OSMANLI`NIN ŞAİR PADİŞAHLARI Şairlerin saltanatı

advertisement
TRT VİZYON 17
TRT’DEN
15 Temmuz’u unutturmayacağız!
Bir ramazan ayını daha geride bıraktık. Dünyanın en büyük yayın
kuruluşlarından TRT ramazan ayında da milli ve manevi değerlerimize
uygun yayın içerikleriyle yine dopdoluydu. Bunlardan en çok ses getireni
ise kuşkusuz “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması” idi. Bir ay boyunca
Kur’an bülbülleri bizlere kutsal kitabımızın mesajını güzel sesleri ile
ulaştırdılar, evlerimize konuk oldular. Büyük final ise Cumhurbaşkanımız
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde ve ev sahipliğinde
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşti.
Katılımın ve ilginin yoğun olduğu gecede Sayın Cumhurbaşkanımızın takdim
ettiği anlamlı hediyeler ve mesajları, programın güzel ve hayırlı bir başlangıç
yaptığının habercisidir. Milli ve manevi değerlerimizin ışığında, Kur’an
mesajını idrak edebilmek için Kadir Gecesi gerçekleşen bu güzel final ve
program için emeği geçen tüm çalışma arkadaşlarımı tebrik ediyorum.
Erkan DURDU
TRT Genel Müdür V.
15 Temmuz,
ülkemizin üzerine
örtülmeye çalışılan
karanlığın, milletin
ferasetiyle aydınlığa
çevrildiği bir
kahramanlık öyküsü
olmuştur.
TRT Srebrenitsa soykırımı ile ilgili yayınlarını geniş ve planlı bir şekilde 2005
yılından itibaren sürdürüyor. Boşnak kardeşlerimize uygulanan soykırımı, TRT
Diyanet, TRT Haber ve TRT Avaz’dan yapılan canlı yayınlarla olabildiğince
büyük bir organizasyonla tüm dünyaya duyurmaya devam ediyoruz. Kurum
olarak üzerimize düşeni yerine getirmek üzere geniş bir yapım ve yayın ekibi,
canlı yayın araçları ve teçhizat ile her yıl Türkiye’den Srebrenitsa’ya doğru
yola çıkıyor. Bu yıl da 11 Temmuz’da yapılan anma ve defin töreni için hazırız.
Temmuz ayı bizler için 15 Temmuz’da ülkemizin üzerine örtülmeye çalışılan
karanlığın, milletin ferasetiyle aydınlığa çevrildiği bir kahramanlık öyküsünün
seneyi devriyesi anlamını taşımaktadır. O uzun gecenin birinci yılını geride
bırakırken bugün bir kez daha milletimizin büyüklüğünü anlıyoruz. Milletimiz
kendi iradesine sahip çıkacağını ve bağımsızlığına ne denli düşkün olduğunu
kararlılıkla göstermiştir ve hain 15 Temmuz planı toplumsal bir travmaya
dönüşmeden engellenmiştir. Biz de yayınlarımızla dün olduğu gibi bugün
ve yarın da bu kanlı girişimi unutmayacak ve unutturmayacağız. Bu ay
TRTVizyon dergisi olarak hazırladığımız dosyanın da arşivlerde yerini
almasıyla, gelecek nesillerin bu ihanetten doğru dersler çıkarmasına ve
ülkemizin geleceğine güvenle bakmasına katkı sağlamak arzusundayız. Bu
düşüncelerle tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, gazilerimize uzun ve huzurlu
bir ömür diliyorum.
Erkan DURDU
TRT VİZYON 1
TRT VİZYON DERGİSİ
30 YILDIR SİZLERLE...
İÇİNDEKİLER
TRT AYLIK RADYO TELEVİZYON
DERGİSİ
TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON
KURUMU ADINA SAHİBİ
Erkan DURDU
GENEL KOORDİNATÖR
Tuncay YÜREKLİ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Yılmaz ÇINAR
YAYIN KOORDİNATÖRÜ
Aslıhan ŞAHİN GÜVEN
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU
GRAFİK TASARIM
Gamze ÖZGÖREN
Feride ORTAÇ
YÖNETİM YERİ
TRT GENEL SEKRETERLİK
TRT SİTESİ B BLOK KAT: 11
ORAN/ANKARA
Tel : (312) 463 23 00
Faks: (312) 463 23 07
ISSN 1308-7495
YAYIN TÜRÜ Yaygın/Süreli
BASIM TARİHİ
30 Haziran 2017
BASILDIĞI YER
Salmat Basım Yayıncılık
Ambalaj San. Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde 95/1
Altındağ-Ankara
Tel : (312) 341 10 20
Faks: (312) 341 30 50
10 TRT yayıncılığın ötesinde
Belgesele akademik katkı
20 “Benim Annem Benim Babam”
Bir TRT belgeseli
22 Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma
Yarışması
Kadir Gecesi’nde muhteşem final
30 Masal şehir
Mardin
34 Modern çağda bir ozan
İrfan Gürdal ile…
www. trt.net.tr/vizyondergisi
facebook.com/TRTVizyonDergisi
trtdergisi@trt.net.tr
38 15 Temmuz’u unutmayacağız!
44 İnsanlık tarihinin karanlık sayfası
Srebrenitsa’nın çığlığı
48 İngiltere’de Türk İzleri
Müzeler ve izlerimiz
50 Zorlu bir serüven
“İlk Kitap”
54 Sahibini arayan fotoğraflar
Maziye yolculuk
58 “Deniz Hamamları”
Osmanlı’da bir yaz geleneği
66 Kasabada Zaman’dan: Sığacık
Sığabildik mi zamana?
Şimdi hesap verme zamanı
TRT VİZYON 3
AYIN KARELERİ
Meral ÜNSAL / meral.bakici@trt.net.tr
Ne yazık ki, insanlık
tarihine utanç harfleriyle
yazılan bazı olaylar vardır.
Serebrenitsa katliamı da o
olaylardan biri ve insanlık
tarihi sürdükçe bir kara leke
olarak kalmayı sürdürecek.
Pek çok masum insanın;
çocukların, gençlerin,
yaşlıların katledildiği kirli bir
savaşın adı Serebrenitsa.
Ayrıntılarını artık hepimiz
biliyoruz. Üzerinden yıllar
geçse de unutulmayacak
ayrıntılar bunlar. Sözü
burada noktalayalım ve
o masumları Sırplara
teslim eden Hollandalı
bir askerin iç döküşüyle
bitirelim: “Ölmek istiyordum,
masum insanları koruma
sözü verdiğimiz halde
bize sığınan insanları
koruyamadığımız için
kendimi affetmiyorum.”
Ve doğa… Katliam kelimesini
bizden öğrenen doğa.
Baharın coşkusunu atlatıp
içinde bulunduğumuz
mevsimin dinginliğinin
kucağına kendini bıraktı bu
yıl da. Ülkemiz için bahar ve
yazın ilk ayları yağmurla geçti
ve hepimiz yazın geldiğini
ancak bu ay anlayabildik.
Oysa gündönümü yaşandı
ve kış çoktan yaklaşmaya
başladı bile. Güneşli
günlerin ve ılık esintili yaz
akşamlarının tadını çıkarmak
için kısa bir süre var
önümüzde.
Geçtiğimiz ay teknoloji
dünyasında hepimizi
çok heyecanlandıran bir
gelişme oldu ve Sophia
ile tanıştırıldık. Şimdiye
dek çeşitli hünerleri olan
robotlar ve insansı robotlar
görmüş olsak da Sophia
gerçekten mimikleri,
yüzünün gerçekçiliği ve
diğer bazı özellikleriyle
öncüllerinden ayrılıyor.
Bilim kurgu filmlerindeki
senaryoları bir kenara
bırakmak zor olduğundan
bu konuyu sağlıklı
değerlendirebilmek için
zamana ihtiyacımız
var. Sophia bir kadın
olarak tasarlanmış ve bu
konuda gerçeklerinden
ayrılmadığını da yine kendi
ağzından duyuyoruz: “Ben
zor ve karışık bir kadınım.
Beni anlamak bazen
zordur”
TRT’DEN
Aynur ÇELİKCAN / aynur.celikcan@trt.net.tr
TRT yayıncılığın ötesine geçti
Belgesele akademik katkı
TRT bu yıl, belgesel sinemanın geleceği olan belgeselcileri desteklemek ve
ödüllendirmenin ötesine geçti. Geleceğe kilometre taşları ekleyen TRT, “Belgesel
Ödülleri” kapsamında, sempozyum, paneller, atölye çalışmaları ile belgesel
sinemanın dev isimlerini etkinliğe dahil ederek, sinema sektörüne önemli
akademik katkı sağladı.
B
u yıl TRT, belgesel
sinemanın geleceği olan
belgeselcileri desteklemek
ve ödüllendirmenin ötesine
geçti. 9. Uluslararası TRT
Belgesel Ödülleri, geçtiğimiz
ay pek çok ülkenin rekor katılımıyla
İstanbul’da resmigeçit yaptı adeta. Yarışma
filmlerinin heyecanı, özel seçki filmlerin
gösterileri devam ederken, TRT, bu yıl
belgesel sinemaya farklı bir katkıda daha
bulundu. Klasik yayıncılığın çok ötesine
taşınan TRT, belgesel sinemacıları ve
sinema sektörünü akademik düzeyde de
besleyerek, dev bir okul olduğunun altını
bir kez daha çizdi.
10 TRT VİZYON
Yeni Medya Sempozyumu
Paydaş kuruluş olarak İstanbul Üniversitesi
ile işbirliği çerçevesinde, İ.Ü. Rektörlük
Binası’nda düzenlenen “Uluslararası
Geçmişten Geleceğe Yeni Medya
Sempozyumu” bu katkının ilk ve önemli
adımıydı. Sempozyum süresince farklı
üniversitelerden gelen akademisyenler
ve sektörün önemli isimleriyle birlikte,
dünya çapında konuşmacılar da bu
katkıyı perçinledi. Akademisyenler yeni
medya, sosyal medya gibi başlıklar altında
gerçekleşen oturumlarda yeni medyanın
sinemaya etkisi, sosyal medya kullanımının
çocuklara etkisi, sosyal medyada nefret
söylemi, sanal gerçeklik, web sayfası
kullanımı, kendini ifade etme aracı olarak
sosyal medya kullanımı, görsel iletişim
tasarımının gibi birçok başlıkta sunumlarını
gerçekleştirdi.
Sempozyum boyunca oturumlarda 45
akademisyenin hazırladığı 30 farklı
bildiri sunuldu. “Yeni Medyanın hangi
yeni imkanları getirdiği, bu imkanların
günümüzde nasıl kullanıldığı, bugün hangi
yeni problemlerle yüz yüze geldiğimiz
ve gelecek beklentilerinin neler olduğu
tartışıldı.
‘Tarihten Geleceğe Bilim Köprüsü’
sloganına sahip olan bir kurum olarak
dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında
yer alan İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü
Prof. Dr. Mahmut Ak, bu buluşmayı TRT
ile birlikte gerçekleştirmenin mutluluğu
içinde olduklarını, alanların ve iletişim
şeklinin değiştiği yeni bir medya çağında
olduğumuzu kaydetti.
Dijital çağda belgesel
Sempozyumun açılış konuşmacılarından
Dr. Jon-Hans Coetzer, sözlerine dijital
çağdan bahsederek başladı. “Binlerce
insan çok kısa sürede dijital içerik üretiyor”
ifadesini kullanan Dr. Coetzer, bu içeriklerin
herhangi bir kaynaktan beslenebileceğini
belirtti. “İnterneti tehlikeli hale getiren nefret
söylemleri de bu dijital içeriklere dahil”
diyen Dr. Coetzer, eskiden kurumlarda olan
gücün artık bireylere geçeceğini aktardı.
Florian Thalhofer, “Belgeselin Geleceği”
adlı sunumunda, “Medya yalnızca neyi
ifade edeceğinizi değil düşünce biçiminizi
de değiştiriyor” diyerek, öykülerin bireylerin
ortak hedefleri ve birlikte çalışmaları için
önemli olduğunu vurguladı. Gerçekliğin
ne olduğu hakkında konuşan Thalhofer,
“Gerçeklik belki de güneşin içinde bir ışın
gibidir” dedi. Thalhofer, gelecekte belgesel
filmlerin amacının açıklamak değil,
gerçekliği incelemek ve en önemli bakış
açılarını yakalamak olacağını sözlerine
ekledi.
Geleceğin perspektifini çizmek
“Yeni Medya” başlığı altında yapılan
oturumlar İÜ Rektörlük Binası Doktora
Salonu ve Mavi Salon’da eş zamanlı olarak
gerçekleşti. Doktora Salonu’nda yapılan ve
moderatörlüğünü Prof. Dr. Aytekin İşman’ın
üstlendiği oturumda, Arş. Gör. Serkan Bulut
ve Arş. Gör. Ahmet Faruk Çeçen, “Black
Mirror” adlı dizinin incelendiği sunumda,
dizideki bilgisayar oyunlarının insanlara
nasıl bir deneyim sunduğu ve sosyal linç,
çevresel problemler gibi başlıklar hakkında
açıklamalarda bulundular.
Oturumun devamında Yrd. Doç. Dr. Ali
Murat Kırık, internet haberciliği konusunu
ekonomik ilişkiler ve medyayla bağlantısı
açısından ele aldı. Öğr. Gör. Burcu Bektaş
e-spor ve sanal gerçeklikle ilgili sunumunu
gerçekleştirirken, e-sporda yeni medya
konusunu ele alan Boğaçhan Aydın, e-spor
takımlarının yeni medyadaki davranışlarını
açıkladı. Öğr. Gör. Esma Sancar,
kadınların interneti kullanım amaçlarını
İstanbul örneği üzerinden anlattı.
Sempozyumun Doktora Salonu’yla
eş zamanlı olarak Mavi Salon’da
gerçekleşen ilk oturumun Başkanı Prof.
Dr. Suat Gezgin, “Bir zamanlar tek bir
TV kanalı izlerken şimdi yeni medyayı ve
onun geleceğini konuşuyoruz” diyerek,
üniversitelerin gençleri yeni medyayla
buluşturma açısından büyük öneme sahip
olduğunu belirtti.
Çocukların serbest zamanlarında
teknolojiyi nasıl kullandıklarıyla ilgili
açıklamalarda bulunan Prof. Dr. Filiz
Aydoğan Boschele, geleneksel serbest
medya etkinliklerinin yeni medyayla
azaldığını söyledi. Oturumun devamında
Yrd. Doç. Dr. Onur Akyol Hologram
teknolojisini tanıtırken, Yrd. Doç. Dr.
Süleyman Türkoğlu, teknolojinin görsel
dizayn olarak kullanımı ve sunumunu mobil
iletişim örneği bağlamında değerlendirdi.
Lev Manoviç video konferansı
Doyurucu bir akademik şölene dönüşen
sempozyumun ikinci oturumu Prof. Dr. Ali
Murat Vural moderatörlüğünde yapıldı.
“Yeni Medya/ Sosyal Medya” adlı oturumda
sırasıyla Arş. Gör. Ezel Türk, Arş. Gör.
Oğuz Kuş, Dr. Özgür Uğraş Akgün, Yrd.
Doç. Dr. Özlem Arda, Prof. Dr. Nilüfer
Pembecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Yosra Jarrar ve
Yrd. Doç. Dr. Shema Bukhari sunumlarını
gerçekleştirdi.
Sempozyumun üçüncü oturumunun açılış
konuşmasında sürpriz bir isim vardı.
Sempozyuma yeni medya alanındaki
yayınları ile tüm dünyada tanınan Prof.
Dr. Lev Manovich ABD’den canlı video
konferansı ile bağlandı. “Bir milyar imge
nasıl görülebilir” adlı sunumunu yapan
Prof. Manovich, dijital kültür ve dijital
medya sanatı konusunda açıklamalarda
bulundu. Manovich sunumunda imge
kullanımından bahsederek, bazı gazete ve
dergilerin 20 ile 80 yıl arasında çıkardıkları
sayıların ilk sayfalarını, Selfiecity,
İnstagram, Twitter gibi sosyal medyalarda
paylaşılan fotoğrafları, New York Modern
Sanatlar Müzesi’nden alınan fotoğrafları
kullanarak hazırladıkları projedeki
animasyonları ve grafikleri anlattı. Prof.
Dr. Lev Manovich sunumunda ayrıca
projelerinde tespit ettikleri yıllar içerisindeki
imgesel değişiklikleri gösterdi.
İletişimi yeniden şekillendirmek
Dr. Cristoph Schmidt, iletişimde yenileşme
ve medya sektöründe yeni gelişmeler
konusunu değerlendirdi. Sempozyuma
katılan alanında uzman isimler arasında
değerli akademisyen Dr. John Hans
Coetzer’in yanı sıra İnteraktif Belgesel
Film Yönetmeni ve Korsakov programının
yaratıcısı Florian Thalhofer de yer aldı.
Thalhofer, “Aslında doğal düşünme biçimi
lineer değildir. Filmlerde hikâyeler lineer
anlatılıyor; çünkü insanlar şimdiye kadar
böyle eğitildi. Eğer yeni anlatım biçimlerini
kullanmazsak farklı bakış açılarını
gösteremeyiz” şeklinde konuştu.
“Yeni Dijital Çağda Sosyal Medya: İletişimin
Geleceğini Yeniden Şekillendirmek” başlıklı
konuşması ile sempozyuma katılan Dr.
Jon-Hans Coetzer ise şunları dile getirdi:
“Yüzlerce, binlerce insan dijital içerik
üretiyor. İnternet, yönetilemeyen en büyük
ağ. Daha önce insanların parmak uçlarında
bu kadar büyük bir güç yoktu. Teknoloji
çok hızlı bir şekilde gezegenin her yerine
ulaşıyor. Bu gelişmeler iletişim teknolojileri
kurumlarımızı içeriden veya dışarıdan
değiştirmeye devam edecek. Eskiden
kurumlarda olan güç, bireylere geçecek
ve bireyler tek başlarına büyük bir gücü
kırabilecek. Artık vatandaşlar sanalda ve
gerçekte olmak üzere farklı kimliklerle
TRT VİZYON 11
karşımıza çıkacak. Sanal kimlikler diğer
kimliklerin üstüne geçecek ve farklı
sorumluluk türleri oluşacak.”
İnovasyon medya ilişkisi
Prof. Dr. Christoph Schmidt ise medya
ve inovasyon arasındaki boşlukları
doldurmaya çalışacağını söyleyerek,
inovasyon nedir, ne tür inovasyon ile
karşı karşıyayız, inovasyonu aktarmanın
uygun yolu nedir, toplumun ve şirketlerin
neden inovasyona ihtiyacı vardır, medya
inovasyonu nasıl etkileyebilir gibi soruların
cevaplarını inovasyonun farklı tiplerinden
bahsederek aktardı.
Sempozyumun farklı oturumlarda “Yeni
Medya” ve “Sosyal Medya” başlıklarında
birbirinden önemli sunumlar yapıldı.
Sempozyuma İstanbul Üniversitesi
Öğretim Üyeleri ve öğrencilerinin yanı sıra
farklı üniversitelerden öğretim üyeleri ve
öğrenciler de yoğun ilgi gösterdi.
Sempozyumun üçüncü oturumunda
moderatörlüğünü Prof. Dr. Filiz Boschele’in
yaptığı ilk sunumda Doç. Dr. Betül Önay
Doğan, sivil toplum kuruluşlarının medya
kullanımında içerik üretim sürecini anlattı.
Doç. Dr. Burcu Kaya Erdem, Streisand
Etkisi’ni ve yeni medya kültüründen haberi
olmayan kurumların eski medya anlayışıyla
hareket eden insanlar üzerindeki etkisini
ele aldı. Sosyal medya ve kamusal alan
üzerine konuşan Feyza Ünlü Dalaylı ve
Ezgi Uslu’nun ardından, Arş. Gör. Gizem
Parlayandemir ve Arş. Gör. Damla Akar,
sosyal medyanın etkisini belgeseller ve
belgesel kanalları üzerinden açıkladı.
Doktora Salonu’ndaki 3. oturumun son
sunumu Doç. Dr. Hatun Boztepe Taşkıran,
halkla ilişkilerde online ilişki yönetimi
uygulamalarını aktararak gerçekleştirdi.
12 TRT VİZYON
Sempozyum boyunca
oturumlarda 45
akademisyenin hazırladığı
30 farklı bildiri sunuldu.
“Yeni Medyanın hangi yeni
imkanları getirdiği, bu
imkanların günümüzde
nasıl kullanıldığı, bugün
hangi yeni problemlerle
yüz yüze geldiğimiz ve
gelecek beklentilerinin
neler olduğu tartışıldı.
Sosyal medya ve sinema
Mavi Salon’da moderatörlüğünü Prof. Dr.
Ceyhan Kandemir’in yaptığı oturumda, ilk
olarak Arş. Gör, Hülya Semiz Türkoğlu,
sosyal medya ve çocuk konulu sunumunu
yaptı. Yrd. Doç. Dr. Mesut Aytekin’in sosyal
medya ve sinemayla ilgili açıklamalarda
bulunduğu sunumun ardından, Prof. Dr.
Nilüfer Sezer ve Arş. Gör. Derya Gül Ünlü,
reklam ve sosyal medya hakkında konuştu.
Doç. Dr. Özgü Yolcu’nun sosyal medyadan
ve Amfi İstanbul projesinin öneminden
bahsetmesinin ardından, Arş. Gör. Rabia
Zamur Tuncer, “Goffman’ın ‘Sahne’
Kavramı Bağlamında Sosyal Medya
ve Mekan İlişkisinin Okunması” başlıklı
sunumunu yaptı.
Yeni Medya Sempozyumu’nun “Sosyal
Medya” başlıklı son oturumunun
moderatörlüğünü Prof. Dr. Murat Özgen
yaptı. Konuşmacılardan Yrd. Doç. Dr.
Sertaç Timur Demir, sosyal medya
kültürünü terörizm bağlamında
ele aldı. Yrd. Doç. Dr. Ümit
Sarı’nın “Sosyal Sorumluluk
Kampanyalarında Sosyal
Medyanın Etkisi” adlı sunumunun
ardından, Yrd. Doç. Dr. Veysel
Çakmak, benlik sunumu aracı
olarak instagram kullanımını
ve bunun öğrenciler üzerindeki
etkisini ortaya koydu. Oturumun
son konuşmasını Dr. Evrim
Kabukçu, moda endüstrisi ve
sosyal medya konusunu ele
alarak tamamladı. Oturumların
sonunda katılımcılara oturum
başkanları tarafından sertifikaları
takdim edildi.
“Uluslararası Geçmişten
Geleceğe Yeni Medya
Sempozyumu”, Prof. Dr. Erdoğan
Köse’nin “Sanal Gerçeklik Teknolojisi ve
Uygulamaları” adlı workshop çalışmasıyla
sona erdi.
Belgesel ve Etik Paneli
TRT Harbiye’de gerçekleştirilen ve
Bahçeşehir Üniversitesi işbirliğiyle
düzenlenen “Belgesel ve Etik” konulu
panelin moderatörlüğünü Doç. Dr. Nihal
Ulusoy üstlendi. Prof. Dr. Savaş Arslan,
etik ve belgesel üzerine yazmasının
sebeplerini açıklayarak önemli olan
noktanın etik kavramının algılanış biçimi
olduğunu ifade etti. Antik Yunan’da etiğin
alışkanlık, karakter ve görenek şeklinde
nitelendirildiğini belirten Prof. Dr. Arslan,
belgeselin karakteri olup olmadığını ve
ahlak felsefesinin sadece bundan ibaret
sayılmaması gerektiğini vurguladı. Belge
filmi belgesele dönüştüren unsurun insana
ait dokunuş olduğunu belirten Prof. Dr.
Arslan, günümüzde gerçeklik olgusunun
sorgulanmaya başladığını söyledi.
Sanatta nesnellik ve belgesel
Bir taraftan gazetecilikten gelen
belgeciliğin, diğer taraftan sanattan
kaynaklanan belgeselciliğin varlığından
söz eden Prof. Dr. Arslan, gazetecilikte
nesnellik ve genellik algısı olduğunu
sanatta ise böyle bir iddiadan söz
edilemeyeceğini aktardı.
Panelde söz alan Yönetmen Aykut Alp
Ersoy, belgeselde etik kavramına reji
açısından nasıl yaklaşılması gerektiğine
değindi. “Belgeselcilikte cevaplardan
çok sorular önemlidir” diyen Ersoy,
kameranın konumlandırıldığı yerin de
bir etik meselesi olduğunu ifade etti.
Yapımcının ahlak ilkelerinin yönetmenin
sınırlarını belirleyeceğini belirten Ersoy,
ortak projelerde yapımcının ciddi bir etken
olduğuna değindi.
Panelde üçüncü konuşmacı olarak söz
alan Belgesel Yönetmeni Broxton Hood,
yönetmenin yeteneklerinin ve yapımcının
bilinç düzeyinin önemli faktörler olduğunu
belirterek içeriğin oluşturulma, yönetilme
ve düzenlenmesinin de ayrıca önemli
olduğunu kaydetti. “Görselliğin felsefi,
sosyolojik ve siyasi yönleri vardır”
ifadesini kullanan Hood, “Belgeseller hiper
dijital dünyamızda yeni bir hal almaya
başladı” şeklinde konuştu. İmgelerin
farklı bağlamlarda değerlendirildiğini
belirten Hood, 1930’lu yıllarda yoksulluk
ve acı çekme gibi konulara değinildiğini
söyleyerek bu dönemdeki ilk hareketli
filmlerden örnekler verdi.
T.C. Kültür Bakanlığı Sinema Genel
Müdürlüğü Şube Müdürü Nilüfer Kılcı,
belgesel çekimleri için Bakanlığa yapılacak
başvurularda ön araştırmanın çok önemli
olduğuna değindi. Destek alınabilmesi
için gerekli ön koşullar hakkında bilgi
veren Kılcı, T.C. Kültür Bakanlığı’nın
destek programlarından söz etti. Kılcı,
kurul kararlarının boyutu ve konulara göre
hazırlanan bütçelendirmeleri açıklarken
finans planının nasıl olması gerektiğini
de sözlerine ekledi. Bütçe dağıtımının
belli mevzuatlara göre yapıldığını ve bu
mevzuatların da uluslararası normlardan
alınmış ve yasa ile belirlenmiş olduğunun
altını çizdi.
izleyiciye ulaşmanın ve network kurmanın
önemine değinen Aktaş’ın ardından, The
Creative Documentary Platformu Kurucu
Direktörü Reem Bader’in belgesel fonlama
üzerine konuşması ilgi çekiciydi.
Servet Somuncuoğlu anısına
Belgeselin fonlanması yöntemleri
İstanbul Şehir Üniversitesi’nin işbirliğiyle
düzenlenen “Belgeselin Fonlanması”
paneli de belgesel yapımcılarının ilgisini
çekti. Moderatör İstanbul Şehir Üniversitesi
Rektör Vekili Prof. Dr. Peyami Çelikcan,
belgesel yapımında kamu kaynaklarının
geçmişinden bahsederek TRT’nin 1970’li
yıllardan itibaren belgesel üretimine
sağladığı katkıların altını çizerek,
bütçenin kaynağını oluşturmak için
yeni imkanlar geliştiğini vurguladı. TRT
Prodüktörü Kerime Senyücel farklı fonlama
yöntemlerinden bahsederek, iç ve dış
kaynaklar hakkında bilgi verdi. Bu yıldan
itibaren TRT’nin 35 bin TL.’lik para yardımı
girişiminin önemini de belirterek, devlet
desteğinin önemine dikkat çekti.
Dr. Seda Kılıç Aktaş ise alternatif
fon modeli olarak kitlesel fonlamanın
belgeseller bağlamında kullanımını anlattı.
Yeni medya kuramlarında yeni ve geniş
İstanbul Aydın Üniversitesi’nin katkılarıyla
düzenlenen “Kültür ve Belgesel” paneline,
TRT’nin belgesel yapımcı ve yönetmeni,
taşlardaki izler, sembol ve motiflerle
Türk sanatına büyük katkı sağlayan
merhum Servet Somuncuoğlu anısına
“At ve Efendisi” adlı görüntülü sunumla
başlandı. Prof. Dr. Cem Kaan Uzunöz
moderatörlüğündeki panelde, SETEM
Başkanı Mehmet Güleryüz belgesel
üretimini arttıran faktörlere değinirken,
TRT Yapımcısı İsmet Yazıcı, akıl, bilim ve
kalp kanadına sahip olanların bu terazide
belgesel üretmesi gerektiğini vurguladı.
Yrd. Doç.Dr. Hale Torun ise görsel
tarih ve bellek kavramlarının yeniden
yapılandırılması gerektiğini savundu. TRT
World Yapımcısı Yasin Cemal Galata,
merhum Somuncuoğlu’nun Türk kültürüne
katkılarından bahsederek, “Türk Kaya
Resmi”nden kısa kesitler sunarak Türk
mezartaşlarına sahip çıkılması gerektiğini
belirtti.
Belgesel, sabır sanatı
Belgeselcilerin idolü Kanadalı
yönetmen ve yapımcı Petr
Lom’un Gerçek Sinema ve
Belgesel Film Yapımcılığı: Sabır
Sanatı başlıklı sunum TRT
Belgesel Ödülleri’nin en çok ilgi
çeken sunumlarından biriydi. Petr
Lom, belgeselin anlatım biçimleri,
kameranın etkileri, anlatım
farkları, yaratıcı belgeselcilik,
oyunculuk performansı ve hikaye
üzerine çok değerli bilgiler
aktardı. Burma görüntüleri
eşliğindeki konuşmasında
belgeselin sabır sanatı olduğunu
yineledi.
Bir başka ilgi çekici sunum
da ünlü İngiliz yönetmen
Florian Thalhofer tarafından
gerçekleştirildi. Thalhofer
interaktif belgesel yapmak için
bilgisayar programında geliştirilen
“Korsakow” programını anlattı.
TRT VİZYON 13
TEKNOLOJİ
Öztürk Miraç SARAL / oztukmirac.saral@trt.net.tr
James Webb
Uzay Teleskopu
GEÇMİŞE DÖNMEYE HAZIR MIYIZ?
B
azı keşifler o kadar
beklenmedik ki bizlere yeni
cevaplar değil, yeni sorular
sorduruyor.
Yıldızların ötesinde neler var?
Yalnız mıyız? Bize benzeyen
başka gezegenler var mı? Evrenin ötesinde
ne var? İnsanlık, gözlerini yıldızlara ilk
defa döndürdüğünden beridir, astronomiyi
14 TRT VİZYON
yönlendiren sorular bunlar.
Yıldızlara ilk bakan insandan, Galileo’ya
Buruni’ye, Ali Kuşçu’ya, Isaac Newton’a,
Einstein’a ve Carl Sagan’a kadar tüm bilim
ailesinin cevabını ilmek ilmek ördüğü ve bir
sonrakine devrettiği cevapları var.
Hubble Uzay Teleskopu bize bu gizemleri
çözmek için büyük bir avantaj sağladı ve
şimdi sırasını ortağı ve halefi olan James
Webb Uzay Teleskopuna vermek üzere.
2018’den itibaren bu suallerin cevaplarını
bulmak için elimizde 8,5 milyar dolarlık
tarihin en büyük ve gelişmiş teleskopu
olacak. Şimdi gelin, zamanın şafağından
uzak geleceğe doğru gittiğimiz
bu yolculukta James Webb Uzay
Teleskopu’nun neleri değiştireceğine daha
yakından bakalım.
Teleskopun kısa tarihi
Sadece 400 yıl önce, teleskop henüz
icat edilmediğinden evren yalnızca çıplak
gözle görünenlerden ibaretti. Buna
rağmen çağların ilk astronomları kayan
yıldızları kayıt edebilmiş, yıldızların farkına
varabilmişlerdi. 1600’ün başında Hollandalı
bir gözlükçü, enteresan bir objektif üretmiş,
muhtemelen fazla da bilmeden teleskopu
icat etmişti.
Miyop bir gemi kaptanı için son derece
faydalı ancak uzaya bakmak isteyen bir
kaşif için verimsiz olan bu ilk teleskop,
Galileo’nun çağdaş dokunuşlarıyla
görüntüyü 30 kat büyütebilme maharetine
erişti. Bu sayede Jupiter’in uydularına ve
Ay’ın yüzeyine bakmayı başarabildik.
1721’de ilk aynalı teleskop hayatlarımıza
girdi. 1990’a kadar bu temel aynalı objektif
tekniği, modern bilgisayar yazılımlarıyla
gelişerek 1990’da dünyanın yörüngesine
yerleştirilen Hubble Teleskopuna kadar
ulaştı.
İsmini Samanyolu dışındaki galaksilerin
varlığını kanıtlayan gökbilimci Edwin
Hubble’dan alan Hubble Teleskopu, 27
yıllık yaşamında evrene dair bildiklerimizin
bir kısmını değiştirdi. Hubble sayesinde
evrenin yaşını daha doğru tahmin
edebildik, yıldız kümesi içindeki yıldızların
hızını ölçmeyi ve Kara Deliklerin varlığını
bilimsel olarak kanıtlamayı başardık.
Ancak Hubble Teleskopu, kainatın
gözlemi için bir son değil, aksine küçük bir
başlangıçtı. James Webb Uzay Teleskopu
(JWUT) “kuzeni” Hubble’dan 100 kat daha
güçlü ve Hubble gibi dünya yörüngesine
değil, dünyadan tam 1,5 milyon kilometre
uzağa yerleştirilecek.
James Webb Teleskopu bir
adet 10 kuruşu 40 kilometre
öteden, bir futbol topunu ise
550 kilometre öteden %100
netlikle gözlemleyebiliyor.
James Webb Uzay Teleskopu’nun
ayrıntıları
Dünyanın inşa edilmiş en görkemli
teleskopu James Webb Uzay
Teleskopu, ismini Ay’a ayak basmayı
da içeren Apollo Programının
kurucularından eski NASA
yöneticisi James Edwin
Webb’den alıyor. 8,5 milyar
dolarlık rekor maliyetini
ise NASA, Kanada Uzay Ajansı ve Avrupa
Uzay Ajansı kendi aralarında bölüşüyorlar.
Webb Teleskopu, bizim gibi galaksilerin
nasıl oluştuğunu, güneş sistemlerinin
nasıl bir araya geldiğini ve evrenin ilk
yapısından, kozmik olayların bugüne
kadarki karmaşık yolculuğunu takip
edecek.
Webb Teleskopu’nun önemli bir niteliği
de dünyadan tam 1,5 milyon kilometre
uzaktaki bir noktaya yerleşecek olması.
Hubble gibi dünyanın yörüngesinde
bulunmayacak, Güneşin yörüngesine girip
Dünyayı takip edecek. Böylelikle Güneşin
yakıcı sıcağından ve felaket derecesindeki
radyasyonundan korunmayı başaracak.
Teleskop 6,5 metre çapında bir aynaya
sahip. Bu komplike mercek Hubble’ın
aynasından 3 kat daha büyük ve 70 kat
daha fazla ışık toplama kapasitesine
sahip. 70 kat daha fazla ışık
toplamak demek, 70 kat daha
fazla bilgi toplamak demek.
Webb Teleskopu, 4
tane kamera ve 4 tane
spektrometreye sahip.
Bu spektrometreler ışığı kırıp dalga boyu
verileri olarak dünyadaki bilim insanlarına
yollayacak. Tıpkı günlük bir gazete gibi
veriler dünyaya ulaştıkça, güneş sistemi
dışındaki atmosfer yapısı hakkında sürekli
taze bilgiyle donanacağız. Günlük veriler
sadece atmosfer yapılarıyla değil, dünya
dışı yaşam hakkında çok değerli bilgiler
verecek.
Evrendeki gezegenlerin sayısı yıldızların
sayısından daha fazla... Hubble
Teleskopuyla birlikte büyük oranda kendi
güneş sistemimizdeki gezegenlerde
ve uydularında yaşam aramaya
başladık. Webb ile birlikte iklimin ve
mikrobik yaşamın hayatı destekleyip
desteklemediğine dair yepyeni bir gezegen
kataloğuyla karşılaşacağız.
Kızılötesi farkı
Bildiğimiz en geniş haliyle, yani
gözlemlenebilir haliyle evren yüz
milyarlarca galaksiden oluşan bir ağ.
Gökyüzünden yukarı baktığımızda
ne görüyoruz? Tek tük yıldızlar ve
aralarındaki karanlık değil mi?
İnsan gözü, evrenden yansıyan
ışığın sadece çok çok ince bir
tabakasını görebiliyor. Halbuki
aynı gökyüzüne, aynı zamanda
ve aynı açıdan kızılötesi bir
teleskopla baktığımızda büyük
TRT VİZYON 15
yıldızlardan kopmuş yıldız parçalarına,
astreoid kuşaklarına ve ölü gezegenlerle
dolu parlak bir alemle karşılaşırız. James
Webb Uzay Teleskopunun kızılötesinin
kudreti işte buna dayanıyor.
James Webb Uzay
Teleskopu ekibinin
içinde bir de Türk var:
Sistem Mühendisi
Çağatay Murat
Aymergen.
Geçmişe yolculuk
Hubble uzaya gönderildiğinde, teleskop
“arkadaşımızın” bize beklediğimizden
de fazlasını göndereceğini hiç kimse
ummamıştı. Evrenin genişlemesinin,
bugün hala sırlarla dolu karanlık enerji
olarak bilinen gizemli güç tarafından
hızlandırıldığını bulacaklarını asla
beklemiyorlardı.
James Webb Teleskopunda ise fazlası var.
Evren 13,8 milyar yaşında. Yıldızlar bize
o kadar uzaktır ki hareket ettiklerini hatta
belki de yok olduklarını anlamak için bile
yüzyıllarca beklememiz gerekebilir. Güneşe
bile baktığımızda aslında 8 dakika önceki
halini görürüz. Çünkü güneş bizden 149.6
milyon km yani 8 ışık dakikası uzaktadır.
Bunu şimdi bizden milyonlarca ışık yılı
uzaktaki galaksiler için düşünün. James
Webb Uzay Teleskopu, daha “uzaktan”
gelen ışığı yakalayarak, aynı zamanda
daha uzun zaman önce yola çıkmış ışığı
yakalamış olacak. Diğer manasıyla,
“geçmiş zamanı” yakalayacak.
16 TRT VİZYON
Bu kızılötesi yolculuk bizi ilk ışıkların
zamanına, evrende oluşmuş ilk galaksilerin
ve yıldızların zamanına götürecek.
James Webb Uzay Teleskopu aynı
zamanda uzaydaki insan yapımı en büyük
nesnelerden bir tanesi olacak. 18 parçadan
oluşan altın kaplı aynasının çapıyla birlikte
Teleskopun boyu 50 metrenin üzerinde.
Evrende yalnız mıyız?
Dünya dışında yaşam olduğuna dair
elimizde bir bulgu yok. Uzay sessiz ve
ölü… Kimse bize seslenmiyor, kimsenin de
sesimizi duyduğu -henüz- yok. 100 bin ışık
yılı çapındaki galaksimiz Samanyolu’na
gönderdiğimiz radyo sinyalleri 100 ışık yılı
ötesini anca görebildi.
Her şeye rağmen insan olmanın
alâmetifarikasıdır umut...
Mavi gezegenimiz yavaşça ölürken,
evrende yalnız olmadığımızla ilgili iyi
haberler de var. Fazla uzakta değil,
Samanyolu’nda en az 1 milyar bize
benzeyen gezegen olduğunu düşünüyoruz.
Bunların sadece 4000 tanesini
gözlemleyebildik ve bunların sadece
50 tanesinde “hayat” olabileceğine dair
tahmin yapabiliyoruz. Bu gezegenlerden
bir tanesi olan Proxima-B’ye ise uzay aracı
göndermek gibi bir umudumuz var.
James Webb Uzay Teleskopu, ekseriyetle
genişleyen evreni keşfederken;
bilinmezliğin boyutlarında gezerken ve
dolayısıyla geçmişe göz atarken, diğer
yandan yalnız olmadığımızı kanıtlayacak
bir ses, bir görüntü, bir yaşam için
araştırmalarımıza devam edeceğiz.
TRT VİZYON 27
GÜNCEL
Meral ÜNSAL /meral.bakici@trt.net.tr
Cunda’da geçmişe yolculuk
Taksiyarhis
E
n çok kimin Cunda?
Güneş daha yüzünü
göstermemişken rızkını
aramaya çıkan balıkçıların
mı? Yoksa mavi Ege’de
özgür dolaşan balıkların mı?
Kıyıda kahvesini yudumlayan tatilcilerin
ya da bütün ihtişamıyla yıllara meydan
okuyan taş binaların mı? Ya kediler! Belki
de onlarındır bu güzel ada.
Herkes sahiplenebilir ama bana göre
zeytin ağaçlarının Cunda. Tüm Ege nasıl
onlarınsa, buraların sahibi de yine onlar.
Adanın en eski sakinleri… En görmüş
geçirmişleri, en bilgeleri… Ancak susar
zeytin ağaçları. Pek konuşmaz. Bazen
rüzgârla fısıldaşır sakin sakin. Bir de susup
dinlemeyi bilen, gönül gözüyle duyabilenler
işitir dediklerini. Yolunuz Cunda’ya
düşerse, tarihin izlerini ararken önce zeytin
ağaçlarının rehberliğine başvurun.
Biraz daha vaktiniz olursa, size özel bir
mekân önerelim. İçindeki her bir objeyle
zaman yolculuğuna çıkabileceğiniz bir
mekân: Ayvalık Rahmi M. Koç Müzesi.
Müzenin adı kayıtlarda böyle geçiyor ama
biz yazımız boyunca ondan Taksiyarhis
diye bahsetmek istiyoruz. Çünkü
söylenmesi ve akılda tutulması zor olsa da
bu isim, Müze’nin yer aldığı bina hakkında
ipuçları taşıyor. İzninizle şimdiki adıyla
Alibey Adası olan bu cennet köşeye de bu
yazı boyunca Cunda demeyi sürdüreceğiz.
Tüm bu isimler kafanızı karıştırmasın.
Siz takılın cümlelerin peşine, geçmişe bir
yolculuğa çıkalım.
Kültürler bir arada
Bina aslında neredeyse zeytin ağaçları
kadar eski ve Cundalı. 1873 yılında eski
Fotoğraf makineleri, bir
zamanlar yaşananlara tanıklık etmiş olmanın huzuruyla emekliliklerinin tadını
çıkarırken, saatler çok şey
görmüşlüğün sükûnetini taşıyor. Eski bir daktilo yaşıtlarının aksine tüm harflerini
korumuş olmanın saadetiyle
ahşap yazı takımının yanında boy gösteriyor.
Fotoğraflar: Meral Ünsal
18 TRT VİZYON
temelleri üzerine yeniden inşa edilmiş bir
kilise. Yani aslında varlığı verilen tarihten
de eskiye uzanıyor. Binasından daha
ayrıntılı bahsedeceğiz ancak dilerseniz
önce koleksiyonu gezmeye başlayalım.
Müzenin tarihî kapısından girdiğinizde
üzerinde “Hazreti Sultan Hacı Bayram-ı
Veli Aile Şeceresi” yazan deri üzerine
çizilmiş soyağacı ilk olarak dikkat çekiyor.
Ondan gözünüzü ayırıp içeri doğru
yönelebilirseniz şayet, ilk kat bütün
görkemiyle sizi karşılıyor. Buranın ne
büyülü bir yer olduğunu daha o dakikada
anlıyorsunuz. Duvar fresklerinden,
aydınlatmalara, pencerelerdeki renkli
camlardan tavan süslemelerine her
şey belli ki elden geçirilmiş ve ince ince
hayata döndürülmüş. Objelerin çoğu
cam vitrinlerde olsa da, dönem arabaları,
motosikletleri doğal olarak müzenin
ziyaretçilerini herhangi bir sınır olmaksızın
selamlıyor.
Fotoğraf makineleri, bir zamanlar
yaşananlara tanıklık etmiş olmanın
huzuruyla emekliliklerinin tadını çıkarırken,
saatler çok şey görmüşlüğün sükûnetini
taşıyor. Eski bir daktilo yaşıtlarının aksine
tüm harflerini korumuş olmanın saadetiyle
ahşap yazı takımının yanında boy
gösteriyor.
Alemler fresklerin yanında
Cunda farklı inançların huzurla bir arada
yaşayabildiği bir yer olmuş. Müze de bu
durumun altını çiziyor ve el yapımı alemler,
restorasyonu yapılmış Hristiyan azizlerinin
fresklerinin yanında duruyor.
Çoğunun ne işe yaradığını bilmesek de,
denizcilik aletleri ilgimizi çekiyor. Müzeye
bağışlanmış pirinçten yapılma gemi
dümeninin hemen üzerinde porselen
tabağa resimlenmiş gemi figürleri dikkat
çekici. Ancak yine de bu bölümün en ilgi
çeken ve akıllara durgunluk veren parçası,
dalış başlığı olsa gerek. Şu andaki su
altı donanımlarıyla kıyaslanamayacak
derecede ağır görünen bu başlıkla bir kez
olsun dalmak herhalde tüm balıkadamların
hayalidir.
Denizle ilgili üç boyutlu objelerin yakınında,
bir vitrinde Atatürk’ün çok sevdiği Savarona
yatının küçük bir maketi sergileniyor.
Taksiyarhis Müzesi’nin kendi maketi
de burada bulunuyor. Binanın özel
mimarisinin bütününü küçük modelinden
inceleme fırsatı buluyorsunuz. Yeri
gelmişken müzeyi gezmeye ara verip biraz
binadan bahsedelim. Kayıtlarda Neo Klasik
mimarî üslubunda olduğu belirtilmiş.
Müze’nin bir kilise binası olduğunu ve 1873
yılında Rum Ortodoks cemaati tarafından
eski temelleri üzerine yeniden inşa
edildiğini söylemiştik. Taksiyarhis adı da
buradan geliyor. Hristiyan inancına göre,
Taksiyarhis adı “Koruyucu Baş Melekler
Cebrail ve Mikhail”i ifade ediyor. Bu kilise
de onlara adanmış. Bina bu yörelerden
çıkarılan sarımsak taşından inşa edilmiş.
Yıllara meydan okusa da geçirdiği
depremler ve dış etkiler nedeniyle hasar
görmüş ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya
kalmış. Hatta iki çan kulesinden biri şu an
ayakta değil. Neyse ki, müze yapılmak
üzere bina büyük bir restorasyondan
geçmiş ve bugünkü halini almış. 2014
yılından bu yana da meraklılarını ağırlıyor.
Renkli gün ışığı dansı
Taksiyarhis bütünüyle gerçekten çok
etkileyici ve Cundanın ruhuna uygun bir
karakteri var. Dahası, gezerken yuvarlak
hatlı renkli camlardan içeri sızan ışığın
dansına kayıtsız kalabilmek de pek
mümkün değil.
Işık oyunları ve bina tarihi derken sözü
uzattık. Kaldığımız yerden müzeyi gezmeyi
sürdürelim. Ve unutmadan bir detayı
hatırlatalım. Bina maketinin bulunduğu
vitrinin hemen altında kalın şeffaf
malzemeyle ayrılmış
zeminin altında Kilisenin
mahzenini görmek
mümkün.
Giriş katında oldukça
eski tıbbi malzemelerin
yer aldığı vitrin, içimizde
bir ürperme oluşturuyor.
Açıkçası eskiden
hastaların işi daha
zormuş. Pek çoğumuzun
çocukluğundan hiç de hoş olmayan bir
duyguyla hatırladığı cam şırınga bile var.
Üzeri nakışlı, elle çevrilen eski tip bir dikiş
makinesini söylemeyi unuttuk ama bu
kattaki objelerin her birini saymak çok zor
gerçekten. Dönerek bizi üst kata ulaştıran
tahta merdivenleri tırmanıp biraz da ikinci
kattan bahsedelim.
Tahta merdivenler
İstanbul’daki Rahmi Koç Müzesi’ni henüz
görmedik. Ancak Cunda’daki Ankara’daki
ile benzer çizgide. Burada da tahtadan
tenekeye çocuk hayallerini süslemiş pek
çok oyuncak yer alıyor. Arabalar, bebekler,
trenler, hatta tren istasyonları… Bu
bölümün vazgeçilmezleri arasında küçük
el yapımı maketler, orijinallerinin minyatür
birer kopyası olarak yerini alıyor.
Taksiyarhis’in dört ana sütun üzerinde
duran kubbeli tavanı o kadar yüksek
ki, ikinci katta da benzer bir ferahlık
hissiyle geziyorsunuz. Üstelik tavandan
sarkan çeşitli objeler de Müzenin sıra
dışılığına atıfta buluyor. Bu katın tahta
korkuluklarından çok sarkmadan, giriş
katının görüntüsüne de bir göz atmak
gerek. Ancak gezebileceğiniz kat ne
yazık ki bu kadar. Çünkü kubbeye çıkan
merdivenler kapalı.
Müzede yorulduysanız bahçede
dinlenmeniz ya da bahçedeki restoran ya
da kafede vakit geçirmeniz de mümkün. Bir
de Taksiyarhis hediye eşyalarının satıldığı
küçük bir mağaza var. Müze 1 Nisan-30
Eylül tarihleri arasında saat 10.00’da
açılıp 19.00’da kapanıyor. 1 Ekim-31 Mart
tarihleri arasında ise aynı saatte açılıp iki
saat erken kapılarını kapatıyor. Ve tüm
müzelerde olduğu gibi pazartesi günleri
ziyarete kapalı.
TRT’DEN
Ela TEKİN / ela.gurmant@rt.net.tr
Benim Annem
Benim Babam
Program Ekibi:
Proje Tasarım: İsmail Sert
Yönetmen: Muharrem Sevil
Yönetmen Yardımcısı: Serpil Çelik
Müzik: Can Delikçi
Kamera: Ahmet Ozan Toksöz / Kamil
Çatak / Mehmet Serkan Gökalp
Kurgu: Erman Güneş / Oktay Aydın
“Benim annem, benim
babam…” diye söze
başladığımızda, hepimizin
anlatacağı ne çok hikâye
vardır! Çocukluğumuza dair
hatırladıklarımızda onlar
mutlaka başroldedir. Ve elbette
gençliğimizde, başımızın
üzerinde kavak yelleri eserken...
Elimizden tutar, köprülerden
geçirirler bizi. Sonra uçururlar
hayata.”
S
abır, özveri ve fedakârlıkla
ipliği iğneden tek seferde
geçirebilmenin çabası gibidir
ebeveynlik. Evladı için her
bir anı doğru ve mükemmel
yapmaya çalışmanın adıdır.
Dünyada başka bir duyguyla tarifi mümkün
olmayan anne ve babalık, gönüllü zorluğun
getirdiği, hiçbir şeyle kabil-i kıyas olmayan
sevgi ve bağlılıktır. Kişiliklerimizin mimarı
anne ve babalarımız bir insan yoğuruyor
olmalarının üstün sorumluluğunu taşırlar
20 TRT VİZYON
ama biz çocuklar için derin görevlerinin
çok ötesinde, sıcacık bir yuva, sığınılacak
liman ve en güzel anılarımızın sahibidir
onlar.
Neler anlatırdınız?
Kanımız, canımız, içimizden parçadır
anne ve babalarımız. Et tırnaktan ayrılır
mı dedirten, kimi zaman ince bir sızı kimi
zaman iğde ağacı kokusu kimi zaman
da özlemin adı. ‘Kucak’ sözcüğünün tek
ve katıksız anlamı… Aynı anda sevgi,
gurur, endişe, korku ve uyarı ile bakabilen
gözlerin sahipleri. Size sorsalar neler
anlatırdınız onlarla ilgili? Ateşlendiğiniz
geceler başınızda uykusuz bekleyen
annenizi mi? Babanızla balık tuttuğunuz
anları mı? Sert, katı, kuralcılar mıydı?
Yufka yürekli, sevecen, çocuk ruhlu mu?
Nasıl tarif edersiniz onları? Tasviriniz ne
olursa olsun fark etmez aslında bir anne ve
baba için hissedilenleri kim bilmez ki?
Yetişkinlerden anne ve baba hikâyeleri
Osman Sınav:
“Babam askerden
döndüğünde demiş ki; ‘ben
çocuklarımı okutacağım.’
Bütün hayatını bu cümleye
adamış bir adamdır. Helal
kazanıp, helal yemeye ve
ibadet etmeye harcamış bir
adamdır.”
TRT Haber’de yeni bir program yayına
başladı: “Benim Annem Benim Babam”.
Program sıcacık ebeveyn hikâyelerini
ekrana taşıyor. Yetişkin çocukların
annelerini ve babalarını anlattıkları yapım,
pazar günleri ana haber bülteninden
sonra yayına giriyor. Programın proje
tasarımını üstlenen İsmail Sert “Annemiz
ve babamız... En güvenilir kucak, en
sağlam ocaktır bizim için. Hayatımızdaki en
sağlam figür, rol model, belirleyici iki kişidir
onlar. Avuçlarının içinde kaybolan küçücük
ellerimizle sıkı sıkı tutar, adımlarımızı
hızlandırırız onlara yetişmek için. İlk
bilgilerimizi ebeveynlerimizi gözlemleyerek,
taklit ederek, dinleyerek ediniriz. Onlarla
tartışarak, kendimizi onlarla tartarak
büyürüz. Gün gelir itiraz eder, karşılarına
dikiliriz. Hesaplaşırız. Mücadele ederiz.
Yine de en güvenli limanımız, en sağlam
kalemizdirler. Çok sever, karşılıksız
seviliriz. Çok sevindiririz. Bazen istemesek
de üzeriz. ‘Belki’lerle, ‘keşke’lerle,
duygusallıklarla, pişmanlıklarla, mutluluk
tablolarıyla örülü uzun bir hikâyedir anne
babamıza dair anlatacaklarımız. Annemiz,
babamız ve onlarla hiç bitmeyen ilişkimiz...
Küçük bir evin içine kurulan kocaman
bir dünya... Dünyanın tüm halleri, bütün
duyguları sığar oraya. Edebiyatın hiç
bitmeyen konusudur o evde yaşananlar.”
diyor. Belki de bir anlamda programı
seyrederken bizi nelerin beklediğini de
özetlemiş oluyor.
“Öpmek, koklamak isterim.”
“Benim Annem Benim Babam”ın ilk
konuğu, geçtiğimiz günlerde, tiyatro
sanatçısı Altan Erkekli oldu. Erkekli,
hayatını değiştiren çerçi hikâyesini,
yatılı okulda babasından ayrılırken
ağlayışını, sofrada babasıyla yaptığı
tartışmayı, oyunlarda ağlamak istediğinde
hatırladığı olayı anlattı. “Anneniz babanız
şimdi hayatta olsa, onlarla ne yapmak
isterdiniz?” sorusunu: “Önce bir sarılmak
isterim dolu dolu. Öpmek isterim. Çok
temizdi ikisi de sabun kokarlardı. Duygusu
temizdi babamın, annemin de. Pamuk gibi
bir insandı. Önce bir koklamak isterdim.”
diyerek
cevaplamıştı.
Merakla
beklenen
programın,
anne ve
babalarını anlatan diğer bölüm konuklarını
sorarsanız, kimler yok ki? Muazzez Ersoy,
Osman Sınav, Orhan Gencebay, Prof. Dr.
Üstün Dökmen, Prof. Dr. İskender Pala,
Yüksel Aksu, Ahmet Mümtaz Taylan, Musa
Eroğlu, Prof. Dr. Ahmet İnam, Prof. Dr.
Ümit Meriç, Prof. Dr. Kemal Sayar ve Selim
İleri…
Çocukluğumuza giderken
Yaşarken onları fark etmiyoruz zaman
zaman. “Benim Annem Benim Babam”da
anlatılanlara itiraf da, içini dökmek de
demek mümkün. Programın konukları
“Ne güzeldi!”, “İyi ki yaşamışız.” dedikleri,
içinde inişlerin, çıkışların olduğu hikâyeleri
anlatıyorlar. Anlatılanlardan anne/ babadan
çocuklara geçenlerin izi sürülüyor. Nesilden
nesile devam edenler ve değişenler ortaya
çıkıyor. Annelerin sevgisinin hiç bitmediği,
babaların arkamızda bir dağ gibi durduğu
bir kez daha anlaşılıyor. Bazen gülüyoruz
anlatılanlara. Bazen duygusallaşıyoruz.
Konukla birlikte bizim de gözlerimiz
nemleniyor. Ekranı ısıtan ‘Benim Annem
Benim Babam’ adlı program herkesi
çocukluğuna götürüyor.
Orhan Gencebay:
“Onları kaybedeceğimizi hiç
düşünmedik. Delikanlılıkta fark etmeye
başladık, insanın içini olağanüstü
bir hüzün kaplıyor. Daha doğrusu
inanamıyor insan böyle bir şeye. Onlar
hep var olacak diye düşündük.”
TRT VİZYON 21
TRT’DEN
Zeynep ÖYMEZ /zeynep.oymez@trt.net.tr
Külliyede Kur’an Ziyafeti
KUR’AN-I KERİM’İ GÜZEL OKUMA YARIŞMASINA
KADİR GECESİ’NDE MUHTEŞEM FİNAL
R
amazan ayı boyunca TRT1
ekranından evlerimize
konuk olan Kur’an-ı Kerim’i
Güzel Okuma Yarışması
Kadir Gecesinde muhteşem
bir final yaprak sona erdi.
İzleyicilerin büyük beğenisini kazanan
programın finali Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde,
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde
gerçekleşti. Final gecesine katılan
Cumhurbaşkanı Erdoğan, yarışmada
derece giren Mustafa Altın (1.), Şükrü
Asıleren (2.) ve Osman Bostancı (3.)’ya
hediyelerini verdikten sonra 8 finalistin
her birine Karahisari’nin Kur’an-ı Kerim’ini
hediye etti. Ayrıca yarışmanın 1.sine 50,
2.sine 20 ve 3.süne 10 tam altın hediye
edildi.
22 TRT VİZYON
“Ekran başındakileri mutlu
ettiniz”
8 Finalist ile tek tek tokalaşan Erdoğan
hepsini tebrik etti. Erdoğan “Sadece
finale kalan değil yarışmaya katılan tüm
hafızlarımızı tebrik ediyorum. Ekran
başındakileri gerçekten mutlu ettiniz” dedi.
Alışılmışın dışında bir uygulamanın bu
yıl TRT Diyanet işbirliğiyle gerçekleşmiş
olduğuna dikkat çeken Erdoğan “Bundan
dolayı bizler de mutlu olduk. Birileri
kendilerine göre bazı eleştireler getirmiş
olabilir. Bunlara hiç kulak asmaya gerek
yok. Biz ne yaptığımıza bakacağız, nasıl
yaptığımıza bakacağız ve bu yarışmanın
içeriğinde neler var buna bakacağız. Hele
hele bu Kur’an-ı Kerim olduktan sonra
Kur’an-ı Kerim’in okunması olduktan sonra
akan sular durur.” diye konuştu.
Jüri süprizi
Final gecesinde TRT Genel Müdür vekili
Erkan Durdu’nun yanı sıra TRT Genel
Müdür Yardımcıları İbrahim Eren ve
Zeki Çiftçi ile çok sayıda davetli katıldı.
Sürprizlerle dolu final gecesinde, bir ay
boyunca ekranlara gelen jüri üyeleri Dr.
Mehmet Ali Sarı, Osman Eğin, Hafız
Osman Şahin ve Halil Necipoğlu’nun yanı
sıra M. Emin Maşalı, Emrullah Hatipoğlu,
İlhan Tok, Fatih Çollak olmak üzere 8
ana jüri üyesi görev yaptı. Gecenin bir
diğer sürprizi seyircilerin yerine Kur’an
eğitiminde uzman 125 juri üyesinin oy
kullanmasıydı.
“Yarışma gelenekselleşsin”
Yarışmacılar Kur’an tilavetini yaptıkça,
ana juri üyeleri teker teker sahneye çıktılar
ve Kadir Gecesi, Kur’an Ahlâkı, Kur’an’ın
okunması, anlaşılması ve yaşanması
üzerine kısa konuşmalar yaparak gecenin
manevi ruhuna uygun çok değerli katkılar
sundular. Juri üyeleri ayrıca, Kur’an’ı
Kerim’i Güzel Okuma Yarışmasının TRT1
ekranında geleneksel hale gelmesi talebini
dile getirildi.
Yapımcılığını Özgür Erdoğan,
Yönetmenliğini Mehmet Nuri Işık ile Bilal
Gökçınar ve Sunuculuğunu Mustafa
Cihat’ın yaptığı, Rajans ortaklığıyla
hazırlanan programda, unutulmaz
Kur’an karileri Abdurrahman Gürses,
Hasan Akkuş, Kani Karaca ve İsmail
Biçer hakkında hazırlanan kısa filmler
gösterilerek hafızlar rahmetle anıldı.
TRT1’in Ramazan özel
programı Kur’an-ı Kerim’i
Güzel Okuma Yarışması
Cumhurbaşkanlığı
Külliyesinde Kadir
Gecesinde final yaptı.
Vatandaşların yoğun
katılımı ile gerçekleşen
gecede dereceye girenler
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
elinden ödüllerini aldılar.
Programa yoğun ilgi
Final programı vatandaşların yoğun ilgisi
ile gerçekleşti. Kur’an ziyafetine doyan
izleyiciler böyle bir program hazırladığı için
TRT’ye teşekkür ettiklerini dile getirdiler.
Ramazan ayı boyunca sosyal medya
üzerinden de programa destek mesajları
yağdı. İzleyiciler özellikle Twitter üzerinden
on binlerce mesaj göndererek duygularını
ve düşüncelerini paylaştılar.
“Program Kur’an panayırına
dönüştü”
Program sonunda yarışmanın jüri
üyelerinden Osman Eğin ile konuşma
fırsatımız oldu. Osman Hoca samimiyetle
sorularımızı cevapladı…
Kur’an’ı Kerim’i Güzel Okuma yarışması
sona erdi. Öncelikle duygularınızı
öğrenebilir miyiz?
Evvela TRT1 ekranında böyle bir
programın yayınlanmasına sebep olan,
vesile olan; gerek düşünce gerekse eylem
bazında katkısı olan değerli kardeşlerime
şükranlarımı arz ediyorum.
İlk etepta bu yarışmaya jüri olayım mı
olmayayım mı kararsızdım. Ama şu anda
şöyle düşünüyorum; bu yarışma 365 gün
yapılsa ve bana deseler ki hiçbir ücret
almadan günde 5-6 saat katkı sağlayabilir
misin, seve seve yapmaya çalışırım.
Son geldiğim nokta benim burasıdır.
Bu programa tüm katkı sağlayanlardan,
izleyicilerden, bu programdan istifade
etmeye çalışan herkesten Allah razı olsun
diye dua ediyorum.
Böyle bir teveccüh bekliyor muydunuz?
Programla ilgili böyle bir teklif geldiğinde
açıkçası çok bir beklentim yoktu. Böyle
bir rağbet göreceğini hiç aklımdan
geçirmiyordum. Sadece birkaç kazanım
olabileceğini düşünüyordum. Özellikle
Kur’an kursu öğrencileri, öğretmenleri,
imamlar izlerlerse onlar istifade edebilirler
diye düşünüyordum. Bunun dışındaki
insanların da çok rağbet edeceğini
düşünmüyordum. Ama program
yayınlanmaya başladıktan sonra hatta
programın çekimleri aşamasında çok güzel
tepkilerle karşılaşmaya başladık. Kur’an
tilaveti ile çok ilgili olmayan insanlarımızın
bile ilgisini çektik. Hatta bu insanlarımız
‘programı izledikçe içlerinde bir arzu
doğduğunu, çocuklarını hafız yapmak
istediklerini, benim onlara nasıl bir katkı
sağlayabileceğimi’ sormaya başladılar.
Zaman zaman, “stüdyoda bulunan ve oy
veren insanlar bu işten anlayan insanlar
olmalıydı” şeklinde eleştiriler aldık. Ben
de başta öyle düşünüyordum ama daha
sonraki aşamalarda bu işle ilgili olmayan
insanların seyirci olarak gelmelerinin de
isabetli bir düşünce olduğunu gördüm. O
seyirciler içerisinde çekim aralarında gelip
Kur’an öğrenmek isteyenler, çocuğunu
hafız yapmak isteyenler, çocuğuna
Kur’an öğretmek isteyenler, Kur’an
kursuna vermek isteyenler, bizim böyle
bir merkezimizin olup olmadığını soran
onlarca kardeşimiz oldu.
Sözlerinizden bu program ile Kur’an
okumaya karşı ilginin, sevginin arttığını
anlıyorum. Öyle değil mi Hocam?
İşyerim Fatih’te, her akşam Marmaray’ı
kullanarak Üsküdar’a gidiyorum. Ben TRT
Diyanet’te 4 yıldır ‘Kur’an öğreniyorum’
programı yapıyorum. Belki iki üç günde bir
biri çıkıp ben sizi tanıyorum Allah razı olsun
TRT VİZYON 23
Kuran’ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması finalinde jüri üyeleri ve finalistler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile aile fotoğrafı çektirdi.
diyordu. Şimdi çok acayip bir şey oldu.
Her akşam onlarca kişi Kur’an eğitimiyle
ilgili bilgi almak istiyor. Sanki bir Kur’an
yarışmasından çok, Kur’an’ın eğitimine
öğretimine aylarca yıllarca hazırlanılmış
bir panayır gibi geldi bana bu program.
Peygamber Efendimiz’in Medine’de
kurulan panayıra gönderdiği sahabe
var. İnsanlara İslam’ı tebliğ için, Kur’an’ı
tebliğ için. O panayırlar geldi benim
aklıma. Adeta yarışma olmaktan çıktı bir
Kur’an panayırına dönüştü. Bu Kur’an
panayırında meslekle ilgili olan olmayan
belki de milyonlarca insan bu işin içine
dâhil olmuş oldu. İnsanlarımız “eşim ve
çocuklarımla birlikte her akşam izlediğim
ilk defa bir program oldu” diyorlar. Bu
söylediğim şeyler abartılı şeyler değil
sıradan şeyler haline geldi. İnsanlar
evlerinde ellerine kâğıdı kalemi alıyorlar
puanlar veriyorlar, programa dair çocuklar
resimler yapıyorlar. Bir arkadaşımız
diyor ki “ben hayatım boyunca uğraştım,
çocuklarıma bu programın yaptığı etkiyi
yapamadım.”
İnsanlarımız Kur’an gönüllülerini,
sevdalılarını, hafızlarımızı daha yakından
tanıdılar bu programla. Daha da önemlisi
bu yarışma sayesinde oluşan Kur’an
gönüllüsü, Kur’an sevdalısı olan bir
topluluk var. Kuran eğitimine, Kur’an
ahlakına gönül veren yeni bir topluluk
meydana geldi.
24 TRT VİZYON
“Kur’an’ın eğitimine
öğretimine aylarca yıllarca
hazırlanılmış bir panayır
gibi geldi bana bu program.
Peygamber Efendimiz’in
Medine’de kurulan panayıra
gönderdiği sahabe var.
İnsanlara İslam’ı, Kur’an’ı
tebliğ için. O panayırlar geldi
benim aklıma.” Osman Eğin
Kur’an öğrencileri ve öğreticileri
özellikle hafızlar üzerinde nasıl bir etkisi
oldu programın?
Yarışmaya gelen Kur’an Kursu öğrencileri,
öğretmenleri, İmam Hatipli arkadaşlarımız
veya başka meslekten olup da Kur’an
tilavet eden arkadaşlarımız fevkalade
orada taltif oldular. Kendilerini değerli
hissettiler. Gerek program ekibinin güzel
yaklaşımı gerekse stüdyonun şahane
dekoru, ışık efektleri katılımcıları ve bizleri
memnun etti. Emeği geçen herkese tekrar
teşekkür ediyorum.
Programa yönelik bazı
eleştiriler de oldu. Bunları nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Tabi ki eleştiriler olacaktır. Eleştirilere
kesinlikle kulaklarımız tıkamamalıyız.
Ama eleştirileri iki bölüme
ayırmalıyız. Makul, katkı sağlamaya
yönelik iyi niyetli eleştiriler. Bunları
saygıyla hürmetle karşılıyorum.
Onlardan istifade ediyorum.
Bir de katkı sağlamak yerine hep
negatif yönleri ön plana çıkaran
eleştiriler var. İyi niyetli olmayan
eleştirileri makul bulmuyorum,
saygıyla karşılamıyorum. Bu tarz
eleştiriler karşısında istikametimizi
değiştirmemek gerekir diye
düşünüyorum. Silelim, ortadan
kaldıralım, formatı değiştirelim değil.
Benim acizane kanaatim budur.
Soldan sağa: Özgür Erdoğan, Mehmet Nuri Işık, Bilal Gökçınar
TRT VİZYON 25
TARİH
Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr
Fatih Sultan Mehmet
Şairlerin saltanatı
OSMANLI’NIN ŞAİR PADİŞAHLARI
Ü
ç kıtaya nam salmış
bir fütuhat... Altı yüzyıl
hükmetmiş bir saltanat...
Binyıllar öncesinden
beslenip, geleceğe miras
olmuş sanat ve edebiyat...
Küçük Asya’nın göğsünde bir Türkmen
Beyliği olarak doğan Osmanlı, devraldığı
kadim Türk kültürünü ve Anadolu
medeniyet mirasını çağlar ötesine taşıdı.
Türk Devleti’nin altı yüzyıl süren bu
parıltılı serüvenini aksakallı tarihçilerin
satırlarından olduğu kadar, divan şairlerinin
dizelerinden de takip etmek mümkün.
Şiirin ve edebiyatın kıymetli eserler
verdiği Osmanlı yüzyıllarından bugüne
dizeler miras bırakan şairlerden bazıları,
26 TRT VİZYON
tahtta oturan Osmanlı padişahlarının ta
kendisidir; tahttaki divan şairleri...
Saltanatlarında şairleri himaye ettikleri de
oldu, hiddete kapılıp cezalandırdıkları da.
Yeri geldiğinde saltanat mührünü bırakıp
bir hükümdar değil, şair olarak kalem
yarıştırmayı da bildiler.
Seyf ve kalem erbabı
Osmanlı tahtının bilinen ilk şairi II. Murat
kabul edilir. Muradî mahlasıyla yazar.
Divan sahibi ilk padişah ise Fatih Sultan
Mehmet’tir. İstanbul’un, Trabzon’un,
Karaman’ın, Karadeniz’in fatihi, “fetihlerin
babası” diye nam salan II. Mehmet, seyf
(kılıç) erbabı olduğu kadar kalem erbabıdır.
Döneminin şairlerinden Şeyhî ve Ahmed
Paşa’nın etkisinde olduğu aktarılan Sultan
Mehmet, namı diğer Avnî, Konstantin’in
tahtında oturan bir imparatordan
beklenmeyecek samimiyette, lirik şiirler
yazar.
“Husrevâ bu haddi gülgûnun görüp
(Sultanım! Senin gül rengi yanağını görüp)
Sana Ferhad olmayan Mecnun’dur.”
Avnî’nin insanî duygularını dışavurduğu
lirik şiirlerinin yanında, dönemin siyasi
atmosferini yansıtan dizeleri de mevcuttur.
Kıran kırana bir çekişme içinde olduğu
Karamanoğlu beyine dizeleriyle gözdağı
verir.
“Bizimle saltanat lafın edermiş ol Karamanî
Hudâ fırsat verirse eğer, kara yere karam
anı (karayım onu)”
Ve elbette aradan geçen yüzyıllara rağmen
üzerine methiyeler düzülen muştulu
fetih... Fetih muştusunun sahibi Sultan
Mehmet’in, fetih için kalemini mürekkebe
değdirmemesi beklenemez:
“Feth-i İstanbul’a fırsat bulamadılar evvelûn
(öncekiler)
Fethedip Sultan Mehemmed dedi tarih
‘Âhirûn’”
Önceleri nice hükümdarların teşebbüs edip
fethedemediği İstanbul’u Sultan Mehmet’in
aldığını ve bunun üzerine tarihte yeni bir
sayfa açıldığını anlattığı beytinde de klasik
bir söz sanatı gizli. “Âhirûn” kelimesi ebced
hesabına göre 857 (miladi 1453) tarihini
verir. Dolayısıyla Ahirûn derken hem yeni
bir çağ açıldığına, hem de tarihe ‘1453’
kaydının düştüğüne işaret eder.
Her ne kadar Osmanlı tahtının bir tek
sahibi olabilmekte idiyse de, Fatih’in edebi
mirasına, edebiyata gönül veren herkes
paydaş olabilirdi. Bu yüzden, Sultan
Mehmet’in tahtını devralan II. Bayezid,
Avni’nin mirasını tek başına sahiplenemedi.
Avni’nin ocağında yetişmiş bir şair daha
vardı: Cem Sultan...
Küçük yaşlardan itibaren şiir ve edebiyatla
meşgul olan şehzadenin çevresinde “Cem
şairleri” denen bir grup bulunur. Öyle ki,
bu şairlerden bir kısmı onu gurbette de
yalnız bırakmaz. Cem Sultan, sultan şairler
arasında şiirlerinde şahsî duygularını ifade
etmede en başarılı şair sayılır bazılarına
göre. Kardeşi Bayezid ile giriştiği iktidar
mücadelesi sonucu ülkesinden ayrı
düşen ve gurbette son nefesini veren
Fatih’in bu şehzadesinin şiirlerinde, iktidar
mücadelesinin ona verdirdiği kayıplar ve
gurbette bulunmanın ruhuna verdiği hüzün
ağır basar.
“Bu gurbet câna gâyet kâr kıldı
Ki âlemden beni bîzâr kıldı (usandırdı)”
Tarihçilerin “Kanuni’nin
kendisine en çok benzeyen
oğlu” diye aktardığı
Şehzade Bayezid, siyaset
meydanında dahi elinden
bırakmadığı kalemiyle,
babasına ne denli
benzediğini ortaya koyar.
Bîgünahım dime bari
“Eğer huzur etmek dilersen ey Muhibbî
fâriğ ol (her şeyden arın)
Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet
(köşesine çekilmek) gibi”
Cem Sultan
İki mirasçı
Fatih’in ardından da Topkapı’nın has
odasında siyah mürekkep ak kâğıda
dizeler dökmeye devam eder. “Adnî”
mahlasıyla eserler veren II. Bayezid,
tasavvufa olan eğilimi ile de bilinir. Çok
sayıda ilim ve sanat erbabını himaye etmiş
olan II. Bayezid, dinî tasavvufî dizeler
miras bırakır.
“Hudâyâ Hudâlık sana yaraşır
Nitekim gedâlık (dilencilik) bana yaraşır”
Bu dizelerin sahibinin döneminin en güçlü
devletinin tahtında, en uzun süre tahtta
kalan hükümdarı olduğuna inanmak güç.
Ancak Avrupalıların “Muhteşem”, tarihin
“Kanuni” dediği, ancak kendisini “Muhibbî”
diye adlandıran divan şairi Süleyman, aynı
zamanda en çok şiir yazan Osmanlı sultan
şairi unvanına sahip. Biri Farsça olmak
üzere iki Divân sahibi Muhibbî, Divan
edebiyatının en hacimli divânını kaleme
alan şairi. Devrinde Bâkî, Zâtî, Hayâlî ve
Fuzûlî gibi büyük şairlerin yetiştiği Sultan
Süleyman kalem erbabını himaye ederken,
Muhibbi ise onlarla kalem yarıştırır.
Dönemin ünlü şairi Baki ile bir dönem
arası açılır. Süleyman, Kanuni olarak onu
Bursa’ya sürgün ederken, Muhibbî olarak
taşlamaktan da geri durmaz.
Kanuni Sultan Süleyman
“Bâkî bed (Kötü Baki!)
Bursa’ya red (Busra’ya sürüldü)
Nefy-i ebed (Ebediyen orada kalsın)
Azm-i bülend (Yüksek kararım budur)”
Nice sonra iki şairin arası düzelir ve Baki,
sultanın ölümünün ardından “Kanuni
Mersiyesi”ni düzer.
Kardeşi ile girdiği mücadelenin ardından
İran Şahı’na sığınan Şehzade Bayezid
ile Kanuni’nin mektuplaşması da klasik
edebiyatımızın kıymetli sayfalarından
birini teşkil eder. Tarihçilerin “Kanuni’nin
kendisine en çok benzeyen oğlu” diye
aktardığı Şehzade Bayezid, siyaset
meydanında dahi elinden bırakmadığı
kalemiyle, babasına ne denli benzediğini
ortaya koyar.
“Ey serâser âleme Sultân Süleymânum baba
Tende cânum, cânumun içinde cânânum baba
Bâyezidine kıyar mısun benüm cânum baba
Bîgünâhım, Hak bilür, devletlü sultânum baba”
Süleyman’ın isyankâr şehzadesine cevabı
ise bir sultan kadar haşmetli, bir baba
kadar şefkatli, bir şair kadar ferasetlidir:
“Ey dem-â-dem mazhar-ı tuğyân u isyânım
(zaman zaman baş kaldırıp isyan eden) oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım
(Fermanımı boynuna hiçbir zaman
takmayan) oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hân’ım oğul
Bîgünâhım dime bari tevbe kıl cânım oğul”
TRT VİZYON 27
III. Ahmet Çeşmesi
alanda terk eden sultan II. Mahmut da,
şiir konusunda aile geleneğini sürdürür.
Adlî mahlasıyla yazan sultanın bestelenen
bazı beyitleri, cumhuriyet devrinde dahi
radyoda çalınmaya devam eder. Ravza-i
Mutahhara’ya armağan ettiği bir altın
şamdan münasebetiyle kaleme aldığı naat,
Peygamber efendimize muhabbetini gözler
önüne serer:
“Hâfız’â Bağdât’a imdât etmeğe er yok mudur
Bizden istimdat edersin sende asker yok
mudur
‘Düşmanı mât etmeğe ferzâneyim ben’ der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok
mudur”
Edebiyatın, mimarinin ve güzel sanatların
saltanat yılları olan Lale Devri’nde,
dönemin sultanı III. Ahmet de bu saltanatın
bir yaprağıdır. Bugün Sultanahmet
Meydanı’nda bulunan ve III. Ahmet
tarafından yaptırılan çeşme için, 19.
yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden İtalyan
yazar Edmondo De Amics “kulaklarınıza
İstanbul adının çarptığı her yerde bu
çeşmenin hayali de gözünüzün önüne
gelir” sözlerini sarf eder. Ve bu çeşmenin,
en az kendisi kadar ünlü yapım kitabesinde
de şair Necib, namı diğer sultan III.
Ahmet’in parmak izi vardır:
“Aç Besmeleyle iç suyu Hân Ahmed’e eyle du’â”
Bîvefa saltanat
III. Selim, Türk Müziğine kazandırdığı
“Suzîdilara” makamıyla ve devrin ünlü
şairi Şeyh Galip’le yakın dostluğuyla
bilinir. Devrinde yaptığı ıslahatlarla
Osmanlı’nın geleneksel çizgisini pek çok
28 TRT VİZYON
Aradım o yiğit erleri
Osmanlı Devleti’nin son sultanları da şiir
geleneğini sonuna kadar devam ettirir.
Sultan II. Abdülhamit’in şiirle ilgilendiği
nakledilir. Onun ardından tahta geçen ve
Dünya Savaşı yıllarında padişahlık eden
Sultan Reşat, Çanakkale’den gelen zafer
haberi üzerine şu dizeleri yazar:
Hân Ahmed’e eyle du’â
Tarihin “duraklama ve gerileme devri”
diye adlandırdığı Osmanlı’nın 17. Ve 18.
yüzyıllarında da, siyaseten 16. Yüzyılın
parlak günleri yaşanmasa da sanat adına
kıymetli eserler verilmeye devam eder.
17 yaşında katledilen Sultan II.
Osman, kısa ömrüne, padişah olarak
gerçekleştirdiği icraatları yanı sıra şair
Farisî olarak kaleme aldığı şiirleri de
sığdırır. Kardeşi ve halefi sultan IV. Murat
da, Muradî mahlasıyla ve kendine has
üslubuyla dizeler kaleme alır. Hâfız Ahmet
Paşa’nın Bağdat’ı kuşatıp bir türlü şehri
almaya muvaffak olamaması karşısında
hem Paşa’ya olan öfkesini, hem devrin
içinde bulunduğu durumu, Sultan Murat’ın
mizacına uygun bir üslupla ortaya koyar:
“Husrevâ bu haddi
gülgûnun görüp (Sultanım!
Senin gül rengi yanağını
görüp) / Sana Ferhad
olmayan Mecnun’dur.”
(Avnî)
“Savlet etmişti (saldırmıştı) Çanakkale’ye
bahr ü berden
Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi (güçlü
düşmanı) birden
Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden
(çelik kale)”
II. Mahmut’un kızı Adile Sultan
II. Mahmut’un çocuklarından
ikisi, babalarının ardından
saltanat tahtına oturduysa
da, sanat tahtına oturan biri
daha vardır: Adile Sultan...
“Şamdan eyledim ihdaye (hediye), cüret ya
Resulullah
Muradım dergah-ı âlâya hizmet ya
Resulullah”
II. Mahmut’un çocuklarından ikisi,
babalarının ardından saltanat tahtına
oturduysa da, sanat tahtına oturan biri
daha vardır: Adile Sultan... Adile Sultan,
Osmanlı ailesinin divan sahibi tek kadın
şairidir. Yunus Emre, Fuzûlî ve Şeyh
Gâlip gibi ustalardan beslenen sultanın
şiirlerinde, aile üyelerine dair izler
mevcuttur. Şaibeli bir ölümle hayata veda
eden kardeşi Abdülaziz Han’a düzdüğü
mersiye, hatırı sayılır padişah mersiyeleri
arasında yer almayı hak eder:
“Cihan matem tutup kan ağlasın Abdülazîz Hân’a
Medet Allah mübarek cismi boyandı kızıl kana
Nasıl hemşiresi bu Âdile yanmaz o hakana
Ki kıydı bunca zalimler karındaş cihânbâna”
Sultan Reşat
Osmanlı Devleti’nin son sultanı Vahdettin
ile beraber sultan padişahlar sona erer.
Vahdettin bazı eserlerini sultan şair olarak
yazarken bazılarını tarihin bir parçası
olmuş bir devletin, tarihe tanıklık etmiş eski
hükümdarı olarak yazar. Sultan Vahdettin’in
besteleri arasında dikkat çeken ana tema
“vatan hasreti”dir:
“Felâket bâğını gezdim serseri
Feryâd u zârımı duyan kalmamış
Aradım o şâhin yiğit erleri
Yattıkları yerde nişân kalmamış”
TARİH
Masal şehir
Ela TEKİN / ela.gurman@trt.net.tr
Mardin
30 TRT VİZYON
Değerlerin harmanlandığı
Mardin; mimarinin,
arkeolojinin, tarihin ve
görselliğin şölenidir. Bir
dağın tepesine kurulu
kent, tarihi evleri, kaleleri,
medreseleri, manastırları
ile halkını gururlandırırken
ziyaretçilerini bağrına
basar. Bu şehir için asıl
olan farklı din, dil, kültür
mensuplarını hoşgörüyle ve
huzurla birleştirmek, kardeş
kılmaktır.
G
üneydoğunun büyülü
masal şehri Mardin,
bereketli hilal olarak da
bilinen Mezopotamya
bölgesinin en eski
şehirlerinden biridir. Şiir
gibi, zamanın içinde kaybolduğunuz,
yaşanmışlıkların ispatı, her köşesinden
tarih fışkıran bir şelaledir aynı zamanda.
Topraklarında dolaşırken M.Ö. 4 bin
500’lere gider bugüne dönüverirseniz:
bu dünyada kaç şehre nasip olmuştur ki
sizce? Gidip görülesi, görüp yaşanılası
bir kenttir Mardin. Tadı her dem
damağınızda…
Yıldızlara yakın
Değerlerin harmanlandığı Mardin;
mimarinin, arkeolojinin, tarihin ve
görselliğin şölenidir. Onu anlatırken;
Subari, Hurri, Sümer, Akad, Mitani, Hitit,
Asur, İskit, Babil, Pers, Makkedonya,
Abgar, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu,
Artuklu ve Osmanlı dönemine ilişkin birçok
yapıyı bünyesine toplamış önemli bir açık
hava müzesinden bahsetmiş oluruz çünkü.
Bir dağın tepesine kurulu kent, tarihi
evleri, kaleleri, medreseleri, manastırları
ile halkını gururlandırırken ziyaretçilerini
bağrına basar. Bu şehir için asıl olan farklı
din, dil, kültür mensuplarını hoşgörüyle ve
huzurla birleştirmek, kardeş kılmaktır. Öyle
ki bu bütünlük sokaklarına kadar yansımış
çıkmaz sokak barındırmamıştır. Hep bir
çıkış yolu vardır Mardin’de. Yüzyıllarca
farklılıkların birleşiminden oluşan renk
cümbüşünün şehridir. Hiç bilmediğiniz
anların tanığı, görmediğiniz mekânların
sahibi, çocuklarını evlerinin damlarında
TRT VİZYON 31
uyutmuş böylece yıldızlara daha yakın
kılmış bir şehirdir o. Sizi içine çeken
kent, kültürü, yemekleri, adetleri, gezip
görülecek yerleri ve tarihi ile bambaşka bir
efsanedir anlatılanlardan öte.
32 TRT VİZYON
Sanatla iç içe
Saymak değil görmek gerekse de
turistleri çeken yerleri arasında; Dara
Harabeleri, Altunboğa Medresesi,
Deyrulzafaran Manastırı, Savurkapı
Medresesi, Mardin
Kalesi, Mardin
Ulu Camii, Mor
Gabriel Manastırı,
Gelüşke Hanı
ve Kasımiye
Medresesi
bulunur. Halkından
Gılgamış gibi bir
destanı dinlemek
ancak bu şehirde
mümkündür.
Efsaneler yörede
her kişi tarafından
kendince yeniden
öykülenir. Sanata
çok yakındır
üstelik. Dünden
bugüne taş işleme
sanatının en
güzel örnekleri,
telkârinin zarif
işçiliği ve bakırın
çekiç tarafından
dövülürken ortaya
çıkarttığı şekil gibi.
Ya yemekleri? Kibbe, İrok, Dobo, Firkiye,
Sembusek, Harire ne diye sormak
kifayetsizdir, gidip tatmak gerekir. Elbette
arkasından gelecek Mırra ile.
Ortak yaşamın en güzel
misallerinden biri olan
Mardin, bugünlerde daha
çok konuşulan bir şehir…
Geçen aylarda çıkan bir
habere göre artık yüzde 93
daha fazla turist çekiyor.
Turizm atağı
Ortak yaşamın en güzel misallerinden
biri olan Mardin, bugünlerde daha çok
konuşulan bir şehir… Geçen aylarda
çıkan bir habere göre artık yüzde 93
daha fazla turist çekiyor nitekim. Terör
nedeniyle geçen yıl ziyaretçilerin gelmekte
kararsız olduğu Mardin güvenlik güçlerinin
gerçekleştirdiği operasyonlar sayesinde
eski günlerine geri dönmüş gözüküyor.
Şehir bu sene neredeyse yüzde yüze
yaklaşan bir yükselişle ziyaretçilerini
ağırlıyor. Öyle ki turist sayısının artışı
otellerde yer bulma sıkıntısının baş
göstermesine bile yol açmış. İlde sağlanan
huzur ortamıyla turizm sezonuna iyi
bir başlangıç yapıldığını söyleyen Vali
Mustafa Yaman’ın yanı sıra Mardin
Turizm ve Otelciler Derneği (MARTOD)
Başkanı Özgür Azad Gürgör ise turizm
hareketliliğinden büyük memnuniyet
duyduklarını belirtiyor.
Varlığını yeniden hatırlatıyor
Mısır’dan Hindistan’a kadar uzanan antik
uygarlıklar coğrafyasının merkezinde
kurulmuş olan Mardin, tarihten gelen farklı
dil ve dinlerin barış ve huzur içerisinde
yaşam bulduğu bir kent. Bu değerlerini
yıllardır tüm dünyaya gösteren Mardin’in,
binlerce yıldır süregelen kadim kültürü,
özgün kent mimarisi, Şahmeran’ı bir
kez daha dikkat çekiyor. Görmeyenler
tarafından keşfedilmeyi bekleyen şehir,
misafirperver halkıyla ziyaretçilerini
içtenlikle çağırıyor. Fotoğrafçıların, lezzet
avcılarının, damarında gezgin ruhu
dolaşanların, örnek mimari düşkünlerinin,
tarih severlerin beklentisini tam manasıyla
karşılayan destansı kent bambaşka bir
atmosfer sunuyor. Telkâri, bakır, takunya
gibi ürünleri ortaya koyan, unutulmaya
yüz tutmuş zanaatkârların emekleriyle
elbette. Yerli ve yabancı turisti cezbeden
özellikleriyle Mardin, büyüsüne herkesi
ortak etmek için varlığını yeniden
hatırlatıyor.
TRT VİZYON 33
SÖYLEŞİ
Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr
Modern çağda bir ozan:
İrfan Gürdal ile at, kopuz ve
Türk Dünyası üzerine
D
ünden ses veren bir kopuzun ezgisinin peşine takıldık; Orta Asya steplerinden
ve Kıpçak Bozkırı’ndan
binlerce kilometre uzakta,
Anadolu’nun kalbinde kurulmuş bir Türkmen çadırına misafir olduk.
Dünden bir nefes, aşina bir nefes bulduk.
Diriliş Ertuğrul’un ‘Ozan’ı, Kültür Bakanlığı
Türk Dünyası Müzik Topluluğu üyesi İrfan
Gürdal ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Türk seyircisi sizi iki kez Diriliş
Ertuğrul’da “ozan” rolünde gördü. Diziye dâhil olmak tanınırlığınızı ne ölçüde
etkiledi?
Maalesef Türkiye’de tanınabilmenin yolları biraz bu popüler ortamlara girmekten
geçiyor. Bu popülist dünyanın içinde yer
almadığınızda hakikaten kimsenin sizden
haberi olmuyor. Bu sadece Türkiye’ye
mahsus bir şey değil, bütün dünyada da
böyledir zaten. Popüler olan tanınır. Sadece sanat kaygısı olan insanlar ve eserler
büyük kitleler tarafından bilinmez. Bilinmeyi
de çok arzu etmezler. “Kıymetini bilenler
bilsin, yeterli” denir.
Türkiye’de benim ilgilendiğim müziğin kıymetini bilecek insanların hepsine ulaşmış
mıyızdır, sanmıyorum. Muhtemelen hâlâ
ulaşamamışızdır. Burada tanıtım yetersizliğinden söz edilebilir.
Diriliş Ertuğrul’da bir ozan rolü almadan
önceki tanınmamla sonraki tanınmam arasında ciddi bir fark var. Bunun hakkını teslim etmek lazım. Burada Diriliş Ertuğrul’a,
tanınmamdan dolayı bir teşekkür borçluyuz. Tabii tanınmayı istiyor muyum, o ayrı
konu da...
Müzikle birlikteliğiniz ne zaman başladı?
Her müzisyenin verdiği cevabı vereceğim
ben de; çocuk yaşlarda başladı... İlkokula
34 TRT VİZYON
“Türkiye’den bir ekip
gelmiş, Kazak müziği de
yapıyor, Özbek müziği de
yapıyor, Türkmen müziği
de yapıyor, bunların
hepsini bir konserde
yapıyor ve ortak kültürün
ürünleri olarak sunuyor.
Öyle olunca, yanı
başındaki Özbekistan’ın
müziğini dinlemeyen
Kazak, Türkiye’den gelen
bir ekipten Özbek müziğini
dinlemeye başlıyor. Ve
aslında burada bir bağ
kurulmaya başlanıyor.”
başladığım sıralarda müziğe de başlamış
oldum. Ailede müzikle ilgili kimse de yoktu.
Bende bir tutku gibi başladı. Sonra tabi
ailem bunu fark edince destek oldular,
enstrüman aldılar. Lisede amatörce
devam ettim, kurslara gittim. Üniversiteye
geldiğimde biraz daha işi ciddiye almaya
başladım. Üniversitenin korolarına gitmeye
başladım. Ankara Radyosu’nda, rahmetlik
Mustafa Özgül hocamız vardı, şef, o bana
çok yardımcı oldu. Böylece halk müziğini
öğrenmeye başladık ve ben daha üniversiteyi bitirmeden, Kültür Bakanlığı’nın açtığı
koro sınavını kazandım. Ve 1986’da göreve başladım. Profesyonel müzik hayatım
böyle başladı.
Türk Dünyası müzikleri ile ilgili çalışmalarınıza nasıl başladınız?
Yine üniversite öğrencisi olduğum,
Ankara’da okuduğum yıllarda, güzel bir tesadüfle Türkistanlı bir sanatçıyla tanıştım:
Muhammed Sabir Karger... Sabir Ağabeyle
tanışmam aslında bana bir yol açmış oldu.
Amatörce Sabir Ağabey’le çalışmaya başladık. Onunla bir albüm yaptık o dönemde.
Ben kabak kemane çalıyordum.
Ondan öncesinde de Azerbaycan müziklerine çok merakım vardı. Azerbaycan
Radyosu’nu bulur dinlerdim, Ordu’da çekiyordu. Sovyet dönemi malum... Türkiye’de
o bölgeye ait bir malumat bulmak zor,
malzeme bulmak zor... Ama kaçak gelmiş
böyle bir iki kaset, plaklar ve radyodan
duyduklarımızla Azerbaycan müziğine ilgim
vardı. Ama Sabir Karger’le tanışmamla
birlikte “Türkistan Müziği” diye bir kavramla
da tanışmış oldum. Geniş coğrafyada yapılan bir Türk müziği hazinesi olduğunu fark
ettim. Türkistan müziği de böyle başladı.
Sonra İpekyolu Topluluğu’nu kurdunuz.
O da amatör bir gruptu. “İpekyolu Türk
Müziği Topluluğu” diye ismini koyduk. Türk
Dünyası müziklerini araştırdık, enstrümanlarını araştırdık. Sovyet Dönemi’nin
zorluklarından dolayı o bölgenin çalgılarını
bulmak imkânsız. Oradan gelen giden
de yok. Fotoğraflardan çalgı yapmaya
başladık. Böylece çalgı yapımcılığımız da
gelişmeye başladı. Çünkü yok... Dombıra
elde etmenin imkânı yok, dombırayı yapmak durumundayız. Rahmetli Ali Özaydın
arkadaşımla beraber Orta Asya çalgıları
yapmaya başladık. İpekyolu’nu da onunla
birlikte kurduk.
Ve biz bu toplulukla güzel şeyler yaptık.
Albüm yaptık. Yurtdışına Kırgızistan’a
turneye gittik, Türkiye’de bir çok yerde
konserler verdik. Amatör topluluklara pek
nasip olmaz.
1990’lı yıllar... Bağımsızlık sonrası dönem
Fotoğraflar: Ahmet Cahit Şahiner ve Didem Şahsuvaroğlu
artık; biz böyle başarı çizgimizi yükselterek
devam ederken, dünyada Türk Cumhuriyetleri var, onlarla Türkiye’nin ilişkileri
gündemde. Türkiye’de yapılan bir kültür
bakanları toplantısına, Türk Dünyası müziklerini yaptığımız için İpekyolu Topluluğu
olarak bizi de davet ettiler. Biz o toplantıda
herhalde iyi bir performans gösterdik ki,
zamanın kültür bakanı İstemihan Talay ve
o zamanın cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, her ikisi de bizim topluluğa hayranlıklarını dile getirdiler. “Sizi devlet topluluğu
yapalım” dediler. Ertesi gün biz çalışmalara
başladık. Ondan sonra da 1999 yılında
Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde
“Türk Dünyası Müzik Topluluğu” olarak
kurulduk. Ben de o topluluğun sanat
yönetmeni oldum. 2015’e kadar görevimi
sürdürdüm. 2015’te sanat yönetmenliğini
bıraktım, şimdi Türk Dünyası Müzik topluluğunda sanatçı olarak devam ediyorum.
Şüphesiz müziğin kültürel anlamda kaynaştırıcı etkisi var. Yaptığınız çalışmalar
süresince bu kaynaştırıcı etkiyi görme
şansınız oldu mu?
Müziğin kaynaştırıcı etkisini sihirli düzeyde şahit olmuşluklarım var. Bir kere çok
farklı kültürlerden insanları kaynaştırdığını
herkes kabul eder. Hepimiz bunu biliriz.
Özellikle uluslararası festivallerde buna
şahit oluruz. Bu hem müzisyen için kaynaştırıcı, hem dinleyici için kaynaştırıcı. Hatta
birlikte oturur çalarız. Hiç müzik kültürümüz
benzemeyen ülkelerin müzisyenleriyle
oturur çalarız.
Tamam, bu müziğin güzel kaynaştırıcı
tarafı... Ama Türkiye’de hiç kaynaşmayan insanların kaynaştığını gördüm ben
müzikle. Özellikle bizim Türk Dünyası
Müzik Topluluğu konserlerinde birbirinden
çok farklı, bir araya gelmesi imkânsız
görülen siyasi görüşlerden dinleyicilerden
oluşan bir kitlemiz vardı bizim. Bu kitleyi
de kaynaştırıyordu bizim müziğimiz. Yani o
büyülü kaynaştırıcılık bence burada. Farklı
kültürleri kaynaştırmaktan daha zor bir şeyi
yaptığımızı da söyleyebiliriz.
“Büyülü kaynaştırıcılık” Türk Dünyasının birbirinden ayrı duran fertlerini de
bir araya getirdi mi?
Sovyet döneminde Türk dünyasında
-herkesin bildiği gibi- Sovyetlere bağlı farklı
cumhuriyetler var: Kazakistan, Kırgızistan,
Özbekistan, Türkmenistan gibi... Bunlar
aslında hepsi Türkistan Coğrafyasının
aşağı yukarı aynı kültüre sahip insanları.
Ama Sovyet döneminde bunların hepsine
mikro milliyetçilik aşılanmış. Ve her biri diğeriyle geçimsizleştirilmiş. Bu bilinçli olarak
yapılan bir şey. Müzik tarafından baktığınızda bir Azerbaycanlı Kazak müziğini
sevmez, Kazakları da çok... (Eh işte...) Ya
da Kazakistan’a gidersiniz Özbek müziği
dinleyen insan bulamazsınız. Özbekistan’a
TRT VİZYON 35
halinizde Tuva müziğine hayran olursunuz,
bir ruh halinizde Özbek müziğine hayran
olursunuz. Benim durumum öyle, o yüzden
‘birisi’ diyemeyeceğim.
Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğu ile yürüttüğünüz çalışmaların yanı sıra
üç de albümünüz var.
Dört... Çerağ ve Atın türküsü piyasaya
çıkan iki albüm. Köroğlu Türküleri de iki
albüm. Bolu Belediyesi iki yıl üst üste
birer albüm şeklinde yaptırdı bunu. Onlar
piyasaya çıkmadı ama Türk Dünyasında
Köroğlu diye, Bolu Belediyesi’nin yaptığı
iki albüm çalışması var. Beşinci de yolda
inşallah.
gidersiniz Kazak müziğini kimse dinlemez.
Komşusu, düne kadar aynı toplumdu, aynı
hanlıklara bağlıydılar. Ama Sovyet döneminde böyle bir şey olmuş.
İşte bizim oralardaki konserlerimizde şu
ortaya çıkıyor. Kazakistan’a Türkiye’den
bir ekip gelmiş, Kazak müziği de yapıyor,
“Arap müziğinde ve
Arap şiirinde deve
yürüyüşündeki temponun
aruz veznini oluşturduğu
ve Arap musikisinin de
usullerini oluşturduğu
gibi bir iddia vardı. ‘Eğer
deve Arap müziğinde etkili
oluyorsa, Türk müziğinde
de atın böyle bir etkisi
olması lazım’ diye düşünüp
buradan yola çıkarak
at yürüyüş temposuyla
bizim türkülerin uyuşup
uyuşmadığına bakarak bir
çalışma başlattık ve gördük
ki hakikaten de böyle.
Bizim müziğimizin içinde at
koşuyor.”
36 TRT VİZYON
Özbek müziği de yapıyor, Türkmen müziği
de yapıyor, bunların hepsini bir konserde
yapıyor ve ortak kültürün ürünleri olarak
sunuyor. Öyle olunca, yanı başındaki
Özbekistan’ın müziğini dinlemeyen Kazak,
Türkiye’den gelen bir ekipten Özbek müziğini dinlemeye başlıyor. Ve aslında burada
bir bağ da kurulmaya başlanıyor. Kendisine
öğretilenin aksine, aslında aynı kökten
gelen bir millet olduğu, aynı kültüre sahip
olduğu, ufak tefek farkların aslında bir
zenginlik olduğu, her birinin ayrı lezzetleri
olduğu gibi bilgiler, bizim müziğimizin de
yardımıyla, Sovyet coğrafyasında oldukça
iş yaptı ve faydalı oldu diye düşünüyorum.
Türk Dünyası müzikleri içerisinde, bir
parça da olsa diğer bölgelere göre daha
etkileyici bulduğunuz bir bölge var mı?
Çok kolay bir cevabı yok bunun. Müziğin
derinlemesine işlenmesi, müziğin sanatsal değeri gibi cephelerden baktığımda
Azerbaycan müziği, Özbekistan müziği
bana çok kıymetli gelir. Çünkü orada bir
makamsal yapı vardır, eski müzik kültürü,
meşk geleneğinden gelen gelişmiş bir
müzik kültürü vardır. Ama öte yandan bir
Tuva müziği de, tamamen Şamanik, son
derece -ilkel demeyeceğim ama- karmaşık olmayan ve insanın tam da damarına
basan bir müzik. Öbürünün yanında ne
makamsal özelliği var, ne usulleri gelişmiş,
ne belli bir geçmiş kültür üzerinde büyümüş
bir müzik... Ama baktığımızda o da insanı
son derce etkileyen bir müzik. Yani bir ruh
Albümlerin içeriğinin tesadüfi seçilmediğini düşünüyorum. Atla başlayalım.
Bir albüm düzenleyecek kadar atı diğerlerinden öne çıkaran nedir?
“Albüm düzecek”ten daha da ilerisi var
aslında. “At Türk’ün kanadıdır” diyor Dede
Korkut. Bir başka atasözü “At Türk’ün
kardaşıdır” diyor. “Sana kardaş derim,
kardaştan da yeğ” diyor yine Dede Korkut.
Yani at aileden birisi Türk için. Koyun gibi,
inek gibi, köpek gibi değil. Diğerleri bir
fayda için beslenen ve fayda olduğu sürece
kıymetli olan hayvanlar. Ama atın durumu
farklı. İnsanla at arasında karşılıklı bir vefa
borcu var. Böyle bir ilişki var. Türk için de
bu çok ileri düzeyde.
Biz burada şunu düşündük: Arap müziğinde ve Arap şiirinde deve yürüyüşündeki
temponun aruz veznini oluşturduğu ve
Arap musikisinin de usullerini oluşturduğu gibi bir iddia vardı. “Eğer deve Arap
müziğinde etkili oluyorsa, Türk müziğinde
de atın böyle bir etkisi olması lazım” diye
düşünüp buradan yola çıkarak at yürüyüş temposuyla bizim türkülerin, sadece
Anadolu değil Türk dünyasındaki türkülerin
tabi, uyuşup uyuşmadığına bakarak bir
çalışma başlattık ve gördük ki hakikaten de
böyle. Bizim müziğimizin içinde at koşuyor.
Öte yandan teması atla ilgili olan birçok
türkümüz var. Temasının hiç atla alakası
olmasa bile içinde at geçen türkülerimiz
çok çok çok fazla. “Ata binmiş gidiyor”
diye başlıyor ama aslında aşk türküsü, bir
yerinde at var.
Öyle olunca Türk müziğinde at mevzusunun çok geçtiği, atın çok tesirli olduğu
düşüncesiyle böyle bir albüm yapma fikri
ortaya çıktı.
“Köroğlu” çocukluk yıllarımızdan
beri tanıdığımız bir efsanevi karakter.
Bolu Dağı’nın ötesinde, Türk dünyası
Köroğlu’nu nasıl görüyor?
Çocukluğumuzdan beri bildiğimiz Köroğlu
aslında eksik bir Köroğlu. Sadece Bolu ile
ilişkilendirilmiş bir Köroğlu tanıdık biz. Bize
öyle tanıtıldı diyelim. Tanıtanlar da öyle biliyordu zaten, bilinçli bir tutum yok burada.
Ama Köroğlu aslında son derece mitolojik,
yani tarihin tespit edemeyeceğimiz kadar
uzak çağlarından beri bizim kültürümüzde
var olan bir kahraman, bir model. Bütün
destanlarda olduğu gibi Köroğlu Destanı da
zaman içerisinde değişmiş ve bulunduğu
coğrafyaya adapte olmuştur. Bu Türk’ün
sözlü kültüre sahip olmasının en somut
sonuçlarından bir tanesidir zaten. Sözlü
kültür böyledir. Sürekli değişir, sürekli güncellenir. Âşıklar Köroğlu anlatırken kendi
dinleyicisine hitap edecek bir coğrafyaya
onu yerleştirir. En bariz örneği, aslında
“Balı Bey” olan paşa “Bolu Beyi” olmuştur.
Azerbaycan anlatmalarında o paşanın adı
“Balı Bey”dir ve Erzincan paşasıdır. Ama
Anadolu’daki âşıklar, “Balı” ismi de çok
yaygın olmadığı için, “Bolu” diye de hazır
bir vilayet var, bunu “Bolu Beyi” yapmışlar
ve Köroğlu böylece Bolu’ya mal olmaya
başlamıştır.
Köklerine baktığınızda, Köroğlu
Destanı’nın içerisinde birçok mitolojik
motif zaten bunun çok eski olduğunu
ispatlar. Azerbaycan’da Kazakistan’da
Türkmenistan’da, Özbekistan’da, İran’daki
Türkler arasında, Kaşgaylar’da, Kırgız ve
Uygurlar’da Köroğlu Destanı’nı görüyoruz.
Bu kadar geniş bir coğrafyada yaygın bir
kahraman.
Ortak tarafı ne? Köroğlu insan... Yani bir
Herkül değil. Bir yarıtanrı değil. Mucizeleri yok, uçmuyor... Binlerce düşmanı tek
başına yenmiyor. İnsan, hepimiz gibi bir insan... Kavga ediyor, kavgada yenilebiliyor.
Dayak yiyor. Bunu gelip karısına anlatacak
kadar dürüst. Kiziroğlu
hikâyesinden biliyoruz.
Her insan gibi yalan da
söylüyor. Yalan söyledikten
sonra bunun pişmanlığını
yaşıyor. Sonuçta vicdanı
daha ağır basıyor ve doğruyu buluyor. Köroğlu’nun
özelliği bu. Hepimiz gibi bir
insan, dolayısıyla model
alınabilecek özellikte bir
insan. Bu çok önemli. Köroğlu gibi olunabilir; Herkül
gibi olamazsınız...
Türk kültüründe rol model... Dürüst olun, doğrucu
olun, doğrudan şaşmayın,
kaçanı kovalamayın,
aman dileyene vurmayın...
gibi nasihatleri vardır. Karısına sadakati
önemlidir Köroğlu’nun. Çünkü zaman
zaman sadakatsizlik yapma girişimleri
olur ve hep başına kötü şeyler gelir. Bütün
Türk Dünyasındaki Köroğlu’nun en önemli
göze çarpan özelliği, örnek alınacak bir
kahraman olması.
Bir de “Çerağ” var. Ne demektir Çerağ?
Önemi nedir?
Türk dünyasının mistik ve dini musikisinin
toplandığı bir albüm. Çerağ “çıra” demek,
Çerağ “aydınlatıcı” demek... Çerağ Türk
tasavvufunda da önemli bir sembol; çerağ
uyandırmak... Gönlün aydınlanması gibi
düşünebiliriz bunu. Aydınlatıcı, yol gösterici, rehber gibi düşünebiliriz. Tasavvufi bir
terimdir aynı zamanda. Sadece bir lamba,
ya da aydınlatıcı değil de...
Çerağ’ın yapılması gerekliliğine şöyle hükmettik: Türk dünyası bir Sovyet Döneminden geçti. Sovyet döneminde o coğrafyadaki dini musiki yasaklandı. Ya değiştirildi;
sözleri değiştirildi, müziği başka yerlere
adapte edildi, unutturuldu; ya da yasaklandı. Dergâh yok, tekke yok, derviş yok, din
yasak, dini musiki yasak, seksen senede
bir nesil gidiyor ve böyle bir müzik kültürü
de artık unutuluyor. Tek tük kalıntıları belki
bir yerlerden bulunur.
İşte biz bu son kırıntıları toplayabilir miyiz,
burada bir kurtarma operasyonu yapılabilir
mi gibi bir çalışma başlangıcını. Gördük
ki kaybolmamış eserler var. Hala var. Tabi
bunların birçoğu da aslında Sovyetler’in
dışına kaçabilmiş olanlar. İran’daki Türkmenlerde... Türmenistan coğrafyasından
İran’a geçmişler, oradan götürmüşler,
İran’da kurtarmışlar. Afganistan’da kurtarmışlar. Türkiye’ye gelmişler, kurtarmışlar.
Bu kurtulan eserleri topladık. Yine Sovyet
“Bu müzik geniş bir
coğrafyanın müziği, o
halde o coğrafyayla da
ilgilenmem lazım, gibi bunun
arka planıyla, bu müziği
ortaya çıkaran kültürün
tamamıyla ilgilenmeye
başladım. Yıllardır... Ve bu
ilginin içerisinde atlı kültürü,
konargöçer kültürü, yürük
kültürü, genel bir Türk
dili var. Bunların hepsiyle
ilgilenirken işte bu hale
geldik.”
coğrafyası içinde söylenebilen, yaşlılarda,
kadınlarda korunmuş ve bağımsızlıktan
sonra tekrar gün yüzüne çıkmış, Yesevi
hikmetleri gibi eserler vardı.
Biz sizi Türk Dünyasından derlediğiniz
eserlerle tanıdık. Ancak röportaj için
geldiğimizde okçulukla, at çiftliğiyle,
Türk çadırıyla karşıladınız bizi. İlgi
alanlarınızın bu kadar çok yönlü olması
neden kaynaklanıyor?
Bir kültürle ilgilenince, bence her derinlemesine ilgilenen de böyle olmalı ve oluyordur da, sadece bir alanda çalışmaz. Yani
ben Türk dünyasının müziğiyle uğraşırken,
bu müzik geleneksel bir müzik, o halde
tarihle de ilgisi var. Demek ki tarihle de
ilgilenmem lazım.
Bu müzik geniş bir coğrafyanın müziği, o
halde o coğrafyayla da ilgilenmem lazım,
gibi bunun arka planıyla, bu müziği ortaya
çıkaran kültürün tamamıyla ilgilenmeye
başladım. Yıllardır... Ve bu ilgilinin içerisinde atlı kültürü, konargöçer kültürü, yürük
kültürü, genel bir Türk dili var. Bunların
hepsiyle ilgilenirken işte bu hale geldik.
Kendime de böyle bir ortam oluşturma
durumu ve belki de günlük dünyadan
günlük koşuşturmacadan kaçabileceğiniz,
kendinizi tam olarak bu kültürün ortasında
hissedebileceğiniz bir ortam yaratma fikri
ile bir at aldım. Atlı okçuluk sporuna kendi
kendime başladım. Yaklaşık bir 7-8 yıl
önce. Sonra Ankara’da bir kulüp kurdum:
Ankara Atlı Okçuluk Gençlik ve Spor Kulübü... Çok kıymetli gençler buldum etrafımda. Onlarla bunu paylaşmaya başladım.
Onlarla birlikte bu sporu yapmaya başladım. Böyle bir Orta Asya keçe evi kurdum.
Burası bir kültür merkezi gibi aslında...
TRT VİZYON 37
KAPAK
Zeynep ÖYMEZ / zeynep.oymez@trt.net.tr
Şimdi hesap verme zamanı
İHANET CEZASIZ KALMAYACAK!
38 TRT VİZYON
B
ir yıl önce 15 Temmuz gecesi,
darbeye kalkışan hain çete
sebebiyle tarihimize bir
kara leke olarak geçerken,
milletimiz canı pahasına
verdiği mücadele ile
tarihimizin en şanlı gecelerinden birini
yaşadı. Eşi benzeri görülmemiş bir
geceydi o. Tankların önüne siper olan
bedenler, F16’ların havalanmaması
için yakılan tarlalar, erlerin yanaklarını
okşaya okşaya teslim olmaya ikna eden
analar gördük o gece. Bir milletin tüm
korkutma ve sindirme çabalarına rağmen,
bütün farklılıklarını bir kenara bırakarak
demokrasi için, bayrak için meydanlara
akın ettiği bir geceydi o gece. Ancak
gönül gözüyle bakılınca anlaşılabilecek
bir gece... O olağan üstü gecede neler
yaşandı gelin kısaca hatırlayalım.
15 Temmuz darbe girişiminin
üzerinden tam bir yıl
açıklaması olayları aydınlığa kavuşturdu.
geçti. Tüm şehitlerimizi
Yıldırım “Askerin içerisinde bir grubun
ve gazilerimizi minnet
kalkışması söz konusu. Bu girişime izin
verilmeyecektir. Bunu yapanlar en ağır
ve şükranla anıyoruz. 15
bedeli ödeyeceklerdir.” dedi.
Temmuz sanıklarının bir bir
hakim karşısına çıkarıldığı
Kim bu cuntacılar?
bu günlerde adaletin tecellisi Özellikle Ankara ve İstanbul semalarında
askeri jet uçakları alçak uçuş yapmaya
millet olarak en büyük
başladılar. Halkı korkutmaya ve
sindirmeye yönelik bir hareketti bu.
beklentimiz…
15 Temmuzda neler yaşandı?
Saatler 22:00’ye doğru hızla yaklaşırken
Genel Kurmay Başkanlığından silah
sesleri geldiği haberiyle “neler oluyor”
dedik önce. Sonradan öğrendik ki gecenin
ilk şehidini orada verdik. Olağanüstü bir
durum olduğunu sezen Kıdemli Başçavuş
Bülent Aydın’ın müdahalesi ilk çatışmanın
çıkmasını sağlamış, böylece sessiz
sedasız yapılması planlanan darbenin
gidişatı değişmiş, tüm Türkiye haberdar
olmuştu.
Tam da bu sıralarda TRT Genel Müdürlüğü
darbeci çete tarafından saldırıya uğradı.
TRT personeli silah zoruyla darp edildi. Eş
zamanlı olarak İstanbul TRT World binası
da işgal edildi.
Aynı dakikalarda Boğaziçi ile Fatih Sultan
Mehmet köprülerinin bir grup asker
tarafından geçişe kapatılması yansıdı
televizyon ekranlarına. Şaşkın gözlerle
neler olduğunu anlamaya çalışırken
saat 23:05’te Başbakan Binali Yıldırım’ın
Haber kanallarına düşen Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın, darbe
kalkışmasında bulunanlar tarafından rehin
alındığı haberi hain kalkışmanın gidişatını
değiştiren anlardan biri oldu. Bu haberle
birlikte asker kışlasında kalarak hainlere
destek vermedi.
Saatler gece yarısını gösterirken Anadolu
Ajansı’nın, Güvenlik Kaynaklarına
dayanarak verdiği “Askeri kalkışma,
ordu içerisindeki Fetullahçı Terör Örgütü/
Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/
PDY) mensubu bir grup subay tarafından
yapılmaya çalışılmaktadır.” açıklaması ile
yaşananların adı konmuş oldu.
Marmaris’te bulunan Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan Başkomutan
olarak tarihi bir konuşma yaptıktan sonra
İstanbul’a hareket etti.
Saat 00:13 TRT’yi işgal eden kalkışmacı
askerler silah zoruyla korsan darbe
bildirisi okuttu. Ardından TÜRKSAT
TRT’nin yayınını kesti. Cumhurbaşkanlığı
kaynakları bir açıklama yaparak bildirinin
TSK tarafından yapılmadığına dikkat
çekerek “Korsan bildiridir.” denildi.
Tam o sıralarda selâ sesleri duyulmaya
başladı gök kubbede. Diyanet İşleri
Başkanlığının talimatı üzerine 81 ilde birlik
selâları verildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
halkı meydanlara davet etmesi üzerine
milyonlar şehir meydanlarına akın etti.
Darbe girişimi soruşturması hemen o gece
başladı. 00:35 sıralarında Küçükçekmece
Başsavcısı Ali Doğan, darbe girişimini
yapan askerlerle ilgili soruşturma
başlatıldığını ve askerlerin görüldükleri
yerde tutuklanacaklarını bildirdi.
Milli irade bombalandı
O gece FETÖ’cü hainler askeri
helikopterlerle Milli İstihbarat Teşkilatı
(MİT)’e saldırdılar. TÜRKSAT’ın
Gölbaşı’ndaki tesislerini ve Ankara
Emniyet Müdürlüğünü savaş uçağı
ve helikopterlerle bombaladılar.
Cuntacı askerler Gölbaşı Özel Harekat
Daire Başkanlığı’nı havadan iki kez
bombaladılar. Yetmedi Cumhurbaşkanlığı
Külliyesi önünde toplanan halkımız ve
Jandarma Genel Komutanlığı uçaklar
tarafından bombalandı.
Milli iradenin temsilcisi Meclisimiz üst
üste iki kez bombalandı. Milli iradeyi
bombalayacak kadar gözü dönmüş bu
hain girişim darbeden öte işgal girişimi
görüntüsü veriyordu.
Başbakan Yıldırım, Ankara semalarında,
MİT, Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve
TRT VİZYON 39
15 Temmuz kardeşliği
15 Temmuz gecesi çatışmaların yaşandığı yerlerden biri TRT binasıydı. TRT’nin işgal edildiğini duyan halkımız akın akın TRT
önünde toplanmaya başladı. Darbeci çete acımasızca sivilleri hedef alarak kurşun yağdırdılar. Pek çok kişi yaralandı. Bunlardan
biri de Muhammed Enes Topçu’ydu. Boğazından yaralanan Topçu’ya ilk müdahaleyi TRT önünde o gece tanıştığı Orkun
Aytek yaptı. Aytek boğazına tişörtünü sararak tampon yaptığı Topçu’nun hayatını kurtardı. TRT önünde yaşanan bu hadise
yurdumuzun pek çok yerinde yaşadı o gece. 15 Temmuz’da insanlarımız kardeş olduklarını bir kez daha gösterdi tüm dünyaya.
Birbirini tanımayan ama ortak bir amaç için, ülkemiz için bir araya gelen siviller askerler tarafından kurşun yağmuruna tutuldular.
Birçok insanımız o gece vücuduna saplanan kurşun saçmalarıyla hayatına devam ediyor. Gazilerimizin kimisi uzuvlarını kaybetti
ve sakat kaldı maalesef. Bir yanları gururlu diğer yanları buruk şehit yakınları ise sevdiklerini kaybetmenin hüznünü bir ömür
boyu yaşayacaklar. Bu sebeple 15 Temmuzu unutmayacağız, unutturmayacağız…
Başbakanlık gibi kritik bölgeler üzerinde
uçuş yapan her türlü askeri helikopter
ve uçağın füzeyle indirileceğini açıkladı.
Türk Hava Kuvvetlerine ait F-16 uçağı,
darbe kalkışmasında bulunan cuntacıların
elindeki Skorsky helikopteri düşürdü.
TÜRKSAT’ı bombalayan askeri helikopter
Gölbaşı’nda düşürüldü.
İlerleyen dakikalarda Cumhurbaşkanı
Erdoğan, İstanbul’a ulaştı. Burada bir
açıklama yapan Erdoğan çok önemli
mesajlar verdi. Bu esnada Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın, Marmaris’te konakladığı
otele saldırı düzenlendiği öğrenildi.
İlerleyen saatlerde saldırının görüntüleri
düştü medya organlarına. Görüntülerde
helikopterlerden ateş açıldığı ve yüzleri
maskeli, ağır silahlar taşıyan askerlerin
oteli abluka altına aldığı görüldü.
40 TRT VİZYON
Güneş güzel haberlerle doğdu
Saatler 03:00’ü gösterirken TRT Genel
Müdürlüğü binası darbecilerden tamamen
temizlendi ve TRT normal yayınına geri
döndü. Milletimiz TRT’sine de sahip çıkmış
ve işgale son vermişti.
Gün ağarmaya başlarken güzel haberler
gelmeye başladı. Gölbaşı’ndaki Özel
Harekat Merkezi’nde olaylar saat 06:00
civarı kontrol altına alındı. İstanbul
Boğaziçi Köprüsü’nü gasp eden askerler
teslim oldu.
Ankara Akıncı 4. Ana Jet Üs
Komutanlığına operasyon düzenlenerek
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi
Akar’ının kurtarılması ve Jandarma Genel
Komutanlığının, emniyet özel harekât
polislerince ele geçirilmesi haberleri
yüreğimize su serpti.
Genelkurmay Başkanlığı’ndan çıkan 200
civarında er polise teslim oldu. Bir süre
sonra 700 kadar silahsız er ve erbaş
daha teslim oldu. İşgal edilen yerlerdeki
cuntacılar gözaltına alınmaya başladı.
250 şehit, 2 bin 193 kişi gazi
Ankara Akıncı 4. Ana Jet Üssü’nde cuntacı
askerlere karşı yürütülen operasyon
akşam saatlerinde sona erdi ve Akıncı
Üssü kontrol altına alındı. Böylelikle asker
içine sızmış hainlerin darbe girişimi 22
saat gibi bir sürede bastırıldı.
22 saat sonunda milletimizin demokrasiye
sahip çıkması, askerimizin hainlere pirim
vermemesi ve polisimizin cansiparene
mücadelesi ile hainler amaçlarına
ulaşamadılar. İşgale dur diyen milletimiz
15 Temmuz darbe girişiminde 94’ü
İstanbul’dan olmak üzere 250 şehit
verilirken, 2 bin 193 kişi gazi oldu.
Şehitlerimize ve Gazilerimize minnet ve şükran duyuyoruz.
Demokrasi nöbeti, vatan nöbeti
Darbe bastırılmış ama mücadele
bitmemişti. Çıplak elleriyle darbeyi
durduran, tankların önüne bedenlerini
siper eden milletimiz Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın “meydanları boş
bırakmayın” söyleriyle demokrasi nöbetine
başladı. Çoluk çocuk, genç ihtiyar
herkes meydanlara koştu. Demokrasi
nöbeti demokrasi şölenine dönüştü.
Birlik beraberliğin en güzel örnekleri
meydanlarda yaşandı. Hakkâri’den
Edirne’ye 81 ilde şehir meydanları siyasi,
dini, mezhebi fark gözetmeyen Türkiye
sevdalılarıyla günlerce doldu taştı. 27 gün
süren demokrasi nöbeti tüm dünyaya bir
ve beraber bu ülkeye sahip çıktığımızın
mesajını en güzel şekilde verdi.
Dostlar bizimle beraber
81 ilde gerçekleşen demokrasi nöbetleri
sınırlarımızı aştı dünyanın dört bir yanında
da meydanlar Türkiye sevdalılarıyla doldu.
Türklerin ayak bastığı her yerde sokaklar
Türk bayraklarıyla donatıldı, yürüyüşler
düzenlendi, imza kampanyaları başlatıldı.
Yurtdışında düzenlenen demokrasiye
destek gösterilerine sadece Türkler değil
her milletten insanlar katılarak Türkiye’nin
yanında olduğunu gösterdiler. Devlet
başkanları da yayınladıkları mesajlarında
seçilmiş Cumhurbaşkanı, Hükümet ve
Parlamento’nun yanında olduklarını dile
getirerek destek verdiler. Dostlarımızın
desteğiyle sevinirken dost olarak bilinen
bazı ülkelerin 15 Temmuz karşısındaki kâh
sessiz kâh anlamsız tutumları ise Türk
halkı olarak yüreğimizi yaraladı.
tüm dünyaya anlatıldı. Özellikle yurt
dışında 15 Temmuz’a dair dış basında
oluşan bilgi kirliliğinin önlenmesi için TRT
World tarafından hazırlanan “Gazetecilerin
Gözünden Darbe Girişimi” adı belgesel hiç
yayınlanmamış görüntüleri ekrana taşıdı.
TRT’nin “15 Temmuz Kahramanları”
belgeselinde ise gecenin kahramanları
gaziler ve şehit aileleri kendi dillerinden
O gecenin hikâyesini anlatarak karanlıkta
kalan pek çok gerçeği aydınlığa
kavuşturdu.
Milletimiz Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın “meydanları
boş bırakmayın” söyleriyle
demokrasi nöbetine
başladı. Çoluk çocuk,
genç ihtiyar herkes şehir
meydanlarına koştu.
Demokrasi nöbeti demokrasi Unutmadan, unutturmadan
şölenine dönüştü. 81 ilde
Medya organlarının özellikle de TRT’nin
bu çabası 15 Temmuz gecesi yaşananları
gerçekleşen demokrasi
unutmamak ve unutturmamak anlamı da
nöbetleri sınırlarımızı aştı
taşıyor. Bu manada gösterilen pek çok
güzel çabadan da bahsetmek gerekiyor.
dünyanın dört bir yanında
Bunlardan belki de en anlamlısı yeni
da meydanlar Türkiye
doğan bebeklere şehitlerimizin adlarımızın
sevdalılarıyla doldu.
verilmesiydi. Okullara, meydanlara,
Medyada ortak ses, ortak ruh
15 Temmuz gecesi hem hedef hem
mağdur olan Türk medyası ortak bir ses ve
duyguyla hareket ederek önemli bir sınavı
başarıyla geçti. Ama iş bununla bitmemişti.
15 Temmuz gecesi Türkiye’de neler
yaşandığının anlatılması gerekiyordu.
Bu amaçla televizyon kanalları 15
Temmuz belgeselleri, haber programları
hazırladılar. Bu anlamda en önemli
hizmetlerden birini TRT üstlendi. TRT
World kanalıyla o gece neler yaşandığı
köprülere, önemli mekânlara şehitlerimizin
adları verilerek ölümsüzleştirildiler.
Özellikle o gece keskin nişancılar
tarafından hedef alınarak milletimizin
şehit edildiği Boğaziçi Köprüsü’nün adının
15 Temmuz Şehitler Köprüsü olarak
değiştirmesi çok anlamlıydı. Ahde vefa ve
minnet duygularıyla şairler şiirler yazdılar.
Müzisyenler eserlerine 15 Temmuz birlik
ve beraberlik ruhunu yansıttılar. Klipler
çekildi. Amaç: 15 Temmuz ruhunu diri
tutmak, gelecek kuşaklara bu ruhu
aktarabilmek, Yenikapı’da verilen birlik
mesajını yaşatmak…
TRT VİZYON 41
Şimdi hesap verme vakti
Darbe kalkışmasının bastırılmasıyla
birlikte gözaltı ve tutuklamalar başladı.
Kararlılıkla ihanetin sorumlularından
hesap sorulacağı mesajı devletimizin
zirvesi tarafından yüksek bir sesle dile
getirildi. FETÖ ile bağlantılı olduğu tespit
edilen kamu personeli görevden ihraç
edildi. Özellikle yargıda yaşanan ihraçlar
dikkat çekiciydi. İddianameler hazırlandı
ve mahkemeler başladı. Sanıklar her
ne kadar “inkar” etseler de savcılıkların
hazırladıkları iddianamelerde tüm
gerçekler ortaya dökülüyor. Genelkurmay
Başkanlığının hazırladığı tahkikat raporu
ve Karargah’ta kaydedilen güvenlik
kamerası görüntüleriyle yalanları
çürütülüyor. Sanıkların aralarında
yaptıkları konuşmalar, mesajlaşmalar ve
bylock hesapları deşifre edilerek ihanetin
delilleri ortaya çıkarılıyor.
Şimdi de içinde bulunduğumuz son
duruma yakından bakalım.
Çatı iddianame kabul edildi
15 Temmuz gecesi gerçekleşen FETÖ’nün
hain darbe girişimi hakkında hazırlanan 2
bin 500 sayfalık “Çatı İddianamesi” Ankara
17. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından
kabul edildi ve 22 Mayıs’ta sanıklar
hakim karşısına çıkarılmaya başlandı.
15 Temmuz darbe kalkışmasının arka
planını, hazırlık sürecini, darbeyle ilgili
şu ana kadar gün yüzüne çıkmamış
ifadeleri, delilleri, görüntüleri, askerî ve
sivil raporları, idari soruşturmalar eşliğinde
anlattığı için “çatı” adını alan iddianame
davaların birleştirildiği anlamına gelmiyor.
15 Temmuz darbe girişimi, suçların
işlendiği yerlerde ayrı ayrı açılan davalarla
görüyor.
42 TRT VİZYON
FETÖ elebaşı Fetullah
Gülen hakkında toplam
52 yakalama kararı
bulunuyor. Gülen hakkında
vatandaşlıktan çıkarılma
ilanı da yayınlandı. FETÖ
davalarında şu ana kadar
emsal niteliğinde 2 karar
verildi: Ağırlaştırılmış
müebbet hapis.
50 binin üzerinde tutuklu
Adalet Bakanlığı verilerine göre, darbe
girişiminin ardından bu zamana kadar 161
bin 751 şüpheli hakkında işlem yapıldı.
Şüphelilerden 3 bin 334’ü hakkında
kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi.
Soruşturmalar çerçevesinde gözaltına
alınan 50 bin 344 kişi tutuklanarak
cezaevlerine konuldu.
Tutuklananların yanı sıra bazı şüphelilerin
ise tutuksuz yargılanmaları kararlaştırıldı.
Toplam 55 bin 495 kişinin tutuksuz
yargılanmasına hükmedildi.
FETÖ’ye ilişkin soruşturmalar kapsamında
211 hakim ve savcı, altı Danıştay üyesi,
25 Yargıtay üyesi, 137 asker, 369 polis,
üç vali yardımcısı, sekiz kaymakam, 6 bin
353 kamu görevlisi ve sivil olmak üzere 7
bin 112 şüpheli hakkında yakalama kararı
bulunuyor.
FETÖ ve darbe girişimiyle ilgili 15
Temmuz’dan bu yana Türkiye genelinde
Cumhuriyet başsavcılıklarınca yürütülen
soruşturma sayısı 10 bin 762 oldu.
Darbe girişimine yönelik ise Ankara,
İstanbul, Muğla başta olmak üzere yurt
genelinde toplam 101 dava açıldı ve
sanıkların yargılanmalarına başlandı.
Yurt genelinde hem darbe teşebbüsü
hem örgüt üyeliği hem de örgüt adına
işlenen suçları kapsayan 3 bin 300’ü
aşkın davada, aralarında dönemin bazı
generallerinin de bulunduğu darbeci
askerler ile örgütle bağlantılı oldukları
gerekçesiyle meslekten ihraç edilen
yargı mensupları ve kamu çalışanları
ile FETÖ’ye finansal destek sağlayan iş
adamları yargılanmaya başlandı.
İlk kararlar verildi
Görülen davalarda şu ana kadar Erzurum
ve Adana’da emsal niteliğinde 2 karar
verildi.
Erzurum’da örgütün sözde “Erzurum
Sıkıyönetim Komutanı” olan, dönemin
Erzurum Jandarma Bölge Komutanlığı
Kurmay Başkanı Kurmay Albay Murat
Koçak ile sıkıyönetim komutanları atama
listesinde ismi bulunan eski Harekat ve
Asayiş Şube Müdürü Kurmay Binbaşı
Murat Yılmaz’a, ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezası verildi. Bu karar, FETÖ’nün
darbe girişimiyle ilgili ilk karar oldu.
Adana 11. Ağır Ceza Mahkemesinde
sonuçlanan davada da TSK’dan ihraç
edilen 5 subay ağırlaştırılmış müebbet
hapse çarptırıldı.
Vatandaşlıktan çıkarılıyorlar
Resmi Gazete’de aralarında FETÖ
lideri Fetullah Gülen ve HDP’li iki
milletvekilinin de bulunduğu 130 kişi
hakkında vatandaşlıktan çıkarılma ilanı
yayımlandı. Ardından mal varlıklarına
tedbir kararı konuldu. 130 kişi üç
ay içerisinde Türkiye’ye dönmezse
vatandaşlıktan çıkarılacak. Bu ilamın
ardından 2 işadamı, yurda dönmeye karar
verdi ve havaalanında tutuklandılar. Bu
arada bir bilgi notu ekleyelim arananların
vatandaşlıktan çıkarılmaları yargılanmaları
önünde bir engel teşkil etmiyor.
Fetö elebaşısı Gülen’e yakalama
kararı
Fetullahçı Terör Örgütü tarafından 15
Temmuz’da gerçekleştirilen kanlı darbe
girişiminin talimatını verdiği gerekçesiyle
elebaşı Fetullah Gülen hakkında
tutuklamaya yönelik yakalama kararı
çıkarıldı. Kararda darbe girişiminin
terör örgütünün faaliyeti olduğu ve
kurucusu olan Fetullah Gülen’in
talimatıyla gerçekleştirildiğine dair
tereddüt bulunmadığı kaydedildi. FETÖ
Lideri Fetullah Gülen hakkında toplam
52 yakalama kararı olduğunu hemen
ekleyelim ve darbe girişimi ile FETÖ
yapılanmasına ilişkin tüm davalarda 1 nolu
sanık olduğunu söyleyelim. Gülen’in iadesi
için diplomatik girişimler kararlılıkla devam
ediyor.
Demokrasi ve özgürlükler günü
Demokrasi ve Özgürlükler Günü ilan
edilerek resmi tatil olan 15 Temmuz’da pek
çok etkinlikle şehitlerimiz ve gazilerimiz
minnet ve şükranla anılacaklar.
Darbe girişiminin yıl dönümünde 81 il
meydanında tekrar demokrasi nöbetleri
tutulması ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın da bunlardan birine katılması
planlanıyor. 15 Temmuz darbe girişiminin
yıl dönümü sebebiyle Gazi Meclisimiz 15
Temmuz günü özel gündemle toplanacak.
Liderler ya da parti temsilcileri yapacakları
konuşmalarla bir kez daha demokrasiye
sahip çıkacakları mesajını verecekler.
Toplumsal duyarlılığın artırılması ve
Türkiye’nin nasıl büyük bir beladan
kurtulduğu bir kez daha anlatılabilmesi
için toplantılar, konferanslar hazırlanacak.
Yapılacak bu programlara 15 Temmuz
şehit aileleri ile gazileri de katılarak
geceye dair yaşadıklarını paylaşacaklar.
Minnettarız
Onlar için ne yapılsa az. Biz biliyoruz ki
başımız dik, özgürce yaşayabiliyorsak,
15 Temmuz gecesi işgal girişimine karşı
verilen mücadele sayesindedir… Bu
bilinçle şehitlerimizi ve o günden bu yana
yaralarını sarmaya çalışan gazilerimizi
minnetle ve şükranla anıyoruz.
15 Temmuz Şehitler Abidesi
15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nün Anadolu Yakası çıkışına 15 Temmuz Şehitler
Abidesi yapılıyor. Abidenin 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yıldönümünde
açılması planlanıyor. 15 Temmuz darbe girişimine karşı gösterilen direnişin
hatırasını yaşatmak amacıyla inşa edilen abidenin bulunduğu mevkide 9 dönümlük
arazi Şehitlik Parkı olarak tanzim ediliyor. Bölgeye şehitleri temsilen 250 Selvi
fidanı ve 250 gül dikiliyor. Beşgenden üretilen geometriye sahip abidenin kubbe
açıklığı 11, yüksekliği 9,5 metre. Kainatı ve sonsuzluğu sembolize eden kubbenin
çelik taşıyıcı konstrüksiyonu üzerine 5 santimetre Kefken taşı kaplanıyor.
TRT VİZYON 43
GÜNCEL
Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU / ceren.bolukbasioglu@trt.net.tr
Srebrenitsa ağıtının 22. yılı
TRT HEP ORADAYDI
B
u yıl Srebrenitsa
Soykırımı’nın 22nci yılı. 11
Temmuz 1995’te 8 bin 372
Boşnak Sırplar tarafından
katledildi. Birleşmiş
Milletlerce Srebrenitsa’yı
korumak için görevlendirilen Hollandalı
Komutan Karremans, kendisine sığınan
25 bin Boşnak mülteciyi ve şehri Sırplara
teslim etti. Halbuki BM temsilcisi olarak
şehre geldiğinde Srebrenitsa halkına;
“Hayatlarınız Birleşmiş Milletler’in
garantisi altındadır!” diye sesleniyor,
bu vaat, kendilerini bekleyen hainlikten
habersiz Boşnakları bir nebze olsun
rahatlatıyordu. Bir süre sonra soykırımın
başkahramanı Sırp General Ratko Mladiç
aynı sokaklarda; “Şu anda 11 Temmuz
1995. Sırp Srebrenica’sındayız. Tam
da Sırp Kutsal gününün arifesinde, bu
kasabayı Sırp milletine armağan ediyoruz.
Türklere karşı olan isyanın anısına
Müslümanlardan intikam alma vakti geldi!”
diye haykırıyor, planlı soykırımın işaretini
veriyordu. Srebrenitsa’da yaşananlar
insanlık tarihinin utanç verici ve tüyler
44 TRT VİZYON
ürpertici sayfalarından
biri olmuştur. Katledilen
8 bin 372 Müslüman 3
bininin bedenine ise hâlâ
ulaşılamadı.
Mavi kelebeğin
öyküsünü bilir misiniz?
Bosna Savaşı’nda
katliamlarda öldürülen
Boşnakların gömüldüğü
toplu mezarların yeri
bilinmiyordu; ki pek çoğu
da halen bilinmiyor.
Sistematik bir Müslüman kıyımının
yapıldığı Bosna’da toplu mezarların
tespit edilememesi için büyük bir “itina”
gösterilmiş. Öldürülen insanların atıldığı
toplu mezarlar hem derin kazılmış hem
de üstü kapatıldıktan sonra saklamak
maksadıyla çevrenin doğal bitki örtüsüne
uygun olarak yeşillendirilmiş.
2007 yılında Bosna-Hersek’in Sırbistan’a
karşı açtığı soykırım davası için
toplanan Uluslararası Adalet Divanı
Sırbistan’ın soykırım yaptığına dair bir
delil olmadığına hükmedince, Bosna
devleti toplu mezarların bulunması için
bir komisyon kurmuştu. Toplu mezar
bulmak için kullanılan yöntemler, mezarlar
bilinçli bir şekilde çok derin kazıldığı ve
saklandığı için pek işe yaramamıştı.
Ancak yoğun çabalar sarf edilirken bazı
bölgelerde jeolojik yapının değiştiği dikkat
çekmiş, mevcut coğrafyanın belli bazı
bölgelerinde mavi kelebek nüfusunda
ciddi bazı artışlar gözlemlenmişti.
Bu bölgeleri inceleyen uzmanlar, bu
kelebeklerin tesadüfi olarak çoğalmadığını
keşfetmiş, buralardaki bitki
örtüsündeki tuhaf zenginleşmenin,
aranan toplu mezarlarda gömülü
olan cesetler toprağa karıştıkça
toprağın besleyiciliğinin artması ve
bunun sonucu bölgede bulunan
misk otunun coşup fışkırmasına,
sonucunda da yalnızca bu bitki ile
beslenen mavi kelebek nüfusunun
da bu şekilde artmasına sebep
olduğu anlaşılmıştı.
Bu haber yayılınca, sevdiklerinin
kemiklerini bulmak, sadece onlardan
bir ize rastlamak isteyen binlerce kişi
günlerce mavi kelebekleri izlemeye,
onların peşinden gitmeye başlamıştı.
Bosna Savaşı’nda 312 bin kişi
öldü. 35 bini küçücük çocuklardı.
Binlerce çocuk annesiz, babasız
kaldı. Bir sürü ana evlatsız. Tarif
edilemez acılar yaşandı. 50 bin
kadın tecavüze uğradı. Sadece
bugüne kadar 500’ün üzerinde toplu mezar
ortaya çıkarıldı. Bunların 400’e yakını mavi
kelebeklerin yardımıyla oldu.
İşte bu yüzden de mavi kelebeklerin
yolculuğu bugüne kadar duyulmuş en
yürek yaralayıcı öyküdür. Birçok kişi için
kocaman bir acı olan bu hikâye, Sırpların
katliamından sağ kurtulup da sevdiklerinin
kabirleri başında dua etmek isteyenler
içinse umuttur.
Mavi kelebekler, Bosna savaşının ve
Boşnak halkının acılarının simgesidir.
Sırpların dinmeyen intikam ateşi ve
Bosna Savaşı öncesindeki durum
Sırp Krallığı ile yönetilen Balkanlar,
Osmanlı tarafından fethedilişinin ardından
huzur ve sükûnete kavuşmuştur. Birlikte
yaşama kültürünün örneklendirildiği
bölgede her din kendi ibadetini,
her etnik köken kendi kültürünü
yaşayabilmekte özgür bırakılmış ama
aynı zamanda Balkanlarda İslam’ın daveti
gerçekleştirilmiştir. Ancak Osmanlı’nın
çöküşü ile birlikte yeniden aşırı milliyetçi
Sırplar tarafından yönetilmiş ve ardından
Komünist rejimin hakim olduğu dönem
başlamıştır. Bölge milletleri Yugoslavya
çatısı altında tek tipleştirilirken, İslam
kimliği tamamen ortadan kaldırılmak
üzere tüm argümanları yasaklanmıştır.
Camilerin, medreselerin, tekkelerin
kapatıldığı bölgede İslam gelenekleri
ve yaşantısı yasaklanmıştır. Müslüman
kimliğini Balkanlardan temizlemeye
yönelik olarak devam eden süreçte
1940’lı yıllara gelindiğinde Balkanlarda
İslam’ın varlığını yeniden yeşertmek
adına bir hareket ortaya çıkmıştır. Miladi
Müslimani (Genç Müslümanlar) Tito
döneminin ağır baskılarına rağmen “davet”
denilen çalışmalarına hız vererek tüm
Balkanlarda örgütlenmiştir. Aralarında
Aliya İzzetbegoviç’in de bulunduğu bu
gençler, Balkanlardaki Müslüman kimliğin
temsilcileri ve savunucuları olarak
1991’e kadar her türlü eziyete rağmen
mücadelelerini sürdürmüşlerdir. 1990’da
Yugoslavya çözüldüğünde Boşnaklar da
bağımsızlıklarını isteyerek ayrılmış, Aliya
TRT VİZYON 45
Müslümanlara diş
bilemeye devam
ediyorlar. Bölge her
an patlamaya hazır bir
bomba gibi. Türkiye
dün olduğu gibi bugün
de bu bölgedeki
Müslümanların yalnız
olmadıklarını her fırsatta
çok çeşitli yollardan
dünyaya ifade ediyor.
TRT Srebrenitsa’da
İzzetbegoviç hapishanede temellerini attığı
SDA ile seçimlere girerek Cumhurbaşkanı
olmuştur ve parlamentoda Müslümanların
aktif dönemi başlamıştır.
Yugoslavya’yı meydana getiren
Cumhuriyetlerden biri olan Bosna,
1992 yılının Şubat ayında yapılan bir
referandumun ardından bağımsızlığını
ilan ettiğinde, Bosna’nın bağımsızlık
kararını tanımayan Sırplar, Saraybosna’yı
kuşatma altına alarak üç buçuk yıl süren
Bosna Savaşı’nı başlatmışlardır. 1992-95
yılları arasında sistematik olarak yürütülen
büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz
kalan Bosna’nın doğu yakasında, tüm
dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri
Boşnaklara karşı her türlü savaş suçunu
işlemiştir. Srebrenitsa soykırımı da bütün
bu sistematik kıyımın unutmamamız
ve unutturmamamız gereken acı
sembollerinden biridir.
Bosna’nın dünü ve bugünü ile arasında
büyük fark var. Hiçbir şeyin eskisi
gibi olması da mümkün görünmüyor.
Müslümanlar yaşadıkları soykırım
ve maruz kaldıkları Sırp faşizminden
sonra hiçbir şeyi unutmadılar ve
unutamayacaklar. Zira savaşın izleri hala
çok taze. Bosna’nın tüm şehirleri sessiz bir
şekilde yaşadığı trajediyi haykırır durumda.
Müslüman Boşnaklar yaralarını sarmaya
çalışırken, şehirler yaralarını ve savaşın
derin izlerini hala üzerlerinde taşımaktalar.
Bosna’da hiçbir mesele tam olarak
çözülmüş değil ve her şey sessiz bir
gerginlikle devam ediyor. Sırplar hala
TRT Srebrenitsa
soykırımı ile ilgili
yayınlarını geniş
ve planlı bir şekilde
2005 yılından itibaren
sürdürüyor. İlk yayın
muhabir bağlantısı
ve bir açık oturumla
gerçekleşmişti.
Soykırımın 11.
Yıldönümünde yapılan
yayında ise hem muhabir bağlantısı hem
de 550 Boşnak’ın cenaze töreninin canlı
yayını mahiyetindeydi. 2012 yılından
itibaren de tüm gün sürdürülen ve TRT
Diyanet, TRT Haber ve TRT Avaz’dan
yapılan canlı yayınlarla olabildiğince büyük
bir organizasyon düzenlenmeye devam
ediliyor. Kurum olarak üzerimize düşeni
yerine getirmek üzere geniş bir yapım
ve yayın ekibi, canlı yayın araçları ve
teçhizat her yıl Türkiye’den Srebrenitsa’ya
doğru yola çıkıyor. Her yıl 11 Temmuz’da
gerçekleşen ve tüm gün süren canlı
yayının yapım ve yönetiminde TRT’nin
deneyimli prodüktörlerinden Muhsin
Yıldırım ve Osman Emre Şen’in imzası var.
“Hırvat topçuları tarafından yıkılan Mostar’ın görüntüsü çocukluğuma ait aklımda kalan Bosna’ya dair ilk izleridir. Niye yıkıyordu
insanlar durduk yere bir şeyleri? Sanırım büyüsem de hala anlayamıyorum. Askerler arasında çaresizlik içinde bekleyen çoluk,
çocuk, kadın, hasta, yaşlı birçok insan… Gözleri dönmüş elleri silahlı insanlar… Hem yaşayan için hem izleyen için travma
büyük…
Şimdilerde o güzel insanlara hayatlarından koparılan o bölümünün bedelini kimse ödeyemez. Ama gelecek için bir şeyler
yapılabilir. Kendi adıma bir daha bu acıların yaşanmaması için tüm insanlığa bu acıları hatırlatma borcum var. 2007 yılından
beri yayınlanan ‘’Mavi Kelebeğin İzinde’’ adlı bu programın 2012, 2013, 2015, 2016 yıllarında bazen yapımcılığını bazen
yönetmenliğini yaparak bu borcu ödeme fırsatım oldu. Srebrenitsa’ya her gidişimde soykırımın dayanılmaz vahşetine tanık olmuş
fabrikanın içerisine giriyorum. Duvarlardaki mermi izleri yaşananları adeta beyninize de kazıyor. Buraya birçok kez gelmiş olmama
rağmen sıra sıra tabutların olduğu yerde yaşananları hayal etmeye çalıştığımda tüylerimin kabarmasına engel olamıyorum. Bu
canilik bir daha yaşanmamalı!
Adeta programla özdeşleşmiş jeneriğin müziği, sözleri Cemalettin Latiç’e, bestesi Celo Yusiç’e ait ‘Srebrenıckı Inferno’
(Srebrenitsa Cehennemi). Acıyla yoğrulmuş bir kız çocuğunun bu yakarışını duyup da kayıtsız kalmak imkansız.
Soykırımın yaşandığı 11 Temmuz 1995 tarihi 11 Temmuz 2017 olduğunda aradan 22 yıl geçmiş olacak. Ancak yakınlarının
mezarlarını ziyaret eden insanların gözlerindeki acıyı gördüğünüzde onlar için zamanın hiç geçmediğini fark edeceksiniz.”
Osman Emre ŞEN
Prodüktör
TRT Diyanet Kanal Koordinatörü Sedat Sağırkaya’ya Srebrenitsa’yı sorduk...
Bosna’da büyük bir dram yaşandı.
Sırplar, savaş adı altında bir soykırım
gerçekleştirdi. 300 binden fazla insan
öldü. 50.000 kadına planlı bir şekilde
tecavüz edildi; ki bunun amacı tamamen
Müslüman soyunu kırmaktı. Bu insanlar
bu acıları Müslüman diye ve Türk kabul
edildikleri için çektiler. Bu olayları ısrarla
gündemde tutup, üstüne gidebiliyoruz
artık çünkü artık Türkiye dünya vizyonu
olan yeni bir Türkiye’dir. Bu bizim
gücümüzü de gösteriyor. 11 yıldır her
11 Temmuz’da Srebrenitsa’dan tüm gün
canlı yayın yapıyoruz.
Dünya Büyük Sırbistan hayalini kuranların
katliamlarına seyirci kalmıştır. Bu acıların
Müslüman halka yaşatılmasının ardındaki
asıl mesele Haçlı zihniyetinin sürmesidir.
1990’lı yıllara kara leke olarak damgasını
vuran bu kanlı savaşın fitili Sırbistan
Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç’in
1989’da Gazimestan denilen bölgede
toplanan 500bin Sırp milliyetçisine
hitaben yaptığı konuşmada ateşlenmiştir.
Gazimestan bir sembol çünkü I.Kosova
Meydan Muharebesi 1389’da Osmanlı
Ordusu’nun Haçlı Ordusu’nu hezimete
uğratmasıyla orada gerçekleşiyor.
Avrupa’nın ortasında Müslümanlara
tahammülleri yok ve Miloseviç o
konuşmada “Büyük Sırbistan” vaadinde
bulunuyor. Hem de 600 yıl önceki hezimet
için düşmanca sözler sarf ederek;
600 yıl önce Gazimestan’da Sırpların
Osmanlı’ya karşı hem kendilerini, hem
de Avrupa’yı savunduğunu, Sırbistan’ın
Osmanlı’ya karşı Avrupa kültürünü, dinini
ve toplumunu koruyan bir savunma
duvarı olduğunu ifade etmiştir. Miloseviç
Balkanların İslamlaşmasında büyük etken
olan I. Kosova Savaşı’nın intikamı için
halkın önünde yemin etmiş ve onlara da
yemin ettirmiştir. Balkanlardaki bu yüz
karası kıyım işte bu konuşmanın temelleri
üzerindedir. Müslümanlardan 600 yılın
intikamını aldılar. Müslüman diye, Türk
diye… Avrupa’da Müslüman kelimesi Türk
kelimesinin aynısı, yani Müslümanları
Türk, Türkleri Müslüman diye tarif
ediyorlar. Bunun intikamıdır bütün bu
yaşanan acılar. Bunu unutmamamız ve
unutturmamamız lazım. Çünkü unutur ve
unutturursak bunları tekrar yaşarız.
Bizim tarih bilincimizin, ümmet
bilincimizin, ümmet duruşumuzun
diri kalması için de bu tip olayları
unutmamamız gerekir. 10 yıldır bu
yayınları oradan yapmaya gayret
ediyoruz. Bu arada, 2008 yılında 24 saat
süren ilk iddialı yayını gerçekleştiren Ersin
Küçükbarak’ı da anmadan geçmeyelim.
Ben de 2009’dan beri bizzat bu yayınların
organizasyonundayım. Bosna Devlet
Televizyonu ile işbirliği halindeyiz.
Şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti
Devleti hep devlet protokolünün en
üstü seviyesinde oradaydı. Bu yıl 50
defin olabilecek. Önceki yıllarda sayının
500’leri bulduğu olmuştu. İnsanları
katledip toplu mezarlara gömdükleri için
ve tespit edilememesi için her tür caniliği
yaptıkları için ancak DNA testleriyle kayıp
insanları tespit edebiliyorlar. Çok titiz
bir çalışma yapmaya çalışılıyor. Bosna
Hersek Kayıplar Komitesi Başkanı Amur
Marsoviç bu DNA merkezinin başında,
soykırımın tescillenmesinde büyük
emeği var.Biz de elimizden geldiğince
bunları dünyaya duyurmaya çalışıyoruz.
TRT Diyanet kanalı olarak biz, İslam
dünyasının ortak sesi, referans kanalı
olarak görüyoruz kendimizi. Dolayısıyla
bütün Müslümanların bizim üzerimizden
bir network kurmasını hedeflediğimiz için
bu kanalda İslam dünyasının yaşadığı
büyük acıları, bütün dünyaya iletilmesine
aracılık etme gayretindeyiz. Srebrenitsa
yayınlarını şimdiye kadar TRT Haber ve
TRT Avaz da ortak yayınladı. Bu yayınlara
emeği geçen çok arkadaşımız var. Daha
önce adını andığım Ersin Küçükbarak
Bosna’da birçok belge topladı. Bu sayede
elimizde büyük bir arşiv var ve her
yayınımızda bunları değerlendirebiliyoruz.
Programın yapım ve yönetiminde Muhsin
Yıldırım ve Osman Emre Şen var. Onlara
da teşekkür ediyorum, çok özveriyle
çalışıyorlar. Bosna gibi bir yerde bu
yayını gerçekleştirmek çok da kolay değil,
meşakkatli ama Bosna Devlet Televizyonu
da bize özen gösteriyor. Defin alanının
yayın için en stratejik noktasını TRT’ye
ayırıyorlar. İnşallah bu sene de ümmet
ve devlet bilincini hatırlatmaya gayret
edeceğiz çünkü güçlü bir devleti olmayan
insanların bu tür dramları yaşamaya
mukadder olduğunu düşünüyorum ben.
Devlet çok önemli bir kavram.
TRT, Srebrenitsa konusunda çok önemli
bir misyonu yerine getiriyor. Çok önemli
bir şey hedefledik ve yaptık. Srebrenitsa
ve Bosna için unutulmaması gereken
sembollerin altını çizdik ve hafızalara
yerleştirdik. Bizim yayınlarımızın adı
Mavi Kelebeğin İzinde ve “mavi kelebek”
kavramı Srebrenitsa ile özdeş anılıyor
artık. Yaptığımız ısrarlı ve iddialı
yayınlarla dönemin belge ve bilgilerini,
canlı tanıklarını, o dönemde orada
görev yapan Türk yetkilileri de izleyiciyle
buluşturduk. 11 Temmuz, Srebrenitsa
ve mavi kelebek artık hep beraber akla
geliyor. Bosnalılar açısından bizim bunu
yapmamızın çok önemi var. Onlar bizim
bu önemi göstermemizden çok memnun
oluyorlar. Osmanlı’dan sonra orada hep
azınlık olarak yaşamışlar. Sahiplenilmeye
ihtiyaçları var. Biz, artık devlet olarak
oradayız. Devletimizin manevi sınırı
Avrupa’da Bosna’dan başlıyor. Biz
onları, Bosna’yı, Kosova’yı, Balkanları
kaybedemeyiz.
Oraya gidince bambaşka duygular
yaşanıyor. Orada dosya hazırlarken,
savaşın tanıklarıyla ve geride sağ
kalabilenlerle görüşürken, ana babası
gözünün önünde katledilmiş çocuklar,
tecavüze uğramış kadınlar, evlatları
öldürülmüş annelerle konuşmuş
oluyorsunuz ve insanlığınızdan utanıp
onların gözlerine bakamaz hale
geliyorsunuz. Onlar bu acıları yaşarken,
biz burada sıcak evlerimizde, selamet
içinde yaşıyorduk. Bundan bile mahcup
oluyorsunuz. Orada hep ben 10 yaş
yaşlanmış hissediyorum. İşte bugün
bunların olmaması için ne yapmalıyız
bunun peşindeyiz. İnanın bu adamlar
fırsat bundukları anda bunu Müslüman
kardeşlerimize tekrar yaparlar. Bakın
eğer 15 Temmuz hain FETÖ planı
gerçekleşseydi, kaos ve kargaşa devam
etseydi, Türkiye’nin dışarıya dönük yüzü
kapansaydı, gücü gölgelenseydi, emin
olun ki bugün oralarda aynı katliamlara
girişirlerdi. Bosna savaşının büyük
kahramanı “Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç”
Bosna’yı Cumhurbaşkanımız Recep
Tayyip Erdoğan’a emanet etti.
Vefat etmeden birkaç gün önce
yaptıkları görüşmede İzzetbegoviç’in,
Cumhurbaşkanımıza hitaben “Bosna’yı
size emanet ediyorum” dediğinin şahitleri
var. Dolayısıyla Bosna, atalarımızın ve
Aliya İzzetbegoviç’in bize emaneti, biz
de bu emanete Allah’ın izniyle sahip
çıkıyoruz.
TARİH
Yasin Cemal GALATA / yasincemal.galata@trt.net.tr
Ingiltere’de Türk IZ’leri
TARIHE YÖN VERMIŞ ESERLERIMIZ INGILIZ MÜZELERINDE
M
illetlerin üstünlükleri tarih
boyunca toplumsal, teknik,
askeri, ticari alanlarda
bırakmış oldukları izlerle
ölçülür. Bunların en
başında sanat eserleri
gelir. Türkler günlük hayatta kullandıkları
bütün eşyaları yüksek sanat anlayışıyla
bezemişlerdir. Bu anlayış doğrultusunda
ürettiğimiz en küçük unsur bile doğudan
batıya bir çok milletin dikkatini çekmiştir.
Şöhretleri dünyaya nam salmış İngiliz
müzelerinde bir çok önemli Türk eserleri
sergilenmektedir. Başkent Londra’daki
en büyük müzelerden en küçük şehir
müzelerine kadar en yoğun ilgiyi bizim
eserlerimiz çekmektedir. Özellikle de
askeri alanda üstün olduğumuz dönemlere
ait ortaya koyduğumuz her ne mevcutsa
müzelerin en baş köşelerinde haşmetle
arz-ı endam etmektedir.
Türk Deniz Şehitliğimizin bulunduğu
Porsmouth’daki Fort Nelson Müzesi 1860’lı
yıllarda inşa edilmiş. Müzede tüneller,
tabyalar, panoromik eserler de mevcut. Bir
çok millete ait yaklaşık üçyüzelli civarında
top sergilenmekte ve her gün saat 13:00’de
tarihi toplardan ateş edilmektedir. Top
müzesine girildiğinde ziyaretçileri büyük
Türk topu karşılar. Çağ açıp çağ kapatan
bu top Fatih Sultan Mehmed dönemine ait
olup, 1866’da Sultan Abdülaziz tarafından
dönemin İngiltere kraliçesi Victoria’ya
armağan edilmiştir. Dünyaya korku salan
Büyük Türk topu (The Great Bombard)
Münir Ali tarafından inşa edilmiş. Varil ve
barut bölmesi olarak iki kısımdan oluşan
top birbirine montelidir. Topun üst kısmında
Osmanlı Türkçesiyle; “Allah Murat’ın oğlu
sultan Mehmed Han’a yardım eylesin,
1464 yılının Recep ayında Münir Ali
tarafından imal edilmiştir.” yazısı yer alıyor.
Müzede dünyanın birçok yerinden toplar
sergilenmiş olmasına rağmen Türk topuna
olan ilgi olağanüstü derecedir. Topla ilgili
kısa tanıtım videosunda, aradan yüzyıllar
48 TRT VİZYON
geçmiş olmasına rağmen topun
dehşetli gücüne vurgu yapılmaktadır.
Lale devrine ait olan ve III. Ahmed
zamanında 1708’de imal edilen
diğer Türk topu, 1857’de Sultan
Abdülmecid tarafından hediye
edilmiştir. Üzerindeki yazıda; “top
ateşlendiğinde ağzından ejder
gibi ateş püskürsün” ibaresi yer
almaktadır. Bu top da Türk kadınların
bin bir zahmetle ortaya koydukları
iğne oyaları gibi işlenmiştir.
Dünya savaş tarihi eşyalarını
sergileyen Leeds’deki Royal
Armouries savaş müzesi (Doğu)
Oryantel eserleri bölümünde ağırlıklı
olarak Türk zırhları, miğferleri,
palaları, kılıçları, at koşumları,
hançerler birer inci tanesi gibi
ziyaretçilerin ilgisine sunulmaktadır.
15. yüzyıla ait olan at başlığında
ziyaretçileri Osmanlı devletinin
kurucusu Kayı boyunun damgası
karşılar. Kayı Boyu damgasını,
Türkler arasında kullanılan sahiplik mührü,
kaşesi olarak tanımlamışlar. At başlığında
16. yüzyıla aittir. 1841’de Londralı satıcı
Samuel Luke Pratt Ayasofya deposundan
almış, daha sonra da Lord Curzon satın
almıştır. Ayrıca 1560 yılında Nuremberg’de
Alman miğferine örnek olmuş Türk
miğferleri de sergilenmektedir.
Londra’da, dünyanın birçok değişik
bölgesinden gelen her yıl milyonlarca
turistin ziyaret ettiği British Museum’un
İslam eserleri bölümünde yine ağırlıklı
olarak Osmanlı dönemi damgasını
vurmuştur. Göz kamaştırıcı ve kendine
hayran bırakan renkleriyle İznik Çinileri,
tapu senetlerimiz olan mezar taşlarımız,
ayet-i kerime ve hadislerle bezeli olan kayı
boyu damgalı zırhlar, palalar, hançerler
baş köşeyi almaktadır. Osmanlı dönemine
ait Türkiye’den getirilen iki adet mezar
taşından biri 1823 tarihli, diğeri de 1784
tarihli bir hanım mezar taşıdır. Osmanlı ve
Akkoyunlulara ait damgalı kalkanlar ise
16. yüzyıl sonlarına aittir. III. Selim’e ait
kutsal yazılar ve kıymetli taşların olduğu
kılıçlar heybetli bir şekilde arz-ı endam
etmektedir. Ayrıca Selçuklu ve Timur
dönemine ait ürünler de vardır. Selçuklu
eserleri 11, 12 ve 13. yüzyıllara aittir ve
İran bölgesinden müzeye getirilmiştir.
Başta Hoca Ahmed Yesevi Türbesi ve
Bibi Hatun Camii olmak üzere Türkistan
bölgesinden bir çok türbeye ait eserler
ve geometrik Türk motifleri de mevcuttur.
1218 yılına ait çift başlı kartal motifli
paralar ise Hasan Keyf’de yapılan
çalışmalar neticesinde bulunmuş.
Victoria Albert müzesinde bulunan Bellini’nin meşhur
Fatih Sultan Mehmet tablosu ve 1480’de İtalya
Venice’de yapılan madalyonlar Rönesans bölümünde
sergilenmektedir. Yine bu müzede Muhteşem
Süleyman’a ait çok sayıda İznik çinisi ve diğer eserler
de mevcuttur. Şahabeddin Efendi’nin, Mekke-i
Mükerreme’deki Harem-i Şerif’i çizdiği 17. yüzyıl İznik
Çinisi baş köşede bulunmaktadır.
Türklüğe ait varlıkların farklı yollarla yurtdışına gitmiş
olması hüzün verici olsa da; sergilenen muhteşem Türk
eserlerinin milyonlarca turistin ziyaret ettiği dünyaca
ünlü müzelere damgasını vurması bizlere haklı bir gurur
yaşatmaktadır.
TRT VİZYON 49
GÜNCEL
Öztürk Miraç SARAL / ozturkmirac.saral@trt.net.tr
Zorlu bir
seruven:
“Ilk kitap”
50 TRT VİZYON
Ç
oğu kitap kurdu, aynı
zamanda birer yazardır
da... Edebiyatın iyisine,
kurmacanın eşsiz tadına
varan her okur, kalemi
alıp bir şeyler yazmanın;
hayal gücü denilen uçsuz bucaksız çölde
adımlamanın peşinde koşar. Pek çoğu
da bu maratonun sonunda yazdıklarını
“basılı” olarak görebilmeyi, kendi aklından
çıkan kelimelerin basılmış halde diğer
okuyucularla buluşmasının hayalini kurar.
Yayınevlerinde kısa bir gezinti sonrasında
da bu işin göründüğü kadar kolay
olmadığını anlamaya başlar. Dünyanın
önde gelen sektörlerinden olan
yayıncılığın, kendi içinde büyük bir derya
olduğunu keşfeder.
Dünyanın 11.büyük yayıncılık sektörü olan
Türkiye’de de bu işler kolay değildir.
Biz de yayıncılık dünyasına kısa bir bakış
atmaya, “ilk kitap” çıkartmanın zorluklarını
özetlemeye çalıştık.
Yayıncılığın kısa bir tarihi
Yayıncılığın tarihi, yazının tarihiyle aynı
anda hem başlıyor, hem başlamıyor. Eğer
yayıncılığı aktarılmak istenenlerin mağara
duvarına, taşa, papirüse, sazdan kâğıtlara
veya hat yöntemiyle deriye yazılması
olarak kabul ediyorsanız, yayıncılığın
tarihi ilk insana kadar ulaşıyor. Kabul
etmiyorsanız, Gutenberg Matbaasıyla
başlıyor.
Türkçe’de basılmış ilk kitaba varmak
için takvimleri 4 asır geriye, 1615’e
kadar çevirmek lazım. Bugün tam
olarak kesinleşmese de o yıllarda
Fransa ile yapılan anlaşmaların Paris’te
Türkçe’ye de çevrilerek basıldığı biliniyor.
Ülkemizde basılmış ilk Türkçe kitabı ise
Vankulu Mehmed Efendi’ye ve İbrahim
Mütefferika’ya borçluyuz. 1729’da bin bir
emekle basılan Arapça-Türkçe sözlükle
birlikte yayıncılığımızın mazisi de başlamış
oldu. Mütefferika’dan sonra matbaacılık
işi büyümeye devam etti. Yeri geldiğinde
Osmanlı içindeki hürriyet hareketlerinin
yayılmasında öncü oldu, yeri geldi
Milli Mücadele için destek verdi. Latin
harflerinden sonra da ivmesi azalmayan
yayıncılığımız yüzlerce yayıncıyı çıkarttı.
O yayıncıların bastıkları ise modern Türk
edebiyatlarının yapı taşları haline geldi.
Kendin pişir kendin ye yöntemi
Klasik yayıncılığın parametreleri artık
TRT VİZYON 51
Kitabınızın bir yayınevi
için uygun olmaması,
başka birisi tarafından
yayınlanmayacağı
anlamına gelmiyor.
herkes tarafından biliniyor. Siz bir kitap
yazarsınız, onu özgeçmişinizle birlikte
bir dosya haline getirerek bir yayınevine
gönderirsiniz. Yayınevi de dosyanızı
değerlendirir ve size olumlu/olumsuz bir
cevap verir. Eğer cevap olumluysa, telif
hakkı, kar paylaşımı gibi konularla ilgili
bir sözleşme hazırlanır ve kitap basım
aşamasına geçilir.
2000 yılından itibaren Türkiye’de ve
Dünyada internetin de yaygınlaşmasıyla
birlikte yayıncılığın tarzı da değişti.
Yayınevleri ve yazarlar sayıca arttığı
gibi elektronik kitap gibi bir gerçek de
hayatımıza dahil oldu. Sadece elektronik
kitap değil, Blogger, Wordpress, hatta
Twitter gibi sosyal medya ağları da bu
büyük “yazın üretim” dünyasına dahil
oldular.
Bu yazar artışı da kitap yayınlatmayı bir
ücret karşılığında profesyonel bir paket
haline getirmiş yayınevlerinin kurulmasını
sağladı. 1500 ile 20 bin lira arasındaki
maliyetleri karşıladığınız takdirde, sürecin
her aşamasında profesyonel destek
sağlayan bir ekiple birlikte kitabınızı
bastırabiliyorsunuz. Telif hakkı özgürlüğü
ve satış sonrası gelirin büyük kısmı da
52 TRT VİZYON
yazarın kendisinde kalıyor. Ödediğiniz
miktara göre yayın ağının genişliğinden,
reklama kadar hizmetler satın
alabiliyorsunuz. Bu tabi prestij ve tanınırlık
açısından sınırlı bir fayda sağladığı için
yazar adayları tarafından ilk aşamada fazla
rağbet görmüyor. Maddi külfetini herkesin
karşılamayacağına değinmiyoruz bile.
“Dosyanız” için ipuçları
Kitap çıkartmak istiyorsanız ve bunu hâlâ
yayınevlerine dosya göndermek üzerinden
gerçekleştirmek istiyorsanız, sizler için
bazı ipuçları var. Öncelikle, yayınevleri
bir kitabı değil, bir dosyayı reddederler.
Eğer reddedildiyseniz bu anlattıklarınızın
değersiz ya da kötü olduğunu değil, onu
sunma ve anlatma biçiminin yayıneviyle
uyuşmadığını gösterir. Dosyanızı
geliştirip, başka bir yayınevinde şansınızı
deneyebilirsiniz.
Dosyanızla birlikte mutlaka kendinizi ve
ne yazdığınızı tanıtan kısa bir tanıtım
yazısı, sizin açınızdan son derece
faydalı olacaktır. Ayrıca kitabın özetinin
de eklenmesi tavsiye ediliyor. Bazı
yayınevlerinin ayda 100-150 dosya aldığını
düşünürseniz, dosyanız için ortalama 5-6
ay beklemeniz normal.
Dosyanızı göndermeden önce yayınevi
için kitabınızın tarzına göre bir seçim
yapmak, belki de bu işin en büyük
önceliği. Kitabınızın bir yayınevi için
uygun olmaması, başka birisi tarafından
yayınlanmayacağı anlamına gelmiyor.
Dünyanın en çok okunan yazarlarından
Stephen King’in sözlerinde olduğu gibi
“Yazmak, para kazanma, ünlenme, sevgili
bulma ya da arkadaş edinme meselesi
değildir. Sonunda kitabınızı okuyan
insanların hayatlarını ve kendi hayatınızı
zenginleştirmekle ilgili bir şeydir o. Söz
konusu olan ayağa kalkma, iyileşme ve
üstesinden gelme halidir. Mutlu olmaktır,
anladınız mı?”
Kitap çıkartmanın, günümüz
yayıncılığındaki yerine dair Matbuat Yayın
Grubu Genel Yayın Yönetmeni Deniz
Şimşek’ten kısa bir görüş aldık.
İnsanlar artık kolay okunan kitapları
tercih ediyorlar deniyor sizce bu
doğru mu? Klasikler öldü, artık sabun
köpüğü edebiyat var tartışmalarına nasıl
bakıyorsunuz?
Kolay okunan kitapların tercih edildiği çok
satan listelerinden görülebiliyor. Ancak
kolay okunan kitapların belirgin bir
hâkimiyeti olması ve ticari başarısı,
klasiklerin veya daha nitelikli edebiyat
ve edebiyat dışı kitapların üretimini
gereksiz kılacak bir ilgi düzeyine
işaret etmiyor. Popüler olanla, longseller olan ayrımı geçmişten bu yana
geçerlidir.
Dijital yayıncılıkla ilgili
düşünceleriniz nedir? İnternet,
sektörü nasıl etkiledi sizce?
Dijital kültürün yayıncılık ve okuma
alışkanlıkları üzerindeki etkisi
tartışmaya açık olmamakla birlikte,
bu etkinin henüz dönüştürücü bir
nitelikte olduğunu söylemek için erken.
Kitap üretimi, kağıt kokusu seven
okurun tüketim tercihindeki istikrarına
dayanmaya devam ediyor şimdilik.
Şöyle bir şehir efsanesi var:
Yayınevlerine gönderilen dosyalara
editör 2-3 sayfa göz atıyor,
beğenmezse çöpe atıyor. Bu şehir
efsanesinde doğruluk payı var mı?
Dosya inceleme süreciniz nasıl
gerçekleşiyor?
Editöryal incelememiz aday kitabın
Kitap çıkartmanın “yazar” kısmına ise ilk kitabı Komik Günler’i
kısa zaman önce yayınlanmış Özer Uzun ile konuştuk.
Önce yazım süreciyle başlamak istiyoruz. İlk kez uzun
soluklu bir kitap yazarken sizi teknik ve manevi açıdan
neler zorladı? “Düşündüğümden zormuş” dediğiniz
durumlar nelerdi?
Öncelikli olarak beni en zorlayan konu kendimin yeni yazarlara
olan bakışıydı. Kitap seçimlerimde her zaman yeni yazarlara
önyargılı davranmış ve ismini pek duymadığım insanların
kitaplarına burun kıvırdığım için kendi kitabımı yazarken de
“E şimdi bunu kim okuyacak ki?” fikri hep karşıma çıkıyordu.
Yazım aşamasında
bunun dışında
pek bir zorluk
yaşamadım
çünkü zaten
profesyonel olarak
metin yazarlığı
yaptığımdan
dolayı her zaman
nasıl çalışıyorsam
o disiplinle
bilgisayar başına
geçerek kitabımı
tamamladım.
Elinizdeki dosyanın
kitaba dönüşme
süreci nasıl gerçekleşti? Ne gibi endişeleriniz vardı, nelerle
karşılaştınız?
Kitap yazmayı her zaman istiyordum ancak henüz bunun için
gerekli vakti ayırabilecek bir çalışma düzenim yoktu. Fakat
kitap yazmamı bir yayınevi isteyince ben de o çalışma düzenini
zorlayarak oluşturmak durumunda kaldım. Yaklaşık bir buçuk
sene içerisinde, bazı dönemler hiç yazmayarak bazı dönemler
çok yazarak kitabımı tamamladım. Teklif yayınevinden geldiği
için basılma konusunda hiçbir endişem olmadı ancak daha
sonra bu yayınevinin yaşadığı bazı sorunlar nedeniyle bir anda
elimde dosyamla yeni bir yer arayışında buldum kendimi. Yani
bir nevi başta yaşamam gereken endişeyi hiç beklemediğim
bir anda yaşadım ve dosyamı çeşitli yayınevlerine yollayıp
tamamının incelenmesiyle tamamlanır
ve genellikle birkaç aydan önce bitmez,
elbette bu kadarını hak etmeyen
başvurular da oldu.
İlk kitabını yayınlatmak isteyen yeni
yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir?
Olgunlaşmış, demini almış bir
metinle piyasaya çıkmaları. Tanıtım
mektuplarında abartıya kaçmamaları.
Olumsuz cevap almaktan ötürü
vazgeçmeyip, başka bir yayınevine
daha göndererek şanslarını denemeye
devam etmeleri.
cevap gelmesi için beklemeye koyuldum. Karşılaştığım en
rahatsız edici konu yayınevlerinin gönderilen dosyalar hakkında
hiçbir bilgilendirme yapma gereği duymaması. Sadece
dosyayı aldıklarını haber verebilecek basit bir bilgilendirme
mail’i atmaya dahi tenezzül etmiyorlar. Yayınevleri ile bire bir
bağlantısı olmayan insanların gönderdiği dosyalar böyle bir
belirsizlikte adeta zaman içerisinde asılı duruyor.
Editörün ve yayınevinin kitaba çok fazla etkisi, değişim
talebi oluyor mu? Bunlar sizi nasıl etkiliyor?
Benim kitabım özelinde editörün kitaba katkısı oldu. Çok fazla
değilse de değişim talepleri geldi ancak bunlar benim de kabul
ettiğim ve kitap için olumlu
tavsiyeler niteliğindeydi.
Sosyal Medya Fenomeni
olarak bilinen kişilerin
yazdığı kitaplar hakkındaki
fikirleriniz nedir?
En başta söylediğim gibi
ben fenomen olsun, olmasın
her yeni yazara karşı
önyargılıyım. Ankara’da bir
sahafın kapısında şöyle bir not
yazıyordu: “Tüm eski kitapları
okudunuz da mı yeni kitap
alıyorsunuz?” Galiba benim
sorunum da bu ancak bunu
es geçersek, fenomenlerin
yazdığı kitaplardan sadece
İstiklal Akarsu’nun bir eserini okumuştum. Gayet de eğlenceli
ve güzeldi.
İlk kitabını çıkartmış birisi olarak, kitap çıkartmak isteyen
okuyucularımıza ne gibi tavsiyeleriniz olur?
Naçizane tavsiyem ne zaman basılacağını, beğenilip
beğenilmeyeceğini çok fazla düşünmeden sadece içlerinden
geldiği gibi yazmaları… Eğer yazmaktan keyif alıyorlarsa
zaten bu çok zor olmayacaktır. Tabii ki basılı hale gelmesi ve
insanların beğenisine sunulması çok güzel ancak ne yazık ki
bu sadece yazarın yeteneğine bağlı bir konu değil. Çok fazla
değişken var ve özellikle ticari kaygılar yüzünden yayınevlerinin
tutumları farklı olabiliyor.
TRT VİZYON 53
HAYAT
Meral ÜNSAL / meral.bakici@trt.net.tr
Sahibini Arayan
Fotoğraflar
Hani arkasına el yazısıyla notlar yazılan, kenarı tırtıklı fotoğraflar vardır ya, çoğu
siyah beyaz ya da sepya basılmış… Kimi bir düğün sırasında tüm aileyi toplamış,
kimi yalnız sevdiğiyle el ele… Bazen bir çocuğun masum bakışları olmuş bazen
de bir genç kızın utangaç yüzü… Bizi alıp bu fotoğrafların yamacına götüren,
hüzünden sevince, iç sızısından burukluğa savuran ise bir proje…
B
u savaş bitmez… Biz fanilerle
zaman arasında amansız
ve aslında galibi baştan
belli bir savaş bu. Kadim
zamandan ahir zamana sürer
gider… Cirmine bakmadan
ölümsüzlük arayışına giren insan denilen
canlı, her fırsatta yaşadığını geleceğe
kanıtlamak ve dahi cismini olmasa da
suretini ölümsüzleştirmek için çareler arar
durur. Tamam, daha sade anlatacağız…
Yaşadığımız her güzel ânı, her benzersiz
anıyı saklamak isteriz. Hatta bazen
kendiliğindendir bu çaba. Düşünmeden,
doğal bir şekilde gelişiverir. Bir kır çiçeğini
54 TRT VİZYON
koparır, kitabımızın arasına koyarız o
ânı belleğimize hapsetmek için. Bazen
bir şarkıya kodlarız mutluluğumuzu,
hüznümüzü. Kimi zaman da hızla
deklanşöre gider elimiz. Fotoğraf karelerine
hapsolur tam da o anda ne varsa, ne
yaşanmış, ne hissedilmişse. Saniye
sonrası yoktur. Zaman bir saniye önceyi
almış götürmüştür. Geriye elimizde o anın
fotoğrafları kalır. Şimdilerde hepimizin
kaçamadığı, çok çabuk tüketilen dijital
fotoğrafları bir kenara bırakalım. Çoğu
daha çekildiği an unutuluyor ve çöp oluyor.
Bize bu satırları yazdıran, eski, daha eski
bir dönem.
El yazısıyla
Hani arkasına el yazısıyla notlar yazılan,
kenarı tırtıklı fotoğraflar vardır ya, çoğu
siyah beyaz ya da sepya basılmış… Kimi
bir düğün sırasında tüm aileyi toplamış,
kimi yalnız sevdiğiyle el ele… Bazen bir
çocuğun masum bakışları olmuş bazen de
bir genç kızın utangaç yüzü… Bizi alıp bu
fotoğrafların yamacına götüren, hüzne, iç
sızısına, burukluğa savuran ise bir proje…
Hem de bizden birinin projesi.
“Sahibini Arayan Fotoğraflar” bu
çalışmanın adı.
İşin arkasındaki isim de, İzmir
Televizyonu Aktüel Kamera
Servisi kameramanı İlhan
Arga. Yaklaşık 18 yıldır TRT’de
görüntü avında. Ekranlarımıza
gelen programların arkasındaki
isimsiz kahramanlardan biri.
Arga ile Kasabada Zaman
belgeselinin çekimleri sırasında
Sığacık’ta karşılaştık. Ve bizi çok
heyecanlandıran Sahibini Arayan
Fotoğraflar ile tanıştık.
Zamana karşı duruş
İlhan Arga, var oldukları yaşamın
içinden o ya da bu nedenle
sökülmüş, atılmış, kaybolmuş
anıların peşine düşüyor. Bir anlamda
zamanın o yıkıcı, silici, unutturucu
yanına meydan okuyor. Masum yüzlü
genç kadınların, küçücük beyaz yakalı
öğrencilerin, birbirine sevgiyle bakan
çiftlerin ya da çocuğuna sarılmış babaların
yaşadığı anları sağa sola savuran zamana,
onların adına karşı koyuyor. Sahipsiz,
kimsesiz kalmış anıları topluyor ve onların
sahibini arıyor.
On yılı aşkın bir süredir hiç tanımadığı ve
belki de hiç tanıyamayacağı insanların
fotoğraflarını, mektuplarını, el yazısıyla
yazılmış küçük notlarını toplayan
Arga, bunların o ailenin kültürü ve
mirası olduğunu söylüyor. “Bir şekilde
sokağa, çöpe düşmüş olabilir
bunlar. Ya da ticari bir boyuta
dönüştürülmüş olabilir. Ben o
mirası kurtarıp bende geçici
süre konaklamalarını sağladım.
On yıldan beri binlerce ailenin
fotoğrafını topladım. Bir ailenin
on fotoğrafı varsa kiminin
yüzlerce fotoğrafı var elimde.“
kullanamayacak kadar yaşlılar. “Albümlerin
sokağa düşme sebepleri bizleri de
sahipsizlik çemberine aldı... Ve sizlerle bu
albümlerin gerçek hikâyelerini paylaşma
sevincini paylaşamadık.” diyor. Ama bu
da yıldırmamış Arga’yı. O zaten tüm
bunları düşünmüş. Belge ve fotoğraf
sahiplerinin bir ya da iki kuşak sonrasına
ulaşmayı hedeflemiş. Eşinin artık evde yer
kalmadığına ilişkin sitemlerini işitse de bu
anıları toplamayı, arşivlemeyi, paylaşmayı
sürdürüyor. Aklında çeşitli fikirler oluşuyor.
Bunlardan bazılarını belki zamanla
hayata geçirecek. Belki de hiç birini
gerçekleştiremeyecek. O yine de şöyle
düşünüyor: “Ben zaten bu fotoğrafların
emanetçisiyim. Benim arşivimde
sapasağlam bir şekilde saklanacaklar en
azından. Tabii bu fotoğraflardan bazılarının
öyküsü ayrılık üzerine kurulu. Bu yüzden
şimdilik sahip çıkan olmasa da, belki
ilerleyen zamanda, sonraki kuşaklar için bir
değeri olur.”
Bazı fotoğrafların arkasındaki yazılardan
ya da çeşitli ipuçlarından yola çıkarak
hikâyelerini de oluşturmuş Arga. İlerleyen
zamanlarda sahiplerine ulaşabilirse, bu
hikâyeleri doğrulatmayı ve yenilerine
ulaşmayı da planlıyor. Böylece tüm o
yaşanmışlıkları, anıları yok olmuşluktan
kurtarmayı amaçlıyor. Sonrasında ise
sahiplerine verip, emanetleri onların
saklamasını arzuluyor.
Emanetçi
Uzun, zor ve meşakkatli bir yolu
var Sahibini Arayan Fotoğrafların.
Ama İlhan Arga yılmamış. O
anıları ve sahiplerini bulmak
için çeşitli yollar denemiş.
Sosyal medya hesabından
oluşturduğu sayfa ile dört bir
yana mesaj salmış. İstemiş ki,
birileri sahip çıksın geçmişte
yaşanmış ne varsa. Çok geri
dönüş alamamış. Öyle ya,
fotoğraflar, belgeler oldukça
eski. Belki sahipleri hayatta
değil, belki sosyal medya
TRT VİZYON 55
ki sevdiklerinin o güzel yüzünün bir kartta
ya da şimdiki haliyle bir teknolojik bellekte
solup yitip gitmesini…
Belki artık biraz daha dikkatli saklarız
çektiklerimizi, yazdıklarımızı. Biraz daha
özen gösterir, bir gün zamanın acımasız
ellerinden kurtarabilmek için şimdiden
önlem alırız.
Solup giden anılar
İlhan Arga’nın çabası bir
koleksiyonerinkinden çok öte. Aslında
herkesin üzerinde uzun uzun düşünmesi
gereken hassas bir noktaya götürüyor
bizi. Öyle ya, hangimizin yok ki
böylesine biriktirdiği anılar. Kimimizin
okula başladığı ilk gün yarı heyecan, yarı
sevinçle bakan gözleri yansımış objektife,
kimimizin bir piknikte ailesiyle geçirdiği o
mutlu günün hatırası…
Bizim ve bizden önceki kuşağın karta
basılmış siyah beyaz fotoğrafları var. Hatta
atmaya kıyamadığımız mektuplarımız,
bir dosttan gelmiş birkaç kartpostal,
kitapların arasına konulup unutulmuş
minik notlar… Düşünsenize aslında
ne çok izimiz var. Peki, bir gün, özenle
sakladığımız bu fotoğraflar, anılarımız
zamanın acımasızlığına yenilirse… Bir
gün en sevinçli günümüzde çektirdiğimiz
fotoğraf sahipsizce, yabancıların eline
geçerse… İlhan Arga’nın sahip çıktığı
gibi sahip çıkan olmazsa? Hangimiz ister
ki, en kıymetli anlarının bitpazarında
bilinmezliğe terkedilmesini... Hangimiz ister
56 TRT VİZYON
İlhan Arga, var
oldukları yaşamın
içinden o ya da bu
nedenle sökülmüş,
atılmış, kaybolmuş
anıların peşine
düşüyor. Bir anlamda
zamanın o yıkıcı, silici,
unutturucu yanına
meydan okuyor. Masum
yüzlü genç kadınların,
küçücük beyaz yakalı
öğrencilerin, birbirine
sevgiyle bakan
çiftlerin ya
da çocuğuna
sarılmış babaların
yaşadığı anları
sağa sola savuran
zamana, onların
adına karşı
koyuyor. Sahipsiz,
kimsesiz kalmış
anıları topluyor ve
onların sahibini arıyor.
Zaman kimleri hatırlar?
İlhan Arga, bitpazarlarında satılamayan
bu tür materyallerin, bir süre sonra
oradaki satıcılarca yakılmasına o kadar
üzülmüş ki, bu çabası başlamış. O
gün bu gündür de artarak devam etmiş
anılara sahip çıkma isteği: “Bizler yazılı
ve görsel kültürden çok sözel bir kültürün
kuşağıyız. Oysa gelecek kuşaklara görsel
malzemeler de aktarılmalı. Bulduklarım
arasında 8 mm. filmler de var. Ancak
henüz onları sayısal ortama aktarmadım.”
Fotoğraflar, mektuplar, filmler, belgeler
derken İlhan Arga’nın arşivi o kadar
büyümüş ve genişlemiş ki, eve sığmamış
ve bir depo kiralamak zorunda kalmış.
Her pazar sabah saat 5’te kalkıp
bitpazarına gitmesi ve tüm bu materyali
alabilmek için ödediği karşılık da hesaba
katılırsa aranızda Arga’nın “çılgın”
olduğunu düşünenler çıkabilir. Size bir
şey fısıldayalım mı? Zaman herkesi
unutturur ama çılgınları hep hatırlar…
Yaşama ait pek çok kıymetli
nüansın hızla unutulduğu, her şeyin
sıradanlaştığı, kavramların içinin hızla
boşaltıldığı, özel anların, güzel ilişkilerin,
dostlukların çabuk tüketildiği bir çağdan
geçiyor dünyamız. Zaman iştahı devamlı
artan büyük bir öğütücü gibi, yerine daha
silik şeyler koyup güzel olanları hızla
öğütüyor. Arga, insanların bile unuttuğu
anılara sahip çıkıyor. Onun bu çabası
takdire ve görülmeye, örnek alınmaya
değer. Siz de biraz daha fazlasına tanık
olmak, hatta belki tanıdığınız birinin
fotoğraflarına ulaşabileceğinizi düşünmek
isterseniz, Sahibini Arayan Fotoğraflar
sizi bekliyor.
TRT VİZYON 57
TARİH
Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr
İstanbullunun denize girme ihtiyacının, Osmanlı toplum dinamikleriyle bir araya
gelmesinden “deniz hamamları” doğar. Deniz hamamı, Osmanlı’nın haremlik-selamlık
geleneğinin deniz eğlencesine taşınmasının bir sonucudur.
Osmanlı’da bir yaz geleneği
Deniz Hamamları
A
sya’nın çorak topraklarından
kopup gelip yedi denize
hâkim oldular. Yelkenleri
fora edip Eski Dünya
korsanlarıyla cenge
tutuştular. İki kıtayı bir araya
getiren iki boğaza asırlarca hükmettiler.
Ne var ki atalarımız deniz üstündeki
hünerlerini savaşta gösterdikleri kadar
gündelik hayatta gösteremediler. Denizi
58 TRT VİZYON
gündelik hayatta yalnız ulaşım ve balıkçılık
kaynağı olarak kullandılar. Ülkenin öteki
bölgeleri bir yana, Marmara ve Karadeniz’e,
Boğaziçi’ne ve Haliç’e sahip İstanbul’da bile
deniz kültürü geri planda kaldı.
Deniz hamamlarından önce
Osmanlı döneminde İstanbullu için deniz;
boğaz manzarası, sandal sefası ve taze
balık demekti. Denize girmek, uzunca bir
süre “bayağılık” olarak algılandı ve aşağı
statüde insanların işi olarak görüldü. Denize
girme alışkanlığının yaygın olarak 19.
yüzyılda başladığı ifade edilmekle beraber,
daha eski tarihli belgelerde de denize
girildiğinin ipuçlarına rastlanır.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde
kaydettiği ifadeler, 17. yüzyılda az da olsa
denize girme alışkanlığının varlığına işaret
eder.
Azı karar bir ilaç
İstanbullunun denize girme alışkanlığına
sahip olmamasının sebebi ne dinîdir ne
örfî... Tarihçiler, Osmanlı geleneğinde
yüzme kültürünün gelişmemesini “deniz
suyunun insan bedeninde olumsuz etkiler
doğuracağı”na dair inanca bağlarlar.
Ancak deniz suyu karşısında takınılan
bu tutum, Osmanlı’nın son yüzyıllarında
yumuşamaya başlar. Takvimler 19. yüzyılı
gösterdiğinde deniz, “çoğu zarar” olmakla
beraber kararında alındığında bazı
hastalıklara çare olacak bir ilaç olarak
görülmektedir. İstanbullu için deniz bir nevi
kaplıca gibidir. Sadece doktor tavsiyesiyle,
dakikalar sayılarak denize girilir ve çıkılır.
Sultan’ın denize girişi
İstanbullunun denizle olan küskünlüğünü
kıran olaylardan biri de Sultan II.
Abdülhamit’in denize girişidir. Sultan
Hamit, şehzadelik döneminde bir kaza
geçirir. İyileşmesi için İtalyan doktoru
ona deniz banyosu tavsiye eder. Bunun
üzerine doktoru ile beraber Beylerbeyi
Sarayı’na geçerler. Dönemin padişahı
babası Abdülmecit’ten gizli, Şehzade
Abdülhamit’in deniz suyu tedavisi başlar.
İtalyan doktor şehzadeye denize nasıl
gireceğini öğretir.
Osmanlı döneminde
İstanbullu için deniz; boğaz
manzarası, sandal sefası ve
taze balık demekti. Denize
girmek, uzunca bir süre
“bayağılık” olarak algılandı
ve aşağı statüde insanların
işi olarak görüldü.
Hastalığı geçtikten sonra da denize girmek,
Sultan Abdülhamit için alışkanlık halini
alır. “Bir itiyat haline geldi. O gün bugün
susuz yaşayamaz oldum” diyen Sultan
Abdülhamit, padişahlığı döneminde de
bu alışkanlığını devam ettirir. Bu vesileyle
Sultan Hamit, denize giren ilk padişah
olarak tarihe geçer.
Deniz hamamları kuruluyor
İstanbullunun denize girme ihtiyacının,
Osmanlı toplum dinamikleriyle bir araya
gelmesinden “deniz hamamları” doğar.
Deniz hamamı, Osmanlı’nın haremlikselamlık geleneğinin deniz eğlencesine
taşınmasının bir sonucudur.
Deniz hamamları ilkin erkekler için
açılır. İstanbullu hanımların denizle
buluşması ise, hanımlar için kurulan deniz
hamamlarıyla mümkün olur.
19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da
62 deniz hamamı olduğu, bunların
büyük kısmının erkeklere mahsus
olduğu kaydedilir. Kadınlara mahsus
deniz hamamları, daha çok şehrin kibar
semtlerinde kurulur.
Su üstünde odalar
Tarihçi Reşad Ekrem Koçu deniz
hamamlarını “deniz üstünde süslü, zarif,
ahşap odacıklar” olarak nakleder. Deniz
suyuna dayanıklı keresteden yapılma
kazıklar üzerine kurulu, ortası havuz
şeklinde yapıların dört tarafı tahta perde
ile kapalıdır. Dışarıdan içerisi görünmez,
içeridekiler de dışarısını göremez.
Hamam içindeki havuzun belli bir derinliğe
ulaşabilmesi amacıyla bina, kıyıdan 10-20
metre uzağa inşa edilir, deniz hamamı
karaya bağlayan köprülerle bağlanır. Ayrıca
havuzun derinliği insan boyunu aşmayacak
şekilde ayarlanır. Hamamın iç kısmı
duvardan duvara soyunma kabinleriyle
çevrilidir. Ortasında ise ziyaretçilerin
deniz suyu ile buluştuğu bir havuzdur.
Erkeklere mahsus deniz hamamlarında
fazladan olarak, hamamın dış kısmında
güneşlenmek için balkon bulunur.
TRT VİZYON 59
Osmanlı İstanbul’unda
deniz hamamına gidiş,
tıpkı çarşı hamamına
gidiş gibiydi: adeta bir
cümbüş... Hamam günleri
İstanbullu hanımlar
tramvaylar, atlı arabalarla
yanlarında çocuklar,
ellerinde bohçalar bir
curcuna halinde hamamlara
taşınırlar. Bohçalarda
peştamallar, çocuklar için
uçkurlu donlar, tıpkı çarşı
hamamına gider gibi özenle
hazırlanmış yiyecekler...
Her hamamda cankurtaran ve yüzme
eğitmeni bulunması zorunludur.
Hamamlarda ayrıca kahve, çay, meşrubat
satılan ocaklar kuruludur.
Deniz hamamları, deniz mevsiminin sona
ermesiyle, çürümeye karşı tedbir olarak
sökülüp kaldırılır, havaların ısınmasıyla
her yıl yeniden kurulur. Hamamın boğazda
çakılı olan direkleri ise kış boyu deniz
mevsiminin gelişini bekler. Hatta deniz
hamamlarının tarihe karıştığı yıllardan
60 TRT VİZYON
sonra da bu direklerin boğazda beklediği
ve deniz hamamı görmemiş nesillerin
bu direklerin sebebini anlamlandırmaya
çalıştıkları anlatılır.
Halka açık deniz hamamlarının yanı
sıra yalı sahiplerinin, varlıklı kimselerin
yaptırdığı “hususi deniz hamamları” da
vardı. Hususi deniz hamamları, sahibinin
zenginliğini ve zevkini yansıtacak biçimde
daha süslü ve daha konforludur.
Adeta bir cümbüş
Osmanlı İstanbul’unda deniz hamamına
gidiş, tıpkı çarşı hamamına gidiş gibiydi:
adeta bir cümbüş... Hamam günleri
İstanbullu hanımlar tramvaylar, atlı
arabalarla yanlarında çocuklar, ellerinde
bohçalar bir curcuna halinde hamamlara
taşınırlar. Bohçalarda peştamallar, çocuklar
için uçkurlu donlar, tıpkı çarşı hamamına
gider gibi özenle hazırlanmış yiyecekler...
İstanbul için deniz
hamamı günleri,
çarşı hamamı
günleri gibi
renklidir. Şehre
kattığı renge
rağmen yine de
deniz hamamına
girmek bayağılık
göstergesi olarak
algılanır. Deniz
hamamının en
gözde olduğu
yıllarda dahi kibar hanımlar denize girmez,
havuz kenarında şemsiyelerinin altında
otururlar.
Hamama girmenin kaideleri
Deniz hamamı, İstanbullunun denize
girme ihtiyacı karşısında geleneğe ters
düşmeden üretilmiş bir çözümdür. Ancak
kullanımı katı kurallara tabidir. Hamamların
dışında, girişinde ve içinde bulunan
çavuşlar, kurallara uyulmasını sağlarlar.
Kadın ve erkek hamamlarının olduğu
yerlerde hamamlar arasında, seslerin
duyulmayacağı kadar mesafe
bulundurulmasına gayret edilir. Sarhoş
gelenler ya da uygunsuz davranışlarda
bulunanlar hamama kabul edilmez.
Hamamdan, tahta perdenin altından denize
dalıp dışarı çıkmak yasaktır ve hamamların
etrafında devriye gezen çavuşun
yakalaması halinde cezaya tabidir. Bu
yasağa rağmen, nüfuz ve hatır
sahibi bazı beylerin hamamdan
dışarı çıktığı vakidir. Kadınların
hamamdan dışarı çıkması
ise çok katı biçimde yasaktır.
Zaten -tarihçilerin ifadesiyle- o
dönemde yüzme bilen kadın yok
gibi bir şeydir.
İstanbul sahillerinde bir Beyaz Rus ailesi
Ruslar sıcak denizlere indi
“Plaj” kavramının İstanbul’a
girmesi ise İstanbul’a gelen
yabancılarla olur. Bu yabancı
gruplardan biri, Bolşevik
Devrimi’nden sonra ülkelerinden
kaçıp İstanbul’a sığınan Beyaz
Ruslar’dır, diğeri mütarekenin ardından
kente akın eden işgal kuvvetleri askerleri...
İstanbul‘un ilk plajları olan Florya, Yeşilköy,
Bakırköy sahilleri; deniz hamamlı yıllarda
kumla kaplı, uçsuz bucaksız, korkunç ve
yasak bölgelerdir. Ancak ne olursa, Beyaz
Ruslar’ın gelişiyle olur...
Rus Devrimi’nin ardından İstanbul’a iltica
eden Beyaz Ruslar, Florya kıyılarında
kadınlı erkekli, üstlerinde “mayo” adını
verdikleri deniz giysileriyle denize girmeye
başlarlar.
Rusların sıkça denize girişi yalnız
serinleme amaçlı değildir. 1920’de Florya
sahiline çadır kuran 250 hanelik Rus
mülteci kaydedilir. Bu mülteciler Florya
sahiline kabul edilmekle beraber, olası bir
salgın hastalık durumuna karşı bölgeden
ayrılmalarına izin verilmez. O dönemin
yazarları, Rusların yalnız serinlemek için
değil, ülkelerinden ayrılmalarından itibaren
bedenlerine yerleşen bitlerden arınmak ve
salgın hastalıklardan korunmak için de sık
sık deniz banyosu yaptıklarını ifade eder.
Sebebi ister serinlemek olsun, ister
temizlenmek, İstanbullu bu durumu
“dünyanın sonu” olarak niteleyecektir.
Dünyanın sonunun gelmediğinin
anlaşılmasından bir zaman sonra da plajlar
meraklı kitlelerin akınına uğrar.
Mütarekenin ardından İstanbul’a gelen işgal
kuvvetleri askerleri de sahillerin bir başka
grup müdavimleridir. Savaşın ardından
yabancısı oldukları bu şehirde kendilerini
tatilde gibi hisseden itilaf devletleri
askerlerinin, ülkelerinden alışkın oldukları
plaj kültürünü devam ettirmesi de, sahilleri
dolduran bir başka etmen olur.
Deniz bize küskün
İşgal kuvvetlerinin “tatilleri” bitip de
geldikleri gibi gitmelerinin ardından
İstanbul’un her yeri olduğu gibi
plajları da yabancı unsurlardan
arınır. Kurtuluş Savaşı yıllarında
İstanbul’un plajlarında serinleyen
yabancılardan geriye, Osmanlı’nın
deniz hamamı kültürünü sona
erdiren plaj kültürü kalır.
İstanbul’u ikinci kez fetheden şehrin
asıl sahiplerinin plajla buluşması
ise 30’lu yıllarda mümkün olur.
1935 yılı Haziran’ında Atatürk
otomobil gezisindedir. Florya
sırtlarından geçerken arabasını
durdurur ve beraberindekilere,
bakımsız patikanın ardından
görünen denizi gösterir: “Bütün güzelliğine
ve yakınlığına rağmen deniz bize küskün
görünmüyor mu?”
Beraberindekiler, yanı başlarında duran,
ancak kimsenin uğramadığı bu tabiat
güzelliği karşısında sessiz kalır. Atatürk:
“İstanbul’u fethetmişiz ama burasını henüz
elde edememişiz.”
Bu sözler üzerine vakit kaybetmeden
Florya’da bir imar hamlesi başlar. Atatürk,
Florya’da bir deniz köşkü yaptırmaya
karar verir. Ancak Atatürk’ün köşkten
ziyade önem verdiği, köşkün yanı
başında kurulacak olan halk plajıdır.
Amacı İstanbulluyu denizle barıştırmak,
sahip olunan doğa zenginliğini milletle
buluşturmaktır. Deniz köşkü, kısa sürede
tamamlanır. Florya sahilinin hizmete
girmesiyle, İstanbullunun deniz kültüründe
yeni bir dönem başlar.
Deniz Hamamları öncesi İstanbul’da denize girenler
TRT VİZYON 61
TEKNOLOJİ
Öztürk Miraç SARAL ozturkmirac.saral@trt.net.tr
Donald Trump’ın “eski” danışmanı: Elon Musk
Bir dahi mi bir çılgın mı?
T
arih 10 Nisan 2017’yi
gösterdiğinde haber
kanallarının ekonomi
editörlerine şöyle bir haber
düştü: “Tesla Motors’un hisse
başına değeri 313,73 dolara
yükseldi.”
Bu hisse değeri, sadece elektrikli otomobil
üreten, 2003’te kurulan ve ilk aracını
piyasaya 2009’da sürebilmiş yeni teknoloji
bir otomobil şirketine aitti. Üstelik bu
değerle Tesla Motors, dünyanın en büyük
otomobil devlerinden Ford ve General
Motors’u geride bırakıyordu.
Tesla Motors, Elon Musk’un 15 milyar
dolarlık servetinin bir kısmı. Bunun yanında
çıtayı Mars’a koloni kurmaya kadar
götürdüğü uzay taşımacılığı şirketi SpaceX
var. Güneş Enerjisi panelleri ve türevleriyle
bedava elektriği kafaya taktığı SolarCity
büyümeye devam ediyor. Eski kurucu
ortağı olduğu internet ödeme sistemi
Paypal, alanında dünya lideri.
Bunlar gerçekleşmiş ve ilerleyen projeleri.
Bir de geleceğe yaptığı yatırımlara
62 TRT VİZYON
bakalım. Eğer arzu ettiği gibi gerçekleşirse
Ankara-İstanbul arasını 30 dakikaya
indirecek HyperLoop treni, dünyada ilk kez
beyin sinyallerini görüntülediği NeuroVirgil
gibi milyonlarca dolar yatırdığı yapay zeka
projeleri mevcut.
Elon Musk, diğer arkadaşlarının aksine
politikanın da içinde hep aktif oldu.
Donald Trump’ın danışmanları arasında
yer aldı ama bu “ortaklık”, Paris İklim
Konferansı’nda çekilen bir imza sonrası
çabuk bitti.
Peki, Elon Musk, bir anda mı ortaya çıktı
ve 21.yüzyılın yeni “ilham veren” insanı
haline geldi? Kendisi sahiden övgüleri hak
ediyor mu yoksa Amerikan menşeli bir PR
çalışmasının başarılı bir ürünü mü?
Buna objektif bir şekilde bakabilmek için
Elon Musk’ın hayatına göz atmaya karar
verdik.
Mor ağaçların gölgesinde
Elon Reeve Musk, tıpkı Amerika’nın
kurucuları gibi bir göçmen. Amerika
sınırları içinde değil, çok daha
uzaklarda Güney Afrika’nın mor yapraklı
ağaçlarıyla ünlü Pretoria kentinde doğdu.
Çocukluğunda başarılı bir öğrenci ama anti
sosyal bir çocuk olan Musk, bilgisayarla
ilk kez tanıştığında 10 yaşındaydı. Liseye
“Dünyada sürdürülebilir
enerji meselesini
halledebilirsek ve
bununla beraber
gezegenler arası bir tür
haline dönüşebilirsek,
yani başka bir
gezegende de kendi
kaynaklarımızla
yaşayabilecek hale
gelebilirsek harika olur.
Böylece insanlık yok
olmaktan kurtulmuş
olur.”
geldiğinde ise ilk bilgisayar oyunu olan
Blaster’ı programlamıştı bile.
tarih verenler bile çıkmıştı.
SpaceX’in roketi, 2008’de yörüngeye
ulaşıp bunu başarabilen ilk özel şirket
olduğunda ve NASA’dan sağlam bir
kontrat kaptığında tartışmalar tekrar
açılmamak üzere kapandı. Üstelik SpaceX
daha sonra uzaya kullanılmış bir roketi
de göndererek, uzay taşımacılığında
masrafları düşüren önemli bir gelişmeye
imza atmayı da başardı. Bugün uzaya
gönderilecek bir kargonuz varsa
bunu 60 milyon dolar maliyetle uzaya
taşıyabiliyorsunuz.
Güney Afrika’daki etkisi henüz geçmemiş
ırk tartışmalarının içinde kalmak istemeyen
Musk, Kanada’daki kuzeninin yanına
taşındı. Burada üniversiteye yazılan genç
programcı, “okul parasını” çıkartabilmek
için odunculuk, temizlik işçiliği ve çiftçilikle
uğraşarak bugün hala uyguladığı çalışma
düsturunu kendi cümleleriyle ortaya koydu:
“Haftada en az 6 gün, günde en az 12
saat.”
Kabiliyeti Amerika’da keşfedilen Musk’a
Donald Trump, Warren Buffet, Sundar
Pichai (Google CEO’su) gibi mezunları
olan Wharton’dan tam burslu transfer
teklifi geldi. Ekonomi ve fizik eğitimini
aynı anda alan Elon Musk, geleceğe dair
felsefesinin temellerini atmaya başlamıştı
bile: Hayalleri kâr ile birleştirmek.
Nikola Tesla’ya bir selam
Hayalleri kâr ile birleştirmek
“Roket Takımı”
90’lı yılların henüz başlarıydı. İnternet,
altın çağına girmek üzereydi ve
üniversiteden yeni mezun Elon Musk’ın
önünde yapabilecekleriyle ilgili sonsuz
seçenekler vardı. Önce çok sevdiği
oyunlara yönelmek istedi, sonra ise
bugüne daha uygun; “kârlı” bir seçeneğe
yöneldi: Zip2. Bugünkü Google Haritaların
ilk versiyonu olan Zip2, dükkânların
harita üzerinde nerede olduklarını
gösterebilecekleri bir yazılımdı. Bu
yazılımını Compaq’a satan Musk, 307
milyon dolarlık satıştan 20 milyon, kardeşi
ve ortağı Kimbal Musk ise 15 milyon dolar
kazandı.
Silikon Vadisi’nin tozunu almış, hatta
orada fakirlik çekmiş her “geek” gibi
Elon Musk da bankacılık sisteminin
azılı düşmanlarındandı. Bankacılar ona
göre aptaldı. Bu yüzden aklında 24
saat çalışan, 24 saat aktif, sadece bir
elektronik posta adresiyle para gönderip
alabileceği bir bankacılık sistemi kurmak
vardı. Bugün internet bankacılığı herkesle
tanışmış olsa da 90’ların sonunda büyük
bir devrimdi. Fikir teatisinin sonunda
X.Com’u kurdu. X.Com kısa zamanda
200 bin üyeye ulaştı. X.Com’un başka bir
rakibi de Paypal adındaki yeni ve taze bir
siteydi. Bu iki şirket, uzun süre rekabet
ettikten sonra birleştiler ve Elon Musk’ın
CEO’luğunda bugün hala dünyanın en
büyük online ödeme sistemini ortaya
çıkarttılar.
Ebay’i karlı bir anlaşmayla sattıktan sonra
Musk, kariyerinde yeni bir sayfa daha
açmaya karar verdi. İnternetle başladığı
iş hayatında gözlerini “yükseklere”
çevirmişti. Hedefi uzaya roket fırlatmak,
hatta gerçekleştirebilirse roketini
Mars’a ulaştırmak, onu da yapabilirse
Kızıl Gezegen’de ilk yaşam formunu
oluşturabilmekti. Ancak bu göründüğü
kadar kolay gerçekleşmeyecek, Musk’ı iki
kere iflasın kapısından döndürecekti.
Roketini yaptırmak için neredeyse
ülke ülke gezdi. Ne Çin, ne ABD ne de
Ruslar onu ciddiye aldılar. O da “iş başa
düştü” düsturunca bu işi arkadaşlarıyla
kendi başına yapmaya karar verdi.
Roket sanayisi, tüm dünyada çok az
şirket ve ülkenin elindeydi ve neredeyse
tekelleşmişti. Bugün sayesinde iletişim
kurabildiğimiz her şeyin bağlı olduğu
uydular uzaya yerleştirilmek için bu
roketlere muhtaçtı.
Musk’ın kafasındaki plan roket
taşımacılığını “ucuzlaştırmaktı.” Kendi
motorlarını üretecekler ve daha agresif
mühendislikle bu işi piyasanın altına
mal etmeye çalışacaklardı. Musk iyi
bir programcıydı ancak roket ve uzay
ilişkisi, zaman içinde ortaya çıkmıştı ki
beklediğinden çok daha karmaşık bir
süreçti. Kurduğu SpaceX, ilk fırlatış tarihi
olarak 2004’ü vermesine rağmen sürekli
gecikiyordu. Piyasada artık Elon Musk’ın
becerisi tartışılmaya başlanmış, iflası için
Elektrikle çalışan araçlar; bugün
teknolojinin kalbi Silikon Vadisi’nde,
Kaliforniya’daki teknoloji şirketlerinde,
Çin’deki otomobil fabrikalarında herkesin
aklındaki rüya… Bu artık hayal değil,
bunu yapabilen şirketler var. Ama Elon
Musk’ın yatırımcısı olduğu Tesla hariç hiç
kimse elektrikli araçlardan bir otomobil
devi yaratmayı ve sektörü değiştirmeyi
başaramamıştı.
Martin Eberhard ve Marc Tarpenning’in
kurduğu Tesla Otomotiv’in önce hissedarı,
ardından sahibi olan Elon Musk’la
birlikte ilk prototip Roadstar ortaya çıktı.
2006’da piyasaya sürülen Roadstar, 100
kilometreye 4 saniyede çıkıyor ve tam
dolu batarya ile 400 km yol alabiliyordu.
Sonraki modeli Tesla Model S ile
uygun fiyatı ve neredeyse bedava olan
yakıt masrafıyla elektrikli otomobillerin
geleceğine büyük bir katma değer kattı.
85 KW’lık tam şarjla 500 kilometre giden
Tesla Model S, yavaş yavaş ülkemizde de
görünmeye başladı.
Yeni Başkan’ın eski danışmanı
Dünyanın en büyük üçüncü
ihracatçısı ve en büyük ithalatçısı
olan ABD’nin dışarıdan getirdiği en
büyük kaynaklarından bir tanesi beyin
gücü... Dünyanın her tarafından Kuzey
Amerika’ya akan potansiyel zekâlar, ABD
sistemi içinde teknoloji üretimine katkıda
bulunuyorlar. Elon Musk da bunlardan bir
tanesi. Daha doğrusu bir tanesiydi. Donald
Trump, yakın zamanda Amerika’daki
kömür ve maden sanayisini baltalayacağı
düşüncesiyle 195 ülkenin imzaladığı
Paris İklim Anlaşması’ndan imzasını geri
çekince, Elon Musk da buna tepkisiz
kalamadı.
Elon Musk, Twitter’dan yaptığı
TRT VİZYON 63
Musk’ın son projesi sonsuz enerji sağlayan güneş kiremidi... Tanesi 42 dolardan satılan
kiremitlerle bu sistemi kuruyorsunuz ve güneş evrenden yok olana kadar bedava enerjiniz
oluyor.
açıklamada, “İklim değişikliği gerçektir.
Paris’ten ayrılmak ne dünya, ne de
Amerika’nın yararınadır.” ifadelerini
kullanarak ABD Başkanı Donald Trump’ın
danışmanlar kurulundan, Disney’in
Yönetim Kurulu Başkanı Bob İger’le birlikte
istifa etti.
Sıkıcı gelecek
45 yaşındaki Elon Musk’ın ölmeden önce
tek bir hayali var. Mars’ta 1 milyon kişinin
yaşayabileceği yeni bir şehir inşa etmek.
Bunu komik bulanlara; fikrinin hayalden
öte olamayacağını iddia edenlere de şöyle
bir cevap veriyor: “Sabah kalktığınızda,
yaşamak istemek için nedenleriniz olması
gerektiğini düşünüyorum. Amacınız ne?
Size ne ilham verir? Gelecek hakkında
ne hayaller kuruyorsunuz? Gelecek de
böyle inşa edilir: Omuz omuza, birlikte
güçlü durarak. Gelecekte yıldızlar arasında
yolculuk etmekten ve gezegenleri ziyaret
etmekten uzak durmayı tercih edersek, son
derece sıkıcı olur.”
Paris İklim Konferansı
Bilim insanları, küresel ısınma, deniz suyu seviyesinin yükselmesi,
kuraklıklar ve sert fırtınalardan karbon dioksit oranlarını sorumlu tutuyor.
Üstelik 2030 yılına kadar bu küresel gaz salınımının 55 gigatona
yükseleceği tahmin ediliyor. Hedef, küresel ölçekte sıcaklık artışını 2
derecenin altında tutabilmek ve bu salınımı 40 gigatona indirebilmek. Bu
yapılabildiği müddetçe, dünyanın geleceği için önünde bir şansı daha
olacak.
Bu şansı dünyaya verebilmek için Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Çerçeve Sözleşmesi uyarınca 195 ülke tarafından imzalanan Paris İklim
Konferansı’na ABD ile birlikte imza atmamış iki ülke daha var: Suriye ve
Nikaragua.
Türkiye, geçen yıl nisan ayında Paris İklim Anlaşması’nı imzaladı. Anlaşmanın Meclis’te onay sürecinin tamamlanması bekleniyor.
ABD’nin anlaşmadan çekilmesinin sıkıntısı Yeşil İklim Fonu denilen bu meselenin çözümündeki ana yolu da etkileyecek. Sera
gazlarının salınımı için önlem alması amacıyla özellikle gelişmekte olan dünya ülkelerine yardım amacıyla 100 milyar dolarlık bir
fon oluşturulması planlanmıştı. Bu fona da en büyük katkıyı ABD yapacaktı. Şimdi ise durum karışık…
Başkan Trump’ın ABD adına imzasını geri çekmesi Çin ve Hindistan gibi sera gazı salınımında lider ülkelerden bile tepki çekti.
Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel başta olmak üzere pek çok Avrupalı lider,
ABD’nin Paris Anlaşması’nda kalması için Trump’ı ikna etmeye çalıştılar. Sonuç ne olacak, bunu zaman ve Amerika’daki enerjimaden tröstlerinin kendi aralarındaki çatışması çözecek.
64 TRT VİZYON
TRT VİZYON 65
TRT’DEN
Meral ÜNSAL / meral.bakici@trt.net.tr
Sığabildik mi zamana?
Gerçek Sığacıklılar, özellikle de yaşlılar ömrün geri kalanının getirdiği sakinliği,
şehrin sakinliğiyle birleştirerek yaşıyorlar burada. Kasabada zamanın nasıl
geçtiğinin en önemli tanığı onlar. Nelerin yeniye kurban verildiğinin, nelerin hiç
eskimeden zamana meydan okuduğunun çetelesini onlar tutuyor, onlar biliyor
en çok. Egenin mis havasında, çaylarını yudumluyorlar, zamanı yudumladıkları
gibi ağır ağır. Yavaşça ve sessizce tanık olduklarından damıttıkları ne varsa, yine
sessizce fısıldıyorlar Egenin rüzgârına. Öyle bağırıp çağırmak bilgelere göre
değil, o cahillerin yaygarası her daim.
B
ir kavram düşünün ki, fizikten
sinemaya, şiirden fotoğrafa
her alanda varlığına bir
karşılık buluyor. Filozoflar,
bilim insanları üzerine
kafa yoruyor, yarattığı
paradokslarla boğuşuyor. Şairler dizelerine
hapsetmeye çalışıyor, yönetmenler
filmlerinde onu yeniden kurguluyor. Oysa
zaman, her şeyden ve herkesten bağımsız,
ele avuca sığmadan, kendi istediğince
akıp geçiyor. Öyle ki, bizim kurduğumuz
şu cümlelerin üzerinden bile tam bir yıl
geçmiş: “İşin içinden çıkamadığımızda
suçladığımız, en büyük acılarımızı
unutturması için emanet ettiğimiz,
66 TRT VİZYON
kimimize göre su gibi akan, kimimize göre
bir türlü geçmeyen… Bazen durdurmak,
bazen geriye sarmak istediğimiz ama bir
türlü ele avuca sığmayan… Öyle ya da
böyle, hayatımızın her anına damga vuran,
bol sorulu, bol sorunlu bir kavram: Zaman.”
Anımsadınız mı? Sizlerle “Kasabada
Zaman” belgeselini paylaşmak için
yazdığımız yazının ilk cümleleri. Birgi,
Kula, Taraklı, Amasra, Ortahisar,
Bozcaada, Gölyazı ve Trilye’nin zamanın
çerçevesinden kendini anlattığı bölümler,
TRT ekranlarından izleyicisiyle buluşmuştu.
Ancak kasabaların konuşmaya,
yaşadıklarını dillendirmeye, anılarını
aktarmaya o kadar ihtiyacı varmış ki…
Kasabalar susmak istemedi. Bu yüzden
şimdilerde, yeni kasabalar aynı usta ekibin
şahitliğinde, dört mevsiminin hikâyelerini
fısıldıyor.
Bu kez, Sığacık, Mustafapaşa, Foça,
Cunda ve Cumalıkızık ekibin titiz
çalışmasıyla zamana not düşüyor.
Diğer dört kasabada neler olmuş, hangi
görüntüler kameralara takılmış, kasabalılar
ne anlatmış, ekip akıp giden zamanın
neresinden yakalamaya çalışmış… Bunları
belgeselin bölümleri tamamlanıp yayına
girdiğinde göreceğiz. Ancak biz, size şahidi
olduğumuz Sığacık çekimlerini ve bu güzel
kasabayı kendi penceremizden anlatmak
istiyoruz.
Sabahın ilk saatleriyle daracık sokaklarında
kurulmaya başlayan tezgâhlarıyla
karşıladı bizi Sığacık. Saatler öğlene
yaklaştığındaysa o dar sokaklara, bu kadar
insan, bu kadar börek, reçel, ot, çiçek,
elişi satılan tezgâh, bu kadar salyangoz
sembolü, bizim ekip… Hepimiz nasıl sığdık
bilemedik. Adı üstünde ya Sığacık işte,
sığdık bir şekilde. Ama Sığacık bizi öyle
etkiledi ki, o gün bugündür içimize sığmadı
bir tek. Meğer ne özel bir yermiş burası…
İşte bu özel yerin asıl sahiplerine,
Sığacıklılara uzattı mikrofonu Sibel Değer
bu yüzden. Onlar kendileri anlatsın istedi.
Nitekim de öyle oldu. Eskiden buranın
sadece kale surlarının içine “sığmış”
küçük bir belde olduğunu da, çeşit çeşit
balıkların yaşadığı denizinin ne kadar
bereketli olduğunu da onlardan dinledik.
Üstelik daha fazlasını… Ancak elbette
burada hepsini aktarmayacağız sizlere,
belgeselden rol çalmak olur mu?
Tam da o sıralarda, yani Sibel Değer
röportajları yaparken, Fatih Aksop sesleri,
Mevlüt Döner de görüntüleri kaydederken,
Yıldırım Eskici ile birlikte, İlhan Arga
ve Murat Balcı, sonrasında da Selçuk
Karaçam drone kamera ile kuşbakışı
görüntü avındaydı. İlhan Arga, bir kuş
olsaydık şayet Sığacık’ı nasıl göreceğimize
dair birkaç kare gönderdi ki, kuş olasımız
geldi. Bu şirin yere bir kez daha âşık olduk.
Zaman bilir
Kale surlarının içindeki iki katlı şirin mi
şirin evlerin çoğu pansiyona dönüşmüş
bile. Dönüşmemiş olanlar da büyük şehir
kaçkınlarına huzurlu bir yuva sunmuş
sessizce. Ancak Sığacık da, sakin
şehir olduğu duyulur duyulmaz sakinlik
bırakmayan bir kalabalığın koşarak
kavuştuğu bir yer olmuş ya… İşte buradaki
yaşamı da etkilemiş bu. İstanbul’dan gelip,
buraya yerleşmiş bir yeni Sığacıklı’nın
anlattıklarından da bu sonuca varıyoruz.
Artık saksıdaki çiçeklere bile pek rahat yok
buralarda.
Ah o iştahı bitip tükenmeyen, “tüketici”ler…
Şimdilerde buraları keşfetmişler anlaşılan.
Bir kasabada kendine özgü ne varsa silip
süpürmek, yerine daha sığ, daha sıradan
olanı koymak için bir koşturmaca. Sahi
“Sığacık”ın isim anlamı da buna dönüşür
mü ki… Küçücük bir yere sığan, kocaman
yürekli insanların ve onların yaşamının
yerini, kendileri sığ, kocaman, abartılı
hayatları olan insanlar alır mı ki… Zaman
bilir!
Sabahın ilk saatleriyle
daracık sokaklarında
kurulmaya başlayan
tezgâhlarıyla karşıladı
bizi Sığacık. Saatler
öğlene yaklaştığındaysa
o dar sokaklara, bu
kadar insan, bu kadar
börek, reçel, ot, çiçek,
elişi satılan tezgâh,
bu kadar salyangoz
sembolü, bizim ekip…
Hepimiz nasıl sığdık
bilemedik. Adı üstünde
ya Sığacık işte, sığdık
bir şekilde. Ama Sığacık
bizi öyle etkiledi ki, o
gün bugündür içimize
sığmadı bir tek. Meğer
ne özel bir yermiş
burası…
Fotoğraflar: Meral ÜNSAL
Bir çekimin anatomisi…
anlatıyor. Düşmüş, otlardan kararmış elleri
paramparça. Diğeri doğanın bize sunduğu
çiçekleri de koymuş tezgâhına, o çiçekleri
bir bir dolaşıp bal eyleyen arıların emeği
enfes balları da. Kimi enginarını toplayıp
gelmiş, kimi insanın aklını başından alan
böreklerini, ev yapımı reçellerini…
Çeşit çeşit lezzetleri mi, Ege’nin başka
hiçbir denize benzemeyen rengi mi,
yoksa rüzgârında dolanıp baş döndüren
kokusu mu? Hangisi? Kavafis’i anlamak
buralarda bu yüzden daha kolay… Ne
de olsa, kendisi de bir Egeli. “Bu şehir
arkandan gelecektir” derken, onun
Sığacık’ı neresiydi kim bilir? Dizelerin
aklımıza gelip duruşu sadece Ege’den
kaynaklı değil. Belgeseli izleyince
göreceksiniz, bir şiiri okuduğunuzda kalan
lezzeti bırakıyor Kasabada Zaman’ın
tüm bölümleri damakta. Dönüp durup,
bir daha düşündürtüyor büyük şehirlerin
keşmekeşinde yitirdiklerimizi. Bir umut
var mı ki? Keşke öyle demeyeydi Kavafis:
“Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin
sonunda / Başka bir şey umma”
Ah Kavafis!
Aralarda ekibi rahat bırakalım dedik…
Öyle ya, sanatçılar özgür olmalı. İşte öyle
aralarda pazara tezgâh açmış, şifalı ege
otlarını satan teyzelerle sohbet ettik. Biri
otları toplarken yılandan nasıl korktuğunu
TRT VİZYON 67
Bilgelerin fısıltıları
Pazar bitip, tezgâhlar toplanıp da herkes
evine dağıldığında, bir sakinlik sarıyor
sokakları. Öyle ki en şenlikli yer, ortasında
bir şadırvanı bulunan, asma yapraklarının
gölgelediği kahve. Gerçek Sığacıklılar,
özellikle de yaşlılar ömrün geri kalanının
getirdiği sakinliği, şehrin sakinliğiyle
birleştirerek yaşıyorlar burada. Kasabada
zamanın nasıl geçtiğinin en önemli tanığı
onlar. Nelerin yeniye kurban verildiğinin,
nelerin hiç eskimeden zamana meydan
okuduğunun çetelesini onlar tutuyor, onlar
biliyor en çok. Egenin mis havasında,
çaylarını yudumluyorlar, zamanı
yudumladıkları gibi ağır ağır. Yavaşça ve
sessizce tanık olduklarından damıttıkları
ne varsa, yine sessizce fısıldıyorlar Egenin
rüzgârına. Öyle bağırıp çağırmak bilgelere
göre değil, o cahillerin yaygarası her daim.
Hani “zaman” olsa da karınca kararınca
bilgelerin hepsiyle sohbet edebilsek, notlar
tutabilsek… Olsun, “Kasabada Zaman”
ekibi bizim yerimize de yapıyor ya bunu.
Yine o eşsiz şiirsellikte izleyeceğiz hem
Sığacık’ta, hem de diğer kasabalarda
zamanın değiştirdiği, dönüştürdüğü ya da
dokunmaya kıyamadığı ne varsa. Zamanın
dört mevsime bürünüp bir kasabayı nasıl
süslediğine tanık olacağız.
Ege çağırıyor
Sahi, zaman buralarda yavaş mı akıyor
ne? Söylendiği gibi… İki güne ne çok şey
68 TRT VİZYON
sığıyor, ne çok hikâye… Kimini zaman
silecek, kimi bu yazıya, kimi fotoğraflara
kimi de belgesele sinecek. Ama çok daha
fazlasını vadediyor Sığacık. Yeniden ve
yeniden çağırıyor. Sessiz ve sakin olduğu
zamanları seçmeli. Belki yaşlıların rüzgâra
fısıldadıkları gizleri duymak mümkün
olur o zaman.
TRT VİZYON 55
KÜLTÜR
Mine Sultan ÜNVER / mine.unver@trt.net.tr
Tekbirin bestekârı ITRİ
Onun bestesi, dünyayı saran bir nefes!
Yalnız Türkiye değil, tüm dünya Müslümanları tekbir ve salavatı Itri’nin bestesiyle okur.
Yüce Kabe, onun bestelediği tekbirlerle tavaf edilir. İbrahim Peygamberin, oğlu İsmail’i
yatırıp bıçağı eline aldığı günden beri, kurbanlar onun bestesiyle Yaradan’a adanır. Acziyet
ve kudreti hangi beste, hangi kelimeler bu denli bir arada ifade edebilir ki?
Y
ahya Kemal Beyatlı, Itri için
“Öz musikimizin piri” der.
Buhurizade Mustafa Itri,
Sebastian Bach’ın bizdeki
eşdeğeri olarak görülür. Oysa
bizler onu pek tanımayız.
Halbuki Buhurizade Mustafa Itri, bizler için
özel bir öneme sahip, değerli bir isimdir.
Tekbir ve salavatın bestesini sadece Türkiye
değil, tüm dünya Müslümanları Itri’nin
bestesiyle okur. Yüce Kabe, onun bestesi
tekbirlerle tavaf edilir. İbrahim Peygamberin,
oğlu İsmail’i yatırıp bıçağı eline aldığı
70 TRT VİZYON
günden beri, kurbanlar onun bestesiyle
Yaradan’a adanır.
Yaşadığı 1600’lü yıllar, Osmanlının karışık
dönemleri. Belki de sanatı, dönem sancılı
olduğu için bu denli güçlü. Nitekim bir
sanatçıyı en iyi besleyen acıda başka nedir
ki!
Söz sultanlarından Yahya Kemal, Itri’den
de söz ettiği ünlü şiirinde şöyle der: “Çok
insan anlayamaz eski musikimizden/ ve
ondan anlayamayan bir şey anlamaz
bizden”. Köklerini, aidiyetlerini, kıymetlerini,
değerlerini, tarihini ve mazisini bilip
tanımaya, onlardaki doğruları örnek almaya,
yanlışlarından ders çıkarmaya her milletin
ihtiyacı vardır elbette ama Anadolu insanı
için bu gereksinim çok daha hayatidir.
Çünkü bu toprakların değerleri üzerinde
ötekileştirici ve kutuplaştırıcı aygıtların bir
hızar gibi yok edici misyon yüklendiği bir
başka iklim nadir olsa gerek yeryüzünde.
Tam da bu yüzden dünya görüşü, inancı
ve zevki ne olursa olsun kendinde Anadolu
aidiyeti hisseden her insan, şayet varlığını
köklü ve güçlü kılmak istiyorsa, tüm tarih
kesitinde bu toprakların yetiştirdiği değerleri
tanımak zorundadır.
Yakın zaman önce, şehit cenazelerinin
Chopin’in marşı yerine, Itri’nin tekbiriyle
defnedilmesi gündeme gelmişken, tekbirin
bestecisi Itri’yi sayfalarımıza taşıyalım
istedik.
Itri kimdir?
cami ve tekke müziği
örnekleri olarak
ikiye ayrılır. Teravih
namazı sırasında
makam değiştirme
kuralı ile, camilerde
müezzinlerin
uyguladıkları
çeşitli kuralların Itrî
tarafından konulduğu
söylenir. Bayram
namazlarında
okunan Segâh
Kurban Bayramı
Tekbiri, kutsal
emanetlerin ziyareti
sırasında okunan Segâh Salât-ı Ümmiye,
Mâye Cuma Salâtı, Dilkeşhâveran Gece
Salâtı, üç yüz yıldır etkilerinden bir şey
yitirmemiş yapıtlardır. Özellikle ilk ikisi çok
kısa birer cümle içinde oluşturdukları etkinin
yoğunluğu bakımından Türk müziğinde
benzersiz bir sanat gücü taşırlar.
Itrî, Şeyhülislam Esad Efendi’nin belirttiğine
göre, bini aşkın beste yapmış olan çok
verimli bir bestecidir. Bunların büyük bir
çoğunluğu kaybolmuştur. Bugün ancak kırk
dolayında eseri bilinmektedir.
Günümüzde İslam dünyasının
söylediği tekbir ve salavat bestesi
Itri’ye ait
Itri 17. yüzyılın müzik dehasıdır. Asıl adı
ise Buhurizade Mustafa. Aileden gelen
bir gelenekle kokulara tutkun olduğu için
kendisine Itri adı verilmiştir. Büyük bir
müzisyen, aynı zaman da sesi gayet hoş
bir söyleyendir. Öte yandan şair, hattattır…
Çiçekçilik ve meyvecilikle de uğraşmıştır.
Meşhur Mustafabey armudunu o dölleyip
üretmiştir. Mevlevi’dir. Nitekim, Mevlevi
mukabelesinde okunan bir Segah ayinini
de o bestelemiştir. Hayatı boyunca beş
padişah ve devlet adamından himaye
görmüştür, en önemlisi ise IV. Mehmet’tir.
Kırım eski hanlarından Selim Giray Han
ise bir başka himayedarı ve arkadaşıdır.
Sarayda ve Enderun’da musiki dersleri
vermiştir. Nâbî, Bakî, Nazîm, Nailî, Nef’î gibi
ustaların şiirlerini bestelemiştir ki bunlardan
bazıları arkadaşıdır. Bir dönem Esirciler
Kethüdalığı da yapmıştır.
Bini aşkın eserden ancak kırkı
günümüze kaldı
Asıl önemi besteciliğindedir. Eserleriyle
bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin
kurucusu olmuştur. Itrî müziğe yepyeni bir
hava getirmiştir. Dini muhtevalı eserleri,
Buhurizade Mustafa Itri, Sebastian Bach’ın
bizdeki eşdeğeri olarak görülür. Nitekim
Yunus Emre Enstitüsü ve kimi Avrupalı
müzik okulları tarafından, Itri ve Bach
konserleri, doğu-batı sentezi temasıyla
gerçekleştirilmiştir. Avrupa’da Itri üzerine
pek çok araştırma da vardır. Itri her türden
müzik yapmış ama en çok dini müzikle
bugünlere ismini taşımıştır.
Doğrusu, Mescid-i Nebevi’de ve Kabe’de,
her dilden, renkten ve milletten Müslümanın
onun bestesi tekbirle cezbolması
büyüleyicidir. Özellikle Kabe’nin etrafında
dönen o ihtişamın hep birlikte tekbir
getirdiği o anlar tüyler ürperticidir. Üstelik
asırlardan beri bu böyledir. Tüm dünyayı
saran bir nefestir onun bestesi. Öyle
büyüleyici bir beste ki; adeta hem teslim
olan bir kulun tevekkülüyle secdeye
gitmek istersiniz, hem de secde ettiğiniz
o yüceler yücesinin nihayetsiz kudretini,
gücünü iliklerinize kadar, her bir zerrenizle
hissedersiniz. Acziyet ve kudreti hangi
kelimeler bu denli bir arada ifade edebilir
ki? Başka hangi nota!
Elbette Itri’nin dinsel olmayan pek çok
bestesi de var. Meşhur Tut-i mucizeguyem
bunlardan sadece biri.
Söz sultanlarından Yahya
Kemal, Itri’den de söz ettiği
ünlü şiirinde hani şöyle
der: “Çok insan anlayamaz
eski musikimizden / ve
ondan anlayamayan bir şey
anlamaz bizden”.
Yaşadığı dönem çöküş dönemi
Itri’nin yaşadığı dönem, Osmanlı’nın siyasisosyal alanda çöküş dönemidir, iktidar
oyunlarının yanı sıra sosyal anlamda da
İstanbul ve imparatorluk karmakarışıktır.
Hain sanılan dost, dost sanılan hain
çıkmakta, haysiyetler alınıp satılmaktadır.
Entrikaların ortasında kalan ise zamanın
müzik dehası Buhurizade Mustafa Itri’dir.
Tekbirden tut-i mucizeguyem’e, kimi
bestelerinin yazılışına sebep olan belki
de bu sıkıntılı durumdur. O, böylesi bir
dönemde saray tarafından keşfedilen
mütevazi bir sanatkardır. Tamburuyla mı
avunmalıdır, yoksa bahçesinde yetiştirdiği
çeşit çeşit çiçeklerle mi?
Neden Esirciler Kethüdası olmak
istemiş?
Dünyanın dört bir tarafından gelen güzel
sesleri ve müzik kültürlerini tanımak için!
Buhurizade Mustafa Itri saraya ve pek çok
devlet adamına yakın olduğu halde büyük
servetler, makam peşinde koşmamıştır.
Onun var oluşu müziğe odaklıdır. Bazı
tarihçiler Itri’nin kimi zamanlar gizlice
Avrupa’ya gittiğini ve buraların müziğini
araştırdığını söylerler. IV. Mehmet ise
duyduğu zaman sanatkara bunu yapmasını
yasaklamıştır. Belki de bu yasak yüzünden
musikişinasımız dünyayı tanımak adına
bir yere gidemeyince, İstanbul’a gelen
dünya insanlarını tanımak istemiştir. Güzel
sesleri ve yetenekleri keşfedip yetiştirmek,
yeryüzünde söylenen müziği tanıyarak
sanatını geliştirmek için.
2012 “Itri Yılı” idi
UNESCO, 2012 yılını Itrî’yi anma
yılı ilan ettiğinde, müzik insanları ile
akademisyenler Itri ve eserleri üzerine
makaleler yayınladılar, çeşitli toplantılar
yapıldı, konserler düzenlendi. Ama
maalesef ki Itri’nin şanına, önemine yakışan
bir anma yılı olmadı. Itri hakkında bilgimiz
zaten azken 100 TL’lik banknot arkasında
resmi bulunan yüce sanatkarımız hak ettiği
değeri görmedi. Müziğimizin yetimi olarak
kaldı.
TRT VİZYON 71
RADYO
Ela TEKİN/ ela.gurman@trt.net.tr
Meşk-i Muhabbet
Tarih süreci içeresinde bazı örf, adet ve geleneklerimiz
yozlaşırken veya çeşitli nedenlerle kaybolurken bir
kısım kültürel değerlerimiz ise ilk günkü heyecan ile
sürdürülüyor. Toplumsal değerlerimizi yansıtan ve yaşatan
kıymetli kültür hazinemiz türkülerimiz gibi.
Kaybolmaya yüz tutmuş sıra gecesi, kürsü başı sohbetleri,
barana, yaren geleneği gibi icra meclislerinin toplu
söyleme geleneğiyle ayakta kalan türkülerimiz, bir radyo
yapımıyla can buluyor. “Meşk-i Muhabbet” programı aynı
bakış açısıyla ve anlayışla kültürümüzün bir parçası
olan türküleri yaşatarak dinleyiciye sunuyor. “Amacımız,
bugüne kadar repertuarımızda olmasına rağmen az icra
edilen türkü ve uzun havaları yaşatmak; yeri geldiğinde
türkülerin icrasının yanı sıra türkülerin konuları ve temaları üzerinde durarak müzikseverlere hem bilgi, hem de türkü ziyafeti
çekmek.” diyor “Meşk-i Muhabbet”in yapım ekibi. TRT Türkü Radyo ve TRT Müzik kanallarında dört yıldan beri dinleyicileriyle birlikte
olan programı hazırlayan ve yapımını üstlenen isim Sabri Sabuncu. TV yapımcıları ise Ahmet Erge, Sema Bay ve Sibel Erdem.
“Meşk-i Muhabbet” türkü severleri radyo başına bekliyor.
Dijital Hayat
İnternet, hayatımıza girmesiyle birlikte alışkanlıklarımızın büyük bir kısmını değiştirdi.
Bu değişim, en çok da iletişim ve hayatı algılama biçimimize yansıdı. Gün geçtikçe
insanlar birbirleriyle olan tüm iletişimlerini internet üzerinden yapmaya ve gelişmeleri
internet üzerinden takip etmeye başladı. Bugün, dünya çapında üç milyar, Türkiye’de ise
45 milyon kişiye ulaşan internet teknolojisi; kültür ve coğrafyalar arasındaki farklılıkları
kaldırıp evrensel yeni bir dil yarattı. Yüz milyonlarca insan için web, artık gerektiğinde
banka, oyun salonu, kütüphane, sohbet mecrası, eğlence merkezi, sinema, televizyon,
gazete hatta eşiyle tanıştığı ilk mekân.
Bütün bu gelişmelerin yaşandığı dijital dünyanın bilinen ve bilinmeyen yönlerini
zamanın ruhuna uygun, psikolojik, politik, kültürel ve sosyolojik gözlemlerle ele alan bir
radyo program yapma fikri, 2015 yılı Ocak ayında Bilgisayar Mühendisi Bilal Eren ve
Prodüktör Kenan Bölükbaş’ın ortak çalışması ile hayata geçti. Dijitalleşmenin ortaya
çıkış macerasını ve kültürünü, geçmişini, bugünden yola çıkarak yarınını, etkilerini, nasıl
kullanılması gerektiğini tüm ayrıntılarıyla anlatmayı hedefleyen ve TRT Radyo 1’de 120 haftadır her cuma 15.30 – 16.00 saatleri
arasında yayınlanan programın ismi, “Dijital Hayat”. Bugüne kadar programda; unutulma hakkından, arttırılmış gerçekliğe, sosyal
medyanın siyasete etkisinden dijital para BitCoin’e, dijital reklamcılıktan e-devlet hizmetlerine kadar 120 farklı konu ele alındı. Ülke
gündemine etki eden olaylar yanında İstanbul içinde ve dışında birçok fuar, zirve ve etkinlikten canlı yayınlar yapıldı. Kesintisiz
devam eden “Dijital Hayat”ın sponsorluğunu ise Türkiye’nin e-devlet hizmetini veren Türksat A.Ş. yapıyor. Programın bugüne kadar
yayınlanmış tüm kayıtlarına Youtube’da bulunan “Dijital Hayat” kanalından ulaşmak mümkün.
Mihman-ı Dil
Tasavvufun temeli, evrende tek varlığın bulunduğu ve o tek varlığın
dışındaki diğer varlıkların ise onun yansıması olduğu görüşüne
dayanır. Mutasavvıflar, derin anlamlar içeren sözlerini Naat-ı Şerif,
Ayin, İlahi, Nefes, Kaside, Durak gibi Tekke Musikisi; Ezan, Kamet,
Tekbir, Teşbih, Mevlit gibi Cami Musikisi formları ile besteleyerek
ruhun derinliklerine inmişlerdir.
Türk Klasik Müziği’nin önemli bölümlerinden olan Tasavvuf
Müziği’ni yaşatmayı ve gelecek nesillere en doğru şekilde aktarmayı
amaçlayan yapım “Mihman-ı Dil” ile bu örnekler radyo severlere
ulaşıyor. Program “Dini Musiki”nin bütün formlarını ayrıntılı olarak
tanıtarak bu formlarda bestelenmiş, geçmişten günümüze yaşamış
bestekârların eserlerinin en iyi şekilde icra edilmiş olanlarını dinleyicileriyle buluşturuyor. Yapımını Özlem Günday’ın üstlendiği
“Mihman- Dil” dinleyicileri programda “Türk Din Musikisi”nin önemli formlarındaki örneklerini dinlerken, aynı zamanda Tasavvuf
düşüncesinin derin sonsuzluğunda yolculuk ediyor.
72 TRT VİZYON
TRT VİZYON 51
1 FİLM 1 MEKAN
Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr
Gayserili biraderlerin İstanbul
çıkarması
“Salak Milyoner”
E
llerinde kazma-kürek, düello
yapan şövalyeler misali sırt
sırta vermiş sayarak adımlayan
dört adam. Bu sahne Türk
Sineması’na yabancı birisine
tasvir edilse “Üç Silahşör’ün 70’li
yıllar uyarlaması” sanabilir. Türk izleyicisi ise
az sonra yaşanacaklara gülmekten cevap
veremeyecektir. Kayserili dört biraderin
İstanbul çıkarması Salak Milyoner, 1 film 1
mekan’da bizlerle...
İstanbul’a gidildiğinde ilk
iş Taksim’e çıkılır.
Kayserili Biraderler
de Mehmet Çavuş’un
yönlendirmesiyle ilk
olarak Taksim’e çıkarlar.
Anıtı yakından inceler,
etrafında dolaşır,
Taksim’in keşmekeşine
şaşkınlıkla bakarlar;
hepimizin yaptığı gibi...
Adım adım İstanbul
Övünmek gibi olmasın
Gayseriliyiz
Kayseri, şehir olarak hak
ettiği kadar beyazperdeye
yansımamış olsa da,
“Kayserili” karakterler
Türk Sineması’nın
özellikle bir döneminde
geniş yer tutar. Aslında
Orta Anadolu’nun
öteki şehirlerinde de
rastlamanın mümkün
olduğu bu taşralı
tiplemenin bilhassa
“Kayseri” kenti ile bir
anılmasının, Karagöz
Oyunu’ndaki “Kayserili” tiplemesinden
kaynaklanması muhtemeldir.
Biraderler, define aramaları sırasında
Beşiktaş’ta İnönü Stadı’na çıkarlar. Üç kardeşi
sırtında Fenerbahçe-Kayserispor maçını
seyrederken alttaki 2 numaralı kardeşin
“Gayserii... ıh.. ıh...” tezahüratı filmin belki
de en eğlenceli repliğidir. Hatta kardeşler
hızlarını alamayıp sahaya fırlar, Fenerbahçeli
Cemil’e, Osman’a gol atmamalarını rica eder.
Salak Milyoner, Türk Sineması’nın ve
komedinin devlerini bir araya getirmesi
bakımından hatırı sayılır filmler arasında.
Ancak film bununla da kalmıyor, her
dönemiyle sinemanın en güzel yüzlerinden
birini beyazperdeye taşıyor: İstanbul’u...
Çekim aşamasında böyle bir kaygı
güdüldü mü bilinmez ama Salak Milyoner,
sinema tarihinin “şehir ile bütünleşen”
filmleri arasında. Dörde bölünmüş bir
define haritasının peşinden kenti turlayan
biraderler, İstanbul’un 1974 yılı fotoğrafını
ölümsüzleştirir.
Kazma kürekle göç
1970’li yılların filmlerinde kendini gösteren
“göç” olgusu, Salak Milyoner filminde de
hissedilir. Göçün sebep olduğu dramlar ya
da temelli İstanbullu olma umudu söz konusu
olmasa da “taşralı adam”ın büyükşehirde
bocalaması, komedi le harmanlanıp filmde
yerini bulur.
Kardeşlerin elindeki kazma kürek, başlarını
sokacak bir çatı için değildir belki, ama
yine de daha iyi bir hayatın umudunu
taşır. Haydarpaşa’da martılar tarafından
karşılanmak, İstanbul’a gelişin olmazsa
olmazıdır. İstanbul’a gelişin -Haydarpaşa
kadar simgeleşmese de- bir başka olmazsa
olmazı: Taksim’e çıkmak... İstanbullu
olmayanlar iyi bilirler ki, -ne için olursa olsun74 TRT VİZYON
Alternatif final
“Gerçek zenginlik sahip olduklarımız” felsefesi
üzere film başladığı noktada sona erer.
Kardeşler altın arama macerasını sona erdirip
köylerinde normal yaşantılarına dönmeden
önce İstanbul’da büyük bir hüsrana uğrarlar.
Sadık Şendil’in imzasını taşıyan senaryoya
katkıda bulunan Zeki Alasya, filmin sonundaki
“büyük yıkım”a ilişkin alternatif bir sona işaret
eder. Alasya, film boyunca İstanbul’un abide
yapılarını dolaşan kardeşlerin en sonunda
çok önemli bir yapının altını kazmasını,
bunun üzerine yapının büyük bir tantanayla
yıkılmasını önerir. Ancak yönetmen Ertem
Eğilmez bunun üzerine hiddetlenir, hatta
küfreder.
Ertesi gün Ertem Eğilmez, Zeki Alasya’ya
“müthiş bir buluş, seni tebrik ederim” der ve
önceki günkü hiddetinin sebebini açıklar:
“Bizim imkânlarımızla Taksim Anıtı’nı, AKM’yi
filan yıkmak mümkün değil.” Ve film, eldeki
imkânlar dâhilinde makul bir sona bağlanır:
“Kendi evimizi yıkalım...”
Fotoğraflar: Didem Şahsuvaroğlu
Beyazıt’ta kitap kokusu
Kayserili kardeşlerin babalarının askerlik arkadaşını aradığı
Beyazıt Sahaflar Çarşısı, kitap arayan İstanbullu’nun uğrak
mekânı. Sınavlara hazırlık kitaplarının istilasına uğrasa
da, çınar ağaçlarının gölgesi ve İbrahim Müteferrika büstü,
çarşının eski atmosferini korumakta direniyor.
İmparatorluk kentinde
cumhuriyet anıtı
Bin yıllık Doğu Roma ve altı yüz
yıllık Osmanlı başkentinde, kadim
medeniyetlerin sayısız mirası içinde
arzı endam eden bir anıt... İstanbul’un
öteki tarihi eserlerine kıyasla oldukça
yeni bir yapı olan Taksim Cumhuriyet
Anıtı; bir yüzünde Atatürk’ü cephede
çarpışırken, diğer yüzünde arkasına
halkı almış şekilde betimleyerek
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin
kuruluş yıllarını sembolize ediyor.
Sultan’ın ‘Saatli Taş’ı
Valide Sultan’ın hatırası
Kardeşlerin sırtını verip 140 adım
attıkları “saatli taş”lardan birisi, Sultan
Hamit’in saat koleksiyonunun nadide
parçalarından Dolmabahçe Saat
Kulesi... Sultan II. Abdülhamit’in
saltanatının 25. yılı dolayısıyla bütün
yurtta yaptığı saat kulelerinden olan
yapı, ayakucundaki otoparka çekilmiş
araçların arasından zamana tanıklık
ediyor.
Tıpkı Kayserili Biraderler gibi
Dolmabahçe’ye gelip Saat Kulesi’ne
uzun uzun bakarsanız, Valide Sultan’ın
hatırasına sırtınızı dönmüş olacaksınız.
Yapımına Bezmîâlem Valide Sultan’ın
sağlığında başlanıp, ölümünün ardından
oğlu Sultan Abdülmecid tarafından
tamamlanan cami, yine Abdülmecid
Dönemi’nde yapılan saray ve daha
sonradan eklenen saat kulesi ile Osmanlı’nın son yüzyılının izlerini
taşıyor.
TRT VİZYON 75
KLAPE
Cahit CESUR / cahit.cesur@trt.net.tr
KIRK DOUGLAS
100 yaşında bir Viking
B
ugün artık 100 yaşını
devirmiş olan, Hollywood’un
yaşayan en büyük efsane
sinemacısı Kirk Douglas’ın
hayat hikâyesi o zamanki
Rusya’nın Ukrayna
bölgesinde başladı. Bryna ve Herschel
Danielovitch, uzun yıllar yoksulluk içinde
yaşadıktan sonra yaşadıkları bölgede
çıkan huzursuzluklara dayanamayarak
New York Amsterdam’a göç ettiler. Kirk
Douglas 1916 yılında dünyaya geldiğinde
ona Issur Danielovitch Demsky ismi
verildi. Amsterdam iş bakımından elverişli
bir yer olmasına rağmen baba Herschel
Demsky hiçbir işte dikiş tutturamadı.
Öfkeli ve kaba davranışlarıyla hem ailesi,
hem de yakın çevresi tarafından pek
sevilmedi.
“Babam şekeri yavaşça kırıp çaya
atarken çok gergindi. Çok sinirli bir bakışı
vardı. Masanın sonundan ona baktıkça
küçülüyor ve her saniye sinirleniyordum.
Sıcak çay kaşığını çıkarıp suratına
fırlattım. Kızgın bir aslan gibi bakmaya
başladı. Yanıma geldi. Beni kavradı ve
kapının yanında duran karyolaya doğru
fırlattı. Ama ölmedim ve kurtuldum.”
Güreşe meraklıydı ve festivallerde
para karşılığı güreşirdi
Kirk’ün gençlik döneminde anne ve babası
boşandı. Evdeki kötü yaşamına rağmen
okulda çok başarılıydı ve arkadaşları
arasında popüler bir öğrenciydi. İşçilere
yemek satarak, gazete dağıtıcılığı
yaparak harçlığını çıkarıyor, lisedeki tüm
piyeslerde rol alıyordu. Liseyi başarıyla
tamamladıktan sonra parasız olmasına
rağmen bir yolunu bularak St. Lawrence
Üniversitesi’ne girmeyi ve burs almayı
başardı. Aldığı burs parasını geri ödemek
için temizlikçilik ve bahçıvanlık yapar.
Ayrıca Güreşe meraklıydı ve festivallerde
para karşılığı güreşirdi.
Kirk üniversitede yenilmez bir olimpik
76 TRT VİZYON
kahraman haline geldi ve okulun öğrenci
temsilcisi seçildi. Üniversiteden mezun
olduğu sıralarda ünlü aktör Karl Malden’la
tanıştı. Karl ona Amerika’da daha ilgi
çekecek bir isim buldu: Kirk Douglas.
Bacall – Douglas arkadaşlığı
1939 yılının soğuk bir sonbahar günü,
üstünde okul arkadaşının hediye ettiği
bir tek ceketle Manhattan’a gitti. Birkaç
ay içinde Amerika Güzel Sanatlar
Akademisi’nde burs kazandı. Orada,
henüz 16 yaşında olan aktris Laurene
Bacall ile tanıştı.
Laurene Bacall: “Bir restoranda garsonluk
yapıyordu. Annemle birlikte gider soda
ve dondurma siparişi verir ve onun
getirmesini sağlardım. Sahip olduğu tek
giysi bir yağmurluktu. Parası da yoktu.
Ama amcamın fazla bir paltosu vardı. Üç
sokak ilerimizdeki bir evde oturuyordu.
Ona paltoyu verdiğim.”
İlk çocuğu Michael Douglas ve
çocukla gelen bereket
1943 yılıyla beraber Amerika 2.Dünya
Savaşı’nın içine girdi. Kirk ülkesine
hizmet etmek amacıyla orduya katıldı.
Askerde Diana Dill ile evlendi. 1944 yılına
kadar askeri harekâtlara katılmadı. Fakat
bir çalışma sırasında kazayla yaralandı
ve terhis edildi. İlk çocukları olan Michael
Douglas’ı doğurmak üzere olan karısı
Diana’nın yanına geri döndü.
Michael’ın doğumuyla küçük rollerle
yeteri kadar para kazamayacağını anladı.
Eşinin çalışmasını istemiyordu. Bu
sırada eski arkadaşı olan Laurene Bacall
Hollywood’daydı ve Kirk’ü ünlü yapımcı
Hal B. Wallis’la tanıştırdı. Martha Ivers’in
Aşkı (The Strange Love of Martha Ivers,
1946) adlı filmde küçük bir rol almayı
başardı. Filmdeki performansıyla sinema
çevrelerinin dikkatini çekmeyi başardı ve
birden bire yıldız oldu.
Bence babamın performansı,
içindeki hırsa ve inanca bağlıdır
İnatçı ve dik başlı bir yapısı vardı. 1949
yılında hayatının en büyük kumarını
oynadı ve çok yüksek bedelli teklifleri
reddederek sıradan bir film olan Şampiyon
TRT VİZYON 77
(Champion) adlı filmdeki küçük bir rolü
kabul etti. Bir film yıldızı olarak ilk defa
akademi ödülüne aday gösterildi ve bunu
tamamen çok hırslı olmasına karşılık hak
etmişti.
Michael Douglas: Babam Şampiyon
filminde oynadıktan sonra dedemi yani
babasını görmek için Amsterdam’a geri
gitmiş. Ama babası fazla konuşmamış.
Filmi gördün mü? Dediğinde babasına
o evet demiş. Peki, film hakkında ne
düşünüyorsun? Dediğinde de sadece
Güzel demekle yetinmiş. İşte bu
olaydan sonra babam kendisini daha
fazla kanıtlamak için çok daha hırslandı.
Bence babamın bu performansı, içindeki
bu hırsa ve inanca bağlıdır.
Her geçen gün ünleniyor ve bunun
fazlasıyla zevkini çıkartıyordu.
Hollywood’da çok tanınan biri haline
gelmişti. 1949 yılının sonlarına doğru
Kirk ve Diana boşandılar. Evlilikleri
şaşırtıcı ve dostça bitti.
Michael Douglas: Bir konuda bana
söz vermişti; O da babası gibi ailesini
bırakmayacaktı. Bu olgunluğa baba
olmak için ihtiyacı vardı ve bize çok şey
öğretmişti. Demek istediğim; o ana kadar
bir babanın yapması gereken ne varsa o
eksiksiz olarak bunu yerine getirmişti.
“Ölmeyen İnsanlar”da unutulmaz
Vincent Van Gogh yorumu
1952 yılında Çıplak Ruhlar (The Bad
and the Beautiful) adlı filmde kendini
aşan bir performans sergileyerek
izleyenleri şaşırttı. 1954 yılında babası
öldükten sonra Anne Buydens ile evlendi.
Filmlerinde daha başarılı olmak ve artık
daha fazla para kazanmak istiyordu.
Yapımcı olmaya karar verdi. Kariyerine
yapımcı olarak devam ettiği sırada
78 TRT VİZYON
Anthony Quinn ile birlikte oynadığı ve
Vincent Van Gogh’un hayat hikâyesine
dayanan Ölmeyen İnsanlar (Lust for
Life) adlı filmi çekti. Mükemmel bir oyun
sergileyerek yine Oscar’a aday gösterildi
ama yine kazanamadı.
1957 yılında ünlü aktör Burt Lancaster
ile Vahşi Mücadele (Gunfight at the O.K.
Corral) adlı filmde yine çok başarılı bir
oyun sergiledi. Özel bir insan olan Kirk,
ailesi dışında çok az sayıda dosta sahipti
ve bu filmle birlikte Burt Lancaster ile
ömür boyu sürecek bir arkadaşlıkları oldu.
Harp Vagonu (The War Wagon, 1967),
Kader Değişmez (The Arrangement,
1969), Dünyanın Ucundaki Fener (The
Light at the Edge of the World, 1971)
Mahşerin Dölü (Holocaust 2000, 1977),
Gizli Kuvvet (The Fury, 1978), Satürn 3
(1980), Beklenmeyen Baskın (The Final
Countdown, 1980), Eddie Macon’un
Kaçışı (Eddie Macon’s Run, 1983) ve
Sert İkili (Sert Erkekler, 1986) sanatçının
sonraki yıllarda çektiği önemli filmlerden
bazılarıdır.
Kirk’ün Türkiye ziyareti…
Hollywood’un en büyük film
şirketleri arasına girdi ve zengin
oldu
50’li yıllarda kariyerinin zirvesinde olan
Kirk, Stanley Kubrick’in yönettiği bir savaş
filmi olan Zafer Yolları (Paths of Glory)
adlı filmi çekti. Hollywood’un en büyük
film şirketleri arasına girdi ve zengin oldu.
Ardından Vikingler’i (Vikings, 1958) çekti
ve sanatsal bir değeri olmamakla birlikte
büyük bir ticari başarı kazandı.
Kirk daha sonra sanatsal değeri yüksek
olan ve kariyerinin en önemli filmi olan
Spartaküs (Spartacus, 1960) için kolları
sıvadı. Film Romalılara karşı kanlı bir
ayaklanma başlatan köleyi konu alıyordu.
Bir yapımcı olarak o zamanın en iyi
oyuncularını kullandı. Laurence Olivier,
Tony Curtis, Charles Laughton, Peter
Ustinov ve çok sevdiği Jean Simmons.
Bu filmde de 30 yaşındaki Stanley
Cubrick’i yönetmen olarak seçti. Savaş
sahneleri çok önemliydi. İspanya’daki
bir savaş sahnesi için nerdeyse İspanya
ordusunun tamamını kullandı. Film tüm
dünyada büyük bir başarı kazandı.
İnsafsız Şehir (Town Without Pity, 1961),
Batı Geçidi (The Way West, 1967),
Kirk Douglas, ününün dorukta olduğu
1964 yılının sonlarında Amerika’nın “iyi
niyet elçisi” olarak Türkiye’yi ziyaret
etti. Dönemin çocuk yıldız Ayşecik
(Zeynep Değirmencioğlu), “Bir daha hiç
yıkanmayacak” sözünü verdi ve Douglas
da minik yıldızın eteğine imzasını attı.
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’yü
evinde ziyaret eden Kirk Douglas,
“Gerçek dünyayı yöneten bir kişiyle
görüşmek, hayal dünyasının bir kişisi
için büyük onur” diyerek jest yaptı. İsmet
İnönü’nün yanıtı ise şöyleydi: “Sanatçılar
birbirleriyle her yerde karşılaşabilirler.”
TRT VİZYON 79
GEZİ
Aynur ÇELİKCAN / aynur.celikcan@trt.net.tr
Osmanlı’nın son fetih sınırı
Viyana
V
iyana, Osmanlı askerinin
son fetih sınırı… Doğu
ile Batı’nın ortasında ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun
Avrupa’da geldiği son
nokta... Viyana’yı Avrupalı
bir turist gibi değil de Türk askerinin
hayallerini orada bıraktığını düşünerek
dolaşmak, belki de bizler için en gereklisi.
80 TRT VİZYON
Viyana’yı o tepeden seyrettiğinizde kim
bilir Tuna’ya günlerce yukardan bakarak
kenti fethetme hayaliyle yanıp tutuşan Türk
ordusunun seslerini duyarsınız belki de…
Osmanlı Avusturya’ya Nemse dermiş,
Viyana’ya ise Beç Kalesi. ’’Viyana’yı
anlatırken “âlem-i hayrette” kalan Evliya
Çelebi gibi insanı hayrette bırakan şehre
batılı gözle bakıldığında, İngiliz tarihçisi
Norman Davis’in “Viyana Avrupa’nın
kalbinin kalbidir” sözleri de karşılık buluyor.
Biz de bu şehri gezerken, hem ecdadımızın
iki kere kuşattığı ama fethedemediğimiz
“Beç”te atalarımızın izlerini sürmeye,
hem de Avrupa’nın ve dünyanın “kültür
senfonisi” sayılan muhteşem Viyana’yı
tanımaya çalıştık.
“Türkler Geliyor” çanı: Pummerin
Osmanlılar 1529 ve 1683 tarihli iki
kuşatmasından netice alamadı ancak
Tuna nehrinin kıyısındaki bu şehirde derin
izler bırakmış. Viyanalılar bu kuşatmaları
hiç unutmamış. Her sene şehirlerinin
Türklerden kurtuluşunu kutluyorlar.
Hatta biraz da aşağılayıcı bir biçimde
kutluyorlarmış ama Osmanlı’dan kalan
hatıraları da çok iyi muhafaza ediyorlar
besbelli. Asırlarca Osmanlı hakimiyetinde
kalmış Balkan şehirlerinde bile bu kadar
Türk izine rastlamak mümkün değil
gerçekten.
II. Viyana Kuşatması sonrasında Osmanlı
ordusunun geride bıraktığı askeri
mühimmat ve diğer metal silahlar eritilmiş
ve 1711 yılında Çan ustası Johannes
Achamer tarafından yapılan devasa bir
katedral çanına (Pummerin) eklenmiş.
Bugün Viyana’nın sembolü Aziz Stephan
Katedrali’nin güney kulesine monte
edilmiş durumda. Yaklaşan Osmanlı
tehlikesi kiliselerde çalınan çanlarla
haber verilirmiş ve 1456 tarihli Belgrad
Kuşatması’ndan beri Avrupa’da Türk
çanı adıyla bütün kiliselerde muayyen
zamanlarda çalan çanlar bizim içinmiş
meğer. Hatta 1534’de ihdas edilen;
Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp
çan çalarak Viyanalı’lara haber vermekle
görevli bir memuriyet, ancak 1956’da
Viyana Belediye meclisince: “Artık bir
Osmanlı tehlikesi kalmadığından ve bu
görevin lüzumu olmadığı” gerekçesiyle
kaldırılmış.
Türk kışlasından Viyana’ya bakmak
Türk izleri hangi köşeye baksanız
karşınıza çıkıyor. Avusturya’da pek çok
evin girişinde çatık kaşlı, pala bıyıklı,
sarıklı bir Türk başı (Türkenkopf) tasviriyle
karşılaşabilirsiniz. Heykellerde genellikle
ezilen bir yeniçeri veya çiğnenen bir
hilal teması olmakla birlikte, Kanuni’nin
I. Viyana kuşatmasında surlarda açılan
gedikten arkasına bakmadan şehre
dalan Çerkez Dayı’nın naaşını ve atını
Kral Ferdinand’ın mumyalatıp saygıyla
saklattığı da malum. Şehit düştüğü yerde
(Strauchgasse) bir evin köşesinde Çerkez
Dayı’nın kılıç sallayan bir heykeli de
bulunuyor.
Osmanlılarla yaşadıkları mücadeleler
göz önüne alındığında Avusturya
müzeleri doğal olarak en zengin
Osmanlı koleksiyonuna sahip. Viyana
Arsenal Askeri Müzesi de bu bağlamda
Albertina Müzesi
önemli. Koleksiyonları Avrupa’nın son
beş asırdaki tarihine ışık tutar nitelikte.
Ayrıca Avrupa’daki en önemli Osmanlı
savaş malzemesi koleksiyonu da yine bu
müzede bulunuyor.
Viyana’nın Türk Parkı “Türkenschanzpark”,
2. Viyana Kuşatması’nın anısına 1885’de
çevre halkının finansal desteğiyle
oluşturulmuş ve 1910 yılında bugünkü
görünümüne kavuşturulmuş. Almanca’da
“Türk Kışlası” anlamına gelen park içinde,
Türkiye tarafından barış adına yapılmış
Yunus Emre Çeşmesi, büyük bir Osmanlı
heykeli ve atını da görmek mümkün. Bu
ecdad izleri o kadar çok ki muhakkak
Viyana’ya gitmek lazım.
yoksun olan şehirde dekoratif Barok tarzı
diğer mimari üslupları geride bırakıyor.
Hem “hayal kenti” hem de “müziğin baş
şehri” olarak bilinen Viyana için söylenen
“Rüyalar şehri” terimi, Viyana’da doğan
Freud’un kentteki etkisinden geliyor
tabii. Rilke’den Stephan Zweig, Karl
Waggerl, Karl Kraus, Egon Friedel,
Hugo von Hofmannsthal’a edebiyatın
usta kalemlerinin veya Beethoven’dan
Strauss kardeşler, Haydn, Mozart,
Franz Schubert, Johannes Brahms ve
daha nice müzik üstadlarının izlerine
de rastlarsınız her yerde. Ayrıca Klimt,
Gustave Klimt Otoportres
Müziğin ve sanatın başkenti
Avrupa’da ülkeleri dolaşan, türkülere,
şarkılara konu olmuş Tuna Nehri’nin bir
bölümü de Viyana’dan geçiyor. Nazlı
Tuna’ya yaslanmış Viyana’da 1850 yılına
dek korku sürüyor ve şehrin etrafı o
tarihe kadar surlarla çevrili kalıyor. Daha
sonra surları yıkıp, Ring Strasse adında
geniş bir caddeye dönüştürüyorlar. O
caddede şimdi tramvay da çalışıyor.
Opera Binası, Parlemento Binası, pek çok
müze ve Viyana Üniversitesi bu cadde
üzerinde. Buradan yürüyerek sarayları,
kütüphaneleri, opera binalarını, müzeleri
gezmek çok keyifli.
Rönesans, Gotik, Art Nouveau ve modern
mimari üsluplarının harmanlandığı, post
modern mimarinin en güzel örneklerini
görebileceğiniz Viyana, daha çok Barok ve
Rokoko tarzlarıyla biliniyor. Ayrıca zengin
denebilecek Roma kalıntılarına da sahip.
Rönesans mimarisinden büyük ölçüde
TRT VİZYON 81
yazlık konutu olan Schönbrunn Sarayı ve
Hofburg Sarayı’nı mutlaka gezmek lazım.
Belvedere Sarayı en çok bilineni ama
ismini sayamayacağımız pek çoğunun
şahane bahçelerinde mola vererek
soluklanmak, meşhur Viyana kahvelerinin
tadına bakarak bir sonraki durağınızı
planlamak için ideal ortamlar. Bu arada,
dünyanın en ünlü ressamlarından Gustav
Klimt’in en önemli tablolarını barındıran
Belvedere Sarayı’nın hemen karşısında
Türk sefareti var.
Türk Parkı’nda Osmanlı.
Pasta cenneti Viyana
Schiele ve Oppenheimer ve nicelerinin
eserlerinin sergilendiği Leopold Müzesi,
sonrasında Modern Sanat Müzesi ve
çağdaş sanat sergileriyle Viyanalılar’ın
gözbebeği Albertina’ya da bir göz
atabilirsiniz. Bir diğer etkileyici müzesi
Veba Anıtı.
82 TRT VİZYON
dünyanın varoluşundan bugüne evrelerin
aktarıldığı mineroloji, zooloji, arkeoloji,
antropoloji alanında dünyanın önde
gelen koleksiyonlarına sahip olan
Naturhistorisches Museum (Doğa Tarihi
Müzesi).
İhtişamın senfonisi
Viyana’nın merkezinde yürürken devamlı
yukarılara bakmak gerekiyor. Binalar
gerçek anlamda bir mimari ziyafet gibi.
Ayrılıkçı Sanat Akımı’nın ve La Belle
Epoque akımının değişik örneklerini
de burada görüyorsunuz. Ünlü Ring
Caddesi’ndeki muhteşem parlamento
binası ve önündeki Athena Çeşmesi
(Athenabrunnen) turistlerin özçekim
alanı adeta. Opera ve tiyatro binaları,
kütüphanesi ve gezmekle tükenmeyen
müzelerinden sanat fışkırıyor.
Viyana’da gezenlerin bir başka geleneği
de mutlaka bir konser dinlemek. İyi bir
konsere gitmek için haftalar öncesinden
bilet almak gerekiyor. Viyana Opera ve
Balesi, Avrupa’nın en iyilerinden biri ve
onlarca farklı prodüksiyonu yıl içinde
sahneleyebiliyor. Viyana Filarmoni
Orkestrası da dünyanın ilk beş senfoni
orkestrası arasında.
Koskoca Avusturya-Macaristan
imparatorluğu’nun saraylarını görmeden
olmaz tabii. Habsburg Hanedanlığının
Kohlmarkt’a doğru devam edip Viyana’nın
en eski, en ünlü saray pastacısı Demel
Pastanesi’nin meşhur elmalı pastasını,
Viyanalı ünlü yazar ve sanatçılarının
dinlendiği pek çok kafede oturup pasta
ve şekerlemelerin tadını çıkardıktan
sonra, ünlü Graben’de Veba Anıtı’nı
da görmek mümkün. Tabii Viyana’nın
meşhur şinitzelini en az bir kere tatmak
lazım. Hazır buralardayken Viyana’nın
en görkemli dini yapısı. St. Stephan
Katedrali’ni de atlamıyoruz. Romanesk,
Gotik ve Barok mimarinin bileşimini
üsluplarötesi dokunuşlarla renklendiren bu
yapının geçmişi 13. yüzyıla kadar gidiyor.
Buradan, belki de Mozart’ın yaşadığı
ve bugün müzeye dönüştürülen
Figarohaus’ a da uğrayarak merkezden
biraz uzaklaşabilir ve öncelikle mimar
Friedensreich Hundertwasser’in tepkisel
bir çalışması olan Hundertwasserhaus’a
doğru uzanabiliriz. Bu mahalleyi görmeden
dönmeyin.
Mozart’ın Osmanlı kuşatmasından
esinlenerek bestelediği “Türk Marşı”nı
mırıldanırken, katedralin kulesinde bulunan
altın topun Kanuni tarafından kuşatma
sonunda bırakıldığı ve “ Bunu emanet
olarak bırakıyorum. Ben alamasam
da torunlarım mutlaka gelip emaneti
alacaklardır” dediği rivayetini de hüzünle
Viyana’da bırakıyoruz.
Vizyon 59
SİNEMA
Özlem KARADAYI DOĞAN / ozlem.karadayi@trt.net.tr
Sinemaseverler tarafından bir süredir merak ve
heyecanla beklenen “Örümcek Adam” 7 Temmuz’da
izleyicilerle buluşuyor. Jon Watts’ın yönetmenliğini
üstlendiği filmde, Tom Holland’ı Sipedar Man olarak
izleyeceğiz.
Tom Holland, bu yılın başlarında sahneye ilk defa Peter Parker yani Spider Man olarak “Captain America: Civil War”
filminde çıkmıştı. Filmde sadece 2 sahnede görünmesine rağmen dünya çapındaki hayranları oldukça ilgi göstermiş, solo
filminin çekilmesi için yapımcılar üzerinde baskı oluşturmuştu. Nihayet sinemaseverler tarafından bir süredir merak ve
heyecanla beklenen “Örümcek Adam” izleyicilerle buluşuyor. Holland’ın ve filmin başarısını ise gişe rakamları gösterecek.
“Clown” filmiyle tanınan Jon Watts’ın yönetmenliğini üstlendiği projenin senaryosu, Francis Daley ve Jonathan M. Goldstein
ikilisine ait. Filmde Örümcek Adam Peter Parker karakterini canlandıran Holland’a eşlik eden isimlerse Chris Evans, Marise
Tomei, Robert Downey Jr., Selenis Leyva, Martin Starr, Zendaya ve Michael Keaton.
Yenilmezler ile yaşadığı maceranın büyüsüne kapılan Peter, kendini kanıtlama isteğiyle dolup taşan bir gençtir. Ancak
yaşı gereği birçok farklı sorumluluğu vardır. May halası ile yaşayan Peter, bir yandan da ona göz kulak olan Demir Adam
ile arkadaşlığını ilerletmiştir. Okul hayatına alışmaya ve sıradan bir genç gibi yaşamaya çalışan genç adamın aklında
ise, suçla savaşmak ve dünyayı daha güvenli bir hale getirmek vardır. Vulture, yepyeni bir düşmanı yaşadığı şehre
gönderdiğinde ise Peter sonunda kendini gösterme fırsatı bulur. Ancak hayatında değer ifade eden herkes artık tehdit
altındadır.
84 TRT VİZYON
VİZYONDAKİ FİLMLER
Maymunlar Cehennemi: Savaş
“War For The Planet Of The Apes”
Sezar ve takipçileri, insanlarla acımasız bir savaşta karşı karşıya gelirler. Tüm inancına
ve hırsına rağmen Sezar’ın ordusu büyük kayıplar verir. Kendisini ordusuna ve halkına
karşı sorumlu hisseden Sezar, Colonel ile yüzleşmek için yola koyulur. Şimdi iki ırkın da
geleceğinin kaderi bu yüzleşmeye bağlıdır.
2011 yılında “Rise of the Planet Apes” filmiyle yeniden başlatılan seriye, 2014 yılında
vizyona giren “Dawn of the Planet of the Apes” filmiyle devam edilmişti. Gişe hiti serinin
son halkasının beklentilere cevap verip vermeyeceği ise merak konusu.
Yönetmen: Matt Reeves
Oyuncular: Andy Serkis, Woody Harrelson, Steve Zahn
Türü: Bilimkurgu, macera
Vizyon Tarihi: 14 Temmuz
The Exception
İkinci Dünya Savaşı yılları…
Hollanda’da gözlerden uzak bir
köşkte sürgün hayatı yaşayan
Alman Kralı Kaiser Wilhelm
II ve eşi Princess Hermine
önemli bilgilere sahiptir. Alman
askeri Stefan Brandt; konağa
ajan olarak sızıp, onu ortadan
kaldırmakla görevlendirilir.
Fakat konağa gidince, aynı
zamanda bir Yahudi olan güzel
hizmetçi Mieke de Jong ile
aralarında beklenmedik bir
aşk filizlenir. SS’lerin komutanı
Heinrich Himmler, geniş bir
birlik askerle beklenmedik
bir şekilde köşke gelince
Brandt kendini bağlılıkların
test edileceği zorlu bir ikilemin
içinde bulur.
Yönetmen: David Leveaux
Oyuncular: Lily James, Christopher Plummer, Jai
Courtney
Türü: Gerilim, casus
Vizyon Tarihi: 14 Temmuz
Dunkirk
2. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Nazi Almanyası düşmanlarına karşı
üstünlük sahibidir. Mayıs 1940’ta İngiltere, Kanada, Fransa ve Belçika’ya
ait müttefik ordularından 400 bin asker, Fransa’nın İngiltere’ye çok yakın
Dunkerque (Dunkirk) bölgesinde, Alman Ordusu tarafından tamamen
kuşatılmıştır. Almanlar bu askerleri hava bombardımanlarıyla yok etmeyi
planlarken, İngiliz Başbakanı Churchill’in yönlendirmesiyle askerleri
kurtarabilmek için çok tehlikeli ve hayati önem taşıyan bir tahliye
operasyonu başlatılır.
Film, 2. Dünya Savaşı’nın seyrini etkileyen olaylardan Dunkirk Tahliyesi’ni
karadan, havadan ve denizden farklı bakış açılarıyla izleyiciye aktarıyor.
Yönetmen: Christopher Nolan
Oyuncular: Tom Hardy, Cillian Murphy, Mark Rylance
Türü: Savaş
Vizyon Tarihi: 21 Temmuz
Atomic Blonde
Antony Johnston’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmde, Charlize
Theron’u ölümcül bir suikastçı olarak izliyoruz. Lorraine Broughton, kaçış
ustalığı ve yakın dövüşteki yeteneğiyle ün salmıştır. Soğuk savaş sırasında
bir ajanın öldürülmesini araştırmak için Berlin’e gönderilir. Berlin istasyon
şefi David Percival ile işbirliği yapan Broughton, gerilim dolu büyük bir
maceranın içinde bulur kısa sürede kendini. Çok geçmeden bir tuzağın içine
çekildiğini anlayacaktır.
Yönetmen: David Leitch
Oyuncular: Charlize Theron, Sofia Boutella, James McAvoy
Türü: Aksiyon, gerilim, casus
Vizyon Tarihi: 28 Temmuz
TRT VİZYON 85
KISA KISA
“Onur Ödülü” alacak ustalar belli oldu
9-16 Kasım 2017 tarihleri arasında yenilik ve
sürprizleriyle 7. kez sinemaseverleri bir araya
getirecek olan Malatya Uluslararası Film
Festivali’nin bu yılki Onur Ödülü sinemamıza
büyük emek vermiş, birbirinden değerli üç
ustanın olacak.
Rol aldığı pek çok önemli filmle hafızalara
kazınan, usta oyuncu Halil Ergün,
seslendirdiği unutulmaz şarkılarla Yeşilçam’a
renk katan Belkıs Özener, kendine has
duruşu ve filmleriyle Türk sinemasında derin
izler bırakan yönetmen Mesut Uçakan… Üç
usta emektara da 7. Malatya Uluslararası
Film Festivali’nde “Kristal Kayısı / Onur
Ödülü” takdim edilecek.
Malatya Uluslararası Film Festivali yarışma
bölümünün bu yılki ana kategorileri “Ulusal
Uzun Metrajlı Film Yarışması”, “Uluslararası
Uzun Metrajlı Film Yarışması”, “Ulusal Kısa
Metrajlı Film Yarışması” ve “Uluslararası Kısa
Metrajlı Film Yarışması” olarak belirlendi. Bu
yıl ilki gerçekleştirilecek “Malatya Film Yapım
Desteği” kapsamında ise iki uzun metrajlı
filme yapım desteği sağlanacak.
7. Malatya Uluslararası Film Festivali ile ilgili
detaylı bilgi ve başvuru için festivalin resmi
internet sitesi malatyafilmfest.org.tr adresini
ziyaret edebilirsiniz.
En iyi kısalar burada
19-29 Mart 2018 tarihleri arasında
14. kez düzenlenecek Akbank Kısa
Film Festivali için başvurular başladı.
Geçtiğimiz yıl 52 ülkeden toplam 1055
filmin başvurduğu yarışma ulusal
ve uluslararası olmak üzere iki ayrı
kategoride gerçekleştirilecek. Yarışmayı
kazanan filmler, Türkiye’nin çeşitli
bölgelerindeki üniversite kampüslerinde
düzenlenecek “Ödüllü Filmler
Üniversitelerde” etkinliği kapsamında izleyiciyle buluşacak ve 5.000 $ ile ödüllendirilecek.
14. Akbank Kısa Film Festivali, “Festival Kısaları”, “Dünyadan Kısalar”, “Kısadan Uzuna”,
“Deneyimler”, “Belgesel Sinema”, “Perspektif” “Özel Gösterim” ve“Akbank Kısa Film
Forum” bölümleri yurt içi ve yurt dışından geniş katılımlı atölye çalışmaları ve söyleşileriyle
her zaman olduğu gibi yine sinemaseverlere keyifle izleyecekleri bir program sunacak.
Yarışma ile ilgilenenler, 14. Akbank Kısa Film Festivali’nin başvuru formlarına www.
akbankkisafilmfestivali.com ve www.akbanksanat.com adreslerinden ulaşabilecekler.
Rocky
efsanesinin
yaratıcısından
kötü haber
“Rocky” ve
“Karate Çocuk”
filmlerin
yönetmeni John
G. Avildsen, bir
süredir savaştığı
kansere yenik
düşerek 81
yaşında hayata
veda etti...
John G. Avildsen, 1976 yılında çekilen “Rocky” filmiyle En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En
İyi Kurgu dallarında Oscar Ödülü kazanmıştı. 1 milyon dolar bütçeyle 28 günde çekilen
film, döneminin en büyük gişe başarılarından birini yakalamıştı. Yönetmen ayrıca 1984
yılında gösterilen ve kült filmler arasına girmeyi başaran “Karate Kid” filmi ile de büyük
bir başarı elde etti. Rocky filminin yıldızı Sylvester Stallone, sosyal medyadan yaptığı
açıklamada, Avildsen’in ölümünden duyduğu derin üzüntü için “Her şeyimi Avildsen’e
borçluyum. Tutkusu, sabrı ve cesaretiyle hayatımı değiştirdi.” değerlendirmesinde
bulundu.
Dram içinde dram
1950-1953 yılları, Kore Savaşı… Değişen ve kaybolan hayatlara rağmen
değişmeyen sınır çizgileri ve hiç tanımadığı bir coğrafyada ne için savaştığını bile
bilmeyen Türk askerler…
Muharrip Gazi Süleyman Astsubay’ın öyküsünden esinlenerek uyarlanan ve
Kore Savaşı’nda yaşanan gerçek bir hikâyeyi anlatan “Ayla” filmi, Ekim ayında
izleyicisiyle buluşuyor.
1950 yılında savaşta yer alan Süleyman Astsubay savaş meydanında küçük bir
kız bulur. 5 yaşındaki bu Koreli kız yetimdir ve nereye gideceğini bilmemektedir.
Astsubay kızı yanına alır ve Ayla ismini verir. Kısa sürede birliğin neşesi haline
gelen Ayla ile astsubay kısa sürede baba-kız gibi olurlar. Ancak 15 ay sonunda birliğin Türkiye’ye geri dönme kararı çıkar. Ayla’yı bırakıp
dönmek istemeyen Süleyman Astsubay her yolu denese de Kore kanunlarını aşamaz. Küçük kızı geride bırakmak zorunda kalan Süleyman
ve yetimlere uygulanan sisteme dâhil olarak yetimhaneye verilecek olan Ayla son vedalarında tekrar bir araya gelmeye söz verirler. Ama
ikilinin yeniden buluşabilmesi için çok uzun yıllar geçmesi gerekmektedir. Filmin oyuncu kadrosunda ise göz dolduruyor. Çetin Tekindor, İsmail
Hacıoğlu, Murat Yıldırım, Ali Atay, Taner Birsel, Damla Sönmez, Kim Seol ve Lee Kyung-Jin.
86 TRT VİZYON
AYRAÇ
Mine Sultan ÜNVER / mine.unver@trt.net.tr
İnsan öldürme teknikleri
sakıncalı görülen yazar!
Yarattığı kahramanlar kadar gizemli bir yazar. Kim olduğunu yalnızca yayıncısı, nerede
olduğunu ise yalnızca kendisi biliyor. Şu anda hangi adreste oturduğu ise herkesten
gizli...
Herkesin kimliğini merak ettiği yazar bu kez Bask bölgesini
mekan seçmiş romanına. Kahramanları ekseninde
Bask kültürünü anlatmış. Genç bir doktor Birinci Dünya
Savaşı’nın eşiğinde hayatının ilk aşkını yaşıyor. Ve bu sıra
dışı tecrübesini İkinci Dünya Savaşı öncesinde anımsadığı
şekliyle anlatıyor. Klasik, romantik bir konusu var. Ancak
yazar hikayenin ritmini sonlara doğru arttırmış, ters
köşelerle, satır aralarında kalan ayrıntılarla okuyucusunu
özellikle yarıdan sonra sürüklemiş. Son 15-20 sayfada ise
şaşırtmayı, düşündürmeyi, onca sayfada fark edilmeyen
ayrıntıları yeniden bilme isteğini hissettirmeyi başarmış.
İtiraf etmeliyiz ki en güçlü karakterler ana kahramanlar
değil. Asıl sözleri söyleyen, okuyucuyu en derinden
vuran kişi, genç doktorun yanında çalıştığı, zeki, görmüş
geçirmiş, sanki hayatın sırrını çözmüş olan sivri dilli yaşlı
doktor. Bir diğeri ise Katya’nın ikizi olan ağabeyi Paul.
Doktor ve ağabey zeka olarak öyle benziyorlar ki belki de
bu karakter benzerliği Trevanian’ın eksik kaldığı bir durum
diye düşünülebilir.
Roman, bir aşk romanı görüntüsünde fakat aslında insan
ruhunun derinliklerine iniyor. Umulmadık dönüşlerle
sürprizli bir son hazırlıyor. Kitabın genel olarak psikolojiksosyolojik tespitlerini, betimlemelerini okumak oldukça
zevkli.
Satır aralarındaki ipuçlarını yakalayabilirseniz muhteşem
bir eser. Romanın son sayfasındaki son cümlede ise
tüyleriniz ürperebilir...
Romandan;
“…Çünkü hayatımın o döneminde her şeyi yapabileceğimi sanmaktaydım. Henüz hiçbir şeye teşebbüs etmediğim için kendi
yetersizliklerimden haberim yoktu.”
“Taşı kese biçimindeki çantasına, ötekilerinin yanına koydu, elindeki büyük çantaya attı.
-Bana dünyayı vermekte olduğunuz hiç aklınıza gelmiş miydi… parça parça olarak?”
“Bana sorsan dışarıda, açık havada yemek yemek, kalabalık bir bulvarda cinsel ilişkide bulunmak gibi bir şey. Temel biyolojik
ihtiyaçlar tenhada karşılanmalı.”
“Dedikodu bizim kadınlarımıza günahın tadını çıkarma olanağı verir. Kendi işleyemeyecekleri, işleyemecekleri günahlar. Çünkü
cesaretsizlikleri, hayal güçlerinin eksikliği ve fırsatsızlık engelliyor. Biz de bu eksikliklere namus diyoruz.”
88 TRT VİZYON
TRT VİZYON 65
Vizyon 39
Download