ülke (sınırlar, uyrukluk, azınlıklar, Boğazlar rejimi vb.) ve
askerlik konularını, başkanı İtalyan olan (Garroni) İkinci Komisyon, Türkiye’de
yabancılara uygulanacak rejimi (yargı yetkisi, kapitülasyonlar, imtiyazlar vb.), başkanı
Fransız olan (Barrére) Üçüncü Komisyon, ekonomik ve mali işleri ve Osmanlı
borçlarının bölüşülmesini görüşmekle görevlendirilmiştir.
Lozan Konferansı’nda imzalanan antlaşmalar paketi üç çeşit metinden
oluşmaktadır: Birincisi Barış Antlaşması (143 maddeden oluşmaktadır), ikincisi Barış
Antlaşması’nı bütünleyen sözleşme, anlaşma, bildiri, protokol gibi ek belgeler (bazıları
geçici olan bu belgeler, Barış Antlaşması’nın dışında toplam 17 adettir), üçüncüsü
Türkiye ile bazı Batı devletleri arasında teati edilen mektuplar.98
Lozan
Barış
Antlaşması’nda;
toprak
değişimi,
sınırlar,
uyrukluk,
kapitülasyonların kaldırılması, azınlıkların korunması, Osmanlı devlet borçları, ilgili
devletlerin uyruklarının hakları ve yükümlülükleri, anlaşmazlıkların çözüm biçimleri,
Türkiye’nin katılacağı sözleşmeler, açılacak ulaşım yolları, sağlık işleri, savaş
tutsakları, mezarlıklar gibi en önemli konular açıklanmakta ve düzenlenmektedir.
Boğazlar rejimi, Trakya sınırının çizilmesi, Karaağaç ile İmroz ve Bozcaada
Adalarının Türkiye’ye geçmesi gibi konularda ek anlaşmalar düzenlenmiştir. Türkiye
ile Yunanistan arasında Lozan Barış Antlaşması’ndan önce 30 Ocak 1923’te imzalanan
“Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile “Sivil Rehinelerin ve Savaş
Tutsaklarının Mübadelesine İlişkin Anlaşma” da Lozan antlaşmalar paketinin içine
konulmuştur. Bunun yanında imzalanan bazı metinler ise geçici niteliktedir. Yani belirli
bir süre sonunda ortadan kalkması öngörülen bazı antlaşmalar ayrıca düzenlenmiştir.
Örneğin, “Oturma ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşme”, “Ticaret Sözleşmesi”, “Sağlık
Sorunlarına İlişkin Bildiri”, “Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri” bu tür geçici nitelikli
belgelerdir.99 Tüm bu antlaşma türleri ve tekniği Konferans sürecinde görüşülen
konuların değişik niteliklerinden ya da antlaşma taraflarının değişik olmasından
kaynaklanmaktadır.100
Lozan Barış Konferansı sonucunda 24 Temmuz 1923 tarihinde Barış Antlaşması
ve yukarda belirtilen Yunanistan’la yapılmış iki anlaşma dışındaki diğer 15 belge
98
Oran, Türk Dış Politikası, s. 218-220; Soysal, a.g.e., s. 71-72
Lozan Barış Antlaşması ve Eklerinin tam metinleri için bkz. Seha L. Meray (Çev.), Belgelerle
Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın (Lozan Konferansı Özel Sayısı), Sayı:18 (Temmuz 1998) s.
69-128
100
Soysal, a.g.e., s. 72
99
73
imzalanmıştır. Lozan Barış Antlaşması ve Ekleri Türkçe’ye çevrildikten sonra, bunlar
21 Ağustos 1923’te TBMM’ye sunulmuş, 22-23 Ağustos’ta Mecliste yapılan
görüşmelerden sonra, 23 Ağustos’ta 341, 342, 343 ve 344 sayılı dört ayrı kanunla
onaylanmıştır.101 341 sayılı Kanunla Barış Antlaşması ile Eklerinin çoğunluğunu, öteki
üç kanunlaysa geçici nitelikleri nedeniyle, Oturma ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşme,
Ticaret Sözleşmesi ve “Birtakım Ayrıcalıklara İlişkin Protokol” onaylanmıştır. Türkiye,
onay belgelerini 31 Mart 1924’te Paris’te Fransız Dışişlerine vermiştir.102
2. Konferans’ta Azınlıklar Sorunun Ele Alınışı: Tarafların Tezleri ve
Tartışmalar
Lozan’a giden Türk Delegasyonuna, TBMM Hükümeti tarafından verilen 14
maddelik talimatın 9. maddesi doğrudan azınlıklar konusuyla ilgiliydi ve bu hususta
mübadelenin esas olduğu belirtiliyordu.
Lozan Konferansı’nda azınlıklar sorunu, Birinci Komisyon’un 5 ve “Azınlıklar
Alt Komisyonu”nun 16 toplantısında görüşülmüş ve hararetli tartışmalara neden
olmuştur. Konunun, Lozan Konferansı’na ilk gelişi 12 Aralık 1922 tarihinde olmuştur.
İlk sözü alan Lord Curzon, azınlıklar sorununun kendi bakış açısından bir tarihçesini
yaptıktan sonra Türkiye’deki Hıristiyan azınlıklardan Rumlar, Yahudiler, Asuriler,
Keldaniler ve Nasturileri zikretmiş, özellikle Ermenilerin korunması ve mümkün olursa
kurtarılması gerektiğini söylemiştir. Curzon, şu isteklerde bulunmuştur: Son 9 yıllık
süreyi kapsayan geniş bir genel af, azınlıkların askerlikten bedel karşılığında muaf
tutulması, azınlıkların serbestçe dolaşma, ülkeden ayrılma ve mallarıyla hakları
bakımından hiçbir kısıtlamaya tabi olmamaları ve söz konusu önlemlerin uygulanmasını
denetlemek üzere bir organ kurulması- Türkiye’nin MC’ye katılması halinde bu organ
MC olacaktır-. Lord Curzon’u takiben konuşan Fransız delegesi Barrére, azınlıkları,
özellikle Ermenileri koruyan bir konuşma yapmış, İtalyan delegesi Garroni’nin kısa
konuşmasından sonra sıra Türk baş delegesi İsmet Paşa’ya gelmişti. İsmet Paşa,
azınlıkların geçmişte yapmış oldukları taşkınlıkları, devlete vermiş oldukları zararları,
yabancı devletlerin bunları kullanarak Türkiye’ye nasıl müdahale ettiklerini anlatan,
Türk görüşünü içeren çok ayrıntılı bir muhtırayı okumuştur. İsmet Paşa, bu hususta
Misak-ı Milli’ye bağlı olunduğunu vurgulayarak üç istek ileri sürmüştür: Dış tahriklerin
101
102
TBMM’deki Lozan görüşmeleri için bkz. Demirel, a.g.e., s. 114-115
Oran, Türk Dış Politikası, s. 220; Soysal, a.g.e., s. 79
74
kesilmesi, Türk ve Rum ahalilerinin mübadelesi ve diğer azınlıklar hakkında Türk
hükümetinin verdiği teminat ile yetinilmesi.
Birinci Komisyon’un 13 Aralık’ta yapılan toplantısında söz alan İsmet Paşa
Türk toprakları üzerinde Ermeni Yurdu kurulması ve Türkiye’deki azınlıkların
güvenliğine nezaret edecek bir organ kurulmasıyla ilgili talepleri reddetmiş, genel bir af
ilanını incelemeyi kabul etmekle birlikte herhangi bir unsurun askerlikten muaf
tutulması görüşüne karşı olduğunu belirtmiştir. İsmet Paşa’nın açıklamalarında, Türk
kanunları çerçevesinde yeterli korumadan yararlanacakları görüşünün egemen olduğu
görülmektedir. Azınlıkların dolaşım özgürlükleri ve mülkiyet haklarının garanti altına
alınacağını teyit etmiştir. İsmet Paşa’nın kesin tavrı ve karşı tarafın özellikle Lord
Curzon’un ısrarlarıyla şiddetlenen 13 Aralık tarihli toplantıda, bir alt komisyonun
kurulup konunun burada incelenmesine karar verilmiştir.103
Azınlıklar Alt Komisyonu 14 Aralık 1922’de çalışmalarına başlamıştır.
Sekreterliğini Fransız diplomat Lagande’ın yaptığı ve başkanlığına oy birliğiyle İtalyan
delegesi Montagna’nın seçildiği Azınlıklar Alt Komisyonu’na, Türkiye adına Dr. Rıza
Nur ile danışmanlardan Mustafa Şeref Bey ve Şükrü Bey katılmışlardır. Alt
Komisyon’un 15 Aralık tarihli ikinci oturumunda, soy, dil ve din azınlıklarının
korunması konusu ele alınmıştır. Türk delegesi Dr. Rıza Nur, “soy” kelimesine itiraz
ederek, Türkiye’de sadece dinsel azınlıkların bulunduğunu, dil azınlıklarının pek az
olduğunu, soy azınlıklarınınsa bulunmadığını ifade etmiştir. Rıza Nur, Türkiye’de
Müslüman azınlıklar olduğunu kabul etmemiştir. Uzun tartışmalar, Türk tarafının ısrarlı
ve kararlı tutumu karşısında Alt Komisyon’un 23 Aralık 1922 tarihli oturumundan
itibaren Müttefikler Türk görüşünü kabul etmişler ve artık azınlıklar terimi yerine
“Müslüman olmayan azınlıklar” terimini kullanmaya başlamışlardır.104
Genel af çıkarılması konusunda, Türk delegesi, Türkiye’deki Müslümanların
aralarında vatan hainlerinin bulunduğu gerekçesiyle, af dışı bırakılmalarını istemiştir.
Azınlıkların askerlik hizmetinden muaf tutulmaları teklifini kabul etmeyen Türk
delegesi, Ermeni Yurdu konusunda, böyle bir konunun görüşülmesini dahi reddetmiştir.
103
Funda Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erhan (Der.) , T. C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 216-219; Hikmet Öksüz, “Lozan’da Azınlıklar
Meselesi”, Türk Yurdu, C. 17, No: 121 (Eylül 1997), s. 88
104
Keskin, a.g.e., s. 228-231; Öksüz, a.g.e., s. 88
75
Azınlıklar Alt Komisyonu, Aralık ayı boyunca ve 2-3 Ocak 1923 tarihlerinde
yapmış olduğu toplantılarda birçok konuda anlaşmaya varmıştı. Ancak, Komisyon
başkanı Montagna’nın 6 Ocak tarihli oturumda Türkiye’de bir Ermeni Yurdu kurulması
yolundaki Amerikan teklifini destekleyen bir bildiri okuması, Montagna’yı takiben
İngiliz delege Rumbold ve Fransız delege De Lacroix’nın da aynı nitelikte sözler sarf
etmeleri üzerine Türk Delegasyonu toplantıyı terk etmiştir. Ertesi gün, Montagna,
anlaşmaya varılan konularla varılamayanları Birinci Komisyon Başkanlığı’na bir
raporla bildirmiştir. İsmet Paşa, Alt Komisyon’da Türk delegelerinin öne sürdüğü
hususları savunarak, Türkiye’nin içinde ve dışında barışın ve aynı yurdun çocukları
arasında iyi geçimin sağlanabilmesi için hepsinin eşit haklara sahip olması gerektiğini,
bunun için de din ayrımı olmaksızın hepsinin askerlik hizmeti yapmalarının zorunlu
olduğunu tekrarlamıştır.
Birinci Komisyon’un 9 Ocak 1923 tarihli oturumu Türk tarafı açısından tam bir
zafer olmuştur. Müttefikler, gayrimüslim azınlıkların korunmasıyla ilgili isteklerini
sınırlamışlar ve azınlıkların korunması konusunda MC’nin garantisi öngörülmüşse de
bir denetim mekanizması getirilmesi düşüncesinden vazgeçmişlerdir. Türkiye,
azınlıkların korunması hususunda gerekli garantileri vermiştir. Azınlık terimine sınırlı
bir anlam verilerek, Müslüman azınlık kavramı kabul edilmemiştir. Diğer taraftan
Ermeni Yurdu ve azınlıkların askerlikten muaf tutulması talepleri reddedilmiştir.105
Azınlıklar konusu, nüfus mübadelesi ve Fener Rum Patrikhanesi sorunlarının
paralelinde yine gündemde kalmıştır. Nüfus mübadelesi Lozan Konferansı’nda
gündeme en çok gelen konulardan biri olmuştur. Bu konu konferansın gündemine ilk
olarak 1 Aralık 1922 tarihinde gelmiştir. Konuyu, MC’nin mültecilerle ilgili görevlisi
Dr. Nansen getirmiştir. Nansen, Yunanistan’daki Müslümanlarla Anadolu’daki RumOrtodoksların isteğe bağlı olarak mübadele edilmesini ve İstanbul Rumlarının bu
mübadelenin dışında tutulmasını önermiştir. Türk tarafıysa, İstanbul Rumlarının
mübadele kapsamına alınmasını, Batı Trakya Müslümanlarının yerlerinde bırakılmasını
savunmuştur. Çünkü Türk tarafının tezine göre, Batı Trakya’da Müslüman Türkler
azınlık değil çoğunluktur. Ayrıca Türk tarafı, İstanbul’daki Rumların mübadele
kapsamına alınmasına bağlı olarak, İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi’nin
de
Türkiye’den çıkarılmasını istemiştir. Bu görüş ve isteğe, Yunan, İngiliz ve ABD
105
Keskin, a.g.e., s. 244-246; Öksüz, a.g.e., s. 88-89
76
delegeleri karşı çıkmışlardır. Yunan delegesi Venizelos, yerleştirmenin zorluğu
nedeniyle İstanbul Rumlarının mübadeleye dahil edilmesini kabul edemeyeceğini
söylerken, Lord Curzon, İstanbul’daki Rumlar giderse büyük bir ekonomik krizin
çıkacağı görüşünü savunmuş ve Batı Trakya Türklerinin de mübadele dışı kalmasını
telkin etmiştir. Tartışmaların sonunda, 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan ve Türkiye
arasında “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”
imzalanmıştır. Sözleşmenin 1. maddesinde, Türk topraklarında yerleşmiş RumOrtodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarına yerleşmiş Müslüman dininden
Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren zorunlu mübadelesi öngörülmüş,
bu kişilerin ilgili hükümetlerin izni olmadıkça bir daha geri dönemeyecekleri ve oraya
yerleşemeyecekleri belirtilmiştir. 2. maddesiyse, İstanbul’da oturan Rumları ve Batı
Trakya’da oturan Müslümanları zorunlu mübadele kapsamı dışında bırakmıştır. Bu
Sözleşmeye göre, 1912 Yasası’nın sınırlandırdığı şekliyle İstanbul Belediyesi sınırları
içinde, 30 Ekim 1918’den önce yerleşmiş (“etablis”) olan tüm Rumlar ve 1913 tarihli
“Bükreş Antlaşması”nın koyduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgede yerleşmiş olan
Müslümanlar bu istisna kapsamındadır. Lozan Barış Antlaşması’nın 142. maddesi, adı
geçen Sözleşmeyi Barış Antlaşması’nın içindeymiş gibi aynı güç ve değerde saymıştır.
Lozan’da belirlenen esaslar çerçevesinde 1923-1938 yılları arasında nüfus mübadelesi
yapılmıştır.106
Azınlık kurumlarından Fener Rum Patrikhanesi, Lozan’da oldukça yoğun bir
biçimde tartışılmıştır. Konferans süresince Türk heyetinin uğraştığı en önemli
konulardan
birini
Patrikhane’nin
yurtdışına
çıkartılması
olmuştur.
Aslında
Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılması hususu Lozan’a giden Türk delegasyonuna
verilen talimatlar içinde yoktu. Patrikhane’nin durumu İstanbul ve Batı Trakya
ahalilerinin
mübadeleye
dahil
olup
olmayacakları
sorununun
bir
kısmını
oluşturmaktaydı. Birinci Komisyon’un 10 Ocak 1923 tarihli oturumunda Lord Curzon
Patrikhane’nin İstanbul’da kalması gerektiğini ileri sürmüş, başta ABD delegesi olmak
üzere diğer delegeler Curzon’un görüşünü desteklemişlerdir. Bu konuda, Türk delegesi
Dr. Rıza Nur, Alt Komisyon’a yazılı bir bildiri sunarak, diğer devletlerdeki azınlıklara
sağlanmış olan hakların aynısının Türkiye’deki azınlıklara tanınacağına, Halifelik ve
devletin birbirinden ayrıldığı ve Saltanata son verilmek suretiyle tamamen demokratik
106
Öksüz, a.g.e., s. 89-90; Ürer, a.g.e., s. 249-250; ayrıca bkz. Funda Keskin, “Türk ve Rum
Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi”, Yaşayan Lozan, s. 765-766, 786-787
77
bir rejimin kurulmuş olduğu için Osmanlı döneminde Müslüman olmayan topluluklara
verilen dinsel imtiyazların sona erdiğini, azınlıkların hayır, eğitim ve yardım
kurumlarıyla devlet arasındaki ilişkilerin artık doğrudan doğruya yürütülmesi
gerektiğini, din adamlarının bundan sonra sadece ruhani işlerle ilgileneceklerini,
Patrikhane siyasal bir kurum olduğundan kendisine bağlı kurumlar ortadan kalktıktan
sonra varlık nedenini yitireceğini belirtmiştir. Türk Delegasyonun, Patrikhane’nin
yurtdışına çıkartılması konusundaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştır. Birinci
Komisyon’daki son tartışmalar, Patrikhane’nin yurtdışına çıkartılması talebinin
konferansa katılan diğer devletler tarafından da kabul edilmeyeceğini göstermiştir. Lord
Curzon, siyasal ve yönetsel hiçbir yetkisi olmayacak, sadece dinsel yetkiler kullanacak
bir makam olarak Patrikhane’nin İstanbul’da kalması görüşünü savunmuştur. Venizelos
da Curzon’un bu teklifini desteklemiştir. Bunun üzerine İsmet Paşa, Patrikhane’nin
siyasal ya da yönetime ilişkin hiçbir işle uğraşmayacağı, sadece dinsel alana giren
işlerle ilgileneceği konusunda konferans önünde yapılan Müttefik Devlet ve Yunan
delegelerinin yapmış oldukları açıklamaları ve verdikleri garantileri senet sayarak,
Patrikhane’nin İstanbul’dan çıkartılması teklifinde vazgeçtiğini bildirmiştir.107
III. LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NDA AZINLIKLARIN KORUNMASI
A. Lozan Barış Antlaşması’nın Azınlıkların Korunmasıyla İlgili Hükümleri
Azınlıklar konusu, Lozan Barış Antlaşması’nın, “Siyasal Hükümler” başlığını
taşıyan I. Bölümünün, “Azınlıkların Korunması” başlıklı III. Kesimi’nde (37-45.
maddeler) düzenlenmiştir.
Antlaşma’nın 37. maddesine göre, “Türkiye, 38. maddeden 44. maddeye kadar
olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir
yasanın, hiçbir yönetmeliğin ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla
çelişir olmamasını ve hiçbir yasa, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin söz konusu
hükümlerden üstün sayılamamasını yükümlenir.” Bu hüküm, Birinci Dünya Savaşı’nı
107
Akyol, a.g.e., s. 147-156; Keskin, s. 78, “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi”,
Yaşayan Lozan, s.783-786; Ürer, a.g.e., s. 247-248; Lozan Konferansı’nda azınlıklar sorunuyla ilgili
olarak ayrıca bkz. Cemil Bilsel, Lozan, Cilt 1-2, Tıpkı Basım, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1998; Ali
Naci Karacan, Lozan, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971; Seha L. Meray (Çev), Lozan Barış
Konferansı, Tutanaklar-Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 1, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1969;
Takım II, Cilt 2, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1973; Dr. Rıza Nur, Lozan Hatıraları, 4 Baskı,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1999; Bilal Şimşir (Der.), Lozan Telgrafları I (1922-1923); Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1990
78
bitiren bütün azınlık koruma antlaşmalarında da temel nitelikleriyle bulunmaktaydı.
Burada, altı çok güçlü bir biçimde çizilerek, bu kesimde getirilen hakların Türk
makamları tarafından hiçbir biçimde geri alınamayacağı karara bağlanmıştır.
38. maddede, “Türk Hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin doğum, milliyet, dil
ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz
olarak sağlamayı yükümlenir.
Türkiye’de oturan herkes, bir inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeni ve
ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini, ister açıkça isterse özel olarak, serbestçe
yerine getirme hakkına sahip olacaktır.
Müslüman olmayan azınlıklar, bütün Türk uyruklarına uygulanan ve Türk
Hükümetince, ulusal savunma amacıyla ya da kamu düzeninin korunması için, ülkenin
tümü ya da bir parçası üzerinde alınabilecek önlemler saklı kalmak şartıyla, dolaşım ve
göç etme özgürlüklerinden tam olarak yararlanacaklardır.” denilmektedir. Bu
maddede, vatandaşların dışındakilere ve Türkiye’de oturan herkese haklar tanınmıştır.
Maddeyle getirilen haklar, bir toplumda ayrım yapmadan, herkese tanınan negatif
haklar niteliğindedir.
39. maddede, “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları,
Müslümanların
yararlandıkları
aynı
medeni
haklarla
siyasal
haklardan
yararlanacaklardır.
Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır.
Din, inanç ya da mezhep ayrılığı, hiçbir Türk uyruğunun, medeni haklarla
siyasal haklardan yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme,
yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından
bir engel sayılmayacaktır.
Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın
ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına
karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.
Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk
uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından
uygun düşen kolaylıklar sağlayacaktır.” hükmü yer almaktadır. Bu maddenin 4 ve 5.
paragrafları anadil kullanma hakkı açısından önem taşımaktadır. Söz konusu hükümler
79
dönemin bütün azınlık koruma antlaşmalarında, hatta Lozan’daki Türk delegasyonunu
önerilerinde de bulunmaktadır.
40. maddede, “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem
hukuk bakımından hem de öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı
garantilerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her
türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer
öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi
dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinleri serbestçe yapmak konularında eşit
hakka sahip olacaklardır.” denilmektedir. Bu maddede, sadece gayrimüslim
vatandaşlara kendi eğitim kurumlarını kurma ve kendi dillerini eğitim dili olarak
kullanma hakkı tanınmıştır.
41. maddede, “Genel eğitim konusunda Türk Hükümeti, Müslüman olmayan
uyrukların önemli bir oranda oturmakta oldukları il ve ilçelerde, bu Türk uyruklarının
çocuklarına ilk okullarda anadilleriyle öğretimde bulunulmasını sağlamak bakımından,
uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm, Türk Hükümetinin, söz konusu
okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır.
Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyruklarının önemli bir oranda
bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklar, devlet bütçesi, belediye bütçesi ya da
öteki bütçelere, eğitim, din ya da hayır işlerine genel gelirlerden sağlanabilecek
paralardan yararlanmaya ve pay ayrılmasına, hak gözetilirliğe uygun ölçülerde
katılacaklardır.
Bu paralar, ilgili kurumların yetkili temsilcilerine teslim edilecektir.”
denilmektedir.
42. maddede, “Türk Hükümeti, Müslüman olmayan azınlıkların aile ya da kişisel
statüleri konusunda, bu sorunları, söz konusu azınlıkların gelenek ve görenekleri
uyarınca çözümlenmesine elverecek bütün önlemleri almayı kabul eder.
Bu önlemler, Türk Hükümetiyle ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda
temsilcilerinden kurulu özel komisyonlarca düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkarsa, Türk
Hükümetiyle Milletler Cemiyeti Meclisi, Avrupalı hukukçular arasından birlikte
seçecekleri bir üst-hakem atayacaklardır.
Türk Hükümeti, söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve
öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların
80
Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler
sağlanacak ve Türk hükümeti, yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu
nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış olan gerekli kolaylıklardan hiçbirini
esirgemeyecektir.” denilmektedir. Bu maddenin 1. paragrafı, azınlıkların aile hukuku ve
kişisel statüleriyle ilgiliydi. Azınlıkların kilisede ya da havrada evlenme, yani dinsel
nikah yapma hakları tanınmıştı. Fakat 1926’da Türk Medeni Kanunu’nun kabulünden
sonra resmi nikah zorunlu kılınınca, devlet, gayrimüslimleri bu haktan feragat etmeye
davet etmiştir. Türkiye, daha Lozan Konferansı sırasında çağdaş ve yeni bir Medeni
Kanun yapmaya karar vermişti. Nitekim, Medeni Kanunun kabulünden önce Yahudiler
15 Eylül 1925, Ermeniler 17 Ekim 1925 ve Rumlar 27 Kasım 1925 tarihlerinde
yaptıkları müracaatlarla haklarından vazgeçtiklerini bildirmişlerdir.108
43. maddede, “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları,
inançlarına ya da dinsel ayinlerine aykırı herhangi bir davranışta bulunmaya
zorlanamayacakları gibi, hafta tatili günlerinde mahkemelerde hazır bulunmaları ya da
yasanın öngördüğü herhangi bir işlemi yerine getirmemeleri yüzünden haklarını
yitirmeyeceklerdir.
Bununla birlikte bu hüküm, söz konusu Türk uyruklarını, kamu düzeninin
korunması için, öteki Türk uyruklarına yükletilen yükümler dışında tutar anlamına
gelmeyecektir.” denilmektedir.
Antlaşma’nın garanti maddesi olan 44. maddesine göre, “Türkiye, bu kesimin
bundan
önceki
maddelerindeki
hükümlerin,
Türkiye’nin
Müslüman
olmayan
azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde, uluslararası yükümler meydana getirmelerini ve
Milletler Cemiyeti’nin garantisi altına konulmalarını kabul eder. Bu hükümler, Milletler
Cemiyeti Meclisi’nin çoğunluğunca uygun bulunmadıkça değiştirilemeyecektir.
Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya ve Japonya hükümetleri, Milletler Cemiyeti
Meclisi’nin çoğunluğunca razı olunacak herhangi bir değişikliği reddetmemeyi, işbu
anlaşma uyarınca kabul ederler.
Türkiye, Milletler Cemiyeti Meclisi üyelerinden her birinin, bu yükümlerden
herhangi birine aykırı herhangi bir davranışı ya da böyle bir davranışta bulunması
tehlikesini Meclis’e sunmaya yetkili olacağını ve Meclis’in, duruma göre, uygun ve
108
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Cemil Bilsel, “Medeni Kanun ve Lozan Muahedesi”,
Medeni Kanun’un XV. Yıldönümü İçin, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1944, s. 21-71
81
etkili sayacağı yolda davranabileceğini ve gerekli göreceği talimatları verebileceğini
kabul eder.
Türkiye, bundan başka, bu maddelere ilişkin olarak, hukuk bakımından ya da
uygulamada, Türk Hükümetiyle imzacı öteki devletlerden herhangi biri ya da Milletler
Cemiyeti Meclisi’ne üye herhangi bir başka devlet arasında görüş ayrılığı çıkarsa, bu
anlaşmazlığın, Milletler Cemiyeti Misakı’nın 14. maddesi uyarınca uluslararası
nitelikte sayılmasını kabul eder. Türk Hükümeti, böyle bir anlaşmazlığın, öteki taraf
isterse, Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na götürülmesini kabul eder. Divan’ın kararı
kesin ve Milletler Cemiyeti Misakı’nın 13 maddesi uyarınca verilmiş bir karar gücünde
ve değerinde olacaktır.” Bu maddeyle gayrimüslimlerin hakları uluslararası
garanti altına konulmuştur.
Yunanistan’la karşılıklılık (mütekabiliyet) maddesi olan 45. maddeye göre, “Bu
kesimdeki hükümlerle, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan
haklar, Yunanistan tarafından da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa
tanınmıştır.” hükmü yer almıştır.109
B. Lozan ve Sevr Antlaşmalarının Azınlıkların Korunması Hükümlerinin
Karşılaştırması
Sevr Antlaşması’nın azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümleri, Birinci Dünya
Savaşı’ndan yenik çıkan devletlerle imzalan barış antlaşmalarının azınlıkların
korunmasıyla ilgili hükümlerinden ve savaştan sonra yeni kurulan ya da topraklarını
genişleten
devletlerle
yapılan
özel
azınlık
koruma
antlaşmalarının
getirdiği
düzenlemelerden daha ağır standartlar taşımakta ve Osmanlı İmparatorluğu’nu diğer
ülkelerle karşılaştırılmayacak kadar zor bir duruma sokmaktaydı. Lozan Antlaşması ile
kabul edilen azınlık koruma hükümleriyse, Sevr’deki aşırılıkları ortadan kaldırmıştır.
Öncelikle Sevr Antlaşması’nda azınlıkların korunması ayrı bir bölüm (IV.
Bölüm) olarak ele alınırken, Lozan Antlaşması’nda daha az önemsendiğini gösterir bir
biçimde Siyasal Hükümler içinde bir kesim (III. Kesim) olarak yer almıştır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmış olan
azınlıkların, özellikle Osmanlı Hükümetinin almış olduğu “tehcir” kararı nedeniyle
terke zorlanan Ermenilerin geri dönüşüyle ilgili Sevr Antlaşması’na konulmuş olan
109
Deniz Bozkurt, a.g.e., s. 9-10; Meray (Çev.), Belgelerle Türk Tarihi Dergisi (Lozan Konferansı
Özel Sayısı), s. 73-74; Oran, Türk Dış Politikası, s. 225-229; ayrıca bkz. Kaptan, a.g.e., s. 164-177
82
hüküm Lozan Antlaşması’nın azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümlerinin içerisinde
yer almamıştır.
Sevr Antlaşması’ndaki azınlık koruma hükümlerinde, başka bir devletle
herhangi bir karşılıklılık olmaksızın, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun yükümlülükleri
yer almıştır. Oysa Lozan Antlaşması’nın 45. maddesi, Yunanistan’la karşılıklılık esasını
getirmiştir.
Sevr
Antlaşması’nın
151.
maddesinde,
Antlaşmadaki
azınlık
koruma
hükümlerinin uygulanmasının güvence altına alınması için, Osmanlı Hükümetinin ne
gibi önlemler alması gerektiğini MC Konseyi ile birlikte inceledikten sonra Müttefik
Devletlerin saptayacağı kararlaştırılmış, üstelik Osmanlı Hükümetinin bu konuda
alınacak bütün kararları şimdiden kabul ettiği şeklinde bir ifade yer almıştır. Lozan
Antlaşması, Sevr’in bu aşırılığını ortadan kaldırmıştır. Lozan’ın 44. maddesinde, azınlık
koruma hükümlerinin, sadece Müslüman olmayan azınlıklarla ilgili olarak uluslararası
yükümlülük doğurduğu ve bununda MC’nin güvencesi altında olduğu kabul edilmiştir.
Uluslararası güvence bakımından Müttefik Devletlerin inisiyatifi ortadan kaldırılmış,
anlaşmazlık halinde UDAD’a gidileceği kararlaştırılmıştır.
En önemlisi, Sevr Antlaşması’nda azınlıklar, soy, dil ve din azınlıkları olarak
sayılırken, Lozan’da Müslüman olmayan azınlıklar teriminden de anlaşılacağı gibi
sadece dinsel azınlıklarla sınırlı bir azınlık tanımı getirilmiştir. Bu çerçevede Müslüman
vatandaşlar azınlık statüsüne dahil edilmemiştir. Ayrıca Sevr’de yer alan, soy
azınlıklarının orantılı temsiline dayanan bir seçim sistemi hükmü Lozan’da yer
almamıştır.
Son olarak Türkiye’nin, Sevr Antlaşması’nda yer alan kilise, okul ve adalet
konularında başta sultanlarca verilmiş fermanlar ve özel buyruklar olmak üzere çeşitli
düzenlemelerle tanınmış ayrıcalıklar ve bağışıklıkları tanıma zorunluluğu Lozan’da
ortadan kaldırılmıştır.110
110
Baskın Oran, “Lozan’ın Azınlıkların Korunması Bölümünü Yeniden Okurken” AÜSBFD (Prof.
Dr.Yılmaz Günal’a Armağan), C. 49, No: 3-4 (Haziran-Aralık 1994), s. 286-287; ayrıca bkz. Oran,
Türk Dış Politikası, s. 238
83
C. Lozan
Antlaşması’nda
Getirilen
Azınlık
Kavramının
ve
Azınlık
Haklarının Yorumu
Lozan Antlaşması’nın herhangi bir yerinde bir azınlık tanımı yapılmamıştır. Bu
nedenle Türkiye’nin sadece gayrimüslimleri azınlık sayması hukuksal olarak doğru bir
temele dayanmaktadır.
Türkiye, şu noktalardan hareketle, sadece gayrimüslimleri Lozan bağlamında
azınlık olarak kabul etmektedir: Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan bütün azınlık
koruma antlaşmalarının temel özelliği, soy, dil ve din azınlıkları terimini içeren belgeler
olmasıdır.∗ Söz konusu antlaşmaların ilki olan ve aynı dönemde yapılacak olan diğer
azınlık koruma antlaşmalarına model oluşturan 28 Haziran 1919 tarihli “Polonya
Azınlıklar Antlaşması”nın 8., 9/2 ve 12. maddelerinde soy, dil ve din azınlıkları terimi
geçmektedir. Nitekim Sevr Antlaşması’nda da aynı terim kullanılmıştır. Oysa Lozan
Antlaşması’nda, soy, dil ve din azınlıkları terimi yer almamış, Müslüman olmayan
(gayrimüslim) azınlıklar kavramı kullanılmıştır.
Bunun yanı sıra, Lozan Antlaşması’nda, azınlıkların korunmasıyla ilgili olarak
sadece gayrimüslimlerin haklarının, uluslararası nitelikte yükümlülükler meydana
getirdiği ve MC Meclisi’nin garantisi altına konulduğu hükmü yer almaktadır (44/1.
madde). Söz konusu hüküm, Polonya Azınlıklar Antlaşması’nın 12/1. maddesinde ise,
soy,
dil ve
din azınlıklarının haklarını ilgilendiren maddelerin uluslararası
yükümlülükler oluşturduğu ve MC garantisi altında oldukları şeklinde yer almıştır. Bu
çerçevede Türkiye’nin sadece gayrimüslimleri azınlık olarak sayması hukuken haklıdır
ve Türkiye’de yalnızca gayrimüslimlerin azınlık sayılmaları yolundaki yaygın tarihsel,
siyasal ve ideolojik tutumla örtüşmektedir.111
Yakın zamanlara kadar, Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması”
kesiminde, getirilen yükümlülüklerin sadece Gayri Müslim Türk vatandaşlarını
kapsadığı kabul edilmesine karşın, son zamanlarda, özellikle Baskın Oran’ın çalışmaları
çerçevesinde daha farklı bir yorumla karşılaşılmaktadır.
Baskın Oran’a göre, Lozan Antlaşması’nda yalnızca gayrimüslimler azınlık
olarak tanınmasına rağmen, burada sadece gayrimüslimlere değil, tüm Türk uyruklarına,
hatta Türkiye’de oturan herkese haklar tanındığı görülmektedir. gayrimüslimler dışında
Bu antlaşmalarla ilgili olarak yukarıda Birinci Bölüm, s. 32-33’e bakınız.
Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar : Kavramlar, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama,
TESEVYayınları, İstanbul, 2004, s. 49-51
∗
111
84
ayrıca üç gruba derece derece haklar getirilmiştir. Söz konusu dört hak grubu şu şekilde
sıralanabilir: 1) Gayrimüslim Türk vatandaşları, 2) Türkçe’den başka bir dil konuşan
Türk vatandaşları, 3) Tüm Türk vatandaşları, 4) Türkiye’de oturan herkes.
Bu çerçevede “gayrimüslim Türk vatandaşları”, bütün Türk uyruklarına
uygulanan dolaşım ve göç etme özgürlüğüne (38/3. madde); Müslümanların
yararlandığı aynı medeni ve siyasal haklardan yararlanma hakkına (39/1. madde);
giderlerini kendileri ödeyerek, hayır kurumu, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü
okullar, öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda
kendi dillerini serbestçe kullanmak ve ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit
haklara (40. madde); önemli oranda oturdukları il ve ilçelerdeki ilk okullarda
anadillerinde öğretim yapabilme hakkına ve bunun için, devlet, belediye vs.
bütçelerinden hakkaniyete uygun pay alma hakkına (41/1 ve 41/2. madde); aile ve
kişisel statüleri konusunda gelenek ve göreneklerine saygı duyulması hakkına (42/1.
madde); dinsel kurumlarına saygı ve gerekli kolaylıkların gösterilmesi hakkına (42/2.
madde); dinsel inançlarına ya da ayinlerine aykırı davranışta bulunmaya zorlanamama
hakkına (43. madde) sahiptirler. Bu gruba tanınan haklar, ayrıca diğer üç gruba tanınan
hakları da içermektedir. Anılan maddelerde tanınan haklara bakıldığında, Lozan
Antlaşması ile Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşlara “pozitif ayrımcılık” yapmayı, yani
tüm yurttaşların sahip olduğu, negatif haklar adı verilen hakların dışında ve ötesinde,
tam ve etkili eşitliğin gerçekleştirilmesi için, azınlıkların kendilerine özgü kimliklerini
korumalarını sağlamayı ve uygun koşulları yaratmayı yükümlendiği görülmektedir.
“Türkçe’den başka dil konuşan Türk vatandaşları”, mahkemelerde kendi dillerini
sözlü olarak kullanma hakkına (39/5. madde), ayrıca tüm Türk vatandaşlarına ve
Türkiye’de oturan herkese tanınan haklara sahiptirler. Lozan Antlaşması’nın 39/5.
maddesiyle, anadili Türkçe’den başka olan Türk uyruklarına pozitif bir hak tanınmış ve
Türkiye’ye bu konuda yükümlülük getirilmiştir.
“Tüm Türk vatandaşları”, din, inanç ya da mezhep farkının ayrımcılığa yol
açmaması hakkına (39/3. madde); gerek özel gerekse ticari ilişkilerinde, din, basın ya da
her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında istedikleri bir dili kullanma hakkına
(39/4. madde) ve ayrıca Türkiye’de oturan herkese tanınan haklara sahiptirler.
“Türkiye’de oturan herkes”, doğum, milliyet, soy, dil ya da din ayrımı
olmaksızın yaşama ve özgürlük hakkına (38/1. madde); her dinin ya da her mezhebin
85
gereklerini açıkça ya da özel olarak serbestçe yerine getirme hakkına (38/2. madde); din
ayrımı gözetilmeksizin yasa önünde eşitlik hakkına (39/2. madde) sahiptirler.
Lozan Antlaşması, söz konusu dört hak grubuna farklı, ama 37. maddesi gereği
hiçbir işlemle geri alınamayacak haklar getirmiştir. Bu madde çerçevesinde, Türk
Hükümeti Lozan Antlaşması’nı temel kanun olarak kabul etmiş ve buna aykırı hiçbir
hukuksal düzenleme yapmamayı yükümlenmiştir. Lozan’ın, azınlıkların korunması
hükümleri çerçevesinde gayrimüslimlerin, en fazla hak getirilen grup olmak ve 44/1.
madde hükmü gereğince hakları uluslararası garanti altına konulmuş olmak bakımından,
fazladan iki ayrıcalığı bulunmaktadır. Bu noktadan bakıldığında Lozan Antlaşması’nın
Azınlıkların Korunması kesimi hem bir azınlık hakları, hem de bir insan hakları metni
niteliği taşımaktadır.112
Baskın Oran tarafından ileri sürülen bu görüş, Lozan Antlaşması’nın III.
Kesimi’nin başlığının Azınlıkların Korunması şeklinde olduğu ve Lozan tutanaklarında,
Antlaşma çerçevesinde getirilen hakların sadece gayrimüslim azınlıkları kapsadığına
ilişkin sözler bulunduğu noktalarından itirazlara uğramıştır. Nitekim, Lozan’daki
Azınlıklar Alt Komisyonu’nun çalışmalarında, İngiliz delegesi Sir Horace Rumbold,
Türk delegasyonunun, azınlık haklarını gayrimüslimlerle sınırlama yolundaki isteğini,
23 Aralık 1922 tarihli oturumda kabul etmiştir. Türk delegasyonunun, ilgili hükme,
azınlıklar terimi yerine Türkiye’de oturan herkes kelimelerinin konulmasını kabul
etmesi halinde, kendisinin de öteki maddelerde Müslüman olmayan azınlıklar
kelimelerinin konulmasını kabul edeceğini bildirmiştir. Ancak benzer bir tartışma 39.
madde için yapılmamıştır. 38. maddeden sonraki azınlıklara ilişkin bütün hükümler,
Müslüman olmayan azınlıklar ibaresiyle başlamaktadır. Azınlıklar Alt Komisyonu
başkanı Montagna’nın, Birinci Komisyon başkanı Lord Curzon’a sunduğu 7 Ocak 1923
tarihli raporda ve Curzon’un 9 Ocak 1923 tarihli oturumda söyledikleri, azınlıkların
korunmasına ilişkin hükümlerin sadece Müslüman olmayan azınlıkları kapsadığı
yolundadır.
Bununla birlikte Baskın Oran, III. Kesim’in başlığının Azınlıkların Korunması
olmasının çeşitli nedenleri olduğunun ileri sürmektedir. Öncelikle, Müttefik Devletlerin
asıl amaç olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli nedenlerinde biri olan Orta ve
112
Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 56-57; ayrıca bkz. Zeynep Aydın, “Lozan Antlaşması’nda
Azınlık Statüsü, Farklı Kökenlere Tanınan Haklar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta
Azınlık Hakları, s. 211-213
86
Doğu Avrupa ile Balkanlar’daki azınlık sorunlarını halletmek için yola çıktıklarını, bu
nedenle savaş sonunda yapılan azınlık koruma antlaşmalarında ve barış antlaşmalarında
azınlıklarla ilgili bölümlerde, sadece azınlıklara değil, bu ülkelerde ticaret yapan kendi
vatandaşlarını korumak endişesiyle, aynı zamanda oralarda oturan herkese haklar
getirmiş olduklarını söylemektedir. Diğer taraftan, insan hakları kavramının Fransız
Devrimi ile gündeme gelmekle birlikte, sadece ulusal alanla sınırlı kaldığını, söz konusu
terimin uluslararası belgelere ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında girdiğini,
dolayısıyla insan hakları teriminin Birinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası alanda
söz konusu olmadığını, bu nedenle III. Kesim’de insan hakları teriminin geçmesinin
olanaksız olduğunu vurgulamaktadır.
Baskın Oran, Montagna’nın ve Curzon’un, Alt Komisyon çalışmaları sırasında
söylediklerine bakılarak bir değerlendirme yapılamayacağını, çünkü “hukukun genel
ilkeleri”ne ve ayrıca “Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi”nin 32. maddesine göre,
hazırlık çalışmalarına ve tutanaklara ancak antlaşma metni açık olmadığı zamanlar
başvurulabileceğini, oysaki Lozan Antlaşması’nın 37. ve 39. maddelerinin tereddüde
yol açmayacak kadar açık olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Montagna ve Curzon’un
bu sözleriyle kastettiklerinin, uluslararası garanti altında olan azınlık hakları olduğunu,
çünkü o dönemde azınlık haklarından anlaşılanın sadece bu olduğunu, 44/1. maddede
getirilmiş uluslararası garantinin sadece gayrimüslimler için tanınmış olduğunu, diğer
hak grupları için böyle bir garantinin söz konusu olmadığını belirtmektedir. Bu
çerçevede, Türkçe’den başka bir dil konuşan Müslüman Türk uyruklarının, örneğin
Kürtlerin, 39/4. ve 39/5. maddelerde belirtilen haklardan yararlanabilmeleri gerekir.113
Türkiye, Lozan Antlaşması’na göre sadece gayrimüslimlerin azınlık sayıldığı
görüşünü, AK ve BM bünyesinde daha sonra yapılan sözleşmelere katılırken hep
korumuştur. Avrupa Birliği’nin (AB), “Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesi
Üzerine Komisyonu”nun 2001 tarihli raporu, Türkiye’nin bu tutumunu korumayı
sürdürdüğünü bir kez daha tekrarlamaktadır. Türkiye’nin bu sözleşmelere katılırken
koyduğu yorum beyanlarında iki husus üzerinde durduğu görülmektedir. Birincisi,
getirilen hakların Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile yasaklanan haklardan olması
durumunda, bu hakların Türkiye tarafından uygulanmayacağı, ikincisiyse, Lozan
113
Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 58 - 60; ayrıca bkz. Turgut Tarhanlı, “Azınlıklar ve Hukuk”,
Radikal, 4 Nisan 2000, “Lausanne ve Kürtçe”, Radikal, 21 Kasım 2000; karşıt görüş için bkz.
Ürer, a.g.e.,s. 294-306
87
Antlaşması’nda sadece gayrimüslimlerin azınlık sayılmış olmasından dolayı söz konusu
sözleşmelerle getirilen azınlık haklarını, sadece gayrimüslimlere uygulayacağı
şeklindeki açıklamalarıdır.
Ancak Lozan Antlaşması’nda Müslüman olmayan azınlıklar denilmesine
rağmen, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler vb. diğer gayrimüslim gruplar Lozan
Antlaşması ile getirilen haklardan yararlandırılmamışlardır. Sadece Rum, Ermeni ve
Yahudi cemaatleri bu hakları kullanmaktadırlar.∗ Diğer gayrimüslim azınlıkların
Cumhuriyet’in kuruluşuyla
haklarından feragat ettikleri açıklaması, bu hakların
bireysel niteliği nedeniyle kabul edilebilir nitelikte değildir. Çünkü, özellikle
uluslararası bir belgeyle getirilmiş haklardan, bir azınlığa mensup bireyin, mensup
olduğu grubun liderleri ya da temsilcileri feragat edemezler. Nitekim, AB Uyum
Kanunları çerçevesinde çıkarılan ve 2672 sayılı Vakıflar Kanunu’nda değişiklik getiren,
cemaat vakıflarıyla ilgili 2 Ocak 2003 tarih ve 4478 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Kanun gereğince, 24 Ocak 2003 tarihinde çıkarılan yönetmelik,
Süryanileri de Lozan Antlaşması’na göre tanınan azınlıklar arasına almıştır.114
IV. LOZAN’DAN GÜNÜMÜZE YAŞANAN GELİŞMELER VE TÜRKİYE’DE
AZINLIK HUKUKU
A. Türkiye’de Yaşayan Etnik, Dinsel ve Dilsel Gruplar
Çok kültürlü
Devleti’nin
ve
çok
parçalanmasından
uluslu
sonra
bir
onun
imparatorluk
mirası
üzerine
olan
Osmanlı
kurulan
Türkiye
Cumhuriyeti’nin, çok sayıda etnik, dinsel ve dilsel grubu bünyesinde barındıran bir
devlet olduğu açıktır. Türkiye’de yaşayan birbirinden farklı bu gruplar hakkında en
önemli araştırmalardan birini Peter Alford Andrews yapmıştır. Andrews, Türkiye’de
Etnik Gruplar adlı bu çalışmasında 47 farklı grubun varlığından söz etmektedir.115
Buna göre, Türkiye’de yaşayan etnik gruplar şunlardır: Sünni Türkler, Alevi
Türkler, Sünni Yörük Türkler, Alevi Yörük Türkler, Sünni Türkmenler, Alevi
Türkmenler, Alevi Abdallar, Şii Azeri Türkler, Sünni Azeri Türkler, Türkistanlılar,
Tatarlar, Başkırtlar, Balkarlar, Karaçaylar, Balkanlar’dan gelen Müslümanlar,
Bu sebeple Lozan Antlaşması’nda belirtilen gayrimüslimlerin sadece Rum, Ermeni ve Yahudilerden
ibaret olduğu şeklindeki yanlış kanı Türkiye’de oldukça yaygındır.
114
Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 251; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 54-55
115
Peter Alford Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev: Mustafa Küpüşoğlu, Ant ve Tüm
ZamanlarYayıncılık, İstanbul, 1992
∗
88
Dağıstan’dan gelen Müslümanlar, Sünni Kürtler, Alevi Kürtler, Yezidi Kürtler, Sünni
Zazalar, Alevi Zazalar, Sünni Araplar, Alevi Araplar (Nusayriler), Hıristiyan Araplar,
Çerkezler, Çeçenler, İnguşlar, Lazlar, Gürcüler, Osetler, Hıristiyan Ermeniler, Ermeni
kökenli Müslümanlar, Ermenice konuşan Hemşinliler, Türkçe konuşan Hemşinliler,
Hıristiyan Rumlar, Balkan göçmeni olmayan Yunanca konuşan Müslümanlar,
Keldaniler, Nasturiler, Museviler, Arnavutlar, Slavlar, Kazaklar, Molokanlar, Lehler,
Estonyalılar, Sudanlılar, Çingeneler.
Andrews’in çalışması bazı örneklerin, kategorilerin ve etnik grupların
nüfuslarının eksik ve hatalı olması dışında bu konuda yapılmış en deli toplu kaynak
olma niteliğini taşımaktadır.
Hükümetler dışı bir uluslararası örgüt olan “Azınlık Hakları Grubu”nun
yayınladığı Dünya Azınlıklar Rehberi’nin Türkiye’ye ilişkin bölümündeyse, dinsel
gruplar başlığı altında Aleviler, Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar; başlıca etnik
topluluklar başlığı altında Kürtler, Çerkezler, Araplar (Sünni Araplar, Alevi-Nusayri
Araplar, Hıristiyan Araplar), Balkan göçmenleri, Müslüman Bulgarlar, Gürcüler, Azeri
Türkler; dilsel topluluklar başlığı altında Zazalar, Lazlar; sosyo-ekonomik etnik
topluluklar başlığı altında Türkmenler, Yörükler, Tahtacılar ve Romanlar (Çingeneler)
sayılmaktadır.116
Baskın Oran ise, Türkiye’de, Lozan’a dayanan hukuksal tanım çerçevesinde
devletin resmi olarak kabul ettiği azınlıklar, yani gayrimüslimler ve günümüzde
dünyada standart olarak kabul edilen etnik, dinsel ve dilsel ölçütlerin uygulanması
sonucunda, azınlık kapsamına girecek olanlar şeklinde bir ayrım yapmaktadır. Bu
bağlamda, Türkiye’deki resmi azınlık tanımı ve uygulaması çerçevesinde sadece
gayrimüslimlerin azınlık sayıldığını söylemektedir. Hatta gayrimüslimler arasında da
sadece Ermeniler (Gregoryenler, Katolikler ve Protestanlar), Rumlar (Ortodokslar,
Katolikler ve Protestanlar) ve Yahudilerin Lozan’daki azınlık koruma hükümlerinden
yararlandıklarını, Süryaniler, Nasturiler, Yezidiler, Bahailerin, bağımsız Protestan
cemaatlerinin ise bu haklardan yararlanamadıklarını vurgulamaktadır. gayrimüslimlerin
dışında, etnik ya da dilsel açından farklılık gösteren ve bu farklılıklarının bilincinde
olarak bunu kendi kimliklerinin vazgeçilmez parçası sayan Müslümanların da azınlık
kategorisine girdiğini belirtmektedir. Bu çerçevede şu Müslüman grupları azınlık
116
İnanç, a.g.e., s. 51-52
89
kategorisi içinde değerlendirmektedir: Araplar (Sünni Araplar ve Alevi Araplar),
Aleviler (Azerbaycan Türkçesi konuşanlar, Türkçe konuşanlar, Zazaca ve Kürtçe
konuşanlar, Arapça konuşan Nusayriler), Balkan ve Kafkas kökenliler (Balkanlardan
gelen Slav kökenli Boşnaklar, Pomaklar, Torbeşler; Arnavutlar; Kafkaslardan gelen
Çerkezler, Gürcüler), Çingeneler, Lazlar ve Kürtler (dinsel ayrıma göre, Alevi Kürtler
ve Sünni Kürtler; dilsel ayrıma göre, Kırmanciler ve Zazalar).117
Erol Anar ise, belli başlı etnik ve dinsel grupları, Kürtler, Çerkezler, Lazlar,
Gürcüler, Çingeneler, Araplar (Sünni Araplar, Alevi Araplar ve Hıristiyan AraplarNasraniler), Süryaniler (Kadim Süryaniler, Katolikler ve Protestanlar), Nasturiler,
Keldaniler, Ermeniler (Gregoryenler, Katolikler ve Protestanlar), Rumlar (Ortodokslar,
Katolikler ve Protestanlar), Yahudiler olarak; sadece dinsel gruplarıysa Aleviler (Türk
Aleviler ve Kürt Aleviler) ve Yezidiler olarak sıralamaktadır.118
Sonuç olarak birbirinden farklı etnik, dinsel ve dilsel grupları bünyesinde
barındırmasına karşın, Türkiye sadece gayrimüslimleri azınlık olarak kabul etmektedir.
Uygulamada ise gayrimüslimler arasında uzun bir süre sadece Ermeniler, Rumlar ve
Yahudiler Lozan’daki azınlık koruma hükümlerinden yararlanmışlar, ayrıca 18 Ekim
1925 tarihinde, Türkiye’yle Bulgaristan arasında yapılan Türkiye-Bulgaristan Dostluk
Antlaşması’nın Ek Protokolü ile Türkiye’deki Bulgar azınlığın da Lozan Barış
Antlaşması hükümlerinden yararlanacağı kabul edilmiştir. Ocak 2003 tarihinde, AB
Uyum Yasaları çerçevesinde yapılan cemaat vakıflarıyla ilgili yeni düzenlemeyle,
Süryaniler de gayrimüslim azınlıklar arasında sayılmaya başlanmıştır.
B. Lozan’dan Günümüze Türkiye’de Azınlık Politikalarına Bir Bakış
Lozan
Antlaşması’nın
azınlıkların
korunmasıyla
ilgili
hükümleri,
azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu döneminde Millet Sistemi çerçevesinde cemaatler
biçiminde yaşadıkları düzene benzer bir düzenin sürmesini garanti altına almıştı. Lozan
Antlaşması’nın bu hükümleri nedeniyle azınlıklar kendi kültürel kimliklerini, yaşam
biçimlerini ve cemaat yapılarını koruyarak, yüzyıllardan beri süre gelen ve alışmış
oldukları düzenin devam edeceğini düşünmüşler, ancak kısa zamanda fiiliyatta bunun
böyle sürmeyeceğini anlamışlardır.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus-devlet kurma amacını gütmüş, bu
süreç içinde topraklarında yaşayan bütün etnik grupları tek bir ulusal kimlik, yani Türk
117
118
Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 36-48
Anar, a.g.e., s. 38-46
90
ulusal kimliği altında eritmeye çalışmıştır. Bu nedenle, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin,
bir yandan tüm etnik unsurları Türk ulusal kimliği altında eritmeye çalışırken, diğer
yandan buna engel oluşturacak, Lozan Antlaşması ile tanınmış azınlık haklarıyla,
azınlıkların kendi cemaat yapıların korumalarına ve sürdürmelerine izin vermesi söz
konusu olamazdı.119
1925 yılından itibaren azınlıklar, Lozan Antlaşması’nın 42. maddesiyle
kendilerine tanınmış olan kendi dinsel kurallarına dayalı bir özel hukuk uygulama
hakları nedeniyle ilk ciddi sorunla karşılaşmışlardır. Antlaşma’nın bu hükmü,
azınlıklara, kişisel statü ve aile hukukuyla ilgili sorunlarının çözümünde kendi gelenek
ve görenekleriyle, Türk kanunlarının birlikte uygulanması imkanını veriyor ve bu
çerçevede alınacak önlemler için Türk Hükümeti’yle ilgili azınlıkların eşit sayıda
temsilcilerinden oluşan özel komisyonlar kurulmasını öngörüyordu. Bu çerçevede 1925
yılında Türk Hükümetinin temsilcileriyle Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerinin
temsilcilerinden oluşan komisyonlar kurulmuştu. Ancak 17 Şubat 1926’da kabul
edilecek olan yeni Türk Medeni Kanunu’nun hazırlık çalışmaları sırasında, İsviçre’den
iktibas edilen Medeni Kanun’un laik ve çağdaş niteliği dolayısıyla, azınlıkların kendi
dinsel hukuklarını uygulamalarına gerek bırakmadığı gerekçesiyle, azınlıklar, Lozan’la
getirilen haklarından feragat etmek zorunda bırakılmışlardır. Bu gelişmeler üzerine ilk
olarak, 15 Eylül 1925 tarihinde Yahudi cemaati Lozan Antlaşması’nın verdiği haklardan
tamamen feragat ettiğini açıklamıştır. 17 Ekim 1925 tarihinde Ermeni cemaati aynı
yönde aldığı karar almıştır. Rum cemaati biraz direnmiş ancak uzun tartışmalar ve
hükümet çevrelerinden gelen yoğun baskılardan sonra 27 Kasım 1925’te bu haklarından
feragat etmişlerdir.120
Söz konusu değişim sürecinde siyasal iktidarın birincil hedefi azınlıkların
“Türkleştirilmesi” olmuştur. Özellikle 1920’lerin sonlarından itibaren azınlıklara dönük
Türkleştirme politikalarına hız verilmiştir. Bu süreç kendini hem kültürel alanda hem de
ekonomik alanda göstermiştir. Kültürel alanda Türkleştirmenin ilk adımı olan
“Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası” ilk olarak 1928 yılında Türk Ocakları’nın 4.
Kurultayı’nda
gündeme gelmiş, hatta bu kampanya Türk Ocakları’nın girişimiyle,
119
Rıfat N. Bali, “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikası”, Birikim, Sayı: 115 (Kasım 1998), s. 80
Rıdvan Akar, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları”, Modernleşme ve Çokkültürlülük,
İletişim Yayınları ve Helsinki Yurttaşlar Derneği Dizisi, İstanbul, 2001, s. 17-18; Ayhan Aktar, Varlık
Vergisi ve “Türkleştirme” Politikaları, 6. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.112-113
120
91
özellikle azınlıkların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde adeta bir saldırı aracına
dönüşmüştür. Kimi belediyeler kamusal alanlarda Türkçe konuşmayanlara para cezaları
uygulamışlardır. Bu kampanyanın birincil hedefi ise Yahudi cemaati olmuştur. Çünkü
Yahudiler, 1492’de İspanya’dan göç etmek zorunda kalıp Osmanlı İmparatorluğu’na
yerleştikleri tarihten o güne kadar İbranice değil, bir çeşit İspanyolca (Ladino)
konuşuyorlardı. Yahudilerin Türkiye’de yaşadıkları halde hala bu dili kullanmayı
sürdürmeleri siyasal iktidarın ve kanaat önderlerinin tepkisini çekiyordu. Bu bağlamda
Yahudi cemaati Türkçe’nin öğrenilmesi ve kullanılması yönünde yoğun bir eğilim
içersine girdi.
Ekonomik alandaki Türkleştirme ise, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancı
sermayeli ticari kuruluşlarda istihdam edilen azınlıkların sayılarıyla ilgili bir kotanın
konulması, Müslüman memur çalıştırma zorunluluğu ve yine söz konusu şirketlerde
Türkçe konuşulması türünden kararlar alınması şeklinde kendini göstermiştir.121
1930’larda dünyada faşizmin ve ırkçılığın yükselişine paralel olarak Türkiye’de
de güçlenmeye başlayan Irkçı-Türkçülük, azınlıkları hedef tahtasına koymuştur. Bu
bağlamda 1934 yılında Trakya’da yaşayan Yahudilere yönelik olarak yoğun saldırılar
yaşanmıştır. Olaylar sırasında Yahudilere ait evler ve işyerleri yağmalanmış, yakılmış,
insanlar fiziki saldırılara maruz kalmış ve kimisi öldürülmüş, 15 bine yakın Yahudi
evlerini terk ederek İstanbul’a doğru kaçmaya başlamıştır. Hükümet, olaylara ancak
dördüncü gününde müdahale etmiştir.122
Aynı dönemde azınlıklara uygulanan baskıların bir diğer örneği de 5 Haziran
1935 tarihinde kabul edilen ve 1936’da yürürlüğe giren 2672 sayılı Vakıflar
Kanunu’nun uygulanma şekliyle olmuştur. Bu Kanunla azınlık vakıflarının yönetim
yapıları değiştirilerek, cemaatlerin merkezi güçlerini yitirmelerine neden olabilecek bir
uygulama başlatılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında 12 Kasım 1942 tarihinde çıkarılan 4305 sayılı
“Varlık Vergisi Kanunu”, azınlıklara yönelik ayrımcı uygulamaların en önemlilerinden
biridir. Bu Kanunla vergi ödemekle yükümlü olan kişiler, Müslümanlar ve
gayrimüslimler olarak tasnif edilmiş, gayrimüslimler daha yüksek oranlar üzerinden
vergilendirilmişlerdir. Kanuna göre, vergi yükümlülerinin kimler olacağına ve ne kadar
vergi ödeyeceklerine bir takdir komisyonu karar verecekti ve komisyonun verdiği
121
122
Akar, a.g.e., s. 18; Bali, a.g.e., s. 81
Akar, a.g.e., s. 20; Anar, a.g.e., s. 72-73; ayrıca bkz. Aktar, a.g.e., s. 71-99
92
karara hiçbir şekilde itiraz edilemeyecekti. Komisyonun belirlediği tutar 15 gün
içerisinde nakit olarak ödenecekti. Bu tutarı yatıramayanların mal varlığına el
konulacaktı. Vergi yükümlüsüne de ödeyemediği tutar için bedensel çalışma
zorunluluğu getiriliyordu. Takdir komisyonları ise tamamen Müslüman ve Türk işadamı
ve bürokratlardan oluşturulmuştu. Takdir komisyonların çalışmaları bittiğinde vergi
yükümlüleri ve ödemeleri gereken vergi tutarları ilan edildiğinde, toplanması düşünülen
vergi tutarının Türkiye genelinde yaklaşık % 75’inin gayrimüslim azınlıklardan talep
edildiği görülmekteydi. Ayrıca, 17. yüzyılda Musevilikten Müslümanlığa geçmiş olan
ve “Dönmeler” olarak tabir edilen Sabetayistlere de ağır vergi yükleri getirilmişti.
Kendilerine yüklenen yüksek oranlardaki vergiyi ödeyemeyenler Erzurum Aşkale’deki
çalışma kamplarına sürülüyorlardı. Ancak Aşkale’ye gönderilenlerin tamamına yakını
gayrimüslim azınlıklardı. Bu kamplarda işkence ve kötü muamele olmamakla birlikte
çalışma koşullarının zorluğu yüzünden 21 kişi hayatını kaybetmişti. Söz konusu kanun
15 Mart 1944 tarihinde yürürlükten kaldırılmış, devlet o zamana kadar tahsil
edilememiş olan tüm alacaklarından vazgeçmiştir. Tüm Türkiye’de toplanan verginin %
53’ünü, İstanbul’da ise % 85’ini gayrimüslimler ödemişlerdi. Bu Kanunun aslında, II.
Meşrutiyet yıllarından o güne kadar süregelen milli burjuvazi yaratma idealini
gerçekleştirme amacının bir parçası olarak çıkarıldığı, gayrimüslim azınlıkların mal
varlıkları tasfiye edilerek, piyasanın Müslüman ve Türk tüccar ve sanayicilerin ellerine
geçmesi sağlandığı ileri sürülmüştür.123
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Türkiye’de çok partili siyasal hayata
geçilmiştir. Bu dönemin ilk yıllarında azınlıkların yaşamında olumlu gelişmeler olmuş,
tek parti döneminde rastlanan, azınlıklara yönelik ayrımcı politikalar pek görülmez
olmuştu. Azınlıklar 1950 seçimlerinde iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP)
karşı ezici çoğunlukla Demokrat Parti’yi (DP) desteklemişler ve Rum, Ermeni ve
Yahudi cemaatlerinin temsilcileri DP listesinden TBMM’ye girmişlerdi. DP’nin,
özellikle İstanbul’da oy potansiyeli nedeniyle azınlık cemaatleriyle kurduğu çok sıcak
ilişkiler 1955’te Kıbrıs sorununun patlak vermesine kadar sürmüştü. Kıbrıs sorunu
123
Akar, a.g.e., s. 22-23; Anar, a.g.e., s. 90-91; Varlık Vergisi ile ilgili ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz.
Aktar, a.g.e.,s.135-244; karşıt görüş için bkz.Arslan Başer Kafaoğlu,Varlık Vergisi Gerçeği,Kaynak
Yayınları, İstanbul, 2002; Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki azınlık politikaları için ayrıca bkz. M.
Çağatay Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2004; Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler
Sınırları (1919-1938), 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004
93
ülkenin iç politikasına damgasını vurmuş, 6 Eylül 1955’te Selanik’te Atatürk’ün evine
bomba konulduğu yolundaki haberin basında yer alması üzerine, İstanbul ve İzmir’de,
başta Rumlar olmak üzere, gayrimüslim azınlıklara yönelik saldırılar başlamıştı. 6 ve 7
Eylül tarihlerinde azınlıkların mallarının, işyerlerinin, kiliselerinin ve okullarının hedef
alındığı yıkım ve yağmalama olayları yaşandı. Olaylar daha ziyade azınlık mallarına
yönelik olmakla birlikte 3 kişi yaşamını yitirmişti. “6-7 Eylül Olayları” olarak tarihe
geçen bu tahrip eylemleri sonrasında binlerce gayrimüslim, özellikle de Rumlar
Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra bu olayların provokasyon
olduğu ve siyasal iktidarın bu olayların gelişmesine göz yumduğu ortaya çıkmıştır.
1964 yılında yaşanan Kıbrıs bunalımı nedeniyle Türk-Yunan ilişkilerinin
gerginleşmesiyle, Türkiye’de yaşayan Rumlara yönelik sert politikalar gündeme
gelmiştir. Türkiye, Kıbrıs konusundaki tezlerinin Yunanistan tarafından kabul
edilmemesi halinde Türkiye’de yaşayan Yunan Pasaportlu Rumların sınır dışına
çıkarılacağını açıklamış ve bu açıklamadan hemen sonra Yunan Pasaportlu Rumlar sınır
dışı edilmeye başlanmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında 1930 yılında yapılan
“İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması” ile, taraflar birbirlerinin uyruklarına kendi
ülkelerinde mülk edinme, ticari faaliyette bulunma, şirket ve fabrika kurma, ithalat ve
ihracat yapma, gemi taşımacılığı yapma ve miras bırakma gibi haklar tanımış, yerel
uyruklarla eşit vergilendirmeye ve mahkemeler önünde eşit koşullara tabi olacakları
karar altına alınmıştı. Bunun sonucunda, sayıları çok fazla olmamakla birlikte bazı
Yunanlılar Türkiye’ye gelmişler ve Türk vatandaşı olan Rumlarla evlenmişlerdi. 1964
Kıbrıs bunalımı sırasında adı geçen Antlaşma feshedilmiş ve bu kişiler sınır dışı
edilmişlerdir. Sınır dışı edilen kişilerin yanlarında çok az bir miktar para ve kişisel
eşyalarını götürmelerini izin verilmiştir. 2 Kasım 1964 tarihinde çıkarılan gizli
kararnameyle
bu
kişilerin
Türkiye’deki
taşınmazları
üzerindeki
tasarrufları
durdurulmuş, elde ettikleri gelirler ve bankalardaki paraları bloke edilmiştir. Söz konusu
uygulama 1988 yılına kadar sürmüştür. Bunun sonucunda çok sayıda Rum Türkiye’yi
terk etmek zorunda kalmıştır. Ayrıca Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada askeri bölge ilan
edilmiş, cezaevi ve devlet üretme çiftliği kurmak için yapılan kamulaştırmalar
94
sonucunda buralardaki Rumlar da göç etmek zorunda kalmışlardır. 1974 Kıbrıs Barış
Harekatı sonrasında da yine çok sayıda Rum Türkiye’yi terk etmiştir.124
Türkiye, 1965 yılından itibaren nüfus sayımlarında artık vatandaşlarına
konuştukları dili ve dinsel inançlarını sormaktan vazgeçmiş, bu nedenle o yıllardan
itibaren azınlıkların gerçek sayıları tahminlere dayanmaya başlamıştır.
1974 yılından itibaren ASALA’nın (Armée Secréte pour la Libération de
l’Arménie), özellikle yurtdışındaki Türk diplomatlara yönelik terör eylemleri nedeniyle
Türkiye’deki Ermenilerin izlenmesi süreci başlamıştır.
1980’li yıllarda 12 Eylül askeri rejimi potansiyel düşmanlar arasına azınlıkları
da koymuştur. 1990’lı yıllarda ise azınlıklar, Türkiye’de yükselen faşizan milliyetçiliğin
ve siyasal İslam’ın başlıca hedefleri arasında yer almışlardır. Aslında bu dönemde
azınlıkların hassas konumlarını yitirdikleri söylenebilir. Bunda bir yandan sayısal olarak
azalmalarının ve ekonomik güçlerini yitirmelerinin rolü varken, diğer yandan aynı
yıllarda Türkiye’nin iç politikasında Kürt sorununun en önemli gündem maddesi haline
gelmesinin payı vardır.125
Ayrıca, Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk-Yunan ilişkilerindeki en önemli
konulardan birini Fener Rum-Ortodoks Patrikhanesi teşkil etmiştir. Lozan’da,
İstanbul’da kalması kararlaştırılan, ancak düzenlenmesi Türk iç hukukuna bırakılan
Fener Patrikhanesi 1923’ten sonra da sorun olmayı sürdürmüştür. Venizelos’un,
Lozan’da verdiği sözü tutarak Patrik IV. Meletios’a istifa etmesini tavsiye etmesi ve
patriğin baskılar sonucunda istifa etmesinin ardından, 1923’te Grigorios’un patrik
seçilmesini onaylayan Türk Hükümeti, Patrikhane ile ilişkilerini yavaş yavaş
normalleştirmeye başlamıştı. Ancak Patrik VI. Grigorios’un 1924’te ölmesi ve yeni
patrik seçilen Konstantinos’un, mübadeleye tabi olması, yani yerleşik (etablis)
olmaması, sorunu bir kez daha alevlendirmişti. Türkiye bunun üzerine, Mübadele Alt
Komisyonu’na başvurmuş, konu daha sonra Karma Mübadele Komisyonu’nun önüne
gelmiş ve sorun Türkiye’nin istediği gibi çözülmüş, VI. Konstantinos 1925’te istifa
etmek zorunda kalmıştı. Türkiye bu sorun çerçevesinde, Patrikhane’nin evrensel
124
Akar, a.g.e., s. 24; Bali, a.g.e., s. 83-85; Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 256258; Yunanistan’ın, Batı Trakya’ daki Müslüman-Türk azınlığa uyguladığı baskılar ve Lozan
Antlaşması hükümlerini ihlalleri konumuz dışında kaldığından burada ele alınmayacaktır. Bu konuyla
ilgili olarak bkz. Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri, SAEMK Yayınları, Ankara, 1999;
Sevin Toluner, “Lozan Azınlıkların Korunması Rejimi ve Batı Trakya Türkleri”, Cumhuriyet’in 75.
Yıl Armağanı, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1999, s. 219-247
125
Akar, a.g.e., s. 25
95
statüsünü (“Ekümeniklik” iddiası) tanımadığını, bir Türk kurumu olarak kabul ettiğini
ve dış güçlerin dinsel konuları ileri sürerek, Türkiye’nin iç işlerine karışmasına izin
vermeyeceğini göstermiştir.
1930’lu yıllarda Türk-Yunan ilişkilerindeki yumuşamanın getirdiği havayla Türk
Hükümeti ile Patrikhane arasındaki ilişkiler normalleşmiştir. Türkiye ihtiyatlı bir
şekilde de olsa Patrikhane’nin evrensel bir karakter kazanmasına göz yummuştur. 126
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir yandan Rus-Ortodoks Kilisesi’nin bir
canlanma içerisine girmesi ve SSCB’nin Fener Patriği’nin tüm Ortodoks kiliseleri
tarafından seçilmesi gerektiğini ileri sürmeye başlaması, diğer yandan Türk-Yunan
ilişkilerinin, Batı Bloğu içinde yer almanın getirdiği havayla daha da yakınlaşması
nedeniyle, Türkiye’nin Patrikhane ile ilişkilerinde yeni bir evreye girilmiştir. 1946’da
seçilen yeni Patrik V. Maksimos’un, Yunan İç Savaşı’nda Komünistleri destekleyen ve
Kıbrıs sorununa ilişkin olarak Türk Hükümeti’ni kızdıran açıklamalar yapması üzerine,
ABD’nin de desteği ve yönlendirmesiyle, Türkiye ve Yunanistan yeni bir patrik
arayışına girmişler, sonunda Patrik Maksimos istifa ettirilmiştir. Onun yerine Kuzey ve
Güney Amerika
Rum-Ortodoks
Başpiskoposu
Athinagoras
patrik
seçilmiştir.
Patrikhane, başta buna karşı koymuşsa da ikna edilmiş ve patrik seçilecek kişinin Türk
vatandaşı olma zorunluluğu nedeniyle Athinagoras Türk vatandaşlığına alınarak patrik
yapılmıştır. Bu olayla birlikte Patrikhane uluslararasılaşmaya başlamış ve devreye ABD
girmiştir.
Fener Patrikhanesi, Doğu Bloğu’nun çöküşüne kadar bir daha ABD’nin yakın
ilgisini çekmemiştir. 1991’de yeni seçilen patrik Bartholomeos’la birlikte Patrikhane
hızla dışa açılarak çok hareketli bir dönem yaşamaya başlamıştır. Kendinden öncekilere
göre genç yaşta seçilen patrik, uluslararası konjonktürün de yarattığı koşullarda
popülaritesini gittikçe artırmıştır. Bununla birlikte iki temel sorunla karşı karşıya olduğu
görülmektedir. Birincisi, sayısı çok azalan, neredeyse yok olmaya yüz tutan RumOrtodoks cemaatinin Türkiye’de tutulabilmesi, ikincisi ise Heybeliada Ruhban
Okulu’nun tekrar açılması sorunudur. Hem Patrikhane içi ihtiyacı karşılayabilmesi, hem
de yurtdışında görevlendirerek, Ekümenikliğini sürdürebilmesi açısından ikinci sorun
son derece yaşamsal bir nitelik taşımaktadır.127
126
Yorgo Benlisoy / Elçin Macar, Fener Patrikhanesi, Ayraç Yayınevi, Ankara, 1996, s. 50-53;
Keskin, “Azınlıklar Konusu”, s. 255
127
Benlisoy / Macar, a.g.e., s. 53-56; Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 260
96
1844 yılında Fener Patrikhanesi’nin kendi din adamlarını yetiştirmek amacıyla
kurduğu Heybeliada Ruhban Okulu, 1971’de Anayasa Mahkemesi’nin özel yüksek
okulların devletleştirilmesine karar vermesi üzerine kapatılmıştır. Bu nedenle
Patrikhane kendi ihtiyacını karşılayacak yeni din adamları yetiştirememektedir. Lozan
Antlaşması’nın 40. maddesi çerçevesinde azınlıklara her türlü okulu kurma konusunda
eşit haklar verilmiş olduğuna göre, Türkiye’de 1980’lerden sonra kurulan özel vakıf
üniversiteleri gibi Heybeliada Ruhban Okulu’nun da açılabileceği düşünülmüştür.
Ancak askeri ve dinsel okulların sadece devlet eliyle kurulabileceğini söyleyen Yüksek
Öğretim Kurulu (YÖK) Kanunu nedeniyle okulun tekrar açılması mümkün olamamıştır.
Diğer taraftan, AB’ye adaylık sürecinde yapılan reformlar çerçevesinde Heybeliada
Ruhban Okulu’nun açılması yeniden gündeme gelmiştir.128
C. Türkiye’de Azınlık Hukuku
1. Mevzuat’ın Genel Görünümü ve Uygulamalar
Türkiye’de, başta 1982 Anayasası olmak üzere bazı hukuksal düzenlemede açık
bir biçimde ifadesini bulan resmi görüşe göre, Lozan Antlaşması’yla tanınan
gayrimüslim azınlıklar dışında başka bir azınlık yoktur.
Söz konusu yaklaşımın temel kaynağı, 1982 Anayasası’nın Başlangıç
bölümünde yer alan “Türk varlığının devleti ve ülkesi ile bölünmezliği” ilkesi, yine bu
ilkenin tekrarlandığı, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili
Türkçe’dir.” şeklindeki 3. maddesi ve 1.,2. ve 3. maddelerin “değiştirilemeyeceği ve
değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceğini” öngören 4. maddedir..129
Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü terimi, 1991 tarih ve 3173
sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesi ve daha sonra 19 Haziran 2003’te
AB’ye Altıncı Uyum Paketi ile kaldırılan 8/1. maddesi, 1934 tarih ve 2959 sayılı Polis
Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 8. ve ek 7. maddeleri, 2954 sayılı Türkiye Radyo ve
Televizyon Kanunu’nun 5/A maddesi, 3984 sayılı Radyo ve Televizyon Kuruluş ve
Yayınları Hakkındaki Kanun’un 4. maddesi, 1983 tarih ve 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanunu’nun 78. ve 101. maddelerinde, 2004 tarihinde yürürlükten kaldırılan 1983 Tarih
ve 2908 sayılı Dernekler Kanunu’nun 44. ve 55. maddelerinde yer almaktadır. Adı
geçen kanunlar çerçevesinde, Türkiye’de etnik ve dilsel farklılıklara dayanan
128
Benlisoy / Macar, a.g.e., s. 66-67; Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 260
Aynur Ayzit, “Mevzuatın Görünümü”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık
Hakları, s. 242
129
97
azınlıkların varolduğunun ileri sürülmesi durumunda, devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmak gerekçesiyle, bunu yapanlar hakkında suç duyurusunda
bulunma ve yargılama yoluna gidildiği görülmektedir.
Ayrıca 2005’e kadar yürürlükte kalan eski Türk Ceza Kanunu’nun antidemokratik bir nitelik taşıyan 312/2. maddesinde, halkı sınıf, ırk, din, mezhep ya da
bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimseler hakkında hapis
ve para cezaları öngörülmüştür.
Siyasi Partiler Kanunu’nun 81. maddesinde ve eski Dernekler Kanunu’nun 5.
maddesinde, Türkiye’de ırk, din, kültür, mezhep ya da dil farklılıklarına dayanarak
azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek, Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve
kültürleri korumak geliştirmek yaymak yoluyla Türkiye’de azınlıklar yaratmak
amacıyla dernek ya da siyasi parti kurulamayacağı ve faaliyette bulunamayacağı
belirtilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü ve azınlık yaratma yasağı ilkeleri çerçevesinde birçok siyasi partiyi
kapatmıştır.
Yine, Siyasi Partiler Kanunu’nun 43/3. maddesi, Milletvekili adaylarının
Türkçe’den başka dil ve yazı kullanamayacaklarını, 81. maddesiyse siyasi partilerin,
tüzük
ve
programlarının
yazımında
ve
yayınlanmasında,
kongrelerinde,
propagandalarında Türkçe’den başka bir dil kullanamayacakları, Türkçe’den başka bir
dille yazılmış pankartlar, levhalar, plaklar, ses ve görüntü bantları, broşür ve bildiriler
kullanıp, dağıtamayacaklarını belirtmiştir.
Anayasa’nın 42. maddesinde yer alan, Türkçe’den başka hiçbir dilin eğitim ve
öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamayacağı ve
öğretilemeyeceği hükmü, Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşların anadillerinin Türkçe
olduğu yolundaki bir kabule dayanıldığını düşündürtmektedir.
1983 yılında çıkarılan, ancak 1991’de kaldırılan 2932 sayılı Türkçe’den Başka
Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun’un 2. maddesiyle, Türkiye tarafından
tanınmış devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşünce açıklamak
ve yaymak yasaklanmış, yine bu Kanunla yerel dillerin konuşulması yasaklanmıştır. 12
Eylül askeri rejimi döneminde çıkarılan söz konusu Kanunun temelinde yatan nedenin,
özellikle Kürtçe konuşulmasının önlenmesi olduğu ifade edilmektedir.
98
1587 sayılı Nüfus Kanunu’nun 16. maddesiyle Türk milli kültürüne, ahlak
kurallarına, örf ve adetlere uygun düşmeyen ya da kanuna aykırı ve kamuoyunu inciten
adlar konulamayacağı belirtilmiştir. Bu Kanun çerçevesinde özellikle Kürtçe isimlerin
konulması yasaklanmış ya da engellenmiştir. Söz konusu hüküm 6. AB Uyum Paketi ile
kaldırılmış, ancak ilgili bakanlık temsilcilerinden kurulan “Reformları İzleme Grubu”,
Türk alfabesine uygun yazılması koşulunu getirdiği için, İçişleri Bakanlığı tarafından
valiliklere gönderilen genelge sonucu, “q, w, x” gibi harfleri içeren isimlere engel
olunmaktadır.
1949 tarih ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 1/d maddesinde Türkçe olmayan
köy adlarının en kısa zamanda İçişleri Bakanlığı tarafından değiştirileceği belirtilmiş ve
bu Kanununa dayanarak, Türkiye’deki tüm Kürtçe, Lazca, Rumca, Ermenice, Süryanice
vb. dillerde olan yerleşim birimlerinin adları değiştirilerek Türkçe adlar konulmuştur.130
1934 tarih ve 2510 sayılı İskan Kanunu’nun 4/a maddesinde, Türk kültürüne
bağlı olmayanların Türkiye’ye muhacir olarak alınmayacakları belirtilmiş, 11.
maddesinde anadili Türkçe olmayanlara karşı önlemler alınması ve bunların başka
yerlere sürülmeleri öngörülmüştür. Yine aynı Kanunun 3. ve 12. maddelerinde “Türk
soylu” ve “Türk kültürüne bağlı kimseler” ibareleri yer almış, çeşitli tarihlerde
değişiklik yapılan söz konusu Kanunun ilk şeklinde altı ayrı yerde “Türk ırkından
olanlar” ifadesi kullanılmıştır. Kanunun asıl amacının, anadili Türkçe olmayanları göç
ettirmek ve asimile etmek olduğu yolunda değerlendirmeler yapılmaktadır.131
Türkiye’deki azınlık mevzuatı ve uygulamalarına bakıldığında dikkati çeken bir
başka husus da kimi zaman gayrimüslim azınlıkların “yabancı” olarak adlandırılmış ve
değerlendirilmiş olmalarıdır. Oysaki hukuksal açıdan yabancı, vatandaş olmayan
kimsedir. gayrimüslim azınlıklar ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdırlar. Cumhuriyet
döneminde, 1940’lara kadar gayrimüslim vatandaşların nüfus kayıtları “Ecanip
Defteri”ne yani yabancılar bölümüne kaydedilmiştir. Cemaat vakıflarıyla ilgili olarak,
Yargıtay’ın 1970’li yıllarda verdiği kararlarda gayrimüslim vatandaşların, yabancı
olarak adlandırıldığı görülmektedir. İstanbul 2 Numaralı İdare Mahkemesi 17 Nisan
1996 ve 1995/1271 Esas, 1996/552 Karar sayılı kararında bir Rum vatandaş için
130
Anar, a.g.e., s.92; Ayzit, a.g.e., s. 244-251; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 68-71
Anar, a.g.e., s.88; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 73; İskan Kanunu ile ilgili ayrıntılı bilgi için
ayrıca bkz. Okutan, a.g.e., s. 246-265; Yıldız, a.g.e., s. 248-253; farklı bir değerlendirme için bkz. Taner
Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 5. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001
131
99
“yabancı uyruklu TC vatandaşı” ifadesini kullanmıştır. Bu karar Danıştay 12. Dairesi
önüne gittiğindeyse, sözü geçen ifade temyiz nedeni sayılmamış, karar oybirliğiyle
onaylanmıştır.132
1988 tarihinde çıkarılan ve 1992 yılına kadar yürürlükte kalan Sabotajlara Karşı
Koruma Yönetmeliği’nin 5/j maddesinde, sabotaj yapabilecek kişiler sıralanırken,
“memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı) ve yabancı ırktan olanlar” denilerek,
aslında gayrimüslim azınlıklar kastedilmiştir.133
625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun, Türkçe’den başka bir dilde
öğretim yapan ve yabancılar tarafından açılmış bulunan özel okullarda Türk müdür
başyardımcısı atanmasına ilişkin olan 24/1. maddesi, Türk vatandaşı olan gayrimüslim
azınlıkların okullarına da uygulanmaktadır. 24/2. maddedeyse müdür başyardımcısının
“Türk asıllı ve TC uyruklu” olması gerektiği hükmü yer almaktadır. Bu uygulama
gayrimüslim vatandaşların yabancı olarak tanımlandığına ilişkin bir başka dikkate değer
örnektir.134
2004 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi gayrimüslim vatandaşlarını, ülke
güvenliğini korumak açısından kontrol etmek için, 1962 yılında Başbakanlık talimatıyla
gizli olarak İçişleri Bakanlığı’na bağlı “Azınlık Tali Komisyonu” adlı bir kurum kurmuş
olduğu basına yansımıştır. Bu Komisyon 2004’te yine gizli bir Başbakanlık
genelgesiyle kaldırılmıştır.
Sonuç olarak, Türkiye’deki azınlık mevzuatı ve uygulamalarına bakıldığında,
Anayasa’nın 66. maddesindeki, vatandaşlığı tanımlayan ve Türk olmayı devletle birey
arasındaki hukuksal ilişkiye, yani vatandaşlığa bağlayan çağdaş hüküm ile mevzuattaki
bazı hükümler çatışmakta ve Türk kelimesine verilen anlam çerçevesinde çeşitli ayrımcı
uygulamalar görülmektedir.135
132
Fethiye Çetin, “Yerli Yabancılar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık
Hakları, s. 75-77; Oran ,Türkiye’de Azınlıklar, s. 65
133
Anar, a.g.e., s. 93; Çetin, a.g.e., s. 70
134
Çetin, a.g.e., s. 78; Bu okullarla ilgili olarak ayrıca bkz. Nimet Özbek Hadimoğlu, “Yerleşme ve
Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşmeye Ek Mektuplar”, Yaşayan Lozan, s. 724-747; Nuri Yaşar,
“Yabancı ve Azınlık Okullarının Türk Hukukundaki Statüsü”, Kamu Hukuku Arşivi, Yıl:3, No:1
(Şubat 2000), s. 54-57
135
Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 76-77; Türkiye’de azınlık mevzuatı ve uygulamasıyla ilgili ayrıca
bkz. Semra Somersan, “Türkiye’de Azınlık Hakları: Yasal ve Pratik Engeller”, Türkiye’de İnsan
Hakları, Oya Çitçi (Der.), TODAİE Yayınları, Ankara, 2000, s. 255-269
100
2. Anayasa Mahkemesi’nin Azınlıklar Konusuna Bakışı
Anayasa Mahkemesi siyasal partilerin kapatılması davalarında, azınlık tanımı
azınlık hakları
konusunu Lozan Antlaşması çerçevesinde sık sık incelemiş ve bu
konuda yorum getirmiştir.
Anayasa’nın 68. maddesinde, siyasal partilerin tüzük ve programları ile
eylemlerinin devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
olamayacağı, 69. maddesinde ise, söz konusu nitelikteki fiillerin o partinin üyelerince
yoğun bir şekilde işlendiği ya da fiillerin doğrudan doğruya parti organlarınca kararlılık
içinde işlendiği Anayasa Mahkemesi’nce tespit edildiği durumda, siyasal partilerin
kapatılacağı hükme bağlanmıştır. Bu çerçevede, Anayasa Mahkemesi, milletin
bölünmez bütünlüğü ilkesine dayanarak siyasal partileri kapatmaktadır.
Söz konusu kararlardan ilki, 1961 Anayasası döneminde, Türkiye İşçi
Partisi’nin (TİP) 1971 yılında Anayasa’nın 57. maddesindeki devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi ve 648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 89.
maddesindeki siyasal partilerin Türkiye’de azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri
ve azınlıklar yaratamayacakları şeklindeki hüküm çerçevesinde kapatılmasıdır. Anayasa
Mahkemesi, TİP’in 4. Büyük Kongresi’nde benimsenen karaların, Kürt dili ve
kültürünü korumak, geliştirmek ve yaymak, böylece azınlık yaratmak yolunda olduğu
gerekçesiyle partiyi kapatmıştır.
1961 Anayasası döneminde kapatılan bir başka siyasal partiyse Türkiye Emekçi
Partisi’dir (TEP). Anayasa Mahkemesi, TEP’i, programındaki, anadili Türkçe olmayan
okul çağındaki Türk vatandaşlarına Milli Eğitim Bakanlığı yönetiminde anadil ve kültür
eğitiminin sağlanması cümlesiyle ilgili olarak, bir kesim vatandaşta, kendilerinin azınlık
oldukları düşüncesini yaratmaya çalışmanın, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü temel ilkesine kesinlikle aykırı düştüğü gerekçesiyle 1980 yılında
kapatmıştır. Aynı kararında Mahkeme, Anayasa’nın resmi dilin Türkçe olduğu
yolundaki hükmünü tartışmış, resmi dilin Türkçe olmasının, resmi yazışmalar yanında,
öğretimin ve ulusal kültürün yalnızca Türkçe’ye dayanacağını, başka bir deyişle
ülkedeki tek ulusal kültürün Türk kültürü olduğunu belirtmiştir. Kararda Anayasanın,
ulus bütünlüğünün, Türk milliyetçiliğine aykırı bir biçimde din, dil ya da ırk gibi
öğelere dayanarak bölünmesine yönelik davranışlara açık olmadığı belirtilmiştir.
Anayasa Mahkemesi aynı kararında, Türkiye’de Lozan Barış Antlaşması dışında,
101
uluslararası bir belgeyle tanınmış bir azınlık bulunmadığını vurgulamıştır. Anayasa
Mahkemesi’ne göre, “Lozan Barış Antlaşması’nın III. Fasıl hükümleriyle Türkiye’de,
gayrimüslim azınlıkların varlığı tanınmış ve bunların yararlanacakları hak ve
ayrıcalıklar belirtilmiştir. Bu hükümler mütekabiliyet esasına dayanmaktadır. Lozan
Barış Antlaşması’ndaki azınlıklara ilişkin hükümler, belli durumdaki gayrimüslim
kişilere özgü bulunduğundan, bunlar dışındaki Türk vatandaşlarının onlara eşit
durumda oldukları söylenemez.”
1982 Anayasası döneminde, Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP), parti
tüzük ve programından dolayı, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozduğu gerekçesiyle 1991 yılında kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi, söz konusu
davada azınlıklar konusunu tartışırken, Siyasi Partiler Kanunu’nun gerekçesinden de
söz ederek, Türkiye’de Lozan Antlaşması ile kabul edilenlerin dışında azınlık
bulunmadığını, buna göre sadece Müslüman olmayanların azınlık olarak kabul
edildiğini, Lozan Barış Antlaşması görüşmeleri ve kararlarında Türkiye’deki azınlıklar
sayılırken Kürtlere yer verilmediğini belirtmiştir. Bu karar, 1998 yılında Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından, AİHS’nin örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen
11. maddesine aykırı bulunmuştur.136
Sosyalist Parti (SP) 1992 yılında, parti yayınları ve parti genel başkanının
konuşmalarından dolayı, ülkenin ve ulusun bölünmez bütünlüğünü bozacak eylemlerle
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve Siyasi Partiler Kanunu’na aykırı davrandığı
gerekçesiyle kapatılmıştır. Bu kararında, Anayasa Mahkemesi, ırk ve dil farklılıklarına
göre
azınlık
statüsü
tanımanın,
ülke
ve
millet
bütünlüğü
kavramlarıyla
bağdaşmayacağını, Türk vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle
siyasal ya da hukuksal ayrılığın söz konusu olmadığını, Türkiye’nin sosyolojik yapısı
nedeniyle Kürt kökenlileri bilimsel yönden azınlık saymaya yeterli özellik ve öğenin
bulunmadığını ifade etmiştir. Aynı kararında Mahkeme, Türkiye’de Lozan Antlaşması
ile kabul edilenler ve 18 Ekim 1925 tarihli Türkiye ile Bulgaristan arasındaki Dostluk
Antlaşması’nda
sayılanlar
dışında
azınlık
136
olmadığını
vurgulamıştır.
Anayasa
Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri-Türkiye Davası, Başvuru No: 133/1996/752/951,
19392/92, Karar Tarihi: 30.11.1998, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyatbkp.html
102
Mahkemesi’nin anılan kararı 1998’de AİHM tarafından AİHS’nin 11. maddesine aykırı
bulunmuştur. 137
1993 yılında Anayasa Mahkemesi, Halkın Emek Partisi’ni (HEP) bölücülük
yaptığı gerekçesiyle, yine aynı şekilde kapatılmasına karar vermiştir.
Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP), parti programındaki bazı bölümlerin,
Siyasi Partiler Kanunu’nun azınlıklarla ilgili 78/a, 81/a,b ve 89. maddelerine aykırılığı
nedeniyle 1993 yılında kapatılmasına karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi söz konusu
kararında, adı geçen partinin programının Türk ulusunun bütünlüğünü ırk esasına dayalı
olarak, Türk ve Kürt ulusları biçiminde ikiye böldüğünü, ezilen halk olarak nitelediği
Kürtlere ayrı bir ulus olarak kendi kaderlerini tayin etme hakkını verme amacına
yönelik devletin ülkesi milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozacak hükümler içerdiğini
vurgulayarak, partiyi kapatmıştır. AİHM, Mahkemenin bu kararını, 1999 yılında
AİHS’nin 11. maddesine aykırı bulmuştur.138
Anayasa Mahkemesi, Sosyalist Türkiye Partisi’ni (STP) programındaki bazı
bölümler nedeniyle, Siyasi Partiler Kanunu’nun 78/a ve 81/a,b maddelerine göre
kapatılmasına karar vermiştir. Mahkeme bu kararında, ÖZDEP’in kapatılması
kararındaki görüşlerini tekrar etmiştir. AİHM 2003 yılında, Anayasa Mahkemesi’nin
söz konusu kararını AİHS’nin 11. maddesine aykırı bulmuştur. 139
Anayasa Mahkemesi 1994 yılında, Demokrasi Partisi’nin (DEP) genel
başkanının yaptığı konuşmalar ve parti merkez yürütme kurulunun “Demokrasi
Partisi’nin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildirisi nedeniyle kapatılmasına karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi, adı geçen partiyle ilgili kararında da daha önceki kapatma
kararlarında ifade etmiş olduğu görüşlerini sürdürmüştür. Mahkeme bu kararında,
ulusun bütünlüğü kavramını tartışırken, Anayasa’nın bölgeler için özerklik ve
özyönetim adı altında ayrılık getiren yöntemlere ve biçimlere kapalı olduğunu
söylemiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, “Devlet TEK, ülke TÜM, ulus BİR”dir.
Anayasa Mahkemesi, aynı kararda konuyu Lozan Barış Antlaşması yönünden de
tartışmış ve daha önceki kararlarında vardığı sonucu tekrar etmiştir. Buna göre, Lozan
137
Sosyalist Parti ve Diğerleri - Türkiye Davası, Başvuru No: 20/1997/804/1007, 21237/93, Karar
Tarihi: 25.05.1998, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyasosyalistpdigerleri.html
138
ÖZDEP - Türkiye Davası, Başvuru No: 23885 / 94, Karar Tarihi : 08.12.1999, karar için
bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyaozdep.html
139
Sosyalist Türkiye Partisi-Türkiye Davası, Başvuru No: 26482/95, Karar Tarihi:12.11.2003, karar için
bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcSosyalistTurkiyePartisi.html
103
Barış Antlaşması sadece Müslüman olmayanları azınlık olarak kabul etmiştir. Lozan
Antlaşması ile, Müslüman olmayanlara da Müslümanların yararlandıkları medeni ve
siyasal haklardan yararlanma olanağı sağlandığı, böylece yasalar önünde din ayrımı
yapılmaksızın herkesin eşit konuma getirildiği vurgulanmıştır. AİHM 2002 yılında bu
kararı da, AİHS’nin 11. maddesine aykırı bulmuştur. 140
Emek Partisi (EP), 1997 yılında programının, Anayasa’nın bazı maddeleri
yanında, Siyasi Partiler Kanunu’nun 78/a ve 81/a,b maddelerine aykırı olduğu
gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi, azınlık
yaratılmasıyla ulus bütünlüğü arasında çatışma bulunduğu yönündeki görüşlerini tekrar
etmiş, adı geçen partinin de devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
hareket ettiği gerekçesiyle kapatılmasına karar vermiştir. AİHM 2005 yılında, bu kararı,
AİHS’in 11.maddesine aykırı bulmuştur.141
Demokratik Kitle Partisi (DKP), 1999 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından,
parti programında azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğü ve milletin bütünlüğünün
bozulması
amacının
güdüldüğü
çerçevesinde,
bölücülük
yaptığı
gerekçesiyle
kapatılmıştır.
Nihayet, Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), 2003 yılında devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline
geldiği gerekçesiyle, Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri ile Siyasî Partiler Kanunu’nun
101. ve 103. maddeleri gereğince Anayasa Mahkemesi tarafından temelli olarak
kapatılmıştır.
Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi azınlık haklarını, evrensel insan hakları
bağlamında değil, ulusal hukuk ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar
bağlamında ele almaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin karalarında, azınlık haklarının
ülkenin bölünmez bütünlüğü ve üniter devlet ilkeleriyle çatıştığı ve dış müdahalelerle
örtüştüğü yönünde bir değerlendirmenin yapıldığı görülmektedir. Kültürel kimlik
taleplerini, ülke ve ulus bütünlüğüne karşı bir tehdit olarak algılamakta ve ayrılıkçı
talepleri gündeme getirdiğini düşünmektedir. Bu nedenle vatandaşlık bağını, etnik
140
Sadak ve Diğerleri -Türkiye (no:2) Davası, Başvuru No: 251144/94, 26149/95, 26154/95, 27100/95,
27100/95, Karar Tarihi: 11.06.2002, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyasadak.html
141
Emek Partisi ve Şenol-Türkiye Davası, Başvuru No: 39434/98, Karar Tarihi: 31.05.2005, karar için
bkz: www.yargitay.gov.tr/aihm/emek_partisi_ve_senol.htm , AİHM’in söz konusu kararlarına ayrıca
şu adresten ulaşılabilir:http://www.echr.coe.int/ECHR/EN/Header/CaseLaw/HUDOC/HUDOC+database/
104
grupların arasında birleştirici ve bütünleştirici bir unsur olarak kabul etmektedir.
Mahkeme, ırksal ya da dilsel farklılıklara göre azınlık statüsü yaratılmasını, devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı bulmaktadır. Anayasa
Mahkemesi kararlarına göre, tüm vatandaşlar, yurttaş olmanın getirdiği haklardan eşit
olarak yararlanırlar, çeşitli etnik kökenlerden gelen vatandaşlar kendi dillerini ve
kültürlerini kendi özel yaşamlarında serbestçe kullanabilirler, ancak yerel dillerin
eğitimde
ve
kamusal
alanda
kullanılması
Anayasayla
bağdaşmaz.
Anayasa
Mahkemesi’ne göre, devletin tekliği, ülkenin tümlüğü ve ulusun birliği, Türkiye’de
Lozan Antlaşması ve 1925 tarihli Türkiye ve Bulgaristan arasındaki Dostluk
Antlaşması’nda sayılanlar dışında azınlık bulunduğunun benimsenmesine olanak
vermediğini, azınlık haklarından yararlananların sadece gayrimüslimler olduğunu
vurgulamıştır.142
3. Azınlık (Cemaat) Vakıfları
Osmanlı İmparatorluğu döneminde azınlık cemaatleri, kilise, okul, yetimhane,
hastane binaları vb. hayır amacıyla edindikleri taşınmazların dışında,söz konusu
kuruluşlara gelir sağlamak için birçok başka taşınmaz mallar edinmişlerdir. Osmanlı
hukukunda “tüzel kişilik” kavramı olmadığından bu taşınmazlar tapuya kaydedilirken,
bazen cemaatten güvenilir gerçek kişiler adına (“nam-ı müstear”), çoğunluklaysa Hz.
İsa, Hz. Meryem ya da bazı azizler adına kaydedilmişlerdir (“nam-ı mevhum”). 1328
(1912) tarihli “Eşhas-ı Hükmiyenin Emval-i Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair
Kanun-ı Muvakkat” ile o güne kadar tüzel kişilikleri olmayan cemaat vakıflarına tüzel
kişilik tanınmış, geçici bir fıkra ile cemaatler ve hayır kuruluşlarının nam-ı müstear ve
nam-ı mevhum ile tasarruf etmekte bulundukları taşınmazlar için tapu idaresine
(“Defter-i Hakani Emaneti”) 6 aylık bir süre içerisinde başvurmaları halinde, cemaat
vakıfları adına tashihen tescilin yapılması kabul edilmiştir. Daha sonra süre üç kez daha
uzatılmıştır. Bu hükümlerden faydalanmak üzere patrikhaneler tapu idaresine
başvurmuşlardır. Böylece, söz konusu düzenlemeyle “Osmanlı müessesat-ı hayriyesi”
142
Yılmaz Aliefendioğlu, “Azınlık Hakları ve Türk Anayasa Mahkemesi’nin Azınlık Konusuna
Bakışı”,Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 228-239; Hakan Karakuş,
“Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Parti Kapatma Kararları ve
Davalarında Azınlık Hakları”, Kopenhag Kriterleri: Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin Ortak
Paydası mı?, İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul,
2001, s. 220-222; Oran, Türkiye’de Azınlıklar , s. 77-83; ayrıca bkz. Naz Çavuşoğlu, “Parti
Yasaklanması Rejiminde Azınlıklar Problemi: Türk Anayasa Mahkemesi Kararları Üzerine Bir Not”,
İÜSBFD (Prof. Dr. Mesut Önen’e Armağan), No:10 (Ocak 1995),s. 35-42
105
olarak adlandırılan azınlık kuruluşları, ilk kez tüzel kişilik kazanmışlar ve hangi
taşınmazın hangi kuruluşa ait olduğu belirlenmiştir. Adı geçen Kanun-ı Muvakkatla
cemaatlere ait taşınmazların tapuda adlarına tescili kısmen sağlanmışsa da, birçok tapu
kaydı açık kalmış ve uygulamada sorunlar yaşanmıştır.143
Cumhuriyet döneminde Lozan Antlaşması’nın azınlıkların korunması hükümleri
çerçevesinde, azınlıkların hayır ve din kuruluşları ile okulları varlıklarını devam
ettirmişlerdir. 17 Şubat 1926’da kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Türk
Medeni Kanunu’nda, ticaret şirketleri dışında, dernekler ve tesisler∗ olmak üzere iki
çeşit tüzel kişilik öngörülmüştür. Türk Medeni Kanunu’ndan önce var olan vakıfların ve
cemaatlere ait hayır kurumlarının başka bir kanunla düzenlenmesi düşünülmüştür.
Böylece vakıflarla ilgili yeni kanunun hazırlanması çalışmalarına başlanmıştır.
5 Haziran 1935’te kabul edilen ve 13 Haziran 1935 tarihli resmi gazetede
yayınlanarak 6 ay sonra yürürlüğe giren 2672 sayılı Vakıflar Kanunu ile, “Osmanlı
cemaat ve müessesat-ı hayriyesi” olarak adlandırılan cemaat vakıflarına, Medeni Kanun
ile öngörülen tüzel kişilik niteliği tanınmış ve cemaat vakıfları, o güne kadar üzerinde
tasarruf ettikleri taşınmazları, beyanname vermek suretiyle kendi adlarına tescil
olanağına kavuşmuşlardır.
2672 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 44. maddesinde, 16 Şubat 1328 tarihli Kanun-ı
Muvakkat gereğince tapuya verilen cetvellerde belirtilmiş bulunan ve en az 15 yıldan
beri vakıflarınca tasarruf edilegeldiği kanıtlanabilen taşınmazların vakıfları adına tapuya
tescil edileceklerine dair yapılan ilandan 2 yıl geçtikten sonra, itiraz edilmezse ilgili
cemaat vakfı adına tapuya tescil edilecekleri belirtilmiştir. Aynı Kanunun geçici A
maddesinde, vakıfların mütevellilerine, söz konusu taşınmazları bir liste halinde
bildirmeleri için, Kanunun
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 ay süre verileceği
hükme bağlanmıştır. Böylece uygulamada “1936 Beyannamesi” olarak anılan ve ileride
önemli sorunlar doğuracak olan bir uygulamaya gidilmiştir. Cemaatler, bu hükmün
kendilerini kapsayıp kapsamadığı hususunda tereddüde düşmüş, ancak kanuni süre söz
konusu olduğundan doğmuş olan haklarını kaybetmemek kaygısıyla, beyannamelerini
ihtirazi kayıtla (çekince) vermişlerdir. Uygulamada 1936 Beyannamesi adı verilen bu
143
Diran Bakar, “Uygulamadan Ayrımcılık Örnekleri ve Azınlık Vakıflarının Sorunları”, Ulusal,
Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 264; Yuda Reyna / Ester Moreno Zonana,
Son Yasal Düzenlemelere Göre Cemaat Vakıfları, Gözlem Yayınları, İstanbul, 2003, s. 41
∗
13 Haziran 1967 tarihli ve 903 sayılı Kanunla tesislerin ismi vakıf olarak değiştirilmiştir.
106
beyannameler, sırf malik bulunulan taşınmazların bir listesinden ibaret kalmıştır. Pek
çok taşınmaz anılan hükümden faydalanarak cemaat vakıfları adına tescil edilmiştir.
Bundan sonra cemaat vakıfları uzunca bir süre yeni taşınmaz maliki olabilmişler ve
taşınmazlar üzerinde tasarrufta bulunabilmişlerdir.144
1972 yılından itibaren Vakıflar Genel Müdürlüğü, cemaat vakıflarının
“vakıfname”lerini (vakıf senedi) istemeye başlamıştır. Oysa ki cemaat vakıflarının her
biri Osmanlı döneminde padişah fermanlarıyla kurulduğu için vakıfnameleri yoktur.
Vakıfnamelerinin olmadığı yönündeki cevap üzerine Vakıflar Genel Müdürlüğü,
1936’da verilen beyannameleri, cemaat vakıflarının vakıfnamesi sayacağını bildirmiş ve
bu vakıfların 1936’dan sonra herhangi bir yolla edindikleri taşınmazlara el konacağını
ilan etmiştir. Çünkü, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne göre, bu taşınmazlar 1936 yılında
alınan beyannamelerde kayıtlı değillerdir ve anılan beyannamelerde, cemaat vakıflarının
taşınmaz edinebilecekleri hususunda bir hüküm bulunmamaktadır. Cemaat vakıflarının,
1936 tarihli beyannamelerin sadece bir taşınmaz listesi olmaları sebebiyle böyle bir
hususu içermelerinin mümkün olmadığı yolundaki itirazları durumu değiştirmemiş ve
hangi yoldan olursa olsun, bu vakıfların 1936’dan sonra edindikleri taşınmazlara el
konmaya başlanmıştır. El konulan vakıf taşınmazları, onları satmış olan sahiplerine ya
da onların mirasçılarına bedelsiz olarak iade edilmiş, mirasçının bulunmaması halinde
yine bedelsiz olarak Hazine’ye intikal ettirilmiştir.
Diğer taraftan, 1936 tarihli beyannameler, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın hukuken
oldukça tartışılır kararlarıyla, cemaat vakıflarının vakıfnamesi olarak kabul edilmiş,
cemaat vakıflarının yeni taşınmazlar edinebilmeleri yolu kapatılmış ve bu yüzden
uygulamada çeşitli ihtilaflar meydana gelmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8 Mayıs 1974 tarih ve 1971/2-820 Esas,
1974/505 Karar sayılı kararıyla, cemaat vakıflarının Vakıflar Kanunu’na göre verilmiş
1936 tarihli beyannamelerinin, vakıfname olarak kabul edileceği, söz konusu
vakıfnamelerde mal iktisabı için açıklık bulunmaması itibariyle yeni taşınmaz iktisap
edemeyecekleri sonucuna varılmıştır. Yargıtay’ın bu içtihadından sonra, cemaat
vakıfları taşınmaz edinememeye, kendilerine bağışlanan taşınmazları da iktisap
edememeye başlamışlardır. Cemaat vakıflarına vasiyet yoluyla intikal etmiş bulunan
taşınmazlar hakkında açılan davalarla, bu taşınmazların mülkiyeti eski maliklerinin
144
Bakar, a.g.e., s. 265-266; Reyna / Moreno Zonana, a.g.e., s. 85-87
107
mirasçılarına, mirasçı olmaması halinde de Hazine’ye intikal ettirilmiştir. 1974 sonrası
dönemde 2672 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 44. maddesine dayanılarak açılan tapu iptali
ve tescili davalarında, 1328 tarihli Kanun-ı Muvakkat ya da 1936 tarihli
beyannamelerde bulunması halinde taşınmazın, davacı cemaat vakfı adına tesciline
karar verilmiştir. Ancak bu davalarda da cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi’nde yer
almasına rağmen bazı taşınmazlar hakkındaki tapu iptali ve tescili davaları
reddedilmiştir. Yargıtay’ın anılan görüşü, AB Uyum Paketleri çerçevesinde 3 Ağustos
2002 tarih ve 4771 sayılı ve 2 Ocak 2003 tarih ve 4778 sayılı Çeşitli Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunların kabulüne kadar devam etmiştir.
Danıştay 12. Dairesi’nin 2 Mart 1970 tarih ve 1969/337 Esas, 1970/391 Karar
sayılı kararında, Vakıflar Kanunu’nda ve diğer mevzuatta cemaat vakıflarının yeni bina
inşa edemeyeceklerine dair yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığından, kanun tarafından
yasaklanmamış bütün tasarrufları yapmaya yetkili oldukları sonucuna varmışsa da, daha
sonraki kararlarında bu görüşünü değiştirmiştir. Nitekim, Danıştay 12. Dairesi, 21
Haziran 1976 tarih ve 1975/1181 Esas, 1976/1508 Karar sayılı kararında, davacı vakfın,
cemaat vakıflarının vakıfname yerine geçmek üzere verdikleri 1936 tarihli
beyannamelerde vakfın yeni taşınmazlar edinebileceği yolunda hüküm bulunduğunu
iddia edemediğini ve kanıtlayamadığını vurgulamış, bu nedenle vasiyet yoluyla
bağışlanan taşınmazın tapuya tescili için davalı idare tarafından izin belgesi
verilmemesinde kanuna bir aykırılık görmemiştir.
AB’ye uyum çerçevesinde çıkarılan 4771 sayılı ve 4778 sayılı Kanunlarla
birlikte cemaat vakıflarına vakıfnameleri olsun ya da olmasın, Bakanlar Kurulu’nun
izniyle hayri, dinsel, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını
karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilecekleri, edinilen taşınmaz mallarda tasarrufta
bulunma ve uluslararası faaliyette bulunma olanağı tanınmıştır. Cemaat vakıflarının her
ne suretle olursa olsun, tasarrufları altında bulunduğu, belgelerle belirlenen taşınmaz
malların, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde başvurulması halinde
vakıf adına tescil olunacağı ve cemaat vakıfları adına bağışlanan ya da vasiyet olan
taşınmaz malların da bu kapsama girdiği belirtilmiştir. Adı geçen Kanunlarla, 1936
108
Beyannamesi’nin vakıfname yerine geçtiği yolundaki görüş zımnen terk edilmiş
olmaktadır.145
D. Avrupa Birliği’ne Adaylık Sürecinde Türkiye’de Azınlık Hakları
Türkiye; BM, AK ve AGİT gibi uluslararası örgütlere üye ve bu çerçevede çok
sayıda uluslararası belgeye taraf bir devlet olarak, uluslararası alanda yükümlülük altına
giren ve Batı’ya entegre olmaya çalışan bir ülkedir. Türkiye, insan haklarının ve temel
özgürlüklerin korunmasıyla ilgili uluslararası düzenlemeleri imzalayıp onaylayarak,
AB’ye girmek yolundaki istek ve iradesini ortaya koymuştur.
Türkiye, 11 Aralık 1999’daki AB Helsinki Zirvesi’nde, AB’ye adaylık
statüsünün kabul edilmesinden itibaren üyelik yönünde önemli adımlar atmaya başlamış
ve bir reform sürecine girilmiştir. AB’nin Türkiye’ye, üyelik için çizdiği bir yol haritası
olan “Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB)” 8 Kasım 2000 tarihinde AB Konseyi tarafından
kabul edilmiştir. KOB’da, tam üyelik müzakerelerinin başlaması ve topluluk yardımının
yapılabilmesi için Türkiye’nin kısa ve orta vadede yapması gerekenler sıralanmış,
ayrıca AB’ye üyelik koşulu olarak aday ülkelere, demokrasi, hukuk devleti, insan
hakları ve azınlıkların korunmasını garanti altına alan istikrarlı kurumlara sahip olma
yükümlülüğü getiren “Kopenhag Siyasi Kriterleri”nin tam olarak benimsenmesi için
Türk mevzuatında ve uygulamasında yapılması gereken değişiklikler üzerinde
durulmuştur. Bunun üzerine Türkiye, 19 Mart 2001’de, KOB doğrultusunda hazırlanan
bir “Ulusal Program (UP)” ilan etmiştir. UP, KOB’da belirtilen hedefleri
ayrıntılandırarak, bunların gerçekleştirilmesini bir takvime bağlayan belge niteliğini
taşımaktadır. Türkiye’nin AB mevzuatına uyum yolunda aldığı mesafe, AB’nin yıllık
olarak yayınladığı “İlerleme Raporları”nda değerlendirilmiştir. Söz konusu ilerleme
raporlarında, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar ile Kürtler ve Aleviler gibi diğer etnik
ve dinsel grupların talepleriyle ilgili ve onlara yönelik hak ihlalleriyle ilgili bölümler
bulunmaktadır. Gerek KOB gerekse UP, 2003 yılında gözden geçirilmiştir.146
Bu çerçevede Türkiye, 3 Ekim 2001 ve 7 Mayıs 2004 tarihinde reform
niteliğinde kapsamlı anayasa değişiklikleri gerçekleştirmiş ve ayrıca Şubat 2002’den
145
Bakar, a.g.e., s. 269-270; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 84-87; Reyna / Moreno Zonana, a.g.e., s.
43, 88-91; Azınlık vakıflarıyla ilgili olarak ayrıca bkz. Nazif Öztürk, Azınlık Vakıfları, Altınküre
Yayınları, Ankara, 2003
146
İnanç, a.g.e.,s. 44; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 94; Oktay Uygun, “Azınlık Hakları Açısından
Katılım Ortaklığı Belgesi ve Ulusal Program”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta
Azınlık Hakları, s. 337; KOB ve UP hakkında ayrıntılı bilgi ayrıca bkz. Ekinci, a.g.e, s. 89-128
109
itibaren AB Uyum Paketleri çıkararak bazı kanunlarda değişiklikler yapmıştır. 2001
Anayasa değişikliğiyle 1982 Anayasası’nın 34 maddesi, 2004 değişikliğiyle de 10
maddesi Kopenhag Siyasal Kriterleri’ne uyum sağlamak amacıyla değiştirilmiştir. Yanı
sıra Türkiye, insan ve azınlık haklarını ilgilendiren mevzuatında reformlar girişerek 7
adet AB Uyum Paketi çıkarmıştır.∗ Bu bağlamda ölüm cezası kaldırılmış, işkence ve
kötü muamelenin önlenmesine yönelik kapsamlı yasal ve yönetsel düzenlemeler
yapılmış, olağanüstü hal uygulaması ülke genelinde kaldırılmış düşünceyi açıklama ve
yayma özgürlükleriyle ve basın özgürlüğü genişletilmiş, dernekler ve vakıflar mevzuatı
ile toplantı ve gösteri haklarına ilişkin düzenlemeler iyileştirilmiş, AİHM kararları
ışığında yeniden yargılama imkanı getirilmiş, farklı dil, lehçe ve ağızlarda öğrenim ve
yayın hakkının kullanılmasına yönelik mevzuatı iyileştiren düzenlemeler yapılmış,
siyasal partilerin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmaları zorlaştırılmış, Milli
Güvenlik Kurulu’nun (MGK) danışma organı rolü yeniden tanımlanmış, 1982
Anayasası’nın uluslararası antlaşmaların onaylanmasıyla ilgili 90. maddesi 2004 yılında
değiştirilerek, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla kanunların
çatışması durumunda uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağı belirtilmiştir.
Ayrıca, insan hakları alanında devlet ve sivil toplum arasında güçlü bir diyalog
platformu oluşturmak amacıyla “Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu”
kurulmuştur.147
AB Uyum Paketleri’nin getirdiği Türkiye’deki kültürel grupları ve azınlıkları
ilgilendiren düzenlemeler şöyle sıralanabilir: İkinci Uyum Paketi ile, Basın
Kanunu’nda, yasak dillerde yayın yapma konusundaki hüküm kaldırılmıştır. Üçüncü
Uyum Paketi ile, 2923 sayılı “Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimiyle Türk Vatandaşlarının
Farklı ve Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun”da yapılan değişikliklerle,
Türk
vatandaşlarınca
geleneksel
olarak
kullanılan
farklı
dil
ve
lehçelerin
öğrenilmesindeki sınırlamalar kaldırılmıştır. 3984 sayılı Radyo ve Televizyon Kuruluş
ve Yayınları Hakkındaki Kanun’da değişiklik yapılarak, geleneksel dil ve lehçelerde
yayın yapılmasına imkan tanınmıştır. Vakıflar Kanunu değiştirilerek, cemaat
vakıflarının Bakanlar Kurulu kararıyla taşınmaz edinebilmeleri sağlanmıştır. Dördüncü
Birinci Uyum Paketi 6 Şubat 2002, İkinci Uyum Paketi 26 Mart 2002, Üçüncü Uyum Paketi 3
Ağustos 2002, Dördüncü Uyum Paketi 2 Ocak 2003, Beşinci Uyum Paketi 23 Ocak 2003, Altıncı Uyum
Paketi 19 Haziran 2003, Yedinci Uyum Paketi 30 Temmuz 2003 tarihlerinde çıkarılmıştır.
147
İnanç, a.g.e., s. 44-45; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 95-98
∗
110
Uyum Paketi ile, Vakıflar Kanunu tekrar değiştirilmiş, cemaat vakıflarının taşınmaz
edinebilmeleri
bu
kez
Vakıflar
Genel
Müdürlüğü’nün
iznine
bağlanarak
kolaylaştırılmıştır. “Cemaat Vakıflarının Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta
Bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına
Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik”, 24 Ocak 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Altıncı Uyum Paketi ile,
Radyo ve Televizyon Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki
Kanun’da yapılan değişiklikle, özel radyo ve televizyon kanallarının çeşitli geleneksel
dil ve lehçelerde yayın yapmalarına olanak tanınmıştır. Nüfus Kanunu değiştirilerek,
ana-babaların çocuklarına istedikleri adı koymalarına yönelik kısıtlamalar kaldırılmıştır.
İmar Kanunu’nda değişiklik yapılarak, her din ve inanışa ait ibadet yerlerinin
kurulmasına imkan tanınmıştır. Cemaat vakıflarının kullandıkları taşınmazları vakıf
adına tescil ettirebilmeleri için tanınan süre uzatılmıştır. Yedinci Uyum Paketi ile, Türk
vatandaşları tarafından kullanılan dil ve lehçeleri öğrenme imkanları genişletilmiş,
mevcut dil kursları içerisinde bu amaçla özel sınıf açılması mümkün kılınmıştır.
Bununla birlikte, yapılan köklü reformlara rağmen, uygulamada bir çok sorun ortaya
çıkmış ve çok ağır bir ilerleme kaydedilmiştir.148
Anılan reformların uygulanmalarına gelince; İkinci AB Uyum Paketi ile, Basın
Kanunu’ndan yasak dillerde yayın yapma yasağı kaldırılmış olmasına rağmen, Türkiye
Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT), Kürtçe
yayın yapamayacağımı bildirmiştir.
Üçüncü AB Uyum Paketi ile, Türk vatandaşlarınca kullanılan dil ve lehçelerin
öğrenilmesindeki sınırlamalar kaldırılmış, fakat bu sefer, yalnızca TRT’de yayın
yapılabileceği yorumu yapılmıştır. Altıncı Uyum Paketi ile, özel radyo ve
televizyonların yayın yapmasına olanak tanınmış, ancak Radyo ve Televizyon Üst
Kurulu (RTÜK) tarafından çıkarılan 18 Kasım 2003 tarihli Yönetmelikle, yalnızca
ulusal radyo ve televizyonlarda yayın yapılabileceği, çocuklara yönelik program
yapılamayacağı , dil öğretilemeyeceği, her programda Türkçe alt yazı konacağı,
radyoların günde 60 dakikayı aşmadan haftada 5 saat, televizyonların günde 45 dakikayı
aşmadan haftada 4 saat Türkçe’den farklı dil ve lehçelerde yayın yapabilecekleri hükme
bağlanmıştır. TRT, 7 Haziran 2004’ten başlayarak Türkçe’den farklı dil ve lehçelerde
yayın yapmaya başlamıştır. Bu yayınlar, Radyo 1’de ve TRT 3’te, hafta içi günde 35
148
Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 98-99
111
dakikayla sınırlı olmak üzere yapılmaktadır. Sırasıyla, Pazartesi Boşnakça, Salı Arapça,
Çarşamba Kırmanci, Perşembe Çerkezce, Cuma Zazaca yayınlara devam edilmektedir.
Kürtçe kursları açmak için yapılan başvurularda, uygulamada çeşitli engellerle
karşılaşılmaktadır. Örneğin, Şanlıurfa’da Kürtçe dil kursu açmak isteyen emekli bir
öğretmenin, açacağı dershaneye “Özel Urfa Kürt Dili Lehçeleri Öğretim Merkezi” adını
vermesine izin verilmemiş, bunun yerine İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından “Özel
Urfa Mahalli Lehçe Dil Kursu” adı önerilmiştir. Bir diğer engelleme örneği, Kürtçe dil
kurslarında dil dersi verecek öğretmenlerin nitelikleriyle ilgilidir. Türkiye’de bir dilde
ders verebilmek için, o dilde lisans eğitimi görmüş olmak gerekmektedir. Oysa
Türkiye’de Kürkçe lisans eğitimi yapılmamaktadır. Diğer taraftan, üniversitede Kürtçe
dil dersi verilmesi için dilekçe veren öğrencilere okuldan uzaklaştırma cezası verilmiş,
öğrenciler gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında dava açılmış ve daha sonra
Yargıtay tarafından bozulacak olan 3 yıla kadar hapis cezası verilmiştir.
Cemaat vakıflarının durumu AB Uyum Paketleri çerçevesinde iyileştirilmişse de
uygulamada bu vakıflar da çeşitli güçlüklerle karşılaşmışlardır. Cemaat vakıfları,
bugüne kadar, tasarrufları altında bulunan taşınmazların ancak çok az bir kısmını tapuya
tescil ettirebilmişlerdir. Yapılan başvuruların birçoğu hak sahibi olmadıkları
gerekçesiyle reddedilmiş ya da belgelerin eksik olduğu gerekçesiyle geri çevrilmiştir.149
Türkiye’de azınlıklara ve azınlık haklarına yönelik devletçi-milliyetçi tepkinin
bir örneği de Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun başkanlığını yaptığı Başbakanlık İnsan
Hakları Danışma Kurulu’na bağlı “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Alt Komisyonu”
başkanı Prof. Dr. Baskın Oran tarafından hazırlanarak, aynı Komisyonca kabul edilen
“Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu Raporu”nun 22 Ekim 2004
tarihinde yapılan basın toplantısıyla kamuoyuna duyurulması ve 1 Kasım 2004 tarihinde
Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu tarafından resmen açıklanması sırasında ve sonrasında
rapora gösterilen sert tepkilerdir.150
Diğer taraftan, Türkiye bu süreçte çeşitli uluslararası sözleşmeleri de imzalamış
ve
onaylamıştır: Ölüm Cezasının Kaldırılmasına Dair Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’ne EK 6. Protokol, BM Her Türlü Irk Ayrımcılığının Önlenmesi
149
İnanç, a.g.e., s. 54-58, Oran, , Türkiye’de Azınlıklar, s. 100-107; Türkiye’deki azınlıkların öğretim
ve yayın hakları için ayrıca bkz. Selim Okçuoğlu, “Ulusal Mevzuatta Azınlıkların Eğitim/Öğretim ve
Yayın Hakkı (İç Hukukta Başvuru Yolları)”, Toplum ve Hukuk, Sayı: 11 (Güz 2004), s. 69-75
150
Rapor’un tam metni için bkz. Birikim, Sayı: 188 (Aralık 2004), s. 26-30; bu raporun eleştirisi için
bkz.Muzaffer İlhan Erdost, Azınlıklar Sorunu, Onur Yayınları, Ankara, 2005
112
Sözleşmesi, BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi
İhtiyari Protokolü, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve BM Ekonomik, Sosyal
ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.
Türkiye, üyesi bulunduğu uluslararası örgütler tarafından hazırlanan insan
hakları belgelerinin azınlıklara ilişkin hükümlerine çekince koymuş, yalnızca azınlıkları
konu edinen belgelere ise taraf olmamıştır. BM tarafından 1989’da kabul edilen Çocuk
Hakları Sözleşmesi’ni 1995 yılında onaylayan Türkiye, Sözleşmenin azınlık mensubu
çocukların dil ve eğitim haklarıyla ilgili 17., 29. ve 30. maddelerine çekince koymuştur.
Türkiye, AK’nın Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ile Bölgesel Diller
veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı onaylamamıştır.
Türkiye 2003 yılında onayladığı, 1966 BM İkiz Sözleşmeleri’nin (KSHS ve
ESKHS) kendi kaderini tayin hakkını düzenleyen ortak 1. maddesine ilişkin yaptığı
yorum beyanında, sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini BM Şartı’nın ülke
bütünlüğüne ve ulusal güvenliğe ilişkin 1. ve 2. maddelerine göre yerine getireceğini
belirtmiştir. KSHS’nin azınlık haklarına ilişkin 27. maddesinde ise “Türkiye
Cumhuriyeti,
söz
konusu
sözleşmenin
27.
maddesini,
Türkiye
Cumhuriyeti
Anayasası’nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ve Ek’lerinin ilgili
hükümlerine ve usullerine göre uyguluma hakkını saklı tutar” beyanıyla çekince
koymuştur. ESKHS’nin eğitim hakkını düzenleyen 13. maddesine ilişkin çekincede ise,
bu maddenin Anayasa’nın ilgili hükümleri çerçevesinde uygulanacağı belirtilmiştir.151
151
İnanç, a.g.e., s. 45-46
113
SONUÇ
Azınlık hakları ve azınlıkların korunması, uluslararası sistemin ve uluslararası
hukukun en önemli ve çatışmalı konularından birisi olmuştur. Özellikle 1789 Fransız
Devrimi ile yayılan milliyetçilik akımları sonucu ulus-devletlerin kurulmasıyla birlikte,
azınlıklar sorunu sadece bir devletin sınırları içerisinde kalan bir konu olmaktan
çıkarak, uluslararası sistemin ve uluslararası hukukun ilgi alanına girmiştir. Azınlıklar
sorununu çatışmalı hale getiren husus ise, ulus-devletlerin genellikle sınırları içerisinde
yaşayan azınlıklara belli kolektif hakları tanımak istememeleri, hatta onları asimile
etmeye çalışmaları ve konuyu daha çok bir iç hukuk sorunu olarak görmeleri olmuştur.
Devletler, azınlıkları genellikle ulusal bütünlüklerine ve egemenliklerine karşı bir tehdit
olarak görmüşlerdir. Buna karşılık azınlıklar, devletlerden kendi kolektif hak ve
özgürlüklerini tanımasını talep etmişlerdir. Ulus-devletlerle azınlıklar arasındaki bu
çelişki, zaman zaman silahlı çatışmalara varan mücadelelere yol açmıştır. Uluslararası
insan hakları hukuku işte bu noktada devreye girerek koruyucu ve düzenleyici bir rol
üstlenmiştir.
Bugün yaşanılan küreselleşme sürecinde, azınlıklar ve azınlık hakları üzerinde
yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Aynı zamanda, azınlıklara ilgili uluslararası
düzenlemelerin sayısı artmakta ve azınlık haklarını geliştirmeye yönelik çok önemli
adımlar atılmaktadır. Ancak, azınlık haklarının uluslararası korunması bakımından etkin
bir mekanizmanın oluşturulduğu söylenemez. Bunun temel nedeni, azınlık tanımında ve
azınlık kavramının içeriğinin belirlenmesinde farklı yaklaşımların ve yorumların söz
konusu olmasıdır.
Azınlıklar üzerine yapılan bütün tanım denemeleri, azınlıkların çoğunluktan
farklı etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel özelliklere sahip ortak bir kimlik oluşturduğunu
ve bu ortak kimliği koruma ve sürdürme yönünde bir iradeye sahip olduklarını
vurgulamaktadır. Ancak azınlık tanımındaki söz konusu ortak kimlik vurgusu
beraberinde iki çok önemli sorunu gündeme getirmektedir. Bu sorunlardan birincisi;
azınlık haklarının, kolektif haklar olarak nitelenip nitelenemeyecekleri sorunu, ikincisi
ise; bu soruna bağlı olarak azınlık haklarıyla kendi kaderini tayin hakkı arasındaki
ilişkidir. Uluslararası belgelerde, bir yandan devletlerin ülke bütünlüğünü ve
egemenliğini korumak amacıyla, ayrılıkçı taleplere ve siyasal projelere hukuksal
114
meşruiyet sağlayacak azınlık hakları tanınmasından
kaçınılırken, diğer yandan
demokratik bir toplumda çoğulculuğun korunması çerçevesinde azınlıklara haklar
tanınması gereği üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda azınlık haklarının bireysel boyutu
öne çıkarılmış, uluslararası düzenlemelerde azınlıklara mensup kişiler ifadesine yer
verilerek, bu hakların öznesinin bireyler olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte,
azınlıklara mensup kişilere tanınan kendi kültürlerini, dinlerini ya da dillerini koruma ve
sürdürme hakkı ile asimilasyon yasağı, dolaylı bir biçimde olsa da azınlıkların kolektif
kimliklerini korunması sonucunu doğurmuştur.
Azınlıklar ile ilgili uluslararası belgelerde ülke bütünlüğünün ve devlet
egemenliğinin korunmasına yapılan vurgu, ayrılma hakkı anlamında kendi kaderini
tayin hakkının azınlıklara tanınmamış olduğunun bir göstergesidir. Kendi kaderini tayin
hakkının, ayrılma hakkı şeklindeki
dışsal boyutu azınlıklara tanınmamış olmakla
birlikte, azınlıkların kültürel, sosyal ve ekonomik yaşama ve özellikle onları ilgilendiren
kamusal işlere etkili katılımını sağlamak için devletlere getirilen yükümlülükler, kendi
kaderini tayin hakkının içsel boyutunu gündeme getirmektedir. Kendi kaderini tayin
hakkının içsel boyutu, pratikte çoğulcu-demokratik bir toplum ve devlet düzeni
anlamına gelir ve azınlıklar bakımından yerel ya da özerk yönetimlerden federasyona
kadar farklı biçimlerde çözümler getirilmesini içerir.
Azınlıklara tanınan haklar, öncelikle ayrımcılığın önlenmesi ve eşitlik ilkeleri
üzerine kurulmuştur. Bununla birlikte azınlık hakları, yalnızca ayrımcılığın önlenmesi
ve eşitliğin sağlanmasının ötesinde, azınlıklara pozitif ayrımcılık uygulanmasını da
kapsamaktadır. Bu bağlamda pozitif ayrımcılık, çoğunluk ile azınlık arasında hukuksal
ve fiili eşitliğin sağlanması için azınlık kimliğinin korunması anlamını taşımaktadır.
Günümüzde uluslararası insan hakları hukuku içindeki önemi giderek artan
azınlık hakları, çokkültürlülük, kültürel çeşitlilik, farklılıkların bir arada yaşaması gibi
kavramları beraberinde getirmiştir. Hukuk devleti ilkesine dayanan, çoğulcu ve
katılımcı demokratik bir sosyal ve siyasal düzenin yerleşmesi için, azınlık haklarının
korunması ve geliştirilmesi vazgeçilmez bir koşul haline gelmektedir. Diğer yandan,
çeşitli uluslararası kuruluşlar tarafından hazırlanan uluslararası belgelerde, bir devlette
azınlık bulunup bulunmadığının, o devletin kararına bağlı olmadığı, bunun sadece o
devletin bir iç sorunu olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmektedir.
115
Bununla birlikte, uluslararası insan hakları hukuku içinde azınlık hakları
kategorisinin
güçlendirilmesinin
arka
planında,
1990’larda
Doğu
Bloğu’nun
dağılmasıyla oluşan ve küreselleşme olarak da adlandırılan Yeni Dünya Düzeni’nde
(YDD), tırmanışa geçen etnik milliyetçilik ve azınlık sorunlarının uluslararası barış ve
istikrarı bozan etkisine çözüm bulma arayışı belirleyici bir yer tutmaktadır. Bu sürecin
ortaya çıkardığı gelişmelerden biri de, farklılıkların daha fazla vurgulanması, başka bir
deyişle, bireye ve mensup olduğu gruba ait özelliklerin, etnik, dinsel, dilsel ya da
kültürel farklılıkların öne çıkarılmasıdır. Ancak, azınlık kimliklerinin ya da
farklılıklarının aşırı derecede vurgulanması uzun vadede sakıncalı sonuçlara yol
açabilir. Kimlik farklılıklarına aşırı vurgu, her kimliğin kendi içine kapanmasına yol
açan gettolaşma eğilimlerine yol açarak, bireyleri azınlık kimliği içerisine hapsedici bir
nitelik taşımaktadır. Azınlık haklarının geliştirilmesi ve güçlendirilmesi yönünde çabada
bulunurken, bunun azınlık milliyetçiliğini körükleyecek etnik, dinsel ya da dilsel
temelde modern toplumun cemaatleşmesi ve giderek çatışmalara sürüklenmesi
tehlikesine karşı dikkatli olunmalıdır. Azınlıklar, ulus-devletin farklılıkları yok sayan ve
ortadan kaldırmaya çalışan homojenleştirici ve baskıcı politikalarından kurtarılmak
istenirken, bu kez azınlıklara mensup bireyler, azınlık kimliğinin zaman zaman
marjinalleştirici olabilen kafesleri içerisine hapsedilmemelidir.
Diğer taraftan neo-liberal küreselleşme süreci ulus-devletleri aşındırarak ulusüstü bir yapılanmaya doğru gitmektedir. Neo-liberalizm çerçevesinde yeniden yapılanan
uluslararası sistem, ulus-devleti aşmakta kimlik politikaları bağlamında azınlıkları etkin
bir unsur olarak kullanmaktadır. Bu çerçevede, ilk bakışta çelişik görünse de aslında,
küreselleşme ile bölgeselleşme ve yerelleşme süreçleri birbirine paralel olarak gitmekte,
azınlıklar bölgeselleşme ve yerelleşme sürecinin taşıyıcıları olarak, ulus-devletin
aşındırılmasında önemli bir rol oynamaktadırlar. Fakat, ulus-devleti aşındırma işlevi
yüklenen azınlıklara kendi devletlerini kurma hakkı tanınmamaktadır. Sonuç olarak,
ulus-devletin aşılması yönünde yeniden yapılanan uluslararası sistem, bölgeselleşme ve
yerelleşme eğilimlerine uygun olarak azınlık milliyetçiliklerini beslemekten öteye
gidememektedir.
Türkiye’de azınlıklar sorununun tarihsel gelişimine bakıldığında ise, öncelikle,
Osmanlı Millet Sistemi üzerinde durmak gerekir. Osmanlı Devleti’nin toprakları
üzerinde yaşayan gayrimüslimler, İslam Hukuku’ndaki Zimmet kurumu çerçevesinde
116
din esasına göre gruplandırılmışlar, bu gruplara kendi dinsel, hukuksal ve sosyal
yaşamlarını sürdürme izni verilmiştir. Millet Sistemi adı verilen bu yapı çerçevesinde
gayrimüslim gruplar, kendi iç düzenleri bakımından bağımsız bir nitelik kazanmışlardır.
Osmanlı Devleti’nde Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasında bir eşitlik olduğu
söylenemez. gayrimüslimler, sadece kendilerine yönelik olarak Osmanlı Devleti’nin
göstermiş olduğu hoşgörüden yararlanmışlardır. Bu çerçevede kimi önemli kısıtlamalara
tabi tutulmuşlardır. Ancak, çağın diğer devletleri göz önünde tutulduğunda Osmanlı
Devleti, zamanına göre ileri sayılabilecek bir anlayışla gayrimüslimleri yönetmiştir.
Gayrimüslimler bu yolla kendi geleneklerini ve kültürlerini koruma ve geliştirme
olanağına sahip olmuşlardır. Millet Sistemi, Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu
dönemlerde başarıyla yürütülmüştür.
19. yüzyılda Fransız Devrimi’nin etkisiyle ortaya çıkan milliyetçilik akımları
sonucunda çok uluslu imparatorluklar çözülmeye başlamıştır. Kendisi de çok uluslu bir
imparatorluk olan Osmanlı Devleti bu süreçten nasibini almış, öncelikle Balkanlardaki
gayrimüslim uluslar Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlıklarını elde etmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin dağılma evresinde, gayrimüslimlerin statülerini iyileştirmek için
yapılan reformlar sonuçsuz kalmış. Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde yaşayan
bütün uyrukları Osmanlılık düşüncesi etrafında birleştirmek şeklinde ifade edilebilecek
olan Osmanlıcılık ideolojisi başarısız olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin içinde yer aldığı devletler
grubunun yenilgisinin ardından, savaş galibi devletler Türkiye’nin çeşitli bölgelerini
işgal etmişler ve Osmanlı Devleti’ne, çok ağır hükümler içeren Sevr Antlaşması’nı
dayatmışlardır. Bunun üzerine Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde
emperyalist devletlere karşı bir kurtuluş savaşı başlatmış ve zaferle sonuçlandırmıştır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile yeni
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmıştır.
Osmanlı Devleti döneminde ortaya çıkan ve o güne kadar devam eden azınlıklar
sorunu Lozan Konferansı’nda gündeme gelmiştir. Batılı devletlerin, Türkiye’de yaşayan
bütün soy, dil ve din azınlıklarının, örneğin Müslüman olan Kürt, Çerkez, Arap vb.
unsurların azınlık korumasından yararlanması yönündeki tüm ısrarlarına rağmen, soy ve
dil azınlıkları kabul edilmemiş, azınlık koruması yalnızca gayrimüslimlerle sınırlı
117
tutulmuştur. Lozan’da azınlık olarak yalnızca gayrimüslimlerin tanınmış olması, aslında
Osmanlı Millet Sisteminin bir yansımasıdır.
Lozan Barış Antlaşması’nın “Siyasal Hükümler” başlığını taşıyan I. Bölümünün
“Azınlıkların Korunması” başlıklı III. Kesimi (37-45. maddeler) azınlıklarla ilgilidir. Bu
çerçevede Türkiye’de hukuksal olarak sadece gayrimüslimlerin azınlık olarak tanınmış
olduğu görülmektedir. Ancak uygulamada yalnızca Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ile
1925 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında yapılan Dostluk Antlaşması çerçevesinde
Bulgarlar azınlık koruma hükümlerinden yararlanmış, Süryaniler,
Keldaniler,
Nasturiler, Bahailer vb. diğer gayrimüslim gruplar azınlık korumasından çok uzun bir
süre yararlanamamışlardır. Türkiye, Lozan Antlaşması’na göre sadece gayrimüslimlerin
azınlık sayıldığı görüşünü, AK ve BM bünyesinde daha sonra yapılan sözleşmelere
katılırken de korumuştur.
Diğer taraftan, son zamanlarda Lozan Antlaşması’nda sadece gayrimüslimlere
değil, bunun yanında Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına, tüm Türk
vatandaşlarına ve hatta Türkiye’de oturan herkese haklar getirildiği, Lozan
Antlaşması’nın özellikle 39/4. ve 39/5. maddelerinin, anadilleri Türkçe’den başka olan
Türk
vatandaşlarının,
anadillerini
kullanabilmelerine,
anadillerinde
yayın
yapabilmelerine ve anadillerini öğrenebilmelerine imkan tanıdığı şeklinde yorumlar
geliştirilmiş olmakla birlikte, bu konuda bir görüş birliğine varılmış olduğu söylenemez.
Böyle bir yorumun, Türkiye’nin iç hukuku ve uluslararası hukuk açısından doğuracağı
sonuçlar belirsiz olduğundan, Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması” ile ilgili
kesiminin nasıl yorumlanması gerektiği hususundaki tartışmalar yoğun bir biçimde
sürmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan Lozan Barış
Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan antlaşmalar arasında günümüzde
de varlığını
sürdüren az sayıdaki uluslararası hukuk metininden birisidir .Lozan
Antlaşması’nın imzalanmasından sonraki dönemde uluslararası alanda azınlıklar ve
azınlık hakları ile ilgili onca gelişme yaşanmasına rağmen, Türkiye’nin azınlıkların
korunması ile ilgili olarak Lozan’da kabul etmiş olduğu yapı, bugün de ayrıcalıklı yerini
korumakta ve birçok devlet için model olacak ölçüde önem taşımaktadır.
118
KAYNAKÇA
KİTAPLAR
AKTAR, Ayhan, Varlık Vergisi ve “Türkleştirme” Politikaları, 6. Baskı, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002
AKYOL, Taha, Medine’den Lozan’a, Milliyet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1997
ANAR, Erol, Öte Kıyıda Yaşayanlar, Azınlıklar, Yerli Halklar ve Türkiye, Belge
Yayınları, İstanbul, 1997
ANDREWS, Peter Alford, Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev. Mustafa Küpüşğolu, Ant
ve Tüm Zamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1992
ARSAVA, Ayşe Füsun, Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının
Uluslararası
Belgeler ve Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi
Işığında İncelenmesi, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1993
BENLİSOY, Yorgo/MACAR, Elçin, Fener Patrikhanesi, Ayraç Yayınevi, Ankara,
1996
BİLSEL, Cemil, Lozan, Cilt 1-2, Tıpkı Basım, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1998
BOZKURT, Deniz (Der.), Karşılaştırmalı Lozan ve Sevr Barış Antlaşmaları, Umay
Kültür Sanat Merkezi Yayınları, Ankara, 1998
BOZKURT, Gülnihal, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı
Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1924),
2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996
ÇAVUŞOĞLU, Naz, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları,
Bilim yayınları, İstanbul, 1999
EKİNCİ, Tarık Ziya, Avrupa Birliği’nde Azınlıkların Korunması Sorunu, Türkiye
ve Kürtler, Sümer Yayıncılık, İstanbul, 2001
ERHAN, Çağrı (Der.), Yaşayan Lozan, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 2003
ERDOST, Muzaffer İlhan, Azınlıklar Sorunu, Onur Yayınları, Ankara, 2005
GÜLER, Ali, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, Tamga Yayıncılık, Ankara,
2000
119
İNANÇ, Zeri (Der.), Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, Ütopya Yayınevi,
Ankara, 2004
KABOĞLU, İbrahim (Der.), Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık
Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan
Antlaşması), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002
KAFAOĞLU, Arslan Başer, Varlık Vergisi Gerçeği, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2002
KAPTAN, Eyüp, Lozan Konferansı’nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri
Basımevi, İstanbul, 2002
KARACAN, Ali Naci, Lozan, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971
KURUBAŞ, Erol, Asimilasyondan Tanınmaya, Uluslararası Alanda Azınlık
Sorunları ve Avrupa Yaklaşımı, Asil Yayın-Dağıtım, Ankara, 2004
KYMLICKA, Wiil, Çokkültürlü Yurttaşlık, Azınlık Haklarının Liberal Teorisi,
Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998
MERAY, Seha L. (Çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım I,
Cilt 1, Kitap 1, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1969
MERAY, Seha L. (Çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım II,
Cilt 2, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1973
OKUTAN, M. Çağatay, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004
ORAN, Baskın, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri, SAEMK Yayınları, Ankara, 1999
ORAN, Baskın, Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. Basım, İmaj Yayınevi, Ankara, 2001
ORAN, Baskın (Der.), Türk Dış Politikası (Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar), Cilt I: 1919-1980, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001
ORAN, Baskın, Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat,
Uygulama, TESEV Yayınları, İstanbul, 2004
ÖZDEK, Yasemin, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yayınevi, Ankara,
2000
ÖZTÜRK, Nazif, Azınlık Vakıfları, Altınküre Yayınları, Ankara, 2003
PREECE, Jennifer Jackson, Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi, Çev.
Ayşegül Demir, Donkişot Yayınları, İstanbul, 2001
REYNA, Yuda/MORENO ZONANA, Ester, Son Yasal Düzenlemelere Göre Cemaat
Vakıfları, Gözlem Yayınları, İstanbul, 2003
120
RIZA NUR, Lozan Hatıraları, 4. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1999
ŞİMŞİR, Bilal (Der.), Lozan Telgrafları I (1922-1923); Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1990
SOYSAL, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal
Antlaşmaları, I. Cilt (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983
TİMUR, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, 5.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara,
2001
THORNBERRY, Patrick, İnternational Law and The Rights of Minorities, Oxford
University Press, Oxford, 1997
Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Çev. İsmail Yarkın, 2. Basım, İnter Yayınları,
İstanbul, 1993
ÜRER, Levent, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, Derin Yayınları, İstanbul, 2003
ÜSTEL, Füsun, Yurttaşlık ve Demokrasi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999
YILDIZ, Ahmet, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, Türk Ulusal Kimliğinin EtnoSeküler Sınırları (1919-1938), 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004
MAKALELER
AKAR,
Rıdvan, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları”, Modernleşme ve
Çokkültürlülük, İletişim Yayınları ve Helsinki Yurttaşlar Derneği Dizisi, İstanbul,
2001, s. 16-25
ALİEFENDİOĞLU, Yılmaz, “Azınlık Hakları ve Türk Anayasa Mahkemesi’nin
Azınlık Konusuna Bakışı”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık
Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan
Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi
Yayınları, İstanbul, 2002, s. 218-241
ALPKAYA, Gökçen, “Uluslararası İnsan Hakları Hukuku Bağlamında Azınlıklara
İlişkin Bazı Gelişmeler”, TODAİE İnsan Hakları Yıllığı, C. 14 (1992), s. 147-176
ARSAVA, Ayşe Füsun, “Azınlık Hakları ve Bu Çerçevede Ortaya Çıkan
Düzenlemeler”, AÜSBFD (Prof. Dr. Gündüz Ökçün’e Armağan), C. 47, No: 1-2
(Ocak-Haziran 1992), s. 51-62
121
ARSAVA, Ayşe Füsun, “Ulusal Grup Hakları ve Bu Konuda Meydana Gelen
Gelişmeler”, AÜSBFD (Prof. Dr. Bedri Gürsoy’a Armağan), C. 47, No: 3-4
(Haziran-Aralık 1992), s. 13-20
ATAÖV, Türkkaya, “Azınlıklar Üstüne Bazı Düşünceler”, AÜSBFD, C. XLІІ, No:1-4
(Ocak-Aralık 1987), s. 49-66
AYDIN, Zeynep, “Lozan Antlaşması’nda Azınlık Statüsü, Farklı Kökenlere Tanınan
Haklar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş
Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu
(Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 209-217
AYZİT, Aynur, “Mevzuatın Görünümü”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası
Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi,
Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları
Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 242-261
BAKAR, Diran, “Uygulamadan Ayrımcılık Örnekleri ve Azınlık Vakıflarının
Sorunları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları
(Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması),
İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul,
2002, s. 262-275
BALİ, Rıfat N., “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikası”, Birikim, Sayı: 115
(Kasım 1998), s. 80-90
BİLSEL, Cemil, “Medeni Kanun ve Lozan Muahedesi”, Medeni Kanun’un XV.
Yıldönümü İçin, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1944, s. 21-71
BOZKURT, Gülnihal, “Türk Hukuk Tarihinde Azınlıklar”, AÜHFD, C. 43, No:1-4
(Ocak- Aralık 1993), s. 49-59
ÇAVUŞOĞLU, Naz, “Parti Yasaklanması Rejiminde Azınlıklar Problemi: Türk
Anayasa Mahkemesi Kararları Üzerine Bir Not”, İÜSBFD (Prof. Dr. Mesut
Önen’e Armağan), No:10 (Ocak 1995), s. 35-42
ÇAVUŞOĞLU, Naz, “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”,
AÜSBF İnsan Hakları Merkezi Dergisi, C. III, No:3 (Kasım 1995), s. 30-35;
ÇETİN, Fethiye, “Yerli Yabancılar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta
Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan
122
Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi
Yayınları, İstanbul, 2002, s. 70-81
DEMİREL, Ahmet, “TBMM’de Lozan Görüşmeleri”, Toplumsal Tarih , Sayı: 115
(Temmuz 2003), s. 78-81
GÜLER, Ali, “Azınlıklar ile İlgili Lozan’da Oluşturulan Statü ve Bunun Türkiye’nin
Milli Birlik ve Bütünlüğü Bakımından Önemi”, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48
(Şubat 2000), s. 41-69
HADDEN, Tom, “Uluslararası Hukukta Azınlıkların ve Halkların Hakları”,
Ortadoğu’da Milliyetçilik, Azınlıklar ve Diasporalar, Kirsten E. Schulze/ Martin
Stokes/ Colm Campbell, (Der.), Çev: Ahmet Fethi, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1999,
s. 27-40
KABOĞLU, İbrahim, “İnsan Hakları, Azınlık Hakları ve Türkiye”, Ulusal, Ulusalüstü
ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği,
Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu
İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 17-28
KARAKUŞ, Hakan, “Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
Parti Kapatma Kararları ve Davalarında Azınlık Hakları”, Kopenhag Kriterleri:
Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin Ortak Paydası mı?, İbrahimKaboğlu
(Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 220-230
KESKİN, Funda, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erhan (Der.), T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 213-263
KESKİN, Funda, “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi”, Yaşayan Lozan,
Çağrı Erhan (Der.), T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s.
765-806
KÜÇÜK,
Cevdet,
“Osmanlılarda
Millet
Sistemi
Tanzimat”,
Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.
1007-1024
OKÇUOĞLU, Selim, “Ulusal Mevzuatta Azınlıkların Eğitim/Öğretim ve Yayın Hakkı
(İç Hukukta Başvuru Yolları)”, Toplum ve Hukuk, Sayı: 11 (Güz 2004), s. 69-75
OKUTAN, M. Çağatay, “Teori ve Uluslararası Metinlerde Azınlık Tanımı”, AÜSBFD,
C. 59, No: 2 (Nisan-Haziran 2004), s. 59-75
123
ORAN, Baskın, “Lozan’ın Azınlıkların Korunması Bölümünü Yeniden Okurken”
AÜSBFD
(Prof. Dr. Yılmaz Günal’a Armağan), C. 49, No: 3-4 (Haziran-
Aralık 1994), s. 283-301
ORAN, Baskın, “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası (Kurtuluş
Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar), Cilt I: 1919-1980, Baskın
Oran (Der.), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 215-238
ORTAYLI,
İlber,
“Osmanlı
İmparatorluğu’nda
Millet”,
Tanzimat’tan
Cumhuriyet’eTürkiye Ansiklopedisi, C. 4, s. 996-1001
ÖKSÜZ, Hikmet, “Lozan’da Azınlıklar Meselesi”, Türk Yurdu, C. 17, No: 121 (Eylül
1997), s. 87-90
ÖZBEK HADİMOĞLU, Nimet, “Yerleşme ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşmeye Ek
Mektuplar”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erhan (Der.), T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 2003, s. 724-747
REHMAN, Javaid, “Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları”, Ulusal, Ulusalüstü ve
Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği,
Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu
İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 95-123
RİGAUX, François, “Azınlıklar Hukuku: Tanımlama Sorunları”, Ulusal, Ulusalüstü ve
Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği,
Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu
İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 51-69
SOMERSAN, Semra, “Türkiye’de Azınlık Hakları: Yasal ve Pratik Engeller”,
Türkiye’de İnsan Hakları, Oya Çitçi (Der.), TODAİE Yayınları, Ankara, 2000, s.
255-269
TAHMAZOĞLU ÜZELTÜRK, Sultan, “Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı”
Ulusal,
Ulusalüstü
ve
Uluslararası
Hukukta
Azınlık
Hakları
(BirleşmişMilletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması),
İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul,
2002, s. 147-191
TARHANLI, Turgut, “Azınlıklar ve Hukuk”, Radikal, 4 Nisan 2000
TARHANLI, Turgut, “Lausanne ve Kürtçe”, Radikal, 21 Kasım 2000
124
TOLUNER, Sevin, “Lozan Azınlıkların Korunması Rejimi ve Batı Trakya Türkleri”,
Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1999,
s. 219-247
UYGUN, Oktay, “Azınlık Hakları Açısından Katılım Ortaklığı Belgesi ve Ulusal
Program”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları
(Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması),
İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul,
2002, s. 337-355
WHEATLEY, Steven, “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi”, Ulusal,
Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler,
Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.),
İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 192-197
YAŞAR, Nuri, “Yabancı ve Azınlık Okullarının Türk Hukukundaki Statüsü”, Kamu
Hukuku Arşivi, Yıl:3, No:1 (Şubat 2000), s. 54-57
YERASİMOS, Stefanos, “La Naissance des Minorites (XIXe Siécle-Premiére Guerre
Mondiale)” (Azınlıkların Doğuşu XIX. Yüzyıldan Birinci Dünya Savaşına), Tarih
ve Milliyetçilik, I. Ulusal Tarih Kongresi Bildiriler, Mersin Üniversitesi FenEdebiyat FakültesiYayınları, Mersin, 1999, s. 280-321
BELGELER
Lozan
Barış
Antlaşması
ve
Ekleri,
Belgelerle
Türk
Tarihi
Dergisi,
Dün/Bugün/Yarın (Lozan Konferansı Özel Sayısı), Sayı: 18 (Temmuz 1998), s.
69-128
Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar
Çalışma Grubu” Raporu, Birikim, Sayı: 188 (Aralık 2004), s. 26-30
İNTERNET ADRESLERİ
http://www.yargitay.gov.tr/aihm/aihm.php
http://www.echr.coe.int/ECHR/EN/Header/Case-Law/HUDOC/HUDOC+database/
125
Altunpolat, Remzi, Uluslararası Hukuk Açısından Lozan Barış Antlaşması’nın
Siyasal
Hükümleri Işığında Türkiye’de Azınlıklar Sorunu:Tarihten Güncelliğe,
Yüksek Lisans Tezi, Danışmanı: Prof. Dr. Serap Akipek, 125 s.
ÖZET
Azınlıklar, bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan, egemen
olmayan konumda bulunan, üyeleri o devletin vatandaşları olarak etnik, dinsel ya da
dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini,
geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma
duygusu gösteren gruplar olarak tanımlanabilir.
Türkiye’de azınlıkların korunmasıyla ilgili temel belge, aynı zamanda Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan,
Lozan Barış Antlaşması’nın “Siyasal
Hükümler” başlığını taşıyan I. Bölümünün “Azınlıkların Korunması” başlıklı III.
Kesimidir (37-45. maddeler). Bu çerçevede Türkiye’de hukuksal olarak sadece
gayrimüslimlerin azınlık olarak tanınmış olduğu görülmektedir. Bununla birlikte
uygulamada yalnızca Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ile 1925 yılında Türkiye ile
Bulgaristan arasında yapılan Dostluk Antlaşması çerçevesinde Bulgarlar azınlık
koruma
hükümlerinden
yararlanmış,
diğer
Gayrimüslim
korumasından çok uzun bir süre yararlanamamışlardır.
gruplar
azınlık
Ancak, Avrupa Birliği
Uyum Paketleri çerçevesinde Vakıflar mevzuatında yapılan değişiklikle, Süryaniler
de dolaylı olarak Lozan Antlaşması’na göre tanınan azınlıklar arasında sayılmıştır.
Türkiye, Lozan Antlaşması’na göre sadece Gayrimüslimlerin azınlık sayıldığı
görüşünü, Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler bünyesinde daha sonra yapılan
sözleşmelere katılırken de korumuştur.
Diğer taraftan Lozan Antlaşması’nda sadece Gayrimüslimlere değil, bunun
yanında
Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına, tüm Türk
vatandaşlarına ve hatta Türkiye’de oturan herkese haklar getirildiği görülmektedir.
Özellikle Lozan Antlaşması’nın 39/4. ve 39/5. maddeleri, anadili Türkçe’den farklı
olan
Türk
vatandaşlarının,
anadillerini
kullanabilmeleri,
anadilde
yayın
yapabilmeleri ve öğrenim görebilmeleri bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
Bu çerçevede Lozan Antlaşması’nın Azınlıkların Korunması kesimi, hem bir azınlık
hakları, hem de bir insan hakları metni niteliği taşımakta, Türkiye’deki azınlık
sorunlarının çözümü ve kültürel kimlik taleplerinin yerine getirilmesi bakımından
önemli bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.
Altunpolat, Remzi, Under The Light of Political Terms of Lausanne Treaty From
The Point of View of İnternational Law, Minority Question in Turkey: From Past to
Present, Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Serap Akipek, 125 p.
ABSTRACT
A group numerically inferior to the rest of the population of a state, in a nondominant position, whose members-being nationals of the state, posses ethnic, religious,
or linguistic characteristics differing from those of the rest of the population and show,
if only implicitly, a sense of solidarity, directed towards preserving their culture,
traditions, religion or language may be termed as minorities.
The fundamental act regarding the protection of minorities in Turkey is provided
and referred in the Lausanne Treaty, particularly at the 1st Section titled as “ Political
Terms” and .in .1st Section .titled .“ Protection .of .Minorities” and .3rd part .(articles no.
37-45). It appears that the minorities are legally described as only the non-Muslims.
However, only the Greeks, Armenians and Jews and later the Bulgarians after the treaty
of friendship signed by Turkey and Bulgaria in 1925 could take advantage of said
minorities act and the other non-Muslim groups could utilize it not for a very long time.
However within the Harmonization Packages with the European Union, with the
amendment done on the legislation of pious foundations. Syriacs were indirectly
included into the minority groups that were formerly recognized by Lausanne Treaty.
Turkey has maintained its position that only the non-Muslims were considered as the
minority in Turkey when it signed the contracts with European Council and United
Nations.
On the other hand, it seems that Lausanne Treaty has granted minority rights
not only to non-Muslims, but also to other Turkish citizens who speak languages other
than Turkish. Particularly the articles of the Lausanne Treaty numbered 39/4 and 39/5,
the rights of those Turkish citizens whose mother tongue is not Turkish to make
publication in their mother tongue, to have their education in their mother tongue gains
utmost importance. In this connection the part of the Lausanne Treaty regarding
protection of minority rights is qualified as protection of both minority rights and
human rights and it comprises to a starting point for solution of minority problems and
realization of demands regarding cultural identity.
Download