T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (ULUSLARARASI KAMU HUKUKU) ANABİLİM DALI ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN SİYASAL HÜKÜMLERİ IŞIĞINDA TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU: TARİHTEN GÜNCELLİĞE Yüksek Lisans Tezi Remzi Altunpolat Ankara-2005 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (ULUSLARARASI KAMU HUKUKU) ANABİLİM DALI ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN SİYASAL HÜKÜMLERİ IŞIĞINDA TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU: TARİHTEN GÜNCELLİĞE Yüksek Lisans Tezi Remzi Altunpolat Tez Danışmanı Prof. Dr. Serap Akipek Ankara-2005 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (ULUSLARARASI KAMU HUKUKU) ANABİLİM DALI ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN SİYASAL HÜKÜMLERİ IŞIĞINDA TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU: TARİHTEN GÜNCELLİĞE Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı: Prof. Dr. Serap Akipek Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası …………………………………………... …………………….. …………………………………………... …………………….. …………………………………………... …………………….. …………………………………………... …………………….. …………………………………………... …………………….. …………………………………………... …………………….. Tez Sınavı Tarihi :………………………. İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER…………………………….................................................................... I KISALTMALAR…………………………………………………………….………... III GİRİŞ…………………...……………………………………………………………… 1 BİRİNCİ BÖLÜM AZINLIK KAVRAMI VE ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN AZINLIKLAR І. AZINLIK KAVRAMI………………………………………………………………....6 A. Tanım Sorunu ……………………………………………...……………………...6 B. Azınlık Ölçütleri…………………………………………………………………...9 C. Azınlık Türleri…………………………………………………………………… 10 D. Azınlıklar ve Yerli Halklar……………………………………………………….12 ІІ. AZINLIKLARIN VE AZINLIK SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞI…………...13 A. Azınlıkların Kökenleri……………………………………………………………13 B. Azınlıklar Sorununun Kaynağı: Ulus-Devlet/ Azınlık İlişkileri ve Vatandaşlık...16 III. AZINLIK HAKLARI………………………………………………………………20 A. Azınlıkların Hakları, Yükümlülükleri ve Azınlık Haklarının Sınırlandırılması... 20 B. Azınlık Haklarının Niteliği: Bireysel Haklar – Kolektif Haklar………………... 23 C. Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Self-determinasyon / Oto-determinasyon Hakkı)...25 IV. AZINLIKLARIN ULUSLARARASI ALANDA KORUNMASI…………………29 A.Tarihsel Süreçte Azınlıkların Uluslararası Korunması ve Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları…………………………………………………………………...29 1. Milletler Cemiyeti Dönemine Kadar Olan Durum……………………………..29 2. Milletler Cemiyeti Dönemi……………………………………………………. 32 3. Birleşmiş Milletlerin Kuruluşundan 1990’lara Kadar Olan Dönem……...….... 35 4. 1990 Sonrasında Yaşanan Gelişmeler………………………………………….42 B. Azınlık Hakları Konusunda Güncel Gelişmeler…………………………………54 İKİNCİ BÖLÜM LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI VE TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU I. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA AZINLIKLAR……………….…………... 57 I A. Osmanlı Millet Sistemi……………………….…………………………………...57 B. Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Evresinde Reform Çabaları ve Azınlıklarla İlgili Düzenlemeler……………………………………………………………….59 II. SEVR’DE VE LOZAN’DA AZINLIKLAR SORUNU……………………………63 A. Sevr Antlaşması ve Azınlıklar…………………………………………………....63 B. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Lozan’a Giden Yol…………………………………...65 C. Lozan Konferansı Süreci: Tarafların Tezleri, Talepleri ve Tartışmalar…...…….. 69 1. Konferansın Toplanması, Çalışma Şekli ve İmzalanan Anlaşmalar…………...69 2. Konferans’ta Azınlıklar Sorunun Ele Alınışı: Tarafların Tezleri ve Tartışmalar……………………………………………………………………...71 III. LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NDA AZINLIKLARIN KORUNMASI………. 75 A. Lozan Barış Antlaşması’nın Azınlıkların Korunmasıyla İlgili Hükümleri…........75 B. Lozan ve Sevr Antlaşmalarının Azınlıkların Korunması Hükümlerinin Karşılaştırması……………………………………………………………………79 C. Lozan Antlaşması’nda Getirilen Azınlık Kavramının ve Azınlık Haklarının Yorumu…………………………………………………………………….……...80 IV. LOZAN’DAN GÜNÜMÜZE YAŞANAN GELİŞMELER VE TÜRKİYE’DE AZINLIK HUKUKU ……………………………………………………………...85 A. Türkiye’de Yaşayan Etnik, Dinsel ve Dilsel Gruplar……….……………………85 B. Lozan’dan Günümüze Türkiye’de Azınlık Politikalarına Bir Bakış……..……… 87 C. Türkiye’de Azınlık Hukuku……………………………………………………... 93 1. Mevzuat’ın Genel Görünümü ve Uygulamalar………………………………...93 2. Anayasa Mahkemesi’nin Azınlıklar Konusuna Bakışı………………………... 97 3. Azınlık (Cemaat) Vakıfları……………………………………………………101 D. Avrupa Birliği’ne Adaylık Sürecinde Türkiye’de Azınlık Hakları…………….104 SONUÇ……………………………………………………………………………….109 KAYNAKÇA………………………………………………………………………… 115 ÖZET ABSTRACT II KISALTMALAR AB: Avrupa Birliği ABD: Amerika Birleşik Devletleri AGİK: Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı AGİT: Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AİHM: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHS: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi AK: Avrupa Konseyi AÜHFD: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi AÜSBFD: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi BM: Birleşmiş Milletler ESKHS: Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi İSBFD: İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi KOB: Katılım Ortaklığı Belgesi MC: Milletler Cemiyeti MSHS: Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi SAEMK: Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi TESEV: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TODAİE: Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü UAD: Uluslararası Adalet Divanı UDAD: Uluslararası Daimi Adalet Divanı UP: Ulusal Program III GİRİŞ Azınlıklar sorununun tarihsel, siyasal, sosyo-ekonomik, kültürel ve hukuksal olmak üzere pek çok boyutu bulunmaktadır. V. Van Dyke’ ın belirttiği gibi “azınlık araştırmaları uluslararası hukuk, siyaset teorileri ve uygulamalarının içinde varolan çelişkilerin ve karmaşanın, derhal, bütün yalınlığıyla gözler önüne serilmesini sağlayacaktır.”∗ Gerçekten de azınlık olgusu çok geniş kapsamlı süreçleri içinde barındıran uluslaşma, ulusçuluk ve ulus-devlet ekseninde ortaya çıkmış ve gelişme göstermiştir. Bu bağlamda azınlıklar sorunu ulus, ulusçuluk, ulusal egemenlik, etnik grup, etnisite, kendi kaderini tayin hakkı, yurttaşlık ve insan hakları gibi kavramlarla doğrudan ilgilidir. Aslında azınlık gruplarına ilgi 16. ve 17. yüzyıllarda Batı Avrupa’da modern ulus-devletin ortaya çıkışı ve bu modern ulus-devlet sistemini yansıtan uluslararası hukukun doğuşuyla birlikte gündeme gelmiştir. Bu anlamda azınlıkların korunması yeni bir olgu değildir, ulus-devletin tarihiyle paralel gitmektedir. Bununla birlikte uluslararası hukukta azınlıkların korunmasının belli tarihsel dönemlerde konjonktüre bağlı olarak önemi artmış ya da azalmıştır. Böylece azınlıkların korunması sorunu, uluslararası ilişkilerin ve uluslararası hukukun en önemli ve çatışmalı konularından birisi haline gelmiştir. Özellikle 1789 Fransız Devrimi’nin etkisiyle gelişen ulusçuluk akımları sonucunda, azınlıklar sorunu sadece bir devletin sınırları içersinde kalan bir konu olmaktan çıkıp devletler sisteminin ve uluslararası hukukun ilgi alanına girmiştir. Bu konuyu çatışmalı hale getiren, devletlerin genellikle sınırları içersinde yaşayan azınlıklara belli kolektif hakları tanımak istememeleri ve bu konuyu daha çok bir iç hukuk sorunu olarak görmeleridir. Devletler, azınlıkları genellikle ulusal bütünlüklerine ve egemenliklerine karşı bir tehdit olarak algılamış, öte yandan azınlıklar ise devletten kendi kolektif hak ve özgürlüklerinin tanınmasını istemişlerdir. Bu iki karşıt düşüncenin bir sonucu olarak taraflar 19. yüzyıldan itibaren zaman zaman kanlı çatışmalara bile girmekten çekinmemişlerdir. Azınlıkların, kendi kaderlerini tayin edebilmelerine yönelik talepleri özellikle 19. yüzyıldan itibaren her zaman varolmuş, bu tür talepler karşısında devletlerin, baskıcı uygulamalara başvurması ve varolan hakları da Aktaran: Jennifer Jackson Preece, Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi, Çev: Ayşegül Demir, Donkişot Yayınları, İstanbul, 2001, s.8 ∗ 1 sınırlamaya çalışması sıkça rastlanan bir durum olmuştur. Uluslararası hukuk, işte bu noktada koruyucu ve düzenleyici bir rol üstlenmiştir. Son iki yüzyıl, azınlık olgusunun gelişimi ve yeni içerikler kazanması bakımından oldukça önemlidir. 19. yüzyıl boyunca ortaya çıkan milliyetçilik akımları çok uluslu imparatorlukların sonunu hazırlarken, tek bir ulus bünyesinde toplanamayan etnik grupların ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Azınlıklar çok uluslu imparatorlukların yaşadığı bu çözülme sürecinde ve özellikle büyük sınır değişikliklerinin yaşandığı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından önemli bir gündem maddesi haline gelmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında sömürgelerin uluslaşma süreci, yeni ulusların ve yeni azınlıkların doğmasına neden olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitimi ve sosyalist sistemin çözülme süreci yeni bir uluslaşma dalgasına yol açmış ve yeni azınlıkları uluslararası sistemin gündemine oturtmuştur. Soğuk Savaş sonrası yeni kurulan devletlerde başlayan demokratikleşme ve liberalleşme süreci, bu devletlerin çoğunda azınlıklara karşı toleransın ve çok kültürlülüğün tanınmasını beraberinde getirmemiş, dünya etnik milliyetçiliğin yükselişine ve etnik çatışmalara sahne olmuştur. Etnik ve kültürel kimliklerin giderek önem kazanmasının yarattığı çatışmalar, klasik insan hakları hukuku yanında, bu çatışmaları ve uzlaşmazlıkları düzenleyecek farklı bir hukukun, “ azınlık hakları hukukunun” oluşumunu hazırlamıştır. 1990 sonrasında yükselen etnik milliyetçilik, azınlıklar sorununu uluslararası gündemin baş sıralarına taşırken, azınlık hakları da uluslararası insan hakları hukukunun gözde konularından biri haline gelmiştir. 20. yüzyılın başında moda olan azınlıkların korunması, yüzyıl ortasında düşüşe geçmişken bugün uluslararası hukuk düzleminde yeniden ilgi toplayan insan hakları sorunlarından birini oluşturmaktadır. Tarihsel olarak, ulus-devletlerden kurulu uluslararası sistemdeki her milliyetçi yükselişin bir azınlıklar dalgasını da beraberinde getirdiği gözlenmektedir. Ulusdevletlerin kurulduğu ve ona paralel olarak gelişen bir uluslararası hukuk düzeninin oluştuğu dönemlerden bu yana, milliyetçiliğin her yeni evresi azınlıklar sorununun da uluslararası alanda yeniden ele alınmasını gerektirmiştir. Dolayısıyla, tıpkı milliyetçiliğin yüzyıllar içersindeki evrilişi gibi azınlıklara ilişkin politikaların dönüşümü de aslında ulus-devletteki ve onun uzantısı olan uluslararası sistemdeki yenilenmelerin ürünüdür. Günümüzde azınlık haklarının kazandığı önem uluslararası sistemdeki bu yeniden yapılanmayla ilgilidir. Özellikle 1990 sonrasında Doğu 2 Avrupa’da gerçekleşen ve varolan iki bloklu dünya sistemini çökerten gelişmelerle birlikte, uluslararası merkezlerin azınlıklara ilişkin politikaları da ciddi bir dönüşüm sürecine girmiştir. Azınlık haklarının günümüzde kazandığı önem, ulus-devletin aşınmaya başladığı ve 21.yüzyılın da ulus-devlet sonrası yüzyıl olacağı yönündeki saptamalar çerçevesinde gelişmektedir. Ulus-devletin aşınmasına bağlı olarak ulusların tarihsel önemlerini kaybetmeye başlamaları azınlıkların hiç olmadıkları kadar önem kazanmalarına neden olmaktadır. Ulus-devletler döneminde yok sayılan ya da ihmal edilen azınlıklar ulus üstü bir sisteme geçişte yeni sistemin yapı taşları konumuna gelmektedirler. Bu çerçevede artık insan hakları, azınlık haklarını da içeren üst kavram olarak küresel uluslararası sistemin hukukunun sınırlarını belirlemektedir. Azınlıklar sorunu, her zaman potansiyel olarak ulusal olduğu kadar uluslararası bir sorun niteliği de taşımıştır. Bunun bir sonucu olarak azınlıklar sorunu, ulusal düzeyde çözümlenemediği oranda uluslararası alanda çözümlenmeye çalışılmış ve bugün gelinen aşamada uluslararası gündemin başlıca konularından biri haline gelmiştir. Ayrıca azınlıkların, ulus-devletlerin çabalarına rağmen asimile edilemediklerinin görülmesi ve bundan sonra da asimile edilemeyeceklerinin anlaşılması,ulus-devlet ile azınlıklar arasındaki uzlaşmanın ancak dış müdahalelerle sağlanabileceği şeklinde bir yargıya varılmasına neden olmuştur. Bununla birlikte günümüzde azınlık korumasının uluslar arası önem kazanması ve bu konuda bir rejimin doğması, bu gelişmenin ulus-devletlerin zayıflatılmasına mı, yoksa iç barışın sağlanmasına ve demokrasinin güçlendirilmesine mi hizmet ettiği tartışmalarını başlatmıştır. 1990 sonrası azınlıkları korumak için harcanan çabaların küreselleşme ve Avrupa Birliği (AB) ile ilgisi olduğu iddiaları tartışmanın boyutlarını genişletmiştir. Günümüzde yaşanan küreselleşme olgusuyla paralel olara azınlıkların korunmasının gündeme gelmesi ve bu iki olgunun benzer sonuçlara yol açması aralarında yakın ilişki olduğuna dair görüşleri güçlendirmiştir. Gerçekten de hem küreselleşme olgusu hem de azınlıkların korunması, uluslararası politikanın yüzyıllardır temel hatta tek aktörü olan ulus-devletlerin zayıflamasına yol açmıştır. Bu durum 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında çok uluslu imparatorlukların tasfiyesinde önemli bir rol oynayan azınlıklara, şimdi küreselleşme ve ulus üstü yapılanmalar karşısında engel olarak görülen ulusdevletlerin zayıflatılmasında veya dönüştürülmesinde önemli bir misyon yüklenmeye çalışıldığını düşündürmektedir. 3 Ulusal azınlık tartışmaları, ulus-devletin sınırları çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir husus gibi görünse de günümüzde ulus-devletin uluslararası sisteme sıkı sıkıya bağlı olması nedeniyle her türlü ulusal olgu ister istemez uluslararası düzleme taşınmaktadır. Küresel uluslararası sistemin bütüncül ve homojenleştirici etkisine karşılık, mikro-milliyetçiliklerin ve azınlıkların etkisi çelişki ve çatışmaları alevlendirmiş, çözücü ve parçalayıcı etkiler yaratmıştır. Biçimleri evrime uğrasa ve içeriklerinde değişimler yaşansa bile, etnik ve ulusal bağlar pek çok siyasal ve toplumsal dönüşümün tetikleyicisi olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin yeniden şekillenme sürecine Türkiye de dahil olmuştur. Bu süreç içersinde yer alan diğer devletlerde olduğu gibi, Türkiye de azınlıklar sorunundan payına düşeni alacak ve “Lozan (Lausanne) Barış Konferansı” sırasında Türkiye’n,n bünyesinde yer alan azınlıklar konusunda ciddi tartışmalar yürütülecektir. Azınlıklar konusunda, dönemin tanımlarının yetersizliği karşısında, önce bir tanım yapabilmeye yönelik olarak başlayan Lozan görüşmeleri, farklı bir azınlık tanımı ortaya koyarak uluslararası sisteme kabul ettirecektir. “Lozan Barış Antlaşması”, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kuruluşunu tescil eden bir antlaşmadır ve günümüzde geçerliliğini koruyan nadir uluslararası belgelerden biridir. Eski olmasına rağmen, tartışmalar ve sonrasında getirmiş olduğu çözümler, bugün pek çok devlet için model olacak kadar önemlidir. Lozan Antlaşması’nda azınlıklar hakkında getirilen güvenceler sistemi bugün uluslararası ilişkilerde hala bir hedef olarak kalmaktadır. Daha sonraki yıllarda uluslararası alanda azınlıklara ilişkin yaşanan onca gelişmeye rağmen uluslararası sistemde Türkiye’nin Lozan’da kabul etmiş olduğu yapı bugünde ayrıcalıklı yerini korumaktadır. Bu temel çerçeveyi esas alan çalışma iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, azınlıklar konusu kavramsal içeriği, tarihsel gelişimi, azınlık olgusunun ulusdevletle ilişkisi ve bu çerçevede yurttaşlık boyutu azınlıkların uluslararası alanda korunması yönünde geçmişten günümüze yapılanlar, özellikle günümüzde azınlık rejimine temel oluşturan uluslararası hukuk belgeleri ve bunların oluşturduğu koruma mekanizmaları ve azınlık hakları konusundaki güncel gelişmeler üzerinde durulacaktır. İkinci bölümde ise, öncelikle azınlık olgusunun Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde ele alınışı analiz edilecektir. Bu çerçevede, önce klasik Osmanlı “Millet Sistemi” ele alınacak, daha sonra imparatorluğun dağılma evresinde güçlenen 4 milliyetçilik hareketleri ve toprak kayıpları sonucunda gerçekleştirilmeye çalışılan reform çabalarına ve azınlıklar ile ilgili düzenlemelere değinilecektir. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’na son veren “Sevr (Sévres) Antlaşması”nda nasıl bir azınlık rejimi benimsendiği üzerinde durulacaktır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından başlayan Lozan Barış Konferansı sürecinde azınlık tartışmalarının gidişatı, tarafların tezleri ve talepleri ele alınacaktır. Daha sonra Lozan Barış Antlaşması’nda getirilen azınlık tanımı, azınlıklara tanınan haklar üzerinde durulacak, antlaşma sonrasında Türkiye’de azınlıklarla ilgili gelişmelere değinilecektir. Nihayet günümüz Türkiye’sinde Lozan ve azınlık tartışmaları analiz edilecek, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde azınlık hakları konusunda yaşanan gelişmeler incelenecektir. 5 BİRİNCİ BÖLÜM AZINLIK KAVRAMI VE ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN AZINLIKLAR І. AZINLIK KAVRAMI A. Tanım Sorunu Azınlıklar sorununun incelenmeye ve tartışılmaya başlamasından bu yana yeterli bir tanım yapılamadığı kabul edilmektedir. Bu nedenle insan aklı başkalarını ayrıma tabi tutmak için ne kadar yol ve yöntem bulmuşsa, dünyada o kadar çok azınlık türü olduğu söylenebilir. Azınlık kavramı, insanların toplumlar halinde yaşamaya başladıkları dönemden itibaren ortaya çıkmış olan bir kavramdır. Çünkü, içinde yaşadıkları toplumlardan çeşitli yönlerden farklı olan topluluklar her zaman varolmuştur. Tarihsel gelişim sürecinde azınlık kavramı, uluslararası ilişkiler bakımından önemli bir kavram haline gelmiş ve gerek hukuksal, gerekse sosyolojik bakımdan çok çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Zaman içinde kuramsal tanımların yanı sıra çeşitli hukuksal ve siyasal metinlerle bu kavrama birbirinden farklı anlamlar yüklenmiştir.1 Azınlık kavramı, yerli ve yabancı kaynaklarda birbirinden farklı şekillerde tanımlanmakta ve farklı anlaşılmaktadır. Batı literatüründe azınlık kavramı soy, din, dil ve ırk gibi belirleyici özelliklerle açıklanırken, Osmanlılarda azınlık kavramının içeriğinde belirleyici olarak, din unsuru bulunmaktadır.2 Azınlık kavramının neyi ifade ettiği konusunda bir uzlaşma olduğu söylenemez. Bununla birlikte azınlık kavramı iki açıdan ele alınabilir: Sosyolojik ve hukuksal.3 Sosyolojik açıdan azınlık, bir toplulukta sayısal bakımdan az olan, başat olmayan ve çoğunluktan farklı özelliklere sahip olan gruptur. Bu tanım azınlığın kapsamı bakımından geniş bir yoruma yol açmaktadır. Buna göre, çeşitli etnik, dinsel ve dilsel grupların yanı sıra eşcinseller, travestiler, kadınlar, evsizler, özürlüler, yabancı işçiler vs. azınlık olabilirler. 1 Türkkaya Ataöv, “Azınlıklar Üstüne Bazı Düşünceler”, AÜSBFD, C. XLІІ, No:1-4 (Ocak-Aralık 1987), s.49; Eyüp Kaptan, Lozan Konferansı’nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2002, s.45 2 Kaptan, a.g.e., s.46 3 Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, 4.Basım, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001, s.67 6 Hukuksal açıdan bakıldığındaysa, azınlıklara ilişkin uluslararası belgelerde açık bir tanımın yer almadığı görülür. Bunun nedeni, bir azınlığı tanımanın oldukça hassas bir konu olması ve siyasal vurgusunun çok güçlü olmasıdır. Bu olumsuzluğa rağmen azınlıkların tanımlanabilmesi için bir takım çabalar söz konusu olmuş ve en azından bir çerçeve ortaya konulabilmiştir. Milletler Cemiyeti (MC) döneminde hazırlanan uluslararası belgelerde doğrudan bir azınlık tanımı yer almamış olmakla birlikte, “ırk, dil, din bağlarıyla bağlı insanlar” nitelemesi yapılarak azınlık kavramı bir bakıma kültürel kimlikle ilişkilendirilerek uluslararası alana taşınmıştır. 1928’de Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nda (UDAD) görülen “Yukarı Silezya Azınlık Okulları Davası” nda hukukçu Mello Toscana azınlık kavramını “bir devletin nüfusunun, topraklarının belirli bir bölümüyle tarihsel olarak bağlı, kendine özgü bir kültüre sahip, ırk, dil ve din farklılığı nedeniyle devletin diğer uyruklarının çoğunluğuyla karıştırılması olanaksız, kalıcı parçasıdır.” UDAD’ ın 1930 tarihinde önerdiği ve daha sonraki tanımlara da kaynaklık edecek olan azınlık tanımı ise şöyledir: “Tarihsel olarak, belirli bir ülkede veya bölgede yaşayan, aynı ırktan, dini ve dili bir, kendine özgü gelenekleri olan, ortak din, dil, gelenek ve ırk kimliğiyle, dayanışma duygularıyla birbirine bağlı, geleneklerini koruma, inançlarını ve ibadet etme biçimlerini sürdürme, aynı soydan olma ruhu ve geleneğine uyumlu olarak çocuklarını eğitme ve yetiştirme haklarını güvence altına almak isteyen, karşılıklı yardımlaşma ruhuna sahip bir topluluğu ifade eder.”4 Önemli eksikliklerine rağmen bu tanımın içerdiği ölçütler BM dönemindeki çalışmalara da aktarılmıştır. BM 1945 sonrasında birçok kez azınlık tanımını berraklaştırmayı denemiştir. MC’ nin azınlık tanımını belirli bir coğrafi alanla sınırlandıran sistemine karşılık BM azınlık haklarını genel insan hakları sistemi içinde algılamış ve evrensel geçerliliği olan bir azınlık hakları kavramı geliştirme gerekliliği duymuştur. BM çerçevesinde, BM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı “Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt-Komisyonu” (1999’da “İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi AltKomisyonu” adını almıştır.) tarafından yürütülen çalışmalarda, çok çeşitli tanımlar önerilmiş olmakla birlikte temel olarak alınan iki tanım bulunmaktadır. Bunlardan birisi, Alt-Komisyon raportörü Francesco Capatorti’nin 1978 deki raporunda önerdiği tanımdır: “Bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan, egemen olmayan 4 Jennifer Jackson Preece, a.g.e, s. 24-25 7 konumda bulunan, üyeleri o devletin vatandaşları olarak etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur.” Diğer tanım ise Alt-Komisyon’un Kanadalı üyesi Jules Deschenés’in 1985’te yaptığı tanımdır. Capatorti’nin tanımını esas alan Deschenés’in tanımı ise şöyledir: “Bir devletin, sayısal olarak azınlık oluşturan ve o devlette egemen konumda bulunmayan, nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip, birbirleriyle dayanışma duygusu içinde, üstü örtülü de olsa varlıklarını sürdürmek için ortak bir istekle yönlenmiş ve amacı çoğunluk ile fiili ve hukuki eşitlik elde etmek olan bir grup vatandaşıdır.”5 Avrupa Konseyi’nin (AK) azınlıklara ilişkin benimsediği belgelerde de azınlık tanımına rastlanmamakla birlikte 1991 yılında “Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu” (Venedik Komisyonu) tarafından hazırlanan azınlıkların korunması için Avrupa Sözleşmesi Tasarısı’nda Capatorti’nin tanımının esas alındığı görülmektedir.Buna göre, “Bu sözleşmenin amaçları bakımından azınlık terimi, bir devletin nüfusunun geri kalanından sayıca az olan, üyeleri bu devletin vatandaşı olan ve nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip olan ve kültürlerine, geleneklerine, dinlerini ya da dillerini koruma isteğiyle hareket eden bir grubu belirtir.” 1993’te Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin “Ulusal Azınlıklara Mensup Kişiler Hakkında Avrupa Sözleşmesi Ek Protokol” önerisi daha ayrıntılı bir tanım getirmektedir. Buna göre, “ulusal azınlık, bir devletin ülkesinde ikamet eden ve bundan dolayı o devletin vatandaşı olan, o devletle eskiden beri süregelen sıkı ve sürekli bağlarını koruyan, ayırt edici etnik, kültürel, dinsel ya da dilsel özellikler gösteren, o devletin ya da o devletin bir bölgesinin geri kalan nüfusundan sayıca az olmasına rağmen, yeterli derecede temsil edilen, kültürleri, gelenekleri, dinleri ya da dilleri dahil olmak üzere ortak kimliklerini oluşturan öğeleri hep birlikte koruma kaygısıyla hareket eden kişiler grubudur.” Ek Protokol önerisi, azınlıkları sadece “ulusal” niteleyerek etnik, dinsel ya da dilsel azınlıklara atıf yapmamaktadır. Açıklayıcı 5 Naz Çavuşoğlu, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Bilim Yayınları, İstanbul,1999, s.25-26 8 Not’ta bunun nedeninin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 14. maddesinde yer alan “ulusal azınlık” ifadesinden kaynaklandığı belirtilmektedir.6 Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) belgelerinde de azınlık tanımına yer verilmemiştir. Ama AGİT Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri görevi gereği doğal olarak resmen kabul edilmemiş bir dizi ölçütü kullanılır hale getirmiştir. Bu ölçütler Capatorti’nin tanımındaki ölçütlerle örtüşmektedir.7 B. Azınlık Ölçütleri Önceleri sadece oylamalarda sayı olarak aşağıda kalan, kaybeden grubu belirtmek için kullanılan azınlık kavramı Latince küçük,az anlamına gelen “minor” kelimesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlamıyla zaman zaman daha az değerli olma biçiminde de vurgulanmıştır. Kavram çoğunluk ile tipik ilişki içinde olunan durumlarda “öteki” biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Kavramın köken itibariyle kullanımı esas alındığında daha az değerli olma niteliğinin, azınlığın karakter özelliği olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bir azınlık bakımından önemli olan husus, belirli bir takım karakteristik kimi özellikleri nedeniyle çoğunluk ile tipik bir ilişki içinde bulunmasıdır. O halde azınlık kavramı, azınlığın çoğunluktan ayırt edildiği bir ilişkinin bulunmasını bir ön koşul olarak gerektirmektedir.8 Azınlıklar içinde yaşadıkları toplumdan kültürel, etnik ya da ırksal özellikleri bakımından farklı olan topluluklar olarak tanımlanmaktadır. BM Alt Komisyonu’nun üçüncü oturumunda azınlık kavramı, “bir toplum içinde etnik, dil ve dini gelenekleri ya da diğer önemli özellikleri sahip olan, bu özellikleri nedeniyle toplumun diğer kesiminden açık olarak ayrılan ve bu özellikleri korumak isteyen, egemen konumda bulunmayan grupları belirtir” biçiminde tanımlanmıştır.9 Tanımlar temelinde azınlık olmanın ana öğelerini ortaya koymak mümkündür. Bu çerçevede bir azınlık grubunu tanımlamada başvurulacak ölçütler objektif ve sübjektif ölçütler olmak üzere ikiye ayılabilir. Objektif ölçütlerden birincisi farklılıktır. 6 Çavuşoğlu, a.g.e., s. 27; Erol Kurubaş, Asimilasyondan Tanınmaya, Uluslararası Alanda Azınlık Sorunları ve Avrupa Yaklaşımı, Asil Yayın Dağıtım, Ankara, 2004, s.17 7 Preece, a.g.e., s. 30. Azınlık kavramının tanımlanması konusunda ayrıca bkz. Gökçen Alpkaya, “Uluslararası İnsan Hakları Hukuku Bağlamında Azınlıklara İlişkin Bazı Gelişmeler”, TODAİE İnsan Hakları Yıllığı, C.14 (1992), s.153-155, M. Çağatay Okutan, “Teori ve Uluslararası Metinlerde Azınlık Tanımı”, AÜSBFD, C. 59, No: 2 (Nisan-Haziran 2004), s.61-71, Levent Ürer, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, Derin Yayınları, İstanbul, 2003, s.17-26 8 Ayşe Füsun Arsava, Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslararası Belgeler ve Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 27. Maddesi Işığında İncelenmesi, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1993, s.41- 42 9 Ürer, a.g.e., s.12 9 Azınlık, nüfusun geri kalanından ırksal, etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel açıdan farklılıklar göstermelidir. Irksal farklılık günümüzde büyük ölçüde önemini yitirmiştir. İkinci objektif ölçüt sayı unsurudur. Azınlık, farklı özelliklerini koruyabilecek ve sürdürebilecek yeterli sayıya sahip olmalı ama nüfusun geri kalanından sayısal bakımdan az olmalıdır. Bu azınlığın ülkedeki coğrafi dağılımı önemli değildir. Ülke genelinde sayıca az olan bir grubun ülkenin belirli bir bölgesinde yoğunlaşarak, çoğunluğu oluşturması bir şeyi değiştirmez. Üçüncü objektif ölçüt ise, başat olmama konusudur. Azınlık grupları nüfusun geri kalanı karşısında egemen olmayan bir konumda bulunmalıdırlar. Örneğin; Güney Afrika Cumhuriyeti’nde “Apartheid” döneminde nüfusun % 20’sini oluşturan Beyazlar değil, büyük çoğunluğu oluşturan Siyahlar azınlık konumunda olmuşlardır. Objektif ölçütlerden dördüncüsü, azınlıkların vatandaş olmasıdır. Bu durumda yabancı işçiler, göçmenler, uyruksuzlar (haymatlos) ve mülteciler gibi gruplar hukuksal bakımdan azınlık kapsamının dışında kalırlar. Sosyolojik azınlık olarak adlandırılan bu gruplar geçici bir süre için bir başka devletin ülkesinde bulunmakta ve uluslararası hukukun bu gruplara tanıdığı statüye bağlı haklardan yararlanmaktadırlar. Gerçi AK Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’nde bu konuda açık bir hüküm yer almamış, yine BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin azınlıklarla ilgili 27. maddesine ilişkin yorumunda açıkça azınlık bağlamında korunacak kimselerin vatandaş olmalarının gerekmediği belirtilmiştir. Fakat devletler genellikle sözleşmedeki bu boşluktan yararlanarak, uygulamada sadece kendi vatandaşlarını azınlık olarak kabul etmişlerdir. Azınlık tanımındaki sübjektif ölçüt ise azınlık bilincidir. Azınlık tanımlarında yer alan dayanışma duygusu bunu gerektirmektedir. Azınlık grupları, faklı niteliklerini ve geleneklerini koruma isteğine sahip olmalıdır. Yoksa söz konusu grubun asimile olmak istediği anlaşılır ve ona azınlık denemez. Bu nedenle, azınlıkların devlet tarafından resmen tanınmadığı ülkelerde azınlık grubunun mensupları gündelik yaşamlarında birlik ve dayanışma duygusu gösteriyorlarsa, geleneklerini ve kültürlerini korumak için mücadele ediyorlarsa, bütün engellemelere rağmen konuşmakta direniyorlarsa, kendilerini ayrı bir grup olarak görüyor ve başkaları tarafından da ayrı 10 bir grup olarak görülüyorlarsa, bu tutum kendilerine özgü karakteristiklerini koruma ve geliştirme isteklerinin yani azınlık bilincinin bir tezahürü olarak kabul edilmektedir.10 C. Azınlık Türleri Azınlıklar, kimliklerini oluşturan “farklılık” öğesine göre türlere ayrılmaktadır. Diğer bir deyişle azınlığın türünü belirlemede ölçüt, azınlık kimliğinin temelini oluşturan farklılık unsuru olmaktadır. Bir azınlık grubunu birden fazla farklılık özelliği taşıması mümkündür. Fakat önemli olan bu farklılığın azınlık kimliğinin temel belirleyicisi olmasıdır. Bu bakımdan dört çeşit azınlık türünden söz edilebilir.11 Bunlardan birincisi, “etnik azınlıklar” dır. Etnik kelimesi, Grekçe halk anlamını taşıyan “etnos” kelimesinden türetilmiştir ve belirli bir kavime aidiyeti ifade eder. Etnik grupların kendilerine özgü karakteristik özellikleri vardır. Çeşitli kültürel, tarihsel ve topraksal bağlardan oluşan fakat belirli bir siyasal niteliği bulunmayan kimlik özelliklerine sahip olması, grup mensuplarının aynı kökenden gelmesi, grup içinde sosyal ilişkilerin organize edilmesi etnik azınlıkların karakteristik özelliklerini oluşturmaktadır. Burada kuşaktan kuşağa geçen kültürel bir kategori söz konusudur. Dolayısıyla bir etnik azınlığın belirlenmesinde o gruba özgü ortak dil, ortak kültür, ortak tarih, ortak kader ve ortak gelecek gibi bir takım karakteristik özelliklere bakmak gerekecektir. Burada dikkat çeken nokta, etnik azınlıkların genellikle aynı zamanda dil ve din azınlıkları olmalarıdır. Çünkü dil ve din azınlıkları da ortak bir kültür ve tarihe sahiptir ve kader birliği oluşturur. Etnik azınlıklara örnek olarak, Fransa’daki Bretonlar, İspanya’daki Basklar ve Katalanlar verilebilir. İkinci azınlık türü “dinsel azınlıklar” dır. Azınlık kavramının ortaya çıktığı 16. yüzyılda egemen ideolojinin din olması nedeniyle uzunca bir süre din ölçütü azınlıkları belirlemede kullanılmıştır. Bu bağlamda dinsel azınlıkların en eski azınlık türü olduğu söylenebilir. Bununla birlikte 1789 Fransız Devrimi’nden itibaren egemen ideolojinin değişerek, dinin yerini milliyetçiliğin almasıyla dinsel azınlıklar ulusal azınlıklara dönüşmüşlerdir. Dinsel farklılıklar günümüzde de varolmasına rağmen artık din ölçütü genellikle tek başına bir azınlığı belirlemede kullanılmamakta, bunun yerine azınlıkların farklı dinsel inanışlarından söz edilmektedir. Yani din azınlık grubunu çoğunluktan fark edilir bir şekilde ayırt ediyor ve grup mensuplarının kültür ve yaşamlarını etkiliyorsa belirleyici bir ölçüt olabilmektedir. Diğer bir deyişle, sadece dinsel inanışlarıyla 10 11 Alpkaya, a.g.e., s.155-157; Kurubaş, a.g.e., s.17-19; Oran, a.g.e., s.67-69 Kurubaş, a.g.e., s.21 11 çoğunluktan farklılaşan gruplar, günümüzde nadiren olsa da dinsel azınlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Çin’deki Müslüman Huiler, etnik olarak Çinli olmakla birlikte dinsel inanışları bakımından çoğunluktan farklıdırlar. Azınlık türlerinden üçüncüsü “dilsel azınlıklar” dır. Bu tip azınlıkların temel farklılık özellikleri kullandıkları dillerdir. Dilsel azınlıkların saptanmasında nüfus yoğunluğu, göç, işsizlik, dilin gelişmişlik derecesi, grubun dilbilgisi, okul dili, kitle haberleşme araçlarının varlığı, azınlığın büyüklüğü, etnik bir partinin siyasi varlığı, siyasi güç ve özerklik, resmi dilin statüsü gibi çok çeşitli faktörler dikkate alınmaktadır. Aslında, dilsel farklılık kültürel farklılığın temel öğesini oluşturmaktadır. O nedenle genellikle dilsel azınlıklar aynı zamanda etnik azınlıklara ya da ulusal azınlıklara tekabül etmektedir. Bununla birlikte kimi devletler bu etnik ya da ulusal azınlıkları sadece dilsel azınlık olarak kabul etmektedirler. Bunlara örnek olarak, İtalya’nın Güney Tirol bölgesindeki Alman dil azınlığı ve Avusturya’daki Hırvat dil azınlığı verilebilir. Dördüncü azınlık türü ise, “ulusal azınlıklar” dır. Ulusal azınlık terimi aslında Avrupa’ya özgü bir kavramdır. Ulusal azınlık kavramı, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra azınlıkların korunması çerçevesinde yapılan düzenlemelerle uluslararası hukuk terminolojisine girmiştir. 19. yüzyılda, her ulusun bir devlete sahip olması, her devletin bir ulus içermesi şeklindeki “Milliyetler Prensibi” ne geçerlilik sağlanamayan yerlerde, farklı güçlere sahip çeşitli ulusal grupların aynı ülkede yaşamak zorunda kalmaları sonucu ulusal azınlıklar ortaya çıkmıştır. Ulusal azınlık kavramı, bir devlet ülkesinde yaşayan ve orada çoğunluğu oluşturan bir ulusal grupla aynı kökenden gelen bazı grupların, bir başka devlet ülkesinde azınlık durumunda olmasını ifade eder. Ulusal azınlıklar genel anlamda kendi ulusal özellikleri, kendi tarihi, kendi kültürü, kendi dili vs. olan gruplardır. Ulusal azınlıklar, etnik azınlıkların gösterdiği özelliklerin yanı sıra, siyasal karar alma mekanizmalarına katılma iradesine sahiptir. Bir devletin ülkesinde çeşitli ulusal azınlıkların yaşaması mümkündür. Ulusal azınlıklar aynı zamanda etnik ve dilsel azınlıklardır ama etnik ve dilsel azınlıklar her zaman ulusal azınlık değildirler. Ulusal azınlıkları diğer azınlıklardan ayıran en önemli özellik toplum olma konusundaki siyasal iradeleridir.12 Ulusal azınlık tarihsel, kültürel, dilsel bağlarının olduğu etnik grubun egemenliği altındaki devletin ülkesi dışında, başka bir devletin sınırları içinde 12 Arsava, a.g.e., s. 53-59; Kurubaş, a.g.e., s. 21-23; ayrıca bkz. Erol Anar, Öte Kıyıda Yaşayanlar Azınlıklar,Yerli Halklar ve Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul, 1997, s.15 12 yaşayan grup olarak tanımlandığında bir devlete sahip olamayan etnik azınlıklardan tanımsal olarak ayrılabilir.13 D. Azınlıklar ve Yerli Halklar Yerli halklar genellikle henüz uluslaşamamış düzeydeki topluluklardır. Özellikle 1980 sonrasında yapılan uluslararası belgelerde “halk” denildiği zaman genellikle bunun yerli halkları ifade etmektedir. Yerli halkların temel özelliği, yaşadıkları bölgenin otokton sakinleri yani bilinmeyen zamanlardan beri o topraklar üzerinde yaşayan gruplar olmaları, devleti yöneten gruplardan etnik, dilsel ve kültürel bakımlardan farklılık göstermeleri ve başat kültüre entegre olmalarının zor olmasıdır. 14 Azınlık haklarına yönelik olarak yapılan tüm uluslararası belgeler aynı zamanda asgari bir standart olarak yerli halkları da kapsamaktadır. Çünkü bu gruplar, yaşadıkları devletin vatandaşları olarak sayıca az, hiçbir biçimde başat olmayan, farklılıklara sahip ve bu farklılığının bilincinde olan gruplardır. Bu halklardan bazıları, azınlık kavramının ikinci sınıf vatandaşlığı çağrıştırdığı ve kendi kaderini tayin hakkı gibi kolektif hakları dışladığı düşüncesiyle azınlık olarak tanımlanmaya karşı çıkarlar ve daha güçlü bir kavram olarak halk terimini benimserler. Bu durum onların azınlık haklarından yararlanmasını engellemez. Avrupa sistemi içinde yerli halklar azınlık statüsü çerçevesinde korunmaktadırlar. BM sistemi içinde yerli halklar, azınlıklar dışında ayrıca ele alınmaktadır. Yerli halklara örnek olarak İsveç ve Finlandiya’daki Laponlar (Samiler), Avustralya’daki Aborjinler, Kanada’daki Eskimolar ve ABD’deki Kızılderililer verilebilir.15 13 Çavuşoğlu, a.g.e., s.28 Anar, a.g.e., s.17-18; Oran, a.g.e., s.117 15 Kurubaş, a.g.e., s.20-21; Oran, a.g.e., s.117; azınlıklar ve yerli halklarla devlet arasındaki ilişki için ayrıca bkz. François Rigaux, “Azınlıklar Hukuku: Tanımlama Sorunları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 51-67 14 13 ІІ. AZINLIKLARIN VE AZINLIK SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞI A. Azınlıkların Kökenleri Tarihin her döneminde aynı devlet sınırları içersinde çoğunluktan farklı bazı gruplar çeşitli nedenlerle oluşmuştur. Büyük nüfus hareketlerinin, sınır değişikliklerinin ve siyasal yapılarda meydana gelen değişmelerin yaşandığı dönemler azınlıkların doğmasına yol açmıştır. Bu nedenle azınlıklar, sosyolojik olarak antik çağlardan itibaren her zaman varoldular. Örneğin eski Yunan’da ve Roma’da vatandaşlık sınırlı sayıda kişilere tanınmaktaydı. Vatandaşların yanı sıra esas çoğunluğu oluşturan köleler ve yabancılar hem hukuken tanınmadıkları hem de azınlık bilincine sahip olmadıkları için azınlık olarak adlandırılmadılar. Ayrıca bu dönemde azınlıkların korunması olgusu da mevcut değildi. Halbuki azınlık kavramı, azınlıkların korunması kavramından ayrı olarak düşünülemez. Günümüzde anlaşıldığı biçimiyle azınlıklar modern çağlarda ortaya çıkmıştır. Yani, azınlıklar modern ulus-devletin ortaya çıkışıyla birlikte doğdular. Modernleşme ve uluslaşma süreçlerindeki farklılıklara paralel olarak azınlıkların gelişimi de her yerde farklılık gösterdi. Avrupa, modernleşme ve uluslaşma süreçlerinin ilk ortaya çıktığı yer olması nedeniyle ilk azınlıklar da burada oluştu. Avrupa’da azınlıklar Ortaçağ sonrasında yaşanan gelişmelere, siyasal yapılardaki ve sınırlardaki değişikliklere paralel olarak ortaya çıkmıştır. Ortaçağ’da azınlık kavramı söz konusu değildi. Çünkü, egemen ideolojinin din olması nedeniyle Katolik Kilisesi toplumu tamamen denetim altında tuttuğu için, siyasal parçalanmışlığa rağmen toplum din açısından tam bir bütünlük göstermekteydi. Gerçi bu dönemde Yahudiler fiilen bir dinsel azınlık grubuydu ama onların korunmalarından söz etmek mümkün değildi. 16. yüzyılda Katolik Kilisesi’ne karşı gerçekleştirilen “Reformasyon” sürecinde dinsel azınlıklar ortaya çıkmaya başladı ve hemen arkasından bunların korunması gündeme geldi. Ancak bu koruma çok zayıftı ve hükümdar iradesine bağlı olduğu için her zaman geri alınabilirdi. Örneğin, Fransa’da 1598 Nantes Fermanı ile kral IV. Henri, Protestan uyruklarına (Huguenotlar) dinsel özgürlük tanımış, ancak XIV. Louis 1685’te bu fermanı yürürlükten kaldırmıştır. Ancak, “1648 Vestfalya Barışı” sonrasında modern ulus-devletlerin ortaya çıkması ve egemen ideoloji olarak dinin 14 yerini milliyetçiliğin alamaya başlamasıyla azınlıkların korunması güçlenmeye başlamıştır. Bu bağlamda modern azınlık hakları doğmuştur.16 Daha sonra yeni devletlerin kuruluşu, sınır değişiklikleri ve siyasal yapılardaki dönüşümler azınlıkları da etkilemiş ve yeni azınlıkların doğmasına yol açmıştır. Özellikle Avrupa’da çok uluslu imparatorlukların çözülüşüne paralel olarak sınırların yeniden çizilmesi ve yeni devletlerin kurulmasıyla birlikte bir çok topluluk azınlık haline gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu ve AvusturyaMacaristan İmparatorluğunun dağılmasıyla meydana gelen sınır değişiklikleri Doğu Avrupa ve Balkanlar ile Orta Doğu’da çeşitli yerlerde azınlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türk azınlığı, Avusturya’daki Hırvat ve Sloven azınlıklar bu sürecin ürünüdürler.17 Azınlık sorunu Avrupalıların başka kıtaları keşfi ve o bölgeleri işgal etmeleriyle önemli boyutlar kazanmıştır. Avrupalıların, Amerika ve Avustralya’yı sömürgeleştirerek bu topraklara yerleşmeleriyle, o bölgelerdeki halklar bir çeşit azınlık statüsüne girmişlerdir. Örneğin, Eskimolar, Kızılderililer, Aborjinler… Atlantik köle ticareti döneminde milyonlarca Siyah Afrikalı, Amerika’ya göç ettirilerek burada aşağı bir azınlık konumuna sokulmuşlardır. Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya’daki azınlıklar da sömürgecilik ve emperyalizm dönemlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Sömürgeci ve emperyalist devletler yerli halklara hiç danışmadan, onların etnik dilsel ya da dinsel yönden coğrafi dağılımlarını dikkate almadan, tamamen kendi çıkarlarına göre bu toprakları paylaşarak siyasal sınırları belirlemişlerdir. Sonuçta bu devletler bağımsızlıklarını kazanırken sömürge döneminin mirası olan sınırları kabul etmek zorunda kalmışlardır. Başka bir tür azınlık grubu ise, belirli emek ve teknik beceri biçimlerinin bulunmadığı sömürgelerde oluşmuştur. Örneğin, daha önceleri Siyah kölelerin çalıştıkları şeker kamışı tarlalarında çalışmak üzere, Karayipler, Guyana gibi bölgelere Hintli tarım işçileri gelmiştir. Yine Hintli tüccar, zanaatkar, asker ve alt düzeyde bürokrat Malaya, Birmanya, Orta ve Doğu Afrika’ya göçmüşlerdir. Benzeri rolleri Güney Doğu Asya’daki İngiliz, Fransız ve Hollanda sömürgelerinde Çinliler, Batı Afrika’da Lübnanlılar ve Belçika Kongosu’nda Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar 16 17 Kurubaş, a.g.e., s.1-2; Oran, a.g.e., s.66 Ataöv, a.g.e., s. 51-52; Kurubaş, a.g.e., s. 3 15 oynamışlardır. Bu azınlıklar sömürge yönetimleri süresince güvelik içinde yaşamış, yerli halka oranla çok daha fazla ekonomik ve sosyal haklara sahip olmuşlardır. Sömürge yönetimleri sona erdiğinde ise yerli halklar onları kendi ilerlemelerine engel olarak görmüş, zor konuma düşmüşlerdir.18 Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması ve Doğu Bloğu’nun çözülüşü sonucu bir yandan Doğu Avrupa ve Balkanlar’da eski azınlıklar tekrar ortaya çıkarken, bunlara bir de Rus azınlıklar eklenmiştir. Özellikle Baltık ülkelerinde Rus azınlıklar önemli bir oran teşkil etmektedir. Ayrıca SSCB döneminde Stalin’in toplumları etnikleştirerek onlara ayrı toprak ve ayrı statü verme şeklindeki “Milliyetler Politikası”nın bir sonucu olarak Kafkasya ve Orta Asya’da yeni azınlıklar doğmuştur. Nihayet, bunlara zorunlu ve gönüllü göçler neticesinde ortaya çıkan diğer azınlıkları eklemek gerekir. Siyasal, dinsel vs. nedenlerle bir topluluğun kendi yaşam alanlarından ayrılmak zorunda bırakılması sonucu meydana gelen zorunlu göçler nedeniyle dünyanın dört bir tarafına dağılmış olan Yahudiler, Ermeniler, Beyaz Ruslar ve Amerika ve Batı Avrupa’daki Siyahlar gittikleri ülkelerde azınlık oluşturmuşlardır. Diğer yandan ticaret amacıyla ya da çalışmak için gönüllü göçler sonucunda da azınlıklar ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, Çinliler, Hintliler, Levantenler, Lübnanlılar, Yunanlılar ticaret amacıyla göç etmişlerdir.1960’lardan sonra azgelişmiş ya da geri kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere çalışmak amacıyla göç başlamıştır. Örneğin, Türkler ve Slavlar Almanya, Belçika ve Hollanda’ya, Hintli ve Pakistanlılar İngiltere’ye, Kuzey Afrikalılar Fransa’ya, Yunanlılar Avustralya’ya, Latin Amerikalılar Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) göç etmişlerdir. Son olarak, göç rekabeti nedeniyle de azınlıklar oluşabilir. Örneğin, Kanada’da İngiliz kökenliler karşısında Fransız kökenliler, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yine İngiliz kökenliler karşısında Hollanda kökenli Afrikaanerler, bu rekabetin mağlubu olarak azınlık konumuna girmişlerdir.19 B. Azınlıklar Sorununun Kaynağı: Ulus-Devlet/ Azınlık İlişkileri ve Vatandaşlık Ulus-devletler, dünyanın farklı bölgelerinde farklı tarihsel gelişim süreçlerinin sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bununla birlikte ulus-devletin altında yatan temel 18 Ataöv, a.g.e., s.50-53 Kurubaş, .a.g.e, s. 4; Oran, a.g.e., s. 70-72; ayrıca bkz Stefanos Yerasimos, “La Naissance des Minorites (XIXe Siécle-Premiére Guerre Mondiale)” (Azınlıkların Doğuşu XIX. Yüzyıldan Birinci Dünya Savaşına), Tarih ve Milliyetçilik, I. Ulusal Tarih Kongresi Bildiriler, Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat FakültesiYayınları, Mersin, 1999, s. 280-321 19 16 felsefe, birbirleriyle yakından ilişkili olan uluslaşma, ulusçuluk, ulusal kimlik, ulusal egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı gibi kavramlar tarafından biçimlendirilmektedir. Azınlıklar sorunun temelinde de bu kavramlar yatmaktadır. Bu temel kavramlar ve süreçler çerçevesinde ulus-devletle azınlık ilişkileri incelenebilir ve bu sayede azınlıklar sorununun temel nedeni ortaya konulabilir.20 Tarihsel süreçte azınlıkların ortaya çıkışının ulus-devlete bağımlı bir olgu olduğu, diğer bir deyişle modern ulus-devletlerin ortaya çıkışına paralel olarak azınlıkların doğdukları görülmektedir. Bu bağlamda azınlık hakları, ulus-devletin doğuşuyla modern anlamda ortaya çıkan uluslararası hukukun ürettiği kavramlardan biridir ve ulus-devletin etnik, dinsel, dilsel ve kültürel bakımdan homojen bir ulus yaratma çabasının doğal bir uzantısıdır.21 Ulus-devlet sınırları belirlenmiş bir toprak parçası yani ülke üzerinde, yönetimi altındaki toplulukları ve bu toplulukların sahip olduğu bölgesel, etnik, dinsel ve dilsel farklılıkları, gelenek ve ortak köken mitlerini canlandırarak, ortak kültür, ortak değerler ve simgeler çerçevesinde homojenleştirmeye çabalayan ve böylece tek bir bütün olarak onları ulus denen üst kimlik etrafında örgütleyen siyasal yapılar biçiminde tanımlanabilir. Ulus-devletler, sınırları içersindeki herkesin aynı özelliklere sahip ve birlik-beraberlik içersinde hareket eden homojen bir topluma dönüştürüldüğünde, güçlü bir yapı çıkacağı varsayımına inanırlar. Farklılıkların sosyal çatışma ve siyasal istikrarsızlığa yol açacağı düşünürler. Milliyetçilik ideolojisi ve bu çerçevede kullanılan ortak hukuk, ortak resmi dil, ulusal eğitim, ulusal ordu, zorunlu askerlik gibi araçlarla homojen bir toplum yaratılmaya çalışırlar. Ulus-devletler kendi içersinde varolan birden fazla ulusal ya da etnik grubun toplumda farklılıklar meydana getirdiği, homojenliği bozduğu ve siyasal birliği engellediği düşüncesiyle bu farklılıklarla çatışmaktadırlar. Bu durum ulus-devletleri zaman zaman asimilasyonist politikalara itmektedir. Ulus-devletin temel mantığı, devletle ulusun sınırlarının birbiriyle çakıştığı, yani bir ulusun tamamının bir devletin içinde olduğu varsayımına dayanmaktadır. Ancak çoğu kez devletlerin sınırları bir ulusun tamamını içine almaz. Çünkü tarihsel süreçte ulus-devletlerin doğuşu sırasında yaşanan mücadeleler ve savaşlar sonucu devletlerin sınırları oluşurken ister istemez, aynı etnik ya da ulusal gruptan insanlar farklı 20 21 Kurubaş, a.g.e., s. 5 Yasemin Özdek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yayınevi, Ankara, 2000, s. 290 17 devletlerin sınırları içerisinde kalmışlardır. Bu nedenle ulus-devlet alt kimlikleri ortak üst kimlik içinde benzeştirme çabası içine girmiştir. Fakat alt kimlikler her zaman bu konuda çok istekli olmamışlardır. Bu durumda çoğunluğun oluşturduğu egemen güç bu farklılıkları ortadan kaldırmak ve onarlı ulusal kimliğe bağlamak için çaba harcamaya başlamıştır. Bu bağlamda ulus-devletin milliyetçilik ideolojisini kullanarak kendi sınırları içerisinde “ulus inşası”na (nation-building) yönelmesi gündeme gelmiştir. Ulus inşası, toplulukların sadakatlerini kabile, bölge gibi küçük ve yerel birimlerden daha büyük merkezileşmiş bir siyasal otoriteye aktarıldığı bir süreci gerektirmektedir. Bu süreç, ulusal bağımsızlığın sağlanması, ulusal birlik temeline dayalı iktidarın merkezileşmesinin bir sonucu olarak meşru bir temsili yönetimin kurulması, vatandaşlık, ortak kültürün yaratılması ve bölüşüm ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi gibi değişik şekilleri içermektedir. Eğitim, askerlik ve siyasal katılım yoluyla ulus-vatan-vatandaşlık bilinci oluşturulmaya çalışılır.22 Ulus inşasında tarihsel olarak pek çok yerde genellikle sert yöntemlerle alt kimliklerin bastırılarak ulusal kimliklerin gelişmesi ve güçlenmesi yolunun açıldığı görülmektedir. Buna örnek olarak 1789 Fransız Devrimi’nden sonra gelişen Jakoben milliyetçilik verilenilir. Savaş ve iç isyan ortamında gelişen Jakoben milliyetçilik, zaman içinde her türlü muhalefet karşısında hoşgörüsüz, bölgeselcilik ve federalizm karşısında kuşkulu, güce ve militarizme dayalı, ulusal simgeleri dinsel bir fanatizm düzeyinde kutsayan, misyoner inançla yüklü bir milliyetçiliğe dönüşmüştür. Kısaca milliyetçilik, dinin yerine ikame edilmek istenirken kendisi bir din halini almıştır. Jakoben milliyetçiliğin bir uzantısı olan Jakoben nitelikli ulus-devlette azınlıklar adeta potansiyel bir suçlu olarak görülmüşlerdir. Buna göre, devlet içinde farklılıklara ve bölünmelere hoşgörü gösterilmesi, ulusu temsil eden o devletin ölümcül bir biçimde zayıflatılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle alt kimlikler ulusal üst kimliğe uymak zorunda bırakılmışlardır. Ulusal üst kimliği kabullenmeyenlerin ise vatanseverliğinden şüphe duyulmuş ve bu yüzden onlar hain muamelesi değilse bile ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdir.23 Ulus inşası projesinde ne kadar başarıya ulaşılırsa, azınlık sorunlarının ortaya çıkma riski o kadar azalır. Yöntemsel açıdan azınlıklar sorun oluşturdukları ölçüde ulus22 Kurubaş, a.g.e., s. 6-7 Ürer, a.g.e., s. 28-29; Füsun Üstel, Yurttaşlık ve Demokrasi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara,1999, s. 36 23 18 devlet tarafından soykırım (Jenosit), tehcir vb. baskı yöntemleriyle ya da asimilasyon yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılmışlardır. Bunlar mümkün olmazsa, segregasyon (ayrımcılık), entegrasyon (bütünleşme), özerklik (otonomi), federalizm, çokkültürcülük (multiculturalism) ve azınlık statüsü gibi yöntemler kullanılarak azınlık sorunları aşılmaya çalışılır.24 Ulus-devletin azınlıklara yönelik, özellikle zor ve baskıya dayanan tutumları, ekonomik refahın üretilemediği, grup üyelerinin kişisel haklarının korunmadığı ve siyasal karar alma süreçlerinden dışlandığı bir ortamda gerçekleşirse, etnik farklılıkları uyarabilmekte hatta onları beslemektedir. Demokrasi ve insan haklarının geliştirilemediği ve bütünleşmeden çok bastırma yönteminin benimsendiği durumlarda alt kimlikler yani azınlıklar siyasallaşarak bir bakıma kendini yok sayan ulus-devlete karşıt bir konum almaya ve mücadeleye başlamaktadırlar. Bu mücadele silahlı direniş biçiminde olabileceği gibi kültürel biçimde de olabilir. Bu haliyle azınlıklar, bir bakıma kimlikleriyle ulus-devletin egemenlik alanı içinde yerleşik olan ve siyasal üyelik tanımlama ölçütlerine uymayan siyasal yabancılar olup, nihai hedefleri olan kendi bağımsız devletlerini kurmakta başarısız olmuş ve başka bir ulusun kurduğu devletin sınırları içerisinde yaşamak zorunda bırakılmış etnik ya da ulusal gruplardır.25 Azınlıklar, ulus-devletler sistemi içinde kendi kaderini tayin hakkını hatırlattıkları için rahatsızlık kaynağı olarak görülmektedirler. Çünkü kendi kaderini tayin hakkı, 20. yüzyıl boyunca milliyetçiliklerin ve kendi devletini kurmanın meşruluğuna dolayısıyla azınlıkların taleplerine dayanak oluşturmuştur. Nasıl ki uluslar ve azınlıklar, ulus-devletin inşasının bir sonucu ise, kendi kaderini tayin hakkı ve azınlık hakları da ulus-devletin ve uluslararası sistemin ürettiği iki kavramdır. Bu bağlamda kendi kaderini tayin hakkı ve azınlık hakları birbirleriyle çok yakından ilişkilidir. Diğer yandan milliyetçiliğin çifte karakterine dikkat etmek gerekir. Çünkü milliyetçilik hem ulus-devletin ideolojisidir, hem de kendi ulus-devletlerini kurmak isteyen ulusal ya da etnik azınlıkların ideolojisidir. Bu nedenle milliyetçiliğin ve kendi kaderini tayin hakkının ulus-devletle azınlık ilişkisi bakımından bir kısır döngüye neden olduğu görülmektedir. 26 24 Oran, a.g.e., s. 77-82; çokkültürlülük ve azınlık haklarıyla ilgili olarak ayrıca bkz. Will Kymlicka, Çokkültürlü Yurttaşlık, Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998 25 Preece, a.g.e., s. 17, 40 26 Kurubaş, a.g.e., s.10 19 Uluslararası hukukta ulus ve azınlık kavramlarının tarihsel süreçte aldıkları biçimlerin bir gereği olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu, azınlıklarınsa böyle bir haklarının olmadığı kabul edilmektedir. Bununla birlikte, hukuk nezdinde kendi kaderini tayin hakları tanınmasa da, azınlıkların bağımsızlık mücadelelerinde amaçlarına ulaştıklarında ulus kimlikleriyle uluslararası alanda kabul edildikleri görülmüştür. Uluslararası hukuk tarihi, bu anlamda bir dönemde azınlık sayılan grupların bir başka dönemde ulus olarak kabul edilmeleri gibi, ancak tarihsel koşullar içinde açıklanabilen olaylarla doludur.27 Kısacası azınlıklarla ulus-devletler arasındaki gerilimin nedeni aralarındaki varoluşsal ilişkiden kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet azınlıkları ortadan kaldırarak homojen bir ulus yaratmak isterken, azınlıklar ise kendi kimliklerini tam güvenceye almak amacıyla kendi ulus-devletlerini kurmak isterler. Milliyetçilik ve kendi kaderini tayin hakkı azınlıkları kendi bağımsız devletlerini kurmak için mücadeleye iter. Ulusdevletlerin endişelerinin altında işte bu gerçek yatmaktadır. O nedenle de aralarındaki gerilim sürmekte ve ulus-devletler azınlıkları hala potansiyel tehdit olarak görmektedirler. Bu bağlamda devletler azınlık haklarını tanımakta pek gönüllü davranmamaktadırlar. Kuramsal olarak ulus-devlet, kendi egemenlik alanı içinde yer alan çeşitli gruplara eşit uzaklıkta durmak ve eşit davranmakla yükümlü de olsa, pratikte her devlet bir egemen gruba ayrıcalıklar tanımış ve öteki grupların kimliklerini yok saymıştır. Bu anlamda vatandaş olmak bakımından bir eşitlik varsa da egemen gruplar daha gerçek (!), azınlıklarsa sahte (!) vatandaşlar olarak algılanmışlardır. Bu nedenle siyasal iktidarın merkezileşmesi ve ortak resmi dil ve kültürün dayatılması biçiminde kendini gösteren ulusal birlik ideali ve ulusla devletin örtüştüğü varsayımı, öteki gruplara karşı hoşgörüsüz, dışlayıcı ve baskıcı tutumları barındırdığı için, modern uluslararası hukukta azınlıkların korunmasına ilişkin kurallar ve mekanizmalar geliştirilmiştir.28 27 28 Özdek, a.g.e., s. 295 Kurubaş, a.g.e., s. 12; Özdek, a.g.e., s.294; Üstel, a.g.e., s.37-39 20 III. AZINLIK HAKLARI A. Azınlıkların Hakları, Yükümlülükleri ve Azınlık Haklarının Sınırlandırılması Azınlık haklarının, insan hakları sistematiği içerisindeki yeri, bu haklara kavram olarak ya da öğeleriyle verilen anlama göre değişmektedir. Azınlık haklarının yeri, öne çıkarılan öğesine göre insan haklarının her bir kategorisine yayılmaktadır. Dil ve din açısından birinci kuşak haklar (kişisel ve siyasal haklar); kültürel açıdan eğitim, sanat ve basın-yayın özgürlükleri olarak ikinci kuşak haklar (sosyal, kültürel ve ekonomik haklar); fakat hepsi birlikte düşünüldüğünde “gelişme hakkı” olarak üçüncü kuşak haklar arasında yer alır. Diğer yandan azınlık hakları, bireysel özgürlükler / kolektif özgürlükler ayrımına ilişkin tartışmaların en can alıcı noktasını oluşturmaktadır. Böylece azınlık hakları, “kuşaklar arası” bir hak olarak da nitelenebilir.29 K. Koch, azınlık haklarını, “azınlıkların eşit muamele görme, kültürlerini, dinlerini ve dillerini kullanma ve devletin siyasal ve ekonomik yaşamına tam katılma hakları” olarak tanımlamaktadır. Genellikle aynı doğrultuda olan bu haklar manzumesi azınlıklara saygılı olan, demokratik çoğulculuğa dayalı her ülkede değişik biçimlerde uygulanmakla birlikte kullanılan hakların özünde bir değişiklik yoktur.30 Azınlık hakları çoğulcu ve demokratik toplumlarda eşitlik ilkesinin tam ve etkili bir biçimde gerçekleştirilmesi için herkese tanınan genel haklar (negatif haklar) dışında, dezavantajlı gruplara tanınan özel hakları yani pozitif hakları içerir. Uluslararası belgelerde belirlenen ve evrensellik kazanan azınlık hakları üç temel hak biçiminde ortaya çıkar. Bunlardan birincisi, azınlık grubu olarak varolma hakkıdır (hayat ve fiziksel varlık hakkı). Bu hak doğal olarak bütün bireylerin en temel haklarını temsil eder. Bu bağlamda azınlıkların fiziksel varlıklarının korunmasını yani soykırıma, etnik temizliğe uğratılmamaları gibi fiziksel varlıklarının ortadan kalkmasına yol açacak herhangi bir saldırıya karşı korunmalarını içermektedir. Azınlık haklarının ikincisi, eşitlik ve ayrım gözetilmemesi hakkıdır. Aslında bu hak da temel insan hakları belgelerinde yer almaktadır. Ama bu belgelerdeki çeşitli sınırlamalar sonucu bu haklar ihlal edilebildiğinden ya da sınırlandırılabildiğinden 29 İbrahim Kaboğlu, “İnsan Hakları, Azınlık Hakları ve Türkiye”,Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 22 30 Tarık Ziya Ekınci, Avrupa Birliğinde Azınlıkların Korunması Sorunu, Türkiye ve Kürtler, Sümer Yayıncılık, İstanbul, 2001, s. 44 21 azınlıklara yönelik uluslararası belgelerde de bu haklara yer verilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, fiili eşitsizlikleri gidermek ve azınlık bireylerinin kimliklerini koruyup geliştirmelerini sağlamaya yönelik geçici önlemlerin eşitlik ve ayrım gözetme ilkesine aykırı bir biçimde yorumlanamayacağıdır. Azınlık haklarının üçüncüsü, azınlık kimliğinin tanınması ve kimlik unsurlarının yaşatılması ve geliştirilmesi hakkıdır (dinsel, dilsel ve kültürel özerklik hakkı). Aslında ilk iki hak genel insan hakları bağlamında ele alınabilecek haklarken, bu hak azınlık haklarının temelini oluşturmaktadır. Bu genel azınlık hakkı, azınlık mensuplarının asimilasyonunu yasakladığı gibi, onların kimliklerini oluşturan öğelerin tanınmasını ve desteklenmesini içermektedir.31 Azınlıklara ilişkin uluslararası belgelere bakıldığında, dinsel, dilsel ve kültürel özerklik hakkı çerçevesinde öncelikle, azınlık mensubu kişilere ülkenin resmi dilinin yanı sıra kendi anadillerini öğrenme ve kullanma hakkının tanındığı görülmektedir. Anadil kişinin kimliğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle anadili kullanma hakkı sadece özel hayatla sınırlı değildir, ifade özgürlüğü, anadilde eğitim, bilimsel ve kültürel hayata katılma hakkı ve yönetsel makamlarla ilişkiler çerçevesinde de geçerlidir. Ayrıca azınlık dilinde ad ve soyadı kullanma geleneksel yerel adlar ve sokak adlarının kullanılması da bu hak kapsamında yer alır. İkinci olarak azınlıkların kendi kültürlerinden yararlanma hakkı vardır. Bu çerçevede azınlıklar, kültürel kimliklerini korumak ve geliştirmek için kendilerine ait iletişim araçlarıyla bilgi ve düşüncelerini ifade etme, bilgi alma ve yayma hakkına sahiptirler. Bunun için azınlıklar kendi eğitim kurumlarını kurma, kendi dillerini, tarihlerini, kültürlerini araştırma ve bunların ürünlerini yayma, edebiyat ve diğer sanat dallarında özgürce ürün verme, geleneksel bayramlarını ve şenliklerini kutlama, kütüphane, tiyatro, konser, medya gibi çeşitli araçlarla kültürlerini yayma ve ayrım gözetilmeksizin örgütlenme özgürlüğüne sahiptirler.32 Üçüncü olarak, azınlıkların kendi dinlerini açıklama ve uygulama hakları vardır. Din ve inanç özgürlüğü, günümüzde evrensel olarak kabul edilen bir hak olduğu için dinsel azınlıklar bakımından genellikle bir sorun teşkil etmez. Bununla birlikte bir 31 Alpkaya, a.g.e., s. 159-160, 163; Kurubaş, a.g.e., s. 24-25; ayrıca bkz. Javaid Rehman, Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 99-109 32 Alpkaya, a.g.e., s. 163-165, 167-168; Ekinci, a.g.e., s. 45-46; Kurubaş, a.g.e., s. 25 22 dinsel azınlık aynı zamanda bir etnik ya da dilsel azınlık oluşturuyorsa, bu haklara yönelik bir takım sınırlamalar ya da ihlaller söz konusu olabilmektedir. Özellikle bazı dinsel uygulamaların devletlerin hukuk düzeniyle çatışması gündeme gelebilir. Bu durumlarda azınlıklar bazı hukuksal düzenlemelerden muaf tutulmak isteyebilirler. Örneğin, Kanada’da Sihler’in taktıkları türbandan dolayı motosiklet kaksından muaf olmak istemeleri, ABD’deki Amish, Quaker gibi dinsel grupların askerlikten ve zorunlu eğitimden muafiyet talepleri ya da Fransa’da Müslüman kızların okullara başörtüsüyle devam edebilme istekleri gibi. Bu isteklerin bazıları devletlerin kurulma aşamasında özel antlaşmalarla kabul edilmiş olsalar da genelde devletler tarafından kabul edilmemektedirler.33 Dördüncü olarak, azınlık mensuplarının kültürel, sosyal, ekonomik, dinsel ve kamusal yaşama tam olarak katılma hakları vardır. Bu bağlamda azınlıkların yaşadıkları bölgelere ya da kendilerini ilgilendiren konulara ilişkin yerel, bölgesel ya da ulusal karar mekanizmalarına etkin katılımı, ayrıca kendi şirketlerini kurma ve yönetme hakları söz konusudur. Azınlıkların karar alma mekanizmalarına katılması kimi zaman yönetsel kimi zaman siyasal özerkliği beraberinde getirebilmektedir. Bu çerçevede ulusal azınlıkların kimlikleriyle dil ve kültürlerinin korunması için tarihsel ve bölgesel veriler dikkate alınarak bölgesel ya da özerk yönetimler kurulmasını sağlamak ilgili devletlerin görevidir. Beşinci olarak, azınlıklara mensup kişiler ayrım gözetmeksizin, kendi gruplarının üyeleriyle ya da başka azınlık mensuplarıyla ve devlet sınırlarının ötesinde ulusal ya da etnik kökenleriyle, dilleriyle ya da dinleriyle bağlı oldukları, başka devletlerin vatandaşı olan kimselerle özgür ve barışçı ilişkiler kurma ve sürdürme hakkına sahip oldukları gibi bu çerçevede hareket eden hükümet dışı kuruluşların faaliyetlerine de katılabilirler.34 Devletlere bu konuda getirilen temel yükümlülük yukarıda sayılan azınlık haklarının tanınmasıdır. müdahalelerden Ancak, kaçınmanın, yani devletlerin, azınlıkların azınlık bu haklarının haklardan kullanımında yararlanmasını reddetmemenin ya da engellememenin yanı sıra tüm bu hakların kullanımını kolaylaştıracak önlemleri almak, hatta bu hakların kullanımını teşvik etmek 33 34 Alpkaya, a.g.e., s. 166; Oran, a.g.e., s. 90-92 Alpkaya, a.g.e., s. 168-169; Ekinci, a.g.e., s. 46; Kurubaş, a.g.e., s.26-27 23 yükümlülükleri vardır. Dolayısıyla devletlerin azınlık hakları konusunda pozitif ayrımcılık uygulamaları istenmektedir. Buna karşılık azınlıkların da bir takım yükümlülükleri bulunmaktadır. Öncelikle azınlıklar vatandaşı oldukları devlete sadakat göstermek ve vatandaşlık statüsünden kaynaklanan ödevlerini yerine getirmek zorundadırlar. Azınlıkların kendilerine tanınan hakları kötüye kullanmamaları gerekir. Yani azınlıklara tanınan bu haklar, devletin egemen eşitliğine, ülkesel bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına aykırı herhangi bir faaliyete yetki verir biçimde yorumlanamaz ve kullanılamaz. Diğer yandan, azınlıklar bu hakları kullanırlarken, devletin ulusal mevzuatına, çoğunluğun ve diğer azınlık gruplarının haklarına saygı göstermek zorundadırlar. Azınlık haklarının sınırlandırılmasına gelince, azınlıklara tanınan hakların kötüye kullanılmaması yükümlülüğü aynı zamanda bir sınırlandırmaya da işaret temektedir. Dolayısıyla, haklar kötüye kullanıldığında askıya alınması söz konusu olabilecektir. Azınlık haklarının kullanımı başkalarının haklarının engellenmesine neden olmamalıdır. Azınlık hakları, çoğulcu ve demokratik bir toplumda, hukuksal normlarla öngörülmüş, kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın ve ahlakın korunmasıyla başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla sınırlandırılabilir. Ayrıca ulusun ve devletin varlığını tehdit eden ve resmen ilan edilen olağanüstü durumlarda, uluslararası hukuk uyarınca üstlendikleri diğer yükümlülüklerle bağdaşmak ve ırk, cins, renk, dil, din ya da toplumsal köken bakımından ayrım gözetmemek koşuluyla, durumun gerektirdiği ölçüde azınlık haklarının kullanımı da devlet tarafından durdurulabilir (derogasyon hakkı). Bu durum geçici niteliktedir, olağanüstü durum ortadan kalkınca uygulama sona erer.35 B. Azınlık Haklarının Niteliği: Bireysel Haklar – Kolektif Haklar Genel olarak insan hakları literatüründe henüz çözüme kavuşamamış olan bireysel haklar ve kolektif haklar ikilemi azınlık hakları bakımından da mevcuttur. Diğer bir deyişle, azınlık haklarının birer grup olarak azınlıklara tanınan haklar olduğunu 35 Alpkaya, a.g.e., s. 169-171; Kurubaş, a.g.e., s.27-28; ayrıca bkz. Çavuşoğlu, a.g.e., s. 83-93; Tom Hadden, “Uluslararası Hukukta Azınlıkların ve Halkların Hakları”, Ortadoğu’da Milliyetçilik, Azınlıklar ve Diasporalar, Kirsten E. Schulze/ Martin Stokes/ Colm Campbell, (Der.), Çev: Ahmet Fethi, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 27-40 24 savunanlar olduğu gibi, bunların gerçekte azınlık gruplarına mensup bireylere tanınan haklar olduğunu savunanlar da bulunmaktadır. Azınlıklara yönelik uluslararası belgelerde her iki görüşü de destekleyen hükümler vardır.36 Bireysel haklar kişilerin tek başlarına doğrudan sahip oldukları haklardır. İnsan hakları ve temel özgürlükler öncelikle bireysel nitelik taşımaktadır. Bir başka deyişle, söz konusu güvenceleri bireyler sadece kendileri için talep edebilirler. Ancak, insanın toplum içinde diğer bireylerle birlikte yaşaması ve temel haklarını toplum içinde kullanması nedeniyle temel hakların grup hakları boyutu da ortaya çıkmış ve kabul edilmiştir. Kolektif haklar (grup hakları)37 ise bir anlamıyla, kişilerin ancak başkalarıyla birlikte kullanabildiği haklar olup bir bütün olarak gruba tanınan haklar olarak tanımlanırken; başka bir anlamda, kolektif bir yarar ya da topluluk için bir yarar elde etme adına kullanılan haklar olarak görülmektedir.38 İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararasılaşan insan hakları hukukunun evrensellik vurgusu çerçevesinde egemen anlayış ayrımcılık yasağı ilkesi temelinde bireylere tanınan hakların azınlıkların korunmasını sağlayacağı yönündeyken, bu çizgide ilk kırılma noktası 1966 tarihinde imzaya açılan ancak 1976 tarihinde yürürlüğe giren “BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi” nin (MSHS) 27. maddesiyle olmuştur. Bununla birlikte, 27. maddenin koruma alanı içindeki haklarda birey hakları ekseninde ifadelendirilmiştir. Bugün uluslararası hukuktaki genel eğilim, azınlık haklarının bireysel haklar olduğu yönündedir. MSHS’nin 27. maddesinde olduğu gibi, azınlıklara ilişkin uluslararası belgelerde kullanılan “azınlıklara mensup kişilerin hakları” ifadesi azınlık haklarında öznenin birey olduğunu vurgulama amacı taşır. Bunun nedeni, devletlerin azınlıklara uluslararası kişilik verilmesini istememeleridir, çünkü bu durumda azınlıklar devletin parçalanmasına neden olabileceği düşünülmektedir. Diğer neden ise, grupların bireyleri ezmesinin önüne geçilmek istenmesidir. Grup kimliği çerçevesinde korunan 36 Alpkaya, a.g.e., s.157 Kolektif haklar ile grup hakları çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Ancak bu ikisi arasında ayrım yapan görüşler de mevcuttur. Çavuşoğlu bu konuda şöyle demektedir: “Kolektif haklar, grup hakları olarak ele alındığında, gruba herhangi bir nedenle ya da herhangi bir amaç için bir araya gelmiş kişi topluluklarından farklı bir anlam verilebilmektedir. Bu çerçevede grup hakkı, grup üyelerinin haklarının toplamı ya da kişilerin bireysel haklarını biraraya gelerek elde etmelerinde araç bir hak; kolektif hak ise, kendilerine ait farklı kültürel özellikleri korumak ve geliştirmek için toplulukların kullanabildiği bir hak olarak tanımlandığında, kolektif hak ile grup hakkı arasındaki ayrım gruba özel bir anlam yüklendiğinde silikleşir.” , a.g.e., s. 35. Burada kolektif hakla grup hakkı aynı anlamda kullanılacaktır. 38 Arsava, a.g.e., s. 68 37 25 değerler kolektif haklar-bireysel haklar çatışmasını doğurabilir. Grubun hayatta kalmasını sağlama adına grup kimliğinin bireysel kimliğe ya da grup bütünlüğünü aşındıran bireysel tercihlere üstün kılınması, kolektif haklarla bireysel hakları uyumlaştırılması sorununu gündeme getirmektedir. Grup haklarının en önemli dayanağını, bireysel bir hak olarak, münferit bireylerin belli bir gruba mensubiyetlerini seçme ve açıklama hakları oluşturmaktadır. Bu bağlamda, birey haklarının, grup haklarının korunması için kullanılması gündeme gelmektedir. Sonuçta uluslararası belgeler azınlık haklarının bireysel boyutunu öne çıkarsa da, bu haklar azınlıkların varlık ve kimlik hakkı çerçevesinde şekillenmekte, azınlık mensubu kişilere tanınan kendi kültürlerini, dillerini ve dinlerini yaşatama ve koruma hakkı ile asimilasyon yasağı, devletlerin bu alandaki pozitif yükümlülükleriyle birlikte düşünüldüğünde dolaylı da olsa grup kimliğinin korunması sonucunu doğurmaktadır. Bununla birlikte, azınlığa mensup olmakta kişisel tercih hakkı, devlete karşı grup kimliğini, gruba karşı da bireysel kimliğin korunması imkanını sağlar. Azınlık haklarında bireysel hak vurgusu, azınlıkların ayrılıkçı taleplerinin önüne geçmek, devletlerin egemenliğini ve ülkesel bütünlüğünü korumak kaygısıyla geliştirilmiş bir formüldür. Bu çerçevede, azınlık hakları kolektif haklar olmaktan çok, Çavuşoğlu’nun deyimiyle “kolektif haklarla bireysel hakların sınır çizgisinde kolektif boyutlu bireysel haklar” olarak kabul edilmektedir.39 C. Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Self-determinasyon / Oto-determinasyon Hakkı) Kendi kaderini tayin hakkının, içeriğinin ve hukuki anlamının, bu hakkı tanımlayan ideolojik ve siyasal güçlere göre şekillendiği ve bu kavramın gelişmesinde farklı aşamaların olduğu görülmektedir. Bugün anlaşıldığı biçimiyle kendi kaderini tayin hakkının ideolojik kökenleri Aydınlanma felsefesinde görülebilir. Bu çerçevede kendi kaderini tayin hakkı, ilk çıkış olarak içsel bir anlam taşır. Halkın istediği siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemi seçebilmesi / belirleyebilmesi anlamına gelir – ki bu pratikte demokrasiye tekabül eder - . Bu anlamda kendi kaderini tayin hakkının ilk ünlü örneği 1789 Fransız Devrimi’dir.40 39 Çavuşoğlu, a.g.e., s. 39; ayrıca bkz. Ayşe Füsun Arsava “Ulusal Grup Hakları ve Bu Konuda Meydana Gelen Gelişmeler”, AÜSBFD (Prof. Dr. Bedri Gürsoy’a Armağan), C. 47, No: 3 - 4 (Haziran - Aralık 1992),s. 13-20;Azınlık haklarının kolektif nitelikli olduğu yönündeki görüş için bkz. Ekinci, a.g.e., s. 52-54 40 Çavuşoğlu, a.g.e., s. 41; Oran, a.g.e., s.108 26 19. yüzyıldaki milliyetçilik hareketleri, ulus-devletlerin kurulma sürecini hazırlarken, ulusların kendi kaderini tayin hakkını şekillendirmiştir. Bu bağlamda kendi kaderini tayin hakkı bağımsızlık anlamında dışsal bir anlam taşımaya başlamıştır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, Birinci Dünya Savaşı sonrasında “Milliyetler Prensibi”41 çerçevesinde çöken çok-uluslu imparatorluklardan yeni devletlerin doğuşunun siyasal temelini oluşturmuştur. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın amacının milliyetler prensibini gerçekleştirmek olduğu daha sonra İngiltere başbakanı olacak olan Churchill tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Biz bu savaşın Avrupa’nın haritasını milliyetler prensibine göre değiştirmesini istiyoruz.” MC’nin öncüsü olan ABD başkanı Wilson 1918’de ilan ettiği “On Dört Noktası”nda şöyle demektedir: “…tüm ulusal istekler mümkün olduğu ölçüde tatmin edilmelidir.” Bu ilke MC Misakı’nın 22 / 4. maddesine yansımıştır. Diğer yandan sosyalist gelenekte de kendi kaderini tayin hakkı kavramı vardır.42 1917 Bolşevik Devrimi, kendi kaderini tayin hakkının sosyalist yorumunu getirmiştir. Hatta kendi kaderini tayin hakkını, ilk olarak Bolşevikler bir uluslararası hukuk prensibi olarak yorumlamıştır. Lenin’in yazılarında sosyalist kendi kaderini tayin hakkı, ulusların tam hak eşitliği ve ezilen ulusların ayrılma hakkı temelinde anlamlandırılmıştır. Ancak, Lenin, ulusal hareketlerin tarihsel meşruiyetini kabul etmekle birlikte, bunun milliyetçiliği savunma biçimi almaması için, o ulusal hareketlerin sadece ilerici yönlerinin desteklenmesiyle yetinilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Stalin ise, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunun, proleter devrimin genel sorunun bir parçası olduğunu, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerin desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede sosyalist kendi kaderini tayin hakkı anlayışı, ezilen ulusların bağımsızlık ve kendi kaderini tayin haklarını sosyalizmin güçlendirilmesi temelinde değerlendirmektedir.43 1945 BM Şartı ile kendi kaderini tayin hakkı bir uluslararası hukuk ilkesine dönüştürülmüştür. BM Şartı’nın 1 / 2. ve 55. maddelerinde halklar için kendi kaderini tayin hakkı ilkesi tanınmıştır. 1 / 2. maddede halkların hak eşitliği ve kendi kaderini 41 Milliyetler Prensibi, halklara ve ulusal gruplara, siyasal örgütlenme şeklini ya da siyasal aidiyetlerini kendilerinin belirlemesi hakkını tanımaktır. Bu prensip, bir ulus-devletin kurulamadığı durumlarda ilgili devlet içinde kalan farklı toplulukların azınlıkların korunması çerçevesinde korunmalarını içerir. Arsava, Azınlık Kavramı… , s. 34 42 Ayrıntılı bilgi için bkz. Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Çev: İsmail Yarkın, 2.Basım, İnter Yayınları, İstanbul, 1993, s. 73-93 43 Çavuşoğlu, a.g.e., s. 42; Oran, a.g.e., s. 109-110; Özdek, a.g.e., s. 300-303 27 tayin hakkına saygı gösterilmesi, BM’nin amaçları arasında yer alan uluslararası dostluk ve barışın geliştirilmesinde bir önkoşul olarak kabul edilirken; 55. madde halkların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini saygı üzerine kurulu, barışçıl ve dostça ilişkilerin gerçekleştirilmesi için, insan hakları ve özgürlüklerinin ayrım yapılmaksızın korunmasının yanı sıra, uluslararası sosyal, ekonomik ve kültürel işbirliğini öngörmektedir. Ayrıca Şart’ın Kendi Kendini Yönetemeyen Ülkelerle ilgili XI. bölümünün 73. maddesi ve Uluslararası Vesayet Rejimi ile ilgili XII. bölümünün 76. maddesi bu ilkeden kaynaklanmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkının bir başka anlamı da İkinci Dünya Savaşı sonrasında dekolonizasyon hareketleri içinde, Avrupalı sömürgeci devletlere karşı sömürgelerin kendi kendilerini yöneteme ve bağımsız devlet kurma talepleriyle gündeme gelmiştir. BM Üçüncü Dünya’da sömürgeciliğin tasfiyesi için kendi kaderini tayin hakkı üzerine çalışmalarını 1960’lı yıllarda hızlandırmıştır. Klasik sömürgecilik dönemi kapanırken, bağımsız bir devlet kurma hakkını da içeren kendi kaderini tayin hakkının yalnızca sömürge halklarına özgülenmesi 14 Aralık 1960 tarih ve 1514 (XV) sayılı BM Genel Kurulu kararıyla gerçekleşmiştir. “Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildirge” adlı bu kararın 1. maddesi, kendi kaderini tayin hakkının öznesini sömürge halkları ile sınırlandırmıştır. 2. maddesi göre ise, kendi kaderini tayin hakkının kullanıcısı, sömürge halkının tümüdür ve sömürge ülke sınırları, kurulan bağımsız devletlerin de sınırları olacaktır. Yani bağımsızlık kazanıldıktan sonraki bölünmeler kendi kaderini tayin hakkı kapsamına girmez. Kendi kaderini tayin hakkının, sömürge halkları dışında daha kapsamlı bir nitelik kazanması, “ikiz sözleşmeler” olarak da adlandırılan 1976 tarihli “BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” (ESKHS) ile “Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi”yle gerçekleşmiştir. Bu sözleşmelerin aynı sözcüklerle kaleme alınmış 1 / 1. maddesinde yinelenen halkların kendi kaderini tayin hakkı tanımı bu kez insan hakları ile bağlantılı olarak anlam kazanmış ve bağlayıcı bir uluslararası hukuk normu haline gelmiştir. Kendini yönetemeyen ya da vesayet altında bulunan ülke halklarının kendi kaderini tayin hakkına ilişkin düzenlemeyse sözleşmenin 1 / 3. maddesinde getirilmiştir. BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970 tarih ve 2625 (XXV) sayılı kararıyla kabul ettiği “Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliği ile İlgili Uluslararası Hukuk 28 İlkeleri Bildirgesi” ise, kendi kaderini tayin hakkını, uluslararası hukukun klasik ilkeleri arasında saymaktadır. Bununla birlikte, ülke bütünlüğünün korunması koşulunu vurgulayan Bildirge’de kendi kaderini tayin hakkının, ırk, inanç ya da renk ayrımı yapmaksızın ülkenin tüm halkını temsil eden egemen ve bağımsız devletlerin ülke bütünlüğünü ya da siyasal birliğini, kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak yahut tehlikeye sokmaya izin verecek biçimde yorumlanamayacağı belirtilmiştir. Aynı kural “BM Dünya İnsan Hakları Konferansı”nda kabul edilen 1993 tarihli “Viyana Bildirgesi”nde de yinelenmektedir. Buradan hareketle kendi kaderini tayin hakkının, demokratik olmayan ve ayrımcı hükümetlerin varlığı halinde ülke bütünlüğünün korunması ilkesi karşısında üstünlük kazanacağını savunanlar olduğu gibi, ancak ırk ayrımcı (apartheid) ve faşist rejimler altında yaşayan halkların kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu ileri sürenler bulunmaktadır. Günümüze kadar uluslararası hukuk ve politika pratikleri, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin, sömürgecilik-apartheid şemasının dışına taşmamasına özen göstermiş, ülke bütünlüğü ilkesinin kendi kaderini tayin hakkıyla çatışması durumunda genellikle ülke bütünlüğünün korunmasını yeğlemiştir.44 Azınlıkların kendi kaderini tayin hakkına sahip olup olmadıklarıysa tartışmalı bir konudur. Uluslararası belgeler bu hakkı azınlıklara tanımamaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, kendi kaderini tayin hakkı sadece halklara tanınmış olan bir haktır. Nitekim, bulundukları ülkelerde azınlık konumunda bulunan yerli halklar, kendilerine tanınan azınlık statüsünü reddederek kendi kaderini tayin hakkını talep etmektedirler. Öte yandan uluslararası belgelerin hiçbirinde kendi kaderini tayin hakkı azınlık hakları arasında sayılmamaktadır. Azınlık hakları, devletlerin egemen eşitliği, ülkesel bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığına aykırı bir biçimde yorumlanamaz. Oysa kendi kaderini tayin hakkı, tarihsel gelişimi içinde ayrılma hakkını da içerecek biçimde yorumlanmış ve uygulanmıştır. O nedenle kendi kaderini tayin hakkı, azınlık hakkı niteliğine sahip değildir. Ayrıca kendi kaderini tayin hakkı, siyasal statüyü belirleme hakkıdır, halbuki azınlık hakları kimlik hakkı çerçevesinde şekillenmektedir. Ama yine de kendi kaderini tayin hakkının yorumlanma ve uygulanma sürecine bakıldığında özerklik bağlamında azınlık hakkına dönüşme olasılığının olduğu söylenebilir. Bu haliyle azınlıklar için kendi kaderini tayin hakkı, belirli bir bölgede yoğunlaşmış 44 Çavuşoğlu, a.g.e., s. 43-45; Oran, a.g.e., s. 111-117; Özdek, a.g.e.,s. 309-310; ayrıca bkz. Arsava, Azınlık Kavramı…,s. 34-35, 74-82 29 azınlıkların kimliklerinin korunması ve eşit siyasal katılımın yanı sıra kendileriyle ilgili konularda karar mekanizmalarında siyasal ve yönetsel özerkliğe sahip olmaları anlamına gelebilmektedir.45 IV. AZINLIKLARIN ULUSLARARASI ALANDA KORUNMASI A. Tarihsel Süreçte Azınlıkların Uluslararası Korunması ve Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları 1. Milletler Cemiyeti Dönemine Kadar Olan Durum Bu dönem iki alt döneme ayrılabilir: Birincisi, dinsel azınlıkların ikili anlaşmalar aracılığıyla korunduğu 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönem, ikincisi dinsel azınlıkların ulusal azınlıklara dönüştüğü ve büyük devletlerin koruması altına alındığı 19. yüzyıldan MC’nin kurulmasına kadar olan dönem. Azınlıkların korunmasına ilişkin ilk düzenlemeler dinsel azınlıkların lehine olarak 16. yüzyıldaki Reformasyon döneminde yapılmıştır. Reformasyon, Avrupa’da Hıristiyanların Katolikler ve Protestanlar olarak bölünmesine neden olmuş ve bu süreç içerisinde bu gruplar arasında tükenmeyen din savaşları yapılmış, karşı mezhepten olan insanlar zulme uğramış ve öldürülmüştür. Ancak iktidardaki çoğunluk açısından tehlike olarak görülen bu dinsel grupların topluca ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı ve farklı dinsel inanışlar nedeniyle devletler arasında yapılan savaşların herkese zarar verdiği görülünce bu dinsel azınlıklara devletler kendi ilan ettikleri belgelerle ya da ikili antlaşmalar yoluyla bir takım haklar verilmeye başlanmıştır. 1555 “Augsburg Barışı” çerçevesinde Almanya da Katolikliğin yanı sıra Protestanlığın (Luthercilik) varlığı imparator tarafından kabul edilmiştir. Yine 1598 “Nantes Fermanı” ile Katolik Fransa’da Protestan uyrukların dinsel özgürlükleri tanınmıştır. Daha sonra 1606’da Transilvanya’daki Protestanların dinsel özgürlüğünü güvence altına alan ve Macaristan ile Transilvanya arasında imzalanan antlaşmayla iki egemen devlet arasında yapılan ikili antlaşmalarla dinsel azınlıkların korunması dönemine girilmiştir. Bu yöntemle azınlıkların korunmasının en önemli örneği “Otuz Yıl Savaşları” (1618-1648) sonunda Fransa ile Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu arasında imzalanan ve bugünkü modern 45 Alpkaya, a.g.e., s. 161; Çavuşoğlu, a.g.e., s. 47-48 30 ulus-devletler sisteminin ve uluslararası hukukun temelini oluşturan 1648 tarihli “Vestfalya Barış Antlaşması”dır.46 Bir diğer azınlık koruma tecrübesi ise Avrupa’nın güneydoğusunda yaşanmıştır. Burada Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasında yapılan antlaşmalarla Osmanlı’daki Hıristiyanların haklarının Avrupa devletlerince güvence altına alınmaya çalışılması söz konusu olmuştur. Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 1535-1740 tarihleri arsında çeşitli kereler ticaret amacıyla yapılan, fakat Osmanlı uyruğu Katolikleri Fransa’nın himayesine sokan ve onlara dinlerini özgürce yerine getirme imtiyazını veren “kapitülasyon antlaşmaları”, doğrudan azınlık koruma antlaşmaları olmasalar da Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan gruplar lehine yapılan azınlık antlaşmalarının öncüsü olmuşlardır. Osmanlı’nın Avusturya ile yapmış olduğu 1615 tarihli Antlaşma, Osmanlı’daki tüm Katoliklerin dinsel haklarını ikili antlaşmalarla korunması dönemini başlatmıştır. 1774 yılında yapılan “Küçük Kaynarca Antlaşması” ile Rusya, Ortodoksların korunması hakkını elde etmiştir. Ama bu antlaşmalar azınlıkların korunmasından çok ilgili devletlerin, Osmanlı’nın iç işlerine karışmasının bir aracı haline gelmiştir.47 1789 Fransız Devrimi’nin ve Devrimin ilkelerini bütün Avrupa’ya yayan Napoléon Savaşları’nın (1805-1815) etkisiyle dinin yerini milliyetçiliğin almasıyla, başlangıçtaki sadece dinsel azınlıkları korumaya yönelik tutum da değişmeye başlamıştır. Bu savaşların sonucunda toplanan 1815 “Viyana Kongresi” sırasında, devletler arası ilişkilerde meşruiyet ilkesi olarak milliyetçilik ve onun bir uzantısı olan ulus-devlet kavramları işlerlik kazanmıştır. Bu bağlamda 1815 Viyana Kongresi ile hem dinsel azınlıkların yerini ulusal azınlıklar almış, hem de azınlıkların büyük devletlerce korunması dönemi başlamıştır. Kongre sonucunda imzalanan “Viyana Antlaşması”, azınlıkların dinsel topluluklar değil, ulusal gruplar olarak tanımlandığı ilk antlaşma olmuştur.48 Yine bu dönemde Osmanlı İmparatorluğunu ilgilendiren antlaşmalarda da azınlıklara ilişkin hükümler yer almıştır. Azınlıkların doğrudan korunmasına yönelik hükümlerin yer aldığı ilk örneklerden biri de, 1856 “Paris Konferansı” sonunda Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Fransa, Sardinya ile Rusya arsında yapılan “Paris 46 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 1; Kurubaş, a.g.e., s. 32-33 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 3; Oran, a.g.e., s. 120 48 Kurubaş, a.g.e., s. 34; Preece, a.g.e., s. 73-75 47 31 Antlaşması”dır. Antlaşmada, Osmanlı sultanının uyruklarına tüm dinlerin eşit kılındığına ve ibadetlerini özgür olarak yerine getirebileceklerine ilişkin güvence verdiği 1856 tarihli “Islahat Fermanı”na göndermede bulunulmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan çok uluslu imparatorlukların tasfiyesi çerçevesinde iç işlerine karışmanın bahanesi olarak diğer taraftan da yeni ulusdevletlerin kurulması sürecinde azınlıklar sorunu yeniden gündeme gelmiştir. 1878 “Berlin Kongresi” ile birlikte azınlıkların korunması genişletilmiştir. İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan “Berlin Antlaşması” ile bağımsızlıkları tanınan Romanya, Sırbistan, Karadağ ve özerklik verilen Bulgaristan ile Osmanlı Devleti, azınlıkları korumak, onların dinsel özgürlüklerini, kişisel ve siyasal haklarını güvence altına almak ve eşit vatandaşlar olarak davranmakla yükümlü kılınmışlardır. Bu Antlaşma, Yahudileri de koruyan hükümler içermekteydi. Romanya bu hükümler çerçevesinde vatandaşlığı sadece Hıristiyanlarla mahfuz tutan anayasasını değiştirmek zorunda kalmıştır. Yine 1881 tarihli Osmanlı ile büyük devletler arasında imzalanan, kimi toprakların Yunanistan’a bırakılmasına ilişkin antlaşmada ve 1913’te Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan ile yaptığı ikili antlaşmalarda bu ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıklara ilişkin hükümler yer almıştır. Buraya kadar alınan azınlıkların korunmasına ilişkin düzenlemelerde hiçbir zaman azınlık terimi kullanılmamıştır. Azınlık terimi ilk kez büyük devletlerin Yunanistan’a verdikleri 1914 tarihli Ege Adaları’na ilişkin notada karşımıza çıkmaktadır. Notada, Yunanistan’a bırakılan topraklarda yaşayan Müslüman azınlıkların korunması talep edilmiştir.49 19. yüzyılda, azınlıkların korunmasına ilişkin yapılan düzenlemelerin en önemli özelliği, azınlık sorunlarının esas olarak siyasal nitelikte ele alınarak, genel bir azınlık koruması rejimi yerine belirli azınlık gruplarının, büyük devletlerin çıkarlarına uygun olarak korunması şeklinde gündeme gelmiş olmasıdır. Bununla birlikte, bu dönemde ikili antlaşmalar yerine çok taraflı antlaşmalarla azınlıkların korunması sistemine geçilerek azınlıkların uluslararası alanda korunması bakımından büyük bir gelişme yaşanmıştır. Bu dönemdeki bir diğer önemli gelişme, milliyetçiliğin azınlık haklarını, dinsel içeriğinin ötesine geçirmesi ve ulusal azınlıkları yaratmasıdır. Azınlık haklarının kapsamı genişletilmiş, dinsel hakların yanı sıra kişisel ve siyasal haklar eklenmiştir. Bu 49 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 3-4 32 dönemde yaşanan gelişmelere karşın azınlık koruması evrensel bir niteliğe sahip değildir. Azınlık hakları, Batı Avrupa’nın büyük devletlerince, zayıf ve karmaşık bünyeli Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yeni kurulan devletlere dayatılmış, iç işlerine müdahale için bir dış politika aracı olarak kullanılmıştır. Üstelik bu dönmede herhangi bir denetim mekanizması yoktur ve azınlık haklarının ihlali halinde uygulanacak yaptırımlar belli değildir.50 2. Milletler Cemiyeti Dönemi Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde görülen belirsiz, yetersiz ve etkisiz azınlık koruma rejimi savaş sonrasında farklı bir boyut kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası özellikle Doğu Avrupa ve Balkanlar’da büyük sınır değişikliklerinin yaşanması, milliyetler prensibi çerçevesinde yeni devletlerin kurulması ve Uluslar Bürosu ile Kalıcı Barış Merkezi Örgütü gibi bazı özel örgütlerle Yahudi örgütlerinin çabaları sonucu azınlık sorunları bir kez daha uluslararası gündemdeki yerini almıştır. Ancak , azınlık hakları yine evrensel bir anlayışla değil, sadece Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yeni kurulan ya da savaştan topraklarını genişleterek çıkan devletlere, hem bu kazanımlarının hem de uluslararası topluma katılmanın bedeli olarak dayatılmıştır. Savaşın galipleri arasında sadece ABD başkanı Wilson azınlık haklarının evrensel bir anlayışla ele alınması için çalışmalar yapmış, ancak onun tüm isteklerine rağmen, MC Misakı’na azınlıkların korunması ilişkin bir hüküm girmemiştir. Çünkü savaşın galipleri olan diğer Batılı devletler için, Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da yeni kurulan düzenin korunması ve uluslararası istikrarın sağlanması önemliydi. Bu ise sadece o bölgelerdeki azınlık sorunlarıyla ilişkiliydi. Savaşın galibi olan devletler, kendileri azınlık koruma düzenlemelerine tabi olmak istememişlerdi. Öte yandan söz konusu bölgelerde yeni sınırların belirlenmesi için görevlendirilen “Yeni Devletler Komitesi”, bu bölgede etnik homojenliğe dayalı kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin uygulanamayacağını görmüş, bu yüzden kısa süre sonra “Yeni Devletler ve Azınlıkların Korunması Komitesi” adını almıştır.51 Birinci Dünya Savaşı sonrasında azınlık korumasına ilişkin düzenlemeler ilk olarak, 1919-1920 yıllarında “Başlıca Müttefik ve Ortak Devletler” (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya) ile savaştan sonra yeni kurulan Polonya, Çekoslovakya, Sırp50 51 Oran, a.g.e., s. 122 Kurubaş, a.g.e., s. 37; Oran, a.g.e., s. 123-124; ayrıca bkz. Ürer, a.g.e., s. 58-66 33 Hırvat-Sloven Devleti ve savaştan topraklarını genişleterek çıkan Romanya ve Yunanistan ile yapılan azınlık koruma antlaşmalarıdır. İkinci olarak, savaştan yenik çıkan ülkeler ile Başlıca Müttefik ve Ortak Devletler arasında yapılan barış antlaşmalarına azınlıkların korunmasıyla ilgili özel bölümler eklenmiştir. Bu bağlamda Avusturya ile imzalanan “Saint-Germain” (1919), Bulgaristan ile imzalanan “Neuilly” (1919), Macaristan ile imzalanan “Trianon” (1920) ve Osmanlı İmparatorluğu ile imzalanan “Sevr” (1920) ve onun yerini alan Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan “Lozan” (1923) antlaşmalarında azınlık korumasına ilişkin düzenlemeler yer almıştır. Üçüncü olarak, bazı ülkeler (1921’de Arnavutluk ve Finlandiya, 1922’de Litvanya, 1923’de Estonya ve Letonya) MC’ye alınmaları sırasında azınlıkların korunmasına ilişkin tek taraflı birer bildiri yayımlayarak azınlıklar hakkında düzenlemeler yapacaklarını bildirmişlerdir. Son olarak, bir takım ülkeler (örneğin, 1920’de Polonya ile Danzig arasında) kendi aralarında yaptıkları ikili antlaşmalarla azınlıkların korunmasına ilişkin düzenlemeler yapmışlardır. Böylece Birinci Dünya Savaşı sonrasında sadece Avrupa düzeyinde olsa da bir azınlık koruma rejimi doğmuştur.52 Avrupa’daki ulusal azınlıkları o zamana kadar görülmeyen bir biçimde koruma altına alan bu sistemin yaratıcıları savaş galibi devletler olmuştur. MC sistemiyle getirilen azınlık koruma rejimiyle, azınlık hakları yeni kurulan devletlere dayatılmış, bu sayede azınlıkların sadık birer vatandaş olacakları ve ayrılıkçı hareketlerin önlenebileceği düşünülmüştür. Öngörülen azınlık düzenlemeleri, ulusal azınlıklara kendi kaderini tayin hakkının verilmemesi sonucu getirilen telafi edici hükümler olarak yorumlanmıştır.53 Bu sistem çerçevesinde yapılan azınlık hakları düzenlemelerine bakıldığında azınlıkların grup olarak tanımlandığı hem bireysel hakların, hem kolektif hakların, hem negatif hakların hem de pozitif hakların tanındığı görülmektedir. Bu çerçevede negatif haklar bağlamında, genel vatandaş haklarının eşitlik ve ayrım gözetmeksizin tanınmasının yanı sıra dinsel ve dilsel haklar çerçevesinde azınlıkların kendi dillerini özel ilişkilerinde olduğu kadar ticarette, basında, adli makamlar önünde kullanabilmeleri, kendi dillerinde eğitim görebilmeleri, okullar ve diğer eğitim 52 53 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 9-10; Oran, a.g.e., s. 125-126 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 10; Kurubaş, a.g.e., s. 39 34 kuruluşları, vakıflar, kültürel ve sosyal kurumlar kurma gibi pozitif hakların da verildiği görülmektedir.54 Bu sistemin işleyebilmesi için, MC’nin bütün azınlık korumasıyla ilgili antlaşmalar için garantör olduğunu ifade eden bir önergeyi onaylaması, diğer taraftan antlaşma tarafı devletlerin, MC’nin garantörlüğünü tanıması gerekliydi. Nitekim MC’nin garantörlüğü ilgili devletler tarafından kabul edilmiş ve analaşmalara buna ilişkin hükümler konulmuştur. Bu bağlamda ilgili devletler; Polonya, Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti 1920’de, Yunanistan ve Türkiye ise 1924’te MC’nin garantörlüğünü tanımışlardır. Azınlık haklarının uygulanmasından sorumlu organlar ise MC Konseyi ve UDAD olmuştur. Kural ihlali durumunda “dilekçe (petition) yöntemi” getirilmiştir. Antlaşmalarda öngörülen yükümlülüklerin ihlali ya da ihlali tehlikesi durumunda MC Konseyi’nin herhangi bir üyesinin Konsey’in dikkatini çekmesi ve Konsey’in duruma göre amaca uygun ve etkin gözüken her türlü önlemi alma ve talimat verme yetkisi vardı. Şikayetin haklı bulunması durumunda MC Meclisi ilgili devleti uyaracak, gerekirse bir uzlaşma çabasına girilecekti. Bu aşamada gerekirse UDAD’dan görüş istenebilecekti. Ayrıca şikayet taraflarca UDAD önüne getirilirse, UDAD’ın vereceği karar bağlayıcı olacaktı. Uygulamada MC üyesi olmayan devletlere ve azınlıklara da antlaşmalarda öngörülen güvencelerin ihlalini ya da ihlali tehlikesini MC Konseyi’ne bildirme olanağı tanınmıştır.55 MC dönemi, azınlıkların korunması bakımından önemli yenilikler getirmiş ve bazı başarılar elde etmiştir. Azınlıkların korunması ilk kez bir uluslararası örgütün denetimi ve güvencesi altına alınmıştır. Azınlıkların korunmasındaki uyuşmazlıkların UDAD’a götürülebilmesi imkanının getirilmesiyle uluslararası yargı da azınlıkların korunmasının bir parçası haline gelmiştir. Yine bu dönemde azınlık grupları ve hakları genişletilmiştir. Azınlıklar etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar olarak formüle edilmiş, dinsel haklara ek olarak kimliklerinin korunmasına yönelik dilsel haklar ve eğitim hakları da antlaşmalarda ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiştir. Ayrıca kimi ihmal edilmiş azınlıklar (Çekoslovakya’daki Ruthenianlar, Yunanistan’daki Pindus Valakları gibi) bu sistem sayesinde daha iyi koşullara sahip olmuşlardır. Yine ulusal azınlıkların korunması konusunda bu dönemdeki en önemli başarılardan biri 1921’de İsveç ile 54 55 Özdek, a.g.e., s. 301 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 13-16; Kurubaş, a.g.e., s. 39; Preece, a.g.e., s. 96-101 35 Finlandiya arasında yapılan ve Finlandiya’ya bağlı Aaland Adaları’ndaki İsveççe konuşan, halkın durumunu iyileştiren antlaşmadır. MC’nin azınlıkların korunması konusundaki başarısızlıkları ise başarılarından çok daha fazladır. Bir kere, MC sisteminde azınlıkların korunmasına ilişkin işleyiş kurallarında tam bir belirsizlik mevcuttu. Bu belirsizlik azınlıkları korumakla yükümlü devletlere geniş bir hareket alanı bırakmıştır. İkincisi, MC sistemi azınlıkları korumakla onların asimilasyonuna göz yummak arasında bocalamıştır. Bu haliyle MC sistemi, azınlıkların korunmasını devletlerin insafına bırakan bir garantiye sahip olmuştur. Uygulamada Doğu Avrupa ülkelerindeki Almanlar ve Macarlar gibi güçlü azınlıkların MC’ye sürekli dilekçeler vererek durumlarından rahatsızlık duyduklarını ve ayrılıkçı amaçlar taşıdıklarını belli etme çabaları, antlaşmalarla bağlı devletlerin azınlık haklarını ihlal ederek, azınlıkların MC’ye şikayette bulunmalarını engellemeleri, hatta onları ortadan kaldırmaya çalışmaları, büyük devletlerin azınlıkların korunmasına ilişkin uluslararası garantörlük konusunda gerekli özeni göstermemeleri MC sistemini zayıflatmıştır. Bu çerçevede özellikle herhangi bir devletle akrabalık bağı bulunmayan azınlıklar tamamen korumasız kalmışlardır. Bir devletle akrabalık bağı bulunan azınlıklarsa, o devletlerin korumasına terk edilmişlerdir. Bu durum etkisini 1930’lu yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’na giden yolda faşizmin ve Nazizmin yükselişiyle beraber göstermiştir. Nazi Almanya’sı, her fırsatta kendisini de ağır hükümler altına koyan, Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan antlaşmalara kendi kaderini tayin hakkına aykırı düştüğü iddiasıyla karşı çıkmış, bu antlaşmaların ilgili devletleri gerçek anlamda yükümlülük altına sokmadığını ileri sürerek, çeşitli devletlerdeki Alman azınlıkları, bu devletlerin parçalanmasında kullanmıştır.56 Sonuçta MC sistemi işleyişi itibariyle kendisini kanıtlayamamış ve çoğu kez de başarısız olarak değerlendirilmiştir. Bu sistem bir ortak karar sistemi ve uluslararası kamu oyunun onayıyla devletlerin azınlıklara ilişkin yükümlülüklerini yerlerine getirmelerini sağlamak için kurulmuştu. Ama uluslararası koruma, henüz yeni doğmuş bir örgütün yerine getirmekte zorlanacağı bir işti. Bununla birlikte, MC sisteminin başarısızlığının nedeni koruma sistemindeki hatalardan çok dünya siyasetinin koşullarından ileri gelmiştir. Çünkü sistem insancıl değil siyasal nedenlerle oluşturulmuştu ve büyük devletlerin siyasal müdahalelerine açıktı. Azınlıkların 56 Kurubaş, a.g.e., s. 40-41; Oran, a.g.e., s. 126; Preece, a.g.e., s. 109-111 36 mutluluğu uluslararası barış ve güvenliğe bağlıydı. 1930’lardan itibaren dünya İkinci Dünya Savaşı’na doğru gitmeye başlayınca, azınlıklar içinde yaşadıkları devletler tarafından hain olarak görülmeye başlandılar. Buna karşın, azınlık korumasını uluslararası toplumun denetimine tabi kılma düşüncesinin yanlış ve başarısız olduğu söylenemez.57 3. Birleşmiş Milletlerin Kuruluşundan 1990’lara Kadar Olan Dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın demografik yapısında meydana gelen değişmeler yeni bir azınlık koruma sisteminin gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Ancak, bu korumanın MC döneminde yaşanan başarısızlık göz önünde tutularak yeni bir modele göre, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı çerçevesinde sağlanması gerektiğinden yola çıkılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, azınlıkların korunmasının dünya barışı için vazgeçilmez olduğu düşünülürken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında egemen olan anlayış, dünyanın asıl ihtiyacının azınlıklardan korunması olduğu yönünde olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında insan haklarının inanılmaz boyutlarda ihlal edilmiş olması, uluslararası toplumu kapsamlı bir insan hakları düzenlemesi yapmaya yöneltmiştir. Savaş sonrasında yükselen uluslararasılaşma dalgası, merkezine evrensel özne olarak bireyi almıştır. Bu süreçte klasik uluslararası hukuk yapısı da radikal bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşümü, bireyin uluslararası hukukun öznesi haline gelmesinde somutlaşan insan hakları temsil etmektedir. Bu bağlamda azınlıklar, artık özel bir kategori olarak ele alınmak yerine uluslararası boyut kazanan bireysel insan hakları çerçevesinde korunmaya başlanmışlardır. Zaten BM’nin kuruluşunda itibaren bireysel bir perspektifin geçerli olması, azınlık mensuplarının da azınlık grubunun bir üyesi olarak değil birey olarak korunmalarını getirmiştir. 1946 “Paris Barış Konferansı”nda İtalya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya ile yapılan barış antlaşmaları her ne kadar azınlık sorunlarını beraberinde getiren toprak devrine ilişkin hükümler içerse de, savaş galibi devletler azınlıklar bakımından özel haklar tanınması düşüncesini desteklememişlerdir. Bu devletlerle yapılan barış antlaşmalarında azınlıklar, sadece açık bir ayrımcılık yasağı ile korunmuşlardır. Ayrımcılık yasağı, bireysel haklar olarak düzenlendiği için azınlıkların kolektif bir birim olarak korunmalarına yetmemiştir. Bunun sonucu olarak örneğin, 57 Arsava, Azınlık Kavramı…, s. 16; Kurubaş, a.g.e., s. 41; Oran, a.g.e., s. 126-127 37 1945 “Potsdam Protokolü” ile Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya’daki Almanlar zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bazı devletlerin ikili antlaşmalar ve karşılıklı bildiriler yoluyla doğrudan azınlıkların korunmasına çalıştıkları görülmüştür. 1946 tarihinde İtalya ile Avusturya arasında imzalanan ve İtalya’daki Almanca konuşan Güney Tirollular’ın haklarını düzenleyen “De Gaspari-Gruber Antlaşması” bu nitelikteki antlaşmalardandır. 1955’te Danimarka ile Federal Almanya karşılıklı bildiriler yayımlayarak ülkelerindeki azınlıklara haklar tanımışlardır.58 a) Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Azınlıkların Korunması BM Şartı’nın 1., 13., 62. ve 76. maddeleri azınlıkların korunmasını bireysel insan haklarıyla sınırlı tutmuştur. Bu maddelerle ayrımcılık yasağı getirilmiş, fakat azınlıkların kimliklerini korumalarını sağlayacak haklardan söz edilmemiştir. BM’nin başlangıçtaki temel kaygısı, devlet egemenliği ile bireylerin evrensel nitelikteki kişisel, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakları, kısacası genel insan hakları olmuştur. Bu nedenle eşitlik ilkesine ve ayrımcılığın önlenmesine özel bir önem verilmiştir. Ayrıca BM Şartı’nın 1. ve 55. maddelerinde ulusların kendi kaderini tayin hakkı yerine, halkların hakkı gibi daha belirsiz bir içeriğe sahip ilkeye yer verilmesinin nedeni muhtemelen azınlık korunmasından kaçınmak amacıyladır.59 Yukarıda belirtildiği gibi, artık azınlık korumasının bir geleceğinin olmadığı ve azınlık hakları sisteminin yerini idealize edilmiş bir insan hakları sisteminin aldığı ileri sürülse de, azınlıklar bu dönemde de ulusal ve uluslararası hukukun ilgi alanlarından biri olmaya devam etmiştir. Çünkü ulusal ve uluslararası bir çok çatışmanın kaynağında yine azınlıklar görülmektedir. BM’de kurulduğu tarihten itibaren azınlık sorunlarıyla ilgilenmek zorunda kalmış, fakat devletler arasındaki bu karmaşık ve hassas soruna uzun süre standart bir çözüm bulunamamıştır. Bu bağlamda 1946’da BM organlarından “Ekonomik ve Sosyal Konsey”e (ECOSOC) bağlı olarak kurulmuş, hükümet temsilcilerinden oluşan “İnsan Hakları Komisyonu”na ayrımcılığın önlenmesi ve azınlıkların korunması görevleri verilmiştir. Komisyon bu iki görev için 1947’de ilgili devletlerin uzmanlar seviyesinde temsil edildiği, 26 uzmandan oluşan özel bir alt komisyon kurmuştur: “Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu”. Bu komisyonun görevi, azınlıkların korunması ve ayrımcılığın önlenmesi 58 59 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 17-18; Özdek, a.g.e., s. 306-307; ayrıca bkz. Preece, a.g.e., s. 116-128 Kurubaş, a.g.e., s. 46 38 için hangi önlemlerin alınması gerektiğini incelemek, azınlık hakları ve azınlıkların korunması gibi kavramların tanımını yapmaktır. Böylece BM içerisinde azınlıklar konusu ele alınmaya başlamıştır. Ama münhasıran azınlıkların korunmasına girilmemesi yönündeki genel eğilimin korunmasına özellikle dikkat edilmiştir. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nde azınlık haklarına ilişkin herhangi bir hüküm yer almamıştır. Sadece, 2. maddesinde ayrımcılığın önlenmesinden, 26. ve 27. maddelerinde de azınlık haklarının bir yönünü oluşturan kültürel haklardan söz edilmiştir. Aslında azınlıkların korunmasına ilişkin bir hüküm Bildirge’ye konulmak istenmişse de, Batılı ülkeler ve Latin Amerika ülkelerinin karşı çıkması sonucu bu mümkün olamamıştır. Bununla birlikte, BM Genel Kurulu aynı gün kabul ettiği bir kararla, BM’nin azınlıklar konusuna ilgisiz kalamayacağını bildirmiş ve Ekonomik ve Sosyal Konsey’e önerilerde bulunarak İnsan Hakları Komisyonu ve Alt Komisyon, azınlık sorununun araştırılması ve çözümüyle görevlendirilmiştir. Ayrıca BM’de sınır antlaşmazlıkların olduğu durumlarla sınırlı olmak üzere azınlıkların korunması ile ilgili talepler dile getirilerek bu konuda karalar alınması sağlanmıştır. Örneğin 1947’de Filistin’in gelecekteki hükümetine ilişkin, 1949’da İtalya’nın eski sömürgelerine ilişkin ve 1950’de Eritre’ ye ilişkin Genel Kurul kararlarında azınlıkların haklarına yer verilmiştir. Ayrıca 1953’te Ekonomik ve Sosyal Konsey’in özellikle yeni devletlerin kurulması çerçevesinde azınlıkların korunmasının gerekliliğine işaret eden kararıyla, BM’nin azınlık sorunlarına ilgisiz kalamayacağı anlayışı pekiştirilmiştir. Sonraki dönemde azınlıklar, ancak 1960’larda BM gündemine girebilmişlerdir. İnsan Hakları Komisyonu tarafından 1949’da çalışmalarına başlanan ve 1966’da BM Genel Kurulu tarafından kabul edilerek imzaya açılan, fakat yürürlüğe 1976’da giren MSHS’nin azınlıklarla ilgili 27. maddesiyle azınlıkların korunması bakımından çok önemli bir adım atılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası sürecin ilk yıllarında insan hakları kavramına rakip bir kavram olarak görülen azınlık hakları, 1960’lı yıllardan itibaren uluslararası hukuk belgelerine girmiştir. Ancak bu durum uluslararası alanda azınlıklara olan yaklaşımda bir değişim olduğu anlamına gelmemektedir. Azınlık hakları, bireysel insan hakları olarak görülmeye devam edilmiştir.60 60 Arsava, Azınlık Kavramı..., s. 19-21; Özdek, a.g.e., s. 307-308 39 BM çerçevesinde azınlıklarla dolaylı olarak ilişkili olsa da ilk önemli belge 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”dir. Sözleşme, dolaylı bir biçimde bir grup olarak azınlıkların varolma hakkını tanımaktadır. Ancak, sözleşme varolma hakkını sadece fiziksel açıdan ele almış, yani fiziksel soykırımı yasaklamış, kültürel soykırımsa sözleşmede yer almamıştır. 1965 tarihli “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi” de BM tarafından benimsenen diğer bir önemli uluslararası belgedir. Bu sözleşme azınlık terimine yer vermemekle birlikte azınlıkları dolaylı olarak korumuştur. Sözleşme etnik ya da ulusal köken nedeniyle her türlü ayrımcılığı yasaklamıştır. Öte yandan, BM’nin yardımcı organı olan uzmanlık kuruluşlarının kabul ettiği bazı uluslararası belgeler de, dolaylı olarak azınlıklarla ilgilidir. Örneğin, yerli halkların ve diğer kabilelerin korunması ve entegrasyonundan bahseden 1957 tarihli “Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Sözleşmesi”, “UNESCO”nun 1960 tarihli “Eğitimde Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”, bunlardan en önemli olanlarıdır. Yine 1989 tarihli “Çocuk Hakları Sözleşmesi”, MSHS’nin 27. maddesinde tanınan hakları, azınlık grubu mensubu olan çocuklar bakımından tekrarlayan çok önemli bir uluslararası belgedir.61 BM sistemi içinde azınlıkların korunmasıyla doğrudan ilgili ilk en önemli ve en ileri belge 1966 tarihinde imzaya açılan 1976 da yürürlüğe giren “Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi”dir(MSHS). Sözleşmenin azınlıklarla ilgili 27. maddesinde, “etnik, dinsel ya da dilsel azınlıkların bulunduğu devletlerde bu azınlıklara mensup bireyler, kendi gruplarının diğer üyeleriyle birlikte, kendi kültürlerini yaşamak, kendi dinlerini açıkça ifade etmek ve uygulamak ve kendi dillerini kullanma haklarından yoksun bırakılamazlar” denmektedir. Bu madde, azınlıkların sadece fiziksel tehdit altında olmadığını, aynı zamanda kültürlerini ve kimliklerini sürdürebilmelerinin de çok önemli olduğunu göstermiş ve bunu garanti altına almıştır. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından o güne kadar insan hakları şemsiyesi altında değerlendirilen azınlık hakları, ilk kez ayrı bir kategori olarak uluslararası hukukta yer almıştır. MSHS’nin 27. maddesine bakıldığında üç tür azınlıktan bahsedildiği görülmektedir: Etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar. Ulusal azınlık terimi ise kullanılmamıştır. Çünkü bu terim büyük ölçüde Avrupa’daki azınlıklar sorununa işaret etmekte ve siyasal göndermelerde bulunmaktadır. Yine maddede “azınlıkların 61 Alpkaya, a.g.e., s. 150 40 bulunduğu devletler” ifadesi yer almaktadır. Bu ifade, belirsizliğe neden olmuş, bir devletin içinde azınlık olup olmadığına kimin karar vereceği sorusunu gündeme getirmiştir. Nitekim Fransa, Anayasasını gerekçe göstererek bu maddeye çekince koymuştur. Ayrıca bu ifade göçmenlerin, mültecilerin ve yerli grupların konumunu belirsiz bırakmıştır. Aynı maddede yer alan “…azınlıklara mensup bireyler, kendi gruplarının diğer üyeleriyle birlikte…” ifadesi tartışma yaratmaktadır. Azınlıklar mensup bireylerden söz edildiği için burada kolektif haklara değil bireysel haklara yer verilmektedir. Bununla birlikte azınlıkların varolma hakkı tanınmaktadır.62 Uluslararası düzeyde MSHS’ye taraf devletlerin sözleşme hükümlerine ne ölçüde uyduklarını denetlemek için BM tarafından “İnsan Hakları Komitesi” oluşturulmuştur. Komite, bireysel olarak hareket etmek üzere hükümetler tarafından aday gösterilen ve BM üyesi devletler tarafından seçilen 18 kişiden oluşmaktadır. Sözleşme, öngörmüş olduğu denetim mekanizmasının üç yöntemle işletilebileceğini hükme bağlamıştır. Sözleşmenin 40. maddesinde zorunlu rapor yöntemi, 41. maddesinde ihtiyari devletlerarası başvuru yolu, sözleşmeye Ek 1. Protokoldeyse seçimlik bireysel başvuru yolu düzenlenmiştir. Rapor yöntemi, taraf devletlerin sözleşmedeki haklar konusunda yapılanları içeren ve uygulamada beş yılda bir verilen dönemsel raporları BM Genel Sekreteri aracılığıyla Komite’ye sunması, Komite’nin bunları taraf devletlerin temsilcilerinin da katıldığı açık oturumlarda soruşturup inceleyerek, hazırladığı değerlendirme raporunu bütün taraflara göndermesi şeklinde işlemektedir. İhtiyari devletlerarası başvuruysa, bu yöntemi kabul eden devletin Sözleşmeden doğan yükümlülüklerini yerine getirmediği iddiasıyla bir başka taraf devletin Komite’ye başvurmasını içermektedir. Sözleşmeye taraf devletlerden sadece 44’ü tarafından kabul edilen bu yöntem devletler arasında siyasal sorunlara yol açacağı endişesiyle hiç kullanılmamıştır. Kişisel başvuru yöntemiyse, ancak bunu düzenleyen ek protokolü onaylamış devletler bakımından geçerlidir. Bu çerçevede her kişi Sözleşme’de tanınan hakların ihlal edildiği gerekçesiyle vatandaşı olduğu devlete karşı, iç hukuk yollarını tükettikten sonra Komite’ye başvurabilir. Komite, başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verirse, ilgili devlet söz konusu başvuruya ilişkin açıklamaları 6 ay içinde yazılı olarak Komite’ye sunmakla yükümlüdür. Komite, incelemesinin sonunda vardığı görüşünü ilgili devlete ve başvuran kişiye bildirir. Komite’nin, 62 Oran, a.g.e., s. 129-130 41 sözleşmenin ihlali sonucuna varması halinde, ilgili devlete durumu düzeltmesi için önlemler alması gerektiği bildirilir, ancak Komite’nin yaptırım uygulama gücü yoktur.63 b) Avrupa Konseyi’nde (AK) Azınlıkların Korunması AK çerçevesinde azınlıkların korunması konusunda yürütülen çalışmalarda BM sistemine benzer bir gelişme yaşanmıştır. Yani uzunca bir süre azınlık hakları, genel insan hakları şemsiyesi altında ele alınmıştır. 1949’da 10 Avrupa ülkesi (Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Danimarka, İtalya, Fransa, İngiltere ve İrlanda) tarafından kurulan AK’nin, insan haklarının korunmasına ilişkin kabul ettiği temel belge, 1950’de imzalanan ve 1953’te yürürlüğe giren “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”dir (İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme, AİHS).∗ AİHS’nin 14. maddesinde yer alan ayrım gözetmeme ilkesi, azınlıkların korunması bakımından önem taşımaktadır. Bu ilke çerçevesinde din, dil, renk, etnik köken gibi ölçütlerin yanı sıra, ulusal bir azınlığa mensubiyet ölçütü getirilerek bu durumlarda hiçbir ayrım gözetilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Görüldüğü gibi sözleşmede azınlık terimi geçmekte, ancak azınlık haklarıyla ilgili herhangi bir düzenlemeye yer verilmemektedir. Bununla birlikte azınlıkların genel insan haklarından yararlanmaları konusunda ayrımcılığa tabi tutulmalarının önlenmesi ve bunun güçlü bir denetim mekanizması (“Avrupa İnsan Hakları Komisyonu” ve “Avrupa İnsan Hakları Divanı”, bu iki organ 1998’de “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” adı altında birleştirilmiştir.) ile güvence altına alınmış olması bakımından önem taşımaktadır. Öte yandan, AİHS’nin hazırlık aşamasında azınlıkların korunması ve onlara bir takım özel haklar verilmesi, hatta sözleşmeye ek bir protokolle azınlık haklarının insan hakları koruma sistemine dahil edilmesi gündeme gelmiş, fakat bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. Bu girişimler “Danışma Meclisi”ne (daha sonra “Parlamenterler Meclisi” adını almıştır.) sunulan raporlar ve önergeler çerçevesinde sürmüştür. Bundan sonra 1990’lara kadar AK çerçevesinde azınlıkların korunmasına ilişkin bir gelişme yaşanmamıştır. AK’nin doğrudan azınlıkların korunmasına ilişkin girişimleriyse, ancak 63 Zeri İnanç (Der.), Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2004, s. 3032; Kurubaş, a.g.e., s. 52; ayrıca bkz. Çavuşoğlu, a.g.e., s. 100-105 ∗ Türkiye, AİHS’ye 1954 yılında taraf olmuş, 1987 yılında, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını tanımış, 1989 yılındaysa Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın yetkisini kabul etmiştir. 42 Doğu Bloğu’nun çözülüşü sonrası, bu bölgelerde azınlık sorunlarının ortaya çıkışıyla başlamıştır.64 c) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) Çerçevesinde Azınlıkların Korunması AGİK, 1969 tarihinde SSCB önderliğindeki Varşova Paktı’nın, güvenlik konularını tartışmak üzere genel bir Avrupa Konferansı toplanması önerisiyle kurulmuş olmakla birlikte, sonradan ulusal azınlık sorunlarını da gündemine alan önemli bir insan hakları forumu niteliğine bürünmüştür. AGİK, 1975’te yapılan “Helsinki Zirvesi”nden 1994 yılına kadar bir takım bağlayıcı olmayan belgelerin kabul edildiği bir konferanslar süreci olarak sürmüştür. Ancak Doğu Bloğu’nun çözülüşü ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle siyasal ağarlığı artan AGİK, 1994 “Budapeşte Konferansı”yla kurumsal bir yapıya kavuşturularak “Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı” (AGİT) adını almıştır. AGİK belgeleri yaptırımdan yoksun, hukuksal bağlayıcılığı olmayan metinler oldukları için uygulanmaları iyi niyet ilkesine bağlı olmuştur. Bununla birlikte söz konusu belgeler, düzenledikleri konularda ulusal yetki iddiasının ileri sürülmesini engellemektedir. AGİK’te azınlıklar korunması konusu 1990’lara kadar önemli bir yer işgal etmemiş, sadece başka konularla birlikte insan hakları ve temel özgürlükler çerçevesinde gündeme gelmiştir. Azınlıklara ilk kez yer veren 1975 tarihli “ Helsinki Nihai Senedi”nin üç ayrı bölümünde azınlıklardan söz edilerek, sadece ayrımcılığın önlenmesi ve eşitlik ilkelerinin azınlıklar bakımından yinelenmesiyle yetinilmiştir. AGİK, insan haklarını tek başına değil, güvenlik kaygılarıyla ilişkilendirilmiş olarak ele aldığı için azınlıkları, devletlerin sorumluluklarıyla bağlantılı olarak değerlendirmiştir. Devletlere azınlıklar gözetilerek üstlenilecek yükümlülük türlerini seçmede büyük bir serbestlik tanınmıştır. Azınlık sorununa başlangıçtaki bu ilgi, 1989’a kadar yapılan AGİK tamamlayıcı toplantılarında ayakta tutulamamıştır. Bu toplantılarda, bireysel insan hakları ihlalleri, özellikle sosyalist rejimlerdeki insan hakları ve demokrasi taleplerini dile getiren hareketlerle ilgili insan hakları ihlalleri üzerinde durulmuştur. AGİK, 1989’da ilan ettiği “Viyana Kapanış Belgesi” ile daha önceki belgelerde geçen ulusal azınlıklara ilişkin hükümleri hayata geçirmek için sürekli bir çaba gösterileceğini belirterek yeni bir yaklaşım sergilemiştir. Bu belge, katılımcı devletlere insan hakları ve temel özgürlüklerin ve ulusal azınlıklara mensup kişilerin korunması 64 Kurubaş, a.g.e., s. 55-57; Oran, a.g.e., s. 132-133 43 için yasal, yönetsel, yargısal ve diğer alanlarda gereken bütün önlemleri alma, taraf oldukları uluslararası belgelerin gereklerini yerine getirme, azınlıklara karşı her türlü ayrımcılıktan kaçınma ve onların insan hakları ve temel özgürlükler çerçevesindeki meşru çıkar ve özlemlerini kolaylaştırma hükümlülüğü getirmiştir. Ayrıca, katılımcı devletlerin, ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini koruyacak ve bu kimliklerin geliştirilmesini sağlayacak ortamı yaratarak, azınlıklara mensup bireylerin haklarını özgürce kullanmalarına saygı göstermelerini istemiştir.65 4. 1990 Sonrasında Yaşanan Gelişmeler SSCB’nin ve Doğu Bloğu’nun çözülüşü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, azınlıklar bir kez daha uluslararası gündemin ana maddelerinden biri haline gelmişlerdir. Bu dönemde Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da hem yeni sınır değişikliklerinin meydana gelmesi, hem de etnik milliyetçiliklerin yükselmesi söz konusu olmuştur. Bu ise uluslararası istikrarın bozulmaya başlaması anlamına gelmekteydi. İstikrarsızlığın yaygınlaşacağından duyulan korkular sonucunda azınlıkların taleplerini karşılanması ve azınlık haklarının en geniş anlamıyla tanınması gerektiği düşüncesi ağarlık kazanmaya başlamıştır. Bu bağlamda, azınlık haklarını eşitlik temelinde, bireysel haklar olarak şekillendiren mevcut klasik yaklaşımın terk edilmesi yönündeki eğilimler güç kazanmıştır. O zamana kadar bireysel haklar çerçevesinde kavramsallaştırılan azınlık haklarının, uluslararası hukuk düzeyinde etnik bir uluslararası grup hakları beklentisine yanıt vermekten uzak olduğu saptanarak, ulusal grup hakları tesisinin gerekliliği vurgulanmış ve bunun içinde ulusal grupların ve azınlıkların değişim içinde bulunan uluslararası hukuk hak ve yükümlülükleriyle donatılmaları gerektiği belirtilmiştir. Başka bir deyişle, “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde yeniden yapılanan uluslararası sistemde, azınlıkların uluslararası hukukun yeni özneleri olarak kabul edilmeleri gerekli görülmüş, azınlıkların korunmasının, azınlık mensuplarının çoğunluğu oluşturan gruplarla tam olarak eşit kılınmasından ve sadece ayrımcılığın önlenmesinden daha fazlasını gerektirdiği savunulmuştur. 1990’larda uluslararası hukuk literatüründe azınlıkların korunmasına ilişkin klasik çerçevenin aşılması yönündeki eğilimin güç kazanmasına paralel olarak, uluslararası belgelerde de azınlık haklarına yönelik yeni standartlar geliştirme 65 Kurubaş, a.g.e., s. 57-58; Preece, a.g.e., s. 141-142 44 girişimleri gündeme gelmiştir. Bu çerçevede, gerek BM gerekse başta AGİK ve AK olmak üzere bölgesel sistemler düzeyinde hazırlanan yeni belgelerle azınlık haklarının çerçevesi genişletilmeye, azınlıkların korunması için yeni mekanizmalar oluşturulmaya çalışılmıştır.66 a)Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Azınlıkların Korunmasında Yaşanan Gelişmeler 1990’larda BM’de yürütülen çalışmalarda ve BM’nin azınlıklara yönelik genel eğiliminde çok radikal bir dönüşüm yaşanmamakla birlikte bir takım gelişmeler olmuş ve bazı yeni belgeler kabul edilmiştir. 18 Aralık 1992 tarihinde BM Genel Kurulu’nda kabul edilen “Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi”, başlı başına azınlık haklarına hasredilen ilk uluslararası belge olması bakımından önem taşımaktadır. Bu Bildirgede, azınlık hakları azınlıklara mensup bireylerin hakları biçiminde bireysel haklar olarak düzenlenmiştir. Bildirge’de, ulusal azınlıkların bir yandan bugüne değin uluslararası düzeyde kabul edilmiş eşitlik temelindeki hakları yinelenirken, diğer yandan bu hakların içeriğini genişletici nitelikte kimi yeni hükümlere yer verilmiştir. Bildirge’nin 2. ve 3. maddelerinde azınlık haklarının genel bir çerçevesi çizilmektedir. Bu maddelerde azınlıkların ayrımcılığa uğramama, kültürel, ekonomik, dinsel, sosyal ve kamusal yaşama ve yaşadıkları bölgelerle ilgili ulusal ve uygun olduğunda bölgesel düzeydeki kararlara katılma, mensubu oldukları grubun diğer üyeleriyle ve başka azınlıklara mensup kişilerle ve ayrıca sınır komşusu devletlerin ulusal, etnik, dilsel ya da dinsel bağlarla bağlı oldukları vatandaşlarıyla özgür ve barışçıl ilişkiler kurarak sürdürme hakkına sahip oldukları ifade edilmektedir. Bildirge’nin 1. maddesiyle 4-7. maddeleri, devletlerin azınlık hakları konusundaki yükümlülüklerini düzenleyen maddelerdir. 1. maddeye göre, devletler ülkelerindeki azınlıkların varlıklarını ve kimliklerini tanıyacak ve onların kimliklerini geliştirmelerini sağlayacak koşulların yerleştirilmesini kolaylaştıracaklardır. Bu bağlamda devletler, azınlıkların kendi özelliklerini ifade etmelerini ve kendi kültürlerini, dillerini, dinlerini, geleneklerini, adetlerini geliştirmelerini sağlayabilmeleri için bu azınlıkların tarihlerini, geleneklerini, dillerini ve kültürlerini tanımalarını teşvik etmek, mümkün olduğu ölçüde anadillerinde eğitim görmeleri için yeterli olanaklara sahip olmalarını ve ülkelerinin 66 Kurubaş, a.g.e., s. 59; Özdek, a.g.e., s. 217-219 45 ekonomik ilerleme ve gelişmesine tam olarak katılabilmelerini sağlayacak önlemleri almakla yükümlüdürler (4. madde). Ayrıca devletler, ulusal politika ve programlarıyla başka devletlerle yaptıkları işbirliği ve yardım programlarını da azınlıklara mensup bireylerin meşru çıkarlarını göz önünde tutarak hazırlama ve uygulama yükümlülüğü altındadırlar (5. madde). Bildirgenin 8. maddesinde bildirgede düzenlenen hakların, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde yorumlanamayacağı, bildirgedeki hiçbir hükmün, devletlerin egemen eşitliği, ülkesel bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığı da dahil olmak üzere BM’nin amaç ve ilkelerine aykırı herhangi bir faaliyete izin verecek bir biçimde anlaşılamayacağı açık bir biçimde ifade edilmiştir. Bütün bunların yanında, bildirgede uygulama ve denetim mekanizmasıyla ilgili yeterli bir açıklama bulunmamaktadır. Diğer taraftan herhangi bir azınlık tanımına yer vermeyen bildirgenin hukuksal bir bağlayıcılığı yoktur.67 1995 yılında BM İnsan Hakları Komisyonu, adı geçen bildirgenin uygulanmasını gözeterek, azınlıklarla ilgili sorunlara çözüm üretecek ve sadece azınlıklar konusuyla ilgilenen Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt Komisyonu’na bağlı 5 kişilik “Azınlıklar Çalışma Grubu”nun oluşturulmasını kabul etmiştir. Bu dönemde Komisyon ve Alt Komisyon, yaptırım gücünden yoksun bir biçimde sadece önceden öngörülmüş prosedürler çerçevesinde hareket edebilmiştir. Bu çerçevede Alt Komisyon azınlıklarla ilgili yıllık raporlar sunmaktadır. Azınlıklar Çalışma Grubuysa, azınlıklarla ilgili hükümet dışı örgütlerle (non-govermental organization/NGO), akademisyenlerin de katıldığı, hükümetlerle azınlıklar arasında diyalogun sağlanmasında yardımcı olan bir tartışma forumu niteliğindedir.68 BM çerçevesinde azınlıklara ilişkin hükümlerin yer aldığı bir diğer uluslararası belge, 25 Haziran 1993’te “BM Dünya İnsan Hakları Konferansı” sonunda ilan edilen “Viyana Bildirgesi ve Eylem Programı”dır. Bu belge, devletlerin ve uluslararası toplumun, azınlıklara mensup bireylerin haklarının korunması gerekliliğini belirtirken azınlık haklarının standardı olarak 1992 tarihli BM Bildirgesi’ni ölçü almakta ve bu bildirgede ele alındığı biçimiyle ulusal azınlıklara mensup bireylerin haklarının etkin biçimde gerçekleştirilmesi ve korunması için BM İnsan Hakları Komisyonu’nu usuller ve araçlar geliştirmeye çağırmaktadır.69 67 İnanç, a.g.e., s. 28-30 İnanç, a.g.e., s. 28, Kurubaş, a.g.e., s. 62 69 Özdek, a.g.e., s. 226 68 46 b) Avrupa Konseyi Çerçevesinde Azınlıkların Korunmasında Yaşanan Gelişmeler AK’nin azınlıkların korunmasına ilişkin ilk doğrudan girişimleri, Soğuk Savaş’ın bitişi ve Doğu Bloğu’nun çözülüşü sonrası azınlık sorunlarının, Avrupa’da barış ve istikrarı tehdit edici bir potansiyel taşıdığının görülmesi ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin AK’ye katılması üzerine olmuştur. Bugün gelinen aşamada, AK çerçevesinde azınlıkların korunması ve azınlık haklarıyla ilgili önemli belgeler kabul edilerek uygulamaya geçirilmiştir.70 (1) Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı 5 Kasım 1992’de kabul edilen ve 1 Mart 1998’de yürürlüğe giren, Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri, AK’nin azınlıklarla ilgili sözleşme niteliğindeki ilk belgesidir. 17 ülke tarafından onaylanan, 13 ülke tarafından ise sadece imzalanan bu sözleşmeye Türkiye taraf değildir. 23 maddeden meydana gelen Şart’a ilişkin yayımlanan “Açıklayıcı Rapor”da, en önemli amacın kültürel olduğu vurgulanarak, etnik ya da kültürel azınlık gruplarını harekete geçirmek istenilmediği için dilsel azınlıklar teriminin kullanılmadığı, sadece bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin korunarak, geliştirilmesinin amaçlandığı belirtilmiştir. Bu noktadan hareketle, Şart’ın başlangıç kısmında bölgesel dillerin ya da azınlık dillerinin korunmasının, Avrupa’da kültürel zenginliğin ve geleneklerin sürdürülmesine ve geliştirilmesine bir katkı olduğu, çok kültürlülük ve çok dillilik değerleri çerçevesinde resmi dillere zarar vermeden bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin korunarak teşvik edilmesinin,ulusal egemenlik ve ülkesel bütünlük çerçevesinde kültürel çeşitlilik ve demokrasi ilkelerine dayanan bir Avrupa’nın inşası bakımından önemli bir yere sahip olduğu vurgulanmıştır. Şart’ın 1. maddesinde, bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin tanımı yapılmaktadır: “Bir devletin belirli bir bölgesinde, o devletin geriye kalan ülke nüfusundan sayıca daha küçük bir grup oluşturan vatandaşları tarafından geleneksel olarak konuşulan ve devletin resmi dilinden farklı olan dillerdir.” Bu tanıma, resmi dilin diyalektlerinin ve göçmen dillerinin dahil olmadığı belirtilmiştir. Şart, uygulama açısından devletlere geniş seçenekler sunmaktadır. Bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin, kültürel zenginliğin bir ifadesi olarak kabul edilmesinin, bu 70 Kurubaş, a.g.e., s. 63 47 dillerin geliştirilmesini engelleyecek yönetsel bölünmelerin engellenmesini, bu dillerin coğrafi alanına saygı gösterilmesini, bu dilleri korumak için kararlılıkla hareket etme gerekliliğini, bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin, sözlü ve yazılı olarak kamusal ve özel yaşamda kullanılmasının kolaylaştırılarak teşvik edilmesini, bu dilleri kullanan gruplarla başka dilleri konuşan gruplar arasında kültürel ilişkiler kurulmasını, bu dillerin öğretilmesi ve bu dillerde eğitim yapılması için uygun yöntem ve araçların sağlanmasını, üniversitelerde ve dengi kurumlarda bölgesel diller ve azınlık dilleri üzerine çalışma ve araştırmalar yapılmasının teşvik edilmesini, bu dillerin aynı ya da benzer biçimlerinin konuşulduğu devletler arasında, uygun sınır ötesi ilişki biçimlerinin geliştirilmesini istemektedir (2. bölüm 7. madde). Şart’ın 3. bölümünde, bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin, eğitimde, yargıda, yönetimde ve kamu hizmetlerinde, medyada, kültürel faaliyetler ve hizmetlerde, ekonomik ve sosyal yaşamda kullanılmasını teşvik etmek için alınacak önlemler üzerinde durulmakta ve devletlere bu konuda yükümlülükler getirilmektedir. Şart, yargısal bir denetim mekanizmasına sahip değildir, sadece taraf devletlere düzenli olarak rapor sunma yükümlülüğü getirilmiştir. Şart’ın uygulamaya ilişkin 4. bölümündeki hükümlere göre, taraf devletler kendileri açısından Şart’ın yürürlüğe girmesini izleyen 1 yıl ve sonra 3 yılda bir “AK Genel Sekreteri”ne rapor sunmakla yükümlüdürler. Bu raporlar üye devletlerin gösterdiği adaylar arasından “AK Bakanlar Komitesi” tarafından 6 yıl için atanan “Uzmanlar Komitesi”nce incelenecektir. Uzmanlar Komitesi, inceleme sonunda hazırladığı raporu Bakanlar Komitesi’ne sunar, Bakanlar Komitesi kendisine sunulan raporu kamuoyuna açıklama yetkisine sahiptir. Kişisel ya da ülkesel şikayet mekanizması öngörülmediği için getirilen bu denetim mekanizmasının zayıf olduğu ve nihai değerlendirmeler Bakanlar Komitesi’nde yapılacağından açıkça siyasal nitelik taşıyacağı ortadadır.71 (2) Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi 1 Şubat 1995’te kabul edilen ve 1 Şubat 1998’te yürürlüğe giren “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi”, 35 devlet tarafından onaylanmış, 7 ülke tarafından imzalanmış ama henüz onaylanmamış, aralarında Türkiye’nin da bulunduğu 3 ülke (diğerleri Fransa ve Andora) tarafındansa imzalanmamıştır. 71 İnanç, a.g.e., s. 35-36; ayrıca bkz. Sultan Tahmazoğlu Üzeltürk, “Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ve Türkiye”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 155-171 48 Bu sözleşme, sadece ulusal azınlıkların korunmasına münhasır ilk çok taraflı ve bağlayıcı nitelikli uluslararası belgedir. Bununla birlikte sadece çerçeve niteliğinde bir belge olup, doğrudan uygulanabilir bir sözleşme değildir. Sözleşme, ancak taraf devletlerin iç hukuksal düzenlemeleriyle ve uygun devlet politikaları aracılığıyla yaşama geçirilebilecektir. Sözleşme’yi onaylayan devletler, sözleşmenin kendi ülkelerinin hangi bölgelerinde ve hangi gruplara için uygulanacağını belirleme hakkına sahiptirler. Sözleşme’de sadece ulusal azınlıklardan söz edilmesinin nedeni olarak “Açıklayıcı Not”ta, bu terimin tercih edilmesinin, AİHS’nin 14. maddesinde kullanılan ulusal azınlık ifadesinden kaynaklandığı belirtilmiştir. Sözleşme’nin giriş bölümünde Avrupa tarihindeki ayaklanmaların, ulusal azınlıkların korunmasının bu kıtada istikrar, demokratik güvenlik ve barış açısından vazgeçilmez olduğunu gösterdiği belirtilerek, çoğulcu ve gerçek bir demokratik toplumda, ulusal bir azınlığa mensup herkesin etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerine saygı göstermesiyle kalmayıp, ayrıca onların bu kimliklerini ifade etme, koruma ve geliştirmeleri için uygun koşullar yaratılması gerektiği vurgulanmış, kültürel çeşitliliğin, her toplum için bölünme değil, zenginleşme kaynağı ve unsuru olabilmesini sağlayacak hoşgörü ve diyalog ortamı yaratılmasının gerekli olduğu üzerinde durulmuştur. Toplam 32 maddeden oluşan Sözleşme’nin 1. bölümünde genel ilkeler sıralanmıştır. 1. maddede ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasının, insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasının ayrılmaz bir parçası olduğu ve bu anlamda uluslararası işbirliği alanına girdiği ifade edilmektedir. 3. maddedeyse, bir ulusal azınlığa mensup herkesin, kendisine azınlık mensubu olarak davranılmasını ya da davranılmamasını özgürce tercih etme hakkına sahip olduğu ve bu kişilerin, hem bireysel olarak hem de başkalarıyla birlikte toplu olarak bu sözleşmeden doğan hakları kullanabilecekleri ve bu özgürlüklerden yararlanabilecekleri belirtilmiştir. Sözleşme’nin 2. bölümünde (4-19. maddeler), taraf devletlerin ulusal azınlıklara mensup bireylere tanımaları istenen haklar ve bu hakların gerçekleştirilmesi konusunda devletlerin yükümlülükleri düzenlenmiştir. Sözleşme’nin 21. maddesindeyse, bu Sözleşme’nin hiçbir hükmünün, uluslararası hukukun temel ilkelerine, devletlerin egemen eşitliği, ülkesel bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığına aykırı herhangi bir 49 faaliyette bulunma ya da eylem yapma hakkını içerecek biçimde yorumlanamayacağı belirtilmiştir. Sözleşme’nin 4. bölüm hükümleri (24-26. maddeler), taraf devletlerin sözleşme kapsamındaki taahhütlerini ne ölçüde yerine getirdiklerinin izlenmesine ilişkindir. Sözleşme’nin getirdiği denetim mekanizmasında Bakanlar Komitesi Sözleşme’nin uygulanışını izlemekle görevli organdır. Burada da denetim, sadece taraf devletlerin sunacakları raporlar çerçevesinde olmakta, bireysel başvurulara imkan tanınmamaktadır. Taraf devletler, Sözleşme’nin kendileri açısından yürürlüğe girmesinden sonraki 1 yıl içinde, Sözleşme’nin uygulamaya geçirilmesi için aldıkları önlemlerle ilgili raporları AK Genel Sekreteri’ne iletmekle yükümlüdürler. Bundan sonra, taraf devletler 5 yılda bir ve Bakanlar Komitesi talep ettiğinde Sözleşme’nin uygulanmasıyla ilgili her türlü ek bilgiyi Genel Sekreter’e iletecek, Genel Sekreter de bu bilgileri Bakanlar Komitesi’ne ulaştıracaktır. Raporların değerlendirilmesinde 18 uzmandan oluşan bir “Danışma Komitesi”, Bakanlar Komitesi’ne yardımcı olacaktır. Danışma Komitesi bu raporları inceleyerek bir görüş raporu hazırlayıp Bakanlar Komitesi’ne sunacak, Bakanlar Komitesi, devlet raporları ve Danışma Komitesinin görüşünü birlikte ele alarak kendi kararını açıklayacaktır. Bakanlar Komitesi’nin, taraf devletlerin yükümlülüklerini yerine getirmedikleri ya da aykırı hareket ettikleri yönünde karar vermesi halinde bunun yaptırımının ne olacağıysa belirtilmemiştir. Dolayısıyla çerçeve sözleşmenin etkin bir denetim mekanizmasına sahip olduğu söylenemez. Daha çok siyasal niteliklidir. Denetim mekanizması bu haliyle 1999 yılından itibaren işlemeye başlamıştır.72 c) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Çerçevesinde Yaşanan Gelişmeler 1989’da Doğu Bloğu’nun dağılmaya başlamasıyla birlikte özellikle Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da yükselen etnik milliyetçilik çerçevesinde azınlıklar sürekli bir istikrarsızlık unsuru olarak ortaya çıkmış, bu durum Avrupa’nın güvenliğini ilgilendiren temel bir konu olarak AGİK/AGİT’in gündemine girmiştir. Böylece başlangıçta sadece kültürel işbirliğine katkıda bulunabilecek unsurlar olarak görülen 72 İnanç, a.g.e., s. 34-35; Kurubaş, a.g.e., s. 67-72; ayrıca bkz. Çavuşoğlu, “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”, AÜSBF İnsan Hakları Merkezi Dergisi, C. III, No:3 (Kasım 1995), s. 30-35; Steven Wheatley, “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 192-197 50 azınlıkların korunması sorunu, AGİK/AGİT bağlamında da insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. (1)Kopenhag Belgesi, Paris Şartı, Cenevre Raporu Yeni Avrupa düzenin hukuk devletine dayalı demokratik boyutunu çizen ve insan hakları üzerine bir Avrupa Anayasası olarak ilan edilen, 29 Haziran 1990 tarihli “AGİK İnsani Boyut Konferansı Kopenhag Toplantı Belgesi”, AGİK çerçevesinde azınlıklara mensup kişilere eşitlik sağlanması ve ayrımcılığın önlenmesi amacından, azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin tanınmasına ve korunup geliştirilmesine geçişin en önemli dönüm noktasını oluşturmaktadır. Kopenhag Belgesi’nin 30-40. maddeleri azınlıklarla ilgilidir. Azınlık haklarının korunmasının gerekçesi, 30. maddenin son paragrafında şöyle açıklanmaktadır: “Katılan devletler… evrensel kabul görmüş insan haklarının bir parçası olarak, ulusal azınlıklara mensup bireylerin haklarına saygının, katılan devletlerde barış, adalet, istikrar ve demokrasinin sağlanması için vazgeçilmez bir unsur olduğunu yeniden teyit ederler.” Kopenhag Belgesi, önceki belgelerde azınlıklara ilişkin eşitlik temelindeki mevcut hakları yineleyerek, bir ulusal azınlığa mensubiyetin kişinin bireysel seçimiyle ilgili bir konu olduğunu ve bunun herhangi bir olumsuz sonuç doğurmayacağını, ulusal azınlıklara mensup bireylerin etnik, kültürel, dilsel ya da dinsel kimliklerini özgürce ifade etme, koruma ve geliştirme, kendi iradeleri dışında herhangi bir asimilasyona maruz kalmadan kendi kültürlerini yaşatma ve geliştirme hakkına sahip olduklarını vurgulamıştır (31. madde). Belge, ulusal azınlıklara anadillerini özel ve kamusal alanda özgürce kullanma hakkı, kendi eğitim, kültür ve dinsel kurumlarını, örgütlerini ya da derneklerini kurma ve yönetme hakkı, kendi dinlerini açıklama, uygulama ve dinsel eğitimi kendi anadillerinde sürdürme hakkı, kendi aralarında özgürce ilişki kurma ve ortak bağları olan diğer devletlerin vatandaşlarıyla sınır ötesi ilişkiler kurma hakkı, kendi anadillerinde bilgi yayma, bilgiye erişme ve bilgi alışverişinde bulunma hakkı, kendi ülkelerinde kuruluşlar ya da dernekler kurarak yönetme ve uluslararası hükümet dışı örgütlere katılma hakkı tanımıştır (32. madde). 33. maddede taraf devletlere, kendi ülkelerindeki ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini korumak ve bu kimliklerin geliştirilmesinin koşullarını oluşturmak hususunda bir yükümlülük getirilmiştir. 34. maddede taraf devletlerin, ulusal azınlıklara mensup bireylerin kendi anadillerini öğrenmeleri ya da bu dilde eğitim görmeleri, ayrıca mümkün ve gerekli 51 olduğu ölçüde bu dili kamu makamları önünde kullanabilmelerini sağlamak için çaba göstermeleri gerektiği belirtilmektedir. Aynı maddede eğitim kurumlarındaki tarih ve kültür öğretiminde ulusal azınlıkların tarih ve kültürlerinin dikkate alınacağı belirtilmiştir. 35. maddede taraf devletlerin, ulusal azınlıklara mensup bireylerin kimliklerinin korunması ve geliştirilmesiyle ilgili işleri gösterecekleri, azınlıkların özgün tarihsel ve ülkesel koşullarına cevap veren uygun yerel ya da özel yönetimler kurulması gerektiği vurgulanmıştır. Belge’de ayrıca, azınlık sorunlarının çözümü için devletler arasında hukuk devleti ilkesine dayalı diyalog yoluyla işbirliği öngörülmüş (36. madde) ve BM ve AK’de dahil olmak üzere yetkili uluslararası örgütlerle sıkı bir işbirliği gerekli bulunmuştur (39. madde). Kopenhag Belgesi’nin kabulünden sonra bazı ülkeler (Bulgaristan, Yunanistan gibi) yorum beyanında bulunarak bu belgenin azınlıklarla ilgili bölümünü ne şekilde yorumlayacaklarını ifade etmişlerdir. Türkiye de yaptığı yorum beyanıyla, ulusal azınlık kavramının ikili ya da çok taraflı uluslararası belgelerle statüleri belirlenen grupları kapsadığını, Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin anayasa ve iç mevzuata göre uygulanacağını açıklamıştır.73 Doğu Avrupa ve Balkanlar’da sosyalist rejimlerin yıkılmaya başlamasının ardından 1990’da Paris’te yapılan AGİK Zirvesi’nde “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” kabul edilmiştir (21 Kasım 1990). Paris Şartı’yla, AGİK’in insan ve azınlık haklarıyla ilgili düşünceleri iyice netliğe kavuşmuştur. Şart’ın “Gelecek İçin Rehber İlkeler” bölümünde devletler, halkları arasındaki dostça ilişkilerle birlikte barışın, adaletin, istikrarın ve demokrasinin, ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunmasını ve bu kimliklerin güçlendirilmesine yönelik koşulların yaratılmasını gerektirdiğine ilişkin derin inançlarını açıklamışlardır. Devletler,ulusal azınlıklar arasındaki enformasyon akışına özel bir önem vererek, kamu otoritelerinin müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlar dikkate alınmaksızın, ulusal azınlıklar arasındaki iletişimin önemi vurgulamışlar, ulusal azınlığa mensup bir kişinin kendi ülkesindeki ya da başka bir ülkedeki ortak kimliği paylaştığı kişilerle bağlantısının herhangi bir yaptırıma bağlanmayacağını taahhüt etmişlerdir. 19 Temmuz 1991 tarihli “Ulusal Azınlıklara İlişkin Uzmanlar Toplantısı Raporu (Cenevre Raporu)”, Kopenhag Belgesi’nde ortaya atılan ilkeleri ve yükümlülükleri 73 İnanç, a.g.e., s. 37-38; Kurubaş, a.g.e., s. 75; Özdek, a.g.e., s. 220-221 52 geliştirmektedir. Bu rapora göre, ulusal azınlıklar içinde yaşadıkları devletin ve toplumun ayrılmaz bir parçası ve her devletin ve toplumun zenginleşmesini sağlayan unsurlar olarak görülmektedir (1. bölüm, 6. paragraf). Devletlerin, ulusal azınlıklara mensup bireylerin kamusal yaşam, ekonomik etkinlikler ve kendi toplumlarının inşasıyla ilgili olanaklara etkin bir biçimde sahip olmaları için gerekli koşulları yaratacakları belirtilmiştir (4. bölüm, 1. paragraf). Azınlıkların korunması için uygulanabilecek demokratik yollar arasında, yerel ve özerk yönetimin yanı sıra, bölgesel temeldeki özerklik ve bunun uygulanamadığı durumlarda, ulusal azınlıkların özyönetiminin kurulabileceği belirtilmektedir (4. bölüm, 10-11. paragraflar). Rapor, her türlü farklılığın zorunlu olarak ulusal azınlıkların ortaya çıkmasına yol açmayacağı görüşünü kabul etmiştir. Ayrıca ulusal azınlıklarla ilgili sorunların yanı sıra uluslararası yükümlülüklere ve azınlıklara mensup bireylerin haklarıyla ilgili belgelere uygunluğun, uluslararası ilişkilerin meşru konuları olduğunun ve ilgili devletlerin iç işleriyle ilgili olmadığının altı çizilmiştir. Bu bağlamda, AGİK/AGİT’in ulusal azınlıklar konusunda belirlediği siyasal ilkelerin AK tarafından da benimsendiği, Kopenhag Belgesi’nin ve Cenevre Raporu’nun, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ne kaynaklık ettiği görülmektedir. 1993 tarihli “AK Viyana Zirvesi”nde, AGİK düzeyindeki taahhütlerin benimsenerek, bu taahhütlerin AK içinde hukuksal yükümlülüklere dönüştürülmesi gereği üzerinde durulmuş, Çerçeve Sözleşme’nin hazırlanmasına da bu bağlamda karar verilmiştir.74 (2) AGİK/AGİT Denetim Mekanizması AGİK/AGİT insan ve azınlık hakları taahhütlerinin uygulanması konusunda sırasıyla 3 kurumsal mekanizma geliştirmiştir. Birincisi, 1989-1993 yılları arasında benimsenen, “insani boyut mekanizması” olarak bilinen ve kriz durumlarında kullanılabilecek olan devletlerarası şikayet yöntemi; ikincisi, Ocak 1992’de benimsenen, taraf devletlerin belirlenen ölçütleri nasıl uygulamakta olduklarının ortaklaşa değerlendirileceği “yıllık yürütmeyi konferansları”; üçüncüsü, Aralık 1992’de benimsenen, görevi, çatışma durumu yaratabilecek nitelikli ulusal azınlık sorunlarıyla ilgili gerginliklerde erken uyarı yapmak ve gerekli olduğunda eyleme geçmek olan “Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliği”dir. Bu mekanizmaların üçü de ulusal azınlık 74 Kurubaş, a.g.e., s. 76-77; Özdek, a.g.e., s. 221-224 53 sorunlarıyla ilgili olduğu halde, sadece Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri açıkça ve özellikle ulusal azınlık haklarının uygulanmasından sorumluydu.75 İnsani boyut mekanizması, ilk kez 1989 Viyana Belgesi’yle ortaya çıkmış, 1991 “Moskova Belgesi”yle geliştirilmiş, son şeklini 1993 “Roma Meclisi Kararları”yla almıştır. İnsani boyut mekanizması, Soğuk Savaş sonrası dönemin değişen güvenlik gereklerini yanıtlama amacına yönelik kurumsal yapılar üreten ilk girişim olmuştur. Dolayısıyla bu mekanizma, çatışma durumlarında kullanılabilir devletlerarası şikayetler yöntemi olarak şekillenmiştir. Bu yolla oluşturulan denetin mekanizması temel olarak 4 aşama öngörmüştür. İlk aşamada katılan devletler insani boyuta ilişkin konularda, hak ihlalleriyle ilgili genel bir durum ya da özel bir olay hakkında bilgi isteyebilmektedirler. Bu tür bir istemle karşılaşan devlet 10 gün içinde yazılı olarak cevap vermek zorundadır. Verilen bilgilerin tatmin edici olmaması halinde ikinci aşama olarak, 1 haftalık süre içinde bilgi istenen konuların görüşülmesi amacıyla ikili toplantıların düzenlenmesi öngörülmüştür. İlk iki aşamanın başarısızlığa uğraması halinde üçüncü aşama olarak, ilgili devletin tartışılan sorunları diğer katılımcı devletlerin dikkatine sunması gelmektedir. Eğer bir çözüme ulaşılamamışsa, dördüncü aşamada, katılımcı devletlerin ele alınan sorunları AGİK toplantılarında tartışmaya açma imkanı vardır. İnsani boyut mekanizmasının ilk iki aşaması 1989-1990 yıllarında daha çok sosyalist rejimlerdeki insan hakları ihlalleri nedeniyle çok sık bir biçimde kullanılmıştır. Ulusal azınlık sorunları nedeniyleyse çok az kullanılmıştır. Örneğin Türkiye, Müslüman azınlığa karşı kötü muamele nedeniyle Bulgaristan’a karşı ve Macaristan, Macar azınlığa kötü muamele nedeniyle Romanya’ya karşı kullanmışlardır. Diğer iki aşama ise çok daha az kullanılmıştır. Siyasal bir denetim mekanizması olarak işleyen insani boyut mekanizması, insan haklarıyla ilgili sorunları devletlerin iç sorunları olmaktan çıkartarak diğer devletlerin müdahalesine açmış ve bu sorunların uluslararası düzeyde tartışılmasını sağlayarak, uygulamada belli bir etkinlik kazanmıştır. Bu çerçevede, insani boyut mekanizması azınlık sorunlarının AGİK gündemine getirilerek tartışılmasını sağlatıcı bir sistem olmuştur.76 75 Preece, a.g.e., s. 173 Çavuşoğlu, Uluslararası İnsan Hakları a.g.e., s. 174- 176 76 Hukukunda Azınlık Hakları., s. 105-107; 54 Preece, İkinci mekanizma olan yıllık yürütmeyi değerlendirme konferanslarıysa, Ocak 1992 tarihli “Prag Belgesi”yle ortaya çıkmıştır. Bu mekanizmayla insan ve azınlık hakları yükümlülükleri açısından devlet uygulamaları, AGİK kurumsal yapıları içinde düzenli incelemelere konu olmuştur. Bu konferanslarda, hak ihlalleri saptanan devletlere diplomatik uyarılar çıkmıştır. Nitekim, Kasım ve Aralık 1995’te, Slovakya’ya üç diplomatik uyarı gelmiştir. Üçüncü mekanizmaysa Aralık 1992 tarihli “Helsinki Belgesi”yle oluşturulan Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliğidir. Helsinki Belgesi’ne göre, Yüksek Komiserlik AGİK bölgesinde çatışmaların önlenmesinin bir aracıdır. Ulusal azınlıklarla ilgili sorunlardan doğan gerilimlerin AGİK bölgesinde barış ve istikrarı bozabilecek çatışmalara dönüşmesini engellemek amacıyla erken uyarı ve erken eylemde bulunmakla görevlidir. Yüksek Komiser, bu görevini yerine getirirken ilgili ülkelerde incelemelerde bulunacak, basın ve hükümet dışı kuruluşlar da dahil olmak üzere her türlü kaynaktan bilgi toplayacak, ilgili taraflardan kendisine iletilen azınlık hakları ihlallerine ilişkin raporları değerlendirecektir. Ancak, terör olaylarıyla bağlantılı kişi ve gruplardan iletilen bilgileri dikkate almadığı gibi, terörle ilişkili azınlık sorunlarını da incelememektedir. Ayrıca bireysel olayların incelenmesi görev alanı dışında bırakılmıştır. Bu çerçevede Yüksek Komiser’in görevi, genel olarak ulusal azınlıkların durumlarının incelenmesini kapsamaktadır. Yüksek Komiser bu görevini, yansızlık ve gizlilik ilkelerinden hareketle yerine getirecektir. Bağımsız hareket etme yetkisine sahip olan Yüksek Komiser’in, bir sorunun çözümlenmesi sürecine dahil olması, AGİT’in bir kara organı ya da ilgili devletin onayına bağlı değildir. Yüksek Komiser, azınlık sorunlarını yerinde incelemek için AGİT dönem başkanına danıştıktan sonra taraf devleti ziyaret edebilmektedir. Bu ziyareti sırasında hükümet yetkilileri, azınlıkların yaşadıkları bölgelerdeki bölgesel ya da yerel makamlar, sorunla doğrudan ilgili kişi, grup, hükümet dışı kuruluşlar ya da azınlık temsilcileriyle görüşmeler yapabilir. Uygun olduğu taktirde, sorunları taraflarla tartışarak, aralarında diyalog, güven ve işbirliği ortamının yaratılmasına yardımcı olmaktadır. Yüksek Komiser belirli bir sorunla ilgili incelemelerini tamamladığında ulaşılan sonuçları, bulguları ve değerlendirmelerini içeren raporu AGİT dönem başkanına sunar. Dönem başkanı, 1 ay içinde ilgili devlet ya da devletlere danıştıktan sonra, raporu ve rapora ilişkin yorumları “Kıdemli Memurlar Komitesi (Yüksek 55 Konsey)”ne sunacaktır. Yüksek Komiser, durumun çatışmaya doğru tırmandığı sonucuna varırsa ya da kendi müdahale imkanının ortadan kalktığına karar verirse, bunu da dönem başkanı aracılığıyla Kıdemli Memurlar Komitesi’ne bildirir. Bu haliyle Yüksek Komiserlik, denetim işlevi gören bir kurum olmaktan çok, azınlık sorunlarının çatışmalara dönüşmesini önlemek için çözüm üreten ve taraflar arasında diyalog ve işbirliğinin kurulmasını sağlamak için arabuluculuk görevi üstlenen, önleyici ve sessiz diplomasi yürüten bir kurum niteliği taşımaktadır. İlk Yüksek Komiser Hollandalı Max van der Stoel, 1992-1995 yılları arasında, Orta ve Doğu Avrupa’da bir dizi muhtemel azınlık/çoğunluk uyuşmazlıklarına müdahale ederek bunların çatışmaya dönüşmesini engellemiştir. Yüksek Komiserliğin ilgili devletlere sunduğu bağlayıcı olmayan tavsiyelerin yanı sıra her devletin uyması gerektiği düşünülen daha genel nitelikli ve yine bağlayıcı olmayan, ama en sık karşılaşılan sorunların çözümü konusunda bir perspektif sunan tavsiyeleri mevcuttur. Bu bağlamda Yüksek Komiserliğin, vatandaşlığın elde edilmesi, ulusal azınlıkların eğitim ve dil haklarıyla ilgili pek çok tavsiyesi bulunmaktadır. 1993 yılında Yüksek Komiserliğin desteğiyle ve ulusal azınlıklar konusunda çalışmalar yapmak üzere kurulan “Etnik Gruplar Arası İlişkiler Vakfı”nın, konunun uzmanı kişileri bir araya getirdiği toplantıların sonucunda 1996’da “Ulusal Azınlıkların Eğitim Haklarına İlişkin Lahey Tavsiyeleri”, 1998’de “Ulusal Azınlıkların Dil Haklarına İlişkin Oslo Tavsiyeleri”, 1999’da “Ulusal Azınlıkların Kamusal Yaşama Etkin Katılımına İlişkin Lund Tavsiyeleri” hazırlanmıştır. 77 B. Azınlık Hakları Konusunda Güncel Gelişmeler 1990’ların başından itibaren uluslararası insan hakları hukuku içinde azınlık haklarının önemi artmış ve bu konuda bazı ilerlemeler yaşanmıştır. 1990’lı yıllarda yaşanan azınlık sorunları ve etnik çatışmaların etkisiyle azınlık hakları nitelik ve alan bakımından gelişerek güçlenmiştir. İki kutuplu dünya sisteminin sona ermesiyle eski Doğu Bloğu ülkeleri ve bazı 3. dünya ülkelerinde yaşanan rejim değişiklikleriyle birlikte azınlık hakları bu ülkelerde de kabul edilmeye başlanmış, böylece alan bakımından genişlemiştir. Aynı süreç içerisinde uluslararası alanda ayrımcılığın önlenmesinden azınlıkların korunmasına, azınlıkların korunmasındaysa devletin engellememe şeklindeki negatif ödevinden, azınlıkların farklı özelliklerini korumalarına 77 Çavuşoğlu, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları., s. 107-109; İnanç, a.g.e.,s. 39-42; Preece, a.g.e., s. 177-183 56 yardımcı olma ve hatta bu korumanın koşullarını yaratma biçiminde pozitif bir yükümlülük üstlenmeye yönelik bir gidiş olmuş, böylelikle azınlık haklarının niteliği güçlenmeye başlamıştır. Azınlık haklarının korunması çerçevesinde özellikle anadili kullanma, anadilde eğitim gibi konularda bireysel haklardan, kolektif haklara doğru bir eğilim gözlenmektedir. Bununla birlikte bu eğilim, tanınan hakların bireyler yerine gruplara verilmesini sağlayacak kadar güçlü değildir. Azınlık hakları, ulusal egemenlik ve ülke bütünlüğü kavramlarıyla sınırlandırılmaktadır. Etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel azınlık kimliklerine bağlı bir kendi kaderini tayin hakkının kabulü de söz konusu değildir. Azınlıklar, uluslararası politikanın öznesi haline gelmişlerse de uluslararası hukukun bir öznesi olamamışlardır.78 Azınlıkların korunmasında daha çok dilsel ve kültürel haklar temelinde bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Bunun nedeni, azınlıkların kendi kimliklerini kültürel yönleriyle canlı tutmalarını sağlayarak, siyasal taleplerde bulunmalarının önüne geçmektir. Günümüzdeki haliyle yeni azınlık politikalarının merkezinde duran kavramlar yerel ya da özerk yönetimler olduğu söylenebilir. Uluslararası kuruluşların son dönemlerde azınlık kimliklerinin korunması yönündeki çabaları etnik ya da dinsel temelde oluşturulmuş bölgelere daha çok özerklik sağlanmasına yöneliktir. Bu çerçevede devletler, azınlıkların tarihsel ve ülkesel koşullarına göre yerel ya da özerk yönetimler oluşturma yönünde siyasal yükümlülükler üstlenmektedirler. Bu anlamda azınlık haklarının bugünkü çerçevesi, sadece bir grup insanın haklarını düzenlemenin ötesinde bir işlev yüklenmiş ve küreselleşme sürecinde yeniden yapılanan uluslararası sistemde, ulus-devletlerin coğrafi olarak düzenlenmesine hizmet eder bir nitelik taşımaya başlamıştır.79 Günümüzde gelinen aşamada, azınlıklar sorunu ulusal yetki alanından çıkmış, uluslararası ilişkilerin meşru konularından biri haline gelmiştir. Yani azınlıklar konusu artık devletlerin iç işi sayılmamaktadır. Bu bağlamda bir devlette azınlık olup olmadığı konusu, artık o devletin kendi takdirine bırakılmamaktadır. Azınlık sorunları, uluslararası barış, güvenlik ve istikrarı ilgilendiren bir sorun olarak görülmekte ve devletler uluslararası azınlık korumasının gereklerini yerine getirmek için hukuksal 78 79 Oran, a.g.e., s. 135-137; Özdek, a.g.e., s. 227-228 Kurubaş, a.g.e., s. 89; Özdek, a.g.e., s. 315-316 57 düzenlemelere gitmekte, ülkelerini uluslararası denetime açmaktadırlar. Öte yandan azınlık haklarının korunmasında ulusal ve uluslararası hükümet dışı kuruluşlar gittikçe ön plana çıkmaya başlamıştır.80 Azınlık terimi, çoğunluktan farklılık gösteren gruplar açısından genellikle toplum içinde dışlanmışlığı ikinci sınıf vatandaşlığı ya da en azından zayıf bir sosyal statüyü ifade etmesinden, devletler açısından da ulusal ya da sosyal parçalanmışlığı çağrıştırdığı düşünüldüğünden, azınlık kavramının yerine ulusal grup ya da etnik, kültürel, dilsel ya da dinsel azınlıklara mensup birey, azınlık hakları yerine de ulusal grup hakları ya da kültürel haklar kavramlarının tercih edildiği görülmektedir.81 80 81 Oran, a.g.e., s. 138 Kurubaş, a.g.e., s. 90 58 İKİNCİ BÖLÜM LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI VE TÜRKİYE’DE AZINLIKLAR SORUNU I. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA AZINLIKLAR A. Osmanlı Millet Sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslimlerin (Müslüman olmayanlar) hukuksal statülerinin ana kaynağı, İslam hukukundaki “zimmet” kurumudur. İslam hukukuna göre gayrimüslimler, İslam devleti tarafından, zimmet adı verilen bir anlaşmaya dayanarak korunan toplulukları oluşturmaktadırlar. İşte kendi dinlerini değiştirmeden bir İslam devletinin korumasından yararlanan, Müslüman olmayan Ehl-i Kitab (kendilerine kutsal kitap gönderilmiş olan Yahudiler ve Hıristiyanlar) kişilere “Zimmi” adı verilmektedir. “Zimme”; koruma, sahip çıkma, koruma zorunluluğu, birinin güvenliğini taahhüt etmek anlamına gelmektedir. Zimmet anlaşmasıyla İslam devleti, Zimmilerin can ve mal güvenlikleriyle, din ve ibadet özgürlüklerini koruma taahhüdü altına girmektedir. Zimmiler bu anlaşmayla İslam ülkesinde oturma hakkını kazanırlar. Dış tehlikelere karşı da onları artık İslam devleti koruyacaktır. Zimmiler, askerlik hizmetinden muaf tutulurlar, buna karşılık “cizye” adı verilen yıllık bir vergiyi ödemekle yükümlüdürler. Zimmilere, İslam özel hukuku kuralları uygulanmaz, kendi dinsel hukuklarına tabidirler. Zimmiler, Müslümanların sahip olduğu evlenme, miras, mülkiyet edinme, ticaret yapma, çalışma, seyahat etme vb. haklara sahiptirler. Kendi vakıflarını, hayır ve eğitim kurumlarını kurabilirler. Kamu hukuku alanındaysa İslam hukukunun kurallarına tabidirler. İslam devleti dinde zorlama olmayacağı anlayışıyla gayrimüslimlere İslam toprakları üzerinde rahatça yaşama imkanı vermiş, ancak siyasal haklar ve devlet hizmetlerine girmek gibi bunun göstergesi sayılabilecek bazı hususlarda ve Müslümanların dinsel ve sosyal yaşamlarını, geleneklerini ve kültürlerini korumak amacıyla birtakım sınırlamalar getirmiştir.82 82 Gülnihal Bozkurt, Alman - İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Durumu (1839-1914), 2. baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s. 7-8; Cevdet Küçük, “Osmanlılarda Millet Sistemi ve Tanzimat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 10071008 59 Osmanlı İmparatorluğu’nun temelini İslam hukuku oluşturmaktaydı. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde de Müslümanlar ve Zimmiler yaşıyordu. Osmanlı Devleti egemenliği altındaki topraklarda yaşayan Zimmileri, mezhep ya da dinlerine göre gruplandırmış ve bu gruplara “millet” adını vermiştir. Osmanlı’da millet, dini toplulukları karşılayan bir terimdir. Millet Sistemi oluşturulurken etnik köken dikkate alınmaksızın, sadece din unsuruna bakılarak bir gruplandırmaya gidilmiştir. Türkler, Araplar, Arnavutlar gibi Müslüman topluluklar “Millet-i İslamiye”yi oluştururken, Müslüman çoğunluğun yanı sıra “Rum Milleti”, “Ermeni Milleti” ve “Yahudi Milleti” de bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi çerçevesinde oluşturulan hukuksal ve yönetsel statüyle her dini grubun en yüksek rütbeli din adamlarından biri kendi cemaatleri tarafından o grubun lideri olarak seçilmiş ve kendi cemaatini yönetmekle görevlendirilmiştir. Bu gruplar kendi dinlerini, geleneklerini, hukuklarını ve eğitim sistemlerini sürdürmüşlerdir. Dinsel grupların liderleri, kendi yönetimlerindeki toplulukların yönetiminden Osmanlı sultanına karşı sorumlu tutulmuşlardır. Millet Sistemi ile gayrimüslimlere bir yandan din ve özel hukuk işlerinde büyük ölçüde müsamaha gösterilirken bir yandan da Müslümanlardan ayrı yaşamaları sağlanarak toplumdaki dinsel hassasiyet korunmuştur. Bu sistemle Osmanlı toplumunda Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar yan yana aynı devletin egemenliği altında ama farklı hukuk düzenlerine tabi olarak yaşamışlardır. Temelinde İslami esaslara bağlılık yatan ve Osmanlı Devleti’nin yöneticileri tarafından yönetim kolaylığı sağlama amacıyla geliştirilen Millet Sisteminin tarihi, Fatih Sultan Mehmet’e (II. Mehmet) kadar gitmektedir. Fatih Sultan Mehmet, 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Rum Kilisesi’ne din, eğitim ve özel hukuk işlerinde özerklik vermiştir. Rum Milleti’ne yeni bir “patrik” seçtirerek, ona cemaatini yönetmek için gerekli yetkileri kullanma imtiyazı tanımış ve onu “millet başı” sıfatıyla tüm Ortodoksların başına getirmiştir. Sonradan benzeri imtiyazlar Ermenilere ve Yahudilere de tanınmıştır. Ermeni Patriği, sadece Ermenilerin değil, Ortodoksların dışında kalan diğer Hıristiyanların üzerinde yetki sahibi olmuştur. Fatih, Yahudi Milleti’nin başına da bir “hahambaşı” seçtirmiştir.Anılan cemaatlerin başlarında bulunan İstanbul Rum ve Ermeni Patrikleri ile İstanbul Yahudi Hahambaşısına, cemaatlerini yönetme masrafları 60 için vergi toplama hakkı verilmiştir. Her millet kendine ait yargılama, maliye, eğitim ve hayır kurumlarıyla, vakıflara sahip olmuştur.83 Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü olduğu dönemde iyi işleyen Millet Sistemi devletin zayıflamasına paralel olarak dağılmayı ve parçalanmayı hızlandıran en önemli nedenlerden biri haline gelmiştir. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliği altında kendi din, dil, kültür ve geleneklerini yitirmeden yaşayan gayrimüslimler, Fransız Devrimi’nin getirdiği milliyetçilik akımlarının etkisiyle kendi ulus-devletlerini kurma talepleriyle ortaya çıkmış ve bunun için ayaklanmışlardır. Bu çerçevede Osmanlı Devleti üzerinde çıkarları bulunan Batılı emperyalist devletler, gayrimüslimlerin söz konusu taleplerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır.84 B. Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Evresinde Reform Çabaları ve Azınlıklarla İlgili Düzenlemeler 19. yüzyılın başlarına kadar millet sistemi içerisinde yaşayan gayrimüslimler, Fransız Devrimi’nin getirdiği eşitlik, özgürlük ve milliyetçilik ilkelerinin etkisiyle siyasal bağımsızlık talep etmeye başlamışlar ve bunun için Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmaya başlamışlardır. Diğer taraftan, kapitülasyonlar yoluyla Osmanlı Devleti üzerinde kurdukları ekonomik güçle yetinmeyen, siyasal güçlerini da pekiştirmek isteyen Batılı devletler, gayrimüslimleri kendi amaçlarını gerçekleştirmek için bir fırsat olarak değerlendirmişlerdir. Bu bağlamda azınlıkların milliyetçi duygularını körüklemişler ve Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışarak, Osmanlı Devleti’ne bazı reformlar yapması konusunda baskı uygulamaya başlamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk ulusal ayaklanmayı, Padişah II. Mahmut döneminde, 1812’de Sırplar çıkarmış ve özerklik elde etmişlerdir. Daha sonra Mora Yarımadası’nda yaşayan Yunanlılar, 1829’da bağımsızlık talebiyle ayaklanmışlar ve 1830 yılında Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır. Milliyetçilik akımlarına ve gayrimüslimlerin ayrılma taleplerine karşı Osmanlı Devleti, dağılmayı önlemek amacıyla II. Mahmut’tan itibaren gayrimüslimlerle ilgili olarak eşitliği sağlamaya yönelik düzenlemeler yapmaya başlamıştır. Dağılma tehlikesini gören Osmanlı devlet adamları buna çözüm getirmek amacıyla 3 Kasım 1839 tarihinde “Tanzimat Fermanı”nı 83 Bozkurt, a.g.e., s. 10; Küçük, a.g.e., s. 1010-1011; ayrıca bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 4, s. 996-1001 84 Bozkurt, a.g.e., s. 10 61 ilan etmişlerdir.85 Tanzimat Fermanı, bir yandan Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında haklar bakımından eşitliği getirirken diğer yandan Osmanlı hukuk sistemini kökten değiştirecek yeniliklerin başlangıcı olmuştur. Böylece din esasına dayalı millet sistemi yerine, “Osmanlılık” kavramı ikame edilmeye başlanmıştır. Bu çerçevede Osmanlı topraklarında yaşayan herkesin aynı hak ve güvencelerden yararlanacakları, aynı yükümlülüklere tabi olacakları bir hukuk sistemi oluşturulmaya çalışılmıştır. Tanzimat’la birlikte gayrimüslimler eyaletlerde ve sancak merkezlerinde kurulan meclislerde Müslümanlarla eşit sayıda yer almaya, devlet hizmetlerine girmeye, askeri okullar dahil tüm okullara alınmaya ve Batı’dan alınan yeni yasaları uygulamak üzere kurulan “Nizamiye Mahkemeleri”nde üye olarak bulunmaya başlamışlar ve bu mahkemelerde tanıklıkları kabul edilmiştir. “Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye” ve “Şura-yı Devlet”e gayrimüslim üyeler atanmıştır. Tanzimat Fermanı, genel bir eşitlik getirmekle birlikte yine de bir takım belirsizliklerin ve çelişkilerin ortaya çıkmasını önleyememiştir. Bu durum, Batılı devletlerin gayrimüslimlerle ilgili Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını artırmıştır. Sonuçta, Osmanlı Devleti 18 Şubat 1856 tarihinde “Islahat Fermanı”nı ilan etmek zorunda kalmıştır. Islahat Fermanı bir yandan Osmanlı tebaası arasında fark olmadığını vurgulamış, diğer yandan gayrimüslimlere daha önce tanınmış olan dinsel özgürlükleri ve ayrıcalıkları teyit etmiştir. Bu Fermanın çıkarılmasındaki amaç, gayrimüslimleri Müslümanlarla hak ve görevlerde eşit kılmak olmuştur. gayrimüslimlere askerlik görevinin de eşitliğin bir parçası olduğu hatırlatılmış, ancak onlar bundan hiç memnun olmamışlardır. Tanınan çeşitli haklarla gayrimüslimlerin devlet hizmetlerinde ve devlet yönetiminde söz sahibi olabilmeleri sağlanmıştır. Yine Fermanla, Millet Sistemindeki cemaat önderi olan din adamlarının, dünyevi yetkileri ellerinden alınmış, sadece dinsel yetkilerle sınırlandırılmışlardır. Cemaatlerin yönetimi, din adamlarından ve laik kişilerden oluşan meclislere bırakılmıştır. Böylece gayrimüslimlere, dinsel önderlerinin mutlak otoritelerinden sıyrılarak, kendi cemaatlerinin yönetimine katılma hakkı verilmiştir. Islahat Fermanı’ndan sonra başlayan dönem, gayrimüslimlerin hukuksal statüleri bakımından önemli gelişmelere sahne olmuştur. Osmanlı tebaası olan her bir millet için, onları yeniden düzenleyen birer “nizamname” hazırlanması gündeme gelmiştir. Bu 85 Bozkurt, a.g.e., s. 214-215; Kaptan, a.g.e., s. 23-24 62 amaçla kurulan komisyonlar tarafından her millet için hazırlanan nizamnameler, 18621865 yılları arasında kabul edilmiş ve Osmanlı Devleti tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir.∗ Böylece cemaatler ve Batılı devletlerce anayasa olarak adlandırılan söz konusu düzenlemelerle her millet için laik üyelerin de bulunduğu genel meclisler ve eyaletlerde yerel meclisler kurulmuştur.86 1869 yılında çıkarılan “Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi” ile, ilk kez bir İslam ülkesinde gayrimüslimler Müslümanlar gibi vatandaş sayılmış ve hukuksal statülerindeki boşluklar ortadan kaldırılmıştır. Artık tarihsel, hukuksal ve dinsel Müslüman-Zimmi ayrımı hukuken ortadan kalkmış, Zimmiler de Osmanlı Devleti’nin vatandaşı sayılmışlardır.87 Gayrimüslimlerin Osmanlı Devleti içerisindeki hukuksal statülerinde meydana gelen gelişmelerde asıl dönüm noktasınıysa “1876 Kanun-i Esasi”si oluşturmaktadır. Kanun-i Esasi’nin 8. maddesinde din ve mezhep farkı gözetmeksizin, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan herkes Osmanlı tebaası sayılmış ve takip eden maddelerde düzenlenen haklar herkese eşit olarak tanınmıştır. 11. maddesindeyse, devletin dininin İslam olduğu belirtilmekle birlikte, kamu düzenine ve genel adaba aykırı olmamak şartıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda tanınmış bütün dinler için, özgürce ibadet hakkı tanınmış, çeşitli dinsel cemaatlerin kiliselerine verilmiş imtiyazlar teyit edilmiştir. Kanun-i Esasi ile din temeline dayalı millet sisteminden, din farkı gözetmeyen Osmanlı vatandaşlık sistemine geçilmiştir. İlk Osmanlı Parlamentosu 1876 Kanun-i Esasi’si ile oluşturulmuş, Sultan II. Abdülhamit tarafından Mart 1877’de açılmasıyla I. Meşrutiyet dönemi başlamıştır.∗ Parlamentonun, padişah tarafından atanan üyelerden oluşan “Heyet-i Ayan” kanadındaki 38 kişiden 11’i, seçimlerle meydana gelen “Meclis-i Mebusan”ınsa 115 üyesinden 46’sı gayrimüslimlerden oluşmaktaydı. Tanzimat’la birlikte başlayan reform çabaları çerçevesinde yerel yönetimlerde de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Yeni düzenlemeler çerçevesinde oluşturulan yerel yönetim birimlerinde gayrimüslimler de yer almışlardır. 1864 tarihinde 1862 yılında Rum Patrikliği Nizamnamesi, 1863’te Ermeni Gregoryen Milleti Nizamnamesi, 1865’te Hahamhane Nizamnamesi kabul edilmiştir. 86 Gülnihal Bozkurt, “Türk Hukuk Tarihinde Azınlıklar”, AÜHFD, C. 43, No:1-4 (Ocak-Aralık 1993), s. 52- 53; Ali Güler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, Tamga Yayıncılık, Ankara, 2000, s. 22-24; Ürer, a.g.e., s. 136-140 87 Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu, s. 150 ∗ I. Meşrutiyet dönemi, II. Abdülhamit’in 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane ederek parlamentoyu süresiz olarak tatil etmesiyle son bulmuştur. ∗ 63 gayrimüslimlerin Müslümanlarla eşit şartlarda yerel yönetimlere katılmalarını sağlamak amacıyla “Vilayet Nizamnamesi” çıkarılmıştır. gayrimüslimler, söz konusu Nizamnameyle oluşturulan vilayet, sancak ve kaza merkezlerindeki idare meclislerinin hepsinde temsil edilmişlerdir. Yine bu Nizamnameyle vilayet, sancak ve kazalarda kurulan hukuk ve ceza mahkemelerinde gayrimüslimler de yer almaya başlamıştır. Ayrıca taşrada, gayrimüslimlerden sorgu hakimliği yapanlar da olmuştur.88 Bununla birlikte, reformcu Osmanlı devlet adamlarının, gayrimüslimlere sürekli yeni haklar tanıyarak, onların bağımsızlık isteklerinin önüne geçme ve Batılı devletlerin müdahalelerini önleme çabaları başarısız olmuştur. Tanzimat’ın getirdiği eşitlik ilkesiyle Müslümanları ve gayrimüslimleri Osmanlılık kavramı etrafında toplama ve bu sayede devleti bölünmekten kurtarma düşüncesi bir hayalden ibaret kalmıştır. Batılı devletler Osmanlı toprakları üzerinde sınırsız siyasal ihtiraslarını gerçekleştirmek için gayrimüslimleri kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bir yandan gayrimüslimlerin hukuksal statülerinde reform yapılmasını isterken bir yandan da onları Osmanlı’ya karşı kışkırtmışlardır. Sonuçta, gayrimüslimler arasında hızla artan milliyetçilik akımlarının etkisiyle bu gruplar bağımsızlık hareketlerine girişmeye başlamışlar ve birbiri ardına bağımsızlıklarını kazanmışlardır. 23 Temmuz 1908’de Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konulmasıyla başlayan II. Meşrutiyet döneminde de gayrimüslimlerle ilgili bazı düzenlemelere gidilmiştir. Bu dönemde Birinci Dünya Savaşı yıllarında gayrimüslimlerle ilgili olarak iki ana hukuksal düzenleme yapılmıştır. Birincisi, 1916 tarihli “Ermeni Nizamnamesi”dir. Bu Nizamnameyle, 1863 Nizamnamesi’yle oluşturulan Genel Meclis kaldırılmış, ruhani ve karma iki meclis kurulmuştur. Patriği seçme yetkisi meclislere verilmiş, ayrıca vakıflar, dinsel kurumlar ve eğitim kurumları alanlarında bu meclislere yetkiler tanınmıştır. İkinci olarak, 25 Ekim 1917 tarihli “Hukuk-u Aile Kararnamesi”yle, gayrimüslimlerin özel hukuk alanında kendi hukuklarına tabi olmalarına ilişkin uygulama değişmeye başlamıştır. Bu Kararnameyle aile hukuku, her bir din grubu için ayrı ayrı kendi dinsel hukuk kurallarının düzenlendiği tek bir metinde birleştirilmiştir. Kararname, devletin yargı birliğini sağlayarak, cemaat (kilise) 88 Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu, s. 83-85; Güler, a.g.e., s. 2730; Küçük, a.g.e., s. 1023-1024 64 mahkemelerinin aile hukuku alanındaki yetkilerini kaldırmıştır. Fakat Kararname, 19 Haziran 1919’da Damat Ferit hükümeti tarafından yürürlükten kaldırılmıştır.89 Sonuçta, gayrimüslimlere reform çabaları çerçevesinde yapılan düzenlemelerle tanınan hukuksal ve siyasal haklar onları hiçbir biçimde tatmin etmemiş, Batılı devletlerin bu alandaki baskılarına ve müdahalelerine son verilememiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti’ni fiili varlığı 30 Ekim 1918 tarihli “Mondros Mütarekesi” ve daha sonra 10 Ağustos 1920’de imzalanan “Sevr Antlaşması” ile son bulmuştur. II. SEVR’DE VE LOZAN’DA AZINLIKLAR SORUNU A. Sevr Antlaşması ve Azınlıklar Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu için bir sona erme sürecini ifade etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Batılı büyük devletler arasındaki rekabetten yararlanarak, izlediği denge politikasıyla varlığını sürdürebilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Almanya’nın başını çektiği “İttifak Devletleri” (diğerleri Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) yanında savaşa girmesiyle birlikte, “İtilaf Devletleri” (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) savaş sonrası dönem için Osmanlı topraklarını paylaşmaya başlamışlardır. Savaş, İttifak Devletleri’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaş sonunda imzaladığı Mondros Mütarekesi’yle, İtilaf Devletleri İstanbul’u ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerini işgal etmeye başlamışlardır. Daha sonra 10 Ağustos 1920’de Padişah Vahdettin (VI. Mehmet) ve Damat Ferit hükümeti, savaş galibi devletlerle Sevr Antlaşması’nı imzalamışlardır. Bu Antlaşma Osmanlı Devleti’nin varlığını fiili olarak sona erdirmiştir.90 Sevr Antlaşması’na bakıldığında, azınlıklar konusunun ayrı bir bölüm olarak ele alındığı görülmektedir. Antlaşma’nın IV. bölümü (140-151. maddeler), azınlıkların korunmasına ayrılmıştır. Öncelikle 140. madde, 141., 145. ve 147. madde hükümlerinin temel kanunlar olarak tanınmasını ve padişah buyrukları da dahil olmak üzere hiçbir hukuksal düzenlemenin söz konusu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olamayacağını ve bu maddelerden üstün olamayacağını belirtmiştir. Antlaşma’nın 141. maddesinde Türkiye’de oturan herkesin; doğum, milliyet, soy, dil ve din ayrımı 89 90 Bozkurt, AÜHFD, C. 43, No:1-4 (Ocak-Aralık 1993), s. 54-55; Ürer, a.g.e., s. 141-142 Ürer, a.g.e., s. 199 65 yapılmaksızın hayat ve özgürlüklerinin korunacağı, her inancın, dinin ya da mezhebin gereklerini özgürce yerine getirme hakkına sahip olacakları, buna yönelik herhangi bir müdahalenin cezalandırılacağı belirtilmiştir. 142. maddede, 1 Kasım 1914’ten itibaren Türkiye’de bir terör ortamının olduğu, buna bağlı olarak İslam dinine geçişlerden hiçbirinin olağan koşullar altında gerçekleşmemiş olduğu, bu nedenle anılan tarihten sonraki İslam’a geçişlerin, Müslüman olmuş bir kişi kendi isteğiyle İslamiyet’i benimsediğine ilişkin gerekli işlemleri yerine getirmedikçe Müslüman sayılmayacakları belirtilmiştir. Dahası, aynı madde gereğince Osmanlı Devleti’nin, savaş süresince Türkiye’deki toplu öldürmelerden dolayı sorumlu kabul edileceği, 1 Kasım 1914’ten sonra öldürülmüş, kaybolmuş, zorla götürülmüş ya da tutuklanmış kişilerin aranması ve kurtarılmasında gerekli desteği sağlayacağı belirtilmiştir. Osmanlı Devleti’nin, zarar görenlerin ailelerinin ve yakınlarının şikayetlerini dinlemek, iddialarını araştırmak ve gerekli soruşturmalarda bulunmak konusunda yardım edeceği ve konuyla ilgili olarak MC Konseyi’nce atanacak karma komisyonların çalışmalarını kolaylaştıracağı, bu komisyonların kararlarını yerine getireceği taahhüt altına alınmıştır. 143. maddede, Osmanlı Devleti, Yunanistan ve Bulgaristan’la kişilerin gönüllü talepleri doğrultusunda soy azınlıklarının değişimine ilişkin bir komisyonun kurulmasını kabul edeceği ve uzlaşmazlık durumunda tarafların MC’nin kararını peşin olarak kabul edecekleri düzenlenmiş; 144. maddedeyse, söz konusu değişimin koşulları tanımlanmış, Osmanlı topraklarını daha önce terk etmek durumunda kalanların mal varlıklarının karşılıklı olarak düzenlenmesi, bu anlamda hakemlik komisyonlarının kurulması öngörülmüştür. Sevr Antlaşması’nın 145. maddesi, bütün Osmanlı uyruklarının kanun önünde eşit olduklarını, soy, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin aynı medeni haklarla siyasal haklardan yararlanacaklarını, din, inanç ya da mezhep ayrılığının, hiçbir Osmanlı uyruğunun medeni haklarla siyasal haklardan yararlanmasına özellikle devlet hizmetlerine ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme ve çeşitli iş kollarında çalışma bakımından bir engel sayılmayacağını ifade etmiştir. Aynı madde gereğince, Osmanlı Devleti’nin, Antlaşma’nın yürürlüğe girmesinden itibaren 2 yıllık bir süre içinde Müttefik Devletlere, soy azınlıklarının parlamentoda orantılı temsili ilkesine dayanan bir seçim sistemi düzenlemesini içeren bir tasarı sunacağı belirtilmiştir. 147. maddede Osmanlı uyrukları için tam bir eşitlik ilkesi öngörülmüş, azınlıklar ile diğer Osmanlı uyrukları arasında herhangi bir ayrımın yapılamayacağı, tüm 66 uyrukların giderlerini kendileri karşılamak kaydıyla her türlü hayır ve eğitim kurumu, dinsel ya da sosyal kurumlar kurmak, yönetmek ve denetlemek hususunda eşit haklara sahip olacakları, kendi dillerini özgürce kullanmak ve kendi dinlerini uygulamak hakkına sahip oldukları ifade edilmiştir. 148. maddede azınlıkların, yerel yönetimlerin vereceği hizmetlerden eşit biçimde yararlanmaları için cemaat önderlerinin etkin kılınacağı hükme bağlanmıştır. Antlaşma’nın 149. maddesindeyse, Osmanlı Devleti’nin Türkiye’deki bütün soy azınlıklarının kilise ve okul konularında özerkliğini tanımayı ve saygı göstermeyi üstleneceği, bu çerçevede Müslüman olmayan soylara kilise, okul ya da adalet konularında, başta sultanlarca verilmiş olmak üzere tüm ayrıcalıkları ve bağışıklıkları teyit ederek gelecekte de destekleyeceği hükmü yer almıştır. Söz konusu ayrıcalıklarla bağışıklıkların kaldırılmasını, kısıtlanmasını ya da değiştirilmesini öngören bütün hukuksal düzenlemelerin geçersiz sayılacağı belirtilmiştir. 150. maddede, Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan bütün azınlıkların inançları ya da dinsel uygulamalarına saldırı niteliğindeki tüm davranışları engellemek ve onların bu haklarını güvence altına almak Osmanlı İmparatorluğu’nun garantisi altına konulmuştur. Nihayet 151. maddede, Müttefik Devletlerin garantörlüğü öngörülmüştür. Buna göre, Antlaşma’nın azınlıklarla ilgili hükümlerinin yerine getirilmesini güvence altına almak için Osmanlı Devleti’nin alması gereken önlemleri, MC Konseyi ile birlikte inceledikten sonra, Müttefik Devletler saptayacağı karara bağlanmıştır.91 B. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Lozan’a Giden Yol Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin, Anadolu’nun çeşitli yerlerini işgal etmeye başlamasıyla, Anadolu’da işgale karşı “Müdafa-i Hukuk” adı altında tepkiler başlamıştır. İngiltere ve Fransa’nın, Yunanistan’ın İzmir’e çıkarma yapmasına destek vermeleri ve 16 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılarca işgali, Türk milliyetçiliğinin hızlanmasını beraberinde getirmiştir. Her yerde hızla yerel kongreler düzenlenerek, “Kuvay-ı Milliye” örgütleri etrafında direnişe geçilmeye başlanmıştır. Mustafa Kemal’in Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başına geçmesi ve 23 Nisan 1920’de “Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)”nin kurulmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli atılmıştır. TBMM, Türkiye’nin bağımsızlığını ortadan kaldıran 91 Deniz Bozkurt (Der.), Karşılaştırmalı Lozan ve Sevr Barış Antlaşmaları, Umay Kültür Sanat Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 7-8; Ürer, a.g.e., s. 201-202; ayrıca bkz. Taha Akyol, Medine’den Lozan’a, Milliyet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1997, s. 129-136 67 Sevr Antlaşması’nı tanımamış ve Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı 1922’de zaferle sonuçlanmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından, 3 Ekim 1922’de Mudanya’da başlayan mütareke görüşmeleri, 11 Ekim’de TBMM adına İsmet Paşa, Müttefikler adına da İstanbul’daki İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetleri komutanları tarafından imzalanan antlaşmayla sonuçlanmıştır. “Mudanya Mütarekesi” görüşmeleri sırasında teati edilen notalarda barış görüşmeleri için, Lozan’da bir konferansın toplanmasına karar verilmiştir. Müttefik Devletler 27 Ekim 1922 tarihli bir Nota ile Lozan’da toplanması düşünülen Barış Konferansı’na, TBMM Hükümeti ile birlikte İstanbul Hükümetini de davet etmişlerdir.TBMM, temsilci göndermeyi kabul etmekle birlikte, İstanbul Hükümetine gönderilen çağrıdan dolayı Müttefik Devletleri protesto etmiş ve İstanbul Hükümetinin konferansa katılmasının TBMM Hükümetinin konferansa katılmasını önleyebileceği uyarısında bulunmuştur. TBMM, işgal altında bulunan İstanbul’daki bir hükümetin Türkiye’yi hiçbir zaman temsil edemeyeceğini daha başından beri açıklamış bulunuyordu. Buna karşın, Müttefiklerin İstanbul Hükümetini de Lozan’a çağırmaları ve 30 Ekim’de Sadrazam Tevfik Paşa’nın Lozan’a beraber gidilmesi konusunda TBMM’ye müracaat telgrafı göndermesi üzerine, Saltanat’ın kaldırılması gündeme gelmiştir. 31 Ekim’de TBMM’de açılan müzakerelerde Mustafa Kemal’in, ülkedeki çift başlılığın sona erdirilmesi ve bu bağlamda Saltanat’ın kaldırılması yolundaki konuşmalarının ardından, 1 Kasım 1922 tarihli kanunla Saltanat ve Hilafet birbirinden ayrılarak, Saltanat kaldırılmıştır. TBMM, kişisel egemenliğe dayalı Osmanlı Devleti’nin, 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri’nce resmen işgal edilmesiyle tarihe karışmış olduğunu belirtmiştir. Tevfik Paşa 5 Kasım 1922’de sadrazamlıktan çekilerek, makamını 19 Ekim 1922’de İstanbul’a gelen TBMM Hükümeti’nin temsilcisi Refet (Bele) Paşa’ya devretmiş, Padişah Vahdettin, 17 Kasım 1922’de İngiltere Hükümetinin koruyuculuğunda, Malaya Zırhlısı’yla İstanbul’dan ayrılarak Malta’ya götürülmüştür. Böylece fiili varlığı sona ermiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuksal varlığı da son bulmuştur.92 İstanbul Hükümetinin devreden çıkmasıyla Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi temsil etme yetkisi TBMM Hükümetine kalmış ve çalışmalara başlanmıştır. 27 Ekim 92 Ali Güler, “Azınlıklar ile İlgili Lozan’da Oluşturulan Statü ve Bunun Türkiye’nin Milli Birlik ve Bütünlüğü Bakımından Önemi”, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48 (Şubat 2000), s. 46-47; Ürer, a.g.e.,s. 205-208 68 tarihli Nota’da Müttefikler, 13 Kasım’da müzakerelere başlamak üzere TBMM Hükümetini İsviçre’nin Lozan şehrinde toplanacak Barış Konferansı’na tam yetkiyle donatılmış delegeler göndermeye çağırmışlardır. Konferans öncesi TBMM Hükümetini uğraştıran en önemli sorunlardan birini de konferansta Türk tarafını kimin temsil edeceği sorunu olmuştur. Türk Delegasyonuna kimin başkanlık edeceği hususunda birkaç aday üzerinde durulmuştur. En güçlü aday olarak Başbakan Rauf (Orbay) Paşa’dan söz ediliyordu. Onu Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey ve Sağlık Bakanı Rıza Nur izliyorlardı. Mustafa Kemal, TBMM’ye baş delege olarak önereceği kişiyi bu adaylar arasından seçmekte zorluk çekiyordu, ancak Rauf Paşa’nın, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin yenilgiye uğratıldığını açıkça gösteren Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı delegasyonuna başkanlık etmesi sebebiyle Lozan’a temsilci olarak gönderilmesi düşünülemezdi. Mustafa Kemal, onun önemli konularda Batılı devletlere ödünler verebileceğinden kuşkulanıyordu. Yetenekli ve zeki bir diplomat olan Yusuf Kemal Bey güçlü bir aday olmasına rağmen, hem o sıralarda büyük bir ameliyat geçirmiş olduğundan, hem de Mustafa Kemal’in Lozan’a gidecek kişinin diplomat niteliklerinden çok, taviz vermez bir müzakereci olmasını istemesinden ötürü seçilmemiştir. Mustafa Kemal, Mudanya Mütarekesi görüşmeleri sırasında göstermiş olduğu başarıdan dolayı diplomatik alanda deneyimli olmamasına rağmen İsmet (İnönü) Paşa’nın adı üzerinde durmuş, onu Lozan’a gidecek delegasyonun başına getirmeyi ve onun Lozan’da Türkiye’nin haklarını daha iyi savunacağını düşünmüştür. Bunun üzerine Yusuf Kemal Bey Dışişleri Bakanlığı’ndan istifa etmiş ve İsmet Paşa, Dışişleri Bakanlığı’na ve Lozan’a gidecek Türk Delegasyonuna baş delege olarak atanmıştır. TBMM, 2 Kasım 1922’de Lozan’a gidecek delegelerin isimleri okunarak tek tek oylaması yapılmıştır. Görüşmeler sonunda İsmet Paşa baş delegeliğe, Dr. Rıza Nur ve eski Maliye Bakanı Hasan (Saka) Bey delegeliklere atanmışlardır. Ayrıca, Delegasyona 21 danışman, 2 basın danışmanı, 1 genel sekreter, 1 mütercim ve 8 katip olmak üzere toplam 33 kişi seçilmiştir (“Lozan Murahhas Heyeti”).93 93 Güler, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48 (Şubat 2000), s. 48-49; Ürer, a.g.e., s. 211-213; Lozan’ a giden Türk delegasyonunun tam listesi için bkz. İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, I. Cilt (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983, s. 70-71 69 Lozan’a gidecek Türk Delegasyonu bu şekilde belirlendikten sonra, İsmet Paşa’nın yetkili kılındığını gösteren iki yetki belgesi (selahiyetname) düzenlenmiştir. Her iki belgede de, TBMM Hükümeti Dışişleri Bakanı ve Edirne Milletvekili olan İsmet Paşa’nın Türkiye ile Müttefik Devletler ve Yunanistan arasında barış antlaşması ve Türkiye ile komşu olup gerek Boğazlar sorunu, gerekse Doğu Trakya sınırlarıyla ilgisi olan diğer devletlerle müzakerelerde bulunarak antlaşmalar yapma yetkisine sahip olduğu ifade edilmiştir. Anılan yetki belgelerinin Lozan Konferansı’nın birinci dönemini ilgilendireni 31 Ekim 1922, ikinci dönemini ilgilendireni ise 10 Nisan 1923 tarihlidir. TBMM Hükümeti, Konferansa giden Delegasyona 3 sayfa halinde 14 maddelik bir talimat vermiştir. Söz konusu talimat, TBMM Hükümetinin temel görüşlerini içerdiği için çok önemlidir. Burada bahsedilen 14 madde şu şekildedir: 1) Doğu Sınırı: Ermeni Yurdu söz konusu olamaz. Olursa görüşmeler kesilir. 2) Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek, Konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa hükümetten talimat alınacaktır. 3) Suriye sınırı: Sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve bu sınır şöyle olacaktır: Re’si İbn Hani’dan başlayarak, Harim, Müslimiye, Meskene sonra Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşacaktır. 4) Adalar: Duruma göre davranılacak, kıyılarımıza pek yakın olan adalarTürkiye’ye katılacak, olmazsa Ankara’dan sorulacaktır. 5) Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır. 6) Batı Trakya: Misak-ı Milli maddesi yani orada yaşayan Müslümanların halk oyuna başvurulacaktır. 7) Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası’nda yabancı bir askeri kuvvet kabul edilemez, bu nedenle görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi verilecektir. 8) Kapitülasyonlar kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse gereken yapılacaktır. 9) Azınlıklar: Mübadele esastır. 10) Osmanlı Borçları: Türkiye’den ayrılan ülkelere paylaştırılacak, Yunanistan’danalınacak tamirat bedeline mahsup edilecek, olamazsa 20 yıl 70 ertelenecek ve Düyun-u Umumiye İdaresi kaldırılacak, zorluk çıkarsa hükümetten sorulacaktır. 11) Ordu ve donanmaya sınırlama konulması söz konusu olmayacaktır. 12) Yabancı kuruluşlar, Türkiye kanunlarına uyacaklardır. 13) Türkiye’den ayrılan ülkeler için Misak-ı Milli’nin ilgili maddeleri geçerlidir. 14) İslam cemaat ve vakıflarının hakları, eski anlaşmalara göre sağlanacaktır. Talimatın amacı Türkiye’nin sınırlarını çizmek ve bağımsızlığını garanti altına almaktır. Burada dikkatleri çeken en önemli husus, iki konuda Delegasyona kesin talimat verilmiş olmasıdır. Eğer Müttefik Devletler, Ermeni Yurdu kurmak ve kapitülasyonları korumak konularında ısrar ederlerse Delegasyon TBMM Hükümetine sorma ihtiyacını bile duymadan reddedecek, gerekirse görüşmeleri kesip ülkeye döneceklerdir. Bu durum, TBMM Hükümetinin anılan konularda ne kadar hassas ve kararlı olduğunu göstermektedir. Söz konusu talimat kısa ve açıklayıcı olmadığı için, görüşmeler süresince, değişen her yeni koşul ve öneri karşısında Türk delegasyonu TBMM’nin görüşüne telgraflar aracılığıyla başvurmuş ve bizzat Mustafa Kemal’le çok yoğun bir telgraf trafiği sürdürülmüştür.94 C. Lozan Konferansı Süreci: Tarafların Tezleri, Talepleri ve Tartışmalar 1. Konferansın Toplanması, Çalışma Şekli ve İmzalanan Anlaşmalar Lozan Konferansı, ilki 21 Kasım 1922-4 Şubat 1923 tarihleri arasında 2,5 ay süren,ikincisi 23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923 tarihleri arasında 3 ay süren iki ayrı dönemde toplanmış ve toplam 8 aylık bir sürede tamamlanmıştır. Türkiye’nin Konferans süresince genel tavrı, bağımsızlık savaşı vermiş galip bir devlet olarak Konferansa katılmış olduğudur. Bu nedenle Türk tarafı için tüm görüşmelerde eşitlik ilkesi temel olarak kabul edilmiştir. Mali konular tartışılırken özellikle kapitülasyonların kaldırılması konusunda Türkiye’nin kesin tavrı görüşmelerin kesilmesine neden olmuştur. Bu ara dönemde daha hızlı bir çözüme ulaşmak için, konferansı kilitleyen sorunlarda, konferans sürecinin yeniden başlaması durumunda konferansa gidecek delegelerin nasıl bir strateji izlemeleri gerektiği konusunda TBMM’de tartışmalar yürütülmüştür. Mustafa Kemal’in, tartışmalar üzerine, Konferansın ikinci döneminde, görüşmeleri kilitleyen sorunlar üzerindeki yaklaşımı, sorunları uluslararası olmaktan 94 Güler, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48 (Şubat 2000) , s. 50-51; Baskın Oran, “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası ( Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar),Cilt I: 1919-1980, Baskın Oran (Der.), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 217-218 71 çıkarıp iki taraflı bir biçime sokma niteliğinde olmuştur.95 Söz konusu kesinti döneminde Türkiye dünyaya sesini duyurmaya devam etmiştir. Bu sebeple yapılan “İzmir İktisat Kongresi”, Türkiye’nin kapitalist Batı kampının dışında kalmayarak, ona uygun bir ekonomik sistemi benimseyeceğini ve uluslararası ortama dahil olacağını göstermiştir. Fakat Kongre, kapitülasyonların asla kabul edilmeyeceğini, Türkiye’nin sisteme kendi şartlarıyla, tam bağımsız bir üye olarak katılma isteğini de ifade etmiştir.96 Lozan Konferansı 20 Kasım 1922 günü Mont Benon Gazinosu’nda, İsviçre Konfederasyonu Başkanı M. Haab’ın bir konuşmasıyla açılmış ve onu Müttefikler adına İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un ve arkasından İsmet Paşa’nın konuşmaları izlemiştir. Konferans, ilk oturumunu 21 Kasım’da yaparak, çalışmalarına başlamıştır. Konferansa katılan devletlerin durumu şöyle sınıflandırılabilir: 1) Çağrıyı yapan 4 Müttefik Devlet: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, 2) Tüm görüşmelere çağrılan 5 devlet: Bir yanda Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve ABD∗, diğer yandaysa Türkiye, 3) Boğazlar rejimi üzerindeki görüşmelere çağrılan Sovyet Rusya∗ ve hem Boğazlar rejimi, hem de Trakya sınırına ilişkin görüşmelere çağrılan Bulgaristan, 4) Ticaret ve yerleşme gibi belli konularla ilgili görüşmelere çağrılan Belçika ve Portekiz.97 Konferansın Genel Sekreterliğine Fransız diplomatı Massigly getirilmiş, Yazı İşleri Komitesine Türkiye adına Reşit Saffet (Atabinen) girmiştir –ki bu Türkiye’nin konferansta aldığı tek yönetsel görevdir-. Konferans tutanakları Fransızca hazırlanmış ve Barış Antlaşması ile Eklerinin geçerli metinleri de Fransızca olarak kaleme alınıp imzalanmıştır. Konferans çalışmaları üç ana komisyon çerçevesinde yürütülmüştür. Bu komisyonların başına Müttefik Devletler olarak İngiliz, İtalyan ve Fransız delegelerin geçmesini Türk delegasyonu kabul etmek zorunda kalmıştır. Başkanı İngiliz olan (Lord 95 TBMM’de yapılan Lozan tartışmaları için ayrıca bkz. Ahmet Demirel, “TBMM’de Lozan Görüşmeleri”, Toplumsal Tarih , Sayı:115 (Temmuz 2003), s. 78-81 96 Oran, Türk Dış Politikası, s. 218; Ürer, a.g.e., s. 210-211 ∗ ABD, Konferans süresince bir tür gözlemci gibi davranmış, görüşmelere aktif olarak katıldığı halde oy kullanmamış, yönetsel görev üstlenmemiş, Lozan Antlaşması’nı ve Eklerini imzalamamıştır. ∗ Sovyet Rusya, Konferansa davet edilmemiş, ancak yalnız kalmak istemeyen Türkiye, onun çağrılması için ısrar etmiştir. 97 Soysal, a.g.e., s. 69, ayrıca konferansa katılan devletlerin temsilcilerinin tüm listesi için bkz. s. 69-71 72 Curzon) Birinci Komisyon, ülke (sınırlar, uyrukluk, azınlıklar, Boğazlar rejimi vb.) ve askerlik konularını, başkanı İtalyan olan (Garroni) İkinci Komisyon, Türkiye’de yabancılara uygulanacak rejimi (yargı yetkisi, kapitülasyonlar, imtiyazlar vb.), başkanı Fransız olan (Barrére) Üçüncü Komisyon, ekonomik ve mali işleri ve Osmanlı borçlarının bölüşülmesini görüşmekle görevlendirilmiştir. Lozan Konferansı’nda imzalanan antlaşmalar paketi üç çeşit metinden oluşmaktadır: Birincisi Barış Antlaşması (143 maddeden oluşmaktadır), ikincisi Barış Antlaşması’nı bütünleyen sözleşme, anlaşma, bildiri, protokol gibi ek belgeler (bazıları geçici olan bu belgeler, Barış Antlaşması’nın dışında toplam 17 adettir), üçüncüsü Türkiye ile bazı Batı devletleri arasında teati edilen mektuplar.98 Lozan Barış Antlaşması’nda; toprak değişimi, sınırlar, uyrukluk, kapitülasyonların kaldırılması, azınlıkların korunması, Osmanlı devlet borçları, ilgili devletlerin uyruklarının hakları ve yükümlülükleri, anlaşmazlıkların çözüm biçimleri, Türkiye’nin katılacağı sözleşmeler, açılacak ulaşım yolları, sağlık işleri, savaş tutsakları, mezarlıklar gibi en önemli konular açıklanmakta ve düzenlenmektedir. Boğazlar rejimi, Trakya sınırının çizilmesi, Karaağaç ile İmroz ve Bozcaada Adalarının Türkiye’ye geçmesi gibi konularda ek anlaşmalar düzenlenmiştir. Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Barış Antlaşması’ndan önce 30 Ocak 1923’te imzalanan “Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile “Sivil Rehinelerin ve Savaş Tutsaklarının Mübadelesine İlişkin Anlaşma” da Lozan antlaşmalar paketinin içine konulmuştur. Bunun yanında imzalanan bazı metinler ise geçici niteliktedir. Yani belirli bir süre sonunda ortadan kalkması öngörülen bazı antlaşmalar ayrıca düzenlenmiştir. Örneğin, “Oturma ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşme”, “Ticaret Sözleşmesi”, “Sağlık Sorunlarına İlişkin Bildiri”, “Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri” bu tür geçici nitelikli belgelerdir.99 Tüm bu antlaşma türleri ve tekniği Konferans sürecinde görüşülen konuların değişik niteliklerinden ya da antlaşma taraflarının değişik olmasından kaynaklanmaktadır.100 Lozan Barış Konferansı sonucunda 24 Temmuz 1923 tarihinde Barış Antlaşması ve yukarda belirtilen Yunanistan’la yapılmış iki anlaşma dışındaki diğer 15 belge 98 Oran, Türk Dış Politikası, s. 218-220; Soysal, a.g.e., s. 71-72 Lozan Barış Antlaşması ve Eklerinin tam metinleri için bkz. Seha L. Meray (Çev.), Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın (Lozan Konferansı Özel Sayısı), Sayı:18 (Temmuz 1998) s. 69-128 100 Soysal, a.g.e., s. 72 99 73 imzalanmıştır. Lozan Barış Antlaşması ve Ekleri Türkçe’ye çevrildikten sonra, bunlar 21 Ağustos 1923’te TBMM’ye sunulmuş, 22-23 Ağustos’ta Mecliste yapılan görüşmelerden sonra, 23 Ağustos’ta 341, 342, 343 ve 344 sayılı dört ayrı kanunla onaylanmıştır.101 341 sayılı Kanunla Barış Antlaşması ile Eklerinin çoğunluğunu, öteki üç kanunlaysa geçici nitelikleri nedeniyle, Oturma ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşme, Ticaret Sözleşmesi ve “Birtakım Ayrıcalıklara İlişkin Protokol” onaylanmıştır. Türkiye, onay belgelerini 31 Mart 1924’te Paris’te Fransız Dışişlerine vermiştir.102 2. Konferans’ta Azınlıklar Sorunun Ele Alınışı: Tarafların Tezleri ve Tartışmalar Lozan’a giden Türk Delegasyonuna, TBMM Hükümeti tarafından verilen 14 maddelik talimatın 9. maddesi doğrudan azınlıklar konusuyla ilgiliydi ve bu hususta mübadelenin esas olduğu belirtiliyordu. Lozan Konferansı’nda azınlıklar sorunu, Birinci Komisyon’un 5 ve “Azınlıklar Alt Komisyonu”nun 16 toplantısında görüşülmüş ve hararetli tartışmalara neden olmuştur. Konunun, Lozan Konferansı’na ilk gelişi 12 Aralık 1922 tarihinde olmuştur. İlk sözü alan Lord Curzon, azınlıklar sorununun kendi bakış açısından bir tarihçesini yaptıktan sonra Türkiye’deki Hıristiyan azınlıklardan Rumlar, Yahudiler, Asuriler, Keldaniler ve Nasturileri zikretmiş, özellikle Ermenilerin korunması ve mümkün olursa kurtarılması gerektiğini söylemiştir. Curzon, şu isteklerde bulunmuştur: Son 9 yıllık süreyi kapsayan geniş bir genel af, azınlıkların askerlikten bedel karşılığında muaf tutulması, azınlıkların serbestçe dolaşma, ülkeden ayrılma ve mallarıyla hakları bakımından hiçbir kısıtlamaya tabi olmamaları ve söz konusu önlemlerin uygulanmasını denetlemek üzere bir organ kurulması- Türkiye’nin MC’ye katılması halinde bu organ MC olacaktır-. Lord Curzon’u takiben konuşan Fransız delegesi Barrére, azınlıkları, özellikle Ermenileri koruyan bir konuşma yapmış, İtalyan delegesi Garroni’nin kısa konuşmasından sonra sıra Türk baş delegesi İsmet Paşa’ya gelmişti. İsmet Paşa, azınlıkların geçmişte yapmış oldukları taşkınlıkları, devlete vermiş oldukları zararları, yabancı devletlerin bunları kullanarak Türkiye’ye nasıl müdahale ettiklerini anlatan, Türk görüşünü içeren çok ayrıntılı bir muhtırayı okumuştur. İsmet Paşa, bu hususta Misak-ı Milli’ye bağlı olunduğunu vurgulayarak üç istek ileri sürmüştür: Dış tahriklerin 101 102 TBMM’deki Lozan görüşmeleri için bkz. Demirel, a.g.e., s. 114-115 Oran, Türk Dış Politikası, s. 220; Soysal, a.g.e., s. 79 74 kesilmesi, Türk ve Rum ahalilerinin mübadelesi ve diğer azınlıklar hakkında Türk hükümetinin verdiği teminat ile yetinilmesi. Birinci Komisyon’un 13 Aralık’ta yapılan toplantısında söz alan İsmet Paşa Türk toprakları üzerinde Ermeni Yurdu kurulması ve Türkiye’deki azınlıkların güvenliğine nezaret edecek bir organ kurulmasıyla ilgili talepleri reddetmiş, genel bir af ilanını incelemeyi kabul etmekle birlikte herhangi bir unsurun askerlikten muaf tutulması görüşüne karşı olduğunu belirtmiştir. İsmet Paşa’nın açıklamalarında, Türk kanunları çerçevesinde yeterli korumadan yararlanacakları görüşünün egemen olduğu görülmektedir. Azınlıkların dolaşım özgürlükleri ve mülkiyet haklarının garanti altına alınacağını teyit etmiştir. İsmet Paşa’nın kesin tavrı ve karşı tarafın özellikle Lord Curzon’un ısrarlarıyla şiddetlenen 13 Aralık tarihli toplantıda, bir alt komisyonun kurulup konunun burada incelenmesine karar verilmiştir.103 Azınlıklar Alt Komisyonu 14 Aralık 1922’de çalışmalarına başlamıştır. Sekreterliğini Fransız diplomat Lagande’ın yaptığı ve başkanlığına oy birliğiyle İtalyan delegesi Montagna’nın seçildiği Azınlıklar Alt Komisyonu’na, Türkiye adına Dr. Rıza Nur ile danışmanlardan Mustafa Şeref Bey ve Şükrü Bey katılmışlardır. Alt Komisyon’un 15 Aralık tarihli ikinci oturumunda, soy, dil ve din azınlıklarının korunması konusu ele alınmıştır. Türk delegesi Dr. Rıza Nur, “soy” kelimesine itiraz ederek, Türkiye’de sadece dinsel azınlıkların bulunduğunu, dil azınlıklarının pek az olduğunu, soy azınlıklarınınsa bulunmadığını ifade etmiştir. Rıza Nur, Türkiye’de Müslüman azınlıklar olduğunu kabul etmemiştir. Uzun tartışmalar, Türk tarafının ısrarlı ve kararlı tutumu karşısında Alt Komisyon’un 23 Aralık 1922 tarihli oturumundan itibaren Müttefikler Türk görüşünü kabul etmişler ve artık azınlıklar terimi yerine “Müslüman olmayan azınlıklar” terimini kullanmaya başlamışlardır.104 Genel af çıkarılması konusunda, Türk delegesi, Türkiye’deki Müslümanların aralarında vatan hainlerinin bulunduğu gerekçesiyle, af dışı bırakılmalarını istemiştir. Azınlıkların askerlik hizmetinden muaf tutulmaları teklifini kabul etmeyen Türk delegesi, Ermeni Yurdu konusunda, böyle bir konunun görüşülmesini dahi reddetmiştir. 103 Funda Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erhan (Der.) , T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 216-219; Hikmet Öksüz, “Lozan’da Azınlıklar Meselesi”, Türk Yurdu, C. 17, No: 121 (Eylül 1997), s. 88 104 Keskin, a.g.e., s. 228-231; Öksüz, a.g.e., s. 88 75 Azınlıklar Alt Komisyonu, Aralık ayı boyunca ve 2-3 Ocak 1923 tarihlerinde yapmış olduğu toplantılarda birçok konuda anlaşmaya varmıştı. Ancak, Komisyon başkanı Montagna’nın 6 Ocak tarihli oturumda Türkiye’de bir Ermeni Yurdu kurulması yolundaki Amerikan teklifini destekleyen bir bildiri okuması, Montagna’yı takiben İngiliz delege Rumbold ve Fransız delege De Lacroix’nın da aynı nitelikte sözler sarf etmeleri üzerine Türk Delegasyonu toplantıyı terk etmiştir. Ertesi gün, Montagna, anlaşmaya varılan konularla varılamayanları Birinci Komisyon Başkanlığı’na bir raporla bildirmiştir. İsmet Paşa, Alt Komisyon’da Türk delegelerinin öne sürdüğü hususları savunarak, Türkiye’nin içinde ve dışında barışın ve aynı yurdun çocukları arasında iyi geçimin sağlanabilmesi için hepsinin eşit haklara sahip olması gerektiğini, bunun için de din ayrımı olmaksızın hepsinin askerlik hizmeti yapmalarının zorunlu olduğunu tekrarlamıştır. Birinci Komisyon’un 9 Ocak 1923 tarihli oturumu Türk tarafı açısından tam bir zafer olmuştur. Müttefikler, gayrimüslim azınlıkların korunmasıyla ilgili isteklerini sınırlamışlar ve azınlıkların korunması konusunda MC’nin garantisi öngörülmüşse de bir denetim mekanizması getirilmesi düşüncesinden vazgeçmişlerdir. Türkiye, azınlıkların korunması hususunda gerekli garantileri vermiştir. Azınlık terimine sınırlı bir anlam verilerek, Müslüman azınlık kavramı kabul edilmemiştir. Diğer taraftan Ermeni Yurdu ve azınlıkların askerlikten muaf tutulması talepleri reddedilmiştir.105 Azınlıklar konusu, nüfus mübadelesi ve Fener Rum Patrikhanesi sorunlarının paralelinde yine gündemde kalmıştır. Nüfus mübadelesi Lozan Konferansı’nda gündeme en çok gelen konulardan biri olmuştur. Bu konu konferansın gündemine ilk olarak 1 Aralık 1922 tarihinde gelmiştir. Konuyu, MC’nin mültecilerle ilgili görevlisi Dr. Nansen getirmiştir. Nansen, Yunanistan’daki Müslümanlarla Anadolu’daki RumOrtodoksların isteğe bağlı olarak mübadele edilmesini ve İstanbul Rumlarının bu mübadelenin dışında tutulmasını önermiştir. Türk tarafıysa, İstanbul Rumlarının mübadele kapsamına alınmasını, Batı Trakya Müslümanlarının yerlerinde bırakılmasını savunmuştur. Çünkü Türk tarafının tezine göre, Batı Trakya’da Müslüman Türkler azınlık değil çoğunluktur. Ayrıca Türk tarafı, İstanbul’daki Rumların mübadele kapsamına alınmasına bağlı olarak, İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi’nin de Türkiye’den çıkarılmasını istemiştir. Bu görüş ve isteğe, Yunan, İngiliz ve ABD 105 Keskin, a.g.e., s. 244-246; Öksüz, a.g.e., s. 88-89 76 delegeleri karşı çıkmışlardır. Yunan delegesi Venizelos, yerleştirmenin zorluğu nedeniyle İstanbul Rumlarının mübadeleye dahil edilmesini kabul edemeyeceğini söylerken, Lord Curzon, İstanbul’daki Rumlar giderse büyük bir ekonomik krizin çıkacağı görüşünü savunmuş ve Batı Trakya Türklerinin de mübadele dışı kalmasını telkin etmiştir. Tartışmaların sonunda, 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan ve Türkiye arasında “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalanmıştır. Sözleşmenin 1. maddesinde, Türk topraklarında yerleşmiş RumOrtodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarına yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren zorunlu mübadelesi öngörülmüş, bu kişilerin ilgili hükümetlerin izni olmadıkça bir daha geri dönemeyecekleri ve oraya yerleşemeyecekleri belirtilmiştir. 2. maddesiyse, İstanbul’da oturan Rumları ve Batı Trakya’da oturan Müslümanları zorunlu mübadele kapsamı dışında bırakmıştır. Bu Sözleşmeye göre, 1912 Yasası’nın sınırlandırdığı şekliyle İstanbul Belediyesi sınırları içinde, 30 Ekim 1918’den önce yerleşmiş (“etablis”) olan tüm Rumlar ve 1913 tarihli “Bükreş Antlaşması”nın koyduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgede yerleşmiş olan Müslümanlar bu istisna kapsamındadır. Lozan Barış Antlaşması’nın 142. maddesi, adı geçen Sözleşmeyi Barış Antlaşması’nın içindeymiş gibi aynı güç ve değerde saymıştır. Lozan’da belirlenen esaslar çerçevesinde 1923-1938 yılları arasında nüfus mübadelesi yapılmıştır.106 Azınlık kurumlarından Fener Rum Patrikhanesi, Lozan’da oldukça yoğun bir biçimde tartışılmıştır. Konferans süresince Türk heyetinin uğraştığı en önemli konulardan birini Patrikhane’nin yurtdışına çıkartılması olmuştur. Aslında Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılması hususu Lozan’a giden Türk delegasyonuna verilen talimatlar içinde yoktu. Patrikhane’nin durumu İstanbul ve Batı Trakya ahalilerinin mübadeleye dahil olup olmayacakları sorununun bir kısmını oluşturmaktaydı. Birinci Komisyon’un 10 Ocak 1923 tarihli oturumunda Lord Curzon Patrikhane’nin İstanbul’da kalması gerektiğini ileri sürmüş, başta ABD delegesi olmak üzere diğer delegeler Curzon’un görüşünü desteklemişlerdir. Bu konuda, Türk delegesi Dr. Rıza Nur, Alt Komisyon’a yazılı bir bildiri sunarak, diğer devletlerdeki azınlıklara sağlanmış olan hakların aynısının Türkiye’deki azınlıklara tanınacağına, Halifelik ve devletin birbirinden ayrıldığı ve Saltanata son verilmek suretiyle tamamen demokratik 106 Öksüz, a.g.e., s. 89-90; Ürer, a.g.e., s. 249-250; ayrıca bkz. Funda Keskin, “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi”, Yaşayan Lozan, s. 765-766, 786-787 77 bir rejimin kurulmuş olduğu için Osmanlı döneminde Müslüman olmayan topluluklara verilen dinsel imtiyazların sona erdiğini, azınlıkların hayır, eğitim ve yardım kurumlarıyla devlet arasındaki ilişkilerin artık doğrudan doğruya yürütülmesi gerektiğini, din adamlarının bundan sonra sadece ruhani işlerle ilgileneceklerini, Patrikhane siyasal bir kurum olduğundan kendisine bağlı kurumlar ortadan kalktıktan sonra varlık nedenini yitireceğini belirtmiştir. Türk Delegasyonun, Patrikhane’nin yurtdışına çıkartılması konusundaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştır. Birinci Komisyon’daki son tartışmalar, Patrikhane’nin yurtdışına çıkartılması talebinin konferansa katılan diğer devletler tarafından da kabul edilmeyeceğini göstermiştir. Lord Curzon, siyasal ve yönetsel hiçbir yetkisi olmayacak, sadece dinsel yetkiler kullanacak bir makam olarak Patrikhane’nin İstanbul’da kalması görüşünü savunmuştur. Venizelos da Curzon’un bu teklifini desteklemiştir. Bunun üzerine İsmet Paşa, Patrikhane’nin siyasal ya da yönetime ilişkin hiçbir işle uğraşmayacağı, sadece dinsel alana giren işlerle ilgileneceği konusunda konferans önünde yapılan Müttefik Devlet ve Yunan delegelerinin yapmış oldukları açıklamaları ve verdikleri garantileri senet sayarak, Patrikhane’nin İstanbul’dan çıkartılması teklifinde vazgeçtiğini bildirmiştir.107 III. LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NDA AZINLIKLARIN KORUNMASI A. Lozan Barış Antlaşması’nın Azınlıkların Korunmasıyla İlgili Hükümleri Azınlıklar konusu, Lozan Barış Antlaşması’nın, “Siyasal Hükümler” başlığını taşıyan I. Bölümünün, “Azınlıkların Korunması” başlıklı III. Kesimi’nde (37-45. maddeler) düzenlenmiştir. Antlaşma’nın 37. maddesine göre, “Türkiye, 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir yasanın, hiçbir yönetmeliğin ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir yasa, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılamamasını yükümlenir.” Bu hüküm, Birinci Dünya Savaşı’nı 107 Akyol, a.g.e., s. 147-156; Keskin, s. 78, “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi”, Yaşayan Lozan, s.783-786; Ürer, a.g.e., s. 247-248; Lozan Konferansı’nda azınlıklar sorunuyla ilgili olarak ayrıca bkz. Cemil Bilsel, Lozan, Cilt 1-2, Tıpkı Basım, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1998; Ali Naci Karacan, Lozan, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971; Seha L. Meray (Çev), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 1, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1969; Takım II, Cilt 2, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1973; Dr. Rıza Nur, Lozan Hatıraları, 4 Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1999; Bilal Şimşir (Der.), Lozan Telgrafları I (1922-1923); Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1990 78 bitiren bütün azınlık koruma antlaşmalarında da temel nitelikleriyle bulunmaktaydı. Burada, altı çok güçlü bir biçimde çizilerek, bu kesimde getirilen hakların Türk makamları tarafından hiçbir biçimde geri alınamayacağı karara bağlanmıştır. 38. maddede, “Türk Hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin doğum, milliyet, dil ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir. Türkiye’de oturan herkes, bir inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeni ve ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini, ister açıkça isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır. Müslüman olmayan azınlıklar, bütün Türk uyruklarına uygulanan ve Türk Hükümetince, ulusal savunma amacıyla ya da kamu düzeninin korunması için, ülkenin tümü ya da bir parçası üzerinde alınabilecek önlemler saklı kalmak şartıyla, dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden tam olarak yararlanacaklardır.” denilmektedir. Bu maddede, vatandaşların dışındakilere ve Türkiye’de oturan herkese haklar tanınmıştır. Maddeyle getirilen haklar, bir toplumda ayrım yapmadan, herkese tanınan negatif haklar niteliğindedir. 39. maddede, “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı medeni haklarla siyasal haklardan yararlanacaklardır. Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır. Din, inanç ya da mezhep ayrılığı, hiçbir Türk uyruğunun, medeni haklarla siyasal haklardan yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından bir engel sayılmayacaktır. Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlayacaktır.” hükmü yer almaktadır. Bu maddenin 4 ve 5. paragrafları anadil kullanma hakkı açısından önem taşımaktadır. Söz konusu hükümler 79 dönemin bütün azınlık koruma antlaşmalarında, hatta Lozan’daki Türk delegasyonunu önerilerinde de bulunmaktadır. 40. maddede, “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı garantilerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinleri serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır.” denilmektedir. Bu maddede, sadece gayrimüslim vatandaşlara kendi eğitim kurumlarını kurma ve kendi dillerini eğitim dili olarak kullanma hakkı tanınmıştır. 41. maddede, “Genel eğitim konusunda Türk Hükümeti, Müslüman olmayan uyrukların önemli bir oranda oturmakta oldukları il ve ilçelerde, bu Türk uyruklarının çocuklarına ilk okullarda anadilleriyle öğretimde bulunulmasını sağlamak bakımından, uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm, Türk Hükümetinin, söz konusu okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır. Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyruklarının önemli bir oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklar, devlet bütçesi, belediye bütçesi ya da öteki bütçelere, eğitim, din ya da hayır işlerine genel gelirlerden sağlanabilecek paralardan yararlanmaya ve pay ayrılmasına, hak gözetilirliğe uygun ölçülerde katılacaklardır. Bu paralar, ilgili kurumların yetkili temsilcilerine teslim edilecektir.” denilmektedir. 42. maddede, “Türk Hükümeti, Müslüman olmayan azınlıkların aile ya da kişisel statüleri konusunda, bu sorunları, söz konusu azınlıkların gelenek ve görenekleri uyarınca çözümlenmesine elverecek bütün önlemleri almayı kabul eder. Bu önlemler, Türk Hükümetiyle ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden kurulu özel komisyonlarca düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkarsa, Türk Hükümetiyle Milletler Cemiyeti Meclisi, Avrupalı hukukçular arasından birlikte seçecekleri bir üst-hakem atayacaklardır. Türk Hükümeti, söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların 80 Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve Türk hükümeti, yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış olan gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir.” denilmektedir. Bu maddenin 1. paragrafı, azınlıkların aile hukuku ve kişisel statüleriyle ilgiliydi. Azınlıkların kilisede ya da havrada evlenme, yani dinsel nikah yapma hakları tanınmıştı. Fakat 1926’da Türk Medeni Kanunu’nun kabulünden sonra resmi nikah zorunlu kılınınca, devlet, gayrimüslimleri bu haktan feragat etmeye davet etmiştir. Türkiye, daha Lozan Konferansı sırasında çağdaş ve yeni bir Medeni Kanun yapmaya karar vermişti. Nitekim, Medeni Kanunun kabulünden önce Yahudiler 15 Eylül 1925, Ermeniler 17 Ekim 1925 ve Rumlar 27 Kasım 1925 tarihlerinde yaptıkları müracaatlarla haklarından vazgeçtiklerini bildirmişlerdir.108 43. maddede, “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, inançlarına ya da dinsel ayinlerine aykırı herhangi bir davranışta bulunmaya zorlanamayacakları gibi, hafta tatili günlerinde mahkemelerde hazır bulunmaları ya da yasanın öngördüğü herhangi bir işlemi yerine getirmemeleri yüzünden haklarını yitirmeyeceklerdir. Bununla birlikte bu hüküm, söz konusu Türk uyruklarını, kamu düzeninin korunması için, öteki Türk uyruklarına yükletilen yükümler dışında tutar anlamına gelmeyecektir.” denilmektedir. Antlaşma’nın garanti maddesi olan 44. maddesine göre, “Türkiye, bu kesimin bundan önceki maddelerindeki hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde, uluslararası yükümler meydana getirmelerini ve Milletler Cemiyeti’nin garantisi altına konulmalarını kabul eder. Bu hükümler, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin çoğunluğunca uygun bulunmadıkça değiştirilemeyecektir. Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya ve Japonya hükümetleri, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin çoğunluğunca razı olunacak herhangi bir değişikliği reddetmemeyi, işbu anlaşma uyarınca kabul ederler. Türkiye, Milletler Cemiyeti Meclisi üyelerinden her birinin, bu yükümlerden herhangi birine aykırı herhangi bir davranışı ya da böyle bir davranışta bulunması tehlikesini Meclis’e sunmaya yetkili olacağını ve Meclis’in, duruma göre, uygun ve 108 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Cemil Bilsel, “Medeni Kanun ve Lozan Muahedesi”, Medeni Kanun’un XV. Yıldönümü İçin, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1944, s. 21-71 81 etkili sayacağı yolda davranabileceğini ve gerekli göreceği talimatları verebileceğini kabul eder. Türkiye, bundan başka, bu maddelere ilişkin olarak, hukuk bakımından ya da uygulamada, Türk Hükümetiyle imzacı öteki devletlerden herhangi biri ya da Milletler Cemiyeti Meclisi’ne üye herhangi bir başka devlet arasında görüş ayrılığı çıkarsa, bu anlaşmazlığın, Milletler Cemiyeti Misakı’nın 14. maddesi uyarınca uluslararası nitelikte sayılmasını kabul eder. Türk Hükümeti, böyle bir anlaşmazlığın, öteki taraf isterse, Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na götürülmesini kabul eder. Divan’ın kararı kesin ve Milletler Cemiyeti Misakı’nın 13 maddesi uyarınca verilmiş bir karar gücünde ve değerinde olacaktır.” Bu maddeyle gayrimüslimlerin hakları uluslararası garanti altına konulmuştur. Yunanistan’la karşılıklılık (mütekabiliyet) maddesi olan 45. maddeye göre, “Bu kesimdeki hükümlerle, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan tarafından da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.” hükmü yer almıştır.109 B. Lozan ve Sevr Antlaşmalarının Azınlıkların Korunması Hükümlerinin Karşılaştırması Sevr Antlaşması’nın azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan devletlerle imzalan barış antlaşmalarının azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümlerinden ve savaştan sonra yeni kurulan ya da topraklarını genişleten devletlerle yapılan özel azınlık koruma antlaşmalarının getirdiği düzenlemelerden daha ağır standartlar taşımakta ve Osmanlı İmparatorluğu’nu diğer ülkelerle karşılaştırılmayacak kadar zor bir duruma sokmaktaydı. Lozan Antlaşması ile kabul edilen azınlık koruma hükümleriyse, Sevr’deki aşırılıkları ortadan kaldırmıştır. Öncelikle Sevr Antlaşması’nda azınlıkların korunması ayrı bir bölüm (IV. Bölüm) olarak ele alınırken, Lozan Antlaşması’nda daha az önemsendiğini gösterir bir biçimde Siyasal Hükümler içinde bir kesim (III. Kesim) olarak yer almıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmış olan azınlıkların, özellikle Osmanlı Hükümetinin almış olduğu “tehcir” kararı nedeniyle terke zorlanan Ermenilerin geri dönüşüyle ilgili Sevr Antlaşması’na konulmuş olan 109 Deniz Bozkurt, a.g.e., s. 9-10; Meray (Çev.), Belgelerle Türk Tarihi Dergisi (Lozan Konferansı Özel Sayısı), s. 73-74; Oran, Türk Dış Politikası, s. 225-229; ayrıca bkz. Kaptan, a.g.e., s. 164-177 82 hüküm Lozan Antlaşması’nın azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümlerinin içerisinde yer almamıştır. Sevr Antlaşması’ndaki azınlık koruma hükümlerinde, başka bir devletle herhangi bir karşılıklılık olmaksızın, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun yükümlülükleri yer almıştır. Oysa Lozan Antlaşması’nın 45. maddesi, Yunanistan’la karşılıklılık esasını getirmiştir. Sevr Antlaşması’nın 151. maddesinde, Antlaşmadaki azınlık koruma hükümlerinin uygulanmasının güvence altına alınması için, Osmanlı Hükümetinin ne gibi önlemler alması gerektiğini MC Konseyi ile birlikte inceledikten sonra Müttefik Devletlerin saptayacağı kararlaştırılmış, üstelik Osmanlı Hükümetinin bu konuda alınacak bütün kararları şimdiden kabul ettiği şeklinde bir ifade yer almıştır. Lozan Antlaşması, Sevr’in bu aşırılığını ortadan kaldırmıştır. Lozan’ın 44. maddesinde, azınlık koruma hükümlerinin, sadece Müslüman olmayan azınlıklarla ilgili olarak uluslararası yükümlülük doğurduğu ve bununda MC’nin güvencesi altında olduğu kabul edilmiştir. Uluslararası güvence bakımından Müttefik Devletlerin inisiyatifi ortadan kaldırılmış, anlaşmazlık halinde UDAD’a gidileceği kararlaştırılmıştır. En önemlisi, Sevr Antlaşması’nda azınlıklar, soy, dil ve din azınlıkları olarak sayılırken, Lozan’da Müslüman olmayan azınlıklar teriminden de anlaşılacağı gibi sadece dinsel azınlıklarla sınırlı bir azınlık tanımı getirilmiştir. Bu çerçevede Müslüman vatandaşlar azınlık statüsüne dahil edilmemiştir. Ayrıca Sevr’de yer alan, soy azınlıklarının orantılı temsiline dayanan bir seçim sistemi hükmü Lozan’da yer almamıştır. Son olarak Türkiye’nin, Sevr Antlaşması’nda yer alan kilise, okul ve adalet konularında başta sultanlarca verilmiş fermanlar ve özel buyruklar olmak üzere çeşitli düzenlemelerle tanınmış ayrıcalıklar ve bağışıklıkları tanıma zorunluluğu Lozan’da ortadan kaldırılmıştır.110 110 Baskın Oran, “Lozan’ın Azınlıkların Korunması Bölümünü Yeniden Okurken” AÜSBFD (Prof. Dr.Yılmaz Günal’a Armağan), C. 49, No: 3-4 (Haziran-Aralık 1994), s. 286-287; ayrıca bkz. Oran, Türk Dış Politikası, s. 238 83 C. Lozan Antlaşması’nda Getirilen Azınlık Kavramının ve Azınlık Haklarının Yorumu Lozan Antlaşması’nın herhangi bir yerinde bir azınlık tanımı yapılmamıştır. Bu nedenle Türkiye’nin sadece gayrimüslimleri azınlık sayması hukuksal olarak doğru bir temele dayanmaktadır. Türkiye, şu noktalardan hareketle, sadece gayrimüslimleri Lozan bağlamında azınlık olarak kabul etmektedir: Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan bütün azınlık koruma antlaşmalarının temel özelliği, soy, dil ve din azınlıkları terimini içeren belgeler olmasıdır.∗ Söz konusu antlaşmaların ilki olan ve aynı dönemde yapılacak olan diğer azınlık koruma antlaşmalarına model oluşturan 28 Haziran 1919 tarihli “Polonya Azınlıklar Antlaşması”nın 8., 9/2 ve 12. maddelerinde soy, dil ve din azınlıkları terimi geçmektedir. Nitekim Sevr Antlaşması’nda da aynı terim kullanılmıştır. Oysa Lozan Antlaşması’nda, soy, dil ve din azınlıkları terimi yer almamış, Müslüman olmayan (gayrimüslim) azınlıklar kavramı kullanılmıştır. Bunun yanı sıra, Lozan Antlaşması’nda, azınlıkların korunmasıyla ilgili olarak sadece gayrimüslimlerin haklarının, uluslararası nitelikte yükümlülükler meydana getirdiği ve MC Meclisi’nin garantisi altına konulduğu hükmü yer almaktadır (44/1. madde). Söz konusu hüküm, Polonya Azınlıklar Antlaşması’nın 12/1. maddesinde ise, soy, dil ve din azınlıklarının haklarını ilgilendiren maddelerin uluslararası yükümlülükler oluşturduğu ve MC garantisi altında oldukları şeklinde yer almıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin sadece gayrimüslimleri azınlık olarak sayması hukuken haklıdır ve Türkiye’de yalnızca gayrimüslimlerin azınlık sayılmaları yolundaki yaygın tarihsel, siyasal ve ideolojik tutumla örtüşmektedir.111 Yakın zamanlara kadar, Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması” kesiminde, getirilen yükümlülüklerin sadece Gayri Müslim Türk vatandaşlarını kapsadığı kabul edilmesine karşın, son zamanlarda, özellikle Baskın Oran’ın çalışmaları çerçevesinde daha farklı bir yorumla karşılaşılmaktadır. Baskın Oran’a göre, Lozan Antlaşması’nda yalnızca gayrimüslimler azınlık olarak tanınmasına rağmen, burada sadece gayrimüslimlere değil, tüm Türk uyruklarına, hatta Türkiye’de oturan herkese haklar tanındığı görülmektedir. gayrimüslimler dışında Bu antlaşmalarla ilgili olarak yukarıda Birinci Bölüm, s. 32-33’e bakınız. Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar : Kavramlar, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, TESEVYayınları, İstanbul, 2004, s. 49-51 ∗ 111 84 ayrıca üç gruba derece derece haklar getirilmiştir. Söz konusu dört hak grubu şu şekilde sıralanabilir: 1) Gayrimüslim Türk vatandaşları, 2) Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk vatandaşları, 3) Tüm Türk vatandaşları, 4) Türkiye’de oturan herkes. Bu çerçevede “gayrimüslim Türk vatandaşları”, bütün Türk uyruklarına uygulanan dolaşım ve göç etme özgürlüğüne (38/3. madde); Müslümanların yararlandığı aynı medeni ve siyasal haklardan yararlanma hakkına (39/1. madde); giderlerini kendileri ödeyerek, hayır kurumu, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar, öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit haklara (40. madde); önemli oranda oturdukları il ve ilçelerdeki ilk okullarda anadillerinde öğretim yapabilme hakkına ve bunun için, devlet, belediye vs. bütçelerinden hakkaniyete uygun pay alma hakkına (41/1 ve 41/2. madde); aile ve kişisel statüleri konusunda gelenek ve göreneklerine saygı duyulması hakkına (42/1. madde); dinsel kurumlarına saygı ve gerekli kolaylıkların gösterilmesi hakkına (42/2. madde); dinsel inançlarına ya da ayinlerine aykırı davranışta bulunmaya zorlanamama hakkına (43. madde) sahiptirler. Bu gruba tanınan haklar, ayrıca diğer üç gruba tanınan hakları da içermektedir. Anılan maddelerde tanınan haklara bakıldığında, Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşlara “pozitif ayrımcılık” yapmayı, yani tüm yurttaşların sahip olduğu, negatif haklar adı verilen hakların dışında ve ötesinde, tam ve etkili eşitliğin gerçekleştirilmesi için, azınlıkların kendilerine özgü kimliklerini korumalarını sağlamayı ve uygun koşulları yaratmayı yükümlendiği görülmektedir. “Türkçe’den başka dil konuşan Türk vatandaşları”, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanma hakkına (39/5. madde), ayrıca tüm Türk vatandaşlarına ve Türkiye’de oturan herkese tanınan haklara sahiptirler. Lozan Antlaşması’nın 39/5. maddesiyle, anadili Türkçe’den başka olan Türk uyruklarına pozitif bir hak tanınmış ve Türkiye’ye bu konuda yükümlülük getirilmiştir. “Tüm Türk vatandaşları”, din, inanç ya da mezhep farkının ayrımcılığa yol açmaması hakkına (39/3. madde); gerek özel gerekse ticari ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında istedikleri bir dili kullanma hakkına (39/4. madde) ve ayrıca Türkiye’de oturan herkese tanınan haklara sahiptirler. “Türkiye’de oturan herkes”, doğum, milliyet, soy, dil ya da din ayrımı olmaksızın yaşama ve özgürlük hakkına (38/1. madde); her dinin ya da her mezhebin 85 gereklerini açıkça ya da özel olarak serbestçe yerine getirme hakkına (38/2. madde); din ayrımı gözetilmeksizin yasa önünde eşitlik hakkına (39/2. madde) sahiptirler. Lozan Antlaşması, söz konusu dört hak grubuna farklı, ama 37. maddesi gereği hiçbir işlemle geri alınamayacak haklar getirmiştir. Bu madde çerçevesinde, Türk Hükümeti Lozan Antlaşması’nı temel kanun olarak kabul etmiş ve buna aykırı hiçbir hukuksal düzenleme yapmamayı yükümlenmiştir. Lozan’ın, azınlıkların korunması hükümleri çerçevesinde gayrimüslimlerin, en fazla hak getirilen grup olmak ve 44/1. madde hükmü gereğince hakları uluslararası garanti altına konulmuş olmak bakımından, fazladan iki ayrıcalığı bulunmaktadır. Bu noktadan bakıldığında Lozan Antlaşması’nın Azınlıkların Korunması kesimi hem bir azınlık hakları, hem de bir insan hakları metni niteliği taşımaktadır.112 Baskın Oran tarafından ileri sürülen bu görüş, Lozan Antlaşması’nın III. Kesimi’nin başlığının Azınlıkların Korunması şeklinde olduğu ve Lozan tutanaklarında, Antlaşma çerçevesinde getirilen hakların sadece gayrimüslim azınlıkları kapsadığına ilişkin sözler bulunduğu noktalarından itirazlara uğramıştır. Nitekim, Lozan’daki Azınlıklar Alt Komisyonu’nun çalışmalarında, İngiliz delegesi Sir Horace Rumbold, Türk delegasyonunun, azınlık haklarını gayrimüslimlerle sınırlama yolundaki isteğini, 23 Aralık 1922 tarihli oturumda kabul etmiştir. Türk delegasyonunun, ilgili hükme, azınlıklar terimi yerine Türkiye’de oturan herkes kelimelerinin konulmasını kabul etmesi halinde, kendisinin de öteki maddelerde Müslüman olmayan azınlıklar kelimelerinin konulmasını kabul edeceğini bildirmiştir. Ancak benzer bir tartışma 39. madde için yapılmamıştır. 38. maddeden sonraki azınlıklara ilişkin bütün hükümler, Müslüman olmayan azınlıklar ibaresiyle başlamaktadır. Azınlıklar Alt Komisyonu başkanı Montagna’nın, Birinci Komisyon başkanı Lord Curzon’a sunduğu 7 Ocak 1923 tarihli raporda ve Curzon’un 9 Ocak 1923 tarihli oturumda söyledikleri, azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin sadece Müslüman olmayan azınlıkları kapsadığı yolundadır. Bununla birlikte Baskın Oran, III. Kesim’in başlığının Azınlıkların Korunması olmasının çeşitli nedenleri olduğunun ileri sürmektedir. Öncelikle, Müttefik Devletlerin asıl amaç olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli nedenlerinde biri olan Orta ve 112 Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 56-57; ayrıca bkz. Zeynep Aydın, “Lozan Antlaşması’nda Azınlık Statüsü, Farklı Kökenlere Tanınan Haklar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 211-213 86 Doğu Avrupa ile Balkanlar’daki azınlık sorunlarını halletmek için yola çıktıklarını, bu nedenle savaş sonunda yapılan azınlık koruma antlaşmalarında ve barış antlaşmalarında azınlıklarla ilgili bölümlerde, sadece azınlıklara değil, bu ülkelerde ticaret yapan kendi vatandaşlarını korumak endişesiyle, aynı zamanda oralarda oturan herkese haklar getirmiş olduklarını söylemektedir. Diğer taraftan, insan hakları kavramının Fransız Devrimi ile gündeme gelmekle birlikte, sadece ulusal alanla sınırlı kaldığını, söz konusu terimin uluslararası belgelere ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında girdiğini, dolayısıyla insan hakları teriminin Birinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası alanda söz konusu olmadığını, bu nedenle III. Kesim’de insan hakları teriminin geçmesinin olanaksız olduğunu vurgulamaktadır. Baskın Oran, Montagna’nın ve Curzon’un, Alt Komisyon çalışmaları sırasında söylediklerine bakılarak bir değerlendirme yapılamayacağını, çünkü “hukukun genel ilkeleri”ne ve ayrıca “Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi”nin 32. maddesine göre, hazırlık çalışmalarına ve tutanaklara ancak antlaşma metni açık olmadığı zamanlar başvurulabileceğini, oysaki Lozan Antlaşması’nın 37. ve 39. maddelerinin tereddüde yol açmayacak kadar açık olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Montagna ve Curzon’un bu sözleriyle kastettiklerinin, uluslararası garanti altında olan azınlık hakları olduğunu, çünkü o dönemde azınlık haklarından anlaşılanın sadece bu olduğunu, 44/1. maddede getirilmiş uluslararası garantinin sadece gayrimüslimler için tanınmış olduğunu, diğer hak grupları için böyle bir garantinin söz konusu olmadığını belirtmektedir. Bu çerçevede, Türkçe’den başka bir dil konuşan Müslüman Türk uyruklarının, örneğin Kürtlerin, 39/4. ve 39/5. maddelerde belirtilen haklardan yararlanabilmeleri gerekir.113 Türkiye, Lozan Antlaşması’na göre sadece gayrimüslimlerin azınlık sayıldığı görüşünü, AK ve BM bünyesinde daha sonra yapılan sözleşmelere katılırken hep korumuştur. Avrupa Birliği’nin (AB), “Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesi Üzerine Komisyonu”nun 2001 tarihli raporu, Türkiye’nin bu tutumunu korumayı sürdürdüğünü bir kez daha tekrarlamaktadır. Türkiye’nin bu sözleşmelere katılırken koyduğu yorum beyanlarında iki husus üzerinde durduğu görülmektedir. Birincisi, getirilen hakların Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile yasaklanan haklardan olması durumunda, bu hakların Türkiye tarafından uygulanmayacağı, ikincisiyse, Lozan 113 Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 58 - 60; ayrıca bkz. Turgut Tarhanlı, “Azınlıklar ve Hukuk”, Radikal, 4 Nisan 2000, “Lausanne ve Kürtçe”, Radikal, 21 Kasım 2000; karşıt görüş için bkz. Ürer, a.g.e.,s. 294-306 87 Antlaşması’nda sadece gayrimüslimlerin azınlık sayılmış olmasından dolayı söz konusu sözleşmelerle getirilen azınlık haklarını, sadece gayrimüslimlere uygulayacağı şeklindeki açıklamalarıdır. Ancak Lozan Antlaşması’nda Müslüman olmayan azınlıklar denilmesine rağmen, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler vb. diğer gayrimüslim gruplar Lozan Antlaşması ile getirilen haklardan yararlandırılmamışlardır. Sadece Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleri bu hakları kullanmaktadırlar.∗ Diğer gayrimüslim azınlıkların Cumhuriyet’in kuruluşuyla haklarından feragat ettikleri açıklaması, bu hakların bireysel niteliği nedeniyle kabul edilebilir nitelikte değildir. Çünkü, özellikle uluslararası bir belgeyle getirilmiş haklardan, bir azınlığa mensup bireyin, mensup olduğu grubun liderleri ya da temsilcileri feragat edemezler. Nitekim, AB Uyum Kanunları çerçevesinde çıkarılan ve 2672 sayılı Vakıflar Kanunu’nda değişiklik getiren, cemaat vakıflarıyla ilgili 2 Ocak 2003 tarih ve 4478 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun gereğince, 24 Ocak 2003 tarihinde çıkarılan yönetmelik, Süryanileri de Lozan Antlaşması’na göre tanınan azınlıklar arasına almıştır.114 IV. LOZAN’DAN GÜNÜMÜZE YAŞANAN GELİŞMELER VE TÜRKİYE’DE AZINLIK HUKUKU A. Türkiye’de Yaşayan Etnik, Dinsel ve Dilsel Gruplar Çok kültürlü Devleti’nin ve çok parçalanmasından uluslu sonra bir onun imparatorluk mirası üzerine olan Osmanlı kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, çok sayıda etnik, dinsel ve dilsel grubu bünyesinde barındıran bir devlet olduğu açıktır. Türkiye’de yaşayan birbirinden farklı bu gruplar hakkında en önemli araştırmalardan birini Peter Alford Andrews yapmıştır. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar adlı bu çalışmasında 47 farklı grubun varlığından söz etmektedir.115 Buna göre, Türkiye’de yaşayan etnik gruplar şunlardır: Sünni Türkler, Alevi Türkler, Sünni Yörük Türkler, Alevi Yörük Türkler, Sünni Türkmenler, Alevi Türkmenler, Alevi Abdallar, Şii Azeri Türkler, Sünni Azeri Türkler, Türkistanlılar, Tatarlar, Başkırtlar, Balkarlar, Karaçaylar, Balkanlar’dan gelen Müslümanlar, Bu sebeple Lozan Antlaşması’nda belirtilen gayrimüslimlerin sadece Rum, Ermeni ve Yahudilerden ibaret olduğu şeklindeki yanlış kanı Türkiye’de oldukça yaygındır. 114 Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 251; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 54-55 115 Peter Alford Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev: Mustafa Küpüşoğlu, Ant ve Tüm ZamanlarYayıncılık, İstanbul, 1992 ∗ 88 Dağıstan’dan gelen Müslümanlar, Sünni Kürtler, Alevi Kürtler, Yezidi Kürtler, Sünni Zazalar, Alevi Zazalar, Sünni Araplar, Alevi Araplar (Nusayriler), Hıristiyan Araplar, Çerkezler, Çeçenler, İnguşlar, Lazlar, Gürcüler, Osetler, Hıristiyan Ermeniler, Ermeni kökenli Müslümanlar, Ermenice konuşan Hemşinliler, Türkçe konuşan Hemşinliler, Hıristiyan Rumlar, Balkan göçmeni olmayan Yunanca konuşan Müslümanlar, Keldaniler, Nasturiler, Museviler, Arnavutlar, Slavlar, Kazaklar, Molokanlar, Lehler, Estonyalılar, Sudanlılar, Çingeneler. Andrews’in çalışması bazı örneklerin, kategorilerin ve etnik grupların nüfuslarının eksik ve hatalı olması dışında bu konuda yapılmış en deli toplu kaynak olma niteliğini taşımaktadır. Hükümetler dışı bir uluslararası örgüt olan “Azınlık Hakları Grubu”nun yayınladığı Dünya Azınlıklar Rehberi’nin Türkiye’ye ilişkin bölümündeyse, dinsel gruplar başlığı altında Aleviler, Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar; başlıca etnik topluluklar başlığı altında Kürtler, Çerkezler, Araplar (Sünni Araplar, Alevi-Nusayri Araplar, Hıristiyan Araplar), Balkan göçmenleri, Müslüman Bulgarlar, Gürcüler, Azeri Türkler; dilsel topluluklar başlığı altında Zazalar, Lazlar; sosyo-ekonomik etnik topluluklar başlığı altında Türkmenler, Yörükler, Tahtacılar ve Romanlar (Çingeneler) sayılmaktadır.116 Baskın Oran ise, Türkiye’de, Lozan’a dayanan hukuksal tanım çerçevesinde devletin resmi olarak kabul ettiği azınlıklar, yani gayrimüslimler ve günümüzde dünyada standart olarak kabul edilen etnik, dinsel ve dilsel ölçütlerin uygulanması sonucunda, azınlık kapsamına girecek olanlar şeklinde bir ayrım yapmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’deki resmi azınlık tanımı ve uygulaması çerçevesinde sadece gayrimüslimlerin azınlık sayıldığını söylemektedir. Hatta gayrimüslimler arasında da sadece Ermeniler (Gregoryenler, Katolikler ve Protestanlar), Rumlar (Ortodokslar, Katolikler ve Protestanlar) ve Yahudilerin Lozan’daki azınlık koruma hükümlerinden yararlandıklarını, Süryaniler, Nasturiler, Yezidiler, Bahailerin, bağımsız Protestan cemaatlerinin ise bu haklardan yararlanamadıklarını vurgulamaktadır. gayrimüslimlerin dışında, etnik ya da dilsel açından farklılık gösteren ve bu farklılıklarının bilincinde olarak bunu kendi kimliklerinin vazgeçilmez parçası sayan Müslümanların da azınlık kategorisine girdiğini belirtmektedir. Bu çerçevede şu Müslüman grupları azınlık 116 İnanç, a.g.e., s. 51-52 89 kategorisi içinde değerlendirmektedir: Araplar (Sünni Araplar ve Alevi Araplar), Aleviler (Azerbaycan Türkçesi konuşanlar, Türkçe konuşanlar, Zazaca ve Kürtçe konuşanlar, Arapça konuşan Nusayriler), Balkan ve Kafkas kökenliler (Balkanlardan gelen Slav kökenli Boşnaklar, Pomaklar, Torbeşler; Arnavutlar; Kafkaslardan gelen Çerkezler, Gürcüler), Çingeneler, Lazlar ve Kürtler (dinsel ayrıma göre, Alevi Kürtler ve Sünni Kürtler; dilsel ayrıma göre, Kırmanciler ve Zazalar).117 Erol Anar ise, belli başlı etnik ve dinsel grupları, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Çingeneler, Araplar (Sünni Araplar, Alevi Araplar ve Hıristiyan AraplarNasraniler), Süryaniler (Kadim Süryaniler, Katolikler ve Protestanlar), Nasturiler, Keldaniler, Ermeniler (Gregoryenler, Katolikler ve Protestanlar), Rumlar (Ortodokslar, Katolikler ve Protestanlar), Yahudiler olarak; sadece dinsel gruplarıysa Aleviler (Türk Aleviler ve Kürt Aleviler) ve Yezidiler olarak sıralamaktadır.118 Sonuç olarak birbirinden farklı etnik, dinsel ve dilsel grupları bünyesinde barındırmasına karşın, Türkiye sadece gayrimüslimleri azınlık olarak kabul etmektedir. Uygulamada ise gayrimüslimler arasında uzun bir süre sadece Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler Lozan’daki azınlık koruma hükümlerinden yararlanmışlar, ayrıca 18 Ekim 1925 tarihinde, Türkiye’yle Bulgaristan arasında yapılan Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması’nın Ek Protokolü ile Türkiye’deki Bulgar azınlığın da Lozan Barış Antlaşması hükümlerinden yararlanacağı kabul edilmiştir. Ocak 2003 tarihinde, AB Uyum Yasaları çerçevesinde yapılan cemaat vakıflarıyla ilgili yeni düzenlemeyle, Süryaniler de gayrimüslim azınlıklar arasında sayılmaya başlanmıştır. B. Lozan’dan Günümüze Türkiye’de Azınlık Politikalarına Bir Bakış Lozan Antlaşması’nın azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümleri, azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu döneminde Millet Sistemi çerçevesinde cemaatler biçiminde yaşadıkları düzene benzer bir düzenin sürmesini garanti altına almıştı. Lozan Antlaşması’nın bu hükümleri nedeniyle azınlıklar kendi kültürel kimliklerini, yaşam biçimlerini ve cemaat yapılarını koruyarak, yüzyıllardan beri süre gelen ve alışmış oldukları düzenin devam edeceğini düşünmüşler, ancak kısa zamanda fiiliyatta bunun böyle sürmeyeceğini anlamışlardır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus-devlet kurma amacını gütmüş, bu süreç içinde topraklarında yaşayan bütün etnik grupları tek bir ulusal kimlik, yani Türk 117 118 Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 36-48 Anar, a.g.e., s. 38-46 90 ulusal kimliği altında eritmeye çalışmıştır. Bu nedenle, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir yandan tüm etnik unsurları Türk ulusal kimliği altında eritmeye çalışırken, diğer yandan buna engel oluşturacak, Lozan Antlaşması ile tanınmış azınlık haklarıyla, azınlıkların kendi cemaat yapıların korumalarına ve sürdürmelerine izin vermesi söz konusu olamazdı.119 1925 yılından itibaren azınlıklar, Lozan Antlaşması’nın 42. maddesiyle kendilerine tanınmış olan kendi dinsel kurallarına dayalı bir özel hukuk uygulama hakları nedeniyle ilk ciddi sorunla karşılaşmışlardır. Antlaşma’nın bu hükmü, azınlıklara, kişisel statü ve aile hukukuyla ilgili sorunlarının çözümünde kendi gelenek ve görenekleriyle, Türk kanunlarının birlikte uygulanması imkanını veriyor ve bu çerçevede alınacak önlemler için Türk Hükümeti’yle ilgili azınlıkların eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel komisyonlar kurulmasını öngörüyordu. Bu çerçevede 1925 yılında Türk Hükümetinin temsilcileriyle Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerinin temsilcilerinden oluşan komisyonlar kurulmuştu. Ancak 17 Şubat 1926’da kabul edilecek olan yeni Türk Medeni Kanunu’nun hazırlık çalışmaları sırasında, İsviçre’den iktibas edilen Medeni Kanun’un laik ve çağdaş niteliği dolayısıyla, azınlıkların kendi dinsel hukuklarını uygulamalarına gerek bırakmadığı gerekçesiyle, azınlıklar, Lozan’la getirilen haklarından feragat etmek zorunda bırakılmışlardır. Bu gelişmeler üzerine ilk olarak, 15 Eylül 1925 tarihinde Yahudi cemaati Lozan Antlaşması’nın verdiği haklardan tamamen feragat ettiğini açıklamıştır. 17 Ekim 1925 tarihinde Ermeni cemaati aynı yönde aldığı karar almıştır. Rum cemaati biraz direnmiş ancak uzun tartışmalar ve hükümet çevrelerinden gelen yoğun baskılardan sonra 27 Kasım 1925’te bu haklarından feragat etmişlerdir.120 Söz konusu değişim sürecinde siyasal iktidarın birincil hedefi azınlıkların “Türkleştirilmesi” olmuştur. Özellikle 1920’lerin sonlarından itibaren azınlıklara dönük Türkleştirme politikalarına hız verilmiştir. Bu süreç kendini hem kültürel alanda hem de ekonomik alanda göstermiştir. Kültürel alanda Türkleştirmenin ilk adımı olan “Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası” ilk olarak 1928 yılında Türk Ocakları’nın 4. Kurultayı’nda gündeme gelmiş, hatta bu kampanya Türk Ocakları’nın girişimiyle, 119 Rıfat N. Bali, “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikası”, Birikim, Sayı: 115 (Kasım 1998), s. 80 Rıdvan Akar, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, İletişim Yayınları ve Helsinki Yurttaşlar Derneği Dizisi, İstanbul, 2001, s. 17-18; Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve “Türkleştirme” Politikaları, 6. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.112-113 120 91 özellikle azınlıkların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde adeta bir saldırı aracına dönüşmüştür. Kimi belediyeler kamusal alanlarda Türkçe konuşmayanlara para cezaları uygulamışlardır. Bu kampanyanın birincil hedefi ise Yahudi cemaati olmuştur. Çünkü Yahudiler, 1492’de İspanya’dan göç etmek zorunda kalıp Osmanlı İmparatorluğu’na yerleştikleri tarihten o güne kadar İbranice değil, bir çeşit İspanyolca (Ladino) konuşuyorlardı. Yahudilerin Türkiye’de yaşadıkları halde hala bu dili kullanmayı sürdürmeleri siyasal iktidarın ve kanaat önderlerinin tepkisini çekiyordu. Bu bağlamda Yahudi cemaati Türkçe’nin öğrenilmesi ve kullanılması yönünde yoğun bir eğilim içersine girdi. Ekonomik alandaki Türkleştirme ise, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancı sermayeli ticari kuruluşlarda istihdam edilen azınlıkların sayılarıyla ilgili bir kotanın konulması, Müslüman memur çalıştırma zorunluluğu ve yine söz konusu şirketlerde Türkçe konuşulması türünden kararlar alınması şeklinde kendini göstermiştir.121 1930’larda dünyada faşizmin ve ırkçılığın yükselişine paralel olarak Türkiye’de de güçlenmeye başlayan Irkçı-Türkçülük, azınlıkları hedef tahtasına koymuştur. Bu bağlamda 1934 yılında Trakya’da yaşayan Yahudilere yönelik olarak yoğun saldırılar yaşanmıştır. Olaylar sırasında Yahudilere ait evler ve işyerleri yağmalanmış, yakılmış, insanlar fiziki saldırılara maruz kalmış ve kimisi öldürülmüş, 15 bine yakın Yahudi evlerini terk ederek İstanbul’a doğru kaçmaya başlamıştır. Hükümet, olaylara ancak dördüncü gününde müdahale etmiştir.122 Aynı dönemde azınlıklara uygulanan baskıların bir diğer örneği de 5 Haziran 1935 tarihinde kabul edilen ve 1936’da yürürlüğe giren 2672 sayılı Vakıflar Kanunu’nun uygulanma şekliyle olmuştur. Bu Kanunla azınlık vakıflarının yönetim yapıları değiştirilerek, cemaatlerin merkezi güçlerini yitirmelerine neden olabilecek bir uygulama başlatılmıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında 12 Kasım 1942 tarihinde çıkarılan 4305 sayılı “Varlık Vergisi Kanunu”, azınlıklara yönelik ayrımcı uygulamaların en önemlilerinden biridir. Bu Kanunla vergi ödemekle yükümlü olan kişiler, Müslümanlar ve gayrimüslimler olarak tasnif edilmiş, gayrimüslimler daha yüksek oranlar üzerinden vergilendirilmişlerdir. Kanuna göre, vergi yükümlülerinin kimler olacağına ve ne kadar vergi ödeyeceklerine bir takdir komisyonu karar verecekti ve komisyonun verdiği 121 122 Akar, a.g.e., s. 18; Bali, a.g.e., s. 81 Akar, a.g.e., s. 20; Anar, a.g.e., s. 72-73; ayrıca bkz. Aktar, a.g.e., s. 71-99 92 karara hiçbir şekilde itiraz edilemeyecekti. Komisyonun belirlediği tutar 15 gün içerisinde nakit olarak ödenecekti. Bu tutarı yatıramayanların mal varlığına el konulacaktı. Vergi yükümlüsüne de ödeyemediği tutar için bedensel çalışma zorunluluğu getiriliyordu. Takdir komisyonları ise tamamen Müslüman ve Türk işadamı ve bürokratlardan oluşturulmuştu. Takdir komisyonların çalışmaları bittiğinde vergi yükümlüleri ve ödemeleri gereken vergi tutarları ilan edildiğinde, toplanması düşünülen vergi tutarının Türkiye genelinde yaklaşık % 75’inin gayrimüslim azınlıklardan talep edildiği görülmekteydi. Ayrıca, 17. yüzyılda Musevilikten Müslümanlığa geçmiş olan ve “Dönmeler” olarak tabir edilen Sabetayistlere de ağır vergi yükleri getirilmişti. Kendilerine yüklenen yüksek oranlardaki vergiyi ödeyemeyenler Erzurum Aşkale’deki çalışma kamplarına sürülüyorlardı. Ancak Aşkale’ye gönderilenlerin tamamına yakını gayrimüslim azınlıklardı. Bu kamplarda işkence ve kötü muamele olmamakla birlikte çalışma koşullarının zorluğu yüzünden 21 kişi hayatını kaybetmişti. Söz konusu kanun 15 Mart 1944 tarihinde yürürlükten kaldırılmış, devlet o zamana kadar tahsil edilememiş olan tüm alacaklarından vazgeçmiştir. Tüm Türkiye’de toplanan verginin % 53’ünü, İstanbul’da ise % 85’ini gayrimüslimler ödemişlerdi. Bu Kanunun aslında, II. Meşrutiyet yıllarından o güne kadar süregelen milli burjuvazi yaratma idealini gerçekleştirme amacının bir parçası olarak çıkarıldığı, gayrimüslim azınlıkların mal varlıkları tasfiye edilerek, piyasanın Müslüman ve Türk tüccar ve sanayicilerin ellerine geçmesi sağlandığı ileri sürülmüştür.123 İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Türkiye’de çok partili siyasal hayata geçilmiştir. Bu dönemin ilk yıllarında azınlıkların yaşamında olumlu gelişmeler olmuş, tek parti döneminde rastlanan, azınlıklara yönelik ayrımcı politikalar pek görülmez olmuştu. Azınlıklar 1950 seçimlerinde iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) karşı ezici çoğunlukla Demokrat Parti’yi (DP) desteklemişler ve Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerinin temsilcileri DP listesinden TBMM’ye girmişlerdi. DP’nin, özellikle İstanbul’da oy potansiyeli nedeniyle azınlık cemaatleriyle kurduğu çok sıcak ilişkiler 1955’te Kıbrıs sorununun patlak vermesine kadar sürmüştü. Kıbrıs sorunu 123 Akar, a.g.e., s. 22-23; Anar, a.g.e., s. 90-91; Varlık Vergisi ile ilgili ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Aktar, a.g.e.,s.135-244; karşıt görüş için bkz.Arslan Başer Kafaoğlu,Varlık Vergisi Gerçeği,Kaynak Yayınları, İstanbul, 2002; Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki azınlık politikaları için ayrıca bkz. M. Çağatay Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004; Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004 93 ülkenin iç politikasına damgasını vurmuş, 6 Eylül 1955’te Selanik’te Atatürk’ün evine bomba konulduğu yolundaki haberin basında yer alması üzerine, İstanbul ve İzmir’de, başta Rumlar olmak üzere, gayrimüslim azınlıklara yönelik saldırılar başlamıştı. 6 ve 7 Eylül tarihlerinde azınlıkların mallarının, işyerlerinin, kiliselerinin ve okullarının hedef alındığı yıkım ve yağmalama olayları yaşandı. Olaylar daha ziyade azınlık mallarına yönelik olmakla birlikte 3 kişi yaşamını yitirmişti. “6-7 Eylül Olayları” olarak tarihe geçen bu tahrip eylemleri sonrasında binlerce gayrimüslim, özellikle de Rumlar Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra bu olayların provokasyon olduğu ve siyasal iktidarın bu olayların gelişmesine göz yumduğu ortaya çıkmıştır. 1964 yılında yaşanan Kıbrıs bunalımı nedeniyle Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleşmesiyle, Türkiye’de yaşayan Rumlara yönelik sert politikalar gündeme gelmiştir. Türkiye, Kıbrıs konusundaki tezlerinin Yunanistan tarafından kabul edilmemesi halinde Türkiye’de yaşayan Yunan Pasaportlu Rumların sınır dışına çıkarılacağını açıklamış ve bu açıklamadan hemen sonra Yunan Pasaportlu Rumlar sınır dışı edilmeye başlanmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında 1930 yılında yapılan “İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması” ile, taraflar birbirlerinin uyruklarına kendi ülkelerinde mülk edinme, ticari faaliyette bulunma, şirket ve fabrika kurma, ithalat ve ihracat yapma, gemi taşımacılığı yapma ve miras bırakma gibi haklar tanımış, yerel uyruklarla eşit vergilendirmeye ve mahkemeler önünde eşit koşullara tabi olacakları karar altına alınmıştı. Bunun sonucunda, sayıları çok fazla olmamakla birlikte bazı Yunanlılar Türkiye’ye gelmişler ve Türk vatandaşı olan Rumlarla evlenmişlerdi. 1964 Kıbrıs bunalımı sırasında adı geçen Antlaşma feshedilmiş ve bu kişiler sınır dışı edilmişlerdir. Sınır dışı edilen kişilerin yanlarında çok az bir miktar para ve kişisel eşyalarını götürmelerini izin verilmiştir. 2 Kasım 1964 tarihinde çıkarılan gizli kararnameyle bu kişilerin Türkiye’deki taşınmazları üzerindeki tasarrufları durdurulmuş, elde ettikleri gelirler ve bankalardaki paraları bloke edilmiştir. Söz konusu uygulama 1988 yılına kadar sürmüştür. Bunun sonucunda çok sayıda Rum Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Ayrıca Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada askeri bölge ilan edilmiş, cezaevi ve devlet üretme çiftliği kurmak için yapılan kamulaştırmalar 94 sonucunda buralardaki Rumlar da göç etmek zorunda kalmışlardır. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında da yine çok sayıda Rum Türkiye’yi terk etmiştir.124 Türkiye, 1965 yılından itibaren nüfus sayımlarında artık vatandaşlarına konuştukları dili ve dinsel inançlarını sormaktan vazgeçmiş, bu nedenle o yıllardan itibaren azınlıkların gerçek sayıları tahminlere dayanmaya başlamıştır. 1974 yılından itibaren ASALA’nın (Armée Secréte pour la Libération de l’Arménie), özellikle yurtdışındaki Türk diplomatlara yönelik terör eylemleri nedeniyle Türkiye’deki Ermenilerin izlenmesi süreci başlamıştır. 1980’li yıllarda 12 Eylül askeri rejimi potansiyel düşmanlar arasına azınlıkları da koymuştur. 1990’lı yıllarda ise azınlıklar, Türkiye’de yükselen faşizan milliyetçiliğin ve siyasal İslam’ın başlıca hedefleri arasında yer almışlardır. Aslında bu dönemde azınlıkların hassas konumlarını yitirdikleri söylenebilir. Bunda bir yandan sayısal olarak azalmalarının ve ekonomik güçlerini yitirmelerinin rolü varken, diğer yandan aynı yıllarda Türkiye’nin iç politikasında Kürt sorununun en önemli gündem maddesi haline gelmesinin payı vardır.125 Ayrıca, Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk-Yunan ilişkilerindeki en önemli konulardan birini Fener Rum-Ortodoks Patrikhanesi teşkil etmiştir. Lozan’da, İstanbul’da kalması kararlaştırılan, ancak düzenlenmesi Türk iç hukukuna bırakılan Fener Patrikhanesi 1923’ten sonra da sorun olmayı sürdürmüştür. Venizelos’un, Lozan’da verdiği sözü tutarak Patrik IV. Meletios’a istifa etmesini tavsiye etmesi ve patriğin baskılar sonucunda istifa etmesinin ardından, 1923’te Grigorios’un patrik seçilmesini onaylayan Türk Hükümeti, Patrikhane ile ilişkilerini yavaş yavaş normalleştirmeye başlamıştı. Ancak Patrik VI. Grigorios’un 1924’te ölmesi ve yeni patrik seçilen Konstantinos’un, mübadeleye tabi olması, yani yerleşik (etablis) olmaması, sorunu bir kez daha alevlendirmişti. Türkiye bunun üzerine, Mübadele Alt Komisyonu’na başvurmuş, konu daha sonra Karma Mübadele Komisyonu’nun önüne gelmiş ve sorun Türkiye’nin istediği gibi çözülmüş, VI. Konstantinos 1925’te istifa etmek zorunda kalmıştı. Türkiye bu sorun çerçevesinde, Patrikhane’nin evrensel 124 Akar, a.g.e., s. 24; Bali, a.g.e., s. 83-85; Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 256258; Yunanistan’ın, Batı Trakya’ daki Müslüman-Türk azınlığa uyguladığı baskılar ve Lozan Antlaşması hükümlerini ihlalleri konumuz dışında kaldığından burada ele alınmayacaktır. Bu konuyla ilgili olarak bkz. Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri, SAEMK Yayınları, Ankara, 1999; Sevin Toluner, “Lozan Azınlıkların Korunması Rejimi ve Batı Trakya Türkleri”, Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1999, s. 219-247 125 Akar, a.g.e., s. 25 95 statüsünü (“Ekümeniklik” iddiası) tanımadığını, bir Türk kurumu olarak kabul ettiğini ve dış güçlerin dinsel konuları ileri sürerek, Türkiye’nin iç işlerine karışmasına izin vermeyeceğini göstermiştir. 1930’lu yıllarda Türk-Yunan ilişkilerindeki yumuşamanın getirdiği havayla Türk Hükümeti ile Patrikhane arasındaki ilişkiler normalleşmiştir. Türkiye ihtiyatlı bir şekilde de olsa Patrikhane’nin evrensel bir karakter kazanmasına göz yummuştur. 126 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir yandan Rus-Ortodoks Kilisesi’nin bir canlanma içerisine girmesi ve SSCB’nin Fener Patriği’nin tüm Ortodoks kiliseleri tarafından seçilmesi gerektiğini ileri sürmeye başlaması, diğer yandan Türk-Yunan ilişkilerinin, Batı Bloğu içinde yer almanın getirdiği havayla daha da yakınlaşması nedeniyle, Türkiye’nin Patrikhane ile ilişkilerinde yeni bir evreye girilmiştir. 1946’da seçilen yeni Patrik V. Maksimos’un, Yunan İç Savaşı’nda Komünistleri destekleyen ve Kıbrıs sorununa ilişkin olarak Türk Hükümeti’ni kızdıran açıklamalar yapması üzerine, ABD’nin de desteği ve yönlendirmesiyle, Türkiye ve Yunanistan yeni bir patrik arayışına girmişler, sonunda Patrik Maksimos istifa ettirilmiştir. Onun yerine Kuzey ve Güney Amerika Rum-Ortodoks Başpiskoposu Athinagoras patrik seçilmiştir. Patrikhane, başta buna karşı koymuşsa da ikna edilmiş ve patrik seçilecek kişinin Türk vatandaşı olma zorunluluğu nedeniyle Athinagoras Türk vatandaşlığına alınarak patrik yapılmıştır. Bu olayla birlikte Patrikhane uluslararasılaşmaya başlamış ve devreye ABD girmiştir. Fener Patrikhanesi, Doğu Bloğu’nun çöküşüne kadar bir daha ABD’nin yakın ilgisini çekmemiştir. 1991’de yeni seçilen patrik Bartholomeos’la birlikte Patrikhane hızla dışa açılarak çok hareketli bir dönem yaşamaya başlamıştır. Kendinden öncekilere göre genç yaşta seçilen patrik, uluslararası konjonktürün de yarattığı koşullarda popülaritesini gittikçe artırmıştır. Bununla birlikte iki temel sorunla karşı karşıya olduğu görülmektedir. Birincisi, sayısı çok azalan, neredeyse yok olmaya yüz tutan RumOrtodoks cemaatinin Türkiye’de tutulabilmesi, ikincisi ise Heybeliada Ruhban Okulu’nun tekrar açılması sorunudur. Hem Patrikhane içi ihtiyacı karşılayabilmesi, hem de yurtdışında görevlendirerek, Ekümenikliğini sürdürebilmesi açısından ikinci sorun son derece yaşamsal bir nitelik taşımaktadır.127 126 Yorgo Benlisoy / Elçin Macar, Fener Patrikhanesi, Ayraç Yayınevi, Ankara, 1996, s. 50-53; Keskin, “Azınlıklar Konusu”, s. 255 127 Benlisoy / Macar, a.g.e., s. 53-56; Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 260 96 1844 yılında Fener Patrikhanesi’nin kendi din adamlarını yetiştirmek amacıyla kurduğu Heybeliada Ruhban Okulu, 1971’de Anayasa Mahkemesi’nin özel yüksek okulların devletleştirilmesine karar vermesi üzerine kapatılmıştır. Bu nedenle Patrikhane kendi ihtiyacını karşılayacak yeni din adamları yetiştirememektedir. Lozan Antlaşması’nın 40. maddesi çerçevesinde azınlıklara her türlü okulu kurma konusunda eşit haklar verilmiş olduğuna göre, Türkiye’de 1980’lerden sonra kurulan özel vakıf üniversiteleri gibi Heybeliada Ruhban Okulu’nun da açılabileceği düşünülmüştür. Ancak askeri ve dinsel okulların sadece devlet eliyle kurulabileceğini söyleyen Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Kanunu nedeniyle okulun tekrar açılması mümkün olamamıştır. Diğer taraftan, AB’ye adaylık sürecinde yapılan reformlar çerçevesinde Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması yeniden gündeme gelmiştir.128 C. Türkiye’de Azınlık Hukuku 1. Mevzuat’ın Genel Görünümü ve Uygulamalar Türkiye’de, başta 1982 Anayasası olmak üzere bazı hukuksal düzenlemede açık bir biçimde ifadesini bulan resmi görüşe göre, Lozan Antlaşması’yla tanınan gayrimüslim azınlıklar dışında başka bir azınlık yoktur. Söz konusu yaklaşımın temel kaynağı, 1982 Anayasası’nın Başlangıç bölümünde yer alan “Türk varlığının devleti ve ülkesi ile bölünmezliği” ilkesi, yine bu ilkenin tekrarlandığı, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.” şeklindeki 3. maddesi ve 1.,2. ve 3. maddelerin “değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceğini” öngören 4. maddedir..129 Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü terimi, 1991 tarih ve 3173 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesi ve daha sonra 19 Haziran 2003’te AB’ye Altıncı Uyum Paketi ile kaldırılan 8/1. maddesi, 1934 tarih ve 2959 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 8. ve ek 7. maddeleri, 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu’nun 5/A maddesi, 3984 sayılı Radyo ve Televizyon Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanun’un 4. maddesi, 1983 tarih ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 78. ve 101. maddelerinde, 2004 tarihinde yürürlükten kaldırılan 1983 Tarih ve 2908 sayılı Dernekler Kanunu’nun 44. ve 55. maddelerinde yer almaktadır. Adı geçen kanunlar çerçevesinde, Türkiye’de etnik ve dilsel farklılıklara dayanan 128 Benlisoy / Macar, a.g.e., s. 66-67; Keskin, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, s. 260 Aynur Ayzit, “Mevzuatın Görünümü”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 242 129 97 azınlıkların varolduğunun ileri sürülmesi durumunda, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak gerekçesiyle, bunu yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunma ve yargılama yoluna gidildiği görülmektedir. Ayrıca 2005’e kadar yürürlükte kalan eski Türk Ceza Kanunu’nun antidemokratik bir nitelik taşıyan 312/2. maddesinde, halkı sınıf, ırk, din, mezhep ya da bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimseler hakkında hapis ve para cezaları öngörülmüştür. Siyasi Partiler Kanunu’nun 81. maddesinde ve eski Dernekler Kanunu’nun 5. maddesinde, Türkiye’de ırk, din, kültür, mezhep ya da dil farklılıklarına dayanarak azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek, Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak geliştirmek yaymak yoluyla Türkiye’de azınlıklar yaratmak amacıyla dernek ya da siyasi parti kurulamayacağı ve faaliyette bulunamayacağı belirtilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve azınlık yaratma yasağı ilkeleri çerçevesinde birçok siyasi partiyi kapatmıştır. Yine, Siyasi Partiler Kanunu’nun 43/3. maddesi, Milletvekili adaylarının Türkçe’den başka dil ve yazı kullanamayacaklarını, 81. maddesiyse siyasi partilerin, tüzük ve programlarının yazımında ve yayınlanmasında, kongrelerinde, propagandalarında Türkçe’den başka bir dil kullanamayacakları, Türkçe’den başka bir dille yazılmış pankartlar, levhalar, plaklar, ses ve görüntü bantları, broşür ve bildiriler kullanıp, dağıtamayacaklarını belirtmiştir. Anayasa’nın 42. maddesinde yer alan, Türkçe’den başka hiçbir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği hükmü, Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşların anadillerinin Türkçe olduğu yolundaki bir kabule dayanıldığını düşündürtmektedir. 1983 yılında çıkarılan, ancak 1991’de kaldırılan 2932 sayılı Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun’un 2. maddesiyle, Türkiye tarafından tanınmış devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşünce açıklamak ve yaymak yasaklanmış, yine bu Kanunla yerel dillerin konuşulması yasaklanmıştır. 12 Eylül askeri rejimi döneminde çıkarılan söz konusu Kanunun temelinde yatan nedenin, özellikle Kürtçe konuşulmasının önlenmesi olduğu ifade edilmektedir. 98 1587 sayılı Nüfus Kanunu’nun 16. maddesiyle Türk milli kültürüne, ahlak kurallarına, örf ve adetlere uygun düşmeyen ya da kanuna aykırı ve kamuoyunu inciten adlar konulamayacağı belirtilmiştir. Bu Kanun çerçevesinde özellikle Kürtçe isimlerin konulması yasaklanmış ya da engellenmiştir. Söz konusu hüküm 6. AB Uyum Paketi ile kaldırılmış, ancak ilgili bakanlık temsilcilerinden kurulan “Reformları İzleme Grubu”, Türk alfabesine uygun yazılması koşulunu getirdiği için, İçişleri Bakanlığı tarafından valiliklere gönderilen genelge sonucu, “q, w, x” gibi harfleri içeren isimlere engel olunmaktadır. 1949 tarih ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 1/d maddesinde Türkçe olmayan köy adlarının en kısa zamanda İçişleri Bakanlığı tarafından değiştirileceği belirtilmiş ve bu Kanununa dayanarak, Türkiye’deki tüm Kürtçe, Lazca, Rumca, Ermenice, Süryanice vb. dillerde olan yerleşim birimlerinin adları değiştirilerek Türkçe adlar konulmuştur.130 1934 tarih ve 2510 sayılı İskan Kanunu’nun 4/a maddesinde, Türk kültürüne bağlı olmayanların Türkiye’ye muhacir olarak alınmayacakları belirtilmiş, 11. maddesinde anadili Türkçe olmayanlara karşı önlemler alınması ve bunların başka yerlere sürülmeleri öngörülmüştür. Yine aynı Kanunun 3. ve 12. maddelerinde “Türk soylu” ve “Türk kültürüne bağlı kimseler” ibareleri yer almış, çeşitli tarihlerde değişiklik yapılan söz konusu Kanunun ilk şeklinde altı ayrı yerde “Türk ırkından olanlar” ifadesi kullanılmıştır. Kanunun asıl amacının, anadili Türkçe olmayanları göç ettirmek ve asimile etmek olduğu yolunda değerlendirmeler yapılmaktadır.131 Türkiye’deki azınlık mevzuatı ve uygulamalarına bakıldığında dikkati çeken bir başka husus da kimi zaman gayrimüslim azınlıkların “yabancı” olarak adlandırılmış ve değerlendirilmiş olmalarıdır. Oysaki hukuksal açıdan yabancı, vatandaş olmayan kimsedir. gayrimüslim azınlıklar ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdırlar. Cumhuriyet döneminde, 1940’lara kadar gayrimüslim vatandaşların nüfus kayıtları “Ecanip Defteri”ne yani yabancılar bölümüne kaydedilmiştir. Cemaat vakıflarıyla ilgili olarak, Yargıtay’ın 1970’li yıllarda verdiği kararlarda gayrimüslim vatandaşların, yabancı olarak adlandırıldığı görülmektedir. İstanbul 2 Numaralı İdare Mahkemesi 17 Nisan 1996 ve 1995/1271 Esas, 1996/552 Karar sayılı kararında bir Rum vatandaş için 130 Anar, a.g.e., s.92; Ayzit, a.g.e., s. 244-251; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 68-71 Anar, a.g.e., s.88; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 73; İskan Kanunu ile ilgili ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Okutan, a.g.e., s. 246-265; Yıldız, a.g.e., s. 248-253; farklı bir değerlendirme için bkz. Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 5. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001 131 99 “yabancı uyruklu TC vatandaşı” ifadesini kullanmıştır. Bu karar Danıştay 12. Dairesi önüne gittiğindeyse, sözü geçen ifade temyiz nedeni sayılmamış, karar oybirliğiyle onaylanmıştır.132 1988 tarihinde çıkarılan ve 1992 yılına kadar yürürlükte kalan Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği’nin 5/j maddesinde, sabotaj yapabilecek kişiler sıralanırken, “memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı) ve yabancı ırktan olanlar” denilerek, aslında gayrimüslim azınlıklar kastedilmiştir.133 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun, Türkçe’den başka bir dilde öğretim yapan ve yabancılar tarafından açılmış bulunan özel okullarda Türk müdür başyardımcısı atanmasına ilişkin olan 24/1. maddesi, Türk vatandaşı olan gayrimüslim azınlıkların okullarına da uygulanmaktadır. 24/2. maddedeyse müdür başyardımcısının “Türk asıllı ve TC uyruklu” olması gerektiği hükmü yer almaktadır. Bu uygulama gayrimüslim vatandaşların yabancı olarak tanımlandığına ilişkin bir başka dikkate değer örnektir.134 2004 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi gayrimüslim vatandaşlarını, ülke güvenliğini korumak açısından kontrol etmek için, 1962 yılında Başbakanlık talimatıyla gizli olarak İçişleri Bakanlığı’na bağlı “Azınlık Tali Komisyonu” adlı bir kurum kurmuş olduğu basına yansımıştır. Bu Komisyon 2004’te yine gizli bir Başbakanlık genelgesiyle kaldırılmıştır. Sonuç olarak, Türkiye’deki azınlık mevzuatı ve uygulamalarına bakıldığında, Anayasa’nın 66. maddesindeki, vatandaşlığı tanımlayan ve Türk olmayı devletle birey arasındaki hukuksal ilişkiye, yani vatandaşlığa bağlayan çağdaş hüküm ile mevzuattaki bazı hükümler çatışmakta ve Türk kelimesine verilen anlam çerçevesinde çeşitli ayrımcı uygulamalar görülmektedir.135 132 Fethiye Çetin, “Yerli Yabancılar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 75-77; Oran ,Türkiye’de Azınlıklar, s. 65 133 Anar, a.g.e., s. 93; Çetin, a.g.e., s. 70 134 Çetin, a.g.e., s. 78; Bu okullarla ilgili olarak ayrıca bkz. Nimet Özbek Hadimoğlu, “Yerleşme ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşmeye Ek Mektuplar”, Yaşayan Lozan, s. 724-747; Nuri Yaşar, “Yabancı ve Azınlık Okullarının Türk Hukukundaki Statüsü”, Kamu Hukuku Arşivi, Yıl:3, No:1 (Şubat 2000), s. 54-57 135 Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 76-77; Türkiye’de azınlık mevzuatı ve uygulamasıyla ilgili ayrıca bkz. Semra Somersan, “Türkiye’de Azınlık Hakları: Yasal ve Pratik Engeller”, Türkiye’de İnsan Hakları, Oya Çitçi (Der.), TODAİE Yayınları, Ankara, 2000, s. 255-269 100 2. Anayasa Mahkemesi’nin Azınlıklar Konusuna Bakışı Anayasa Mahkemesi siyasal partilerin kapatılması davalarında, azınlık tanımı azınlık hakları konusunu Lozan Antlaşması çerçevesinde sık sık incelemiş ve bu konuda yorum getirmiştir. Anayasa’nın 68. maddesinde, siyasal partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinin devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacağı, 69. maddesinde ise, söz konusu nitelikteki fiillerin o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ya da fiillerin doğrudan doğruya parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği Anayasa Mahkemesi’nce tespit edildiği durumda, siyasal partilerin kapatılacağı hükme bağlanmıştır. Bu çerçevede, Anayasa Mahkemesi, milletin bölünmez bütünlüğü ilkesine dayanarak siyasal partileri kapatmaktadır. Söz konusu kararlardan ilki, 1961 Anayasası döneminde, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1971 yılında Anayasa’nın 57. maddesindeki devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi ve 648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 89. maddesindeki siyasal partilerin Türkiye’de azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri ve azınlıklar yaratamayacakları şeklindeki hüküm çerçevesinde kapatılmasıdır. Anayasa Mahkemesi, TİP’in 4. Büyük Kongresi’nde benimsenen karaların, Kürt dili ve kültürünü korumak, geliştirmek ve yaymak, böylece azınlık yaratmak yolunda olduğu gerekçesiyle partiyi kapatmıştır. 1961 Anayasası döneminde kapatılan bir başka siyasal partiyse Türkiye Emekçi Partisi’dir (TEP). Anayasa Mahkemesi, TEP’i, programındaki, anadili Türkçe olmayan okul çağındaki Türk vatandaşlarına Milli Eğitim Bakanlığı yönetiminde anadil ve kültür eğitiminin sağlanması cümlesiyle ilgili olarak, bir kesim vatandaşta, kendilerinin azınlık oldukları düşüncesini yaratmaya çalışmanın, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü temel ilkesine kesinlikle aykırı düştüğü gerekçesiyle 1980 yılında kapatmıştır. Aynı kararında Mahkeme, Anayasa’nın resmi dilin Türkçe olduğu yolundaki hükmünü tartışmış, resmi dilin Türkçe olmasının, resmi yazışmalar yanında, öğretimin ve ulusal kültürün yalnızca Türkçe’ye dayanacağını, başka bir deyişle ülkedeki tek ulusal kültürün Türk kültürü olduğunu belirtmiştir. Kararda Anayasanın, ulus bütünlüğünün, Türk milliyetçiliğine aykırı bir biçimde din, dil ya da ırk gibi öğelere dayanarak bölünmesine yönelik davranışlara açık olmadığı belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi aynı kararında, Türkiye’de Lozan Barış Antlaşması dışında, 101 uluslararası bir belgeyle tanınmış bir azınlık bulunmadığını vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi’ne göre, “Lozan Barış Antlaşması’nın III. Fasıl hükümleriyle Türkiye’de, gayrimüslim azınlıkların varlığı tanınmış ve bunların yararlanacakları hak ve ayrıcalıklar belirtilmiştir. Bu hükümler mütekabiliyet esasına dayanmaktadır. Lozan Barış Antlaşması’ndaki azınlıklara ilişkin hükümler, belli durumdaki gayrimüslim kişilere özgü bulunduğundan, bunlar dışındaki Türk vatandaşlarının onlara eşit durumda oldukları söylenemez.” 1982 Anayasası döneminde, Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP), parti tüzük ve programından dolayı, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozduğu gerekçesiyle 1991 yılında kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi, söz konusu davada azınlıklar konusunu tartışırken, Siyasi Partiler Kanunu’nun gerekçesinden de söz ederek, Türkiye’de Lozan Antlaşması ile kabul edilenlerin dışında azınlık bulunmadığını, buna göre sadece Müslüman olmayanların azınlık olarak kabul edildiğini, Lozan Barış Antlaşması görüşmeleri ve kararlarında Türkiye’deki azınlıklar sayılırken Kürtlere yer verilmediğini belirtmiştir. Bu karar, 1998 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından, AİHS’nin örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen 11. maddesine aykırı bulunmuştur.136 Sosyalist Parti (SP) 1992 yılında, parti yayınları ve parti genel başkanının konuşmalarından dolayı, ülkenin ve ulusun bölünmez bütünlüğünü bozacak eylemlerle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve Siyasi Partiler Kanunu’na aykırı davrandığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Bu kararında, Anayasa Mahkemesi, ırk ve dil farklılıklarına göre azınlık statüsü tanımanın, ülke ve millet bütünlüğü kavramlarıyla bağdaşmayacağını, Türk vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal ya da hukuksal ayrılığın söz konusu olmadığını, Türkiye’nin sosyolojik yapısı nedeniyle Kürt kökenlileri bilimsel yönden azınlık saymaya yeterli özellik ve öğenin bulunmadığını ifade etmiştir. Aynı kararında Mahkeme, Türkiye’de Lozan Antlaşması ile kabul edilenler ve 18 Ekim 1925 tarihli Türkiye ile Bulgaristan arasındaki Dostluk Antlaşması’nda sayılanlar dışında azınlık 136 olmadığını vurgulamıştır. Anayasa Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri-Türkiye Davası, Başvuru No: 133/1996/752/951, 19392/92, Karar Tarihi: 30.11.1998, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyatbkp.html 102 Mahkemesi’nin anılan kararı 1998’de AİHM tarafından AİHS’nin 11. maddesine aykırı bulunmuştur. 137 1993 yılında Anayasa Mahkemesi, Halkın Emek Partisi’ni (HEP) bölücülük yaptığı gerekçesiyle, yine aynı şekilde kapatılmasına karar vermiştir. Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP), parti programındaki bazı bölümlerin, Siyasi Partiler Kanunu’nun azınlıklarla ilgili 78/a, 81/a,b ve 89. maddelerine aykırılığı nedeniyle 1993 yılında kapatılmasına karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi söz konusu kararında, adı geçen partinin programının Türk ulusunun bütünlüğünü ırk esasına dayalı olarak, Türk ve Kürt ulusları biçiminde ikiye böldüğünü, ezilen halk olarak nitelediği Kürtlere ayrı bir ulus olarak kendi kaderlerini tayin etme hakkını verme amacına yönelik devletin ülkesi milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozacak hükümler içerdiğini vurgulayarak, partiyi kapatmıştır. AİHM, Mahkemenin bu kararını, 1999 yılında AİHS’nin 11. maddesine aykırı bulmuştur.138 Anayasa Mahkemesi, Sosyalist Türkiye Partisi’ni (STP) programındaki bazı bölümler nedeniyle, Siyasi Partiler Kanunu’nun 78/a ve 81/a,b maddelerine göre kapatılmasına karar vermiştir. Mahkeme bu kararında, ÖZDEP’in kapatılması kararındaki görüşlerini tekrar etmiştir. AİHM 2003 yılında, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararını AİHS’nin 11. maddesine aykırı bulmuştur. 139 Anayasa Mahkemesi 1994 yılında, Demokrasi Partisi’nin (DEP) genel başkanının yaptığı konuşmalar ve parti merkez yürütme kurulunun “Demokrasi Partisi’nin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildirisi nedeniyle kapatılmasına karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, adı geçen partiyle ilgili kararında da daha önceki kapatma kararlarında ifade etmiş olduğu görüşlerini sürdürmüştür. Mahkeme bu kararında, ulusun bütünlüğü kavramını tartışırken, Anayasa’nın bölgeler için özerklik ve özyönetim adı altında ayrılık getiren yöntemlere ve biçimlere kapalı olduğunu söylemiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, “Devlet TEK, ülke TÜM, ulus BİR”dir. Anayasa Mahkemesi, aynı kararda konuyu Lozan Barış Antlaşması yönünden de tartışmış ve daha önceki kararlarında vardığı sonucu tekrar etmiştir. Buna göre, Lozan 137 Sosyalist Parti ve Diğerleri - Türkiye Davası, Başvuru No: 20/1997/804/1007, 21237/93, Karar Tarihi: 25.05.1998, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyasosyalistpdigerleri.html 138 ÖZDEP - Türkiye Davası, Başvuru No: 23885 / 94, Karar Tarihi : 08.12.1999, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyaozdep.html 139 Sosyalist Türkiye Partisi-Türkiye Davası, Başvuru No: 26482/95, Karar Tarihi:12.11.2003, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcSosyalistTurkiyePartisi.html 103 Barış Antlaşması sadece Müslüman olmayanları azınlık olarak kabul etmiştir. Lozan Antlaşması ile, Müslüman olmayanlara da Müslümanların yararlandıkları medeni ve siyasal haklardan yararlanma olanağı sağlandığı, böylece yasalar önünde din ayrımı yapılmaksızın herkesin eşit konuma getirildiği vurgulanmıştır. AİHM 2002 yılında bu kararı da, AİHS’nin 11. maddesine aykırı bulmuştur. 140 Emek Partisi (EP), 1997 yılında programının, Anayasa’nın bazı maddeleri yanında, Siyasi Partiler Kanunu’nun 78/a ve 81/a,b maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi, azınlık yaratılmasıyla ulus bütünlüğü arasında çatışma bulunduğu yönündeki görüşlerini tekrar etmiş, adı geçen partinin de devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı hareket ettiği gerekçesiyle kapatılmasına karar vermiştir. AİHM 2005 yılında, bu kararı, AİHS’in 11.maddesine aykırı bulmuştur.141 Demokratik Kitle Partisi (DKP), 1999 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından, parti programında azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğü ve milletin bütünlüğünün bozulması amacının güdüldüğü çerçevesinde, bölücülük yaptığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Nihayet, Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), 2003 yılında devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği gerekçesiyle, Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri ile Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. ve 103. maddeleri gereğince Anayasa Mahkemesi tarafından temelli olarak kapatılmıştır. Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi azınlık haklarını, evrensel insan hakları bağlamında değil, ulusal hukuk ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar bağlamında ele almaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin karalarında, azınlık haklarının ülkenin bölünmez bütünlüğü ve üniter devlet ilkeleriyle çatıştığı ve dış müdahalelerle örtüştüğü yönünde bir değerlendirmenin yapıldığı görülmektedir. Kültürel kimlik taleplerini, ülke ve ulus bütünlüğüne karşı bir tehdit olarak algılamakta ve ayrılıkçı talepleri gündeme getirdiğini düşünmektedir. Bu nedenle vatandaşlık bağını, etnik 140 Sadak ve Diğerleri -Türkiye (no:2) Davası, Başvuru No: 251144/94, 26149/95, 26154/95, 27100/95, 27100/95, Karar Tarihi: 11.06.2002, karar için bkz. www.yargitay.gov.tr/aihm/tcyasadak.html 141 Emek Partisi ve Şenol-Türkiye Davası, Başvuru No: 39434/98, Karar Tarihi: 31.05.2005, karar için bkz: www.yargitay.gov.tr/aihm/emek_partisi_ve_senol.htm , AİHM’in söz konusu kararlarına ayrıca şu adresten ulaşılabilir:http://www.echr.coe.int/ECHR/EN/Header/CaseLaw/HUDOC/HUDOC+database/ 104 grupların arasında birleştirici ve bütünleştirici bir unsur olarak kabul etmektedir. Mahkeme, ırksal ya da dilsel farklılıklara göre azınlık statüsü yaratılmasını, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı bulmaktadır. Anayasa Mahkemesi kararlarına göre, tüm vatandaşlar, yurttaş olmanın getirdiği haklardan eşit olarak yararlanırlar, çeşitli etnik kökenlerden gelen vatandaşlar kendi dillerini ve kültürlerini kendi özel yaşamlarında serbestçe kullanabilirler, ancak yerel dillerin eğitimde ve kamusal alanda kullanılması Anayasayla bağdaşmaz. Anayasa Mahkemesi’ne göre, devletin tekliği, ülkenin tümlüğü ve ulusun birliği, Türkiye’de Lozan Antlaşması ve 1925 tarihli Türkiye ve Bulgaristan arasındaki Dostluk Antlaşması’nda sayılanlar dışında azınlık bulunduğunun benimsenmesine olanak vermediğini, azınlık haklarından yararlananların sadece gayrimüslimler olduğunu vurgulamıştır.142 3. Azınlık (Cemaat) Vakıfları Osmanlı İmparatorluğu döneminde azınlık cemaatleri, kilise, okul, yetimhane, hastane binaları vb. hayır amacıyla edindikleri taşınmazların dışında,söz konusu kuruluşlara gelir sağlamak için birçok başka taşınmaz mallar edinmişlerdir. Osmanlı hukukunda “tüzel kişilik” kavramı olmadığından bu taşınmazlar tapuya kaydedilirken, bazen cemaatten güvenilir gerçek kişiler adına (“nam-ı müstear”), çoğunluklaysa Hz. İsa, Hz. Meryem ya da bazı azizler adına kaydedilmişlerdir (“nam-ı mevhum”). 1328 (1912) tarihli “Eşhas-ı Hükmiyenin Emval-i Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun-ı Muvakkat” ile o güne kadar tüzel kişilikleri olmayan cemaat vakıflarına tüzel kişilik tanınmış, geçici bir fıkra ile cemaatler ve hayır kuruluşlarının nam-ı müstear ve nam-ı mevhum ile tasarruf etmekte bulundukları taşınmazlar için tapu idaresine (“Defter-i Hakani Emaneti”) 6 aylık bir süre içerisinde başvurmaları halinde, cemaat vakıfları adına tashihen tescilin yapılması kabul edilmiştir. Daha sonra süre üç kez daha uzatılmıştır. Bu hükümlerden faydalanmak üzere patrikhaneler tapu idaresine başvurmuşlardır. Böylece, söz konusu düzenlemeyle “Osmanlı müessesat-ı hayriyesi” 142 Yılmaz Aliefendioğlu, “Azınlık Hakları ve Türk Anayasa Mahkemesi’nin Azınlık Konusuna Bakışı”,Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 228-239; Hakan Karakuş, “Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Parti Kapatma Kararları ve Davalarında Azınlık Hakları”, Kopenhag Kriterleri: Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin Ortak Paydası mı?, İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 220-222; Oran, Türkiye’de Azınlıklar , s. 77-83; ayrıca bkz. Naz Çavuşoğlu, “Parti Yasaklanması Rejiminde Azınlıklar Problemi: Türk Anayasa Mahkemesi Kararları Üzerine Bir Not”, İÜSBFD (Prof. Dr. Mesut Önen’e Armağan), No:10 (Ocak 1995),s. 35-42 105 olarak adlandırılan azınlık kuruluşları, ilk kez tüzel kişilik kazanmışlar ve hangi taşınmazın hangi kuruluşa ait olduğu belirlenmiştir. Adı geçen Kanun-ı Muvakkatla cemaatlere ait taşınmazların tapuda adlarına tescili kısmen sağlanmışsa da, birçok tapu kaydı açık kalmış ve uygulamada sorunlar yaşanmıştır.143 Cumhuriyet döneminde Lozan Antlaşması’nın azınlıkların korunması hükümleri çerçevesinde, azınlıkların hayır ve din kuruluşları ile okulları varlıklarını devam ettirmişlerdir. 17 Şubat 1926’da kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu’nda, ticaret şirketleri dışında, dernekler ve tesisler∗ olmak üzere iki çeşit tüzel kişilik öngörülmüştür. Türk Medeni Kanunu’ndan önce var olan vakıfların ve cemaatlere ait hayır kurumlarının başka bir kanunla düzenlenmesi düşünülmüştür. Böylece vakıflarla ilgili yeni kanunun hazırlanması çalışmalarına başlanmıştır. 5 Haziran 1935’te kabul edilen ve 13 Haziran 1935 tarihli resmi gazetede yayınlanarak 6 ay sonra yürürlüğe giren 2672 sayılı Vakıflar Kanunu ile, “Osmanlı cemaat ve müessesat-ı hayriyesi” olarak adlandırılan cemaat vakıflarına, Medeni Kanun ile öngörülen tüzel kişilik niteliği tanınmış ve cemaat vakıfları, o güne kadar üzerinde tasarruf ettikleri taşınmazları, beyanname vermek suretiyle kendi adlarına tescil olanağına kavuşmuşlardır. 2672 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 44. maddesinde, 16 Şubat 1328 tarihli Kanun-ı Muvakkat gereğince tapuya verilen cetvellerde belirtilmiş bulunan ve en az 15 yıldan beri vakıflarınca tasarruf edilegeldiği kanıtlanabilen taşınmazların vakıfları adına tapuya tescil edileceklerine dair yapılan ilandan 2 yıl geçtikten sonra, itiraz edilmezse ilgili cemaat vakfı adına tapuya tescil edilecekleri belirtilmiştir. Aynı Kanunun geçici A maddesinde, vakıfların mütevellilerine, söz konusu taşınmazları bir liste halinde bildirmeleri için, Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 ay süre verileceği hükme bağlanmıştır. Böylece uygulamada “1936 Beyannamesi” olarak anılan ve ileride önemli sorunlar doğuracak olan bir uygulamaya gidilmiştir. Cemaatler, bu hükmün kendilerini kapsayıp kapsamadığı hususunda tereddüde düşmüş, ancak kanuni süre söz konusu olduğundan doğmuş olan haklarını kaybetmemek kaygısıyla, beyannamelerini ihtirazi kayıtla (çekince) vermişlerdir. Uygulamada 1936 Beyannamesi adı verilen bu 143 Diran Bakar, “Uygulamadan Ayrımcılık Örnekleri ve Azınlık Vakıflarının Sorunları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 264; Yuda Reyna / Ester Moreno Zonana, Son Yasal Düzenlemelere Göre Cemaat Vakıfları, Gözlem Yayınları, İstanbul, 2003, s. 41 ∗ 13 Haziran 1967 tarihli ve 903 sayılı Kanunla tesislerin ismi vakıf olarak değiştirilmiştir. 106 beyannameler, sırf malik bulunulan taşınmazların bir listesinden ibaret kalmıştır. Pek çok taşınmaz anılan hükümden faydalanarak cemaat vakıfları adına tescil edilmiştir. Bundan sonra cemaat vakıfları uzunca bir süre yeni taşınmaz maliki olabilmişler ve taşınmazlar üzerinde tasarrufta bulunabilmişlerdir.144 1972 yılından itibaren Vakıflar Genel Müdürlüğü, cemaat vakıflarının “vakıfname”lerini (vakıf senedi) istemeye başlamıştır. Oysa ki cemaat vakıflarının her biri Osmanlı döneminde padişah fermanlarıyla kurulduğu için vakıfnameleri yoktur. Vakıfnamelerinin olmadığı yönündeki cevap üzerine Vakıflar Genel Müdürlüğü, 1936’da verilen beyannameleri, cemaat vakıflarının vakıfnamesi sayacağını bildirmiş ve bu vakıfların 1936’dan sonra herhangi bir yolla edindikleri taşınmazlara el konacağını ilan etmiştir. Çünkü, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne göre, bu taşınmazlar 1936 yılında alınan beyannamelerde kayıtlı değillerdir ve anılan beyannamelerde, cemaat vakıflarının taşınmaz edinebilecekleri hususunda bir hüküm bulunmamaktadır. Cemaat vakıflarının, 1936 tarihli beyannamelerin sadece bir taşınmaz listesi olmaları sebebiyle böyle bir hususu içermelerinin mümkün olmadığı yolundaki itirazları durumu değiştirmemiş ve hangi yoldan olursa olsun, bu vakıfların 1936’dan sonra edindikleri taşınmazlara el konmaya başlanmıştır. El konulan vakıf taşınmazları, onları satmış olan sahiplerine ya da onların mirasçılarına bedelsiz olarak iade edilmiş, mirasçının bulunmaması halinde yine bedelsiz olarak Hazine’ye intikal ettirilmiştir. Diğer taraftan, 1936 tarihli beyannameler, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın hukuken oldukça tartışılır kararlarıyla, cemaat vakıflarının vakıfnamesi olarak kabul edilmiş, cemaat vakıflarının yeni taşınmazlar edinebilmeleri yolu kapatılmış ve bu yüzden uygulamada çeşitli ihtilaflar meydana gelmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8 Mayıs 1974 tarih ve 1971/2-820 Esas, 1974/505 Karar sayılı kararıyla, cemaat vakıflarının Vakıflar Kanunu’na göre verilmiş 1936 tarihli beyannamelerinin, vakıfname olarak kabul edileceği, söz konusu vakıfnamelerde mal iktisabı için açıklık bulunmaması itibariyle yeni taşınmaz iktisap edemeyecekleri sonucuna varılmıştır. Yargıtay’ın bu içtihadından sonra, cemaat vakıfları taşınmaz edinememeye, kendilerine bağışlanan taşınmazları da iktisap edememeye başlamışlardır. Cemaat vakıflarına vasiyet yoluyla intikal etmiş bulunan taşınmazlar hakkında açılan davalarla, bu taşınmazların mülkiyeti eski maliklerinin 144 Bakar, a.g.e., s. 265-266; Reyna / Moreno Zonana, a.g.e., s. 85-87 107 mirasçılarına, mirasçı olmaması halinde de Hazine’ye intikal ettirilmiştir. 1974 sonrası dönemde 2672 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 44. maddesine dayanılarak açılan tapu iptali ve tescili davalarında, 1328 tarihli Kanun-ı Muvakkat ya da 1936 tarihli beyannamelerde bulunması halinde taşınmazın, davacı cemaat vakfı adına tesciline karar verilmiştir. Ancak bu davalarda da cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi’nde yer almasına rağmen bazı taşınmazlar hakkındaki tapu iptali ve tescili davaları reddedilmiştir. Yargıtay’ın anılan görüşü, AB Uyum Paketleri çerçevesinde 3 Ağustos 2002 tarih ve 4771 sayılı ve 2 Ocak 2003 tarih ve 4778 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunların kabulüne kadar devam etmiştir. Danıştay 12. Dairesi’nin 2 Mart 1970 tarih ve 1969/337 Esas, 1970/391 Karar sayılı kararında, Vakıflar Kanunu’nda ve diğer mevzuatta cemaat vakıflarının yeni bina inşa edemeyeceklerine dair yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığından, kanun tarafından yasaklanmamış bütün tasarrufları yapmaya yetkili oldukları sonucuna varmışsa da, daha sonraki kararlarında bu görüşünü değiştirmiştir. Nitekim, Danıştay 12. Dairesi, 21 Haziran 1976 tarih ve 1975/1181 Esas, 1976/1508 Karar sayılı kararında, davacı vakfın, cemaat vakıflarının vakıfname yerine geçmek üzere verdikleri 1936 tarihli beyannamelerde vakfın yeni taşınmazlar edinebileceği yolunda hüküm bulunduğunu iddia edemediğini ve kanıtlayamadığını vurgulamış, bu nedenle vasiyet yoluyla bağışlanan taşınmazın tapuya tescili için davalı idare tarafından izin belgesi verilmemesinde kanuna bir aykırılık görmemiştir. AB’ye uyum çerçevesinde çıkarılan 4771 sayılı ve 4778 sayılı Kanunlarla birlikte cemaat vakıflarına vakıfnameleri olsun ya da olmasın, Bakanlar Kurulu’nun izniyle hayri, dinsel, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilecekleri, edinilen taşınmaz mallarda tasarrufta bulunma ve uluslararası faaliyette bulunma olanağı tanınmıştır. Cemaat vakıflarının her ne suretle olursa olsun, tasarrufları altında bulunduğu, belgelerle belirlenen taşınmaz malların, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde başvurulması halinde vakıf adına tescil olunacağı ve cemaat vakıfları adına bağışlanan ya da vasiyet olan taşınmaz malların da bu kapsama girdiği belirtilmiştir. Adı geçen Kanunlarla, 1936 108 Beyannamesi’nin vakıfname yerine geçtiği yolundaki görüş zımnen terk edilmiş olmaktadır.145 D. Avrupa Birliği’ne Adaylık Sürecinde Türkiye’de Azınlık Hakları Türkiye; BM, AK ve AGİT gibi uluslararası örgütlere üye ve bu çerçevede çok sayıda uluslararası belgeye taraf bir devlet olarak, uluslararası alanda yükümlülük altına giren ve Batı’ya entegre olmaya çalışan bir ülkedir. Türkiye, insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunmasıyla ilgili uluslararası düzenlemeleri imzalayıp onaylayarak, AB’ye girmek yolundaki istek ve iradesini ortaya koymuştur. Türkiye, 11 Aralık 1999’daki AB Helsinki Zirvesi’nde, AB’ye adaylık statüsünün kabul edilmesinden itibaren üyelik yönünde önemli adımlar atmaya başlamış ve bir reform sürecine girilmiştir. AB’nin Türkiye’ye, üyelik için çizdiği bir yol haritası olan “Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB)” 8 Kasım 2000 tarihinde AB Konseyi tarafından kabul edilmiştir. KOB’da, tam üyelik müzakerelerinin başlaması ve topluluk yardımının yapılabilmesi için Türkiye’nin kısa ve orta vadede yapması gerekenler sıralanmış, ayrıca AB’ye üyelik koşulu olarak aday ülkelere, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve azınlıkların korunmasını garanti altına alan istikrarlı kurumlara sahip olma yükümlülüğü getiren “Kopenhag Siyasi Kriterleri”nin tam olarak benimsenmesi için Türk mevzuatında ve uygulamasında yapılması gereken değişiklikler üzerinde durulmuştur. Bunun üzerine Türkiye, 19 Mart 2001’de, KOB doğrultusunda hazırlanan bir “Ulusal Program (UP)” ilan etmiştir. UP, KOB’da belirtilen hedefleri ayrıntılandırarak, bunların gerçekleştirilmesini bir takvime bağlayan belge niteliğini taşımaktadır. Türkiye’nin AB mevzuatına uyum yolunda aldığı mesafe, AB’nin yıllık olarak yayınladığı “İlerleme Raporları”nda değerlendirilmiştir. Söz konusu ilerleme raporlarında, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar ile Kürtler ve Aleviler gibi diğer etnik ve dinsel grupların talepleriyle ilgili ve onlara yönelik hak ihlalleriyle ilgili bölümler bulunmaktadır. Gerek KOB gerekse UP, 2003 yılında gözden geçirilmiştir.146 Bu çerçevede Türkiye, 3 Ekim 2001 ve 7 Mayıs 2004 tarihinde reform niteliğinde kapsamlı anayasa değişiklikleri gerçekleştirmiş ve ayrıca Şubat 2002’den 145 Bakar, a.g.e., s. 269-270; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 84-87; Reyna / Moreno Zonana, a.g.e., s. 43, 88-91; Azınlık vakıflarıyla ilgili olarak ayrıca bkz. Nazif Öztürk, Azınlık Vakıfları, Altınküre Yayınları, Ankara, 2003 146 İnanç, a.g.e.,s. 44; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 94; Oktay Uygun, “Azınlık Hakları Açısından Katılım Ortaklığı Belgesi ve Ulusal Program”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, s. 337; KOB ve UP hakkında ayrıntılı bilgi ayrıca bkz. Ekinci, a.g.e, s. 89-128 109 itibaren AB Uyum Paketleri çıkararak bazı kanunlarda değişiklikler yapmıştır. 2001 Anayasa değişikliğiyle 1982 Anayasası’nın 34 maddesi, 2004 değişikliğiyle de 10 maddesi Kopenhag Siyasal Kriterleri’ne uyum sağlamak amacıyla değiştirilmiştir. Yanı sıra Türkiye, insan ve azınlık haklarını ilgilendiren mevzuatında reformlar girişerek 7 adet AB Uyum Paketi çıkarmıştır.∗ Bu bağlamda ölüm cezası kaldırılmış, işkence ve kötü muamelenin önlenmesine yönelik kapsamlı yasal ve yönetsel düzenlemeler yapılmış, olağanüstü hal uygulaması ülke genelinde kaldırılmış düşünceyi açıklama ve yayma özgürlükleriyle ve basın özgürlüğü genişletilmiş, dernekler ve vakıflar mevzuatı ile toplantı ve gösteri haklarına ilişkin düzenlemeler iyileştirilmiş, AİHM kararları ışığında yeniden yargılama imkanı getirilmiş, farklı dil, lehçe ve ağızlarda öğrenim ve yayın hakkının kullanılmasına yönelik mevzuatı iyileştiren düzenlemeler yapılmış, siyasal partilerin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmaları zorlaştırılmış, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) danışma organı rolü yeniden tanımlanmış, 1982 Anayasası’nın uluslararası antlaşmaların onaylanmasıyla ilgili 90. maddesi 2004 yılında değiştirilerek, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla kanunların çatışması durumunda uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağı belirtilmiştir. Ayrıca, insan hakları alanında devlet ve sivil toplum arasında güçlü bir diyalog platformu oluşturmak amacıyla “Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu” kurulmuştur.147 AB Uyum Paketleri’nin getirdiği Türkiye’deki kültürel grupları ve azınlıkları ilgilendiren düzenlemeler şöyle sıralanabilir: İkinci Uyum Paketi ile, Basın Kanunu’nda, yasak dillerde yayın yapma konusundaki hüküm kaldırılmıştır. Üçüncü Uyum Paketi ile, 2923 sayılı “Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimiyle Türk Vatandaşlarının Farklı ve Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun”da yapılan değişikliklerle, Türk vatandaşlarınca geleneksel olarak kullanılan farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesindeki sınırlamalar kaldırılmıştır. 3984 sayılı Radyo ve Televizyon Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanun’da değişiklik yapılarak, geleneksel dil ve lehçelerde yayın yapılmasına imkan tanınmıştır. Vakıflar Kanunu değiştirilerek, cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulu kararıyla taşınmaz edinebilmeleri sağlanmıştır. Dördüncü Birinci Uyum Paketi 6 Şubat 2002, İkinci Uyum Paketi 26 Mart 2002, Üçüncü Uyum Paketi 3 Ağustos 2002, Dördüncü Uyum Paketi 2 Ocak 2003, Beşinci Uyum Paketi 23 Ocak 2003, Altıncı Uyum Paketi 19 Haziran 2003, Yedinci Uyum Paketi 30 Temmuz 2003 tarihlerinde çıkarılmıştır. 147 İnanç, a.g.e., s. 44-45; Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 95-98 ∗ 110 Uyum Paketi ile, Vakıflar Kanunu tekrar değiştirilmiş, cemaat vakıflarının taşınmaz edinebilmeleri bu kez Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün iznine bağlanarak kolaylaştırılmıştır. “Cemaat Vakıflarının Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik”, 24 Ocak 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Altıncı Uyum Paketi ile, Radyo ve Televizyon Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanun’da yapılan değişiklikle, özel radyo ve televizyon kanallarının çeşitli geleneksel dil ve lehçelerde yayın yapmalarına olanak tanınmıştır. Nüfus Kanunu değiştirilerek, ana-babaların çocuklarına istedikleri adı koymalarına yönelik kısıtlamalar kaldırılmıştır. İmar Kanunu’nda değişiklik yapılarak, her din ve inanışa ait ibadet yerlerinin kurulmasına imkan tanınmıştır. Cemaat vakıflarının kullandıkları taşınmazları vakıf adına tescil ettirebilmeleri için tanınan süre uzatılmıştır. Yedinci Uyum Paketi ile, Türk vatandaşları tarafından kullanılan dil ve lehçeleri öğrenme imkanları genişletilmiş, mevcut dil kursları içerisinde bu amaçla özel sınıf açılması mümkün kılınmıştır. Bununla birlikte, yapılan köklü reformlara rağmen, uygulamada bir çok sorun ortaya çıkmış ve çok ağır bir ilerleme kaydedilmiştir.148 Anılan reformların uygulanmalarına gelince; İkinci AB Uyum Paketi ile, Basın Kanunu’ndan yasak dillerde yayın yapma yasağı kaldırılmış olmasına rağmen, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT), Kürtçe yayın yapamayacağımı bildirmiştir. Üçüncü AB Uyum Paketi ile, Türk vatandaşlarınca kullanılan dil ve lehçelerin öğrenilmesindeki sınırlamalar kaldırılmış, fakat bu sefer, yalnızca TRT’de yayın yapılabileceği yorumu yapılmıştır. Altıncı Uyum Paketi ile, özel radyo ve televizyonların yayın yapmasına olanak tanınmış, ancak Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından çıkarılan 18 Kasım 2003 tarihli Yönetmelikle, yalnızca ulusal radyo ve televizyonlarda yayın yapılabileceği, çocuklara yönelik program yapılamayacağı , dil öğretilemeyeceği, her programda Türkçe alt yazı konacağı, radyoların günde 60 dakikayı aşmadan haftada 5 saat, televizyonların günde 45 dakikayı aşmadan haftada 4 saat Türkçe’den farklı dil ve lehçelerde yayın yapabilecekleri hükme bağlanmıştır. TRT, 7 Haziran 2004’ten başlayarak Türkçe’den farklı dil ve lehçelerde yayın yapmaya başlamıştır. Bu yayınlar, Radyo 1’de ve TRT 3’te, hafta içi günde 35 148 Oran, Türkiye’de Azınlıklar, s. 98-99 111 dakikayla sınırlı olmak üzere yapılmaktadır. Sırasıyla, Pazartesi Boşnakça, Salı Arapça, Çarşamba Kırmanci, Perşembe Çerkezce, Cuma Zazaca yayınlara devam edilmektedir. Kürtçe kursları açmak için yapılan başvurularda, uygulamada çeşitli engellerle karşılaşılmaktadır. Örneğin, Şanlıurfa’da Kürtçe dil kursu açmak isteyen emekli bir öğretmenin, açacağı dershaneye “Özel Urfa Kürt Dili Lehçeleri Öğretim Merkezi” adını vermesine izin verilmemiş, bunun yerine İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından “Özel Urfa Mahalli Lehçe Dil Kursu” adı önerilmiştir. Bir diğer engelleme örneği, Kürtçe dil kurslarında dil dersi verecek öğretmenlerin nitelikleriyle ilgilidir. Türkiye’de bir dilde ders verebilmek için, o dilde lisans eğitimi görmüş olmak gerekmektedir. Oysa Türkiye’de Kürkçe lisans eğitimi yapılmamaktadır. Diğer taraftan, üniversitede Kürtçe dil dersi verilmesi için dilekçe veren öğrencilere okuldan uzaklaştırma cezası verilmiş, öğrenciler gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında dava açılmış ve daha sonra Yargıtay tarafından bozulacak olan 3 yıla kadar hapis cezası verilmiştir. Cemaat vakıflarının durumu AB Uyum Paketleri çerçevesinde iyileştirilmişse de uygulamada bu vakıflar da çeşitli güçlüklerle karşılaşmışlardır. Cemaat vakıfları, bugüne kadar, tasarrufları altında bulunan taşınmazların ancak çok az bir kısmını tapuya tescil ettirebilmişlerdir. Yapılan başvuruların birçoğu hak sahibi olmadıkları gerekçesiyle reddedilmiş ya da belgelerin eksik olduğu gerekçesiyle geri çevrilmiştir.149 Türkiye’de azınlıklara ve azınlık haklarına yönelik devletçi-milliyetçi tepkinin bir örneği de Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun başkanlığını yaptığı Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’na bağlı “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Alt Komisyonu” başkanı Prof. Dr. Baskın Oran tarafından hazırlanarak, aynı Komisyonca kabul edilen “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu Raporu”nun 22 Ekim 2004 tarihinde yapılan basın toplantısıyla kamuoyuna duyurulması ve 1 Kasım 2004 tarihinde Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu tarafından resmen açıklanması sırasında ve sonrasında rapora gösterilen sert tepkilerdir.150 Diğer taraftan, Türkiye bu süreçte çeşitli uluslararası sözleşmeleri de imzalamış ve onaylamıştır: Ölüm Cezasının Kaldırılmasına Dair Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne EK 6. Protokol, BM Her Türlü Irk Ayrımcılığının Önlenmesi 149 İnanç, a.g.e., s. 54-58, Oran, , Türkiye’de Azınlıklar, s. 100-107; Türkiye’deki azınlıkların öğretim ve yayın hakları için ayrıca bkz. Selim Okçuoğlu, “Ulusal Mevzuatta Azınlıkların Eğitim/Öğretim ve Yayın Hakkı (İç Hukukta Başvuru Yolları)”, Toplum ve Hukuk, Sayı: 11 (Güz 2004), s. 69-75 150 Rapor’un tam metni için bkz. Birikim, Sayı: 188 (Aralık 2004), s. 26-30; bu raporun eleştirisi için bkz.Muzaffer İlhan Erdost, Azınlıklar Sorunu, Onur Yayınları, Ankara, 2005 112 Sözleşmesi, BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi İhtiyari Protokolü, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi. Türkiye, üyesi bulunduğu uluslararası örgütler tarafından hazırlanan insan hakları belgelerinin azınlıklara ilişkin hükümlerine çekince koymuş, yalnızca azınlıkları konu edinen belgelere ise taraf olmamıştır. BM tarafından 1989’da kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 1995 yılında onaylayan Türkiye, Sözleşmenin azınlık mensubu çocukların dil ve eğitim haklarıyla ilgili 17., 29. ve 30. maddelerine çekince koymuştur. Türkiye, AK’nın Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ile Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı onaylamamıştır. Türkiye 2003 yılında onayladığı, 1966 BM İkiz Sözleşmeleri’nin (KSHS ve ESKHS) kendi kaderini tayin hakkını düzenleyen ortak 1. maddesine ilişkin yaptığı yorum beyanında, sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini BM Şartı’nın ülke bütünlüğüne ve ulusal güvenliğe ilişkin 1. ve 2. maddelerine göre yerine getireceğini belirtmiştir. KSHS’nin azınlık haklarına ilişkin 27. maddesinde ise “Türkiye Cumhuriyeti, söz konusu sözleşmenin 27. maddesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ve Ek’lerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uyguluma hakkını saklı tutar” beyanıyla çekince koymuştur. ESKHS’nin eğitim hakkını düzenleyen 13. maddesine ilişkin çekincede ise, bu maddenin Anayasa’nın ilgili hükümleri çerçevesinde uygulanacağı belirtilmiştir.151 151 İnanç, a.g.e., s. 45-46 113 SONUÇ Azınlık hakları ve azınlıkların korunması, uluslararası sistemin ve uluslararası hukukun en önemli ve çatışmalı konularından birisi olmuştur. Özellikle 1789 Fransız Devrimi ile yayılan milliyetçilik akımları sonucu ulus-devletlerin kurulmasıyla birlikte, azınlıklar sorunu sadece bir devletin sınırları içerisinde kalan bir konu olmaktan çıkarak, uluslararası sistemin ve uluslararası hukukun ilgi alanına girmiştir. Azınlıklar sorununu çatışmalı hale getiren husus ise, ulus-devletlerin genellikle sınırları içerisinde yaşayan azınlıklara belli kolektif hakları tanımak istememeleri, hatta onları asimile etmeye çalışmaları ve konuyu daha çok bir iç hukuk sorunu olarak görmeleri olmuştur. Devletler, azınlıkları genellikle ulusal bütünlüklerine ve egemenliklerine karşı bir tehdit olarak görmüşlerdir. Buna karşılık azınlıklar, devletlerden kendi kolektif hak ve özgürlüklerini tanımasını talep etmişlerdir. Ulus-devletlerle azınlıklar arasındaki bu çelişki, zaman zaman silahlı çatışmalara varan mücadelelere yol açmıştır. Uluslararası insan hakları hukuku işte bu noktada devreye girerek koruyucu ve düzenleyici bir rol üstlenmiştir. Bugün yaşanılan küreselleşme sürecinde, azınlıklar ve azınlık hakları üzerinde yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Aynı zamanda, azınlıklara ilgili uluslararası düzenlemelerin sayısı artmakta ve azınlık haklarını geliştirmeye yönelik çok önemli adımlar atılmaktadır. Ancak, azınlık haklarının uluslararası korunması bakımından etkin bir mekanizmanın oluşturulduğu söylenemez. Bunun temel nedeni, azınlık tanımında ve azınlık kavramının içeriğinin belirlenmesinde farklı yaklaşımların ve yorumların söz konusu olmasıdır. Azınlıklar üzerine yapılan bütün tanım denemeleri, azınlıkların çoğunluktan farklı etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel özelliklere sahip ortak bir kimlik oluşturduğunu ve bu ortak kimliği koruma ve sürdürme yönünde bir iradeye sahip olduklarını vurgulamaktadır. Ancak azınlık tanımındaki söz konusu ortak kimlik vurgusu beraberinde iki çok önemli sorunu gündeme getirmektedir. Bu sorunlardan birincisi; azınlık haklarının, kolektif haklar olarak nitelenip nitelenemeyecekleri sorunu, ikincisi ise; bu soruna bağlı olarak azınlık haklarıyla kendi kaderini tayin hakkı arasındaki ilişkidir. Uluslararası belgelerde, bir yandan devletlerin ülke bütünlüğünü ve egemenliğini korumak amacıyla, ayrılıkçı taleplere ve siyasal projelere hukuksal 114 meşruiyet sağlayacak azınlık hakları tanınmasından kaçınılırken, diğer yandan demokratik bir toplumda çoğulculuğun korunması çerçevesinde azınlıklara haklar tanınması gereği üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda azınlık haklarının bireysel boyutu öne çıkarılmış, uluslararası düzenlemelerde azınlıklara mensup kişiler ifadesine yer verilerek, bu hakların öznesinin bireyler olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte, azınlıklara mensup kişilere tanınan kendi kültürlerini, dinlerini ya da dillerini koruma ve sürdürme hakkı ile asimilasyon yasağı, dolaylı bir biçimde olsa da azınlıkların kolektif kimliklerini korunması sonucunu doğurmuştur. Azınlıklar ile ilgili uluslararası belgelerde ülke bütünlüğünün ve devlet egemenliğinin korunmasına yapılan vurgu, ayrılma hakkı anlamında kendi kaderini tayin hakkının azınlıklara tanınmamış olduğunun bir göstergesidir. Kendi kaderini tayin hakkının, ayrılma hakkı şeklindeki dışsal boyutu azınlıklara tanınmamış olmakla birlikte, azınlıkların kültürel, sosyal ve ekonomik yaşama ve özellikle onları ilgilendiren kamusal işlere etkili katılımını sağlamak için devletlere getirilen yükümlülükler, kendi kaderini tayin hakkının içsel boyutunu gündeme getirmektedir. Kendi kaderini tayin hakkının içsel boyutu, pratikte çoğulcu-demokratik bir toplum ve devlet düzeni anlamına gelir ve azınlıklar bakımından yerel ya da özerk yönetimlerden federasyona kadar farklı biçimlerde çözümler getirilmesini içerir. Azınlıklara tanınan haklar, öncelikle ayrımcılığın önlenmesi ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulmuştur. Bununla birlikte azınlık hakları, yalnızca ayrımcılığın önlenmesi ve eşitliğin sağlanmasının ötesinde, azınlıklara pozitif ayrımcılık uygulanmasını da kapsamaktadır. Bu bağlamda pozitif ayrımcılık, çoğunluk ile azınlık arasında hukuksal ve fiili eşitliğin sağlanması için azınlık kimliğinin korunması anlamını taşımaktadır. Günümüzde uluslararası insan hakları hukuku içindeki önemi giderek artan azınlık hakları, çokkültürlülük, kültürel çeşitlilik, farklılıkların bir arada yaşaması gibi kavramları beraberinde getirmiştir. Hukuk devleti ilkesine dayanan, çoğulcu ve katılımcı demokratik bir sosyal ve siyasal düzenin yerleşmesi için, azınlık haklarının korunması ve geliştirilmesi vazgeçilmez bir koşul haline gelmektedir. Diğer yandan, çeşitli uluslararası kuruluşlar tarafından hazırlanan uluslararası belgelerde, bir devlette azınlık bulunup bulunmadığının, o devletin kararına bağlı olmadığı, bunun sadece o devletin bir iç sorunu olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmektedir. 115 Bununla birlikte, uluslararası insan hakları hukuku içinde azınlık hakları kategorisinin güçlendirilmesinin arka planında, 1990’larda Doğu Bloğu’nun dağılmasıyla oluşan ve küreselleşme olarak da adlandırılan Yeni Dünya Düzeni’nde (YDD), tırmanışa geçen etnik milliyetçilik ve azınlık sorunlarının uluslararası barış ve istikrarı bozan etkisine çözüm bulma arayışı belirleyici bir yer tutmaktadır. Bu sürecin ortaya çıkardığı gelişmelerden biri de, farklılıkların daha fazla vurgulanması, başka bir deyişle, bireye ve mensup olduğu gruba ait özelliklerin, etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel farklılıkların öne çıkarılmasıdır. Ancak, azınlık kimliklerinin ya da farklılıklarının aşırı derecede vurgulanması uzun vadede sakıncalı sonuçlara yol açabilir. Kimlik farklılıklarına aşırı vurgu, her kimliğin kendi içine kapanmasına yol açan gettolaşma eğilimlerine yol açarak, bireyleri azınlık kimliği içerisine hapsedici bir nitelik taşımaktadır. Azınlık haklarının geliştirilmesi ve güçlendirilmesi yönünde çabada bulunurken, bunun azınlık milliyetçiliğini körükleyecek etnik, dinsel ya da dilsel temelde modern toplumun cemaatleşmesi ve giderek çatışmalara sürüklenmesi tehlikesine karşı dikkatli olunmalıdır. Azınlıklar, ulus-devletin farklılıkları yok sayan ve ortadan kaldırmaya çalışan homojenleştirici ve baskıcı politikalarından kurtarılmak istenirken, bu kez azınlıklara mensup bireyler, azınlık kimliğinin zaman zaman marjinalleştirici olabilen kafesleri içerisine hapsedilmemelidir. Diğer taraftan neo-liberal küreselleşme süreci ulus-devletleri aşındırarak ulusüstü bir yapılanmaya doğru gitmektedir. Neo-liberalizm çerçevesinde yeniden yapılanan uluslararası sistem, ulus-devleti aşmakta kimlik politikaları bağlamında azınlıkları etkin bir unsur olarak kullanmaktadır. Bu çerçevede, ilk bakışta çelişik görünse de aslında, küreselleşme ile bölgeselleşme ve yerelleşme süreçleri birbirine paralel olarak gitmekte, azınlıklar bölgeselleşme ve yerelleşme sürecinin taşıyıcıları olarak, ulus-devletin aşındırılmasında önemli bir rol oynamaktadırlar. Fakat, ulus-devleti aşındırma işlevi yüklenen azınlıklara kendi devletlerini kurma hakkı tanınmamaktadır. Sonuç olarak, ulus-devletin aşılması yönünde yeniden yapılanan uluslararası sistem, bölgeselleşme ve yerelleşme eğilimlerine uygun olarak azınlık milliyetçiliklerini beslemekten öteye gidememektedir. Türkiye’de azınlıklar sorununun tarihsel gelişimine bakıldığında ise, öncelikle, Osmanlı Millet Sistemi üzerinde durmak gerekir. Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde yaşayan gayrimüslimler, İslam Hukuku’ndaki Zimmet kurumu çerçevesinde 116 din esasına göre gruplandırılmışlar, bu gruplara kendi dinsel, hukuksal ve sosyal yaşamlarını sürdürme izni verilmiştir. Millet Sistemi adı verilen bu yapı çerçevesinde gayrimüslim gruplar, kendi iç düzenleri bakımından bağımsız bir nitelik kazanmışlardır. Osmanlı Devleti’nde Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasında bir eşitlik olduğu söylenemez. gayrimüslimler, sadece kendilerine yönelik olarak Osmanlı Devleti’nin göstermiş olduğu hoşgörüden yararlanmışlardır. Bu çerçevede kimi önemli kısıtlamalara tabi tutulmuşlardır. Ancak, çağın diğer devletleri göz önünde tutulduğunda Osmanlı Devleti, zamanına göre ileri sayılabilecek bir anlayışla gayrimüslimleri yönetmiştir. Gayrimüslimler bu yolla kendi geleneklerini ve kültürlerini koruma ve geliştirme olanağına sahip olmuşlardır. Millet Sistemi, Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu dönemlerde başarıyla yürütülmüştür. 19. yüzyılda Fransız Devrimi’nin etkisiyle ortaya çıkan milliyetçilik akımları sonucunda çok uluslu imparatorluklar çözülmeye başlamıştır. Kendisi de çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti bu süreçten nasibini almış, öncelikle Balkanlardaki gayrimüslim uluslar Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin dağılma evresinde, gayrimüslimlerin statülerini iyileştirmek için yapılan reformlar sonuçsuz kalmış. Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde yaşayan bütün uyrukları Osmanlılık düşüncesi etrafında birleştirmek şeklinde ifade edilebilecek olan Osmanlıcılık ideolojisi başarısız olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin içinde yer aldığı devletler grubunun yenilgisinin ardından, savaş galibi devletler Türkiye’nin çeşitli bölgelerini işgal etmişler ve Osmanlı Devleti’ne, çok ağır hükümler içeren Sevr Antlaşması’nı dayatmışlardır. Bunun üzerine Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde emperyalist devletlere karşı bir kurtuluş savaşı başlatmış ve zaferle sonuçlandırmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmıştır. Osmanlı Devleti döneminde ortaya çıkan ve o güne kadar devam eden azınlıklar sorunu Lozan Konferansı’nda gündeme gelmiştir. Batılı devletlerin, Türkiye’de yaşayan bütün soy, dil ve din azınlıklarının, örneğin Müslüman olan Kürt, Çerkez, Arap vb. unsurların azınlık korumasından yararlanması yönündeki tüm ısrarlarına rağmen, soy ve dil azınlıkları kabul edilmemiş, azınlık koruması yalnızca gayrimüslimlerle sınırlı 117 tutulmuştur. Lozan’da azınlık olarak yalnızca gayrimüslimlerin tanınmış olması, aslında Osmanlı Millet Sisteminin bir yansımasıdır. Lozan Barış Antlaşması’nın “Siyasal Hükümler” başlığını taşıyan I. Bölümünün “Azınlıkların Korunması” başlıklı III. Kesimi (37-45. maddeler) azınlıklarla ilgilidir. Bu çerçevede Türkiye’de hukuksal olarak sadece gayrimüslimlerin azınlık olarak tanınmış olduğu görülmektedir. Ancak uygulamada yalnızca Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ile 1925 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında yapılan Dostluk Antlaşması çerçevesinde Bulgarlar azınlık koruma hükümlerinden yararlanmış, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Bahailer vb. diğer gayrimüslim gruplar azınlık korumasından çok uzun bir süre yararlanamamışlardır. Türkiye, Lozan Antlaşması’na göre sadece gayrimüslimlerin azınlık sayıldığı görüşünü, AK ve BM bünyesinde daha sonra yapılan sözleşmelere katılırken de korumuştur. Diğer taraftan, son zamanlarda Lozan Antlaşması’nda sadece gayrimüslimlere değil, bunun yanında Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına, tüm Türk vatandaşlarına ve hatta Türkiye’de oturan herkese haklar getirildiği, Lozan Antlaşması’nın özellikle 39/4. ve 39/5. maddelerinin, anadilleri Türkçe’den başka olan Türk vatandaşlarının, anadillerini kullanabilmelerine, anadillerinde yayın yapabilmelerine ve anadillerini öğrenebilmelerine imkan tanıdığı şeklinde yorumlar geliştirilmiş olmakla birlikte, bu konuda bir görüş birliğine varılmış olduğu söylenemez. Böyle bir yorumun, Türkiye’nin iç hukuku ve uluslararası hukuk açısından doğuracağı sonuçlar belirsiz olduğundan, Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması” ile ilgili kesiminin nasıl yorumlanması gerektiği hususundaki tartışmalar yoğun bir biçimde sürmektedir. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan Lozan Barış Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan antlaşmalar arasında günümüzde de varlığını sürdüren az sayıdaki uluslararası hukuk metininden birisidir .Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonraki dönemde uluslararası alanda azınlıklar ve azınlık hakları ile ilgili onca gelişme yaşanmasına rağmen, Türkiye’nin azınlıkların korunması ile ilgili olarak Lozan’da kabul etmiş olduğu yapı, bugün de ayrıcalıklı yerini korumakta ve birçok devlet için model olacak ölçüde önem taşımaktadır. 118 KAYNAKÇA KİTAPLAR AKTAR, Ayhan, Varlık Vergisi ve “Türkleştirme” Politikaları, 6. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002 AKYOL, Taha, Medine’den Lozan’a, Milliyet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1997 ANAR, Erol, Öte Kıyıda Yaşayanlar, Azınlıklar, Yerli Halklar ve Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul, 1997 ANDREWS, Peter Alford, Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev. Mustafa Küpüşğolu, Ant ve Tüm Zamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1992 ARSAVA, Ayşe Füsun, Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslararası Belgeler ve Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi Işığında İncelenmesi, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1993 BENLİSOY, Yorgo/MACAR, Elçin, Fener Patrikhanesi, Ayraç Yayınevi, Ankara, 1996 BİLSEL, Cemil, Lozan, Cilt 1-2, Tıpkı Basım, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1998 BOZKURT, Deniz (Der.), Karşılaştırmalı Lozan ve Sevr Barış Antlaşmaları, Umay Kültür Sanat Merkezi Yayınları, Ankara, 1998 BOZKURT, Gülnihal, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1924), 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996 ÇAVUŞOĞLU, Naz, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Bilim yayınları, İstanbul, 1999 EKİNCİ, Tarık Ziya, Avrupa Birliği’nde Azınlıkların Korunması Sorunu, Türkiye ve Kürtler, Sümer Yayıncılık, İstanbul, 2001 ERHAN, Çağrı (Der.), Yaşayan Lozan, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003 ERDOST, Muzaffer İlhan, Azınlıklar Sorunu, Onur Yayınları, Ankara, 2005 GÜLER, Ali, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, Tamga Yayıncılık, Ankara, 2000 119 İNANÇ, Zeri (Der.), Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2004 KABOĞLU, İbrahim (Der.), Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002 KAFAOĞLU, Arslan Başer, Varlık Vergisi Gerçeği, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2002 KAPTAN, Eyüp, Lozan Konferansı’nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2002 KARACAN, Ali Naci, Lozan, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971 KURUBAŞ, Erol, Asimilasyondan Tanınmaya, Uluslararası Alanda Azınlık Sorunları ve Avrupa Yaklaşımı, Asil Yayın-Dağıtım, Ankara, 2004 KYMLICKA, Wiil, Çokkültürlü Yurttaşlık, Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998 MERAY, Seha L. (Çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 1, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1969 MERAY, Seha L. (Çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım II, Cilt 2, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1973 OKUTAN, M. Çağatay, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004 ORAN, Baskın, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri, SAEMK Yayınları, Ankara, 1999 ORAN, Baskın, Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. Basım, İmaj Yayınevi, Ankara, 2001 ORAN, Baskın (Der.), Türk Dış Politikası (Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar), Cilt I: 1919-1980, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001 ORAN, Baskın, Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, TESEV Yayınları, İstanbul, 2004 ÖZDEK, Yasemin, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yayınevi, Ankara, 2000 ÖZTÜRK, Nazif, Azınlık Vakıfları, Altınküre Yayınları, Ankara, 2003 PREECE, Jennifer Jackson, Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi, Çev. Ayşegül Demir, Donkişot Yayınları, İstanbul, 2001 REYNA, Yuda/MORENO ZONANA, Ester, Son Yasal Düzenlemelere Göre Cemaat Vakıfları, Gözlem Yayınları, İstanbul, 2003 120 RIZA NUR, Lozan Hatıraları, 4. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1999 ŞİMŞİR, Bilal (Der.), Lozan Telgrafları I (1922-1923); Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1990 SOYSAL, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, I. Cilt (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983 TİMUR, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, 5.Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001 THORNBERRY, Patrick, İnternational Law and The Rights of Minorities, Oxford University Press, Oxford, 1997 Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Çev. İsmail Yarkın, 2. Basım, İnter Yayınları, İstanbul, 1993 ÜRER, Levent, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, Derin Yayınları, İstanbul, 2003 ÜSTEL, Füsun, Yurttaşlık ve Demokrasi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999 YILDIZ, Ahmet, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, Türk Ulusal Kimliğinin EtnoSeküler Sınırları (1919-1938), 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004 MAKALELER AKAR, Rıdvan, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları”, Modernleşme ve Çokkültürlülük, İletişim Yayınları ve Helsinki Yurttaşlar Derneği Dizisi, İstanbul, 2001, s. 16-25 ALİEFENDİOĞLU, Yılmaz, “Azınlık Hakları ve Türk Anayasa Mahkemesi’nin Azınlık Konusuna Bakışı”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 218-241 ALPKAYA, Gökçen, “Uluslararası İnsan Hakları Hukuku Bağlamında Azınlıklara İlişkin Bazı Gelişmeler”, TODAİE İnsan Hakları Yıllığı, C. 14 (1992), s. 147-176 ARSAVA, Ayşe Füsun, “Azınlık Hakları ve Bu Çerçevede Ortaya Çıkan Düzenlemeler”, AÜSBFD (Prof. Dr. Gündüz Ökçün’e Armağan), C. 47, No: 1-2 (Ocak-Haziran 1992), s. 51-62 121 ARSAVA, Ayşe Füsun, “Ulusal Grup Hakları ve Bu Konuda Meydana Gelen Gelişmeler”, AÜSBFD (Prof. Dr. Bedri Gürsoy’a Armağan), C. 47, No: 3-4 (Haziran-Aralık 1992), s. 13-20 ATAÖV, Türkkaya, “Azınlıklar Üstüne Bazı Düşünceler”, AÜSBFD, C. XLІІ, No:1-4 (Ocak-Aralık 1987), s. 49-66 AYDIN, Zeynep, “Lozan Antlaşması’nda Azınlık Statüsü, Farklı Kökenlere Tanınan Haklar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 209-217 AYZİT, Aynur, “Mevzuatın Görünümü”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 242-261 BAKAR, Diran, “Uygulamadan Ayrımcılık Örnekleri ve Azınlık Vakıflarının Sorunları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 262-275 BALİ, Rıfat N., “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikası”, Birikim, Sayı: 115 (Kasım 1998), s. 80-90 BİLSEL, Cemil, “Medeni Kanun ve Lozan Muahedesi”, Medeni Kanun’un XV. Yıldönümü İçin, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1944, s. 21-71 BOZKURT, Gülnihal, “Türk Hukuk Tarihinde Azınlıklar”, AÜHFD, C. 43, No:1-4 (Ocak- Aralık 1993), s. 49-59 ÇAVUŞOĞLU, Naz, “Parti Yasaklanması Rejiminde Azınlıklar Problemi: Türk Anayasa Mahkemesi Kararları Üzerine Bir Not”, İÜSBFD (Prof. Dr. Mesut Önen’e Armağan), No:10 (Ocak 1995), s. 35-42 ÇAVUŞOĞLU, Naz, “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”, AÜSBF İnsan Hakları Merkezi Dergisi, C. III, No:3 (Kasım 1995), s. 30-35; ÇETİN, Fethiye, “Yerli Yabancılar”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan 122 Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 70-81 DEMİREL, Ahmet, “TBMM’de Lozan Görüşmeleri”, Toplumsal Tarih , Sayı: 115 (Temmuz 2003), s. 78-81 GÜLER, Ali, “Azınlıklar ile İlgili Lozan’da Oluşturulan Statü ve Bunun Türkiye’nin Milli Birlik ve Bütünlüğü Bakımından Önemi”, Askeri Tarih Bülteni, C. 25, No:48 (Şubat 2000), s. 41-69 HADDEN, Tom, “Uluslararası Hukukta Azınlıkların ve Halkların Hakları”, Ortadoğu’da Milliyetçilik, Azınlıklar ve Diasporalar, Kirsten E. Schulze/ Martin Stokes/ Colm Campbell, (Der.), Çev: Ahmet Fethi, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 27-40 KABOĞLU, İbrahim, “İnsan Hakları, Azınlık Hakları ve Türkiye”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 17-28 KARAKUŞ, Hakan, “Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Parti Kapatma Kararları ve Davalarında Azınlık Hakları”, Kopenhag Kriterleri: Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin Ortak Paydası mı?, İbrahimKaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 220-230 KESKİN, Funda, “Azınlıklar Konusu”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erhan (Der.), T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 213-263 KESKİN, Funda, “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erhan (Der.), T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 765-806 KÜÇÜK, Cevdet, “Osmanlılarda Millet Sistemi Tanzimat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 1007-1024 OKÇUOĞLU, Selim, “Ulusal Mevzuatta Azınlıkların Eğitim/Öğretim ve Yayın Hakkı (İç Hukukta Başvuru Yolları)”, Toplum ve Hukuk, Sayı: 11 (Güz 2004), s. 69-75 OKUTAN, M. Çağatay, “Teori ve Uluslararası Metinlerde Azınlık Tanımı”, AÜSBFD, C. 59, No: 2 (Nisan-Haziran 2004), s. 59-75 123 ORAN, Baskın, “Lozan’ın Azınlıkların Korunması Bölümünü Yeniden Okurken” AÜSBFD (Prof. Dr. Yılmaz Günal’a Armağan), C. 49, No: 3-4 (Haziran- Aralık 1994), s. 283-301 ORAN, Baskın, “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası (Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar), Cilt I: 1919-1980, Baskın Oran (Der.), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 215-238 ORTAYLI, İlber, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’eTürkiye Ansiklopedisi, C. 4, s. 996-1001 ÖKSÜZ, Hikmet, “Lozan’da Azınlıklar Meselesi”, Türk Yurdu, C. 17, No: 121 (Eylül 1997), s. 87-90 ÖZBEK HADİMOĞLU, Nimet, “Yerleşme ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşmeye Ek Mektuplar”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erhan (Der.), T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 724-747 REHMAN, Javaid, “Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 95-123 RİGAUX, François, “Azınlıklar Hukuku: Tanımlama Sorunları”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 51-69 SOMERSAN, Semra, “Türkiye’de Azınlık Hakları: Yasal ve Pratik Engeller”, Türkiye’de İnsan Hakları, Oya Çitçi (Der.), TODAİE Yayınları, Ankara, 2000, s. 255-269 TAHMAZOĞLU ÜZELTÜRK, Sultan, “Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı” Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (BirleşmişMilletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 147-191 TARHANLI, Turgut, “Azınlıklar ve Hukuk”, Radikal, 4 Nisan 2000 TARHANLI, Turgut, “Lausanne ve Kürtçe”, Radikal, 21 Kasım 2000 124 TOLUNER, Sevin, “Lozan Azınlıkların Korunması Rejimi ve Batı Trakya Türkleri”, Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1999, s. 219-247 UYGUN, Oktay, “Azınlık Hakları Açısından Katılım Ortaklığı Belgesi ve Ulusal Program”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 337-355 WHEATLEY, Steven, “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi”, Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması), İbrahim Kaboğlu (Der.), İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 192-197 YAŞAR, Nuri, “Yabancı ve Azınlık Okullarının Türk Hukukundaki Statüsü”, Kamu Hukuku Arşivi, Yıl:3, No:1 (Şubat 2000), s. 54-57 YERASİMOS, Stefanos, “La Naissance des Minorites (XIXe Siécle-Premiére Guerre Mondiale)” (Azınlıkların Doğuşu XIX. Yüzyıldan Birinci Dünya Savaşına), Tarih ve Milliyetçilik, I. Ulusal Tarih Kongresi Bildiriler, Mersin Üniversitesi FenEdebiyat FakültesiYayınları, Mersin, 1999, s. 280-321 BELGELER Lozan Barış Antlaşması ve Ekleri, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın (Lozan Konferansı Özel Sayısı), Sayı: 18 (Temmuz 1998), s. 69-128 Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu” Raporu, Birikim, Sayı: 188 (Aralık 2004), s. 26-30 İNTERNET ADRESLERİ http://www.yargitay.gov.tr/aihm/aihm.php http://www.echr.coe.int/ECHR/EN/Header/Case-Law/HUDOC/HUDOC+database/ 125 Altunpolat, Remzi, Uluslararası Hukuk Açısından Lozan Barış Antlaşması’nın Siyasal Hükümleri Işığında Türkiye’de Azınlıklar Sorunu:Tarihten Güncelliğe, Yüksek Lisans Tezi, Danışmanı: Prof. Dr. Serap Akipek, 125 s. ÖZET Azınlıklar, bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan, egemen olmayan konumda bulunan, üyeleri o devletin vatandaşları olarak etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren gruplar olarak tanımlanabilir. Türkiye’de azınlıkların korunmasıyla ilgili temel belge, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan, Lozan Barış Antlaşması’nın “Siyasal Hükümler” başlığını taşıyan I. Bölümünün “Azınlıkların Korunması” başlıklı III. Kesimidir (37-45. maddeler). Bu çerçevede Türkiye’de hukuksal olarak sadece gayrimüslimlerin azınlık olarak tanınmış olduğu görülmektedir. Bununla birlikte uygulamada yalnızca Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ile 1925 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında yapılan Dostluk Antlaşması çerçevesinde Bulgarlar azınlık koruma hükümlerinden yararlanmış, diğer Gayrimüslim korumasından çok uzun bir süre yararlanamamışlardır. gruplar azınlık Ancak, Avrupa Birliği Uyum Paketleri çerçevesinde Vakıflar mevzuatında yapılan değişiklikle, Süryaniler de dolaylı olarak Lozan Antlaşması’na göre tanınan azınlıklar arasında sayılmıştır. Türkiye, Lozan Antlaşması’na göre sadece Gayrimüslimlerin azınlık sayıldığı görüşünü, Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler bünyesinde daha sonra yapılan sözleşmelere katılırken de korumuştur. Diğer taraftan Lozan Antlaşması’nda sadece Gayrimüslimlere değil, bunun yanında Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına, tüm Türk vatandaşlarına ve hatta Türkiye’de oturan herkese haklar getirildiği görülmektedir. Özellikle Lozan Antlaşması’nın 39/4. ve 39/5. maddeleri, anadili Türkçe’den farklı olan Türk vatandaşlarının, anadillerini kullanabilmeleri, anadilde yayın yapabilmeleri ve öğrenim görebilmeleri bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu çerçevede Lozan Antlaşması’nın Azınlıkların Korunması kesimi, hem bir azınlık hakları, hem de bir insan hakları metni niteliği taşımakta, Türkiye’deki azınlık sorunlarının çözümü ve kültürel kimlik taleplerinin yerine getirilmesi bakımından önemli bir başlangıç noktası oluşturmaktadır. Altunpolat, Remzi, Under The Light of Political Terms of Lausanne Treaty From The Point of View of İnternational Law, Minority Question in Turkey: From Past to Present, Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Serap Akipek, 125 p. ABSTRACT A group numerically inferior to the rest of the population of a state, in a nondominant position, whose members-being nationals of the state, posses ethnic, religious, or linguistic characteristics differing from those of the rest of the population and show, if only implicitly, a sense of solidarity, directed towards preserving their culture, traditions, religion or language may be termed as minorities. The fundamental act regarding the protection of minorities in Turkey is provided and referred in the Lausanne Treaty, particularly at the 1st Section titled as “ Political Terms” and .in .1st Section .titled .“ Protection .of .Minorities” and .3rd part .(articles no. 37-45). It appears that the minorities are legally described as only the non-Muslims. However, only the Greeks, Armenians and Jews and later the Bulgarians after the treaty of friendship signed by Turkey and Bulgaria in 1925 could take advantage of said minorities act and the other non-Muslim groups could utilize it not for a very long time. However within the Harmonization Packages with the European Union, with the amendment done on the legislation of pious foundations. Syriacs were indirectly included into the minority groups that were formerly recognized by Lausanne Treaty. Turkey has maintained its position that only the non-Muslims were considered as the minority in Turkey when it signed the contracts with European Council and United Nations. On the other hand, it seems that Lausanne Treaty has granted minority rights not only to non-Muslims, but also to other Turkish citizens who speak languages other than Turkish. Particularly the articles of the Lausanne Treaty numbered 39/4 and 39/5, the rights of those Turkish citizens whose mother tongue is not Turkish to make publication in their mother tongue, to have their education in their mother tongue gains utmost importance. In this connection the part of the Lausanne Treaty regarding protection of minority rights is qualified as protection of both minority rights and human rights and it comprises to a starting point for solution of minority problems and realization of demands regarding cultural identity.