İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE

advertisement
EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 16 Sayı: 53 (Güz 2012)
209
İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE- MÜLKİYET İLİŞKİSİ
Yasin KURBAN (*)
Öz
Son dönemde dünyanın maruz kaldığı en büyük tehlikelerin başında çevre kirliliği
ve çevreye ait kaynakların aşırı kullanımı problemi gelmektedir. Özellikle nüfus artışına
paralel olarak bireyler mülkiyet hakkına dayanarak ortak kullanım alanlarının kirlenmesine, kalitesinin düşmesine ve hatta deniz, hava ve su gibi bütün insanlığı ilgilendiren
müşterek alanların yok olmasına neden olabilecek uygulamalara devam etmektedirler.
Kuşkusuz söz konusu bu problemin sebeplerinden birisi de mülkiyet hakkıdır. Bu manada bireyler mülkiyet hakkına dayanarak bu müşterek alanlarda nereye kadar tasarruf
hakkına sahiptirler veya bu hakkın kullanılması sebebiyle çevrenin zarar görmesi durumunda mülkiyet hakkının sınırlandırılması söz konusu olabilir mi?
Bu çalışma, çevre-mülkiyet ilişkisine dair İslam hukuku perspektifinden yeni bir bakış
açısı sunmayı hedeflemektedir.
Anahtar Kelimeler: Mülkiyet hakkı, Çevre, İslam hukuku, Çevre kirliliği
The Relations of Environment and Property in the Islamic Law
Abstract
The environmental pollution and excessive use of the resources threat our world
seriously can be considered as a great dangerous. Especially with parallel to the increase
of population, the areas like sea, air and water which are under the common usage of
human being became more polluted and the quality of these areas decreases continuously.
The range of this pollution is not restricted only with land, it includes the air, the seas and
fresh water resources too.
One of the reason of this problem stems from property rights. Under the pretext of
property rights people continually exploits this common areas. The main question is this, to
which extend people will exploit these areas and when this usage harms environment, can
be a restriction brought to the content of property rights? In this article, with perspective
of Islamic Law, the relation of environment and property rights will be examined.
Keywords: Property Rights, Environment, Islamic Law, Environment Pollution
*) Muş Alparslan Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi
(e-posta: yakurban_2004@yahoo.com;y.kurban@alparslan.edu.tr)
210 / Yasin KURBAN
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
Giriş
İnsanların, diğer canlı ve cansız varlıkların oluşturduğu alana çevre denir. Kısaca,
hayatımızın tamamını kuşatan, insanları, diğer canlıları ve etrafımızdaki tüm varlıkları
kapsayan şeylerin tamamını çevre olarak tanımlamak mümkündür. Farklı bakış açılarıyla
çevreye dair onlarca tanım yapılabilir. Zira kapsamı sebebiyle özellikle fizikî ve içtimaî
(Keleş ve Hamamcı, 2002: 27) boyutlarıyla çok çeşitli tanımlara rastlamaktayız. Fakat
literatürde olan en yaygın tanım “İnsanı etkileyen dış koşul ve şartların tamamı çevredir”
(Keleş, 1992: 17) şeklindedir. Bu tanımda insanı etkileyen dış koşulların yanında tüm
doğayı bir bütün olarak ele almak fikrine vurgu yapmak gerekir. Zira çevre kavramı dar
anlamıyla insanı etkileyen dış koşullar olarak ilk bakışta düşünülse bile, gerçekte tüm
dünyayı ve evreni kapsayan bir kavramdır. Bu yönüyle tüm canlıları yani hayvanları,
bitkileri ve cansızları; dağ, nehir deniz ve başkalarını da kapsamaktadır.
Kavramların ve hukukî ilişkilerin gelişmesine ve değişmesine paralel olarak hukukunda değişmesi ve şartlara uygun hükümler ihdas etmesi, hukukun varlık sebeplerinden
biridir. Mesela bundan 30 yıl öncesine kadar uzay hukukundan söz edilmezken, bugün,
gelişmiş ülkelerin uzayı kirlettikleri, göndermiş oldukları uydularla diğer ülkeleri gözetledikleri gerekçesiyle uzay hukuku tartışılmaya başlanmıştır. Aynı şekilde değişen dünya
şartlarına paralel olarak çevre-mülkiyet ilişkisine dair yeni yaklaşımların ortaya konulması da bir zorunluluktur. Özellikle 1970’li yıllardan sonra bilim adamlarının çevrenin
tahribine ilişkin ortaya koydukları bilimsel bulgular ve bu bulguları birer propaganda malzemesi yapan çevreci sivil toplum örgütleri ve bizatihi çevre sorunları çevre hukukunun
oluşmasına zemin hazırlamıştır (Turgut, 1998: 1). Bu bağlamda çevre nedir? Uzay kime
aittir? Denizler ve diğer sular insanlığın ortak malı mıdır? Bütün bu konularda devletler
ya da bireyler nasıl bir mülkiyet hakkına sahiptir?; vb. sorular, çevre-mülkiyet ilişkisini
yeniden ele almamız gerektiğini bize ilham etmektedir. Zira bugün geldiğimiz noktada
“mülk sahibinin mülkünden yaralanmasına yönelik her müdahale yaptırıma, mülkün değerinde azalmaya yol açacak olan her tahribat tazmine tabi tutulmuştur. Böylece mülkiyet bir buçuk asır kadar çevrenin gardiyanı olmuştur (Gouilloud, 1989: 91). Ancak hem
sınırlılık(mülkiyetin bir parçası sayılamayan alanlardaki bozulmaları kapsamaması),
hem dolaylılık (bireyin kişisel ve ekonomik çıkarının esas alınması) nitelikleri nedeniyle
mülkiyet hakkı aracılığıyla çevreyi korumada yetersiz kalmıştır (Turgut, 1998: 48) .
Çevre sorunları, belki de insanlığın en temel sorunları arasında ilk sırada yer almaktadır. Zira mutlak mülkiyet iddiasından hareket eden insanoğlu dünya kaynaklarını sorumsuzca ve adeta yağma edercesine (Nasr, 1990: 163) kullanmakta ve bunun sonucunda
başta çevre kirliliği olmak üzere, bir dizi çevre bunalımını insanlığın önüne bir tehdit
unsuru olarak koymaktadır. Kamuoyunda çevre bunalımının giderek artmaya başlaması,
özellikle devlet kontrolünün sınırlı alanlardan çıkarılıp daha geniş bir alana yayılması konusunda ciddi bir baskı oluşturmaktadır (Kama, 2009: 13). Zira insanlık özellikle sanayi
devrimi (Turgut, 1998: 31) ve ona bağlı olarak gelişen üretim ve tüketim mekanizmalarının artışı sebebiyle kaynakları adeta sınırsızmış gibi acımadan (Şeriati, 1992: 40) kul-
İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE- MÜLKİYET İLİŞKİSİ
211
lanmakta ve teknolojiyi sadece tek taraflı ve tabiatın yok olabileceği/ciddi zarar göreceği
ihtimalini düşünmeden kullanmaktadır. Bu durum özellikle 1970’li yıllardan sonra çevre
sorunlarını sadece gelişmiş ülkelerin sorunu olmaktan çıkarmış ve uluslararası bir düzeye
ulaştırmıştır (DPT, 1994: 129). Öyle ki, “Batıda ve gelişmiş ülkelerde 1970’li yıllardan
sonra başlayan yaygın eğitimle geniş halk kitleleri, doğanın korunmaması halinde ortaya
çıkacak sorunların yaşamları için nasıl bir tehlike oluşturduğunun bilincine varmışlardır
(DPT, 1994: 129).
İslam hukukuna göre, yeryüzü ve bütün kâinat, Allah tarafından insanoğlunun emrine
amade olarak sunulmuş; ancak bir emanet olarak tevdî edilmiştir. Bu emaneti koruyup
kollamak tüm insanlığın ortak görevidir. Öyle ki, kaynakları hor kullanmak ve dolayısıyla gelecek nesillerin hakkını gasp etmek, çevreyi kirletmek ve doğayı tahrip etmek,
söz konusu bu nimetlerin şükrünü yerine getirmemekle ve ancak emanete ihanet etmekle
ifade edilebilir. Kaldı ki, İslam dini inanan insana içinde yaşadığı dünyaya, yani insanlara, hayvanlara ve tabiata karşı -ki bunların tamamı çevredir- bir takım sorumluluklar
yüklemiştir.
İnsanoğlunun bu sorumluluğu yerine getirmediği zamanlarda ortaya çıkan bozulmayı
Kur’ân şöyle ifade etmektedir:
“İnsanların kendi işledikler hatalar ve kötülükler sebebiyle karada ve denizde fesat
(bozulma) ortaya çıkmıştır” (Rum, 41).
Fesad ise başta İslam olmak üzere bütün semavi dinlerin olmasını istemediği fiili bir
durumdur.
1. İslam Hukukunun Çevreye İlişkin Genel Hükümleri
Dünya ve ahiret mutluluğunu sağlama hedefin de olan İslam dini, insana yaşamın
her alanına ilişkin sorumluluklar yüklemiş, insanın başıboş ve dilediğini yapan bir varlık
olmadığını ifade etmiştir. Üstelik bu sorumluluk dünyada yaşadığı sürece kesilmeksizin
devam eden ve hayatın her alanını içeren bir sorumluluktur.
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.”(Kıyame, 36).
“Sana ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet et/emirlerini yerine getir.” (Hicr, 99). Bu
ayetler insanın kesintisiz ve hayatın her alanını kuşatan bir sorumluluğa sahip olduğuna
işaret etmektedir.
İslam hukukunun genel hükümleri açısından bakıldığında insan-çevre ilişkisine dair
şu tespitler dikkat çekmektedir. İnsandan, yaşadığı çevreye karşı sorumlu, orayı imar
eden, bozgunculuk yapmayan, çevrenin kendisine tüm haliyle bir emanet olarak verildiğini bilen ve çevreye karşı sorumluluklarını yerine getiren bir varlık olması istenir. Zira
başta Kur’ân olmak üzere “Eski felsefe ekolleri de insanı üstün faziletleri olan, üstün bir
yapıya sahip olan bir idealleştirici olarak tanımlamışlardır. Oysaki teknolojinin ilerlemesi ve makinalaşma ile birlikte insanın bu özelliklerinden soyutlanarak, sınırsızca ve
sorumsuzca tüketen; ama sadece tüketen bir yapıya büründürüldüğü bir süreç içerisine
212 / Yasin KURBAN
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
girilmiştir. Şunu da hemen belirtmek gerekir ki, insanın kendisi, konumu ve misyonu ne
kadar önemli olursa olsun, sonuçta o, yaratan değil, sadece yaratılandır. Tanrı değil,
insandır o. İnsan en güzel bir biçimde yaratılmıştır ve odak bir konuma yerleştirilmiştir,
ancak yeryüzünün kayıtsız – şartsız egemeni değildir. Bu nedenle, kendisi dışında kalan
canlı – cansız varlıkları sınırsızca ve kuralsız bir biçimde kullanabilme yetkisi kendisine
verilmemiştir. Bunu göz ardı eden insan, modern dönemde tabiatı sınırsızca kullanma
eğilimine girdi. Böylece tabiat, insanın beslenme, barınma, soyunu sürdürme ve benzeri
gereksinimlerinden çok daha karmaşık isteklerinin karşılandığı bir alan haline getirildi.
Bu çerçevede tabiat, insanın sınırsız isteklerini karşılamak ve buna boyun eğmek durumunda kalan bir nesne gibi algılandı.” (Demir, 2008: 77-78). Daha sonra değinileceği
üzere tabiat insana boyun eğmek durumunda kalan bir nesnel yapıdan ibaret değildir.
Onun yaşayan bir canlı olduğu ve hatta ruhu olduğu hemen bütün felsefe ve inanışlarda
ve hatta bir kısım edebi metinlerde her zaman yer almış bir durumdur. O halde tabiata
saygı yaşama ve onu yaratana saygıdır.
1.1. Denge
Bütün varlıkları yaratan Allah, her şeyin bir ölçü ve miktar içinde yaratıldığını ve dolayısıyla bu dengenin ve miktarın bozulmaması gerektiğini insana bir vazife olarak verir.
Bu meyanda Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır:
“Her şey bir ölçü ve bir miktar içinde yaratılmıştır” (Kamer, 49).
Bu ayet bize Allah’ın yarattığı tabiatın dengesinin bozulmamasını, yani canlı türlerinin muhafazasını, çevrenin dengesini bozabilecek her türlü uygulamaya karşı çıkılması
gerektiği mesajını vermektedir. Zira insanın bugün çevreye verdiği zararlar, tabiatın dengesini bozmakta ve geleceği tehdit etmektedir. Var olan her şey bir denge ve nizam ilkesine göre yaratıldığına dair şu ayetleri de bu meyanda örnek olarak vermek mümkündür:
-“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı
yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara, 164). Bu ayet, çevrenin
nasıl bir düzene sahip olduğuna dair verilebilecek en güzel örneklerdendir. Zira bu ayette
tabiat olaylarının nasıl bir akışa sahip olduğundan, yeryüzündeki yaşamın suyla olan irtibatına kadar hemen hemen bütün çevresel döngü ortaya konulmaktadır. Bu dengenin
bozulmasının yeryüzünde büyük bir fesada yol açacağı zımnen vurgulanmaktadır. Bir
diğer ayette ise,
-“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik, nasıl donattık! Onda hiçbir
düzensizlik ve eksiklik yoktur. Yeryüzünü de yaydık ve orada sabit dağlar yerleştirdik.
Orada her türden iç açıcı çift bitkiler bitirdik Bütün bunlar, içtenlikle Allah’a yönelen her
kulun gönül gözünü açmak ve ona öğüt ve ibret vermek içindir. Gökten de bereketli bir
su indirip onunla kullar için rızık olarak bahçeler ve biçilecek taneler (ekinler), birbirine
İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE- MÜLKİYET İLİŞKİSİ
213
girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları bitirdik ve böylece onunla ölü bir
beldeye hayat verdik.” (Kaf, 6-10) buyrulmak suretiyle yine düzene dikkat çekilmekte ve
bu mükemmel düzenin bozulmaması için öğüt verilmektedir.
-”Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlenmek için yaratmadık
Biz onları ancak hak ve hikmete uygun olarak yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar.”
(Duhan, 38-39). Bu ayette ise yine tabiatın rastgele değil ve belli bir nizama göre yaratıldığı “hak” ve “hikmet” kavramlarıyla ilham edilmektedir. Zira Allah yarattığında hikmetli
yaratır ve hak ile düzen verir.
-“Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.
Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.
Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. Ölçüde haddi aşmayın. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi
eksik tutmayın. Allah yeri yaratıklar için var etti. Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma
ağaçları vardır. Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır. O halde Rabbinizin hangi
nimetlerini yalanlıyorsunuz? (Rahman, 1-13). Bu ayette ise Allah’ın her şeyi bir ölçü ile
yarattığı ve insanın bu ölçüleri aşmaması, diğer bir ifadeyle onu bozmaması ifade edilmektedir. Zira yukarıda da ifade edildiği gibi insanoğlunun elleriyle yaptıkları sebebiyle
yeryüzünde (karada ve denizde) fesadın çoğaldığı net bir dille ifade edilmiştir. Netice
olarak bütün bu ayetler her şeyin bir denge ve nizam içinde yaratıldığını insanoğlunun
dünyada yaşarken bu dengeye ve nizama dikkat etmesi gerektiğini gösteren en önemli
delillerdir.
1.2. İmar
Çevre-insan ilişkisine verilebilecek en güzel örneklerden biri de hiç şüphesiz imardır.
Zira insanın onlarca tanımından biri de “insan çevresini imar eden bir varlıktır” (Necati,
2004: 209) şeklindedir. Nitekim bu durum Kur’ân’da şöyle ifade edilmektedir. “Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O’dur” (Hûd, 61).
Kur’ân’da yeryüzünün imarı ve mahsul yetiştirmek için su indirdiğini ifade eden yüce
Allah; dolaylı olarak insanın imar vazifesine de işaret etmiştir. Birçok ayette yeryüzünün
imarı ve ürünlerin yetişmesi için suyun indirildiğinden bahsedilmektedir:
-“Gökten su indirip onunla, kuruyup katılaştıktan sonra toprağa yeniden hayat veren
Allah’tır. Şüphesiz bu olguda dinlemeye niyetli olanlar için bir ders vardır” (Nahl, 65).
Başka bir ayette ise hayat ile ile suyun döngüsü birbirine benzetilerek su-hayat ilişkisine
değinilmiştir. Su yoksa hayatta yoktur. Dolaylı olarak aslında şu denilmektedir: Suyu
kirleten, su kaynaklarını hor kullanan aslında hayatı yok etmekte ve onun fena bulmasına
yol açmaktadır.
-“Dünya hayatının gökten indirdiğimiz suya benzediğini onlara anlat; Öyle ki, yerin
bitkileri onu emerek zengin bir çeşitlilik içinde boy verip birbirine karışırlar; ama bütün
bu canlılık, çeşitlilik sonunda rüzgarın savurup götürdüğü çer çöpe döner. İşte (bunun
gibi,) her şeye karar veren(yalnız) Allah’tır” (Kehf, 45). Bu ayette ise Suyu Allah’ın razı
214 / Yasin KURBAN
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
olacağı tarzda kullananların aslında yeryüzünün imar edilmesine sebep olacakları dünya
hayatı ile su arasındaki benzetme ile anlatılmaktadır. Zira ayet imar ile su; ve ona bağlı
tarımsal ve diğer faaliyetler arasında bir ilişki kurmaktadır.1
Bütün bu ayetler göstermektedir ki, yeryüzünde bir düzen vardır ve bu düzeni bizzat
Allah tesis etmiştir. Yeryüzünün doğrudan veya dolaylı olarak imar edildiğine ve bu imar
için gerekli tabiî şartların bizzat Cenabı Hak tarafından yaratıldığına dair pek çok ayeti
örnek göstermek mümkündür. İnsan - çevre ilişkisini imar ve tabiatın korunması ilkesi
sebebiyle bizzat Kur’ân’ın kurmuş olması, insanın çevre karşısında sınırsız bir yetkisinin
olmadığını, dolayısıyla da onun sadece yeryüzünde refah ve huzur içinde yaşayabilmesinin sınırlarını ortaya koymaktadır.
1.3. Fesadın Yasak Oluşu
İnsanı en iyi tanıyan bizzat onu yoktan yaratan Allah’tır. İnsanın yeryüzünde bozgunculuk ve fesad yaptığını ve doğayı tahrip ettiğini yine Cenabı Hak kınayıcı bir üslupla
şöyle ifade etmektedir:
“İnsanların kendi işledikler hatalar ve kötülükler sebebiyle karada ve denizde fesat
(bozulma) ortaya çıkmıştır.” (Rum, 41)
Bu ayete ek olarak onun ekinleri ve dolayısıyla tabiatı tahrip ettiğini ifade eden şu
ayette aslında fesadın yasak olduğuna delalet eden en açık delillerdendir.
“O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.” (Bakara,
205).
Bozgunculuğun kınandığı bir diğer ayet ise şöyledir:
“Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini)
unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk
arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.” (Kasas, 77). Burada bozgunculuk
yapmak sadece insan-insan ilişkisi şeklinde ele alınamaz. Zira bozgunculuk kelimesi,
Kur’ân’da kullanıldığı diğer yerlerle beraber ele alındığında, insanın gerek diğer insanlarla ve gerekse diğer canlılarla ve tabiatla kurduğu olumsuz ilişki yani tek taraflı ve hor
yaklaşım diğer bir ifadeyle geniş anlamıyla çevreye verdiği her türlü zarar bir anlamda
bozgunculuk olarak nitelendirilebilir. Hele hele tabiata verilen zarar, sadece hali hazırda
yaşayan insan ve diğer canlı türlerine zarar vermekle kalmaz, gelecek nesillerin de hakkını gasp etmek anlamını taşır. Bu yönüyle çevreye zarar vermek bozgunculuk olarak
nitelendirilebilir. Hukukî ifadesiyle şahsi çıkar için amme menfaatini gasp etmek veya
kamu yararını ihlal etmektir.
Bütün bu ayetler bize, tabiatla barışık onu tahrip etmeyip aksine koruyan birer kul
olmamızı ilham eder. Bu olumlu fiillerin aksi ise tek bir kelime ile ifade edilebilir ki, o da
fesattır. Fesat ise, bizzat Kur’ân tarafından kınanmış ve yasaklanmıştır.
1) Benzer ayetler için bkz., Secde, 27; Bakara, 22; En’am, 99.
İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE- MÜLKİYET İLİŞKİSİ
215
1.4. Çevrenin İnsana Musahhar Kılınması ve Emanet Fikri
Kur’ân’ın birçok yerinde insanın yaratılmışlar hiyerarşisinde en üst seviyede olduğu;
yerlerde ve göklerde olan her şeyin insanın emrine verildiği ifade edilmektedir.
“Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için dersler vardır.” (Casiye, 13).
Çevre-mülkiyet ilişkisi diyebileceğimiz bu durumu izah edebilecek anahtar kelime aslında “sahhara/teshir” kelimesidir; zira bu kelime, şayet mutlak manada boyun eğdirmek
ve insanın hizmetine vermek olarak anlaşılır ve kelimenin içinde barındırdığı emanet fikri
gözlerden uzak tutulursa, bu takdirde çevre-mülkiyet ilişkisi insan-merkezli (antroposentrik) bir yaklaşım temeline oturtulmuş olur. Oysa Kur’ân’da çevre-insan ilişkisi özellikle
mülkiyet perspektifinden hareketle temellendirilmeye çalışıldığı için, çevre merkezlidir
(ekosentrik). Zira dünyanın ve evrenin yegâne sahibi ve mutlak hâkimi Allah’tır. Bu bakımdan çevre ekseninde mülkiyet teorisi, emanet kavramıyla ilişkilidir. Cenabı Hak tüm
dünyayı, yani yerlerde ve göklerde olanları insanın emrine amade kılmış olmasının yanında bu nimetlerin nasıl ve nerede kullanıldığı konusunda ilahi bir sorgulamanın olacağını muhtelif ayetlerde vurgulamıştır. Dolayısıyla çevre - mülkiyet ilişkisi, insan merkezli
ve insanın her yönden çevreye hâkim olduğu ve malikin, mülkün de mutlak tasarruf sahibi olduğu gibi bir çerçeveye değil, tam aksine yaptığı her tasarrufun hesabını zamanı
geldiğinde verecek, emanet fikrinin ön planda olduğu çevre merkezli bir anlayışa oturmaktadır. Emanet fikrini destekleyen en önemli hareket noktalarından biri de evrendeki
tüm varlıkların ayet oluşu bu yönüyle onlara değer verilmesi gerektiğidir. Zira yerlerde ve
göklerde olanlar hepsi kendi lisanı halleriyle onu tesbih ederler;
“Allah’la bağlantısını iyi Kur’ân, başka bir ifadeyle inanan insan, çevreye sonsuz
saygı duyar ve her türlü kirlenmenin karşısında durur. Zira inanan insan, evrendeki tüm
varlıkların Allah’ın birer ayeti, işareti olduğuna inanır. Bu nedenle, kir bulutlarının bu
varlıklar üzerinde dolaşmasına izin vermemek için uğraş sarf eder. Kur’ân-ı Kerim’de
evrendeki varlık ve olaylardan bazıları örnek verilerek, bunların ayet (Allah’ın varlığının
işareti, delili) olduğu üzerinde birçok yerde durulur.” (Demir, 2008: 82). Demir’in burada ifade ettiği husus aslında insan-çevre ilişkisinde aslolanın saygı temelinde bir ilişki olduğudur. Kaldı ki yukarıda ifade edildiği üzere Kur’ân insan-çevre ilişkisini teshir kavramıyla ortaya koymuştur. Bu kelime Kur’ân’da beş değişik türeviyle temelde üç anlamda
kullanılmıştır. Bunlar: Bağımlı kılmak/kılınmak, bir yer üzerinde asılı tutulmak, kontrolüne vermek ve kullanımına vermektir.(Kocabaş, 1997: 102,103.) bu ayetlerin hiçbirinde
kâinatın kayıtsız şartsız insanın emrine verildiği ifade edilmez. Kullanıma vermek, emre
amade kılmak, kontrolüne vermek anlamlarının yanında, zımnen bunların birer emanet
olduğu fikri gözlerden uzak tutulmalıdır.
1.5. Çevreyle İlgili Özel Koruma Uygulamaları
Çevreyle ilgili Hz. Peygamber’in bazı uygulamaları bugün özel koruma alanları ya da
sit alanları diyebileceğimiz çevreci uygulamalara örnek olacak niteliktedir. Hz. Peygam-
216 / Yasin KURBAN
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
ber Hayber’in fethinden dönerken Medine’yi göstererek: “Ya Rabbi İbrahim’in Mekke’yi
haram kıldığı gibi, ben de Medine’yi haram kıldım. O’nun iki kayalığı arası Haram
Bölgesi’dir. Ağaçları kesilmez, ağaçlarının yaprakları koparılmaz, otları yolunmaz, hayvanları avlanmaz” (Buhari, Cihad 71; Müslim, Hacc 458-464; Ebu Davud, Menâsik 96
) buyurmuştur. Yine tarihçi Belâzurî’nin verdiği bilgilere göre Taifli bir grubun “Vacc
Vadisi”nin koruma altına alınması taleplerine Hz. Peygamber olumlu yanıt vermiştir (Belazuri, 2002: 10-11). Aslında bu iki örnek İslam peygamberinin çevreye verdiği önemi
ifade etmesi bakımından oldukça manidardır.
Yukarıda sıraladığımız İslam hukukunun çevreyle ilgili genel prensipleri bizi, doğayla
barışık, ondan istifade eden; ancak onu tüketip yok eden mutlak malik ve egemen insan
tiplemesinin Kur’ân tarafından hoş görülmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Yukarıda
da belirtildiği gibi tabiat ve evrende insanın istifadesine sunulan tüm varlıklar, insana birer emanet olarak verilmiş ve bunlara ilişkin insanın tüm tasarruflarının muhasebe edileceği önemle vurgulanmıştır. Kaldı ki, ahlakî ve dinî değerlerin ötelenip hatta reddedildiği,
teknolojinin tek taraflı kullanıldığı, tüketim düşüncesinin bütün değerlerin önüne geçtiği
modern yaşam karşısında doğanın da çaresiz kalacağı (Kılıç, 2007: 26) unutulmamalıdır.
O halde mülkiyet nedir ve çevre-mülkiyet ilişkisi bağlamında mülkiyet yeniden nasıl
ele alınmalıdır? Sorularının cevaplanması gerekmektedir.
2. Mülkiyet
Mülkiyetin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlık tarihi ilk insan Hz. Âdem’in
yaratılışından itibaren mülkiyete bağlı tartışmalara ve süreç içinde gelişen mülkiyet uygulamalarına sahne olmuş ve bu durum günümüze kadar devam etmiştir. İnsanın insanca
yaşamasını temin etmesi bakımından mülkiyet hakkı temel haklar arasında yer almıştır
(Ayengin, 2007: 216). Haklar denildiği zaman ilk akla gelenlerin başında kuşkusuz mülkiyet hakkı gelir. Bu nedenle mülkiyet hakkı için genelde hakların anası denilmektedir (Ertaş, 2006: 135). Çünkü genel kabule göre haklar mülkiyet hakkından türemiştir. Mülkiyet
hakkı, daha ziyade bireyi devlete ve diğer bireylere karşı koruduğu için, diğer bir ifadeyle
herkese karşı ileri sürülebilme niteliği söz konusu olduğu için, temel hak ve özgürlükler
arasında oldukça önemlidir. Bu itibarla bu kavram soyut bir fikir olmayıp; insanlık tarihinin başlangıcından bugüne değin başka bir ifadeyle, herhangi bir insanın “bu benimdir/
bana aittir” iddiasında bulunup; bu hakkı herkese karşı ileri sürüp korumaya başlamasından günümüze, toplumların dinî, örfî ve ahlakî değerlerine göre değişip gelişen bir kavramdır. Mülkiyet hakkının bu vasfını bütün semavî ve beşerî dinlerde hırsızlığın yasak ve
kınanan bir fiil oluşuyla izah etmek mümkündür. Bu yasak bile tek başına, insanlık tarihi
kadar eski olan din kurumunun emirleri arasında yer almış olması yönüyle, mülkiyet hakkının kadim ve diğer bütün hakların öncüsü olduğu fikrini destekler mahiyettedir.
İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE- MÜLKİYET İLİŞKİSİ
217
2.1. İslam Hukukunda Mülkiyet
Hiç kuşkusuz İslam hukukunda mülkiyetin temellerini Kur’ân’da aramak gerekir.
Kur’ân incelendiği zaman çevre - mülkiyet ilişkisine dair üçlü bir tasniften bahsettiği
gözlenmektedir. Bunlar Allah, toplum ve insandır.
Kur’ân’ın bütünü dikkate alındığında bazı ayetlerde mülkün sadece Allaha ait olduğu şöyle ifade edilir: “De ki, göklerde ve yerde olan şeyler kimindir? De ki: Allah’ın.”
(Enam, 12). “Musa kavmine dedi ki: Allah’tan yardım dileyiniz ve dayanınız (sabr ediniz).
Şüphesiz ki arz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar.” (Araf, 128). Bu ayetler dikkate alındığında mülkün mahza Allah’a ait olduğu söylenebilir.
Bazı ayetlerde ise ferdî mülkiyetten, yani insana ait olan mülkten söz edilir: “Yetimin
malına, o ergenlik çağına erişinceye kadar-ona en güzel şeklin dışında yaklaşmayın.”
(Enam, 152).“Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı.”(Tebbet, 2).“Malım
bana hiç bir yarar sağlamadı.” (Hakka, 28) bu ayetlerde ise iyelik edatı ve izafet ile
mülkün kişilere de ait olabileceği ve dolayısıyla ferdî mülkiyete İslam’ın karşı çıkmadığı
zımnen ifade edilmektedir.
Bazı ayetlerde ise mülkün topluma yani kamuya ait olduğu vurgulanmıştır. “Andolsun ki, Zebur’da da zikirden sonra yazmıştık ki her halde arz’a benim salih kullarım
vâris olacaklar.” (Enbiya, 105). (Bütün bunlar) Sakinlerinden sonra yeryüzüne mirasçı
olanları doğruya erdirmez mi? Eğer biz dilemiş olsaydık onlara günahları nedeniyle bir
musibet isabet ettirirdik ve kalplerine damgalar vururduk da böylece onlar işitmeyenler
olurlardı.” (Araf, 100). “Ve arazilerini, yurtlarını ve mallarını size miras kıldı. Bir de
bir arzı ki, ona daha ayak basmadınız.” (Ahzab, 27). Bu ayetler dikkate alındığında ise
mülkün topluma ait olduğu söylenebilir.
Aslında ilk bakışta birbirinin zıddı olarak görülen bu durum şöyle izah etmek mümkündür.
tir.
i.Yaratılmış olan her ne varsa, Allah yaratmıştır ve son tahlilde mülkiyeti Allah’a ait-
ii. Malik mülkünde tasarruf sahibidir ve bu yönüyle mutlak malik olan Allah bu mallardan dilediğini dilediğine verir. Ancak bu verme ameliyesi mutlak tasarruf anlamında
değil, emanet olarak vermedir. Bundan dolayı İslam kültürüyle yetişmiş kişiler mülkü
kendi şahıslarına izafe etmekten utanır ve bundan titizlikle uzak dururlar.
iii. Mallar ve servetler başkalarına üstünlük taslamak ya da zarar vermek için kullanılamaz.
iv. Fertler ve toplum/kamu (devlet) mal ve servet edinebilir. Ancak bu servetin, toplumun menfaatine kullanılması, yani ne insanlara, ne diğer canlılara, ne de diğer tüm varlıklara zarar vermeksizin kullanılması gerekir. Zira İslam hukukunda yapılan her davranışın
bir hesabının olacağı fikri temel esastır.
v. Mülkiyetin temelinde “emanet ve zimmet” anlayışı yatmaktadır. (Hacak, 2006: 544
vd.)
218 / Yasin KURBAN
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
Konu yukarıda sayılan esaslardan hareketle değerlendirildiğinde İslam hukukunun
çevre-mülkiyet bağlamında temel yaklaşımı daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Burada mademki mutlak bir tasarruf yetkisinin olmadığından söz ediyoruz o zaman hemen
her hukuk sisteminde sıkça tartışılan ve her dönemin iktisadî, ahlakî ve ticarî gelenekleriyle değişikliğe uğrayan mülkiyet hakkının kullanımının tahdidi yani sınırlandırılmasından da söz etmek gerekir. O zaman haklı olarak şu soruları sormak gerekir, bireyler
malik sıfatıyla eşya üzerinde mutlak bir yetkiye sahip midirler? Yoksa bunun sınırları var
mıdır?
2.2. Mülkiyet Hakkının Tahdidi
Mülkiyet hakkı herkese karşı ileri sürülebilecek nitelikte olmakla birlikte sahibine geniş yetkiler vermesinin de etkisiyle ihlal edilmeye oldukça elverişli bir haktır. Bu sebeple
mülkiyetin her türlü ihlal ve tecavüze karşı korunması özel bir öneme sahiptir. İslam hukukunda mülkiyet, insanın temel hakları arasında sayılmış ve İslam hukukunun korumak
istediği beş temel unsur (mekâsıd-u şeria) arasında kabul edilmiştir. Diğer haklara karşı
olduğu gibi, mülkiyet hakkına karşı da işlenen suçlar için bir kısım müeyyideler öngörülmüştür (Hacak, 2006: 545). Mülkiyet hakkının tahdidi ile kastettiğimiz genel olarak
hukukta kullanıldığı şekliyle mülk edinmenin sınırlandırılması (Ebu Sunne, 1952: 361;
el-Hafif, 1964: 3-4) değildir. Bizim burada ifade etmek istediğimiz husus şudur: Mülkiyet
hakkı beraberinde malike mülk üzerinde, kullanma, yararlanma ve harcama gibi bir kısım
haklar doğurmaktadır. İşte malikin bu hakları kullanması, özellikle çevre-mülkiyet ilişkisi bağlamında sınırlandırılabilir mi? Zira söz konusu bu hakların kullanımından doğan
çevre zararlarını önlemek maksadıyla mesela pozitif hukukta bir kısım kısıtlamalar getirilmiştir. Bu da tam anlamıyla mutlak mülkiyet ve dolayısıyla malikin mülkünde mutlak
tasarruf sahibi oluşunu sınırlandırmaktadır (Çevre Kanunu, Md 3).
Bilindiği gibi maddi varlığı olan eşya üzerindeki mutlak haklardan kişilere en geniş
yetki vereni mülkiyet hakkıdır. Mülkiyet hakkı, hak sahibine yani malike eşya üzerinde
üç temel hak tanır. Roma hukukundan günümüze bu haklar adeta hemen aynı ifadelerle
ifade edile gelmiştir ve İslam hukukunda da durum aynıdır. “Herkes mülkü üzerinde dilediği gibi tasarruf eder.” (Mecelle, 1192). Mülk üzerindeki söz konusu haklar şunlardır:
- Kullanma hakkı (usus).
–Yararlanma hakkı (fructus).
- Fiilen ve hukuken harcama hakkı (abusus) dır.
Çevre mülkiyet ilişkisi bağlamında şayet malik yukarıda sayılan eşya üzerindeki bu
üç hakkı kullanmasından dolayı zarara yol açıyorsa; bu durumda bu haklar tahdit edilebilir.
İslam hukukuna göre mülkiyet hakkının kullanımımı şu sebeplerden dolayı sınırlandırmak mümkündür.
İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE- MÜLKİYET İLİŞKİSİ
219
i.- Umumî zararın giderilmesi: Zararın giderilmesi faydanın elde edilmesinden daha
üstün olduğu İslam hukukunun genel hükümlerindendir. “İslam hukuku, hem dünyaya ve
hem de ahirete ilişkin hükümler koyar. Öyle ki dünyaya ilişkin koyduğu hükümler sadece
toplumun huzur ve barışını sağlamaya yönelik olmayıp, insanoğlunun ahirette de mutlu
olmasını temin edecek hükümlerdir. Temel İslami bilimlerin hemen hepsi, ittifakla İslam
dininin “Defi zarar ve celbi menafi” ekseninde dönen zararlıyı uzaklaştırıp, faydalı olanı
alma (celbetme) amacına vurgu yaparlar. Toplumsal yaşamı düzenlemek için hükümler
koyma fonksiyonunu icra eden fıkıh ilmi için de bu geçerli bir durumdur. Hukuk kurallarının amaçları incelendiğinde, bütün hukuk sistemlerinin, genel olarak faydalı olanı
almak ve zararlı olanı defetmek şeklinde ifade edilen bir amacı güttükleri görülür.” (Kurban, 2011:114,115.) Kaldı ki, Hz. Peygamberin “Zarar vermek de zarara zararla karşılık
vermek de yoktur” (Buhari, Edeb, 31; Tirmizi, Birr, 27;İbn Mace, Ahkam,17;) hadisi de
bu durumu doğrular mahiyettedir. Bu bağlamda mülkiyet üzerindeki hakkın kullanımı
sebebiyle bir zarar meydana geliyorsa, söz konusu bu zararın uzaklaştırılması için bir
kısım kısıtlamalar getirilebilir.
ii. Kamu yararı: Kullanma yetkisi mülkiyet ilişkisinin üçüncü kişilere karşı ifade vasıtasıdır. Bu, elde bulundurmanın uygulamadaki yansımasıdır. Elinde bulundurduğu şeyi
malikin dilediği biçimde ve münhasır yetki olarak kullanması, o şey üzerindeki hakkının
da ifadesidir (Örücü, 1976: 143). Kamunun diğer bir ifadeyle toplumun/devletin yararı
bazen ferdin çıkarı ile çatışabilir. Burada kamunun yararı ferdin yararının önüne geçerek
kamu yararı öne çekilebilir. Bu durumlarda da çevre-mülkiyet ilişkisi bakımından ferdin menfaati veya mülk üzerindeki kullanım hakları kısmen veya tamamen kısıtlanabilir.
Mesela Hz. Ömer zamanında Medine’ de baş gösteren kıtlık sebebiyle Hz. Ömer kamu
yararı ilkesine dayanarak, bir süre Medine’de et kıtlığının yaşanması ve nüfusa yetecek
kadar etin bulunmaması sebebiyle iki gün peş peşe et yenilmesini yasaklamıştır (Karadavi, 1997: 60-61; el-Hafif, 1964: 3-4). Bu uygulama bile tek başına bazen kamu yararı
adına mülkiyetin kullanım haklarının kısıtlanabileceğini gösteren açık bir delildir.
Genel Değerlendirme ve Sonuç
Küreselleşen dünyada özellikle nüfus artışı, tek taraflı teknoloji kullanımı, sanayi devrimi sonrası giderek artan üretim ve buna bağlı olarak sürekli artan tüketim mekanizmaları sebebiyle, başta çevre kirliliği olmak üzere bir dizi çevre bunalımını insanoğlunun
önüne getirmiştir. Kaynakların kıtlığı ve mevcut olan yer altı ve yer üstü kaynakların
hoyratça kullanımı, özellikle 1970’li yıllardan başlamak üzere çevre sorunlarını tüm dünyanın gündemine taşımıştır.
Günümüzde okyanuslar, nehirler, tatlı su kaynakları ve adeta insanoğlunun ortak mülkiyeti diyeceğimiz atmosfer vb tabii unsurların kalitesinde düşüş meydana geldiği gibi
bunlardan bir kısmı da yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Yukarıda sıraladığımız çevre bunalımlarının sebeplerinden biri de mülkiyet anlayışı ve buna bağlı olarak mülkiyet hakkının doğal sonucu olan kullanma ve yararlanma
220 / Yasin KURBAN
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
haklarının çevreyle olan ilişkisidir. Zira özellikle 1800 lü yıllardan sonra giderek etkisini artıran bireyselleşme çevre konusunda antroposentrik bir anlayışın doğmasına yol
açmıştır. Her şeyin merkezine bireyi koyan bu anlayış, insan- çevre ilişkilerinde insanı
öncelemiş ve çevreyi tahrip etme pahasına da olsa çevrenin hoyratça kullanılmasına yol
açmıştır. Mutlak mülkiyet ve malikin mülkünde mutlak tasarruf hakkı olduğunu savunan
bu anlayışın 1970’ li yıllara kadar neredeyse tüm dünyada etkin olması sebebiyle çevre
ciddi tahribatlara maruz kalmıştır. Bu durumun ortaya çıkarmış olduğu sosyal, iktisadî ve
ahlakî problemler, pozitif hukukta çevre hukukunun doğmasına yol açmış ve mülkiyet
hakkının kullanımı ile ilgili bir kısım sınırlandırmalara gidilmiştir.
İslam hukuku açısından konu ele alındığında insanlığa ciddi açılımlar sağlayacak üst
düzey bir çevreci anlayışın var olduğu görülmektedir. İslam hukukunun en temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet incelendiğinde ortaya şu tablo çıkar: Kur’ân’da mülkiyet
konusunda üçlü bir yaklaşım sergilenmiş, bir kısım ayetlerde mülkün mutlak manada
Allah’a ait olduğu ve başta çevre olmak üzere tüm yaratılmışların Allah’ın tasarrufunda
olduğu vurgulanmıştır. İkinci grup ayetlerde mülkün topluma nispet edildiği ve bu yönüyle ortak mülkiyet alanlarının belirlendiği, üçüncü gurup ayetlerde ise mülk kişilere
nispet edilerek özel mülkiyetin bir hak olarak fertlere tanındığı ve bunun hukukî bir hak
olduğu ortaya konulmuştur. Bu üç gurup ayetler bir bütün olarak ele alındığında Kur’ânın
meseleyi şöyle ele aldığını söylemek mümkündür.
Bütün her şey Allaha aittir. Mutlak malik olan Allah mülkü topluma ve fertlere vermiştir. Ancak fertler bu mülkte sınırsız kullanım hakkına sahip değildirler ve mülkü kullanım hakkından dolayı çevreye verilen her zarar o kişilerin zimmetinde borç olarak yer
tutar.
Allah insanı yaratılmışlar hiyerarşisinin en üstüne koymuş bütün her şeyi/çevreyi ona
“musahhar” kılmıştır. Bu “emre amade” kılma ya da “boyun eğdirme” veya kullanımına
sunma mutlak manada olmayıp bilakis emanettir. Kur’ân hem gelecek nesillerin hakkını,
hem de hali hazırda yeryüzünde yaşayanların, temiz, sağlıklı ve tabii bir çevrede yaşaması için çevreye dair bir kısım ilkeler belirlemiş ve sorumlu bir mümin profili çizmiştir.
Sınırsız tüketimi, israfı ve çevrenin tahribini yasaklamış ve böylece yaşanabilir bir çevre
için çevre-mülkiyet ilişkisini emanet ve sorumluluk üzerine inşa etmiştir. Bütün hükümlerinde olduğu gibi çevre-mülkiyet ilişkisi çerçevesinde de haklar ve sorumluluklar dengesini her zaman gözetmiştir. Evet, malik mülkünde tasarruf sahibidir. Malik olmasından
doğan bir kısım hakları vardır. Ancak bu hakları kullanırken başta diğer insanlar olmak
üzere diğer canlılar ve doğaya karşı sorumludur. Bu anlamda sınırsız bir “emre amade”
kılma ve “kullanıma sunma” söz konusu değildir.
İSLAM HUKUKUNDA ÇEVRE- MÜLKİYET İLİŞKİSİ
221
Kaynakça
Ayengin, Tevhit (2007). İslam ve İnsan Hakları Hukuki Temeller ve Çağdaş Yorumlar.
İstanbul.
Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ (2002). Fütûhu’1-Büldân. (Çev. Mustafa Fayda). Ankara.
Buhari, Muhammed b. İsmail (1987). el-Camiu’s-Sahih. (Tahk. Mustafa Dibü’l-Buğa),
Beyrut.
Demir, Şehmus (2008). “Çevre Sorunu ve Kur’ân’ın Çevreye Yaklaşımı”. Diyanet İlmi
Dergi. 44(4).
DPT (1994). “Çevre”. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Özel İhtisas Komisyonu Raporu. Ankara.
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş’as (tsz.). Sünen. (thk. Muhyiddin Abdulhumeyd), Beyrut.
Ebu Sünne, Ahmet Fehmi (1952). “Tahdidu’l-Milkiyye fi’l-İslam”, Mecelletü’l-Ezher,
24, Kahire.
el-Hafif, Ali (1964). “el-Milkiyyetu’l-Ferdiyye ve Tahdiduha fi’l-İslam”. Mecelletü’l-Ezher 36. Kahire
Ertaş, Şeref (2006). “Mülkiyet Hakkının Yeni Boyutu ve Bu Hakka Getirilen Daraltımların Anayasa ve İnsan Haklarına Uygunluğu”. Türk Medenî Kanununun Yürürlüğe Girişinin 80. Yılı Münasebetiyle Düzenlenen Sempozyum, Ankara:
Ankara Üniversitesi Yayınları.
Gouilloud, M. R’emond (1998). Du Droit de D’etruire, Essai sur le Droit de L’environment,
Presses Universitaires de France, 1985.
Hacak, Hasan, “İslam Hukuk Düşüncesinde Özel Mülkiyet Anlayışı”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 29 (2005/2 Ayrı Basım), İstanbul
2006.
Hacak, Hasan (2006). “Mülkiyet”. DİA, XXXI, İstanbul.
İbn Mace, Muhammed b. Yezid el Kazvini (tsz.). Sunen. (thk. Muhammed Fuad Abdülbaki), Beyrut.
Kama, Özgü, (2009). “Küreselleşen Dünyada Çevre Ve Mülkiyet İlişkisi”. Ekonomi Bilimleri Dergisi, 1(1), Issn: 1309-8020 (Online).
Karadavi, Yusuf (1997). İslâm Hukuku, Evrensellik-Süreklilik. (Türkçesi: Yusuf IşıcıkAhmet Yaman). İstanbul.
Keleş, Ruşen - Hamamcı, Can (2002). Çevrebilim. Ankara: İmge Yayınevi.
Keleş, Ruşen, (1992). İnsan, Çevre ve Toplum. Ankara: İmge Yayınevi.
Kılıç, Sadık (2007). “Ruhsal Yozlaşma ve Toplumsal Çürümenin Ekolojik Dengenin Bozulmasına Etkisi”. Sivil Toplum, Sayı 20.
222 / Yasin KURBAN
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
Kocabaş, Şakir (1997). İslam’da Bilginin Temelleri. İstanbul.
Kurban, Yasin (2011). İslam Hukukunun Genel İlkeleri -Kasani Örneği-. Ankara.
Mecelle-i Ahkam-ı Adliye (1300). İstanbul.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn b. el-Haccac (1992). el-Cam‘iu’s-Sahih. İstanbul.
Nasr, Seyyid Hüseyin (1990). “İslam ve Çevre Bunalımı”. (Çev. Mevlüt Uyanık), İslami
Araştırmalar, Sayı: 3.
Osman, Necati (2004). Kur’ân ve Psikoloji. (Çev. H. Aydın). İstanbul: Fecr Yayınları.
Örücü, Esin (1976). Taşınmaz Mülkiyetine Bir Kamu Hukuku Yaklaşımı; Mülkiyet Hakkının Sınırlanması. İstanbul.
Şeriati, Ali (1992). Makinalaşmanın Tuzağında İnsan”. İnsan ve Teknoloji. (Çev. Taha
Kılıç), İstanbul: İnsan Yayınları.
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa (tsz.). el-Câmi‘u’s-Sahîh. (Thk. Ahmed Muhammed
Şakir ve arkadaşları). Beyrut.
Turgut, Nükhet (1998). Çevre Hukuku. Ankara: Savaş Yayınevi.
Yaralanılan Kanunlar: 2872 Sayılı Çevre Kanunu. Kabul Tarihi: 09.08.1983. http://www.
mevzuat.adalet.gov.tr/html/631.html (Erişim Tarihi/Saati: 13.07.201214.00).
Download