Sünnet ve slam Hukuku I•••• Yûsuf el

advertisement
Sünnet ve İslam Hukuku I•
Yûsuf el-Karadâvî
Çev.: İshak Emin Aktepe••
Giriş
Batı fikrinin uşakları sünnete yönelik art niyetli bir hücum
kampanyası yürütmektedir. Amaçları sünnetin yok edilmesini
sağlamaktır. Sahip oldukları bütün kuvvetle ve bildikleri bütün
hilelerle bu uğurda çalışmaktadırlar. Her ne kadar hedefleri aynı
olsa da kullandıkları metotlar ve takip ettikleri yollar farklıdır.
Bunlardan bir kısmı sünnetin sübutu konusunda şüphe
uyandırma işini yüklenmiştir: Ya sünnetin tamamından ya da
sünnetin ana gövdesini oluşturan ve çoğunluğunu teşkil eden
kavlî sünnetlerden veya haber-i vâhidlerden yahut da İmam
Buhârî’nin (194-256/809-869) el-Câmiu’s-sahîh adlı eseri gibi
muteber hadis eserlerinden ya da Ebû Hüreyre (ö. 58/678) gibi
meşhur râvilerden kuşkulanılması için çaba sarfederler.
Bunların bazısı da sünnetin hücciyetini, İslâm hukukunun
kaynaklarından biri oluşunu ve fıkhı yönlendirişini eleştirme
bayrağını taşır. Kur’ân-ı Kerîm var olduğu için sünnete ihtiyaçları
yokmuş!
Bazı kimseler de sünneti yine sünnetle yıkma gayreti göstermektedir. Bunun için tahrif ettikleri bazı hadisleri kullanmakta
ve bunların anlamlarını çarpıtmaktadırlar. Böylece hadisleri asıl
anlamları dışında başka manalarda delil olarak kullanmaktadırlar.
Tahrif Edilmiş Bir Hadis
Bu kimselerin kötü amaçlarla kullandıkları hadislerden birisi
şudur: Hadis, hurma ağaçlarının aşılanması konusunu içeren
meşhur bir haberdir ve İmam Müslim (ö. 261/874) tarafından elMüsnedü’l-câmi’ adlı eserde nakledilmiştir. Bu hadisin bazı var-
•
••
Orijinal adı “el-Cânibu’t-teşrî’î fi’s-sünneti’n-nebeviyye” olan makale için bk.
es-Sünnetü’n-nebeviyye ve menhecüha fî binâi’l-ma’rifeti ve’l-hadâra, I-II,
Amman: Müessesetü Âlü’l-Beyt, 1991.
Dr, Türkiye Finans Katılım Bankası, isakemin.aktepe@turkiyefinans.com.tr
202
Yusuf el-Karadâvî
yantlarında Hz. Peygamber’e şöyle bir söz nispet edilmektedir:
“Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz”1.
Bazı kimseler sadece bu bir tek hadise dayanarak siyaset ve
devlet yönetimi konularındaki İslâm’ın hükümlerini silmeye kalkışmıştır. Zira siyaset, özüyle olsun teferruatıyla olsun dünya işlerine dahildir. O halde bizler bu konuyu daha iyi biliriz. Vahiy
bu konularda ne hüküm verebilir ne de yönlendirme yapabilir.
Bu kimselere göre İslâm, devletsiz dindir, şerîatsiz akîdedir.
Bir başka grup ise sadece bu tek hadise dayanarak bütün
ekonomik düzeni İslâm’dan temizlemeye soyunmuştur.
25 yıllık eski bir dostla bu konuda bir tartışma yaptık. O, İslâm’ın ekonomik meselelerde kural koyma, yönlendirme ve düzenleme yapamayacağını iddia ediyordu. Dayandığı delillerin en
başında gelenlerden biri de bu hadis idi. Bu tartışmanın kayıtlarını ve arkadaşımın argümanlarını –bilakis şüphelerini- başka bir
çalışmamda yazdım. Orada bunlara verdiğim cevapları da bulabilirsiniz.
Önemli olan şu ki bazı kimseler bu tek hadise dayanarak büyük hadis eserlerinde yer alan alışveriş, muâmelât, sosyal, ekonomik ve siyâsî ilişkilerle ilgili pek çok hadisi devre dışı bırakmak
istemektedirler. Sanki Hz. Peygamber bu hadisi nebevî sünneti
oluşturan bütün söz, fiil ve takrirlerini neshetmek için söylemiş!
İşte bazı insanların bu aşırılıkları, büyük muhaddis Ahmed
Muhammed Şâkir’i (1892-1958) Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855)
Müsned’ini neşrederken bu hadisle ilgi şu değerlendirmeyi yapmaya itmiştir:
“Bu hadis üzerinde Mısır’daki mülhidler ile şarkiyatçıların
uşağı ve misyonerlerin talebesi olan Avrupa mamulü adamlar
yaygara koparmaktadırlar. Bu hadis, herhangi bir sünneti yok
etmek, sosyal olgular ve başka konulardaki İslâmî hükümlerden
herhangi birini ortadan kaldırmak istediklerinde sünnet bağlılarına, onu ihyâ etmek isteyenlere, dinin hizmetkârlarına ve koruyucularına karşı kullandıkları temel bir delil olmuştur. Onlara
göre bu konular dünya ile ilgilidir ve Enes b. Mâlik tarafından
nakledilen hadiste de açıkça “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha
iyi bilirsiniz” buyurulmaktadır. Allah bilir ya onlar ne dine, ne
1
Ahmed b. Hanbel, III, 152; Müslim, IV, 1836; İbn Mâce, II, 825; Bezzâr,
Müsned, III, 153.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
203
ulûhiyete ve ne de nübüvvete kalplerinin derinliklerinde îmân
etmekteler. Îmân ettiğini söyleyenler ise dilleriyle sadece bunu
söylerler. Bunu güven ve itmi’nân içinde değil taklid ve korku sebebiyle yaparlar. Kalpleri ise hayal ettiği şeylere îmân eder. İş
ciddileşip din, Kur’ân ve sünnet Mısır’da ve Avrupa’da öğrendikleriyle çelişince bunlarla diğerlerini karşılaştırmaktan ve aralarından birini tercih etmekten çekinmezler. Her zaman efendilerinin kendilerine öğrettiğini ve kalplerine yerleştirdiği şeye öncelik
verirler.! Sonra da hem kendileri hem de başkaları bunların
müslüman olduğunu söyler! Hadisin anlamı apaçıktır. Hiçbir
nass ile çelişmemektedir. Sünnetin hiçbir alanda delil olamayacağına delâlet ettiği falan da söz konusu değildir. Hz. Peygamber’in hurma ağacının aşılanması meselesinde oradakilere söylediği şey “Bunun faydalı olduğunu zannetmiyorum” dan ibârettir.
Onlara ne emir vermiş ne de yasak koymuştur. Allah’ın böyle buyurduğunu falan da söylememiştir. Burada bir sünnet koymuş
da değildir. Dolayısıyla bu hadise dayanılarak dinin ahkâmını
yıkmaya çalışmak yanlıştır”2.
O halde “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” ne
anlama gelmektedir?
Aslında bu cümlenin anlamı hiç kapalı değil, açıktır. Bu, dinin insanların dünyevî ihtiyaçlarının ve içgüdülerinin sevkiyle
yaptıkları beşerî işlere müdâhele etmediği mânâsına gelir. Ancak
bu işlerde de eğer ifrat, tefrit ve tahrif söz konusu olursa dinin
müdâhelesi ortaya çıkar. Örneğin din, insanların içgüdüsel ve
sıradan bütün davranışlarını Rabbânî yüce hedeflerle ve ahlâkî
mükemmel değerlerle irtibatlandırmaya çalışır. Daha sonra da bu
amellerin yapılmasında insanı hayvanlardan ayıran yüksek seviyeli beşerî edep kuralları ortaya koyar.
Aşağıda bir takım dünyevî işlerden örnekler sunacak ve İslâm’ın bu konulardaki yaklaşımını inceleyeceğiz.
1- Savaş
Örneğin savaş konusunu inceleyelim.
İslâmiyet, savaşın yapılma gerekçelerini sınırlamış, cihad için
hazırlanılmasını emretmiş, düşmana karşı tedbir alınmasını istemiş ve savaş için güç yetirilebildiği ölçüde kuvvet teçhiz edilmesini buyurmuştur. Bu konuda şu âyetlere bir bakalım:
2
Ahmed b. Hanbel, hd. no: 1395 (ta’lik).
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
204
Yusuf el-Karadâvî
“Ey îmân edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın,
yahut topyekün savaşın”3.
“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin
düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği
kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız”4.
“Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını
yanlarına alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu ederler ki
siz silahlarınızdan ve eşyalarınızdan gafil olsanız da üstünüze
birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut
hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kafirler için alçaltıcı bir
azab hazırlamıştır”5.
Bir de şu hadîs-i şeriflere bakalım:
“Dikkat edin! Kuvvet atmaktır!”6.
“Önce atıcılığı öğrenip sonra unutan, bahşedilmiş bir nimeti inkâr etmiş olur”7.
“Allah’ın kelimesini üstün tutmak için savaşan kişi Allah yolunda demektir”8.
İslâmiyet savaşta gözetilmesi gereken bir takım kurallar koymuştur: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş
3
4
5
6
7
8
en-Nisâ (4), 71.
el-Enfâl (8), 60.
en-Nisâ (4), 102.
Tayâlisî, Müsned, I, 136; Ahmed b. Hanbel, IV, 156; Saîd b. Mansûr, Sünen,
V, 223; Ebû Ya’lâ, Müsned, III, 283; Ebû Avâne, Müsned, IV, 503; İbn
Hibbân, Sahîh, XI, 7; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XVII, 330; Hâkim,
Müstedrek, II, 358; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 13.
İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 303; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat,.IV, 273.
Tayâlisî, Müsned, I, 66; Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, V, 268; Ahmed
b. Hanbel, IV, 392, 401, 405, 417; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 195; Ebû
Ya’lâ, Müsned, XIII, 234; Ebû Avâne, Müsned, IV, 485-486; İbn Hibbân,
Sahîh, X, 493; Hâkim, Müstedrek, II, 119; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX,
168.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
205
açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah açırı gidenleri sevmez”9
âyeti ile “Ganimetten mal çalmayın, ihânet etmeyin, vahşice öldürmeyin ve çocuklara dokunmayın!”10 hadisi bu kurallardan bir
kısmını içermektedir.
Bununla birlikte savaşta kullanılacak silahların türü, bunların îmâli, nasıl kullanıldıklarının öğrenilmesi vb. konular dinin
müdâhelesi söz konusu değildir. Bunlar Savunma Bakanlığını ve
Genel Kurmay Başkanlığını ilgilendirir.
Herhangi bir yüzyılda silah nevinden kılıç, mızrak ve ok bulunurken; bir başka asırda mancınık, bir diğerinde tüfek ve top,
bir başka asırda ise çeşit çeşit bombalar ve füzeler mevcut olabilir.
Ordular bir zaman atlara, bir diğer zaman fillere ve bir başkasında da tanklara, uçaklara ve uzay araçlarına binerek savaşabilirler.
Orduların atlara binerek savaştıkları dönemdeki savaş konusundaki dînî emirler ile uzay araçlarına binerek savaştıkları dönemdeki aynıdır.
Amaç “Allah’ın kelimesinin üstün tutmak”, kural (edep)
“ihânet etmemek ve vahşice öldürmemek” ve “aşırı gitmemek;
çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez”.
Güç yetirilebildiği ölçüde kuvvet teçhizi, tedbir alınması ve
savaş eğitimi vs. vs. Aletler, vesileler ve keyfiyetler değişkenlik
gösterebilir. Ancak kurallar ve amaçlar her zaman aynıdır.
2- Ziraat
İkinci bir örnek olarak da ziraat konusuna bakalım.
İslâmiyet ziraî faaliyetleri teşvik eder. Çiftçilerin Allah katında
oldukça büyük mükafatları olduğunu ifade eder. Nakledildiğine
göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kuş, insan ya da
hayvan bir çiftçinin ekininden ya da ağacından bir şey yediği zaman, bu yenilenler sadaka yerine geçer”11.
9
10
11
el-Bakara (2), 190.
Mâlik, II, 448; Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, V, 220; Ebû Ya’lâ,
Müsned, III, 6; Ebû Avâne, Müsned, IV, 234; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat,.I,
49, 226; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII, 70; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V,
256, 317, 318.
Ma’mer b. Râşid, Câmi’, X, 456; Tayâlisî, Müsned, I, 244, 267; Humeydî,
Müsned, II, 536; Ahmed b. Hanbel, III, 147, 228, 243; Abd b. Humeyd,
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
206
Yusuf el-Karadâvî
Fakat din, insanların nasıl ziraat yapacaklarına, ne ekip biçeceklerine, ne zaman bunları yapacaklarına, hangi âletleri kullanacaklarına, ektikleri şeyleri ne ile –şâdûfla12 mı, silindirle mi,
dereyle mi ve mekanik bir âletle mi ya da geleneksel sulama yöntemiyle mi, yağmurlama ile mi, damlatma sistemiyle mi vs.- sulayacaklarına, karışmaz.
Dinin bu konulara müdâhelesi olmaz. Bu konular dinin alanına değil Ziraat Bakanlığı’nın ve ona bağlı kuruluşların ilgi sahasına girer.
Çiftçilikte kullanılan âletlerin hayvanlar tarafından çekilen
sabandan mekanik sabanlara doğru yaşadığı gelişim, sulama
yöntemlerinin şâdûftan ve derelerden yeni mekanik âletlere ve su
ile kaplama şeklinden yağmurlama ve damlatma şekline doğru
değişimi dinin ziraat konusundaki yerini ve yönlendirmelerini
değiştirmez.
3- Tedavi
Konuyu daha fazla açmak için üçüncü bir misal olarak da tedavi mevzuunu inceleyelim.
Bazı insanlar eski zamanlardan beri hastalıkların Allah tarafından insanların alnına yazılmış bir kader olduğuna inanırlar.
Allah’ın takdirinden ise kaçış mümkün olmadığına göre tedavinin
faydası var mıdır?
Hz. Peygamber de buna dikkatleri çekiyor ve hem hastalığın
hem de devâsının Allah’tan geldiğini beyân ediyor:
“Ey insanlar! Tedavi olunuz! Çünkü Allah, verdiği her hastalığın devâsını da yaratmıştır. Bundan sadece bir hastalık müstesnadır. O da ihtiyarlıktır (bazı rivâyetlerde ölüm yer almaktadır)”13.
12
13
Müsned, I, 455; Ebû Ya’lâ, Müsned, V, 238; İbn Hibbân, Sahîh, VIII, 154;
Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat,. IX, 15; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, XXV, 100,
101; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 13137, 138; Heysemî, Mecmau’zzevâid, III, 134.
Şâdûf: Bir ucunda kova, diğer ucunda taş bulunan uzun bir sırığın dere
kenarında ucu çatallı bir diğer ağaç parçasına dengeli olarak yerleştirilmesi
ve kova ile dereden su alınıp toprağa akıtılmasını sağlayan ilkel sulama âleti.
Tayâlisî, Müsned, I, 171; Humeydî, Müsned, II, 363; İbn Ebî Şeybe,
Musannef, V, 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 278; Abd b. Humeyd, Müsned, I,
212; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 368; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 426, 428;
Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, I, 179; Hâkim, Müstedrek, I, 208, IV, 220, 442;
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
207
“Allah indirdiği her hastalığın şifâsını da indirmiştir”14.
“Allah hastalıklarınızın şifasını haram kıldıklarının içinde var
etmemiştir”15.
Hz. Peygamber’e ilaçların Allah’ın kaderinden herhangi bir
şeyi çıkarıp çıkarmadığı soruldu. “Onlar da Allah’ın kaderidir” cevabını verdi16.
Hz. Peygamber genel anlamda vücudun her türlü hastalıktan
korunmasını ve muhâfaza edilmesini istemiştir. Çünkü Allah’a
inanan bir kimse her zaman cihada hazır olmalı, Rabbine, kendi
nefsine, âilesine ve bütün müslümanlara karşı vazifelerini yerine
getirebilmelidir.
İlacın ne olduğuna, nasıl yapıldığına, hangi maddelerden ne
kadar konularak imal edildiğine vs. gelince din bu konulara karışmaz. Bunlar Sağlık Bakanlığı’nın ve bağlı kuruluşların işidir.
Ancak bu noktada dinin helallerle tedavi olma konusundaki
teşviki ve haramlardan sakındırması ile vücudun hakkını gözetme meselesindeki talimatları nı unutmamak gerekir. Bunlar ne
mensûhtur ne de değiştirilmesi mümkündür.
İşte “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” hadisinin anlamı budur. Yoksa bu dünyadan dinin soyutlanması anlamına gelmemektedir.
İslâm Hukukunda Sünnetin Etkisini İnkâr
Prof. Dr. Abdulmün’im en-Nemir sünnet ve teşriî yönü üzerine bir çalışma neşretmiştir. Bu çalışmasında konu üzerinde
Şihâbuddîn el-Karâfî (626-684/1228-1285), Şâh Veliyyullâh edDihlevî (1114-1176/1702-1762) ve Mahmût Şeltût’un, hadis kitaplarında yer alan her bilginin teşriî değer taşıdığını iddia ederek
ifrata kaçanlara karşı yazdıklarına dayanmıştır. Yazarın bu eserinde çok faydalı görüş ve tahlilleri vardır. Ancak kendisi de aşırı
giderek neredeyse muâmelât ve medenî ilişkilerin hepsini sünne-
14
15
16
Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 343; Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 339;
a.mlf., Mecmau’z-zevâid, V, 85.
13 nolu dipnota bk.
Tahâvî, Şerhu maâni’l-âsâr, I, 109; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 345;
Hâkim, Müstedrek, IV, 242, 455; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 72, 86.
Ahmed b. Hanbel, III, 421; İbn Mâce, II, 1137; Tirmizî, IV, 399; 453; İbn
Hibbân, Sahîh, XIII, 465; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, III, 192; Hâkim,
Müstedrek, I, 85, 86, IV, 221, 446; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 349;
Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 339; a.mlf., Mecmau’z-zevâid, V, 85.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
208
Yusuf el-Karadâvî
tin hüküm koyma yetkisinin dışına çıkarmıştır17. Sonunda bu
yöneliş öyle bir hale geldi ki, nebevî sünnetin helal kıldığı ve bütün mezheplerin, hukuk okullarının helal olduğu konusunda
icmâ ettiği bir şeyi, kişisel reyine dayanarak haram yaptı. Haram
olduğu açıklanan bu uygulama, Hz. Peygamber’in aldatma ve
münâkaşayı önleyecek herkesi bağlayıcı esasları vazettikten sonra insanların ihtiyacını gözeterek izin verdiği selem alış verişidir18. Selem alış verişi bazı kimselerce selef alış verişi adıyla da
anılmıştır. Bu konuda hem hadis vardır, hem de on dört asırdır
ümmet bununla amel etmektedir.
Abdullah b. Abbâs’tan nakledildiğine göre Hz. Peygamber
Medîne’ye teşrif ettikleri zaman, Medînelilerin meyveleri bir ya da
iki yıllık vâdelerle sattıklarını gördü. Bunun üzerine “Böyle para
peşin mal veresiye satış sözleşmesi yapacaksanız, ölçü, tartı ve
vâde kesin olarak belirlenmelidir” buyurdu19.
Hatta Abdullah b. Abbâs yemin ederek vâdesi belli olarak yapılan selem akdinin Allah tarafından Kur’ân-ı Kerîm’de helal kılındığını ve buna izin verildiğini söylemiş; ardından “Ey îmân
edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit
onu yazın...”20 âyetini okumuştur21. Bu da Tercümânü’l-Kur’ân
lakabıyla anılan İbn Abbâs’ın görüşüdür.
Ancak Profesör Abdulmün’im en-Nemir selem alış verişi hakkında şöyle der: “Selem, olmayan ve zimmette borç olarak nitelikleri belli olan bir şeyin satılmasıdır. Pek çok kimse köylerde çiftçilerin ihtiyaç içinde olmalarını suiistimal ederek onlarla selem
17
18
19
20
21
Abdulmün’im en-Nemir Hz. Peygamber’in muâmelât konularındaki emir ve
yasaklarının çoğunun vahye değil ictihada dayandığını belirtir. Halbuki bu
onun iddiasına bir destek sağlamamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber’in
ictihadı eğer reddedilmez onaylanırsa vahiy menzilesinde sayılır. Çünkü
onun hatası takrir edilemez. Bu olgu usûl ilminde açıkça bilinmektedir.
Selem alış verişi: Malın bedeli olan paranın peşin olarak verilip, malın nitelikleri belirlenmek şartıyla belli bir vâdede teslimi öngörülerek yapılan alım
satım akdidir.
Ahmed b. Hanbel, I, 217, 222; Buhârî, II, 781; Müslim, III, 1226; İbn Mâce,
II, 765; Ebû Dâvud, III, 275; Tirmizî, III, 602; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV,
40; Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 296; Ebû Avâne, Müsned, III, 411; Taberânî, elMu’cemü’l-kebîr, XI, 130; Dârekutnî, Sünen, III, 3; Beyhakî, es-Sünenü’lkübrâ, VI, 18, 24; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, V, 342-343.
el-Bakara (2), 282.
Şevkânî, Neylü’l-evtâr, V, 342-343.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
209
yapmaktadır. İşte bizim bu akdin haram olduğunu söyleme sebeplerimizden biri de budur”22.
Aslında Profesör yalnızca zulmün ve suiistimalin haram olduğunu söylemekle yetinseydi, sünnet ve icmâ ile sâbit bir muamelenin haram olduğunu iddia etmeseydi daha iyi olurdu.
İşte bu da “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz”
hadisinin niçin söylendiği görmezden gelinip asıl anlamından çıkartılarak tahrif edilmesi ve aşırıya gidilmesidir. Ancak bu fiilin
cevabı, bazı heyecanlı yazarların yaptığı gibi hadisin anlamını
topyekün ortadan kaldıracak ve sünnette teşrî amacı gütmeyen
hükümlerin de olabileceğini inkâr edecek şekilde mübâlağaya
kaçmak değildir. Örneğin Dr. Fethi Abdulkerîm, Dr. Muhammed
Selîm el-Avâ’nın “es-Sünne et-teşrîiyye ve ğaru’t-teşrîiyye / Hukuka Etki Eden ve Etmeyen Sünnetler”23 adlı makalesine reddiye
olarak kaleme aldığı “es-Sünne teşîun lâzımün ve dâimun /
Sünnet Her Zaman Bağlayıcı Olarak Hukuku Etkiler”24 isimli kitabında bu anlayışı sergilemiştir. Yine Dr. Mûsâ Lâşîn’in ve Dr.
Ali Karadâğî’nin ayrı ayrı Dr. Abdulmün’im en-Nemir’e reddiye
olarak yazdıkları ve Katar Üniversitesi Mecelletü Merkezi Buhûsi’sSünne ve’s-Sîre dergisinin ikinci sayısında yayınlanan makalelerinde de aynı yaklaşım vardır.
Aslında bu meselenin halledilmesi itidalli ve dengeli bir yaklaşım sergilemekle; sorunu derinlemesine, insaflı bir yaklaşımla,
dış etkenlerden soyutlanmış olarak Kur’ân ve sünnetteki muhkem nasların, dinin amaç ve kesin kurallarının ışığı altında incelemekle mümkündür. Selef âlimlerinin yolunu ve anlayışını takip
etmek de sorunun çözümünde yardımcı olacaktır. Zira onlar İslâm ümmetinin en fakih insanlarıdır.
İşte yıllardan beri meşgul olduğum şey de budur. Bugün sizlere takdim ettiğim bu yazının takip edilecek yol için bir ışık olmasını niyâz ederim.
Aşırılık ve indirgemecilik Arasında Sünnetin Hukuka
Etkisi
Dolayısıyla burada araştırılması gereken önemli nokta, insanların tâbi olup amel etmesi gereken ve İslâm fıkhına etkisi olan
22
23
24
Abdulmün’im en-Nemir, es-Sünne ve’t-teşrî’, s. 42, 43.
el-Müslimü’l-muâsır, sayı: 1.
Kâhire: Mektebetü Vehbe.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
210
Yusuf el-Karadâvî
sünnet ile hukûkî kural koymayan ve insanların uymakla mükellef olmadıkları sünnetin açıklanmasıdır.
Aynı şekilde kıyâmete kadar süreklilik arzeden ve bütün insanları kapsayan hükümler koyan sünnet ile ortaya çıkan bazı
durumlara ya da belli hallere özel hükümler koyan sünnetin de
beyân edilmesi bir zorunluluktur.
Vakıaya baktığımızda İslâm ümmeti içinde iki zıt grubun varlığını müşâhede etmekteyiz: Birinci grup sünnetin tamamının her
zaman, her yerde ve her durumda bütün insanları bağlayıcı
hukûkî kurallardan ibaret olduğunu düşünmektedir. Halbuki
sünnetin içinde cibillî (beşerî) davranışlar, âdet olan hususlar,
çevresel deneyim ve tecrübeler ve gelişigüzel yapılan, insanları
mükellef kılma amacı bulunmayan şeyler de vardır. Özellikle de
Hz. Peygamber’in davranışlarında bu durum daha da belirgin
olarak görülmektedir. Bu sebeple usûl âlimleri arasında ince detaylara vâkıf olduğu bilinenler, Hz. Peygamber’in bir davranışta
bulunmasının, eğer Allah’a yakınlaşma kastı olduğu kesin olarak
bilinmiyorsa, sadece söz konusu fiilin mubahlığına veya meşrû
olduğuna delâlet ettiğini belirtmişlerdir.
Bugün bazı kimselerin câmilerdeki minberlerin üç basamaklı
olmasını dahi sünnet saydıklarını görmekteyiz. Basamkların
adedi bundan fazla olunca bunu sünnete muhâlefet olarak algılamakta ve bunu yapanları kınamaya başlamaktadırlar. Halbuki
Hz. Peygamber’in minberinin gelişimi bir hurma ağacı kütüğünden başlamıştı. Resûlullah minberden önce o hurma kütüğünün
üzerinden hitap ederdi. Bu arada minberin bundan daha büyük
ya da küçük olmasının yasaklandığına dair bir haber de yoktur.
Başka bazı kimselerin ise hiç muhtaç olmadıkları halde ve
mensubu bulundukları milletin bir âdeti olmamasına rağmen ellerinde asa taşımaya sünnet hükmü verdiklerine şahit olmaktayız. Halbuki asa taşımak kendi başlarına sardıkları bir zorluktur.
Hiçbir zaman ona yaslanmazlar. Hayvanlarını onun yardımıyla
gütmezler. Asayı taşımalarını gerektirecek başka herhangi bir gerekçeleri de yoktur.
Bunlardan başka bazı dindar kişilerin de hutbe okumak için
minbere çıkan imamların ellerinde asa olmaksızın minbere çıkıp
cemaate hutbe okumalarına kızdıklarını ve bu davranışı sünneti
küçümsemek olarak telakki ederler.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
211
Hatta bunlardan biri böyle yaptım diye beni ayıpladı. Ben de
ona dedim ki: “Hayatımda hiç asa kullanmamışsam, sadece hutbe için nasıl asa taşıyayım ki?”
O da bana yakın zamana kadar birçok İslâm ülkesinde Cuma
hutbelerinin gereklerinden biri olan tahta kılıçları hatırlattı. İnsanlar bugün bu kılıçlardan da kurtulmuştur. Bu da Müslümanlarla dalga geçilmesinin bir sebebidir. Düşünsenize bütün herkesin kılıçları demirden yapılırken, sadece hutbe okuyan imamların
kılıçları tahtadandır!
Bir diğer grup ise sünneti çalışma hayatının tamamen dışına
itmeyi arzulamaktadır. Âdetler, muâmeleler, ekonomik ve idârî
meseleler, savaş hukuku vb. konuların dinden bağımsız olarak
yalnızca insanlar tarafından yönlendirilmesi gerektiğini düşünürler. Sünnet bu mevzularda ne emredici, ne yasaklayıcı, ne kesin
bağlayıcı ve ne de sadece yol gösterici bir işlev göremez.
Onların bu düşüncelerini temellendirirken dayandıkları delil,
te’vil ederek asıl anlamının dışına çıkardıkları ve neden söylendiğini göz ardı ettikleri “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” hadisidir.
Bu hadisi İmam Müslim el-Müsnedü’s-sahîh adlı eserinde
hurma ağacının aşılanması ile ilgili kıssa içinde nakletmiştir. Bu
hadisle ilgili bütün rivâyetleri birarada görmemiz, hadisin ne anlama geldiğini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Nakledildiğine göre Talha b. Ubeydullah şöyle demiştir:
Resûlullah ile beraberken bazı insanların hurma ağacının başında çalıştıklarını gördük. Hz. Peygamber onların ne yaptıklarını
sordu. Farklı cinsleri bir araya getirerek aşılama yaptıklarını söylediler. Hz. Peygamber de “Bunun fayda sağladığını zannetmiyorum” buyurdu. Bunun üzerine ağaçtakilere Hz. Peygamber’in sözü ulaştırıldı; onlar da aşılama yapmayı bıraktılar. Bu durum
Resûlullah’a haber verilince şöyle dedi: “Eğer bu yaptığınız daha
önce fayda sağlıyor idiyse yapmaya devam edin. Ben sadece fayda vermeyeceğini zannettiğimi söyledim. Zannım sebebiyle bana
kızmayın. Ancak sizlere Allah’tan geldiğini söylediğim şeylere mutlaka uyun. Zira ben Allah’a karşı asla yalan söylemem”.
Râfi’ b. Hadîc tarafından nakledilen hadis ise şöyledir: Hz.
Peygamber Medîne’ye gelmişti. Medîneliler hurma ağaçlarını aşılıyorlardı. Hz. Peygamber onların ne yaptığını sordu. “Bizler bunu
eskiden beri yaparız” dediler. Hz. Peygamber de onlara “Böyle
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
212
Yusuf el-Karadâvî
yapmasanız zannederim daha iyi verim alırsınız” dedi. Bunun
üzerine aşılamayı bıraktılar. Ancak hurma ağaçlarının verimi
düştü. Hz. Peygamber’e durumu haber verdiler. O da “Ben de bir
insanım. Eğer dininizle ilgili bir şey emredersem onu yapın. Ama
kendi reyimle bir şey söylersem, benim de bir insan olduğumu
unutmayın” buyurdu.
Hz. Âişe ve Enes b. Mâlik tarafından nakledilen hadiste ise
şunlar kayıtlıdır: Hz. Peygamber ağaçları aşılayan bir grupla karşılaştı. “Böyle yapmasanız sanki daha iyi olur” dedi. Ancak hurmaları düşük kaliteli oldu. Onlarla tekrar karşılaştığında “Hurma
ağaçlarınıza bir şey mi oldu?” diye sordu. Onlar da “Siz şöyle şöyle demiştiniz” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Sizler dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” buyurdu.
Hadisin bütün rivâyetleri göz önüne alındığında görülmektedir ki Hz. Peygamber çiftçilikle (maîşet) ilgili bir konuda zannına
dayanarak bir görüş beyan etmiştir. Onun bu konularda bir uzmanlığı yoktur. Kendisi ziraat ve ağaç işleriyle uğraşmayan Mekkelilerden biridir. Zira Mekkeliler ziraata uygun olmayan bir yerde yaşamaktadırlar. Ancak sahâbîler onun sözünü uyulması gereken dînî bir emir ve itaat edilmesi gereken bir hüküm gibi algıladılar. Hurmalar yeterince gelişmeyince Hz. Peygamber onlara
söylediği sözün anlamını açıkladı: Bu söz dînî olmayan bir konuda ifade edilmiş bir zan değildir. Ağaçların aşılanması tam anlamıyla teknik bir meseledir. Bu konularda onlar Hz. Peygamber’den daha uzman ve bilgilidir. Bu sebeple onlara “Sizler dünya
ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” demiştir.
Bu tür ziraat, sanâyi, tıp ve diğer teknik meseleler gibi uzmanlığa dayanan dünya işlerinde tâbi olunacak bir hüküm koyucu (teşriî) sünnet yoktur.
Bu yüzden İmam Nevevî söz konusu hadis için şu bab başlığını uygun görmüştür: “Hz. Peygamber’in kişisel reyiyle dünya
işleri hakkında söylediklerine değil, dînî emirlerine tâbi olmanın
gerekliliği”.
Bu hadisin, dinin ruhlar için bir çağrı olduğunu iddia ederek,
sünnetin hatta dinin tamamının hayatın dışına itilmesi ve sosyal
yaşamla ilgili konuların dinden soyutlanması için dayanak yapılmasına gelince, işte bu sünnetin, Kur’ân’ın ve İslâm’ın kesinlikle reddedeceği bir düşüncedir.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
213
İslâmiyet -Kur’ânıyla ve sünnetiyle- mükemmel bir hayat
düsturu olarak gelmiştir. O ruh ve maddeyi biraraya getirmektedir. Dünya ve âhiretin her ikisini de ele almaktadır. Bütün hayatın Allah’ın hükümleri çerçevesinde yönlendirilmesi için kurallar
koymaktadır. Bu itibarla İslâmî hükümlerin ve tavsiyelerin tamamı hayatın her alanını kapsamaktadır: Yemek, içmek, giyinmek, süslenmek, satmak, satın almak, almak, vermek, evlenmek,
boşanmak, vasiyet etmek, miras bırakmak, suç işlemek, suçluları cezalandırmak, barış yapmak, savaşa girmek, hilâfet ve devlet
idâresini yürütmek. Hadis, tefsir, ahkâm ve âdâb kitapları bu ve
benzeri konularla ilgili hükümlerle doludur. Aslında tamamen
dünya ile ilgili olan borçların yazılması hakkındaki âyeti25 bile
burada zikretmek bizim için yeterlidir.
İslâm hukukunu etkileyen sünnet –ki sünnetin çoğu böyledir- ile etkilemeyen sünnet ve umûmî mânâ kastedilen sünnet ile
husûsî anlama gelen sünnet arasındaki ayırımı yapamamak, meseleyi yanlış anlamak ve bunları birbirine karıştırmak en mühim
konulardan biri olarak telakki edilir. Çoğu kimsenin, bu noktada
da –genelde âdetimiz olduğu gibi- ifrat ve tefrit gibi iki aşırı uçtan
birinde durduğunu görmekteyiz.
Yemek yemenin sünnet ve âdâbı üzerine iki grubun yaptığı
bir tartışmayı izlemiştim.
Bunlardan biri masada yemek yemeyi, çatal ve kaşık kullanmayı reddediyor; Hz. Peygamber’in davranışlarına uymak için
yemeğin yere oturularak, sadece eller kullanılmak suretiyle yenmesi; ardından da parmakların yalanması gerektiğini söylemekteydi. Böyle yapmayanları da sünnete muhâlif olmakla suçluyordu.
Diğerleri ise yeme ve içmenin hayatla ilgili olduğunu, zaman
ve toplumlara göre değişiklik gösterebileceğini, farklılaşabileceğini ve gelişebileceğini söylemekteydi. Onlara göre din, insanlara
yeme ve içme kurallarını anlatmak için gelmemişti. İnsanlar ister
elleriyle ister kaşıkla yerler; ister sağ elleriyle ister sol elleriyle
yerler. Bunlar dinin önem vereceği ve ilgileneceği konular değildir.
Her iki grubun düşüncelerine baktığımızda, birinci grubun
Hz. Peygamber’in sâdelik, tevâzu, kanaat, hayatın süsleri arasın25
Bk. el-Bakara (2), 282.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
214
Yusuf el-Karadâvî
da zühd, kibirlilere ve rahat yaşayanlara benzemekten uzaklık
olarak şekillenen bütün hal ve tavırlarına uyma hırsıyla hareket
ettiğini görmekteyiz. Kuşkusuz bunlar Hz. Peygamber’e tâbi olma
konusunda eksik bırakmamak hırsıyla ve niyetiyle hareket ettikleri için övgüye lâyık insanlardır ve bu davranışlarının karşılığını
da umulur ki âhirette alacaklardır. Bunlardan önce Abdullah b.
Ömer ve başka bazı sahâbîler de aynen böyle bir tutum içerisindeydiler.
Ancak bu davranışlarını sünnet ve dinin bir parçası olarak
telakki edip kendileri gibi davranmayanlara karşı çıkmaları hatadır. Onlar değişen şart ve durumları hesaba katmamışlardır.
Meydan okumaya gerek olmayan bu gibi konularda başkalarıyla
mücâdeleye girmişlerdir. Halbuki onların sünnet zannettikleri
şeylerin çoğu Arapların âdetidir. Ve bunlar kendi toplum ve zamanına uygun olan davranışlardır.
Diğer gruba gelince bunlar da dinin ilgi alanına giren şeylerle
girmeyenleri karıştırmışlardır. Her ne kadar din, yerde ya da masada, elle ya da kaşık çatalla yemeye karışmasa da, sol elle yenilip içilmeyip sağ elle yenmesine ve içilmesine karışmaktadır. Bu
sadece Hz. Peygamber’in her işinde sağdan başlamayı sevmesiyle
de ilgili değildir. Bilakis Resûlullah’ın bu konudaki emir ve yasaklarıyla yaptığı yönlendirme oldukça açıktır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Besmele çek! Sağ elinle
ve önünden ye!”26.
Bir başka hadislerinde ise “Sol elinizle yemeyiniz! Çünkü şeytan sol eliyle yer”27 buyurmuştur.
“Yemek yerseniz sağ elinizle yiyiniz. Bir şey içtiğinizde de sağınızı kullanın. Çünkü şeytan soluyla yer ve içer” hadisi de aynı
şeye delâlet etmektedir28.
26
27
28
İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 132, 326; Ahmed b. Hanbel, IV, 26; Dârimî, II,
129; Buhârî, V, 2056; Müslim, III, 1599; İbn Mâce, II, 1087; Nesâî, esSünenü’l-kübrâ, IV, 175, VI, 76, 77; Ebû Avâne, Müsned, V, 165; Taberânî,
el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 26, 27, 28; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 277.
Ahmed b. Hanbel, III, 334; Müslim, III, 1598; İbn Mâce, II, 1088; Ebû Ya’lâ,
Müsned, IV, 178; Ebû Avâne, Müsned, V, 163, 268.
Mâlik b. Enes, II, 922; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 132; Nesâî, es-Sünenü’lkübrâ, IV, 172, 199.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
215
Başka bir rivâyete göre ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Solunuzla ne yiyin ne de için. Çünkü şeytan soluyla yer ve
içer”29.
Seleme b. Ekvâ’dan nakledildiğine göre adamın biri (Büsr elEşcaî) Hz. Peygamber’in yanında sol eliyle yemek yedi. Resûlullah
da ona “Sağ elinle ye!” dedi. Adam “Ben sağımla yiyemiyorum”
deyince Hz. Peygamber “Gücün mü yetmiyor! Onu kibri alıkoyuyor” buyurdu. Bunun ardından adam elini ağzına götüremez oldu30.
İşte bu emredici, yasaklayıcı ve sakındırıcı hadisler sağ elle
yemenin amaç olduğunu göstermektedir. Bu davranış müslüman
fert ve toplumların ayırıcı kurallarından biridir. Köklü milletler
hayatın normal akışıyla ilgili şeyler de olsa kendilerine özel ayırıcı
vasıflarının olmasını isterler. Üstad Muhammed Esed, “el-İslâm
alâ müfteraki’t-turuk / Yolların ayrılış noktasında İslâm” adlı eserinde sünnetin hayat ve insanların âdetleriyle ilgili ortaya koyduğu kural ve gelenekler ile bunların müslüman birey üzerinde icrâ
ettiği etki hakkında çok kıymetli bir değerlendirmede bulunmuştur. Bu tahlil mutlaka okunmalı ve okutulmalıdır. Bundan istifade etmek gerekir31.
Yukarıda tartışan iki grup ile ilgili bahsettiğimiz meselede
doğru olan tutum teşriî sünnet ile olmayanı, her zaman geçerli
olan ile bu özelliği taşımayanı ayırarak orta yolu takip etmektir.
Bu da ancak Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’in sünnetini inceleyip anlamakla mümkündür.
Araştırılması Gereken Büyük Bir Mesele
Bu yazıda konumuzu teşkil eden, çağımızda sürekli tartışılan, araştırılması ve iyice incelenmesi gereken meselelerden biri
de hiç kuşkusuz sünnetin İslâm hukukuna etkisi olan bölümü
ile olmayanını ayırmaktır. Ayrıca taksim yapılırken dayanılacak
esaslar ve bu taksimin uygulanmasının doğuracağı etki de önemlidir. Konu hadis usûlünden daha fazla fıkıh usûlünü ilgilendirmektedir. Ancak bu iki disiplinin birbirlerinden müstağni kalamayacakları da açıktır.
29
30
31
Tirmizî, IV, 257.
İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 132; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 149; Müslim,
III, 1599; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 277.
Muhammed Esed, el-İslâm alâ müfteraki’t-turuk, son iki bölüm.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
216
Yusuf el-Karadâvî
Bu meselede sünnetin teşriî olan bölümü ile olmayanı böyle
sarih bir başlık ya da terim altında inceleyen, teşriî sünneti de
genel ve sürekli olan ve olmayan diye taksim eden ilk müellif bildiğim kadarıyla Ezher’in eski üstâdı merhûm Mahmûd Şeltût’tur.
Bu konudaki görüşlerini Fıkhu’l-Kur’ân ve’s-sünne: el-Kısâs adlı
eserinde yazmıştır. Aslında bu kitaptaki bilgiler 1930’lu yıllarda
Kâhire’de Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenim talebelerine verdiği derslerden müteşekkildir. Bu kitap daha sonraları meşhur
eseri el-İslâm akîdeten ve şerîaten’in içinde yer almıştır.
Sünnet konusunda eser veren ve sünneti teşrîi ve teşrîi olmayan diye ayıran çağdaş müeelliflerin çoğu Şeyh Mahmût
Şeltût’tan istifade etmişlerdir32. Bunu söylerken başlık ve terimleri ondan aldıklarını kastediyorum. Ancak içeriğe gelince
Şeltût’tan önce Allâme eş-Şeyh Reşîd Rızâ Tefsîru’l-Menâr’da ve
ondan da önce hicrî on ikinci asırda yaşayan Şâh Veliyyullâh edDihlevî adıyla ma’ruf olan Hakîmü’l-İslâm Ahmed b. Abdirrahîm
bu konuya değinmişlerdir.
Aynı zamanda İmâm Ebu’l-Abbâs Şihâbuddîn el-Karâfî de
sünnetin özel teşrîî yönünden bahsetmiş ve tafsilatlı bilgiler
sunmuştur. Bunların hepsini ileride inceleyeceğiz. Eski ve yeni
ulemamız ile fukahâ ve usulcülerimizin birçoğu da mesele hakkında değişik münâsebetlerle ve farklı başlıklar altında görüş beyan etmişlerdir. Hatta ileride zikredeceğimiz üzere konu sahâbe
döneminde bile tartışılmıştır.
İbn Kuteybe’nin Sünnetler Hakkındaki Görüşü
Bildiğim kadarıyla eski âlim ve musanniflerimiz arasında
sünnetin çeşitlerinden ilk defa bahseden kişi Mu’tezile’yi savunan Câhız gibi ehl-i sünnetin koruyucusu olan büyük ansiklopedik âlim Ebû Muhammed b. Kuteybe’dir (ö. 276). Her ne kadar
meseleyi yeteri kadar incelememişse de konu hakkındaki düşüncelerini Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs adlı eserinde ortaya koymuştur.
Halbuki İbn Kuteybe’nin ansiklopedik tarafı uzmanlık yönünden
üstündür. Bu sebeple de Fakîhu’l-üdebâ ve Edîbü’l-fukahâ diye
nitelendirilmiştir.
32
Örneğin Dr. Muhammed Selîm el-Avvâ’nın Mecelletü’l-Müslimi’l-muâsır’ın
birinci sayısında yer alan “es-Sünnetü’t-teşrîiyye ve ğayrü’t-teşrîiyye” adlı
makalesi ile Dr. Abdülmün’im en-Nemir’in es-Sünne ve’t-teşrî’ isimli kitabına
bakılabilir. Başka misaller de verilebilir.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
217
Ebû Muhammed İbn Kuteybe şöyle demiştir: “Sünnetler üç
kısma ayrılır:
1- Cebrâil aleyhisselâmın Allah Teâlâ’dan getirdiği sünnetler.
Hz. Peygamber’in “Bir kadın, halası veya teyzesiyle aynı kişinin
nikahı altında birleştirilmez”33 sözü ile “Nesebden doğan haramlığın hepsi süt kardeşliği ile de gerçekleşir”34 hadisi; yine “Bir ya da
iki defa süt emmekle süt annelik oluşmaz”35 ve “Diyet âkileye
âittir”36 gibi temel kural haline gelen haberler bu bölümün örnekleridir.
2- Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e sünnet koyma izni verdiği
ve kendi görüşüyle hareket etme özgürlüğü verdiği sünnetler. Bu
bölümde Hz. Peygamber’in gerekçe ve mâzerete göre dilediği kişilere ruhsat verme hakkı vardır.
Örneğin ipek giymeyi erkeklere haram kıldığı37 halde hastalığı
sebebiyle Abdurrahmân b. Avf’a izin vermesi38 böyledir.
Yine Mekke hakkında “Mekke’nin ne otu yolunur ne de ağacı
kesilir” buyurunca Abbâs b. Abdilmuttalib “Yâ Resûlallah! İzhir
33
34
35
36
37
38
Buhârî, V, 1965; Müslim, II, 1029; İbn Mâce, I, 621; Ebû Dâvud, II, 224;
Tirmizî, III, 432; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 292, 293, 294; İbn Hibbân,
Sahîh, IX, 376, 427; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, III, 293; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, VII, 165-166.
Ahmed b. Hanbel, I, 339, VI, 51; Dârimî, II, 207; Buhârî, II, 935; İbn Mâce, I,
623; Tirmizî, III, 452; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 295; Ebû Avâne, Müsned
III, 111, 115; İbn Hibbân, Sahîh, X, 36; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, I, 174;
Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 453;
Ahmed b. Hanbel, VI, 95, 216, 247; İbn Mâce, I, 624; Ebû Dâvud, II, 224;
Tirmizî, III, 455; Ebû Avâne, Müsned, III, 116; İbn Hibbân, Sahîh, X, 38, 39,
40; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, I, 124, XXV, 23; Dârekutnî, IV, 175;
Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 455;
İbn Mâce, II, 879; Ebû Dâvud, IV, 192; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 375;
Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 105; Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 366.
Tayâlisî, Müsned, I, 10; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 152; Ahmed b. Hanbel,
I, 43, V, 390, 397; Buhârî, V, 2069, 2133; Müslim, III, 1638, 1641; Nesâî,
es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 149; Ebû Avâne, Müsned, V, 214; İbn Hibbân, Sahîh,
XII, 155; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 27;
Tayâlisî, Müsned, I, 265; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 154; Ahmed b.
Hanbel, III, 127, 180; Buhârî, III, 1069; Müslim, III, 1646, 1647; Ebû
Dâvud, IV, 50; Tirmizî, IV, 218; Ebû Ya’lâ, Müsned, V, 443; Ebû Avâne,
Müsned, V, 235; İbn Hibbân, Sahîh, XII, 246, 247, 248; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, III, 268; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 144.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
218
Yusuf el-Karadâvî
müstesna değil mi? Onu evlerimizde kullanıyoruz” demiş; Hz.
Peygamber de izhiri genel kuraldan istisna etmiştir39.
Eğer Allah Teâlâ Mekke’nin bütün ağaçlarını haram kılmış olsaydı, Abbâs b. Abdilmuttalib’in izhiri istisna etmesi yönündeki
sözüne itibar etmezdi. Ancak Allah Teâlâ ona böyle istisnalar
yapma yetkisi vermiş, o da oradakilerin menfaati îcâbı izhiri istisna etmiştir.
Hz. Peygamber umre konusunda ise “Daha önce bilseydim
umreye niyet ederdim”40 demiştir.
Yatsı namazı hakkında ise “Ümmetime ağır gelmeyeceğini bilsem bu namazın vaktini şu vakte çekerdim”41 buyurmuştur.
Kurban etlerinin üç günden fazlalık kısmının saklanmasını,
kabir ziyâretini ve şarap kaplarında nebiz yapılmasını yasaklamıştır.
Daha sonra ise “Ben kurban etlerinin üç günlük kısmından
fazlasının saklanmasını yasaklamıştım. Sonra baktım ki insanlar
misafirlerine ikram edip sonra gelecek misafirler için de saklıyorlar. Artık dilediğinizi yiyin, istediğiniz kadar da saklayın. Kabir
ziyâretini de yasaklamıştım. Artık ziyâret edebilirsiniz. Ancak kabirde (Câhiliye’den kalan) kötü sözler söylemeyin. Çünkü anladım
ki kabir ziyâreti kalpleri yumuşatmaktadır. Şarap kaplarındaki
nebizi içmekten de menetmiştim. Nebizi içebilirsiniz ama sarhoş
eden bir şey içmeyin”42 buyurmuştur.
İşte bütün bunlar Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e yasak
koyma ve yasakladığı şeyleri daha sonra dilediği kişilere serbest
bırakma yetkisi verdiğini göstermektedir.
Eğer bu meselelerde böyle davranması câiz olmasaydı aynen
eşiyle tartışıp zıhâr hakkında kendisine soru soran kadına cevap
vermeyip tevakkuf ettiği gibi bu meselelerde de görüş beyan etmezdi. Zıhâr konusunda olduğu gibi buralarda da şöyle derdi:
“Bu meselede Allah hükmünü verecektir”.
Yine nakledildiğine göre ihramda olmasına rağmen yün bir
cüppe giymiş ve koku sürünmüş bir bedevî Hz. Peygamber’e gelip
ne yapması gerektiğini sordu. Önce cevap vermedi. Elbisesine sa39
40
41
42
İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 404.
Ahmed b. Hanbel, III, 266; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, III, 235.
İbn Ebî Şeybe, Musannef, I, 292; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 13.
Ahmed b. Hanbel, III, 237; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 66.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
219
rıldı ve kendisinden bir hırıltı sesi geldiği duyuldu. Daha sonra
kendine gelip adama cevap verdi43.
3- İnsanları eğitmek (te’dip etmek) amacıyla koyduğu sünnetler. Bunları yaparsak fazîletli davranışlar sergilemiş oluruz (sevap
kazanırız). Ancak yapmazsak -inşallah- bunun hiçbir günahı
yoktur. Sarığın çene altından bağlanmasını emretmesi, pislik yiyen hayvan (cellâle) etini44 ve hacamat yaparak para kazanmayı45
yasaklaması bu son bölümün örnekleridir46.
Karâfî’nin Düşünceleri
Hicrî yedinci asırda Mâlikî mezhebi âlimlerinden Şihâbuddîn
el-Karâfî el-Mısrî’nin Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini imâmet
(devlet başkanlığı), kadâ (hâkimlik), fetvâ (müftülük) ve tebliğ
(peygamberlik) olarak ayırdığını, bunların hükmün genel veya
özel oluşuna, yine mutlak ya da mukayyed oluşuna etkisine değindiğini görmekteyiz. Kendisinden önce hiç kimsenin yapmadığı
kadar tafsilatlıca bu konuyu iki eşsiz kitabında işlemiştir: elFurûk ve el-İhkâm fî temyîzi’l-fetâvâ mine’l-ahkâm. Burada, elFurûk adlı eserinin otuz altıncı fark isimli bölümünde Hz. Peygamber’in kazâ, fetvâ ve imâmetle ilgili tasarrufları arasındaki
farkı incelerken yazdıklarıyla yetineceğiz:
“Bilmelisin ki Resûlullah yöneticilerin en büyüğü (el-imâmu’la’zam), hükümleri en isâbetli kâdî (el-kâdı’l-ahkem) ve en bilgili
müftüdür (el-müfti’l-a’lem). O, imamların imamı, kadıların kadısı
ve âlimlerin âlimidir. Dînî mevkilerin hepsi Allah Teâlâ tarafından
onun peygamberliğine dâhil kılınmıştır. Hz. Peygamber, kıyâmete
kadar bu mevkilerden herhangi birini işgal edecek olanların en
büyüğüdür. Dînî makamların hepsine en üst seviyede layık olan
odur. Davranışlarının çoğu tebliğ ile ilgilidir. Çünkü onun asıl
vasfı peygamber olmasıdır. Ancak genel olarak bakıldığında, davranışlarının bir kısmının tebliğ ve fetvâ, bir kısmının kadâ ve di43
44
45
46
Buhârî, II, 634; Müslim, II, 836; İbn Hibbân, Sahîh, IX, 91; Taberânî, elMu’cemü’l-kebîr, XXII, 251; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 56.
Tirmizî, IV, 270; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 332. Cellâle hayvan pisliği
yediği için bu et ve sütüne etki edebilmektedir. Bu sebeple eti ve sütü yasaklanmıştır. İbn Kuteybe buradaki yasağı tenzîhen mekruh olarak niteliyor.
Müslim, III, 1199; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 556. HZ. Peygamber’in bu yasağı
tenzîhen mekruhluk ifade eder. Çünkü Hz. Peygamber, hacamat yaptırdığı
bir kişiye ücretini ödemiştir (Buhârî, II, 1741, V, 2154; III, 1204, 1205, IV,
1731; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 554).
İbn Kuteybe, Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, s. 196-197.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
220
Yusuf el-Karadâvî
ğer bir bölümünün ise imâmetle alakalı olduğu hususunda icmâ
bulunduğunu görmekteyiz. Bunların dışında kalanlar üzerinde
ise bazen bir özelliği bazen de diğer özelliği ağır basan tasarrufları olduğu için âlimlerin ihtilafı vardır.
Hz. Peygamber’in davranışları arasındaki farklılık İslâm hukukunu da etkilemektedir.
Hz. Peygamber’in tebliğ için söylediği ya da taptığı her şey
kıyâmete kadar insanlar ve cinler için umûmi bir hükümdür. Bu
emirle muhâtap olan herkes bunu yerine getirmek zorundadır.
Mubahlar da böyledir. Hz. Peygamber bir şeyi yasaklamış ise
herkes bundan kaçınmak mecburiyetindedir.
Hz. Peygamber’in imâmet sıfatıyla yaptıkları ise ancak mevcut devlet başkanının Resûlullah’ın tasarrufuna uyarak izin vermesiyle uygulanabilir. Çünkü Hz. Peygamber’in söz konusu davranışta bulunması imâmet sıfatından kaynaklanmakta, tebliğ
amacı güdülmemektedir.
Hz. Peygamber’in kadılık sıfatıyla ortaya koyduğu hükümler
ise ancak hâkimin Hz. Peygamber’e uyarak hüküm vermesiyle
uygulanabilir. Çünkü Hz. Peygamber söz konusu tasarrufu kadılık niteliğiyle yapmıştır.
İşte bu üç kaide arasındaki farklar bunlardır. Bunları dört
meseleyi ele alarak inceleyelim:
Birinci Mesele
Orduların kâfirlere, hâricîlere ve savaşılması gerekenlere karşı sevki, devlet hazinesinin gerekli yerlere dağıtılması, hazineye
ödenmesi gereken malların toplanması, kadıların ve vâlilerin görevlendirilmesi, ganimetlerin taksimi, kâfirlerle zimmîlik ya da
barış anlaşmalarının imzalanması vb. konular halîfeyi ve devlet
başkanını ilgilendirmektedir. Bu gibi konularda Hz. Peygamber
herhangi bir davranışta bulunduğu zaman, anlaşılır ki bu tasarrufu sadece imâmet sıfatıyla ilgilidir. Hz. Peygamber her ne zaman mal mülk ya da bedenlerle ilgili davalarda delillere, yeminlere, yeminden kaçınmalara ve benzer şeylere dayanarak iki kişi
hakkında hüküm vermişse, anlarız ki bu tasarruf sadece kadılık
niteliğiyle ilgilidir. Zira arzedilen durum mahkeme süreci ve hâkimlerle alakalıdır. İbâdetlerle ilgili her söz ya da fiili ya da dînî
meselelerde soru soranlara verdiği cevapların hepsi tebliğ amacıyla ve müftülük sıfatıyla ortaya koyduğu tasarruflardır. Bu
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
221
noktalarda bir kapalılık söz konusu değildir. Ancak aşağıda inceleyeceğimiz diğer meselelerde bir kapalılık ve şüphe mevzu bahistir.
İkinci Mesele
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim sahipsiz boş bir araziyi ihyâ ederse,. orası onun olur”47.
Âlimler bu hadis hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Acaba bu hüküm fetvâ niteliği mi taşır? Yani eğer böyle ise devlet
başkanları ister izin versin ister vermesin, herkes, sahipsiz boş
arazileri ihyâ etme hakkına sahip olur. İmam Mâlik (ö.179/795)
ve İmam Şâfiî’nin (ö. 204/819) kanaatleri bu istikamettedir. Yahut da bu hüküm Hz. Peygamber’in imâmet sıfatıyla verdiği bir
talimat mıdır? Eğer böyleyse hiç kimse devlet başkanı izin vermeden sahipsiz arazileri ihyâ etme hakkına sahip değildir. İmam
Ebû Hanîfe (ö. 150/767) ise bu görüştedir.
İmam Mâlik’in şehir yakınlarındaki arazilerin ihyâsını devlet
başkanının iznine bağlarken, şehre uzak arazilerin ihyâsının serbest olduğunu söyleyerek bir ayırıma gitmesi, şu an incelediğimiz
konuyla doğrudan ilişkili değildir. Bilakis başka bir kâideyle alakalıdır. O da şudur: Şehirlere yakın bölgeler münâkaşa, fitne ve
zararlı şeylerin meydana gelmesine sebep olur. Bu yüzden daha
önce de değindiğimiz üzere böylesi hadiseler vukû bulmaması
için devlet idarecilerinin şehirlere yakın bölgeleri de kontrolleri
altında tutmaları gerekir. Ancak şehirlere uzak yerlerde böylesi
olaylar olmayacağı için herkes sahipsiz boş arazileri imar edebilir.
Boş arazilerin ihyâsı konusunda İmam Mâlik ve İmam
Şâfiî’nin görüşleri daha tercihe layıktır48. Çünkü Hz. Peygam47
48
Mâlik b. Enes, II, 743; Ahmed b. Hanbel, III, 381; Dârimî, II, 347; Buhârî, II,
823; Ebû Dâvud, III, 178; Tirmizî, III, 662, 663; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III,
405; Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 252; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 616; Taberânî, elMu’cemü’l-evsat, I, 190, VIII, 147; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 28, XVII, 14;
Dârekutnî, Sünen, III, 35; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 99, 141, 142, 143,
X, 318; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, IV, 158, 258.
Kanaatimizce İmam Ebû Hanîfe’nin görüşü tercih edilmeye layıktır. Çünkü
kamu menfaati devletin işlenmemiş arazilerin mülkiyetini elinde bulundurup, bunları yönetmesini gerektirmektedir. Oraları askeri mıntıka olarak ya
da benzeri bir amaç için kullanabilir. Yahut da arkeolojik çalışma mekanları
yapabilir. Böylece devlet oraların insanlar tarafından ihyâ edilmesine izin
vermez; ya da bunun için şartlar koyar veya bir nihâyi sınır çizebilir vs.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
222
Yusuf el-Karadâvî
ber’in tasarruflarının çoğu fetvâ ve tebliğ amacına matuftur. Bir
şey fazla ile nâdir arasında gidip geliyorsa, onun fazla olana izâfe
edilmesi bir kâidedir.
Üçüncü Mesele
Ebû Süfyân’ın karısı Hind bnt. Utbe, Hz. Peygamber’e “Ebû
Süfyân çok cimri; çocuğumla bana yetecek şey vermiyor” deyince; Resûl-i Ekrem “Sana ve çocuğuna örfen yetecek miktarda malı
alabilirsin!”49 buyurmuştur.
İslâm bilginleri bu meselede de ihtilaf etmişlerdir. Acaba Hz.
Peygamber’in bu tasarrufu fetvâ niteliği mi taşır? Buna göre başkasında alacağı bulunan bir kimse, hakkını ya da onu telafi edecek bir benzerini bulduğu zaman hasmının bilgisi dışında bunu
alabilecektir. İmam Mâlik’in bilinen görüşü bunun aksinedir. Ancak İmam Şâfiî bu kanaattedir. Yahut da bu mahkeme kararı
(kadâ) niteliği mi taşımaktadır? Buna göre de borçludan hakkını
alamayan bir kimse hakkını kendisi tahsil edemez. Mutlaka
mahkeme kararı gerekir. Hattâbî (ö. 388/998) âlimlerin bu hadisi
ilgilendiren her iki görüşünü de aktarmıştır. Bu hadiste ifade edilen hükmün mahkeme kararı olduğunu söyleyenler şuna dayanırlar: Burada belli bir kişiye ödenmesi gereken mal ile ilgili bir
dava söz konusudur. Bu da ancak mahkemede çözümlenebilir.
Çünkü fetvâlar umûmi (genel, herkesi şâmil) bir nitelik taşır.
Bunun fetvâ olduğunu savunanların ise delili şudur: Ebû
Süfyân’ın Medîne’de olduğu rivâyette belirtilmemiştir. Mahkemeye celbedilmeleri mümkün olan kimselere haber vermeksizin
haklarında karar vermek (kadâ) câiz değildir. Bu da Hz. Peygamber’in bu sözünün fetvâ olduğunu gösterir. Hadisin zâhiri de bunu ifade etmektedir.
Dördüncü Mesele
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Savaşta düşmanı öldüren
mücâhit, onun soykasını alabilir”50.
49
50
Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, IX, 126; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 50,
206; Buhârî, II, 769, V, 2052, VI, 2626; Müslim, III, 1338; İbn Mâce, II, 769;
Ebû Dâvud, III, 289; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 481, V, 378; Ebû Ya’lâ,
Müsned, VIII, 98; Ebû Avâne, Müsned, IV, 164; İbn Hibbân, Sahîh, X, 68;
Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXV, 71, 72; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII,
466, 477, X, 141, 142, 269, 270.
Mâlik b. Enes, II, 454; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 478, VII, 417; Ahmed b.
Hanbel, V, 306; Dârimî, II, 301; Buhârî, IV, 1570; Müslim, III, 1371; Ebû
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
223
Âlimler bu hadis üzerinde de görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hz. Peygamber’in bu tasarrufu acaba devlet başkanlığıyla mı ilgilidir? Eğer böyle ise savaşta düşmanı öldüren mücâhit onun üzerindekileri ancak devlet başkanının izniyle alabilir. İmam Mâlik
bu düşüncededir. Bu görüşüyle İmam Mâlik, sahipsiz boş arazilerin ihyâsı meselesinde dayandığı, Hz. Peygamber’in tasarruflarının büyük bölümü fetvâ niteliği taşır; bu sebeple onun davranış
ve sözleri genelde fetvâ olarak değerlendirilmelidir şeklindeki temel fikre muhâlefet etmiş olmaktadır. İmam Mâlik’in bu temel
düşünceye burada muhâlefet etmesinin birkaç sebebi vardır:
1- Ganimet, ganimette hakkı olan herkesindir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı
gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize
inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin
beşte biri Allah’a, Resûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir”51. Öldürülen düşmanların soykalarının bunun dışında tutulması bu
âyetin zâhiriyle çelişmektedir.
2- Bu, mücâhitlerin ihlasını bozabilir. İslâm’a yardım için değil bu mallar için savaşmaya başlayabilirler. Bu sebeple de soykası çok olana yönelip diğerlerini bırakırlar. Netice de orduda bozulmalar olmaya başlar. Halbuki belki de soykası hafif olanlar
Müslümanlara daha fazla zarar verebilirler.
İşte İmam Mâlik bunlardan hareketle yukarıda söz edilen temel düşünceye bu konuda muhâlefet etmiştir.
İşte Hz. Peygamber’in diğer tasarrufları da bu kâide ve farklar
ışığında değerlendirilmelidir. Bu İslâm dininin temel ilkelerinden
biridir”52.
İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye’nin Düşünceleri
İmam İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye (691-751/1291-1350) Zâdü’lmeâd adlı eserinde Huneyn Gazvesi’nden bahsederken yukarıda
arzettiğimiz mesele hakkında şu değerlendirmelerde bulunur:
51
52
Dâvud, III, 70; Tirmizî, IV, 131; Ebû Avâne, Müsned, IV, 233, 235; Tahâvî,
Şerhu maâni’l-âsâr, III, 243; İbn Hibbân, Sahîh, VIII, 102, XI, 131, 168, 173,
174; Tabrânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VII, 245; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI,
306, 307.
el-Enfâl (8), 41.
Karâfî, el-Furûk, I, 205-209; a.mlf., el-İhkâm fî temyîzi’l-fetâvâ mine’l-ahkâm,
s. 86-109.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
224
Yusuf el-Karadâvî
“Hz. Peygamber’in bu gazvede “Savaşta herhangi bir düşmanı
öldürdüğünü kanıtlayabilen mücâhit, onun soykasını alabilir” buyurduğu nakledilmiştir.
Aynı sözü daha önceki bir başka savaşta da söylemiştir. İslâm hukukçuları bu hadisle alakalı olarak düşmanın soykasını
almak dinin bir hükmü müdür yoksa bir şarta mı bağlıdır? şeklinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel’den
(ö.241/855) bu konuda her iki görüş de nakledilmiştir.
Birinci görüşe göre mücâhidin öldürdüğü düşmanın üzerindekileri alması dinin bir hükmü olarak hakkıdır. Devlet başkanı
ister bunu onaylasın ister onaylamasın farketmez. Bu İmam
Şâfiî’nin kanaatidir.
İkinci görüş ise düşmanın soykasının alınmasını devlet başkanının iznine bağlamaktadır. Bu da İmam Ebû Hanîfe’nin düşüncesidir.
İmam Mâlik ise şöyle hükmetmiştir: Düşmanın soykasını almak, savaş sonrasında devlet başkanının buna izin vermesiyle
mümkündür. Eğer savaştan önce soykaların alınamayacağını
söylemişse mücahitlerin öldürdükleri kimselerin üzerindekileri
alması câiz değildir. İmam Mâlik “Bildiğim kadarıyla Resûlullah
bu sözü sadece Huneyn’de söylemiştir. Savaş bittikten sonra
mücâhitlere bunları bağışlamıştır”53 demektedir.
Aslında görüş ayrılığının sebebi şudur: Hz. Peygamber devlet
başkanlığı, hakimlik (ya da kadılık), müftülük ve peygamberlik
niteliklerinin hepsini haizdir.
Bazen peygamberlik niteliğiyle bir hüküm verir ve bu hüküm
kıyâmete kadar bütün Müslümanları bağlayan genel bir dini kural olur. Örneğin “Kim bizim bu dinimizde olmayan bir şeyi sonradan dine sokmak isterse o reddolunur”54 ve “Kim izinlerini almadan başkalarının arazisini ekip biçerse mahsulden bir şey alamaz;
53
54
Yani Hz. Peygamber’in amacı harbin ardından savaşanları teşvik etmek ve
ödüllendirmektir. Buna göre Resûlullah, müşriklerin soykalarını
mücâhitlere bir armağan olarak düşünmüştür.
Ahmed b. Hanbel, VI, 240, 270; Buhârî, II, 959; Müslim, III, 1343; İbn Mâce,
I, 7; Ebû Dâvud, IV, 200; Ebû Ya’lâ, Müsned, VIII, 70; Ebû Avâne, Müsned,
IV, 171; İbn Hibbân, Sahîh, I, 207; Dârekutnî, Sünen, IV, 224; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, X, 119, 150, 251.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
225
ancak kendisine nafakası verilir”55 hadisleri ile bir şâhit ve davacının yeminine dayanarak hükmetmesi56 ve taksim edilemeyen
mallarda da şuf’a olabileceğine hükmetmesi57 böyledir.
Hz. Peygamber kimi zamanda fetvâ olarak hüküm verir. Mesela kocasının (Ebû Süfyân) cimriliğinden şikayet eden ve kendisine yetecek miktarda mal vermediğini söyleyen Hind bnt.
Utbe’ye söylediği “Sana ve çocuğuna örfen yetecek miktarda malı
alabilirsin!”58 sözü böyledir. Bunlar fetvâdır, mahkeme kararı
(hüküm) değildir. Çünkü Hz. Peygamber ne Ebû Süfyân’ı mahkemeye çağırtmış, ne ona bu iddiaya cevabını sormuş ve ne de
Hind’den davasını kanıtlayacak bir delil istemiştir.
Hz. Peygamber bazı durumlarda da devlet başkanlığı sıfatıyla
konuşur. Onun bu meyandaki sözleri, o dönemde, o yerde ve o
hal içinde bulunan ümmet için genel bir maslahat içeriyordur.
Ancak Hz. Peygamber’den sonraki idareciler Resûlullah’ın gözettiği maslahata göre hareket eder ve kendi zaman, mekan ve durumlarını göz önünde bulundururlar.
Bu sebeple âlimler, hakkında Hz. Peygamber’den gelen haberlerin de bulunduğu bir çok meselede ihtilaf etmişlerdir. Mesela
“Savaşta düşmanı öldüren mücâhit, onun soykasını alabilir”59 hadisi bunlardan biridir. Acaba Hz. Peygamber bu sözü devlet başkanlığı sıfatıyla mı söylemiştir? Bu durumda hüküm, devlet baş55
56
57
58
59
Tayâlisî, Müsned, I, 129; İbn Ebî Şeybe, Musannef, IV, 492; İbn Mâce, II,
874; Tirmizî, III, 648; Tahâvî, Şerhu maâni’l-âsâr, IV, 117.
Ebû Avâne, Müsned, IV, 55; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 167.
Mâlik b. Enes, II, 713; Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, VIII, 79; İbn Ebî
Şeybe, Musannef, V, 420; Ahmed b. Hanbel, III, 296; Abd b. Humeyd,
Müsned, I, 326; Buhârî, II, 787; İbn Mâce, II, 835; Ebû Dâvud, III, 285;
Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 62; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 592; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, VI, 103.
Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, IX, 126; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 50,
206; Buhârî, II, 769, V, 2052, VI, 2626; Müslim, III, 1338; İbn Mâce, II, 769;
Ebû Dâvud, III, 289; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 481, V, 378; Ebû Ya’lâ,
Müsned, VIII, 98; Ebû Avâne, Müsned, IV, 164; İbn Hibbân, Sahîh, X, 68;
Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXV, 71, 72; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII,
466, 477, X, 141, 142, 269, 270.
Mâlik b. Enes, II, 454; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 478, VII, 417; Ahmed b.
Hanbel, V, 306; Dârimî, II, 301; Buhârî, IV, 1570; Müslim, III, 1371; Ebû
Dâvud, III, 70; Tirmizî, IV, 131; Ebû Avâne, Müsned, IV, 233, 235; Tahâvî,
Şerhu maâni’l-âsâr, III, 243; İbn Hibbân, Sahîh, VIII, 102, XI, 131, 168, 173,
174; Tabrânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VII, 245; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI,
306, 307.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
226
Yusuf el-Karadâvî
kanlarının inisiyatifindedir. Yahut da risâlet ve nübüvvet niteliğiyle mi bu hükmü vermiştir? Bu durumda ise söz konusu hüküm dini ve herkesi bağlayan bir özellik arzeder.
Aynı şekilde “Kim sahipsiz boş bir araziyi ihyâ ederse,. orası
onun olur”60 hadisi de böyledir. Acaba bu, devlet başkanları ister
izin versin ister vermesin herkesi bağlayan umûmi şer’î bir hüküm müdür? Yahut da bu da devlet idarecilerinin inisiyatifinde
midir? Yani sahipsiz arazilere sahip olmak için idarecilerin izni
şart mıdır? Konu üzerinde iki farklı görüş vardır. Birincisi mezheplerinin zâhirine göre İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’in kanaatleridir. İkincisi ise İmam Ebû Hanîfe’nin düşüncesidir. İmam
Mâlik ise insanlar arasında çekişmeye yol açmayacak kadar geniş açık arazilerle, insanların birbirine düşmesine sebep teşkil
edebilecek yerleri birbirinden ayırmış; ikinci kısımda yer alanlar
için devlet başkanlarının iznine itibar ederken ilk bölümdekiler
için böyle bir şart koymamıştır”61.
İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye burada Hz. Peygamber’in tasarruflarının taksimi konusunda Karâfî’nin yolunu izlemiştir. Ancak
her iki müellif de nebevî sünnet içinde yer alan ve kesinlikle teşriî
nitelik taşımayan kısımdan bahsetmemiştir. Bu kısım sünnetler,
Hz. Peygamber’in beşerî davranışlarını, zaman zaman yaptığı ve
içinde yaşadığı toplumun âdeti olan uygulamaları ve çevresinden
kazandığı tecrübeleri içermektedir. Bunların ne vahiyle ne de
dînin bağlayıcı yönüyle hiçbir alakası yoktur. Bununla birlikte
İbnü’l-Kayyım başka eserlerinde değişik münasebetlerle bu bölümle ilgili bilgiler sunmuştur. Miftâhu dâri’s-saâde adlı eserinde
yazdıklarından bir kısmını ileride nakledeceğiz.
Şâh Veliyyullâh ed-Dihlevî’nin Sünnetleri Taksimi
Bu olgunun bütün yönlerini kapsayacak bir tarzda açıkça
bahseden ve kendisinden sonraki herkesin yararlandığı bir taksim sunan ilk kişi, Hindistan’da yaşayan ve Hakîmu’l-İslâm lakabıyla anılan Şâh Veliyyullâh ed-Dihlevî ismiyle ma’rûf Ahmed
b. Abdirrahmân’dır ((1114-1176/1702-1762). Eşsiz eseri
60
61
Mâlik b. Enes, II, 743; Ahmed b. Hanbel, III, 381; Dârimî, II, 347; Buhârî, II,
823; Ebû Dâvud, III, 178; Tirmizî, III, 662, 663; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III,
405; Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 252; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 616; Taberânî, elMu’cemü’l-evsat, I, 190, VIII, 147; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 28, XVII, 14;
Dârekutnî, Sünen, III, 35; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 99, 141, 142, 143,
X, 318; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, IV, 158, 258.
İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-meâd, III, 489.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
227
Huccetullâhi’l-bâliğa’da sünnetin teşriî nitelik taşıyanları ile taşımayanlarını ayırmak ya da kendi ifadesiyle “‫ ا‬
/ Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dâhil Olanlar” ile “ ‫ ﺏب‬
‫ ا‬/ Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dahil Olmayanlar”
arasındaki farkı açıklamıştır. Müellif şunları yazmıştır:
[Sünnetin Kısımları]
“Hz. Peygamber’den nakledilen ve hadis kitaplarında toplananlar iki kısımdır:
1- Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dâhil Olanlar
Bunlardan birincisi peygamberlik vazifesinin ifasına dahil
olanlardır. “...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının...”62 âyeti bununla ilgilidir. Aşağıda sayacaklarımız bu bölüme girer:
a. Âhiretle ilgili malumat ve melekût âleminin mucizevî yönlerine ilişkin bilgiler. Bunların hepsi vahye dayanmaktadır63.
b. İbâdetleri ve daha önce anlatılan irtifakların zaptı yollarıyla
irtifakların zaptını ilgilendiren kuralları koyan sünnetler. Bunların bir kısmı vahye, diğer bir kısmı ictihada dayanır. Ancak Hz.
Peygamber’in ictihadı da vahiy derecesindedir. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygamber’i yanlış bir hükme varmaktan korumuştur.
Zannedildiği gibi onun ictihadının naslardan istinbat şeklinde
olması zorunlu değildir. Bilakis çoğu ictihadı, Allah’ın dini hükümlerin amaçlarını, teşrî, kolaylaştırma ve hüküm koyma kurallarını öğretmesi ve Hz. Peygamber’in de bunlardan hareketle
vahiyle öğrenilen maksatları açıklaması şeklindedir.
c. Hiçbir süre şartı koymaksızın ve sınırlarını belirlemeksizin
her türlü kayıtlardan azade (mutlak) olarak zikrettiği maslahatlar
ve hikmetler. Örneğin güzel ahlak ilkeleri ve bunlara zıt olan şeyler böyledir. Bunların dayanağı büyük oranda64 ictihaddır. Bundan şunu kastediyorum: Allah Teâlâ irtifakların kanunlarını Hz.
Peygamber’e öğretmiş, o da bu kanunlardan hükmünü istinbat
62
63
64
el-Haşr (59), 7.
Yani bu konularda ictihad olmaz. Bunlar görünmez âleme (gayba) dair bilgilerdir. Bu sebeple itikad konularında uzman âlimler bu gibi konuları “‫ات‬
/ İşitmeye Dayanması Zorunlu Olanlar” diye isimlendirmişlerdir. Bundan
maksat bunların yalnızca işitmeye ve vahye istinad ettiklerinin belirtilmesidir.
Yani her zaman böyle değildir. Bazen vahye de dayanıyor olabilir.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
228
Yusuf el-Karadâvî
etmiş ve bu hükmü meselenin genel (küllî) hükmü haline getirmiştir.
d. Amelleri faziletleri ve amel edenlerin menkıbeleri. Kanaatimce bunların bir kısmı vahye, diğer bir kısmı ise ictihada dayanır. Bu kanunların açıklaması daha önce yapılmıştı.
İşte Hz. Peygamber’in şerhetmeyi ve ne anlama geldiklerini
beyan etmeyi amaçladığı sünnetler bu kısımda yer alanlardır.
2- Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dahil Olmayanlar
İkinci kısmı ise peygamberlik vazifesinin ifasına dahil olmayanlar teşkil eder. Örneklendirecek olursak,
a. Hz. Peygamber’in “Nihayetinde ben de bir insanım. Dininizle ilgili bir şeyler emredersem, onları yapın. Ama kendi kişisel reyimle bir şeyler söylersem, benim de bir insan olduğumu unutmayın”65 sözü ile hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde söylediği “Ben böyle olur zannetmiştim. Zannım sebebiyle bana kızmayın. Sizlere Allah’tan bir şeyler aktardığım da onun gereğini
yerine getirin. Çünkü ben Allah’a karşı yalan konuşmam”66 sözü
bununla ilgilidir. Tıp ile ilgili söyledikleri de bu kısma girer.
b. “Atların en iyisi alnında beyazlık bulunan ve rengi simsiyah olanlardır”67 hadisine benzer olanlar. Bunlar tecrübeye dayanmaktadır68.
c. Hz. Peygamber’in ibâdet maksadıyla değil, içinde yaşadığı
toplumun âdeti olduğu için ve bir amaca binâen değil gelişigüzel
yaptıkları69.
d. Yaşadığı topluma özgü olan sözler. Ümmü Zer’70 ve
Hurâfa71 hadisleri böyledir. Zeyd b. Sâbit’in kendisinden Hz. Pey65
66
67
68
69
Müslim, IV, 1835.
Müslim, IV, 1835.
Tayâlisî, Müsned, I, 84; Ahmed b. Hanbel, V, 300; İbn Mâce, II, 933; Tirmizî,
IV, 203; İbn Hibbân, Sahîh, X, 531; Hâkim, Müstedrek, II, 101; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, VI, 330; Heysemî, Mevâridu’z-zam’ân, I, 394.
“Gözlerinize sürme olarak sürdüğünüz en iyi şey ismiddir (rastık taşı). O gözlere faydalıdır” hadisi de bu bölüme dahildir (Humeydî, Müsned, I, 240;
Ahmed b. Hanbel, I, 231, 247, 328; İbn Mâce, II, 1157; Ebû Dâvud, IV, 51;
Tirmizî, IV, 388; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 427; İbn Hibbân, Sahîh, XII,
242; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 7; Hâkim, Müstedrek, IV, 205, 452).
Örneğin giyim kuşam konusundaki davranışları böyledir. Hz. Peygamber bir
zorlamaya girmeksizin kolayca ulaştığı şeyleri giyerdi. İbnü’l-Kayyım Zâdü’lmeâd adlı eserinde Hz. Peygamber’in giyim kuşam tarzı hakkında bilgi sunarken buna işaret etmiştir.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
229
gamber’den hadis nakletmesini isteyenlere söylediği “Ben onun
komşusuydum. Vahiy indiği zaman beni çağırır, ben de yazardım. Bizler dünya ile ilgili şeyler konuştuğumuzda o da bizimle
birlikte konuşurdu. Âhiretten bahsetsek o da bizimle birlikte
âhiretten bahsederdi. Yiyeceklerden konuşsak o da konuşurdu.
Şimdi bütün bunları sizlere nasıl anlatayım?”72 sözü de bu kısımla ilgilidir.
e. Yaşadığı dönemle ilgili küçük bir maslahat temin edebilmek amacıyla yapılanlar. Bunlar bütün ümmeti bağlayıcı bir nitelik arzetmez. Orduyu harekete geçirme, Müslümanları düşmandan ayıracak işaretlerin belirlenmesi vb. konular ile Hz.
Ömer’in “Remelden bize ne! Biz o gün Allah’ın sonradan perişan
ettiği bir topluma karşı güçlü olduğumuzu göstermeye çalışıyorduk” sözü bu kısımla ilgilidir. Fakat Hz. Ömer daha sonra remelin başka bir amacı olabileceği ihtimalini düşünmüştür. Hz. Peygamber’in verdiği hükümlerin çoğu bu kısımdan sayılmıştır. Örneğin “Savaşta düşmanı öldüren mücâhit, onun soykasını alabilir” hadisi böyledir.
Özel bir mesele hakkında verdiği karar (kadâ). Hz. Peygamber
böylesi hükümlerinde delillere ve yapılan yeminlere itibar ederdi.
Hz. Ali’ye söylediği “Olaya şâhit olan orada olmayanın göremediğini görür”73 sözü de bu kısımla ilgilidir.
Reşîd Rızâ’nın İttiba Konusundaki Değerlendirmeleri
Allâme Müceddid es-Seyyid Muhammed Reşid Rıza (ö.
1354/1935), Hz. Peygamber’e ittiba meselesinden ve bu konudaki yanlış anlayışlardan bahsederken, “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Al-
70
71
72
73
Buhârî, V, 1988-1990; Müslim, IV, 1896-1901.
Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VI, 156; Heysemî, Mevmau’z-zevâid, IV, 315.
Bütün bunları anlatmaya gücüm yetmez anlamına gelmektedir. İstifhâm-ı
inkârî söz konusudur. Hadis için bk. Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VIII, 301;
Heysemî, Mecmau’z-zevâid, IX, 17.
Ahmed b. Hanbel, I, 83. Ahmed Muhammed Şâkir, isnadının munkatı’ olması sebebiyle hadis hakkında “zayıf” hükmü vermiştir.Ancak Buhârî, etTârîh’te, İbn Mende, Ma’rifetü’s-sahâbe’de ve Ebû Nuaym da Hilyetü’levliyâ’da hadisi muttasıl ve ceyyid bir isnadla nakletmişlerdir. Kudâî’nin eşŞihâb’da rivâyet ettiği Enes b. Mâlik’ten gelen bir hadis söz konusu hadisin
şâhididir. Bu sebeple el-Elbânî hadisi Sahîhu’l-Câmi’i’s-sağîr’de zikretmiştir
(hd. no: 1904).
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
230
Yusuf el-Karadâvî
lah’a ve ümm^ü Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah’a ve O’nun
sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız”74
âyetinin tefsiri sadedinde üzerinde durduğumuz mevzuya da değinmiştir. Şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın buradaki “ittiba
edin/uyun” sözü, bir önceki âyette geçen “...O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra (Kur’ân’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır”75 ifadeden daha geneldir. Bu ikinci âyette yalnızca Kur’ân’a
ittiba kastedilmektedir. Halbuki ilk zikrettiğimiz âyette, Allah’ın
kendisine verdiği yetki ve izin ile Hz. Peygamber’in kendisinin vazettiği, Kur’ân’dan yaptığı istinbat ve ictihadlarla koyduğu hükümlere ittiba edilmesi mevzubahistir. Örneğin Kur’ân’da iki
kardeşin aynı anda tek kişinin karısı olmasını yasaklayan âyet
vardır. Hz. Peygamber ise bir kadının teyze ya da halasıyla aynı
anda aynı kişinin nikahı altında bulunmalarını haram kılmıştır.
Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplumun âdetleri ile ilgili
talimatları, ona ittiba edilecek konuların kapsamına dahil değildir. Mesela “Zeytinyağını hem yiyin hem de onunla yağlanın. Çünkü o hem güzel hem de bereketlidir”76 hadisi böyledir. Bu hadis,
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) İbn Mâce (ö. 273/886) ve Hâkim
en-Neysâbûrî (ö. 405/1014) tarafından Ebû Hüreyre’den (ö.
58/678) rivâyet edilmiştir. Hâkim en-Neysâbûrî hadisin sahih
olduğunu belirtmiştir.. Başka müellifler de bu hadisi nakletmiştir; fakat hadisin isnadları zayıftır77.
74
75
76
77
el-A’râf (7), 158.
el-A’râf (7), 157.
Ahmed b. Hanbel, III, 497; Dârimî, II, 139; İbn Mâce, II, 1103; Tirmizî, IV,
285; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 163; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XIX,
269; Hâkim, Müstedrek, II, 432.
İbn Mâce’nin rivâyeti böyledir. İbn Mâce’nin Zevâid’inde şunlar kayıtlıdır: Bu
hadisin isnadında yer alan Abdullah b. Saîd el-Makburî metrûktur. Hâkim
her ne kadar hadisi sahih olarak nitelese de Zehebî (748/1247), Abdullah
zayıf bir râvi olduğu için ona karşı çıkmıştır. Münâvî’nin (ö.1032/1623) belirttiğine göre Zeynüddîn el-Irâkî (ö. 806/1403)de Abdullah b. Saîd’i zayıf diye vasfetmiştir (Feyzü’l-Kadîr, V, 43). Hadis, Tirmizî tarafından Hz. Ömer’den
(ö. 23/643) nakledilmiştir. Yine Tirmizî, Ahmed b. Hanbel ve Hâkim, Ebû
Saîd el-Hudrî’den (ö. 74/693) “Zeytinyağını hem yiyin hem yağlanın. Çünkü o
bereketli bir ağacın meyvesidir” hadisini nakletmişlerdir. Hâkim bu hadisi de
sahih diye nitelemiş ve Zehebî de ona muvâfakat etmiştir. İbn Abdilber (ö.
463/1071) ise bu hadisin senedinin iki noktasında ızdırap olduğunu söylemiştir (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 43). Ayrıca bk. Elbânî, Sahîhu’lCâmi’i’s-sağîr, hd. no: 4374.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
231
“Yaş hurmayı kuru hurmayla birlikte yiyin”78 hadisi de bu şekildedir. Bu hadis Nesâî (ö. 303/915), İbn Mâce ve Hâkim enNeysâbûrî tarafından Hz. Âişe’den (ö.58/677) rivâyet edilmiştir.
Hepsi de bu hadisin sahih olduğu kanaatindedir79. Bu hadislerde
yer alan hususlar Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplumun
âdetlerindendir. Ne Allah’a yakınlaşma ne de dinin emrettiği bir
hukuk kuralıyla ilgilidirler.
Ancak “Kurban etlerini yiyin ve biriktirin”80 hadisi böyle değildir. Bu hadis, Ahmed b. Hanbel ve Hâkim en-Neysâbûrî tarafından Ebû Saîd el-Hudrî (ö. 74/693) ve Katâde b. Nu’mân’dan (ö.
23/643) nakledilmiştir. Senedi sahihtir81. Kurban kesmek bir
ibâdettir. Bunların etinden yemek sünnettir. Kurban kesenlere
yönelik bu emir mendupluk ifade eder. Kurban kesenin etleri
saklaması ise câizdir. Eğer böyle bir emir olmasaydı kurbanın
bayramla ilgisi sebebiyle bunun haram ya da mekruh olduğu
zannedilebilirdi. Çünkü kesilen kurbanlar Allah’ın bayram günlerinde mü’minlere sunduğu birer ziyafettir.
Teşrî/dînî hüküm ya vâcip veya mendup hükmü taşıyan ve
Allah’a yakınlaşmak için bizlere emredilmiş bir ibâdet ya da in78
79
80
81
İbn Mâce, II, 1105; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 166; Ebû Ya’lâ, Müsned,
VII, 365; Hâkim, Müstedrek, IV, 135.
Bu hadis Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim tarafından Hz. Âişe’den nakledilmiştir;
fakat bildiğim kadarıyla hiçbiri hadisi sahih diye nitelememiştir. Münâvî’nin
Feyzü’l-Kadîr’de belirttiğine göre bu hadisin isnadlarında Ebû Zükeyr ortak
râvidir. İbn Hibbân (ö. 354/965) Ebû Zükeyr’in “Hadisiyle ihticac edilmeyen”
bir râvi olduğunu; bu hadisi naklettiğini ve hadisin aslının olmadığını söylemiştir. Ukaylî (ö. 322/934) ise kendisine mütâbi olunmadığını ve sadece
bu hadisle ma’rûf olduğunu belirtmiştir. el-Mîzân’da bu hadisin münker olduğu, Hâkim’in hadislerin sahîh olduğunu açıklamada mütesâhil olmasına
rağmen rivâyet ettiği bu hadisi tashih etmediği kayıtlıdır. Hatta İbnü’l-Cevzî
(ö. 597/1200) bu hadisi el-Mevzûat adlı eserinde zikretmiştir (Feyzü’l-Kadîr,
V, 44). Elbânî ise Daîfu’l-Câmi’i’s-sağîr adlı çalışmasında hadisi uydurma
olarak nitelemiştir (hd. no: 4204). Seyyid Reşid Rıza’yı bu yanlış değerlendirmeye iten şey Suyûtî’nin (ö. 911/1505) el-Câmiu’s-sağîr’indeki işaretlerdir.
Mâlik b. Enes, II, 484; Ahmed b. Hanbel, III, 85; Buhârî, V, 2115; Müslim,
III, 1562; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 68; Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 431; Ebû
Avâne, Müsned, V, 82; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 252; Beyhakî, es-Sünenü’lkübrâ, IX, 292.
Seyyid Reşid Rıza bu hadisin tahricinde de Suyûtî’ye dayanmıştır. Ancak
burada bazı eksiklikler vardır. Hadis Müslim tarafından Ebû Saîd, Câbir ve
Âişe’den, Buhârî tarafından ise Seleme b. el-Ekva’dan nakledilmiştir (Bk.
Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’i’s-sağîr).
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
232
Yusuf el-Karadâvî
sanların yardım etmelerinin mümkün olmadığı konularda Allah’tan başkasına dua etmek, Allah’tan başkası adına kesilmiş
olan hayvan etlerini yemek, kurban kesmek ve adıyla yemin etmek gibi Allah’ı ta’zim için emredilmiş bir şeyle Allah’tan başkasını ta’zim etmek gibi dine zarar veren; yahut da akıl, beden, ırz
ve genel kamu yararı için mazarrat teşkil eden şeylerden korunmak için yasaklanmış bir mefsedet/kötü davranışla ilgili olabilir.
Ayrıca miras, nafaka ve eşlere iyi davranmak gibi ehline karşı yerine getirmemiz gereken maddî ya da mânevî bir hak ile, yahut
da akidlere sadık kalmak gibi anlaşmaların zabtı için yapmamız
gereken şeylerle alakalı olması da mümkündür. Müstehablık
hükmü ile tenzîhen mekruhluk hükmü de teşrîye dahil olunca,
aşağıda anlatacağımız üzere âdet olan şeylerin ahkâma girmesi
mümkün olmaktadır.
Allah’ın ya da kullarının haklarıyla ilişkisi bulunmayan, bir
maslahatı celbetmek veya bir mefsedeti defetmek kabilinden olmayan âdetler, meslekler, ziraat, tecrübeye ve araştırmaya dayanan ilimler ve teknik bilimler, hakkındaki emirlere itaat edilmesi
ve yasaklardan kaçınılması gereken dini hükümlere girmezler.
Böylesi meselelerle alakalı olarak gelen emir ve yasaklar âlimler
tarafından teşrî olarak değil, irşad olarak adlandırılır. Ancak erkeklerin ipek elbise giymelerinin yasaklanması meselesinde olduğu gibi söz konusu yasakla birlikte tehdid/vaîd de varsa o zaman
bunlar da dînî hükümlere dahil olurlar.
Sahâbîlerden bir kısmı tecrübeye dayanan dünyevî şeylerin
Hz. Peygamber tarafından kabul edilmemesini dînî bir hüküm
zannetmişlerdir. Mesela hurma ağaçlarının aşılanması böyledir.
Hz. Peygamber’in sözüne istinaden hurma ağaçlarını aşılamaktan
vazgeçtiler. Ancak hurmaları düşük kaliteli olunca hemen Hz.
Peygamber’e müracaat ettiler. Resûlullah da konu hakkındaki
sözlerini kişisel zan ve reyine dayanarak söylediğini, bunların
dînî hüküm niteliği taşımadığını onlara açıkladı. Onlara “Sizler
dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” dedi. Bu hadis Müslim’in rivâyeti olarak herkesçe malumdur. İnsanlara, dünya işlerinin, ziraat ve sanatlar gibi mesleklerin özel anlamda teşrî ile bir
ilgileri olmadığını, bilakis bunların insanların bilgi ve tecrübelerine istinad ettiğini göstermesi bu hadisin hikmetlerindendir.
Yine sahâbîler anlayamadıkları meselelerde Hz. Peygamber’e
başvururlardı. Acaba verdiği emir kendi rey ve ictihadı mıdır yoksa Allah’ın isteği midir? Eğer Allah’ın emri değilse o zaman söz
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
233
konusu istek dînî hüküm niteliği taşımamaktadır. Örneğin Bedir
savaşında Müslümanları konumlandırırken seçtiği mekan hakkında kendisine böyle bir soru yöneltilmiştir. Habbâb b. Münzir82
“Burası başka yere gitmemiz yasak olacak şekilde Allah’ın sana
bildirdiği bir yer midir? Yahut da senin şahsî düşüncen , savaş
bilgin ya da müşriklere kurduğun bir tuzak mıdır?” demiştir. Hz.
Peygamber bu tercihin vahye değil, kişisel düşüncesine dayandığını söyleyince Habbâb savaş hilesi olarak maslahata daha uygun olan yerin başka bir mekan olduğuna işaret etmiş; Hz. Peygamber de ona uymuştur83.
Eğer bu gibi meselelerde bir kısım sahâbîler kafa karışıklığı
yaşıyorsa başkalarının daha fazla kafa karışıklığı yaşaması normaldir. Hadi Hz. Peygamber onların anlayamadıkları şeyleri beyan ediyordu. Peki sonrakilere kim açıklama yapacak.
Eğer Hz. Peygamber’in ölümünden sonra insanlar onun
ictihadlarını da dinin hükmü olarak algılamasalardı, konu üzerinde durmaya gerek kalmazdı. Ancak Hz. Peygamber’in
ictihadlarının da din olarak telakki edilmesi sorumluluk sınırlarını genişletmiştir. Bu sebeple, Resûlullah’a ittibanın zayıfladığı
dönemlerde Müslümanlar büyük sıkıntılara girmişlerdir. Tabiatları bu büyük yükü kaldıramaz olmuştur. Onlar da ağır gelen bu
yükün bir kısmını terketmişlerdir. Hatta kesin olarak emredilmiş
olan ve insana zor gelmesi veya sıkıntı vermesi imkansız emirleri
de dinlememe cüreti göstermeye başlamışlardır. Yine bu sebeple
bazı insanlar ise topyekün dinden uzaklaşmışlar ve başkalarını
da dinsizliğe davet etmişlerdir. Fıkhı taklit olarak algılayan ve fakihlerin ictihadlarına uyularak dinin yaşanabileceğini ümmete
empoze eden aşırı derecede tutucu çevreler bu kötü sonun neden
olduğunu anlayamazlar. Hatta ümmetin kurtuluşu için çalışanlar (muslihûn), bu hali onlara anlatsa umurlarında bile olmaz.
Seyyid Reşid Rıza (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) şunları da
eklemiştir: Bunların sıkı bir şekilde uyguladıkları şeylere örnek
olarak ağarmış saçlarını siyaha boyamayı gösterebiliriz. Ağarmış
saçların siyaha boyanması yapılması serbest olan süslenme ile
ilişkili normal davranışlardan biridir. Bunun ne ibâdetlerle ne de
Allah ya da kul hakkıyla bir ilgisi vardır. Ancak bu ve moda gibi
82
83
Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde vefat etmiştir. Hakkında bk. İbn Sa’d, etTabakâtu’l-kübrâ, III, 567.
Haber için bk. İbn Hacer, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, II, 10.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
234
Yusuf el-Karadâvî
benzeri şeylerde kâfirlere özel şekil ve giysileri giyinmek ve yapmak doğru değildir. Müslümanların bir kısmı kafirlere benzeme
sevdasıyla bunları yaparlar. Hatta bazıları bu filleri sebebiyle onlara o kadar benzemiştir ki onlardan sayılır olmuştur. İşte bu
toplumsal sünnetler üzerinde araştırma yapanların da bildiği gibi
mânevî ve siyâsî zararları olan bir davranıştır. Başkalarına dış
görünüş itibariyle benzemeye çalışanlar onları kalbinde yüceltirken, kendi milleti ve toplumuna bağlılığı zayıflar. Ağaran saçların
boyanması meselesinde bir çok haber ve söz nakledilmiştir. Bunların bir kısmı siyah renge de boyansa bu davranışın ibâdet değil
âdet olarak güzel bir uygulama olduğunu göstermektedir. Ancak
bazı âlimler bunun dînî anlamda müstehap olduğu kanaatindedirler. Başka bazı âlimler ise saçları siyaha boyamanın dinen
mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Hatta iyice aşırıya kaçanlar
bunun haram olduğunu dahi söylemişlerdir. Bunları taklid edenler de saçlarını siyaha boyayanlara kerşı çıkmış ve onu Allah’a
isyan etmekle suçlamışlardır. Neticede bu meselede selef âlimlerinin yoluna ve “Üzerinde ihtilaf bulunan ictihada dayalı konularda başkalarına karşı çıkmak yanlıştır” şeklindeki genel
kâideye muhâlefet etmişlerdir.
Reşid Rıza ağarmış saçların boyanması konusuyla ilgili olarak başka şeyler de yazmış, ardından şöyle demiştir:
Hz. Peygamber’in, bir takım ibâdetlerdeki, Arafat’ta ve
Müzdelife’de durmak gibi bazı uygulamalarının dini nitelik taşımadığı konusunda, bunları dinin birer emriymiş gibi algılayıp
uygulamak suretiyle Allah’ın izin vermediği şeyleri dinin parçası
haline getirmesinler diye ümmetini uyardığı bir gerçektir.
Elbette böylesi âdetlerde dahi Hz. Peygamber’e duyduğu muhabbet sebebiyle ve onun güzel hayatını hatırlamak için ona
ittiba eden kişinin, bu davranışlarıyla Peygamber sevgisinin artmasını ve onu daha fazla hatırlamayı amaçladığı için imanının
daha mükemmel olduğunu söylemek uygun olacaktır. Ancak bu
kişi kendisinin yaptığı bu âdetleri dinin bir parçası olarak görmemeli, insanlara bunu telkin etmemeli ve dinen girişilmesi mubah olmayan zararlı fiiller yapmamalıdır. Ayrıca onun bu davranışları dinen hoş görülmeyen bir şöhret sebebi de olmamalıdır.
Sahâbe arasında Abdullah b. Ömer (ö. 74/693), Hz. Peygamber’in davranışlarını, âdetlerini, yolculuktaki dönüşlerini izleme
konusunda tektir. Özellikle de Vedâ haccında Resûlullah’ı takip
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
235
etmiş ve onun yaptığı her şeyi kendisi de uygulamaya çalışmıştır.
Halbuki diğer sahâbîler, insanlar bu yapılanları dinin birer emriymiş gibi algılamasınlar diye onun gibi yapmıyorlardı. Eğer öyle
olsaydı dine karşı gerçekten çok büyük bir suç işlenmiş olurdu.
Zira dini hükümleri artırmak, onun bazı emirlerini çıkarmakla
aynıdır. Böylesi bir davranış Allah Teâlâ’nın “...Bugün size dininizi ikmal ettim...”84 âyetini tekzib etmek anlamına gelir”85.
Mahmûd Şeltût’un Sünnet Hakkındaki Düşünceleri
Çağımızda bu meseleyi önemseyen ve araştırmamızın girişinde açıkladığımız gibi hali hazırda konu tartışılırken kullanılan
başlıklandırmayı yapan kişi hocamız Üstad Mahmûd Şeltût’tur.
Kendisi Karâfî, Dihlevî, Reşid Rıza ve başkalarının konu hakkında yazdıklarından istifade etmiştir. Neticede sünneti çok güzel bir
şekilde taksim etmiştir. Burada onun düşüncelerini aktaracağız.
Üstad şöyle demiştir:
“Hz. Peygamber’den gelen ve hadis kitaplarında toplanan sözleri, fiilleri ve takrirleri birkaç kısımda değerlendirmek gerekmektedir:
Teşriî Nitelik Taşımayan Sünnetler
1. İnsânî ihtiyaçlardan kaynaklanan şeyler. Yemek, içmek,
uyumak, yürümek, ziyâretleşmek, örfün gösterdiği yollarla kişilerin anlaşmasını sağlamak, aracılık yapmak ve alışverişte pazarlık
yapmak gibi davranışlar böyledir.
2. Tecrübe ya da kişisel alışkanlık ve toplumsal âdetlerden
kaynaklanan şeyler. Ziraat ve tıp alanında gelen bilgiler ile elbisenin uzun ya da kısa olması konusundaki hadisler böyledir.
3. Özel durumlar karşısında alınmış beşerî tedbirden kaynaklanan şeyler. Örnek olarak orduların savaş alanındaki dağılımını
yapmak, askerî birlikleri tek bir yerde konuşlandırmak, tuzaklar
kurmak, saldırıp geri çekilme stratejileri uygulamak ve ordunun
duracağı yerleri tespit etmek gibi özel deneyime ve içinde bulunulan halin kişiye ilham ettiği şeye dayanan mevzuları burada sayabiliriz.
Bu üç nokta hakkında rivâyet edilen hiçbir şey yapılması istenen ya da yasaklanan dînî niteliği olan bir bilgi değildir86. Bun84
85
86
el-Mâide (5), 3.
Reşid Rıza, Tefsîru’l-menâr, IX, 317.
Bu düşüncesi hakkında ileride bir değerlendirmede bulunacağız.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
236
Yusuf el-Karadâvî
lar Hz. Peygamber’in ne hüküm koyma ne de hükme kaynaklık
etme gibi bir durumunun olmadığı beşerî işlerdir.
Genel ve Özel Anlamda Teşriî Nitelik Taşıyan Sünnetler
Dînî bir hüküm olması amacıyla ortaya konan davranışlar.
Bunlar da birkaç kısma ayrılırlar:
a. Hz. Peygamber’in peygamber niteliğiyle tebliğ ettiği şeyler.
Kur’ân’daki mücmel/kapalı âyetleri açıklaması, umûmî hüküm
taşıyan âyetleri sınırlaması (tahsîs), mutlak/kayıtsız hüküm içeren âyetleri kayıtlandırması (takyîd), ibâdetler, helaller, haramlar,
inanç esasları, ahlak ve bunlarla ilişkili şeyler hakkında açıklamalar yapması böyledir. Bunlar kıyâmete kadar geçerli olan genel
bir teşrî vasfı taşır. Eğer bunlara dahil olan bir yasak söz konusu
ise herkes bu yasağa uyar. Bunları bilmeme veya duymama dışında hükmün uygulanmasında kararsızlık (tevakkuf) olamaz.
b. İslâm toplumu hakkında taşıdığı genel sorumluluktan ve
imâmet sıfatından kaynaklanan şeyler. Öorduları savaş için göndermesi, devlet hazinesinin gerekli yerlere dağıtılması, hazineye
ödenmesi gereken malların toplanması, kadıların ve vâlilerin görevlendirilmesi, ganimetlerin taksimi ve anlaşmalar imzalanması
gibi şeyler Müslümanların faydasına olan genel tedbirlerdir ve
devlet başkanlığı ile ilgilidir.
Bunlar genel bir dînî hüküm niteliği taşımaz ve uygulanması
ancak devlet başkanının izniyle mümkündür. Hiç kimse Hz. Peygamber söyledi ya da yaptı diye bunlardan birini kendi inisiyatifiyle yapamaz.
c. Hz. Peygamber’in kadılık vasfıyla verdiği hükümler. Hz.
Peygamber, Allah’tan aldığı bilgileri tebliğ eden bir peygamber,
Müslümanların yaşantılarını tanzim eden ve siyâsetlerini yürüten
bir genel idâreci olması yanında, bir de delile, yemine ve yeminden kaçınmaya dayanarak davalar hakkında hüküm veren bir
kadıdır.
Bu da önceki ile aynı hükme tâbidir. Genel bir teşrî niteliği
taşımaz. Hiç kimse, Hz. Peygamber’in böylesi bir hükmüne ya da
haklarında karar verdiği kimselere özel bir davadaki fiiline dayanarak kendisiyle ilgili olarak aynı hükmü uygulamak isteyemez.
Bilakis herkes mevcut hakimlerin hükümlerine uymak zorundadır. Çünkü Hz. Peygamber kadılık vasfıyla hüküm vermiştir. Dolayısıyla onun hükmünün aynısı verme mecburiyeti yoktur. Bir
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
237
kişinin başkasında alacağı olduğunu, bunu ispatlayacak delillere
sahip bulunduğunu ve borçlunun da borcunu inkar ettiğini
farzedelim. Alacaklı hakim kararı olmaksızın kendi başına hakkını tahsil edemez. Çünkü herkesin hakkını kendisinin tahsil
etmesi, Hz. Peygamber döneminde inkar edilen borçların tahsili
için uygulanan bir yöntemdi.
Bunları arzettikten sonra değinmemiz gereken gerçekten faydalı bir şey de Hz. Peygamber’in tasarruflarının hangi niteliğine
dayanarak ortaya çıktıklarını tespit etmektir. Ondan nakledilen
haberlerin pek çoğunda bu husus gizli kalmaktadır. Bunlara Hz.
Peygamber yaptı, söyledi veya takrir etti gözüyle bakılmaktadır.
Bu sebeple de ondan rivâyet edilen bilgilerin çoğu, şeriat ve dinin
bir parçası yahut sünnet ya da mendup hükmü taşıyan bir davranış gibi telakki edilmektedir. Halbuki hakikatte bunlar kesinlikle teşrî amacıyla ortaya konmuş fiiller değildir. Özellikle Hz.
Peygamber’in insan olmasından, içinde yaşadığı toplumun âdetlerinden ve kendi kişisel tecrübelerinden kaynaklanan davranışlarında bu olguyla çokça karşılaşılmaktadır.
Yine Hz. Peygamber’in imâmet ve kadılık nitelikleriyle verdiği
bazı hükümler genel bir dînî hükümmüş gibi algılanmaktadır.
İşte bu yüzden hükümler çelişmekte ve hükümlerin dayandığı
nitelikler karışmaktadır.
Bu konular hakkında nakledilen haberlerde bazen hükmün
hangi niteliğe dayandığı açık bir şekilde görülebilmektedir. Böylece her fiil kendi ait olduğu nitelik bağlamında değerlendirilmektedir. Ancak bazen de fiilin Hz. Peygamber’in hangi vasfına
istinad ettiği kestirilememektedir. Bu da önce âlimlerin hükmün
dayandığı vasıf hakkında ihtilaf etmelerine, sonra da söz konusu
hükmün niteliği konusunda farklı kanaatlere ulaşmalarına sebep
olmaktadır.
Bu kısmı daha iyi anlamamızı sağlayacak örnekler sunalım:
1- İsnadı sahih olan bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim sahipsiz boş bir araziyi ihyâ ederse,. orası onun
olur”.
İslâm âlimleri bu konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Acaba bu hadis genel bir hüküm olması amacıyla Hz. Peygamber’den
tebliğ ve fetva olarak mı vârid olmuştur? Eğer böyleyse başkasına
ait olmayan her arazi bir başkası tarafından ihyâ edilip sahip çıkılabilir. Ayrıca devlet başkanının böyle bir uygulamaya izin verip
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
238
Yusuf el-Karadâvî
vermemesi durumu değiştirmez. Yahut da bu söz Hz. Peygamber’in devlet başkanlığı ve idarecilik niteliğine mi dayanmaktadır?
Eğer böyleyse genel bir hüküm değildir ve hiç kimsenin devlet
başkanının izni olmaksızın sahipsiz boş arazileri ihya edip sahiplenmesi mümkün değildir.
İslâm hukukçularının çoğu ilk ihtimali, Ebû Hanîfe ise ikincisini doğru bulmuştur.
2- İsnadı sahih bir hadiste Hz. Peygamber’in kendisine “Ebû
Süfyân çok cimri biri; bana ve çocuğuma yetecek şey vermiyor”
diyen Hind bnt. Utbe’ye “Sana ve çocuğuna örfen yetecek miktarda malı alabilirsin!” cevabını vermiştir.
İslâm âlimleri bu meselede de ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu
fetva ya da tebliğ midir? Böyleyse alacaklılar borçlularının haberi
olmaksızın kendi alacaklarını tahsil edebilirler. Yahut da bu Hz.
Peygamber’in kadılık sıfatına mı dayanmaktadır? Eğer bu şekildeyse hakim kararı olmaksızın hiç kimse alacağını almakta zorlandığı borçlusunun haberi olmadan hakkını kendiliğinden tahsil
edemez. Bu konu fukaha arasında “Zafer Konusu”87 olarak bilinir. Bu meselede pek çok görüş ve tercihler söz konusudur.
3- Yine isnadı sahih bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Savaşta düşmanı öldüren mücâhit, onun soykasını alabilir”.
Soyka (Arapça’da seleb) öldürülen düşmanın üzerindeki elbise ve başka âletlerdir. Öncekilerde olduğu gibi bu meselede de
âlimler görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı bunu Hz. Peygamber’in imâmet sıfatından kaynaklanan bir söz olarak görmektedir. Bunlara göre devlet başkanı savaşla ilgili olarak
mücâhitlerin öldürdükleri düşmanın soykasını alabileceklerini
söylemedikçe hiç kimse böyle bir şeye kalkışamaz. Başka bazı
âlimler ise bu sözü tebliğ olarak algılamışlardır. Bunlara göre ise
devlet başkanı ister izin versin ister vermesin düşmanı öldüren
mücâhit onun soykasını alabilir.
87
Şu anlama gelir: Başkasında alacağı bulunan biri, alacağının aynısını ya da
yerine geçecek başka bir şeyi kendiliğinden alma gücü varsa bunu borçlusundan alması câiz midir değil midir? Fakihler bu konuda ihtilaf etmişlerdir.
Bir kısmı ister alacağının cinsinden bir şey olsun ister olmasın ya da ister
borçlunun haberi olsun ister olmasın bunu câiz görmüştür. Ancak bu davranışı fitne ve rezalete yol açmamalıdır. Bazı âlimler ise bunu doğru bulmamışlardır. Bir kısım âlimlerse konuyu teferruatlandırmışlardır.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
239
Kemâlüddîn b. Hümâm (ö. 861/1457) şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: Hz. Peygamber’in böyle buyurduğunda kuşku yoktur. Ancak tartışma Hz. Peygamber’in bunu bütün zaman
ve hallerde geçerli bir dînî hüküm olarak mı yoksa kendi dönemindeki belli olaylara özel olarak mücâhitleri teşvik etmek amacıyla mı söylediği üzerindedir. İmam Şâfiî’ye göre bu bir dînî hükümdür. Çünkü Hz. Peygamber’in hadislerinde aslolan budur. O,
bunun için gönderilmiştir88.
Bu meseleden İmam Karâfî tarafından el-Furûk adlı eserinde
ve İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye tarafında Zâdu’l-meâd’da Huneyn
Gazvesi’ni işlerken bahsedilmiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi
pek çok İslâm hukukçusu da âlimlerin ihtilafının Hz. Peygamber’in tasarruflarının hangi niteliğinden kaynaklandığı konusundaki görüş ayrılıklarına dayandığı cüzî meseleleri incelerken bu
hususa değinmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki İslâm hukukçularının
hepsi Hz. Peygamber’in tasarruflarının kaynaklandığı bu iki yönü
birbirinden ayırmak gerektiği konusunda ittifak halindedir. En
azından bütün âlimler bu olguyu kabul etmektedir89.
Bu noktada Üstadımız Mahmûd Şeltût’un özellikle sünnetin
teşriî nitelik taşımayan kısmı hakkında söylediği bazı şeylere
açıklama getirme zorunluluğu hissetmekteyim.
Bana göre yemek, içmek, uyumak, oturmak, ziyaretleşmek
vb. şeylerin hepsi insânî ihtiyaçlardan doğmaz. Bu konularda Hz.
Peygamber’in fiilleri ile sözlerini birbirinden ayırmak iktiza etmektedir.
Daha önce de değindiğimiz üzere Hz. Peygamber’in fiilleri söz
konusu fiilin meşrû (yapılması sakıncasız) olduğunu göstermekten başka bir şeye delalet etmez. Hz. Peygamber bir davranışta
bulundu diye ne fiilin vâcip olduğu ne de müstehap olduğu söylenebilir. Örneğin yemeğin el ile yenilmesi ve benzeri şeyler böyledir.
Ancak yukarıda arzettiğimiz üzere bir kimse, Resûl-i Ekrem
efendimize benzeme düşüncesiyle ve onun yaptığı her şeyi sevmesi sebebiyle bunları yaparsa güzel bir davranışta bulunmuş
olur ve niyetinden dolayı sevap kazanır. Seyyid Reşid Rıza da ko88
89
İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadîr, IV, Ganimetler Bölümü.
Mahmûd Şeltût, el-İslâm akîdeten ve şerîaten, s. 427-431.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
240
Yusuf el-Karadâvî
nu hakkındaki değerlendirmelerinde buna ve açıkladığı şartlara
uymak kaydıyla bunların kişi üzerindeki olumlu etkilerine değinmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in fiilleri meselesinde bu şekilde
bir tavır takınmak Abdullah b. Ömer’in genel tutumudur90.
Hz. Peygamber’in bu mevzulardaki sözlerine gelince Reşid Rıza’nın ve usul âlimlerinin de söylediği gibi bunlar irşâda delalet
eder. Eğer bir fiil sözlü olarak emrediliyorsa söz konusu fiilin
müstehap olduğu, yasaklanıyorsa mekruh olduğu anlaşılır. Fiil
emredilirken ısrarlı olunması ya da yasaklanırken yapanların
tehdit edilmesi gibi karinelere göre emrin, fiilin vâcip olduğunu,
nehyin ise haram olduğunu göstermesi de mümkündür. Mesela
sol el ile yemek, ipek giymek, altın ve gümüş kaplardan yiyip içmek vb. delillerin haram olduğunu gösterdiği davranışlar böyledir.
Tecrübe ve toplumsal âdete dayanan davranışlarla ilgili sözlü
hadisler de aynı hükme tabidir. Örneğin tıp ile ilgili hadisler ile
elbiselerin uzun ya da kısa oluşuyla alakalı haberler böyledir.
Tıpla ilgili haberlerin bir kısmı tecrübeye dayanır. Bu sebeple de
her hal ve kişiyi kapsayacak şekilde genel bir hükümmüş gibi
değerlendirilmez. İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye Zâdü’l-meâd adlı eserinde bunların pek çoğuna işaret etmiştir. İleride bunlar hakkında açıklamalar yapacağız.
Ancak bunların bir kısmı ise dînî hüküm ve yönlendirme anlamındadır. Mesela “Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olunuz. Çünkü Allah ihtiyarlık dışında verdiği her hastalığın ilacını da yaratmıştır”91
90
91
Rivâyete göre İbn Ömer yolculuk esnasında bir yere varınca biraz kavis
yapmış. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca, Resûlullah’ın da böyle yaptığını söylemiştir (Ahmed, II, 32). Bineğiyle Resûlullah’ın bineğiyle geçtiği
yerlerden geçer, bineğinin ayaklarının Resûlullah’ın bineğinin ayaklarının
bastığı yerlere basmasını arzularmış (Hatîb, Târîh, I, 183). Resûlullah’ın altında durduğu ağaca sürekli gider, onu kurumasın diye sularmış (Ebû
Şâme, Muhakkak, s. 49). İbn Ömer’i gömleğinin düğmeleri çözülmüş olarak
namaz kılarken gören, Zeyd b. Eslem bunun sebebini sorunca, İbn Ömer,
Resûlullah’ı böyle yaparken gördüm cevabını vermiştir (İbn Huzeyme, Sahîh,
I, 382). Yine o hac sırasında Resûlullah’ın tuvalet ihtiyacını giderdiği yerde
tuvaletini yapmıştır (Ahmed, II, 131). Yine İbn Ömer’in Resûlullah’ın ayakta
bevl yaptığı bir çöplüğe giderek ayakta bevl ettiği nakledilmiştir (Şevkânî,
Neylü’l-evtâr, I, 116).
Tayâlisî, Müsned, I, 171; Humeydî, Müsned, II, 363; İbn Ebî Şeybe,
Musannef, V, 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 278; Abd b. Humeyd, Müsned, I,
212; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 368; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 426, 428;
Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, I, 179; Hâkim, Müstedrek, I, 208, IV, 220, 442;
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
241
hadisi ile “Tedâvi olunuz! Ancak haramla tedâvi olmayınız!”92 hadisi bu meyanda zikredilebilir.
Elbiseler hakkında gelen haberleri burada örnek olarak zikredebiliriz. Hz. Peygamber’in erkeklere ipek giymeyi ve altın takmayı yasakladığı nakledilmiştir. Yine elbiselerin uzatılması meselesinde de şiddetli bir tehditte bulunmuştur. Ancak bunların çoğunda kibir sebebiyle elbiseyi uzatmak kaydı vardır. Bir kısmında ise yasak kayıtsızdır (mutlak). Bu durumda mutlak olanların
kayıtlı olanlara göre değerlendirilmesi icab eder. Daha önce de
söylediğimiz üzere elbisesini Hz. Peygamber’e uymak için kısaltanlar elbette sevap kazanmaktadırlar.
İslâm’ın giyim, yemek ve içmek gibi meselelerde de ihmal etmememiz gereken dînî, ahlâkî, sosyal, ekonomik ve siyâsî amaçlarla vazedilen ayırıcı kuralları vardır. Başka bir münasebetle
bunlara değinmeyi umuyoruz.
Tâhir b. Âşûr’un Değerlendirmesi
Araştırdığımız konuya ilgi gösterip konuyu inceleyen ve ayrıntılı malumatlar ve örnekler sunan çağdaş âlimlerden biri de Tunuslu âlimlerin üstadı Allâme Muhammed Tâhir b. Âşûr’dur (ö.
1973). O bu konuya Makâsıdu’ş-şerîati’l-İslâmiyye adlı eserinde
yer vermiştir. Önce Karâfî’nin el-Furûk’taki sözlerini özetleyerek
nakletmiş sonra da şunları söylemiştir:
“Hz. Peygamber’in bir şeyler söyleyip yapmasına etki eden çeşitli durum ve nitelikleri vardır. Burada insanları üzen ve münakaşaya sevkeden pek çok meselenin de hallini sağlayacak bir ışık
yakmak istiyoruz. Sahâbîler Hz. Peygamber’in emirlerini teşriî
olan ve olmayan diye ikiye ayırmaktaydılar. Hangisine dahil olduğunu anlayamadıkları zaman ise Resûlullah’a danışırlardı.
Sahih bir hadiste nakledildiğine göre Berîre sahipleri tarafından azat edildiğinde Muğîs adlı birkölenin hanımıydı. Tabii hürriyetine kavuşunca kendisi hakkında karar verebilme gücünü
elde etti. O da kocasından boşandığını açıkladı. Muğîs Berîreyi
çok seviyor; Berîre ise ondan hiç hoşlanmıyordu. Resûlullah bu
konuda Berîre ile konuştu ve kocasına dönmesini istedi. Berîre
de “Ey Allah’ın Resûlü! Bana bunu emrediyor musun?” diye sor-
92
Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 343; Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 339;
a.mlf., Mecmau’z-zevâid, V, 85.
Ebû Dâvud, IV, 7; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 5.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
242
Yusuf el-Karadâvî
du. “Hayır, sadece aracılık yapıyorum” cevabını alınca, kocasına
dönmek istemediğini söyledi93. Bu davranışı sebebiyle ne Hz.
Peygamber ne de sahâbîlerden azar işitmiştir.
Yine İmam Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserinde nakledildiğine göre Câbir b. Abdillah’ın babası Abdullah b. Amr b.
Hâzim vefat ettiğinde ödemesi gereken bir borcu vardı. Câbir
Resûlullah’la konuşarak alacaklıların indirim yapmaları konusunda yardımını istedi. Hz. Peygamber de alacaklılardan bu konuda yardım etmelerini istedi. Ancak onlar bunu yapmadılar.
Câbir b. Abdillah “Resûlullah onlarla konuştuğu zaman sanki
ben onu tahrik etmişim gibi baktılar”94 Ancak Müslümanlar onları kınamamaışlardır. Buna benzer başka hadisler ileride aktarılacaktır.
Fıkıh usûlü âlimleri, nebevî sünnet konusunda Hz. Peygamber’in cibillî/beşerî davranışlarının dînî hüküm ifade etmediğini
söylemişlerdir. Çünkü onlar, teşrî ve irşada dahil olmayan
Resûlullah’ın yaratılış özelliklerini ihmal etmemişlerdir. Deve
üzerinde hac yapmak gibi dînî ya da beşerî olma ihtimali taşıyan
fiillerde tereddüt etmişlerdir. Ancak bazen âlimlerin bir kısmı
Resûlullah’ın tasarrufları konusunda hata etmiş ve söz konusu
tasarrufun hangi niteliğe dayanarak ortaya konulduğu tespit
edilmeden ona kıyasta bulunmuşlardır.
Üstad Tâhir b. Âşûr sözlerine şöyle devam etmiştir:
“Resûlullah’ın söz ve fiillerinin dayandığı hallerin on iki kısma
ayrıldığını tespit etmiş bulunmaktayım. Bunların bir kısmını
Karâfî zikretmiş, diğer kısmını zikretmemiştir. Bu halleri şöylece
sayabiliriz:
1- Teşrî / Peygamberlik
2- Fetva / Dînî konulardaki açıklamalar
3- Kadâ / Hakimlik
4- İmâret / Devlet başkanlığı
5- Hedy / Yol gösterme
6- Sulh / Anlaşma yapma
7- Yardım isteyene klavuzluk etme
93
94
Buhârî, V, 2023; İbn Mâce, I, 671; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 222.
Buhârî, III, 1023, IV, 1489; Nesâî, VI, 244.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
243
8- Nasihat
9- Nefis eğitimi
10- Yüksek hakikatleri öğretme
11- Edep eğitimi
12- İrşadla ilgili olmayan durumlar
Üstad bunların hepsi hakkında bilgi sunmuş ve örnekler
vermiştir. Bunların bir kısmında ona katılmakta bir kısmında
farklı düşünmekteyiz. Üstadın verdiği geniş malumat için kendi
eserine müracaat edilmelidir. Burada bizim amacımız Tâhir b.
Âşûr’un da daha önce zikrettiğimiz âlimler gibi sünneti, genel ve
sürekli olarak teşriî yönü olan ile teşrî ile alakası olmayan şeklinde ikiye ayırdığını ortaya koymaktır.
Burada son durum olarak saydığı irşadla ilgili olmayan durumlar hakkında söylediklerini aktarmayı yeterli görüyorum:
“İrşadla ilgili olmayan durumlara gelince bunlar, teşrî, dindarlık, nefis tezkiyesi ve sosyal nizam ile değil; beşerîlik ve maddî
hayatın ihtiyaçları ile ilgili olan hallerdir. Bu durum kafa karışıklığına yol açmayacak kadar bellidir. Zira Resûlullah ne teşrî
amacı ne de kendisine tâbi olunma isteği bulunan ev işleri ve
günlük hayat ile alakalı davranışlarda bulunurdu. İslâm hukuk
metodolojisinde Hz. Peygamber’in beşerî davranışlarının ümmetin ittiba etmesi gereken fiiller kapsamına girmediği bilinen bir
kuraldır. Bilakis böylesi davranışlarda herkes kendi durumuna
göre tutum benimser. Yemek, giyinmek, yatmak, yürümek, binmek vb. davranışlar bu kısma girer. Bu tür davranışlar ister yolculuk yaparken yolda yürümek gibi dînî amellerden ayrı olsunlar; ister hacda deve üzerine binmekte olduğu gibi dînî bir amelin
içinde yapılsınlar farketmez. Hz. Peygamber’in yaşlanıp şişmanlayınca secdeye giderken ellerini dizlerinden önce yere değdirdiğini düşünenlere göre secdeye giderken elleri dizlerden önce yere
değdirmek de bu tür davranışlardandır. Mesela Ebû Hanîfe bu
kanaattedir.
Hz. Peygamber’in veda haccı sırasında Kinâne Oğulları’na ait
bir düz alan olan el-Muhassab’da konakladığını bildiren rivâyet
de böyledir. Bu yere el-Ebtah da denilir. Nakledildiğine göre
Resûlullah burada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra uyumuş ve sonra kalkıp yanındakilerle birlikte veda
tavafını yapmak üzere Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Abdullah b.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
244
Yusuf el-Karadâvî
Ömer hac sırasında burada konaklamayı sünnet olarak telakki
etmiş ve Hz. Peygamber’in yaptığı her şeyi yapma arzusuyla eda
ettiği bütün haclarda el-Muhassab’da durmuştur95.
Ancak İmam Buhârî’nin naklettiğine göre Hz. Âişe şöyle demiştir: “el-Muhassab’da durmanın bir anlamı yok! Orası Hz. Peygamber’in Medîne’ye çıkışı kolay olsun diye durduğu bir yerdir o
kadar!”96 Oranın insanların toplandığı geniş bir mekan olduğunu
söylemek istiyor. Abdullah b. Abbâs97 ve İmam Mâlik de Hz. Âişe
ile aynı kanaattedir.
Sabah namazının ardından sağ tarafa uzanmakla ilgili hadis
de bu kısımda ele alınabilir98.
Hülasa, İslâm hukukçusunun bu halleri araştırması ve Hz.
Peygamber’in tasarruflarıyla ilgili karineleri belirlemesi zorunludur. Teşrî amacını gösteren karinelerden bazıları şunlardır:
Hükmün bütün Müslümanlara tebliğ edilmesine önem vermesi,
davranışı iştiyakla yapması, “Dikkat edin! Vârise vasiyet olmaz”99
ve “Velâ hakkı azat edene aittir”100 hadislerinde olduğu gibi hükmü küllî kaide biçiminde duyurması vs.
Teşrî amacı taşınmadığını gösteren alametler ise şunlardır:
Hz. Peygamber’in ölüm döşeğindeyken “Sizlere bir vasiyet yazdırayım da benden sonra dalâlete düşmeyesiniz” sözünde olduğu
gibi fiilin uygulanmasında ısrar etmemek. Abdullah b. Abbâs’ın
belirttiğine göre sahâbîler Hz. Peygamber’in bu sözünün üzerine
ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmı “Bizlere Allah’ın kitabı yeter” demiş; diğer bir kısmı ise “İstediklerini getirin ki vasiyetini yazdırsın. Hz. Peygamber’in huzurunda çekişme olmamalı” demişlerdir.
95
96
97
98
99
100
Buhârî, II, 627.
Ahmed b. Hanbel, VI, 190; Ebû Dâvud, II, 209; İbn Huzeyme, Sahîh, IV,
323, 324; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 161.
İbn Huzeyme, Sahîh, IV, 324.
Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, III, 55; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V,
324; Ahmed b. Hanbel, II, 173; Buhârî, I, 225, 389; Ebû Dâvud, II, 39; İbn
Huzeyme, Sahîh, II, 149; İbn Hibbân, Sahîh, VI, 187, 219; Dârekutnî, Sünen,
I, 416; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, II, 486; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, II,
218.
Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XVII, 35; Dârekutnî, Sünen, IV, 97; Beyhakî,
es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 85.
Buhârî, II, 904; Müslim, II, 1141, 1142; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 521.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Sünnet ve İslam Hukuku I
245
Resûlullah münakaşa ettiklerini görünce “Beni bırakın, benim
mevcut halim daha iyidir” buyurmuştur101.
Yukarıda arzedilen durumlardan Hz. Peygamber’e en fazla
özgü olanı teşrî halidir. Çünkü teşrî Allah’ın Hz. Peygamber’i peygamber olarak göndermesindeki ilk amaçtır. Hatta Allah Teâlâ
Hz. Peygamber’in durumlarını “Muhammed, ancak bir peygamberdir”102 âyetinde toplamıştır. Bu sebeple ümmetin çeşitli hallerine göre Resûlullah’tan sâdır olan bütün söz ve davranışları, aksini gösteren bir delil olmadıkça teşrî durumuyla ilişkilendirmeliyiz. İslâm âlimleri Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın naklettiği haber ile amel
etme konusunda icmâ etmişlerdir. Bu habere göre Sa’d
Resûlullah’a vasiyet konusunu sormuş; Hz. Peygamber de “Üçte
bir; hatta üçte bir de çok!” yanıtını vermiştir103. Bu hadisle amel
eden fukaha vasiyeti malın üçte birlik bölümüne hasretmiş ve
diğer üçte ikilik bölümde vasiyet edilebilmesi için vârislerin iznini
şart koşmuşlardır. Her ne kadar hadiste Resûlullah’ın “Vârislerini zengin olarak bırakman, başkalarına el açacak şekilde fakir
olarak bırakmandan hayırlıdır” buyurduğu nakledildiği için
klavuzluk etme ve nasihat durumlarıyla ilişkili olduğu söylenebilirse de İslâm âlimleri hadisi böyle yorumlamamışlardır. Ayrıca
olayın Sa’d b. Ebî Vakkâs’a, vârislerine ve bunların fakirlik durumlarına özel olması, yalnızca Hz. Peygamber ve Sa’d b. Ebî
Vakkâs arasında geçmesi, Resûlullah’ın bunu uygulayıp Sa’d’ın
da ondan bunu nakletmesi gibi bir durumun olmaması gibi etkenler de hadisi nasihat ve klavuzluk etme hali ışığında değerlendirme ihtimalini gündeme getirmektedir. Eğer böyle olsaydı
herhangi bir İslâm hukukçusu, vârisleri zengin olanlar için mallarının üçte birden fazlası hakkında vasiyette bulunabileceklerine
hükmedebilirdi. Ancak hiçbir âlim böyle bir görüş zikretmemiştir.
Yine hiç vârisi olmayanların da mallarının üçte birinden fazlası
hakkında vasiyet tasarrufunda bulunabileceklerine hükmedilebilirdi. İbn Hazm’ın (ö. 456/1064) el-Muhallâ’da söylediğine göre
İbn Mes’ûd, Ubeyde es-Selmânî ve başka bazı kimseler böyle
hükmetmişlerdir. Ancak bu şaz bir görüştür”104.
101
102
103
104
Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 298.
Âl-i İmrân (3), 144.
Buhârî, V, 2145, 2343; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 103.
Tâhir b. Âşûr, Makâsıdu’ş-şerîati’l-İslâmiyye, s. 30-39.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
246
Yusuf el-Karadâvî
Değerlendirme
Âlimlerin düşüncelerini naklettikten sonra bu mühim usul
meselesi hakkındaki görüşleri yeniden kontrol etmemiz, kanaatleri tartışmamız ve değerlendirmemiz gerekmektedir. Burada
amacımız arzedilen fikirleri yeniden inceleyerek naslar, kaideler
ve dinin maksatları ışığında bir görüş ortaya koymaktır. Allah’tan
bizleri doğruya iletmesini ve sevaptan mahrum bırakmamasını
niyaz ederiz. Ayrıca bizleri taassup, taklit, hevaya uymak ve başkaları hakkında kötü zanda bulunmak gibi şeylerden de korumasını dileriz.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1
Download