13 Kasım 2015 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Cinler ''bizden Müslüman olan da var...'' gibi sözleri kime söylüyorlar? .................................3 Müslüman erkek/kadın ahlakı nasıl olmalıdır? ..........................................................................4 Amerikan bilim dergisi çok sayıda ara geçiş form olduğunu söylüyor. Tiktaalik roseae sadece bunlardan birisi imiş. Bu doğru mudur? ....................................................................................7 Mesai saatleri içinde, farklı işlerle uğraşmak ve telefon görüşmeleri yapmak..........................8 Temyiz edilen boşanma davası sonuçlanmamışsa hala evli mi sayılırız? ..................................8 Allah'ın düşmanları kimlerdir? ...................................................................................................8 Ailede kadına hatalarından dolayı sabır göstermek için ne tavsiye edersiniz? .........................9 Kadınların aybaşı halinin anlatıldığı ayette, tövbe edenlerden söz edilmesi nasıl açıklanabilir? ..............................................................................................................................10 Evrimciler; “Mikro evrimin olduğunu kabul etmek, evrimin tamamını kabul etmektir, çünkü ikisini birbirinden ayırabilecek somut bir ayrım yapılamaz” diyorlar. Sizce de öyle mi? .......11 İstanbul’un fethinde kiliselerin yıkıldığı, evlerin harap edildiği, malların yağmalandığı doğru mudur? .............................................................................................................................12 2 Cinler ''bizden Müslüman olan da var...'' gibi sözleri kime söylüyorlar? - Cinler kendi aralarında konuşuyorlar. Onların bu konuşmalarını ise bize Allah haber veriyor. Bununla cinlerden de müslüman ve müslüman olmayan grupların olduğu konusunda bizi bilgilendirmiştir. Ayrıca, cinlerin de Kur’an’ın Allah’ın mucizeli bir kitabı olduğunu itiraf ettikleri hususu da haber verilmiştir. Bu ifadeden, müşriklerin Hz. Peygamber hakkında uydurdukları “mecnun” sıfatının (cinler tarafından kendisine bu bilgilerin verildiğine dair yakıştırmaların) büyük bir yalan olduğuna, cinlerin de bu Kur’an’ın bir benzerinin ne insanlar ve ne de cinler tarafından ortaya konmasının mümkün olmadığına dair zımni itiraflarına da işaret edilmiştir. - Cin suresinde, Kur’an dinleyen ve onun üstün belagatı ile yüce gerçeklerinden etkilenip imana gelen cinlerin ilahi vahye duydukları hayranlık dile getirilirken vahyin etkili gücü ve çarpıcı özelliği ortaya konmakta, Kur’an ayetlerinin ihtiva ettiği iman gerçekleri cinleri bile etkileyip yola getirdiği halde Mekke müşriklerinin bu gerçeklere karşı direnmelerindeki tutarsızlık gözler önüne serilmektedir. - Surenin muhtevası Allah’ın birliği, yüceliği, gizli aşikar her şeyi hakkıyla bildiği, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların yanlışlığı ve asılsızlığı, Kur’an vahyinin cinler üzerindeki etkisi ve ahiret hayatının kesin olduğu gibi hususlardır. Bu gerçekler, sure içindeki çok kesin ifadelerle gözler önüne serilmiştir. Buna göre cinlerin de mümini, kafiri, iyisi ve kötüsü vardır. Allah’a inanmayan cinler de tıpkı insanların kafirleri gibi cehennemin yakıtı olacaklardır. İnanan insanların onlardan çekinmesine gerek yoktur. Çünkü onlar, Allah’a sığınanlara ve O’nun koruduklarına hiçbir zarar veremezler, kendilerine sığınanlara da bir fayda sağlayamazlar. - Kur’an’da sadece cinlerin değil, başka bir çok insanın/peygamberlerin ve kâfirlerin sözlerine de yer verilmiştir. Kur’an’ın bu ifadeleri, doğrudan o kimselerin tıpatıp sözlerinin bir alıntısı değildir. Allah onların söylemek istedikleri manaları, Kur’an’ın mucizeli üslubuna uygun olarak -tabir yerindeyse- tercüme etmiştir. 3 Müslüman erkek/kadın ahlakı nasıl olmalıdır? Kur'an ve hadislerden elde edilen bilgilere göre, -özetle- kadın/erkek her müslüman: Allah’a ve ahiret gününe iman eder. Dünyanın fitnelerine ve şeytanın hilelerine karşı dikkatlidir. Rabbi’ne ibadet eder, emirlerini yerine getirir, yasaklarından kaçınır. Allah’a tam bir teslimiyet içindedir. Rabbi’ne çokça tövbe eder; hata, ihmal ve kusurlarından dolayı bağışlanmasını niyaz eder. Aile fertlerine karşı sorumluluğunun bilincindedir. Yaptığı her işte Allah’ın rızasını gözetir. Gücü oranında iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar. Kendine karşı görevlerinin bilincindedir. İnsanın akıl, ruh ve bedenden meydana geldiğini ve her birinin kendilerine özgü yapıları ve ihtiyaçları bulunduğunun farkındadır. Bunlar arasındaki dengeye özen gösterir; birine önem verip diğerlerini ihmal etmez. Bu hususta da Allah’ın Kitab’ını, Peygamberinin sünnetini ve büyük zatların yaşantısını kendine rehber edinir. İsraf, aşırılık ve kibre kaçmaksızın giyimine özen gösterir. Allah’ın mükerrem kılıp, meleklerinin secde etmesini emrettiği, gökler ve yerdekileri hizmetine amade kıldığı insana yakışır özeni, iç aleminde de gösterir. Anne-babasına iyilik ve ihsanda bulunur. Onların kıymetlerini bilir, değer verir. Onlara karşı isyankar bir evlat olmamaya dikkat eder. Eşine karşı olgun, sevecen ve cana yakın bir eş olur; onun hoşnutluğunu kazanmaya çalışır, ailesine karşı saygılı olmaya, iyilik ve ihsanda bulunmaya gayret eder, sırrını saklar, iyilik, takva ve salih amel işlemede ona yardımcı olur, gönlünü doldurur, ona mutluluk ve huzur verir. Çocuklarına karşı son derece şefkatli bir annedir. Onların eğitimine yönelik sorumluluğunun farkındadır. Çocuklarına karşı duyduğu sevgi, şefkat ve merhameti onlara hissettirir. Gerektiğinde çocuklarını uyarmaktan, yanlışlarını düzeltmekten geri kalmaz. Böylece gönüllerine güzel ahlakı yerleştirir, onları hayırlı ve şerefli işlere yönlendirerek güzel bir eğitim ile yetiştirmeye çalışır. Akraba ve yakınları ile aralarındaki sevgi bağını devam ettirir. Komşularına iyilik ve ihsanda bulunur. Onların hal ve durumları ile yakından ilgilenir. Komşuluk hakkını bilir ve gözetir. Kardeş ve arkadaşları ile ilişkileri “Allah için sevmek” esasına dayalıdır. Bu ise insanın hayatındaki en yüce, en temiz sevgidir. Zira, her türlü menfaat ve şüpheden uzak bir sevgidir. Bu esas üzerine kurulan ilişki, temizlik ve saflığını Kur’an ve Sünnet’in ışığından alır. 4 Bu yüzden müslüman, kardeşleri ile olan ilişkilerinde dürüst, samimi ve hoşgörülüdür. Bu kardeşlik bağının devam etmesine özen gösterir. Onlarla ilişkilerini kesmez, tartışarak ve sürtüşmeye girerek duygularını incitmez. Mümkün olan hiçbir iyiliği onlardan esirgemez. Onları daima tebessümle, güler yüzle karşılar. Sosyal ilişkileri çok ileri seviyededir. Bu sosyalliğini, dininin esaslarından ve karşılıklı ilişkiler fıkhının üstün ahlaka ilişkin hükümlerden almıştır. Ayrıca, kadın-erkek her Müslüman: Güzel ahlaklıdır. Bütün insanlara karşı doğru sözlü ve dürüsttür. Hile yapmaz, aldatmaz, ihanet etmez. Yalancı şahitlikte bulunmaz. Nasihat eder. Hayra öncülük eder. Sözünde durur. Haya sahibidir. İffetlidir. Kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz. İnsanların mahrem meselelerini araştırmaz. Gösterişten uzaktır. Her durumda adaleti gözetir. Zulmetmez. Sevmediği insanlara karşı da insaflıdır. Hiçbir insanın başına gelen kötülüğe sevinmez. Kötü zanda bulunmaz. Gıybet ve koğuculuk yapmaz. Sövmez ve çirkin söz söylemez. Kimseyle alay etmez. İnsanlara karşı yumuşak ve merhametlidir. Zor durumda olana yardımcı olur. Cömerttir. Yaptığı iyilikleri başa kakmaz. Zorluk değil kolaylık gösterir. Kıskançlık yapmaz. Yapmacık söz ve davranışlardan kaçınır. Güler yüzlüdür. Büyüklük taslamaz, alçak gönüllüdür. Boş işlerle uğraşmaz. Hastayı ziyaret eder. İnsanların dertleriyle yakından ilgilidir. Başkalarını kendine tercih eder. Yapılan iyiliğe değer verir ve teşekkür eder. Örf ve adetlerini İslamî ölçülere uydurur. Büyüklere ve faziletli insanlara saygı gösterir. Kendine uygun olan işleri tercih eder. Erkek ise, kadınlara; kadın ise, erkeklere benzemeye çalışmaz. Hakk’a çağırır. Davetinde nazik ve hikmet sahibidir. Erkek ise, salih erkeklere; kadın ise, saliha kadınlarla birarada bulunur. İffetli, hayalı ve edep yerlerini korur. Sadece bedeninin mahrem yerlerini değil, gözlerini, kulaklarını haramdan koruduğu gibi, aklını, kalbini, niyetini de her türlü haramdan korur. Sabırlı ve ümitvardır. Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmez. Dini ve ilmi alanda bilgilidir. Faydasına ve zararına olan şeyleri öğrenir ve ona göre hareket eder. Ağırbaşlı ve saygılıdır. 5 Fıtridir, doğaldır, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi de olur. Mühim ve tehlikeli vazifelerde asla sarsılmaz, gevşeklik göstermez. Allah’a itimat eder. Beden ve ruh temizliğine önem verir ve buna uygun yaşar. Kumarcı, içkici, düzenci, oyuncu, aldatıcı, dalkavuk ve hilekar değildir. Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez. Her nerede olursa olsun, hatta kendi aleyhine de olsa, hak ve adaletten ayrılmaz. Düşmanlarına karşı da adaleti ve insafı bırakmaz, onların düşmanlıkları dolayısıyla adaleti çiğnemez. İsraf ve cimrilikten sakınır. Ne eliyle ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez. Varlık zamanında da, darlık zamanında da başkalarına elinden geldiği kadar yardımda bulunur. Bir kötülük işlemek ister veya bir haksızlık yapacak olursa, hemen Allah’ı hatırlayarak O’ndan af ve mağfiret diler, yaptığına pişman olur. Kim söylerse söylesin, hakkı kabul eder, ilim ve hüneri, hikmet ve hakikati nerede bulursa alır ve bunda taassup göstermez. Tembel değildir. Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışır, yarın ölecekmiş gibi de ahrete hazırlanır;her iki vazifesini eksiksiz yapar. Allah ve peygamber sevgisini her şeyden üstün tutar. Allah sevgisi ve Allah korkusu onun bütün vücudunu kaplar. Her ne suretle olursa olsun, şüpheli şeylerden sakınır. En büyük gayesi, hakiki bir Müslüman olmaya çalışmak, Müslümanlığın tayin ve telkin eylediği faziletleri yaşamak-yaşatmak ve bu suretle bütün insanlara örnek olmaktır... İşte İslam’ın, hidayetiyle şekillendirdiği ve gönlünü hikmetle yoğurup, basiretini aydınlattığı müslümanın şahsiyetinden bazı örnekler bunlardır. İlave bilgi için tıklayınız: Kur'an'a göre müminlerin ve Müslümanların özellikleri nelerdir? 6 Amerikan bilim dergisi çok sayıda ara geçiş form olduğunu söylüyor. Tiktaalik roseae sadece bunlardan birisi imiş. Bu doğru mudur? Doğru değildir. Tiktaalik bir ara form değildir. Bunun hakikatla ve bilimle hiçbir alakası ve ilgisi yoktur. Tiktaalik roseae, Devoniyen döneminde, yani günümüzden takriben 330 milyon yıl önce yaşamış ve nesli tükenmiş tetrapodlara (Dört ayaklılara) ait bir türdür. Evrimci bilim adamları bunun balıklarla sürüngenler arasında bir geçiş formu olduğunu ileri sürmektedirler. Tiktaalik’in elde fosil olarak sadece kafatası vardır. Gözler kafatasının üstündedir. Tıpkı timsahlarda olduğu gibi. Bilim adamlarının ekseriyeti, bunun timsahlarla aynı yapıda olduğunda ve dolayısıyla bu fosilin bir timsaha ait olduğunda hemfikirdirler. Evrimci jeoloğ ve ressamlar, Tiktaalik’in kafatasına, onunla aynı tabakalarda bulunmuş olan balık ve sürüngen fosillerinin parçalarını ekleyerek, noksan kalan yerleri de alçı ile doldurarak, yarı balık ve yarı sürüngen görünümünü andıran bir şekil vermişlerdir. Yaptıkları bu bilim sahtekârlığını, ara form olarak ileriye sürmektedirler. Konunun içerisinde olmayanlara bu hakikatmış gibi takdim edilmekte, bununla da kalınmayıp, güya bu tip ara formun çok olduğu propogandası yapılmaktadır. Bunların yaptıkları bilim değil, ideolojik bir çalışmadır. Bütün gayeleri ve gayretleri, bir yaratıcıyı ve yaratılışı devreden çıkarıp, her şeyi tesadüf ve tabiatın eline vermektir. Evrimciler tarafından dünyada evrimin lehinde ve yaratılışın aleyhinde büyük bir propoganda ve kampanya yürütülmektedir. Maalesef bilim de buna büyük oranda alet edilmektedir. Amerika’da tarafsız bilim adamları, sadece bilim dergilerinin değil, dini dergilerin de evrimci düşünce taraftarlarının elinde bulunmasından ve hakikatların ters yüz edilmesinden dert yanmaktadırlar. 7 Mesai saatleri içinde, farklı işlerle uğraşmak ve telefon görüşmeleri yapmak Bu konu iş verenin iznine bağlıdır. İş veren buna müsaade ediyorsa yapabilirsiniz. İş veren razı olmuyorsa yapamazsınız. Veya ürün odaklı çalışırsınız. Yani aldığınız işi bir haftada teslim etmek üzere iş verenle anlaşırsınız mesai odaklı değil ürün odaklı çalışırsınız. İstenen sürede işi tamamlarsanız kalan vakitlerde yine iş verenin rızası ile başka şeylerle meşgul olabilirsiniz. Temyiz edilen boşanma davası sonuçlanmamışsa hala evli mi sayılırız? Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmışsa ister normal birinci derecedeki mahkeme, isterse de temyiz mahkemesi olsun mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmündedir. Bu sebeple bir bayan mahkeme tamamen bitene kadar boşanmış sayılmaz ve bir başkası ile evlenemez. Allah'ın düşmanları kimlerdir? "Allah düşmanları" deyimi, "O'nun buyruklarını reddeden inkarcılar"(İbn Atiyye, V, 10) veya "ilklerinden sonlarına kadar bütün inkarcılar"(Zemahşeri, IV,389; Râzî, XXVII, 115) olarak açıklanmıştır. Ancak Taberî, bu deyimin özellikle Kur'an'in ilk muhatapları olan Mekke putperestleri için kullanıldığına işaret eder (Taberi, XXIV, 106); İbn Âşûr da aynı görüşü ısrarla savunur. Ona göre Kureyş müşriklerinin bu şekilde anılmalarının sebebi, Resûlullah'a düşman olmalarıdır. Nitekim Resûlullah'ı ve müslümanları yurtlarından çıkarmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlardan "benim ve sizin düşmanlarınız"(Mümtehine 60/1) diye söz etmiştir (İbn Aşur, XXIV, 264-265). Kaynak: Diyanet, Kuran Yolu Tefsiri, IV/603. İlave bilgi için tıklayınız. İslamiyetin düşmanları nelerdir, bunlara karşı nasıl mücadele eder? | Sorularla İslamiyet 8 Ailede kadına hatalarından dolayı sabır göstermek için ne tavsiye edersiniz? - Aslında bunun ahiretteki sevabı veya cezası bir tarafa, aklını duygularının önünde tutan her akl-ı selim sahibi, aile hayatında huzurlu, mutlu bir yuvada yaşamını sürdürmeyi ister. Bu işin yolu-yordamı ise erkeğin sabırlı olmasından geçer. Kadınlar çocuklara karşı fazladan sabırlı olmaları için kendilerine özel bir şefkat ve duygusallık verilmiştir. Bu sebeple kadınlarda duygusal hareketler kaçınılmaz bir yan etki olarak vardır ki, erkeklere düşen bunu iyi idare ve tolere etmektir. - Bununla beraber, aşağıda bir kaç ayetin meali ve hadis-i şeriflerin manası takdim edilecektir. İnşallah yakında başımızı okşayacak olan Ramazan aynın feyiz ve bereketiyle sabırlı, toleranslı, şefkatli, hazımlı, idmanlı ve de yüksek imanlı bir eş, bir muhafız, mütevazi bir hizmetkâr ve şefkatli bir koruyucu olmaya -geri dönüşü olmayan- bir karar vereceğiz. - Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de, kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır” (Rum, 30/21) mealindeki ayette vurgulanan Allah’ın “eşlere verdiği sevgi ve şefkat” ayetini/delilini silmeye hakkımız yoktur. - Veda haccında kadınların haklarına dikkat çeken peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, şüphesiz siz onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız.” (Müslim, Hac, 145(1218); Tirmizi, Rada’, 11) - “İman bakımından müminlerin en kâmilleri ahlakı en güzel olanlardır. Sizin en hayırlınız ise ailesine karşı en iyi davrananlarınızdır.” (Tirmizi, Rada’, 11) - Şüphesiz eşlerin birbirine yaptıkları zulüm, zulümlerin en kötüsüdür. Bu gerçeğin penceresinden Efendimizin şu uyarısına da kulak verelim: “Zulüm yapmaktan mutlaka sakınmalısınız, çünkü zulüm kıyamet günü zulümattır/karanlık üstüne karanlıktır.” (Müslim, Bir, 56-57) - Rabbimiz’in zalimler için vurguladığı şu ayetlerine kulak vermek insanlığın gereğidir: “Sizden hiç kimse yoktur ki cehenneme varmasın (Cehennem üzerinde kurulan köprüden geçmesin). Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah’ı sayıp günahlardan sakınan müttakileri/takva sahiplerini kurtaracak, zalimleri ise dizüstü çökmüş vaziyette orada bırakacağız.” (Meryem, 19/71-71) 9 Kadınların aybaşı halinin anlatıldığı ayette, tövbe edenlerden söz edilmesi nasıl açıklanabilir? - Kur’an, zikir, fikir ve irşat kitabı olduğundan her münasebetle insanları değişik konular üzerinde düşünmeye sevk edecek ifadelere yer verilmiştir. - Konular arasında bazen çok ince münasebet ipçikleri bulunabilir. İnsan aklı onları kolayca anlamazsa da Allah’ın sonsuz ilminde onların o makamda bir değeri vardır. Bu sebeple, zihinlerin, o ince münasebet ipçiklerine takılan inci gibi belagat nakışlarının yansıdığı ifadelere yoğunlaşması ve şimşek gibi çakan kalbi sünuhat ve ilhamları yakalaması için belli sözcüklerden dokunan manalar söz konusu olur. Bu konular zahiren birbirinden uzak olmakla beraber, yalnız bir cihetten de olsa gerçekte birbirine yakındırlar. Öyle ki, Realitede birbirinin zıddı olacak kadar uzak olan eşya arasında zihinde pek yakınlığı ifade eden bağları olur. Nitekim, bu zıtlardan -örneğin- gece denildiği zaman gündüz; kış denildiği zaman yaz; hayat denildiği zaman ölüm; iman denildiği zaman küfür akla gelir. İşte Kur’an’da birbirinden uzak görünen konuların yan yana gelmesi, zihindeki sanal arkadaşlıkları içindir. Belagat nokta-i nazarında bu gibi sanat incelikleri çok önemli ve pek değerlidir. - Konumuzla ilgili ayette kadınların aybaşı halinin anlatıldığı yerde Tövbe eden ve temizlenenlerden söz edilmesinin inceliğini şöyle açıklamak mümkündür: a) Daha önce aybaşı halinde olan kadınlarla ilişkilerde bu ayetin hükmüne aykırı bir şekilde yanlış davranışlar olmuştur. Burada eski yanlışın çirkinliğine ve ayetin önerdiği yeni davranışın güzelliğine işaret edilmek üzere: “Allah konuyla ilgili eski günahlarından tövbe eden ve o günahlardan temizlenenleri sever” mealindeki ifadeye yer verilmiştir. b) “Temizlenenler”den maksat, cahiliye döneminde bazıları tarafından kadınların üreme yerlerinden değil de, arkalarından yersiz yerlerine ilişki kuranların ondan vazgeçip bundan böyle o suçu işlemekten sakınanların durumu övülmekle işin doğrusuna teşvik yapılmıştır. (krş. Maverdi, Razî, ilgili ayetin tefsiri) c) Yukarıda da ifade edildiği gibi, bir irşat kitabı olan Kur’an’da her fırsatta uygun bir uyarı veya müjdenin verilmesi bu üslubun bir gereğidir. İşte burada da aybaşı halindeki kadınlarla yanlış ilişkide bulunanların (aybaşı halinde veya üreme yerlerin dışında arkadan/anüsten yaklaşanların) bu durumlarının yanlış, tövbeye muhtaç olduğuna işaret edilmekle beraber, bu münasebetle genel olarak insanların her türlü günahlardan tövbe etmeleri ve maddi- manevi kirlerden temizlenmelerinin Allah katında çok değerli bir davranış olduğuna vurgu yapılmıştır. (krş. Razi, a.g.y) d) Bu makamda “temizlenme” kavramı, kadınların aybaşı halinin sona ermesi durumunda bile -cinsel ilişki için- onların gusül ile temizlenmelerinin gereğine de bir işaret sayılmalıdır. - Özetle, burada insanların “aybaşı hali” ile ilgili yanlışlardan vazgeçmelerine teşvik yapılırken, -bir fırsat daha kaçırılmamış-, insanların genel olarak bütün günahlardan da tövbe edip temizlenmelerinin önemine işarete edilmiştir. - Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri, konumuza ışık tutacak mahiyette olduğunu düşünüyoruz: 10 “Her biri birer küçük Kur'an olan ekser uzun sure ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki-üç maksad değil, belki Kur'an mahiyeti, hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitabları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlahiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraatı olan Kur'an, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksadları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlarından ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zahirce zaîf bir münasebetle, başka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükseklenir.” (Asa-yı Musa, s. 67) Evrimciler; “Mikro evrimin olduğunu kabul etmek, evrimin tamamını kabul etmektir, çünkü ikisini birbirinden ayırabilecek somut bir ayrım yapılamaz” diyorlar. Sizce de öyle mi? Bizce öyle değil. Evrimciler hakikatın yolunu şaşırmış. Hakikat ve bilim onların söylediği gibi söylemiyor. Mikro evrim, tek bir canlı türü ve bu türün popülasyonları içinde çeşitli seleksiyonlar sonucu teşekkül eden bütün küçük değişme olaylarına denir. Makro evrim ise, farklı canlı gruplarının ve temel tiplerinin birbirinden meydana gelmesi olayıdır. Fasulyenin kendi türü içerisinde, renk, şekil ve kalite olarak bir takım değişik varıyasyonlar göstermesi mikro evrim, ya da küçük değişikliklerdir. Her canlı grubunda genetik yapının müsaadesi nisbetinde bu küçük değişiklikler gözlenebilir. Mesela insan populasyonunda da bunu görebiliriz. Hiç bir insan diğerinin aynı değildir. Her bir fert, başkalarından bir takım fiziki yapı farklılıklarına sahiptir. Fakat bütün bu değişiklikler, her bir türün genetik yapısına bağlıdır ve belli sınırlar içerisindedir. Öyle iddia edildiği gibi, temel tipler arasında geçiş yoktur. yani bir fasulyeden patates ve domates meydana gelmez. Her şeyden önce o canlının genetik yapısı buna müsaade etmez. Allah her bir varlığın yaratılışını belli bir takım prensip ve kanunlara bağlamıştır. O’nun mevcut kanunları çerçevesinde bir temel tipten bir başkasının meydana gelmesi mümkün değildir. Evrimcilerin temel tiplerin birbirinden meydana geldiği iddiasının ilmi bir temeli ve dayanağı yoktur. Bu sadece onların hayal ürünüdür. 11 İstanbul’un fethinde kiliselerin yıkıldığı, evlerin harap edildiği, malların yağmalandığı doğru mudur? - Hemen şunu ifade edelim ki, bu tür iddiaları, bizzat fethe katılan Bizans tarihçileri bile söylemeye cesaret edememiştir. Zira Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul'un fethini de ve diğer fetihlerini de, tamamen İslâm Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmıştır. İslâm Hukukuna göre, bil-fiil harp halinde bile, İslâm ordularına düşmanın şahıs ve mallarına karşı bazı fiillerin icrası, yasaklanmıştır. Ecdadımızı zaferden zafere koşturan en önemli sebeplerden biri, bu esaslara harfiyen uymalarıdır. Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile doğru orantılıdır. İslam’a göre savaş, ordunun dilediği şeyleri serbestçe yağmalayıp dilediği yerlere baskın düzenleyeceği kanlı bir oyun değildir. İslam’da savaş, bir milletin veya bir grup insanın diğer insanlar üzerinde gerçekleştirmeyi düşündükleri zulüm ve haksızlıklara engel olmaktır. Bu nedenle, savaşta şahsi çıkar, ırk asabiyeti, maddi menfaat, öç alma ve sömürü gibi insanlık dışı duygular etkili olmaz. Savaş esnasında, zorunluluk arz etmedikçe düşmana ait olan hayvanlara, ağaçlara, ziraat alanlarına, sivil ve dini mekânlara zarar vermek amaçlanmamıştır. Hz. Peygamber (asm) uygulamalarıyla dini ve kültürel varlıklar, mamur yerler harap olmadan, kısacası dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. İslam'da savaşın gayesi ganimet elde etmek, yağma ve talanda bulunmak değildir. Bir ayette Müslümanlar, kendilerine haksızlık ve zulüm yaparak Mescid-i Haram'dan alıkoyan düşmanlara karşı hak ve adaletten ayrılmamaları ve zulümle misillemede bulunmamaları hususunda uyarılmışlardır. (Mâide, 2, 8) Hz. Peygamber ise savaş esnasında ve özellikle barış yapıldıktan sonra Müslüman askerlerinin taşkınlık yapmalarını yasaklamış, özellikle yaşlı, çocuk ve kadınların güvenliğine dikkat edilmesini istemiştir. (Ebû Dâvûd, Cihad, 82) Dolayısıyla, savaş ile düşmanın tecavüzü önlenirken, zaruret sınırını geçmek doğru değildir. Nitekim Hayber gazasında barışın yapılmasından sonra bazı Müslüman askerlerinin haddi aşarak yağma ve talana başladıkları Yahudilerin lideri tarafından "Ya Muhammed, sizlerin eşeklerimizi kesip meyvelerimizi yemek ve kadınlarımızı dövmek hakkınız var mı?” şeklinde şikâyet konusu edildiğinde, Hz. Peygamber derhal askerin toplanmasını emretmiş, onlara "Şüphesiz Allah, onlar size üzerlerindekini (cizye ve harac mükellefiyetini) verdikleri takdirde Kitap ehlinin evine izinsiz girmenizi, kadınlarını dövmenizi ve onların meyvelerinden yemenizi helal kılmamıştır." (Ebû Dâvûd, İmâre 33) diyerek yaptıklarının doğru olmadığı uyarısında bulunmuştur. Yine o (asm), bir savaş yolculuğu esnasında askerlerden birisinin haksızca bir kuzu alıp yemek üzere hazırladığından haberdar olunca gelerek kabı ters yüz etmiş ve "Şüphesiz yağma, meyteden (leşten) daha az haram değildir." (Ebû Dâvûd, Cihad 128) buyurarak tepkisini ortaya koymuştur. Hayberli bir Yahudi’nin çobanlık yapan zenci kölesi İslâmiyet’i kabul edip Hz. Peygamber'e gelmişti. Çoban gütmekte olduğu efendisine ait koyunları ne yapması gerektiğini sorduğunda, Hz. Peygamber ona sürüyü sahibinin bulunduğu kaleye doğru sürmesini ve serbest bırakmasını emretmiştir. Çoban da böyle yapmış ve sürü de gidip kaleye girmiştir. (İbn Hişam, Sîre, 3/344–345) Hz. Peygamber burada sürüye el koymayı veya zarar vermeyi düşünmemiştir. 12 Hz. Peygamber'in yağma ve talan yoluyla zorla alınan şeyleri yasakladığını belirten başka hadisler de vardır. (bk. Buhârî, Mezalim 30; Ebû Dâvûd, Cihad, 128) Hz. Ömer Câbiye’de bulunduğu sırada bir zimmî gelerek kendisine, üzüm bağlarını yağmalamakta Müslümanların adeta yarış içinde olduğunu bildirmiş, durumu tahkik eden Hz. Ömer de Müslümanların açlık sebebiyle zimmîlerin malından aldıklarını öğrenmiş ve bunun üzerine bağ sahibine üzümün kıymetinin ödenmesini emretmiştir. (Ebû Ubeyd, Emvâl, Çev. Cemaleddin Saylık, İstanbul1981, s. 187) Ebû Hüreyre de gazaya çıkmak isteyen bir kişiye “sakın ekinleri çiğneyip (hasara uğratmayasın), kumandanın izni olmadan bir tepeye çıkmayasın. Sakın ben gaziyim diyerek ehl-i zimmetin malından bir veya iki torba ot almayasın” diye tavsiye etmiştir. Adam daha sonra İbn Abbas’a rast geldiğinde o da kendisine aynı şeyleri söylemiştir. (Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-Emvâl, s. 186) Şu halde savaş, ordunun dilediğini serbestçe öldüreceği, dilediği şeyi serbestçe yağmalayıp dilediği kimseye hücum edip baskın yapacağı kanlı bir oyun değildir. Her hangi bir bölgeye egemen olduktan sonra savaşçılar diledikleri kimsenin malını talan edip servetini elinden zorla alamazlar. Diledikleri her an düşmanı yok edip ortadan kaldırmak için uygun görecekleri her şeyi işleyemezler. Hatta komutanın izni olmaksızın herhangi bir asker, düşman arazisindeki bir ağacın meyvelerini koparmak hakkına dahi sahip değildir. (1) İslamın bu hükümlerine göre hareket eden Fatih Sultan Mehmed de asla yağma ve talan yapmamıştır. Nitekim Fâtih'in Kazaskeri olan Molla Hüsrev'in kitabındaki yasaklar da bunu açıkça göstermektedir: “Zulüm ve işkence ile öldürmek; muharip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır. Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler. İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır. Verilen söze veya muahedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz. Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez…” Bu hükümleri, resmi kanun hükümleri olarak kabul ve tatbik eden bir devlet adamına, İstanbul'u ve içindekileri yaktı yıktı gibi isnatlarda bulunmak, sadece delilsiz konuşmanın kötü örneklerini teşkil eder. - İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehli kitaba ait mabetlere asla dokunulmaz. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün mabetleri yok eder ve gayri müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur. Ayasofya'nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi bu hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul'daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul'u Allah'ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultân Mehmed, Ayasofya'yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul'u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul'da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih'e ifade ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma'bedlerine karşı İstanbul'un sulh yolu ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir. 13 Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultân Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih'in din ve vicdan hürriyeti anlayışı oluğunu, Osmanlı Devleti'nin şanlı Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır. Bu fetvanın aslı aynen şöyledir: "Merhum Sultân Muhammed Hân hazretleri, Mahmiye-i İstanbul'u ve etrafındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir? el-Cevab: Ma'ruf olan unveten (cebr ile) fetihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delâlet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara taifesi el altından Sultân Muhammed Hân ile ittifak edüb Tekfur'a nusret etmeyecek olub Sultân Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu veçhile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebüssuud". Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fâtih Sultân Mehmed, 23 Mayıs'da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey'i elçi olarak Bizans'a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir. Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslâm Hukukunun kuralları gereği, can ve mala asla zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır. Ayasofya'daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fâtih'in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır. Görülüyor ki, Fâtih Sultân Mehmed'in Sırbistan'da tatbik edeceğini va'd ettiği "Her caminin yanında birer kilise inşasına müsaade" durumu, İstanbul'da da tatbik olunmuştur. Fener'de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin bitişiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyeti, Osmanlı Devleti'nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihrimah Sultân Camii'nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin maddî delillerinden değil midir? İstanbul'un harap edilmesi iddiası da doğru değildir. Buna ayrıntılı cevap vermek yerine, İstanbul'un fethini geçen bin yılın en önemli yüz olayı arasında zikreden CNN, Time ve benzeri kuruluşların yaptıkları tespitten bir cümle nakledelim: İstanbul, Fâtih tarafından fethedilmeden evvel, tam bir harabe ve ölü şehir idi. Fetihden sonra, hem Avrupa'nın ve hem de Müslüman memleketlerin ticâret merkezi ve mamur bir dünya şehri haline geldi. Nitekim Rus tarihçi Ouspensky bile "Türkler 1453'te, Haçlıların 1204'te yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar" diyebilmektedir. (2) İslam hukukuna göre savaş kuralları nelerdir? İslâm’da inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk kuralları kaynak ve hedef bakımından bir bütünlük arzettiği için daha çok psikolojik gerilimlerin hâkim olduğu savaş ortamında bile müslüman savaşçılar belli hukukî ve ahlâkî kayıtlar altına alınmıştır. Sınırları aşmamayı emreden âyetlerle savaş sırasında serbest ve yasak olan eylemleri tek tek sayan Hz. Peygamber’in (asm) beyanları ve sahâbenin uygulamaları bu yaklaşımın temel dayanaklarını teşkil etmektedir. 14 Müslümanların tutumu istisna edilirse öteden beri savaşların genellikle kumandanların ve askerlerin şahsî inisiyatiflerinde sınırlama olmaksızın vahşice sürdürüldüğü görülür. Öyle ki Batı’da devletler hukukunun kurucusu diye bilinen Hugo Grotius, 1625 yılında yayımlanan eserinin önsözünde, hristiyan milletlerin savaşlarda barbarları bile utandıracak çılgınca yöntemler izledikleri ve savaş sırasında Tanrı ya da insan kaynaklı her türlü hukuku ayaklar altına aldıkları için böyle bir eser yazmak zorunda kaldığını söyler. (Savaş ve Barış Hukuku, s. 11) Savaşlarda insan haysiyetine aykırı işkence ve tecavüz gibi uygulamalarla savaşa katılmayanların öldürülmesini önlemeye ve savaşın tahribatını sınırlı tutmaya yönelik hükümlerin konulması, İslâm dünyası hariç ancak 1864 Cenevre ve 1907 Lahey sözleşmelerinde kabul edilebilmiştir. Fakat bu sözleşmeler ve daha sonra kabul edilen uluslararası sözleşmelerin hükümleri gerek güçlü devletlerin kendi menfaatlerini hukukun üstünde tutmaları, gerekse savaşanların yeterli seviyede ahlâkî erdemlere sahip olmamaları sebebiyle maddî ve mânevî yaptırımlardan mahrum kaldığı için uygulamaya yeterince yansımamıştır. Bu çerçevede İslâm hukukunda benimsenen temel kurallar şöylece sıralanabilir: 1. Savaş halinin gerektirdiği bazı istisnalar bulunmakla birlikte genel olarak İslâm ülkesinde müslümana helâl sayılan şeylerle haram olanlar savaşın yapıldığı düşman ülkesinde de aynı hükmü taşır. (Şâfiî, el-Ümm, 7/322) 2. Savaşın asıl hedefi yok etmek değil zararsız hale getirmek olduğundan öldürücü niteliği sınırlı silâhların kullanılması esastır. Bununla birlikte bir âyetten (Enfâl 8/60) caydırıcılığı temin için günün savaş teknolojisini takip edip çağın silâhlarına sahip olmak gerektiği anlaşılmaktadır. Bu âyette, gereksiz ve haksız yere kullanmak için değil kötü niyetler besleyen düşmanı caydırmak için silâhlanma istendiğinden müslümanlar, kitle imha silâhlarına sahip bulunsalar da onları ilk kullanan taraf olmamaya gayret göstermekle yükümlüdür. Kimyasal, nükleer ve biyolojik silâhları kullanmanın meşrûluğu günümüz hukukçuları tarafından tartışılıp bu tür silâhların kullanımıyla ilgili uluslararası antlaşmalar akdedilmekle birlikte bunlar Batılı büyük devletlerce sürekli ihlâl edilmektedir. (Documents on The Laws of War, s. 29, 35, 137, 377; Yaman, İslâm Devletler Hukukunda Savaş, s. 117-120) 3. Askerî maksatlarla veya düşmanı aldatmak için savaş hilelerine başvurmak meşrûdur. Hz. Peygamber’in, “Savaş hiledir” şeklindeki tesbiti (Buhârî, Cihâd, 157; Müslim, Cihâd, 18), savaşta uyanık olup ihtiyatı elden bırakmamak gerektiğini ve karşı tarafı şaşırtacak oyunlardan faydalanılabileceğini göstermektedir. İslâm âlimleri, aradaki antlaşmayı bozmamak ve verilen emanı ihlâl etmemek kaydıyla bu çerçevede mümkün olan her aldatmacaya başvurulabileceğinde görüş birliği içindedir. Bu husus Lahey yönetmeliğinin 24. maddesinde de kabul edilmiştir. (Meray, II, 456) 4. Savaşa bizzat veya dolaylı biçimde katkıda bulunmayan kadınlar, çocuklar, akıl hastaları, özürlüler, hastalar, yaşlılar, mâbedlerde inzivaya çekilmiş din adamları ile kendi işlerini yürütmekte olan çiftçi, işçi ve iş adamlarının öldürülmesi yasaktır. Resûl-i Ekrem’in savaşlarda ölümlerin mümkün olduğu kadar azaltılması yönündeki tavsiyeleriyle (Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 78-79), “Öldürme konusunda insanların en affedici olanları müslümanlardır” sözü (Müsned, 1/393), kadın ve çocuklar dışında herkesin öldürülebileceği yönündeki görüşün (Mâverdî, s. 50) tartışmaya açık olduğunu göstermektedir. 5. Düşman askerlerini yakmak veya cesetleri üzerinde tahribat yapmak yasaktır. (Buhârî, Cihâd, 149; Müslim, Cihâd, 3) 15 6. Düşman tarafın kadınlarına tecavüz etmek ve onlarla gayri meşrû ilişki kurmak yasaktır; hatta bazı mezheplere göre had cezasını gerektirir. 7. Karşı taraf müslüman rehineleri öldürse bile suçun ferdîliği ilkesine göre düşman rehineleri öldürmek yasaktır. (Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, s. 48; Serahsî, el-Mebsûŧ, 10/169) 8. Resûl-i Ekrem’in, “Yağmalayan bizden değildir” (Ebû Dâvûd, Hudûd, 14) ve “Yağma tıpkı murdar hayvan eti yemek gibi haramdır” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 128) şeklindeki uyarıları gereğince yağmalamada bulunmak kesinlikle yasaktır. 9. Beslenme ihtiyacını gidermek veya düşmanın savaş gücünü kırmak amacıyla yapılması ya da harekât zaruretinin bulunması dışında bitki dokusunu ve diğer canlı varlığını yok etmek çoğunluğa göre doğru değildir. (Haşr 59/5; Sahnûn, 2/8; Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr, 1/5255) 10. Stratejik mevkileri, kale vb. müstahkem yerleri tahrip etmek, ateşe vermek, su altında bırakmak savaş gereklilikleri çerçevesinde serbesttir. (Haşr 59/2) Aynı şekilde Bedir ve Hayber savaşlarında örneği görüldüğü gibi düşmanın su kanallarını kesmek veya kullanılmaz hale getirmek de câizdir. 11. Düşman kendi kadın ve çocuklarını veya elindeki müslüman esirleri kalkan olarak kullanırsa bu durumda bütün fakihler, bunların da isabet alabileceği korkusuna bağlı olarak savaşın en düşük yoğunlukta sürdürülmesi gerektiği konusunda görüş birliğine varmıştır. Fakat düşük yoğunluğun derecesini belirleme konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazı âlimler, düşmanın bunu bir yöntem haline getirmemesi için anılan siperlerin hedef alınabileceğini belirtirken çoğunluk, ancak savaşa devam edilmemesi durumunda müslümanların mağlûp olması veya daha büyük zarara uğraması söz konusu ise zarureten bu yola başvurulabileceğini belirtmiştir. 12. Cinsiyet ve yaş şartı aranmaksızın her gayri müslimin savaş sırasında veya zimmet anlaşması imzalanmamışsa savaş sonunda esir alınabileceği fakihlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. (Enfâl 8/67-69; Muhammed 47/4) Bununla birlikte esirlere kötü muamelede bulunulması yasaklanmış, barınma ve beslenmelerine özen gösterilmesi, aile fertlerinin birbirinden koparılmaması, özellikle kadın esirlerin namusu konusunda titizlik gösterilmesi istenmiştir. Savaş karşı tarafın İslâm’ı kabul etmesi veya teslim olması, fethin gerçekleşmesi, süreli veya süresiz barış antlaşması yapılması, tahkime müracaat etmek üzere ateşkes antlaşması imzalanması, müslümanların mağlubiyeti veya savaşı bırakması yollarından biriyle sona erer. İslâm hukukçuları bu durumların her biriyle ilgili olarak ayrıntılı hükümler tesbit etmiş ve konuyu hukuk zemininin dışına kaydırmamaya özen göstermiştir. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Savaş, Sulh, Cihad md.) Dipnotlar: 1) Bk. Yunus Macit, Savaş Kuralları Açısından Hz. Peygamber’in Sünnetinde Doğal ve Fizikî Yapının Masuniyeti, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 4. 2) Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, 1/282 vd.; Mevkufati, Mülteka Tercümesi, 1/343; Damad, Mecma'ul-Enhür Şerhu Mülteka'l-Ebhur, 1/643 vd.; Ebüssuud, Ma'ruzat, İst. Üniv. Kütp. Ty. nr. 1798, vrk. 130/a-b; İbn-i Kemal, Tevârih-i ÂH Osman, VII. Defter, sh. 62 vd.; Baştav, Şerif, "XIV. Asırda yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı tarihine göre İstanbul'un muhasarası ve zabtı", sh. 51-82; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, c.l, sh. 448 vd.; Âli, Künh'ül-Ahbâr, c. V, 251260; Solakzâde, 191-201; Âşıkpaşa-zâde, sh. 141-143; Clot, Fâtih, 60 vd.; Karşı görüş için bkz. Aydın, Erdoğan, Fâtih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, 66-67, 94-95, 127-128. Bk. Ahmet AKGÜNDÜZ, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul 2000, s. 106-109. 16