Burhan 100 Ocak 2014.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
¿mH
Günümüzde bilgiye ulaşmak çok ko-
Bir rivayete göre, “Oku!” ile başla-
laylaşmıştır. Yüzyılımız “iletişim çağı, bil-
yan Alâk Sûresi’nin hemen ardından, Ka-
gi çağı” diye vasıflandırılır. Zira kitle ile-
lem Sûresi nâzil olması ve yazının en
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
tişim, mutbuat, basın-yayın vasıtaları,
önemli malzemesi “kalemin” övülme-
yani, kitap, gazete, dergi, radyo, tele-
si de, basın-yayının ehemmiyetine işa-
vizyon, internet, vs. girmediği mekân
ret etmez mi?
yok gibi. İnsanlar adeta bu vasıtalara
mahkûm edilmiş durumdadır.
Müslümanlar olarak ne yazık ki
bu konuda yeterli gayreti göstermi-
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
Bugün, fikrî, imanî, sosyal, kütü-
yoruz. Bu sahayı hemen hemen tama-
rel, hatta ekonomik tartışmalar, münâ-
men başkalarının tekeline bırakmışız. Son
zaralar, mücadeleler, hatta savaşlar
zamanlarda bu alanda yapılan çalışmalar,
büyük çapta basın-yayın yoluyla yapılıyor. İnsanlar ve toplumlar “evet ve hayır”larını medyanın yönlendirmesiyle
yapıyorlar. Olaylara medya gözlüğüyle
bakılıyor. Ne yazık ki dünyada Müslümanlar hala bu konuda son derece yetersizdir.
Okuma yazmanın, bu uğurda gayret
etmenin önemi dinimizce çok büyüktür.
İlk inen âyetin, yani ilk emrin “İkra!”
(Oku!) olması, bunun ilk üçüncü âyette tekrarlanması, dördüncü âyette
“yazma” ve devâmında yine “bilme,
öğrenme-öğretme” üzerine tahşidât
yapılması, elbette matbuât diliyle hizmetin önemini de vurgular.
gayretler yeterli olmamaktadır. Yeterli olmamasının sebebi ise değerlerimize
sahip çıkan matbuata, medyaya bizlerin yeterince destek olmamamızdır.
Bunun için elimizden geldiğince kendimizin diyeceğimiz gazete, dergi, Tv,
İnternet gibi medya organlarına destek olmamız gerekmektedir.
2014 İÇİN BİR ABONE
Elinizdeki dergi yüzüncü sayısı
Burhanın. Dergi yayınlamak, devam
ettirmek hakikaten çok zor bir
meseledir. Lütfen bu zor görevde
sizde derginize destek olun. En
azından bir abone yaparak bu
“Okumak” mânâsında olan Kur’ân,
desteğinizi gösterebilirsiniz. Allah’ın
meseleyi burada bırakmaz. Akıl, tahkik,
yardımı ve siz değerli okuyucuların
araştırma, inceleme, kitabet, yazmak,
katkılarıyla dergimiz bu günlere
mektup, kâğıt, yazı ve malzemeleri
gelmiştir. Katkılarınızın önümüzdeki
üzerine yüzlerce kelimeyle de insanlı-
günlerde de devam ederek artması
ğın ufkunu açar.
dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Ocak
Sayı:
Hz. Peygamberin Rüyası 4
Faydasız İlim Nereye Götürür? 8
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Allah İçin İş Yapmak ya da İşi Allah’a Adamak 12
Secdeye koy baş, Rabbe yaklaş 16
Sabır Limanına Sığınmak 20
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Ne Zamandır Doğruya Değil de Yanlışa Göre
Hasan BAŞAR
.
Duruşumuzu ve Yönümüzü Belirler Olduk? 24
Aileni Seviyorsan 26
Salih AYDIN
Musa KARACA
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Nureddin YILDIZ
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Yard.Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Serdar TAŞAR
Mustafa AĞIRMAN
Ne Kadar Korku, Ne Kadar Umut 28
Ersan BİLGİN
Abdullah ÇAKIR
Fuat TÜRKER
Talha AKA
Osman Gülşen:“Cemaatimiz bize
Asim AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
Hayır İşlerinde Hep Destek Oldu.” 30
Hakikaten Çok Güzel Bir Kitap 35
!
"
'
&
(
)
*
+
,
(
$
%
"
Kaya Gazı: Enerji Merkezi
&
-
.
#
1
$
/
%
*
Ortadoğu’dan Kayıyor Mu? 40
%
!
"
Meal Müslümanlığı ve Din’de Zorlama 45
1
!
!
2
0
Yatsı Namazının Vakti Ne Zaman Çıkar?… 46
!
"
2
3
!
#
#
0
0
4
#
5
!
"
2
!
#
#
0
0
#
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; 51
Araba Kullanma Piskolojisi 52
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Dinde Sapıtan İlahiyatçı ve
.
Yazarlardan Çarpıtma Örnekleri-3
54
Hz. Peygamber (a.s.)’İn Barışın
.
Faks: +9 (0216) 398 94 69
burhandergisi@hotmail.com
www.burhandergisi.com
İnşasına Yönelik Uygulamaları (X) 62
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Abdulkadir Molla’nın, Eşine Yazdığı Mektup 66
Aylık Süreli Yayın
6
7
)
)
7
*
(
7
:
*
(
)
;
/
+
*
)
%
8
(
*
+
)
(
8
.
*
(
.
<
*
8
%
*
)
'
*
'
(
*
%
%
%
*
7
7
%
<
)
7
6
(
+
(
6
7
%
)
(
%
9
)
*
)
+
(
=
6
-
(
8
)
+
*
%
$
*
%
)
%
%
)
$
*
7
)
%
(
-
&
%
$
/
*
$
$
*
:
/
$
*
%
)
%
+
7
*
+
/
>
9
%
)
>
%
(
)
9
(
)
)
?
8
/
%
)
<
Gazeteci, Yazar ve Araştırmacı
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
Abdulkadir MOLLA
.
Aytunç Altındal Vefat Etti. 68
+
<
+
*
$
M. Emin KARABACAK
)
4
*
Ahmed Er-Rufai Hz.
Mehmet Akif Mah.
Hüseyin AVNİ
!
Murat TÜRKER
0
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ
"
!
.
#
)
Aydın BAŞAR
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
Röportaj
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
.
Burhan Çocuk 70
Aytunç ALTINDAL
Musa KARACA
4
Hz. Peygamberin Rüyası
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
8
Faydasız İlim Nereye Götürür?
Yard.Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
20
Sabır Limanına Sığınmak
Hasan BAŞAR
26
Aileni Seviyorsan
Abdullah ÇAKIR
Hz. PEYGAMBER’İN BİR RÜYASI
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Ashâb-ı kirâm’dan Semüre b. Cündüb (r.a.), Hz.
Peygamber’in, bir sabah namazından sonra âhiret âlemi ile ilgili bir rüyâsını anlattığını bize şöyle nakleder:
“Rasûlullah (s.a.v.), sahâbîlerine hitaben sık sık:
ile
v e ta ş
n
i
ğ
i
d
l
e
ına g
i şte
“Şu yan
yok mu;
m
a
d
a
ci
e n b ir in
una
b a şı e z i l
onra on
s
,
r
o
y
i
n
azı
n’ı öğ re
o, Kur’â
farz nam
e
v
r
o
y
i
i re d d e d
du .
emirlerin
p uyuyor
ı
t
a
ı
n
ı
ş
n ba
kılmada
4
-“Sizlerden herhangi biriniz bu gece rüyâ
gördü mü?” diye sorardı. Bunun üzerine Allah’ın, anlatmasını dilediği kimseler rüyâlarını anlatırlardı; O da
ta’bîrini yapardı. Bir gün sabah vakti bize kendi gördüğü rüyâsını şöyle anlattı: “Bu gece bana iki kişi (yâni
iki melek) geldiler. Onlar beni aldılar ve:
-“Bizimle yürü!” dediler. Ben de onların beraberinde yürüdüm. Nihayet biz, yatmakta olan bir adamın
yanına vardık. Yanına vardığımız bu adamın baş ucunda
da elinde taş bulunan başka bir adam durmuş, o yatan
adamın başını taşla vurup kırıyordu. Taşı başına her vurduğunda taş, bir tarafa yuvarlanıp gidiyordu. Taş atan
adam taşın arkasından koşuyor ve taşını alıp dönüyordu.
O dönüp gelmeden, diğerinin başı iyi oluyor ve eski hâline dönüyordu. Sonra taşı getiren adam, yatan adamın
üzerine hücum ediyor ve birinci defa yaptığı gibi tekrar
onun başını ezme işini yapıyordu. Ben bu iki meleğe:
Ocak
-“Sübhânallah! Bu iki adamın durumu nedir? (bunlar kimdir?)” diye sordum. İki melek bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Birlikte yürüdük ve
sonunda arka üstü yatmış bir adamın yanına geldik.
Onun baş ucunda da elinde demirden çatal bir kanca
bulunan başka bir adam ayakta duruyordu. Ayakta
duran adam, elindeki kancayı yatan adamın avurdunun bir tarafına geçiriyor ve tâ başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Aynı şekilde burun deliğine
takıyor ve ensesine kadar yırtıyordu. Gözüne takıyor
ve başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Sonra
diğer tarafına geçiyor ve aynı şeyi adamın bu tarafına yapıyordu. Bir tarafın işi bitmeden diğer taraf eski
haline geliyor ve sapasağlam oluyordu ve bu durum
böyle devam edip gidiyordu. Ben yine yanımdaki iki
meleğe:
-“Sübhânallah! Bu iki adamın hâlleri nedir?” diye sordum. Bu iki melek bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine birlikte yürüdük ve tennûr (tandır) gibi altı geniş, üstü dar bir
fırının yanına geldik. Bir de baktık ki, onun içinden
değişik bağırmalar ve birçok sesler geliyor. Biz onun
ağzına doğru baktık ve içeride birçok çıplak erkekler
ve çıplak kadınlar var olduğunu gördük. Onların aşağısından (tandırın altından) kendilerine doğru bir ateş
alevi geliyordu. Onlara da bu alev geldikçe, bağırıp
çağırıyorlardı. Ben, yine yanımdaki iki meleğe:
-“Bu çıplak erkekler ve kadınlar (kimdir ve
bunların hali) nedir?” diye sordum. Bu iki melek bana:
-“Yürü, yürü!” dediler.Biz yine bu iki melekle
yürüdük ve bir nehir üzerine geldik. Nehir kan gibi
kırmızı idi. İyice baktık ve bu nehrin içinde yüzmekte
olan bir adamın var olduğunu gördük. Nehrin kenarında da yanıbaşında birçok taşlar toplamış olan bir
adam vardı. Nehirdeki bu adam yüzebildiği kadar
yüzüp geliyor, sonra yanında taşlar toplayan adamın
yanına varıyor ve ona doğru ağzını açıyor. Kenardaki
adam da onun ağzına bir taş atıp yutturuyor, bunun
üzerine nehirdeki adam yüzerek geriye doğru gidiyor.
Sonra tekrar kenardakine doğru dönüp geliyor. Kenardakinin yanına her dönüşünde kenardaki, onun
ağzının içine bir taş atıyor ve ona taşı yutturuyor. Ben,
yine yanımdaki iki meleğe:
-“Bu iki adamın hâli nedir?” diye sordum.
Onlar da bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve
sonunda çok çirkin manzaralı bir adamın yanına geldik. Bir de baktık ki, onun yanında yakmakta olduğu
ve etrafında koşmakta bulunduğu bir ateş var. Ben
yine meleklere:
-“Bu adamın hâli nedir?” diye sordum. Onlar da bana:
-“Yürü, yürü!” diye emrettiler. Biz yine yürüdük, sonunda uzun ağaçlar ve bol bitkilerle sarılmış
bir bahçeye geldik. Bahçede baharın her bir çiçeğinden vardı. Bahçenin ortasında çok uzun boylu
bir adam vardı ki, ben onun semâya doğru uzanan
başını nerdeyse göremiyordum. Adamın etrafında da
şimdiye kadar hiç görmediğim çocuklardan bir kalabalık vardı.Ben, yine yanımdaki iki meleğe:
-“Bu uzun adam ve bu çocuklar neyin nesidir?” diye sordum. Bu iki melek bana:
-“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve
sonunda büyük bir bahçeye vardık ki, ben asla ondan daha büyük ve ondan daha güzel bir bahçe görmüş değilim. Yanımdaki iki melek bana:
-“Bu ağaçların içinden yükseğe çık!” dediler. Biz meleklerle o ağaçların içlerinden yükseklere doğru çıktık. Nihayet altın ve gümüşten tuğlalarla
binâ edilmiş olan bir şehire ulaştık. Şehirin kapısına
geldik ve açılmasını istedik. Kapı bizim için açıldı.
Kapıdan şehre girdik. Bizleri onun içinde birtakım
adamlar karşıladılar ki, bunların vücûdlarının yarısı
görmekte olduğun en güzel insan şeklinde, diğer ya-
Şu yukarısı dar, aşağısı geniş fırın gibi binanın içinde görmüş olduğun o çıplak
erkek ve kadınlara gelince; onlar da zinâ eden erkekler ve zinâ eden kadınlardır. O
nehirde yüzmekte olup üzerine geldiğin ve kendisine taş yutturulan adam ise; o da ribâ
yiyen kimsedir.
Ocak
5
rısı da görmekte olduğun en çirkin insan şeklindeydi.
Yanımdaki iki melek o insanlara:
-“Gidiniz de şu nehir içine giriniz (ve onun
hâlis suyu ile çirkin sıfatınızdan yıkanınız).” dediler.
Orada enlemesine akmakta olan bir nehir vardı ki,
sanki onun suyu süt kadar beyaz idi. O insanlar gittiler
ve o nehrin içine girdiler. Sonra onlar kendilerinden
o çirkin sıfatlar gitmiş olarak bizim yanımıza döndüler
ve onlar en güzel sûrette dönmüşlerdi. Melekler bana:
-“Bu şehir, Adn Cenneti’dir, işte senin varacağın yer burasıdır.” dediler. Gözlerimi yukarıya
doğru dikip baktım ve gökyüzündeki çok uzak bulut
gibi bembeyaz bir köşk gördüm. Melekler bana:
-“İşte orası da senin menzilindir!” dediler.
Ben de onlara:
-“Allah sizlere bereketler ihsan eylesin!
Beni bırakın da ben oraya gireyim.” dedim.
Onlar da bana:
-“Sen şimdi oraya giremezsin. Sen ileride
oraya gireceksin!” dediler. Bunun üzerine ben de
meleklere:
-“Ben, bu gece boyunca çok hayret verici şeyler gördüm. Benim gördüğüm bu şeyler
nedir?” dedim. Bu iki melek bana şunları anlattılar:
-“Biz, bunları sana bir bir anlatacağız.”
dedi ve şöyle açıkladılar: “Şu yanına geldiğin ve
taş ile başı ezilen birinci adam yok mu; işte
o, Kur’ân’ı öğreniyor, sonra onun emirlerini
reddediyor ve farz namazı kılmadan başını atıp
uyuyordu. Şu üzerine gelip, başının arkasına kadar
ağzının bir tarafı ve boğazı da başının arkasına kadar,
gözü de başının arkasına kadar yırtılıp parçalandığını gördüğün adama gelince; o adam da erkenden
evinden çıkar ve öyle bir yalan söylerdi ki, onun bu
yalanı her tarafa yayılırdı. Şu yukarısı dar, aşağısı
geniş fırın gibi binanın içinde görmüş olduğun
o çıplak erkek ve kadınlara gelince; onlar da
zinâ eden erkekler ve zinâ eden kadınlardır. O
nehirde yüzmekte olup üzerine geldiğin ve kendisine
taş yutturulan adam ise; o da ribâ yiyen kimsedir. Bir
ateş yanında, hem ateşini yakıp hem etrafında
koşmakta olan o çirkin manzaralı adama gelince; o da cehennemin bekçisi olan Mâlik’tir. O
büyük bahçenin içinde gördüğün uzun boylu adama
gelince; o da Hz. İbrahim Peygamber’dir. Onun etrafındaki çocuklar da, küçük yaşta fıtrat üzere ölen
bütün çocuklardır”.
Semure dedi ki: Müslümanlardan bâzısı:
-“Yâ Rasûlallah! Müşriklerin çocukları da mı?”
diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.):
-“Evet, müşriklerin çocukları da” buyurdu. Melekler devamla:
-“Kendilerinin bir kısmı güzel, diğer kısımları da çirkin olan o topluluğa gelince; onlar bir kısım güzel amellerini çirkin amellerle
karıştırmış olan kimselerdir ki, Allah onların
suçlarından vazgeçmiştir, dediler.” (Buhârî,
Ta’bîr, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 8-9)
Hz. Peygamber, gece gördüğü rüyâyı ashâbına
anlatarak onların dikkatlerini celbetmiş ve bir rüyâ
ile birçok hakikati anlatmıştır. Bugün, câmi dersi
yapacak olan câmi görevlileri Hz. Peygamber’in bu
metodunu geliştirerek uygulayabilirler. Onlar da Hz.
Mevlâna’nın Mesnevî’sinde anlatılan hikâyelerden istifade edebilirler. Câmi cemaatinin can kulağı ile dinleyebileceği, gerçeği anlatan daha güzel hikâyeler de
bulunabilir. Nitekim konuyu dert edinen ve cemaatini düşünen görevliler, harıl harıl çalışıp
buluyorlar. Hikâye buluyorlar, kıssa buluyorlar, şiir buluyorlar, yani aradıklarını buluyorlar. Bulunan ve anlatılan bu gibi garnitür cinsi
şeylerin de gerçeği yansıtan özelliğe sahip olması lazım geldiğini unutmamak lazımdır.
NOT: Okuyucularımın dikkatine arzederim: Sizleri her ayın son Cumartesi günü saat
19.00’da Pendik Belediyesi Mehmed Akif Ersoy Kültür Merkezi’nde yapmakta olduğum
“Asr-ı Saâdet Sohbetleri”ne dâvet eder teşriflerinizi beklerim. Mustafa Ağırman
6
Ocak
Ocak
7
Faydasız İlim Nereye Götürür?
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Kişide Allah Tealâ’nın rızasını elde etme ve
azabından sakınma gayreti oluşturmayan ilim,
bizatihi faydalı olsa bile sahibine fayda vermediği için helâka götürücüdür. Bu sebeple ulema,
amele yansımayan, ahlâkı güzelleştirmeyen ve
bâtını mamur kılmayan ilmin sahibi için ancak
ua
yle d
ö
ş
.
.v
ye n
iz s.a
m
i
d
n
v e r me
e
a
Ef
d
y
Fa
n,
ahım!
l
l
kalpte
A
“
n
:
i
a
d
y
r
a
ede
ym
şu d u
icabet
u
h
,
e
n
v
e
d
m
n
i li
.”
n e f ste
n
a
ğ ınırım
y
ı
a
s
a
m
y
n
do
n sa
du ad a
n
e
y
e
e di lm
vebal olduğunu söylemiştir.
Birçok hadis imamının naklettiği ve en muteber
hadis kitaplarında yer alan rivayete göre Efendimiz s.a.v.
şöyle dua ederdi: “Allahım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefsten
ve icabet edilmeyen duadan sana sığınırım.”
Sahabe’den Zeyd b. Erkam r.a., “Bize ilim
öğret” diyenlere: “Size ancak Resul-i Ekrem
s.a.v.’in bize öğrettiği şeyi öğretirim.” diyerek
naklettiği bu hadis, insanın selametinin de felaketinin
de dört noktadan neş’et ettiğini son derece veciz bir
şekilde anlatmaktadır.
8
Ocak
İnsanın varoluş amacına uygun yaşaması ve
istikamet üzere bulunması, bu dört temel hususiyete
sahip olmasıyla mümkündür.
Her türlü kemalâtın zirve noktasını oluşturmasına rağmen Efendimiz s.a.v.’in böyle dua etmesinde
(ve naklediliş tarzından anlaşıldığına göre bu duayı
devamlı yapmasında) şüphesiz ki ümmetine yönelik
bir mesaj mevcuttur. Daha doğrusu hadisin asıl mesajı bizleredir. Nitekim Efendimiz s.a.v.: “Allah’tan faydalı ilim isteyin” (Ebu Dâvud) buyurmak suretiyle
bu noktayı bizzat açıklığa kavuşturmuştur.
“Allah Tealâ en doğrusunu bilir” kaydıyla
söyleyelim ki, insanı helâka götüren olumsuzluklar,
temelde bu dört noktada toplanmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca yaşanmış ve yaşanacak olan bireysel ve
toplumsal bütün yıkımların temelinde bu dört unsur
vardır.
Her
Herşeyin
Şeyintemeli
Temeliilimdir
İlimdir
Acaba Efendimiz s.a.v., Allah Tealâ’ya sığınılması gereken hususların başına niçin “fayda vermeyen ilim”i koymuş olabilir?
Bu sorunun cevabını doğru biçimde verebilmek
için öncelikle “fayda vermeyen ilim” ifadesi ile ne
kastedildiğine bakmak gerekir. Bu ifadenin üç boyutlu anlaşılması mümkündür:
1. Bizatihi zarar veren, fayda hasıl etmesi
mümkün olmayan ilim.
Ulemanın, hadisteki bu ifade üzerine yaptığı
açıklamalar bu üç noktada toplanmaktadır. Birinci
maddede yer alan ilimlere örnek olarak sihir
zikredilmiştir. Bu ilimler insana zahiren bazı
küçük faydalar sağlıyor gibi görünse de, bu
küçük/görünür faydaların bile sonuç itibariyle
şerre götürdüğü herkesin malumudur.
İlim, insanı Yüce Yaratıcı’ya götürmelidir. Ondan beklenen temel fonksiyon budur. Şu
halde herhangi bir ilim, insanı bu temel amacından
saptırıyorsa faydasızdır ve ondan Allah Tealâ’ya sığınmalı, uzak durmalıdır.
İkinci madde ise daha geniş bir anlam çerçevesine sahiptir. Kişide Allah Tealâ’nın rızasını elde
etme ve azabından sakınma gayreti oluşturmayan ilim, bizatihi faydalı olsa bile sahibine
fayda vermediği için helâka götürücüdür. Bu
sebeple ulema, amele yansımayan, ahlâkı güzelleştirmeyen ve bâtını mamur kılmayan ilmin,
sahibi için ancak vebal olduğunu söylemiştir.
( Münâvî , Feyzu’l – Kadîr , 2/108)
2. Bizatihi faydalı iken, kişideki bir zaaf
sebebiyle bu fonksiyonunu icra edemeyen ilim.
3. Kişiye gerekli olmayan, kendisinden
herhangi bir şekilde istifade etmeyeceği ilim.
Üçüncü madde ise insanı, faydalanmayacağı şeyleri öğrenmekle zaman, enerji ve imkan
kaybına uğrattığı için zararlıdır. Öte yandan,
kendisine faydası olmayacak şeyleri öğrenmekle işti-
Allah Tealâ’nın rızasını elde etme ve azabından sakınma gayreti oluşturmayan
ilim, bizatihi faydalı olsa bile sahibine fayda vermediği için helâka götürücüdür. Bu
sebeple ulema, amele yansımayan, ahlâkı güzelleştirmeyen ve bâtını mamur kılmayan
ilmin, sahibi için ancak vebal olduğunu söylemiştir. ( Münâvî , Feyzu’l – Kadîr , 2/108)
Ocak
9
gal eden insan, böylece faydalı şeyleri öğrenme imkanını zayi ettiği için de sorumlu olacaktır.
Ulema, hadisin ifadesindeki bu üç boyut içinde en fazla ikinci madde üzerinde durmuştur. Elbette
bunun bir sebebi vardır. Hadisi bir bütün olarak ele
aldığımızda, zikredilen dört hususun birbirinden bağımsız olmadığı dikkat çekmektedir. Efendimiz s.a.v.,
mübarek sözlerinin başına “fayda vermeyen ilim”i
yerleştirmekle, ardından sıraladığı hususların ona
bağlı olduğunu vurgulamış olmaktadır. Yazımızın son
kısmında bu nokta üzerinde ayrıntılı olarak duracağız.
‘Bilgi çağı’nda
çağı’nda faydasız
Faydasız ilim‘Bilgi
İlimden
Söz
Etmek
den söz
etmek
Bu noktaya, özellikle “bilgi çağı” diye nitelendirilen zamanımızda daha bir hassasiyetle eğilmek durumundayız. Modern teknolojinin sağladığı
basın-yayın araçları, internet vb. gibi sayısız imkan
dolayısıyla bilgi edinme yollarının hayli yaygınlaştığı,
bilgiye ulaşmanın son derece kolay olduğu bir dönemde, ilim öğrenmek bir “hak” olarak lanse
edilirken, ilim ile helâk arasında ilgi kurmak
ilk bakışta aykırı gelebilir.
Ancak hemen belirtmeliyiz ki, müslümanlar
olarak bizi diğer insanlardan ayıran en temel özelliklerden birisi tam da bu noktada kendisini göstermektedir. Müslümanın telakkisinde ilim, yukarıda
da söylediğimiz gibi, “yaradılış amacına uygun
hareket etmek”, yani zahirini ve bâtınını mamur kılmak için öğrenilir. Bu da en başta “Din
ilimleri” dediğimiz ulum-u şer’iyye’nin öğrenilmesini gerekli kılar.
Bir diğer ifadeyle ilim amel etmek içindir.
Amel ancak neyin nasıl yapılacağı konusunda
bilgilenmek suretiyle gereği gibi yerine getiri-
lir. Zira ilimsiz amel dalalettir. (Münâvî, a. g.e .,
2/102) Amele dökülmeyen ve kalpte arzu edilen safiyeti sağlamayan ilim ise kişi için bir
yük ve vebaldir.
Günümüz dünyasında ise toplumda bir yer
edinmek, saygınlık kazanmak, başkalarına üstünlük
sağlamak, hayat standartlarını yükseltmek… gibi
beklentiler bilgi edinmenin başlıca sebepleri olarak
değerlendirilmektedir.
Elbette burada “ilim” ve “bilgi” kelimeleriyle
ifade ettiğimiz olgular arasında temelli farklılıklar bulunmaktadır. Bunlardan ikincisi ahireti unutturarak
kişiyi dünyaya bağlarken, ilki İmam Gazalî k.s’nin de
vurguladığı gibi dünyadan ahirete, geçici olandan kalıcı olana çağırır.
İşte o “kalıcı hayat”ta bize bir fayda temin etmeyecek her şey gibi, bu özellikteki “ilim” de sonuç
itibariyle zararlıdır.
Hadisin
Başı
ile Sonu
Hadisin
başı
ile sonu
arasındaki
ilişki İlişki
Arasındaki
Yukarıda, Efendimiz s.a.v.’in, en başta “faydasız ilim”i zikretmesinin, diğer hususların ona
“Allahım! Günahımı, cehaletimi, işimdeki israfımı ve benden daha iyi bildiğim
kusurlarımı bağışla. Allahım ! Ciddimi, şakamı, hatamı ve kastımı bağışla ki bunların
hepsi bende mevcuttur. Allahım ! Peşin yaptığım ve sonraya bıraktığım, gizlediğim veya
açıktan yaptığım ve senin benden daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bağışla. İleri geçiren
ve geri bırakan ancak sensin. Sen her şeye kadirsin.” (Müslim)
10
Ocak
bağlı olduğunu gösterdiğini söylemiştik. Bu noktayı
şöyle açabiliriz:
Elde ettiği ilim kendisine fayda sağlamayan, yani ilmiyle amel etme bahtiyarlığına eremeyen kimse, Allah Tealâ’dan huşu ve
haşyet duyma mevkiine ulaşamaz. Zira onun
ilmi “ kıyl u kâl”den ibarettir; ne amel, ne ahlâk
ne de nefs terbiyesi konusunda kendisine bir
fayda temin eder.
de nefsini tatmin yolunda kullanmakla kendisini ayrı
bir badireye atmış olur. Böylelerine “ulema-i sû’:
zararlı alim ” denir ki, öğrendikleriyle kendisine ve başkalarına faydalı olması gerekirken
hem kendine hem de diğer insanlara zarar veren kimse demektir.
Bu durumdaki bir kimsenin duasının makbul ve müstecab olmamasından daha normal bir
şey yoktur. “Sana ne kötülük dokunursa nefsindendir” (Nisa, 79) ayeti, kişiye dokunan kötüYüce Allah, “Kulları içinde Allah’tan ancak lüğün sebebinin, kendi işlediği günahlar olduğunu
beyan etmektedir. Duası kabul olmayan kimse,
alimler hakkıyla korkar”
bu dünyada, ulemanın
(Fâtır, 28) buyurmuştur.
“hızlân” dediği duruma
Bu ayet, Allah Tealâ’dan
Duası kabul olmayan kimse,
düşmüştür ki -Allah kohakkıyla
korkmayan
bu dünyada, ulemanın “hızlân”
rusun-, artık o kimsekimselerin “alim” sıfasiz, sahipsiz, yardımsız
dediği duruma düşmüştür ki -Allah
tını hak etmediğini gösve yalnız demektir. Bu
korusun-, artık o kimsesiz, sahipsiz,
termesi bakımından da
dünyada duasına iltifat
oldukça manidardır.
yardımsız ve yalnız demektir. Bu
edilip cevap verilmeyen
dünyada duasına iltifat edilip cevap
kimsenin ahirette varaÖğrendiği ilimden iscağı yer de bellidir.
verilmeyen kimsenin ahirette varacağı
tifadeden mahrum kalmış
yer de bellidir.
kimsenin huşudan pay alElbette hadiste zikreması mümkün olmayacağı
dilen hususların birbiriyle
gibi, huşudan nasipsiz kimse
ilişkisinin her halukârda bu
de, dizginlerini nefsinin eline vermiş demektir. Dilişekilde cereyan etmesi gerekmez. Yani faydasız
mizdeki “Kork Allah’tan korkmayandan.” sözü
ilim öğrenen herkesin sonunda varacağı nokta
bu durumu gayet güzel ifade etmektedir. Ayrıca bu- duasının kabul edilmemesi ve terk edilmişlik
rada, “faydalı ilim” sınıfına giren ilimlerin, kalpte değildir. Ancak faydasız ilim öğrenme yoluna
Allah korkusu oluşturacağına da işaret vardır.
girmiş bir kimsenin böyle bir sona varması
tehlikesi her zaman söz konusudur.
Bu noktada Allah korkusunun yerini nefs-i emmarenin buyurganlığı almıştır. O kimse artık nefsinin
doymak bilmez isteklerini kölesi, arzularının esiri olmuş durumdadır. Hatta ilim adına öğrendiği şeyleri
Sözün sonu, Söz Sultanı s.a.v.’in öğrettiği şu dua olsun:
“Allahım! Günahımı, cehaletimi, işimdeki israfımı ve benden daha iyi bildiğim kusurlarımı bağışla. Allahım ! Ciddimi, şakamı,
hatamı ve kastımı bağışla ki bunların hepsi
bende mevcuttur. Allahım ! Peşin yaptığım ve
sonraya bıraktığım, gizlediğim veya açıktan
yaptığım ve senin benden daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bağışla. İleri geçiren ve geri
bırakan ancak sensin. Sen her şeye kadirsin.”
(Müslim)
Ocak
11
Allah İçin İş Yapmak
ya da İşi Allah’a Adamak
Nureddin YILDIZ
B
ve
şıklık
kadar
n
Müslüma
gerekli
biri için
r
i
b
e
v
uyumlu
t
birbirine
lam fıtra
s
İ
a
r
i
z
r
ildi
e çok değ
hoş
iki kelim
ıtratın
f
a
d
n
Müslüma
ldir,
dinidir.
llah güze
‘A
.
r
i
t
p
li
er şeye ta
/91)
tuttuğu h
İman, 39
,
m
li
s
ü
ver.’ (M
güzeli se
12
ir ezanın daha yükselmesine, bir yetimin
daha doymasına, bir kişinin daha kötülükten uzak kalmasına, bir sahife Kur’an’ın
daha okunmasına, köpek bile olsa bir hayvana
bir çanak su vermeye sebep olan her ne varsa o
hayırdır, o Allah’ın rızasına götüren bir araçtır.
O, İslam adına yapılan bir iştir.
Bir mahallede cami derneğine üye olmaktan Ümmet’imizin yetimleri ile ilgilenecek bir derneğe,
ilim adamı yetiştirmek için kurulmuş vakfa kadar İslam eksenli iş yapanlar bir Cuma günü
Cuma namazını kılmak için camiye girenlerle
aynı gayeyi paylaşmaktadırlar. Eğer ana maksat
Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak ise ve bu büyük gaye
camide Cuma namazı kılmakla gerçekleşiyorsa, yetim
başını okşamakla, ilim adamı yetiştirmekle de gerçekleşmektedir. Bir işin camide diğerinin ise dernekte yapılması Allah katında her ikisinin de sevap olarak yazılıyor
olmasına mâni değildir. Zira İslam, camilere hapsedilebilecek bir din değildir. İslam hayat dinidir;
ona binalar, minareler dar gelir. İnsan nerede ise
İslam orada olmalıdır.
Ocak
Bir Müslüman’ın kendisini iş/ev/cami üçgeni
arasında sıkıştırmayıp, iş/ev/cami/bulunması gereken her yer şeklinde bir denkleme uygun hâle
getirmesi, o Müslüman’ın cihat mantıklı olmasının göstergesidir. Evet, asla cami/iş/ev üçgeni
basit ve değersiz değildir. Böyle bir konumda olmak
itilmişliği gerektirmez ama dördüncü bir mekân üreten mü’min sahabe mantığına daha yakın mü’mindir.
Allah’ın kullarından beklediği pratik mü’minlik buna
daha yakındır.
laştırıcı olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz.’ şeklinde ikazda bulunmuştur. (Buharî, Vudu, 58/220) Kendisi de iki şeyden
birini tercih edeceği zaman günah olan bir iş
olmadığı sürece kolay olanı tercih etmiştir.
(Buharî, Menakıb, 23/3560) Şu emri, kıyamete kadar
gelecek bütün Müslümanlara hitap etmektedir. Nefislerimize ağır gelse de gelmese de yolumuz yordamımız bu olmalıdır: ‘Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!
Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!’ (Buharî, İlm, 11/69)
İş yoğunluğu arasında eriyip gitmeden çok iş
becerebilmek kesinlikle bir meziyettir. Kim ne kadar
dini için ne yapabiliyorsa onu yapmalıdır ve
muhakkak Allah Teâlâ herkesi yapabileceği bir
iş için yaratmıştır.
Mü’minler olarak, evde çocuklarımıza, iş yerinde çalışanlarımıza, nasihat ettiklerimize ve kendimize
karşı, keyfimize esir davranma aşırılığı ile keyfimize
göre zulmetme gerginliği arasında mutedil yolu bulmaya mecburuz. Din adına nefret ettirmenin, normal
bir nefret ettirme olmayacağını da mı anlayamayacağız. Dediğimizi yaptıramadığımız için gerilen sinirlerimizi, Allah adına gerilmiş göstermeye bir hakkımız
var mı? Kazandırdıklarımız veya kazandıklarımızın
bizi mutlu etmesi kadar gerekli bir alaka da kaybettiklerimiz, ittiklerimizin akıbeti üzerinden olmalıdır. Bu
Ümmet, kaybetme Ümmet’i değildir. Kazanmak
ve kazandırmak için geldik. Orta Ümmet’iz.
Allah rızası için çıkılan yolda, çıkış idrakinde bir
arıza yoksa hüsran veya eli boş olmak yoktur. Bir tebessüme bile ecir yazan Allah’ımız varken bizim
çok iş yapamadığımız için esef etmemiz gerekmiyor.
Allah sadece kendisi için yapılanı değerli
görmektedir. Vakıf olsun dernek olsun fertler olarak
olsun İslam için yapılan işlerin hacminden, bütçesin
den önce önemsememiz gereken temel ilkeler olmalıdır ya da en azından korunması gereken temel
esaslara dikkat edilmelidir ki yapılan iş Allah
rızasına uygun olsun. Ot rızaya uygunluk sonucu olarak da yapılan işte bereket olsun.
İslam
İslam Adına
Adına Konuşabilmek
Konuşabilmek
İçin:
İçin:
1- Allah’ın dini İslam kolaydır, kolaylığı
emretmiştir. Mü’minlerin gevşeklikle kolaylık arasındaki ayrıma dikkat ederek kolaylıktan yana tavır
koymaları gerekmektedir. Aile içi ilişkilerde, nesil yetiştirmede, siyasette, toplum düzeninde,
kolaydan yana olmak İslam’ın şiarıdır. Kur’an,
Allah Teâlâ’nın bize kolayı istediğini, zorluk murat etmediğini bildirmektedir. (Bakara, 185)
Peygamber aleyhisselam efendimiz de ‘Kolay-
2- Dinî yaşayışta basamaklandırma kesinlikle olmalıdır. Elbette, Veda Hutbesi’nden sonra artık
Mekke dönemine göre on üç yıl, sonra da Medine
dönemine göre on yıl yaşayıp ardından da bütünüyle
İslam’a geçiş gibi bir program teklif bile edilemez. Her
iman eden, bir on beş yıl alkol kullansın ardından alkole veda etsin diyecek değiliz. Bunu demeye cüret
bile deliliktir. Din olduğu gibi yaşanacaktır ama Allah Teâlâ’nın bizim için koyduğu basamaklara neden
basmayalım?
Farzlar var, vacipler var, müstehaplar var.
Farza karşı gösterdiğimiz titizliği müstehaplara göstermek bir abartıdır. Önce farzlar eda edilir.
Onlarda doyum noktasına gelindiğinde yani farzlar
hayat programımızın bir doğalı durumuna gelince
farzların altındakilere geçilir. Bu bir basamaklandırmadır. Bu basamaklandırmayı da bizzat Allah
Asıl zühd, zarar vereni terk etmek yararlıyı kullanmaktır. Başka bir ifadeyle
dünya nimetlerinden yararlı olanı ile yetinmek ama nimetler içinde boğulup gitmek
veya kaybolmaktan kurtulmaktır. Bazı büyüklerin bunu, ahirete yararı olmayandan uzak
durmak olarak ifade etmeleri de güzel bir tanımdır.
Ocak
13
ve Resûl’ü yapmıştır, bir Müslüman’ın farzlar konusunda yalpalaması varken nafilelere yoğunlaşması
bir şeytan tuzağı değildir denemez. İşçi hakkının geciktirilmeden verilmesi bir farz iken, umrenin tuzak
olmadığını kim söyleyebilir? Bu farzlar örneği, tersten
bakıldığında haramlar için de geçerlidir.
Allah’a davet edenler, İslam’a insan kazandıracak olanlar tatlı söz ve hikmet seçeneği üzerinden yol almalıdırlar. Bu bir başıboşluk değildir bilakis, bütün imkânları en iyi ve
en ihlaslı şekilde kullanmaktır.
olarak gördüğünde kazanma gerçekleşmiş olur.
3- İslam için yapılan işlerde en temel
ilke süreklilik ilkesidir. Saman alevi gibi ameller
yerine toplanınca göl olacak ameller tercih edilmelidir. Bu, çocuk eğitiminde de böyledir. Bir çocuğun
ebeveyni tarafından her gün bir kere cennet
cehennem tembihi görmesi belki de bir hafta
Medine’de bir medresede eğitim görmesinden
daha müessirdir. Eğitim olarak da böyledir, bir ibadet mantığı ile de böyledir. Allah Teâlâ’nın en çok
sevdiği amelin ‘az da olsa sürekli olan amel’
olduğu sabittir. (Buharî, Rekaik, 18/6464)
Bu ilke gereği de bizim, yaptığımız işlerden günübirlik acil sonuçlar beklememizin doğru olmayacağını bilmemiz şarttır. Bir çocukta, günlük eğitim günlük net sonuç olmaz. Ailede yıldırım hızlı değişimler
bereketli olmaz. Toplum bir hafta içinde eksiye veya
artıya doğru kaymaz. Gerçekçi olmak şarttır.
4- Kulların İslam’ı bölümlere ayırmaları ya da
kendi zamanlarına göre sınıflandırarak kabullenmeleri hiçbir şekilde mümkün değildir. İslam İslam’dır
ve olduğu gibidir; ırklara ve şartlara, iklime
göre şekillendirilemez.
Bu mantığın tabii bir sonucu olarak diyebiliriz ki Allah adına ve Allah’ın Şeriat’ına uygun
olarak ne yapılırsa o mübarektir; az veya çokluk
ölçütü yoktur. Yeter ki kul, keyfî bir tutum içinde
olmasın. Allah Teâlâ, ‘yapabildiğimizi yapmış’
5- Zühd, İslamî bir uygulama olarak kişinin ruh
ve bedenine, davasına, ailesine zarar vermemelidir
zira zühd, kendini veya davayı eritmenin adı değildir. Asıl zühd, zarar vereni terk etmek yararlıyı
kullanmaktır. Başka bir ifadeyle dünya nimetlerinden yararlı olanı ile yetinmek ama nimetler içinde boğulup gitmek veya kaybolmaktan
kurtulmaktır. Bazı büyüklerin bunu, ahirete yararı olmayandan uzak durmak olarak ifade etmeleri de güzel bir tanımdır.
Buradan hareketle, Müslümanların dünya
nimetlerinden yararlanmalarının, evlerinde bir
veya iki lüks araba bulunmasının zühde mâni olmayacağını söyleyebiliriz. Zühde mâni olan o nimetlerin dine hizmete dönüşmemesi veya dini
ikinci plana atmasıdır. Bu da ahirete yararsız
bir nimet bulundurma demek olur. Elde avuçta
ya da kasalarda bulundurulan malın ne zararı olacak?
Sorun, malın kalplerde yer edinmiş olmasındadır.
6- Allah’a güvenmek mü’min olmanın
gereğidir. Allah’a güvenmeyen bir mü’min olabilir
mi? Tevekkül dediğimiz bu güvenin, suistimal edilmesi yanlıştır. Tevekkül, çalışmayla emeli bir
arada tutmanın adıdır. Çalışanın emeli olmalı,
emeli olan çalışmalıdır. Bunları birbirinden ayıranın ne emeli vardır ne de çalışması çalışmadır. Bu
ilkemiz, tarlasında buğday eken çiftçimizden
Futbol takımlarına ayırdığımız sevgi ve alakanın nereden koparılarak onlara
verildiğini izah edebilecek durumda da değiliz. Filistin’deki veya Afrika’daki kardeşlerimize
gönderdiğimiz yardımla kardeşliği savuşturduğumuzu, meleklerden gizleyebilecek miyiz?
14
Ocak
evinde çocuk yetiştiren annemize kadar bütün
mü’minler için muteberdir.
ması, düğünlerimizde bize hitap edenlerin bizi kabir
azabı ile tehdit ederek düğün yerini mezarlığa çevirmeleri gerekmiyor. Bunlar hatadır. Biz, dünyadan da
nasibimizi alabiliriz. Dünya da bizimdir. Ahiretimize zarar vermeyen dünya hoştur, güzeldir. Kem
ve kederlerle dolu bu dünyada, bizim de yatak
odalarımızda lezzetlerimiz bulunabilir.
7- Mal, Allah’ın nimetlerinden bir nimettir. Bu nimete en layık insanlar da Allah’ın mü’min
kullarıdır çünkü şükrünü yapmak ve onu yerli yerinde
kullanmak hususunda mü’minler diğer insanlardan
farklıdırlar. Mal ve mü’min bir arada olduğunKimse bize üç günlük dünya edebiyatı yapmada yeryüzü imar görür, şeytanın beli bükülür,
sın.
Üç
gün de olsa lezzetten payımıza talibiz. Kaiman yücelir. Aksi olduğunda da aksi sonuçlar gerdınımızın da erkeğimizin de hakkı olan şeyler inkâr
çekleşir. Küfrün elinde mal olduğunda yeryüzünedilmesin. Sevilmek, sevinmek kadar büyük hak var
de yapılar yükselir ama imar olmaz. İnsan kendi
mıdır? Yemyeşil bahçelerde sevdiklerimizle mutlulukeliyle kendi dünyasını harap eder. Şimdi olan da tan kanatlanmaya ne mâni var? Bu mâni Kur’an’dan
budur zaten. Mü’minler mal sahibi olmalı ama mı, sevgili Peygamber aleyhisselam efendimizin haonu Allah’ın nimeti ve emaneti olarak kullan- yatından mı gelecek? Kederlerimizi abartmayamalıdırlar. Mü’minler malla
lım. İşte dünya budur; kem
ve kederle tebessüm
cihat edeceklerinin şuMü’minler
mal
sahibi
aynı apartmanda yaşar.
urunda yaşadıklarından
Sadece cennet vardır
olmalı ama onu Allah’ın nimeti
kendileri de aziz olarak
sırf saadet diyarı olave emaneti olarak kullanmalıdırlar.
yaşarlar yeryüzünde de
rak.
huzurun kaynağı olurlar.
Mü’minler malla cihat edeceklerinin
şuurunda yaşadıklarından kendileri
9- Yaşadığımız asırda
Malının esiri Müslübir gıda çılgınlığı inkâr edide aziz olarak yaşarlar yeryüzünde de
man tasavvur bile edilemez.
lemez duruma gelmiştir. Biz
huzurun kaynağı olurlar.
Hayırdan uzak, malını
ise ‘ademoğlunun midepeşine takması gerekirsi gibi bir sıkıntı ile karşı
ken malının peşine takılmış Müslüman, hata- karşıya olmayacağı’ hususunda ikaz edilmiş
lı Müslüman’dır. Kanaatkâr, dengeli, israfsız bir Ümmet’iz. (Tirmizî, Zühd, 47/230) Haramlık
bir hayat bereketli hayattır. Böyle bir mal sahibi şüphesi bulunanlardan uzak bir sofraya oturimrenilecek bir insandır ama mal arttıkça imtihanın malıyız. Bu birinci ilkemiz olsun. Ekmek israfından önce de midelerimizi israf etmeyelim.
ağırlaşacağını anlayamayan, burs toplayarak öğBu da ikinci ilkemiz olsun. Bu denge üzerinden de
rencilik yaptığı yıllardan sonra burs verecek
Ümmet olmamızın farkını görelim, gösterelim.
hâle gelmenin bir imtihan olduğunu anlayıp
gereğini yapamamak erimektir.
10- Sevgi kavramı tarumar edilmiştir. Mü’min8- Müslümanların sürekli matem tutmaları gerekmiyor. Cephelerdeki cihada rağmen düğünlerimiz
olabilir. Cenazeler gömdükten sonra da tebessüm
edebiliriz. Düğünlerimizin şehadet marşları ile yapıl-
lerin birbirlerini sevmelerini, artık bir iman konusu
olarak ne kadar ele aldığımızı düşünmeliyiz. Futbol
takımlarına ayırdığımız sevgi ve alakanın nereden koparılarak onlara verildiğini izah edebilecek durumda da değiliz. Filistin’deki veya Afrika’daki kardeşlerimize gönderdiğimiz yardımla
kardeşliği savuşturduğumuzu, meleklerden gizleyebilecek miyiz? Âlimleri, salihleri sevmek diye
bir kavram kaldı mı? Fakir de zengin gibi sevilebiliyor
mu? Bu sorular zihin çatlatan sorulardır artık.
11- Müslüman ve şıklık kadar birbirine
uyumlu ve birbiri için gerekli iki kelime çok
değildir zira İslam fıtrat dinidir. Müslüman da
fıtratın hoş tuttuğu her şeye taliptir. ‘Allah güzeldir,
güzeli sever.’ (Müslim, İman, 39/91)
Ocak
15
Secdeye koy baş, Rabbe yaklaş
Prof. Dr. Ali AKPINAR
İ
lk inen ayetler… Semanın; yerle, gelen vahiy meleği
ve inen ilahî ayetlerle bir kez daha buluştuğu anlar:
Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan
yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.
,
mümin
y
e
.
de
i Hz
n
i
l
e
Sen
d
mo
a
lluk
u
yatınd
k
a
h
k
k
e
e
ç
rn
a
ger
ed’in ö un ol ve O’n
m
m
a
’n
Muh
gibi O
baş ve
n
y
o
u
k
’n
e
e
gör, O
secdey
k
a
rincey
r
e
a
l
o
a
r
u
m
uz
a
tesli
laş. H al, doyum
k
a
y
k
O’na
dur.
urda
z
e
u
d
h
e
d
c
kadar
ar se e ahiret
d
a
k
v
e
erincey ki dünya
a
r.
Unutm
radadı
u
b
u
ğ
u
mutlul
16
(Alak, 96/1-5) Bu ayetlerde Yüce Rabbimiz,
insanı okumaya davet ediyor. Okuyup anlamaya,
düşünmeye ve hakikati bulmaya çağırıyor. Kainat
Kitabının en büyük ayeti olan insanı kendi yaratılışını
okumaya davet ediyor. Zira Kainat Kitabının bu
büyük ayetini okuyup anlamakla insan, Kur’an
ayetlerini anlamaya ve bu ayetlerin en büyüğü
olan Yüce Allah’ı tanımaya başlayacaktır. Zaten
her iki kitabın sahibi de Yüce Allah’tır ve her iki kitabın
ayetleri birbirini açıklar ve yorumlar. İnsanın aşılanmış
yumurtadan yaratıldığını ifade eden alak kavramına
ilgi/alaka/sevgi anlamları da verilmiştir. Dolayısıyla insan, Yüce Yaratıcısıyla irtibatını kesmeden okumalı,
O’na yakın olmak için okumalıdır. Çünkü insanı Yaratıcısından koparan bir okuma eylemini Kur’an tasvip etmemiştir. Bu yüzden surenin ilk kelimesi oku emri
Ocak
olurken, son kelimesi de yaklaş emrini dile
getirmektedir. Yani okuma, O’na yaklaşmaya zemin oluşturmalıdır. Onun için, O’nun adına ve
O’nun adıyla okunmalı. Okuma eylemi başta
olmak üzere tüm hayırlı eylemlere Rahman ve
Rahim olan Allah adıyla deyip besmele çekebilmeli.
Yaratan yalnızca Yüce Allah’tır. Tarih boyunca tanrılık davasına kalkışan hiç kimse yaratıcı
olduğunu iddia edememiştir. Putlara tapanlar da,
taptıklarının yaratıcı olduklarını söyleyememişlerdir.
Bunun için herkesin yaratıcısı olan Yüce Allah ile
bağlantılı olması, O’na kulluk etmesi ve bunun gereği olarak da O’nun adıyla okuması gerekmektedir.
Yüce Yaratıcı, yarattığı hiçbir varlıktan, pek
tabii ki varlıkların en şereflisi olarak yarattığı
insandan vazgeçmemiştir. Bu yüzden Rabbinin adıyla buyurmuştur. Evet, senin Rabbin, senin sahibin, yaratıcın ve yöneticin olan Allah’ın
adıyla…
Alak suresinin ikinci bölümündeki ayetlerde ise,
Allah’ın ayetlerini okuyarak O’nu tanıyan ve
O’na kulluk için harekete geçen ve kulluğun en
güzel göstergesi olan namaz için huzurda duran
gerçek kuldan ve bu kulu huzurdan alıkoymaya çalışan inkâr mantığından bahsedilmektedir. Bununla insanlardan saflarını belirlemeleri isteniyor. Gerçek kul olarak Yaratanın huzurunda
durmak mı, yoksa Ebu Cehillerden yana taraf
olmakla şeytanların yanında olmak mı? Zaten
şeytan da Allah’a secdeden kaçındı, onun yoldaşları
olan Ebu Cehiller de. Putlara secde etmekte bir sakınca görmeyen bu tipler, Allah’a secdeden imtina
ettiler, bununla da yetinmeyip secdeye varmak
isteyenlere engel olmaya kalktılar. Ne var ki,
Allah’ın nurunu söndürmeye hiç kimsenin gücü
yetmemiş ve yetmeyecektir. Secdeli pek çok
melek gibi, pek çok insan da secdelilerden olmaya devam etmektedir ve edecektir de.
“Sakın sen uyma ona; secde et Rabbine
ve yaklaş O’na.”
Surenin secde ayetini de içerisine alan ikinci bölümü, davetin ilerleyen yıllarında inmiştir. Hz.
Peygamberin Kabe’de namaz kılmaya başladığı bir dönemde, onu namazdan alıkoymaya çalışan Ebu Cehil ve benzeri inkârcıları uyarmak
üzere inmiştir. Hz. Peygamberin yolunda giden her
davetçi, benzeri engellemelerle karşılaşabileceğinin
bilincinde bu ayetleri okumalıdır.
Rivayetlere göre Ebu Cehil, Peygamberimizi namazdan alıkoymayı planlamış ve bunu
mutlaka yapacağını söylemişti. Nitekim o,
buna teşebbüs de etmiş, ama sonuçta emeline
ulaşamamıştır. Ama ayet, sanki bu engelleme fiilen
gerçekleşmiş gibi gelmiştir. Buna göre ayet, namaz
başta olmak üzere insanları, kulluktan alıkoymayı tasarlayan kimse ve odaklar için bir uyarı
ve tehdit olarak gelmiştir. Fiili engelleme olmasa
bile, böyle bir engellemeyi düşünüp planlamak, bunun için kararlar almak o işi yapmış gibi olup bu ayetin içerisine girmektedir.
Ayetlerde ne namaz kılanın adı geçiyor,
ne de onu namazdan alıkoyanın adı ve ne de
olayın geçtiği yerin adı geçiyor. Çünkü Kur’an,
isimlerle değil icraatlarla uğraşır. Dolayısıyla her
zaman ve her yerde, bir kulu/yahut kulları namazdan/
Secde kulun Rabbine en yakın olduğu an, kul secde ile Rabbine dolayısıyla O’nun
ikramlarına ve cennetine yakınlaşacaktır. Secde etmemekte direnenler ise cennetten
uzaklaşıp cehenneme yaklaşacaklardır.
Ocak
17
ibadetten/kulluktan alıkoyan herkes bu ayetin kapsamı içerisine girer.
Kulluktan kişiyi alıkoyan bazen kendi nefsi/şeytanı olabilir, bazen çoluk çocuğu ve konumu olabilir,
bazen eşi dostu arkadaşı olabilir, bazen de başka kişi
ve kurumlar olabilir. Her kim olursa olsun, bu ayetler
onlara karşı okunmalı ve asla onların engellemeleri
kişiyi kulluktan alıkoymamalıdır.
“Sakın sen ona uyma; sen secde et ve
yaklaş.”
O halde ey insan, sen o azgınlara uyma,
onlara kulak verme, onların engellemelerinden etkilenme. Sen Keremli Rabbinin çağrılarına kulak ver. O’nun ayetlerini oku, düşün ve
gereklerini yerine getir. O’na döneceğinin ve
O’nun huzurunda olduğunun bilincinde yaşa,
azıp taşanlara uyma, bu dinginlik ve yoğunlukla secdeye kapan, O’nun emirlerine boyun eğ
ki, O’na yaklaşasın, O’nun katında değerin ve
derecen artsın. Rabbin adıyla okudun, doldun,
bu bilinçle huzurda durdun, artık hiçbir engel
seni O’nun yolundan alıkoyamaz. Bu kulluk
yoğunluğu içerisinde secdeye koy baş ve O’na
yaklaş!
Yukarda namazdan bahsedilmişti, burada namazın en önemli rükünlerinden olan secdeden
söz edilmekte. Çünkü namaz ibadeti secde
rüknü ile diğer dinlerdeki ritüellerden ayrılıyor. Secde kulun Rabbine en yakın olduğu an,
kul secde ile Rabbine dolayısıyla O’nun ikramlarına ve cennetine yakınlaşacaktır. Secde
etmemekte direnenler ise cennetten uzaklaşıp
cehenneme yaklaşacaklardır.
Bedenin/nefsinle secdeye kapan; özün
ve gönlünle O’na yaklaş. İnsanın en değerli
organı olan başını, Yüce Allah’ın huzurunda
yerlere sürerek yere kapanma eylemi olan secde anı, kulun Rabbine en yakın olduğu andır.
Secde, Yüce Yaratıcıya boyun eğişin açık bir
göstergesidir. Elbette secde, sadece O’nun huzurunda yerlere kapanmaktan ibaret değildir.
Kişi, hem hayatının her alanında Yüce Allah’ın
buyruklarına boyun eğecek, hem de O’nun
huzurunda bu bağlılığını göstermek ve pekiş-
18
Ocak
tirmek için yerlere kapanacaktır. Nitekim Hz.
Peygamber, hem O’nun buyruklarını harfiyen
yerine getirdi, hem de ömrünün sonuna kadar
O’nun huzurunda secdelere kapanmaktan, namaz kılmaktan geri durmadı. Çünkü Yüce Rabbi
şöyle buyurmuştu: “Sen, sana yakîn gelinceye
kadar, ölene kadar Rabbine kulluk/ibadet et.”
(Hicr, 15/99)
hildir. Onlara ve onların tuzaklarına karşı uyanık olunmalıdır.
İnanan kişi, inandığı gibi yaşarken bir takım engellerle karşılaşabileceğini hesaba katmalıdır. Unutulmamalıdır ki cennet, nefsin hoşlanmadığı
şeylerle kuşatılmıştır. Onlar aşılmadan cennete ulaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla şer
odaklarının oluşturdukları engeller, kişiyi hak
İslam’ın temellerinden biri de namazdır. yoldan alıkoymamalı, yılgınlığa düşürmemeKulluk namazla başlar ama namazla bitmez. Kulun lidir. Ebu Cehillerin, Allah’a itaat ve kulluk
Rabbine en yakın olduğu an olan secde, na- önüne koydukları engeller, itaat ve kulluktan
mazın rükünlerinden biridir. Ama asıl önem- kaçmaya mazeret olmamalıdır. Rabbine yakın olmak isteyen bu enli olan namaz kılar ve
gelleri aşmak için çaba
secde ederken Allah’a
Kulun Rabbine en yakın
sarf etmeli, tüm engelleboyun eğdiğimiz gibi,
melere rağmen secde ile
namaz-secde
dışında
olduğu an olan secde, namazın
Rabbine yakın olmaya
da O’na boyun eğerek
rükünlerinden biridir. Ama asıl
gayret etmelidir.
namaz ve secde halini
önemli olan namaz kılar ve secde
devam ettirmektir. Buederken Allah’a boyun eğdiğimiz gibi,
Buna göre insan,
nun için diyoruz ki namaz
namaz-secde dışında da O’na boyun
Yüce Yaratıcının emrine
ibadeti tekbir ile başuyup okumalı, ama Yalar, ancak selam ile biteğerek namaz ve secde halini devam
ratıcının adıyla okumamez/bitmemelidir. Sağa
ettirmektir.
sola verilen selam cümlesi
lı, kendisine O’nu doğru
ile namazdan elde edilen
bir şekilde tanıtacak ve
İslam/selam ruhu dört bir
kendisini O’na yaklaştırayana taşınmalı ve yayılmalıdır. İşte bu namazın, cak şekilde okumalı, öncelikle O’nun kitabını
sahibini namazdan sonra da istikamet çizgi- okumalı, okuyarak O’na karşı sorumluluklarısinde tutması ve onu yönetmesidir: Kitap’tan nı öğrenmeli, bu sorumlulukların başında nasana vahyolunanı oku; namaz kıl; muhakkak mazın geldiğini bilmeli, tüm iç ve dış engelleki namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar. melere karşın namaz kılanlardan olmalı ve bu
(Ankebût, 29/45)
bilinçle secdelere kapanmalı, O’nun olmalı ve
O’na yaklaşmalıdır.
İnsanı namazdan alıkoyan para, makam,
mevki, konum, eş-arkadaş, nefis, kişi, kuruluş
O halde ey Ebu Cehil kılıklı nefis, sen de
ve benzeri her şey cehalet babasıdır, Ebu Ce- kır O’na secde etmemekte direnen nefis putunu ve secdeye koy baş ve O’na yaklaş!
Sen de ey O’ndan başkası huzurunda eğilen, yüz suyu dökerek gizli-açık şirke bulaşmış
olan kişi, bırak başkalarının huzurunda eğilmeyi, dön Rabbine ve katıl secde cemaatine!
Sen de ey mümin, gerçek kulluk modelini
Hz. Muhammed’in örnek hayatında gör, O’nun
gibi O’nun ol ve O’na teslim olarak secdeye koy
baş ve O’na yaklaş. Huzura erinceye kadar huzurda kal, doyuma erinceye kadar secdede dur.
Unutma ki dünya ve ahiret mutluluğu buradadır.
Ocak
19
SABIR LİMANINA SIĞINMAK
Hasan BAŞAR
A
Emre:
s
u
n
u
şY
l demi
e
z
ü
g
Ne
z g e re k
i
s
l
e
e
n
“Döve
k
i z g e re
s
l
i
d
e
S öv e n
a z sı n .
m
a
l
o
ş
rvi
S e n de
gerek”
z
ü
s
l
ş gönü
Der v i
20
llah(cc)’ım ne olacak diyorum. Başımı
yastığa koyuyorum. İslam’ın nasıl kuşattıklarına görüyorum. Kan, gözyaşı, nefret,
iftira ahlaksızlık saymaya dilimin varmadığı kötülükler.
Bizi birbirimize kırdırıyorlar. Allah(cc), din, Peygamber(sav) diyenler bizi arkamızdan vuruyorlar.
Dost bildiklerimizden yediğimiz tokadın acısı
daha fazla oluyor. İşimiz zor, dayanmak güç. Ama
zaten Müslümanlık zora talip olmak değil midir?
Ey mümin sen zaten Müslümanlığı seçmekle sıkıntıya,
belaya da talipsindir.
Dünya var olduğundan bu yana hak ile batıl hep
mücadele halinde olmadı mı? Hak taraftarı hep sıkıntı, eza, cefa çekmedi mi? Bugünde aynı şeyler
oluyor. Müslümanlar kanlarıyla, canlarıyla, mallarıyla mücadele halinde değil mi? Evet. Olacak. Zalimler akla hayale gelmeyecek yöntemlerle saldıracak.
Bazen alenen yaparlarken, bazen gizli oyunlarla yapacak. Bazen kendileri yaparken bazen de Müslümanları
kullanacaklar. Hele eza, cefa Müslümanım diyenlerden gelirse, Allah(cc)’ım kalp gözlerini aç, basiretlerini aç diye yalvaracağız. Üzüleceğiz, hayal
Ocak
kırıklığına uğrayacağız. İşte bu zamanda yapacağımız en güzel şey sabır limanına sığınmaktır.
Sabır, sabır ya sabır diyeceğiz. Allah (cc)’a sığınacak yalvarıp, yakaracağız. Ama asla yılma,
usanma, bıkma yok. Asla hiddete, kine, nefrete kapılmayacağız. Ve bu gün, “Cahil kimsenin
yanında kitap gibi sessiz olma” günüdür.
Bu çemberi yarması gereken insanımıza bakıyorum. Her gün kavga halindeyiz. Tartışmayı seviyoruz, çoğumuz hep kuru iddia peşinde koşuyoruz. Hiç
altta kalmıyor, hep üste çıkmaya çalışıyoruz.
Yanlışı asla kabul etmiyor, hep haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Ahlaksızlık diz boyu, sığ
dünyada yaşıyoruz. Günümüze bakıyorsun aşk
yok, sevgi yok, muhabbet yok, merhamet yok. Hırs,
şehvet kol geziyor. İftiralar, karalamalar, belden aşağıya vurmalar kırıla gidiyor.
Bütün bu kargaşanın temelinde yatan en
önemli sebep sabırsızlıktır. Devir sabır devridir. Her devir sabır devri ama günümüzde buna
daha çok ihtiyacımız var. Sakin ve sukut halinde
olmalıyız. Belalara, saldırılara uğradığımızda
sığınacağımız tek liman sabır limanıdır.
Cenabı Allah(cc) Kur’an ı Kerim’de Müslümanlara defalarca sabırlı olmayı tavsiye ve emir etmiştir.
2:153 - Ey iman edenler! Sabır ve namazla
yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah(cc), sabredenlerle beraberdir.
3:120 - Size bir iyilik dokunsa fenalarına
gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah(cc)’tan gereğince
korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar
vermez; çünkü Allah(cc) onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.
3:125 - Evet, sabreder ve (Allah(cc)’tan)
korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler,
Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle
yardım eder.
3:200 - Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah(cc)’tan gereğince korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
8:46 - Ayrıca Allah(cc)’a ve Resulü ‘ne itaat
edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize
korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı
olun, çünkü Allah(cc) sabredenlerle beraberdir.
16-127 - (Ey Peygamber(sav)!) Sabret! Sabrın da ancak Allah(cc)’ın yardımı iledir. Onlardan dolayı üzülme! Kurdukları tuzaklardan telaş edip sıkıntıya düşme!
30:60 - Şimdi sen sabret. Çünkü Allah(cc)’ın vaadi mutlaka haktır. Sakın imanı sağlam
olmayanlar seni hafifliğe sevk etmesinler.
Peygamber(sav)imiz de “sabır imamın yarısıdır.” diyor O’nun izinden giden evliyalar erenler, Allah(cc) dostları sabır, sabır, sabır diyor.
Oysa bir kendimize bakalım ne yapıyoruz. Tam tersi
değil mi? Çabuk hiddetleniyor, çabuk kızıyor,
acele ediyoruz. Sabır öfkeyi yenmenin anahtarıdır. Hoşgörünün kapısıdır. Oysa sabır belaya ilk
uğradığımızda gösterdiğimiz sukut halidir. Sabır belaya ilk uğradığımızda belaya katlanabilmektir. Zaten o
ilk anda sabredebilirsek sonunda pişman olabileceğimiz bir şey yapmamış oluruz. Çok değil
Mevlana’nın devri için yaptığı teşhise bir bakın, günümüze ne kadar uyuyor:
“Meydan geniş amma ortalarda er yok. Bir öyle zaman ki bildiğin haller yok. Herkes
görünüşte sanki bir evliya. İslam olarak ruhta ateş yok, fer yok.” Ne zaman ruhlarda ateş
yakarsak kurtulduğumuz gün o gündür.
Ocak
21
birkaç dakikada rahatlar ve öfkemiz geçer. Onun içindir ki ne güzel demiş iki cihan güneşi Efendimiz(sav);
“Öfkelendiğinizde abdest alın.” diye.
Devir zor devir. Tıpkı Mevlana’nın devrinde
olduğu gibi. O zamanlar da zor zamanlardı. Moğol
istilası ile kavrulan Anadolu’da kan, gözyaşı,
kargaşa, kin, nefret ve umutsuzluk hâkimdi.
Mevlana ne yaptı? Sabırla, sükûnetle aşk dedi,
sevgi dedi, muhabbet dedi. Diğer insanlara uymadı. Doğru bildiğini yaptı tıpkı rehberi Peygamber(sav)
imiz gibi. İnsanları sevdi sabırla. Kendisine karşı yapılan her şeyi sabırla karşıladı ve hoşgörülü oldu.
Mevlana bir gün gezerken kavga eden iki kişi
gördü. Biri diğerine şöyle diyordu: “Bana söversen
bende sana iki katı söverim.” Bu duyan Mevlana: “Kardeş bana söv, Vallahi sen bana sövsen bile ben sana hiçbir şey demem.” Her ikisi
de söylediklerine pişman oldular ve yaptıklarından
utandılar. “Ne güzel demiş, Mevlana; “Sabır önce
zehirdir, huy edersen bal olur.” Düşünsenize kaç
kişi kendisine küfür edildiğinde hoş görü ile karşılayabilir. Gülüp geçebilir. Hemen nefsimiz kabarır
ve başlarız aynısı ile mukabele etmeye. Hepimiz o iki kişinin yaptığını yapardık. Kaç kişi Mevlana
olmaya talip. “Damla değil, deniz olmaya talip
olmalıyız.” İşin doğrusu bu değil midir? Diğer insanlara uymayıp doğru bildiğimiz, inandığımız şeylere devam etmek. Ne güzel demiş Yunus Emre:
“Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Sen derviş olamazsın.
Derviş gönülsüz gerek”
Yanıyor yüreğim. Arıyorum o kandilleri, o
yanan ruhları. Aşk denince aklımıza cinsellik
geliyor. Allah(cc)’ım ilahi sevgi nerede, ruhlar
yanmıyor aşk ile. Yananlar var ama onlarda
hırsla, kinle, nefretle. Kızgın ve öfkeliyiz. Kendi öfkemizde boğuluyoruz. Sonra da nedamet ve
pişmanlık. Sevgili okur, Mevlana’nın devri için yaptığı
teşhise bir bakın, günümüze ne kadar uyuyor: “Meydan geniş amma ortalarda er yok. Bir öyle zaman ki bildiğin haller yok. Herkes görünüşte
sanki bir evliya. İslam olarak ruhta ateş yok,
fer yok.” Ne zaman ruhlarda ateş yakarsak kurtulduğumuz gün o gündür.
22
Ocak
Ocak
23
Ne zamandır doğruya değil de yanlışa göre
Duruşumuzu ve yönümüzü belirler olduk ?
Ersan BİLGİN
“İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları
gibi inanırlar…”
fleri ve
e
d
e
h
,
ı
davas
tayin
a
d
n
Kendi
su
ğ rultu
o
d
larının
a
i
k
r
ş
e
l
a
l
b
idea
eder,
p e şi n e
t
i
n
i
b
s
m
e
nd e
ve t
ği gü
i
t
t
e
tayin
az.
t ak ı l m
24
1. Müslüman; tayin edilmiş gündemin peşine
takılan değil, etkilenen, rüzgara kapılan ve nesne konumunda olan değil…Müslüman; meselelere parçacı
değil bütüncül bakan, gündemi “fıtrat” çerçevesinde tayin eden, belirleyen, etki yapan, özne
olan, fıtrata- doğal akışa yapılan müdahalelerle
mücadele eden, cehd, duruş ve ideal sahibi kimsedir. Allahım, bizlere o izzete ve şerefe kavuşacak bilinci ve şuuru ihsan eyle.
2. Müslüman veya Sorumluluk Bilincine Sahip İnsan; bir yola çıktığı zaman veya bir şeyle karşılaştığı zaman, hemen kendi kaynaklarına-İslam’a
müracaat eder, düşünür, tefekkür eder, okur,
sorar, istişare eder, oradan hareketle duruşunu
ve halini belirler. Merkezde kendi öz değerleri vardır.
Meselelere, başarı veya yenilgi gibi görünen sosyal hadiselere, ilmi gerçeklere, tarihe, siyasete, ekonomiye ve
her gelişmeye bakışında ilham kaynağı öz değerleridir
yani vahiydir, İslami düşüncedir, İslam Medeniyetidir.
Ocak
Örneğin; gerek zahiren zayıf gibi görünen
Mekke döneminde gerekse devletin teşekkül
ettiği Medine döneminde Peygamberimiz (sas)
ve Müslümanlar daima vahye sarılmışlar, vahiy
merkezli hareket etmişlerdi, dönemin işbirlikçilerine,
oligarşisine ve zalimlerine rağmen.
sonuç nedir, netice? sorularını dile getiren kişidir, sorumluluk bilincine sahip insan. Onun için İslam’da
ve insanlığın hesap serüveninde İMAN çok
hem de çok önemlidir. Çünkü İMAN; sebeptir,
muharrik güçtür, sahil-i selamete götüren sapasağlam kulptur.
Allah aşkına, ne zamandır doğruya değil de yanlışa göre duruşumuzu ve yönümüzü
belirler olduk? Hayat rehberimiz Kur’an’da ve Asr-ı Saadet’te bunun çokça örneklerini
görürüz… Kevser suresinin mealini nüzul sebebiyle birlikte okuyunuz, bi zahmet.
3. Müslüman veya Sorumluluk Bilincine Sahip İnsan; kendi gündemini kendi davası,
hedefleri ve idealleri doğrultusunda tayin ve
tesbit eder, başkalarının tayin ettiği gündemin peşine takılmaz. Söyleyin Allah aşkına, ne
zamandır doğruya değil de yanlışa göre duruşumuzu ve yönümüzü belirler olduk?
Hayat
rehberimiz Kur’an’da ve Asr-ı Saadet’te bunun
5. Bir insan, bir hareket, bir çalışma; geçmişiyle, hayallerle, vehimlerle, hüsn-ü zanlarla değil sözleri ve davranışlarıyla, söz ve davranış-icraat
uyumuyla değerlendirilir… İnsanlık tarihinde en
önemli kriterler; ağızdan çıkan sözler ve laflar,
yapılan davranış ve icraatlar, sükut ederek gerçekleşen ikrar ve onaylar ve bu üçü (söz, davranış ve onay) arasındaki uyum ve paralelliktir.
Gerisi laf-ü güzaf veya kendini kandırmaktır.
çokça örneklerini görürüz… Kevser suresinin
mealini nüzul sebebiyle birlikte okuyunuz, bi
zahmet.
4. Müslüman sonuçtan ziyade sebebe
veya sebeplere bakan insandır. Muharrik güç
nedir, niçin, nasıl, kim, kiminle sorularından sonra
Etkilenip negatif değişime uğramak, meselelere parçacı bakmak, hedef küçültmek,
davadan ve ideallerden vazgeçmek, medeniyet
merkezli değil de insanın menfaati merkezli
düşünmeye başlamak, geçmişi tamamıyla kötülemek ve reddetmek, rüzgara ve modaya kapılmak, kendi müziğimizin ritminde değil de
başkalarının çaldığı gibi oynamak, akl-ı selimi
kaybedip duygularla hareket etmek, nerden
kazandığına bakmadan-sormadan elde edilen
şeyin miktarının çokluğuna bakıp kendinden
geçmek, sözlerle davranış ve icraatların arasını açmak (sözlerin başka vadilerde icraat ve davranışların da başka vadilerde olması) büyük bir tehlikedir.
Bundan daha tehlikeli olanı ise susmak
yani onaylamak, te’vil etmek hatta çok net konularda bile uyarmaktan dahi geri durmaktır.
Hele hele toplumun alimleri, aydınları bu haldeyse
“dil dudak deprenmeden halden anlayan gelsin”
demekten başka bir çare yok gibi. Allah’tan hayırlısı…
Allah’ım Sen’den Hidayet, Şuur ve İstikamet İstiyoruz, Lütfeyle…
Ocak
25
AİLENİ SEVİYORSAN...
Abdullah ÇAKIR
“(Ey habîbim Ahmed, rasûlüm Muhammed!) Ailene namaz kılmayı emret! Kendin de
namaza dört elle sarıl!.” (20/ Tâhâ sûresi , 132)
“Habîbim! Kitâb’da İsmâîl’i de zikret. Çünkü O, sözüne sâdıktı, rasûl ve nebî idi. Ailesine namaz kılmayı ve zekâtı vermeyi emrederdi.
Rabbinin katında da rızâya mazhar olmuş bir
kimse idi.” (19/ Meryem, 54-55)
Cenab-ı Hakk’ın milyarlaca insan içinden seçip bir
araya getirdiği, birbirlerine münâsib gördüğü eşler Allah’ın âyetlerindendir. Meşru bir nikah çatısı altında bir yuva kuran eşleri Allah, maddi ve manevi
olarak sukûnete erdirir, kalplerini ve nefislerini
yatıştırır, aralarında bir meveddet (sevgi-muhabbet) ve rahmet yaratır. Bütün bunlar çok büyük bir
kader planında nasib ve kısmetin insanın iliklerine kadar işlediği nâdir meselelerdendir.
Sekînet, meveddet ve rahmetin sıcaklığıyla
kurulan bir aile her cihetiyle saadetler ve faziletler içindedir. Böylesine sıcak bir yuvada eşler her
26
bakımdan birbirlerinin yâr ve yardımcılarıdır. Eşler
dünyalık işlerinde nasıl birbirleriyle yardımlaşıyorlarsa Allah’a kullukta da birbirleriyle yardımlaşırlar.
Yüce dinimize göre evin reisi erkek olmakla beraber sorumluluğunun da o nisbette büyük
olduğunu beyan eder. Aile reisi bir erkek yuvası içindeki her ferdin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğunu hiçbir zaman unutmamalı ve
bunu asla ihmal etmemelidir. Zira Allah umursama ve
ihmalkar davranan eşleri sevmemektedir.
Bu konuda yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede
“Ey iman edenler! Kendilerinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun. Onun başında kaba yapılı, sert ve şiddetli
melekler olup onlar asla Allah’a isyan etmez ve
kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler” (66 / Tahrîm – 6) , Resulullah (sav) de “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden
sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve
sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanı-
Ocak
dır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr efendisinin malının çobanıdır;
o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle
hepiniz çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur.” (Buhârî, Cum`a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19,
Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihâd
27) buyurmaktadır.
Maddi cihetini bir tarafa bırakırsak aile
reisi bir erkek her şeyden önce 32 farzı ve 54
farzı bilmeli ve bunları hayatında tatbik etmelidir. Eğer eşi bilmiyorsa ona öğretmeli ve sık sık,
güzel güzel, tatlı tatlı nasihat ederek onun da uygulamasını temin etmelidir. Mum dibine ışık vermez,
terzi kendi söküğünü dikemez sözleriyle anlatılmak
istenenlerden biri de bir babadan nadiren iyi bir öğretmenin çıkabileceğidir. Eğer Allah’ın izn u inayetiyle
bunu başarabilmişse ne mutlu! Yok eğer bu vazifesini
yerine getiremiyorsa (getirememişse) çocuklarının ve
ran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu
kaçıran kadına da Allah merhamet etsin” (Ebu
Davud, Tatavvu 18, Vitir, 13; Nesâî, kıyamü’l-leyl, 5;
İbn Mâce, ikâmet, 175)
Bir başka hadîslerinde de “Bir kimse geceleyin karısını uyandırır da beraberce veya her
biri kendi başına iki rekat namaz kılarlarsa,
Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar arasına
yazılırlar” (Ebu Davud, Tatavvu, 18, Vitir,13; İbn
Mâce, ikâmet, 175) buyurmaktadırlar.
Burada, Resulullah (sav)’in, hayat yoldaşını namaza kaldıran erkeğin “zâkirîn” (Allah’ı çok anan
erkekler )sınıfına, kocasını namaza kaldıran hanımın
da “zâkirât” (Allah’ı çok anan kadınlar) sınıfına yazılacaklarını ifade etmesinde Ahzâb suresinin 35. ayetindeki müjdeye işareti vardır: “…Allah’ı çok anan
erkekler ve çok anan kadınlar var ya, Allah
bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfât
hazırlamıştır.”
Onları gece ibadetine ve özellikle de sabah namazına kaldırmamak için şeytanlar
nasıl birbirleriyle işbirliği yapıyorlarsa karı-koca da şeytanları bu oyunda mağlub etmek
için el birliği etmelidir.
emri altındakilerinin dinlerini öğrenebilecekleri uygun ortam şartları da oluşturmalıdır. Yani ehl-sünnet
ve’l-cemaat üzere iyi bir din eğitimi aldırmalıdır. Eşler, haramı ve helali kendileri öğrendikleri gibi
çocuklarına da öğretmelidirler.
Eşler namaza teşvik ve kaldırmada da birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar. Bu konuda da Peygamberimiz (sav)’i örnek almalıyız. Zira Aişe Annemiz’in söylediğine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz geceleyin vitir
namazını kılınca “Kalk, vitri kıl, Âişe!” (Müslim,
Müsâfirûn, 134) diyerek annemizi uyandırırdı. Sabah namazını kılmak üzere mescide giderken
de eşlerini bazen de kızı Fâtıma Annemizi namaza kaldırırdı.
Bu konuda çok titiz olan Efendimiz bir başka
hadislerinde de şöyle buyurmaktadırlar: “Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran,
kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandı-
Ocak
Bizler eşimize ve çocuklarımıza olan sevgimiz nedeniyle onları tatlı uykularından uyandırıp namaza kaldırmaya kıyamayabiliriz. Bunu
onlara duyduğumuz şefkat ve merhametten dolayı
biraz daha uyusun uykusunu alsın diye yaparız. Ama
hakikatte onlara iyilik mi ediyoruz, yoksa kötülük mü
ediyoruz? Bizim merhametimiz Allah’ıın merhametinden daha büyük mü ki O’nun emrini değil de kendi
nefsimizi dinleyerek onlara karşı merhametli davrandığımızı düşünüyor ve kıyamıyoruz. Aksine, hakiki
manada iyiliklerini düşünüyorsak ahiret günü
darda ve sıkıntıda kalmamaları için namaza
teşvik etmemiz, namaza kaldırmamız merhametimizin asıl gereği olmalıdır.
Hayat sadece bu dünya hayatından ibaret değilse birbirlerini seven insanlar da ebedi saadetleri
için Allah’a kullukta birbirlerine yardımcı olmalıdırlar. Onları gece ibadetine ve özellikle
de sabah namazına kaldırmamak için şeytanlar nasıl birbirleriyle işbirliği yapıyorlarsa karı-koca da şeytanları bu oyunda mağlub etmek
için el birliği etmelidir.
27
Ne Kadar Korku, Ne Kadar Umut?
Fuat TÜRKER
Korku ve umut; güzel ahlâkı kazanma yolundaki en önemli iki duygu. Umut, din ahlâkını heyecan ve şevk içinde yaşamayı sağlarken,
Allah’a hissettiğimiz saygı dolu korku da O’nun
sınırlarına yaklaşmada titiz olmaya, sakındırdıklarından şiddetle kaçınmaya sebep olur. Bu dengeli ruh hali, Allah’a yakınlaşmaya ve ahlâkın
güzelleşmesine vesiledir.
umut
e
v
k
a
r
kor ka
ğ r u su
a
o
n
’
D
O
.
in
“…
ua ed
iyilik
d
k
a
r
i
t
a
e
y
t a şı
rahm
(Araf
.”
r
ı
n
d
ı
’
n
kı
Allah
p ek y a
a
r
a
l
yapan
, 56)
S u re si
28
İki zıt duygudur korku ve umut. Ancak Allah
dünya hayatında herşeyi zıddıyla birlikte yaratır.
Gece-gündüz, sıcak-soğuk, aydınlık-karanlık, temiz-kirli, genç-yaşlı dünyada tümü bir aradadır.
Bu zıtlıklar dünyasında, Allah’ın en güzel surette
yarattığı insan da zıtlıkları üzerinde taşır.
Allah korkusu ve Allah sevgisi insan için
gıdadır. Allah korkusu insanın ibadet şevkini artırır, imanını güçlendirir, ahiret umudunu artırır.
İnsan bu şekilde sükunet bulur, güzel huylu olur,
bedeni çok rahat olur, kafası da çok rahat olur.
En önemlisi kalbi mutmain olur.
Ocak
Cennete ve cehenneme gidenleri gören ancak nereye gideceğini henüz bilmeden
bekleyen A’raf ehli gibi. Cenneti ‘şiddetle arzu edip uman’, cennet ehline selam veren
ama gözleri cehennem halkından yana çevrilince korkuyla, “Rabbimiz, bizi zalimler
topluluğuyla birlikte kılma” diyen A’raf ehli.
Allah’ın sevgisini kaybettirecek kötülüklerden Allah korkusu ile sakınılır. Rabb’inden
derin saygıyla korkan insan, “Allah, her büyüklük
taslayıp böbürleneni sevmez” (Nisa Suresi, 36)
ayeti gereği, büyüklenmekten şiddetle kaçınır.
Böylece Allah’ın sevgisini kazanmayı umut
eder. Bu yüzden Allah korkusu ve Allah sevgisi
bir aradadır.
Allah’ın bütün isim ve sıfatları, insanda olduğu gibi tüm Kâinatta da tecelli eder ve hepsi
birbiriyle iç içedir. Bediüzzaman, Allah’ın Zatında biri celâlî, diğeri cemalî, iki türlü tecellisi
olduğunu, Celâl’in tecellisinden lütuf ve kahır,
Cemal’in tecellisinden ise hüsün(güzellik) ve
heybetin ortaya çıktığını söyler.
Celal ve Cemal vicdana tecellî ettiğinde
ise reca(umut) ve havf(korku) meydana gelir.
“Sonra irşadın iktizasındandır(doğru yolu
göstermenin gerekliliğindendir) ki, havf ile reca
arasındaki muvazene(denge) devamla muhafaza
edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin
(yönelinsin), havf ile de, eğri yollara gidilmesin;
ne Allah’ın rahmetinden me’yus(umutsuz), ne
de azabından emin olunsun.”
Peki ne kadar korku ve ne kadar umut olmalı
insanda?
Hz. Ömer(ra) örneğini hatırlarsak. Şöyle diyordu o : “Mahşer günü deseler ki herkes cennete
girecek. Ama sadece bir kişi cehenneme girecek. O bir kişi ben miyim diye korkarım. Yine
deseler ki herkes cehenneme girecek ama sadece bir kişi cennete girecek. O bir kişi ben
miyim diye ümitlenirim.”
O halde gücümüz yettiğince korku ve umut…
Allah’a karşı saygı dolu bir korku içinde olmalı
insan. Hiçbir olay karşısında da umutsuzluğa
kapılmamalı, Allah’a dayanıp güvenmeli.
Allah’ın dosdoğru yolu, korku ile umudu
birbirine bağlayan yoldur ki sonunda Sevgiliye
kavuşma umudu vardır. O umutla hep A’raf’da
gibi yaşamalı.
Cennete ve cehenneme gidenleri gören
ancak nereye gideceğini henüz bilmeden bekleyen A’raf ehli gibi. Cenneti ‘şiddetle arzu edip
uman’, cennet ehline selam veren ama gözleri
cehennem halkından yana çevrilince korkuyla,
“Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma”
diyen A’raf ehli.
Bir yanda bizi oraya sürükleyecek davranışlardan hep korkuyla sakındığımız sonsuz
cehennem… Diğer yanda hayatımız boyunca
umut ettiğimiz sonsuz cennet… Kur’an’ın tasvir ettiği bu ortam, şu an yaşadığımız andan
daha gerçektir. O halde A’raf halkının yaşadığı
korku ve umut, kalbimizde yoğun bir şekilde
hissetmemiz ve yaşamamız gereken duygulardır. Ki Rabbimiz bizi sonsuz kurtuluşa ve
mutluluğa iletecek olan bu iki duygu için dua
etmemizi buyurur;
“…O’na korkarak ve umut taşıyarak dua
edin. Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.” (Araf Suresi, 56)
Ocak
29
Osman Gülşen:
“Cemaatimiz bize hayır
işlerinde hep destek oldu.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
İ
manî açıdan toplumuz yeniden dirilecekse,
kuşkusuz ki bu dirilişe hayat veren can damarlarından bir tanesi de yaptıkları hayırlı hizmet
ve faaliyetleri ile Müslümanların ilim, irfan ve
ahlaki yönden gelişmelerine katkı sağlayan
örnek imamlarımızdır. Cami imamlarımızın yaptıkları her türlü hayırlı faaliyet,
Müslümanların geleceği için son derece önem arz etmektedir. Burhan
Dergimizin bu sayısında sizleri
İstanbul Şehremini’ndeki Şeyh
Raşid Camii’nde imam hatiplik vazifesine devam eden
Osman Gülşen Hocamızla
tanıştırmak istiyoruz. Mihrap
platformunun kurucularından
olan Osman Gülşen Hoca ilim
ve irfan dünyasından birçok yazarı ve akademisyeni camiye getirerek onları cemaatle
buluşturuyor. Ayrıca mahallede organize ettiği, konferans, toplantı ve iftar yemekleri ile
de cemaatin kaynaşmasına katkı sağlıyor.
Hocanın yapmış olduğu en önemli faaliyetlerden birisi de camii hediyesi olarak
bastırdıkları ve dağıttıkları kıymetli kitaplar. Sizleri kendisi ile yapmış olduğumuz
camiye ve cemaate dair mülakatımızla
baş başa bırakıyoruz.
Muhterem
Osman
Gülşen Hocam… Bizi sizi beş senedir yakından tanıyor ve takip ediyoruz.
Burhan Dergisi okurları için de kendinizi
tanıtır mısınız?
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahirabbil alemin. Ve selatü ve selamu ala seyyidina muhammedin ve ala alihi vessahbihi ve sellim. Bendeniz
1965’te Sinop Boyabat’da doğdum. Ba-
30
Ocak
bam Sinop Boyabat‘ın meşhur hafızlarından
Kadir Hafız’dır. Allah ondan razı olsun babam
bizleri de birer Kur’an sevdalısı olarak yetiştirmeye gayret sarf etti. Biz de onun yolundan giderek imamlığı tercih ettik. İlk imamlık vazifeme 1982’de Boyabat’ın bir köyünde başladım.
Dört yıl kadar da Almanya’da imamlık yaptım.
1994’ten bu yana ise İstanbul Şehremini’nde
bulunan Şeyh Raşid Camii’nde imam hatiplik
yapmaya devam ediyorum. Şeyh Raşid Camii
1974’e kadar bir kadiri tekkesi iken bu tarihten itibaren camii olarak ibadete açılan bir camimizdir. Bize u camide hizmet etme şerefini
lütfettiği için Rabbimize şükrediyorum.
Muhterem Hocam Şeyh Raşid Camii’ne geldiğimizde, hemen kapının üzerinde büyük İslam kahramanı Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e ait “Efendim,
Müjdecim, Kurtarıcım, Peygamberim, Sana uymayan
ölçü hayat olsa teperim” dizeleri ile karşılaşıyoruz. Bu
dizeler bir imam olarak sizin nasıl bir misyon üstlendiğinizi gösteriyor. Size göre bir imamın asli vazifesi
yalnızca namaz kıldırmak mıdır?
”İmam” öncü ve önde giden kimse demektir. İmam namazda önde durduğu gibi din adına, iman adına, Kur’an adına yapılan hayırlı
işlerde de öncülük etmelidir. İmamlığı sadece
namaz kıldırmak olarak algılamak, bu ulvi vazifeyi hafife almak demektir. Biz imamlar olarak
Peygamber Efendimiz aleyhisselatü ve selam’ı kendimize örnek almalı ve o ne gibi hayırlı işlere öncülük
ettiyse biz de ona öncülük etmeye çalışmalıyız. Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, size hayat bahşedecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve
Resûlü’ne icabet edin…” (Enfal, 24) Bu ayet-i kerimede de işaret buyurulduğu üzere biz imamların da
en büyük görevlerinden birisi, insanları “hayat verecek o şeye” yani Kur’an’a ve sünnete çağırmaktır.
Kur’an ve sünnet ölçülerini kendi hayatımıza
taşıdığımız gibi, bu ölçülerin evimizde, mahallemizde, şehrimizde de yaşanabilmesi için
gayret sarf etmektir. İşte biz bu duygularla Üstad Necip Fazıl’ın bu veciz sözünü camimizin
dış cephesine astık.
Muhterem Hocam imamlık vazifesi insana nasıl
bir sorumluluk yüklemektedir? Bize bu ağır sorumluktan bahseder misiniz?
Müsaade ederseniz buna bir fıkra ile cevap vermek istiyorum. Nasrettin Hoca’ya bir gün tilkiyi şikâyet etmişler. “Hocam bu tilkiden bıktık, usandık
artık, geceleri gelip tavuklarımızı, kazlarımızı
götürüyor. Okuyacak mısın, üfleyecek misin,
dua mı edeceksin? Ne yapacaksan yap” demişler. Nasrettin Hoca da onlara demiş ki: “Siz onu
yakalayın bana getirin ben ona gereken cezayı vereceğim.” Tabi köylüler bir tilkiyi yakalamanın
ne kadar zor olduğunu biliyorlar. Fıkra bu ya, tilkiyi yakalayıp Hoca’ya götürmüşler. Hoca tilkiyi sağa
çevirmiş sola çevirmiş, şöyle bir bakmış; “Seni yaratan da ne güzel yaratmış” demiş. Bu arada da
sarığını çıkartmış, tilkinin kafasına geçirmiş, sonra da
salıvermiş. Oradakiler bu işe çok kızmışlar; “Hocam
biz onu güç bela yakaladık, sen ona hani ceza
verecektin. Onu saldın, gitti” demişler. Hoca demiş ki: “Ben ona en büyük cezayı verdim. Şimdi
dağa gittiği zaman, bir yanlış yaptığında ona
sürekli diyecekler ki; ‘Başındaki sarığından
utan, sen nasıl bu yanlışları yapıyorsun?’ Bu
ceza da ona yeter.” Tabi bu fıkradan bizim çıkarmamız gereken bir ders var. Toplum imamlara bir
konum biçmiştir, bir misyon yüklemiştir. Hocanın her yaptığı hareket toplum tarafından
dikkatle izlenmektedir. Bunun için imamlar
bir hocaya yakışacak şekilde hareket etmelidir. Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede bizi şöyle uyarmaktadır: “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi
unutuyor musunuz?” (Bakara, 44) Onun için biz
imamların cemaate anlattıklarımızı önce kendimizin
uygulaması gerekiyor? Cemaate bir türlü söyleyip
kendisi öbür türlü yaparsa, ona da fıkradaki gibi “sarığından utan” diyebilirler.
Kur’an ve sünnet ölçülerini kendi hayatımıza taşıdığımız gibi, bu ölçülerin evimizde,
mahallemizde, şehrimizde de yaşanabilmesi için gayret sarf etmektir.
Ocak
31
Bir imamın cemaatle veya mahalleli ile ilişkileri
nasıl olmalıdır?
Cenab-ı Allah kitabında Resulüne; “Sen onlara karşı sert ve kaba olsaydın,(yumuşak ve mülayim olmasaydın), onlar senin etrafından dağılıp
giderlerdi…” (Ali İmran 159) buyuruyor. Peygamber Efendimizin bu ikazına uymak çok önemlidir. Peygamberimize Kur’an’da “Sen usve–i hasenesin”
buyuruluyor. Yani sen en güzel örneksin diyor.
Şimdiki tabirle rol modelsin deniliyor. Demek ki biz
imamlar da kendimize onu örnek almak zorundayız.
O halka, cemaate nasıl yaklaştıysa biz de onun
gibi yaklaşmak zorundayız. Ben mesleki hayatım
boyunca şunu tecrübe ettim. Yumuşak bir şekilde
cemaate yaklaştığımızda, her işimiz daha kolaylaştığı gibi cemaatimiz de bereketleniyor.
Yumuşaklık metodunu uygulamayanlar, hiçbir
gönle giremedikleri gibi, din ve diyanet yolunda bir mesafe de kat edemiyorlar.
Cemaatin cami ve imamla kaynaşması noktasında nasıl bir yol izliyorsunuz?
İşin doğrusu ben cemaatimle arama fazla bir
mesafe koymam. Onların seviyesine ya iner, ya çıkarım. Tabi ki ölçüyü de kaçırmadan, aradaki sevgi
saygıyı da bozmadan onlarla latifeler yaparım. Nebevi ölçülere uymak koşulu ile sözlerimizin biraz nükteli,
latifeli oluşu bize bu konuda bir avantaj sağlıyor diye
düşünüyorum.
Bu anlamda mahalleli ile etkileşim kurmada ve
onların gönüllerine girmede “selamlaşma” yöntemini de sıklıkla kullandığınızı görüyoruz. Yolda giderken esnafa ve karşılaştığınız kişilere selam vermeden
geçmiyorsunuz? Bize selamlaşmanın bereketinden
de bahseder misiniz?
Peygamber Efendimiz; “İman etmedikçe
cennete giremezsiniz, Birbirinizi sevmedikçe
de iman etmiş sayılmazsınız. Sizi birbirinizi
sevdirecek bir şey söyleyeyim mi? Aranızda
selamı yaygınlaştırın” (Müslim, İman, 93,94) buyurarak selamlaşmanın önemine ve bereketine işaret ediyor. Ben bu selamlaşmanın bereketini günlük
yaşantımda her zaman görüyorum. Hatta daha dün
bununla ilgili bir şey yaşadım. Tespihim kopmuştu,
Çapa’nın önünde tesbih satan bir kardeşimiz var; ondan bir tespih almaya gittim. Bir tane beğendim, parasını uzattım. “Hocam” dedi “Para istemez.” Ben
de ona para vermeden asla alamayacağımı söyledim.
“Hocam senin selam vermene kurban olayım,
sen her gün buradan geçerken bana selem veriyorsun, senin selamın yeter” dedi. İnanın bana
bu sözü bana çok tesir etti. Biz bu selam vesilesi
ile dine soğuk bakıp da sonradan camiye cemaate karışanları, namaza başlayanları çok
gördük. Bir selam bazen bütün buzları eritiyor.
O kimsenin dine imana bakışını değiştiriyor.
İyi bir imamın cemaatin mutlu ve acılı gününde de yanında olması gerekiyor. Bir hasta ziyareti, bir
taziye ziyareti bu anlamda çok önemli... Sizin bu konuyu ihmal etmediğinizi biliyoruz. Bununla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Sizin de ifade ettiğiniz gibi bu konu çok önemli
bir konudur. Peygamber Efendimiz aleyhis selatü ve
selam da hasta ve taziye ziyaretlerini kendisi ihmal etmediği gibi, ümmetini de bu konuda daima teşvik etmiştir. Sık sık onlara “Bugün bir cenazeye katılan
var mı? Bir hasta ziyaretine giden var mı?” diye
sorarak onlara bu konuda sık sık hatırlatmalarda bu-
Toplum imamlara bir konum biçmiştir, bir misyon yüklemiştir. Hocanın her yaptığı
hareket toplum tarafından dikkatle izlenmektedir. Bunun için imamlar bir hocaya yakışacak
şekilde hareket etmelidir. Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede bizi şöyle uyarmaktadır:
“İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 44)
32
Ocak
lunmuştur. Bununla ilgili bir anımı da sizinle paylaşHayır, hiçbir sakıncası olamaz. Tam tersi bütün
mak istiyorum. Bir kardeşimiz karaciğer nakli olacaktı. bunları çocuk camide yapabilmelidir. Onları görenBabası geldi camiye, ağlıyor, doktorun yoğun bakım- ler de bunu hoş karşılamalıdır. Çünkü cami çocudaki çocuğu hakkında; “Biran önce nakil olmazsa ğun ikinci bir evidir. Çocuğun fıtratı oynamak
bugün yarın gider bu çocuk” dediğini söylüyor. olduğu için, çocuk her yerde oyun oynamak
Annesini kapıda gördüm. “Hocam çocuğum ölü- ister. Ona bazı şeyleri de oynatırken öğretirsiyor, dua eder misiniz?” dedi. O gün ikindi nama- niz. Bunun dinen bir mahsuru yoktur. Peygamber
zına müteakiben cemaate durumu ilettim ve hep be- Efendimiz, hutbesini kesmiş aşağıya inmiş,
raber dua ettik. “Amin” denildi. Kapıdan çıktım ki, torununu sevmiş, okşamış, onun gönlünü albu sefer de kardeşi ile karşılaştım: “Hocam ciğer dıktan sonra tekrar kaldığı yerden hutbesine
bulundu” dedi. Ben o gün Müslümanların toplu du- devam etmiştir. Bu bizim için çok güzel bir ölçüdür.
asının ne kadar tesirli olduğunu daha iyi anladım. Ya- Bizim yaz Kur’an kurslarımızda çocukların on beş darım saat sonra, yine onlara rastladım. “Hocam ame- kikalık bir teneffüsü vardır, o vakitte caminin içinde
liyat için yirmi ünite kana ihtiyaç var” dediler. oynarlar çocuklar. Çünkü camimizin bir bahçesi yok.
Almanya’daki vazifemde de camide çocuklarla “yağ
Bunun üzerine Fatih müftüsünü
satarım bal satarım” gibi
aradım. Tüm imamlara oroyunları çok oynuyorduk.
tak mesaj çekildi. Bu mesaj
Cenab-ı Allah kitabında Resulüne;
Şimdi de onlarla çeşitli
üzerine 20 değil 100’e ya“Sen onlara karşı sert ve kaba
oyunlar oynamaya devam
kın insan kan vermek için
olsaydın,(yumuşak ve mülayim
ediyoruz. Ama diğer tarafhastaneye gitmişler. Şükür
olmasaydın),
onlar
senin
etrafından
tan da çocuklara bu mekâbu kardeşimiz iyileşti. Bize
dağılıp
giderlerdi…”
(Ali
İmran
159)
nın ulviyetini hissettirmeye
de bir kardeşimizin duasını
çalışıyoruz.
buyuruyor.
Peygamber
Efendimizin
almak nasip oldu. İnsanlar
bu ikazına uymak çok önemlidir.
söylemden çok bu tür duEskiye nazaran bu
rumlardaki icraata bakarlar.
Peygamberimize Kur’an’da “Sen
konuda biraz daha bilinç
Çok güzel vaaz etseniz de
usve–i hasenesin” buyuruluyor.
arttı sanırım. Öyle değil mi?
sosyal sorumluluk alanında
üzerinize düşeni yapmadığıEskiden genellikle cami
nızda cemaate tesir edemezsiniz. Cemaat zor gününde sizi yanında görmek ister. Sizi o günde yanında cemaatleri çocukları camiye sokmuyorlardı. Camiyi
gördüğü zaman da samimiyetinizin farkına varır ve pisletir veya camide gürültü yapar diye düşünüyorlardı. Elhamdülillah şimdi artık cemaatler bu
sizi bu sefer daha dikkatli dinlemeye başlar.
konuda daha bilinçli. Çocukları camiye ısınMuhterem Hocam size çok önemsediğim bir dırmak gerektiği artık daha iyi idrak ediliyor.
soru yöneltmek istiyorum. Hocam, üç beş yaşındaki Geçenlerde başımdan geçen bir olayı anlatmak istiçocukların camide halının üstünde yuvarlanmasının, yorum. On-on beş sene kadar önce nikâhını kıydımihrapta oynamasının, minbere çıkmasının bir mah- ğım bir kızımız, Almanya’ya yerleşmiş, geçenlerde
de Türkiye’ye gelmiş. Mahallede karşılaştık. Tabi ben
suru var mı?
kendisini tanımadım, fakat sonradan hatırladım. Bu
kızımız bana dedi ki: “Hocam sizden bir şey rica
edebilir miyim?” Ben de “Tabi buyur” dedim.
“Hocam ben camilerde büyüdüm, benim üç
yaşında bir çocuğum var, eğer müsaade ederseniz, onu camide oynatmak istiyorum.” Ona
ne zaman isterse çocuğunu camiye getirip oynatabileceğini söyledim. Çocuğun caminin havasını şöyle
bir içine çekmesi lazım, minberin mihrabın kokusunu alması lazım, caminin tozunu yutması lazım… Bu
onda kalıcı izler bırakacaktır. Camiyle ne kadar erken
tanışırsa, cami ile bağları o kadar kuvvetli olur. Ağaç
Ocak
33
yaşken eğilir. Çocuk ibadetlere de küçükken
alışır. Benim babam da imamdı. Biz de böyle camide yetiştik. İyi ki de camide yetişmişiz. Şimdide imam
olduğum için çok mutluyum. Hatta diyebilirim ki yeniden dünyaya gelsem yine imam olmak isterdim.
Sizce çocukları camiye çekebilmek için neler
yapılmalıdır?
Bir yerden okuduğum bir hikâye var. Bir adam
çocuğunun en sevdiği oyuncağı alıyor, çocuğuna hediye etmesi için kilisede papaza veriyor.
Papaza da; “Çocuğumu sana getireceğim, gelince bu hediyeyi ona ver” diyor. Bir müddet sonra çocuğu ile gezmeye çıkınca “Hadi yavrum bir
de kiliseye uğrayalım” diyor. Çocuk biraz itiraz
etse de içeri girmeye razı oluyor. İçeri girince papaz çocuğu okşuyor, seviyor, iltifat ediyor ve
hediyesini veriyor. Çocuk buna çok seviniyor.
Ve her hafta kiliseye gitmeyi iple çekiyor. Bunu
biz niye yapmayalım? Neden çocuklarımızı camiden
soğutalım. Biz de elimizden geldiği kadar, her
gelen çocuğa hediye vermeye çalışalım. Kitap
olsun, çikolata olsun, şeker olsun hatta küçük
harçlıklar olsun vermeye çalışabiliriz. Bunu
kendimize prensip edinebiliriz. Biz acizane çocuklara elimizden geldiği kadar hediyeler vermeye çalışıyoruz. Mesela yaz kursumuzda bilgi yarışması yapıyoruz. Geçen sene 20 tane çeyrek altın dağıttık. Bu
sene bir tane bisiklet verdik. Bunun yanı sıra zaman
kopmaması lazım… En azından yaz kurslarında
cami ile irtibatlı olunduğu için, çocukların bu kurslara mutlaka yönlendirilmesi gerekiyor. Çocuklarımız
yazın camide, kışın da okulda bu dersi alarak yaz kış
Kur’an’dan kopmamaları sağlanmalıdır.
Hocam caminize birçok ilim ehli zevatı getirdiniz. Abdullah Yıldız, Cemil Tokpınar, Mustafa
Topaloğlu ve Ahmet Bulut gibi birçok kıymetli isim
caminizde vaazlar verdiler. Bu konuda ne söylemek
istersiniz.
Bizim çok kıymetli bir cemaatimiz var. Bize bu
faaliyetleri yaparken desteklerini esirgemiyorlar. Cemaatimizle birbirimizin işlerini görürken bunu bir zahmet olarak düşünmüyoruz, bunu bir rahmet olarak
görüyoruz. Cemaatimiz bu anlamda bizim yaptığımız
Peygamber Efendimiz, hutbesini kesmiş aşağıya inmiş, torununu sevmiş, okşamış,
onun gönlünü aldıktan sonra tekrar kaldığı yerden hutbesine devam etmiştir. Bu bizim
için çok güzel bir ölçüdür.
zaman dağıttığımız ayakkabı, kemer, saatler, mp3ler
ve kitapların haddi hesabı yok.
hayırlı faaliyetlere hep destek olmuştur. Diğer taraftan Çapa’ya yakın olmamız hasebi ile cemaatimizin
içerisinde çeşitli doktor, eczacı, medikal işleri ile uğra-
Hocam malumunuz artık Kur’an dersleri okullarda da verilmeye başlanıldı. Kur’an derslerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bu tabi çok hayırlı bir hizmet oldu. Okullarda
çocukların Kur’an eğitimi almaları çok güzel
bir şey. Ancak çocuğun mutlaka bu eğitimi
camiden de alması gerekiyor. Çünkü çocuğun cami havasını alması lazım. Yani camiden
34
şan kültür seviyesi yüksek insanlar var. Onun için bu
zevatı camiye çekebilmek için okumuş yazmış birikim
sahibi kaliteli yazarlarımızı, hocalarımızı camiye getirmeye çalışıyoruz. Son olarak bir geçen cuma bir
diş doktorumuz “Eyvah dişim ağrıyor” başlığı ile
bir sunum yaptı. Namazdan sonra da 300 tane
misvak dağıttık. Buradan bize destek olan tüm
cemaatimize teşekkür ediyoruz.
Ocak
Hakikaten Çok Güzel Bir Kitap
Aydın BAŞAR
Ç
ocukken dedelerimiz ve ninelerimiz bize
bazı hikâyeler anlatırlardı. Çok güzel ve
tesirli mesajları olurdu bu hikâyelerin…
Kimisinde hikâyenin kahramanı aslan, tilki, horoz falan olurdu, kimisinde de Behlül Dânâ, Bayezid-i Bistami gibi tasavvufi şahsiyetler…
im
ğabey
a
n
e
iy
s e ki z
k adı y
o
n
t
o
O
“
ra
o
e s on
n
e
s
Gidiş
.
ç
i
t
a
t
k
i
g
b ir
me di
s k e re
n
a
ö
d
a
i
d
ge r
y a şı n
daha
kaldı
r
i
B
e
d
…
e
ş
r
ne
g i di
a;
l dü ,
ö
l adı k ç
r
ı
e
t
d
a
e
h
r
ne
abam
attım’
B
e
.
y
z
i
i
s
n
b elir
to k a d ı
o
”
n
‘Ah be r dururdu…
ana
diye y
Bu anlattıkları hikâyelerin kaynağını ne biz bilirdik ne de büyüklerimiz… Belki de onlar da kendi büyüklerinden işitmişlerdi. Şimdi bu hikâyeleri biz kendi
çocuklarımıza anlatmaya çalışıyoruz. İbret vericiliğine
inanarak, faydasına güvenerek yapıyoruz bunu… Çünkü büyüklerimiz bizim gönüllerimize bu hikâye ve menkıbelerle girmişlerdi. Yalan söylemenin, hırsızlığın,
izinsiz bir şeyler yapmanın, büyüklerden gizli
işler çevirmenin kötülüğünü böyle öğrenmiştik.
Menkıbeleri
küçümsemeyin
Menkıbeleri
küçümsemeyin
Hikâyelerin ve menkıbelerin etkileyiciliğinin farkındayken, üstelik bunlar bize ait ve bizim toplumumuza uygun edebiyat türleri iken, bunları
Ocak
35
küçümsemenin hiçbir zaman doğru olmadığını düşündüm. Herkesin görüşüne, samimi olduğu
müddetçe saygı duymamız gerekir elbette… Onlara
kızmıyoruz ancak; “Menkıbe Müslümanlığı” diyerek dedelerimizin ve nenelerimizin anlattıklarını küçümseyenlerin görüşlerine de katılmadığımızı ifade
etmek durumundayız. Hem benim atalarım putperest olmadıkları için, ben böyle yapmakla Kur’an’ın
nehyettiği atalar dinini savunuyor falan da değilim.
Edebiyatseverlermenkıbeye
menkıbeye
Edebiyatseverler
sahip çıkmalı
çıkmalı
sahip
Edebiyatın büyüsüne inananların, güzel
sözlere hayran olanların, menkıbeye karşı oluşan bu soğuk bakışa karşı durmaları gerektiğini düşünüyorum. Müslümanların yaptığı edebiyatının şiir ve menkıbe üzerine kurulduğunu artık fark
etmeliyiz. Belki bunu fark edersek, yüzlerimizdeki o
donuk ifadenin yerini daha sıcak bir ifade alacaktır.
Edebiyat zihinlere ve yüreklere girebilmek için
bize çok ciddi bir imkân sunuyor. Bu bakımdan edebiyatın Allah’ın güzel nimetlerinden bir tanesi olduğunu inkâr edemeyiz. Ama ne yazık ki tatsız, tuzsuz, ruhsuz, hikmetsiz bir söylemin gönüllere
girmeyeceğini hala fark edemeyenler var. Bilhassa tasavvufun tatlı dilinin insanları etkilemekteki başarısını hala sezemeyenler var…
derlenmesi ile oluşmuş.
Bizim gibi menkıbelerin ve hikâyelerin öğreticiliğine inananlar ve çocuklarına anlatacak
güzel menkıbeler arayanlar için bu eser bulunmaz bir nimet… Eserde çocuklara ve gençlere
anlatılabilecek bir birbirinden kıymetli kıssalara yer veriliyor. Fakat eserin her yaş grubundan
insana hitap eden bir seviyede kaleme alındığını da hatırlatmakta fayda var…
Hayat tecrübelerini
tecrübelerini paylaşıyor
Hayat
paylaşıyor
Menkıbelerle
hikâyelerle
Menkıbelerle
veve
hikâyelerle
anlatmış
anlatmış
Eserin ilk bölümlerde yazarın büyüklerinden duyduğu bazı tasavvufi kıssalar anlatılıyor. Daha sonraki bölümlerde ise yazarın büyüklerinin veya kendisinin bizzat yaşadığı hikâyelere yer
veriliyor. Yazar bu yöntemle önce hayat tecrübelerini
paylaşıyor, sonra da bunun üzerine asıl söylemek istediği mesajını oturtuyor.
Ülkemizin önde gelen iş adamlarından Ahmet
M. Ziylan, İki Çift Söz Yeter adlı kitabında, menkıbeler
ve yaşanmış hikâyelerin imkânından azami derecede
faydalanarak ortaya çok güzel bir eser koymuş. Tasavvufi bir neşveye sahip olan bir işadamı olarak hayat ve iş tecrübelerini bu eserde okuyucuları ile paylaşmış. Eser daha önce müellifin Yüzakı Dergisi’nde
yayınlanan makalelerinin Yüzakı Yayınları tarafından
Okurken çok zevk aldığımız bu tatlı kitapta kuru
nasihatlerden ziyade sahici tecrübelere yer verilmiş.
Hakikaten her biri altın kıymetinde olan bu tecrübelerin paylaşılması çok isabetli olmuş. Eseri okuduğumuzda, üç tane koyun güdemeyen ve hayatlarında hiçbir başarıya imza atmamış kişilerin
yazdığı kişisel gelişim kitaplarının ne kadar
yavan olduğunu fark ediyoruz. Ya da bu kitap-
İnsanların ümitlerini kırmamak gerektiğini, “sen yapamazsın, sen beceremezsin”
diye kimseyi karamsarlığa itmemek gerektiğini ifade ediyor. Bu konudaki pedagojik
yaklaşımını da Edison üzerinden örneklendiriyor.
36
Ocak
ların bizim dinimize ve anlayışımıza uymadığını kavrıyoruz.
Eser, pedagojik açıdan da önemli mesajlar içeriyor. Malum; televizyonlara çıkan uzman veya pedagoglar çocuk yetiştirme ile ilgili bir sürü şeyler anlatıyorlar. Bunların içerisinde doğru şeyler olsa da bilgi
kaynakları bulanık olduğu için içerisinde bir sürü bize
uymayacak bilgiler oluyor. Ahmet M. Ziylan’ın bu
eserini okurken satır aralarında toplumumuzun yapısına uyan çok kıymetli pedagojik bilgilerin olduğunu
fark ediyoruz. Mesela malının kıymetini bilme ve
böylece israftan uzak durma meselesini öyle
güzel anlatmış ki… Bakın babası ve dayısı ona nasıl bu eğitimi vermişler?
Malının
kıymetini
bilmeyi
Malının
kıymetini
bilmeyi
öğrenmiş!
öğrenmiş!
o ayakkabıyı kendi parası ile aldığı için, onun
kıymetini çok iyi bilmiş ve hiç eskitmemiş.
Esasında dayısı ve babası ona malının kıymetini böyle danışıklı bir dövüş yaparak öğretmişler.
Yılmama
ve yıkılmama
Yılmama
ve yıkılmama
eğitimi
de
eğitimi de hayatta…
hayatta…
Farklı zamanlarda üç ayakkabı dükkânı açan
ve hepsini de kapatmak zorunda kalan yazarımız, bu
eserinde hiçbir başarısızlıktan sonra pes etmediğini
ve Allah’a teslimiyet duyguları ile yeni bir işe giriştiğini anlatıyor. İnsanların ümitlerini kırmamak gerektiğini, “sen yapamazsın, sen beceremezsin”
diye kimseyi karamsarlığa itmemek gerektiğini ifade
ediyor. Bu konudaki pedagojik yaklaşımını da Edison
üzerinden örneklendiriyor.
Edison
ampulü
Edison ampulü bulurken
Yazarın çocukluğubulurken 990 tane yol
nu yaşadığı Antep’te o
deniyor ve her seferin990 tane yol deniyor ve her seferinde
dönemler iki tür ayakde başarısızlıkla karşılabaşarısızlıkla karşılaşıyor. Fakat o
kabı olurmuş. Ucuz olan
şıyor. Fakat o yıkılmıyor,
yıkılmıyor, her seferinde; “Hedefe biraz
yemeni ve pahalı olan
her seferinde; “Hedefe
daha yaklaştım” diyor. Sonunda ampulü
kundura… Arkadaşları
biraz daha yaklaştım”
icat edince bu icadını halka tanıtmak
genellikle yemeni gidiyor. Sonunda ampulü
istiyor. Tam ampulü halka tanıtmaya
yerlermiş. Yazarımız ise
icat edince bu icadını halgötürürken, ampulü taşıyan çırağının
dayısının kunduracı dükkâka tanıtmak istiyor. Tam
ayağı kayıyor ve ampul kırılıyor.
nı olduğu için onun bir çift
ampulü halka tanıtmakundurası varmış. O yıllarda
ya götürürken, ampulü
altı yaşında olan yazarımız, bu
taşıyan çırağının ayağı kaayakkabıyı birkaç ayda hemencecik eskitmiş.
yıyor ve ampul kırılıyor. Sonra Edison yine uğraşıyor ve bir ampul daha yapıyor. Bu sefer ampulü
Bir gün babası kapının önünde ayakkabıları- yine aynı çocuğa taşıtıyor. Yine kırarsın hükmünın halini görünce; “Sen bunlara layık değilsin” nü önceden vererek; “Sen kırdın bunu bir daha
diyerek ayakkabıları dama fırlatmış. Yazarımız işitti- taşıma” demiyor. Çünkü o çocuğun yolunu açıği bu azarın tesiri ile çok üzülmüş. O yıllarda An- yor. Yoksa hayatı boyunca orada takılacak. Yazarın
tep’te altı yaşına gelen çocuğu pişsin ve hayatı verdiği bu güzel örnek, anne babalara ve bilhassa
öğrensin diye bir işe verirlermiş. Yazarımız da öğretmenlere pedagojik bir ilke sunuyor: İnsanlara
dayısının kundura dükkânında çalışmaktaymış. Da- başarıyı tattırarak, onlara başarabileceklerini gösteyısı onun bu üzgün halini görünce; “Ne oldu niye rerek, kendilerine güvenmelerini sağlayabilirsiniz…
üzgünsün?” diye sormuş. O da sabah olanları anSabırlı
olmayıdada
latmış dayısına… Dayısı; “Üzüldüğün şeye bak,
Sabırlı olmayı
hahayattan
yattan
öğrenmiş
şimdi gider komşudan sana bir yemeni alırız”
öğrenmiş
demiş. Beraber gitmişler 175 kuruşa borca bir yemeYazarımız sabır eğitiminin de küçük yaşni satın almışlar. Yazarımızın haftalık maaşı 25
kuruşmuş. Yedi hafta çalışmış ve bu ayakkabı- ta verilmesi gerektiğini söylüyor ve bunun da
nın borcunu taksit taksit ödemiş… Yazarımız toplumun içinde pişerek öğrenilebileceğini sa-
Ocak
37
vunuyor. Kendi çocukluğundan güzel bir örnekle bu
meseleyi de çok tatlı bir şekilde anlatıyor:
Çırakken etrafı sac, altı ahşap bir kovayı, ustası
yazarımızın eline verip zaman zaman dükkâna su getirmesini istermiş. O sıralar çocuk olan yazarımız, bir
gün caminin sularının kesik olduğunu görünce, susuz
dönmesinin de uygun olmadığını düşünerek oradaki evlerin kapısını vurmuş ve su istemiş. Dışardaki
bahçe kapısına kadar gelen teyzelerin kimisi kızmış,
kimisi “işim var” demiş ve onu geri çevirmişler. Belki
de bir daha istemesin, alışmasın diye de böyle yapmış olabilirler. Neyse birkaç kapı denedikten sonra,
bir teyze su vermeyi kabul etmiş ve yazarımız suyu
dükkâna götürebilmiş. O kadar zahmetle bulduğu suyu büyük bir mutlulukla ustasına götüren
yazarımız, bir de ne görsün? Ustası suyu almış
ve dükkânı serinletmek için dükkânın önüne
dökmüş. Sonra da kovayı bir daha su getirmesi için ona vermiş. İşte bu da yazarımız için
çok güzel bir sabır eğitimi olmuş…
Kalfalara sabretmek
zordur
Kalfalara
sabretmek
zordur
Sabır ve sebat duygusunu kazanmakla ilgili şöyle bir anısını daha anlatıyor yazarımız. Çalıştığı yerde
bir kalfa kendisini bir kutu jilet almaya göndermiş. O
da bir kutu jilet alıp gelmiş. Kalfa fark ettirmeden içinden bir tane jileti alıp, yerine paslı bir jilet koymuş ve
“Al bu kalitesiz malı götür geri ver” demiş. İade
etmek için gittiği bakkal amca, içini açmış bakmış ki
içinde paslı bir jilet var. “Bu yaşta beni kandırmaya utanmıyor musun?” diyerek, yazarımızı bir güzel dövmüş.
Bir çocuk için bu olay gerçekten de bir sabır
imtihanı… Fakat yazarımız bu tür olayların insanı
pişirdiğini söylüyor. Bu ve benzeri olaylara rağmen
yazarımız ustaların ve kalfaların kahrını çekmiş ve sonunda o sanatı en iyi bir şekilde öğrenerek kendisi de
bir usta olmuş. Şimdi Türkiye’nin en büyük ayakkabı
firmasının sahibi olan yazarımız, belki de bu sabrı sayesinde bu günlere gelmiş.
Ağlatan
ekmek
de olur!
Ağlatan
ekmek
de olur!
Yazarımız israfla ilgili olarak da eserinde iki tane
yürek acıtan anısını anlatıyor ki bunların ibret vesikası
olarak ders kitaplarına girmesi gerekir diye düşünüyoruz. Yazarımızın annesi bir gün çöpe atılmış
bütün bir ekmek görüyor ve eve döndüğünde
hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Annesine
neden ağladığını soran yazarımız, annesinin
bu ekmeği görünce bir anısının aklına geldiğini ve onun için ağladığını öğreniyor.
Annesi 14 yaşında genç bir kız iken bir
dönem evlerinde bir lokma bile ekmek olmazmış. Antep harbinde asker olan amcası, kendilerine verilen günlük bir ekmeğin hepsini yemeyip bir kısmını onlara ayırırmış. Annesi ve
diğer kardeşleri yirmi dört saat o ekmeği beklerlermiş. Akşama doğru amcası geldiğinde de
o ekmeği kapışırlarmış.
Bir gün sabah yazarımızın annesi kendi annesini üzüm yapraklarını çiğnerken görmüş. “Ne
Sonra Edison yine uğraşıyor ve bir ampul daha yapıyor. Bu sefer ampulü yine aynı
çocuğa taşıtıyor. Yine kırarsın hükmünü önceden vererek; “Sen kırdın bunu bir daha
taşıma” demiyor. Çünkü o çocuğun yolunu açıyor. Yoksa hayatı boyunca orada takılacak.
38
Ocak
yapıyorsun anne?” demiş. Anneannesi önce söylemek istememiş ama annesinin ısrarı üzere söylemek
zorunda kalmış. Fedakâr anne akşam gelen ekmeği
çocuklar yesin diye yememiş ve üzüm yaprakları
ile midesini susturmaya çalışmış. Yazarımız bu olayı
ve annesini gözyaşlarını hiçbir zaman unutamadığını söylüyor. Ekmekleri israf eden insanlarımız
keşke bu hikâyeden ibret alsalar…
kadar küreklerle çuvallara kar basıp, onu da şerbetçiye götürmüşler. Akşam olduğunda un alacağız diye
sevinçli bir şekilde evlerine doğru dönerken, dayısı
ve vergi memuru gelmiş ve “kar basmışsın paran
vardır” diyerek para istemişler. Babası; “Bu çocuklar üç gündür aç ona göre isteyin” demiş. Buna
rağmen dayısı babasının kuşağına elini atmış ve parasını almış. O gece pestil yiyip yatmışlar.
Kara
unun
hikâyesi
Karadüşen
düşen
unun
hikâyesi
Sabah olunca yine pestil yemişler. Bir bakmışlar
ki yine kar yağmaya başlamış. Yine çok sevinmişler
Eserdeki en güzel bölümlerden birisi de baba- ve beraber kar basmaya gitmişler. Akşam olduğunda
sının yürek burkan bir anısına yer verdiği Yaşayış parayı tahsildara kaptırmadan eve gelmişler. Evde
Farkı başlıklı bölüm. Yazarımız bölümün sonunda bir kap olmadığı için annesi bir örtü vererek abisini
bu yaşanmış hikâyeyi herkesin duymasını istediği- un almaya göndermiş. Fakat abisi bir türlü gelmek
bilmemiş. Bunun üzerine
ni söylüyor. Gerçekten de
Annesi 14 yaşında genç bir
babası ile birlikte ona baksahibi olduğu nimetlerin
kız iken bir dönem evlerinde bir lokmak için dışarı çıkmışlar.
farkında olmayan insanlama
bile
ekmek
olmazmış.
Antep
harYolda bir adam; “Oğlun
rın ders alması gereken ibbinde
asker
olan
amcası,
kendilerine
unu
karın çamurun üsretlik bir hikâye anlatılıyor
verilen günlük bir ekmeğin hepsini yetüne dökmüş, toplamabu bölümde…
Yameyip bir kısmını onlara ayırırmış. Anya çalışıyor” demiş. Abizarımızın babası, babasınnesi
ve
diğer
kardeşleri
yirmi
dört
saat
sinin olduğu yere gitmişler
dan şunları duymuş:
o ekmeği beklerlermiş. Akşama doğru
ve görmüşler ki abisi unu
karların çamurların üstüne
amcası geldiğinde de o ekmeği kapışırEskiden Antep’te şerdöküvermiş, ne yapacağını
larmış.
betçiler olurmuş. Kar yağşaşırmış bir vaziyette topladığı zaman çuvallarla şermaya çalışıyor.
betçilere kar götürüp, akşam
olunca da iki kilo un parası kadar bir ücret alırlarmış.
Bir gün kar yağınca o zaman çocuk olan yazarımızın
dedesi, bugün kar taşıyacağız, un alıp ekmek yiyeceğiz diye sevinmiş. Babası ve abisi ile birlikte akşama
Abisi babasını görünce hemen ayağa kalkmış.
Babası abisine öyle bir tokat atmış ki abisi neredeyse
yere yıkılacakmış.
Ümitleri yıkılmış bir vaziyette eve dönmüşler. İki
gün akşama kadar çalıştıkları halde bir sıcak ekmeğe
hasret kalmışlar. Sonra ne mi olmuş yazarımızın dedesi anlatmaya devam ediyor:
“O tokadı yiyen ağabeyim birkaç sene
sonra on sekiz yaşında askere gitti. Gidiş o gidiş… Bir daha geri dönmedi nerede öldü, nerede kaldı belirsiz. Babam hatırladıkça; ‘Ah ben
o tokadı niye attım’ diye yanar dururdu… ”
Bize de bu ibretli hikâyeyi dinledikten sonra,
bir pirinç tanesinin veya ekmek kırıntısının ne kadar büyük nimetler olduğunu idrak etmek ve şükretmek düşüyor.
Ocak
39
KAYA GAZI: ENERJİ MERKEZİ ORTADOĞU’DAN KAYIYOR MU?
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ
D
ünyada meydana gelen nüfus artışı ve hızlı ekonomik büyüme daha yüksek enerji
talebi sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
Klasik enerji anlayışına göre, geleneksel enerji tedarikçi bölge ve ülkelerin bu çerçevede önemimin artacağı
yönündeydi. Çünkü AB ve ABD’nin artan enerji
erjiyi
n
e
e
v
ak
u l a şm
haiz
e
y
i
j
e
r
n
e
i
n
s
i
E
j
e kn o l o
t
omik
n
a
o
m
k
e
n
a
n
ku l l
i
ülkeni
r
i
öneml
b
k
n
a
e
o lm
i ç in
ı
s
a
m
k al k ı n
ridir.
i
b
n
a
lard
u n su r
talebiyle birlikte, zaten enerji bağımlısı olan bu
bölgelerin enerji bağımlılığı artacaktı. Fakat son
20 yılda meydana gelen enerji alanındaki sessiz devrim
bu klasik enerji arz-talep algısında derinden ve oldukça
somut bir şekilde değiştiriyordu. Peki, bu son dönemde
Suriye ile savaşın eşiğine gelen dünya’da enerji fiyatlarının dalgalanmaması ve batının artık Ortadoğu’yu sadece dünyanın yegâne enerji merkezi olarak görmemesini
etkileyen bu gelişme nedir? Enerji dengeleri ve bu dengelere bağlı olarak Ülkelerin ulusal güvenliklerini etkileyen politika yapım süreci değişiyor mu? Artık Batı için
Ortadoğu sadece İsrail’inin güvenliği mi? Dünya enerji
arz ve talebini derinden etkileyen yeni enerji kaynağı
kaya gazı yenidünya eko-politiğine olan etkisi nedir?
40
Ocak
İnsanlığın en önemli ve vazgeçilmez saydığı ihtiyaçlardan birisi şüphesiz ki enerjidir.
Enerji, ülkelerin ekonomik gelişmişliklerini ve
ulusal güvenliklerini derinden etkileyen temel
bir olgudur. Şöyle ki ülkelerin refah düzeyleri bir
yandan kişi başına düşen milli gelirle değerlendirilmekle beraber, öte yandan aynı zamanda
kişi başına enerji tüketimiyle de değerlendirilmekte ve enerji, ekonomik bir gelişme aracı
olarak görülmektedir. Tarihte enerjiye ulaşmak ile
ekonomi arasında sıkı bir ilişki vardır. Nitekim İngiltere kömürü enerji kaynağı olarak kullanarak,
insan gücüne dayalı üretim modelini terk etmiştir. Kitle üretim imkânlarıyla diğer ülkelere göre
üretim maliyetlerinde mukayeseli üstünlük elde etmiştir. Şöyle ki İngiltere’de meydana gelen sanayi devrimi Osmanlı sanayisini olumsuz yönde
etkilemiştir. 19. yüzyılda Sanayi Devriminin sonuçlarının Osmanlı dünyasına etkisi ile birlikte dokumacılık gerilemeye başlamıştır. Osmanlı imalatının
büyük çoğunluğunu küçük ölçekli zanaatkârlar tezgâhlardan sağlamıştır. XVIII. yüzyılın
son otuz yılında ve XIX. yüzyılın ilk yıllarında
Osmanlı pamuklu tekstil üretimi yaklaşık 12
milyon nüfusun oluşturduğu iç pazarın ihtiyacını karşılayabilmekteydi. Fakat XIX. yüzyıl başlarında bu alanda da gerileme başlamıştır. Sanayi
Devrimi’nin sonuçlarının ortaya çıkmaya başlaması ile birlikte Avrupa’da makine ile üretilen mallar Osmanlı pazarlarına girmeye başlamıştır. Bu malların fiyatları ucuzluğu ile Osmanlı iç
tüketiminde önemli bir yer almaya başlamıştır. 1812
senesinde İşkodra’da 200, Tırnova’da 2000
tezgah çalışmaktayken 1831 senesinde tezgah
sayısı İşkodra’da 40’a, Tırnova’da ise 200’e
düşmüştür. Bu düşüş eğilimi yüzyıl boyunca sürmüş
fakat yine de tam anlamıyla ortadan kaybolmamıştır.
Dolayısıyla, enerjiye ulaşmak ve enerjiyi
kullanma teknolojisine haiz olmak bir ülkenin
ekonomik kalkınması için en önemli unsurlardan biridir. Ekonomik gelişmişlikle birlikte artan
enerji talebi ülkeleri sürdürülebilir enerji arzı sağlama-
ya bu kaynakları çeşitlendirmeye ve verimli kullanılır
bir hale getirmeye itmiştir. Bununla birlikte enerji teknolojisi ya ithal edilmiş veyahut ülkeler kendi bilgi ve
deneyimleriyle gerekli teknolojiyi üretmişlerdir. Teknolojiye sahip gelişmiş ekonomilerin tersine, enerji
zengini ülke ve bölgeler yapısal politik ve ekonomik
sorunlar ile karşı karşıyadırlar. Enerji zengin ülke
ve bölgelere bakıldığında politik ve ekonomik
istikrardan bahsetmek oldukça güçtür. Bu Ülke
ve bölgeler; Ortadoğu, Kuzey Afrika, Hazar bölgesi, Orta Asya, Rusya, İran ve Latin Amerika
dır. Bu ülkelerin birçoğu son yüzyılda istikrarlı ekonomik ve politik bir yapıya sahip olamadılar. Önemli nedenlerden bir tanesi ise Enerji bağımlısı
Ülkelerin bu bölgeler üzerinde ki emperyalist
baskılarıdır. Manidardır ki, dünya fosil enerji kaynaklarına sahip ülke ve bölgeler ekonomik ve politik
istikrardan uzakken enerji bağımlısı Batı ekonomik
açıdan gelişmiştir.
Özellikle Batılı Devletler bu yaşamsal ihtiyaçları sağlamak amacıyla özellikle son yüzyılda enerji
kaynaklarına sahip olmak, olamadığı takdirde de bu
enerji kaynaklarının dağıldığı veya yoğunlaştığı bölgelerde kontrole sahip olmak, kaynakların üretilmesinde, farklı amaçlı kullanımlara dönüştürülmesinde
ve dağıtımında söz sahibi olmak istemişlerdir. Bu
talepler her devletin günümüzde en stratejik
Osmanlı imalatının büyük çoğunluğunu küçük ölçekli zanaatkârlar tezgâhlardan
sağlamıştır. XVIII. yüzyılın son otuz yılında ve XIX. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı
pamuklu tekstil üretimi yaklaşık 12 milyon nüfusun oluşturduğu iç pazarın ihtiyacını
karşılayabilmekteydi.
Ocak
41
hedefi haline gelmiştir. Nitekim ABD’nin Irak
müdahalesinin altında yatan en önemli sebeplerden birinin yoğun enerji kaynaklarına sahip
olan bu bölgeyi kontrol altına almak olarak iddia edilmektedir. Çünkü ABD enerji bağımlısı
bir ülkedir. Amacı ise bu bağımlılığı azaltmak
veya enerji arzını kontrol ederek enerji güvenliğini sağlamaktır. Dolayısıyla, enerji bağımsızlığı ile
siyasi bağımsızlık ve ekonomik istikrar arasında güçlü
bir ilişki bulunmaktadır. Özellikle ekonomik gelişmişlik açısında oldukça ileri bir noktada olan
Avrupa Birliği, Rusya’ya olan enerji bağımlılığından dolayı hayli tedirgin olmakta ve enerji
arzını çeşitlendirmenin yollarını aramaktadır.
Etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklarıyla, ticaret yollarının kesiştiği, dünya fosil
enerji kaynaklarının yaklaşık %70’ine sahip
olan Ortadoğu günümüzde bölgesel ve küresel
güç odaklarının merkezinde yer almaktadır. Bu
merkez I. Dünya savaşından itibaren kaynamaktadır.
Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin çöküşünden
sonra sürekli adını siyasi istikrarsızlıklar ve
çatışmalar ile duyurmuştur. Son yüzyılda yaşanan bu siyasi istikrasızlığın altında ise bölgenin sahip
olduğu zengin fosil rezerv zenginlikleri ve İsrail’inin
güvenliği yatmaktadır. Fakat 2000’li yılların başında Kuzey Amerika’da gerekli teknolojik
yeniliklerin elde edilmesiyle üretilmeye başlayan kaya gazı pek çok dengeyi değiştireceği
gibi Orta Doğu’ya duyulan enerji bağımlılığını
azaltacak bir etkiye sahiptir.
Önceden var olduğu bilinen bu gaz formu yeterli ve feasible üretim tekniklerinin yokluğundan üretilemiyordu. Fakat Kuzey Amerika’da geliştirilen
sistemle artık üretimi mümkündür. 2000’li
yılların başından itibaren ABD geliştirdiği
teknoloji ile kaya gazı üretimine başlanmıştır.
Kaya gazı, yatay sondaj ile hidrolik kırma yöntemleri
ile elde edilen ve yeryüzüne taşınabilen ana kayayı terk etmeyen bir gazdır. 2011 yılda ABD’nin
toplam kaya gazı üretimi 17 milyar metreküp
olmuştur. Yapılan tahminlere göre 2030 yılına kadar ABD toplam doğal gaz ihtiyacının
yarısını kaya gazından elde edecektir. Üretilen bu doğal gaz miktarı ile ABD dünyanın en
büyük doğalgaz üretici ülkesi durumuna gelmiştir. IEA tarafından yayınlanan World Energy
Outlook’a göre petrol ve doğal gaz üretimde
ABD, 2017 ile 2035 yılları arasında dünya
global enerji üretiminde ilk sıraya yükselecektir. Öngörülen bu enerji üretimi gerçekleştirildiği taktide ABD enerji ithalatı kalmayacak
ve toplam doğal gaz ihtiyacının %55’ini kaya
gazından elde edecektir.
Global Kaya Gazı Rezerv Alanları
Kaynak: U.S Energy Information Administration After Advances Resources: http://www.ogj.
com/articles/print/volume-111/issue-12/exploration-development/shale-gas-and-oil-fundamentally-changing-global-energy-markets.html
Şekilde, kırmızı ile gösterilen alanlar kaynak tahminli kaya gazı rezervlerini göstermektedir. Sarı bölgelerler ise kaynak tahmini olmayan
rezerv bölgeleri göstermektedir. Şekilden de anlaşılacağı gibi klasik fosil yakıtların tersine, kaya gazı dünyada daha dengeli bir dağılıma sahiptir. 2013 Uluslararası Enerji Ajansı verilerine gore, Dünyada
43 ülke teknik olarak çıkarılabilir kaya gazına
sahiptir. Toplam kaya gazı rezervlerinin %15’i Çin,
2013 Uluslararası Enerji Ajansı verilerine gore, Dünyada 43 ülke teknik olarak
çıkarılabilir kaya gazına sahiptir. Toplam kaya gazı rezervlerinin %15’i Çin, %11
Arjantin, %10 Cezayir, % 9 ABD, %8 Kanada, %7 Meksika, %6 Avustralya, %5 Güney
Afrika ve %4, Brezilya, Venezüella, Polonya, Ukrayna, Fransa ve Libya’ya aittir.
42
Ocak
%11 Arjantin, %10 Cezayir, % 9 ABD, %8 Kanada, %7 Meksika, %6 Avustralya, %5 Güney
Afrika ve %4, Brezilya, Venezüella, Polonya,
Ukrayna, Fransa ve Libya’ya aittir.
gazı rezervlerine sahipler. Sadece çıkarımı için
ileri teknoloji ihtiyacı gereksimi olan kaya gazı üretiminin 2020 yılına kadar dünya’da birçok ülkede üretimine başlanılacağı tahmin edilmektedir. Ortaya çıkacak yeni resim en çok klasik rezerv
ülkelerini etkileyecektir.
Veriler ışığında dikkat edilmesi gereken önemli
bir nokta ise Çin’in dünya kaya gazı rezervlerinin yaklaşık olarak %15’ine sahip olmasıdır.
Dünya fosil enerji kaynaklarının çoğuna
Ekonomik gelişime bağlı olarak son 10 yılda Çin’in sahip ülkeler İslam ülkeleridir. Bu ülkeler şimdienerji tüketimi %150 oranında artmıştır. 2010 ye dek enerjiyi kalkınma aracı olarak değil sadece bir
yılında Çin dünyanın en çok enerji tüketim ihraç kalemi ve gelir getirici bir kalem olarak gördüler.
ülkesi durumuna gelmiştir. Bu bağlamda ener- Ekonomik kalkınma için dünyanın diğer tüm
ji bağımlılığı artmış ve dışa olan petrol bağımlılı- bölgelerinden daha fazla enerjiye sahip Ortağı
% 40’a yükselmiştir. Enerji güvenliği doğu ve OPEC ülkeleri bu avantajlarını şuana
açısından kaynakları çeşitlendirme ihtiyacı artmış ve kadar üretim sürecine katamadılar. Çünkü sabir yenilenebilir enerji kaynayileşme son derece zayıf
nağı olan güneş enerjisi yabu bölgelerde. Oysa yazıtırım oranları ciddi ölçüde
nın başında bahsedildiği
artmıştır. Fakat dünya energibi enerjiye sahip olmak
İslam ülkeleri bugün halen cari
ji ajandasında meydana geve üretim sürecine ucuz
olarak tüketilen fosil yakıtların
len son değişmeler Çin’i de
girdi olarak katmak bilmek
merkezi durumundadır. Bu avantajın
çok yakından etkilemiştir.
bugün ki sanayileşmenin
Çevresel olumsuz etkianahtarıdır.
bir an önce üretimle buluşması
leri sınırlı olan bu eneroldukça önemlidir.
ji kaynağı türü de olan
Globalleşen dünya’da
kaya gazı Çin’ de bolca
bilgi toplumu olma özeliğini
bulunmaktadır.
Fakat
daha artırmaktadır. Yetersahip olduğu bu enerji
li bilgi ve teknolojiye sahip
türünün bolluğuna rağmen
toplumlar bir zamanlar ekonomik olmayan enerji
Çin’de henüz yeterince çalışma yapılmamak- formlarını dahi günümüzde yüksek teknolojik imkântadır. Çin bu yeni enerji formunu çıkarmak için ye- lar ile ekonomik hale getirebilmektedirler. Kaya gazı
terli teknolojiye sahip değildir. Bu bağlamda dış devrimi ile birlikte 2030’lu yıllarda Orta Dodesteğe ihtiyaç duymaktadır.
ğuya olan doğal gaz enerji bağımlılığının %20
Dünya enerji talebinin ağır taşları bugün
artık dengeleri değiştirecek olan zengin kaya
’nin altına düşmesi beklenilmektedir. Dünya
enerji üretiminde ABD, Çin ve AB’nin ilk üç sırada
olması tahmin edilmektedir. Ucuz enerji girdisi ayrıca bu ülkelere rekabet üstünlüğü sağlayıp Ortadoğu,
Rusya, İran, Kuzey Afrika ve Latin Amerika’ya olan
bağımlılığı azaltacaktır. Böylece, enerji fiyatlarında ki
dalgalanmalar azalacaktır. Ayrıca, Rusya ve İran’ın
enerjiyi siyasi bir güç olarak kullanma kabiliyetleri
düşürülüp elde edilen yeni enerji kazanımıyla AB ve
ABD dünya üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda
ortak politika belirlemede daha rahat olacaklardır.
Örneğin, Ortadoğu’ da artık İsrail’in güvenliğine dair daha somut politikalar görmek mümkün olacaktır.
İslam ülkeleri bugün halen cari olarak tüketilen fosil yakıtların merkezi durumundadır.
Ocak
43
Bu avantajın bir an önce üretimle buluşması
Ortadoğu sahip olduğu enerji kaynakla-
oldukça önemlidir. Enerji aynı zamanda bu ülke-
rıyla bulunduğu bölgedeki ülkelerin gelirlerini
ler için ekonomik ve politik entegrasyon için bir araç
artırmaktadır. Fakat şuana kadar ucuz enerji girdi
olma özelliğine de sahiptir. Fakat bilindiği gibi ekono-
olarak sanayileşmenin düşük olmasından dolayı üre-
mik büyüme ve istikrar aynı zamanda politik istikrar-
tim sürecine etkin bir şekilde katılamamıştır. 40-50
dan ve kararlılıktan geçmektedir. Bu ise mevcut yapı-
yıl kadar ömür biçilen petrolün aksine doğal
sı ile birçok İslam ülkesinde yoktur. Bilgi toplumu
gazın ömrü Amerika başlayan kaya gazı devri-
olma ve üretme İslam ülkelerinin sahip olması
mi ile daha da artmıştır. Sadece kaya gazının
gereken oldukça hayati konulardır.
ABD’nin iç enerji üretimine 100 yıllık katkısı olasıdır. Bu durum enerji yoğunluğunu Ortado-
Tıpkı kendini en kötü senaryo göre hazırlayan
ve enerjinin suyunun suyunu çıkaran ve enerji ve-
ğu’dan Amerika kıtasına kadar götürmekte ve Çin ve
ABD’ye tarihi bir fırsat sunmaktadır.
40-50 yıl kadar ömür biçilen petrolün aksine doğal gazın ömrü Amerika başlayan
kaya gazı devrimi ile daha da artmıştır. Sadece kaya gazının ABD’nin iç enerji üretimine
100 yıllık katkısı olasıdır.
rimliliğini en üst düzeyde tutan Japonya bu yönüyle
İslam toplumuna örnek olmalıdır. İslam dini tasarrufu emrediyor. Bugün sadece tasarruf klasik
olarak algıladığımız az tüketme değil aynı za-
KAYNAKÇAKaynakça
An HIS Report (20129, ‘ America’s New Energy Future: The Unconventional Oil and Gas Revolution and the US
Economy’ Volume 1: National Economic Contributions.
manda daha az tüketmenin teknolojik olarak
elde edilmesi ve mevcut kaynakların üretim ve
tüketim verimliliğinin artırılmasıdır. Bu durum
CHIROL, Valentına, The Middle East Question or
Some Problems of Indian Defence, London, John Murray, Albemarle Street 1903.
İslam toplumuna aynı zamanda bilgi toplumu olma
özelliğini de yüklemektedir. Batı toplumu enerji
yoksunu olmasına rağmen gerekli bilgi ve do-
DEMİRBAŞ, Ayhan, 2003, Fuelwood Characteristics
of Olive Husk and Walout, Sunflower and Almound Shells,
Energy Sources, No 25.
nanımla bu eksikliğini enerji zengin ülke ve
bölgelere teknoloji transferi ile telafi etmiştir.
Hatta kaya gazı gibi yeni enerji formlarıyla gelecekte ki enerji bağımlılığını tersine çevirme
ihtimalini güçlendirmektedir.
IEA (2013), Annual Energy Outlook, http://www.eia.
gov/energy_in_brief/article/about_shale_gas.cfm
EIA (2013), ‘Technically Recoverable Shale Oil and
Shale Gas Resources: An Assessment of 137 Shale Formations in 41 Countries Outside the United States, U.S.’Energy
Information Administration, June, 2013. http://www.eia.gov/
analysis/studies/worldshalegas/
Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara Üniv. DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi,
Cilt:26 Sayı: 46 s.56
F. J. Moberly, Irak Seferi 1914-1918, C. 1, Osmanlıcaya Çeviren: Binbaşı Mehmed Cemal, Matbaa-i Askeriye,
İstanbul 1928 (Ekli Haritalar).
Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve
Büyüme 1820-1913 İstanbul: Tarih Vakfı 2005. s. 127.
44
Ocak
Meal Müslümanlığı ve Din’de Zorlama
Murat TÜRKER
D
in ile irtibatını meal okumaya hasretmiş bir
mü’minin, mesela el-Bakara 2/256’da geçen
“Din’de zorlama yoktur” hükmünden ne anlamasını bekleriz?
Bu âyetle olan ilişkisini âyetin meali ile (daha
doğrusu meal yazarının âyeti nasıl anlayıp çevirdiği ile)
sınırlayan birinin, söz konusu ‘zorlama’nın Din’in içinde
mi, dışında mı; Din’e girmeden önce mi, yoksa Din’e
girdikten sonra da mı vs. olduğu hususundaki kanaati
nasıl şekillenecektir? Ben söyleyeyim… Tefsire, yani
bu âyetin tefsirle ilgilenen ilim ehlince nasıl anlaşıldığına müracaat etmediği müddetçe, ‘zorlama yoktur’un altını büyük ihtimalle yaşadığı
devrin yönlendirmesiyle şekillenen kendi zihnî
kabulleriyle dolduracaktır.
Ve tahmin edilmesi hiç zor değil; ‘zorlama’ kelimesini duyunca al görmüş boğaya dönecek ölçüde
şartlanmış modern bir zihnin, şahsî tecrübe ve gözlemleriyle varacağı sonuç, “Din’e girerken de, girdikten
sonra gereklerini yerine getirme hususunda da
herhangi bir zorlamanın olamayacağı” yargısıdır.
Bakın problem nasıl dal-budak sararak büyüyor:
Evvela, etkisinde olduğu zihnî kuşatma nedeniyle, ‘zorlama’ kelimesine zaten alerjik bir tepkiyle yaklaşıyor. Kafasında, ‘zorlama’nın her türü
baştan tukaka edilmiş durumda. İkinci adımda ise
şu oluyor: Mealle yetinerek âyete yüklediği indî/
keyfî mana sayesinde, kafasında ‘zorlama’ kelimesine karşı muhkemleşmiş olumsuz önyargının Kur’an tarafından da teyid edildiği kanaatine
Ocak
ulaşıyor. (Dikkat edilsin, “Kur’an tarafından” dedim;
doğrusu “meal tarafından” olmalıydı ama okuduğu
şey meal olduğu halde, okuma sonucunda zihninde şekillenen bilgi, ne yazık ki, çoğu meal okuru tarafından
“Kur’an’ın yaklaşımı” olarak takdim ediliyor)
Yani zaten zihinde modern savrulmadan nasibini
almış bir ‘ön kabul’ var. Tefsirden sarf-ı nazar ederek
meal okumak, bu ön kabulün Kur’an tarafından da teyid edildiği zannına vücut veriyor. Neticede zihnî ‘ön
kabul’, Kur’an destekli (!) ‘ön yargı’ya dönüşüyor.
Oysa basit bir tefsir tetebbuatı bile, ilgili âyetteki ‘zorlama’nın Din’e girme konusu ile sınırlı olduğu,
Din’e giren birinin ise mükellefiyetleri konusunda pekâla
mecbur tutulabileceği gerçeğini keşif için yeterli olacaktır.
İkna olmayanlar, dört mezhebin kaynaklarına bakarlarsa, bu mezâhibin ittifakla, müslümanın çeşitli müeyyidelerle namaz kılmaya ‘zorlanabileceğini’ söylediğini göreceklerdir.
Dolayısıyla “Meal okumama propagandası
yaparak insanların Kur’an ile irtibatını törpülüyorsunuz!” tespitinin, ne yazık ki pratikte hiçbir karşılığı yok. Zikrettiğimiz açıdan meallere mesafeli
durmak, Kur’an ile irtibatı güdükleştiren değil,
tam tersi, Kur’an’la irtibatı daha sahih bir zemine oturtan bir yaklaşımdır.
Kaldı ki ben, soranlara, “mutlak manada meal
okumamasını” değil, “mealle yetinecekse meal
okumamasını” tavsiye ediyorum.
45
Yatsı Namazının Vakti
Ne Zaman Çıkar?…
Hüsyin AVNİ
Kuyuya bir taş daha atıldı… Zır câhil ve
edebsiz yine zırvaladı… Ümmetin İmamlarının
tamamı namaz vaktiyle alakalı bir âyeti -hâşâyanlış anlamış veya doğru anlamış ama saptırmış; lâkin Vatikan işbirlikçisi megalomani cüce
bir vatandaş doğru anlamış…(!)
ş öy l e
ve
am
azz e
h
in t
ş
a
e
n
All
ü
“G
lı k
dır :
a
t
k
karan
a
e
c
m
e
r
g
u
n
buy
nd a
ğ ru
ı l m a sı
r
y
a
dos do
n
ı
e
z
d
a
e
te p
am
ve
d ek n
a
öğ l e y i
y
,
a
ı
c
z
n
a
ı
s
m
ba
na
r.
e t i ki
2 Bu ây
aktadı
m
r
.”
u
.
l
d
kı
un
d e bu l
n
i
ç
i
ı
akşam
c el l e
46
Eskinin demagoglarında ve iğrabçılarında1
ne de olsa bir mikdar edeb ve haya vardı; şimdikilerde ise usturaya sürülecek kadar bile olsa bunlardan bir şey kalmamış… Ağız kalaba lığı ile becerilen
yanıltmalarla doğruyu yanlış veya hakkı batıl göstermek hokkabazlığı içinde olan eskinin muğâlata erbabı
hiç değilse şimdikiler kadar kendini derhal ele verecek
kadar basit ve mübtezel değillerdi; kısa müddet için
de dahi olsa muhâtablarını yanıltmaya muktedir
idiler. Şimdikiler ise tam bir şaklaban manzarası arz
etmektedirler. İşleri külahtan tavşan çıkarmak seviyesizliğinde bile değil… İlla da hiç söylenmeyenin söylenmesine meraklı olmak ve kilitlenmek hastalığına mübtelâ
olanlara, bu isteklerini yetiştirmek maskadıyla yalan uyduran iğrâb erbâbı bunlardan çok daha az haysiyyetsiz
idiler…
Ocak
Neyse meselemize gelelim…
Namaz
Vakitlerini
Namaz
VakitleriniGösteren
Gösteren
Ây etler…
Âyetler…
Âyetlerin namaz vakitlerini göstermesi
-Sünnet’in beyânı olmadan- çok da açık değildir. Dolayısıyla aşağıda gelecek olan isrâ sûresinin
yetmiş sekizinci âyetinin namaz vakitlerinin
tamamını gösterdiğini kesin yolla söylemek
doğru değildir. Evet, âlimlerin çoğu bu âyette
beş vakit namaza işâret edildiğini ifâde etmek
tedirler; lâkin bu, sadece işâret mertebesinde
olup kesin ve net değildir ve bunun yanında
farklı görüşte olanlar da vardır. Nitekim
Allâme Cessâs şöyle diyor: Allah’ın Kitâb’ı,
beş vakit namazı içinde bulundurmaktadır.
Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Güneşin tam tepeden ayrılmasından gece karanlık basıncaya dek namazı dosdoğru kıl..”2 Bu
âyet iki namazı, öğleyi ve akşamı içinde bulundurmaktadır.
Allah teâlâ şöyle buyurdu: “Gündüzün iki
tarafında namazı kıl…”3 Bu iki taraf ikindi ve sabahtır.
Allah teâlâ yine şöyle buyurdu: “Geceden (akşama veya sabaha yahut da her ikisine) yakın bir
zamanda da (namazı dosdoğru kıl)…”4 Yatsıyı kast
etmektedir.
Allah teâlâ şöyle buyurdu: “Güneşin doğmasından ve batma(sın)dan evvel Rabbinin Hamdi ile (O’nu) tesbîh et.”5 Bu ikisi de yine sabah ve
ikindidir. [Cessâs’dan Nakil Bitti.]6
Görüldüğü gibi Cessâs meseleye başka bir şekilde bakıyor. Doğrusu, yukarıda geçen âyetlerin birincisi olan İsra (78)’den Sünnet ve İcma delilleri
olmadan beş vakit namazı ve sınırlarını çı-
karmak imkânsızdır. Namaz vakitleri içün bu
âyet başlıbaşına yeter bir delil sayılacak ise,
öğleyin güneşin zevâlinden gece zifiri karanlık basmasına kadar durmadan namaz kılmak
mecburiyeti olurdu ki bunu ancak bir dîvâne
iddiâ edebilir…
Âyette geçen “Ve Ku’râne’l-fecr” şayet “Ve
sabah namazını da (ıkâme et)” şeklinde tercüme
etmek ancak mecâza gitmekle mümkin olabilirken
Cessâs’ın yaptığı gibi “Sabah namazının kıraatini
de (ıkâme et)” biçiminde bir mana vermekte ise bu
mecaz yoktur. Ancak bilenler bilir ki, hakîkî manaya
mâni bir delil veya ipucu yokken mecaza gidilemez.
Şu halde anlaşmazlık bu mâni karinenin bulunup
bulunmadığına dönmekte, Cumhûr ‘Vardır ve bu
Sünnet’in beyanıdır’ derken kimisi de ‘yoktur’
demektedir. Ayrıca da dilde “kırâeti ıkâme etme”nin dilde bilinmediğini iddiâ etmektedirler. Alâ külli
hâl bu âyette -Sünnet’in beyânı bulunmadan- iki
vakit namazdan, yani ikindi namazından ve akşam
veya yatsının birinden açık olarak söz edilmemektedir: Şâyet illa da bu âyet beş vakti bildiriyor deniliyorsa, “ğaseku’l-leyl” gece karanlığının toplanması,
tam bir karanlık halinin çökmesi kimilerince “ğâye’nin muğay ya’ya dahil olması”nın caiz olduğu kabûl edilen noktalardan olması takdirinde kaide
icabı ‘Bu zaman akşamı ve yatsıyı içine alır ve
yatsı fecrin doğuşuna kadar devam eder’ denilebilir; buna ilim, akıl ve idrak dâiresinde hiçbir mani
de yoktur.7 Âyetteki “Ve Ku’râne’l-fecr” terkibini “fecrin yoğunluğu” diye çevirmek ise Rahmân
sûresindeki “lâ yeltekıyân” yani “Buluşmaz ve
kavuşmazlar” cümlesini kahramanımızın hemşerisi bir “hoca”nın(!) “yalıtkan” diye tercüme etmesi kadar güldürücü ve öldürücü… “ğaseku’l-leyl”
“gece karanlığı nın toplanması”nı bazen şafağın
kaybolması bazen de gece yarısı diye tercüme etmek,
yarısı yanlışa alet edilen bir doğru, yarısı da delilsiz bir
uydurmayı bulunduran tenakuz dur…
Ahmed, İbnu Hibbân ve Nesâî Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan rivâyet
etmişlerdir: “Ümmetime meşakkat vermeyecek olsaydım, yatsıyı elbette gecenin üçte
birine veya yarısına tehir ederdim.”8
Ocak
47
Namaz Vakitlerini Gösteren Hadîsler…
Namaz Vakitlerini Gösteren
Hadisler…
Sünnet namaz vakitlerini beyan etmektedir; bu hususta hadîsler vardır. Bunlar neredeyse sayılamayacak kadar çoktur; onlardan
daha çok akşam ve yatsıyla alakalı olan birkaç
tanesini getirmekle iktifâ edelim:
Ahmed, İbnu Hibbân ve Nesâî Ebû Hureyre
radıyallahu anhu’dan rivâyet etmişlerdir: “Ümmetime meşakkat vermeyecek olsaydım, yatsıyı
elbette gecenin üçte birine veya yarısına tehir
ederdim.”8
Ahmed, Tirmizî ve başkaları Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan rivâyet etmişlerdir: “Ümmetime
meşakkat vermeyecek olsay dım, onlara kesinlikle yatsıyı gecenin üçte biri ne veya yarısına
bırakmalarını emrederdim.”9
Buhârî, Ebû Hureyre’den rivâyet etmiştir:
“Nebi sallallahu aleyhi ve selem yatsı namazını gecenin yarısına kadar bırakmıştır.”10
Ahmed, İbnu Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Dâvûd ve
Nesâî, Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhumâ’dan
rivâyet etiler: “Akşam namazının vakti şafak
kaybolmadığı müddetçedir; yatsının vakti de
gecenin yarısı na, ortasına kadardır.”11 “Ardından akşamı, şafağın kaybolmasının önüne
kadar geçiktirdi; sonra da ona yatsıyı emretti ve gecenin üçte biri geçince kıldı. Sonra da
‘Namaz vakitlerini soran nerededir?’ buyurdu.
Bunun üzerine bir adam ‘Ben’ dedi. O da ‘Namazın vakitleri bu ikisinin arasında olduğu gibidir’ buyurdu.”12
Abdurrezzak, İbnu’l-Münzir ve Beyhakî, İbnu
Abbâs radıyallahu anhumâ’dan şöyle dediğini rivâyet
etmişlerdir: “Öğlenin vakti ikindiye, ikindinin
vakti akşama, akşamın vakti yatsıya, yatsının
vakti de (sabah namazının girdiğ vakit olan) fecr(in
doğuşuna kadar) dır.”13
Nesâî Enes radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini
rivâyet etmiştir: “Resûlüllah sallallahu aleyhi ve
selem son yatsı namazını gecenin yarısı geçene kadar geciktirdi.”14
Ahmed İbnu Hanbel ve Müslim Âişe radıyallahuanhâ’dan şöyle dediğini rivâyet etmişler dir: “Nebi
sallallahu aleyhi ve selem bir gece yatsıyı kılmaktan geri durdu ve nihayet gece nin çoğu
gitti ve mesciddekiler uyudular. İbnu Bekr
‘uyudu’ dedi. Sonra çıkıp namaz kıldı ve ‘Ümmetime meşakkatli olmayacak olsaydı bu (vakit) kesinlikle yatsının vaktidir’ buyurdu…. ”15
Abdurrezzak ve Beyhakî şöyle dediler: Bize
İbnu Abbas radıyallahu anhumâ’nın şöyle dediği
rivâyet edildi: “Yatsının vakti sabah namazına
kadardır.” Yine İbnu Abbâs ve Abdurrahman İbnu
Avf radıyallahu anhum’dan “Fecr(-i sadık girdik)den
önce hayızdan temizlenen bir kadın hakkında
‘Akşamı ve yatsıyı kılacağı’ bize rivâyet edildi.”16
İbnu Ebî Şeybe Atâ, Tâvûs ve Mücâhid’den
şöyle dediklerini rivâyet etti: “Kadın güneş batmadan temizlenirse öğleyi ve ikindiyi, fecrin
doğmasından evvel temizle nirse akşamı ve
yatsıyı kılar.”17
Ahmed, Tirmizî ve başkaları Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan rivâyet etmişlerdir:
“Ümmetime meşakkat vermeyecek olsay dım, onlara kesinlikle yatsıyı gecenin üçte biri
ne veya yarısına bırakmalarını emrederdim.”9
48
Ocak
Malik Ömer radıyallahu anhu’dan (atadığı valiye veya kadıya) şöyle dediğini rivâyet etti: “Yatsı
namazını da şafak kaybolduktan gecenin üçte
birine kadar olan zamanda kıl,” dedi.18
Yine Malik, Ömer radıyallahu anhu’dan şöyle
dediğini rivâyet etti: “Yatsıyı uyumadığın müddetçe geciktir.”19
İmâm Mâlik’in yukarıda da geçtiği gibi gecenin
üçte biri veya yarısına kadar yatsının kılınabileceğini
rivâyet etmesinden sora O’na yatsı vaktinin akşam
şafağın kaybolmasıyla çıktığını iftira edebilmek câhillik değilse hâin lik, o da değilse geri zekâlılık veya
hayâsızlıktır.
Mâlikî ileri gelen imamlarından biri olan İbnu
Rüşd de şöyle diyor: “Yatsının vaktinin fecrin
Yine Mâlik, İbnu Ebî Şeybe ve Beyhakı, Ömer doğmasından sonra çıktığında müctehidlerin
radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler: söz birliği, öncesinde ise ihtilâfları vardır. İbnu
“Şayet (yatsıyı kılmayı) geciktirirsen, gecenin Abbâs radıyallahu anhumâ’dan bize gelen rivâyetler
de yatsının vakti sabaha kadardır. Öyleyse vakyarısına kadar (bırak.)”20
tin hükmünün çıkmasında ittifak edilen vakitle beraber olması vâcibdir;
İbnu’l-Kasim
şöyle
zannedersem Ebû Hanîfe
dedi: Malik’e namazı gecede buna hükmetmiştir.”23
nin üçte birine kadar geEvet, yatsının faziletli
ciktirmekte olan sınır boyNesâî Enes radıyallahu anhu’dan
vakti vaktin başı, ihtiyalarında düşman karşısında
ri kerahetsiz vakit üçte
şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
nöbet bekleyen bekçiler
bire veya gece yarısına
hakkında sorduk: O, bunu
“Resûlüllah sallallahu aleyhi ve selem
kadar olan vakit, keraşiddetle inkâr etti. Sanki O
son yatsı namazını gecenin yarısı
hetle beraber olan cevaz
şöyle diyordu: Onlar insan14
vakti de fecrin doğuşuna
geçene kadar geciktirdi.”
ların kıldıkları gibi namaz
kadar olan vakittir. Onu
kılarlar dedi ve insanların
ilk vaktinden geri bırakmakıldıkları (ilk) vakti güzel gönın mekruh luğunun şiddet
rüyordu.21
derecesi ile bazı mevsimlerde
biraz geciktirmenin müstehab olup olmaması hususİmâm Beyhakî es-Sünenü’l-Kübra’sında “Yat- larındaki ictihad farkları ise değişik deliller ve onların
sının son vakti” başlığını attıktan ve yatsının gece- nasıl anlaşıldığı ile alâkalıdır.
nin üçte birine veya yarısına kadar bırakılabileceğine
dair hadisleri getirdik ten birkaç sayfa sonra “Yatsı
Hâsılı, “İyice karanlık çökünce yatsının
namazının kılın masının câiz olduğu son va- vaktinin sona ereceği”ni söyleyebilmek klinik bir
kit” şeklinde bir başlık daha atıyor ve yatsının cevâz vak’adan ibârettir. Hakkında her şeyin söylenmiş olvaktinin fecrin doğuşuna kadar devam ettiğine dair mamasının âdeten imkânsız oldu ğu namaz vakti gibi
bir mevzuda, Selef ve hatta Halef tarafından söylenrivâyetler yapıyor.22
meyeni söylemek cinne ti şöyle dursun, söylenenin
aksini söylemek ahmaklıktan başka bir şey değildir.
Sahîh ve sâbit Sünnet ile Ümmet’in imamlarının hepsine karşı takınılan bu tavır -kim ne derse desin- bir
Donkişotluk psikolojisini de geride bırakmaktadır.
Nes’elüllahesselâmeh….
Efendiler Efendisi şöyle buyurdular: “Sizin
fetvâ vermeye en cür’etkâr olanınız cehenneme en çok cesaretli olanınızdır.”
Yine şöyle buyurdular: “Şubhesiz ki Allah
ilmi, kullardan söküp çıkararak almaz. Lâkin
Ocak
49
ilmi âlimleri almakla alır. Artık hiçbir âlim bırakmayınca insanlar câhil başlar edinirler. Onlara (fetvâ) sorulur; onlar da ilimsiz olarak fetvâ verirler Bu yüzden saparlar ve saptırırlar.”
Yine buyurdular: “Kime ilimsiz olarak fetvâ verilirse, günahı o fetvayı verenedir.” “Kime
sağlam olmayan bir fetvâ verilirse, onun günahı ancak o fetvâyı verenedir.”
(Dârimî (159), İbnu Mâce (53), Hâkim (1/183)
ve “Buhârî ve Müslimin şartlarına göre sahîhdir” dedi. Beyhakî, el- Kübrâ (10/112) Ebû Hureyre
radıyallahu anhu’dan.
Kaynaklar
1 “İğrâb”, garib bir şey bulup getirmek, söylenmeyeni veya söylendiği bilinmeyeni bulmak getirmek, illâ da orijinal bir şey söylemiş olmak demektir.. Bu bir çeşit ruh
hastalığıdır ki bu hastalık geçmişte birçoklarını hadîs uydurmaya itmiştir. Şimdiki iğrabçılar
ise hadîs değil de hüküm uydurmaktadırlar. Değişen bir şey yoktur; hastalık ve alametleri
aynıdır. 2 İsra: 78 3 Hûd:114 4 Hûd:114 5 Kaf:39 6 Cessâs, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî
(1/509) 7 Biraz açacak olursak: Meselâ “Bu işi şu vakte kadar yapın” deniliyorsa, buradaki
“kadar”dan sonraki vakit önceki vakitin cinsinden değilse, “kadar”dan sonrası öncesinin
dışında kalır. “Geceye kadar oruç tutun” denildiği zaman oruç “gece”ın başında biter.
Oruç “gündüz” tutulduğundan ve “gece” ise “gündüz” cinsinden olmaması sebebiyle
oruç tutmakta “gece” “gündüz”e dahil olmaz. Ancak “ilâ”dan sonrası “ilâ”dan öncesinin
cinsinden ise sonrası öncesine dâhil olur. Âyette geçen “ilâ (…kadar)”ın öncesi “muğayyâ”
(sonu bildirilen namazın dosdoğru kılınacağı vakit), “ilâ”dan sonrası da “ğâye” (namazın kılınacağı son vakit). Buradaki “el-leyl” (gece), mağrib (akşam) ile fecr (sabah) arası
olmakla, akşam ve yatsı gece cinsindendirler. Öyle isi gecenin zifiri karanlığı vakti, yani
şafağın kaybolması ile sabah arasındaki vakit ile akşamla yatsı arası gece cinsindendirler.
Buradaki ğâye olan ve sabaha kadar devam eden /“Ğaseku’l-leyl”/ zifiri gece karanlığı ile
güneşin batmasından “ğaseku’l-leyl” arasına kadar olan zaman gece cinsindendirler. Öyleyse buna göre “ğaseku’l-leyle kadar” sözü “sabaha kadar” demek olur. 8 Ahmed (2/50),
İbnu Hibbân (1531,1538,1539), Nesâî, el-Kübrâ (3033,3034,3035,3037), ve başkaları. 9
Ahmed (2/250), Tirmizî (167), [Tirmizî, “Bu hadîs, hasensahîhtir” dedi], İbnu Mâce (691),
Ebû Hureyre’den. 10 Buhârî (575,630,811,5531,5532) Enes radıyallahu anhu’dan. 11
Ahmed (2/223), İbnu Ebî Şeybe (3247), Müslim (612), Ebû Dâvûd (396), Nesâî (522)
ve başkaları Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhumâ’dan. 12 Ahmed (5/349), Tirmizî
(151,152) ve başkaları. Tirmizi “Bu, hasen, garîb, sahih bir hadistir” dedi. 13 Abdurrezzak, el-Musannef (226), İbnu’l-Münzir, el-Evsat (971), Beyhakî, el-Kübrâ (1/366), İbnu
Abbâs radıyallahu anhumâ’dan 14 Nesâî (5202), Enes radıyallahu anhu’dan 15 Ahmed (6/150), Müslim (638) ve başkaları. 16 Abdurrezzak, el-Musannef (1285), Beyhakî,
el-Kübrâ (1/376) 17 İbnu Ebî Şeybe (7285) Bu Allahu a’lem namazların cem edilebileceği
zaman içindir; yoksa içinde bulunduğu vakti kılar. 18 Mâlik (6) Ömer radıyallahu anhu’dan. 19 Mâlik (7), Ömer radıyallahu anhu’dan. 20 Mâlik (1/7,H:8), İbnu Ebî Şeybe
(3358), Beyhakî (1/445) 21 El-Müdevvene (1/156) [İlmiye,1415] 22 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ (1/373-377) 23 İbnu Rüşd, Şerhu Bidâyetil-Müctehid (1/230-231)
50
Ocak
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz.
Buyuruyor ki;
“Emrolunduğun şeyi açıkla!”1 ayetini okuyan bir yönetici, toplumu
yönetme konusunda bu ayetin ulaştığı zirvenin üzerine nasıl çıkabilir? Mütefekkir
olduğunu zanneden kişi, “İyiliği emret, cahillerden yüz çevir”2 ayetinin
hakikati ortadayken, hikmet asasına dayandığını nasıl iddia edebilir? Kudret
lisanı, “De ki, hakk Rabbinin katındadır. O halde isteyen ona inansın,
isteyen inkar etsin”3 ayetini okuduktan sonra, çeşitli problemleri edebi yönden
nasıl çözebiliriz? “Allah adaleti, ihsanı, yakın akrabaya vermeyi emredip
fuhuş, kötülük ve azgınlıktan nehyediyor”4 ayeti ortadayken, beyan ilmine
sahip olan kimse, nasıl olur da artık beyan hakkında konuşabilir? Bir rasathaneci,
“Allah gündüzü geceye, geceyi gündüze girdirmiştir. Güneşi ve ayı
onların emrine vermiştir. Bunların her biri takdir edilen zamana kadar
dönerler”5 ayeti Kur’anı kerim’de mevcut iken, nasıl olur da elindeki aletiyle bu
ayet-i kerimeyi aşabilecek tarzda kainatı gözetler.
“Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda gerçekten
akledenler için büyük ayetler vardır”6 ayetin bağlayıcılığından sonra,
nasıl olur da “taayyün felsefecileri” kainatın özünü ortaya çıkarabilirler?
“Ey Muhammed! De ki, gökten ve yerden size rızkı veren kimdir?
Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü
yaratır. Onlara: “İşleri kim yönetiyor” diye sorulsa, Allah diye cevap
vereceklerdir”7 ayetinin şiddetli darbesi ortadayken, nasıl olur da yanlış kanaat
sahibi kişiler, kainat olaylarıyla müjdelenir ve kendisini gerçek fail olarak tayahhül
edebilir? Allah’ın rahmetinden uzak olan kimse, “Hakkında bilgi sahibi
olmadığınız hususlarda niçin mücadele ediyorsunuz?”8 ayeti mevcut iken
nasıl olur da va’d ve vaidi yalanlama konusundaki sakat anlayışını kesin doğru
kabul edebilir?
Kaynaklar
1. el-Hicr, 15/94 2. el-A’raf, 7/199 3. el-Kehf, 18/29 4. en-Nahl, 16/90 5.
Fatır, 35/13 6. el-Casiye, 45/4 7. Yunus, 10/31 8. Al-i İmran, 3/66
Ocak
51
Araba Kullanma Psikolojisi
M. Emin Karabacak
İnsanların kişiliğini tanımanın en kolay
yollarından biri de onları doğal olarak gözlemlemektir. Çünkü insanlar doğal oldukları zaman kişiliklerini davranışlarına yansıtırlar.
Bir insanla sözel olarak iletişim kurmadan
r
i hiçbi
l
i
d
t
u
n v üc
e z.
İnsanı lan söylem on
ya
siy
zaman insan direk me
e tl e
i ç in
Onun kendini den un
s
a
b a şı n d e ğ i n d e n y o k i l i
cut d
y e te n
ü
v
n
a
nd
ya
olduğ u şiliğ ini or ta
ki
gerçek yacaktır.
ko
kişiliğini anlamanın yollarından biri de onları
araba kullanırken gözlemlemektir.
Bir insan direksiyon başında arabaya nasıl yön veriyorsa kişiliğiyle birlikte hayata da o
şekilde yön veriyor demektir (İnsan Sarrafı Olmanın Yolları). İnsanın arabaya ve hayata yön veren
kişiliğini tanımak için de direksiyonu tutuşu ve
kurallara uyuşuna dikkat edebiliriz.
Bunlardan Bazı Örnekler:
Elleri ile direksiyonu ikiye on kala şeklinde
tutuyorsa sorumluk sahibi, güven verici bir kişiliğe sahiptir.
52
Ocak
Bir insan direksiyon başında arabaya nasıl yön veriyorsa kişiliğiyle birlikte
hayata da o şekilde yön veriyor demektir (İnsan Sarrafı Olmanın Yolları). İnsanın
arabaya ve hayata yön veren kişiliğini tanımak için de direksiyonu tutuşu ve kurallara
uyuşuna dikkat edebiliriz.
Direksiyonu avuçlarının içi ile değil de
parmaklarının ucu ile tutuyorsa umursamaz ve
düşüncesiz bir kişiliğe sahiptir.
Ellerini direksiyonun altında birleştirenler kibar¸ nazik ve idealisttir. Bunlar hayatın
tadını çıkarmaya çalışan¸ hiç kimseyle problemi olmayan, kendisiyle barışık insanlardır.
Sağ eliyle direksiyonu tutup sol elini arabanın camından çıkararak araba kullanma ise
hava atmaktan öte¸ aşağılık kompleksleri olduğunu ve kendilerine güvensizliklerini gösterir. Ancak müziği sonuna kadar açarak bunu
kapatmak istemektedirler.
Kollarını gererek direksiyon tutup sırtını
koltuğa iyice yaslayanlar ise vurdumduymaz¸
tasasız ve gamsız insanlardır. Bunlar dünyaya
boş ver havasında oldukları için araba kullanırken olduğu gibi hayatta da çok hata yaparlar.
Her iki elini direksiyonun alt tarafından
tutarak araba kullananlar ise iddiası olmayan,
Vücudunu öne doğru eğik, direksiyona sarılırcasına tutanlar ya acemi sürücüdür ya da hayatta olduğu gibi hata yapma korkusu içindedir.
Sürekli sol şeridi kullanmaya çalışanlar
ise ne istediğini bilmeyen, kararsız, düşüncesiz ve çevreye ilgisiz insanlardır.
Direksiyon başında küfreden ve el kol hareketleri yapanlar aşağılık kompleksine kapılmış¸ kendine güvenmeyen, saldırgan kişilerdir.
Bunlar aşağılık komplekslerini ve güvensizliklerini gösteren vücut dillerini gizlemek için
direksiyon başında sürekli el kol hareketleri
yaparlar.
uyumlu ve geçim ehli olan insanlardır. Ama
aynı pozisyonda direksiyona çok sıkı sarılanlar ise kendilerine aşırı güvenen ve başkalarını
hiçe sayan bir kişiliğe sahiptirler.
Öndeki araba ile mesafenin kısa tutulması uyumsuz ve başına buyruk kişilerin davranışıdır. Sollamada mesafenin yakın tutulması
ise saldırganlığın işaretidir.
Direksiyonu elleriyle üstten tutanlar yaratıcı ve saygılı bir kişiliğe sahip olmakla beraber
saldırgan eğilimlidirler.
Frenlerin gıcırdatılması ise gizli bir saldırganlığın işaretidir.
Frene çok erken basanlar ya acemi sürücüdür ya da temkinli yaşamayı seven insanlardır. Frene çok geç basılması ise hayatta olduğu
gibi başkalarının haklarına saygı göstermeyen
düşüncesiz insanların kişiliğini ifade eder.
Sonuç olarak insanın vücut dili hiçbir zaman yalan söylemez. Onun için insan direksiyon başında kendini denetleme yeteneğinden
yoksun olduğundan vücut dili gerçek kişiliğini
ortaya koyacaktır.
Ocak
53
Dinde Sapıtan İlahiyatçı ve Yazarlardan Çarpıtma Örnekleri-3
Yusuf Karagözoğlu
B
a
rüzgar
i
es e n
kökl e r
r
ı
c
n
He
na
alı, i
sağlam
m
a
m
l
a
ı
d
p
r
la
ka
ır. Bir
toprak
d
ı
l
a
ç
m
a
ol
kay
el
r g ibi
a
l
ç
ih am
a
l
ğ
a
s
a
e
n
l
iy
ol a
i
mı İlm lmediklerin
a
d
a
i lim
hın bi
a
l
l
lından
A
k
a
,
e
ç
k
e tti
ğ ini
re t e c e
ğ
ö
o na
,
amalı
m
r
a
k
ı
ç
54
u yazı dizisine önceki konunun devamı olarak
Abdulaziz Bayındır’a Reddiye başlığı adı altında
değineceğiz. Önceleri bir zamanlar Yaşar Nuri
Öztürk “Türkçe ibâdet yapılır mı yapılmaz mı?”,
“Teravih namazı aslında 8 rek’attır, ama 20
rek’at kıldırıyorlar. Aslında böyle bir namaz bile
yoktur” meselelerini ortaya atıp gündemi alabildiğine
allak bullak yapmıştı. Yine bir zamanlar Ankara Üniversitesi İlahiyat profesörlerinden Hüseyin Atay, “Güneş
doğana kadar sahur yemeği yenilir” diyordu. Yakın
zamanda İstanbul Üniversitesi İlahiyat profesörlerinden
Abdulaziz Bayındır “Bilmem şu kadar dakika fazla
oruç tutturarak insanları boşu boşuna fazladan
aç bırakıyorlar” diyor. Aslında yaptıkları açıklamalarla halkın inanç değerlerinde şüphe ve tereddüt fitilini
ateşlemeyi hedefledikleri aşikardır. Kendi zanlarınca
halkı geleneksel dine sarılmakla suçlayan ve akaidin
temel meselelerini sorgulayıp lakayt davranmakta beis
görmeyen bu zevat ciddi ve hassas konuları gayri ilmi
bir şekilde laçkalaştırmaktadırlar. Kur’an islamı adı
altında sünnet düşmanlığı yaparak sünneti vahiyden koparmaya çalışan bu oryantalist aklın bayraktarları kurancı-mealci akımın başını çekmektedirler.
Ocak
ABDULAZİZ BAYINDIR’A REDDİYE
Abdukaziz Bayındır’a Reddiye
Abdulaziz Bayındır tartışmayı seven ama münakaşa üslubundan yoksun, dini bilgisi olan ama
dini hakikatleri çarpıtan bir yapıya sahiptir. Sayın
Bayındır 1986’dan 2012’ye kadar İstanbul müftülüğünün fetva kurulundayken sesi sedası çıkmazken,
ne oldu ki birden diyanet halka 70 dakika fazla oruç
tutturuyor, yok adetli kadın hayızlıyken oruç tutabilir,
Kur’an-ı kerim okuyabilir diyerek haricilere benzemeye çalışıyor; çünkü haricilerden bir kesim, adetli kadının namaz kılmasını da farz sayarlar (Şevkani / Neylul
Evtar) yine mi’racı ve kaderi inkar ederek mutezile
yolunu tutmuş oluyor; çünkü mutezile mucizeyi akla
ters olduğu için reddeder. Sayın bayındır’a ne oldu
ki, medyada kendince hakikatleri söylemeye başladı
(?) İşte 1986 senesinde Altınoluk Dergisi’nde sayın
bayındırın Oruçla İlgili Bazı Fıkhî Hükümler başlığı
altında yazdıkları:
Konuya Ali Eren hocanın sözleriyle devam edelim: Biz de size şunu soralım: İslam fıkhı 1986’da
başka, 2012’de başka mıdır? Fıkhî hükümler her 26
senede bir değişiyor mu? Yoksa değişen İslâmî meseleler değil de siz misiniz?(Ali Eren / Oruç 70 dakika uzun mu tutturuldu? / Kasr- ı Arifan Dergisi Eylül
2012; syf 30-34)
Ya peki İstanbul müftülüğünde fetva kurulundayken ses çıkarmayan suspus olan bayındıra mı
yoksa medyada doğruları çekinmeden söyleyen yiğit
bayındıra mı inanacağız? Bayındır bilmiyor mu ki,
fıkıhta şöyle bir kaide vardır: Bir meseleyle ilgili
olarak ayet yada hadiste açık bir beyan, delil
varsa bu o konuda nass sayılacağından ayrıca
içtihada gerek yoktur, velev ki öyle olsa bile
Selef-i Salihin’in izinden gitmek gerek. Aksi
halde kişinin kendi reyine göre hüküm vermesi o konuda verilmiş olan nassı hiçe saymak demek değil
Bir kadın Ramazanda gündüzün âdet görmeye başlasa veya çocuk doğursa, orucu
bozulmuş olur. Artık âdet ve lohusalık günlerinde oruç tutması câiz olmaz.” (Kaynak:
Altınoluk Dergisi, sene 1986 Mayısı, sayı 003, sayfa: 021.)
“ORUÇ Tutamayacak
TUTAMAYACAK OLANLAR
Oruç
Olanlar
A) Âdetli ve loğusa olanlar
Bir kadın Ramazanda gündüzün âdet görmeye başlasa veya çocuk doğursa, orucu bozulmuş olur. Artık âdet ve lohusalık günlerinde
oruç tutması câiz olmaz.” (Kaynak: Altınoluk Dergisi, sene 1986 Mayısı, sayı 003, sayfa: 021.)
Sayın Bayındırın 86 senesinde yazdıkları ortada; ama şimdi kalkmış o söylediklerinin tam tersini
savunuyor ve o günkü fetvasını (doğrusunu) savunanları kınıyor. Hariciler gibi ben haklıyım, ben doğru yoldayım benim dışımdakiler yanlışta ısrar ediyor
söylemleriyle adeta geçmişte kendi söylediklerini dışlıyor: “Âdetli kadın için ne deniyor? Ramazanda oruç t utmak haramdır. Sen Allah’ın emrettiği zamanda kadına diyorsun ki oruç tutman
haramdır. Görüyor musunuz bozulmaları? Helali haramı koyan kimdir? Allah Teâlâ. Peki
Peygamberimiz’in böyle bir sözü var mı?”
Ocak
midir? Yukarıda açıklamalarını verdiğimiz sayın bayındırın bile bile hatasında ısrar etmesi bunu bilinçli
yaptığını göstermektedir. Aslını söylemek gerekirse
bir müslümanın çizgisi değişmemeli, emrolunduğun
gibi dosdoğru ol (Hud/112) ayetini tüm hayatına
teşmil edip uygulamalı, çizgisinden ödün vermemeli,
duruşu ve şahsiyeti İslami olmalıdır, her esen rüzgara kapılmamalı, inancı kökleri kayaç topraklarda sağlam olan ağaçlar gibi olmalıdır.
Bir ilim adamı İlmiyle salih amel ettikçe, Allahın bilmediklerini ona öğreteceğini aklından
çıkarmamalı, medyatik ve akademik kaygılardan,
farklı açıklamalarla ona buna yaranmaktan vazgeçip
tek başına da olsa hakkı haykırmaktan çekinmeyip
Kuran ve Sünnet yolundan ayrılmamalı; kendi akıl ve
hevasına göre davranarak bidat yoluna girmemeli,
yoksa maazallah amelini boşa çıkarıp kaybedenlerden olabilir.
Şimdi Abdulaziz Bayındır’ın olur olmaz çırpınışlarının ve çok sesli gürültülerinin altında yatan gayri
ilmi ve ciddiyetsiz açıklamalarını ve görüşlerini yakın-
55
dan inceleyelim. Önce Kuran’a abdestsiz dokunulabileceğini söyleyen açıklamalarına bakalım:
Kur’ân’a abdestsiz dokunulamayacağını söyleyenler şu ayete dayanırlar: “O, değerli bir
Kur’ân’dır. Saklı bir kitaptadır. Ona temiz sayılanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa, 56/7779) “Saklı” diye tercüme edilen “meknûn” kelimesi
aynı surenin 23. âyetinde Cennetteki huriler için de
kullanılarak “onlar saklı incilere benzerler” denmiştir. İnci istiridyenin içinde saklıdır, kabuğunu kırmadan ona dokunulamaz. Aynı kökten Türkçemizde
“kın” kelimesi vardır. Kının içindeki kılıca da dokunulamaz. Dolayısıyla bu âyetteki “saklı kitap” levh-i
mahfuzdur. Bu ayete dayanarak Kur’an’a abdestsiz
veya adetli birinin dokunamayacağı söylenemez.
Kur’an, bütün insanlığa gönderilen kitap olduğu için Müslüman olmayanlar da onu ellerine alıp
okuyabilirler. Nitekim Peygamberimiz, dokunacağını
bildiği halde Heraklius’a içinde şu âyet bulunan bir
mektup yazmıştı:
“De ki: Ey Kitap ehli! Size göre de bize
göre de doğru olan söze gelin; Allah’tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşma-
Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz olarak dokunmanın caiz olmadığı görüşü savunanların arasında sahabeden Hz. Ali, Abdullah ibn-i Mes’ûd,
Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdullah ibn-i Ömer, Said ibn-i
Zeyd ve Selmân-ı Fârisî bulunmaktadır. Tabiîn-i Kirâm
arasından Atâ ibn-i Ebi Rabah, İbn-i Şihab ez-Zührî,
Hasan el-Basrî, Tavûs ibn-i Keysân, Salim ibn-i Abdullah ibn-i Ömer, Nehaî ve Medine’nin yedi fakihi
sayılabilir. Bunun yanında dört mezhep imamı da,
Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunulamayacağı görüşündedirler. (el-Hidâye, 1/31; el-Mühezzeb, 1/32;
İkdu’l-cevâhir, 1/62; el-Muknî, 1/56) Bu hususta istisna olarak Malikî mezhebinde, ilim talebeleri ve
De ki: Ey Kitap ehli! Size göre de bize göre de doğru olan söze gelin; Allah’tan
başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Hiçbirimiz, Allah’ın dışında
birilerini rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: Şahit olun, biz ona teslim
olmuş kimseleriz.” (Âl-i İmran, 3/64)
yalım. Hiçbirimiz, Allah’ın dışında birilerini
rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyin
ki: Şahit olun, biz ona teslim olmuş kimseleriz.” (Âl-i İmran, 3/64)
Sonuç olarak abdestsiz veya adetli olan ya da
Müslüman olmayan birinin Kur’ân okuyamayacağını
veya Kur’ân’a dokunamayacağını söyleyenlerin dayandığı sağlam bir delil bulunmamaktadır. Müslüman kadınlar sadece yabancı erkeklerin yanında ve namaz kılarken örtünmek zorundadırlar.
Kur’an okurken ve dinlerken başı örtme görevi
yoktur. Bütün bunlar zaruretten dolayı değildir; Kur’an ve Sünnetin ortak hükmüdür.
56
hocalar için devamlı olarak abdestli bulunmanın zorluğundan dolayı ve aynı şekilde hayızlı
olan kadınların da cünüp kimsenin aksine olarak öğrenme zaruretinden dolayı Kur’an’a abdestsiz olarak dokunulabileceğini söyleyenler
olmuştur. ( Şerhu’l-Kebîr, 1/126) İşte kuranı kerime
abdestsiz dokunulamayacağının kuran sünnet ve icmadan delilleri….
Kur’an’dan Delil: Bu hususta: “Bu kitap, pek
de-ğerli, şerefli bir Kur’ân’dır. O iyi korunmuş
bir kitapta, Levh-i Mahfuzdadır. Ona tertemiz
olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa / 77-79)
ayet-i kerîmesi delil olarak serdedilmiştir.
Ocak
Sünnetten Deliller: Konuyla ilgili hadisler şunlardır: Hakim b. Hizam’dan rivayet edildiğine göre o
şöyle söylemiştir. “Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) beni Yemen’e gönderdi ve bana şöyle buyurdu: “Tâhir/temiz olmadığın müddetçe Kur’an’a
dokunma”. (Hâkim, Müstedrek, 3 485; Dârekutnî,
Sünen, 1/122; Beyhakî, Sünenü’l-kübra, 1/87)
gören taife aslında bidatçilerin önde gidenleridir. Halbuki hadiste bunların özellikleri şöyle anlatılır: “Ahir
zamanda öyle bir zümre zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar. Konuştukları
zaman en hayırlı sözden (Kur’an-ı Kerim’den)
bahsederler. Kur’an-ı Kerim’in kendilerine has
olduğunu ve kendilerinin de Kur’an üzere olduklarını zannederler.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-i
Abdullah b. Ömer’den rivayet edildiğine göre o Sitte, c/16, sh:363) sadece kurana uyarız, sünnet
şöyle demiştir: Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve- bizim için önemli değil hadisleri kurana arz ederiz
sellem) şöyle buyurdular: “Kur’an’a ancak temiz uyanları alırız uymayanları almayız diyen anlayışı şu
olarak dokunulur.” ( Dârekutnî, Sünen, 1/121; Ta- hadisler açıkça yeriyor ve bizleri böyle yapmamız konusunda uyarıyor. “Sakın sizden birini bulmayaberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 1/276)
yım emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan
biri kendisine ulaşınca
İcmâ: Buna Hazreti
koltuğuna yaslanıp “bilÖmer’in müslüman oluşu
miyorum ! Biz ALLAH’ın
delil olarak gösterilebilir.
kitabında ne buluyorsak
Nitekim Hz. Ömer (radı“Bu kitap, pek de-ğerli, şerefli bir
ona uyarız.” derken bulyallahu anh), müslüman
Kur’ân’dır. O iyi korunmuş bir kitapta,
mayayım” (Tirmizi, İbn-i
olmadan önce kız kardeşiMace, Ebu Davud)
Levh-i Mahfuzdadır. Ona tertemiz
ne okudukları Kur’an’ı vermelerini istediğinde kardeşi
olanlardan başkası dokunamaz.”
“Şunu kat-i olarak
ona “sen necisin, ona
(Vâkıa / 77-79)
biliniz ki, Bana Kur’an
ancak temiz olanlar dove onun bir benzeri vekunabilir, gusül al veya
rilmiştir. Karnı tok bir
abdest al” mukabelesinde
halde rahat koltuğuna
bulunmuş, bunun üzerine
oturarak; “Bize kur’an yeHz. Ömer radıyallahu anh, abdest almış ve Tahâ sû- ter! onda helal olarak ne görmüşseniz onu here-i celîlesini okumuştur. ( Dârekutnî, Sünen, 1/123)
lal, neyi de haram görmüşseniz onu da haram
Bizi kuran bağlar, böyle bir şey olsaydı
kuranda geçerdi, itikadi hadisler uydurmadır,
kuranda olmayan şeyler hadislerde de olsa itibar etmeyiz söylemleriyle ortamı bulandırmaya çalışan sünnetsiz islam, kuran islamı sloganlarıyla kendilerinin muvahhid, kurtuluşa eren olarak
kabul ediniz.” diyen bazı kimseler gelmek üzeredir.” (ebu davud 2/610,tirmizi 4/145,ibni mace
1/6 darimi 1/117)
“Gözünüzü açın! Kendisine benden bir
hadis ulaşacak ve o, süslü koltuğu üzerinde
yaslanarak oturmuş halde : “Bizimle sizin aranızda Allah’ın Kitab’ı vardır. İşte, bunda neyi
helal bulursak onu helal sayarız, bunda neyi
de haram bulursak onu haram sayarız” diyecek
bir adam umulur mu? Halbuki şüphe yok Allah
Resulü’nün haram kıldığı şey, Allah’ın haram
kıldığı şey gibidir.” (İbn-i Mace-Ebu Davut, C/1,
sh:6. Delailün Nübüvve, c/1, sh:24.)
Hadis imamı es-Suyuti şöyle demiştir: “Şunu
bilesiniz ki, usul ilminde bilinmiş olan şartları taşıyan kavli olsun, fi’li olsun hadisler hüccettir. Resulullah’ın bu hadislerini inkar eden
Ocak
57
kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar;
Yahudilerle, Hıristiyanlarla veya Allah’ın dilediği diğer kafir fırkalarla beraber haşrolunur.”(İmam Suyuti, Sünnetin İslam’daki Yeri, sh:50.
Umran Yay.İst.)
Hadislerle bize ulaşan akaid meselelerinin hepsi
usul-u dindendir, dinin temel inanç esaslarına aynen
kitap, sünnet ve icmayla gelen şekliyle iman etmek
esastır, şimdiye kadar Peygamberimizin (S.A.V) ashabı, tabiin ve tebe-i tabiin büyükleri, mezhep imamları ve müctehidler dinin inanç esaslarını nasıl anlayıp
iman ettilerse bize de selefin yolunu izlemek düşer,
aksini söyleyip bidat yoluna girmek Müslümanın yapacağı iş değildir. Kimse batıya yaranmak için oryantalist söylemlerle dinde reform başlatmak üzere dinin
akide esaslarını kendine göre yorumlayamaz, şartların değiştiğini söyleyip dini modernizme göre yumuşatarak kolaylaştırmak kimsenin haddine değildir.
Hiç şüphesiz Bayındır’ın itikadi zaaflarını oluşturan buhranlarda ve yanlış akide çizgisinde temel
noktalar mutezilî akıl ve harici kuran yorumuna başvurmasıdır. Akılüstü mucize olan mirac hadisesini
her müslümanın Hz. Ebubekir-i Sıddık’ın iman satfeti ve sadakati gibi kabul etmesi gerekirken çağdaş
modern din anlayışının temsilcileri olan kuraniyyun
ve mealcilik fitnesinin somut örneklerinden Abdulaziz
Bayındır, İhsan Eliaçık ve Mustafa İslamoğlu gibiler
sorumsuz ve reyci (şahsi yorum) davrananların itikadi meseleleri akıl süzgecinden geçirme körlüğüne
ve yanılgısına kapılmaları üzücü ve hayret vericidir.
Halbuki okudukça daha çok sorumlu olmaları gerekirken, bildikleri onları istikametten uzaklaştırıyor,
uzaklaştırmakla da kalmıyor başlarında bulundukları
camiayı, cemaati, vakfı yada teşkilatı da saptırarak
onların yükünü de omuzlarında taşıyorlar. Zira Kuran
ve Sünnette delili olan mirac mucizesini peygamberi
postacı konumuna sokup hafife almak, aklı vahiyden
üstün tutarak rasyonalist ve popülist görüşleri abartarak islam inancının temel meselelerini yani akideyi
sanki müslümanca değil de oryantalistler gibi dışarı-
dan sorgulayıp dinin sabitelerinde eksik yada yanlış yakalama hastalığına tutulmak akıl karı değildir.
Biliyoruz ki Müslüman emir ve yasaklara teslimiyet
ruhuyla yaklaşır, aksi taktirde iştik ve itaat ettik değil
de işittik ve isyan ettik mantığını kullananlar iflah olmazlar, akidenin tevatürle sabit önemli meselelerini
ancak sorumluluk bilinci körelen teslimiyetçi ve halis
niyetten yoksun eleştirel, akılcı ve şüpheci yaklaşım
sergileyen zihniyet rahatlıkla tartışmaya açabilir.
Şimdi de Bayındırın dillendirdiği Hz. İsa’nın
tekrar yeryüzüne inmeyeceğini söyleyen görüşlerine
gelelim. İşte o sözleri: İsa gelecek olsaydı hakkında
ayet olurdu. Hz. Peygmaber’e tabi olacağı söyleniyor.
Bu onun için şeref değil… Mantıklı değil… Hz. İsa’nın
kaldırılması cesedinin orada bırakılmamasıdır. Hadisler konusunda özel bir araştırmam yok ama Kuranda
bu geçmiyor. Ayrıca inanç olabilmesi için hadisin mutevatir olması gerekir.
Hz. İsa’nın nüzulünden bahseden ayetler şunlardır: “O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara
konuşacak…” (Al-i İmran / 46) bu ayette Hz. İsa’nın
beşikte konuşması mucize olduğu gibi yetişkinlikte de
konuşacağı mucizedir. Bu ayet Hz. İsa’nın yeryüzüne
ineceğine delil olan ayetlerdendir. “Ehl-i Kitaptan
her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman
edecektir. Kıyamet gününde de onlara şahit
olacaktır.”(Nisa / 159) Bu ayetin tefsirini şu hadisle daha net anlayabiliriz. “Canım, Kudret elinde
“Ahir zamanda öyle bir zümre zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca
kıttırlar. Konuştukları zaman en hayırlı sözden (Kur’an-ı Kerim’den) bahsederler.
Kur’an-ı Kerim’in kendilerine has olduğunu ve kendilerinin de Kur’an üzere olduklarını
zannederler.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c/16, sh:363)
58
Ocak
Konuyla alakalı neredeyse bütün hadis kitaplarında bir ya da daha fazla rivayet bulunmaktadır.
Hadis-i şeriflerde Hz. İsa’nın nasıl ve nereye ineceği,
hangi özellikleri vesilesiyle tanınacağı, neler yapacağı gibi soruların cevapları vardır. Cumhura göre bu
hadisler “Hz. İsa’nın nüzülünü” bildirmeleri noktasında mütevatirdirler. Nitekim her kuşak ve meşrebten bir çok alim, sarahaten bu hadislerin mütevatir
olduklarını belirtmiştir. Bunlar arasında öne çıkanlar
şunlardır: Taberi, Ebu Huseyn Aburi, İbn Rüşd, İbn
Atıyye, Kurtubi, Ebu Hayyan, İbn Kesir, İbn Hacer,
Şevkani, Sıddık b. Hasan Kınnevci, Kettani, Keşmiri,
İsterseniz konunun mütehassısı ihsan Şenocak
(Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddık el-Haseni, Akihocanın Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceğine dair yazdıdet-u Ehli’l-İslam fi Nüzul-i İsa, Beyrut, 1986, s. 13-6.
ğı makaledeki önemli tespitlere göz atalım: (Zuhruf
) Muhammed Zahid Kevseri,
/ 61) ayetteki (ve innehu)
(Muhammed Zahid Kev“hu” zamiri Hz. İsa’ya dönseri, Nazretun Abire fi Memektedir. İbn Abbas, Mücazaimi men Yünkiru Nuzüle
Güvenilir ve adil hadis alimlerinin
hid, Katade, Hasan Basİsa Kable’l-Ahire, Kahire,
ri, Süddi, Dahhak ve İbn
görüşlerine itimad etmesi gerekirken
1987, s. 104. ) Muhammed
Zeyd’e göre ayetin tefsiri
Sıddık el-Ğumari, Abdulfeto konuyla uzaktan yakından ilgisi
tah Ebu Ğudde.
şu şekildedir; “Hz. İsa’nın
olan Allah’a yemin ederim ki Meryem oğlunun
adaletli bir hakem olarak size inmesi pek yakındır. O gelince haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal o derece çoğalacak ki kimse onu kabul etmeyecektir.”(İbn
Mâce, Fiten: 33; Müslüm, Fiten: 23) “Şüphesiz ki
O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren)
bir bilgidir.”(Zuhruf / 61) ayetindeyse O zamiriyle
Hz. İsa’nın kastedildiği aşikardır, çünkü ayetin siyak
ve sibakı yani öncesi ve sonrası Hz. İsa’yla alakalıdır.
olmayan, hadis ilminden nasipsiz
ortaya çıkması kıyamekelamcıların görüşlerine itibar ediyor.
Mütevatir
olmaları
tin yaklaştığına delalet
hasebiyle “zarurat-ı dieden bir bilgi olacaktır.
niyye”den kabul edilen ve
Çünkü nüzul kıyamet
bu
yüzden “sem’iyyat”a
alametlerindendir.” (Mutaalluk eden hususlar arasınhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhid,
da yer alan nüzul-ü İsa meselesi, tartışma ve redde
Beyrut, 1993, VIII, 26.)
kapalı bir mevzudur. Çünkü tevatür yoluyla sabit
olan her hangi bir hükmün inkarı, Hz. ResululHz. İsa’nın Kıyametin arefesinde tekrar yeryülah’ı da inkar anlamına gelir.
züne ineceği Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan edilmiştir. Bu husustaki hadis-i şerifler tevatür derecesine
Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şelulaşmamış olsalardı dahi yine de ayetler nüzul haki- tut gibi modernist anlayışa sahip kişiler mütevatir
katini tek başına isbata malik olurlardı.
hadislerin gücünü yakinen bildiklerinden hadislerin
mütevatir olduklarını reddetmişlerdir. Böylece de meseleyi itikadi alanın dışına taşımak istemişlerdir.
(Batının Akıl Ocağında Buharlaştırılan Hakikat
Nüzul-ü İsa / İhsan Şenocak)
Her ilim dalında o ilmin uzmanlarına müracaat
etmek gerekir. Bayındır kelamcıları özellikle de mutezileyi taklid ederek mütevatir hadislere ahad hadis
hükmü veriyor, ahad hadislerin de itikadi konularda
kabul edilemeyeceği kararını veriyor. Güvenilir ve
adil hadis alimlerinin görüşlerine itimad etmesi gerekirken o konuyla uzaktan yakından
Ocak
59
Zan ile amel etmek, dünyevi bir zorunluluk olduğu gibi dini bir zorunluluk olduğu da kesindir. Gerçek olan şu ki, dünyevi işlerimizin neredeyse tamamı zan üzerine
kaimdir, bir insan sadece ilerde oturacağım ümidiyle bir ev inşa eder, bir öğrenci yalnızca bitirip mesleğimi alırım umuduyla okula başlar ve hâlbuki bunlar sadece zandır.
ilgisi olmayan, hadis ilminden nasipsiz kelamcıların görüşlerine itibar ediyor. Hadis uzmanı
olmadığı halde Bayındır kafasına göre davranıp reyle
(yorumlamayla) mutevatir hadislere ahad hadistir diyerek kolay ve rahat bir şekilde işin içinden çıkıyor.
Kendisine ilim adamı süsü verilen biri nasıl olup ta
söz konusu Hz. Peygamberin bizlere bıraktığı miras
olan hadislere vurdumduymaz ve gayri ciddi davranabiliyor? Nasıl olup ta patavatsızca hevai ve nefsani
davranarak akli hüküm verebiliyor? Bu konuda sarih
aklın ve sahih naklin çatışmadığı halde nasıl ahkam
kesilip muhalefet edebiliyor?
Son olarak yazımı Ahad hadisin akaidi konularda delil teşkil edip etmediği hakkında Muhammed
Salih Ekinci hocanın sözlerini iktibas etmek ederek
bitirmek istiyorum:
Birçok delil vardır ki, Allah’ın dininde zanla
veya zanna dayalı haber-ul ahâd ile amel edilmesinin vacip olduğunu gösterir.
Birinci delil: Zan ile amel etmek, dünyevi
bir zorunluluk olduğu gibi dini bir zorunluluk
olduğu da kesindir. Gerçek olan şu ki, dünyevi
işlerimizin neredeyse tamamı zan üzerine kaimdir, bir insan sadece ilerde oturacağım ümidiyle bir ev inşa eder, bir öğrenci yalnızca bitirip mesleğimi alırım umuduyla okula başlar ve
hâlbuki bunlar sadece zandır.
Hatta iyi düşünüldüğünde, zanla amel
etmenin rahmet olduğu anlaşılır. Çünkü eğer
insanlar her şeyin akıbetini bilselerdi; yani yakini
bilgiye sahip olsalardı, ileriye yönelik hiçbir ümitleri
olmayacağından, yaşam bir azaba dönüşürdü onlar
için. Kur’an ve mütevâtir sünnetle amel etmenin, ancak ahad haberlerle (hadis) amel etmekle mümkün olabileceğini daha önce belirttik.
Kur’an-ı Kerim amel edilsin diye indirildiğine
göre, bunun yolu sünnetin haber-ul ahâd kısmıyla amel etmekten geçer.
İkinci delil: Yüce Allah der ki: “Şayet bir fasık
size bir haber ulaştırdığında (o haberi) araştırın.” (Hucurat, 6) Bu ayetten anlaşılan, adil kişinin
verdiği haberin araştırılmasının vacip olmaması ve
zan ifade eden haber-i vahid ile amel etmenin caiz
olduğunu gösterir.
Üçüncü delil: Allah Resulü’nün (s.a.v) dini hükümleri tebliğ ve helal-haramı bildirmek için bir takım
elçiler görevlendirdiği mütevâtir rivayetlerle sabittir.
Kimi zaman bu elçiler, beraberlerinde yazılı belgeler taşıdılar. Bu duruma, krallara gönderilen elçileri
örnek verebiliriz. Allah Resulü’nün (s.a.v) emirlerini taşımaları ahâd yolu üzereydi. Bununla beraber, elçiler masum olmayıp taşıdıkları
haber zan çemberine dahildi. Şayet haber-ul
ahâd hüccet olmamış olsaydı, tebliğ görevi ifâ
edilmiş olmazdı.
Dördüncü delil: Sahabiler (r.a) sınırlanmayacak kadar çok vakıalarda adil kişinin bildirdiği haber ile amel edilmesinin vacib olduğuna
icmâ ettiler. Bu vakıalar tek tek mütevâtir derecesine ulaşmasalar da bir bütün olarak mütevatirdir.
Sabit vakıaların tümünü ele almaya kalkarsak buna
nefesler yetmez; kâğıtlar ise yazmakla tükenir.
(Dinde Delil Olarak Sünnet ve İnkar Edenin
Hükmü / Muhammed Salih Ekinci)
60
Ocak
Hadis-i Şerif
Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan
ilginç bir hali vardır; onun her işi hayırdır. Eğer bir
genişliğe (nimete) kavuşursa, şükreder ve bu onun
için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete)
uğararsa, sabreder ve bu da onun için hayır olur.
(Müslim, Zühd, 64; Darimi, Rikak, 61)
Ocak
61
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) (a.s.)’in
Barişin Inşasina Yönelik Uygulamalari (XI)
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
Peygamber
(sallallahu
12- 12Hz.Hz.
Peygamber
(sallallahu
aleyhive
vesellem)’in,
sellem)’in, Ümmetine
aleyhi
ÜmmetineSon
Son
Tavsiyeleri
Tavsiyeleri
r
izi bi
s
,
z
i
!B
sanlar rattık ve sizi
n
İ
y
E
“
ya
işiden re ayırdık.
d
r
i
b
e
le
erkekl
kabile atında en
e
v
e
k
r
va
şubele
Allah
i
k
la tak
z
z
a
i
f
s
e
h
n
e
ki
Şüp
nınız, . Şüphesiz
a
l
o
n
ır
n
üstü
nınızd r, her şeyde
a
l
o
i
sahib er şeyi bili
9, 13).
4
t
â
h
r
,
Allah rdır” (Hucu
a
haberd
62
Bundan ondört asır önce Mekke’de hayatının
sonuna doğru Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) tarafından yüzbini aşkın insan topluluğuna okunan Vedâ Hutbesi, insanlık tarihine altın
harflerle yazılan bir insan hakları evrensel beyannâmesi hükmündedir. Evrensel beyannâme diyoruz.
Zira bu hutbenin, bütün insanlığa duyurulması
vasiyet edilmekte, dolayısıyla özelde müminlere, genelde bütün insanlığa hitap edilmekte, birey ve toplum için vazgeçilmez olan temel hak
ve hürriyetler bağlamında evrensel değerler dile
getirilmektedir.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), öncelikle gerekli alt yapıyı fiilen hazırlamış, sonra İslâmî
hareketin hedef olarak yöneldiği kuralları, kısa ve öz
olarak resmen ifade ve ilân etmiştir. Bu kurallardan bir
kaçı şöyledir: “Ey İnsanlar! Rabbiniz bir, babanız
birdir. Hepiniz Âdem’in soyundansınız ve Âdem
Ocak
ise topraktandır. Arabın Arap olmayana hiçbir
üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak takva (Allah’a karşı saygı ve sorumluluk duygusu taşıma) iledir… Faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Cahiliyye
devrindeki bütün kan davaları kaldırılmıştır…
Kadınların sizin üzerinizde hakkı, sizin de onların üzerinde hakkınız vardır… Siz, onları ancak Allah’ın emaneti olarak aldınız ve kendileriyle evlenmeyi de, Allah’ın kelimesi, emir ve
müsadesiyle helal edindiniz. O halde kadınlar
hakkında Allah’tan korkunuz.” (İbn Hişâm, IIIIV, 603). Vâkıdî, II, 392).
Dikkat edilecek olursa bunlar, insan sevgisi, eşitlik, sosyal ve iktisadî adalet, doğruluk ve dayanışma kurallarıdır. Her şeyden önce
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), etnik
milliyetçiliğin yerine takvayı yerleştirmiştir. O,
Kur’ân’da sıkça vurgulanan bu esası eski kan bağlarının ve Arapların kabile bağlılıklarının yerine koymada
büyük çaba harcamıştır. Siyah ve beyazın, zengin ve
fakirin, Arap ve Acem’in aynı değere sahip olduğunu vurgulamış, ‘üstün ırk-ari ırk’ safsatasına dayanan faşizm, nazizm gibi milyonlarca insanın katline
ferman veren ideolojileri asırlar öncesinden protesto
etmiş her türlü sınıfsal farklılık ve ayrıcalıkları ortadan
kaldırmış, bunun yerine kardeşlik, işbirliği ve dayanışma duygusunu ve karşılıklı saygı ve sevgiyi esas alan
ilkeler getirmiştir. Zira O, şu ayetlerden ilham almıştır:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin
ve renklerinizin ayrı olması Onun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten
ayetler vardır” (Rûm-30, 22). “Ey İnsanlar!Biz,
sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi şubelere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah
katında en üstün olanınız, en fazla takva sahibi olanınızdır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi bilir,
her şeyden haberdardır” (Hucurât-49, 13).
Bu ayetler, İslâm’ın birleştirici ve kaynaştırıcı rolünü ortaya koymaktadır. Evet, İslam, sınıfsal farklılık-
lardan doğan eşitsizlikleri reddetmiş, takvayı ön plana
çıkarmıştır. Batılıların, adalet ölçüleriyle bağdaşmayan ‘aryen ırkının üstünlüğü’ efsanesini dogma ve
nass haline getirdiği bir dünyada, İslâm’ın, ırkına,
rengine, diline bakmadan her insanı eşit ilan
etmesi ve takva duygusunu öne çıkarması son
derece önemli bir hâdisedir. Şayet insanlar, bu
âyetlerin ruhuna uygun olarak yaşasalardı ve bütün
insanlığın Âdem’in soyundan gelmiş olmaları itibariyle evrensel manada birbirlerinin kardeşleri olduklarını
düşünerek, birbirlerine kardeşlik bilinciyle yaklaşmış
olsalardı bugün dünyada yaşanan sıkıntı ve huzursuzlukların pek çoğu kendiliğinden ortadan kalkmış olurdu. Zira unutulmaması gereken bir hakikattir ki sadece kanunlarla haklar korunamaz. Hesap verme şuuru,
hakkın korunması ve gerçekleşmesinde çok önemli
bir yer tutmaktadır. Onun içindir ki Hz. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem), takvanın (sorumluluk
duygusunun), yegâne üstünlük sebebi olduğunu
dile getirmiştir. Son asırlarda daha önce benzeri görülmemiş vahşetlerin, dünya savaşlarının, aldatma, sömürü ve hayâsızlıkların yaşanmasının temelinde insanın değerini yücelten
takvâ duygusunun bulunmayışı yatmaktadır.
Yine yukarıdaki ifadelerden Hz. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in, kan davalarını, sınıflar ve milletler arasındaki husûmet ve çatışmaları kaldırıp, yerine huzur ve barışı inşa
“Ey İnsanlar! Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’in soyundansınız
ve Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük,
ancak takva (Allah’a karşı saygı ve sorumluluk duygusu taşıma) iledir… Faizin her çeşidi
kaldırılmıştır. Cahiliyye devrindeki bütün kan davaları kaldırılmıştır…Kadınların sizin
üzerinizde hakkı, sizin de onların üzerinde hakkınız vardır…
Ocak
63
etmeyi, faizi ve zulmü kaldırıp servetin ve refahın sadece bir zümre içinde dolaşımını engelleyerek toplumda sosyal adaleti yerleştirmeyi
amaçladığı, kadınlara Allah’ın emaneti olarak
baktığı ve kadın haklarını son derece önemsediği anlaşılmaktadır. Bütün bunlar, günümüzde
hâlâ evrensel bir ütopya olmaya devam etmektedir.
II. Dünya Harbi felaketinden sonra 1948`de toplanan
BM Genel Kurulu, asırlar önce okunup ilân edilen
Vedâ Hutbesi’ndeki manâ ve muhtevaya, nisbeten
uygunluk arzeden ve temel insan hak ve hürriyetlerine dair 30 kadar maddeden oluşan İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’ni ancak 1326 sene sonra kabul
edebilmiştir. 10 Aralık da, Dünya İnsan Hakları
Günü olarak ilân edilmiştir. Ancak ne yazık
ki insan hakları adına öne sürülen maddeler,
kağıt üstünde kalmış, tam olarak hayata geçirilememiştir.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in,
vefatı sırasında müslümanlara yaptığı son hitap ve
tavsiyelerden bir kaçı ise şöyledir: “...Allah, kendisini yenmeğe kalkışanı yener, mahveder.
Aldatmaya kalkışanı da zararlı çıkarır...Halk
iyi olduğu zaman yöneticileri de iyi olur. Halk
kötü olduğu zaman yöneticileri de kötü olur...
(Halebî, III, 464). (Ey Muhâcirler!) Ensâr’a (Medi-
Yaratıcı ile, sonra diğer insanlarla barışık olmalarını
öğütlüyor. Başında iyi bir idareci görmek isteyen bir
milletin iyi ve güzel ahlakî özelliklere sahip olması gerektiğini vurguluyor. Kin, nefret ve düşmanlık yerine barış, sevgi ve kardeşliğin esas alınmasını
tavsiye ediyor. Son olarak ta güçsüz, zayıf ve nazik
insanların haklarının korunması hususundaki hassasiyetini dile getiriyor. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, vefat etmeden önce, özellikle
tavsiye niteliğindeki son cümlesinde, köleler
hakkında sorumluluk duygusu taşınmasının
önemine vurgu yapması, onun, hizmetçi haklarını ne kadar önemsediğini, korunmaya muhtaç
Siz, onları ancak Allah’ın emaneti olarak aldınız ve kendileriyle evlenmeyi de, Allah’ın
kelimesi, emir ve müsadesiyle helal edindiniz. O halde kadınlar hakkında Allah’tan
korkunuz.” (İbn Hişâm, III-IV, 603). Vâkıdî, II, 392).
neli müslümanlara) iyi davranmanızı size tavsiye
ederim... (İbn Hişâm, III-IV, 650; Buhârî, Menâkıb
63, 11). İyi biliniz ki kin ve düşmanlık beslemek, benim huyumdan ve halimden değildir...
Ey insanlar! Kimin, üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin. Dünyada rüsvay olurum
demesin. İyi biliniz ki, dünya rüsvaylığı ahiret
rüsvaylığından hafiftir...”(Taberî, III, 189-90).
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in son
sözü ise şu olmuştur: “Namaza! namaza devam
ediniz. Ellerinizdeki köleleriniz hakkında Allah’tan korkunuz.” (Ahmed b. Hanbel, I, 78).
Görülüyor ki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi
ve sellem), vefatı sırasında bile müslümanlara önce
64
olanların korunmasını ne derece ciddiye aldığını ve zulüm ve haksızlığa meydan verilmemesi
için ne kadar çaba harcadığını göstermesi bakımından oldukça manidardır.
Öyle anlaşılıyor ki, temel hak ve hürriyetlerin, güçlüye ve zayıfa göre kırılganlık gösterdiği günümüz dünyasında bütün insanlığın ve
özellikle sözde dünya barışını savunanların,
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından son on dört asır içinde ilk olarak ve ciddi anlamda gündeme getirilen evrensel prensipler ışığında, durumlarını ve gidişatlarını bir
kez daha samimi olarak gözden geçirmeye ihtiyaçları vardır. Not: Bu makale EKEV Dergisi sayı: 41’de yayımlanmıştır.
Ocak
Ocak
65
Abdulkadir Molla’nın,
Eşine Yazdığı Mektup
Abdulkadir MOLLA
Bismillahirrahmanirrahim
Sevgili hayat arkadaşım Peyori, Esselamualeykum ve rahmetullah
Bugün nihai karar açıklandıktan sonra, sonuç
yarın akşam hapishane yönetimine ulaşacaktır. Karar ulaştığında, kurallara göre idam cezası
alanların konulduğu hücreye alınacağım.
Muhtemelen, hükümet son zamanlarını
yaşıyor olduğu için bu çirkin suçu işlemekte
acele edeceklerdir. İtiraz dilekçesi sunduk
fakat kabul edileceğinden şüpheliyiz. Kabul
etseler bile verdikleri kararı değiştirip değiştirmeyeceklerini bilmiyoruz.
Yüce Allah bize kurulan bu komploya
izin vermeyecektir inşallah. Ancak Allah’ın
hakkımda vereceği karara razıyım.
66
İnançsızlar haksız yere peygamberleri bile öldürdüler. Rasulallah’ın (sav) birçok arkadaşı,
hatta hanım sahabeler bile vahşice öldürüldüler. Şehitler, bu takası yapıp canlarını feda
ederek, Allah’ın İslam’ı muzaffer kılmasına
yardım ettiler. Allah benim için de neye karar
verecek bilemeyiz.
Dün Hindistan Dışişleri Bakanı sadece Avami
Ligi’ni (Hasina Vecid’in Başkanlığını Yaptığı Parti) cesaretlendirmedi; aynı zamanda Muhammed Erşad’a
da baskı yaptı. Onu, Cemaat-i Shibir’in (Cemaat-i
İslami Gençlik Teşkilatı) güçlenme ihtimaline karşı da
uyardı. Bu gösteriyor ki; Cemaat-i Shibir’e olan korku
ve nefret Hindistan’ın her yerine yayılmış durumda.
Başından beri söylediğim gibi, bizim aleyhimize alınan tüm kararlar aslında Hindistan tarafından planlanıyor. Avami Ligi istese bile bundan geri
dönemez. Çünkü iktidara gelebilmeleri, Hindistan’a
teslim olmalarından kaynaklanmaktadır.
Ocak
Birçok insan, ilke ve etik hakkında konuşuyor.
Ben de dâhil tüm cemaatin lanse edilme şekli ortadayken ve ülkemizdeki basın kuruluşlarının neredeyse
hepsi hükümetin adaletsiz tutumlarını destekliyorken,
hükümetin ilke ve etikten bahsetmesinin anlamı nedir?
Mahkemenin kendisi cellat rolüne bürünmüşken ve masum insanları öldürme arzusuyla
sarhoş olmuşken, onlardan adaletli bir hüküm
zaten beklenemez.
Bir tek pişmanlığım var; halkımıza benim
adaletsiz bir şekilde idam cezasına çarptırılmamızın nedenini açıklayamadım. Ama medyanın tamamının bize düşman olması tam olarak mümkün değil. Halkımız ve dünya halkları
gerçeği kesinlikle öğrenecekler.
Benim ölümüm bu baskıcı rejimin çöküşüne sebep olacak ve inşallah yapılan bu adaletsizlik İslami
hareketin uzun bir yol kat etmesine vesile olacaktır.
Dün yine Tevbe Suresi’ni (9,17-24) okudum.
19. ayette, canla ve malla Allah yolunda cihadın ödülünün Allah’ın evine (Kabe’ye) hizmet etmekten ve hacılara su vermekten daha
önemli olduğu yazıyordu. Yani, Allah bizzat
kendisi belirtiyor ki, Allah yolunda adil bir
İslam toplumu oluşturmak için, adaletsizliğe
karşı savaşırken canlarını verenler, ecelleriyle
ölenlerden, daha yüksek bir mertebeye sahiptir. Eğer Allah beni cennetinde böyle onurlu bir
yere getirmek istiyorsa böyle bir ölümü, kucaklayabilmek için hazır olmalıyım. Çünkü zalimlerin elinde adaletsiz bir ölüm cennete kesin bir bilettir.
Yanlış hatırlamıyorsam 1966 yılında, Mısır’ın tiranı Albay Nasır, Seyyid Kutub, Dr. Abdulkadir Udeh
ve birçok diğerlerini ölüme mahkûm etmişti. “İslami
Hareket yolunda dava ve sıkıntılar” konulu birçok vaaz dinledim. Bu tip vaazları dinlerken, birçok
kez Profesör Gulam Azam sol eliyle omzuma dokunur ve derdi ki, “Bir gün darağacından sarkan
urgan bu omuzlara da düşebilir”. Ben de ellerimi
omuzlarıma götürür ve bunu düşünürdüm. Eğer Allah gerçekten kararını yerine getirecek, İslami
Hareketi ve beni, bu zalim rejimin düşüşü için
ileriye taşıyacaksa, bunda kayıp nedir ki?
Ocak
Şehitlerle ilgili yüksek konumdan bahsederken,
O mübarek Peygamber (sav) şehit olmak için tekrar
tekrar hayata gelme arzusunu dile getirmişti. Şehit
olarak ölenler de, cennete girdiklerinde tekrar dünyaya dönmek ve Allah yolunda yeniden
şehit olmak arzularını dile getireceklerdir. Allah’ın sözü muhakkak ki haktır, peygamberin sözü
kesinlikle doğrudur. Bu ikisinde şüpheye düşende
iman namına hiçbir şey yoktur!
Eğer hükümet kararını gerçekleştirir ve beni
asarsa, cenazemin Dakka’da yapılmasına izin vermeyebilir. Eğer mümkün olursa, cenazemi köyümdeki cami ve evimde düzenleyin. Eğer Padma
Nehri’nin öbür tarafında yaşayan insanlar cenazeme
gelmek istiyorlarsa, evimin olduğu tarafa geçmeliler.
Bu konu hakkında bilgilendirilmeleri gerek.
Mezarımla ilgili daha önce konuşmuştuk,
annemin ayaklarının dibinde olmasını istiyorum. Mezarı taşla/mermerle çevirmek gibi pahalı/müsrif ve bidat uygulamalara başvurmayın.
Onun yerine elinizden geldiğince yetimlere sadaka verin. İslami Hareket şehitlerinin ailelerine yardım edin, onları yalnız bırakmayın, özellikle
de benim tutuklanmam ve kararın açıklanmasından
sonraki protestolarda şehit olanların. Zor durumda
olan bu ailelere öncelik verin. Okulunu bitirdikten
sonra Hasan Moudud’u evlendirin, aynı şekilde Nazneen’i de.
Peyori, ah Peyori, Sana ve çocuklarıma
karşı olan görevlerimi yerine getiremedim.
Lütfen beni affet ve ödülünü Allah’tan bekle.
Allah’a özellikle dua edeceğim, ikimizi, sen çocuklarımıza ve Allah’ın dinine karşı olan görevini yerine getirdikten sonra bizi buluşturması
için. Sen de dua et, Allah bu Dünya’ya dair tüm
sevgi ve isteği zihnimden çıkarsın ve tüm kalbimi Allah ve Resulü’nün sevgisiyle doldursun.
İnşallah, cennetin merdivenlerinde buluşuruz.
Çocuklarıma her zaman helal kazanmalarını
öğütle. Farz ve vacib ibadetlerinize hepiniz dikkat edin, özellikle de namazlarınıza. Aynı tavsiyeleri akrabalarıma da ilet. Babama da baş
sağlığı dile, onu rahatlat, eğer ben gittiğimde
hala hayattaysa…
67
Gazeteci, Yazar ve Araştırmacı
Aytunç Altındal vefat etti.
Gazeteci, yazar ve araştırmacı Aytunç Altındal,
bir süredir kanser tedavisi gördüğü hastanede vefat etti.
Aytunç Altındal’ın yakınları ünlü yazarın kanserden ölmediğini, zehirlenerek öldürüldüğünü öne sürdü. Altındal’ın eşi Dr. Naciye Selin Şenocak Altındal, “Aytunç
bey çok cesurdu. Canı pahasına memleketi için
tüm bilgileri aktarmaktan kesinlikle çekinmedi.
Bundan dolayı susturmak istediler” iddiasında
bulundu.
Kamuoyu onu Aytunç Altındal ismiyle bilse de asıl
ismi Aytun’du... 12 Ocak 1945’te Bakırköy’de doğdu.
Tarih ve politika alanında faaliyet gösteren Çerkez
asıllı gazeteci, yazar ve araştırmacı olarak bilindi. Dinler,
felsefe, gizli örgütler ve sair konularda birçok makale ve
kitap yazmıştı.
Ünlü Fizikçi Isaac NEWTON’un bugüne kadar
hiç bilinmeyen bir kitabını da yayınlayan Altındal, Uğur
Mumcu’nun “Sakıncasız” adlı eserinin de yapımcılığını üstlendi.
68
DERİN
BİR KİŞİYDİ
DERİN
BİR KİŞİYDİ
Para ve Vatikan denildiğinde de akla ilk gelen isimdi. Aytunç Altındal hakkında türlü rivayetlerin yapıldığı bir araştırmacıydı.
Altındal için KGB ajanlığından “sansasyon meraklısı profesyonel tartışma programı konuğu”
tanımlamasına kadar pek çok farklı yorum yapıldı.
Altındal’ın babası Beşiktaş kulübünde futbol oynamış aynı zamanda Haysiyet Divanı Başkanlığı yapmış. Annesi Fatma hanım ise ev hanımıydı.
Aytunç Altındal’ın üç çocuğu, 30 kitabı(11’i çeviri 19’u telifli) ve yaklaşık 400 makalesi vardı..
ÖZGEÇMİŞİNDE
HEP
İLKLER
ÖZGEÇMİŞİNDE
HEP
İLKLERVAR
VAR
Aytunç Altındal 1973 yılında Partizan adlı şiir kitabı nedeniyle 7.5 yıl hapse mahkum oldu ve yurtdışına
Ocak
kaçtı. 1975 yılında İsviçre’de “Marksist Yaklaşımla Türkiye’de Kadın” adlı kitabı çıkardı.
1989’da Zürich’te Modus Vivendi Yayınevi
ve Sanat Galerisini yönetti. Yine 1989 yılında
Rusya’da Kültür Danışmanlığı görevini yaptı.
1992’de İngiltere Edinburg’da ki International Academy For European and Christian
Studies kuruluşunda Project Academic Board
(Akademik Proje İdari Heyeti) üyeliğine seçildi. Aynı yıl İngitere’de yayınlanan Three Faces
Of Jesus (Üç İsa) adlı kitabı dünya basınında
geniş yankı buldu. Daha sonra 1993’de Rusça’ya çevrildi.
çok farklıydı. Bu farklılıkları başlıca iki ana
başlık altında toplayabilirim.
A) Necmettin Erbakan, sadece adına “İslama
denilen bir siyasi hareketi kurmamış. Aynı za-
1993’te International Society For The
manda bir “Siyasi Uyanış” ve derleme hareke-
Study Of European Ideas (Uluslararası Avrupa
tini de başlatmıştı. Bunu yaparken de, burası çok
Düşünce Çalışmaları Topluluğu) Bilimsel Ku-
önemlidir ki, bir “Din Adamı” olarak değil , bir “Bi-
ruluna üye oldu. Aynı yıl Avusturya’nın Graz
lim Adamı” olarak plan ve projeler üretmişti. Ba-
şehrindeki Karl- Franz Üniversitesi tarafından
tı´da ve Siyonist odaklarda onun bu “ Sivil ve
düzenlenen European Seculer Legacy (Avru-
Bilimsel “ kimliği çok “Tehlikeli” bulunmuştu.
pa’nın Laik Vasiyeti)adlı uluslararası konfe-
Bunu bizzat bana aktardığı bilgilere dayana-
ransta Oturum ve Bölüm Başkanlığına seçildi.
rak söylüyorum. Eğitimimi Batı´da ve tamamen
“İleri Teknoloji” verilerine göre tamamlanmış bir
1995’te merkezi New York’ta bulunan
bilim adamının İslami değerleri öne çıkartan bir
Carnagie Council On Ethics And International
siyasi partinin kurucusu ve lideri olması Batı´-
Affairs örgütüne davet edilen, ilk ve tek Türk
da ve İsrail´de çok tehlikeli bulunmuştu.
Konuşmacı oldu.
B) Necmettin Erbakan, kendi nev-i
MEDYADAKİ
YERİ YERİ
MEDYADAKİ
1964’ten başlayarak Haber, Akşam, Cumhuriyet, Yeni Halkçı, Ulus, Günaydın, Yenigün gibi gazetelerde yazılar yazdı.
şahsına
uygun örgütlenme modelinde mevcut değerlerin
(toplumsal, tarihsel, düşsel ve kültürel) yeniden ele
alınarak çağın gidişatına ve “Zeitgeist” (Zamanın
Ruhunu )belirleyecek şekilde analiz ve sistematize
edilmesini sağlamıştı. Bu anlayış sayesinde Türki-
Aytunç
Altındal´dan
Aytunç
Altındal´dan
ye’nin “Yeniden“ kendini toparlayacağı ve Dünya’da
Prof. Dr. Necmettin Erbakan´ın sadece
“Bilimsel” yaklaşımı Siyonizm için ayrı bir tedirginlik
Türkiye siyaset arenasında değil genelde İslam
ve endişe kaynağı olmuştu. Şunu da ekleyerek biti-
aleminde özelde de Batılı ve Siyonizm ağırlık-
reyim Necmettin Erbakan, Mustafa Kemal Paşa´ya
lı odaklarda hissedilen bir ağırlığı olmuştur.
hiçbir zaman garez, kin ve nefretle bakmamıştı. Prof.
Onun başlattığı siyaset anlayışı geçmişte İslam
Dr. Necmettin Erbakan´ ın bu iki özelliği üzerine
aleminde etkili olmuş “ Tarz-ı Siyaset “ lerden
“Doktora Tezleri” yazılacaktır diye düşünüyorum.
Ocak
belirleyici rol oynayacağını düşünmüştü. Onun bu
69
Burhan Çocuk
FARE İLE DEVE
Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile akıllı ve
alçak gönüllü bir deve yaşardı.
Bir gün karşılaşıp arkadaş olurlar.
Fare; ‘’Sana kılavuzluk etmeliyim!’’ der. Yularından
çekip istediğim yere götürmeliyim!
Deve, arkadaşının küstahça teklifine razı olur. Bir süre
gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaşırlar.
Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünür.
Fare; ‘’Ben buradan geçemem!’’ diye fısıldar korkuyla.
Deve: ‘’Ne bekliyorsun?’’ diye çıkışır. Kılavuz önden gider, dal bakalım suya.
‘’Ama...’’ diye kekeler Fare, görmüyor musun su çok derin?
Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için
kıpkırmızı kesilmişti.
‘’Sizin için küçük ama bana göre çok büyük bir su.’’diye inledi. ‘’Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim.’’
Evet, dedi Deve, ve yumuşak bir sesle ‘’Herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı.’’
Mesnevi
Zamanı İyi Değerlendirmek
Zaman; yerine konması, geri döndürülmesi, yenilenmesi, depolanması, satın alınması mümkün olmayan bir
kaynaktır. Zaman; kullanılmayan kısmı yok olup giden önemli bir sermayedir.
Zaman Yönetimi ise zaman kullanımını kontrol altına
alma sürecidir. Günlük olarak bize verilen
24 saat, 1440 dakika, 86.400 saniyelik süreyi, yaşamımıza katkı sağlayacak biçimde kullanmaktır.
Bu zamanı dengeli bir şekilde işlerimize, ibadetlerimize
ve kendimizi geliştirmeye ayırmalıyız. Peygamber efendimiz
(s.a.v): “ İki nimet vardır ki insanların çoğu onlardan gafildir;
sağlık ve boş vakit.” buyurmuşlardır. Zamanımızı iyi değerlendirerek gafillerden olmamalıyız.
Zamanımızı Kur’an okuyarak, günlük namazlarımızı aksatmadan kılarak, islama ve insanlığa katkı sağlayacak bir meslek
edinebilmek için derslerimize çalışarak, vücudumuzun sağlıklı
kalabilmesi için gerekli dinlenmeyi sağlayarak ve spor yaparak
değerlendirebiliriz.
Aşere-i Mübeşşere .
Peygamber efendimiz (s.a.v) tarafından yaşarken Cennet’le
müjdelenmiş (Cennet’e girecekleri Allah tarafından vâdedilmiş) on
sahabe anlamına gelir.
Bu sahabelerin ortak özellikleri hepsinin ilk Müslümanlardan
olmaları, Bedir Savaşı’na katılmış olmaları, İslâm’ı ve İslâm peygamberini sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde
söz vermiş olmalarıdır.
Bu sahabeler Ebu Bekr-i Sıddık, Ömer bin Hattab, Osman bin Affan, Ali bin Ebu Talib, Talha bin Ubeydullah,
Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Ebu Ubeyde bin Cerrah.
Dünyada Uyananların Hali
Nasreddin Hoca’ya rüyasında 999 altın vermişler. Hoca:
‘’Şunu bin altına tamamlayın da alayım, yoksa almıyorum.’’ derken uyanıvermiş.
Bakmış ki ortada ne altınlar var ne de altını verenler.
‘’Bu ne iş Ya Rabbi!’’ demiş. Ahirette uyanan her şeyini
önünde hazır bulacakken, Dünyada uyanan malının hepsini kaybediyor.
Farenin peyniri bulmasına yardımcı olabilirmisin?
Download