4 1 Eylül 2004 IMF’ye Değil Bilime 2004 Bütçesinde halkın ihtiyaçları yok Siyasi iktidarın ülkemiz üzerine çöken karabulutları dağıtmak, başımızdaki felaketleri uzaklaştırmak için neler planladığını, daha doğrudan bir soruyla planlayıp planlamadığını ancak yürürlükteki bütçeye bakarak tartışabiliriz. Çünkü bütçeler, hamasi nutukların dışında siyasi iktidarların gerçek tercihini anlamamızı, topluma nasıl bir gelecek biçildiğinin emarelerini yakalamamızı sağlayabilir. Sorunların çözülmesi için kayda değer miktarda kaynak aktarımının yapılması, genel bütçenin bu ihtiyaçlara göre şekillenmesi zorunluluğu, projeksiyonun o noktaya çevrilmesini beraberinde getiriyor. Başta İstanbul olmak üzere deprem tehlikesiyle yaşayan kentlerimize, her yağmurun sele dönüştüğü metropollere, toplu katliamlara yol açan ulaşıma gerekli ve artık kaçınılmaz yatırımlar yapılacak mı? Felaket sonrası yara sarmayla sınırlı önlemlerin, felaketleri önleme, felaketlerin can ve mal güvenliğimiz için tehlike oluşturmama durumuna geçmesi için gerekli kaynak aktarımı yapılacak mı? Bu sorulara 2004 bütçesine bakarak yanıt verebiliriz. Ne yazık ki, 2004 bütçesinde, dar ve sabit gelirlilerin yaşam standardını yükseltebilecek, çalışan kesimlere bir nebze olsa nefes aldıracak kalemler yoktur. Çalışan kesimlerin mağduriyeti, vergi adaletsizliği ile pekişen eşitsizlik, göze ilk çarpan olumsuzluklardır. Bunlarla birlikte, asıl yanıtını aradığımız soruya dönecek olursak, altyapı yatırımları için ayrılan kaynaklarda önceki yıllara göre kayda değer gerilemenin olduğu görülecektir. Açıkçası, 2004 bütçesi halkın ihtiyaçlarına göre değil, IMF’nin beklentilerin karşılanması temelinde düzenlenmiştir. Siyasi iktidarın asli hedefi, başta kamusal hizmetler olmak üzere tüm kamusal alanın daraltılması ve özelleştirmesidir. IMF’yle yapılan tüm görüşmeler, imza altına alınan hükümler kamusal alanın küçültmesi, kamusal hakların törpülenmesi zemininde gerçekleştirilmektedir. Bu ana eğilimin 2004 bütçesine yansıması doğal bir sonuçtur. Dolayısıyla kamuoyunun, felaketlerin dert sayılmadığı, can ve mal kaybına yol açmadığı bir yaşam beklentisinin karşılıksız kalacağı açıktır; bütçede yer verilmeyen yatırımların gerçekleştirileceğine dair bir beklenti hayalden ibarettir. 2004 bütçesinin verileri kamusal hizmetlerin nitelik ve yaygınlık açısından gerilere götürüleceğinin, sosyal devlet anlayışının terk edebileceğinin göstergesi olarak algılanmalıdır. Bütçede, faiz harcamalarından sonra en büyük pay ise askeri harcamalara ayrılmıştır. Genel bütçe içinde askeri harcamalar % 12’lik bir paya sahiptir. Mal ve hizmet alım giderlerinin ise yaklaşık yarısı Milli Savunma Bakanlığı için yapılırken, Jandarma, Emniyet, Sahil Güvenlik gibi kurumlarla bu oran % 60’a ulaşmaktadır. Oysa eğitim ve sağlık için yapılan mal ve hizmet alımlarının % 20’nin altında bir paya sahip olduğu görülmektedir. Bu yönüyle “faiz ve savaş bütçesiyle” karşı karşıya bulunduğumuz tespiti abartılı sayılmamalıdır. Mevcut bütçe, uluslararası tekellerin, büyük sermaye gruplarının ve rant çevrelerinin talepleri çerçevesinde şekillenmektedir. Bu konuda IMF, DB gibi ulus üstü kurumların rolü oldukça güçlüdür. Bütçelerin son on yıllık sürecine baktığımızda, eğitim, sağlık, yatırım ve personel harcamalarının radikal bir biçimde azaldığı görülmektedir. Bu yolla, kamu hizmetleri giderek niteliksizleşmekte, halktan alınan vergiler yüksek faizlerle sermaye çevrelerine, hortumculara akıtılırken, insan hayatıyla ilgili yatırımlar gündeme dahi alınmamaktadır. Demiryollarının köhnemişliği, kamusal hizmetlerin devre dışı bırakılmasından kaynaklanmaktadır. AKP iktidarının bu köhnemiş yapı üzerinde “hızlandırılmış tren” uygulaması ise traji-komik yönetim anlayışının tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Ama bu siyasi şov ne yazık ki onlarca insanımızın canına mal olmuştur. Kamusal harcamalar yüksek mi? Bütçe yapıcıların iddiası, kamu harcamalarının yüksek olduğu noktasındadır. Kamu harcamaları (yatırımlar ve personel ücretleri vb.) gerçekten yüksek mi? Gelişmiş ülkelerde kamu harcamalarının GSMH’ye oranı ortalama %50’dir. Oysa ülkemizde konsolide bütçenin yarısına yakın bir kısmı faiz harcamaları için ayrılmaktadır. Siyasi iktidar bu nedenle bütçeyi baskı altında tutmakta, kamu hizmetlerinin niteliksizleşmesi ve yatırımların durması pahasına faiz ödemelerine dokunmamaktadır. Bütçe bir yatırım ve büyüme aracı olmaktan çıkarılmış, gelir transferi ve borç faizi ödeme mekanizmasına çevrilmiştir. Dolayısıyla bütçe, sosyal ve ekonomik büyümeyi sağlayan değil, bir takım çevrelere kaynak aktaran özellikler göstermektedir. Türkiye’nin son sekiz yılda iç borçları ABD Doları bazında 4 kattan fazla, dış borçlar ise 2 katına yakın artmıştır. Türkiye’nin sadece 2004 yılında ödemek durumunda olduğu faiz miktarı ise yaklaşık 44 milyar dolardır. Bu tabloya bakıldığında, siyasi iktidarın insan hayatını doğrudan ilgilendiren yatırımlara yönelmesi mümkün görünmemektedir. Niteliksiz konut üretiminin bedelini ödüyoruz Her insanın temel beklentisi konut edinmektir. Konut hakkı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde kendisine yer bulmuş ve temel insan hakkı arasında sayılarak sosyal politikaların merkezine oturmuştur. Konutun nasıl olması gerektiğine dair açılımlar ise zaman içerisinde geliştirilmiştir. Konut edinme hakkı; yaşamsal ihti- yaçların kolaylıkla karşılanabilmesi, her türlü altyapıya sahip temiz bir çevrede bulunması, kentsel hizmetlerden yararlanabilecek niteliklere sahip ve ekonomik, her şeyden daha önemlisi de can güvenliği açısından tehlike oluşturmaması gibi tanımlarla zenginleştirilmiştir. Ancak, bu standartlarda bir konut edinmek ne yazık ki, dar ve orta gelir grubundaki vatandaşlarımızın büyük bir çoğunluğu için adeta hayalden öte anlam taşımamaktadır. Kaçak yapılaşmanın temel nedenleri arasında sayabileceğimiz bu gerçeklik, konutun piyasaların en yüksek rant aracı olmasından güçlenmekte, konut üretiminde kamunun yönlendiriciliği ve denetiminin bulunmaması nedeniyle daha da pekişmektedir. Konut sorunu, kentleşmenin gerektirdiği imarlı ve donatılı arsaların ihtiyaç sahiplerinin kullanımına sunulamayışından kaynaklanmaktadır. Hızla büyüyen kentlerimiz, birtakım bireysel veya örgütlenmiş arsa vurguncularının yağmalamasına terkedilmiştir. Bu yağmanın oluşmasına neden olan faktörlere baktığımızda, kentsel rantın kamuya dönüşünü sağlayamayan yasal boşluklar yani mevzuattaki eksiklik, kentleşme hızına ayak uyduramayan arsa üretimi ve gerek yasal gerek kadro açısından sorunlu ve yetersiz yerel yönetimler karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu faktörlerden daha önemlisi, 10 yıllardır belirli periyotlarda çıkarılan imar aflarıdır. İmar afları, arsa vurguncularının cesaretlendirmekte, kaçak yapılaşma ile oluşan arsa piyasasını meşrulaştırmaktadır. 1950’lerden sonra yaklaşık 15 imar affı çıkartılmış ve kentler adeta sağlıksız ve kaçak yapılaşma cenneti haline getirilmiştir. Bunun, siyasi iktidarların bir tercihi olmadığını söylemek objektif bir yaklaşım olmayacaktır. Çıkartılan onca imar affının doğal sonucu olarak, bugün kentlerimizin yüzde 70’i kaçak yapılardan oluşmaktadır. Bu oran İstanbul’da yüzde 85 civarındadır. Bu gün kaçak yapılaşmanın, köyden kente göç olgusuyla ortaya çıkan gecekondulaşmadan oldukça farklı bir zemine oturduğunu tespit etmek zorundayız. Geçmişte kırdan kente iş bulmak amacıyla gelenlerin, kendi aile yapılarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak geçici amaçla ürettikleri gecekondu türü kaçak yapılar, bu gün çok katlı sağlıksız, niteliksiz ve kalıcı yapılar halini almıştır. Arsa vurguncuları aracılığı ile düşük ve orta gelirli kesimlerin konut ihtiyacı bu stoktan karşılanmaktadır ki, insanımızın canına kast eden yapılar bunlardır. 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da vurgulandığı gibi 1986-87 yıllarında af yasası aracılığı ile verilen iskan ruhsatları İmar Yasasına göre verilen yapı ruhsatlarının yüzde 80’ine ulaşmıştır. Ruhsat verilmesi daha önce kaçak inşa edilmiş bu yapıların güvenli, sağlıklı ve yaşanabilir koşullara kavuşmasını sağlamamış sadece meşrulaşmasına neden olmuştur. Islah imar planları ve imar tadilatları, sağlıksız gelişimi engellemediği gibi, ikinci ve daha büyük rantın ortaya