tasavvuf İlrnl ve Akademik Araştırma Dergisi Ankara 2001 Osmanlı'nın Son Döneminde Yayınlanan Tasavvufi Muhtevalı Muhibbdn Dergisi ve 1327/ 1911 Yılı 4. Sayısında Yer Alan Bazı Makaleler Cengiz GÜNDOGDU Yrd. Doç. Dr., Atatürk ü . ilahiyat Fakültesi I- Osmanlı'ıwı Son Döneminde Tasavvuf Eksenli Cemiyet Kurma ve Yayın Faaliyetlerine Genel Bir Bakış II. Abdulhamid döneminin özel şartlan içinde istediğini yazamayan, arzu ettiği insanlarla bir araya istediği gibi gelerneyen değişik din, miiJet, mezhep, tarikat ve mesleklere mensup kimseler, n. Meşrutiyet'in cemiyet halinde toplaıuna­ da· her sınıf ve cemaata sağladığı serbest! ile bu haktan istifade etmek istemişler ve 16 Ağustos 1909 tariilli cemiyetler kanununda parti (f.ırka) ile cemiyet kunna arasında bir fark görolmediği için, kurulan cemiyetler, gazete-mecmua çıkarma teşebbüsleriyle faaliyetlerini rahatlıkla sürd i.innüşlerdir. Bu serbestJ'den istifade ile fikirlerini cemiyer kurma, gazete ve dergiler vası­ tası ile efkar-ı umumiyeye yansıtan değişik sosyal gruplara mukabil, tasavvuf erbabı geç de olsa, bu kervana katılabilıniş, onlar da kurduklan cemiyet ve neşret­ tikleri değişik dergi ve gazeteler kanalı ile, fikirlerini duyurma imkanına kavuş­ ınuşlardtr. Tasavvuf erbabının, tarikatler arasındaki bağlan kuvvetlendirme, ınadöı ve manevi yönden gelişmelerini sağlama emeliyle kurmayı düşündükleri ilk cemiyet, Şeyh Naill Efendi (ö. 1324/ 1908)'nin öncülüğünü yaptığı Cemiyet-i Siifi.yye-i İttihadiyedir. Ancak konı lınası düşünülen bu cemiyet daha kuruluş aşamasın­ dayken şeyhin vefatıyla sekteye uğranuşrır. Bilahare Şeyh Naill'nin cemiye[ ile ilgili taslak çalışınalarını Muhibban dergisinin imtiyaz sahibi ve mesul müdürü Alırnet Muhtar yürütmüşse de Şeyh Esad Erbili (ö . 193l )'nin başkanlığında kum- 294 tasawıtf luş faaliyetini tamamlayan Cemiyet-i Su.fiyye adlı bir başka cemiyetin nu önleyememiştir. kuruluşu­ Neticede tasavvufi gayelere yönelik cemiyet oluşturma süreci Şeyh Esad Erbili'nin öncülüğünde kuntlan Cemiyet-i Sufiyye ile teşekki.ilünü tamamlamış , böylece daha önceki asırlarda yaşayan dervişlerin ortaya koyamadığı bir faaliyet alanı açılmıştır. Dervişlerin hak ve vazifelerini konırnak ve gerçekleştirmek için tekke dışın­ da oluşturulan bu cemiyerle birlikte aynı zamanda tekke-bürokrasi ilişkileri için de yeni bir sayfa açılmıştır. Ancak, Cemiyet-i Sufiyye tasavvuf dünyası için kısa ve uzun vadeli bazı projeleri gerçekleştirmek için kolları sıvamışsa da dönemin sıkıntıl arı, daha sonra gelen I. Dünya Savaşı ve onu takip eden yılların rehaveti yanında, bir süre iÇin muvakkat bir heyet tarafından idare olunup, fakat nizanınarnesi bir türlü tespit edilip ortaya çıkanlarak hükümete tasdik ettirilememiş olması bu gayretlecin elle ttıttılur neticeler vermesine imkan bırakmamış , binaenaleyh esaslı surette kurulup iş görememiştir. XX yüzyılla beraber Osmanlı ülkesinde daha önceki asırlarda görülmeyen bir başka faaliyet alanı da dergi yayıncılığıdır. Bu dönemde yayınlanmaya başlayan dergiler arasında İslam dünyasına hitabetıneleri ve uzun ömürlü olmaları açısından en dikkate değer olanı. Sırat-ı Milstakfrrı ve devamı mahiyetinde olan Sebflu. 'r-Reşad'dır. Fakat bu dergilerde sergilenen ortak tavırlardan biri de, denebilir ki, tasavvufi konulara karşı beslenen soğukluktur. Nitekim bazı tarikat mensubu yazarlar zaman zaman yazdıklan makalelerle tekke ve tarikat mensuplarının da memlekette bir varlık olduklarını bu dergilerde göstermeye çalışınışiarsa da, bu çaba sözkonusu gerekçeden dolayı olsa gerek çok sınırlı kalmış, bunun dışında denebilir ki doğrudan tasavvuf ve tekke kültüıiinü konu alan yazı ve makalelere hemen hiç yer verilmemiştir. Kanaatiınize göre gerek bu sebepler, gerekse iç saikJerin itmesi, tasavvuf kültürünün topluma aktanlmasında geleneksel yollara ilave olarak hem ye·ı;ıi dönemde hem de tasavvuf tarihinde ilk defa yine tasavvufi gayelerle dergi-gazete çıkarmak gibi iki değişik hizmet sahasının açılmasında etkili olmuştur. Neticede başta Geride-i Su.fiyye (yayma başlama tarihi: 1909) olmak üzere, Mu.hihbaıı <,yayına başlama tarihi: 1909), Hikmet (yayma başlama tarihi: 1910), Tasavvı~l(yayına başlama tarihi: 1911) ve Mihrab (yayma başlama tarilıi: 1920) gibi dergi ve gazeteler, tasavvuf ve tekke kültürünün ihyası ve topluma aktanlm : ı.'>ı maksadıyla yayın dünyasına kau lınışlardır. Fakat bu dergiler arasında Geride-i Siifiyye hariç diğerleri uzun ömürlü olamamışlardır. Çökmeye yüz tutmuş tekke dünyasını yeniden ihya edebilmek için yeni bir yol bulma gayesine yönelik bu faaliyetlerde Cemiyet-i Sii:ftyye ile Tasal!Vufve osmatılı 'nın son döncnıind.e _yayınlanan 295 .Muhibbt'in dergileri arasında yakın bir ilişkinin olduğu görülmektedir. Bir diğer ifade ile bu dergiler Cemiyet-i Sufiyye'nin kunıluş safhasını çok yakından takip etmiş ve gelişmeleri değişik açılardan ve farklı yonınılada kamuoy'tma aktarmış ­ lardır. Mesela, .Muhibbiin, ilk sayısının ilk sayfasına Şeyh Naill Efeneli'nin fotoğrafı­ m koymuş ve tarikat ehlinin kurması gereken cemiyet!e (Cemiyet-i Süflyye-i İt­ tihad~ye veya Cemiyet-i ittibadiye-i Süflyye) ilgili çalışmalarına 9 ve 10. sayılar­ da geniş yer vermiştir. Sözkonusu derginin 9. sayısında Şeyh Naill'nin cemiyet oluşturma teşebbüsü ve hedefleri hakkında şu değerlendirmelere yer verilmiştir: "Gazetemizin birinci numaralı nüshasında teberrüken resmini vaz' ue elen· ettiğimiz şehfd-i hürriyet Şeyh Nailf el-Bedeui Efendi merhümun ilide-t 111/.'~JÜ­ tiyeti müteakip menfası olan Trahlusgarb'dan isıanbul 'a avdet edl!rel.· /Julunduğu dört ay zat:finda bir· taraftan Meşrıttiyet'in temami-i te'sisine geeeli p,ündüzlü çalışmakta beraber diğer tarafian da tekiiyiiyı rubünf w siyasf birer mekteh haline getirerek müntesihfn ve nıuhibbfn-i terbiye-·i ablak~pe ve siyas~}'­ ye ile tenvfr etmek ve bu sılret/e teessüs-i tekayanın rnekasıd-ı aslı:Vesı'ni taldh tc· ·ı.slahclt-ı muktazıyayı icra eylemek üzere bir cem{yet-i szifıye teşkil ve te :,·f~ilw sarf-ı mesafeylemiş ve hatta cemiyet-i mezkürenin Nizamniimesiyle emr-ı ı.:;/c1hın suver-i icrcliyesi hakkında layibayı da ihzar etmiş vefakat maatteessü.f vuku-i irtiha/iyle hıtsus-ı rnezkür teahhür ey/emiş idi. Bu mürşid-i hakiki-i hürriyetin evrak-ı rnetrukası meyanın.dtı zuhıtr eden liiyiha ile Nizamnamenin birer süreti elde edilmiş olduğundan meşayih-i kirarn hazerfüının aletusul cemiyet-i mezküreyi teşkil ile layiha-i mezküre dairesinde emr-i ehemrn ıslahatı ıc­ ra eylemeleri temenniyat-ı mahsusasıyla mezkür liiyiha ile nizamniimeyi dere ed~yonız. Cenab-i Hak ruh-ı Şeyh 'i şiid buyursun!" Böylece Şeyh Naill Efendi'nin kurmayı düşündüğü cemiyetle ilgili çalışmalar yanında Nizam.name'nin metni de yine Mıtbibbiin aracılığıyla kamuoyuna sunulmtıştur. Hülasa değişik tarikatiara mensup dervişler, bir araya gelerek, kurdukları mesleki birlikler ve yayınladıklan bu kroniklerle görüş ve düşüncelerinin yaygınlaşmasını temine ça lışırken, mesleki dayanışınanın yollarını da aramışlardır. Bu dayanışm<' yolunda, tarikatlar arasında cıyırım gözetmenin doğru olmadığı ve bütün tarikatlam aynı gözle bakılması gibi hususlar dile getirilmiş, böylece aynı hedefe doğnı birlikte yürünülmesi gerektiği vurgula.nmışrır. Oysa tarikatlar arasında ötedenberi geçiınsizlik ve anlaşmazlık olduğu bilinınekteydi. Üstelik sayıları Ot\.IZU aşan ve her birinin ayini, USUlÜ, inanışı Ve gidişi birbirinden ayrı hatta aykırı insan topluluklarını bir araya getirmek çok ınüşkil bir iş idi. Gariptir ki Bektaşilik damgasını taşıyan ve kendisinden başka 29 tari- 296 rasaı1'11[ katın muhalifi olan bir tarikata mensup Alunet Muhtar Bey bu işte ve bu cemiyeönayak olmuş ve çıkannakta olduğu Muhibban mecmuasuu buna vasıra inihaz etmişti. Muhihhtin ve çevresinin Bektaşi meşreb olmaları , bu tarikatla İttihat ve Terakki arasında sıkı bir ilişki bulunmasına rağmen cemiyetin kuruluşunun gerçekleşmemesi dikkate değer bir husustur. "S~vasetten nıaada her şeyden bahseder", üst başlığıyla sunulan bu derginin isminin hemen yanında, genel karekterini belirten şu ifadeler de yer almıştır: 'ivtuştak-ı hürriyet-i tamnıe olan bi'l-cümle Muhibban -ı nıeşrı1tiyetin va.sıta-yı neşr-i f!!karı olarak her ayın on beşinde neşrolunur.'' '1nsaniyete, Muhibbiin-ı meşrCttiyete muva:fik gönderilen im.zaiı nıektublar maa '1-memnuniye de1·c olunur. " 18 Şaban 1327/ 22 Ağustos 1325 tarihinde yayın hayatına giren Muhibbiin'ın tasavvuf tarihi ve kültürü açısından fazla bir şey verdiği söylenemez. Dergi yöneticisinin ·'Bazı dectı:koducu sahte şeyhterin sözlerine bakıp da tarikatların aynsı, gayrısı olduğuna. inanmak artık olamaz." (sayı : 5, s.l10) şeklinde "bütün tarikatlara aynı gözle baktığı " (say. 5, s. 141) ihsas ediliyorsa da dergi, mesaisinin büyük bir kısmıru, yeniçerilikle beraber meşrfıiyetini kaybetmiş olan Bektaşi tarikatının yeniden resıni bir hüviyete bürünmesine hasretıniştir . Sayfalarının büyük bir kısıruru Şeyh Nam Efendi'nin kurmak istediği Cemiyet-i Sı1fiyye-i ittihadiye nin gerçekleşmesine tahsis eden Mubibbiin, Cemiyet-i SufiyY<?'nin kurulmasıyla bundan da vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bu durum Cemiy et-i S4fi;ye'nin başansı için gayret gösteren Tcısavvuf dergisi ile aralarında rekabet hissi uyanduıruş, zaman zaman karşılıklı tartışmalar olmuştur. Mesela Cem(veı-i Siifi:Jrye'nin reisliğine seçilen Şeyhiiiislam Musa Kazım Efendi'yi Tasavvuf takdir ve tebcil ederken, Muhibbaıı onun hakkmda hiç de iyi şeyler söylememiş­ tir. Bu tartışınalar Şeyh Safvet ile İzmirli İsmail Hakkı arasında rasavvuf kitaplarında yeralan hadislerin sıhhat derecesi konusunda da cereyan etmiş, daha sonra tartışmarun sınırlan tasavvufun bir çok meselesini içine alacak biçimde geniş­ lemiştir. Bu arada Tasavvuf ilk zamanlarda cemiyet ni zamnamesine de uyguh bir çizgide yayın yapıp, politik meselelere girmemiş ancak Il. Meşrütiyetin ilanı ile birlikte, dönemindeki bir çok dergi gibi politize olarak Meşrutiyet meddahlığına ri klıımakta soyunmuşrur. Bu tartışmalardan anlaşı ldığına göre devrin Şeyhülislamıru kendilerine reis seçen Cemiyet-i SU;fiyye daha çok devletin resmi görüşü çerçevesinde faaliyet gösterirken, Muhı:bbiin grubu daha geniş ve serbest bir ortam aramaktaydı. Ahmet Muhtar, dergi ikinci yı la girerken şunları yazmıştır: "Mubibhdn 'm ikinci senesine abone olmak arzusunda bulunmuş olanlar bilsin ve ona göre paralarını yol/asınlar ki, Muhibban gazetesi yine eskis_i gibi osmanlı 'nın son döneminde yaym/anan 297 dedikodu yapmayacak, öylefilanca Nakşf şeyhi için, .falan baba için gerek iyiliklerine gerek fenalıkianna dair hatta mühürlü musaddak kağıtlar bile gelse gazetenin son sahifesine bile geçemeyecektir. Muhibban, insan~yetli olmak şar­ tı ile en. aciz. en fakir bir ademin az(i.d kabul etmez bir kölesidir. Bununla beraber yalnız rnenfaatini düşünen. Muaviye tfnetli eşhasa, ne m-eekarnda ve ne iktidarda olursa olsun, el değil, selarn bile vermeye tenezzül etmez bir Alevidir..." (sayı: 12, s. 98) Kosova. Sivas, Selanik, Aydın, Manastı r, Girit, Yanya, Edirne, Mısır, İşkodra gibi Osmanlı Devleti'nin muhtelu yerlerinden çeşitli tarikatlara, özellikle Kadir1, Sa'cli ve Rufal tarikatlerine mensup şeyhler tarafından takdir ve teşvik edilen Mubibban Rıza Tevfik'in de makaleleri yanında oldukça güzel şiir ve nefeslerini yayınlanuştır. * Şüphesiz bu dergide yayınlanan tasavvufi makalelerin mahiyetleri, tasavvuf ve Türk tefekklir tarihi açısından önemli olup akademik alanda incelenmeye muhtaçtır. Nitekim böyle bir teşebbüste bulunan Thierry Zarcone, yaptığı araş­ tırmaya göre bu derginin 27 Rebiülahir 1327/ 20 Kanunisani 1325 tarihli üçüncü senenin dördüncü sayısaım yalnızca Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi Özege Kiıaplığı'nda bulunduğunu respir ermiş, bunun üzerine Prof. Dr. Osman Türer Bey'e yazdığı bir mektupta, bu sayının kendisine gönderilmesini istirham etmiş, o da bu isteği yerine getirmiştir. Biz de Prof. Dr. Osman Türer'in tavsiyesiyle A.Ü. Kütüphanesi Özege Kitaplığı , 776 numarada kayıtlı biri eksik iki nüshası bulunan bu dergiyi ineeledik Dergide sırasıyla şu makaleler yer almaktadır: 1- Baha Said, "Tasavvuf ve Hür Mezhebler", s. ı. 2- Rıza Tevfik, "Hikmet-i Süfiyye", s. 2. 3- Abdı.ıkebba r Sırri, "Levh-i MahfUz ve ilm-i Meknün", s. 2-4. 4- Urbaba, "Meslek-i Fakr ve Fena", s. 5-6. 5- Ali Seytl, "Takvim-i Beden ve ibadet", s. 6. 6- Abdal Müsa, "Dervişi n Ayan", s. 6-7. 7- Livau'l-Hak Halil, "Tekyeler Teşkilatı ve Terbiye-i İçtimaiyen}izde Te'sirarı", s. 7-8. • Osmanlının son döneminde tasavVI.lf eksenli cemiyet lo.ınııa i.le yayın faaliyetleri konusunda bizim bu eıüdüıııüzde yer verdiklerimiz v e daha başka değerlendirmeler için bk. Muh ibbiln, (ınuhıelif sayıları); Osman Ergin, Tılrkiye MaariJTaribi, Eser Maıb. İsL 1977, c. 1-Il, ss. 295-296; Mustafa Kara, Din Havat Sanat Açısıtıd.an Tekkeler ı <e Zaı1yeler. (3. bsk. ) Dergi\ h yay., İsı. 1990. ss. 275-297; a . ınlf.. Melinleı'le <~ı/.nı'imti.z Tasawıtj Hareketleri, basılmaınış ders notları, ss. 11· 17; a.mlf. "Cumhuriyet Öncesi Tasavvufi Yayın Organları ve Ceıııiyeı.Jer", Hareket, VIII , isı. 1979. ss. 17-18; a.ınlf., "Ceın'iy· yet-i Sufıyye" DlA, c. VII, s. 335; a.mlf. , "Cerlde-i SGfiyye", DİA, c. VII, s. 410; irfan Gündüz, Osmanlılarda Deı>ler Tekke Mılnasehetleri, Seha Neşriyat, İst. ısz ., ss. 186-190; Mus tafa Aşkar, Tas~wmifTa­ rihi Ltteratünı, Ankara 2000, ss. 268-279. 298 tasawııf Neticede bunlar arasından derginin genel politikasını yansıtması açısından dikkat çekici bu lduğumuz üç makaleyi seçip, Türkçe hartl ere de aktararak ilgileneceklerin istifadesine sunmak istedik. Su nacağııruz üç makaleden ilkinin yazarı olan Baha Said*• ile ilgili kısmi bilgiler dışında , ikinci makalenin yazarı Abdal Müsa ve son makalenin yazarı Livau'l-Hak Halil hakkında şimdilik her hangi bir bilgiye ulaşaınadık. Bu genel değerlendirmelerden sonra şimdi sözkonusu makalelerinin takdimine geçebiliriz. ll- Muhibbiin Dergisi'nin 1327/ 1911 Bazı Makaleler: Yılı 4. Sayısında Yer Alan Muhibbiitı 27 Reblü'l-ahir 1327-20 Kanun-i sanl/1325, Sene: 3, Numara: 4. Tasavvuf v.e Hür Mezhepler Tasavvı.ıfun din-i islam tarihindeki o kuvvetli ve metin mevki'i, te'slri okadar barizdir ki, hiç bir ınudakkik bu azim cereyihın daHiletle rini ra'yin ve ı:asrlh edemez. Ben, kendi hesabınıa, tasavvuf ke limesinin Yunanca'dan yok Hind'den falan gelip de Müslümanların l<afasında kaynadığı.na akltın ermiyor. Pikr-ibeşer aklı. erınediği bir şeyin ardını arkasını görmeye çok özenir. Bizi ın isianı ıuütefekkirleri ki, ekseriyet-i azlınesiyle bi hakkın hem mü tefekkir hem de müdebbir idiler; onlar, din d iye önlerine dökülen "şey"in ne olduğunu anlamaya çalışına­ ları pek tabii idi. Dinin esrar ve Jedünniyiltım anlamaya ö~enenlerimize biz ehl-i tasavvuf dedik. Umumiyede ehl-i tasavvuf iki bölüktür: 1- Muhafazaidr ehl-i tasavvuf 2- İhtiHllci ehl-i tasavvı.ıf •• Baha Said'in gerek ıneınini sunmaya çalıştığımız makalesi gerekse daha sonra kaleme aldığı ve Tt"irk Yıu·d11 dergisinin 1926 ı:arihli 4. cilt, 22, 23 numaralı sayılarında ''Sofiyan Süreği" adıyla yayınlanan makale serisinde görüldüğü üzere kaı:ılııncı gözlem tekniği ile çalışınalarda bulunan AleviBekı~i yazarlardan biridir. " Bektaşi zümresi bir mezhep ıni , bir fırka ıııı yoksa b ir cenıaaı midir? Bu mefkfırenin kayıuğı, orı:aya çık ış ı, gelişip yayılması, düşünce, fikir ve fiilleri, en önemlisi Türk toplunıumın bir parçası ve gerçeği olan bu zümre milli ve islami midir'" gibi soruların açıklığa kavı.ışıurulması anıacı ile İltihaı: ve Terakki tarafından görevtendirildiği söylenen Baba Said bu doğrultuda doğuşundan 1900'10 yılla­ ra kadar Bek'taşiligirı doğuşu , gelişmesi ve fikirlerini bütün yönleriyl~ araştırıp değerlendirnı~ye çalışm ıştır. Yukarıdaki sonıların açığa kavı.ışttırı.ılıııası doğnılnısunda yaptığı lanması ancak çeşitli nedenlerle yayın­ geciken maka leleri nihayet; Türk Ocakları merkez heyeri tarafından neşrolunan 1927 tarih li Türk Yurdu dergisiıtin 5. cilı, 26, 27, 28 mımaralı sayılarında "Bektaşiler" başlığı alunda; "Bektaşi Metküresinin Ortaya Çıkışı", "Balııı ı Sulıaıı Erkam", "Bekt<Uii Felsefesi" diye üç seri halinde .Yayınlan­ nıa fırsau bulmuştur. osnıtmlı 'ımı son ciöıumıinde yayınlanan 299 Muhafazakar nıutasavvıflarımız dinin kuyud-u zahiresine bila ihmal itaat-ı mur.laka gösterir. Siyaset ve içtimal hayatta dinin emr ve nehyine kıyasları da zamlll eder. Daha kuvver.li, daha nilfiz te'siratı ibda' etmek için ınilziyi hillden daha kudsi, daha muallil tahaniil eder. Bütün kuva-yı hazırayı ınilzinin ve ıi1akberlerin karanlık ve soğuk hatıraun­ dan toplamak ister. Hal, amın için, mekrCıh; müstakbel ise beddir ve meşklıktur. Halin ve nıi.istakbelin kıymet-i hayatiyesi yalnız "dfe"likden ibarenir. işte bu "cifeli tefekkür" onu daima mazinin "pakize eda" nasiye-i muhayyeline peresüş ettirir. Geçmişine bu kadar bağlı bir vicdan, yaşadığı anları bile ömr-i filrusine giriin bilir. Ve sonra maziye ruclı' , mazinin mürşidlerini tebdl ve onları tems'il gibi bir ıztırilr-ı gayri tabii içinde kalır. Bu ıztırilrın zanırl emirleri onu muvaffakiyerten ıne'y(is eder. Çünki üç asır, on asır evvelki insan-ı mulıayyelin ne temsil-i hayatı, ne de muhlt-i hayatı kabjl-i vücuddur. O, bu bir kaç asır evvelki insan zihniyeMde kendisinin mahrum olduğu fevka't-tabi!ye ıııezaya buluyordu, kendisinde ise o ına fevka 't-tabilye kuva-yı ına'nevlyenin ra'ylni ınüstah11 ve gayri ınüml,ün olur. işre bu gayri mümkünlük saliki endişe ve raybe sevk eder. O zaman: ihriHilci mutasavvıf çıkar. Ve bunlardır ki "meslek-i iım'ln "da birbirine ıtykırı ftkirlerle oyalanır. Cüneyd-i Bağdildi ınektebinden Nakşl mesaiiki doğuncaya kadar birbirine bağlanan tarikatlarda muhafazakar ıasavvufun hakiki numu nelerini pek iyi ve açık terkik edebiliriz. Unıümiyetle şu veslle-i tenıylz de vardır ; (yar-ı ğar-ı RasGIJ birinci sınıf ehl-i msavvufun nıenba '-ı feyzi ve öteki bölüğe gelince doğrudan doğruya (A!evl)dir. Ve en çok aykı­ rılık bu liva-yı Aleviyye'nin alnnda bulunur. "Alevl"lik perdesi zümre-i İslam içinde husus! bir ınekteb-i hürriyettir. Bu ıuekt.ebin veslka-i şehadetini alanlar içinde yetişen zümre-i ınürşidlh "Guluw-i efkar~ ile mürtehem görünür. EkseriyeıJe dinin zahin kayıdlanndan muhtelif nisbetlerde azade bulunur. Bu iki sınıf "sut'i"'Jik muhtelif mulılt-i m.illüerde ayrı ayrı taraftar zümreler teşkil edebilmiş ve kendilerine has ahlak seeiyelerini halk etmiştir. Uınüıniyetle diyebiliriz ki (din-i islam) milletler üzerinde "teınsilci"lik vazifesini bihakkın ıra edemediği yerde bu mutasavvıf zümreler o vazlfeyi lfa ya muvaffak olmuşlardır. Bu muvaffak olanlar içinde kendi meslek husGsiyetleri He '·cemiyyet-i mahsusa" hayatı ibda' edebilenler haklkmen terbiye-i muhita ınüsta'id olanlardır. Dürz!ler, NusayrTier, ' İbad11er, Batınller , Tavüsller, bill1assa Anadolunun yarı halkını temsil eden Hacı Bektaş Veli'ye ınensüb ''Bektaşi-Kızılbaş .. zümresi cenıiyyer haya tı yaratabilen mezahib-i hürreden ma'dCıddur. Bunlara mukabil Na~llik, Kadirilik, Mevlevllik birer ceıniyyet hayatı değil; nisbeten· muntazam birer enınuzec-i fikri bile ihya edeıneınişlerdir. Şah isınall-i Safevi'nin ibda'kerdesi olan '·Safevl"lik bir saltanata esas olduğu hal.de mesela Bektaşilik gibi bir cem'iyyet hayatı yararmaya ınuvatfak olamamıştır. Anadolu Türklerinin teakal üçde birini toplayan "Bektaşi-Kızılbaş" zümresi cenı ' iyyet hayatındaki salabet, tesanüd ve tdivün gibi kudretli kabiliyeti ile mümtaz bir hayat gösterebilınişler; ve onun içindir ki, hükümetin en şedld icraatı önünde asırlarca boyun bük- 300 tasaı'1111/ ıııemiştir. "Mezahib-i Hürre'' içinde en asrl bir (Sosyal) haya u yaşayan btı Türk kitleleri için irran ve ınedeniyetin hiçbir şekl-i ınakdGhu yoktur. Milli varlığıyla yaşamış ve dini, milli hayat ve zilıniyeue anlaınış olduğu için de '·Metklıre"cilik isti'dadlan en seliın bir bassaya milliktic içtimal tekaınülün Türkiye'de en seri' mükafatını verecek yegane ocak bunlar olduğu halde bu ınuhltin liyakat-i fikriyesi ıne'atteessüf tetldke uzanılımı mıştır. Baba Sa'id Dervişin Ayarı Derviş: Şahsı hür, vicdanı hür, efiili ... efkan hür; kayd-ı nıasivadan azade (yani Allah'dan başka kimseye boyun bükıııeyen) insan demektir. Bana kalırsa iyi bir derviş dünyanın en ekınet numune-i insaniyetidir. Biz (Dervlş-hasletn diye en pısırık, kılıbık ahlakı cavs!f ederiz. Filhakika tarihin derViş-haslet padişahlan ve ricali en zalfı:.'ı'l-fıtra olanlardı. Mazlde dervlşleriıniz. iki sınıf idi: Biri ulu 'l-aznı nı ütefekkirler; diğeri ınukallidler. Her ikisi de keşkül be-dest seyr ü sefer idiler. Zümre-i mi.itefekkirlni. uğradığı yerde neşr-i feyz ve saadet, yoksullara yardım, hastalara şifalar bahş eder; lokına-i nanı, her halde ihtisası olan, bir san'atla te'nıine muvaffak olur; en ma'rüf seyyahları tababet, süznigarlık (iğne hünerlerD, sadefkar, elmas, terzicilik, marangozluk, kunduracılıl< , denıirci lil< gibi her yerde geçen san·atlardan birine hakkıyla vakıf olur ve lokmasını bu yüzden alır, her biilde bir sa'y ve kesbile kazanırdı. Bir kısmı da keşkül be-dest -şey'en Jillah- Allah için sadaka dilenirdi. Tarih bize öyle büyük nıürşidler gösterir ki, yediği bir loknıa ekmeği mutlaka alnının teriyle suladığı bir avuç coprakcan çıkarmışrır. Küre-i beşerin gündönümü noktası olan harb-i uınGınlde ümmet-i Muhammed'in hali tavaif-i nıCıiGk devrine döndü. Bu gidişle ümmetimiz yine elde keşkül : "Mevla dost!" diye devr i.i seyrana çıkaçağa benziyor. O zaman bilin ki: Dervlşin ayarı, ilim ve hünerdir! Sorunuz: Baba derviş, hünerin ne? Eğer terziyim derse, üstünüzde giyecek birşeyiniz varsa yamanınası mümkün olan yerini gösteriniz; dikerse, para veriniz. Ayağınıza giyecek kunduranız bulunursa veriniz kabil-i tn'ııür parçalarını yapsın. yine, paranız varsa ücret verirsiniz. Eğer paranız yoksa verıneyiniz. Yakaruza yapışırsa derviş değildir! Yine vemıeyiniz . Eğer ilnıim, ilmullah; san'atını san'at-ı ilahldir, derse: Gaiblere karışmış devenizi bulup ihzar etmesini söyleyiniz... Bulursa jandarmalık hakkı diye ücret verirsiniz; paranız yoksa yi ne vermeyiniz zararı yoktur. O, ilm-i ilahi ile hazineler bile bulur. Eğer san'at-ı ilahiden bahseder, altın yaparım derse, ya kasına yapış, altın ver kağıt vereyim de ... kaçarsa derviş değildir! A.bdal Müsa Tekyeter TeşkWitı Terbiye-i İ.çtinıiHyeınizde Te' siratı Kanlın-i Lekamülün, kendine has, nı i.isbet usulleri vardır. Bu usuller haricindeki ümid osmanlı'nın son döneminde yayınlarımı 301 ve sa'y hebaen mensOra hükmünde kalır. Mesela: sinekten kaz üremez; kazdan da, ya, bi'l -ıstıta sinek veya ht!( bi't-tekamül deve olamadığı gibi! Biz Türkler, Avrupa tekaıııül-i medeni'si diye bir şey görüyoruz. ah, biz de onlar gibi olsak diye ozenınek istiyoruz. Bir misal olarak diyelim: Anadolu'nun öz ve tosun evlildları yörük ve zeybeklerin giydiği kısa çaşkırlarını -bir gün oldu ki- bükümer ınemürlan men' etti. Giyenieri şehre sokınadı. O zamandan şiındiye kadar seneler geçti. Ne zeybek çaşkı­ rı eksildi, ne de bu yüzden fazla bir aferin kazandık Halbuki bunlara baldırı çıplak diye alay eden -Efendi!-ler şimdi görüyorlar ki en medeni' İngiliz ka vnıinin İsgoç taburları İstan­ bul'da bir karış don değil, fisı:anla ve donsuz dolaşıyor ve kimse de bunu hilaf-ı medeniyet telakki etmiyor. Demek, rekamül-i medeniyede de kanun-i asli: "Mevcudu ıslah ve ikınal1" imiş. Bize, asrl insan olabilmek içi~ mutlaka Avrupalılaşınak lazımmış gibi geliyor. Dunıp dunırken hatırımıza bir Itibarlık damlar, alafranga olacağımız tutuverir, ne yapmalı? .. Ankara balı gibi dünyamn en nefıs çiçeklerinin bu mahsul-i şahanesini bırakırız da Belçika'dan reçel; en saf ve ınüşkln tereyağlanmız varken bilmem nerenin kokmuş, kütlü peynirinj Paris Lağıınlanndan toplanan kokulu sabunları, lavantaları, laşelerden, dfelerden bi'l-kimya istihsal edilen türlü türlü mevadd-ı gıdaiyenin kurşwı yaldızlar içiı'ıden çıkan boyaiJ şeylerini yemekle içimizde adeta bir gurlır-i terakki doğar. işte bizim asrilik hep böyleL .. Tekyelerimiz!. .. Bilmem, çok insandan işittim ki, bu ocaklann, meskenet, zillet neşre­ den birer çukur olduğunu söylüyorlar... Acaba öyle mi? Bir bakuna göre öyle de .. Çi.inki oracl"t bad-ı heva (bedava) yemek gibi bir şey de görünüyor... Görünüyor aııuna, işte o kadar. Öyle görenler, bir kere gitseler baksalar sahthden orası öyle mi?... Eğer doğnısunu istiyorsanız öyle değil. Yalnız bir nüktecik var: Tekke, nıuhtacın, yoksulun rehakarı, halaskar, hamlsidir. O, zayıfın yarasına bir merhem ocağıdır, öyle idi. Avrupa'nın yuvarlandığı izmihlal çukuruna biz kolay kolay sürüklenmeyeceğiz. Benim imanım bu. Aksini idda eden daha çoktur. Fakat o "çok''lara şunu söylerim. Bizde hayat Avrupa'da gibi inhisar altında ını? ... Hayır, değil. Burada herkesin bir karış toprağı, kendi başına müstakil malikane-i hayatı var. Anuna birisinin az öbürünün çok. Fakat varya' Avrupa'nın bir kere böyle saadeti yok. Avrupa bu saadetren mahrum kaldığı için halkı birbirini yiyor, daha da yiyecek! Belki son nazariyelerine göre "müttahid ve müşterek" yaşamak çarelerini bulacak. Bu çare ise bir fıkirde, bir servette, bir usul-i hayatda yaşamak isteyen insaniann bir mahallede, bir köyde istedikleri gibi yaşamak zevkidir. İşte btı yaşayış bizim tekkelerin hayatı idi. Eğer Avrupa here ü ınerdnin sonu böyle "mürcahid ve müşterek ına ' bed"lere sığııunak ise biz onu çoktan kurmuş, işletıniş ve yaşatmışız. Tekkeler, tarikat ve mezhebierin husilsl mihrab-ı ibadetlerini havldir. RasGI-i Ekrem; "et-Turük ilelliilı bi adedi enfilsi'l-ha!aik/ AIIah'a olan yollar insanların adedi kadar çoktur.·· buyurmuş yani her ferd için tevhldin hakllmtinden sonra Allah'ına derece-i rabıt."tSI pek muhtelif oluyor demektir. Şu şekle nazaran müşrik olmayan her muvahhidin aksa-i iınilnında kimsenin şüpheye, tenk1de hakkı yok demektir. İşte tekkelerimiz müessislerinin, "şuur''una göre örülmüş birer terbiye-i fikriye ve ına' neviye ocaklarıdır. Onlar, bila cebr ve la ikrah bir zikrin silikine salikin kabiliyetine ve isti'dadına göre vicdanının temayülatını tatmin edecek ·'nur-u imanı" doldurur. 302 ıasawııf Bazı tekkeler vardır ki, orada hürriyet-i fıkriye ve hayatiyede had yoktur. Bazılan varki, burada hadd-i ma'rufu zerre kada r tecavüze iınldn yoktur. Bu iki haddin arasında muhtelif derecatda fil<irler için nıuhtelif ınezahif-i tlkriyeye göre bir ''tekke ınihriibı" bir "ına 'bed-i ınefkGre·· bulmak uıüşkll değildir. "Liki.illi hizbin bima ledeyhiın feriln1n/ Herkes, istediği yolda şad ve handan, ınes'Gd-i devran oltır." Tekyelerin ilyln-i hususneri i'tibiiriyle tehillüfi, gaye-i medilislerine mani'a teşkil edemez. Fikir ve içtibiieta hürmet tekyenin yegane şi'arıdır. Onlar için ehl-i tarikat indinde bütün tarikatlar haktır. Yelı:diğerini levın ve teşnl imkanı kat'an yoktur. Yekdiğerine mensubiyelini soran iki salik "Hangi bağın gülüsün?'' derken kendi gibi karşındakinin de bir bağın gül-i hoşblısi olduğunu bilir_ Zaten, tarikat, boynuzlu ku l aklı bir garibe-i bilkat değiL ·Tarlkat=yol" demektir. Kadiri yolu, Mevlevi yolu, Gülşeni yolu, Bektaşi yolu ... ilh. Bu yollarda gidenler hep bir merkeze ulaşmışlar ve ulaşınak için gitmişler. Herkes kabe-i maksuda bir yoldan gideınezdi. Çünkü herkes bir köylü, bir şehirli değildir. Avrupanın izial-i içtimalsinden kurtulmak isteyen bir Türkiye'nin gençliği şiındiden tekyelerin ına' nevl teşkiHlunı tuU11alı ve o suretle muhltlerinin tekamül-i ahlakiyesini te' sise muvaffak olmalıdır. Mescidlerden ziyade rekye ınihrablarıdır ki, ruhun en hassas noktalarına daha ınahrem, da ha ince, da ha kolay nüfUz edebilir. Çünki orada ahd edenin yalnız kulağına söylenen bir "sırr-ı hürriyet" bir "insaniyet" kelimesi vardır. Şiıııdi de görüyoruz, eskiden de biliriz, nıenıleketiınizde ahlakı takviye eden insanlara hürmet etnıeği, hukuk-u hayavanata bile şefkati, irfana perestiş ü teavün ve tesanüde koş­ ınayı emr ve ihsar eden, milletin ruhuna nefha-i şi'r verikkat veren bu "dar"ın eviadarı ldL Biz onları yıkacağıınıza, zaten " makaır.-ı irşad'' olan bu hürriyet-i fıkriye abidelerini za'f-ı inhitattan kurtarınalı. .. İşte bu WUıGı:l) minberierden "sada-yl mürşid" ve "reşad"ı dinletebilıneli idik. Görüyoruz ki, İslami vahdeti hicv ve takbilı eden efkiir-ı harice bugün "kilise uknGmlarını" bile tevhid gibi bir hayal ile tefahür gösteriyor. Biz de yıkılmaz kal'alanmızı taklld uğrunda harilbe ve viranelere çeviriyoruz. Tekyeleriıniz asrl zihniyetin hayall gayesini "Coıumun/ıuüttehid= ve müşterek" yaşa­ nıayı asırlardan beri tatbik edegelmiş ve beşerin en insani emellerini harim-i hürriyetine alınış yegane meflıfımlardır. Tekyeleri manasrırlara benzetrnek kızıl bir cehalettir. Azıcık tetkik edersek bu hakikati vazıh surette görürüz. Rehbaniyet, seyyiar-ı ahlakiye ınenba'i olduğu halde tekyeler masdar-ı fazilet olagelmiştir. livau'l-Hak Halil dır Değerlendirme Yukanda metnini verdiğimiz Baha Sa'id'e ait, "Tasavvuf ve Hür Mezhebler" ilk makalede görüldüğü gibi; "Bektaşilik cemiyet hayatı yaratabilen 'mezahib-i hi.irre'den olup Nakşllik, Kadirllik, Mevlevilik gibi tarikadar muntazam birer enmuzec-i fikri bile ihya edeınemişlerdir." şeklindeki ifadeler, aslında derginin genel politikası olarak dile getirilen "tafıkatlann aynsı, gayrısı olduğuna başlıklı osmanlı 'nın .~on döneminde yayınlanan 303 inanmak artık olamaz. " "Bütün tarikatiara aynı gözle bakmak gereklidir." şeklin­ deki ifadelerle çeHşmektedir. Bu çelişkili durumu ilk bölümde verdiğimiz değerlendirmeler ışığında Bektaşiliğin resmi hüviyete kavuşturulması çabalarının bir sonucu olarak algılamak ·mümkündür. N ai ll Efendi'nin hazırlamış olduğu cemiyet nizamnamesinde tekkelerin ıslahı bağlaınında öngördüğü, dervişlerin eh.Iiyet ve Hyakat sahibi olmaları şeklindeki teklifinin te'yidi mahiyetinde olan Abdal Müsa'ya ait, "Dervişin Ayarı" başlıklı ikinci makalede ise, kamil manada dervişin "Derviş-haslet!" diye tavsif edilen pı­ sırık, kılıbık ahlaklı kimse olmayıp; şahsı hür, vicdanı hür, ef'ali... efkan h ür; kayd-ı masivadan aziide (yani Allah'tan başka kimseye boyun bükmeyen) ilim ve h üner saltibi insan 'olduğu vurgulanmakta, bu arada tarihin dervlş-haslet padişahlanna göndermede bulunularak onlann fıtratlan zayıf kimseler olduğu ifade edilmektedir. Bu makale de kanaalimize göre devletin resmi görüşü çerçevesinde faaliyet göstermeyi uygun bulmayan ve daha geniş, daha serbest bir ortam arama çabasına giren lı.fuhibbiin gnıbunun genel politikasını yansıtmakla birlikte, hakiki ve sahte dervişlik için de bazı ölçüler sunmaktadır ki, bu ölçüler ıuzamnamede de yer alan şu hususların te'yidi mahiyetindedir: "Dervişler içinde tedris, ziraat, ticaret, sanat ile meşgul oldukları halde rezkiye-i nefs ve tasfiye-i ruha muvaffakolarak insan-ı kamil olmuş makam-ı ferdiyet ve gavsiyeti ihrazetmiş zevat-ı muhtereme kesiru 'l-miktardır. Yine dervişaniçin­ de her şeyi , her işi terk ederek tekye köşelerinde senelerce kaldıklan h~Ude terbiye-i nefs ve tasfiye-i ahlak edememiş hiçbir şey olamaınış pek çok kimseler vardır. Kısm-ı evvel dervişliğin ne olduğunu nasıl olacağıru anlayarılar, kısm-ı sani ise dervişliğe dair hiçbir şey anlamayıp zahir ile kalanlardır. " (Sayı: 9, s. 74) Livau'I-Hak Halil'e ait, "Tekkeler Teşkilatı (Terbiye-i İçtimaiyemizde Te'siritı)'' başlıklı üçüncü makalede ise; "masdar-ı fazllet" kabul edilen ancak çökmeye yüztutmuş tekkelerin ilıyasına yönelik değerlendirmelerin yer aldığı görülmektedir. Bu değerlendirmelerde; medeni gelişme açısından adeta birer fikir abidesi olan tekkelerin meskenet, zillet neşreden birer çukur haline dönüştüri.il­ düğünün bir bakıma doğnı olduğu ancak bu durumun o müesseseleri yıkmaya sebep teşkil etmediği vurg\.ılanmakta, sorunun "mevclıdu ıslah ve ikmal" ile çözülebileceği ifade edilmektedir. Bu değerlendirmelerin de yine Naili Efendi'nin; "Tekkeleri birer tembelhane ve dervişleri bir heykel-i müteharrik olarak görmek isteyenlere bu görüşlerinin doğru olmadığını göstermek gerekir. Bunun zamanı gelmiştir. Bununla beraber sah.ihi, sahteden ayırmak daha doğnısu taklidi t.ashll1 etmek için turuk-ı aliyenin halihazır itibariyle şiiyan-ı ıslah olduğunu tesilinde tereddüd etmeyiz" (Sayı: 9, s. 75) tarzındaki görüşlerini te'yid mahiyetinde olduğu görülmektedir. Netice itibariyle bu üç makaleyi birinci kısımda verdiğimiz değerlendirmeler ışığında incelediğimizde Şeyh Naili Efendi'nin kunna yı düşündüğü Cem~yet-i Su.fiyye-i i tt ihadijle ile ilgili çalışınalar yanında Nizamname'nin metniru de yayın­ layan ve sayfalarının büyük bir kısırunı bu cemiyetin gerçekleşmesine tahsis eden Muhibbcln'ın, Cemiyet-i S~fiY.Jie'nin kurulmasıyla bundan vazgeçse de Nizamname'de teklif edilen hususları ve Bektaşiliğin resm! hüviyete kavuştuıulına­ sı çabalarını daha sonraki dönemlerde yazıJan makaleleri yayınlamakla dile getirmeye devam ettiğim söyleyebiliriz.