Yıl: VI Sayı: 11 Sayfa: 1 – 205 SBArD Mart 2008 ISSN 1304 – 2424 Ali BOĞA Okullarda Görsel Sanat Eğitimi Amaç-İlke-Yöntem 1 – 16 Selahattin KAYMAKCI-Osman ÇAKIR Türk Eğitim Tarihi’nde Yükseköğretimin Gelişimi 17 – 40 Mustafa CİHAN Dilthey’da İnsani ve Tarihsel Olanı Anlamanın Aracı Olarak Sanat 41 – 53 Bülent SÖNMEZ Felsefenin Meşruluk Sorunu Üzerine 55 – 69 Nihat ŞİMŞEK Yeni İlköğretim 6. ve 7. Sınıf Sosyal Bilgiler Programı İle İlgili Bir Değerlendirme: Öğretmen Görüşleri 71 – 81 Sabri EYİGÜN Goethe Örneğinde Edebiyatta Özgünlüğün Ölçüsü ve Türk Edebiyatı 83 – 88 Hüseyin YAŞAR Yeni Roman’da Kahraman ve Olay Örgüsü’nün Aldığı Yeni Biçimler 89 – 96 Mehmet YEŞİLBAŞ Politik Bir İkna Enstrümanı Olarak Yerel Yönetimlerde Halkla İlişkiler 97 – 118 Yılmaz KARADENİZ İngiltere’nin İran-Afganistan Politikası (1848-1870) 119 – 135 Selim Hilmi ÖZKAN XVIII. Yüzyılın Başlarında Basra’nın Güvenliği Meselesi ve Osmanlı Devleti’nin Bölgede Aldığı Tedbirler 137 – 147 Abdullah KAYA Mengücek Beyliğinin Kuruluşu ve Beyliğin Bölgedeki Türkleşmedeki Rolü 149 – 176 Adnan GÜL Türk Millî Bağımsızlık Savaşında Maraş Müdafaasının Önemi 177 – 199 Hatip YILDIZ Ziya Gökalp (Mehmed Ziya)’in Talebelik Yılları 201 – 205 SBArD 2008, 11 AKADER Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ (SBArD) DİYARBAKIR 2008 SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ Yıl: VI Sayı: 11 Sayfa: 1 – 205 SBArD Mart 2008 ISSN 1304 - 2424 Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Edebiyat, Hukuk, Psikoloji, Sanat, Sosyoloji, Tarih ve diğer sosyal bilim dallarındaki bilimsel çalışmaların yılda iki kez -Mart ve Eylül- aylarında yayımlandığı hakemli bir dergidir. Yayıncı Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği (AKADER) Turgut Özal Bulvarı Onur Apt. No: 56/5 Bağlar-Diyarbakır / Türkiye Internet: www.akader.org --- www.akader.info Sahibi AKADER adına S. Ahmet ATAK Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Prof. Dr. Ahmet CİHAN Baş Editör Prof. Dr. Ahmet KANKAL Editörler Kurulu Doç. Dr. Ahmet TAŞĞIN (Din Bilimleri) Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERPOLAT (Tarih) Yrd. Doç. Dr. Kenan YAKUBOĞLU (Felsefe) Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Fazlı ERGÜL (Eğitim Bilimleri) Yrd. Doç. Dr. Mehmet HAZAR (Türk Dili ve Edebiyatı) Arş. Gör. Ömer ERGÜN (Hukuk) Yayın Kurulu Doç. Dr. Ahmet KELEŞ Yrd. Doç. Dr. Mustafa SARIBIYIK Yrd. Doç. Dr. Bülent SÖNMEZ Öğr. Gör. S. Ahmet ATAK SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ Yıl: VI Sayı: 11 Sayfa: 1 – 205 SBArD Mart 2008 ISSN 1304 - 2424 İletişim Adresleri Prof. Dr. Ahmet Kankal Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi 50300 Nevşehir / Türkiye Tel: 0535 978 38 18 0505 631 33 17 ahmetkankal@hotmail.com Arş. Gör. Ömer Ergün Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi 21280 Diyarbakır / Türkiye Tel: 0505 631 77 70 omergun@dicle.edu.tr www.akader.org --- www.akder.info Atıf Önerisi Örneği SBArD 2005 Sy. 6, sh. 15 SBArD 2005, sh. 15 SBArD 2008, 11 SBArD HAKEM KURULU Prof. Dr. Mehmet AKGÜN, Pamukkale Üniversitesi Prof. Dr. Şahin AKINCI, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet AYAN, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Gül AKYILMAZ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Zeki ASLANTÜRK, Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa AVCI, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Hasan BAHAR, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Mikail BAYRAM, (Emekli, Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Salim CÖHCE, İnönü Üniversitesi Prof. Dr. Fazıl Hüsnü ERDEM, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ, (Emekli, İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet KALA, İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Hasan KAVRUK, İnönü Üniversitesi Prof. Dr. Huriye KUBİLAY, Dokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Taketsugu OKAVA, Yamagata Üniversitesi Prof. Dr. Hayrettin ÖKÇESİZ, Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Saadettin ÖZÇELİK, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Vecihi ÖZKAYA, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK-SAĞIR, Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Ekrem SARIKÇIOĞLU, Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Aziz Can TUNCAY, Fırat Üniversitesi Prof. Dr. İ. Hakkı ÜNAL, Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Samim ÜNAN, İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Ramazan YILDIRIM, Selçuk Üniversitesi Prof. Ahmet ATAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Adnan TEPECİK, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. İlyas DOĞAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Hakan HAKERİ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Remzi KILIÇ, Niğde Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet CİHAN, Nevşehir Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet KANKAL, Nevşehir Üniversitesi Prof. Dr. M. Alaaddin YALÇINKAYA, Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Salim KOCA, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. E. Semih YALÇIN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. İlhan ERDEM, Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Halil KALABALIK, Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Ali GÜLER, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Prof. Dr. E. Aydın KOLUKISA, Niğde Üniversitesi Doç. Dr. Ejder OKUMUŞ, Dokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. İbrahim COŞKUN, Dicle Üniversitesi Doç. Dr. Aziz TAŞDELEN, Akdeniz Üniversitesi Doç. Dr. Muhittin TUŞ, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Ali YILDIRIM, Fırat Üniversitesi Doç. Dr. Zafer ZEYTIN, Akdeniz Üniversitesi Doç. Dr. Sabri EYİGÜN, Dicle Üniversitesi Doç. Dr. Melek GÖKAY YILMAZ, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Sebahattin ÇEVİKBAŞ, Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. B. Ünal İBRET, Kastamonu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Uğur YÖNTEM, Dicle Üniversitesi SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ YAYIN İLKELERİ 1) SBArD’a yayımlanmak için gönderilecek eserler Word 6 veya daha sonraki sürümlerde yazılmış olmalıdır. 2) Yazılarda Standard (normal) şablon kullanılmalı ve özel biçimlendirme yapmaktan kaçınılmalıdır. 3) Eser metni Times New Roman yazı tipi (12 punto) ve tek satır aralığı ile yazılmalıdır. Her paragrafta paragraf boşluğu bırakılmalıdır. a. Başlıkların aşağıdaki biçimde olmasına dikkat edilmesi gerekir. I. Başlık 1 1. Başlık 2 a. Başlık 3 i. Başlık 4 b. Çalışmanın sonuna Kaynakça eklenmelidir. 4) Dipnotlar Times New Roman yazı tipi (10 punto) ile yazılmalı ve sayfa sonuna eklenmelidir. Dipnot metinleri nokta ile bitirilmelidir. Referans gösterilen eserler/kaynaklar, sayfa altında gösterilmesinin yanında metin dâhilinde ve usulüne uygun olarak parantez içerisinde de gösterilebilir, ancak açıklamalar mutlaka dipnotta yer almalıdır. 5) Tablo ve Resimler, çalışmada bulunmak istenen yere, B5 kâğıt formatına uygun olarak yerleştirilmiş olmalıdır. 6) Eserlerin Türkçe ve İngilizce / Almanca / Fransızca / İtalyanca dillerinden birinde yazılmış özetleri ve anahtar kelimeler ana başlığı takiben metne eklenmelidir. 7) Eserler, A4 kâğıda üç nüsha çıktısıyla birlikte 3½ Disket’e ya da CD’ye kayıtlı olarak SBArD iletişim adresine gönderilmelidir. 8) SBArD’a gönderilen çalışmalar Yayın Kurulunun değerlendirmesi ve ilgili Hakemin olumlu görüşü üzerine yayımlanır. 9) SBArD’a gönderilen eserler sahiplerine iade edilmez. 10) Eserlerin yayım hakkı SBArD’ a aittir. SBArD’da yayımlanan eserler yazılı izin alınmadan kısmen ya da tamamen herhangi bir şekilde çoğaltılıp yayımlanamaz; bilimsel çalışmalarda atıf kurallarına uyularak kaynak gösterilebilir. SBArD’ da yayımlanan yazılardan dolayı sorumluluk makalenin sahibine aittir. Yayımlanan eserlerde ileri sürülen görüşler, eser sahibine ait olup, SBArD’ı bağlamaz. SBArD 2008, 11 © SBArD İÇİNDEKİLER / INDEX SAYFALAR / PAGES Ali BOĞA OKULLARDA GÖRSEL SANAT EĞİTİMİ AMAÇ-İLKE-YÖNTEM VISUAL ART EDUCATION IN SCHOOLS AIM-PRINCIPLE-METHOD 1 – 16 Selahattin KAYMAKCI-Osman ÇAKIR TÜRK EĞİTİM TARİHİ’NDE YÜKSEKÖĞRETİMİN GELİŞİMİ DEVELOPMENT OF HIGHER EDUCATION IN TURKISH EDUCATION HISTORY 17 – 40 Mustafa CİHAN DİLTHEY’DA İNSANİ VE TARİHSEL OLANI ANLAMANIN ARACI OLARAK SANAT ART AS THE INSTRUMENT OF UNDERSTANDING THE HUMAN AND HISTORICAL IN DILTHEY 41 – 53 Bülent SÖNMEZ FELSEFENİN MEŞRULUK SORUNU ÜZERİNE DOES PHILOSOPHY HAVE A MATTER OF LEGALITY 55 – 69 Nihat ŞİMŞEK YENİ İLKÖĞRETİM 6. VE 7. SINIF SOSYAL BİLGİLER PROGRAMI İLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME: ÖĞRETMEN GÖRÜŞLERİ THE TEACHER VIEWS ABOUT NEW SOCIAL STUDIES CURRICULUM 6th AND 7th MIDDLE COURSES 71 – 81 Sabri EYİGÜN GOETHE ÖRNEĞİNDE EDEBİYATTA ÖZGÜNLÜĞÜN ÖLÇÜSÜ VE TÜRK EDEBİYATI MASSSTAB DER EIGENHEIET IN DER LITERATUR AM BEISPIEL VON GOETHE UND DIE TURKISCHE LITERATUR 83 – 88 Hüseyin YAŞAR YENİ ROMAN’DA KAHRAMAN VE OLAY ÖRGÜSÜ’NÜN ALDIĞI YENİ BİÇİMLER LA NOUVELLE MANIERE DU PERSONNAGE ET DE L’INTRGUE DANS “NOUVEAU ROMAN” 89 – 96 İÇİNDEKİLER / INDEX SAYFALAR / PAGES Mehmet YEŞİLBAŞ POLİTİK BİR İKNA ENSTRÜMANI OLARAK YEREL YÖNETİMLERDE HALKLA İLİŞKİLER PUBLIC RELATIONS IN LOCAL ADMINISTRATION AS A POLITICAL CONVINCING INSTRUMENT 97 – 118 Yılmaz KARADENİZ İNGİLTERE’NİN İRAN-AFGANİSTAN POLİTİKASI (1848-1870) ENGLAND’S PERSIAN AND AFGHAN POLITICS (1848-1870) 119 – 135 Selim Hilmi ÖZKAN XVIII. YÜZYILIN BAŞLARINDA BASRA’NIN GÜVENLİĞİ MESELESİ VE OSMANLI DEVLETİ’NİN BÖLGEDE ALDIĞI TEDBİRLER THE CASE OF BASRA’S SECURITY AND SOME PRECAUTIONS TAKEN BY THE OTTOMAN EMPIRE AT THE BEGINNING OF XVIIIth CENTURY 137 – 147 Abdullah KAYA MENGÜCEK BEYLİĞİNİN KURULUŞU VE BEYLİĞİN BÖLGEDEKİ TÜRKLEŞMEDEKİ ROLÜ THE FOUNDATION OF MENGÜCHEKS’ SEIGNIORY AND THE ROLE OF ITS IN THE PROCESS OF BECAMING TURKISED IN REGION 149 – 176 Adnan GÜL TÜRK MİLLÎ BAĞIMSIZLIK SAVAŞINDA MARAŞ MÜDAFAASININ ÖNEMİ THE IMPORTANCE OF MARAS DEFENSE IN THE WAR OF TURKISH NATİONAL INDEPENDENCE 177 – 199 Hatip YILDIZ ZİYA GÖKALP (MEHMED ZİYA)’İN TALEBELİK YILLARI ZİYA GÖKALP’S EDUCATION YEARS 201 – 205 OKULLARDA GÖRSEL SANAT EĞİTİMİ AMAÇ-İLKE-YÖNTEM Ali BOĞA Özet / Abstract: Bireyin istendik davranışları kazanması için yapılan tüm çalışmalara eğitim denebilir. Sanat eğitimi, genel eğitim-öğretim içerisinde, kişinin duygu, düşünce ve fikirlerini anlatmasına estetik yapı kazandırır. Yaratıcılığının gelişmesine önemli katkıda bulunur. Görsel sanat eğitimcisinin bunu gerçekleştirebilmesi için her şeyden önce mesleğe gönül vermesi gerekir. Görsel sanat eğitimcisi sanatçı öğretmendir. Kendi yaratıcılığını kullanarak öğrencilerini bu yönde geliştirmeye çalışır. Sanat ve yaratıcılık problemlerini anlayacak kadar sanatçı, eğitim problemlerini anlayacak ve çözüm üretebilecek kadar eğitimcidir. Sanat eğitimcisi bir öğretmenin, alanında bilgili olmasının yeterli olamayacağını, sanat eğitiminin amaçlarını, ilkelerini ve yöntemlerini yani niçin ve nasıl verileceğini bilir. Anahtar Kelimeler: Sanat, eğitim, yaratıcılık, görsel, yöntem. VISUAL ART EDUCATION IN SCHOOLS AIM-PRINCIPLE-METHOD All activities done so that an individual can gain desirable behaviours may be called education. Art education provides an aesthetic structure to an individual’s expression of feelings, ideas and opinions. It contributes to the development of creativity. First of all, a visual art teacher schould love his profession. A visual art trainer is an artist-teacher. He is an artist enough to understand the problems of art and creativity, a teacher enough to understand the problems of education and find solutions. An art teacher knows that it is not enough to have extensive knowledge in his field, but also he should know the aims, principles and methods of art education, and why and how to teach. Key Words: Art, education, creativity, visual, method. Problem: Ülkemizde genel eğitim-öğretim içerisinde sanat eğitimine yeteri kadar yer ve önem verilmemekte ya da amaç tespiti ve çağdaş yöntemler uygulaması yapılamamakta olduğu gözlenmektedir. Bunun sonucu olarak yetişmekte olan çocuklarımızın yaratıcılığa; bilinenden yararlanarak, yeni, özgün sentezlerin ortaya konulmasına yönelik etkinlikler ortamına girmeyişleri gibi bir olumsuz duruma itilmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü. aliboga58@hotmail.com SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 Amaç: Okullarımızda görsel sanat eğitiminin yerinin ve öneminin artırılması gereğini vurgulamak. Yetişmekte olan kişinin yaratıcılığının geliştirilmesi yolunda sağlıklı görsel sanat eğitimi yöntemlerini sunmak. Sınırlama: Alan bilgisine değinmeden görsel sanat eğitiminin amaçlarını ortaya koyup, çocuğun nitel ve niceliklerinin göstergeleri olan davranışlarının sanatsal yansımalarına, bunların sebep ve sonuçlarına dayanarak yöntem geliştirme. I. GİRİŞ Anaokulundan lise çağına dek örgün eğitim kurumlarımızda sanat eğitiminin yeri küçümsenemeyecek ölçüde önemlidir. Genel anlamda söylemeye çalışacak olursak eğitim, bireyin istendik davranışları kazanması için yapılan tüm çalışmalardır. Sanat eğitimi, bunun için-deki alanlar arasında katalizör görevi yapan öğedir. Eğitim duvarının harcı durumundadır. Bireyin duygu, düşünce ve fikirlerini anlatmasına estetik bir yapı kazandırır. Yaratıcılığının ve yeteneğinin gelişmesine önemli katkıda bulunur. Kişide olumlu davranış değişikliğine yol açan sanat eğitiminin genel eğitim ve öğretim içerisinde ne ölçüde önemli yer tuttuğunu (Aslıer, 1991) amaçlarını gözden geçirdiğimizde daha açık bir şekilde görebiliriz. Sanat eğitiminin amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: Kişinin, a) yaratıcılığını ortaya çıkarmak ve geliştirmek, b) madde-form-görev ilişkisini kavramasını sağlamak, c) temel sanat bilgileri edinmesini sağlamak, d) çevresiyle ilgili gözlem, duygu, düşünce, heyecan ortamına girmesini sağlamak ve görsel algısını geliştirmek (Gökaydın, 1990), e) sanat eserlerinin güzelliklerini anlaması, onları korumanın bilincine ulaşmasını gerçekleştirmek, f) iyi alışkanlıklar kazanmasına; planlı çalışma, yardımlaşma, sorumluluk yüklenme gibi değerleri benimsemesine katkıda bulunmak, g) alet ve malzemeleri (araç ve gereçleri) tanımasına, bunlar arasındaki ilişkileri kurma yeteneğini kazanmasına, yapıcı ve yaratıcı karakterde yetişmesine yardımcı olmak, h) diğer derslerle ilişki kurup, bir yerde öğrendiğini başka yerde kullanmak suretiyle daha iyi anlamasını sağlamaktır. Sanat eğitimi temel amaçlarını gerçekleştirme etkinlikleri sırasında bireye, aritmetik olarak ölçülemeyen (Tekin, 1984) birtakım değerleri de kazandırır. Bunlar 2 Ali BOĞA eğitim süreci içerisinde kişide meydana gelen çeşitli davranış değişikliklerinden anlaşılır. Bunların bir kısmını şöyle ifadelendirebiliriz: Çocuğun; 1- yaratıcı düşünmesini, karşılaştığı problemlere yaklaşım ve doğru yorumlama ile çözüm yolları üreterek kendi gücüyle çözebilme yeteneğini geliştirir, 2- görsel algısını geliştirir, baktığını görebilme, görsel kavramları kavrayabilme gücünü kazandırır, 3- el-göz ilişkisindeki dengesini geliştirir, 4- ilgi yönünü orta çıkarır, 5- nesneyi tanıma yeteneği kazandırır; malzemeye belli anlamlar yükleyerek düşüncelerini anlatma imkânı sağlar, 6- içe kapanıklıktan kurtulmasına ve iç dünyasını ortaya çıkarmasına ortam hazırlar, yardımcı olur, 7- serbest düşünme ve serbest ifade edebilmesini sağlar, 8- kişilere yakınlaşmasını sağlar ve birlikte iş yapma duygusunu geliştirir, 9- benliğindeki duyguları başkasıyla paylaşma düşüncesini aşılayarak, sosyal dengesinin sağlıklı olmasına katkıda bulunur, 10- kıyaslama yeteneğini geliştirerek muhakeme ve karar verme gücüne yardımcı olur, beğenme ölçüsünü geliştirir, 11- ruhsal doygunluğa ulaşmasına katkıda bulunur, 12- çok boyutlu düşünmesini ve hayal gücünü kullanmasına imkân sağlayarak olayları doğru değerlendirme yeteneğini geliştirir, 13- bir işi yapıp bitirme hazzını tatmasına ortam hazırlar, kendine olan güvenini artırır. Bu amaçlara ulaşabilmek için izlenecek yola ilke, o yolda nasıl yürüneceğine de yöntem diyebiliriz. Sanat eğitiminin temel ilkeleri olan sanat ve estetik ile kişisel ve insani değerler (Türkdoğan, 1984) doğrultusunda çocuğun yetişmesi yönünde uygulanacak temel yöntemlerimizi tespit ederken önce bir formül kurarak denklemimizi çözmeye çalışalım. K+3N : Kimi/e eğiteceğiz/öğreteceğiz? (çocuk) Niçin eğiteceğiz/öğreteceğiz? (amaçlar) Nasıl eğiteceğiz/öğreteceğiz? (yöntemler) Neyi öğreteceğiz? (konular) Kimi eğiteceğiz / kime öğreteceğiz’in karşılığı “çocuk” olduğuna göre, onun kim olduğunu nitelik ve nicelikleriyle tanımak gereklidir. Çünkü onunla ilgili bir işi başarabilmemiz, hedefimize ulaşabilmemizin yolu onu tanımaktan geçer. 3 SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 Çocuğu tanımak için doğuştan itibaren gösterdiği gelişim alanlarının ilgili eğitimciler tarafından incelenmesi, bilinmesi, yapılacak eğitimin kapsamını belirler. Çocuğun yaşına göre her an gösterdiği ince değişiklikleri göz önüne alacak olursak 2 yaşından 18 yaşına kadar epeyce basamaklardan geçmekte olduğunu görürüz (Yavuzer, 1993). Çocukların gerek yaşa göre, gerekse yaşa bağlı olmayan değişik özelliklerden başka, genel ve ortak özellikleri de vardır. “Çocuğun Sanatsal Gelişimi” dersinin konusu olan bütün sanatsal yönleriyle çocuğu tanıdıktan sonra (ki bu da çok mesai ve araştırmalar gerektirdiğini unutmamak kaydıyla), buna “neyi öğreteceğiz” sorusuna bakmalıyız. O zaman elbette ki sanat eğitiminin konuları gündeme gelmektedir. Bu konular sanat eğitimcisinin bilmesi gereken şeylerdir. Okul müfredat programlarını temel olarak ele alıp, bu programları geliştirerek, her türlü çevre, ekonomik ve sosyal şartları da göz önünde bulundurarak uygulamak yine sanat eğitimcisinin kendi yaratıcılığına, araştırma, inceleme ve deneyimlerine kalmış bir iştir. “Niçin öğreteceğiz/eğiteceğiz?” dediğimiz zaman, doğrudan doğruya sanat eğitiminin yukarıda belirtmeye çalıştığımız amaçları kastedilmektedir. “Nasıl öğreteceğiz/eğiteceğiz?” dediğimizde ise yöntemlerimiz söz konusu olacaktır. II. SINIF İÇİNDE SANAT EĞİTİMİ DERSİNİ İŞLEYİŞTE İZLENECEK (GENEL ANLAMDA) TEMEL İLKE VE YÖNTEMLER Bunları anaokulundan liseye dek bütün okullara yönelik olarak genel bir çerçevede ele alıp, sonra da her düzeydeki okullarda uygulanacak özel yöntemleri belirtmenin daha uygun olacağını düşündüğümüz için önce sınıf içinde sanat eğitimi ilke ve yöntemlerini genel olarak göz önüne sermek istedik. Okullarda sanat eğitimi uygulamalarında öğretmenin dersi başlatmasından bitirmesine dek izleyeceği yöntemler ve dikkat etmesi gereken ilkeler sanat eğitiminin amacına ulaşmasında en önemli rol oynar. Bu bağlamda düşünülenleri sırasıyla açıklayacak olursak, öğretmenin sınıfa girince yoklama yapmasından itibaren başlayalım. Derse hazırlık: Öğretmenin kendini hazırlayarak derse girmesi ayrı; onu zaten yapacak Burada öğrencilerin hazırlanmaları sağlanır. O gün yapılacak olan çalışmalarla ilgili araç ve gereçlerini hazırlamaları söylenir (Hatta bunun temini için günler öncesinden öğrencilere duyurulması gerekir). Sonra çocukları derse yönelterek, dikkatlerini çekecek konuşma yapılır. 4 Ali BOĞA Araç ve gerecin denetlenmesi: Öğrencilerin ders için malzeme getirip getirmedikleri kontrol edilir. Araç gereçlerin tanıtılması: (Bu her derste olmaz. Yeni durumlarda ve gerektiğinde olur). Çocukların araç gereçleri gereği gibi kullanmaları, israf etmeden ve işin özelliğine göre malzemeyi seçip kullanabilmeleri açısından uyarılarda bulunulmalıdır. Konunun verilmesi ve başlama: Öğrenciye konuyu düşünme, konuyla ilgili öğeleri seçme ve karar vermesinde yardımcı olunması ve zaman tanınması. Hayal edebilmelerine imkân verebilecek ipucu mahiyetinde, konuyla ilgili sağlanması. İzlenim alanının genişletilmesi: İcap ederse, kütüphaneye gönderme, film, slayt, projeksiyon gibi gösteriler yapılması. Çalışmalarla ilgili estetik ve sanat bilgilerinin verilmesi: Öğrencilerin düzeyine ve o günkü amaçlara uygun estetik ve sanatla ilgili bilgilerin anlatılması (kullanılan sanat terimlerini tahtaya yazmalıdır). Ortak ya da tek tek uyarılarda bulunulması: Çocuklar çalışırken görülen hataların genellik durumuna göre yapılmalı. Öğrencilerin özel atılımlarının değerlendirilmesi: Öğretmenin istediğinin dışında bir çıkış yapmışsa, bir etkinlik göstermişse öğrenciyi çeşitli yollardan ödüllendirmeli cesaretini kırmamalı, bilakis artırmalıdır. Başarılı çalışma tesadüfen çıktıysa onu bilinçli hale getirmelidir. Öğrencilerin ortaya koydukları değişik durumlardan yerine göre yararlanmalı, “olmaz böyle şey” dememelidir. Onlar bizim aklımıza gelmeyecek çok şeyleri bulup, çıkarabilirler. Bellek eğitimi; sınama – yanılma, egzersiz yapılması: 7. ve 8. sınıfta çocuk soyut mantık basamağında bulunmaktadır. Buna göre, bir iş üzerinde birden fazla seans çalışabilirler. Bir konu hakkında araştırma yapabilecek düzeydedirler. Soyut mantık basamağındaki çocuklar bilgi toplayıp bunlardan bir sentez oluşturabilirler. Lisedeki öğrenciler bunu daha iyi yaparlar. Çünkü onlar daha ileri yaşta, artistik anlatım basamağında bulunmaktadırlar. Anaokulu ve ilköğretim birinci devresinde çocukların dikkat sürelerinin kısalığı, ancak bir hayali kavrayabilmeleri (Kehnemuyi, 1995) ve ilgi yönleri sınırlı olduğu için taslak çalışması usullerine giremezler. Onların her yaptıkları orijinaldir. Çağrışımlarına imkân verilmesi: Çeşitli konuşmalar yaparak eski bildiklerini hatırlamaları ve onları yeni işlerinde değerlendirmeleri sağlanır. Denetleme ve yardım yapılması: Ders devam ederken öğrencilerin amaca yönelik çalışıp çalışmadıklarını denetlemelidir. Gerekli yerde yönlendirme ve yardım yapılmalıdır. Ancak bunu öğrencinin işi üzerinde asla yapmamalıdır. Başka bir yerde göstermeli ya da anlatmalıdır. Çünkü öğretmenin yaptığı yere hiç dokunmazlar ve diğer 5 SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 taraflarını da ona uydurmakta güçlük çektikleri için resim yapamadıkları kompleksine kapılabilirler. Serbest ifade ortamı sağlanması: Bunu üç başlık altında toplayabiliriz: a) Fiziksel ortam: Bu husus öğretmenin çözeceği bir iş değildir (ısı, ışık, sıraların ve sınıfın durumu, sağlığa elverişli olup olmadığı -güneşli, rutubetli gibi- ve araç gereç bolluğu) ama okul yönetimine gerekli uyarı ve yardımları yapmalıdır. b) Sosyal ortam: Öğrencilerin birbirleriyle ve öğretmenle olan diyalogları, derse katılımındaki rahatlık. c) Psikolojik ortam: Öğretmen öğrencilerin, istekli, huzurlu olduğu, her şeyin hakça uygulandığı, karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayalı olan bir disiplin ortamı sağlanmalıdır. Değerlendirme yapılması: Yapılan çalışmaların bir değerlendirmesinin yapılması. O derste ulaşılması gereken amaca ulaşıp ulaşılmadığını anlamak ve öğrencilerin istendik davranışları kazanıp kazanmadığını anlamak için bir değerlendirme yapılır. Bunun yöntemlerine ileride değinilecektir. III. SANATSAL YARATICILIK VE BUNUN GELİŞİMİNE OLUMLU KATKI SAĞLAYACAK OLAN (GENEL ANLAMDA) SINIF VE OKUL İÇİ UYGULAMA YÖNTEMLERİ Okullardaki sanat eğitimi uygulamalarına başlarken temel amacımızın bireyin yaratıcılığını ortaya çıkarmak olduğunu söylemiştik. Bu bağlamda çocuğun sanatsal yaratıcılığı üzerine biraz açıklama getirmeliyiz. Bilinenlerin sebep ve sonuçlarının değerlendirmesini yaparak onlardan daha farklı bir sentez ortaya koymayı yaratıcılık olarak kabullenebiliriz. Bu sentez özgün bir bütünlüktür. Bu bütünlük biçimsel veya kavramsal olabilir (San, 1977). Yaratıcı zekâ, sınama–yanılma sonunda analiz/sentez yapar; yeni, özgün bir bütünlük kurar (GençSipahioğlu, 1990). Bilinçaltı ve bilinç üstü güçlerin çatışması sonucu potansiyel oluşur. Hazırlık, planlama, ilham ve denetim sonunda yaratıcı problem gerçekleşir. Dış dünyadan bilgi toplama; gözlem, inceleme, araştırma ve deney yoluyla alınan tüm izlenimler, zihinsel etkinlikler sonunda algılara dönüşür (Barut, 1996). Bu algılar, zihinde adeta bir kıvılcım çakmış gibi dürtüler halinde ilham (esin) oluşturur. Kişi çeşitli yollardan bu dürtüleri dışa çıkarmak ister. Bunun yolları, görsel, işitsel, ritmik ya da bunların karışımı çeşitli adlarla ifade edebildiğimiz sanat yöntemleriyle biçimlenirler. Görsel sanatlar eğitiminde, yaratıcılığın gelişmesine olumlu etkisi olan etmenler (faktörler) ve bunlara göre yöntemler de önemli bir yer tutar. Bunları kısaca gözden geçirmemizde yarar umuyoruz. 6 Ali BOĞA a) Öğrencilerin çalışmaya yöneltilmesi; deney, gözlem, inceleme ve araştırma yaptırılması. b) İzlenim alanlarının beslenmesi ve genişletilmesi; madde ile karşı karşıya / temas haline getirilmesi, çevrenin geniş tutulması, ilgi alanlarının genişletilmesidir. c) Zihinsel ve bedensel etkinliklerin yapılması. d) Sanat eserlerinin sınıfta incelenmesi (mümkün olan). e) Sergi düzenleme ve bölgedeki sanat etkinliklerinin izlenmesi (sergi, müze, tarihî eserler, yöresel şenlikler, festivaller) f) Konuların, çocukların çevresin-den ve yaşantılarından seçilmesi. g) Hayal güçlerinin geliştirilmesi, düşünce ufkunu genişletecek etkinliklerin yapılması. h) Kendi kendine çalışıp birikim sağlayacağı ortam oluşturulması (kütüphane, atölye gibi). ı) Pratik, kararlı ve cesaretli olmasına imkân verilmesi. i) Kopya ve lüzumsuz tekrarlardan kaçınılması. j) Araç ve gereçlerin yeteri kadar temin edilmesi gibi hususları gözden uzak tutmamalıdır. IV. ANAOKULLARINDA YÖNTEMLERİ SANAT EĞİTİMİ UYGULAMA Sanat eğitimini küçük yaştan itibaren ele almak gereklidir. Çünkü temeli o yaşlarda atılır. Doğru ve sağlıklı bir sanat eğitimi çocuğun gelecekteki sanat etkinliklerine yön verecektir. Onun için anaokullarından başlatmayı uygun buluyoruz. Bu dönem, çocuğun ilk sembol (4-5) ve şematik anlatım (5-6) basamaklarında bulunduğu bir dönemdir. Çocuğun çevresindeki varlıklar resimlerinin konusudur (Samurçay, 1975). O yaştaki çocukta, hacim ve mekân kavramı olmadığı için, yüzeye serpiştirilmiş olarak semboller ve şemalar halinde yapar. Renk konusunda bilinçli değildir. Duygu ve sezgilerine göre boyarlar. Çalışmalarda çocuğun eline büyük boy kâğıt ve kalın uçlu çizici ya da boyayıcı araç, renkli gereç verilmesi daha iyi sonuç verir. Bu dönemde çocuğun dikkat süresi kısadır. Resmi hemen bitirmek ister. İnce uçlu çizicilerle kâğıdın yüzeyini kısa sürede dolduramaz; onun için bıkar, yapmaktan vazgeçer. İlgi yönü sınırlıdır, çok çabuk bıkar, sıkılır, ama yaptığı işten gurur duyar. Bu dönemde yarım kalan bir resmi sonradan devam etme gibi bir durum olmaz. Yeni bir kâğıt ister. Çocuğa resim yaptırırken zemin olarak ille de beyaz resim kâğıdı vermek şart değildir. Değişik zeminlerde denemeler yapması sağlanmalıdır. Çeşitlemelerin sonuçlarını görmesi yaratıcılığına olumlu katkıda bulunur. Bu dönemde en önemli yöntemlerimizden biri de, çocuktan yetişkin gözüyle ve 7 SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 mantığıyla resim yapması istenmemelidir. O zaman çevresindeki büyüklere yaptırmak ister. Ayrıca çocuk karakterine, yapısına ve yaşına uymayan, çocuğun resim yaşıyla ve doğayı görüş, algılayış tarzıyla bağdaşmayan alıntı unsurlara da dikkat etmelidir. Onların güzel olmadığını söylemek ya da onlara hiç ilgi göstermemek, iltifat etmemek daha doğru olur. Kendi yaptıklarının güzel olduğunu söylemek ve ilgiyi onlara göstermek en mantıklı yoldur. Çocuk resmi, ne bir sanat eseridir ne de yetişkinlerin kötü bir kopyasıdır. O öyle bir değerdir ki, çocuğun her türlü baskı ve art niyetten uzak, tamamen serbest olarak ortaya koyduğu özgün bir bütünlüktür. Mantık aranmaz. Çocuk onu saf-temiz duygularla yapar. Anaokulu döneminde sanat eğitiminde çocuğu yönlendirirken uygulanacak yöntem, eğitimcinin kendi düşüncesini kabul ettirmek şeklinde olmamalıdır. Değişik araç-gereç ve etkinliklerle çocukların ilgisini sürekli canlı tutabilmeli. Her çocuğu ayrı yaklaşımlarla yönlendirmeli. Asla bir çocuğu diğeri ile karşılaştırmamalıdır. Uygun zamanda, uygun materyali uygun çocuğa sunabilmeli. Çocuğa seçenekleri göstererek düşündürüp, kendince en doğruyu buldurmaya yarayacak yöntemleri kullanmalıdır. Yapılmış resimleri çocukların kopya etmelerini veya çizilmiş resimleri boyamalarını istemek ya da izin vermek çok sakıncalı olabilir. Ayrıca piyasada satılan, portatif olarak oyuncak haline getirilmiş resimleri bozup yapmaları da keza yarar sağlamaz. Bu gibi uygulamalar çocuğun yaratıcılığının gelişmesini engelleyebilir. Gereksiz tekrarlar ve kopya çocuğa bir şey kazandırmaz. Çocuğu belli kalıplara sokmak, serbest ifade ortamı ilkesine ters düşen bir eylem içerisine girmek demektir. Çizilmiş resmi boyaması demek, çocuğun yaşına göre renk seçimi ve çizgilerin sınırladığı renk lekelerinin dışına taşırmama korkusu, çocuk karakterine ve anlayışına ters düşmektedir (Bingöl, 1975). Üçboyutlu çalışmaları bir oyun aracı gibi içgüdüsel olarak yapabilirler. Elleriyle çalışmayı severler. Hareketlidirler (Kehnemuyi, 1995). Soyut kavramlardan ziyade somut maddelerden yapılan işlere ilgi duyarlar. Sanatsal bilgi olarak sadece teknik bilgiler verilebilir. Fırçaların temizlenmesi, malzemelerin nitelikleri, oturuş-kalkış, fırça-kalem tutuşları, çalışırken işin üzerine fazla eğilerek yaklaşmamaları (göz sağlığı için hem de bütünü görmeleri açısından) gibi durumlar hakkında açıklamalar yapılmalıdır. Konu bulmada kolaylık olarak, masallar, rüyalar, hikâyeler anlattırarak ya da öğretmenin onlara kitaptan okuması, müzik dinlettirmesi gibi bunların sonunda resimler yaptırılabilir. Anaokulu döneminde sanat eğitiminde amaca ulaşılabilmesi için, sanat eğitimcisinin bilmesi ve göz önünde tutması gereken önemli hususlar vardır. Sanat eğitimcisinin; a) sanat eğitiminin hangi yaşlarda başlatılacağını, 8 Ali BOĞA b) yaratıcılığın ne olduğunu, c) görsel sanat eğitiminin çocuğa kazandırabileceği değerlerin neler olduğu-nu, d) sanat eğitiminde çocuğu yönlendirmede uygun yöntemleri seçmesini, e) üçboyutlu çalışmaların yaratıcı-lığı geliştirmede nasıl rol oynadığını, f) insanın sanatsal gelişimi sürecin-de anaokulu döneminin niteliklerini, çocukların gösterdikleri sanatsal davranışların sebep-sonuç ilişkilerini, g) çocuk resimlerinin genel ve özel niteliklerini, h) sanat eğitiminde uygulanacak teknik ve yöntemlerin ne seviyede ve ne alanda olması, nasıl ve hangi konularda bilgilerin verileceğini iyi bilmesi gerekir. V. İLKÖĞRETİMDE SANAT EĞİTİMİNİ UYGULAMA YÖNTEMLERİ 1. İlköğretimin Birinci Devresinde Sanat Eğitimi Uygulamaları: Somut işlem, nesnel gerçekçi ve katı gerçekçi anlatım basamaklarında bulunan çocuklar, 12 yaşına kadar yani 6. sınıfa kadar çocukluk dönemlerini yaşarlar. Bu döneme özgü grafiksel gelişim özelliklerine göre uygulamalar yapılmalı-dır. Anaokullarındaki uygulamalara ben-zer çalışmalar yapılmakla birlikte onlardan farklı olarak özellikle 4. ve 5. sınıflarda doğadan gözlem yaptırdıktan sonra ezbere resim yaptırılabilir ( Bakarak değil, önce bakıp, sonra ezbere). Konu olarak masal, tarih olayı, Pazaryeri, panayır, maç, lunapark, çevre sağlığı, düğün, bayram, okul şarkısı ve çeşitli sosyal konular seçilebilir. Uygulanabilecek teknik ve yöntemleri de şu şekilde sıralayabiliriz. Ezber-Hayalî Resimler: Bakarak değil ezberden hayalî resimler yaptırılabilir. Her zaman aynı konuyu yapmamaları için konu sınırlaması yapılmalıdır. Ancak bu konuyu çok yönlü ele almalıdır ki değişik çalışmalar yapılabilsin. Renkli Teknikler: büyük boy resim kâğıdı ve kalın fırça verilmeli. Bu çalışmalarda konu ve yöntem olarak; araştırmaları ( çizgi, leke çizgi karışımı ) yaptırılabilir. Çeşitli Tekniklerde Yapılacak Çalışmalar: Lavi, siyah-beyaz ve kolaj çalışmaları. Baskı Çalışmaları: Ağaç, yaprak, fırça, ip ve şablon baskılar. Üçboyutlu Çalışmalar: Kum, kil, plastilin, ağaç, mukavva, tel, ip, alçı, kumaş, çeşitli naylon malzemeler ve atık maddelerle yapılacak araştırmalar, çalışmalar. Malzemesini kendimiz alıp, pratik yoldan ucuz çalışma araç ve gereç teminine gidebilmeliyiz. Ekonomik hesapla hareket etmek durumundayız ( kola, su kâğıdı ve plastilini kendimiz yapabiliriz. Toz boyadan tutkallı ve yağlı boyalar elde edebiliriz. Su borusundan merdane yapabiliriz. Metal su borusunun içine ağaç, dışına bisiklet 9 SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 tekerinin iç lastiğini geçirip, iki ucundan döndürecek şekilde bir de sap takarak gerçekleştirebiliriz.) Uygulamalarda Dikkat Edilmesi Gereken Yöntemler: 1- Kompozisyonla ( düzenleme ) ilgili yüzeysel bilgiler verilmeli. Fazla bir sanat ve estetik bilgilerine girmeden, nesnelerin ve şekillerin mukayese edilerek, boşluk ve doluluklar yerleştirilip, kâğıdın yüzeyi değerlendirilmelidir. Bütün alanlar hesaba katılmalıdır. 2- Boyanmamış yer bırakılmamalıdır. 3- Resim üzerinde yerine göre, konuyla ilgili düşünülenleri zenginleştirilmeli. 4- Doğa gözlemciliğine dayanan ve eksik bilgileri tamamlayan bir yol takip edilmelidir.(ancak doğaya, obje veya maddeye bakarak değil) 5- Çalışmalar süresince her öğrenciye ve her konuya göre ayrı ayrı, kısa, bazen genel, bazen de özel hatırlatmalar yapılmalı. Birbirine benzer şeyleri yapan öğrencileri farklı biçimlemelere yöneltmeye çalışmalıdır. 6- İşler bittikten sonra değerlendirmeye geçilmeli. Değerlendirme mümkün olduğu kadar tüm sınıfın katılımıyla yapılmalı. Bu işlem öğrencilere beğenme ölçüsü kazandırır. Çocuklar arkadaşlarından aldığı olumlu veya olumsuz konuşma ve eleştirileri yapacağı çalışmalarda değerlendirir. Neden beğenilip beğenilmediğini düşünerek kendince yorum yapar. Bu arada çok önemli bir husus vardır; eleştirilerde samimi olunmasına çok dikkat edilmeli. Kasıtlı eleştiriler, kıskançlıklar ve küskünlükler doğurabilir. Dengeli bir yöntem uygulanmalıdır. Değişik zamanlarda değişik kişilerin işleri üzerinde konuşulmalıdır ki çocuk, bir gün de sıranın kendine geleceğini bilmeli. Sınıfta yine öğretmen konuşmaları toparlayarak denge kurmaya çalışmalıdır. 7- Beğenilen belli sayıdaki işler, haftanın başarılı işlerinin sunulduğu “iyi işler panosu”nda ya da “iyi işler köşesi”nde sergilenmelidir. Bir bakıma ödüllendirmiş de oluruz. Sergilenmeye çıkacak olan işler şu özelliklerde olmalı: a) Konu az çok anlaşılır olmalı. Çocuklar her ne kadar natüral anlayışta resim yapmayıp, sembolik, şematik ve expresif (Turani, 1960) anlamlarda resim yapmış olsalar da soyut resmi benimsemezler. Zaten de anlayamaz, kavrayamazlar. Çünkü onlar, sezgi ve duygularına göre içgüdüsel olarak bildiklerini yaptıkları için sergilenen resimde de bir şeyler görmek isterler. b) Resimde boyanmamış, işlem görmemiş bir alan bırakılmamalı. Üçboyutlu çalışmalarda teknik buluş ve teknik yeterliliği daha başarılı olanları çıkarmalı. c) Resimde geometrik araçlar kullanılmamış olmalı. Kesin doğrular, ölçüler aranmamalı. d) Hiç kimsenin yaptığı işi hatırlatmamalı. Öğrencinin başkasına yaptırıp getirdiği işleri ayırmakta öğretmen azami titizliği göstermelidir. Öğrencinin bu 10 Ali BOĞA çalışmayı kendisinin yapmadığını ispat etmek için uğraşmaya gerek yoktur. En iyisi böylesi işlere baştan hiç ilgi göstermemelidir. Aynı çocuğun kendine ait başka bir işi kötü de olsa- sergiye çıkarılarak ödüllendirilirse bu olumsuz davranıştan vazgeçebilir. “Sen yapmamışsın” diye ısrarla üzerine gidilecek olursa o çocuğu bir de yalancılığa itmiş oluruz. Okullarımızda eğitim/öğretim için bu husus son derece önemlidir. Her şeyden önce çocuklara yapamayacakları işi yaptırmaya kalkışmamalıyız. Güçlerinin ve maddî imkânlarının yetebileceği işler yaptırmalıyız. Asıl olan çocuğun kendi imkânlarıyla, kendi zekasıyla estetik kaygılara, buluşa yönelik faaliyetlerde bulunabilmesidir. e) Resimler paspartolu, işler de kaideli olmalı. 2. İlköğretimin İkinci Devresinde Sanat Eğitimi Uygulamaları: Bu dönemdeki çocuklar grafiksel gelişim basamaklarından “soyut mantık” basamağında bulunmaktadırlar. Bunlar ergenlik çağındadırlar. Bu yaş çocukları romantik bir psikoloji içindedirler. Hayalî kahramanlara özenirler. Gençlik çizgisine yaklaşmışlardır. İnsan-doğa ilişkileri, bunların ayrıntıları, sebep ve sonuçlarıyla ilgilenirler. Ayrıntılara girdikleri için bütünü gözden kaçırırlar. Bu devrede yavaş yavaş soyut mantık gelişmeye başlar. Önceleri sezgisel hareket eden çocuk, bu devrede somut deneyimlerden yararlanarak soyut mantık yürütür. Özgür olma duyguları belirir. Resimlerinde nesnelerin tüm hareketleri ayrıntılarıyla görülür. Mekân ve hacim kavramları gelişmiştir. Nesnelerin renklerini doğal renklerde (natüral) kullanırlar. Anlatmak istediği şeye uygun biçimler seçebilirler. Düzenlemede nesneleri gerektiği yere yerleştirerek bir düzen oluşturabilirler (bundan önceki dönemlerde varlıkları boş bulunan yerlere serpiştirerek yapmaktaydılar). Sebepsonuç ilişkisinde tasarımlar yapabilirler. Bunlara Göre Yapılacak Sanat Eğitimi Uygulamalarının Yöntem Ve Teknikleri: 1- Öğrencilerin görsel algılarının gelişmesi için bakarak (canlı/cansız modelden) desen çalışması. Çizgi çalışmalarına uygun gelen çeşitli malzemelerle denemeler yapılabilir. 2- Siyah-beyaz ve renkli çalışmalar. 3- Bu çağda sanat eğitimine desenle ya da renkle başlamak konusunda ayırım yapmaya gerek yoktur. Hangisiyle başlanırsa başlansın bilgi vererek uygulanmalıdır. Eğer amaca uygun yöntemler kullanılırsa bu tekniklerin hepsiyle de yapılanlar hedefe ulaşmamızda birer araç olabilirler. 4) Sanat ve estetik bilgileri verilebilir. Uygulamalar içerisinde, öğrencilerin yaptıkları çalışmalardan ipucu yakalayarak onların bizim vermek istediğimiz bilgilere yol açıcı olarak kullanabiliriz. Örnek: düzenlemede denge aksaklığı varsa, gerek 11 SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 kullanılan konu elemanlarının (nesne/figür), gerekse açık-koyu leke dengesini açıklayabiliriz. 5) Bölgesel özellik taşıyan sanat kollarından çalışmalar yaptırılabilir. Yalnız bunların tasarımlarının orijinal (özgün) olmasına dikkat etmelidir. 6) Sınama yanılma; egzersiz, taslak, kroki gibi çalışmalar yaptırarak bellekhafıza eğitimine yer verilmelidir. Çünkü bu öğrenciler, artık bir iş için ön çalışma; araştırma, gözlem, deney ve inceleme yapabilirler. 7) Yanlış şartlanmalar giderilmelidir. Bazı çocuklar hep aynı ya da benzer resimler yaparlar. Öğretmen, daha orijinal, değişik yapmaları için yönlendirmelidir. Bazı çocuklar da “ben resim yapamıyorum” diye komplekse kapılmış olabilirler. Bunların giderilmesi gerekir. Kendilerinden istenilen mükemmel bir teknikle sanatçı gibi bir resim istenmediğini söyleyerek, bir nokta, bir çizginin bile ifade ettiği çok şeylerin olduğunu açıklamak ve tasarım ağırlıklı zeka ürünü olan çalışmalar yaptırmak gerekir. 8) Bu dönemde öncekilere göre biraz daha farklı ve karmaşık teknikler kullandırılabilir. 9) Üçboyutlu çalışmalarda este-tik kaygıları ön plana çıkararak heykel anlayışında (Işıngör-Eti-Aslıer, 1986) çalışmalara yönelik yöntemler uygulanmalıdır. Özgünlüğe yer verilmelidir. 10) Reprodüksiyon ancak bir tek konuyu anlatmak için kullanılmalıdır. Bir reprodüksiyon üzerinde konular ayrı ayrı açıklanırsa çocukların daha rahat anlayabilmesi sağlanır. Bir çok sanat ve estetik bilgilerini aynı anda vermeye kalkışmamalıdır. 11) Aynı resim çalışması sırasında, plastik elemanları bir arada vermek sakıncalıdır. Bunları kısım kısım verdikten sonra düzenlemelere geçmek daha uygun olur. VI. LİSELERDE SANAT EĞİTİMİ UYGULAMA YÖNTEMLERİ 15-18 yaş arası gençlik çağının ilk dönemidir. Bu dönemde bulunan gençler (artık çocuk demiyoruz) çizgisel gelişim basamakları açısından son kademe olan “artistik anlatım” basamağında bulunmaktadırlar. Sanat eğitimi uygulamalarında her türlü teknikleri denemeye uygun ve öğrencilerin kapasitelerinin yeterli olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla iki ve üçboyutlu çalışmaların her türlüsü yapılabilir ( Ancak liselerde hâlihazırda, üçboyutlu çalışmalara imkân verecek ders adı ve konuları üzülerek söylemeli ki- yoktur). 12 Ali BOĞA Uygulanabilecek Yöntem ve Teknikler: 1- Canlı modelden desen çalışmaları (bu yöntemin tekniği, kurşunkalem, pastel, çini mürekkebi, tebeşir, füzen ve her türlü çizici malzeme olabilir). 2- Tabiata çıkarak gözlem yoluyla natüral çalışmalar yapılabilir. (Renkli veya renksiz). Bu çalışmalar öğrencilerin görsel algısını ve görsel elemanları resimde kullanma yeteneğini geliştirir. 3- Reprodüksiyonlardan bir kereye mahsus kopyalar yaptırılabilir. Bu çalışmaları yaptırırken, öğrencileri bıktırırcasına en ince ayrıntılara varıncaya kadar yapmaları istenmemelidir. Herhangi bir sanat problemini kavraması için kopya yaptırılabilir. Amaçtan uzaklaşacak şekilde çalıştırmamalıdır. 4- Çalışmalar sürerken konuyla ilgili sanat ve estetik bilgileri verilebilir. 5- Özgün düzenlemeler; afiş, amblem, marka ve konulu kompozisyonlar yaptırılabilir. 6- Sanat akımları ve sanatçılarla ilgili bilgilerden yeri geldiğinde bahsetmelidir. Bu çağda bulunan gençler birtakım araştırmalar ve yeni şeyler bulma gayretine girerler. Bunun için, sınama-yanılma; taslak, egzersiz çalışmaları rahatlıkla yapabilirler. Estetik ve sanat etkinliklerinde bulunurlar. Bunlara görsel sanat elemanları (nokta, çizgi, leke, doku, renk, ışık-gölge, açık-koyu, hacim, mekân, espas gibi) ve görsel sanatın estetik değerleri (armoni, ritm, denge, hareket ifadesi, öz-biçim ilişkisi, buluş/özgünlük, simetri, perspektif gibi) uygulamalı olarak kavratılabilir. VII. YILLIK VE GÜNLÜK PLANLAR Şimdi bu yöntemleri sağlıklı bir şekilde uygulamanın da temel bir yöntemi vardır. O da yıllık ve günlük planlar hazırlamaktır. Bu planlar, öğretmenin, eğitim/öğretim için kendi yolunu, yordamını belirlediği yönergelerdir. Ne yapacağını, asıl yapacağını, ne zaman yapacağını gösterirler. Yıllık planların hazırlanışıyla ilgili yöntemlerimizi de belirtmek gereğini duymaktayız. 1. Yıllık Planların Yapılışında Göz Önünde Tutulacak Hususlar: 1- Okul müfredat programına dayalı olması. Her dereceli okulun MEB tarafından kabul edilmiş bir müfredat programı vardır. Daha önce de dediğimiz gibi yerine ve zamanına göre öğretmen, bu programda ekleme ve çıkartma yapabilir. Öze bağlı kalmak kaydıyla. 2- Yıllık planın ilgili olduğu sınıf öğrencilerinin bu çağa gelinceye kadar görmüş oldukları sanat eğitimi düzeyinin değerlendirilmesi. 3- Ders konuları, araç-gereç ve teknikler, aynı amaca yönelik ve aralarında bağlantı sağlar şekilde düzenlenmesi. 13 SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 4- Öğrenme ve becerme ilkesine uygun; kolaydan zora, bilinenden bilinmeyene, yakından uzağa, somuttan soyuta gibi ilkelerin göz önüne alınması. 5- Konular, içerik ve özellik bakımından sıraya göre olması. 6- Okulun bulunduğu çevrenin, doğal, kültürel, ekonomik, coğrafî ve sosyal yapısına uygun olması. 7- Sanat eserlerini inceleme gezisinin plana alınması (Okul yönetimi ile işbirliği yaparak) 8- Diğer alan öğretmenleriyle işbirliği yapılması (Yaratıcılık bir bakıma bir yerde öğrenilenlerin başka bir alanda kullanılabilmesi yeteneğidir. Buna göre diğer branşlardaki öğretmenlerle bazı konular birlikte planlanabilir. Örnek: “Denge” konusunu anlatırken fizik dersindeki denge konusuyla “görsel denge” kavramı aynı haftalara rastlatılabilir). Sanat eğitiminin diğer derslerle olan ilişkilerine bakış (yaklaşım ve değerlendirme) ; etkileşim, yakınlaşma, tamamlama, birinde kazanılanları diğerinde kullanma, pekiştirme, çözümleme ve birleştirme (analiz-sentez) kavram ve açılarında olmalıdır. Görsel sanat dersleri diğer derslerin yardımcısı değildir (Gökaydın-TelliTekin, 1973). Örnek: coğrafya dersinin haritasını resim dersinde yapma dersi değildir. Geometri dersinin araçları teknoloji ve tasarım dersinde yapılacak demek değildir. Bu çocuklar, ne marangozdur ne de haritacıdır. Ayrıca diğer derslerden bıkıp dinlenmek için gelinen bir ders de değildir. Kendi başına, yukarıda belirtmeye çalıştığımız amaçları olan bir derstir. 9- Zümre öğretmenleriyle iş birliği yapılması 10- Bölgesel özellik taşıyan sanat kollarının plana alınması. (bu hususta nasıl bir yöntem uygulanacağını daha önce belirtmiştik. 11- Önceki yılda plana alınıp da hedefine ulaşamamış konuların sebep ve sonuçlarının araştırılması. 12- Yıllık çalışma takvimi ve özel günlerin dikkate alınması. 2. Günlük plan: Günlük plan, yıllık planın açılımıdır. Ünitelere göre işlenecek bölümlerin günlük/haftalık yönergesidir. Belirlenmiş olan amaçlara göre uygulanacak yöntem, teknik, araç-gereç, kaynak, beklenen öğrenci davranışları ve verilecek olan konular gösterilir. 14 Ali BOĞA VIII. SONUÇ VE ÖNERİLER “Yaparak, yaşayarak öğrenme” ilkesi doğrultusunda, “sanat ve estetik değerler” ile “kişisel ve toplumsal değerler” göz önüne alınarak öğrenci merkezli bir eğitimöğretim yöntemleri uygulanmalıdır. Her şeyden önce bu işleri yapabilecek öğretmenin (sanat eğitimcisinin) mesleğe gönül vermesi gerektiğini söylemeliyiz. Öğretmenlik ülküsünün kafada ve gönülde taşınmasıyla, yaşatılmasıyla yapılabilir, gerçekleştirile-bilir. Özveri isteyen bir iştir. Bir sanat eğitimcisinin başarılı olabilmesi için öğretmenlik mesleğinde öncelikle yapacağı özel çalışmalar ve dikkat etmesi gereken hususlar vardır. 1- Kendini yenilemelidir. Yeni yayınları takip etmeli, yeni buluşlara açık olmalı, okumalı, yazmalıdır. Yeni bilgiler doğrultusunda davranış değişikliği göstermeli, deneyimlerini değerlendirmeli eğitim-öğretim açısından bu deneyimlerinden yararlanmalıdır. 2- Derse canlılık kazandırmalıdır. Ders araçlarından her birinin yapısına özelliklerine göre yerinde yararlanmasını bilmelidir. 3- Özel çalışmalar yapmalı; sanatsal çalışmalar, sanat etkinliklerine katılmalar, sergi açma, sanatla ilgili yazı yazma gibi kendine özgü çalışmalar yapmalıdır. 4- Derse hazırlanarak girmelidir. 5- Yıllık ve günlük planları uygulanabilir, yeteri kadar açık olmalı, kavramların çözümlemesini göz ardı etmemelidir. Amaçlara uygun konu, teknik, yöntem, araç ve gereçlerin seçimini doğru yapmalı, öğrencilerin düzeyine uygun hazırlamalıdır. 6- Program ve yöntem geliştirme çalışmaları yapmalı. 7- Üç boyutlu çalışmalarda estetik kaygılara ağırlık vermeli. Ustalıktan ziyade özgünlük aramalı. Heykel anlayışına yönelik çalışmalar yaptırmalıdır. Öğrencileri bir marangoz gibi, bir demirci gibi veya bir çiçekçi gibi düşünmemelidir. Unutmamalı ki çocuğun yaptığı işlerin kullanım amacıyla (fonksiyonel) değil, onu yaparken yaratıcı eylem içerisinde bulunması önemlidir. Çocuk sanat etkinliğinde bulunurken gözle görünmeyen, farkında bile olmadığı, fakat sonradan davranış değişikliğine götürecek sezgileri kazanmış olması önemlidir. 8- Yapıcı, yaratıcı, aktif olmalıdır. Sınıf ve okul içerisinde saygı, sevgi ve güven ortamı kurarak öğrenciye yaklaşmalıdır. Sempatik ve anlayışlı olmalıdır. 15 SBArD Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16 Kaynakça Aslıer, M., “İnsan Yapısı Dünyada Sanatın Yeri”, Ülke Kalkınmasında Sanatın Yeri (Tebliğler), Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları, Ankara 1991. Barut, Y., “Yaratıcılık ve Eğitim”, Akademik Açı, Sayı 1, (Samsun 1996). Bingöl, C., Resim Nedir Nasıl Yapılır Nasıl Öğrenilir, MEB Yayınları, İstanbul 1975. Genç, A.-Sipahioğlu, A. Gürsu, Algılama, Sergi Yayınları, İzmir 1990. Işıngör, M.-Eti, E.-Aslıer, M., Resim I (Temel Sanat Eğitimi Resim Teknikleri Grafik Resim), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1986. Gökaydın, N.,-Telli, H.-Tekin, O., İş ve Teknik Eğitimi, MEB Yayınları, İstanbul 1973. Gökaydın, N., Eğitimde Tasarım ve Görsel Algı (Temel Sanat Eğitimi), Sedir Yayınevi, Ankara 1990. Kehnemuyi, Z., Çocuğun Görsel Sanat Eğitimi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1995. Samurçay, N., Okul Öncesi Çocuklarda Grafik Faaliyetin Gelişimi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1975. San, İ., Sanatsal Yaratma ve Çocukta Yaratıcılık, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1977. Tekin, H., Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme, Mars Matbaası, Ankara 1984. Türkdoğan, G., Sanat Eğitimi Yöntemleri, Kadıoğlu Matbaası, Ankara 1984. Turani, A., Modern Resim Sanatının Gerçek Çehresi, Doğuş Matbaası, Ankara 1960. Yavuzer, H., Resimleriyle Çocuk, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993. 16 TÜRK EĞİTİM TARİHİ’NDE YÜKSEKÖĞRETİMİN GELİŞİMİ Selahattin KAYMAKCI Osman ÇAKIR Özet / Abstract Yükseköğretim kurumları üst düzey insan kaynağının eğitilmesi, bilimsel ve teknolojik araştırmaların yapılmasını sağlayan, bu araştırmalar sonucunda projeler geliştiren kurumlardır. Bu kurumlar toplumsal değişimlerden etkilendikleri kadar toplumsal dönüşümlerin sağlanması açısından önemli rol oynamaktadırlar. Türk Eğitim Tarihi’nde bilinen en eski yükseköğretim kurumlarına Karahanlılarda rastlanmaktadır. Ancak medreselerin sistemli şekilde teşkilatlanması Selçuklular döneminde meydana gelmiştir. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan zamanında Vezir Nizamülmülk’ün gayretleriyle 1067’de Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medreseleri bunun en güzel örneğidir. Karahanlılar ve Selçuklular döneminde medreselerin başlıca görevi Şii propagandalarına karşı Sünnileri korumak olmuştur. Osmanlılar döneminde de yükseköğretim kurumu olarak medreseler önemlerini korumaya devam etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ilk medrese 1330’da Orhan Bey tarafından İznik’te kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nde medreselerin teşkilatlanması Fatih Sultan Mehmet devrinde meydana gelmiştir. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yapılan reformlarla birlikte medreseler hem bir kurum, hem de bir model olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nde Batılı anlamda yükseköğretim deyince akla gelen en önemli kurum Darülfünun’dur. Osmanlı Devleti’nde Darülfünun’un yanı sıra yükseköğretim kurumları olarak enderun, askeri ve sivil yüksekokullar gibi okullar da açılmıştır. Cumhuriyet döneminde yükseköğretim alanında yapılan ilk atılım 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu’nun kabul edilmesidir. Bu kanunla tüm eğitim-öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, medreseler kaldırılarak modern anlamda yükseköğretim kurumları açılmaya başlanmıştır. Cumhuriyet döneminde yükseköğretimle ilgili olarak en köklü reformlar 1924’ten sonra 1933, 1946, 1961 ve 1981 yılında gerçekleştirilmiştir. 1981 yılında kabul edilen 2547 sayılı kanunla Türk yükseköğretim sisteminde bulunan tüm kurumlar Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) bağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde yükseköğretim kurumları nitelik ve nicelik açısından büyük bir gelişim ivmesi yakalamıştır. Başlangıçta sadece büyükşehirlerde bulunan üniversiteler zamanla Anadolu’ya da yayılmıştır. Zamanla üniversitelerin öğretim elemanı kadrosu ve öğrenci sayısı artmış, üniversiteler bilimsel anlamda dünya çapında adlarından söz ettirmeye başlamışlardır. Anahtar Kelimeler: Türk Eğitim Tarihi, Yükseköğretim, Üniversite, Medrese DEVELOPMENT OF HIGHER EDUCATION IN TURKISH EDUCATION HISTORY Higher educational institutions are the establishments which provide the education of human’s source with higher level and being made of academic and technological researches and improve Project after the result of these researches. These institutions feature for the supply of social transformations as well as being effected from social transformations. The earliest higher educational institutions which are known in Turkish education history were seen in Karahanlılar. But systematically organization of madrasahs was occured in the period of Selcuklu. Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü. kaymakci37@yahoo.com Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü. osmancakir@gazi.edu.tr SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 In the time of Big Selcuklu’s Sultan Alparslan, Nizamiye Madrasahs which were established in 1067 in Bagdat with the help of Vizier Nizamülmülk, were the best example of these organizations. In the period of Karahanlı and Selcuklu, main responsibility of madrasahs was to protect Sunni Muslims against Sii propagandas. Madrasahs as higher educational institution, maintained protecting their importance in the period of Ottoman. First madrasah in Ottoman Empire was established in 1330 in Iznik by Orhan Bey. Organization of madrasahs in Ottoman Empire was occured in Fatih Sultan Mehmet’s time. Then, madrasahs with reforms which were carried out in Kanuni Sultan Süleyman’s time appeared both as an institution and a model. The most important higher educational institution with the meaning of European in Ottoman Empire was Darulfünun. In Ottoman Empire together with Darulfünun, there were also Enderun, Military and Civil Schools as higher educational institutions. First enterprise which was done about higher education in Republic term was the acceptance of 1924 Tevhid-i Tedrisat (unification of education) Law. With this Law, all educational institutions were engaged to Ministry of Education and higher educational institutions with regard to modern started to open while madrasahs were being closed. The most fundamental reforms after 1924 about higher education in Republic term were performed in 1933, 1946, 1961, and 1981. In 1981, with the Law No. 2547, all institutions in Turkish higher educational system were engaged to Turkish Council of Higher Education (YOK). Higher educational institutions in Republic term, showed great development according to quality and quantity. At first, universities were only in big cities but in the length of time, they spread to Anatolia. Then universities’ academic career staff and number of students increased and universities about academic studies started to be known universal. Key Words: Turkish Education History, Higher Education, Universiity, Madrasah Giriş Yükseköğretim, genel olarak ortaöğretim kurumlarını bitirenler arasından anlıksal yeteneği oldukça üstün olanlara sağlanan öğretim olarak ifade edilmektedir (Öncül, 2000). Ülkemizde yükseköğretim, ortaöğretimden sonra en az iki yıl yükseköğrenim veren ve öğrencileri ön lisans, lisans ve lisansüstü düzeyinde yetiştiren eğitim kurumlarının tümünü kapsamaktadır. Yükseköğretim kurumları; üniversite, fakülte, enstitü, yüksek okul, konservatuar, meslek yüksek okulu ve araştırma-uygulama merkezlerinden oluşmaktadır. Yükseköğretim kurumları bilginin ve insan yetiştirme düzeneğinin kaynağıdır. Bu niteliğiyle yükseköğretim kurumları, kültür değerlerinin genç kuşaklara aşılanmasında, araştırma yoluyla insanlığa yeni bilgiler kazandırılmasında, bunların kullanılmasında, korunmasında, aktarılmasında bireyin kendisini daha iyi tanımasında ve içinde yaşadığı topluma hizmet ve öncülük ederek yaşam düzeyinin yükseltilmesinde büyük sorumluluklar taşır (Ataünal, 1998). Bu çerçevede yükseköğretim kurumları için bilgi, buluş, insan yetiştirme ve kültür kazanımında topluma öncülük eden lider kurumlar denilebilir. Yükseköğretim kurumları Türk Eğitim Tarihi’nde çok önemli bir yere sahiptir ve kökeni çok eskiye dayanmaktadır. Atalarımız tarih boyunca eğitim ve öğretime verdikleri destek kapsamında yükseköğretimi de ihmal etmemiş; tarihe ve insanlığa 18 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR hizmet eden, ünlü bilim adamlarının yetişmesine olanak sağlayan kaliteli kurumlar kurmuşlardır. Bu bağlamda çalışmanın amacı Türk Eğitim Tarihi’nde yükseköğretimin gelişimini ortaya koymaktır. Çalışmanın ana çerçevesi şöyle kurgulanmıştır: I. Karahanlılar ve Selçuklular Döneminde Yükseköğretim II. Osmanlılar Döneminde Yükseköğretim III. Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretim I. Karahanlılar ve Selçuklular Döneminde Yükseköğretim Tarihimizde ilk yükseköğretim kurumları olarak karşımıza medreseler çıkmaktadır. Medrese, içinde ders okutulan yer; eskiden Türkiye’de ve şimdi pek çok Müslüman ülkede din, hukuk ve edebiyat dersleri verilen yükseköğretim kurumu olarak ifade edilmektedir (Öncül, 2000). Medreselerin kuruluşu tarihi süreç içerisinde Karahanlılara kadar indirilebilmektedir. Medreselerin Orta Asya İslam kentlerinde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Karahanlılar medreseleri Semerkant, Buhara, Taşkent, Balasagun, Yarkent, Kaşgar gibi önemli kentlere yaymışlardır. Karahanlı hükümdarları, medreselerin kurulup yayılmalarına çok önem vermişlerdir. Bunların nedenleri arasında hükümdarların bilim sevgilerinin yanı sıra yeni Müslüman olan Türk boylarının inanışlarını pekiştirme, yeni dinleri ile çelişen eski inanışları kaybettirme aracı olarak yararlanma ve Şiilere karşı kendi Sünni-Hanefi inançlarını koruma gösterilebilir (Akyüz, 2001). Bu medreselerden Türk tarihinin önemli bilginleri olarak gösterilen Farabi, İbni Sina, Balasagunlu Yusuf, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi ve Edip Ahmet gibi önemli şahsiyetler yetişmiştir. Selçuklularda gerek Büyük Selçuklu Devleti’nde gerekse Anadolu Selçuklu Devleti’nde medreselere verilen önem artarak devam etmiştir. İlk Selçuklu medreseleri 1040 yılında Nişabur’da Tuğrul Bey tarafından kurulmuştur. Devletin her yerine medrese inşası Alparslan zamanında başlamış ve Nizamülmülk’ün gayretleriyle 1067’de Bağdat’ta Nizamiye Medreseleri kurulmuştur. Medreselerde İslami ilimler okutulmuştur. Bunun yanında riyaziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi akli ilimlerin okutulması, mahalli kültürün durumuna ve ilim adamlarının ihtisas ve mevcudiyetine bağlı olmuştur (Turan, 1999). Medreseler, tıpkı Karahanlılarda olduğu gibi Selçuklularda da Şii propagandalarına karşı Sünnileri koruma görevini üstlenmiştir. Ayrıca devlete memur ve din adamı yetiştirme görevini de üzerine almıştır. Bu çerçevede medreseler ülkenin değişik şehirlerine hızla yayılmış ve bu medreselerin masraflarının karşılanması için devlet vakıflar kurmuştur. Bu dönemin önemli bilginlerinden biri de İmam Gazali’dir. 19 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 II. Osmanlılar Döneminde Yükseköğretim Medrese kurumu Osmanlılarda Selçuklularda olduğu gibi önemini devam ettirmiş olup medreseler genellikle Anadolu’da açılmıştır. Osmanlı Devleti’nde ilk medrese 1330’da Orhan Bey tarafından İznik’te yaptırılmıştır (Uzunçarşılı, 1965). Bu tarihten sonra sayıları hızla artan medreseler, Yıldırım Bayezit ve II. Murat döneminde teşkilatlanmaya tabi tutulmuşsa da asıl teşkilatlanma Fatih devrinde olmuştur. İstanbul’un fethinden sonra İstanbul’da da medreseler açılmıştır. 1471 yılında açılan Sahn-ı Seman (Sekiz Medrese) adlı medreselerin açılmasıyla medreseler tekrardan teşkilatlandırılmıştır. Buna göre medreseler, Haşiye-i Tecrid (Yirmili), Miftah (Otuzlu), Kırklı, Hariç Ellili, Dahil Ellili, Altmışlı ve Sahn olmak üzere yedi gruba ayrılmış ve bu teşkilatlanma medreseler kapatılıncaya kadar devam etmiştir (Özyılmaz, 2002). Medreselerin üçüncü defa teşkilatlanması Kanuni Sultan Süleyman devrine rastlar. Süleymaniye medreseleriyle birlikte medreseler hem bir kurum, hem de bir model olarak ortaya çıkmış ve Osmanlı medreseleri bu modele göre yeniden teşkilatlandırılmıştır. II. Meşrutiyete kadar olan süreçte medreseler değişim, yenileşme ve atılımı geride bırakmış ve muhafazakâr bir yapıya bürünmüştür. Bu anlamda çağa uygun olarak kendini yenileyememiş ve dogmaları doğrultusunda diğer yeniliklere karşı çıkan yapısını sürdürmüştür. II. Meşrutiyet’ten kapatılışı olan 1924 tarihine kadar olan süreçte müderrislerin isteğiyle medreselerde çeşitli yenileşme çalışmalarına gidilmiş fakat bunlar başarılı olamamıştır (Özyılmaz, 2002). Osmanlı medreselerine sıbyan mektebini bitirenler ya da en az o kadar özel bir öğrenim gören erkek öğrenciler alınmıştır. Medreselerin masrafları vakıflarca karşılanmıştır. Fatih devrine kadar ilk Osmanlı medreselerindeki derslerin neler olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber Selçuklu medreselerindekine benzer bir yapıda olduğu tahmin edilmektedir. Sahn medreselerinin açılmasıyla birlikte diğer medreseler de Sahn Medreselerinin programını benimsemişlerdir. Bu çerçevede medreselerde fıkıh, kelam, tefsir, hadis gibi dini ilimlerin yanı sıra dilbilgisi, edebiyat, aritmetik, geometri, astronomi, felsefe, mantık, tarih, coğrafya ve tıbbi ilimler gibi müsbet bilimler de okutulmuştur (Saydam, 1999). Medreselerde verilen eğitim genellikle dini ağırlıklı olmuştur. Müsbet ilimlerin 16. yüzyılın ortalarına kadar, bazı medreselerde okutulduğu ve daha sonra kaldırıldığı görülmektedir (Akyüz, 2001). Bu anlamda medreselerde müsbet bilimler bireysel olarak ilgi çekmiştir denilebilir. Osmanlı Devleti’nde din adamı ve memur yetiştiren medreselerin yanı sıra devlete yönetici ve devlet adamı yetiştiren enderundan da kısaca söz etmek konu açısından yararlı olacaktır. Enderun bir yükseköğretim kurumu olarak Fatih Sultan Mehmet tarafından 1455’te kurulmuştur. Enderun okullarının amacı Türk toplumunda 20 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR ileride görev alacak yönetici ve devlet adamlarını eğitmek; onları güzel konuşan dürüst, kibar ve adil elemanlar haline getirmektir (Ataünal, 1998). Enderun öğrencileri genellikle Hıristiyan tebanın çocuklarından seçilir; içlerinde zaman zaman Türk çocukları da bulunurdu. Enderun okuluna öğrenciler, acemioğlanlar ocağında rüşdünü ispat etmiş gençler arasından seçilerek alınırdı. Öğrenci seçiminde ırk, din, dil farkı gözetilmezdi. Enderun okulunda, yüksek medreseler düzeyinde kitabi bir eğitim öğretim yapılırdı. Türkçe, Arapça, Farsça, edebiyat, tarih, İslami bilimler, matematik, bedb eğitimi, Türk örf ve adetleri, nezaket kuralları, askeri sporlar gibi dersler okutulurdu (Ataünal, 1998; Akyüz, 2001). Osmanlı Devleti’ne birçok yönetici ve devlet adamı yetiştiren Enderun 1909’da kapatılmıştır. Osmanlı Devleti’nde bir diğer yükseköğretim kurumu olarak karşımıza yüksekokullar çıkmaktadır. Yüksekokullar askeri ve sivil olmak üzere iki grupta ele alınmaktadır: a) Askeri Okullar: 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (İlk Askeri Deniz Okulu), 1793’te Mühendishane-i Berr-i Hümayun (İlk Askeri Kara Okulu), 1826’da Tophane-i Amire ve Cerrahhane-i Mamure (İlk Modern Tarzda Tıp Okulu),1834’te Mekteb-i Fünun-u Harbiye (İlk Harp Okulu),1834’te Mızıka-i Humayun Mektebi (İlk Askeri Mızıka Okulu). b) Sivil Okullar: 1859’da Mekteb-i Mülkiye (İlk Siyasal Bilgiler Okulu), 1867’de Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Askeri Tıp Okulu İçerisinde Kurulmuş İlk Sivil Tıp Okulu), 1880’de Mekteb-i Hukuk-u Şahane (İlk Hukuk Okulu), 1889’da Mülkiye Baytar Mektebi (İlk Sivil Veteriner Okulu), 1909’da Orman Mekteb-i Alisi (İlk Orman Okulu), 1911’de Dişçi Mektebi (İlk Diş Hekimliği Okulu), 1911’de Kadastro Mekteb-i Alisi (İlk Kadastro Okulu), 1912’de Robert Koleji (Ataünal, 1998: 8). Osmanlı Devleti’nde eğitim-öğretim alanında ilk yenilikler, Batılı anlamda askeri okulların açılmasıyla başlar. Bunun nedeni olarak Osmanlı Devleti’nin savaşlarda aldığı yenilgilerin nedenini askeri alanda Batı’dan geri kalmasına bağlaması olarak gösterilmektedir. Ayrıca medreselilerin askeri alanda eğitim öğretim faaliyetlerindeki yeniliklere tepki göstermemesi okul açma işini kolaylaştırmıştır. Daha sonraki yıllarda yukarıda da görüldüğü üzere askeri okulların yanına sivil okullar da eklenerek yükseköğretimde Batılı anlamda eğitim kurumları açılmıştır. Bu okulların eğitim programları Batıdakine benzer olup yabancı dil dersleri de verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde Batılı anlamda yükseköğretim faaliyetleri deyince akla ilk olarak Darülfünun gelmektedir. Darülfünun kelime anlamı olarak fen (müsbet) 21 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 bilimlerinin okutulduğu yer, başka bir deyişle üniversite demektir. Üniversite, yükseköğretim veren ülkelere göre fakülte, yüksekokul gibi birimlerden oluşan görevi, araştırma ve öğretim yapma, insanları hayata hazırlama olan yükseköğretim kurumudur. Osmanlı Devleti’nde darülfünun kurulmasının ana nedeni köklü bir geçmişe ve geleneğe sahip olan medreselerin bozulmasıdır. Medreselerin bozulma nedenleri olarak, araştırmacı eğitim anlayışının terk edilmesi, niteliksiz müderrislerin çoğalması ve beşik ulemalığının yaygınlaşması, öğrencilerin niteliksizliği, vakıfların bozulması, devletin Batı tipi okullara önem vermesi ve müderrislerin eğitim-öğretim faaliyetlerinde yeniliklere karşı çıkması gösterilmektedir (Saydam, 1999). Ayrıca Batı karşısında üstünlüğün kaybedilmesi, bilimde ve teknolojide meydana gelen gelişmeler, mevcut eğitim kurumlarının çağa uygun olarak kendini yenileyememesi de diğer nedenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda sayılan nedenlerin sonucunda Tanzimat’tan sonra bugünkü anlamda ilk üniversiteyle ilgili çalışmalar Mustafa Reşit Paşa’nın önderliğinde başlatılmıştır. Bu bağlamda üniversite türünden bir kurum açılması II. Mahmut döneminde konuşulmuş, 1844’te ulema, asker ve sivil kimselerden oluşan Meclis-i Mahsus (Özel Komisyon) oluşturularak ülkede bulunan ilk, orta ve yükseköğretim kurumları incelenmiştir. Elde edilen sonuçlar ışığında 1845’te ülkede bir darülfünun açılma kararı alınmış ve ilk darülfünun 1863’te Abdülaziz döneminde açılabilmiştir. 1845’te önerilen ve 21 Temmuz 1846 tarihli resmi tebliğle açılması kesinleşen darülfünun 1863, 1870, 1874 ve 1900’de kısa süreli açılmış, 1908’de ise sürekli olarak açılabilmiştir (Ataünal, 1998; Hatiboğlu, 2000). Darülfünun’da ilk ders 31 Aralık 1863 Pazartesi günü başlamıştır. Dersler başlangıçta halka açık konferanslar şeklinde verilmiştir. Konular fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik, tarih, coğrafya gibi doğal ve sosyal alanlardan seçilmiştir. İlk Darülfünun tutucu çevrelerin baskısı ve nitelikli öğrenci bulamama gibi nedenlerden dolayı birkaç yıl sonra kapatılmıştır (Ataünal, 1998). Darülfünun’un ikinci olarak açılması Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin ilanından sonradır. Sadullah Paşa’nın gayretleriyle 198 madde olarak ilan edilen ve Osmanlı eğitim sisteminde önemli bir yeri bulunan 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin (Kamu Eğitim Tüzüğü) 79. maddesiyle İstanbul’da bir Darülfünun-ı Osmanî kurulması kararlaştırılmıştır (Hatiboğlu, 2000). Nizamnameye göre Darülfünun, Hikmet ve Edebiyat, İlm-i Hukuk, Ulum-i Tabiiye ve Riyaziye şubelerinden oluşacak, her şubenin öğretim süresi 3 yıl, müderris olacaklar için 4 yıl olarak belirlenmiştir. 16 yaşından büyüklerin bir sınavla okula kabul edilmesi ve derslerin halka açık olarak yapılması kabul edilmiştir (Akyüz, 2001). Böylece Darülfünun 1870’te ikinci defa açılmış oldu. 22 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR 1873’te tekrar kapatılan Darülfünun 1874’te kısa süreli de olsa üçüncü defa tekrardan açılmıştır. Darülfünun’un dördüncü defa açılması 1900 yılındadır. Bu açılmanın politik nedenlerden kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre Darülfünun, devletçe konulmuş yasağa rağmen o yıllarda yükseköğretim çağına gelmiş birçok gencin, Batıyı tanımak ve çağdaş uygarlık dünyasından yararlanmak için Avrupa üniversitelerine kaçıp gitmelerini önlemek amacıyla bir tedbir olarak açılmıştır (Ataünal, 1998). 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla Darülfünun beşinci defa tekrardan açılmıştır. Ulum-u Şer’iye, Ulum-u Hukukiye, Ulum-u Tıbbiye, Fünun ve Ulum-u Edebiye olmak üzere beş şubeden oluşturulan Darülfunun’da ders vermek üzere Almanya’dan hocalar getirilmiştir. Ancak Darülfünun reformu devletin ağır savaşlara girmesi, Almanya’dan gelen hocaların beklenen verimi verememesi, yanlış idari teşkilatlanma gibi sebeplerle başarısız olmuştur. Darülfünun’a Ekim 1919 Nizamnamesi ile ilmi muhtariyet de verilmiştir (Ataünal, 1998; Akyüz, 2001). Osmanlı Devleti’nde yükseköğretimde devrim niteliğinde sayılabilecek son olay 1915’te meydana gelmiştir. Bu tarihte İnas Darülfünunu adını taşıyan ve kızlara mahsus bir yükseköğretim kurumu açılmıştır. Edebiyat, Riyaziyat ve Tabiiyat adıyla 3 yıl süreli ve 3 şubeli olup ilk öğrencileri Kız İdadisi ve İstanbul Darülmuallimatı mezunlarıdır. İnas Darülfünunu 1920’de Darülfünun’a bağlanarak müstakil yapısını kaybetmiştir (Akyüz, 2001). III. Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretim Cumhuriyet döneminde yükseköğretim faaliyetlerine geçmeden önce Milli Mücadele döneminde ve cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim-öğretim faaliyetlerinde meydana gelen gelişmelerle ilgili bilgi vermek yerinde olacaktır. Birinci Dünya Savaşı her alanda olduğu gibi eğitim alanında da büyük bir duraklamaya neden olmuştur. TBMM’nin açılmasıyla birlikte Mili Mücadele döneminde eğitim-öğretim faaliyetleriyle ilgili yeni düzenlemelere gidilmiştir. Hatta 2 Mayıs 1920’de kurulan ilk hükümette Maarif Vekâleti de yer almış ve hükümet programında eğitimle ilgili önemli hususlara yer verilmiştir. Sakarya Savaşı’ndan önce top sesleri Ankara’dan işitilirken Mustafa Kemal 15 Temmuz 1921’de Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Bu kongrede Mustafa Kemal milli eğitim programının milli karakter ve tarihimizle uyumlu bir bütün olması gerektiğini belirterek milli eğitimimizin temel esasını ortaya koymuştur (Çapa ve Çiçek, 2001). Cumhuriyetin ilanına kadar geçen süreçte Mustafa Kemal’in Mart 1922’deki TBMM açış konuşması ve Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere seslenişi Maarif Kongresi’nden sonra milli eğitimimizin geleceği hakkındaki önemli ipuçları olarak 23 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyetin ilanından sonra eğitim-öğretimde yapılan en büyük yenilik ise 430 sayılı ve 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu’nun kabul edilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla ülke genelinde eğitim-öğretim faaliyetinde bulunan bütün okullar tek bir çatı altında toplanmıştır (Vahapoğlu, 1997). Tevhid-i Tedrisat’ın yükseköğretim alanında getirdiği yeniliklere bakıldığında, ülke genelinde bulunan yaklaşık 18.000 öğrenciye sahip 479 medrese, medreselerin bağlı bulunduğu Şeriye ve Evkaf Vekâleti ve medreseleri finanse eden vakıflar kaldırılarak yabancı ve azınlık okulları da dâhil olmak üzere tüm eğitim kurumları Maarif Vekâleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanmıştır. Medreselerin kaldırılmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nden genç Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden (Robert Koleji bir yana bırakılırsa) sadece 1 tane Darülfünun vardır. Ekim 1919 nizamnamesiyle ilmi muhtariyetini Osmanlı Devleti zamanında kazanmış olan Darülfünun’a 1924 yılında tüzel kişilik tanınmış ve adı İstanbul Darülfünunu olarak değiştirilmiştir (Akyüz, 2001). 1923–1924 eğitim öğretim yılı istatistiklerine bakıldığında, 1923–1924 eğitim-öğretim yılında İstanbul Darülfünun’unda, 307 öğretim elemanı ve 2914 öğrencinin bulunduğu görülmektedir (www.yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm, 2006). Yükseköğretim kurumu olarak İstanbul Darülfünun’u dışında çeşitli kurumlar da açılmıştır. Ülkenin ihtiyacı olan hukukçuları yetiştirmek üzere 5 Kasım 1925 tarihinde Ankara’da Hukuk Mektebi açılmıştır. Bunun yanı sıra ülkenin ihtiyacı olan öğretmenleri yetiştirmek amacıyla 1926’da Gazi Orta Muallim Mektebi açılmıştır. Başlangıçta Konya’da açılan bu okul, 1927’de Ankara’ya nakledilmiştir. Bir yıl sonra Pedagoji bölümünün açılmasıyla adı Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür (Binbaşıoğlu, 1995). Ayrıca 1930 yılında Ankara’da bir de Ziraat Mektebi açılmış; daha sonra bu okul 1933 yılında Yüksek Ziraat Enstitüsü adını almıştır (Ergün, 1982). Görüldüğü üzere cumhuriyetin ilk yıllarında yükseköğretim kurumları Anadolu’ya taşınmaya çalışılmış ve bunun ilk yansımaları da genç cumhuriyetin başkenti olan Ankara’da ortaya çıkmıştır. 1929 yılında kabul edilen 1416 sayılı kanunla bugüne kadar binlerce gencimizin, dünyanın önde gelen saygın üniversitelerinde lisansüstü öğrenim görmeleri sağlanmıştır. Bu gençler, başta üniversitelerimiz olmak üzere çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarımızda görev alarak ülkemizin kalkınmasına ve gelişmesinde önemli katkı yapmaları sağlanmıştır (yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm, 2006). 1924–1932 arasında İstanbul Darülfünun’u ve bu bağlamda yükseköğretim kurumları sürekli olarak gündemdeki yerini korumaya devam etmiştir. Çünkü yükseköğretim gençliğinin millî şuura sahip ve modern kültürlü olarak yetişmesi Atatürk’ün başlıca amacıdır ki Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra 26 Ekim 1922’de İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’ne gönderdiği telgrafta: “Eminim ki millî 24 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR istiklâlimizi ilim sahasında fakülteniz ikmal edecektir” sözleriyle bunu açıklamıştır. Yine 28 Haziran 1923’te İstanbul Darülfünunu profesörlerine gönderdiği telgrafta da “Millî istiklâl, millî irfan ile eş olduğu cihetle işgal buyurmakta olduğunuz öğretim kürsülerinde memleketin siz bilim adamları dahi hiç şüphesiz aynı savaşın kahramanlarısınız” diyerek yükseköğretime verdiği önemi ifade etmiştir (Kocatürk, 1984). Atatürk’ün yükseköğretime verdiği önem sözde kalmamış, bizzat kendi direktif ve teşvikleriyle İstanbul Darülfünunu için bir dizi düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin müderrislerin Darülfünun dışında başka bir görev yapmaları yasaklanmıştır (Ergün, 1982). Yapılan düzenlemeler ve girişilen yenilikler İstanbul Darülfünunu’nda beklendiği etkiyi göstermemiş; aksine olumsuz gelişmeleri artırmıştır. Örneğin 1924 yılı sonlarında Darülfünun öğrencilerinin tramvay şirketi ile anlaşamamaları, uzun süren gösteri ve tartışmalara neden olmuştur. Bunun yanı sıra müderrislerin işlerine gereken özeni göstermedikleri, kurumun bilimden uzak olduğu, müderrislerin yetersiz, öğrencilerin ise çağın gerektirdiği bilimsel anlayış ve bilgiden yoksun olduğu gibi iddialar Darülfünun’a karşı tepkilerin artmasına yol açmıştır. Buna karşın Darülfünun yönetimi olumsuzlukların ve bilimsel yetersizliklerin başlıca nedeni olarak savaş yıllarından yeni çıkılması ve ödenek yetersizliğini göstermiştir (Ergün, 1982). İstanbul Darülfünunu’nda meydana gelen olumsuzlukların devam etmesi üzerine Atatürk’ün direktifleriyle hükümet bir eylem planı hazırlamıştır. Bu çerçevede hükümet Darülfünun’un ıslahı için 1931’de İsviçre Gelf Üniversitesi profesörlerinden Prof. Dr. Albert Malche’ı Türkiye’ye davet etmiş; Malsche da 1932’de Türkiye’ye gelerek kurumla ilgili bir rapor hazırlamıştır (Ergün, 1982). Darülfünun’a karşı olan tepkilerin nedenleri Prof.Dr. Malche ve diğer uzmanların çalışmaları sonucu şöyle sıralanmıştır: Darülfünun fakülte ve diğer birimleri arasında bilimsel işbirliğini sağlayacak koordinasyonun bulunmaması, Öğretim üyelerinin üniversite dışındaki çalışmaları nedeniyle eğitim-öğretim faaliyetleriyle yeterince ilgilenmemeleri, Öğretim üyelerinin kendilerini yalnız belirli saatlerdeki derslerden sorumlu sayarak bilimsel araştırmalardan uzak kalmaları ve bu anlamda yayın sayılarının azlığı, Darülfünun ve ona bağlı fakültelerdeki makamlara seçimle gelindiğinden öğretim üyeleri arasında ihtiras, sürtüşme ve anlaşmazlıkların doğmuş olması, buna karşın etkin bir denetim mekanizmasının bulunmaması, 1924–1932 yılları arasındaki süreçte orijinal, ciddi, toplumun gereksinmelerini yanıtlayacak yararlı bilimsel çalışmalar yapılmadığı düşüncesi, Darülfünun’un inkılâplara kayıtsız kalarak, olumsuz bir tutum takınması düşüncesi kuruma karşı tepkilerin çoğalmasına neden olmuştur (Katoğlu, 2000; YÖK, 1998; Güler, 1994; Hirsch, 1950). 25 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 Malche raporunun öneriler kısmında Darülfünun’un idari, hukuki yapılanmasından profesörlerin tayini, programlar ve sınavlar, kütüphane ve laboratuarlar gibi birçok konuda bütüncül bir model önermiştir. Ancak Darülfünunda yapılacak olan reformların birdenbire oluşamayacağını, hatta sorunun birkaç yıl içinde de çözülemeyeceğini belirtmiştir (Güler, 1994; Yılmaz, 2001). Malche Darülfünun sorununun birkaç yıl içinde çözülemeyeceğini iddia etmesine rağmen, hükümet konu üzerine yoğunlaşmış ve bu durum 1933 Üniversite Reformu’nu beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda 31 Temmuz 1933 tarih ve 2252 sayılı “İstanbul Darülfünunu’nun İlgasına ve Maarif Vekâleti’nce Yeni Bir Üniversite Kurulmasına Dair Kanun” ile İstanbul Darülfünunu kaldırılarak yerine 1 Ağustos 1933 tarihinden itibaren hizmete girmek üzere İstanbul Üniversitesi adıyla yeni bir yükseköğretim kurumu oluşturulmuştur (Katoğlu, 2000; Güler, 1994). Böylelikle 1933’te Türkiye’de ilk defa üniversite sözcüğünün kullanıldığı ve 1924’te çıkarılan kanun bir yana tutulacak olursa üniversitelerle ilgili köklü değişiklikleri içeren ve cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen birinci yükseköğretim reformu yapılmış oldu. Bu reformun amacı, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve araştırma çalışmalarının Batı ülkelerindeki düzeye çıkarılması ve bu ülkelerde uygulanan üniversite yönetim sisteminin Türkiye’ye getirilmesidir (YÖK, 1988). 1933 reformuyla üniversitenin idaresi rektöre verilmiştir. Rektör Milli Eğitim Bakanı’nın önerisiyle Cumhurbaşkanı’nın onayı ile; dekanlar da rektörün önerisi üzerine Milli Eğitim Bakanı’nca atanmıştır. Rektör üniversiteyi temsil etmek, üniversite teşkilatını düzenlemek, akademik çalışmaları yürütmek ve denetlemek, üniversitenin bütün kurumlarla muhaberelerini yapmak, mali konularda ita amiri olmak gibi yetkilerle donatılmıştır. Bu kanuna göre rektör, fakülte meclislerini ayrı ayrı veya bir arada toplantıya davet edebildiği gibi bunlara başkanlık da edebilmektedir. Yeni kanuna göre bir profesörlük kadrosu boşaldığında fakülte meclisi tarafından 2–3 aday gösterilmekte; rektör adaylar hakkındaki görüşünü Milli Eğitim Bakanlığı’na bildirmekte; bakan da bunlardan birini tercih ederek atamaktadır. Bakan adaylardan hiçbirini uygun bulmadığı takdirde, yeni aday gösterilmesini isteyebilmektedir (YÖK, 1988). 1933 reformunun sonucunda üniversitelerin özerk yapısı bozularak, üniversiteler Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurumlar haline getirilmiştir. Darülfünun hocaları geniş ölçüde elenmiş 151 kişiden yalnız 59’u İstanbul Üniversitesi’ne alınmıştır. Batı’da öğrenimini başarıyla tamamlayıp gelenler üniversiteye alınmışlardır. Nazi Almanyası’ndan kaçan Alman ve Orta Avrupalı profesörler (A. Malsch, E. Hirsch gibi…) üniversiteye alınmıştır. Yükseköğretime üniversite, rektör, fakülte, dekan gibi terimler girmiştir. Üniversiteler üzerindeki denetim artırılmıştır (Akyüz, 2001). Üniversite reformundan sonra üniversite kurma çalışmaları devam etmiştir. Bu çerçevede Ankara’da 1935 yılında Türk kültürünü incelemek, dil ve tarihimizi gelecek 26 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR nesillere aktarmak amacıyla öğretmen yetiştirecek ve mevcut öğretmenlere bu doğrultuda eğitim imkânı sağlayacak olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Buna ilaveten vali ve kaymakamlar yetiştirmek amacıyla Osmanlı Devleti zamanında açılmış olan İstanbul’daki Mülkiye Mektebi 1936–1937 yılında Ankara’ya taşınarak Siyasal Bilgiler Okulu’na dönüştürülmüştür (Ergün, 1982). 1933–1946 yılları arası, yükseköğretim kurumlarının yurt düzeyine yayılmaya başladığı yıllardır. Bu durumla ilgili olarak Atatürk TBMM’de 1 Kasım 1937’de şu tarihi konuşmayı yapmıştır: “Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünüp Batı bölgesi için İstanbul bölgesinde başlamış olan düzeltme programını daha radikal bir şekilde uygulayarak cumhuriyete modern bir kurum kazandırmak, merkez bölgesi için Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak lazımdır. Doğu bölgesi için Van gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden okulları ve üniversitesi ile modern bir kültür şehri yaratmak yolundan şimdiden faaliyete geçilmelidir” (Akyüz, 2001). Belirlenen hedef doğrultusunda üniversite kurma çalışmalarına hız verilmiş, 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi ve 1946’da Ankara Üniversitesi kurularak ülkemizdeki üniversite sayısı 3’e yükseltilmiştir (yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm, 2006). Ülkemizde üniversitelerin kurumsal bazda gelişiminin ikinci safhasını 1946 yılında alınan 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”’dur. Bu kanunla: Üniversitelere özerklik ve tüzel kişilik tekrar verilmiştir. Üniversitelerin görev ve yetki çerçeveleri çizilmiştir. Buna göre üniversiteler: i. Öğrencileri bilim anlayışı kuvvetli, sağlam düşünceli aydınlar, Türk devriminin ülkülerine bağlı, milli karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirmek, çeşitli mesleklere iyi elemanlar sağlamak, ii. Ülke sorunlarına öncelik veren bilimsel araştırmalar yapmak, iii. Resmi makamlarla işbirliği halinde ülkenin gelişmesine katkıda bulunmak, iv. Araştırma ve inceleme sonuçlarını yayınlamak, doktora yaptırmak, v. Toplumun genel düzeyini yükseltici bilimsel verileri yayınlamak görenini üstlenecektir (Akyüz, 2001). 1946’da yayınlanan 4936 kanun kapsam ve içerik itibariyle 1933’te yayınlanan 2252 sayılı kanundan farklıdır. 4936 sayılı kanun diğerine göre genel olup, kararları tüm üniversiteleri bağlayıcı bir özellik gösterir. 1946 kanunu yükseköğretimde (1946–1973) en uzun süre geçerli kalmış bir kanundur. Özetle 1946 reformu çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünü olarak ifadelendirilebilir (Katoğlu, 2000). 1955–1959 yılları arasında İstanbul ve Ankara dışında kalan illerde; 1955’te Trabzon’da Karadeniz Üniversitesi ve İzmir’de Ege Üniversitesi, 1957’de Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve 1958’de Atatürk Üniversitesi olmak üzere toplam 4 yeni üniversite daha kurulmuştur (Katoğlu, 2000; YÖK, 1988). Yükseköğretim kurumları arttıkça devletçe yeni reformlar çıkarılmıştır. Bunlardan biri yükseköğretim 27 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 kurumlarının yapısı ve işleyişine ilişkin olarak yayınlanan 1961 Anayasası’nın 120. maddesidir. Buna göre, Üniversiteler ancak devlet eliyle ve kanunla kurulur. Üniversiteler bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir. Üniversiteler kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu organlar eliyle yönetilir ve denetlenir, Üniversite organlar öğretim üyeleri ve yardımcıları üniversite dışındaki makamlarca her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar, Üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe araştırma yapabilir ve yayında bulunabilirler, Üniversitelerin kuruluş ve işleyişleri, organları ve bunların seçimleri, görev ve yetkileri, öğretim ve araştırma görevlerinin üniversite organlarınca denetlenmesi, bu esaslara göre kanunla düzenlenir, Siyasi partilere üye olma yasağı üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları hakkında uygulanmaz; ancak bunlar partilerin genel merkezleri dışında yönetim görevi alamazlar (Akyüz, 2001; 1961 Anayasası md. 120). Kanunun içeriğinden de anlaşılacağı gibi 1961 Anayasası üniversitelerin kamu tüzel kişiliğine sahip özerk bir kurum olmasını güvence altına almıştır. Böylelikle üniversitelerin bilimsel olarak özgürlüğü daha da artmıştır. 1961’de kabul edilen bu madde 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 1971’de küçük çaplı bir değişiklikle yeniden düzenlenmiştir. Yükseköğretimin ülkemizde geçirdiği değişimlerden biri de 1973 yılında gerçekleştirilmiştir. Temmuz 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu yayınlanmıştır. Bu kanunla; yükseköğretimin bütünlüğünün ve ortaöğretimle ilişkisinin kurulması, yükseköğretimde fırsat ve imkân eşitliği, kaynakların etkin bir biçimde kullanılması, yükseköğretim planlamasının örgütlenmesi, öğretim ve öğrenim özgürlüklerinin güvence altına alınması amaçlanmıştır (Baskan, 2001). 1750 sayılı kanunla üniversitelerin görev ve yetkileri ayrıntılarıyla ortaya konulmuştur. Üniversiteler üzerinde devletin gözetim ve denetimini sağlamak üzere Üniversite Denetleme Kurulu kurulmuştur. Üniversiteler arasında akademik koordinasyonu sağlamak amacıyla Üniversitelerarası Kurul kurulmuştur. Fakültelerin öğrenim süreleri sınırlandırılmıştır. Üniversite organları olarak Senato, Üniversite Yönetim Kurulu, Rektör gösterilerek, senato üyelerinin ve rektörün öğretim üyelerinin katıldığı seçimlerle belirlenmesi kabul edilmiştir. Fakülte organlarının Dekan, Yönetim Kurulu ve Fakülte Kurulu’ndan oluşması esası getirilmiştir. Fakülte kurulunun, profesör ve doçentlerden oluşacağı, öteki organların ise fakülte kurulunca seçileceği karara bağlanmıştır. 28 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR 1750 sayılı kanunun bazı maddeleri ise Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiştir. Bunlar: Yükseköğretime yön vermek amacıyla bir Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş; fakat 1975’te Anayasa Mahkemesi’nce kanunun bu maddesi iptal edilmiştir. Öğretim için öğrencilerden ücret ve harç alınacağı hükmü getirilmiş; fakat bu hüküm de Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiştir (Akyüz, 2001, s. 330–331). 1973–1979 tarihleri arasında üniversite açılma çalışmalarına hız verilerek bu tarihler arasında toplam 9 yeni üniversite daha açılmıştır. 1971–1978 döneminde de 11 yeni üniversite açılmıştır. Ülkedeki üniversite sayısı bu yolla 8’den 19’a çıkarılmıştır. 1975 yılında yükseköğretime 49542 öğrenci, 1980’de ise 41574 kişi alınmıştır. Yükseköğretimdeki okullaşma oranı 1975–1976 yılında %9.1 iken 1980–1981 öğretim yılında bunun çok altına düşerek %5.9’a inmiştir (YÖK, 1988). 1973–1981 arası üniversitelerin tam anlamı ile Anadolu’ya yayıldığı bir dönemdir. Türkiye’nin her bakımdan zor şartlar altında bulunduğu bu dönemde, Diyarbakır, Eskişehir, Adana, Sivas, Malatya, Elazığ, Samsun, Konya, Bursa ve Kayseri’de on yeni üniversite kurulmuş ve böylece ülkemizdeki üniversite sayısı on dokuza yükselmiştir. Hızla artmakta olan üniversite ve bunlara başvuran öğrenci sayıları karşısında 1974 yılında Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) kurularak üniversitelere merkezi sınavla öğrenci alınmasına başlanmıştır. Yükseköğretime artan talep karşısında, aynı yıl kurulan ve mektupla öğretim yapan YAYKUR ile ülkemizde örgün öğretim yanında açıköğretim veya daha doğru bir deyimle uzaktan öğretime de başlanmıştır. Yükseköğretim kurumlarının 1981 öncesindeki durumları ilk kurulmuş oldukları yıllara göre her ne kadar gelişmiş olsa da ülkenin içerisinde bulunmuş olduğu kargaşa ortamının etkisiyle pek iç açıcı değildi. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, üniversiteye giden her 100 öğrenciden 17’sinin mezun olabildiği, üniversite öğrencilerinden %10’unun ilk sınıfta, %33’ünün ise üst sınıflarda okulu terk ettiği, üniversitelerin kapasitelerini kullanmadıkları, öğretim üyesi dağılımında büyük dengesizlikler bulunduğu, üniversite sisteminin işlevini yapamaz duruma geldiği bir ortam vardı. 1981’den önce Türk yükseköğretim sistemi; üniversiteler; Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı akademiler, bir kısmı diğer bakanlıklara, çoğu Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı iki yıllık meslek yüksekokulları ile konservatuarlar, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı üç yıllık eğitim enstitüleri, mektupla öğretim yapan YAYKUR olmak üzere beş tür kurumdan oluşmaktaydı (YÖK, 1988; www.yok.gov.tr, 2006). 1981 yılına gelindiğinde, yukarıda adı geçen bu beş tür lise-üstü öğretim kurumunda yaklaşık 21.000 öğretim elemanı (profesör, doçent, doktor asistan ve asistan) ve 240.000’e yakın öğrenci bulunmaktaydı. Öğrencilerin 117.000’i, öğretim elemanlarının ise 13.000’i üniversitelerde görev yapmaktaydı (YÖK, 2006). 29 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 Yükseköğretimin tüm düzeyleri için etkili ve koordineli bir merkezi planlamanın olmaması, özellikle de altmışlı ve yetmişli yıllarda yükseköğretim kurumlarının sayısı, çeşidi ve öğrenci sayıları ile başka birçok hususta gözlenen hızlı artış nedeniyle yukarıda belirtilen yükseköğretim sistemi bir süre sonra başarısızlık ve yozlaşma işaretleri vermeye başlamıştır. Bunlara ek olarak 1960–80 arasında ortaya çıkan siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlar, yükseköğretimdeki kötüye gidişi daha da artırmıştır. Bu nedenle yetmişli yılların sonunda köklü bir reform kaçınılmaz hale gelmiş ve sonunda 1981 reformu yürürlüğe konmuştur (www.yok.gov.tr, 2006). 1981 reformunun başlıca hedefleri şu şekilde özetlenebilir: Yükseköğretim çağında olan gençlere daha çok öğrenim imkânı sağlamak amacıyla yükseköğretim kurumlarının sayısını artırmak ve çok ihtiyaç duyulan ara insan gücünü yetiştirmek üzere meslek yüksekokullarına öncelik vermek, Yüksek nitelikte ve yeter sayıda öğretim elemanı yetiştirmek için tedbirler almak, Eğitimin kalitesini yükseltmek, araştırmaları sayı ve nitelik yönünden geliştirmek için gerekli çalışmaları yapmak (YÖK, 1988). Yükseköğretim, 6 Kasım 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile akademik, kurumsal ve idari yönden yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu kanunla; Türk yükseköğretim sistemi içerisinde yer alan tüm kurumlar Yükseköğretim Kurulu’na bağlanmıştır. Böylelikle ülkemizdeki tüm yükseköğretim kurumları Yükseköğretim Kurulu (YÖK) çatısı altında toplanmış, akademiler üniversitelere, eğitim enstitüleri eğitim fakültelerine dönüştürülmüş ve konservatuarlar ile meslek yüksekokulları üniversitelere bağlanmıştır. YÖK, yükseköğrenimi düzenleyen, yüksek eğitim kurumlarının çalışmalarına yön veren “Yükseköğretim Kanunu” ile kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip bir kuruluştur. YÖK, yüksek öğretim kurumlarının kurulması, geliştirilmesi, ihtiyaç duyulan öğretim elemanlarının yurtiçi ve yurt dışında yetiştirilmesi için kısa ve uzun vadeli planlar hazırlar ve uygulamayı izler. Ayrıca yükseköğretim kurumları arasındaki işbirliği ve koordinasyonu sağlar. Yükseköğretim bir bütün olarak düzenlenmiştir. Kanunla yükseköğretim kurumlarının kapsam ve çerçevesi çizilmiştir. Buna göre, üniversiteler, fakülteler, enstitüler, yüksekokullar yükseköğretim kuruluşları olarak kabul edilmiş; Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Teşkilatı’na bağlı kuruluşlar ise kanun dışında bırakılmıştır (Akyüz, 2001; Anayasa md. 132). 2547 sayılı kanunla yapılan düzenleme kapsamında İstanbul’da Mimar Sinan, Marmara ve Yıldız Teknik, Ankara’da Gazi, Antalya’da Akdeniz, İzmir’de Dokuz Eylül 30 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR ve Edirne’de Trakya Üniversiteleri mevcut kurumların reorganizasyon ve birleştirilmesi ile oluşturulmuş, Van’da ise Yüzüncü Yıl Üniversitesi adı ile yeni bir üniversite kurulmuştur. Böylece, Türk yükseköğretim sistemi 1982 yılı itibarı ile 27 üniversite ile bunlara bağlı fakülte, enstitü, yüksekokul, konservatuar ve meslek yüksekokullarından oluşan birleşik bir yapıya dönüştürülmüştür. Bu çerçevede, YAYKUR’un işlevleri Anadolu Üniversitesi’ne bağlı Açıköğretim Fakültesi’ne devredilerek uzaktan öğretimin ülkemizde yaygınlaşması hızlandırılmıştır. Yükseköğretimin amacı ve ana ilkeleri ortaya konulmuştur. Bu anlamda yükseköğretim kurumları, öğrencilerini Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilincine ulaşmış, vatanını, milletini, bayrağını seven, çağdaşlığı ilke edinen, etkin, üretken, yaratıcı ve sorumluluk sahibi bireyler yetiştirecektir. Yükseköğretim kurumlarının yapısı ve işleyişinde bazı değişiklikler yapılmıştır. Buna göre YÖK’ün yanı sıra Yükseköğretim Denetleme Kurulu, Üniversitelerarası Kurul ve Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi adlı kurumlar oluşturulmuştur (Bkz. Ek 1: Türk Yükseköğretim Sisteminin Organizasyon Şeması). 2547 sayılı kanunla oluşturulan Yükseköğretim Kurulu, Yükseköğretim Denetleme Kurulu, Üniversitelerarası Kurul ve Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin yapısı şu şekilde özetlenebilir: Yükseköğretim Kurulu üyeleri; Cumhurbaşkanı tarafından, rektörlük ve öğretim üyeliğinde başarılı hizmet yapmış profesörlere öncelik vermek suretiyle seçilen yedi, Bakanlar Kurulu’nca temayüz etmiş üst düzeydeki devlet görevlileri veya emeklileri arasından (hâkim ve savcı sınıfından olanlar için Bakanlığı ve kendilerinin muvafakati alınmak kaydıyla) seçilen yedi, Genelkurmay Başkanlığı’nca seçilen bir, Üniversitelerarası Kurulca, kurul üyesi olmayan profesör öğretim üyelerinden seçilen yedi kişiden oluşur. Seçilen üyelerin üyelikleri Cumhurbaşkanının onayı ile kesinleşir ve kurul üyeliğinin süresi dört yıldır. YÖK Başkanı Cumhurbaşkanı tarafından kurul üyeleri arasından seçilerek dört yıl süreyle atanır. Yükseköğretim Denetleme Kurulu, Yükseköğretim Kurulu adına üniversiteleri, bağlı birimlerini, öğretim elemanlarını ve bunların faaliyetlerini gözetim ve denetim altında bulunduran, Yükseköğretim Kurulu’na bağlı bir kuruluştur. Yükseköğretim Denetleme Kurulu; Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek beş profesör üyeden, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay tarafından gösterilecek üçer aday arasından Yükseköğretim Kurulu tarafından seçilip önerilecek birer üyeden, Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca seçilecek birer üyeden oluşur. Yükseköğretim Denetleme Kurulu Başkanı, bu kurul üyeleri arasından Yükseköğretim Kurulu Başkanı tarafından atanır. 31 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi, Yükseköğretim Kurulu’nun tespit ettiği esaslar çerçevesinde yükseköğretim kurumlarına öğrenci alınması amacıyla sınavları hazırlayan ve yapan, öğrenci isteklerini de göz önünde tutarak Yükseköğretim Kurulunun tespit ettiği esaslara göre değerlendiren, öğrenci adaylarının yükseköğretim kurumlarına yerleştirilmesini sağlayan ve bu faaliyetlerle ilgili araştırmalar ve diğer hizmetleri yapan Yükseköğretim Kuruluna bağlı bir kuruluştur (www.osym.gov.tr, 2006). Üniversitelerarası Kurul, üniversite rektörleri, Genelkurmay Başkanlığı’nın Silahlı Kuvvetlerden dört yıl için seçeceği bir profesör ile her üniversite senatosunun o üniversiteden dört yıl için seçeceği bir profesörden oluşur. Rektörler, Üniversitelerarası Kurula, bir yıl süreyle, üniversitelerin Cumhuriyet dönemindeki kuruluş tarihlerine göre, sırayla başkanlık yaparlar. Kurul, en az yılda iki defa, aksi kararlaştırılmadıkça başkanın bağlı olduğu üniversitenin bulunduğu şehirde toplanır ve kurul gündemi önceden Milli Eğitim Bakanlığı’na, Yükseköğretim Kurulu’na ve kurul üyelerine gönderilir. Milli Eğitim Bakanı ve Yükseköğretim Kurulu Başkanı gerekli gördüğü hallerde kurulun toplantılarına katılabilir. Kurulun, yükseköğretim planlaması çerçevesinde, üniversitelerin eğitim öğretim, bilimsel araştırma ve yayım faaliyetlerini koordine etmek, uygulamaları değerlendirmek, Yükseköğretim Kurulu’na ve üniversitelere önerilerde bulunmak, doçentlik sınavlarını düzenlemek ve ilgili yönetmelik gereğince doçent adaylarının yayın ve araştırmalarının değerlendirilmesi ve doçentlik sınavı ile ilgili esasları tespit etmek ve jürileri seçmek, doktorayla ilgili esasları tespit ve yurt dışında yapılan doktoraları, doçentlik ve profesörlük unvanlarını değerlendirmek gibi görevleri vardır. Bu yeniliklerden başka 2547 sayılı kanun şunları getirmiştir: Rektörlerin ataması Cumhurbaşkanı tarafından; dekanların ataması ise Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılır. Yükseköğretim amaç, ana ilkeleri ve öngördüğü düzene aykırı harekette bulunmak suç sayılarak, suçu işleyenlerle kanundaki görevleri yerine getirmekte yetersiz görülen öğretim elemanlarının rektörün önerisi üzerine ya da doğrudan yükseköğretim kurumlarıyla ilişkisi kesilebilecektir. Öğretim üyelerinin haftalık ders yükü asgari 6 saatten 10 saate çıkarılmıştır. Profesörlükte 2. yabancı dil sınavı ile doçentlikte tez hazırlama şartı kaldırılmıştır. Öğretim üyelerinin kendi kurumları dışındaki kurumlarda görevlendirilmeleri (rotasyon) konusunda hükümler getirilmiştir. Asistanlık kaldırılarak araştırma görevliliği ve yardımcı doçentlik getirilmiştir. Yükseköğretim öğrenciler açısından harca bağlanmıştır. 32 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR Günümüze kadar üniversitelerle ilgili 11 mevzuat çıkarılmıştır. Bunlar; 1869, 1900, 1912, 1919, 1924, 1933, 1934, 1946, 1961, 1973 ve 1981’de çıkarılmış olan mevzuatlardır. İçlerinde en kapsamlı olanlar ise 1869 ve 1981’de çıkarılan mevzuatlardır (Hatiboğlu, 2000). Yukarıda da görüldüğü gibi 1981 mevzuatı çok kapsamlıdır ve bu mevzuat 1982 Anayasası ile de desteklenmiştir. 1982 Anayasası’nın 130 ve 131. maddeleri yükseköğretimle ilgilidir. Maddelerin içeriğine bakıldığında 1981 tarihli 2547 sayılı kanunla benzer nitelikler taşıdığı görülmektedir. Bu maddeler şöyledir: 1. Yükseköğretim Kuruluşları: MADDE 130: Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzel kişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler devlet tarafından kanunla kurulur. -Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, devletin gözetim ve denetimine tabi yükseköğretim kurumları kurulabilir. -Kanun, üniversitelerin ülke sathına dengeli bir biçimde yayılmasını gözetir. —Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak bu yetki, devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez. —Üniversiteler ve bunlara bağlı birimler, devletin gözetimi ve denetimi altında olup, güvenlik hizmetleri devletçe sağlanır. —Kanunun belirlediği usul ve esaslara göre; rektörler Cumhurbaşkanı’nca, dekanlar ise Yükseköğretim Kurulu’nca seçilir ve atanır. —Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulu’nun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar. —Üniversitelerin hazırladığı bütçeler; Yükseköğretim Kurulu’nca tetkik ve onaylandıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na sunulur ve genel ve katma bütçelerin bağlı olduğu esaslara uygun olarak isleme tabi tutularak yürürlüğe konulur ve denetlenir. —Yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları ile isleyişleri ve bunların seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları üniversiteler üzerinde devletin gözetim ve denetim hakkini kullanma usulleri, öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama, 33 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme, üniversitelerin ve öğretim elemanlarının kamu kuruluşları ve diğer kurumlar ile ilişkileri, öğretim düzeyleri ve süreleri, yükseköğretime giriş, devam ve alınacak harçlar, devletin yapacağı yardımlar ile ilgili ilkeler, disiplin ve ceza isleri, mali isler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesi, Yükseköğretim Kurulu’na ve üniversitelere devletin sağladığı mali kaynakların kullanılması kanunla düzenlenir. —Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, mali ve idari konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için Anayasada belirtilen hükümlere tabidir. 2. Yükseköğretim Üst Kuruluşları: MADDE 131 -Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim - öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ile Yükseköğretim Kurulu kurulur. (Değişiklik: 7.5.2004–5170/8 md.) Yükseköğretim Kurulu, üniversiteler, Bakanlar Kurulu’nca seçilen ve sayıları, nitelikleri ve seçilme usulleri kanunla belirlenen adaylar arasından rektörlük ve öğretim üyeliğinde başarılı hizmet yapmış profesörlere öncelik vermek sureti ile Cumhurbaşkanınca atanan üyeler ve Cumhurbaşkanınca doğrudan doğruya seçilen üyelerden kurulur. Kurulun teşkilatı, görev, yetki, sorumluluğu ve çalışma esasları kanunla düzenlenir. 1981’den 2007’ye kadar yükseköğretimimizde şu gelişmeler meydana gelmiştir: —Anayasa’da yer alan hükümlere uygun olarak getirilen yeni yasal düzenleme ile kâr amacı gütmeyen vakıfların özel yükseköğretim kurumları kurmalarına imkan sağlanmıştır. Bu tür ilk üniversite olan Bilkent Üniversitesi 1984’te kurularak faaliyete geçmiştir. Ancak, Bilkent Üniversitesi’nin yasal konumu, Anayasa Mahkemesi’nde açılan iki davanın sonucunda Mahkeme’nin bu tür üniversitelerin de kanunla kurulması gerektiğine karar vermesi üzerine, 1992 yılında çıkarılan 3785 sayılı Kanunla açıklığa kavuşmuştur. —ODTÜ’ye bağlı olarak faaliyet gösteren Gaziantep’teki fakülte ve okullardan oluşan Gaziantep Üniversitesi’nin 1987’de kurulması ile üniversite sayısı yirmi dokuza yükselmiştir. 34 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR —3 Temmuz 1992’de çıkarılan 3837 sayılı Kanunla, çoğu daha önce o illerde mevcut olan birimlerin nüve teşkil ettiği, 21 yeni üniversite ile 2 yüksek teknoloji enstitüsünün Afyon, Aydın, Balıkesir, Bolu, Çanakkale, Denizli, Hatay, Kars, Isparta, İzmir, Kahramanmaraş, Kırıkkale, Kocaeli, Kütahya, Manisa, Mersin, Muğla, Niğde, Sakarya, Şanlıurfa, Tokat ve Zonguldak illerimizde kurulması ile üniversite sayımız 53’e yükselmiştir. —1993’te Anadolu Üniversitesi’nin ikiye bölünmesi ile Eskişehir’deki ikinci üniversite olan Osmangazi Üniversitesi, 1994’te ülkemizin üçüncü vakıf üniversitesi olan Başkent Üniversitesi ile Fransızca eğitim yapan Galatasaray Üniversitesi kurulmuştur. —1996’da 5, 1997’de 8, 1998’de 2, 1999’da ise 2 vakıf üniversitesinin kurulması ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti arasında imzalanan anlaşmaya göre kurulması kararlaştırılan İstanbul Batı Üniversitesi ile ülkemizdeki yükseköğretim kurumu sayısı 74’e yükselmiştir. Bu kurumları 2001’de vakıflarca kurulan Yaşar, İstanbul Ticaret ve İzmir Ekonomi üniversiteleri izlemiştir. Bunlardan, İstanbul Batı, Okan, Ufuk ve Yaşar üniversiteleri henüz faaliyete geçmemiştir. —1994 ile 2007 yılları arasında kurulan ve faaliyete geçen 22 yeni vakıf üniversitesi (15’i İstanbul’da, dördü Ankara’da, ikisi İzmir’de, biri Mersin’de) ile üniversite ve yüksek teknoloji enstitülerinin sayısı 78’e ulaşmıştır. 1 Mart 2006 tarih ve 5467 sayılı yasayla 15 yeni devlet üniversitesi kurulması ile devlet üniversiteleri sayısı 68’e, toplam üniversite sayısı 93’e, üniversitesi bulunan il sayısı da 57’ye ulaşmıştır. Ayrıca, her ilimizde bir üniversiteye bağlı en az bir tane dört yıllık yükseköğretim kurumu, pek çok ilçemizde ise iki yıllık meslek yüksekokulu bulunmaktadır. Tablo 1: Yükseköğretim Kurumlarının Birim Sayıları (www.yok.gov.tr, 2006) Devlet Üniversiteleri Üniversite Fakülte Enstitü Yüksekokul MYO Toplam Sayısı Sayısı Sayısı Sayısı Sayısı Birim 1643 68 549 259 236 599 260 Vakıf Üniversiteleri 25 131 71 30 28 4702 Sayılı Kanunla Vakfa Bağlı Kurulan MYO’ları --- --- --- --- 5 5 Genel Toplam 93 680 330 266 632 1908 1981’den 2007’ye kadar geçen süreçte üniversitelerin öğretim elemanı ve öğrenci sayısı ise şöyledir: 35 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 Tablo 2: Yükseköğretim Kurumlarının Öğretim Elemanı ve Öğrenci Sayıları (www.yok.gov.tr, 2006) EğitimÖğretim Elemanı Sayısı Öğrenci Sayısı Öğretim Yılı 1923–1924 307 2.914 133.37 1981–1982 15.677 1 584.14 1988–1989 28.856 6 1.465.4 1997–1998 59.170 99 1.465.4 1998–1999 60.038 99 1.607.3 2001–2002 67.880 88 1.942.9 2004–2005 82.096 95 1.998.2 2005–2006 82.250 95 Tabloda da görüldüğü gibi eğitim-öğretim yıllarına göre öğretim elemanı ve öğrenci sayısı sürekli bir artış içerisindedir. Bu durumun nedenleri şöyle sıralanabilir: Öğretim elemanı ve öğrenci sayısındaki artışın başlıca nedeni olarak üniversite sayısındaki artış gösterilebilir. Üniversite sayısındaki artışın fakülte, enstitü ve bölüm sayılarındaki artışı beraberinde getireceği açıktır. Bu da öğretim elemanı ve öğrenci sayısının artmasına sebep olmaktadır. İşletme ve iktisat fakültelerinden oluşan “Açıköğretim” adı verilen programın kontenjan sayısının artırılması ve açıköğretimin yaygınlaşması diğer bir etkendir. Günümüzde program olarak açıköğretim, Türkiye’deki yükseköğrenim öğrencilerinin % 35’i gibi çok yüksek bir orana hizmet vermektedir. 1992 yılında çıkartılan “Yükseköğretim Kurumlarında İkili Öğretim Yapılması Hakkındaki 3843 Sayılı Yasa” ile mevcut fizikî sermayenin ve insan sermayesinin öğretimde daha etkin değerlendirilmesine gidilmiştir. Bu çerçevede aynı fizikî altyapı ve mekan kullanılarak, normal örgün öğretim bittikten sonraki saatlerde ikinci öğretim yapılmaktadır. İkinci öğretim programlarının üniversitelerde çoğalması öğrenci sayısının artmasına sebep olmuştur. 36 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR Meslek yüksekokullarına sınavsız geçişle öğrenci alınması da öğrenci sayısının artmasını sağlamıştır. Üniversite ve öğrenci sayılarındaki artış öğretim elemanı gereksinimini artırmıştır. Bu bağlamda öğretim elemanı kadroları artırılarak bunların yüksek lisans ve doktora öğrenimlerini gerek yurtiçi gerekse yurtdışında sürdürmelerine olanak sağlanmıştır. 37 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 Sonuç Tarihimizde ilk yükseköğretim kurumları olarak karşımıza medreseler çıkmaktadır. Türk tarihinde ilk medreselerin Karahanlılar devrinde yaptırıldığı kabul görmektedir. Medreselerde ağırlıklı olarak din ilimleri okutulmakla beraber zaman zaman fen bilimleri de okutulmuştur. Selçuklularda ve Osmanlılarda iyice kökleşen ve medreseler Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme dönemlerinde olumlu yönde devletin gelişimine etkide bulunurken; duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerinde devletin gelişimine ayak bağı olmuştur. Bu çerçevede askeri ve sivil okullardan sonra Batılı anlamda bir üniversite olan Darülfünun 1863’te açılabilmiştir. Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne yükseköğretim kurumu olarak Darülfünun kalmış ve 1933’teki düzenlemeyle Darülfünun üniversiteye çevrilmiştir. 1933’ten günümüze kadar gelen süreçte yükseköğretimimizde gerek nitelik gerekse nicelik açısından önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Cumhuriyet döneminde üniversitelerle ilgili reformlar yapılmaya devam edilmiş ve bu reformların en önemlisi olan 1981 reformuyla anayasal bir kuruluş olan Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kurularak yükseköğretimde birlik sağlanılmıştır. 1923–2006 yılları arasında üniversite sayısında büyük bir artış meydana gelerek üniversite sayımız 93’e ulaşmıştır. Üniversite sayısındaki artış, öğretim elemanı ve öğrenci sayısındaki artışı da beraberinde getirmiştir. Buna göre 2006 yılı itibariyle üniversitelerimizde 82.250 öğretim elemanı görev yapmakta ve 1.998.295 öğrenci öğrenim görmektedir. Üniversitelerimiz nitelik açısından da cumhuriyetten sonra büyük bir gelişim ve değişim içerisine girmiştir. Cumhuriyetten sonra üniversitelerimizin Batı’ya açılımı daha da hız kazanarak günümüzde Erasmus, Socrates, YÖK, MEB vb. burslarla öğrencilerimiz ve öğretim elemanlarımız gerek lisans gerekse lisansüstü düzeyde Avrupa’daki üniversitelere giderek öğrenim görebilmektedirler. Ayrıca yükseköğretim kurumlarımız çağın gerektirmiş olduğu nitelikler doğrultusunda (Bolonya süreci vb.) yapılanmasını sürdürmektedir. Kaynakça Akyüz, Y. (2001), Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, Alfa Yay. Ataünal, A. (1993), Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretimdeki Gelişmeler, Ankara, MEB Yay. Ataünal, A. (1998), Türkiye’de Yükseköğretim (1923-1998), Ankara, MEB Yay. 38 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR Baskan G. A. (2001), “Türkiye de Yükseköğretimin Gelişimi”, G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: 21, s. 21-32. Binbaşıoğlu, C. (1995), Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi, İstanbul, MEB Yay. Çapa, M. ve Çiçek, R. (2001), Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Trabzon, Serander Yay. Duman, T. (1999), 21. Yüzyılda Türk Milli Eğitimi, Ankara, Ocak Yay. Ergün, M. (1982), Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yay. No: 325. Güler, A. (1994), Türkiye’de Üniversite Reformları, Ankara, Adım Yay. Gürbüztürk, O. (1999), Türkiye’de Yükseköğretime Giriş Siteminin Analizi ve Alternatif Modeller, Erzurum, (Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi). Hatiboğlu, M. T. (1997), Yaşayan Üniversite ve Sorunları, Ankara, TÜMOD Yay. Hatiboğlu, M. T. (2000), Türkiye Üniversite Tarihi, Ankara, Selvi Yayınevi. Hirş, E. (1950), Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, Cilt:1, İstanbul, Ankara Üniversitesi Yay. No: 23. Kaptan, S. (1986), Türkiye’de Yükseköğretim Reformu ve İnsan Gücü Potansiyeli, Ankara. Katoğlu, M. (2000), “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Eğitim, Kültür, Sanat”, Çağdaş Türkiye Tarihi, Cilt: 4 (Editör: Sina Akşin), İstanbul, Cem Yayınevi. Kaya, Y. K. (1993), İnsan Yetiştirme Düzenimize Bir Bakış, Ankara, Set Ofset. Kocatürk, U. (1984), “Atatürk’ün Üniversite Reformu İle İlgili Notları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, I/1, (Kasım 1984). http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=44/12.04.2008. Köksoy, M. (1998), Yükseköğretimde Kalite ve Türk Yükseköğretimi İçin Öneriler, İstanbul, İstanbul Kültür Üniversitesi Yay. Özyılmaz, Ö. (2002), Osmanlı Medreselerinin Eğitim Programları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay. Saydam, A. (1999), Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Trabzon, Derya Kitabevi. Turan, O. (1999), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul, Boğaziçi Yay. Uzunçarşılı, İ. H. (1965), Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, TTK Yay. Vahapoğlu, M. H. (1997), Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar, İstanbul, MEB Yay. Widmann, H. (2000), Atatürk ve Üniversite Reformu, (Çev: A. Kazancıgil-S. Bozkurt), İstanbul, Kabalcı Yay. Yılmaz, M. S., (2001), “Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933)” Kastamonu Eğitim Dergisi, IX/1, (Mart 2001), s. 245-260. 39 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40 YÖK (1988), Kasım 1981-Kasım 1988 Döneminde Yükseköğretimdeki Gelişmeler, Ankara, YÖK Yay. YÖK (1999), Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, Ankara, YÖK Yay. YÖK (2004), Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, Ankara, YÖK Yay. YÖK (2005), Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, Ankara, YÖK Yay. YÖK (2006), Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi, Ankara, YÖK Yay. 1961 Anayasası. 1982 Anayasası. www.yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm/ 25.10.2006. www.yok.gov.tr/25.10.2006. 40 Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR EK 1: TÜRK YÜKSEKÖĞRETİM SİSTEMİ’NİN ORGANİZASYON ŞEMASI (YÖK, 2006) CUMHURBAŞKANI TBMM MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI YÜKSEKÖĞRETİM KURULU YÖK DENETLEME KURULU ÜNİVERSİTELERARASI KURUL BAŞKAN ÖSYM BAŞKANLIĞI ÜNİVERSİTE REKTÖR YÖNETİM KURULU SENATO MESLEK YÜKSEOKULU FAKÜLTE/YÜKSEKOKUL ENSTİTÜ DEKAN/MÜDÜR FAKÜLTE/YÜKSEOKUL KURULU YÖNETİM KURULU BÖLÜM BÖLÜM BAŞKANI ABD BAŞKANLARI KURULU BÖLÜM KURULU ANABİLİM DALI (ABD) 41 DİLTHEY’DA İNSANİ VE TARİHSEL OLANI ANLAMANIN ARACI OLARAK SANAT Mustafa CİHAN Özet / Abstract İnsanın önemli başarılarından biridir sanat. Sanatın ne anlama geldiği konusu ise, ilkçağdan günümüze kadar başta filozoflar olmak üzere pek çok kişinin ilgi alanı olmuştur. Çalışmamız Dilthey’ın sanat anlayışı üzerine yoğunlaşıyor. Ona göre sanat, yaşamı anlamanın bir aracıdır. Sanat, bir kültürü ve tarihi dönemi kavramada önemli bir insan başarısıdır. Bir döneme özgü tarihsel ve tinsel kavrayış sanat eserinde kendini gösterir. Anahtar Kelimeler: Dilthey, Sanat, Tarihsellik, Hermeneutik ART AS THE INSTRUMENT OF UNDERSTANDING THE HUMAN AND HISTORICAL IN DILTHEY Art is one of the significant accomplishments of human being. The matter of what the art is has been the main concern for many people, primarily the philosophers, since the ancient times. Dilthey, who is the main topic of our study, suggested his thoughts upon art. According to him, the art is a instrument for understanding the life. Art is a significant human accomplihment for understanding a culture and historical era. A historical and spiritual comprehension peculiar to an era makes itself clear and evident in artistic products. Key Words: Dilthey, Art, Historicism, Hermeneutics Bir insan başarısı olarak sanat, insan yaşamından asla ayrılamayan bir fenomen olarak karşımıza çıkar. Nitekim sanat ile insan yaşamı arasında her zaman için içten ve kopmaz bir bağ vardır. Bu bağ dolayısıyladır ki, insanla karşılaştığımız her yerde sanatla da karşılaşırız (Mengüşoğlu,1988: 207). Sanat, “bazı düşünce, duygu, özlem, amaç ve durumların ya da olayların, beceri ve düş gücü kullanılarak ifade edilmesine ya da başkalarına iletilmesine yönelik yaratıcı insan etkinliği olarak” (Bozkurt,1998: 45) tanımlanabilir. Ancak sanat ve sanat ürünleri, farklı zaman ve kültürlerde farklı biçimlerde değerlendirilmiştir. Sanat, içinden çıktığı kültür ve toplum için, her zaman yaşamsal bir anlam ve önem taşımıştır. Bu bağlamda sanat, hem inançları, korkuları ve arzuları cisimleştirme amacına hem de dini, ritüel ve eğlence amacına hizmet etmiştir (Warburton,2000: 167). İnsan, sadece fiziksel bir evrende değil, kültürel bir evrende de Yrd. Doç. Dr. Atatürk Üniversitesi, K.K.Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53 yaşar. Nitekim sanat, insanın bu kültürel evrenin önemli bir parçası olarak karşımıza çıkar. İnsan, sanat ve diğer ortaya koyduğu başarıları ile yaşamına yeni boyutlar ve anlamlar katar. İnsanın önemli bir başarısı olan sanatı, insanın öteki başarılarından (bilim, hukuk, siyaset, teknoloji vd.) kopmuş ve ayrılmış bir başarı olarak görmemek gerekir. Çünkü sanatın bu başarılarla da bir bağlantısı vardır. Ancak sanatın, kendine özgü durumlarından bahsetmek mümkündür: “sanat ürünleri biricik, tek ve özgün oldukları için doğal nesnelerden farklıdır.” (Bozkurt,1998: 45). Doğada hazır buluğumuz şeylerden farklı olarak sanat, insan tarafından yapılan bir etkinliktir (Arslan,1999: 205). Bir yapıp-etme ürünü olan sanatın ise, varlık alanı değişen bir varlık alanıdır. Çünkü insan yaşamı, sürekli bir değişim içerisindedir. Sanat da sürekli olarak değişen bu yaşamı göz önünde bulundurur. Bu nedenle insan yaşamını anlamada, sanatın yeri ve önemi büyüktür. Sanat, yaşamın her alanında, insanı, insanın istemesini, niyetlerini, görüş tarzını, insanın dünya ve doğa ile ilişkilerini dile getirir. Böylece sanatta kendini gösteren ve açığa çıkaran her zaman için yaşam ve insandır (Mengüşoğlu,1988: 204-205). Nitekim “sanatın gerçek konusu yaşamın ifadesidir; yaşam da güzelliğin tek ilkesi ve gerçek ölçüsüdür.” (Bozkurt,1998: 45). Ancak insan varlığının bir ifadesi olarak sanat, yaşamı ve onun değişmelerini olduğu gibi yansıtmaz. Diğer yandan insan dünyası, onun gerçekleştirdiği başarılarla değişiklikler geçirir. İnsanın bilgisi, deneyimi, değer ufku, teknik çevresi, sosyal formu, insanın içinde yaşadığı dünya olayları, karşılaştığı insanlar arası ilişkiler, kısaca “tarih dünyası” adını verdimiz her şey değişmektedir. Bu değişiklikler içinde yaşayan insan da doğal olarak değişir. Bu bağlamda sanat, insanın varlık alanı ve bununla ilgisi olan her şeyle uğraşır. İnsanın varlık alanı ise durumdan duruma, çağdan çağa, toplumdan topluma değişir. Benzer şekilde insanın yapıp-etmelerinden oluşan varlık alanı da değişmektedir. Bu nedenle her çağda ortaya konulan sanat yapıtları değişik özellikler göstermiştir. Örneğin, toplumların yaşamında kral, prens, soylu sınıf ya da askerlik ağır basıyorsa, o zaman sanat bunlarla ilgili problemleri işlemiştir (Mengüşoğlu,1988: 205-206). Buna göre, çağının bir nevi yorumu olan sanat, insanın yaşamını ve yaşadığı toplumu, anlamada önemli bir fenomen olarak karşımıza çıkar. Sanatın ne olduğu ve ne anlama geldiği sorusu ise, ilkçağdan günümüze kadar birçok filozof ve sanat kuramcısının ilgi alanını oluşturmuştur (Eren,2006: 7). Bu konuda verilen cevapların çeşitliliği ise oldukça dikkat çekicidir. Çalışmamızın konusunu oluşturan Dilthey’ın da sanatın ne anlama geldiği ve işlevinin ne olduğu konusunda düşünceleri olmuştur. İnsanı değişkenliği ve tarihselliği içinde ele alan ve bu bağlamda bir felsefe geliştiren Dilthey, insan yaşamını anlamada sanatın önemli bir araç olduğu konusu üzerine yoğunlaşır. Başka bir deyişle, Dilthey’da sanat, bir kültürü ve tarihi dönemi kavramada önemli bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan, insani ve tarihsel olanı anlamada sanatın önemi ve işlevi büyüktür. 42 Mustafa CİHAN Çok yönlü bir düşünür olan Dilthey’ın ilgileri geniş bir alana yayılmıştır. O, özellikle tarih konusu ile çok derinden ilgilenmiş, tarih ve biyografik konular üzerine çok yoğun çalışmalarda bulunmuştur. Bu nedenle birçok kişi tarafından Dilthey, bir filozof olmaktan ziyade bir tarihçi, bir kültür tarihçisi, bir felsefe tarihçisi ve bir sanat tarihçisi olarak da kabul edilmiştir (Özlem,1998: 72). Nitekim tarihe olan yoğun ilgisinin yanında Dilthey’ın sanata, güzel sanatlara ve özellikle şiire ve müziğe de ilgisi olmuştur. Fakat onun bu ilgisi, bir sanatçı ilgisinden daha çok, “sanat çalışmalarında ifade edilen içerikle ve bu içeriğin genel olarak insan tininin belli çağ ve kültürlerin kendini ortaya koyması olarak taşıdığı önemle ilgilidir.” (Özlem,1998: 73). Dilthey’ın sanata bakışının arka planında ise, onun insan, kültür ve tarihe ilişkin görüşleri önemli bir yer tutar. Çünkü düşünceleri arasında bir tutarlılık olan Dilthey, insanı bir bütün olarak kavramaya çalışır. Nitekim ona göre, yeniçağın başlangıcından itibaren insandan daha çok bilen bir varlık olarak söz edilmiştir. Oysa Dilthey’a göre, söz konusu bu yaklaşım, insanı psikolojik ve tarihsel kimliğinden uzaklaştıran ve onu bir akıl varlığı olarak gören bir anlayıştır. Oysa insan, salt bir akıl varlığı değildir (Özlem,1994: 135). Dilthey, insanın çok çeşitli güçlere sahip olduğunu kabul eder. Ancak o, “beni ilgilendiren, insanla tarihsel ve psikolojik açıdan uğraşmaktır.” (Dilthey,1999: 17-18) diyerek, insanın tarihsel ve psikolojik yönü üzerinde durmanın daha önemli olduğuna dikkat çekmiştir. Öte yandan Dilthey, “insanın total kimliğinden” bahseder. Ona göre, insanın akıl sahibi bir varlık olması da bu total kimlikten soyutlanan bir yön değildir. İnsanın sahip olduğu güçlerin çeşitliliği arasında kopmaz bir bağ vardır. Hatta bu güçler içinde insanın isteyen, hisseden, amaçlar koyan yanı, akıl sahibi bir varlık olma yanından da önce gelir (Özlem,1994: 135). Ayrıca Dilthey, “insanı yalnız düşünen ve hüküm veren bir varlık olarak değil, duyan, anlayan ve ardından yaşayan bir varlık olarak göz önünde tutar” (Birand,1998: 22) Buna göre Dilthey için, bizim gerçeklik hakkındaki tasarım ve bilgimizin en önemli yapı taşları, “kişisel yaşamın birliği, dış dünya, dışımızdaki bireyler, onların zaman içerisindeki yaşamları ve bu yaşamlarının birbirilerine karşılık etkileridir. İnsanın istek, duygu ve amaç koymaya dayalı gerçek yaşama süreci, işte ancak bu bütünlüğün çok çeşitliliği içerisinde kavranabilir.” (Dilthey,1999: 18). Böylece Dilthey’da insanı anlamanın yolu, insanın bu total kimliğini göz önünde bulundurmaktan geçer. Dilthey’a göre insanın total kimliği ve bütünlüğü ise, tarihsel olarak oluşan bir durumdur. Bu bütünlüğün kavranılmasında gözetilmesi gereken, “salt apriori bilgi olanağının kabulü değil, içinde bulunduğumuz konumlar toplamından çıkan bir gelişim tarihidir.” (Dilthey,1999: 19). Nitekim Dilthey, gerek insani varoluşun tarihselliğini vurgulaması gerekse de bu varoluşun yine tarihsel bir yaklaşımla kavranılabileceğine 43 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53 ilişkin tutumuyla “tarihselci ve hermeneutik” felsefenin önde gelen bir ismi olmuştur (Günay,2003: 191-192). İnsanın bütüncül oluşumunu, tarihsel gelişimi bağlamında ele alan Dilthey, bilgi sorunsalına da ancak tarihsel gelişmesi içindeki bu bütünlükten, insanın total kimliğinden hareketle açıklamaya çalışır (Özlem,1994: 136). Nitekim ona göre, bizim gerçeklik hakkındaki bilgimizin en önemli yapı taşları, “kişisel yaşam birliği, dış dünya, dışımızdaki bireyler, onların zaman içindeki yaşamları ve bu yaşamların birbirlerine karşılıklı etkileridir.” (Dilthey,1999: 18-19). Bu bağlamda Dilthey, “ben, her şeyden önce kendi bireyselliğimi, ancak başkalarıyla karşılaştığım zaman deneyliyorum” (Dilthey,1999: 85) diyerek, bireyin varoluşsal anlamını başkaları ile karşılaşmanın sağladığını vurgular. Dilthey’de birey, bu başkaları ile karşılaşmanın zamansal toplamı olarak tarihin bir ürünüdür (Özlem,1994: 136). Buna göre, Dilthey açısından yaşam bütünlüğü, bireyin başkaları ile olan ilişkilerinin bütününden başka bir şey değildir. Çünkü bireysel bilincimiz, başkaları ile bir arada olma ile edinilen bir şeydir (Özlem,1994: 137). Nitekim Dilthey’a göre, yapılan her eylem diğer insanları anlamayı gerektirir. Çünkü bir insan olarak mutluluğumuz, diğer zihinlerin durumlarını hissedebilmekten geçer (Dilthey,1996: 235). Öte yandan Dilthey’a göre insanlar her zaman, insanlara özgü inanç, eğilim, değer, norm, ide, kural, tasarım türünden şeylerin, yani yine yaşamlarının ürünleri olan bu şeylerin yönlendirdiği bir insani ilişkiler bütünü içindedir ve her şeye bu yaşamın içinden bakar. Böylece yaşamın kendisi, tarihsel olarak oluşan bir şeydir. İnsan ise bu tarihsellik içinde adeta bir tutuklu gibidir (Özlem,1986: 70). Dilthey, insani varoluşun bütünlüğünü kavramaya çalışır. Ancak bu bütünlüğü kavramada kullanılacak yöntem, doğa bilimlerinin yöntemi olamaz. Ona göre, “tarihseltoplumsal gerçekliği konu alan bilimlerin tümü “tin bilimleri” adını alır (Dilthey,1999: 24). Dilthey açısından tinsel dünya, “bir olgu dünyası, bir empirik gerçeklik alanı değil, bir anlam dünyasıdır. Yine tinsel dünya, yaşanılan benimsenen, kabullenilen ilke, değer, kural, norm, ide gibi tinsel öğeler ışığında görülebilecek olan insani-toplumsal etkinliklerin dünyasıdır.” (Özlem,1986: 73). İşte böyle bir dünya, doğal bir olgu gibi açıklamayı değil, öncelikle anlaşılmayı bekleyen bir dünyadır. Bu bakımdan tarihsel dünya, bireysel ve toplumsal yaşantıların dünyasıdır. Bu yaşantıların da, ancak bireysel ya da toplumsal planda benimsenmiş olan değer, ilke ve kural gibi şeylere göre yönlendiklerinden, tarihsel dünya ancak bunların anlaşılması yoluyla aydınlatılabilir (Özlem,1994: 140). Dilthey’a göre, her tarihsel dönem, kendi içinde bir bütündür. Buna göre, tarihsel dönem ya da çağlar, hiçbir zaman tam olarak birbirine geçişli değildirler. Tinsel bilimlerin hedefi ise, bu geçişli olmayan şeyin anlamına ulaşmaktır. Ancak her tarihsel çağ ya da dönem, tamamen kendi içine kapalı değildir. Her çağ ve dönem, kendisinden 44 Mustafa CİHAN önceki çağ ve dönemlerin bazı özelliklerini devralır, ama miras aldığı özelliklere yeni renkler kattığı gibi, kendiside, belki daha önceki çağ ve dönemlerde hiç bulunmayan özellikler üretir (Özlem,1986: 74). Bu yüzden her çağ ve dönemi kendi bütünlüğü içinde anlamak ve değerlendirmek gerekir. Öte yandan Dilthey’a açısından, tinsel bilimler ve özellikle de tarih, tüm tarihsel fenomenlerde yaşamaya geçmiş olan bazı temel ve taşıyıcı öğeler saptayabilir. Onun “yaşam kalıpları” adını verdiği bu temel öğelerin başında dil gelir. Çünkü dil, her tarihsel dönemde anlamların taşıyıcısı olmuştur. Başka bir deyişle dil, her tarihsel dönemin kendini dışa vurduğu ve nesnelleştiği ortamdır. Her tarihsel dönemde yaşamın belli değerleri içerilmiştir. Bir tarihsel döneme damgasını vuran değerler ise, o dönemin anlamlarının taşıyıcısı olarak dilde saptanabilir. Bu nedenle tinsel bilimlerin ana malzemesi, dilsel ürünler olarak yazılı yapıtlardır. Bu bağlamda yapabileceğimiz şey, geçmişi, dilsel ürünleri, yazılı yapıtların dilini yorumlayarak anlamakla sınırlıdır (Özlem,1994: 141). Bu düşüncesi ile Dilthey, tinsel bilimler için temel yöntem olarak hermeneutik’i önermektedir. Böylece Dilthey, hem konu hem de yöntem bakımından farklı olan tin bilimlerini temellendirmeye çalışırken, insana ve tarihe ilişkin bakışını da ortaya koymaktadır. Onun bu konulara bakış ise, bütün diğer düşüncelerinin temeli olmuştur. Nitekim Dilthey, sanata dair düşüncelerini, işte bu temelden hareketle ortaya koyar. Başka bir deyişle, Dilthey’da sanat, daha çok, hermeneutik ve tarihsel açıdan ele alınır (Owensby,1988: 501). İnsan, kendi düşünce ve çabasıyla yarattığı ve bir kez yarattıktan sonra, tekil insandan bağımsızlaşıp nesnelleşen simgesel yapılar olarak, ekonomik düzenleri, teknik ve teknoloji, hukuk, siyaset, ahlak, devlet tipleri ve sanat anlayışları, bilim paradigmaları, felsefe tipleri içinde, yani kendisinin oluşturduğu bir dünyada, “tarih ve kültür dünyası” içerisinde yaşar (Özlem,1999: 199). Buna göre, insan hakkında bilgi sahibi olmanın yolu, söz konusu bu dünyanın, yani insani ve tarihsel dünyanın anlaşılmasından geçer. Nitekim Dilthey açısından, insani-tarihsel dünyanın önemli bir öğesi olarak sanat, bu dünyayı anlamada önemli bir araçtır. O, bu konudaki düşüncelerini, “İnsan ve Tarih Dünyasında Tekilleşme ve Sanat” adlı yazısında geniş bir şekilde ortaya koymaktadır (Dilthey,1999: 31-70). Dilthey, bu yazısında sanat tarihçisi yönünü, fakat özellikle sanat eleştirisindeki başarısını sergilemiştir. Gerçekliğin bir tekiller yığını olduğunu bilip onun uygun bilgisine ancak tekilleştirme ile ulaşılabileceğini benimseyen bir yaklaşımda, insani-tarihsel dünya ancak kendi tekillik ve heterojenlikleri ile kavranabilecek bir alan olarak karşımıza çıkar (Özlem,1999: 106). Buna göre tekilleşme, “insana yeni bir bakış tarzı ve insanın kendisini ve dünyayı bu yeni bakış ile kavrayış şeklini…” (Dilthey,1999: 65) ifade eder. Bu bağlamda Dilthey, öncelikle, “tekilleşmenin sanat yoluyla ifadesi ve anlama” 45 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53 konusu üzerinde durur. Ona göre, insani-tarihsel dünya tekilleşme yoluyla tıpkı bir gövdeden çıkıp serpilen dallar gibi genişler ve bu konu ifade ve temsil sanatlarının en temel konusudur (Dilthey,1999: 31). Dilthey, söz konusu konuyu, sanatta taklit olayını eleştirerek açımlar. Ona göre, “hayvanlar âleminin ve bir kır manzarasının yapay yoldan ortaya konan taklitleri, bu ifade ve temsil sanatlarının sadece periferisine ait şeylerdir. Dolayısıyla bu taklitlerde yaşantı olarak tekilleşmiş ruhsal yaşam, sanatçının canlılık ve yaratma gücünün alt basamaklardan bir yansıtılışına konu olur.” (Dilthey,1999: 31). Böylece sanatçı, eserlerini ortaya koyarken, taklit boyutunda kalmamalı, kendine bir özgürlük alanı oluşturmalıdır. Benzer bir şekilde sanatta taklit olayına Cassirer’de bir takım eleştirilerde bulunmuştur. Ona göre, “eğer sanatın gerçek amacı öykünme ise, o zaman sanatçının üretici gücü olan kendiliğindenlik yapıcı bir etken olmaktan çok rahatsız edici bir etken olarak ortaya çıkar. Nesneleri kendi gerçek doğaları içinde betimleyecek yerde görünüşlerini bozar.” (Cassirer,1997: 168). Çünkü Cassirer açısından sanat, “insanı yaşamın ve nesnelerin objektif görüşüne götüren yollardan biri olup, gerçekliğin öykünülmesi değil, keşfidir.” (Arat,1977: 178). Bu nedenle taklit, sanatçı için bir amaç olmamalıdır. Sanatçı, taklidin ötesine geçip, yaşamı bir bütün olarak kavramaya ve keşfe çalışmalıdır. Sanatı yaşamı anlamanın bir aracı (organonu) olarak gören Dilthey’a göre, sanatın “insani-tarihsel dünya ve onun kendi içerisindeki tekilleşmesi üzerine ifadeye döktükleri şeyler, bu dünya üzerine yapılan herhangi bir bilimsel araştırmanın sonuçlarından sonra da, kendi bağımsız, estetik değerini korurlar…Bilimdeki hiçbir ilerleme, sanatçının yaşamın içeriğine üzerine ifade yoluyla ortaya koyduğu şeyle boy ölçüşemez. Sanat, yaşamı anlamanın organonudur.” (Dilthey,1999: 32). Dilthey’ın açısından yaşam, insanın diğer hayvanlarla paylaştığı biyolojik bir olgu olmayıp, insanların bütün ayırt edici karmaşıklığıyla tecrübe ettiği insan yaşamıdır (Rickmann,1967: 403-404). Buna göre Dilthey açısından sanat, yaşama deneyimine dayalıdır. Bu yolla elde edilen bilgi, deneyden hareketle soyutlama yoluyla elde edilen doğa hakkındaki bilgi ile tam bir karşıtlık içerisindedir. Sanatın yaşama deneyimine dayalı olması, malzemesini ve konu içeriğini bu yaşama deneyiminde bulması anlamına gelir. Nitekim sanat, gökyüzünü, cehennemi, tanrıları ve hayaletleri bile, ancak yaşama gerçekliğiyle bağlantılı bir şekilde ortaya koyar (Dilthey,1999: 32). Bu bağlamda Dilthey’da her yaşama deneyimi, bir bütün olan yaşamın bir fonksiyonu olarak görülür. Yaşama deneyimi ise, yapısal bir bütün olmasına rağmen, statik değildir (Dilthey,1985: 224-225). Dilthey, sanatın yaşama deneyimi içerisinde temellerini bulması gibi, benzer bir durumun bilim içinde geçerli olduğunu iddia eder. Nitekim bilim de yaşama deneyimi gibi, belirli bir çerçeve içerisinde, sanatsal erke ve sanatsal araçlara bağlıdır. Örneğin, 46 Mustafa CİHAN bir tarih yazımcısı, toplumsal konular üzerinde yazan bir yazar, siyaset düşünürü, ancak sanatsal erk ve araçlar sayesinde insan ve insani halleri canlandırabilir. Bu nedenle yaşama gerçekliğinin anlaşılması, sanatın ve bilimsel düşünüş tarzının birlikte oluşturdukları etki aracılığıyla gerçekleşir (Dilthey,1999: 32-33). Çünkü sahibi ve aynı zamanda parçası olduğumuz insan dünyası, yaşama deneyimi içerisinde, bize, sanat, tarih yazımcılığı ve soyut bilimler arcılığıyla hep yükselen bir bilinç sağlar. Hatta her birimizin yaşamı, kendi en derin ilgileri yönünde, ancak güzel sanatların, edebiyatın, tarih yazımcılığının ve bilimsel düşünmenin oluşturduğu bir atmosfer içerisinde kendini gerçekleştirebilir ve şekillendirebilir (Dilthey,1999: 33). O halde Dilthey’a göre, insani-tarihsel dünyanın içeriği, “türdeşlikler ve eşbiçimlilikler zemini üzerinde serpilip gelişen kendi tekilleşmesi içerisinde, sanatsal ifade ve temsil ile bilimsel kavrayış doğrultusunda bize verili olan yaşamın bizzat kendinden ayrılabilir, yalıtılabilir değildir.” (Dilthey,1999: 34). Dilthey açısından, tin bilimleri ile doğa bilimleri arasındaki ayrımda burada ortaya çıkar. O, tin bilimleri ile doğa bilimlerinin ayırımı konusunda önemli çabalar vermiş birisidir (Bknz, ayrıntı için: Özlem,1998: 94-97). Ona göre, tin bilimleri, doğa bilimlerinden farklı bir bilgi türü peşindedir. Doğa bilimlerinin konusuna karşıt olarak, tin bilimlerinin konusu insan tarafından meydana getirilir. Başka bir deyişle tin bilimlerinin konusu, “tamamen insani-tarihsel olan gerçekliklerdir.” (Dilthey,1999: 29-30). Bu bağlamda sanatı, insanitarihsel dünyayı ve bu konudaki tekilleşmeyi, insanların anlamasını sağlayan bir araç olarak değerlendiren Dilthey göre, insanlık, sanatta kendisini bulur. Yaşama hakkında olgunluğa, onun içerisinde ulaşır (Dilthey,1999: 34). Ancak Dilthey’ın sanatı, her bakımdan bilimle boy ölçüşebilir bir konumda görmediğini de ifade etmek gerekir (Philipson,1958: 73). Öte yandan Dilthey’dan farklı olarak Gadamer, tin bilimleri kuramını yeni ve daha geniş kapsamlı bir zemine, dilsel, ontolojik ve estetik bir zemine yerleştirmeye çalışmıştır. O, tarihsel geleneğin izini taşıyan kültürün kendisini ve bu kapsam içerisinde özel yeri bakımından sanatı temel deneyim alanı olarak görür (Özlem,1998: 118,127). Gademer, doğa bilimlerinin yöntemlerine tezat teşkil eden, sanat tecrübesinin karakteristik anlama tarzı üzerinde durur. Ona göre, bu anlama tarzının iki temel unsurundan bahsetmek mümkündür (Susan,1999: 132). Bunlardan birincisi, “estetik tecrübede anlama daima, anlaşılan başka bir şeyle ilişkide gerçekleşen kendinianlamadır ve estetik tecrübe daima, onu yaşayanları kendi hayat kontekstlerinin dışına çıkararak varoluşlarının bütünü ile yeniden ilişkiye sokar.” (Gadamer’den aktaran Susan,1999: 132). Dilthey’a göre, sanat, yaşantımızın dar çerçevesini alabildiğince genişletme işlevine sahiptir. Bu nedenle sanat, “yaşamın bizim duyusal/doğa bilimsel kavrayışımızdan daha güçlü bir kavrama potansiyeli içerisinde nasıl göründüğünü 47 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53 gösterir ve yaşamımızı özgül gündelik faaliyetlerimizin dar çerçevesinden daha öteye çeker, varoluş ufkumuzu genişletir.” (Dilthey,1999: 35). Bu demektir ki, sanat sayesinde biz, kendimizi yaşam karşısında daha bağımsız ve özgür bir konumda buluruz. Zira,“sanat, insanı özgürlüğe kavuşturan bir etkinliktir.” (Bozkurt,1998: 46). Burada Dilthey’ın sanat ile oyun arasında bir bağlantı kurduğu görülür. Sanat ile oyun arasındaki ilişkiyi daha önce Schiller de bahsetmiştir. Schiller’e göre, birbirine karşıt olan, insanın iki tür içtepisi’nden söz edilir. Bunlar maddeye bağlı içtepi ve şekil içtepisidir. Önemli olan bu iki zıt içtepiyi bir uyum haline sokmaktır. Bu da insanda var olan üçüncü bir içtepi ile yani oyun içtepisi ile olur. Oyun içtepisi ise, sanattan başka bir şey değildir (Schiller,1999:55-57). Çünkü Schiller’e göre, sanat ile oyun arasında bir takım benzerlikler vardır. Gerek sanat gerekse oyun her ikisi de insanı günlük korku ve baskılardan kurtarır ve özgürlük dünyasına götürür (Arslan,1999: 218). Böylece sanat bakımından oyun, “gündelik yaşamı ve onun bağımlılıklarını aşan bir sfere erişmenin ilk adımıdır. Oyun gündelik yaşamı ve onun içeriksel kaygılarını bilerek göz ardı edip onların üstüne yükselmeyi ve hoşlanmayı sağlar.” (Heinnemann,1997: 407). Dilthey, sanatı oyun olarak gören Schiller’e katıldığını belirtir ve bu konuda şunları söyler: “Sanatçının yarattığı dünya kendi içinde bağıntılı bir süreçtir; fakat bizim yaşamımızla hiçbir şekilde nedensel bağı yoktur. Bu yüzden sanatçı ile alımlayıcı arasındaki ilişki, Schiller’in doğru düşünmüş olduğu gibi bir oyun ilişkisidir.” (Dilthey,1999: 40). Dilthey’a göre, ciddiyet ve çalışma amaçlı yaşamımız bağlamında, çoğu kez katı kuralların mengenesi içindeyiz. Buna karşılık oyun, belirlenmiş psişik yaşamımızı serbest ve neşeli bir etkinlik içine sokar (Dilthey,1999: 40). Bu nedenle oyun, “yaşamın amaçlarına göre yönelen sert bağımlılıklar ağı içerisinde, bu sert bağımlılık ağından dolayı sık sık kendini sıkışıp daralmış halde yiyip duran ruhumuzun özgürleşmesidir.” (Dilthey,1999: 40-41). İnsanın bütün etkinliklerini ve bütün insani oluşumları tarihsel sürecin bir parçası (Rickmann, 1967: 405) olarak gören Dilthey, sanat ile tarih arasındaki ilişkiye de dikkat çeker. Çünkü Cassirer’in de ifade ettiği üzere, sanat ve tarih, insan doğası araştırmamızın en güçlü araçlarıdır. Bu iki bilgi kaynağı olmadan insana ilişkin bilgimiz eksiktir (Cassirer,1997:236). Bu nedenle Dilthey’a göre, “insan, sahip olduğu psişik potansiyeli, en üst düzeyde, ancak tarihsel konum ve durum içerisinde gerçekleştirebilen sanatsal yaratmada edimselleşebilir. Bu yüzden sanat, insanı ve yaşamı anlamanın organonudur.” (Dilthey, 1999: 35). Acaba böyle bir anlama nasıl gerçekleşir? Dilthey’a göre, her anlama bir yeniden üretmedir. Yeniden üretme sürecinde, iç deneyimden ve kişiye özel durumların yaşantısından hareket etmenin bir zorunluluğu vardır. Yaşamın gerçekleşmiş her anında ise psişik güçlerimizin tamamı aktif haldedir. Söz konusu yaşantı durumu, bizim kişiselliğimize ve içinde bulunduğumuz yaşama ortamına bağlıdır. Yaşantının bu özelliği diğer kişilerin yaşantılarını yeniden kendimizde üretme 48 Mustafa CİHAN sırasında tekrarlanır. Buna göre, anlamamızın sınırları, yeniden üretim yapacağımız yerdedir. Ancak yeniden üretme sürecinin öğeleri hiç de mantıksal işlemlerle birbirine bağlanamaz. Çünkü yeniden üretim, yeniden yaşamadır. Bu nedenle, yaşamanın, özellikle tarihsel-tinsel dünyanın kendisine salt mantıksal bir yaklaşımla nüfuz etmek mümkün değildir (Dilthey,1999: 36-37). Bu konunun çözümünde Dilthey, “empati” kavramına başvurur. Psikolojik açısından empati, “başkalarının düşünce duygularının ve bunların muhtemel anlamlarının objektif bir şekilde farkında olma; karşısındakinin duygu ve düşüncelerini temsili olarak yaşama” (Budak, 2000: 259) anlamlarına gelir. Dilthey için, diğer bireyleri anlamada empati kurma olayı önemli bir durum olarak karşımıza çıkar. Nitekim ona göre, “bir temel-ilksel fenomen olarak; başkalarının içinde bulundukları halleri, kendimizin içinde bulunduğu hallermiş gibi hissedebilmemize, empatiye, başkalarının sevinçlerine ve kederlerine ortak olabilmemize dayandırabiliriz.” (Dilthey,1999: 37). Böylece anlama, kendi varlığımızın subjektif sınırları dışına çıkmak ve kendi varlığımızı aşarak, başkalarına ait psişik durumları içten yaşamaktır. Burada yaşantının başarısı, kendi dışına çıkmak, kendi sınırlarını aşarak başkasına ulaşmaktır (Birand,1998: 49). Empati, diğer kişilere duyduğumuz, sevgi, sempati ve yakınlık derecesine göre değişir. Buna göre, anlama olayı bir dereceye kadar sempatiye bağlıdır. Sempati, “başkalarının, özellikle acılarını anlama, onların duygularını paylaşma yetisidir.” (Budak,2000: 664). Örneğin bize hiçbir zaman sempatik gelmeyen insanları kolay kolay anlayamayız. Buna karşılık bir tiyatroda oyun izlerken, artık sadece oyunu algılamayız, oyun kahramanlarının psişik hallerini yeniden yaşarız. Bu psişik hallere içten bir katılma hareketi ile olayı tekrar yaşarız. Buna göre, refleksiyon bu başkalarının psişik hallerine bu içten katılma hareketine öncelik edemez. Bu yüzden sanıldığının aksine, akıl ve zihinselliği empatinin önüne koymak, insanı ve tinsel yaşamı anlamak bakımından, çoğu kez engelleyicidir. Böylece, insani ve tinsel olan şeyler hakkında kesinliği, rasyonel yoldan değil, empati ve anlama yoluyla sağlayabiliriz (Dilthey,1999: 37-38). Yaşamın sadece rasyonel açıdan değerlendirilmesini eleştiren (Philipson,1958: 72) Dilthey’a göre, sanat eserleri hakkında yapılan biçimsel “açımlama ve yorumlama” yine sanatsal yoldan, bir yeniden üretici anlamanın ürünü olarak gerçekleşir. Zira “usta yorumcular usta sanatçılardır… Açımlama ve yorumlama, öncelikle objelere karşı içsel yakınlık, yatkınlık ve sempati sayesinde ancak yüksek bir olgunluk derecesine ulaşabilir.” (Dilthey,1999:38). Burada, analitik düşünmenin yapabileceği çok şey yoktur. Çünkü yorumlama, insanın zihinsel donanımıyla gerçekleştirdiği bir yeniden anlamadır. Bu bağlamda Hermeneutik bir bakış açısını tercih eden Dilthey için, kendini başkasının yerine koymayı mümkün kılan söz konusu içselleştirme hali, hermeneutiğin bütün kurallarının dayandığı temeli oluşturur. Bu kurallar sayesindedir ki, yaşantıyı esas 49 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53 alan bir yaklaşım biçimiyle çeşitli objeler karşısında tekil kalan belirlemeler yapma imkânı doğar. Böyle bir yaklaşım, geleneksel ve rasyonel etkenlerin ayıklanmasını sağlar. Böylece içsel yaşanmışlık halini ve yaşantıyı göz ardı edecek, hiçbir bilimsel süreçten bahsedilemez. Çünkü bilim (doğa bilimi) yaşamı önceleyemez, zira bilimin kendisi yaşamın bir ürünüdür (Dilthey,1999: 38-39). Burada Dilthey, tin bilimlerindeki durumun farklılığına dikkat çeker. Ona göre, “…tin bilimleri, nesnelerinin karşısına onları öncelediği düşünülen ilke, kural, teori ve yasalarla çıkan doğa bilimlerinin tersine, bu temel olgunun tam olarak bilincindedirler…” (Dilthey,1999: 39). Dilthey açısından, sanatsal yaratmada tipsel olanın önemi ve anlamı büyüktür. Sadece sanatta değil, bilimde de tipsel olanı görme önemlidir. Buna göre, sanatsal ve bilimsel kavrayış tarzları tipsel olanı görmede de karşılaşırlar. Tipsel olanı görme ise, bir formdur. Nitekim sanat eseri, özellikle şiir, insani ve tarihsel yaşam içindeki farklılıkların, derecelerin, yakınlık ve benzerliklerin tekerrürünü, tipsel olanı görme formu içinde yansıtır (Dilthey,1999: 41). Dilthey’da, bir grubun şu veya bu yönlerini vurgulamak amacıyla kullanılan tip kavramı, “bir sınıf içinde ön plana çıkmış ortak yönleri gösterir. Fakat bu ön plana çıkış zamana bağlı olarak değişir.” (Dilthey,1999:42). Bu bağlamda Dilthey, insani olan şeyleri bilinçli olarak kavramanın, tipsel yoldan ve zorunlu olduğunu belirtir. Ancak tipsel kavrayış sadece sanata özgü veya onun bir sonucu değildir. Aksine tipsel kavrayış, “her sanatsal yaratmada bile yaşam deneyiminden hareketle edinilmiş bir şey olarak kendini gösterir.” (Dilthey,1999: 42). Öte yandan Dilthey’da tin bilimleri ile doğa bilimlerinin ayrımında sanatın önemli bir yeri vardır (Taşdelen,2007: 118). Şöyle ki, “…sanat, insani-tinsel olanı anlamanın organonu olurken; tümelci ve rasyonalist yönüyle bilim, bizzat bu tümelciliği ve rasyonalizmi yüzünden, bu insani-tinsel olanı elden kaçırır.” (Dilthey,1999: 42) Bu bağlamda tekilci ve tipsel düşünme tarzını ön plana çıkaran Dilthey, sınıf kavramları ile tip kavramlarının bir ayrımını yapar. Ona göre, “sınıf kavramları tümelci ve zamandışıcı…. bir kavram oluşturma yöntemiyle teşkil edilirler. Buna karşılık tip kavramları, tekilci ve zaman-içici… bir kavram oluşturma yöntemi ile elde edilir. Bu yüzden insanitarihsel dünyaya özgü bir şey olarak tekilleşme, ancak tip kavramı ile kavranabilir.” (Dilthey,1999: 43). Tümelci ve zaman-dışıcı bir yöntemi benimseyen doğa bilimlerinde, tekillik ve buna bağlı olarak tipselliğin gösterilmesine imkân yoktur. Buna karşılık, sanat, “tekil ve tipsel olanın peşindedir ve o kişilerde, hallerde, ilişkilerde ve kaderlerde tipsel olanı ifade ve temsil etmeyi başardığı ölçüde insani-tarihsel yaşamdaki tekilleşmenin kavranılmasında model olur.” (Dilthey,1999: 43). Bunun yanı sıra, “bilimin, yaşam gerçekliğini ve hatta ondaki tekilleşmeyi bile, karşıtlıkçı, sınıflandırıcıbölümleyici tasvir etme ve açıklama yöntemi, en yüksek örneğini ifade ve temsil edici sanatta bulduğumuz, belirli sayıda kişinin ilgi ve yönelimleri aracılığıyla tüm yaşam 50 Mustafa CİHAN gerçekliklerini ifade ve temsil etme yöntemi karşılık gelir.” (Dilthey,1999: 44). Böylece bir sanatçının büyüklüğü, tipselliği yakalayabilmesinde ortaya çıkar. Dilthey açısından, yaşam üzerine yapılan bütün düşünümler, saf bilen bir zihnin değil, fakat belirli bir yerde, belirli bir zamanda yaşayan, koşullar tarafından belirlenip, etrafındaki görüş ve kanaatlerden etkilenmiş ve çağların ufukları tarafından sınırlanmış belirli bireylerin eseridir (Rickmann,1967: 404). Bu nedenle, bir sanat eserinde karşılaştığımız figür ve süreçler, en derin temel ve kaynaklarını tarihsel formlar içerisinde bulmak zorundadır. Zira sanatçının tekniğindeki farklılıklar, ancak bu en derin temelden sonra ortaya çıkabilir (Dilthey,1999: 44). Diğer yandan, bir sanat eserinde ifade edilen içeriğin, bir kültürü ve tarihi dönemi kavramada önemli bir rolü olduğunu (Özlem,1998: 73) belirten Dilthey açısından, tekilleşmenin ifade edilmesi olan sanatın, tarihsel süreç içerisinde ön plana çıkan ayrımları söz konusudur. Başka bir deyişle, tekilleşmenin ifade edilişinin büyük çağları vardır. Bu bağlamda bir sanatçının yaşadığı dönemden etkilenmemesi imkânsızdır. Nitekim sanat tarihinde, sanatçının toplumu, toplumun da sanatçıyı dışladığı çok görülmüş bir durum değildir. Her sanatçı kaçınılmaz biçimde kendi toplumunun damgasını taşımıştır (Bozkurt,1998: 48). Schiller’in ifadesi ile “sanatçı zamanının çocuğudur.” (Schiller,1999: 38). Bu bağlamda Dilthey, Avrupa edebiyatı ile sınırlı kalarak, tekilleşmenin ifade edilişinin büyük çağları üzerinde durur. Çünkü “Avrupa edebiyatının tarihindeki büyük çağlar, aynı zamanda genel insan doğasının tekilleşmesine ilişkin şiirsel-edebi kavrayışın kesitleridir.” (Dilthey,1999: 47). Dilthey’ın bu konuda verdiği kesitlerin tamamını burada ele almak konumuzun sınırlarını aşmak olacağından, bu konuda sadece Shakespeare’in “Rönesans ve Reformasyon’un kesişme noktasında gerçekleştirdiği tekilleşme” örneği üzerinde duracağız. (Diğer dönemler için bknz. Dilthey,1999:47-70). Dilthey’a göre, Shakespeare, eserleri ile çağının toplumsal ve kültürel özelliklerini yansıtır. O, çağının yön verdiği bir atmosfer içinde eserlerini ortaya koymuştur. Shakespeare, “Rönesansın ideleri kadar Protestanlığın idelerinin de etkisindeydi. Ve onun en güçlü, benzersiz yaşam ve dünya deneyimi ve duygusu buralardan serpilip gelişti” (Dilthey,1999: 55). Bununla birlikte Dilthey için, Shakespeare’in eserleri, kendi döneminin tinini yansıtırlar. Bu dönem ise, doğa bilimlerinin ve mekanizmin doğuş ve yükseliş içerisinde olduğu bir dönemidir. Bu nedenle Shakespeare, “yaşadığı dönemin doğa’nın ve insan doğası’nın bilimselmekanist tavırla ve tarihsellikten bihaber bir şekilde ele alan tavrını edebiyatta sürdürür.” (Dilthey,1999: 57). Böylece Shakespeare,’in insan doğasını, tarihsellikten uzak bir şekilde ele alması onu, insanın değişmez bir doğasının olduğu düşüncesine götürür. Bu düşünce ise, Dilthey’in çok onaylayacağı bir düşünce değildir. Çünkü tarihselliği, insanın ayırt edici bir özelliği olarak gören Dilthey açısından, insanın değişmez bir doğasından bahsedilemez. Böylece Shakespeare’de “zamana-özgülük 51 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53 denen şeye rastlanmaz, onda rastladığımız şey, her-zamanlılık”tır (Dilthey,1999: 57). Kısaca Dilthey’a göre, Shakespeare eserlerinde, döneminin etkisinde kalarak, tarihsellikten uzak, doğa bilimlerinin etkisi altında insan doğasına ilişkin bir kavrayışta bulunmuştur (Bknz. ayrıntı için: Taşdelen,2007: 115-127). Öte yandan, şiir sanatını, yaşamın bir dışavurumu ve betimlemesi olarak (Dİlthey,1985: 237) değerlendiren Dilthey göre, Shakespeare’ın aksine, gerçek bir tarihsel karakter yaratan kişi Schiller olmuştur. Onda tarihsel dünyaya karşı güçlü bir ilgi vardır. Dilthey açısından, Schiller’in kişiliğinin büyüklüğü, “…sahip olduğu büyük hayal gücüyle, sadece kişilerle değil, hatta daha çok bu kişileri aşan, onları çevreleyen ortamların, tarihsel-toplumsal koşulların, kişilerin bu ortama ve koşullar içerisinde kendilerini genel hedeflere adayışlarının …tasvirindeki derinleşmede yatar.” (Dilthey,1999: 67). Buna göre, Schiller’in tarih konusuna ilgisi Shakespeare’dan daha fazla olmuştur. Zira Schiller’in tarihsel kişileri gerçekten tarihsel kişilerdir, daha da önemlisi kişiler tarihsellikleriyle kaşımıza çıkar. İlk defa Schiller, gerçek bir tarihsel karakteri karşımıza şiir diliyle çıkaran şair olmuştur. O, bu konuda en olgun örneğini Wallenstein adlı tarihsel bir karakterde ortaya koymuştur (Bknz. Dilthey,1999: 68). Dilthey’a göre sanatçı, özellikle şair, sahip olduğumuz psişik güçlerin totalitesinde yola çıkarak gerçekliğe yönelir. Ancak, şair, gerçekliği ya idealize edebilir ya da aynı gerçekliği maddileştirebilir. Hatta deformasyona bile uğratabilir. Bunları da farklı dönemlerde farklı kavrayış tarzları altında yapar. Bunlar sanatçının (şairin) yaratıcılığının koşulları ve ortamıdır. Bunların ötesinde herhangi bir koşul ve ortamdan bahsedilemez. Çünkü her yaratma tarihseldir ve tarihe içeriktir (Dilthey,1999: 69). Sonuç olarak, Dilthey sanatı, insani ve tarihsel dünyayı ve bu dünyadaki tekilleşmeyi anlamanın bir aracı (organonu) olarak değerlendirmektedir. O, bir insan başarısı olan sanatı, bir kültürü ve tarihi dönemi kavramada önemli bir unsur olarak görmektedir. İnsani varoluşun bütünlüğünü kavramaya çalışan Dilthey, bu bütünlüğü kavrama da sanatın önemli bir işlevi olduğunu kabul eder. Nitekim sanat sayesinde insan, kendini yaşam karşısında daha bağımsız ve özgür hisseder. Tin bilimleri ile doğa bilimleri ayırımında sanatın önemli bir yeri olduğunu da kabul eden Dilthey açısından sanat, yaşama deneyimine dayalıdır. Çünkü sanat, malzemesini ve konu içeriğini bu yaşama deneyiminde bulur. Öte yandan Dilthey’a göre, tarihsellik içerisinde tutuklu olan insan, ancak bu tarihsel konum ve durum içerisinde sanatsal eylemlerini gerçekleştirebilir. Bu nedenle, sanatın tarihsel süreç içerisinde ön plana çıkan ayrımları ve dönemleri olmuştur. Nitekim her sanatçı da yaşadığı dönem ve çağdan kendisini soyutlayamamıştır. Kısaca Dilthey’a göre, bir döneme özgü tarihsel ve tinsel kavrayış sanat eserinde kendini gösterir. Buna göre, insan sanat sayesinde kendisini bulur ve yaşama dair olgunluğa onun içerisinde ulaşır. 52 Mustafa CİHAN Kaynaklar Arat, Necla (1977). E. Cassirer ve S. K Langer’da Sembolik Form Olarak Sanat, Ed. Fak. Basımevi, İstanbul. Arslan, Ahmet (1999). Felsefeye Giriş, Vadi Yay., Ankara. Birand, Kamıran (1998). Kamıran Birand Külliyatı: 1.Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama, Akçağ Yay., Ankara. Bozkurt, Nejat (1998/3). “Sanatlar toplumları dönüştürebilir mi”, Felsefelogos, Sayı: 4, Bulut Yay., İstanbul. Budak, Selçuk (2000). Psikoloji Sözlüğü, Bilim Sanat Yay., Ankara. Cassirer, E. (1997). İnsan Üstüne Bir Deneme, çev. Necla Arat, YKY., İstanbul. Dilthey, Wilhelm (1996). Hermeneutics and the Study of History, Ed. R. A. Makkeel, F. Rodi, Princeton Univesity Press. Dilthey, Wilhelm (1985.) Poetry and Experience, Selected Works, Vol. 5, Ed. R. A. Makkreel, F. Rodi, Princeton Universty Press. Dilthey, Wilhelm (1999). Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Türkçesi: D. Özlem, Paradigma, İstanbul. Eren, Işık (2006). Sanat ve Bilim İlişkisi, Asa Kitabevi, Bursa. Günay, Mustafa (2003). Felsefe Tarihinde İnsan Sorunu, İlya, İzmir. Heinnemann, Fritz (1997) “Estetik”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, çev. D. Özlem, İnkılap Kitabevi, İstanbul. Mengüşoğlu, Takiyettin (1988). İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul. Owensby, Jacob (1988). “Dilthey and Historicity of Poetic Expression”, The Journal of Art Cristicism, Vol: 40, No: 4, pp. 501-507. Özlem, Doğan (1986). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul. Özlem, Doğan (1994). Tarih Felsefesi, Anahtar Kitaplar, İstanbul. Özlem, Doğan (1998). Bilim, Tarih ve Yorum, İnkılap, İstanbul. Özlem, Doğan (1999). Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci, İnkılap, İstanbul. Philipson, Morris (1958). “Dilthey on Art”, The journal of Aestheticis and Art Criticism, Vol: 17, No: 1, pp. 72-76. Rickmann, H. P. (1967). “Wilhelm Dilthey”, The Encyclopedia of Philosophy, Ed. P. Edwards, Vol: 2, New York. Schiller, Friedrich Von (1999). Estetik Üzerine, Türkçesi M. Özgü, Kaknüs, İstanbul. Susan, Hekman (1999). Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev. H.Arsdlan-B. Balkız, Paradigma, İstanbul. Taşdelen, Demet Kurtoğlu (2007). “Dilthey’ın İnsani-Tinsel Dünyada Shakespeare’i Konumlandırması ve Unutulan Tarihselliği Oluşturma Çabasına Bir Örnek Olarak Macbeth”, Kaygı, Sayı: 8, Bursa. Warburton, Nigel (2000). Felsefeye Giriş, çev. Ahmet Cevizci, Paradigma, İstanbul. 53 FELSEFENİN MEŞRULUK SORUNU ÜZERİNE Bülent SÖNMEZ Özet / Abstract Felsefenin sürekli bir meşruluk krizi yaşadığı söylenmektedir. Bu yaklaşım biçimi ne kadar doğrudur? Felsefenin bir meşruluk sorunu yaşadığı söylenebilir mi? Çoğumuz bunun böyle olduğunu kabul ederiz elbette. Felsefeci denildiğinde sürekli aykırı fikirlerin ve topluma ters düşen yaklaşımların sahibi kimi tuhaf adamlar gelir akla. Felsefe neden bir meşruluk krizi yaşamaktadır? Bizce felsefe için böyle bir krizden söz etmek çok yerinde bir yaklaşım değildir. Tarihi çatışmacı bir anlayışla ele alanlar insanlar arası her fikirsel ayrılığı da bir çatışma olarak algılamaktadırlar. Felsefeyi kimi kere dinle kimi kere yönetimle çatıştırmaktadırlar. Oysa felsefe eşyanın hakikatine varma çabası olması sebebiyle bir uyumu, bir dengeyi, bir bütünlüğü aramaktadır. Felsefe-din, ya da felsefe-siyasi iktidar çatışması olarak öne çıkarılan şey, eski ile yeninin, doğru ile yanlışın olağan çatışmalarıdır. Siyasi iktidarla çoğu kere peygamberler ve dava önderleri de çatışmışlardır. Felsefeyi bir çatışma yaklaşımı olarak göstermeye kalkışmak ve felsefeciyi toplumdan ayrı ve aykırı tavırların sahibi insan gibi göstermeye çalışmak çok önemli bir yanlışlık olarak durmaktadır önümüzde. Anahtar Kelimeler: Felsefe, Filozof, Sokrates, Ateizm, Pozitivizm, Felsefenin Meşruluğu, Akademisyen, Felsefenin Krizi, Felsefe Karşıtlığı, Felsefe ve Din, Felsefe ve Bilim DOES PHILOSOPHY HAVE A MATTER OF LEGALITY “Does philosophy have a matter of legality? Many say so. There are many activities considered harmful in the history. This, sometimes is religion and it is science and philosophy at times. From this aspect we should discuss the matter, in case of the legality crisis of philosophy, together with the man’s view of the modernity as well as the character of the ones saying: “I’m a philosopher.” and their practice. We should put here the difference between anti-philosopher and philosophy. It is clear that the approach claiming that “every philosopher is right and every society where he lived is wrong” has harmed both to philosophy and the ones needing it. If philosophy has a matter of crisis in every age, does it not mean that it has a problematic field? For sure, the area of interest of philosophy is problematic. Nevertheless this problem comes from the man not philosophy. Human life field is problematic as well. Life is a process of problem-solving isn’t it? Does the philosophy made in this process not appear as religion and science? Are the field of science and religion not problematic as well? How much problematic the philosophy is not less than the religion and science. So we have to study the reason of opposing to Philosophy in a framework of a philosophical aspect.” Key Words: Philosophy, Socrates, Atheism, Positivism, Legality of philosophy, Academician, Crisis of Philosophy, Opposite to Philosophy, Philosophy and Religion, Philosophy and Science. Yrd. Doç. Dr. Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69 Giriş “Felsefe sürekli bir meşruluk krizi içinde bulunmaktadır. Bizzat araştırmamış olan hiç kimse, saf düşüncenin ne olması gerektiğini henüz anlayabilmiş değildir.”1 Zihni arındırma çabası olarak değerlendirdiğimiz felsefenin, bu tabiri duyanların çoğunda zihin bulanıklığı tarzında bir çağrışım oluşturmasının sebebi ne olabilir? Fazla derine dalmak iyi değildir anlamında bir çekince de konulmaktadır felsefeye. Felsefe derinlere dalmak mıdır? Felsefe anlamsız ve boş şeylerle uğraşmak mıdır? Felsefe gereksiz polemikler; entelektüel gevezelikler yapmak mıdır? Elbette felsefe tabiri bizde bu tarz çağrışımlar yapmamaktadır. Felsefe bilgelik sevgisi olması dolayısıyla eşyanın künhüne varma çabasıdır. Bu anlamda derinlere dalmaktır çoğu kez. Bir tür dalgıçlıktır felsefeyle uğraşmak. Dalgıçların derdi ise derinlere dalmaktır. İnci ve mercan gibi değerli şeyler derinlerde bulunmaktadır çünkü. Belki risklidir, tehlikelidir ama sonuçta önemli kazanımlar bulunmaktadır. Bu yüzden derinlere dalmaktan korkanlar, yüzeyin çerçöpü ve aslı olmayan köpükleri ile uğraşmak durumunda kalacaklardır. Felsefe yapmak korkakların işi değildir bu yüzden. Yüzeylerde dolaşmak belki zahmetsizdir, risksizdir ancak inci ve mercan peşinde koşanlar derinlere dalmayı da göze alma yürekliliğinde olmalıdırlar. Platonun dediği gibi “Korkak ve aşağılık bir yaradılış gerçek felsefeye erişemez"2 Peki, acaba felsefe neden bir meşruiyet sorunu yaşamaktadır? Böyle bir sorunun mahiyeti nedir? Yukarıdaki epigrafta ve daha birçok yazıda hep felsefenin bir meşruluk krizi içinde olduğu vurgulanmaktadır. Felsefenin boynuna adeta bir yafta olarak asılan “sakıncalı” yargısını felsefeyi savunanlarımız bile bir meşruiyet krizi olarak ele alma eğilimindedirler. Felsefenin bir meşruluk sorunu yaşadığı söylenebilir mi? Çoğumuz bunun böyle olduğunu kabul ederiz. Felsefeci denildiğinde akla, sürekli aykırı fikirlerin ve topluma ters düşen yaklaşımların sahibi kimi tuhaf adamlar gelir. Bu durumda felsefe hep marjinalliğin, aykırılığın, muhalifliğin ve absürdlüğün yansıması olarak öne çıkarılır. Bu böyle midir acaba? Düşünce tarihine göz attığımızda birkaç uç örnek dışında bu yargıyı besleyecek verilere rastlamak çok zor görünüyor. Bu yaklaşımı benimseyenlerin felsefi duruş 1 2 56 Lokman Çilingir, Niçin Felsefe?, Ankara 2003, s. 25, (Rüdiger BUBNER, “Felsefe Ne yapabilir, ne yapmalıdır, neyi umabilir?” adlı makaleden). Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, İstanbul 1995, s. 14. Bülent SÖNMEZ noktasında önemli açmazları olduğunu düşünüyoruz. Çoğu kere ideolojik, tarihsel değerlendirmeler sebep oluyor buna. Tarihi “ilerlemeci” ve “sınıfsal çatışmacı” anlayışlarla okuyanların meseleyi bu şekilde ortaya koymaları kaçınılmazdır. Mesele bu durumda felsefi bir tutumla değil ideolojik bir tutumla ele alınmakta; felsefenin meşruluk krizi değerlendirmesi de felsefi bir değerlendirme değil, tamamen ideolojik bir değerlendirme olmaktadır. Bu yaklaşımlar felsefeyi ya yönetimle, ya da dinle çatıştırmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında bu yaklaşıma sahip olanlar için her yönetim ve her din kötü, felsefe iyidir. Peki o zaman peygamberlerin ve bir çok dava adamının yönetimle çatışmasını nasıl değerlendirmeliyiz? Orada da mı bir felsefe-din çatışması bulunmaktadır? Bu yaklaşım felsefenin meşruluk krizini ortaya koyabilir mi? Kaldı ki filozofların dinle çatıştıkları savı da tamamen ideolojik, tamamen temelsiz bir yargıdır. Sokrates’e “İlahi Sokrat” denmesi anlamlıdır. Sokrates ilahi bir elçi olarak görülüyordu kimilerinin gözünde. Hatta ilk çağda filozof olarak bilinen kimi insanların Tevhitçi (Tanrının birliğine inanan) olduklarını biliyoruz3 İlkçağ filozoflarının birçok kavramını dinsel anlayışlardan devşirdiklerini de biliyoruz Ahlaka ilişkin temel kavramlar elbette toplumda geleneksel olarak varolan dinden tevarüs etmiş kavramlar idi. Platon ve Aristoteles’in ahlak felsefesinde öne çıkardıkları “erdem” kavramı buna örnek verilebilir.4 Felsefeci ve düşünce adamını toplumdan ayrı bir yere oturtarak onu toplumla ve toplumun değerleriyle sürekli çatışan kişi olarak görmek ve göstermek seçkinci bir yaklaşım olarak anlaşılmalıdır büyük ölçüde. Bu anlayış, filozofu sürekli bulunduğu toplumla çatışan kişi gibi göstererek toplumun hep ve her zaman yanlış üzere olduğu gibi bir yargıdan beslenmektedir. Yani insanlık tarihini hep bağnazlığın egemen olduğu bir tarih, insan topluluklarının hepsi bağnaz ve filozofları da aykırı düşünceler ortaya koydukları için hep aykırı, uçta ve muhalif olarak yansıtmak ne derece sağlıklı bir yaklaşım biçimidir? Bu yaklaşım biçimini ısrarla gündemde tutmak isteyenler Sokrates’in ölüme mahkûm edilişini önemli bir delil olarak öne sürmektedirler. Oysa iktidar tarafından dışlanan filozoflar olduğu gibi iktidarın nimetlerinden alabildiğine istifade eden filozoflar da olmuştur. Sokrates’in idamının da felsefe ve aydınlanma düşmanlığıyla temellendirilmesi yanlıştır. Çünkü sadece Sokrates idam edilmemiştir düşündüklerinden dolayı. İnsanların kendilerine benzemeyenlere 3 4 “Tanrılar ve insanlar arasında bir tek yüksek tanrı vardır. O ne beden, ne de düşünce olarak ölümlülere benzer... O tamamıyla görür, tamamıyla düşünür, tamamıyla işitir. Fakat hiç yorulmadan onun düşüncesi her şeyi yönetir. O hareketsiz, daima aynı halde kalır. Başka yere gitmek Ona yakışmaz. Ölümlüler Tanrıların kendileri gibi doğmuş olduklarını kendikilere benzeyen duyuları sesleri bedenleri olduğunu sanırlar.” Xsanaphon, bkz. Gökberk Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul 1996, s. 27. Bkz. Aristoteles, Nikhamakhosa Etik, çev. Saffet Babür, Ankara 1998, Platon, Menon, Ankara 1987, Ayrıca bu konuda B. Russel Felsefe Tarihinde önemli tespitlerde bulunmaktadır. 57 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69 yaptıklarını insanlık tarihi uzun uzun anlatmaktadır. Bu yaklaşımın da felsefenin meşruiyet krizi ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Ölüme mahkûm edilerek öldürülen birçok dava adamı vardır tarih içinde. İsa peygamberin çarmıha gerilişini hatırlayalım. Kimi peygamberlerin ve köleciliğe baş kaldıranların kanlarının döküldüğünü; bu vesileyle bir biçimde yok edildiğini hatırlayalım. Sokrates’in yönetim tarafından cezalandırılmasını felsefenin meşruluk krizi olarak göstermek felsefeyi marjinalleştirmeye hizmet edecektir sadece. Ayrıca eğer felsefe her toplumda sakıncalı görünüyorsa bu, felsefenin aslında problemli bir alan olduğunu ortaya koymaz mı? Elbette felsefenin ilgi alanı problemli bir alandır. Bu problem felsefenin kendisinden değil insandan kaynaklanmaktadır. İnsanın yaşamsal alanları zaten problemlidir. Hayat bir problem çözme süreci değil midir? İnsanın problem çözme sürecinde ürettikleri felsefe, din ve bilim olarak öne çıkmaz mı? Bilimin ve dinin alanı da problemli değil midir? Felsefe ne kadar problemliyse din ve bilim de o kadar problemlidir. 1-Felsefe/Din, Akıl/Vahiy, Din/Bilim Çatışması’nın Mahiyeti Akıl kavramı problemli bir kavramdır. Akla “içimizdeki peygamber” diyenler olduğu gibi aklı salt gerçekliğe ve faydalıya dayalı olarak çalışan bir zihinsel mekanizma olarak ele alanlar da olmuştur. Akıl vahiy çatışmasının özünde bilgi anlayışı bulunmaktadır. “Bilgimizin kaynağı nedir?” sorusu burada temel sorudur. Bilgi “suje obje ilişkisi” olarak ele alındığında bilginin oluşması için suje ve objeye ihtiyaç vardır. Suje insan olduğuna göre bilginin oluşması için obje gereklidir. Bilimsel bilgi obje ile ilgilidir. Din’in(dinlerin) ortaya koyduğu (genel anlamda) Tanrı Obje olmadığı için bu noktada bilgi sahibi olmamız mümkün değildir. Bilgi sahibi olmadığımız konuda bir çatışma yaşamamız da mümkün değildir. O zaman çatışma ya “obje dışında varlık yoktur; bulunmamaktadır” ya da “oje dışında da varlıklar vardır; bulunmaktadır” arasında olacaktır. Bunun Bilim ve Din çatışması ile ilgisi bulunmamaktadır. Felsefe metafizik ile ilgilidir. Metafizik ise görünenle değil görünenin arkasındaki görünmeyenle ilgilenmektedir. Bu anlamda Felsefe yapmak da bilim yapmak değildir. Felsefe görünenle değil görüneni yönetenle ilgilenmekte; görünenin arkasındaki şeyi aramaktadır. O zaman eğer bir çatışmadan söz edeceksek pozitivistmateryalist anlayışla, idealist anlayış arasındaki çatışmadan söz edebiliriz. Bunun felsefe din çatışması ile alakası bulunmamaktadır. Kaldı ki çoğu kere bilim diye sunulan birçok teori bulunmaktadır. Bu teorilerin ışığında dini ya da felsefeyi değerlendirmek yanlıştır. Hegel’i din felsefesi yapmaya iten temel itki buydu zaten; Dini anlamaya çalışmak ve dinsel alanın ne türden bir alan olduğunu açığa kavuşturmak. 58 Bülent SÖNMEZ Bilgiyi sadece faydalılığa ve gerçekliğe indirdiğimizde bu noktada bütün bir kültürel öğeleri akıldışı sayıp mahkûm etmemiz gerekecektir. Bu da klasik pozitivizmin temel anlayışıdır. Bu yüzden Kant Ahlak için Pratik akıl demiştir. Pratik akıla biz ahlaki akıl da diyebiliriz ki bu akıl teorik akılın dışında bir başka alana ait akıldır. Aydınlanma dönemi ile beliren akıl tanımı ahlaksal eylemleri anlamlandıramadığından dışlıyor ve onu anlamsız hatta saçma görüyordu. Akıl sadece Ratio’ya hapsedilmişti. Ratio ise hesaplamak anlamına gelen matematiksel bir akla işaret ediyordu. Biz buna matematiksel akıl da diyebiliriz. Aklın anlamının daraltılması “aydınlanma” ile gerçekleşmiştir. Aydınlanma derken “XVII. yüzyılın 2. yarısında başlayıp XIX. yüzyılın ilk yarısına dek uzanan ve her alanda aklı (ratio) temel alan” dönemi kastetmekteyiz. Aydınlanma akıl çağı olarak da adlandırılmaktadır. Aydınlanmanın ortaya koyduğu “gerek empirizm gerek rasyonalizm karakteristik bir biçimde insan bilgisini sağlam temeller üzerine oturtmaya ve dini bilginin düzmece (!) iddialarına karşı koymaya çalışan...”5 yaklaşımı ahlakı anlamanın önünde önemli bir çıkmaz oluşturmuştur. Bu anlayışa göre dinin iddiaları rasyonel bir temele oturmadığı için anlamsızdır. Ancak Aydınlanma ile başlayan süreç aydınlanmanın getirdiği yaklaşımların da sorgulandığı bir süreç olmuştur. Özellikle İ. Kant (1724–1804) Aydınlanma felsefesinin ahlak ve din için önemli bir problem yarattığının farkındaydı.6 Bu noktada Kant bilimsel diye nitelenen bu akla, dine ve inanca kapı açmak için sınır koymayı gerekli gördü. Bu noktada Kant cevaplayamayacağımız soruların olduğunu vurguladı. Özellikle Tanrının varlığı, insanın özgür iradesi ve insanın ölümsüz bir ruhu olup olmadığı meselesinde sorularımızın cevapsız kalacağını söyledi. Çünkü ona göre bilgimiz sınırlıdır. Aklımız belli kategoriler çerçevesinde çalışmaktadır. Bu kategoriler aklımızın sınırlarını belirlemektedir. Kant’a göre dünyayı algılamada hem “duyu”lar hem de “akıl” rol oynamaktadır. Ona göre insanın dünyayı kavrayışını çerçeveleyen iki şart söz konusudur. Bunlar dış şartlar ve insanın içinde bulunan şartlar. Dış şartlar duyularımızla algılamadan önce hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız şartlardır. İnsanın içinde olan şartlara gelince bunlar aklımızı sınırlayan kategorize eden ölçülerdir. Bu anlamda aklımız bu kategoriler çerçevesinde çalışmaktadır. Örneğin nedensellik yasası insanın kendinde bulunan bir yasadır. Dış dünyada gördüğümüz; aradığımız sebep sonuç ilişkisi hep bu nedensellik yasası çerçevesinde anlam kazanmaktadır. Bu çerçevede Kant aydınlanmanın getirdiği bilimsel akıl’ın verilerinin her konuya cevap veremeyeceğini vurgulayarak, dış dünyada müşahede edemediğimiz şeylerin varlığını inkâr edemeyeceğimizi, çünkü aklımızın ancak müşahede ettiğimiz âlem çerçevesinde çalıştığını belirtmektedir. Bu yüzden ona göre Tanrının varlığı da akıl tarafından idrak 5 6 David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev. Ahmet Cevizci, İstanbul 1998, s. 33. David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, s. 41. 59 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69 edilemez. Ancak Tanrının olduğunu varsaymak insan ahlâkı için gereklidir. Bu bağlamda Kant “Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük kavramlarını, aklın ahlak alanındaki kullanımında arayalım ve temellerini aklın bu kullanılışı üstünde kuralım” demektedir.7 Aydınlanma, akıl ile kalbi birbirinden ayıran bir yaklaşım sergilemiştir. Bu anlamda akıl biçimsel bir yapıya hasredilmiştir. Aydınlanmayla birlikte egemen olan akıl, Horkhaimer’in öznel akıl dediği akıldır. Biçimsel (öznel) akılda amelî, ahlâkî ya da estetik bir doğrudan söz etmek anlamsızlaşır. Çünkü akıl sadece intellect’e mahkûm edilmiştir.8 Aliya İzzetbegoviç de meseleye şu şekilde dikkat çekmektedir. “Zihnin fonksiyonu ise her şeyde tabiat, mekanizmayı hesabı keşfetmekten ibarettir. Ahlâk aklın ürünü değildir, ilke olarak da tatbikat olarak da. Zihin yalnız şeyler arasındaki ilişkileri tetkik ve tespit edebilir. Bir şeyin ahlâkî açıdan iyi olmayışı bilimsel olarak izah edilemez. Güzel ya da güzel olmayanı ispat etmenin mümkün olmadığı gibi. Fransız ihtilalinin üç parolası “eşitlik - özgürlük - kardeşlik” in bilimsel açıdan ispat edilmesi mümkün değildir. Bilim belki bu üç ilkeye karşı kolektif bir eşitsizlik, mutlak sosyal disiplin ve anonimliği savunacaktır… Özgürlüğümüz hakkında kuşku duymayız. Ama bunu tarif de edemeyiz. Hepimiz kabul ederiz ki kasıt taşımaksızın yapılan yanlışlıktan dolayı kişiyi sorumlu tutmamak gerekir. Ancak bunu bilimsel açıdan izaha kalkışmak pek de kolay gözükmemektedir.”9 Aklın ahlâkla ilişkisi hakkında Hume ahlaki eylemlerin asla us (akıl) ile değerlendirilemeyeceğini çünkü bu eylemlerin belli bir izlenim ve his yoluyla ortaya konulduğunu vurgulamaktadır.10 Kimi düşünürlere göre ahlâka ilişkin konuları kavrayabilmek için zekâ ve eğitime gerek yoktur. Bütün bu değerlendirmelerden ortaya çıkan sonuç bizim ahlaki eylemleri ratio dışı bir kategoride ele almamız gerektiğidir. Bu kategori belki matematiksel olarak ortaya konulamayacak ama akıldışı da olmayacaktır. Çünkü derinlikli düşünüldüğünde aslında ahlaki eylemlerin sonuçta insanın özünde kabul görmesi onun benimsenmesi insandaki idrak yeteneğinin onu kabullenmesiyle mutlaka bağlantısı bulunmaktadır. Aydınlanma döneminden bu yana birçok düşünür /filozof bu aklın insanı ve hayatı algılamada kısır kaldığını vurgulamaktadır. Bu akıl salt matematiksel çıkarımlara indirilmiş ve insanın ahlaksal değerlerini ise dışta tutmuştur. Oysa matematiksel çıkarımlar aklın bütününü temsil etmekten uzaktır. Aydınlanma sonrası gelişen rasyonalizm bu yüzden aklı güçten düşürmüştür. 7 8 9 10 60 İ. Kant, Seçilmiş Yazılar, çev. Nejat Bozkurt, İstanbul 1984, s. 94–95. Bülent Sönmez, Peygamber ve Filozof, Ankara 2002, s. 40-41. Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, çev. Salih Şaban, İstanbul 1993, s. 147-148. D. Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, trc. Aziz Yardımlı, s. 397, 413. Bülent SÖNMEZ “Ahlaki fenomenler doğaları gereği “gayr-ı rasyonel”dirler. Ancak amaç düşüncesinden ve kâr-zarar hesaplarından önce geldikleri zaman ahlâkî oldukları için, araçlar-amaçlar şemasına uymazlar. Ahlaki özneye, bir guruba ya da davaya sağladıkları ya da sağlamaları beklenen fayda ya da hizmet ile de açıklanamazlar.”11 Ahlak için rasyonel bir temel var mıdır, yani ahlak rasyonel açıdan açıklanabilir mi? Bu önemli bir soru olarak duruyor karşımızda. Burada akıl değil de ratio kavramını özellikle kullanmamızın sebebi Aydınlanma döneminde aklın sadece matematiksel çıkarım yapan bir boyuta indirgenmesi sebebiyledir. Bu akıl artık “içimizdeki peygamber” olmaktan çıkmış sadece belli çıkarımlar yapan zihinsel bir kategori olmuştur. Zannedilenin aksine rasyonalizm, aklın güçlenmesini değil aklın alanının daraltılmasını ve aklın güçten düşürülmesini getirmiştir. Frankfurt Okulunun önemli düşünürlerinden Horkhaimer’in “Akıl Tutulması” dediği ve Feyerabend’in “Akla Veda” diyerek aydınlanma çağını aklın anlamını yozlaştırdığını vurgulamaları, ayrıca Rene Geneoun’un aydınlanma dönemi için “kali yuga” (karanlık çağ) demesi de anlamlıdır.12 O zaman çatışma bilgiye yüklenen anlamla ilgilidir. Bu husus dinle bilim arasındaki çatışma ile ilgili değildir. Bilimsel açıklama ile dinsel açıklama farklıdır. Mesele, bilimi genelgeçer doğruya ulaşma yolu olarak görenlerle dinsel bilginin farklı bir alana ait olduğunu söyleyenler arasında olmuştur. Bu çatışmaya ne bilim/felsefe; ne de din/felsefe çatışması diyebiliriz. Felsefeci ile Paganizmin (putperestliğin) savunucuları arasındaki çatışmayı din/felsefe çatışması olarak ele alamayız. Belki burada bozulmuş öğretiler ve batıl inançlarla felsefeciler çatışmıştır. Kaldı ki bütün peygamberler de bozuk öğretilerle çatıştıklarını iddia etmektedirler. O zaman felsefeye karşı çıkılmasını sebeplerini felsefi bir bakışla irdelemek durumundayız.13 2-Değişim Karşısındaki Durum Felsefeciye karşı çıkılmasının sebebi çoğu kere insanların değişim karşısında ve yeni karşısındaki tutumu sebebiyledir. Bunun felsefenin meşruluk sorunu ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Yeni ve farklı görünene karşı insanlar çoğu kere ya mevcut olanı muhafaza etme adına karşı çıkma, ya da değişme adına benimseme tavrını seçmişlerdir. Muhafazkar ve değişim yanlılarının kadim bir çatışmasıdır bu. Orta yaş ve üzeri 11 12 13 Zygmund Bauman, Postmodern Etik, trc. Alev Türker, İstanbul 1998, s. 21. Rene Geneoun, Modern Dünyanın Bunalımı, trc. Nabi Avcı, İstanbul tarihsiz. Burada konumuz Din-Felsefe ya da Din-Bilim, Bilim-Felsefe ilişkisi olmadığı için bunu çok fazla derin bir biçimde irdelemeksizin geçiyoruz. Bu konuların her biri müstakil konular olarak incelenebilir. 61 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69 insanlar genelde muhafazakâr, gençler ise değişimci olmuşlardır. Sokrates’in “gençleri ayartıyorsun!” suçlamasına maruz kalmasının sebebi de budur? 14 Ancak bu durum felsefenin her toplumda meşruluk sorunu yaşadığı anlamına mı gelir? Elbette hayır. Çünkü biz tarihte hemen hemen bütün toplumlarda bu tarz gerilimlerin olduğunu biliyoruz. Peygamberler ve dava önderleri de zaman zaman statükocu yaklaşımlarla çatışmışlardır. 15 Meseleyi sadece felsefenin meşruluk sorunu olarak ele almak bu yüzden yanlıştır. Felsefeciyle muhafazakârlar arasındaki çatışma, felsefenin istenmeyen şey olmasından değil, insanların yeni ve farklı görünene verdikleri tepki sebebiyledir. Yaşlının genci eleştirmesi yeni- türedi olmasından kaynaklanıyor olduğu gibi (ki yeni olan çoğu kere eskiye karşı oluş içerisinde gelişir) yaşlının genci ve gençliği kendisine bir saldırı gibi algılamasından da kaynaklanıyor olabilir. Dilimizdeki “zamāne” kavramı bu bağlamda önemlidir. Zamāne kavramı çoğu kere yeni olanın garipliğine ve başkalığına vurgu yapan bir ifade olarak öne çıkmıştır. Peki, acaba felsefeci hep yeni şeyler söyleyen ve muhalif olan adam mıdır? Platon, tasarladığı devlette bir yanda yenilikleri savunmak gerektiğinden söz ediyor; 16 bir başka yerde ise devlette yeniliklere yer verilmemesi gerektiğini savunuyordu. Öyle ki çocukların oyunlarına bile müdahale eden bir devlet portresi çiziyordu.17 Peki, bu durumda felsefe neden bir meşruiyet sorunu yaşasın. Çocukların oyunlarına bile müdahale eden bir devlet tasarımı tepki çekmez mi? Burada mesele felsefenin meşruiyeti ile ilgili olmaktan çok bir filozofun yanlış tasarımları ile ilgili olabilir. Felsefeci hep doğru ve haklı mıdır? Elbette hayır. Bu noktada felsefeci ile birilerinin çatışması felsefenin değil, felsefecinin kimi görüşlerinin kabul görmemesi olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada felsefecinin mi, karşı çıkanların mı haklı olduğunu anlamak için felsefi bir bakışa; felsefi bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Felsefeciyi her zaman muhalif görme gibi bir eğilim, aynı zamanda seçkinci bir yan taşımaktadır. Bu yaklaşım ne tarihi gerçeklerle ne de felsefi anlayışlarla temellendirilebilir. Yani felsefeciyi her yaklaşımında haklı görme gibi bir eğilimin kendisi felsefi değil, dayatmacı ve seçkincidir. 14 15 16 17 62 Platon, Sokrates’in Müdafaası, çev. Niyazi Berkes, İstanbul 1988. Hz. İsa ve Hz. Muhammed de gençleri yoldan çıkarmakla suçlanmışlardı. Kutsal metinlere göre İbrahim Peygamber toplumun pagan inançları ile alay etmiş ve bu yüzden ateşe atılarak cezalandırılmak istenmiştir. Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, İstanbul 1995, V. kitap, s. 452. Platon, Devlet, IV. kitap s. 424-425. Bülent SÖNMEZ Bu meselede konuyu daha fazla uzatmayı gerekli görmüyoruz. Felsefenin meşruiyet sorunu biraz da bizim ürettiğimiz bir illüzyon olarak; bir galat-ı meşhur olarak anlaşılmalıdır. Felsefenin meşruiyet sorunu biraz da bu yanlış yaklaşımdan beslenmektedir. Yani felsefenin meşruiyet sorunu olduğu “önkabulü” hem felsefeye, hem de felsefi düşünceye ihtiyaç duyan insanlara zarar vermektedir. Her aykırı yaklaşım, her absürd tavır felsefi etiketi altında görünür hale gelmekte; bu yaklaşımlara karşı çıkanlar da felsefe karşıtlığı ve aydınlanma düşmanı olarak hemen yaftalanabilmektedir. Felsefeci olduğu için değil; felsefi düşünceyi iyi temsil edemediği ve kendi öznel yargılarından ve entelektüel yetersizliklerinden dolayı kendisine karşı çıkılanların bunu, felsefenin meşruiyet krizi olarak öne sürmeye hakları bulunmamaktadır. İbni Rüşd, Faslu’l Makâl adlı eserinde Felsefecileri eleştirenlere boğazında su kaldığı için ölen bir insanı örnek veriyor ve “bundan dolayı nasıl suyu sakıncalı görmüyorsak, felsefeci sebebiyle de felsefeyi sakıncalı göremeyiz”18 diyor. Kimi ehliyetsiz insanların; felsefeye yatkın olmayan insanların yanlışları sebebiyle felsefi düşüncenin mahkûm edilmesi düşünülemez. Çünkü din bilimleri alanında da nice insan yanlışlar yapmakta; yanlış yola sapabilmektedir. Burada sorun felsefe ile değil felsefeci iledir. Gazali Tehafutul Felsefe değil Felāsife diyor. Yani Filozofların Tutarsızlıkları. Elbette Gazali’nin tutarsızlıkları da ayrıca irdelenmiş ve tartışma sürüp gitmiştir. Burada felsefenin meşruiyetini gündeme getirmekten ziyade filozof adı altında yapıp-edilenlerin serimini yapmak daha sağlıklı bir yol gibi geliyor bize. Felsefenin meşruiyet sorunu bize göre biraz da temsil sorunundan kaynaklanmaktadır. Felsefenin meşruiyetini bir çatışma ekseninde gündeme getirmek hep bir karşıt üreterek var olma tavrı olarak görünmektedir ki bu tavır, entelektüel gelişmenin önündeki en önemli engeldir. Ayrıca bu tavır kendini görmeyi, kendi eksiklerinin farkına varmayı engelleyerek kişinin kendini unutmasını getirecektir. Oysa felsefi düşüncenin doğasında kendini bilmek ve kendinden yola çıkmak esastır. Kendini ilk elde muhalif ve her şeyin merkezinde görme tavrı felsefi düşüncenin en büyük düşmanıdır. Çünkü felsefi düşünce, anlamayı, açıklamayı ve temellendirmeyi esas alan bir yaklaşım biçimidir. Felsefi düşünce böyle bakıldığında amaç değil araçtır. Jaspers’in dediği gibi “felsefe yolda olmaktır”. Kendini muhalif, seçkin, ayrı ve aykırı görmekle felsefeci olunmaz. Felsefecinin aykırı görüşleri olur ama aykırı görüşlere sahip olmak felsefeci olmayı gerektirmez. Bu yaklaşım felsefe yapmayı değil, aykırı görünmeyi; farklı görünmeyi; absürd olmayı, herkese muhalif olarak yalnızlaşmayı öne aldığından daha başta felsefi 18 İbni Rüşd, Faslu’l Makāl, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1985. 63 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69 düşüncenin doğasına ters bir tutumu somutlaştırarak kendisini imha etme yoluna girmiştir. Peki, felsefeci aykırı olamaz mı? Elbette olabilir ama onun aykırılığı bir hayat değerini öne çıkaran bir aykırılık olacaktır elbette. Diyojen, bu anlamda çok önemli bir örnektir. Diyojen ihtiyaçların insanı köleleştirdiği gerçeğinden yola çıkarak ihtiyaçların aza indirilmesinin bir özgürleşme hareketi olduğu vurguluyordu. Bugünün dünyasında fazlaca ihtiyaç duyduğumuz bir yaklaşım değil mi bu. Kendi içinde tutarlı, kendi içinde anlamlı, kendi içinde temelli bir yaklaşım değil mi? Hep felsefeciye bakan insanı eksene alarak yapılan “meşruiyet krizi” değerlendirmelerden sıyrılıp biraz da felsefeci olarak öne çıkan insanların felsefe yanındaki duruşlarını irdelememiz gerekmez mi? Şimdi biraz da bunu irdeleyelim. 3- Mütefekkirler, Akademisyenler, İşportacılar Günümüz felsefe ortamında birçok felsefeciye rastlıyoruz. Kantçılar, Hegelciler, Adornocular vesaire. Bu felsefecilerin Kant, Hegel vesaire… “ne demiş, hangi sorunumu çözmüş: hangi sorunu çözmek için Kantçı olmuşum?” tarzında soruları kendilerine sorup sormadıkların bilmiyoruz. Düşünce dünyasında bize göre daima üç tip insan bulunmaktadır. Bunlar mütefekkirler, akademisyenler ve işportacılardır. Mütefekkir, fikir üreten; insanlara belli bir bakış açısı veren, insanlara yeni ufuklar ve düşünsel anlamda yeni açılımlar kazandıran insandır. Akademisyen ise daha çok toparlayan, tasnif eden, biriktiren, özetleyen kimsedir. Her mütefekkir bu anlamda bir akademisyendir, ancak her akademisyenin mütefekkir olduğunu iddia etmek güçtür. Mütefekkir doktorsa akademisyen eczacıdır bize göre. Bir de işportacılar vardır düşünce dünyasında. Bunlar ne ecza yapmaya, ne de doktor olmaya niyetlidirler. Hastalıklar arttıkça doktorlara olan ihtiyaç yöneliminden azami derecede istifade etmeye çalışmaktadırlar. Bir iki felsefi terim zikretmekle felsefe yapıyor imajı oluşturmaya özen göstermektedirler. Piyasa kurtlarıdır bunlar. Aslında felsefe ile ilgileri de felsefenin kimi kere gizemli bir imaj taşıyor olmasından, kimi kere de revaçta olmasından kaynaklanmaktadır. Ki şimdilerde ikincisi daha öndedir işportacılar için. Kısacası bunların felsefeyi gündemlerine almaları menfaat devşirmeye dönük bir yönelimdir. Bu ya maddi bir menfaat, ya da gizemli bir imaj edinerek toplumda kimi insanlar nazarında farklı ve seçkin bir konum edinme anlamında bir menfaattir. Bunu açmaya çalışacağız. 64 Bülent SÖNMEZ 4-Meşruiyet Sorununda Felsefe Tarafı a-Felsefe (ya da Felsefe kitabı sanılan) Kitaplarının Sorunları i-Dil Felsefeye ilgi duyan bir kişi ilk elde dil sorunu ile karşılaşmaktadır. Felsefe alanında piyasaya sürülen kitaplar ya salt “öztürkçe”(!) kullanma endişesine, ya da girift cümlelerin daha derinlikli olduğu yanılsamasına yaslanarak adeta içinden çıkılamaz hale getirilmektedir. Çevirilerde daha sık rastlanmaktadır dil sorununa. Örnekler: “…Bir estetik buyrum bir alt-üstyapı kavramından doğar. Marx ve Engels oldukça eytişimsel formülasyonları ile karşıtlık içinde, kavram katı bir şemaya indirgenmiş ve bu şemalaştırma estetik için yıkıcı sonuçlar getirmiştir. Şema gerçek olgusallık olarak özdeksel temelin ölçünleştirici bir kavramını ve özellikle bireysel bilincin ve bilinçaltının ve bunların politik işlevlerinin özdeksel-olmayan güçlerinin politik bir değersizleştirilmesini imler.”19 Bu ifadeler modern bir felsefe dili oluşturmaya çalışan bir çevirmenin ifadeleri. Felsefe gibi düşünsel yönden yorucu metinleri bir de dil sorunu ile içinden çıkılamaz hale getirenlerin neyi amaçladıklarını doğrusu anlamak oldukça zordur. Bu alanda "Sofinin Dünyası" gibi eserlerin çok satmasını felsefi metinlerin sadeleşmesi özlemi şeklinde de değerlendirmek mümkündür. Büyük filozofların eserleri aslında oldukça yalın ve sadedir. Bu yüzden bir felsefe okuyucusunun yalın ve sade metinleri seçmesini ve uyduruk bir dili anlamaya çalışma noktasında harcayacağı zamanı yabancı dil öğrenmeye ayırmasını tavsiye ederiz. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki literatürle ilgili bir sorun değil bizim burada bahsettiğimiz sorun. Literatür bize yabancı gelebilir. Bu bir dil sorunu değildir asla. Felsefe öğrenmek isteyen bir kimse elbette felsefeye ilişkin kavramları bilmek durumundadır. Bir de klasik metinler vardır. Bu metinler bir felsefi geleneğe ait kavramları kullandıklarından kısmen daha iyi durumdadırlar. Ancak bu da felsefe alanında ne türden bir dil problemi yaşandığının en önemli göstergesidir. Şimdi uzatmadan biri iki örnek verelim. “O halde bütün diğer feylesoflar gibi fisagorcuların da sayıyı prensip olarak kabul ederken, ona eşyanın maddesi ve onların değişmelerinin, keyfiyetlerinin illeti olarak baktıkları görünüyor. İmdi, sayıların unsurları çift ve tektir ve filan sayı mütenahi olduğu halde, diğer filan sayı namütenahidir. Birlik (vahdet) her ikisinin mecmuudur. Zira o, bu iki çift ve tekten oluşan unsurlardan mürekkeptir…”20 19 20 Herbert Marcuse, Estetik Boyut, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul 1997, s.16 Aristo, Metafizik, Hilmi Ziya Ülken, 1. kitap, İstanbul 1935, s. 65. 65 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69 “Demek ki akıl beşeri ameller için “vazife” dediğimiz bir nev’i vücub, bir nevi zaruret tahakkuk ettiriyor, yapmaya mecbursun düsturunu kanun vaz’ediyor..”21 Şimdi bu metinlerden de günümüz yeni kuşağının yeterli bir biçimde istifade edeceği şüphelidir. Gerçi bu kitapların yeni çevirileri yapılmaktadır ancak yeni çeviriler de kavramlara tam olarak hakkını verme gibi duruştan uzak görünmektedir. ii-Kavram Kargaşası Felsefe kitaplarında kavram kargaşası da bulunmaktadır. Logos, intellect, ratio, scolastik, nous gibi kavramlar gelişigüzel kullanılabilmektedir. Kimi kere töz kimi kere öz olarak kullanılan kavram ya substantia ya essentia kavramlarını karşılamak için kullanılmaktadır. Bu kavramlar daha önce cevher olarak ifade edilmekteydi. Cevher kavramı zihnimizde bir anlam oluşturması bakımından bize daha yakın olmasına rağmen bunun yerini tutacak yeni kavramlar ihdas edilmeye çalışılmasını nasıl izah etmek gerek;bilemiyoruz?. Bir felsefi kavram belli bir gelenekle beslenir gelişir ve oturup yerleşmesi uzun bir süre alır. Bu noktada hiç bilinmeyen töz kelimesi yerine az çok aşina olduğumuz cevher kelimesini kullanmanın daha akıllıca olacağını ve felsefi düşünceye daha katkı sunacağını düşünmekteyiz. Bu sadece bir örnek elbette. Bu durum felsefe alanında gelenekten yoksun olmanın getirdiği sıkıntılar olarak öne çıkmaktadır. Bu ülkede, ne geçmişte varolmuş felsefe geleneğinden ve dilinden haberdar olma yolunda, ne de böyle bir gelenek oluşturma yolunda yoğun bir çaba görünmektedir. Bunun yerine bu ülkenin felsefecilerinin bir kısmı kendilerini Yeniçağda gelişen kimi büyük filozofların adına nispet ederek varolma çabası içine girmektedir. iii-Basmakalıpçılık Felsefe alanında ortaya sürülen kitaplarda basmakalıpçılık da yaygındır. "Ortaçağ Karanlığı", gibi ifadeler ve birçok galat-ı meşhur yıllarca tekrar edilip durmakta; biri diğerinden farksız olan meseleler defalarca yazılıp çizilmektedir. Ortaçağ karanlığı ifadesinin bir siyasi durumu mu bir entelektüel durumu mu tasvir ettiği merak konusu olmaktadır. Ayrıca bir çağ’ı karanlık olarak nitelendirmek ne derece felsefi bir yaklaşımdır onu da takdirlerinize bırakıyoruz.22 Bu da bir örnektir sadece. 21 22 66 M. Emin Erişirgil, Kant ve Felsefesi, sad. Akın Yeşilbaş, İstanbul 1997. Ortaçağ Karanlığı yerine, Ortaçağda Kilise’nin Karanlığı denebilir belki. Ki Hobbes bir yazısında”/Kutsal kitabın yanlış yorumlanmasından kaynaklanan Kilisenin karanlığı -Tinsel karanlıkÜzerine/ Levihatan Chapter-XLIV) tam da bu ifadeyi kullanıyor o dönemi betimlemek için. Kaldı ki belli bir sınıfın din üzerinde tekel oluşturması belli bir çağla sınırlı olamaz. Bu, insanlık tarihinde her dönemde görülen bir gerçektir. Bülent SÖNMEZ iv-Sahtecilik Yukarıda da kısmen belirtmeye çalıştığımız gibi aslında hakikati aramaktan çok esen rüzgârlara göre yelkenlerini açan işportacı anlayış, moda olan şeyleri menfaate tahvil etme yolunda her fırsatı değerlendirmekten kaçınmamaktadır. Felsefeye ilginin bulunduğu bir ortamda hiçbir felsefi boyut taşımayan eserleri felsefi kavramları kullanarak isimlendirip piyasaya sürmektedirler. Bu eserlerdeki sahtecilik iki boyutludur. Birincisinde eserin ismi ile içeriği arasında herhangi bir bağlantı bulunmaması, ikincisinde işlenen konuların başlıklara uygun konular olmasına rağmen konuyu kuşatacak derinlikten yoksun üstünkörü ele alınmış olmasıdır. Bu noktada eserin salt bir boşluğu doldurmak amacıyla üretildiği belli olmaktadır. Böyle ürünleri iyi bir okuyucu hemen fark edecek içerikle başlık arasındaki farkı fark etmesini bilecektir. v-Ateizm ve Felsefe ya da Ateistler Neden Felsefeci Olarak Tanınmak İsterler? Felsefe okuyanlara ya da ilgilenenlere genelde ateist gözüyle bakanlar da bulunmaktadır. Oysa yukarıda da kısmen belirttiğimiz gibi felsefe, belli şablon ve kalıplardan yola çıkarak hareket etme işi değildir. Büyük filozofların birçoğunda boyutları farklı da olsa Tanrı inancı bulunmaktadır. Tanrı inancı olan filozofları yok saydığımızda aslında elimizde felsefe diye bir fenomenin kalacağı da şüphelidir. Bu kısa metinde filozofların Tanrı anlayışlarını uzun uzun zikretmemize imkân bulunmamaktadır. Zaten bu metnin amacı da bu değildir. Felsefeciye ateist olarak bakmanın temelinde, felsefenin insanları ateizme sürüklemesi değil, ateist insanların felsefe siperine kendilerini atma gayretkeşliği bulunmaktadır. Burada felsefeci ateist olamaz demek istemiyoruz. Demek istediğimiz, asla felsefe ile ciddi bir teması olmayan kimi ateist eğilimlilerin kendilerini “felsefeci” tanımı içine sokma gayretine dikkat çekmektir. Yoksa elbette bir felsefecinin felsefi çabaları onu ateizme götürmüş olabilir. Bu noktada ateizm de belli bir çaba ve alın teri ile ulaşılan bir süreç olabilir. Meselenin anlaşılması için Batıda ateist olarak bildiğimiz kimi filozofların Kutsal Kitabı ezbere denecek derece iyi bildiklerini burada zikretmekte fayda görmekteyiz.23 Felsefi çabalar insanı ya ateizme ya da aklın sınırlı olduğu fikrine götürebilir. Nitekim felsefe tarihinde ateist eğilimler varolduğu gibi Tanrı’yı ve dine ait kimi 23 Batıda ateist bilinmenin anlamı çoğu kere Hıristiyan teolojisi ve Kiliseyi reddetme ile alakalı olarak öne çıkmaktadır. Kilisenin güçlü olduğu dönemlerde Batıda Kilise karşıtı her yaklaşım bir biçimde din ve Tanrı düşmanlığı olarak algılanmıştır. Çünkü Tanrı Kilise ile somutlaşmaktaydı. Kilise Tanrının somut görünümüydü. Bu noktada Kilise karşıtlığı elbette Tanrı karşıtlığı olarak anlaşılacaktı. Kilise karşıtları -bu ayrıntıyı bilmeyenler tarafından- bizim kimi felsefe kitaplarında ateist filozoflar olarak öne çıkarılmaktadır. 67 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69 unsurları rasyonel aklın dışında tutan bir eğilim de varolmuştur. Bunu daha önce kısmen belirtmiştik. Hayat görüşünde Materyalist olan ve “felsefenin iflası” nı 24 ilan eden Marx’a rağmen, kimi Marxist’in felsefeci görünmeye özen göstermesi anlamlıdır. Ayrıca hiçbir pozitivist-materyalist insanın felsefeye dönüp bakmaması gerekiyor olmasına rağmen felsefeyi önemsiyor görünen bir pozitivist gurup her zaman felsefe alalında boy göstermektedir. Pozitivistler neden felsefeye bakmamalıdırlar ve onunla ilgilenmemelidirler? Çünkü Pozitivizmin ilmihalini yazmış olan A. Comte’a göre felsefe insan gelişim sürecinde bir alt dönemin ürünüdür. O, bu dönemi Metafizik dönem olarak Bilim döneminden bir aşağı dönem olarak betimlemektedir. Yani pozitivist materyalist ilerlemeci yaklaşıma inanan birisinin felsefe ile ilgilenmesi çelişik bir durum arz etmektedir bize göre. Yeni pozitivistler bir biçimde bu yaklaşımdan sıyrılmaya çabalamaktadırlar. Ancak bu bile onların felsefe ili sağlıklı bir ilişki kurmalarına yetmemektedir. Sonuç Yerine “Felsefenin görevi varlığı kendi kendime göre değil, kendi kendine göre anlamaktır.” C. Levi -Strauss a-Felsefe Okumanın Hedefi Felsefe mutlak hakikatin araştırılması çabasıdır. Belli şablonları; basmakalıp yargıları savunma aracı değildir. Felsefe çoğu zaman ya dini savunmak ya da dine karşı çıkmak amacıyla kullanılmıştır. Oysa, felsefe evrensel ve şaşmaz hakikatin bulunması çabasıdır. Bir çabadır;bir son söz değildir felsefe. Şu veya bu şeyi savunmak şu veya bu şeye karşı çıkmak değildir onun görevi. Ayrıca hiç kimsenin felsefeye görev verme yetkisi bulunmamaktadır. Onun görevi kendi özünde bulunmakta ve bu görevini her an gerçekleştirmektedir. b-Felsefe İnsanı Bocalatır ve “Kafayı” Bozar Mı? Bocalatmaz elbette; kafayı da bozmaz. Nefes borusuna kaçan su yüzünden boğulan birisi yüzünden suyun boğucu olduğu ve içilmemesi gerektiği sonucuna varmak nasıl yanlışsa, felsefe okuyup da dengesi bozulan(!) kişiden yola çıkarak felsefeyi mahkûm etmek o denli yanlıştır. Birçok insanın kabiliyetsizliği, kapasitesizliği ve en önemlisi de felsefeye dürüstçe yaklaşmaması sebebiyle bocaladıklarını görebiliriz. 24 68 K. Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, İstanbul 1992. Bülent SÖNMEZ Okuduklarını ve öğrendiklerini hazmetmeden her alana el uzatan maymun iştahlı ve ne aradığını bilmeyen kişilerin dengesizliği, felsefenin bozuculuğuna değil, kişilerin yapısal eksikliklerine hamledilmelidir. Ayrıca felsefe ancak belli bir derdi olan, belli bir sıkıntısı olan insana, yani varoluşsal kaygılar taşıyan kimseye belli bir olgunluk ve seviye katacaktır. c-Felsefe Okumanın Niteliği Felsefe varoluşsal kaygılar taşıyan insanların uğraşacağı bir alandır. Felsefeyi bir aksesuar olarak görmekle, varoluşa anlam bulma çabası olarak görmek farklıdır. Sokrates'in ölüme giderkenki son sözleri bize ışık tutacak önemdedir. “Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı; çocuklarım büyüdükleri zaman Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa ben sizinle nasıl uğraşmışsam siz de onlarla uğraşınız; onları cezalandırınız. Kendilerine, kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamışsam, siz de onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız bana da oğullarıma da doğruluk etmiş olursunuz. Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: Ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi. Bunu Tanrıdan başka kimse bilmez”25 Kısacası felsefe okumayı seçen ve uğurda çaba harcayan kimselerin yürüdükleri zemini sağlıklı değerlendirebilmeleri için en başta mütevazı olmaları ve hakikati buldukları yerde ona sahip çıkmayı kendilerine ilke edinmeleri gerekmektedir. Çünkü hakikate ulaşmak en temelde bir ahlaki duruşa sahip olmakla mümkün olacaktır. Kaynakça Aristo, Metafizik, çev. Hilmi Ziya Ülken, İstanbul 1935. Aristoteles, Nikhamakhosa Etik, çev. Saffet Babür, Ankara 1998. Çilingir, Lokman, Niçin Felsefe?, Ankara 2003. Erişirgil, M. Emin, Kant ve Felsefesi, İstanbul 1997. Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul 1996. İbni Rüşd, Faslu”l Makāl, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1985. Jaspers, K., Felsefe Nedir?, Almanca’dan çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, İstanbul 2003. Marcuse, Herbert, Estetik Boyut, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul 1997. Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul 1995. Platon, Menon, çev. Ahmet Cevizci, Ankara 1987. Platon, Sokrates’in Müdafaası, çev. Niyazi Berkes, İstanbul 1988. Sönmez, Bülent, Peygamber ve Filozof, Ankara 2002. 25 Platon, Sokrates'in Müdafaası, çev. Niyazi Berkes, İstanbul 1988, s .44. 69 YENİ İLKÖĞRETİM 6. VE 7. SINIF SOSYAL BİLGİLER PROGRAMI İLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME: ÖĞRETMEN GÖRÜŞLERİ Nihat ŞİMŞEK Özet / Abstract Bu çalışmanın amacı, yeni sosyal bilgiler programı ile ilgili öğretmenlerin görüşlerini belirlemektir. Öğretmenlere bu amaçla 31 sorudan oluşan bir anket uygulanmıştır. Çalışmada kullanılan ön ölçeğin Cronbach Alfa güvenirlik katsayısı, 0.93 olarak tespit edilmiştir. Çalışma, 2006-2007 eğitim öğretim yılında Malatya, Elazığ, Trabzon ve Ankara illerinde toplam 139 sosyal bilgiler öğretmenine uygulanmıştır. Araştırma ile sosyal bilgiler öğretmenlerinin, sosyal bilgiler programı hakkındaki tutumları; cinsiyet, kıdem, mezun olunan programa, öğrenim durumlarına ve sosyal bilgiler programı hakkında alınan seminere göre değişip değişmediğine bakılmıştır. Çalışmanın sonuçlarından; öğretmenlerin programa yönelik tutumlarında yukarıda bahsedilen değişkenlere göre önemli bir farklılık tespit edilememiştir. Anahtar Kelimeler: Sosyal bilgiler, sosyal bilgiler programı, öğretmen görüşleri THE TEACHER VIEWS ABOUT NEW SOCIAL STUDIES CURRICULUM 6th AND 7th MIDDLE COURSES The aim of this study is to determine views of teachers about new social studies curriculum. A survey which is comprised of 31 items, was applied to 139 social studies teachers from Malatya, Elazığ Trabzon and Ankara in 2006-2007. The cronbach Alfa Value of the pilot study was measured as 0.93. with this study, we tried to find out whether or not attitudes of social studies teacher about new social studies curriculum change in connection with their gender, lenght of service, major, and the last degree and seminer taken. Analysis of data has verified that there is no significiant difference betwen teachers’ perceptions about new social studies curriculum. Key Words: social studies, social studies curriculum, views of teachers Giriş Teknoloji ve davranış bilimlerindeki yeni bulgular, öğrenenlerin yetişmesindeki tutumunu ve öğrenme süreçlerinin gelişmesini önemli ölçüde etkilemiştir1. İlköğretime yeni başlayan her bireyin, farklı öğrenme kapasitesine ve başarı düzeyine sahip olduğunu dikkate almak gerekir. Bu durumda her öğrencinin 1 Yrd. Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi M. R. Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi ABD. Mcmullin, B. (2005). “Putting The Leran Back İnto Learning Technology”, II Ireland Society for Higher education (AISHE), Retrieved October 29. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81 ihtiyaçlarına cevap verecek çok yönlü programların hazırlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bir eğitim programının işlevsel olması; yani programda yer alan konuların ve uygulanan etkinliklerin toplumun ihtiyaçlarına cevap vermesi, bireyin saklı olan yeteneklerini meydana çıkarması ve geliştirmesi, esnek bazı özelliklere sahip olmasını gerektirir. Bütün bunların yanında, bir eğitim programı ne kadar işlevsel olursa olsun, yetersiz uygulayıcıların kötü uygulamaları nedeniyle işlevsel olma niteliğini kaybedebilir2. Ayrıca programın etkili bir biçimde uygulanabilmesi için, uygun bir eğitim ortamının olması, fiziki çevre, donanım, araç ve gereçlerin öğrencilerin bireysel gelişimine katkıda bulunması gerekir. Günümüzde dünyada yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal gelişimlerin aynısını Türkiye’de de görmek mümkündür. Bu gelişmelerin olumlu yanları ile birlikte, toplumsal alanda kendini hissettiren olumsuz yanları da görülebilmektedir. Sosyal bilgiler programının amacı, bu gelişmeleri ister olumlu, isterse olumsuz olsun programa yansıtarak, öğrencileri her türlü değişimden haberdar etmek ve onları bu değişimlere hazırlamaktır. Bu noktadan hareketle, ilköğretim kurumlarının genel amaçları içerisinde belki de en önemlisi, bireyi hayata ve üst öğrenime hazırlamak olarak ifade edilmiştir. Sosyal bilgiler, vatandaşlık eğitimi programı olarak, Türk demokratik toplumundaki sorumluluk sahibi vatandaşların görevlerine uygun amaçlar üreten ve yaşam boyu sürecek vatandaşlık becerileri sunan bir eğitim planı olarak tanımlanmıştır3. Sosyal bilgiler dersi, konularını günlük yaşamdan aldığına göre bireyi hayata hazırlamada ve iyi vatandaş yetiştirmede en büyük sorumluluğu da üstlenmiştir. Milli Eğitim Şuralarında, öğretim programlarının, öğrencilerin bilgiye ulaşma yollarını öğrenmelerine, sorun çözme ve karar verme becerilerini geliştirmelerine yardımcı olması gerektiği sık sık dile getirilmeklerdir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dünyada yaşanan her tür gelişmeye paralel olarak, bütün programlarda da yeni yaklaşımların benimsendiği dikkat çekmektedir. Bundan dolayı, yeni kabul edilen sosyal bilgiler programı, davranışçı yaklaşımdan öte, bireyin deneyimlerini göz önünde bulundurarak, hayata hazırlanmasını ve her konuda doğru karar vermesini, karşılaştığı sorunları çözmesi konusunda destekleyici ve yaklaşım yönünden yapılandırmayı amaç edinmiştir. Yeni programla beraber öğretmenin merkezde olduğu eski program kalıbı terke dilmiş, öğrencinin daha aktif olduğu, etkinliklerle ders işlenmesine önem verilen yeni bir program anlayışı kabul edilmiştir. Bu program da yapılandırmacılık, tematiklik, öğrenci merkezlilik ve aktiflik ilkeleri esas öğe olmuştur. Yeni programın uygulanması ayrıca çoklu zekâ sistemi ve bireysel farklılıkların dikkate alınması esasına da 2 3 72 Büyükkaaragöz, S., S. (1997). Program Geliştirme, Kuzucular Ofset, 2. Baskı, Konya. Barth, J., ve Demirtaş, A. (1997). İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretimi, YÖK-Dünya Bankası, M.E.G., Projesi, Ankara. Nihat ŞİMŞEK dayanmaktadır. Sosyal bilgiler programı, ülkemize 1940’lı yıllarda giren ünite anlayışını da devam ettirmektedir. Ayrıca yeni program sosyal bilgiler derslerini salt tarih, coğrafya ve vatandaşlık bilgisi ünitesi anlayışından da kurtarmaya çalışmaktadır. Programla sosyal bilgiler dersinin içerisinde bu disiplinlerin tamamının veya ilgili olanlarının konularının uyumlu bir şekilde monte edildiği bir ünite modeli geliştirilmeye çalışılmıştır. Yeni sosyal bilgiler dersi öğretim programı; kazanım, öğrenme alanı, beceri, kavram ve değer öğretimi, etkinlik, ilişkilendirme, ara disiplinler gibi yeni terminolojileri de gündeme getirmiştir4. İyi bir sosyal bilgiler programında bulunması gereken özellikler şu şekilde belirlenmiştir. Sosyal bilgiler öğretim programı, öğrencilerin yaş, olgunluk ve ilgileri ile doğrudan alakalı olmalıdır. Sosyal bilgiler öğretim programı, insan deneyimi, kültür ve inançları temsil eden güncel ve geçerli bilgi ile ilgili olmalıdır. Sosyal bilgiler öğretim programı gerçek dünya ile yakından ilgili olmalıdır. Sosyal bilgiler öğretim programındaki hedefler; programın yönergelerine uygun olarak açık bir şekilde ifade edilmelidir. Sosyal bilgiler öğretim programındaki, öğretim etkinlikleri öğrencileri doğrudan meşgul etmeli ve onları öğretme-öğrenme sürecine etkin bir şekilde katmalıdır. Sosyal bilgiler öğretim programındaki öğretme stratejileri ve öğrenme etkinlikleri, çok çeşitli öğrenme kaynaklarına dayandırılmalıdır. Sosyal bilgiler programları, deneyimsel organizasyonları kolaylaştırmalıdır. Programların hedefleri doğrultusunda değerlendirme; faydalı, sistematik, kapsamlı ve geçerli olmalıdır. Sosyal bilgiler öğretim programı, okul programının önemli bir parçası olarak görülmeli ve desteklenmelidir5. Araştırmanın Amacı Araştırmanın amacı, ilköğretimin ikinci kademesinde uygulanmakta olan yeni sosyal bilgiler programının uygulanması aşamasında var olan aksaklıkları ve programın etkililiği ile ilgili öğretmen görüşlerine başvurmaktır. Ayrıca öğrencilere ne tür becerilerin kazandırılması gerektiği, programın uygulanması esnasında varsa eksiklik ve aksaklıları tespit etmek ve giderilmesine yardımcı olmaktır. 4 5 Ata, B. (2006). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, Yapılandırmacı Bir Yaklaşım, (Editör: Cemil Öztürk), Pegema Yayıncılık, Ankara. Öztürk, C., Dilek, D. ve Diğerleri (2004). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, Pegema Yayıncılık, Ankara. 73 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81 Bu amaçlar doğrultusunda aşağıdaki sorulara cevaplar aranmıştır. 1.Yeni ilköğretim 6.ve 7. sınıf sosyal bilgiler programı, Türk Milli Eğitiminin amaçlarına uygun mudur? 2.Yeni sosyal bilgiler programı, kazanım, içerik ve sınama durumları, ölçme ve değerlendirme ölçütleri bakımından yeterli bulunmakta mıdır? 3. Öğretmenlerin bilgileri, yeni programı uygulamak için yeterli midir? 4.Yeni sosyal bilgiler programının mevcut fiziki koşullar ve araç gereçler göz önünde bulundurulduğunda başarıya ulaşması mümkün müdür? Araştırmanın Yöntemi Araştırmada tarama (survey) metodu kullanılmıştır. Bu konu ile ilgili önceden hazırlanmış anketler incelenmiş, çalışmamamıza uygun olabildiğine inanılan bazı maddeler aynen alınarak ölçeğe dahil edilmiş, geri kalan ölçek maddeleri ise araştırmacı tarafından oluşturulmuştur. Bu amaçla ön uygulama ölçeği öncelikle 35 maddeden oluşturulmuştur. Oluşturulan bu ölçek ile ilgili olarak öğretmen, idareci ve alanında uzman akademisyenlerin görüşlerine başvurulmuş, bu şekilde ölçek maddelerine son şekli verilmeye çalışılmıştır. Ön ölçeğin geçerlik güvenirlik çalışması, Ankara ve Zonguldak’taki değişik okullarda görev yapan 68 sosyal bilgiler öğretmenine uygulanmıştır. Bu ölçeğin Cronbach Alfa güvenirlik katsayısı, 0.93 olarak tespit edilmiştir. Aslında aynen uygulanabilecek özellikteki bu ölçeğin 4 maddesi araştırmacı tarafından sonradan çıkarılmış, 31 maddeden oluşan nihai bir ölçek hazırlanmıştır. Özellikle içerik ve ifadelerin kullanımı konusunda uzmanların görüşlerine başvurularak hazırlanan ölçek, yeni ilköğretim programının uygulandığı pilot okullar ile pilot uygulama yapılmayan devlet okullarında görev yapan öğretmenlere araştırmacının kendisi tarafından uygulanmıştır. Araştırmaya konu olan okullar, Ankara, Malatya, Elazığ ve Trabzon illerinden rasgele seçilmiştir. Kullanılan anket iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, öğretmenlerin kişisel bilgileri (cinsiyet, kıdem, mezun olunan program, öğrenim durumları ve sosyal bilgiler programı hakkında alınan seminer), ikinci bölümde ise, öğretmenlerin programa yönelik düşüncelerini ölçmeye yarayan 31 sorudan oluşan bir anket yer almaktadır. Araştırma 139 sosyal bilgiler öğretmenine uygulanmıştır. Araştırmanın Önemi Eğitim sisteminde ortaya çıkan problemlerin çözümü, ülkede izlenen milli eğitim politikasına, okuldaki öğrencinin davranışına dönüştürmesi söz konusu olan eğitim programlarının geliştirilmesine bağlıdır. Eğitim programı ise, bir eğitim kurumunun çocuklar, gençler ve yetişkinler için sağladığı, milli eğitim ve kurumun amaçlarının gerçekleştirilmesine yönelik tüm 74 Nihat ŞİMŞEK faaliyetleri kapsayan çalımlalar olarak tanımlanmaktadır6. Eğitimde planlanmış etkinliklerin önemi çok büyüktür. Eğitim bir bakıma kasıtlı kültürleme yolu olarak görüldüğüne göre eğitim programlarının planlı olması gereği bu deyişle kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Öğrenenlere öğrenme yaşantıları sağlamak eğitim programları aracılığıyla olmaktadır bu nedenle öğrenme yaşantıları eğitim programının en önemli boyutu olmak durumundadır7. Ayrıca, eğitim programları sayesinde okulların eğitim süresi boyunca neyi ne zamanda verecekleri kararlaştırılıp, ortaya çıkabilecek karışıklıklarında giderilmesi sağlanmış olacaktır. Dünyada her alanda yaşanan teknolojik ve bilimsel gelişmeler, yeni ihtiyaçların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu ihtiyaçların karşılanabilmesi, iyi eğitim almış kendi alanında kalifiye, işgücüne olan gereksinimi arttırmıştır. Bu sayede eğitim programlarının iyi eğitilmiş işgücünü yaratabilmesi için, insan ve çevre ihtiyaçlarına yönelik hazırlanması, çağın ihtiyaçlarına cevap vermesi çok önemlidir. Ülkemiz eğitim programlarının uygulayıcıları olan öğretmenlerin, çağın ihtiyaçlarına uygun programları anlayarak uygulayabilmeleri için eğitilmelerinin yanında, programların uygulanabilmesi için gerekli fiziki çevre koşullarının da sağlanması gereklidir. Ayrıca uygun bir eğitim (sınıf) ortamı, gerekli araç gereçlerin sağlanması programın etkili bir şekilde uygulanmasının en önemli diğer şartlarındandır. Programın uygulanması sırasında karşılaşılacak problemler, programın sağlıklı bir şekilde uygulanmasını engelleyebilir. Bu sebeple, programın etkili bir biçimde uygulanıp uygulanmadığını anlamak için bilgi toplamak gereklidir. Çoğu program geliştirmeci ve değerlendirmeciye göre bir programın yenilenmesinin önemli ölçüde girdi-çıktı modeline bağlı olduğu söylenir. Ancak programın uygulanmasında istenilen verimin elde edilmesinde de süreç çok önemlidir8. Bu nedenlerden dolayı programın etkililiği hakkında yargıda bulunmak için, programın uygulanma sürecine ilişkin bilgi toplamak gerekli ve önemlidir9. Bu amaçlar doğrultusunda mevcut çalışmanın yapılması uygun görülmüştür. Varsayımlar Araştırmada; 1.Örneklem evreni yansıtmaktadır. 2.Veri toplama araçları, araştırmanın amacını gerçekleştirebilecek niteliktedir. 3.Öğretmenler, veri toplama araçlarına gerçek görüşleriyle yanıt vermişlerdir. 6 7 8 9 Varış, F. (1994). Eğitimde Program Geliştirme, Teori ve Teknikler, Alkım Yayıncılık, Ankara. Demirel, Ö. (2003). Kuramdan Uygulamaya Eğitimde Program Geliştirme, Pegema Yayıncılık, 5. Baskı, Ankara. Balcı, A. (2004). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem Teknik ve İlkeler, Pegema Yayıncılık, Ankara. Erden, M. (1998). Eğitimde Program Değerlendirme, Anı yayıncılık, 3. Baskı, Ankara. 75 Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81 SBArD 4.Araştırmayı etkileyecek dışsal faktörlerin etkisi yok sayılmıştır Sınırlılıklar Araştırma; 1.İlköğretim ikinci kademesinde uygulanan sosyal bilgiler programı ile, 2. Programı uygulayan sosyal bilgiler öğretmenlerinin görüşleri ile, 3.2006-2007 eğitim öğretim yılında Ankara, Malatya, Elazığ ve Trabzon illerinde normal program ile pilot programların uygulandığı okullar ile sınırlıdır. Çalışmada belirlenen okullardaki sosyal bilgiler öğretmenlerinin 6. ve 7. sınıflarda uyguladıkları yeni program ile ilgili görüşleri alınarak çıkan sonuçlar, SPSS paket programında değerlendirilerek yorumlanmıştır. Bulgular ve Yorumlar Öğretmenlerin programa yönelik tutumlarının sonuçları; cinsiyet, kıdem, mezun olunan bölüm, öğrenim durumlarına ve seminere katılıp katılmadıklarına göre, tablo 1, tablo 2, tablo 3, tablo 4 ve tablo 5’de gösterilmiştir. Tablo 1: Öğretmenlerin Programa Yönelik Tutumlarının Cinsiyete Göre Değişimini Gösteren t-testi Sonuçları Cinsiyet Kadın Erkek N 48 91 X 106,2500 111,3187 S 14,14289 18,82308 Sd 137 t 1.637 1.785 p .104 .077 Öğretmenlerin programa yönelik görüşleri, tablo-1’de değerlendirilmiştir. Hem kadın hem erkek öğretmenlerin programa yönelik görüşleri bakımından anlamlı bir farklılık (kadın:t(137)=1.637,p.104, erkek:t(137)=1.785, p.077) bulunamamıştır. Bu bulgular, program ile cinsiyet arasında anlamlı bir farklılığın bulunmadığı şeklinde de yorumlanabilir. Çalışmanın sonuçlarına bakıldığında; erkek öğretmenlerin yeni sosyal bilgiler programına yönelik tutumlarının ortalamalarının (X=111.31), kadın öğretmenlerinin tutumlarının ortalamalarına (X=106.25) göre, daha olumlu olduğu tespit edilmiştir. Ancak bu durum çalışmanın sonuçlarını etkileyecek boyutta değildir. Tablo 2: Öğretmenlerin Kıdemlerine Göre Programa Yönelik Tutumlarını Gösteren ANOVA Sonuçları Varyansın Kaynağı Gruplararası Gruplariçi Toplam 76 Kareler Toplamı 2760.241 39335.860 42096.101 d 34 38 Kareler Ortalaması 4690.060 293.551 p Anlamlı Fark f 2.351 .57 Nihat ŞİMŞEK Öğretmenlerin kıdemlerine göre programa yönelik düşünceleri, tablo-2’de verilmiştir. Analiz sonuçları; öğretmenlerin programa yönelik düşüncelerinde kıdeme göre anlamlı bir farklılığın olmadığını (f(4-34)=2.351, p.057) göstermektedir. Başka bir ifadeyle, öğretmenlerin programa yönelik düşünceleri, kıdeme bağlı herhangi bir farklılık göstermemektedir. Bu fark anlamlı olmamakla beraber, öğretmenlerin kıdem derecelerine göre program hakkında azda olsa değişik tutumlara sahip oldukları görülmektedir. Örneğin 1-5 yıl arası kıdeme sahip olan öğretmenlerin program hakkındaki görüş ve tutumları (X=118.850), diğer kıdem derecelerine sahip öğretmenlerin program ile ilgili görüş ve tutumlarına göre daha olumludur. Bu kıdem grubunda yer alan öğretmenler dışında, 16-20 yıl arası kıdeme sahip olan öğretmenlerin programa yönelik olumlu tutum ve düşünceye (X=115.00) sahip olan ikinci kıdem sınıfında yer aldıkları görülmüştür. 11-15 yıl (X=107.641) ile 20 yıldan fazla kıdeme sahip olan öğretmenlerin programa yönelik tutumlarının (X=107.636) hemen hemen aynı olduğu görülmüştür. Programla ilgili en olumsuz tutum ve düşünceye (X=106.489) sahip grubun, 6-10 yıllık kıdeme sahip öğretmenler grubu olduğu tespit edilmiştir. Bu verilerden ortaya çıkan sonuç, yeni göreve başlayan öğretmenlerin programa yönelik düşünceleri ilk başta olumlu iken, yıllar geçtikçe olumsuzlaşmaktadır. Tablo 3: Öğretmenlerin Mezun Oldukları Bölümlere Göre Programa Yönelik Düşüncelerini Gösteren ANOVA Sonuçları Varyansın Kaynağı Gruplararası Gruplariçi Toplam Kareler Toplamı 167.138 41928.963 42096.101 d 36 38 Kareler Ortalaması 283.569 308.301 f 271 763 pAnlamlı Fark - Öğretmenlerin mezun oldukları bölümlere göre sosyal bilgiler programına yönelik düşünceleri, tablo-3’de verilmiştir. Analiz sonuçları; öğretmenlerin mezun oldukları bölümlere göre sosyal bilgiler programına yönelik düşünceleri bakımından anlamlı bir fark bulunmadığını (f(2-136)=.271, p.763) ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle, öğretmenlerin programa yönelik düşünceleri mezun olunan programa göre anlamlı bir farklılık göstermez. Bölümler arasında herhangi bir farkın olup olmadığını ortaya koymak amacıyla yapılan scheffe testinin sonuçlarına göre ise, tarih programından mezun olan öğretmenlerin, sosyal bilgiler programına yönelik düşünceleri (X=110.45), fazla bir fark olmamakla birlikte coğrafya (X=108.37) ve sosyal bilgiler (X=108.07) programından mezun olan öğretmenlere göre daha olumludur. Coğrafya ve sosyal bilgiler programından mezun olan öğretmenlerin her 77 Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81 SBArD ikisinin, anket sorularına verdikleri cevapların ortalaması hemen hemen birbirinin aynıdır. Çok küçük bir fark olmakla birlikte, coğrafya programından mezun olan öğretmenlerin tutumları sosyal bilgiler programından mezun olan öğretmenlere göre daha olumludur. Tablo 4: Öğretmenlerin Öğrenim Durumlarına Göre Programa İlişkin Düşüncelerini Gösteren ANOVA Sonuçları Varyansın Kaynağı Gruplararası Gruplariçi Toplam Kareler Toplamı 1255.021 0841.080 42096.101 d 35 38 Kareler Ortalaması 418.340 3 302.527 p Anlamlı Fark - f 1.383 251 Öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre programa yönelik düşünceleri, tablo4’de verilmiştir. Analiz sonuçları; öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre sosyal bilgiler programına yönelik düşünceleri bakımından anlamlı bir farkın bulunmadığını (f(3-135)=1.383, p.251) ortaya koymaktadır. Başka bir anlatımla, öğretmenlerin programa yönelik düşünceleri, öğrenim durumlarına göre farklılık göstermemektedir. Öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre programa yönelik düşünceleri arasında anlamlı bir farkın olup olmadığını ortaya koymak amacıyla yapılan scheffe testinin sonuçlarına göre; fen edebiyat fakültesinden mezun olan öğretmenlerin yeni sosyal bilgiler programına ilişkin düşüncelerinin (X=112.68) diğer öğretmenlere göre daha olumlu olduğu dikkati çekmiştir. Bunun dışında lisansüstü programından mezun olan ya da bu programa devam eden öğretmenlerin tutumlarının (X=111.33), diğer gruplara göre daha olumlu olduğu görülmüştür. Programla ilgili en olumsuz tutum içerisinde olan öğretmen grubu ise, eğitim fakültesi (X=105.89) mezunlarıdır. Analiz sonuçlarına göre sonradan lisans tamamlayanların programa ilişkin görüşlerinin ortalaması ise (X=107.09) olarak ölçülmüştür. Tablo 5: Öğretmenlerin Programla İlgili Olarak Herhangi Bir Seminere Katılıp Katılmadıklarını Gösteren t-testi Sonuçları Seminer N Alıp Almadıkları Evet 119 Hayır 20 X S sd t p 109.3782 110.7000 17.71143 16.30337 137 .312 .331 .755 .743 Öğretmenlerin sosyal bilgiler programı ile ilgili olarak herhangi bir seminere katılıp katılmadıklarını gösteren analiz sonuçları, tablo-5 ‘de verilmiştir. Analiz 78 Nihat ŞİMŞEK sonuçlarına göre, öğretmenlerin yeni programla ilgili herhangi bir seminere katılıp katılmamalarının programla ilgili düşünceleri açısından anlamlı bir farklılık (t(137)=.312, p.755) yaratmamıştır. İlginçtir ki programa katılmayan öğretmenlerin tutumları (X=110.700), katılanlara göre (X=109.378) az bir fark olmakla birlikte daha olumludur. Sonuç ve Öneriler Bundan önce hazırlanan eğitim programlarında benimsenen eğitim felsefesi, esasicilik olarak kabul edilmiştir. Buna göre, öğretmen derste daha aktif, öğrenci ise öğretmenin verdikleri ile yetinen pasif öğrenen konumundaydı. Bu durum, öğrencinin bilgileri kalıcı bir biçimde öğrenmesini engellemekteydi. 2000 yılından sonra hazırlanan programlar ise, ilerlemecilik eğitim felsefesine göre hazırlanmış, öğrenci diğer programın aksine pasif konumdan aktif konuma geçmiştir. Sosyal bilgiler de dahil olmak üzere, bütün dersler için benimsenen bu yeni program ve anlayışı, eğitimde kaliteyi arttırdığı gibi verimliliği de arttırmıştır. Bu çalışma, programların uygulayıcıları olan öğretmenlerin, eski program ile yeni program anlayışını kıyaslamalarına imkan vermek, özelliklede yeni programla ilgili görüşleri almak, bu şekilde varsa eksikliklere dikkat çekmek eksikliklerin giderilmesi için görüş belirtmek amacıyla yapılmıştır. Çalışmada daha sonraki çalışmalara ışık tutacağına inandığımız aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır. Bulgular incelendiğinde; öğretmenlerin yeni sosyal bilgiler programına ilişkin görüşlerinin cinsiyete bağlı olarak farklılık göstermediği sonucuna varılmıştır. Ancak erkek öğretmenlerin programa yönelik tutumlarının kadın öğretmenlerin tutumlarına göre daha olumlu olduğu görülmüştür. Bu durum, programla ilgi olarak yapılan ve bilgilendirme amaçlı hizmet içi kurslara erkek öğretmenlerin daha çok katılmaları ile açıklanabilir. Çalışmada elde edilen diğer bir sonuçta, öğretmenlerin kıdemleri arttıkça programla ilgili daha önce olumlu olan tutumlarının, olumsuzlaşmaya başlamasıdır. Bu da öğretmenlerin çalışmaya başladıkça programla ilgili gelişmeleri ne yazık ki takip edemedikleri, ya da her ne sebeple olursa olsun, programla ilgili gelişmelere uzak kaldıkları şeklinde yorumlanabilir. Öğretmenlerin, mezun oldukları programlara göre de sosyal bilgiler programına yönelik tutumlarının farklılık gösterdiği görülmüştür. Tarih programından mezun olan öğretmenlerin, coğrafya ve sosyal bilgiler programından mezun olan öğretmenlere göre programla ilgili gelişmeleri daha yakından takip ettikleri sonucunu ortaya çıkarmıştır. Öğrenim durumlarına bakıldığında; lisansüstü ile fen edebiyat fakültelerinden mezun olan öğretmenlerin, diğer alanlardan mezun olan öğretmenlere göre, program ile 79 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81 ilgili daha olumlu tutum sergiledikleri sonucu ortaya çıkmıştır. Bu durum, lisansüstü öğrenim gören öğretmenlerin programla ilgili gelişmeleri yakından takip etmeleri ile açıklanabilir. Çalışmada, elde edilen ilginç sonuçlardan biri, programla ilgili seminer alan öğretmenlerin, almayanlara göre program hakkında olumsuz tutum sergilemeleridir. Öneriler 1.Öğretmenlerin, tamamının aynı anda program değişikliklerinden yapılacak seminerler ile haberdar edilmesi beklenemez. İllerden seçilecek öğretmenlerin sayısı arttırılarak, var olan değişiklikler anlatılmalı, bunlarında gittikleri illerdeki öğretmenleri bu gelişmeler hakkında bilgilendirmeleri önerilmektedir. 2.Öğretmenlerin, yeni programın içeriği hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları tespit edilmiştir. Bu amaçla, öncelikli olarak öğretmenlerin yeni programın felsefesi ve amacı hakkında bilgilendirilmeleri gerekmektedir. 3.Programlar hazırlanırken, öğretmenlerden oluşan bir komisyonunda görüşlerine başvurulmalı, hatta öğretmenlerin komisyonda aktif olarak yer almaları sağlanmalıdır. 4.Hizmet içi kurslara tabii tutulan erkek ve kadın öğretmen oranının birbirine eşit, olmuyorsa yakın olmasına dikkat edilmelidir. 5.Programlar, bölgeler arası gelişmişlik düzeyi göz önünde bulundurularak bölgelerin ilgi ve ihtiyaçlarına hitap edecek biçimde hazırlanmasına dikkat edilmelidir. Kaynakça Mcmullin, B. (2005). “Putting The Leran Back İnto Learning Technology”, II Ireland Society for Higher Education (AISHE), Retrieved October 29. Büyükkaaragöz, S., S. (1997). Program Geliştirme, Kuzucular Ofset, 2. Baskı, Konya. Barth, J., ve Demirtaş, A. (1997). İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretimi, YÖK-Dünya Bankası, M.E.G., Projesi, Ankara. Ata, B. (2006). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, Yapılandırmacı Bir Yaklaşım (Editör: Cemil Öztürk), Pegema Yayıncılık, Ankara. Öztürk, C., Dilek, D. Ve Diğerleri (2004). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, Pegema Yayıncılık, Ankara. Varış, F. (1976). Eğitimde Program Geliştirme, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara. Varış, F. (1994). Eğitimde Program Geliştirme, Teori ve Teknikler, Alkım Yayıncılık, Ankara . 80 Nihat ŞİMŞEK Demirel, Ö. (2003). Kuramdan Uygulamaya Eğitimde Program Geliştirme, Pegema Yayıncılık, 5. Baskı, Ankara. Balcı, A. (2004). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem Teknik ve İlkeler, Pegema Yayıncılık, Ankara. Erden, M. (1998). Eğitimde Program Değerlendirme, Anı yayıncılık, 3. Baskı, Ankara. 81 GOETHE ÖRNEĞİNDE EDEBİYATTA ÖZGÜNLÜĞÜN ÖLÇÜSÜ VE TÜRK EDEBİYATI Sabri EYİGÜN Özet / Zusammenfassung Dünya edebiyatına mal olmuş Avrupalı yazar ve şairlerin birçok ortak özellikleri vardır. Bunların başında her şeyden önce kendi uluslarının kültürünü özümseyip içselleştirmiş olmaları ve daha sonra da diğer ulusların düşünsel ve kültürel birikimlerinden yararlanıp, bunu kendi kültürel potaları içinde eritmeleri gelir. Avrupalı yazarlar böylece ele aldıkları konuyu evrensel boyuta taşıyarak dünya edebiyatını oluşturmuşlardır. Bu guruba giren Avrupalı yazarların başında ise hiç şüphesiz Goethe gelir. Çünkü Goethe’nin yabancı olanı ulusal olanla bütünleştirmekle öncelikle Alman edebiyatını dünya edebiyatına açtığı görülür. Bu bakımdan Goethe örneği, bize edebiyatta özgünlüğün ölçüsünün olduğunu da göstermektedir. Bu çalışma, analitik bir yöntemle, Goethe’nin Alman edebiyatının özgünlüğünü koruyarak nasıl dünya edebiyatıyla bütünleştirdiğini göstermeyi ve bundan yola çıkarak Türk edebiyatının dünya edebiyatına açılmasının ve özgünlüğünü korumasının ölçütünü saptamayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Goethe, Kutupluluk, Dünya Edebiyatı, Edebiyatta Özgünlük, Avrupalı Yazarlar MASSSTAB DER EIGENHEIET IN DER LITERATUR AM BEISPIEL VON GOETHE UND DIE TURKISCHE LITERATUR Die weltberühmten europäischen Autoren und Schriftsteller, welche bei der Entstehung der Weltliteratur einen großen Beitrag geleistet haben, sind dessen bewusst, dass sie eine solche Leistung erst schaffen können, wenn sie zuerst ihre eigenen kulturellen Werte richtig näher kennen lernen und verinnerlichen und dann die geistlichen und kulturellen Werke der anderen Nationen untersuchen können. Denn, dadurch gelingt es einem Autor, das Fremde im Interesse seiner eigenen Kultur zu Eigen zu machen. Goethe zählt auch zu diesen bedeutendsten Autoren. Denn er eröffnete die Tür der deutschen Literatur durch diese Art der Synthese in die Weltliteratur. Daher zeigen Goethes Werke uns ganz deutlich, was das wichtige Kriterium der Eigenheit in der Literatur sein soll. Diese Untersuchung zielt vor allem darauf, durch die analytische Methode zu zeigen, wie Goethe die deutsche Literatur zu einer Weltliteratur verwandelt hat, wobei er ihre Eigenheit bewahrt, und wie man das gleiche Kriterium der türkischen Literatur übertragen kann. Schlüsselwörter: Goethe, Dualität, Weltliteratur, Maßstab in der Literatur, Europäische Autoren. Doç. Dr., Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Alman Dili Eğitimi Anabilim Dalı. seyigun@dicle.edu.tr SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 83 – 88 Giriş: Edebiyat bilimine Dünya Edebiyatı kavramını sokan Goethe’yi everenselliğe ulaştıran ana felsefe kutupluluk ilkesidir. Goethe “dünyayı bütünlüğü içinde kabul etmekteydi. Bu bütünlük, ona göre kutupsal bir ritimden oluşur: Ben ve dünya, nefes almak ve vermek gibi” (Trunz 1978: 152). Goethe, bunu bir şiirinde şöyle dile getirir: “İki çeşit rahmettir, nefes almak: Havayı çekmek ve boşaltmak, Biri sıkıştırır, diğeri rahatlatır; Böyle harika olan şey işte hayattır” (Goethe 1978:152).1 Konuya Goethe’nin ortaya attığı Dünya Edebiyatı kavramı ışığında yaklaştığımızda ‘kutupluluk ilkesi’ onun için ayrıca biz ve onlar, Doğu ve Batı kültürlerinin bütünlüğü anlamına gelir. Goethe’yi kutupluluk felsefesi ışığında anlamaya çalıştığımızda, onun hiçbir kültürü doğrudan yadsımadığını görürüz. Ancak bununla beraber, bütünlük ilkesi içinde algıladığı karşıt dünyaların kültürel değerlerini daha çok Alman kültürel dünyası içinde erittikten sonra evrensele ulaştırdığı görülür. Yani o, karşıtların bütünlüğündeki ritmi yakalar. Bu ritim ise, öncelikle Alman ruhudur. Bunun için işe önce Alman kültür dünyasını çok iyi tanımakla başlar. Örneğin, ‘Wilhelm Meister’ eserini ve orada arka planda yürütülen entrikaları anlatabilmek için, en sırdan Alman halk edebiyatı eserlerine kadar bir yığın kitabı ve hatta trivial edebiyatı dahi incelemiştir. Yani öncellikle kendi kültürünü çok iyi özümsemiştir. Yazar, bundan sonra Doğu ve Batı edebiyatlarını inceleyip, bunlardan konu, biçim ve motif açısından yararlanmıştır. Örneğin bu bağlamda bütün eski Yunan ve Roma filozoflarının hepsini okumuştur. Shakespear’in Saray dramlarını, Lessing’in sanat kavramını okuyup, diğer düşünürlerin bilgilerinden her zaman faydalanmıştır. Kısaca Türk Divan Edebiyatı’na kadar tüm dünya edebiyatlarını incelemiştir. Yaklaşık 200.000 kelime hazinesine yoksa nasıl ulaşmış olabilir ki? Goethe’nin eserleri bu yolla her boyutta geniş bir düşünsel birikimin ürünleri haline geldi. Yazar böylece başta kendi ulusu tarafından kabul gördü, sonra da evrenselliğe ulaştı. Bundan dolayı Goethe’nin ortay koyduğu yapıtlar, evrenselliklerine ve tüm etkileşimlere rağmen, kendi ulusunun ruhsal dünyasını yansıtır. Bunun en iyi örneğini, Goethe’nin tüm dünyada, Alman edebiyatının simgesi haline gelen Die Leiden des Jungen Werthers (Genç Werther’in Acıları) romanı oluşturur. Bilindiği gibi 1 Im Atemholen sind zweierlei Gnaden: Die Luft einziehen, sich ihrer entladen. Jenes bedrängt, dieses erfrischt; So wunderbar ist das Leben gemischt. Du danke Gott, wenn er dich presst, Und dank’ ihm, wenn er dich wieder entlässt.“ 84 Sabri EYİGÜN Werther romanın ilham kaynağı İngiliz romancı Richardson’un Pamela adlı mektup romanı ile Fransızların ünlü yazar ve düşünürü Rousseau’nun Nouvelle Héloise adlı eseri ile (Trunz 1978: 166) Türkçeye Bir Gezginin Düşleri olarak çevrilen eserleridir. Ama Goethe, bunları kendi kültürü içinde özümseyip yansıttığı için, Werther sayesinde Alman Edebiyatı içinde bir Goethe Geleneği yaratmış ve tüm dünyaya Alman edebiyatının kapılarını açmıştır. Ondan önceki mektup romanlarında birden çok kişi mektuplaşırken, Goethe’nin romanında tek kişinin arkadaşına gönderdiği mektuplar var. Reusseau’nun toplumdan kaçıp doğa ile baş başa yaşadığı inziva hayatı, yalnızlık duyguları ve doğa sevgisi Werther’in yaşamıyla aslında çok örtüşür. Yani Goethe büyük ölçüde Rousseau’dan etkilenmiştir. Örneğin Werther de büyük kentin yarattığı ruhsal çöküntüden doğaya kaçarak Wahlheim’e yerleşen aydın bir gençtir. Ama eserdeki dramatik bir formda olayların gelişimi, sonunda bir felaketle sonuçlanması ve burjuva yaşamından canlı, ruh tahlilleri, etkileyici anlatım gibi öğeler bütünüyle Goethe’nin kendi buluşudur. Daha bunlar gibi daha başka birçok özellik vardı ki, bunlar bütünüyle Goethe’ye özgü bir üretkenliğin sonucudur. Çünkü o her zaman yazarın kendine özgü üretkenliğini ön plana çıkaran ve bu sayede var olan bir yazardı. Nitekim Goethe Tagund Jahreshefte adlı eserinde Hafız’ın şiirlerinden söz ederken bir taraftan bunları mükemmel şiirler diye adlandırır, diğer taraftan da bunlardan etkilenmemek için daha “üretken olması gereğinden” (Goethe 1962: 210) söz eder. Edebiyat dünyasına Dünya Edebiyatı gibi bir kavramı kazandıran ve bunun gereklerini de uygulayan Goethe, bu yolla aynı zamanda Alman edebiyatının da dünya edebiyatına açmıştır. Evrenselliği, ulusallığını ortadan kaldırmamış, aksine ona güç vermiştir. Çünkü Goethe, gerçi bilinen anlamda milliyetçi değildi, ama buna rağmen her şeyden önce kendi ulusal kültürünü temel almış bir yazardır. Dünya Edebiyatı kavramı içinde birinci derecede Alman kültürünü, ikinci derece de ise Avrupa kültürünü tüm kültürlerin temeli kabul etmiştir. Bundan dolayı, rahatlıkla diyebiliriz ki, Goethe öncelikle kendi kültürünü yansıtır. Eserlerinde Alman olmayan kişi ve felsefeleri konu etse bile, bunlarda da yine Alman edebiyatı ve Alman düşüncesinin vurgulanması ön plandadır. Bir başka anlatımla, Goethe’nin eserlerinde evrensel olanla ulusal olanın, ulusal olandan yana, bütünleşmesi söz konusudur. Böylesine, ulusal kültürüne önem veren bir yazar, başka olanın içindeki güzeli, iyiyi, kendi kültürel dünyası içinde eriterek verir. Anlattığı başka bir kültür öğesi ise, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, bunda da amacın doğrudan o kültürü yansıtmak olduğu söylenemez. Yazarı, başka olanı anlatmaya götüren etkenlerin başında özetle dört ana düşüncenin ön planda olduğu görülür.2 2 Bu sınıflandırmayı daha da genişletebilir ve ya daraltabiliriz. 85 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 83 – 88 Birincisi: Alman dili aracılığıyla diğer ulusların evrensele ulaşmış kişi ve değerlerini anlatarak onlara bir Alman bakış açısı kazandırmaktır. Anlattıkları, hangi ulusa ait olursa olsun, özümsenip, Goethe’ye özgü bir bakış açısıyla yeniden yazılmıştır. Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’nı okuyan bir insan, Doğu kadar Batı’yı da tanır. Burada, Doğu’yu Alman insanının bakış açsıyla görür ki, bu da ona yine Batı insanını daha iyi yorumlama olanağı verir. Örneğin, Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’nda anlattığı şiirlerin kaynağı “Goethe’nin genç, güzel ve kültürlü bir kadın olan Marianne von Willemer’e karşı beslediği duygulardır” (Aytaç 1983: 167). Burada Suleika, aslında Marianne’dir. Hatemi’nin kişiliğinde ise, Goethe kendisini anlatmıştır. Goethe, şiirlerinde İranlı şair Hafız’ın Farsça gazellerini zaman zaman biçimsel olarak taklit ettiği görülüyorsa da, tüm yapıt boyunca kendi bireysel biçim ve özgünlüğünü, sanat anlayışını korumuştur. İkincisi: Batı ve Doğu arasında bir köprü kurmak, her iki dünyanın düşünce biçimini ve sanatını birbirine yakınlaştırmaktır. Üçüncüsü: Goethe, Doğu dünyası ile yakından ilgilenerek birçok çağdaşı gibi, kendisine ve sanatına yeni bir ufuk açmıştır. Batı-Doğu Divanı (1819) Goethe’ye Doğu dünyasının kapılarını açan en önemli etkenlerin başında gelir. Yalnız Doğu insanı değil, Almanlar da onu, dünya edebiyatı ile bütünleşmesinden ve onu yorumlamasından sonra daha çok tanır. O döneme ait istatistikler bunu kanıtlamaktadır. 1787/90 yılları arasında Goethe’nin 8 cilt halinde basılan yapıtlarına yayın öncesinde ancak 600 talep söz konusudur. Tek parça olarak yayımlanan yapıtlarında ise bu oran çok daha düşüktür. Örneğin, 17 Clavigo, 20 Götz von Berlichengen, 312 Iphigenie, 377 Egmont, 262 Werther satılmıştır. Wallenstein iki ayrı yerde birden basılmasına karşın, yayım tarihinden iki ay sonra ancak 3.500’e ulaşmıştır. Dördüncüsü: Dünya edebiyatının kalburüstü yazar ve yapıtlarını anlatırken, Alman sanat dünyasından konu ve motifleri de beraber işleyerek okuyucuya karşılaştırma olanağı vermektedir. Örneğin, Goethe 1971/72 yılında iki methiye kaleme alır. Bunlardan birincisi Shakspeare’dir. Diğeri ise Alman mimari sanatının ustaları ve yapıtlarıdır. Bunlar Erwin von Steinbach’ın katedrali ve Dürer’in gravürleridir. Görülüyor ki, Shakspeare ile birlikte Alman sanatı anlatılarak, bir anlamda ikisi de eşdeğer gösterilir. Bu gerçek, yazarın Antik-Yunan-Roma ve Hıristiyanlık kültür mirasından yararlanarak yazdığı diğer yapıtları için de geçerlidir. Görüldüğü gibi, Goethe dünya edebiyatına açılmakla ulusların birbirini tanımasına katkıda bulunmakla beraber, özellikle de kendi kültürüne hizmeti amaçlamıştır. Alman edebiyatının Marksist çizgideki öncü yazarlarından Bertold Brecht, Goethe ve diğer klasik Alman yazarların bu hizmetini takdirle karşılar ve şunları söyler: “Alman klasiklerin kozmopolitik olduklarını inkâr etmenin hiçbir anlamı yoktur. Kozmopolitizm ulusal konuları işlemeye, ulusal tiyatroda anlatmaya hiç de engel değildir. (...) Modern kozmopolitizmin Alman klasikleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar 86 Sabri EYİGÜN ulusal kültürü yok edip yerine monopolün soyut yararlılığını koruyorlar.” Brechte göre, “Gerçek uluslar arası yapıtlar aslında ulusal yapıtlardır. Gerçek ulusal yapıtlar ise uluslar arası eğilim ve yeniliklere açık olanlardır” (Brecht 1969:234). Türk edebiyatının bugünkü durumuna baktığımızda son dönem bazı yazarlarımızda görülen gelişmeleri dikkate almazsak Goethe’nin yapıtlarında gözlemlediğimiz anlamda evrensel olanla ulusal olanın, ulusal olandan yana, bütünleşmesinden söz edemeyiz. Bunun en önemli nedenlerinden biri, her şeyden önce, dünya edebiyatları ile etkileşimden doğacak zenginliğin ulusal edebiyata istenilen düzeyde yansıtılmamasıdır. Yapıtlar genellikle Doğu ve Batı kültürlerinin etkisi altında kalmış, etkisi altında kaldığı kültür dünyası içinde boğul gitmiştir. Diğer bir nedeni ise, belki de en önemlisi Türk kültür tarihinin sahip olduğu çok geniş kültür değerlerinin içinde var olan evrenselin, sanat yapıtlarıyla dünyaya duyurulmamasıdır. Bunun bir an önce aşılması gerekir. Aksi takdirde, Türk edebiyatı Fransız yazar ve düşünürü Mme de Stael’in bundan yaklaşık iki yüz yıl önce saptadığı tehlikenin içinden çıkamaz. Stael’, Edebiyata Dair adlı yapıtında, bir ülkede ulusal edebiyatın kendi köklerinden beslenmediği zaman nasıl da yıkılmaya ve başka kültürlerin hâkimiyeti altına girmeye mahkûm olacağını ve dolayısıyla ulusal ruhunu kaybetme tehlikesi içinde bulunacağını vurgular: “Bir edebiyatın birçok komşu milletlerin edebiyatından daha geç gelişmesi de, onun için bir kayıptır. Çünkü bu takdirde daha önce mevcut olan edebiyatlar (...) çoğu zaman milli dehanın yerini alır”(De Mme1967: 221). Türkiye’de ulusal dehanın kaybolmaması için özgün yapıtlara gereksinim var. Doğu ve Batı kültürlerinin özümsenerek Türk kültürü içinde, taklitçiliğe kaçmadan özgün yapıtlarla sunulması Türk kültürünü dünyaya daha iyi tanıtacaktır. Ayrıca Türk ulusunun önünün açılmasına da yardımcı olacaktır. Böyle bir oluşum içinde bulunan bir Türk edebiyatı, yalnızca diğer ulusların açtığı yolda onların arkasından gitmek yerine, Türk kültürü ile sanatın verdiği sonsuz özgürlüğü ve sanatçının ilham duyarlılığını birleştirecek, evrensel sanata yeni soluklar getirecektir. Kemal Tahir bu konuda Türk romancısının işinin zor olduğunu söyler. Ona göre Türk toplumunun tarih içinde oluşan sosyal ve kültürel verileri, Batı toplumlarında olduğu gibi, daha önceden sistematik bir biçimde incelenip sanatçıya sunulmamıştır. Bundan dolayı Kemal Tahir, Türk sanatçıların Batı toplumlarındaki kadar rahat olmadıklarına inanır (Bkz.Yavuz 1977: 127-145). Oysaki Kemal Tahir’in sözünü ettiği durum, sanatçı için kurmaca bir dünyada daha fazla özgürlük verebilir. Sanatçı kendi perspektifinden konuyu evrensele taşıyabilir. 87 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 83 – 88 Özgün sanat yapıtlarının yaratılması için, Türk kültür dünyasının sahip olduğu kendine özgü motifler ve kendi tarihi inkâr edilmez bir gerçek. Türkiye bu anlamda çok az ülkenin kültürel yapısının sunabileceği zenginlikte olanaklar sunuyor roman ve öykü yazarına. Bunu, konu bağlamında Türkiye’nin yaşadığı toplumsal devingenlikle birleştirerek evrensele ulaştırmak, Türk edebiyatına ve Türk yazarlara yeni ufuklar açacaktır. Kaynakça Aytaç, Gürsel (1983). Yeni Alman Edebiyatı Tarihi. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Brecht, Bertold (1960). Über Realismus. Leipzig: Reclam. Goethe, Johann Wolfgang (1987). Die Leiden des jungen Werther. München: Dt. Verlag. Goethe, Johann Wolfgang (1962). Tag- und Jahreshefte. München: Dt. Verlag. Staél, de Mme(1967). Edebiyata Dair, çev. Safiye Hatay-Vahdi Hatay. Ankara: Milli Eiğitim bakanlığı Yayınları. Turnz, Erich (1978). Nachwort. İn Johann Wolfgang Goethe. Die Leiden des jungen Werther. München: Dt. Verlag. Yavuz, Hilmi(1977). Roman Kavramı ve Türk Romanı. Bir Roman Kuramcısı Olarak Kemal Tahir ll. İstanbul: Milli Eğitim bakanlığı Yayınları. 88 YENİ ROMAN’DA KAHRAMAN VE OLAY ÖRGÜSÜ’NÜN ALDIĞI YENİ BİÇİMLER Hüseyin YAŞAR Özet / Résumé 1950’li yılların edebi akımlarından olan Yeni Roman, adından da anlaşılacağı gibi yalnızca roman türüne yönelik bir yaklaşımdır. Söz konusu kuram, 19. yüzyılın geleneksel romanındaki kahraman profilini ve olay örgüsünü tamamıyla reddeder. Kahraman romanın her şeyi olmaktan çıkar, silik ve belirsiz bir hal alır. Olay örgüsü ise neden sonuç ilişkisi içerisinde birbirine bağlı olaylar halkasından ziyade anlatıcının betimlediği bir hal alır. Çalışmamız, daha çok, söz konusu akımın önemli kuramcılarından Alain Robbe-Grillet’nin bakış açısıyla ‘Yeni Roman’daki kahraman olgusunu ve olay örgüsünü edebiyat bilimi ışığında araştırmayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Geleneksel Roman, Yeni Roman, Robbe-Grillet, Kahraman, Olay Örgüsü. LA NOUVELLE MANIERE DU PERSONNAGE ET DE L’INTRGUE DANS “NOUVEAU ROMAN” L’un des Courants Littéraires des années 1950, Le Nouveau Roman s’intéresse notamment au roman. Ce nouveau courant rejette absulement le personnage et l’intrigue du roman traditionnel du 19. ème siècle. Personnage du Nouveau Roman n’est plus le tout du roman, il devient effacé et imperceptible. L’intrigue, elle aussi, est désormais la description que le narrateur décrit. Dans notre travail, nous allons essayer de définir le personnage et la narration du Nouveau Roman par les avis de Robbe-Grillet, grand théoricien du Nouveau Roman. Mots-Clefs: Roman Traditionnel, Nouveau Roman, Robbe-Grillet, Personnage, intrigue. Giriş Geçtiğimiz yüzyılı edebiyat tarihi açısından karakterize etmek çok zordur. 20. yüzyıl, bir roman, bir şiir yüzyılı, bir düşünce, eylem ve yenilik yüzyılı olduğu gibi coşku ile ümitsizliğin ve başkaldırının bir arada bulunduğu bir yüzyıldır. Zira, bu dönem yeni keşiflerin olduğu, her şeyin yeniden tartışıldığı, gözden geçirildiği bir dönemdir. Tüm bunlar, edebi türlerin biçim ve içerik açısından değişmesini de beraberinde getirir. Hem yazınsal hem de sosyal kuramların bol olduğu bu yüzyılın en önemli kuramları Dadaizm, Surrealizm, Existentialism ve Yeni Roman (Nouveau Roman) gibi yazınsal sanat kuramlarıdır. Bu dönemde roman çok çeşitlilik arz eder. Özellikle Fransa’da varoluşçu roman ve dilin sadeliği ile ilgili büyük gelişmeler meydana gelir; Arş. Gör., Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Fransız Dili Eğitimi Anabilim Dalı. hyasar@dicle.edu.tr SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96 Ancak Jacques Lorant, Roger Nimier ve bir grup genç yazar varoluşçu romana karşı bir saldırı başlatırlar. Amaçları absurde ve ümitsizlik edebiyatının aşırılıklarını protesto etmektir. Bunun dışında Jean Giono da başta Colline olmak üzere romanlarıyla Stendhal’ın roman anlayışına geri dönüş yapar. Ancak, bu yeni neo-classique tutum kısa sürer ve bu yüzyılda ortaya çıkan birden fazla edebi akım arasında, etkisi bir anlık saman alevi gibi olmaktan öteye gidemez. Ancak bütün bu girişimler Marcel Proust’tan bu yana süre gelen romandaki değişimi engelleyemez. Zira değişim artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu süreç içinde edebiyat dünyasını en çok etkileyen akım Le Nouveau Roman yani Yeni Roman akımı olur. Yeni Roman, 1950’li yıllarda geleneksel romana bir tepki olarak doğar. Bu tepki bütün yazarlarda aynı gibi görünse de içinde farklı eğilimleri, girişimleri barındıran geleceğe açık bir edebi akımdır. Nathalie Sarraute, Michel Butor, Claude Simon, Margurite Duras ve Alain Robbe-Grillet gibi ünlü simaların temsilciliğini yaptığı bu akımın çok sayıdaki romanlarının ortak özelliği, roman sorunu üzerine gazete ve dergilerde çok sayıda eleştiri ve tartışmalara neden olmalarıdır. Bu haliyle Yeni Roman bir roman kuramı olmaktan ziyade yapılan görüşmeler, yorumlar sırasında ortaya çıkan bir kuramlar bütünüdür. Bu ifadelerden hareketle, Yeni Roman kuramı çerçevesinde yazılan eserlerin hepsini aynı çatı altında toplamak doğru olmaz. Bu eserlerin en belirgin ortak özellikleri Bernard Pingaud’nun ifadesiyle, L’Ecole de Refus yani reddediş romanı olmalarıdır: “Onların aynı amaçları yok, aynı reddiyeleri var”1. Bu reddediş, romanın geleneksel temel yapısı olan “olay örgüsü, zaman, mekan, kahraman gibi öğelerinin”2, kısacası şimdiye kadar romanı oluşturan bütün öğelerin reddedilişi olarak ortaya çıkar. Bu aynı zamanda, çağımızın duyarlılığına uygun yeni roman tür ve biçimlerini keşfetme isteğidir. Zira Yeni Roman bildirilerinin çoğunun temelinde şu gerçek yatıyor: Edebiyat bir yenileme ve tartışma dönemi geçiriyor. Yeni romancılara göre “yeni yollar keşfetmek ve Joyce, Dostoyevski veya Kafka’nın açtıkları çığırda daha fazla ileri gitmek gerekiyor”3. Bu açıdan bakıldığında, Yeni Roman geleceğin romanının bir laboratuvarı, romanı bir araştırma ve reddiye diye tanımlayan bir girişim olarak nitelendirilebilir. İşte bu düşünceyi en canlı ve diri tutan Alain Robbe-Grillet’dır. Ona göre Flaubert tarzı yazmak için 1850 veya Stendhal tarzı yazmak için 1830’lu yıllarda olmak gerekir. Üstelik birisini Stendhal gibi yazıyor diye övmek, yazara haksızlık olur. 1 2 3 90 Bernard Pingaud, Le Nouveau Roman, école du refus. İçinde: Michel Raimond (1969), Le Roman depuis la Révolution, Librairie Armand Colin, s. 347, Paris, s. 347. Sabri Eyigün (2003), Edebiyatta Politik Roman. Aktif Yayınları, İstanbul, s. 41. Michel Raimond (1969), Le Roman Depuis La Révolution, Librairie Armond Colin, Paris., s. 221. Hüseyin YAŞAR Zira, böyle bir beceri hayran olmaya değmediği gibi sanıldığı kadar zor da değildir. Bu konuda Grillet: “Bir yazar, pek ustaca bir benzek (pastiche), hatta Stendhal’ın bile imzalayacağı ölçüde ustaca bir benzek yaratsa, Charles zamanındakini andıran sayfalar döktürse, yine de bir değeri olmaz bunların”4 diyerek her romancının kendi çağının ürünü olduğuna işaret eder. Ortak amaçları olmayan ancak ortak reddiyeleri olan bu yeni oluşumu Grillet, Le Figaro littéraire’in 29 Mart 1958 sayısında “Her birimizin farklı şahsi pozitif yönlerimiz var. Belli sayıdaki romancının bir grup oluşturmuş gibi görünmeleri, bu daha ziyade geleneksel romana yönelttikleri ortak reddiyeler ve negatif öğelerdendir”5 şeklinde nitelendirir. Jean Paul Sartre ise, Yeni Roman hakkında Sarraute’un “Portrait d’un inconnu” adlı eserinin önsözünde şöyle der: “Bu acayip, yeni ve sınıflandırması güç eserler roman türünün zayıflığına işaret etmiyorlar(... )sadece bir tepki çağında yaşadığımıza ve romanın kendi üzerinde derin düşünmekte olduğuna işaret ediyorlar”6. Claude Simon da Le Palace adlı eserini yazmadan önce, kitabında herhangi bir iddiayı ispatlamak niyetiyle yola çıkmadığını savunur: (Les Nouvelles littéraires 26 janvier 1961) “Yazacağım romanımın neyden, nasıl olacağını söylemek kesinlikle bana imkansız geliyor. Şunu ispatlamak isteyen...., ortaya koymaya.., göstermeye çalışan herhangi bir “klasik” yazar değilim. Ne bir şeyi ispatlamaya ne de göstermek istiyorum, sadece yazmam boyunca düzenli olarak beliren sensoriel izlenimlerin tercümanı oluyorum. Bu eser kendi kendine yapılanacak bir kitaptır”7. Yazarın bu sözleri yeni romancılar ile geleneksel romancıların roman yazarken hareket noktalarının ne kadar farklı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Her ne kadar Grillet, romanla ilgili düşüncelerini aktardığı her yazının başında kendisinin bir roman kuramcısı olmadığını belirtse de bütün eleştirmenler onu yeni romanın teorisyeni olarak görürler. Bu konuda: “Gördüğünüz gibi, bir kuram ortaya atmak değil amacım. Geleceğin kitaplarını dökmek üzere uygun kalıp hazırlamayı da düşünmüyorum zaten her yeni kitap, değişmez biçimleri aşarak, hem kendi yasalarını kurar, hem de onların yıkımını hazırlar” der8. Bunun sebebi ise Grillet’nin yaptığı işin ne kadar zor olduğunun farkında olmasıdır. Zira okurlardan tutun yayıncılara kadar herkes o dönemde alışılmadık, yeni seslere, biçimlere karşı çıkıyor ve onlarla mücadele etmekten geri durmuyor. Robbe-Grillet, söz konusu konuya dair yeni görüşlerini ve makalelerini topladığı “Pour un nouveau roman” adlı eserinde: “Her artist kendine has dünyanın kendine ait 4 5 6 7 8 Alain Robbe-Grillet (1981), Yeni Roman, çev. Asım Bezirci, İstanbul, s. 29. J. H. Matthews (1964), Un Nouveau Roman? Lettres Modernes, Paris, s. 9. J. H. Matthews (1964), age, s. 9. J. H. Matthews (1964), age, s. 8-9. Alain Robbe-Grillet (1981), age , s. 31. 91 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96 şekillerini yaratmak zorunda”9 diyerek bu yeni akımın kaçınılmaz olduğunu bir kez daha dile getirir. Yeni Romanda Kahraman 19. yüzyıl Fransız romanlarında özellikle Balzac’ta geleneksel kişi ve hikâye kavramları toplumun belli bir görüşüne ve insanın kaderine bağlanmıştır. Bu iki unsur roman kahramanına ve anlatı tekniğine belli bir şekil vermiştir. Örneğin geleneksel romandaki kahramanın bir ismi, cismi, unvanı önemli bir fonksiyonu vardır. Bunlara, Balzac’ın romanlarındaki kahramanların önemli derecede mal varlığına sahip olmaları da eklenebilir. Dolayısıyla, kahraman, toplumun belli bir kesimini temsil eden bir öğe durumundadır. Grillet’nin ve İşler’in bu konuya dair ifadeleri yukarıda sunulan düşüncelerimiz ile paralellik arz etmektedir. Grillet, geleneksel romandaki kahramanın ünlü olmasına dikkat çeker: “Balzac’in burjuvaları zamanında bir ad taşımak elbette çok önemliydi bu çağda. Kişiliği yansıtan bir yüze sahip olmak her türlü araştırmanın hem aracı hem de sonucu idi”10. Ertuğrul İşler ise kahraman ile olay örgüsündeki hayati önemi üzerinde durur: “Kişi romanın her şeyidir. O kadar güçlüdür ki, birçok geleneksel roman adını kişilerden alır. (Madame Bovary, Eugénie Grandet, (…) v.b.) Kişiyi romandan alıp çıkardığınız zaman geriye hiçbir şey kalmaz. Yerine bir başkasını koyamazsınız. Yeri doldurulamaz. Geleneksel romancı bu tutumuyla, romanlarında hep bir başkişi, bir başkahraman ya da kahramanlar yaratmıştır”11. Kahramanda, bireyin arzu ve istekleri ile sosyal hayatın gereklilikleri arasında bir denge, düzen bulunur. Ancak hızla artan tüketim toplumu ve geçersizlilerini yitiren 19. yılın sosyal şartları bireyi edilgen duruma getirir. Bu da, asilzade denilen toplumun saygın kesimlerinin varlıklarını ya da işlevlerini yavaş yavaş yitirmelerine sebep olmuştur. Bu kesimler bundan böyle kendilerini ayakta tutmakta güçlük çeker hale gelirler. Varlıklarını devam ettirenler toplumda sembolik bir anlam taşırlar; örneğin Monaco, Belçika v.s. ülkelerin kral ailesinin fertleri sadece magazin basını için birer malzeme oluşturmaktan öteye gitmiyorlar. Sosyal hayattaki dengelerin oynaması, kişilerin toplumdaki rollerinin değişmesinin yankıları edebiyata yansıması gecikmez. 20. yüzyıl başlarında Gide, Sartre ve Camus tarafından geleneksel romana yöneltilen eleştiriler bu yüzyılın ortalarında Yeni Romancılar ile had safhaya ulaşır. Eleştiriler daha ziyade roman kahramanları ve olay örgüsü ile ilgilidir. Alain Robbe-Grillet geleneksel anlatı tekniğini 9 10 11 92 J. H. Matthews (1964), age, s. 9. Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54. E. İşler-Ü. Türkyılmaz (1997), “Geleneksel Romandan Çağdaş Romana Kişilerin Anlatıdaki Konumu”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 3, 102–105, Denizli, s. 103. Hüseyin YAŞAR ve kahraman profilini vaktini doldurmuş kavramlar olarak görür. Robbe-Grillet, neden artık geleneksel kişide ısrar etmememiz gerektiğini “Dünyanın kaderi, bize göre, birkaç kişinin birkaç ailenin yükselişine veya düşünüşüne bağlanır olmaktan çıktı artık. Dünya bile mirasa ve paraya dayanan bir özel mülkiyet değil artık”12 sözleri ile dünyadaki gelişmeleri neden göstererek açıklar. Bu yüzden kişinin sosyal yapısındaki gelişmelere bağlı olarak kahramanın da artık biricik, istisna veya unutulmaz bir varlık olmaması gerektiğini savunur. Robbe-Grillet’nin yukarıdaki sözleri iddiamızı destekler niteliktedir. Grillet’nin, romandaki kişinin varlığı ile ilgili: “romanlarımızın ne kahraman yaratmak ne de hikaye anlatmak gibi bir amaçları yoktur”13 sözüne Baldıran, “Gazetelerde yakında Tekel’den üç bin işçinin atılacağını okuyoruz. Patron işçiyi atıyor zira onun gözünde birey değil nesne önemlidir. İşte bence Robbe-Grillet bunu vurguluyor” ifadeleriyle ilginç bir açıklama getiriyor14. Romanı sosyal şartların ürünü olarak sayarsak Robbe-Grillet, geleneksel romanı oluşturan şartların ortadan kalktığını ve yeni romanın yeni oluşan toplumsal durumun ürünü olduğunu “Bugün dünyamız, daha az güven duyuyor kendine; kişinin sonsuz gücüne bel bağlamadığı için belki daha alçak gönüllü, ama ‘geleceğe’ baktığı için daha tutkulu davranıyor. Roman, vaktiyle yaslandığı en iyi dayanağı ‘kahraman’ı yitirdiğinden dolayı sarsılmışa benziyor. Artık ona güvenemiyorsa, bunun sebebi, hayatını şimdi daha iyi değişen bir dünyanın hayatına bağlamış olmasıdır (...)”15 sözleriyle dile getirir. Bunlardan hareketle Yeni Romancılar yeni bir kahraman olgusunu ortaya atarlar. Bu olguda geleneksel romanın aksine yer ve kişiler hakkında belli bir düşe varmak, somut bir şey yakalamak çoğu zaman güçleşir. Yeni Roman’da kişiler çok yalın anlatılır; olaylar çok cansız, ruhsuzdurlar. Romancı, olayı salt aktarmakla yetinir. Örneğin bu akımın Almanya temsilcisi olarak kabul edilen Peter Weiss’ın “Arabacının Gövdesinin Gölgesi” adlı romanında “Babanın çocuğunu dövmesinden çok basit, sıradan bir olaymış gibi bahsedilir. Geleneksel romancıdan beklenen “zalim baba”, “zavallı çocuk’ gibi okuyucuyu duygusal yönden etkileyen sıfatlar görmüyoruz”16. Yeni Romancı olmamakla birlikte roman kahramanındaki değişimin mimarlarından Camus’nün Yabancı eserinin kahramanı Meursault’nun annesinin ölümü karşısındaki tutumu da ilginçtir. Annesinin ölümüne üzülen alışagelmiş kahramanın aksine Meursault, annesinin ölüm haberini veren telgraf karşısındaki duyarsızlığı ve ilgisizliği okuyucuyu şaşırtır. 12 13 14 15 16 Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54. Bernard Pingaud, age, s. 348. Galip Baldıran (2003), Düzyazı Defteri Dergisi, Aralık sayısı, Şanlıurfa, s. 15. Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 55. Sabri Eyigün (1994), Peter Weiss’ın Yeni Roman’ı “Arabacının Gövdesinin Gölgesi”. İçinde: Gündoğan Edebiyat, Sayı: 11 - 12, Ankara, s. 94. 93 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96 Ancak, bütün bunlara rağmen Yeni romanda kahraman yok edilmemiştir. Robbe-Grillet’nin ifadeleri bunu doğrular niteliktedir: “Geleneksel kişinin gözden silindiğini bahane ederek, modern romanlarda insan bulunmadığı sonucuna varmak da doğru değildir” diyor17. Bernard Pingaud ise adı geçen makalesinde kahramanın tamamen yok olmadığını bazen sıkıcı, zor bazen de hoş basit bir kurmaca bir hal aldığını belirtir. Yeni romancılar kahramanın işlevini en aza indirgemek için iki yeni değişik yol seçerler; Escamotage (el çabukluğu ile yok etme, es geçme) dediğimiz ve RobbeGrillet’nin kullandığı birinci yolda kahraman basit bir şekilde bazen gizleniliyor bazen de kayrılıyor. Bu romanlarda kahraman, tamamen yok olmaz, örneğin Robbe-Grillet’nın Jalousie adlı eserinde kahraman bazen görünür bazen de söz alır. Bu tip romanlarda kişinin kaybettiğini dış dünya onunla önem kazanıyor. Eyigün, yukarıda adı geçen makalesinde, kişinin romanda eşyaların gölgesinde kaldığını şu çarpıcı ifadelerle dile getirir: “Artık eşyalar şahıslara ait değil şahıs eşyaya bağlıdır. İnsanlar artık kahraman değiller, onlar ancak eşyalarla olan ilişkileri oranında varlıklarını sürdürebilen canlılardır”18. Yeni romanın insanlara değil nesnelere ağırlık veren bir akım olduğu konusundaki İşler’in ileri sürdüğü “Yeni Romancılar insanlardan çok eşyaları betimler. İnsan unsuru hep eşyaların gölgesinde kalır. Sanki konusuz ve kişisiz roman çıkar ortaya”19 düşünceleri Eyigün’ün tezlerini destekler niteliktedir. Daha ziyade Samuel Beckett’in benimsediği Dévoration (sindirme, yok etme) denilen ikinci yöntem de ise, kahraman yok ediliyor. Sindirilmiş, yutulmuş bir durumdadır Örneğin Beckett’in L’innommable adlı esrinde kahraman sindirilmiş bir vaziyettedir. Bu romanlarda dış dünya sönük, bastırılmış yutulmuş, yok olmuştur, hatta kahraman dış dünyadan destek bulamadığı için yıkılışı için bir neden oluyor. Günümüz insan profiline uygun olarak, Yeni Roman’da kahraman belirsiz, silik veya pasiftir. Onun soyu, geçmişi hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Hatta çoğunlukla kişilerin adları bile baş harfleri ile belirtilir. Örneğin Robbe-Grillet, Kafka’nın Şato adlı eserinde, kahraman isminin baş harfini vermekle yetindiğini aktarır20. Olay Örgüsü Geleneksel romanda, eserin başarısı okuyucuyu inandırmakla, ikna etmekle ölçülür. Bunun için takip edilen en iyi yöntem de şöyledir: Hikâye, yazarın başından geçmiş ya da şahit olduğu bir olayı anlatacak. Böylece okur yazılanların kurgu olduğunu unutacak, romancı da anlattığını okura inandırmış gibi görünecek. Bundan 17 18 19 20 94 Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54. Sabri Eyigün, (1994), agm, s. 87. E. İşler-Ü. Türkyılmaz, (1997), agm, s. 114. Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54. Hüseyin YAŞAR dolayı geleneksel romanda iyi anlatmak demek anlatılanların okurların alıştığı, hayattan sahnelere, bilinen kalıp düşüncelere uyarlamak demektir. Yeni romancıların geleneksel romana yönelttikleri eleştirilerin hedefi yukarıda profili çizilen eserdeki olay örgüsüdür. Geleneksel anlayışa göre romanın olağanüstü, çarpıcı özellikler taşıması yetmez. Hatta en iyi edebiyatçılar bile romanda bir entrika, bir hikâye arıyorlar. Ancak yeni romancıların geleneksel olay örgüsünü sorgulamaları ve her alandaki baş döndürücü değişim Flaubert’den bu yana romanın yukarıda tarif edilen entrika düzeninin yıkılmasını su yüzüne çıkarır. Yani, roman kahramanının uğradığı değişimi Olay Örgüsü (İntrigue) de yaşar. Pingaud, söz konusu durumu şu ifadelerle özetler: “Entrika anekdot boyutuna indirildi. (…) yazarın güdümünden yoksun, La jalousie’de olduğu gibi bazen tamamıyla kaybolan bazen de Cayrol’un romanlarındaki gibi saf bir hareket, yeni gözünü açan bir dünyanın yavaş keşfi halini alıyor”21. Bunun dışında belirli, tek anlamlı bir evren imgesini bize zorla kabul ettirmeye çalışmaya yarayan “di’li geçmiş” kipi, üçüncü kişinin kullanımı, kronolojik sıra v.s.gibi öğeler değerlerini yitirmeye başlarlar. Çarpıcı ve belli bir çerçeve içinde anlatılan olay, yeni romanda okuyucunun ilgisini çekmekten yoksun, sadece kendisine hitabeden (gönderme yapan), romancının o anki tasvir ettiği manzara, durum için var olan bir hal alır. Hikâye hakkında yine Bernard Pingaud “hikâye, model ve örnek olma özelliğini, değerini kaybetti. Filozofların bu kelimeye verdikleri anlamda artık bir ‘hikâye’ değildir”22 der. Raimond ise Yeni Roman’daki olay örgüsünü “romancı artık bir hikâyeyi anlatan birisi değildir. Sadece hikâyeden birkaç brib (azıcık, az bir şey) vermekle yetiniyor; okuyucuya ise bunları bir araya getirmeye çalışmak düşüyor. Modern roman bir puzzle gibidir”23 şeklinde tarif eder. Ancak, Yeni romanda tıpkı kahramanda olduğu gibi hikâye etmenin de tamamen yok olmadığını Robbe-Grillet’nin “Modern romancılara hikâyeden hiçbir şey geçmediğini öne sürmek haksızlık olur. Yeni anlatı teknikleri aramayı “tutku ile serüven ve olayı tümüyle ortadan kaldırmaya kalkışma saymamak gerekir. Nitekim Proust’un ve Faulkner’in kitapları hikâyelerle doludur”24 sözlerinden anlayabiliyoruz. Ancak, olaylar kuşku oluşturmak ve yok olmak üzeredir. Zaman, geleneksel anlatıdaki gibi lineer değildir, zaman sırası alt üst olmuştur. Sonuç 21 22 23 24 Bernard Pingaud, age, s. 349. Bernard Pingaud, age, s. 349. Michel Raimond (1969), age, s. 226. Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 58. 95 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96 Bütün bunlardan hareketle, yeni romanda geleneksel anlamda hikâye veya olay örgüsünün olmadığını, çeşitli unsurları bir araya getirilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Zira anlatıcı artık bütün gerçekleri elinde tutan (détenteur) ve sırlara sahip biri (dépositaire) durumunda değildir. Bu akımın temsilcilerinden Michel Butor’un L’Emploi du Temps eseri anlattıklarımıza güzel bir örnek oluşturur: eser ilerledikçe oluşan, çeşitli unsurların bir araya getirildiği hissini okuyucu uyandıran ancak konu eksikliği duyulan bir yapıttır. Yeni romancılar romanda bir takım değişikliklere giderler. Yukarıda da görüldüğü gibi bu değişiklikler daha ziyade kahraman olgusunda ve olay örgüsünde yoğunlaşır. Kahramanı saygın ve imtiyazlı konumundan silik, belirsiz hatta bazen de adı bile verilmeye ihtiyaç duyulmayan konuma getirirler. Entrika dediğimiz olay örgüsünü de pek öne çıkarılmaz. Hikâye etmede, olay örgüsünde, birkaç parça verip okuyucuya bunları bir araya getirmek düşer. Birbirlerine neden sonuç ilişkisi ile bağlı olaylarda daha ziyade yazış biçimini önemserler ve anlatıdaki boşluklara aldırış etmezler. Kaynakça Baldıran, Galip (2003), Düzyazı Defteri Dergisi, ( Aralık Sayısı), Şanlıurfa. Eyigun, Sabri (1994), Peter Weiss’ın Yeni Roman’ı “Arabacının Gövdesinin Gölgesi”. İçinde: Gündoğan Edebiyat, Sayı: 11-12, Ankara. Eyigün, Sabri (2003), Edebiyatta Politik Roman. Aktif Yayınları, İstanbul. İşler, Ertuğrul (1997), “Yeni Roman’ın Düşünsel Temelleri ve Anlatımsal Yapısı” Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, s. 113-116, Denizli. İşler, E.-Ü. Türkyılmaz, (1997), “Geleneksel Romandan Çağdaş Romana Kişilerin Anlatıdaki Konumu”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, s. 102-105, Denizli. Matthews, J. H. (1964), Un Nouveau Roman? Lettres Modernes, Paris, Pingaud, Bernard, Le Nouveau Roman, école du refus. İçinde: Michel Raimond (1969), Le Roman depuis la Révolution, Librairie Armand Colin, s. 347, Paris. Raimond, Michel (1969), Le Roman Depuis La Révolution, Librairie Armond Colin, Paris. Robbe-Grillet, Alain (1981), Yeni Roman, Ağaoğlu Yayınevi, çev. Asım Bezirci, İstanbul. 96 POLİTİK BİR İKNA ENSTRÜMANI OLARAK YEREL YÖNETİMLERDE HALKLA İLİŞKİLER Mehmet YEŞİLBAŞ Özet / Abstract Yerel yönetimler, hizmete ilişkin aldıkları her kararda ve bu kararların uygulamasını içeren her aşamada saydam ve katılımcılığı esas alan bir yönetim anlayışını benimsemeleri demokrasinin olmazsa olmazları arasındadır. Yerel yönetimler bu anlayış çerçevesinde, kuramsal olarak halk isteğinin doğrudan doğruya devlet mekanizması içinde somutlaşması olarak görülmektedir. Dolayısıyla yeni demokrasi paradigmasındaki halkın rolü çerçevesinde belediyelerin durumu daha bir önem taşımaktadır. Özellikle belediyeler, öncelikle demokratik yaşamın ilk basamağı olmaları ile birlikte, yönetsel duyarlılığın da güvencesi sayılırlar. Ancak yerel yönetimlerde halkla ilişkilerin uygulanmasında politik kaygılar, kurumsallaşamama, mevzuat sorunları, finansal kıtlıklar, üst yönetim liderliğinin vizyonsuzluğu, politik yozlaşma ve zihniyet problemi gibi nedenlerden kaynaklanan önemli sorunlar söz konusu olabilmektedir. Anahtar Kelimeler: Yerel yönetim, saydamlık, halkla ilişkiler, politik yozlaşma, zihniyet. PUBLIC RELATIONS IN LOCAL ADMINISTRATION AS A POLITICAL CONVINCING INSTRUMENT For local governments to appropriate a transparent and participant administrative perceptiveness in each decision related to service and in each stage including carrying out of these decisions is an indispensable rule of democracy. Local governments, according to this perceptiveness theoretically are seen as concretizing of desire of public directly in mechanism of state. Because of public role in new democracy paradigm, situation of municipalities becomes more important (consequential). Especially municipalities, before all else together with to be the first step of democratic life are the guaranty of managerial sensitivity. On the other hand in local governments, during carrying out public relations, important problems come to scene because of political anxiety not to turn into an institution, problems of laws, financing shortages, foresightness of upper management leadership, political degeneration and mentality problems. Key Words: Local goverments, transparency, public relations, political degeneration, mentality. Giriş Yeni yüzyılın son çeyreğinden itibaren dünyada yaşanan büyük değişimler neticesinde geleneksel paradigma sorgulanmaya ve yeni yaklaşım ve argümanlar sıkça dillendirilmeye başlanmıştır. Tüm bu değişim sürecinde ayakta kalabilmek için Diyarbakır Vali Yardımcısı. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 örgütlerin belli sahalarda canlılıklarını korumaları ve bu sahaları ön planda tutmaları1 hala bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır. Bunların başında yönetim gelmektedir. Enformasyon ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeye rağmen yönetim olgusu ve halkın istek ve beklentilerine cevap verme zorunluluğu hala geçerliliğini koruyan unsurlar olarak göze çarpmaktadır. Çağdaş yönetim anlayışı ile birlikte örgütün salt biçimsel yapısının korunması, modernize edilmesi ve yalnızca insan davranışlarını değerlendirme yeterli görülmemekte; kamuoyunu anlamak, doğru algılamak ve halkın istek ve taleplerini belirleyici kabul edip, örgütün misyonu ve vizyonunu buna göre şekillendirmek çağdaş örgüt yapısının temel unsurlarından kabul edilmektedir. Ancak bu genel değişim trendine rağmen vazgeçilmezliğini koruyan halkla ilişkiler bu vazgeçilmezliğine karşın, kamu yönetiminde amacı ve anlamı kavranamamış, öneminin vurgulanmasına karşın gereklerinin yerine getirilmesi savsaklanmış bir alan ya da işlev olarak karşımızda durmaktadır. Bu savsaklanmanın ve gereken önemin verilmemesinin altında halkla ilişkilerin çok disiplinli bir alan oluşu, disiplinler arası niteliğinin onun bütünleşmesini zorlaştırması ve işlevin çeşitli evrimler, hatta dönüşümler geçirerek bugüne gelmesi2 yatmaktadır. Oysa halkla ilişkiler, özel sektörden kamu sektörüne, sivil toplum kuruluşlarından yerel yönetim örgütlerine kadar geniş bir sahada, bu örgütlerin etkileşimde bulundukları gruplarla ilişkilerin düzenlenmesinde uygulama alanı bulmaktadır. Özellikle temsil, katılım ve demokrasi gibi olguların ürünü olan yerel yönetimlerde halkla ilişkiler vazgeçilmezliğini statüsünü korumakta ve her geçen gün pekiştirmektedir. Özellikle halkla ilişkileri, her şeyden önce demokrasinin bir türevi, doğal ve ayrılmaz öğesi olarak kabul eden görüşler3 de dikkate alındığında günümüz yerel yönetimleri için önemi biraz daha anlaşılmış olacaktır. Ancak halkla ilişkilerin bu örgütlerde amacına uygun olarak kullanılması noktasında ciddi kaygılar bulunmaktadır. Özellikle pratikte “halkla ilişkiler” adı altındaki uygulamalara bakıldığında, gerçekte uygulananın halkın talep ve beklentilerini dikkate alan bir öğe olmaktan öte, zaman zaman politik bir enstrüman, zaman zaman salt örgütten çevreye bilgi akışının sağlanmasını sağlayan ve bu bağlamda kullanılan tekniklerden birisi4 olarak kullanılageldiği dikkat çekmektedir. İster yeni politikalarla ilintili olarak, ister yönetimin karmaşıklaşması ile ilgili olarak alınsın, halkla ilişkilerin kamu yönetimindeki uygulaması daima siyasal destek kazanma ile gölgelenmiştir. 1 2 3 4 98 Ergenemon, Cengiz (1995). “Bilgi Çağı”, ASELSAN Dergisi, Sayı: 20, Ankara, s. 5. Uysal, Birkân (1998). Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. III. Uysal-Sezer, Birkân, “Halkla İlişkiler: Katılımdan Tanıtıma”, Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyum Bildirileri, IIAS-TODAİE, Cilt I, Ankara, s. 149. Uysal, Birkân (1998). Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. I. Mehmet YEŞİLBAŞ Bugün hala kamu yönetiminde halkla ilişkiler uygulamalarının siyasal destek kazanmaya yönelik olduğu konusundaki kuşkular ya da yönetimin eylemlerini haklı gösterme çabalarını anlattığı yolundaki görüşler, bu alandaki çalışmaların yönetsel temellere dayalı olarak kavranmasını engellemese de zorlaştırmaktadır. 5 Özellikle son dönemlerin temel tartışma konularından birisi olan politik yozlaşma ve zihniyet sorunu ile birlikte halkla ilişkilerin uygulanmasında ciddi çarpıklıklar ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmanın konusunu, yeni demokrasi paradigmasındaki halkın rolü çerçevesinde belediyelerin artan rolleri bağlamında, hizmete ilişkin olarak atılan her adım ve alınan her kararda saydam ve katılımcılık esaslı bir yönetim anlayışını temin noktasında halkla ilişkiler olgusu ve barındırdığı sorunlar ele alınmaktadır. Çalışma, halkla ilişkilere kuramsal bir giriş yaptıktan sonra dünyadaki ve ülkemizdeki gelişim çizgisinin yanı sıra kavramsal boyutunu da kapsamaktadır. Devam eden bölümlerde yerel yönetimlerde ve özellikle belediylerde halkla ilişkilerin amaçları, işlevleri ve temel değerlerine yer verilmektedir. Son bölüm, halkla ilişkilerin belediyelerde uygulanmasındaki sorunları ele almakta, politik yozlaşma ve zihniyet sorununa ise biraz daha odaklanarak yaklaşmaktadır. Çalışma, yerel yönetimlerin yukarda da değinildiği üzere demokrasi paradigması çerçevesinde, kuramsal anlamda halk beklentilerinin doğrudan doğruya devlet aygıtı içerisinde müşahhaslaşması olarak görülmesi ve bu yönüyle halkın rolünün daha anlamlı hale gelmesi nedeniyle halkla ilişkilerin belediyelerdeki rolü ve açmazlarına ışık tutma gayreti gütmektedir. Günümüz gelişen belediyecilik anlayışının demokratik yaşamın ilk basamağı olarak kabul edilmeleri ile birlikte yönetsel duyarlılığın da güvencesi sayılmaları nedeniyle bu duyarlılığa hizmet edecek önemli bir enstrüman olan halkla ilişkiler olgusunun politik ikna enstrümanı mı yoksa demokrasinin türevi mi noktasında bıçak sırtı bir noktada ele almaktadır. Yerel yönetimlerde halkla ilişkilerin uygulanmasında politik kaygılar, kurumsallaşamama, mevzuat sorunları, finansal kıtlıklar, üst yönetim liderliğinin vizyonsuzluğu, politik yozlaşma ve zihniyet problemi gibi nedenlerden kaynaklanan önemli sorunlar ele alınmaktadır. Kavramsal çerçeve oluşturulurken literatür taraması yapılmış konuya ilişkin pek çok kaynak taranmıştır. Genel anlamda betimsel bir çalışmaya dayanan çalışma; araştırma, yorum ve tahlil niteliği arz etmektedir. 5 Uysal, age, s. 20. 99 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 I- HALKA İLİŞKİLERİN GELİŞİM ÇİZGİSİ VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE 1. Halkla İlişkilerin Dünyada ve Türkiye’deki Gelişim Çizgisi Modern toplumun bir ürünü gibi gözükmesine karşın, neredeyse uygarlık tarihi kadar eski olan “halkla ilişkiler” kavramının tarihçesine bakıldığında Eski Roma’dan Antik Yunan’a ve Mezopotamya’ya kadar uzandığı görülmektedir.6 Antik Yunan ve Roma’da yer alan ve çeşitli konularda bilge olduğu kabul edilen kişilerin halk önünde tartışması şeklinde ortaya çıkan forum; bu çağlardan kalma bir halkla ilişkiler enstrümanıdır.7 Varılan sonuçların halkı önemli ölçüde etkilemesi ve bu bilgiç kişilerin halk desteğini kazanma için giriştikleri çaba dikkate alındığında bu kaygının adı konmasa da bir halkla ilişkiler uygulaması olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Despotik yönetim anlayışının hâkim olduğu ve insanların eğitim seviyesinin oldukça düşük olduğu çağlarda belli konularda halkın bilgilendirilmesi ve ikna edilmesinin tek yolu yüz yüze ilişki ve karşılıklı etkileşimdi. Antik Yunandaki Çiçero, Kato gibi kişilerin bu etkileşimlerini halkla ilişkiler çabası olarak göstermek mümkündür.8 1800’lü yıllara kadar ilkel yöntemlerle geliştirilmeye çalışılan halkla etkileşim kurma çabaları, yüzyılın sonuna doğru, özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde hızlı bir örgütlenme sürecine girmiştir. Halkla ilişkiler müessesenin öneminin, örgütler açısından kaçınılmaz olarak görülmeye başlandığı dönem, “1929 Ekonomik Bunalımı” dönemidir. 1929 yılındaki Ekonomik bunalım döneminde iktisatçılarında etkisiyle devlet Ekonomik alana müdahale etmeye başlamıştır. Devlet sadece düzeni sağlayıcı ve yasa koyucu konumunda değildir. Devlet artık özel kesimin faaliyetlerini yönlendirmekle yetinmeyip kurduğu işletmelerle doğrudan üretim yapan ve ekonomiyi doğrudan kontrol altında tutan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Devletin bu amaçları gerçekleştirmesi, politikacılar tarafından devletin çağdaş fonksiyonları olarak nitelendirilmiştir.9 Ekonominin kendi işleyişindeki eksiklikleri gidermek için devlete verilen müdahale görevi ve bu amaçla geliştirilen politikalar zamanla karar alma sürecinde politik amaçlı müdahalelere dönüşmüştür. Yani ekonomi politikaları, yerini politik ekonomiye bırakmıştır.10 6 7 8 9 10 Uysal, Birkân (1972). Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Uygulaması, Ankara. Aktaran: Sezen, Seriye (1991). Belediyelerde Halkla İlişkiler, Ankara, Uzmanlık Tezi. Asna, M.Alaeddin (1969). Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 14-15. Asna, age, s. 18. Sabri Tekir, “Büyüyen Devlet Çıkar Gurupları ve Toplum (Politik Ekonomi Açısından Bir Değerlendirme)”, Yeni Türkiye Dergisi, Cilt I, Sayı: 13 (Ocak-Şubat 1997), s. 53. Sabri Tekir, “Büyüyen Devlet Çıkar Gurupları ve Toplum (Politik Ekonomi Açısından Bir Değerlendirme)”, Yeni Türkiye Dergisi, Cilt I, Sayı: 13 (Ocak-Şubat 1997), s. 54. 100 Mehmet YEŞİLBAŞ Bu bunalım dönemine kadar halkla ilişkiler, önemli olaylar, savaş, seçimler, grevler vb. faktörler nedeniyle başvurulan bir saha olarak algılanmasına karşın büyük ekonomik bunalımla birlikte Amerika Birleşik Devletlerinde özellikle özel sektör içinde, önemli bir yer işgal etmeye başladığı dikkat çekmektedir. Bunalımla birlikte özel sektör mensuplarının halka bilgi vermeleri ve çevreyi aydınlatmaları bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Böylece o güne kadar zaman zaman tek yönlü bir iletişim şeklinde gelişen anlayış değişmeye başlamış ve giderek sürekli olarak yerine getirilmesi gereken bir halkla ilişkiler anlayışı oluşmaya başlamıştır.11 Bu anlamda halkla ilişkiler olgusunun tarihsel platformda planlı ve sistematik bir olgu olarak ilk ortaya çıktığı ve uygulandığı ülke olarak ABD’yi göstermek mümkündür. ABD’de uygulanan halkla ilişkilerin, çağdaş halkla ilişkiler uygulamasına temel oluşturduğunu ve diğer ülkelere örnek teşkil ettiğini ifade etmek gerekir. Örneğin ABD’de tröstleri denetleme amacıyla kurulmuş olan Federal Ticaret Komisyonu gibi kuruluşların halk tarafından benimsenmesi ve desteklenmesi amacıyla bilgi verme ve tanıtma yoluna başvurulmuştur. Ancak, başlangıcın duyurma-tanıtma aşamasına denk düşmesi, halkla ilişkilerin kamu sektöründe de uzun süre bu bağlamla bütünleşmesine de neden olmuştur. Yine ABD’de kurulan Halkı Bilgilendirme Komitesi ve Kızılhaç gibi kuruluşlar, savaş döneminde propagandayı kendi amaçları doğrultusunda yoğun bir biçimde kullanmışlardır.12 Halkla ilişkilerin Türkiye’deki gelişim sürecine bakıldığında; dünyadaki gelişim trendine koşut olarak Türkiye’de benimsenmesi 1960’lı yıllarda başlamıştır. Bu gelişimin temelinde planlı döneme geçiş dolayısıyla kalkınma anlayışının ve özellikle aile planlamasının halka tanıtılıp benimsetilmesi güdüsünün olduğu ve çağdaş halkla ilişkilerin ilk uygulamalarının bu dönemde başladığını söylemek mümkündür.13 Bu konudaki ilk bilimsel çalışma MEHTAP raporu, kamu görevlilerine dönük ilk halkla ilişkiler eğitimi ise TODAİE’de başlamıştır.14 Özellikle 1967’den itibaren TODAİE bünyesinde çalışmaya başlayan “İdari Danışma Merkezi” önemli bir deneyim olmuş ancak 5 yıl sonra bu uygulamaya son verilmiş olmasına karşın diğer kamu örgütlerinin benzer birimler kurmasında katalizör etki uyandırmış ve örnek olmuştur. Ancak yapılan onca çalışmaya rağmen yapılan bir araştırmada, halkın büyük bir çoğunluğunun hala bu merkezden haberdar olmadıkları ve daha önce hiç duymadıkları anlaşılmıştır.15 11 12 13 14 15 Kazancı, Metin (1980). Halkla İlişkiler, Ankara, SBF Yayınları, s. 3. Uysal, age, s. 15. Asna, Alâeddin, “Halkla İlişkilerin Türkiye’de Benimsenmesi”, Halkla İlişkiler Sempozyumu-87, s. 27. Uysal Birkân-Sezer, “Türkiye’de Halkla İlişkilerin Gelişmesi İçin Yapılabilecekler”, Halkla İlişkiler Sempozyumu-87, s. 235. Mıhçıoğlu, Cemal, Bir Yönetim Deneyi, BYYO Yayını, Ankara, 1986, s. 202. 101 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 Uysal, ülkemizde halkla ilişkilere dönük ilk düzenlemenin 1983 yılında yapıldığını belirtmiştir. 16 Bu dönemde çıkarılan bir kararname17 ile halkla ilişkilerle ilgili bir planlama ve etkinliklerden ilk kez söz edilmiştir. Bu dönemden itibaren özellikle kalkınma planlarında halkla ilişkilere ilişkin düzenlemelerin yapıldığı dikkat çekmektedir. Beşinci beş yıllık kalkınma planında tanıtma ve kamuoyunu aydınlatma üzerinde durulmuş ve hangi çerçevede yürütüleceğinin ipuçlarını vermiştir.18 Ancak hemen belirtelim ki; neredeyse tüm kalkınma planlarında halkla ilişkiler disiplinine ilişkin planlamadan söz edilmesine rağmen merkezi hükümetlerin politikaları çerçevesinde yürütülmeye çalışılan halkla ilişkiler uygulamaları, halkın beklentilerini tespit etme, şikâyetlerini belirleme ve görüşlerine ihtiyaç duymadan çok mevcut sorun ve külfetlere halkın ikna edilmesi süreci olarak değerlendirilmekten kurtulamamıştır.19 Tüm bunlar, tarihsel gelişimle birlikte değişen demokrasi anlayışı, geleneksel yönetim anlayışının terk edilmesi ile devletlerin ve giderek devletlerin yetkilerini devrettiği yerel yönetimlerin iktidarlarını bildik yöntemlerle sürdürmekten öte, yönetenlerin desteğine dayanarak sürdürmenin bir zorunluluk olarak ortaya çıkması olgusunu ve gerçeğini biraz daha pekiştirmektedir. 2. Halkla İlişkilerin Kavramsal Çerçevesi Halkla ilişkiler disiplinine uzun zamandır bilimsel bir nitelik kazandırma çabalarına karşın bu sahaya ilişkin olarak istenen sonuçların elde edildiğini söylemek oldukça güçtür. Literatürde halkla ilişkilerin kavramsal çerçevesine ilişkin olarak uzlaşma sağlanmış ve özellikle uygulamacılar arasında bir konsensüsün var olduğu kabul edilebilmiş değildir. Hele hele kamu yönetimi söz konusu olduğunda bu sorunsal daha da belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu yönetiminin hiçbir dalında, halkla ilişkiler alanındaki kadar çok sayıda tanım yapılmamıştır.20 Örneğin halkla ilişkilere ilişkin Yalçındağ 500 tanımdan, Kazancı 1000 tanımdan,21 Ertekin ise 200 tanımdan22 söz etmektedirler. Halka ilişkilerin bu kadar çok tanımı bünyesinde barındırması kuşkusuz, çok geniş bir uygulama alanına sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Halkla ilişkileri reklam ve propagandadan ayrı tutma isteği, fakat yine de kesin sınırların çizilemeyişi 16 17 18 19 20 21 22 Uysal, age, s. 132, 133. 1983 tarih 174 sayılı Kararname. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, (1985-1989), DPT Yayınları, s.204. Kazancı, Metin, Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Anlayışı ve Uygulaması, s. 77-79. Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 2. Kazancı, Metin (1972). Halkla İlişkiler ve İdari Danışma Merkezleri, Amme İdaresi Dergisi 5(2), s. 11. Ertekin, Yücel (1995), Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayını, s. 8. 102 Mehmet YEŞİLBAŞ tanımların çokluğuna gösterilebilecek bir başka neden olabilir.23 Özellikle günümüzde halkla ilişkilerle ilgili olarak sıkça dile getirilen “halkla ilişkilerin kimlik sorunu” ya da kimlik değişimi içinde oluşunun24 bu sorunları daha da artırdığı söylemek mümkündür. Uysal, bu tanım zenginliği ve çeşitliliğini belli başlı başlıklar olarak ele almış ve bu anlamda kategorize ederek sorunlara da atıfta bulunmuştur. Bunları; belirsiz tanımlar, yetersiz tanımlar, kuruluşu öne alan tanımlar, olumlu imaj yaratmayı öne alan tanımlar şeklinde ele almış ve bu bağlamda halkla ilişkilerin reklâm veya propagandaya indirgenmesinden kaynaklanan sorunlar, kurumsallaşamama sorunları gibi temel problemlere de atıfta bulunmuştur. Kamu yönetimi söz konusu olduğunda bu karmaşanın daha da arttığının altını çizen Uysal, bu durumun belli başlı nedenleri olarak halkla ilişkilerin gelişim çizgisi, uygulamadan kaynaklanan nedenler, halkla ilişkilerin krizle bağlantılı olarak görülmesi, halkla ilişkilerin önce özel sektörde uygulanması ve takip eden dönemlerde kamu sektöründe benimsenmesi nedeniyle sektörler arasındaki zaman boşluğu ve bu aktarılmadan kaynaklanan sorunlar, farklı disiplinlere konu olma, meslekleşmede ve kapsayıcı anlayışın gelişiminde gecikme olarak sıralamıştır.25 Halkla ilişkilere ilişkin literatürde yer alan bazı tanımlamaları konunun daha iyi anlaşılması açısından bakmakta fayda var. Asna, Halkla ilişkileri, belirtilmiş hedef kitleleri etkilemek için hazırlanmış, planlı, inandırıcı bir haberleşme çabası olarak tanımlamaktadır.26 Tortop’a göre halkla ilişkiler; yönetimin izlemekte olduğu politikanın halka benimsetilmesi, çalışmaların devamlı ve tam olarak halka duyurulması, yönetime karşı olumlu bir hava yaratılması ve buna karşılık, halkın da yönetim hakkında ne düşündüğünün, yönetimden ne istendiğinin bilinmesi ve halka işbirliği sağlanması görevidir.27 Aynı yazar, bir başka yerde halkla ilişkileri bir kurum veya kişinin kamu ile olan ilişkilerinin düzeltilmesi ve yorumu ile ilgili çalışmaları olarak ele almıştır.28 Yine halkla ilişkileri, bir örgütün sunduğu hizmetin geliştirilmesi amacıyla yürütülen ve kamuoyunu etkilemeye yönelik tüm ilişki biçimlerini içeren planlı çabalar olarak tanımlayan yazarlar vardır.29 Uysal ise halkla ilişkileri, karşılıklı olarak, doyurucu bir iki yönlü iletişime dayalı, toplumsal sorumluluğu içeren bir işleyişle kanaat ve eylemleri etkilemek üzere gerçekleştirilen planlı çabalar olarak tanımlamıştır.30 23 24 25 26 27 28 29 30 Kazancı, age, s. 11. Uysal, Birkân (1998). Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 1. Bkz. Uysal, Birkân. age, s. 2-18. Asna, Alaeddin, age, s. 5. Tortop, Nuri (1989). Halkla İlişkiler, Yargı Yayınları, Ankara, s. 4. Tortop, Nuri (1986). Halkla İlişkiler, İlk-San Matbaası, Ankara, s. 3. Ertekin, age, s. 14. Uysal-Sezer, Birkân (1988). “Bir Halkla İlişkiler Kuramı Olabilir mi?”, Halkla İlişkiler Sempozyumu87, AÜBYYO-TODAİE, Ankara, s. 203. 103 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 Tüm bu tanımlamalara bakıldığında halkla ilişkilerin, kamuoyunun kurum veya kuruluşa ilişkin eğilimlerini, tutum ve beklentilerini tespit edip, örgütte bunlara uygun iyileştirmelerin yapılmasının sağlanması, tespit edilen tutum ve beklentilerin gerçek nedenlerini anlamaya çalışmak, örgütle ilgili olarak kamuoyunda oluşmuş ya da oluşabilecek olumsuz imajı bertaraf etmek, örgütün benimsetilmesi ve kurumsal kimliğinin oluşturulmasına katkıda bulunmak gibi pek çok amacı güden bir disiplin olduğunu söylemek çok yanlış olmasa gerek. Ancak genel bir tanım yapmak için Uysal’ın yukarıdaki tanımlamaları da içeren kapsayıcı bir halkla ilişkiler tanımına göz atmakta fayda var: “Halkla ilişkiler, kamusal ya da özel bir kuruluşun, işlevleri gereği dolaysız ya da dolaylı olarak ilişkide bulunduğu kitlelerin güven ve desteğini kazanmak üzere giriştiği, iki yönlü iletişime dayalı ve sonuçta kitlede kuruluşun, kuruşta ise kitlenin taleplerine uygun değişimlerin gerçekleştirilmesine yönelik, sistemli ve sürekli çabaları içeren bir süreci ifade etmektedir”31 II- YEREL YÖNETİMLERDE HALKLA İLİŞKİLER 1. Yerel Yönetimlerde ve Özellikle Belediyelerde Halka İlişkilerin Amaçları Genel anlamda kamu yönetiminde halkla ilişkilerin amaçları, kamuoyunu aydınlatmak, örgütü ve onun takip ettiği hizmet, anlayış ve felsefeyi halka benimsetmek, kamuoyunun yönetime ve örgüte ilişkin olarak takındığı olumsuz tavırları olumluya kanalize etmek veya olumlu tutum geliştirmelerine zemin hazırlamak, örgütle olan ilişkilerde kamuoyunun beklentilerine uygun bir biçimde halkın işini kolaylaştırmak, hizmetlerin yerine getirilmesinde katılımcılığı özendirmek ve halkla işbirliği yapmak gibi hususlar gösterilebilir. Halkla ilişkilerde yerel yönetimlerin amaçlarını Tortop şu şekilde özetlemiştir: “Vatandaşlara, yerel yönetim kuruluşunun hizmet politikaları ve uygulamalarına ilişkin olarak bilgi vermek, yerel yönetim kuruluşlarınca kesin kararlar alınmadan önce, önemli yeni projeler hakkında vatandaşlara görüşlerini belirtme fırsatı vermek, yerel yönetimlerin sistemi ve işleyişi ile kendi hak ve sorumlulukları konularında vatandaşları aydınlatmak, vatandaşlık gururunu aşılamak ve geliştirmek.”32 Halkla ilişkilerin amaçlarına ilişkin olarak Belediyeler açısından konuya bakıldığında, temsili demokrasi ve katılımcılığın gereği olarak halkın talep ve beklentilerinin dikkate alınması ve bu amaçla eğilimlerin tespit edilip bu eğilimler doğrultusunda bir yönetim anlayışı ortaya konması, kısaca halkın belediyesini 31 32 Uysal, Birkân (1983), “Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 16(3), s. 4. Tortop, age, s. 153. 104 Mehmet YEŞİLBAŞ oluşturma, belediyeyi destekleyen, belediyeden yana olan bir kamuoyu oluşturma,33 şeklinde özetlenebilir. Gerek dünya ölçeğinde gerekse Türkiye ölçeğinde gerek toplumsal gerek enformasyon gerekse teknoloji bağlamında yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm süreci, birçok kavramın sorgulanmasına ve bu kavramalara yeni anlamlar yüklenmesine ya da yeni bu kavramların yeni boyutlar kazanmasına yol açmaktadır. Bu değişim süreci paralelinde çağın modern yönetim biçimi olarak kabul edilen demokrasi de süreç içerisinde bildik tanımının ötesinde anlamlar kazanmaya başlamıştır. Görevlerinin salt kendilerini yöneten insanları seçimden seçime belirleyip kendi adına karar alıcıları seçme durumunda olduğu algılamasının genel kabul gördüğü geleneksel yönetim ve demokrasi anlayışından gittikçe uzaklaşıldığı ve artık yönetilenlerin görevlerinin bunun ötesine geçtiği, kararların alınmasından, uygulanması ve denetlenmesine kadar bir çok noktada görevlerinin devam ettiği konusunda genel kabul gören bir demokrasi anlayışına geçildiği bir süreç yaşamaktayız. Kamu hizmetini yürütmek konusunda yükümlendirilmiş tüm kamu kurum ve kuruluşları, hizmete ilişkin aldıkları her kararda ve bu kararların icrasını içeren her aşamada halka karşı saydam ve hesap verebilir nitelikte tavır geliştirmeleri ve katılımcı esaslı bir yönetim anlayışını benimsemeleri artık demokrasinin olmazsa olmazları hanesinde yerini almıştır. Kazancı, genel anlamda yerel yönetimleri ve özelde belediyeleri bu anlayış çerçevesinde, kuramsal olarak halk isteğinin doğrudan doğruya devlet mekanizması içinde somutlaşması olarak görmektedir. Dolayısıyla yeni demokrasi paradigmasındaki halkın rolü çerçevesinde belediyelerin durumu daha bir önem taşımaktadır. Bunun temel gerekçesi hiç kuşkusuz, belediyelerin gerek başkan gerekse belediye meclisi bağlamında karar organlarının yöre halkının siyasi tercihleri doğrultusunda oluşmuş olması ve etkileşim ve yakınlığın diğer örgütlere göre daha etkin olmasından kaynaklanmaktadır. Yerel yönetimler ve özellikle belediyeler, öncelikle demokratik yaşamın ilk basamağı olmaları ile birlikte, yönetsel duyarlılığın da güvencesi sayılırlar.34 Bu bakımdan belediyelerin temel karar organları olan belediye meclisleri ve icra makamı olan belediye başkanları, yöre halkının gözetim ve denetimine, demokrasinin ürünü olan diğer kamu kurum ve kuruluşlarına nazaran daha elverişli olduğunu ifade etmek gerekir. Dolayısıyla belediyelerin yürütmekte oldukları hizmetlerin yöre halkı tarafından kabullenilmesi ayrı bir önem kazanmaktadır. Hatta literatürde belediyelerin başarısını büyük oranda halkın belediye hizmetlerine karşı olan ilgi ve alakası ve 33 34 Yalçındağ, Selçuk (1987). “Belediyelerde Halkla İlişkiler”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 377, s. 77. Uysal-Sezer, Birkân, “Yerel Yönetimler ve Halkla ilişkiler”, Çağdaş Yerel Yönetimler, 5(6), 1996, s. 59. 105 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 gösterdiği destekle paralellik arz ettiği35 ve bir belediyenin başarılı olarak kabul edilmesinin en temel ölçütü halkın memnuniyet derecesi olduğu konusunda hâkim anlayış mevcuttur.36 5393 sayılı Belediye Kanununun37 ilgili maddelerine göz atıldığında yasal metinlerde de halkın katılımına, eğilimlerine, beklenti ve şikâyetlerine atıfta bulunduğu dikkat çekmektedir. Yasanın 3. maddesinin Belediye tanımı, hemşeri hukuku başlıklı 13. maddesinde ifade edilen karar ve hizmetlere katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme gibi ifadeleri, 14. maddesindeki belediyelerin görev ve sorumlulukları ve diğer birçok madde hükmü incelendiğinde yukarda bahsedilen konuların yasal metinlerde de yer aldığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu anlamda belediyelerin başarılı olabilmesi için, halkla iletişimini sürekli kılması, etkileşim kanallarını açık tutması, benimsediği siyasi yöntemlerini halka anlatması, halkın nabzını tutması, beklenti, tutum, istek ve şikâyetlerinin tespit edilerek değerlendirmesi büyük önem taşımaktadır. Belediyelerin tüm bu amaçlarına ulaşması ve halkın eğilimlerini tespit edebilmesi için halkla ilişkiler disiplininden sistemli ve planlı bir şekilde faydalanması kaçınılmaz olacaktır. Belediyelerce yapılan hizmetler ve yetkili organlarınca alınacak kararlara ilişkin olarak kamuoyunun beklenti, istek, gereksinme, eleştiri ve şikâyetlerinin tespit edilmesi ve elde edilen bilgilerin belediyenin encümen ve meclis gibi yetkili organlarında değerlendirilmesi ve belediyenin izleyeceği siyasaların bu çerçevede ele alınması ve halkın devlet için devletin ve yönetimin halk için olduğu anlayışı giderek önem kazanan bir husus olma özelliğini korumaktadır.38 2. Belediyelerde Halka İlişkilerin İşlevleri Çalışmamızın asıl konusunun, halkla ilişkiler disiplinin belediyelerde uygulanması bağlamında ortaya çıkan zihniyet, insan ve politik yozlaşma sorunsalı olması nedeniyle konuyu çok fazla detaylandırmamak için halkla ilişkilerin yerel yönetimlerdeki fonksiyonlarına ve belediyelerde halkla ilişkilerin temel değerlerine genel hatları ile temas edilecektir. Bunlar; yerel yönetimlerin aldığı karar ve bu paraleldeki çalışmalarını kamuoyuna açmak ve tanıtmak, halkın beklentilerini tespit etmek, şikayet ve taleplerini öğrenmek ve bu tespit edilen eğilim ve beklentilere göre hizmet mantalitesini değiştirmek veya dizayn etmek, demokrasinin gereği ve belediyelerin amacı 35 36 37 38 Geray, Cevat (1968). “Belediyelerin Halkla İşbirliği Yapması Gereği ve Halk Katılışlarını Sağlama Yolları”, İller ve Belediyeler Dergisi, Sayı: 277, s. 489. Tortop, Nuri, (1968). “Belediyelerde İş Verimliliği Esasları ve Belediye-Hemşehri İlişkileri”, İller ve Belediyeler Dergisi, Sayı: 277, s. 527. Kanun No: 5393, Kabul Tarihi: 3.7.2005, Yayımlandığı Resmi Gazete, Tarih: 13/7/2005, Sayı: 25874, Yayımlandığı Düstur : Tertip: 5, Cilt : 44 . Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s.27. 106 Mehmet YEŞİLBAŞ doğrultusunda halkın yönetime katılımın üst düzeyde sağlanması, yerel yönetim hizmetlerinin etkin, etkili ve verimli bir şekilde sunulmasını sağlamak ve bu ölçütleri arttırmak, yerel yönetimlerce uygulanan yasak ve yaptırımlara halkın gönüllü uyumunu sağlamak amacıyla aydınlatıcı ve bilgilendirici çalışmalar yapmak suretiyle kamuoyunun gönüllü katılımının sağlanması, örgütün var olan olumlu imajını pekiştirmek, olumsuz imajının bertaraf edip olumluya kanalize etmek ve yerel yönetim kuruluşuna ilişkin olarak kamuoyunda oluşabilecek yanlış imajı engellemek39, yerel yönetimle kamuoyunun etkileşiminde halkın işini kolaylaştırmak, halkın istediği belediyeyi oluşturmak,40 belediyeden yana olan belediyeyi destekleyen kent kamuoyunu oluşturmak41, halkın çıkarlarının belediyelere duyurulması,42 doğru olanın yapılıp halkın beğenisini kazanmak,43 halkı ikna etme bağlamında ikna aracı olarak kullanmak44olarak sayılabilir. Belediyelerin halkla ilişkiler bağlamında temel değer ve ölçütlerini ise; Halkla ilişkilerin felsefesi ve nitelikleriyle ancak demokratik ilke ve prensiplerin geçerli olduğu toplumlarda işlevini yerine getireceğinden dolayı “Demokratik Değerler”, yurttaşlara hukukun güvenliğini sağlayan “Hukuk Devleti” ilkesi, kamuoyunun belediyenin karar verme süreçlerini etkilemeleri ve uygulamada belediye ile işbirliği yapma öğelerini içeren “Katılım” olgusu, halkla ilişkileri reklam, propaganda ve siyasi amaçların etkisinden uzaklaştırmak ve sahte imaj yaratmayı bertaraf etmek için “Dürüstlük ve Saydamlık” ilkesi, halkın güvenini ve desteğini elde etmeyi temel amaç olarak benimsemiş bir belediye için aldığı tüm karar ve uygulamalarında gözetmek durumunda olduğu “Kamu Yararı” ilkesi ve bu paralelde “Hukuka Uygunluk” öğesi, belediye hizmetlerinin amaçlarına etkin ve verimli bir şekilde ulaşabilmesi anlamında “Başarılı Hizmet” ilkesi, kentlilik ve yurttaşlık bilincinin yerleşmesi anlamında “Sorumlu ve Duyarlı Kentli” ilkesi, kendisinden beklenenleri yerine getirebilmesi için kurumsallaşma zorunluluğu ve bunun ciddiyeti anlamında “Gerçek Belediye Kurumu” ilkesi, insanın ön plana çıkarılması anlamında “İnsan Odaklılık” ilkesi, “toplumsal barış” ve “ortak sorumluluk” ilkelerini sıralamak mümkündür. 39 40 41 42 43 44 Sezen, Seriye (1991). Belediyelerde Halkla İlişkiler, Ankara, Uzmanlık Tezi, s. 57. Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 11. Yalçındağ, Selçuk (1987). Belediyelerde Halkla İlişkiler, Türk İdare Dergisi, Sayı: 377 s. 77. Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s.12. Robinson, J. E, “Halkla İlişkiler Görevlisi”, çev. Birkân Uysal, Amme İdaresi Dergisi, 1(3-4), TODAİE, 1968, s. 198. Uysal, Birkân, “Halkla İlişkiler; Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 16(3), TODAİE, 1983, s. 2. 107 Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 SBArD III- BELEDİYELERDE SORUNLARI HALKLA İLİŞKİLERİN UYGULANMASI 1. Halkla İlişkilerin Politik Kaygılara Hizmet Eden Bir Enstrüman Olarak Görülmesi Belediyelerde halkın yönetime katılımının etkin bir şekilde sağlanmasının belediyelerdeki siyasal ve yönetsel duyarlılıkla yakından ilgili olduğu bilinmekle birlikte, temsili demokrasinin meclisler gibi belli mekanizmalarla uygulanması zorunluluğu, yönetimi elinde bulunduran oluşumların etkili olması sonucunda halkın katılımı istenilen düzeyde olamamakta ve siyasal duyarlılık istenilen ölçüde amacına ulaşamamaktadır. Bu nedenle halkla ilişkilerin etkin ve objektif çalışması engellendiği için uygulamaların etkililiği sabote edilebilmekte ve halkla ilişkiler belediye başkanının ve mevcut siyasal oluşumun belde, yöre ya da ülke genelinde tanıtımını yapmak, faaliyetlere bir zemin hazırlamak ve kamu oyunun sahte imajla yanıltılması gibi bir takım handikapları beraberinde getiren bir enstrüman olmaktan öteye geçememektedir. Bu yüzden çok kere halkla ilişkiler uygulamaları salt reklâm, propaganda vb. gibi algılamalara neden olmakta ve bu kavramlarla sıkça karıştırılan bir olgu olmaktadır. Belediye gibi temelde politik niteliği ağır basan bir kurumda halkla ilişkilerin uygulanmalarındaki temel yanlış halkla ilişkilere ilişkin uygulamalar ve etkinliklerin temelde belediye başkanına ve/veya belediye iktidarını seçimle ele geçiren partiye siyasal destek sağlamak veya olan desteği pekiştirmek amacıyla salt siyasal niteliklerle kullanıldığı gerçeğidir.45 Yerel yönetimlerdeki seçilmiş kişiler, siyasal partilere mensup kişiler oldukları için, ülkenin genel politikalarından etkilenmekte ve yerel bazda bu politikalarla uygun hizmetler sunmaktadırlar. Siyasal iktidarı ele geçirmek isteyen siyasal partiler her konuda olduğu gibi kentleşme ve kent yönetimi konularında da görüşler sunmak zorundadırlar. Bu görüşler partilerin ideolojik yapılarına göre farklılık arz etmektedir. Partiler, kentleşme, yapılaşma belediyecilik ve genel hizmetlere ilişkin görüşlerini seçmenin beğenisine sunmaktadır. Yerel seçmenin desteğini alarak yerel yönetimde görev alan partiler, yerel politikalarını da bu görüşler doğrultusunda belirlemektedir. Bu durum siyaset ve yerel yönetim birimlerinin ve merkezi hükümetin karşılıklı etkileşiminin zorunlu bir sonucu olmakta46 ve taşınan bu politik kaygılar halkla ilişkilere olan bakış açısını derinden etkilemektedir. 45 46 Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 37. Turgut, Kasım, Yerel Yönetimlerde Politik Yozlaşma ve Toplumsal Maliyeti, İstanbul 2003, s. 28. 108 Mehmet YEŞİLBAŞ 2. Halkla İlişkilerin Kurumsallaşamama Sorunu Belediye karar organlarının, beklenti ölçüsünde kalite ve sayısal değerde hizmet sunamaması, yerel yönetimlerdeki tüm gelişmelere karşın merkezi yönetimin neredeyse hala son sözü söyleyen bir konumda olması ve bu nedenle merkezden yapılan birçok düzenlemenin yereldeki işlemlerde karmaşaya yol açması, yerel yönetim aktör, paydaş ve görevlilerinin halka karşı takındığı olumsuz yaklaşımları, hizmetlerin sunumunda güdülen politik kaygılar nedeniyle oluşan yanlı tutum ve davranışlardan kaynaklanan uygulamalar; yerel yönetimlerle halk arasındaki ilişkileri iyice belirginleştirmekte47 ve tüm bu sayılanlar halkla ilişkilerin sağlıklı bir şekilde kurumsallaşamamasına neden olmaktadır. Özellikle kamu örgütlerinin halkla ilişkiler bağlamındaki temel problemlerinden birisi örgütlerin halkla ilişkilerin bir örgüt için hayati derecede öneme sahip olduğunun kavranamaması ve bu nedenle gereken önemin verilmemiş olmasıdır. Bu nedenledir ki bir çok kamu kurumunda, özellikle yerel yönetimlerde halkla ilişkiler basın bürosu olma konumuna indirgenebilmektedir. Halkla ilişkilerin yönetimlerce benimsenmemesi ve kurumsallaşamaması temel etmenlerdir.48 Kamu kurumlarında kurumsallaşmadan söz edebilmek için, kurum ve kuruluşların orta ve uzun vadeli halkla ilişkiler siyasalarının olması, halkla ilişkilerin fonksiyonel anlamda benimsenmesi ve işlevlerinin kabul edilmesi ve özellikle halkla ilişkiler birimlerinin örgütün tepe yöneticisine ya da örgütte makro düzeyde siyasa geliştirme konusunda etkili olan birimlere yakın olmasında yatmaktadır. Dolayısıyla halkla ilişkiler birimlerinin belediyelerde, belediyenin siyasetini ve makro hedeflerini koyma konumunda olan belediye başkanına yakın bir konumda yapılanması gerekmektedir. Ertekin; örgütlenmeyi görev, yetki ve sorumluluklara açıklık getiren, personelle ilgili düzenlemeleri bu çerçevede yapan, dolayısıyla hizmette tekrarların ve boşlukların oluşmasını engelleyen temel bir yönetim süreci olarak tanımlamaktadır.49 Görüldüğü gibi halkla ilişkilerin belediye uygulamalarındaki açmazlarının bertaraf edilmesinde örgütlenmenin sağlanmış olması büyük önem kazanmaktadır. 47 48 49 Uysal-Sezer, Birkân, “Yerel Yönetimler ve Halkla ilişkiler”, Çağdaş Yerel Yönetimler, 5(6), 1996, s. 65. Uysal, Birkân. (1983), “Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 16(3), s. 27. Ertekin, Yücel, “Halkla İlişkiler Hizmetinde Örgütlenme ve Personel Sorunları”, Amme İdaresi Dergisi, 23(4), s. 35. 109 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 3. Halkla İlişkiler Etkinliğinin Salt Belediye Başkanının Uygulamaları İle Özdeşleştirilmesi ve Güçlü Başkan Modeli Ülkemizde demokratik kültür özellikle yöneticilerde tam olarak içselleştirilmediği için belediyecilik uygulamalarımızın en belirgin özelliği, güçlü başkan modelinin olmasıdır.50 Ülkemizde dünyadaki genel trendin tersine belediyedeki her sahaya başkan hakimdir ve onun izlerine rastlarsınız. Bu yönüyle belediyelerde halkla ilişkiler uygulaması olarak salt belediye başkanının konuya ilişkin yaptığı veya yapması konusunda oluşan beklentiler algılanmaktadır. Bunun da temelinde; uygulamada demokrasiyi tam olarak içselleştirememiş yerel yöneticiler ve gerek meclis gerekse encümenin etkin bir şekilde yetkilerini kullanmasının önündeki geleneksel anlayış ve tek adam yönetimi felsefesinin olduğunu göstermek mümkündür. Belediyelerdeki bu güçlü başkan ve tek adam mantığı nedeniyle özellikle belediye meclisinin halkla ilişkiler bağlamında olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır. Belediye başkanları; gerek seçimle işbaşına gelmiş olmaları nedeniyle sahip oldukları toplumsal destek gerekse sahip oldukları kanuni yetkileri nedeniyle örgütün halkla ilişkiler politikasının belirlenmesinde etkin bir role sahiptirler. Oysa belediyecilikte, sağlıklı bir halkla ilişkiler uygulamasının gerçekleştirilebilmesi için, belediyelerde görevli tüm birim ve çalışanların halkla ilişkiler felsefesinin gerekliliğini benimsemesi, sadece belediye başkanlarının yaptığı halkla ilişkiler çalışmalarının kurumun imajı için yeterli olamayacağının bilinmesi gerekmektedir. 4. Mevzuattan Kaynaklanan Yerel Sorunlar Belediyelerin kuruluş, iş yürütümü ve faaliyet alanlarına ilişkin olarak temelde merkezi hükümetler ve örgütler tarafından yapılan yasa ve diğer düzenleyici işlemler dolayısıyla merkezin elinde bulundurduğu yetkiler belediyelerin tam olarak yerelleşmesi önündeki temel engellerden birisidir. Özellikle tabii afet, büyük yıkım, kaçak yapılaşmalar, gecekondu vb. olgulara ilişkin olarak merkezi hükümetlerce çıkarılan ve Türk yönetsel yapısında itiyad haline gelmiş olan “af yasaları” gibi tüm ülkeye genellenerek yapılmış kimi düzenlemeler belediyelerin halkla ilişkilerinde ve halk nezdindeki imajında kara delik oluşturmaya devam etmekte ve ciddi anlamda olumsuz etkilemektedir. Özellikle belediyelerde halkla ilişkiler birimlerinin kurumsal düzeyde örgütlenmesi, bu birimlerin amaç ve görevlerinin ve istihdam edilecek personelin niteliklerinin belirlenmesine kadar bir çok konuda gerek 5393 s. Belediye Kanunu 50 Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 81. 110 Mehmet YEŞİLBAŞ gerekse Büyükşehir belediyelerinin yönetimini düzenleyen kanunlarda yasal bir dayanak bulunmaması da önemli bir handikap olarak gözükmektedir. 5. Belediyelerin İstenilen Düzeyde Finansal- Yönetsel Dinamiklerden Yoksun Oluşu Belediyelerde halkla ilişkilerin uygulanmasında temel nitelikte olan bir diğer husus ise, belediyelerin halkın talep, beklenti ve yakınmalarına cevap verebilecek boyutta parasal ve yönetsel olanaklar çerçevesinde yetersiz oluşu gösterilmektedir. Ertekin belediyelerin halkla ilişkilerini olumsuz anlamda etkileyen nedenleri şu şekilde sıralamaktadır:51 Yapılan hizmetlerin değişik nedenlerle nicelik ve nitelik yönünden yeterli olmaması, işlemlerle ilgili, başvuru yeri, başvuru biçimi konusundaki sorunlarla kırtasiyeciliğin varlığı, kuruma başvuran yurttaşa gerekli bilgilerin yetersiz verilmesi ya da hiç verilmemesi ve eşit işlem yapılmaması, görevlilere yeterli ve gerekli yetkilerin verilmemesi ve yetkilendirilenlerin çoğu kez yetkilerini kullanmaktan kaçınmaları, görevlinin eğitim düzeyi ile görevini benimseme durumundan kaynaklanan olumsuzluklardır. 6. Halkla İlişkilere Gereken Önemin Verilmemesi Belediyelerin halkla ilişkiler anlamındaki sorunlarından bir diğeri gerek merkezi hükümetler gerek merkezi idarenin taşra örgütleri ve gerekse yerel yönetimler bağlamında halkla ilişkilere gereken önemin verilmemesi ve istenilen boyutta ele alınamamış olmasıdır. Bunun temel nedeni olarak da üst yönetim ve liderlerin konunun öneminin farkında olamaması ve bilinç eksikliği gibi faktörler gösterilebilir. Bir taraftan merkezi idare ve hükümetlerin bu umursamaz tavırları bir taraftan yöneticilerin söz konusu tavır ve tutumları nedeniyle belediyelerde istenilen düzeyde bir halkla ilişkiler örgütlenmesi sağlanamamış ve sağlıklı bir halkla ilişkiler politikası geliştirilememiştir. 7. Üst Yönetim Liderlerinin Vizyonsuzluğu ve Algılama Farklılıkları Belediyelerdeki halkla ilişkiler sorununun altında genelde yukarda da değinildiği gibi halkla ilişkilerin amaç ve süreçlerinin yanlış değerlendirilmesi ve algılama farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Özellikle üst yöneticilerin kişisel bakış açılarının vizyonsuzluk nedeniyle halkla ilişkilerin vizyon ve amaçlarıyla örtüşmemesinden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Temel amacı kamuoyu ile sağlıklı ve olumlu iletişim ve ilişki kurmak olan halkla ilişkilerin, yöneticilerce kimi kez reklâm, kimi kez propaganda, kimi kez imajın 51 Ertekin, Yücel, Yerel Yönetimlerde Halkla İlişkiler Sorunu, s. 8. Akt: Köksal, Recep, Belediyelerde Yönetime Katılma ve Halkla İlişkiler, Ankara 2001, s. 119. 111 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 olumlanması, kimi kez de basın bülteni, duyurma gibi tek yanlı bir etkileşim ve çaba olarak algılanması temel problemlerdendir. 8. Halkla İlişkilerin Reklâm ve Propaganda İle Özdeşleştirilmesi Halkla ilişkilerin bir diğer temel problemi, kamu örgütlerinin neredeyse tamamında söz konusu olan ve yerel yönetimlerde olayın siyasal boyutunun daha belirgin olması nedeniyle ikna ve olumlu imaj yaratma çabasının bir ürünü olarak reklâm ve propaganda ile sıkça özdeşleştirilmekte hatta çoğu kez karıştırılmaktadır. Halkla ilişkiler disiplininin salt reklam ve propaganda amaçlı kullanılmasına dayanak teşkil eden temel argüman; kuşkusuz yerel yönetimlerin halkın talep, beklenti ve görüşleriyle paralellik arz etmeyen karar ve uygulamaların kamuoyuna benimsetilmesi, özellikle belediye yöneticileri olan ve neredeyse belediyenin uygulamaları ile özdeşleşen belediye başkanlarının halkla ilişkileri siyasal hedeflerini gerçekleştirmeye dönük bir politik aygıt gibi görmesi, belediye faaliyetlerinin kamu hizmetinden öte bir reklam unsuru olarak sunulmasıdır. Oysa bilindiği gibi halkla ilişkilerin temel belirleyici hususlarından birisi tek yönlü değil çift yönlü bir iletişimi benimsemiş olmasıdır. Bu şekilde bir disiplinin benimsendiği halkla ilişkiler uygulamalarında kamuoyu, yönetimin her aşamasında söz konusudur ve yerel yönetimlerce ikna edilmek durumundadır. Özel sektör, kamu sektörü veya yerel yönetimlerin hangisinde olursa olsun temelde politik kaygı ve beklentilerin gözetilmesi suretiyle uygulanmaya çalışılan halkla ilişkiler pratiğinde, her halükarda demokratik değerler ve kamu yararının göz ardı edilecek olması nedeniyle çarpıklıklar süreklilik arz edecek ve propaganda aygıtı olmaktan öteye geçemeyecektir. 9. Yerel Yönetim Kuruluşlarının Halkla İlişkileri Fantezi Bir Uygulama Olarak Görme Anlayışları Halkla ilişkiler, çok kere bir gereksinimden öte özenti ya da vitrini doldurma çabasının bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Bu da fantezi ya da gereksiz bir enstrüman olarak görülmesine neden olmakta ve bu yüzden çok kere amaçlarına uygun olmayan işlerde kullanılmalarına neden olmaktadır. Bu durumu kurumun bir halkla ilişkiler politikası olmaması biçiminde de algılayabiliriz. Yine halkla ilişkilerin çoğu kez gişe düzeyinde tekil bir hizmet olarak değerlendirilmesi ve kurum içindeki ana hizmet birimleriyle eşgüdümün sağlanamamasına neden olmakta ve kurumun geleceğine ilişkin politika belirleme konusunda fonksiyon icra edememektedir.52 52 Uysal, age, s. 8. 112 Mehmet YEŞİLBAŞ 10. Halkla İlişkilerin Bir Uzmanlık Alanı Olarak Görülmemesi ve Profesyonellerce Üstlenilmemesi Halkla ilişkilerin temelde iki yönlü bir iletişim olduğu kabulünden hareket ettiğimizde hem kamuoyu hem yönetim açısından sağlıklı bir iletişim sağlanabilmesi için, halkla ilişkiler biriminde görevlendirilecek görevlilerin iletişimi iyi bilmesi ve gerek kamu gerek yerel yönetim ve gerekse halkla ilişkiler konusunda kendini iyi yetiştirmiş ve kurumun faaliyet sahasına hakim olması büyük önem taşımaktadır. Oysa belediyelerde bu birimlerde istihdam edilenlerin söz konusu vasıflara sahip olmadığı hepimizce bilinen bir gerçektir. 11. Çarpık Kentleşme ve Kent Nüfusunun Plansız Artışı Türkiye’nin yakın tarihinin kanayan yarası olan göç olgusu ve bu olgunun doğurduğu çarpık kent yapısı, plansız yapılaşma ve yoğun nüfus belediye hizmetlerini her alanda ciddi anlamda sabote ettiği gibi halkla ilişkilerin gelişimini de bu anlamda olumsuz etkilemektedir. Dar anlamda, kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun artması olarak tanımlanabilecek53 kentleşme olgusunun bu çarpık yapısı neticesinde belediye yönetimleri açısından kent nüfusunun artması sonucunda kentli nüfusla belediye yönetimi arasındaki mesafenin gittikçe artmasına neden olmakta ve kamuoyu ile yönetim gittikçe birbirinden uzaklaşmaktadır. Belediyelerin kısıtlı imkânları da göz önüne alındığında halkla ilişkilerin belediyecilik için lüks olarak gözükmesi olgusu gerçekliğinin devam ettiğini görmekteyiz. 12. Politik Yozlaşma Ve Zihniyet Sorunu Yerel yönetimler, günümüz demokrasi anlayışında, demokratik yaşamın olmazsa olmazları arasında görülmekte ve çağın demokratik gerekleri arasında algılanmaktadır. Özellikle günümüz dünyasında doğrudan demokrasi pratiğinin olanaklı olmaması nedeniyle yerel yönetimler; temsili demokrasinin uygulama örnekleri ve halkın katılımının, kamuoyu beklentilerinin yansıtılabildiği örgütlenmeler olarak dikkat çekmektedir. Bilindiği gibi temsili demokrasilerde karar alma süreci politik aktörler, seçmenler ve bürokratlarca yerine getirilmektedir. Politik yozlaşmayı ise bu karar alma sürecinde kamuoyu ya da seçmen aleyhine ne şekilde olursa olsun çıkar sağlama süreci olarak ifade etmek mümkündür. Belediye örgütlenmelerinde karar alma sürecinde ne şekilde olursa olsun çıkar sağlamak amacıyla politikacı, seçmen, çıkar kümeleri ve bürokratlar gibi politik aktörler tarafından var olan hukuksal, ahlaksal ve diğer normların göz ardı edilmesi veya ihlal edilmesini kapsayan politik yozlaşma ve topluma maliyetini ortaya koymaktadır. Bugün 53 Keleş, Ruşen, 100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1983, s. 6. 113 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 dünyanın farklı ülkelerinde uygulamalarının sıkça görüldüğü gibi ülkemizde de artık önemli bir siyasal ve sosyal bir hastalık haline gelmiş olan ve gerek merkezi hükümette gerekse belediyelerde kuraldışı ve yasadışı uygulamalar zamanla yasal düzenlemelerin yerini almakta ve öyle algılanır olmaktadır. Politik süreçte politikacı, seçmen, çıkar gurupları ve bürokratların çıkar amaçlı karşılıklı etkileşimi kamusal alanla ilgili alınan karar alma sürecinde şekillenmektedir. Politik aktörler, bu süreçte yozlaşma ağının bir parçası olarak hareket etmektedir. Sonuçta karar alma sürecinin siyasi, ekonomik ve sosyal sebeplerle çıkar amaçlı olarak işlemesi, toplumda yolsuzluk ve rant kollama faaliyetlerini yaygınlaştırmakta, her türlü yolsuzluğun ahlaksızlık sayılmadığı bir anlayış topluma egemen olmaktadır. Günümüzde başta büyük şehirler olmak üzere yerel yönetim birimlerinin karar alma sürecine politik yozlaşmanın hâkim olduğu görülmektedir. Bu durum kentlerde gecekondulaşmayı, çarpık ve çirkin kentleşmeyi, ranta dayalı para kazanmayı doğurmaktadır. Yerel halkın yaşam standardı ve yaşam kalitesi düşmüştür. Bunun dışında yerel yönetimlerdeki politik yozlaşma, yerel halka birçok siyasi, sosyal, ekonomik ve ahlaki maliyet yüklemiştir. Yerel yönetimlerde reform tartışmalarının yoğunluk kazandığı günümüzde yerel yönetimlerin karar alma sürecinde yozlaşmayı önleyecek önlemler alınmadığı sürece yerel yönetim birimleri, yolsuzlukların, rant kollama faaliyetlerinin kaynak israfının merkezinde siyasi güç odağı olmaya devam edecektir.54 Politik yozlaşma, birden fazla yozlaşma biçimini kapsayan ve demokrasinin aygıtlarından faydalanmak suretiyle karar alma sürecinde politikacıların, bürokratların ve çıkra gruplarının çıkar sağlamak için yasal düzenlemeleri veya normları ihlal etmeleri olarak ifade edilebilir. Devlet mekanizmasının hemen her sahasında önemli bir hastalık olarak gözüken bu yozlaşma tipi belediyecilikte önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Politik karar alma sürecinde rol oynayan aktörlerin (Seçmenler, Politikacılar, Çıkar Grupları) özel çıkar sağlamak amacıyla toplumda var olan hukuksal ve ahlaksal normları ihlal edici davranış ve eylemlerde bulunmaları politik yozlaşma olarak tanımlanmıştır.55 Yerel yönetimlerde politik yozlaşmaya neden olan faktörleri; merkeziyetçi ve geleneksel yapının doğurduğu aksaklıklar, kayırmacılık sisteminin yaygınlaşması ve gittikçe yönetime hakim olması, adam kayırmacılık, hizmet kayırmacılığı, siyasi kayırmacılık, gönül yapma, lobicilik, iktidarın kişiselleşmesi, parti disiplini ve lider sultası, aşırı vaadde bulunma ve yalan propaganda, oy satın alma ve oy ticareti, bürokratik sistemin siyasallaşması, yerel seçmenlerin ilgisizliği ve bilgisizliği, politik 54 55 Turgut, Kasım, Yerel Yönetimlerde Politik Yozlaşma ve Toplumsal Maliyeti, İstanbul 2003. Aktan, age, s. 4. 114 Mehmet YEŞİLBAŞ körlük ve kısa dönemli düşünme hastalığı ve yerel hizmetlerin gördürülmesindeki aracılık faaliyetleri olarak sayılabilir.56 Günümüzde demokratik rejimlerdeki yozlaşma o derece ileri boyuttadır ki bazı yazarlar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir İlkesinin, hâkimiyet kayıtsız şartsız siyasal iktidarındır ilkesine dönüştüğünü ifade etmektedir.57 Dünyadaki her ülkede politik süreç, ülkenin sahip olduğu toplumsal yapının, sosyal ve ekonomik gelişmişlik düzeyine uygun olarak şekillenmektedir. Buradan hararetle geleneksel toplum yapılarında ve az gelişmiş ülkelerde sosyal ekonomik toplum yapısının düzeyine uygun olarak politik sürecin oluşumu ve işleyişinin farklı olacağını söylemek mümkündür. Günümüzde modern demokratik düzenin hâkim olduğu toplumlarda, politik sürecin işleyişi, politik süreçte meydana gelen yozlaşma, gerek nitelik gerekse nicelik yönünden geleneksel toplum yapılarındakinden farklıdır. Yani politik yozlaşma ile toplumların sosyal ekonomik gelişmişlik düzeyi arasında paralel bir ilişki mevcuttur. 58 Yerel yönetimler demokrasinin olmazsa olmazlar ve temel yapıtaşları niteliğindedir. Bu yönüyle yerel halkın katılımını temin eden, yerel ortak ihtiyaçların giderilmesini sağlayan ve bu anlamdaki hizmetlerin etkili ve verimli bir şekilde yürütülmesini sağlayan birimlerdir. Ancak günümüz Türkiye’sinde yerel yönetimlerde özellikle belediyelerde demokratik yaklaşımın benimsendiği, demokratik ilke ve gereklerin yerine getirildiği, yerel halkın katılımının esas alındığı yönetim şekilleri olmaktan çok fantezi anlamında değerlendirilen birimler olmaya devam ettiği ve rant kollama faaliyetlerinin üstünü kapatan bir aygıt haline gelen birimler olduğu sıkça dile getirilen hususlardandır. Toplumsal katılımın sağlıklı olduğu, temel hedeflerinin yurttaşlara hizmet olduğu bir belediye anlayışı demokrasinin filizlenmesinde önemli bir yere sahip olabilecekken, ortak yerel hizmetlerin sunulmasından, kentsel rantın paylaşımına, bütçe imkanlarının savurganca ve hoyratça harcanmasından hükümetle belediyeler arasında kaynak ve rant bölüşümüne kadar pek çok noktada çıkar teminine dönük bir çok yozlaşma türünü görmek mümkündür. Halkla ilişkiler uygulamaları da en az diğer birim ve uygulamalar kadar politik yozlaşma ve zihniyet sorunundan nasibini almakta ve yukarda sıkça değinildiği gibi rant aygıtı, politik ikna enstrümanı ya da olumlu imaj yaratma veya kamuoyunu aldatmaya kadar uzanan bir zincirdeki konumunu sürdürmeye mahkum gözükmektedir. Geleneksel yönetim yapımızda gerek kamu yönetimi gerekse yerel yönetimler özelinde belediye yönetimlerindeki sorunların temel nedeni toplumun politik yozlaşma 56 57 58 Turgut, age, s. 64. Coşkun Can Aktan, “Kahrolsun Demokrasi Yaşasın Demarşi” . http://www.canaktan.org.tr (15-102002) s. 1. Coşkun Can Aktan, Temiz Toplum Temiz Siyaset, İstanbul: T Yayınları, 1994 s. 63-70. 115 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 ile karşı karşıya olması ve bunun doğurduğu temel zihniyet sorunsalıdır. Bu çalışmada demokrasinin yeni gözdesi belediyecilik uygulamaları bağlamında zihniyet paradigması ve politik yozlaşma temelli bir irdeleme neticesinde belediye yönetimlerin halkla ilişkiler uygulamaları anlamında ortaya çıkan sorunlar irdelenmeye çalışılmıştır. Özellikle kamu yönetiminde ve yerel yönetimlerde topyekûn bir reformdan söz edildiği ve bu paralelde çalışmaların yapıldığı günümüz Türkiye’sinde insan temelli zihniyet iyileştirilmesi yapılmadıkça salt yasal reformların yapılmasının, problemleri bertaraf etmek yerine politik yozlaşma ve çarpık uygulamaları daha da artıracaktır. Tüm bu hususlar göz önüne alındığında hemen her türlü girişimin başarıya ulamamasının altında yatan temel etmen sağlıklı bir sistemin benimsenmesi kadar o sistemi uygulayacak olan yönetici ve çalışanların sahip olduğu ahlaki değer ve zihniyetleridir. Salt kurumların modernizasyonu değil, kurum mensuplarının kafa yapıları da zihni bağlamda modernize edilmedikçe başarılı bir örgütten söz etmek olanaklı değildir. Sonuç Yasal ifadesiyle yerel ortak ihtiyaçları karşılamak maksadıyla kurulmuş olan belediyeler zaman zaman politik yozlaşmanın sonucunda “nasıl yönetelim ve nasıl bir yöntem izleyelim” ki kârımızı maksimize edelim mantığını gütmektedirler. Bu yönüyle çıkarını maksimize etmeye çalışan veya demokrasiyi temelde bir bölüşüm ve yağma düzeni olarak gören politikacı kimi belediye başkanları ve onların sermayedar yandaşları ve diğer toplumsal çıkar odakları, bu paylaşım sürecini devam ettirmek ve kendilerin seçen kamuoyuna şirin gözükmek için kimi zaman halkla ilişkiler disiplinini makyavelist bir yaklaşımla araç olarak kullanmakta ve halkla ilişkilerin temel amaçlarıyla çelişen uygulamalar ortaya koyarak halkın gözünün boyanması, sahte imaj yaratılması ve rant kollama faaliyetlerinin üstünün küllendirilmesine dönük bir enstrüman olarak kullanılmasına neden olabilmektedirler. Önceki bölümlerde halkla ilişkilerin belediyelerde uygulanması anlamında ortaya çıkan sorunlar ana hatlarıyla ortaya konulurken de görüldüğü gibi, uygulama yanlışlıklarının altında yatan birçok neden vardır ya da bu yanlışlıkları tek bir olgu veya nedenle açıklamak oldukça zordur. Ancak bu çalışmamızda genel hatlarıyla ortaya konmaya çalışılan tüm faktörlerin yanı sıra asıl belirleyici olanın demokratik değer yargıların benimsenmemesi, özellikle politik aktör ve paydaşların demokrasiyi ve yerel yönetimleri rant kollama sahası veya yağma düzeni olarak görmeleri neticesinde ortaya çıkan politik yozlaşma, insan ve zihniyet paradigması odaklı ele almaya ve açıklamaya çalıştık. Günümüz belediye yönetimlerinde yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, ranta dayalı kent toprağının kullanımı, rant kollama ve her türlü kaynak israfı yaygın olarak 116 Mehmet YEŞİLBAŞ görülmektedir. Belediyelerin mevcut konumu halkın yerel demokrasi bilinci, yozlaşmayı önleyecek düzenlemeler göz ardı edilerek gerçekleştirilecek reform çalışmaları yerel yönetimleri yolsuzluğun ve kaynak israfının odağına itecektir. Günümüzde büyük miktardaki nüfusun yaşadığı gecekondular, çirkin şekilsiz problem yumağı haline gelmiş şehirler politik yozlaşmanın etkisi altındaki yerel yönetimlerin ürünüdür. Zihni modifikasyon ve modernizasyon sağlanamadıkça, demokrasi, hukukun üstünlüğü, katılım, vatandaş odaklılık gibi kavramlar içselleştirilmedikçe belediyelerin yetkilerinin artırılıp kaynakların devrinin gerçekleştirilmesinin tek başına yeterli olmadığı bilinen bir gerçektir. Belediyelere yetki ve kaynak devrinin yerel katılım ve yerel demokrasi bilincinin gelişmesine, ekonomik kalkınmanın sağlanmasına, tüm ülke genelinde herkesin kabul ettiği asgari ahlaki değerlerin sağlanmasına, hukuk devleti anlayışının oluşmasına ve hepsinden önemlisi ülkemizde hala doğu despotizminin eseri sayılabilecek geleneksel yönetim anlayışımızın ürünü buyurgan devlet, elit bürokratik anlayış ve efendi belediyecilik anlayışını terk eden bir yaklaşımın benimsenmesine paralel olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini ortaya koymaya çalıştık. Ahlaklı ve ilkeli bir yaşamı merkezine almayan bir yönetici; halkı velinimet, devleti ve yönetimi halka hizmet aygıtı olarak görmeyen, katılımcılığı, halkın beklentilerini, talep ve yakınmalarını dikkate almayan, politik yozlaşma, sahte imaj, göz boyama gibi faktörlerin girdabında bocalayan bir yerel yönetim ve demokratik temelli yaklaşımı içselleştirememiş ve bakış açısı anlamındaki modernizasyonunu tamamlayamamış bir zihniyet paradigması sağlanamadıkça aradan yıllar geçse de halkla ilişkilerin hak ettiği konumda olacağı konusunda ciddi kuşkularımız vardır. Kaynakça Aktan, Coşkun Can (1994), Temiz Toplum Temiz Siyaset, İstanbul, T Yayınları. Asna, Alâeddin (1987), “Halkla İlişkilerin Türkiye’de Benimsenmesi”, Halkla İlişkiler Sempozyumu, Ankara, TODAİE Yayınları, Asna, M. Alaeddin (1969), Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları. Ergenemon, Cengiz (1995), “Bilgi Çağı”, ASELSAN Dergisi, Sayı: 20, Ankara. Ertekin, Yücel (1995), Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayını. Ertekin, Yücel (2001). Yerel Yönetimlerde Halkla İlişkiler Sorunu, s. 8. Akt: Köksal, Recep, Belediyelerde Yönetime Katılma ve Halkla İlişkiler, Ankara. Ertekin, Yücel “Halkla İlişkiler Hizmetinde Örgütlenme ve Personel Sorunları”, Amme İdaresi Dergisi, 23(4). Geray, Cevat (1968), “Belediyelerin Halkla İşbirliği Yapması Gereği ve Halk Katılışlarını Sağlama Yolları”, İller ve Belediyeler Dergisi, Sayı: 277. 117 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118 Kazancı, Metin (1972), “Halkla İlişkiler ve İdari Danışma Merkezleri”, Amme İdaresi Dergisi, 5(2). Kazancı, Metin (1980), Halkla İlişkiler, Ankara, SBF Yayınları. Kazancı, Metin (1980). Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Anlayışı ve Uygulaması. Keleş, Ruşen (1983), 100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, Gerçek Yayınevi, İstanbul. Mıhçıoğlu, Cemal (1986), Bir Yönetim Deneyi, Ankara, BYYO Yayını. Robinson, J. E. (1968), “Halkla İlişkiler Görevlisi”, çev. Birkân Uysal, Amme İdaresi Dergisi, 1(3-4), TODAİE. Sezen, Seriye (1991), Belediyelerde Halkla İlişkiler, Uzmanlık Tezi, Ankara. Tekir, Sabri (1997) “Büyüyen Devlet Çıkar Gurupları ve Toplum (Politik Ekonomi Açısından Bir Değerlendirme)”, Yeni Türkiye Dergisi, I/13. Tortop, Nuri (1968), “Belediyelerde İş Verimliliği Esasları ve Belediye-Hemşehri İlişkileri”, İller ve Belediyeler Dergisi, Sayı: 277. Tortop, Nuri (1989), Halkla İlişkiler, Ankara, Yargı Yayınları. Turgut, Kasım (2003), Yerel Yönetimlerde Politik Yozlaşma ve Toplumsal Maliyeti, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul. Uysal, Birkân (1972). Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Uygulaması, Ankara. Uysal, Birkân (1983), “Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 16(3). Uysal, Birkân (1998), Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları. Uysal-Sezer, Birkân (1987), “Türkiye’de Halkla İlişkilerin Gelişmesi İçin Yapılabilecekler”, Halkla İlişkiler Sempozyumu, Ankara, AÜBYYO-TODAİE. Uysal-Sezer, Birkân (1988), “Bir Halkla İlişkiler Kuramı Olabilir mi?”, Halkla İlişkiler Sempozyumu, Ankara, AÜBYYO-TODAİE. Uysal-Sezer, Birkân (1996), “Yerel Yönetimler ve Halkla ilişkiler”, Çağdaş Yerel Yönetimler, 5(6). Uysal-Sezer, Birkân, “Halkla İlişkiler: Katılımdan Tanıtıma”, Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyum Bildirileri, Cilt I, Ankara. IIAS-TODAİE. Yalçındağ, Selçuk (1987), “Belediyelerde Halkla İlişkiler”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 377. Yalçındağ, Selçuk (1996), Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları. 1983 tarih 174 sayılı Kararname. 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı, (1985-1989), DPT Yayınları. 5393 Sayılı Belediye Kanunu, No: 5393 Kabul Tarihi: 3.7.2005, Yayımlandığı Resmi Gazete: Tarih: 13.7.2005, Sayı: 25874, Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5, Cilt: 44. 118 İNGİLTERE’NİN İRAN-AFGANİSTAN POLİTİKASI (1848-1870) Yılmaz KARADENİZ* Özet / Abstract İngiltere’nin incelediğimiz dönemdeki İran ve Afganistan politikası, Hindistan güzergâhında bulunan bu iki devletin sürekli kontrol altında tutulması esasına dayanmıştır. Kuzeyden Rusya’nın bu güzergâha hâkim olma girişimleri İngiltere tarafından sürekli önlenmiştir. İran’ın Hindistan’ın anahtarı olan Herat’a yönelmesi karşısında bu iki devletin içişlerinde karışıklık çıkarma ve birbirine düşürme siyasetini devreye sokmuştur. İran’ın Herat’ı fethetmesi üzerine Paris’te bir toplantı tertip ederek dengeleri kendi lehine çevirmiştir. ENGLAND’S PERSIAN AND AFGHAN POLITICS (1848-1870) Anahtar Kelimeler: Afganistan, Herat, Kabil, İran, İngiltere, Rusya, Nasıreddin Şah. The politics of England about Iran and Afghanistan had been based on the control of these two states, which were on the route of India. The dominating attempts to this route of Russia had been tried to prevent by England. England had applied the politics of turmoil and having a falling-out againts the coming closer of Iran to Herat. England had taken the balance in its hand with Paris Agreement that had been signed just after the getting Herat of Iran. Key Words: Afghanıstan, Herat, Kabul, Persia, England, Russıa, Nasıreddin Shah. Giriş İran ve Afganistan’ın sahip oldukları coğrafya, tarih boyunca sürekli hâkimiyet mücadelesi ve buna bağlı olarak iç karışıklık çıkarma girişimlerine sahne olmuştur. İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirmesinden sonra bu güzergâhı sürekli kontrol altında tutmak istemesi, Rusya ve Fransa tarafından zorlanmışsa da hileli İngiliz siyaseti sayesinde bertaraf edilmiştir. Biz de bu çalışmamızda İngiltere’nin bölgeyi kontrol altında tutmak için ikinci ve hatta üçüncü bir devleti nasıl etkisiz hale getirdiğini, İran ve Afganistan’ın nasıl iç karışıklıklara sürüklendiklerini ortaya koymaya çalıştık. Esas döneme geçmeden önce İran, Afganistan ve Osmanlı Devleti üzerinde yürütülen İngiltere-Rusya nüfuz mücadelesini yani incelediğimiz döneme gelinceye kadar yürütülen siyasetleri kısaca izah ettik. Britanya adası ile adı geçen coğrafya arasında çok uzak mesafe olmasına rağmen İngiltere’nin niçin ve nasıl buralarda etkili olduğunu aydınlatmaya çalıştık. İngiltere, 1814’te İran ile imzaladığı anlaşmayla Afganistan ile İran arasında meydana gelebilecek savaşta müdahil olmamayı taahhüt etmişti.1 Ancak, Napolyon’un * Yrd. Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 Avrupa’da tehlike olmaktan çıkmasıyla İngiltere’nin İran’a karşı tavrı değişmiş, Herat ve Belucistan’ı İran’ın nüfuzundan çıkarmak için harekete geçmişti. Bu siyasetinde kendisine engel olarak gördüğü Rusya’yı Osmanlı Devleti sınırlarına yönlendirmek suretiyle İran ve Afganistan’da rahat hareket imkânı sağlamıştı. İran’ın 1833’te Herat’a düzenlediği sefer sırasında fazla telaşlanmamış2, ancak bu sefer sırasında orduya komuta eden şehzade Abbas Mirza’nın ölmesiyle muhasaranın kaldırılmasına sebep olmuştu.3 Herat Emiri Kamuran Mirza ile yıllık verginin İran’a ödenmesi karşılığında anlaşma imzalanarak geri dönülmüştü. Feth Ali Şah’ın 1834’te ölmesiyle Afganistan meselesi yarım kalmıştı.4 İngiltere ve Rusya’nın 1834’te İran’ın bağımsızlığı ve Muhammed Şah’ın tahta oturması konusunda aralarında anlaşmaları, İngiltere’nin Rusya’ya karşı tezgâhladığı siyasi bir tuzaktı. Çünkü Muhammed Şah’ın Rus nüfuzuna girmesi ve İngiltere’den yana soğuk davranması, tehlikeli bir hareket olarak telakki edilmişti.5 Üstelik Hindistan’dan gönderilen d’Arcy Todd başkanlığındaki İngiliz heyeti beklenen ilgiyi görmemiş, sadrazam Hacı Mirza Ağasi’nin gayretleriyle de geri gönderilmişti.6 İngiliz heyetinin geri gitmesinden sonra 1837’de Herat’a tekrar sefer düzenlenmiş, seferin haklılığını anlatmak üzere Mirza Hüseyin Han (Acudanbaşı) Avrupa’ya gönderilmişti.7 İngiltere, İran’ın bu hamlesine karşılık Eldred Pottinger komutasında 40.000 kişilik Hind ordusunu Afganistan’a gönderdi. 1838’de Mc Neill’i de yüklü miktarda altın ve para ile Afganistan’a göndererek buranın idarecilerini elde etmeye çalıştı.8 Ancak bütün çabalara rağmen İran’ın Herat muhasarasında başarılı olması, Basra Körfezi’nden itibaren İran topraklarının İngiliz işgaline uğramasına sebep olmuştu.9 Afganistan’a giden İngiliz görevliler, Herat’ta Kamuran Mirza ile Yar Muhammed 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Mahmud Mahmud, Tarih-i Revabıt-ı Siyasi-i İran ve İngiliz I, Tehran 1361, s. 220. İran, İngiltere ile bu anlaşmayı imzaladığı zaman Fransa’nın tepkisini çekmişti. Ancak, Napolyon’un Elbe Adası’na sürülmesiyle birlikte İngiltere rahatlamış ve İran’ı oyalamaya başlamıştır. Bkz. Abdurrızza Huşeng Mehdevi, Tarih-i Revabıt-ı Harici-i İran, Tehran 1379, s. 225. Bu dönemde Abbas Mirza ile Mc Neill arasında geçen görüşmeler için bkz. James Baille Fraser, A Winters Journey From Constantinople to Tehran II, London 1838, s. 27-28. Angelo M. Pıemontese, “İrteş-i İran Der Salha-yı 1874-1875, Sahtar ve Sazmandeh-i An Ez Did-i General Enrıco Andreini”, Tarih-i Muasır-ı İran III, Tehran 1370, s. 14. Ferah Han Eminüddevle, Hatırat-ı Siyasi, Tehran 1926, s. 10; Henrich Brughes, Sefer-i Be Derbar-ı İran, trc. Mühendis K. Beççe, Tehran 1367, s. 143. A. H. Mehdevi, age, s. 248. Aynı tarihlerde Rus prensi Alexis Soltykof’un İran’ı ziyaret etmesi, İranRus yakınlaşmasından sonra gerçekleşmişti. Bkz. Alexis Soltykof, Misafiret-i Be İran, trc. Muhsin Saba, Tehran 1336, s. 38. A. H. Mehdevi, age, s. 249. Peter Avery, Tarih-i Muasır-ı İran, terc. M. Refi Mihrabadi, Tehran 1363, s. 91; G. N. Curzon, age, s. 244; Seyyid Taki Nasır, İran Der Berhured-i Ba İstimargiran, Tehran 1363, s. 226. A. H. Mehdevi, age, s. 251. Kamuran Mirza ile yapılan temasları ve paranın dağıtılmasını Nesselrode ve Pozo di Borgo’nun mektuplaşmalarında anlamak mümkündür. Bkz. M. Mahmud, age, s. 395-396. John William Kaye, The History of War in Afghanıstan I, London 1874, s. 449. 120 Yılmaz KARADENİZ Han’ı kendi taraflarına çekmeye çalışmıştı. Bu dönemde Afganistan ve İran’a yapılan iç müdahalelerde Rusya’nın karşı çıkmaması ve Osmanlı topraklarına göz dikmesi İngiltere’nin işini kolaylaştırmıştı.10 İngiltere, bölge üzerinde sürekli tatbik ettiği siyasetle İran ve Afganistan’ı iç siyasi karışıklığa sürükleyip kendi menfaatine göre kullanmıştır. İran ve Afganistan ile birlikte Hindistan güzergâhını oluşturan Osmanlı Devletini göz ardı etmemiş, Rusya’nın bu üç ülke üzerindeki nüfuzunun durumuna göre siyaset değişikliğine gitmiştir.11 Mısır Meselesinde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen Rusya, Hindistan’a giden yolları tehlikeye atmak istemeyen İngiltere ve Napolyon’un Mısır seferinden itibaren bölge ile ilgisini kesmek istemeyen Fransa, İran ve Afganistan ile birlikte Osmanlı toprakları üzerinde kıyasıya mücadele halinde olmuşlardır. Rusya, İran’ın kuzeyinden Basra Körfezine ve doğu yönünde ise Afganistan üzerinden Hindistan’a giden güzergâhta nüfuz kurmaya çalışırken, karşısında yıllardır burayı elinde tutmaya çalışan İngiltere’yi bulmuştur.12 Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyan etmesi (1831-1833) ve Anadolu’ya doğru ilerlemesi,13 II. Mahmud’un İngiltere’den yardım istemesine sebep olmuştu. 1832’de yapılan müracaatta, İngiltere’ye ait bir donanmanın Akdeniz’e gönderilmesi istenmiş fakat İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston, Babıâli’nin bu müracaatına aldırmamıştı.14 Bu durum karşısında Rusya’nın yardımına başvurulmuş, böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen Rusya, İstanbul ve çevresine kadar gelerek boğazlara yerleşmeye başlamıştı.15 Rusya’nın şartlarını kabulden ibaret olan 1833 tarihli Hünkâr İskelesi Anlaşmasının imzalanması, bölgede çıkarı zedelenen İngiltere ve Fransa’yı tedirgin etmişti.16 Rusya’nın boğazlara iyice yerleşmesi ve Balkanlardaki Ortodoks nüfus üzerindeki Panslavist faaliyetleri, Avusturya tarafından da hoş karşılanmamaya başlanmış,17 İngiltere ile Avusturya arasında 1838’de bir anlaşma imzalanarak Rus ilerleyişi durdurulmak istenmişti.18 Bu anlaşmadan sonra İngiltere, Rusya, Avusturya ve Almanya’nın müttefik olarak Mehmed Ali Paşa isyanında Osmanlı Devleti’nin yanında 10 11 12 13 14 15 16 17 18 W. Kaye, age II, s. 50. S. T. Nasır, age, s. 341 vd.; A. Conolly, Journey to the North of India Overland From England Through Russia, Persia anda Afghanistan II, London 1834, s. 268. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, İstanbul 1995, s. 170-171. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V, Ankara 1988, s. 129. Yorga, Osmanlı Tarihi (1774-1912) V, Ankara 1948, s. 371-376. Ayrıca bkz. E. Z. Karal, age, s. 128129 . Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul 1947, s. 161. Rusya ve diğer batılı devletlerin Mısır isyanına karışmaları için bkz. E. Z. Karal, age, s. 131-134 E. Z. Karal, age V, s. 127; Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara 1990, s. 60-62; Mahmud Mahmud, Tarih-i Revabıt-ı Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1361, s. 657. Percy Sykes, Tarih-i İran, trc. Muhammed Taki Fahrdaî Gilânî, Tehran 1330, s. 509-511; Muhammed Alaaddin Mansur, Tarih-i İran Ba’de’l İslâm (820-1925), Tehran 1989, s. 818 vd. Ebul Kasım Tahirî, Tarih-i Revabıt-ı Bazarganî ve Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1356, s. 156 vd. 121 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 bulunmaları, Fransa’nın Akdeniz’den geçen deniz ticaret yollarına sahip olacağı endişesiyle İngiltere tarafından organize edilmiş bir girişimdi. İngiltere, bu tür girişimlerini Rusya ile devam ettirerek bu devletin de kendi çıkar bölgelerinde nüfuz kurmasına fırsat vermek istememiştir.19 Rus Çarı I. Aleksander’in ölümünden sonra yerine geçen I. Nikola döneminde (1825–1855) İngiltere elçisi Wellington’un aceleyle Petersburg’a gitmesi sadece tebrik için değil, siyasî amaçlı olduğu 1848’te yeniden başlayan İran-Rus savaşından anlaşılmaktadır.20 Rusya’nın çok kısa sürede İran’a galip gelmesi ve İran topraklarını işgal etmesi, İngiliz siyasî rolünün değişmesine ve İran ile Rusya arasında sulh yapılması için girişimlere başlamasına sebep olmuştur. Mısır Meselesinde Fransa’nın tutumunu tehlikeli görerek saf dışı etmeye çalışan İngiltere, bütün dikkatini Rusya’ya çevirmek zorunda kalmıştır. Rusya ise bir taraftan İran’ı işgal ederken, diğer taraftan 1841 tarihli Londra Anlaşmasıyla üzerinde nüfuzunu kaybetmeye başladığı boğazlar sebebiyle Osmanlı Devleti’ni parçalamaya çalışıyordu.21 İngiltere vasıtasıyla Fransa’nın uluslararası siyasette kenarda bırakılması, bu devleti tekrar İran’a yaklaştırmıştır. Fransa, gerek İngiltere’nin oluşturduğu siyasî bloğu bozmak ve gerekse Hindistan yolu üzerinde bu devleti vurmak için tekrar İran ile temasa geçmiştir.22 Bu sırada İran, Afganistan, Hive, Buhara, Osmanlı Devleti ve Mısır valisinin İngiltere’ye muhalif olmaları Fransa’nın işini kolaylaştırıyordu. Avrupa’da ise Avusturya’dan başka bir müttefike güvenmeyen İngiltere, Asya’daki Rus yayılmasını önlemek ve Fransa’nın İran ile olan siyasî girişimlerini başarısız kılmak için daha önce (Herat muhasarası yüzünden) siyasî ilişkisini kestiği İran’a sayısız vaatlerde bulunarak yaklaşmaya ve Fransa’dan soğutmaya çalışıyordu.23 İngiltere’nin bu dönemde İran ve Afganistan üzerinde yürüttüğü siyaset bu iki devletin içinde bulunmuş oldukları siyasi ve iktisadi durum sebebiyle amacına ulaşmıştır. İran tahtında oturan Nasıreddin Şah, dirayetli ve ileriyi gören sadrazamı Mirza Taki Han (Emir-i Kebir)’in uyarılarını kâle almamış, İngiltere’nin tezgâhladığı 19 20 21 22 23 M. Mahmud, age II, s. 670. Yılmaz Karadeniz, İran’da Sömürgecilik Mücadelesi ve Kaçar Hanedanı (1795–1925), İstanbul 2006, s. 218. S. T. Nasır, age, s. 341 vd.; Firuz Kazımzade, age, s. 241. Osmanlı Devleti, Rusya’nın kendisine karşı izlediği siyaseti tehlikeli görüp İngiltere ve Fransa’ya doğru kaymaya başlamıştı. Ayrıca, 1841 Londra Antlaşmasıyla İstanbul ve boğazlar üzerindeki nüfuzunu İngiltere etkisiyle kaybetmiş olan Rusya, tekrar Osmanlı Devletini parçalama siyasetine başvurmuştur. 1844’te İngiltere’yi ziyaret eden Rus Çar’ı I. Nikola, İngiliz hükümetine, Osmanlı Devletini aralarında paylaşmayı teklif etmiştir. Bkz. Rifat Uçarol, age, s. 192; A. Şükrü Esmer, Siyasi Tarih, İstanbul 1944, s. 178. Mısır Meselesinden sonra Rusya’nın Boğazlar ve Doğu Akdeniz üzerindeki hakimiyetini kısıtlayan Londra Anlaşması için bkz. E. Z. Karal, age, s. 208-209 . Feth Ali Şah döneminde İran ile 1807 tarihli Finkenstein ittifak Anlaşmasını imzalayan Napolyon, aynı yıl Tilsit’te Ruç çarı ile İran ve Osmanlı devletini paylaşma hesapları yapmıştır. Bunun üzerine iki devlet arasındaki ilişkiler kesilmişti. Bkz. Y. Karadeniz, age, s. 91 M. Mahmud, age II, s. 464 vd. 122 Yılmaz KARADENİZ tuzak sonucu öldürülmüştür.24 Horasan’da Salar isyanı ve ülkenin diğer bölgelerinde Babailer isyanıyla karşılaşmıştır.25 Cemaleddin Esedabadî önderliğinde gelişen fikri hayat ve meşrutiyet isteğine dönüşüm İran’ı içten içe kaynatmaya başlamıştır. Aynı şekilde Afganistan’da da siyasî birlik olmadığı için aşiret reisleri ve idareciler arasında rekabet devam etmiştir. İki devletin iç siyasî durumu ve ekonomik yetersizlikleri bölge üzerinde çıkar peşinde olan İngiltere’nin işini kolaylaştırmıştır.26 İngiltere’nin İran-Afganistan Politikası (1848-1870) İran’a hileli bir siyasetle yaklaşıp Basra körfezi ve Harg Adası’nın işgalini, Muhammed Şah’ın 1834’teki Herat seferine bağlayan İngiltere, Afganistan’ı da işgal ettikten sonra Rusya-Avusturya eliyle Osmanlı devletini tehdit etmeye çalışıyordu.27 Fakat boğazlar meselesinde Rusya’yı kendi tarafına çekip bu devletin yayılmacı bir siyaset izlemesine de imkân vermek istemiyordu.28 Diğer taraftan, İran ile siyasî temasları tekrar başlatmak için siyasi görevlilerini buraya göndermeye başladı. 1839’da İran’a gelen Ledwich Minforth ve Austen Henry Layard,29 burada uzun süre kalarak zemin oluşturmaya çalışmışlardır. Siyasî ve askerî faaliyetlerde bulunan iki görevli, ülkelerinin İran’daki sömürgecilik siyasetine yardımcı olmuşlardır. İngiliz görevliler, sadece Tehran’da kalmayarak Nasıreddin Şah’dan memnun olmayan muhaliflerin bulunduğu Bağdat’ta giderek nifak tohumları atmaya çalışmışlardır.30 Muhammed Şah, Herat muhasarasını İngiltere’nin İran’a karşı güç kullanması sonucu kaldırdığından, bu ülkeye karşı olan siyaset de olumsuz etkilenmişti. Fakat yeni sadrazam Hacı Mirza Ağasi’nin İngilizlere karşı tavrı aynı yönde olmamış, Muhammed Şah’ın 1848’deki ölümünden sonra mevkîni koruma endişesiyle İngilizlerin isteklerini yerine getirmeye başlamıştır.31 Herat’da bulunan Yar Muhammed Han’ın İngilizlere karşı İran şahını tekrar buraya çağırması, sadrazam Hacı Mirza Ağasî tarafından dikkate 24 25 26 27 28 29 30 31 A. H. Mehdevî, age, s. 269; Ann Kathrine Swyn Lambton, Islamic Society in Persia, Oxford 1954, s. 18. Raymond Furon, L’İran Perse et Afghanıstan, Paris 1951, s. 119. Firuz Kazımzade, Russıa and Brıtaın ın Persıa 1864-1914, London 1968, s. 241. Muhammed Taki Sipihr, Nasihü’t-tevarih III-IV, Tehran 1353, s. 253 vd. F. Kazımzade, age, s. 283-285. Layard, 1877-1880 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul’daki elçisi olarak görev yapmıştır. Charles Stuart, Journal of A Residence ın Northern Persia, London 1854, s. 128-134; M. T. Sipihr, age III-IV, s. 284. Muhammed Şah döneminin sadrazamı olan Hacı Mirza Ağasi, yaşı ilerlemiş ve sağlıklı düşünme yeteneğini kaybettiği halde görevde bırakılmış, Muhammed Şah’ın en güvendiği insanlardan olmuştur. Sadrazamdan gelen hiçbir isteği geri çevirmeyen şah, bir ara Rusların da sadrazam üzerinde nüfuz kurmalarına mani olamamıştır. Sadrazamın keyfi uygulamaları o kadar artmıştır ki, 1846’da Kirmanşah eyaletinde halk çok perişan olmuş, pazar ve sokaklarda kadın ve çocukların açlıktan ölümleri çoğalmıştır. Bkz. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 135; Cihangir Mirza, Tarih-i Nev, nşr. Abbas İkbal, Tehran 1327, s. 291. 123 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 alınmamış, Afgan halkının İngilizlere karşı verdiği mücadelede askeri destek verilmemiştir.32 Afgan halkının işgalci İngilizlere karşı gittikçe artan tepkisi karşısında, Hindistan hükümeti devreye sokulmuş ve böylece Afganistan’ın elde tutulması düşünülmüştür. Ancak, daha sonra bunun da çözüm olamayacağı anlaşıldığından İran’a tekrar yaklaşma siyaseti izlenmiştir.33 Rusya’nın İran ile yaptığı 1829 Ticaret Anlaşmasına benzer bir anlaşmanın İngiltere ile de yapılması yönündeki girişimler sonuçsuz kalınca, İran ile siyasî ilişkilerin zeminini hazırlayacak kişilerin ve devlet görevlilerinin elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Bunların başında, Feth Ali Şah döneminin dışişleri bakanı Ebul Hasan Han Şirazî geliyordu. Ayrıca, sadrazam Hacı Mirza Ağasî ve Mirza Şefi Mazenderanî de İngilizlere fazla uzak sayılmayan devlet görevlileriydi.34 İngiltere’nin İran’a gönderdiği siyasi görevli John Mc Neil, Tehran’daki çalışmalarıyla 1841 tarihli İran-İngiltere Ticaret Anlaşmasını imzalamaya muvaffak olmuştu.35 Bu anlaşmayla birlikte İngiltere’nin şah üzerinde etkili olmaya başlaması, İngiltere’den himaye gören Mirza Ağa Han Nuri’nin sadrazamlığa getirilmesi bu defa Rusya’yı telaşlandırmıştı.36 Tehran’daki Rusya elçisi Doulgoruky, Ağa Han Nuri’nin İran’da İngiltere nüfuzunu arttıracağı endişesiyle Emir-i Kebir (Mirza Taki Han)’e destek çıkmış ve sadrazamlık makamında kalması için uğraşmıştı. Ancak, İngiltere’nin Emir-i Kebir hakkındaki yalanlarına inanan şah, sadrazam ile ilgili farklı bilgilendirilmeyi tetkik etmemiş, kendisine karşı saltanat davasına kalkışmak istediği şayiasına inanmıştır. Devlet işlerine ve dış siyasete vukuf tecrübeli sadrazamını 1852’de feci bir şekilde öldürtmüştür. Rusya’nın eski sadrazama olan desteği, İngiltere’nin sinsi siyaseti yüzünden bir sonuç vermemiş ve öldürülmekten kurtaramamıştır.37 Rusya, bu dönemde Osmanlı topraklarında ve özellikle Balkanlarda Ortodoks Hıristiyanları himaye bahanesiyle boğazlara uzanmaya çalışırken, güneyde İngiltere 32 33 34 35 36 37 Abdullah Müstevfî, Şerh-i Zendegânî-i Men ya Tarih-i İçtimaî ve İdarî-i Devre-i Kacariye I, Tehran 1371, s. 45 vd.; P. Avery, age, s. 119 vd. Y. Karadeniz, age, s. 220. M. Mahmud, age II, s. 510-513. Ali Asgar Şemim, İran Der Devre-i Salatanat-ı Kacar, Tehran 1379, s. 230. Ayrıca bkz. John Mc Neill, The Progres and Posıtıon of Russıa in the East, London 1854. A. Müstevfî, age I, s. 87. Rusya, İngiltere’ye pek sıcak bakmayan Mirza Taki Han (Emir-i Kebir)’ın görevde kalmasını istiyordu. Çünkü onun yerine sadrazamlık makamına getirilmek istenen Ağa Han Nuri, İngiltere’nin yardımlarına itiraz etmeyen bir kişiydi. Bkz. Cihangir Mirza, Tarih-i Nev, tash. Abbas İkbal, Tehran 1327, s. 249; Y. Karadeniz, age, s. 220. A. Müstevfî, age I, s. 87. İngiltere’nin Emir-i Kebir-i ortadan kaldırmak için sarayın baş kadını Mehd-ı Ulyâ’yı da kullandığı bilinmektedir. Nasıreddin Şah’a yapılan telkinlerde, sadrazamın Rusya’dan malî destek aldığı ve tahta geçmeye çalıştığı iddiaları ortaya atılmıştır. Bkz. Han Melik Sasanî, Siyasetgirân-ı Devre-i Kacar, Tehran 1338, s. 1 vd.; Muhammed Muayyen, “Nasıreddin Şah”, Lugatname-i Dehuda 48, Tehran 1341, s. 161; Abbas Kadıyanî, Ferheng-i Fişerdeh Tarih-i İran, Tehran 1376, s. 393 . 124 Yılmaz KARADENİZ yüzünden tedirgindi. Bu yüzden İran ile ittifak yapmak istiyordu. Rus elçisinin ittifak önerisi, Nasıreddin Şah’ın Türkmençay Antlaşmasını lağv etmek gayesiyle İngiltere, Fransa ve Osmanlı devleti ile ittifak girişimi yüzünden başarılı olamamıştı.38 Rusya, aynı teklifi Osmanlı devletine yapmışsa da sonuç alamamıştır.39 Nasıreddin Şah’ın İngiltere’den beklentileri her zamanki gibi sonuçsuz kalmış, bu sırada başlayan Herat buhranı İngiltere ile ilişkilerin tekrar gerginleşmesine yol açmıştır.40 Herat hâkimi Yar Muhammed Han’ın 1851’de ölmesinden sonra yerine oğlu Sayyed Muhammed Han geçmişti. Nasıreddin Şah, Herat’ın yeni hâkimine hilat göndererek İran’a bağlılığının devamından memnun kaldığını söylemiş, bundan rahatsız olan İngiltere, Tehran elçisi Michael vasıtasıyla sadrazam Ağa Han Nuri’ye baskı yaparak İran’ın Herat’ta gözü olmadığına dair bir anlaşma yapılmasını istemiş,41 İngiltere’nin baskıları ve sadrazamın teşvikiyle 1853’te İngiltere ile bir senet imzalanmıştır. Sadrazamın İngilizlerle yaptığı senede göre Kandehar, Kabil ve Afganistan’ın diğer noktalarından Herat’a herhangi bir saldırı vukûnda, İran’ın Herat’ı savunacağı ve daha sonra geri döneceği taahhüt edilmişti. Buna karşılık İngiltere’nin tek taahhüdü herhangi bir saldırıda Herat’a müdahale etmeyecekti.42 Nasıreddin Şah senedi istemeyerek imzaladığı, İngiltere ise kendi yanına çektiği Dost Muhammed Han’a yardım edip onu bütün Afganistan’a idareci tayin etmek istediği için anlaşmaya uyulmadı. Nasıreddin Şah, İngiltere’nin hareketleri karşısında daha fazla vakit kaybetmeden Herat’ı almak için hazırlıklara başladı.43 Nasıreddin Şah’ın Herat’a yönelmesinin değişik sebepleri vardı. İngiltere, Hindistan yoluyla Afganistan mahallî idarecileriyle sürekli temasa geçerek kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaya çalışıyordu. Daha önce İngiliz siyasetine muhalif olan Kabil hâkimi Dost Muhammed Han, İran’ın yardımını isteyerek Afganistan’ın tamamına hâkim olmaya çalışıyordu.44 İngilizler bu teşebbüse engel olmak için William Magnaghten’i Timurşah Dürrani’nin oğlu ve Barakzaîlerin rakibi olan Şah Şuca’ya göndererek bunun 20.000 kişilik Afgan ve Hintli askerlerden mürekkep ordusuyla Kandehar’a yönelmesini sağlamışlardı.45 Şah Şuca ile Dost Muhammed Han arasında 38 39 40 41 42 43 44 45 Abdurrıza Huşeng Mehdevî, age, s. 269 Mençikof, 1853’te Babıalî’ye bir ültimatom vererek, Ortodoksların korunması hakkının kendilerine verildiğine dair bir senet istemişse de Babıalî, İngiltere’nin teşvikiyle kabul etmemiştir. Bkz. Rifat Uçarol, age, s. 199 . Muhammed Cevad Meşkûr, Tarih-i İran-ı Zemin, Tehran 1366, s. 350; M. T. Sipihr, age III-IV, s. 43. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 115. M. Mahmud, age III, s. 823 vd. A. H. Mehdevî, age, s. 272; Abdulazim Rızaî, Tarih-i Deh Hezar Sale-i İran IV, Tehran 1363, s. 112; P. Sykes, age, s. 502-504 . M. Mahmud, age II, s. 633; Ann K. S. Lambton, İran Asr-ı Kacar, trc. Simin Fasihî, Meşhed 1375, s. 244. A. Müstevfî, age I, s. 83-84. 125 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 meydana gelen savaş, 1839’dan 1842’ye kadar sürmüştü.46 İran, İngiltere teşvikiyle güneyde çıkan isyanlardan dolayı dikkatini Afganistan’daki bu olaylardan ülkenin güneyine yoğunlaştırmak zorunda kalınca, Afganistan’daki İran nüfuzu azalmaya başlamıştı.47 Şah Şuca, Kandehar’ı alıp güney Afganistan’ın sultanı olmuş ve yenilen Dost Muhammed Han önce Harezm’e, oradan da ilgi görmeyince İran’a sığınmıştı. Fakat kardeşi Ekber Han, Şah Şuca ile mücadeleye girerek 1841’de Kabil’e saldırmış, o sırada İngilizler aleyhine çıkan isyandan faydalanan Ekber Han, 16.000 Hind askerini öldürmüştü.48 İngiltere, bu olaydan sonra Hindistan hükümeti aracılığıyla burada görevli Pollock’u yeterli miktarda asker ile birlikte Kabil’e gönderirken, diğer taraftan da Belucistan, İsfahan ve Şiraz’da halkı kışkırtarak İran’da isyanlar çıkartmaya çalışmıştır. İngiliz diplomasisinin tekrar devreye girerek Dost Muhammed Han’ı ikna etmesi ve Herat’ın fethine teşvik etmesi, Afganistan’daki İngiliz siyasetinin önünü açmıştır. 1850’den 1855’e kadar geçen beş yıllık sürede, İngiltere’nin Afganistan üzerine meşru olmayan siyasetini tatbik ettiği ve İran’ın güçsüzleştirilmesine çalışıldığı görülmektedir.49 İngiltere, Afganistan’ın içişlerine karışmakla kalmıyor, bölge üzerinde hâkimiyet hakları olduğunu İran’a kabul ettirmeye çalışmıştır. Bu dönemde müttefik olduğu Dost Muhammed Han’ın Herat’a saldırmasını istemiştir.50 Herat emirliğine gelmiş olan Sayyed Muhammed Han Zahirüddevle İran’dan askerî yardım isteyince, Sam Han İlhanî komutasındaki 1500 İran tüfekçisi Meşhed’den Herat’a gönderilmiştir. 51 Herat’da bulunan İngilizler, şehrin ileri gelenlerine bol miktarda para ve altın dağıtarak kendilerinden yana hareket etmeleri için uğraşmışlardır. Sam Han İlhanî komutasında Herat’a doğru gelen İran ordusunun engellenmesi için şehir kapılarının kapatılmasını istemişlerdir. Sam Han İlhani komutasında Herat’a gönderilen İran ordusu, önce Herat’ın anahtarı olan Gur Kalesine saldırmış ve Mecid Han Afganî kaleyi 46 47 48 49 50 51 Mohen Lal, Life of the Amir Dost Mohammed Khan of Kabul II, London 1846, s. 278. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 372; M. A. Mansur, age, s. 818-820. Daha geniş bilgi için bkz. Muhammed Cafer Hurmucî, Hakayikü’l-Ahbar-ı Nasırî, Tehran 1363, s. 170 vd. H. M. Sasanî, age, s. 23 vd.; Raymond Furon, age, s. 120; A. Kadıyânî, age, s. 465. M. Mahmud, age II, s. 628 vd. A. A. Şemim, age, s. 182. İngilizler, 1855 tarihinde Kabil’e gönderdikleri John Lawrence vasıtasıyla Dost Muhammed Han ile bir dostluk anlaşması imzaladılar ve onun Afganistan üzerindeki hâkimiyetini resmen tanıdılar. Bkz. P. Sykes, age, s. 500. P. Sykes, age, s. 501-503; Clements Robert Markham, Tarih-i İran Der Devre-i Kacar (Mirza Rahim Ferzane), Tehran 1364, s. 146; A. H. Mehdevî, age, s. 272; A. A. Şemim, age, s. 182; M. T. Sipihr, age IIIIV, s. 180 vd.; M. Mahmud, age II, s. 652-656 126 Yılmaz KARADENİZ teslim etmek zorunda kalmıştır. Bu sırada İran ordusuna yetişen 10.000 kişilik ek bir kuvvet ile birlikte Herat’a saldırı başlatılmıştır.52 İngiltere, razı olmadığı Sayyed Muhammed Han-İran yakınlaşmasını bozmak için Herat’da bir karışıklık çıkartmış ve Sayyed Muhammed’in öldürülmesine sebep olmuştu.53 Sayyed Muhammed’in öldürülmesinden sonra Dost Muhammed Han’ın Herat’a girmesi, İran kuvvetlerinin geri çekilmesine sebep olmuştur.54 Nasıreddin Şah, Horasan valisi Sultan Murad Mirza’yı takviye kuvvetlerle Herat’a göndermiştir. İngiltere ile olan ilişkilerin iyice bozulduğu bu dönemde Hindistan hükümeti ile Dost Muhammed Han arasında 1855 tarihli Peşaver Anlaşması imzalanmıştır. Buna göre, İran’ın Herat’a asker çıkarmaması için her türlü önlem alınacaktı. İki devletin arası iyice açıldıktan sonra Tehran’daki İngiltere sefareti tahliye edilmiştir.55 İran ordusu iki aylık muhasaradan sonra Herat’a girdiği sırada Herat’ın idaresi İngilizlerce öldürülen Sayyed Muhammed’in yerine geçmiş olan Muhammed Yusuf Han’ın elindeydi. Muhammed Yusuf Han, 1856’da esir alınarak öldürüldü ve Nasıreddin Şah adına hutbe okutularak sikke darbedildi.56 İran’ın Herat’ı feth etmesi, İngiltere ile ilişkilerin iyice gerginleşmesine sebep oldu. Sadrazam Mirza Ağa Han Nuri, İngiltere ile ilişkileri düzeltmek için Ferah Han Kaşânî’yi İstanbul’a göndererek buradaki İngiliz elçisiyle görüşmesini istemiştir. Bu görüşmeye İngiliz elçi yanaşmadığı gibi sadrazamın görevden alınmasını İran’dan talep etmiştir.57 Bunun üzerine Fransa kralı III. Napolyon ile temasa geçen sadrazam, İran ile İngiltere arasında arabulucu olmasını istedi.58 İngiltere, İran’ın Hindistan anahtarı olan Herat’tan çekilmesini sağlamak için 1856’da güneydeki işgali hızlandırmaya ve kara ordularını Buşir yönünden Şiraz’a doğru ilerletmeye başladı. General James Outram komutasındaki İngiliz ordusu İran ordusunu yenip Buşir ve Harg adasını işgal ettikten sonra Huzistan taraflarına saldırdı. Muhammere’den karaya çıkan İngiliz birlikleri, burayı alarak Ahvaz’a yöneldi.59 Basra körfezine kıyısı olan Umman sultanı Musakkat, İngilizlerin tahrikiyle Bender Abbas’a 52 53 54 55 56 57 58 59 M. T. Sipihr, age III-IV, s. 355; Abbas İkbal Aştiyanî, Tarih-i İran Pes Ez İslâm, Tehran 1378, s. 713; M. C. Meşkûr, age, s. 350-351; M. A. Mansur, age, s. 818. R. Furon, s. 120. B.O.A., Hariciye Nezareti., No: 4, s. 9. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 130. İngiltere ile olan başka bir gerginlik de Charles Murray’ın himayesiyle Şiraz’daki İngiliz konsolosluğuna Mirza Haşim Han Nuri adlı İranlının atanması ile ilgiliydi. Bkz. A. H. Mehdevî, age, s. 273. A. A. Şemim, age, s. 183. İngiltere, Herat’ın İran tarafından sıkıştırıldığı dönemde Hindistan’da isyanlar ile meşguldü. Herat’a daha fazla bir müdahalede bulunma imkânı bulamıyordu. Bkz. P. Sykes, age, s. 502 - 503 M. Mahmud, age II, s. 628. H. M. Sasanî, age I, s. 31-32; A. Kadıyanî, age, s. 19. Arabuluculuk için yapılan yazışmalar ve Nasıreddin Şah ile III. Napolyon arasındaki mektuplaşmalar için bkz. K. İsfahanîyân-K. Ruşenî, “Ferah Han Eminüddevle”, Mecmua-yı İsnad-ı Medarik, Danişgah-ı Tehran 1100, s. 409 vd. Abbas İkbal Aştiyânî, “İngilizha ve Cenub-u İran”, Mecmua-yı Makalât, s. 37 vd. 127 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 saldırınca İran büyük bir darbe almış oldu.60 Nasıreddin Şah, güneyden yapılan bu işgali önlemek için ordu göndermişse de muvaffak olamadı. Outram komutasındaki İngilizler Ahvaz bölgesine kadar gelmeyi başardı. O sırada Paris’te bulunan İran elçisi Ferah Han Kaşanî, 1856’da İngiltere elçisi ile yaptığı görüşmeler sonucunda İran’ın Afganistan, İngiltere’nin de Basra Körfezi limanlarını boşaltması konusunda anlaştı. 61 Rusya ve Fransa, İngiltere’nin güneyden başlayarak İran topraklarını işgal etmesini tehlikeli görüp arabuluculuk teklifinde bulunmuşlardı. İngiltere ile savaşı göze alamayan İran, 1856’de Fransa’nın arabuluculuğunu isteyerek görüşmelerin başlamasını istemiştir. Görüşmeler için İstanbul’a gönderilen Ferah Han Kaşanî, buradaki İngiltere elçisi Stratford de Redcliffe ile müzakereleri başlatmıştır.62 Ancak İngiltere, görüşmelerde çok ağır şartlar ileri sürmekle kalmayarak İran ordusunun Herat’tan tahliyesini, İngiltere’nin doğrudan buraya müdahalesini ve sadrazam Ağa Han Nuri’nin görevden alınmasını istemiştir.63 Nasıreddin Şah, İngiltere’nin ileri sürdüğü şartları kabul etmek istememiştir. Ferah Han’a gönderdiği yazıda; İstanbul’da bulunan Amerikan maslahatgüzarı ile görüşerek arabuluculuk yapmasını istemiştir.64 Ancak Amerika, Monroe doktrinine göre tarafsız kalacağını söyleyince Ferah Han Fransa’ya gönderilmiş ve bu devletin arabulucu olması istenmiştir.65 Fransa, III. Napolyon (1852–1870)’un tahta oturmasından sonra İran ile dostane ilişkilere önem vermiş, Prosper Bourre’yi İran elçiliğiyle görevlendirmişti. Fransa, şah ile samimi ilişkiler içerisine girmiş olduğundan arabuluculuk teklifini kabul etmiştir. 1857’de Fransa’nın arabuluculuğunda İran elçisi Ferah Han Kaşanî ile İngiliz elçi 60 61 62 63 64 65 A. H. Mehdevî, age, s. 275; M. Mahmud, age II, s. 676 vd.; A. Müstevfî, age I, s. 84; M. T. Sipihr, age IIIIV, s. 233; M. C. Meşkur, age, s. 351. Mikhael Velodarsky, “İran ve Kudretha-yı Buzûrg 1856–1869”, Tarih-i Muasır-ı İran V, Tehran 1372, s. 43 vd. A. Müstevfî, age I, s. 85. Bu anlaşmayla Herat’taki İran kuvvetleri çekildiği gibi Afganistan’ın bağımsızlığı da resmen İran tarafından tanınmıştır. Ayrıca, İran ile anlaşma imzalayan İngiltere, İran şahının anlaşma maddeleri hilafına Herat’a girdiğini kabul ettirmiştir. On üç maddeden oluşan bu anlaşmadan sonra İngiliz konsolosların rahatça İran’da ikamet etmeleri, İngiliz teb’aya haklar verilmesi, Herat’ın tamamıyla boşaltılması kabul ettirilmiştir. Bkz. M. Mahmud, age II, s. 690 vd. Bundan sonra Nasıreddin Şahın bakanlıkları kendi uhdesine alması için bkz. A. Müstevfî, age I, s. 88; A. Rızaî, age IV, s. 114; M. Velodarsky, agm, s. 51 vd. Bkz. P. Sykes, age, s. 505; Muhammed Muayyen, “Nasıreddin Şah”, Lugatname-i Dehûda 48, Tehran 1341, s. 162; Cafer Mehdi Niya, Heft Bar İşgal-ı İran Der Kurn 23, Tehran 1377, s. 115-117. Ayrıca bkz. E. A. Grantosky-P. Petrofosky, Tarih-i İran, trc. Keyhüsrev Kişaverzî, Tehran 1359, s. 330 vd.; P. Avery, age, s. 144. M. Mahmud age II, s. 628. A. A. Şemim, age, s. 238-239; A. Müstevfî, age, s. 85. İngiltere’nin Basra körfezindeki limanlara savaş gemileriyle saldırması, Hindistan’daki Müslümanlarca tepkiyle karşılanmış ve Bombay’daki gazeteler bu konuda İngiltere aleyhine neşriyat yapmışlardır. Bkz. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 308 vd. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 315. H. M. Sasanî, age I, s. 31-32; A. Kadıyânî, age, s. 19. Nasıreddin Şah ile III. Napolyon arasındaki mektuplaşmalar için bkz. K. İsfahaniyan-K. Ruşenî, “Ferah Han Eminüddevle”, Mecmua-yı İsnad-ı Medarik, Danişgah-ı Tehran 1100, s. 409 vd. 128 Yılmaz KARADENİZ Cowly arasında müzakereler tekrar başladı. Ferah Han, İran adına müzakerelere başladığı sırada sadrazam Ağa Han Nuri kendisine emir göndererek İngiliz isteklerine karşı fazla direnmeyip muvafakat etmesini, sadece şahın saltanatı ve kendisinin sadrazamlığı ile ilgili talepleri red etmesini söylemiştir.66 1857’de İran ile İngiltere arasında imzalanan Paris Anlaşmasına göre İran, Herat ve bütün Afganistan topraklarını terk edeceğini, Herat ve Afganistan’da İran şahı adına okunan hutbe ve darp edilen sikkenin kaldıracağını vadetmiştir. Ayrıca, Afganistan’ın iç işlerine karışmayacağını, Afganistan’ı bağımsız bir devlet olarak tanıyacağını, iki devlet arasındaki meselelerin İngiltere tarafından halledileceğini ve Afganistan’ın hiç bir yerini kendi toprağından saymayacağını taahhüt etmiştir.67 İngiltere, İran’ın verdiği bütün bu taahhütlere karşı sadece İran topraklarındaki İngiliz askerlerinin çekilmesi ve kendi esirlerin serbest bırakılmasını kabul etmiştir.68 Paris’te imzalanan bu anlaşma ile İran’ın Afganistan üzerindeki hâkimiyeti sona erdiği gibi İngiltere’den de özür dilenmiştir. Sadrazam Ağa Han Nuri, Herat’ın kaybedilmesine üzüleceğine, İngiltere’nin kendisini görevden alınması için ısrar etmediğine sevinmiştir.69 Zira İngiltere, Herat’ı himayesinde tutmak için 1853’te Scheil vasıtasıyla sadrazam ile gizli bir anlaşmaya varmıştı. Buna göre, İran’ın Herat’a asker göndermemesi, Herat paraları üzerine şahın isminin yazılmaması ve hutbede isminin okunmaması, Tehran’da tutuklu bulunan Heratlıların serbest bırakılması kararlaştırılmıştı. Bu anlaşmaya rağmen sadrazamın Herat üzerine yürümeyi düşünen Şah’ı engellememesi, İngiltere’nin savaş sonrası bu anlaşmayı bahane ederek İran’ın burayı boşaltmasını sağlamıştır. Sadrazamın bu tür gizli davranışları kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur. Nasıreddin Şah, sadrazamın politik hatalarını ve İngilizlerle gizli anlaşmasını affetmeyerek görevden almış ve bakanlıklar kurmaya başlamıştır.70 Paris Anlaşması, İngiliz birliklerinin güneyden Huzistan, Hürremşehr ve Ahvaz’a girmesinden önce imzalanmıştı. Anlaşmadan sonra İngiliz General Outram, buraları boşalttığı gibi Buşir ve Harg adasındaki birlikler de geri çekilmiştir. Umman Sultanı İmam Musakkat ile yapılan anlaşmayla da Çahbahar ve Benderabbas yıllık 16.000 tümene kendisine kiralanmış, Kaşem ve Hürmüz adaları İran’a bırakılmıştır.71 Paris Anlaşmasıyla İran’ın Herat üzerindeki hâkimiyeti ve Afganistan’daki nüfuzu tamamıyla ortadan kalkmıştır. Ayrıca, İran’ın önemli şehirlerinde İngiltere’ye konsolosluk açma hakkının verilmesi, İran’ı ticarî yönden olumsuz yönde etkilemiş ve İngiliz tüccarların daha rahat hareket etmeleri sağlanmıştır. İngiltere menfaatlerine 66 67 68 69 70 71 M. C. Hurmucî, age, s. 172 vd.; A. A. Şemim, age, s. 238; A. Müstevfî, age I, s. 85. E. A. Grantosky-P. Petrofosky, age, s. 357; A. A. Şemim, age, s. 239 vd.; M. C. Hurmucî, age, s. 212. A. H. Mehdevî, age, s. 277; M. T. Sipihr, age III-IV, s. 328; M. Mahmud, age II, s. 694 vd. M. Mahmud, age II, s. 677 vd. Ayrıca bkz. R. Uçarol, age, s. 203 vd. H. M. Sasanî, age I, s. 14 vd. A. H. Mehdevî, age, s. 277; M. C. Hurmucî, age, s. 164 vd.; P. Sykes, age, s. 507-508. 129 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 çalışan tüccarların çoğalması ve bu devletin çıkarlarına yardım etmeleri iktisadî darbenin şiddetini iyice arttırmıştır.72 Siyasî ve iktisadî yönden zor günler yaşayan Kaçar idaresi, İngiltere’nin Basra körfezindeki ada ve limanları kullanmasına engel olamamış, İngiltere nüfuzunun Basra Körfezinde iyice kendisini hissettirmesine sebep olmuştur.73 İngiltere, Paris Anlaşmasının imzalanmasından sonra İran’da daha önce tahliye ettiği sefaretini tekrar açarak Murray’ı Tehran elçisi olarak görevlendirmiştir. Paris Anlaşmanın mimarlarından Ferah Han Kaşanî, Paris’teki İran elçiliğini tesis ettikten sonra İngiltere’ye gitmiş ve kraliçe Victoria ile görüşmüştür. 1859’a kadar Avrupa’da kalan Ferah Han Kaşani, İran’a dönüşünde sadrazamlık makamı ile taltif edilmiştir. İngiltere’nin İran’daki nüfuzu bu dönemden sonra iyice artmış ve bunun bir nişanesi olarak 1892’de İran’da üretilen tütünlerin inhisarı (Tenbâkû veya Reji imtiyazı) İngilizlere verilmiştir.74 Ayrıca, İran’ın güneyindeki telgraf hattı imtiyazını alan General Goldsmith, sadece bu iş ile ilgilenmemiş, Belucistan sınırıyla ilgili şaha önerilerde bulunarak İngiltere ve İran temsilcilerinden oluşan komisyonun sınır hattını tayin etmesini sağlamıştır.75 Fakat çizilen haritalar İngiliz mühendislerin kendi başlarına yaptıkları cetvel haritalarıydı. 1896’de çizilen haritaları şaha kabul ettirmeye çalıştıkları sırada Nasıreddin Şah ölmüştür.76 İngiltere’nin İran siyaseti Paris Anlaşmasından itibaren yumuşamıştır. Bunun sebebi, Hindistan’daki mahallî idarecilerin İngiliz vali Dalhousie’nin yaptığı değişikliklere karşı çıkarak isyan etmeleriydi. İsyanların durdurulması için 1857’de Dalhousie görevden alınıp yerine Stratford Caninng tayin edilmişse de isyanların önü alınamamış, burada görev yapan İngiliz askerleri öldürülmeye başlanmıştır. Özgürlük için çıkan isyanlar Hindistan’ın diğer şehirlerine de yayılarak büyümüş ve zindanda 72 73 74 75 76 M. Mahmud, age II, s. 694 M. C. Hurmucî, age, s. 213 vd. İngiltere’nin Basra körfezini işgali sadece bu dönem ile ilgili değildi. Safeviler zamanında Portekizlilerin Benderabbas ve Hürmüz adasından atılmasıyla İngiliz deniz filosu buraya yerleşmiş ve ticarethaneler tesis etmişti. Nadir Şah Afşar, Rus ve Osmanlı etkisini İran’da azalttıktan sonra Hazar denizinde gemi yaptırarak deniz gücü oluşturmaya çalışmış, daha sonra güneydeki Buşir’e kaydırarak burayı bir merkez haline getirmişti. Kerim Han Zend, Basra körfezindeki ada ve limanlar ile Bahreyn’de hâkimiyetini kurmuş, İngiltere bu hâkimiyeti tanımak zorunda kalmıştı. Kerim Han Zend’den sonra ortaya çıkan iç karışıklıkta İngiltere’nin Doğu Hind Kumpanyası buraları elde etmek için uğraşmaya başladı. Basra körfezinde İngiltere’nin en büyük rakibi, buralarda ticarethaneler açmış olan Hollanda idi. Hürmüz adası ve limanlarda İngiltere-Hollanda rekabetine, İngiltere’yi Hind denizyolları üzerinde vurmak isteyen Fransa da katılmıştı. Fransızlar, Benderabbas’da İngiliz ticarethanelerini yıkmışlardı. İngiltere, Benderabbas’dan Basra’ya gittikten sonra onların maksadından habersiz olan Kerim Han Zend, Buşir’de ticarethane kurmalarına izin verdi. Hollanda 1753’de Bendering’de ticarethane açınca, 1766’da Basra’dan çıkarıldı. Bkz. A. A. Şemim, age, s. 248-249. İbrahim Timurî, Tahrim-i Tenbakû ya Evvelin Mukavemet-i Menfi Der İran, Tehran 1358, s. 9; Hüseyin Abadiyan, “Cenbeş-i Tenbakû”, Tarih-i Muasır-ı İran VI, Tehran 1374, s. 43. F. Kazımzade, age, s. 408. S. T. Nasır, age, s. 269; P. Avery, age, s. 144; M. C. Hurmucî, age, s. 213. 130 Yılmaz KARADENİZ bulunan II. Bahadır çıkartılarak “II. Bahadır Şah” unvanıyla Hindistan imparatoru ilan edilmiştir.77 Afgan uleması ve milliyetçi kesimler, Hindistan’da İngilizlere karşı başlayan bağımsızlık hareketini rehber edinerek Afganistan’da İngiliz hegemonyasına karşı çıkmaya başladılar.78 Dost Muhammed Han’a başvuran Afgan halkı, Hindistan’da İngilizlere karşı başlayan isyana ve Afganistan’daki bağımsızlık hareketine destek verilmesini istemişlerse de olumlu cevap alamamışlardır. Dost Muhammed Han, İngiltere’nin kendisini İran’a karşı savunduğunu ileri sürerek bu teklifi ret etmiştir.79 İngiltere’nin İran’da bulunan askerlerinin bir kısmını Hindistan’a göndermek zorunda kalması İran’daki askeri gücünü azaltmıştır. Ayrıca, İran’ın Hindistan’daki isyancılara destek vereceğini düşünerek İran siyasetini yumuşatıp dostluk havasına çekmek istemiştir. İran’dan emin olduktan sonra sömürgelerden topladığı kuvvetlerle isyanı bastırmaya çalışarak 1857’de Dehli’yi isyancılardan almıştır. Bundan sonra adeta insan avına çıkan İngilizler, ikibinden fazla Hind askerini katletmiş ve tahta geçirilen Bahadır Şah’ı esir almışlardır. İsyanın bastırılmasından sonra Doğu Hind Şirketi, 1858’de Hindistan’daki bütün birikim ve gelirlerini Londra’ya taşıyarak Hindistan’ı bütün zenginlikleriyle kendi sömürgesi haline getirmiştir.80 İngiltere, Hindistan’daki bağımsızlık hareketinden sonra kendi ülkesinden başlayacak ve Hindistan’a varacak bir telgraf şebekesi kurmak için çalışmalara başladı. 8213 km uzunluğundaki telgraf hattının geçeceği Londra-Paris-Strazburg-MünihViyana-İstanbul-Sivas-Diyarbakır-Bağdat-Basra-Buşir-Karaçi’nin emniyetli bir şebeke ile Hindistan’a bağlanmasına çalıştı. Telgraf hattı ile ilgili anlaşma, 1862 yılında imzalanarak İngiliz maslahatgüzarı Estwick tarafından Nasıreddin Şah’a ulaştırıldı. Hankin-Tehran-İsfahan-Buşir telgraf hattının tesis edilerek işletilmesi İran tarafından kabul edildi.81 İngiltere, hatların geçtiği yerde emniyetin sağlanması için güvenlik birimleri oluşturdu. Ayrıca, hattın geçtiği güzergâhta konsolosluklar açarak dokunulmazlık haklarını elde etti. İngiltere’nin aldığı bu imtiyazları hazmedemeyen Rusya, Petersburg-Tehran-Celfa-Tebriz hattı için 1864’te İran ile anlaşmıştır.82 77 78 79 80 81 82 A. H. Mehdevî, age, s. 282. M. Mahmud, age III, s. 823. Dost Muhammed Han’ın Afganistan’da etkili olduğu dönemde başlayan Hindistan isyanları, İngiltere’nin Afganistan’da çıkarılmasına kolaylık sağladığı halde harekete geçilmemiştir. İngiltere tarafından ve Kaçar idaresi tehdit gösterilerek elde edilen Dost Muhammed Han, İngiltere’ye sadık kalmış ve ülkedeki İngiliz hegemonyasının devamını sağlamıştır. Bkz. George Nathaniel Curzon, İran ve Kaziye-i İran, trc. Vahid Mazenderanî, Tehran 1349, s. 323 vd. A. H. Mehdevî, age, s. 283. M. Mahmud, age II, s. 710. A. H. Mehdevî, age, s. 287 - 288. Avrupa’dan başlayan ve Hindistan’a kadar giden telgraf hattı için bkz. P. Sykes, age, s. 528-530. 131 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 İngiltere, Hindistan’da kendisine karşı yapılan isyanları bastırdıktan ve telgraf hattı imtiyazını aldıktan sonra Afganistan’a yönelmiştir. Herat, Paris Anlaşmasından sonra birkaç yıl mahallî beylerce idare olunmuş, 1863’de Dost Muhammed Han buranın idaresini tekrar ele geçirmiştir. O’nun ölümünden sonra başlayan iç karışıklık 1868’e kadar devam etmiş, kardeşlerine galip gelen Emir Şîr Ali, bütün Afganistan’a hâkim olduktan sonra Kandehar hâkimi Kühendal Han’ın elindeki Herat’ı almıştır.83 Emir Şîr Ali Han (1868–1879), İngilizlerin Afganistan üzerindeki nüfuzunu kırmak için Rusya’dan yardım talebinde bulunmuş, Kabil’e giden İngiliz heyetine yol vermeyerek Rus heyetini kabul etmiştir. 1879’da İngiltere ile Afganistan arasında meydana gelecek olan savaşta Afganlıların yenilmesi sonucu Hayber ve Kandehar’ın idaresi İngilizlerin eline geçecektir. Bu gelişmeden sonra İngilizler, hâkimiyet alanını bütün Afganistan’a teşmil edeceklerdir.84 İngiltere, 1870’de Frederic Goldsmith’i Afganistan ve Belucistan sınırı ile ilgili çalışma yapmak üzere İran’a göndermiş fakat, bu sırada Afganistan’da meydana gelen iç karışıklık onun bu görevi tam manasıyla yapmasını engellemiştir.85 1863’de Dost Muhammed Han ölünce yerine oğlu Şîr Ali Han geçmiş ve kardeşi Efdal Han’ı haps etmişti. 1865’te Efdal Han’ın oğlu Abdurrahman Han, Şîr Ali Han’ın yeğenini Kabil’den çıkartarak imaretine sahip olmuştu. 1867’de Efdal Han’ın ölümüyle Şîr Ali Han, Abdurrahman Han ve Azim Han ile yaptığı savaşları kazanarak Kabil’in bağımsız hükümdarı olmuştu. Azim Han İran’a, Abdurrahman Han ise Rusya’ya sığınmıştı.86 Şîr Ali Han, 1869’de Hindistan valisi Lord Mayo ile görüşerek İngiltere’nin kendisini himaye etmesini, para ve silah yardımında bulunmasını ve bu suretle Herat, Kunduz ve Bedehşan’ın da dâhil olduğu bütün Afganistan hükümdarlığını sürdürmek istemiştir.87 1870’de Hindistan valisinden yüklü miktarda cephane temin eden Şîr Ali Han, Kabil’e girerek Herat’ın idaresini Muhammed Yakub Han’a vermiştir. Yakub Han’ın teşvikiyle Sistan bölgesinde isyan çıkınca, Goldsmith araya girerek olayın büyümesini önlemiş ve İranlı görevlilerle birlikte Belucistan sınırına gitmiştir.88 General Goldsmith, Belucistan ve çevresinin coğrafî durumunu inceledikten sonra haritalarını çizmiş, Buşir limanından hareketle Şiraz’a ve oradan da Tehran’a gelerek Nasıreddin Şah’ın huzuruna çıkmış, İran sınırının Mekran’dan Belucistan’ın Gevader yönünde olduğunu söylemiştir.89 Şah’ın bu sınırı kabul edip etmediği tam 83 84 85 86 87 88 89 B. O. A. Hariciye Nezareti: 4, s. 22, 26. A. H. Mehdevî, age, s. 278; A. Müstevfî, age I, s. 86. Percy Sykes, Sefername, trc. Hüseyin Saadet Nuri, Tehran 1330, s. 262. G. N. Curzon, age, s. 274; C. R. Markham, s. 161. Şîr Ali Han, Hindistan valisinden 150.000 tümen nakit para, 3500 tüfek kabzası ve bir yıl sonra da 150.000 tümeni bağış olarak almıştır. Bkz. C. R. Markham, age, s. 162. İbrahim Safaî, Merzha-yı Nâ Aram, Tehran 1351, s. 102 vd.; P. Sykes, Sefername, s. 262 . G. N. Curzon, age, s. 304. 132 Yılmaz KARADENİZ olarak bilinmemekle beraber, durumun Londra’ya rapor edildiği kesindir. Tehran’da fazla kalmayan Goldsmith, Sistan sınırının tayini için tekrar görevlendirilmiş, Hindistan valisi ile görüştükten sonra Kalküta yoluyla Benderabbas’a ve oradan da Sistan’a gitmiştir. Bir aylık çalışmadan sonra Kandehar ve Meşhed yoluyla Tehran’a tekrar dönmüştür. Sistan ile ilgili haritaları 1872’de İran görevlilerine teslim ettiği zaman ne İran, ne de Afganistan bu haritaları kabul etmemiştir. Bilahere devreye giren İngiltere dışişleri bakanı Granvillie, bu haritaları İran’a kabul ettirmiş ve Afgan hükümdarı da bu karara itiraz etmemiştir.90 Sonuç İngiltere’nin bu dönemdeki İran ve Afganistan politikası, bu sahada etkili olmak isteyen iki devletin durdurulması ve Sağlık Kemeri denilen Afganistan-Hindistan-İran üçgeninde hâkimiyetin korunması esasına dayanmıştır. Kuzeyden Rusya’nın, güneyden Akdeniz yoluyla Hindistan güzergâhına Napolyon döneminden itibaren göz diken Fransa’nın durdurulmasına çalışılmıştır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa isyanında Osmanlı devletinin zayıflığının ortaya çıkması üzerine boğazlara sarkmaya çalışan Rusya, İngiltere’nin ince ve hileli siyaseti sayesinde pasifize edilmiştir. Fransa’nın Hind güzergâhında etkili olması önlenmiştir. 1848’te başlayan İran-Rus savaşlarında İran’ın bir kısım topraklarının Rus işgaline uğraması İngiltere’yi tedirgin etmiştir. Fransa’nın siyasî arenada yalnız bırakılmasından sonra İran’a yaklaşması tedirginliği arttırmıştır. 1834’te Muhammed Şah dönemindeki Herat muhasarasından sonra İran ile ilişkilerini kesmiş olan İngiltere, tedirginliğin korkuya dönüşmesi üzerine ilişkileri tekrar başlatma yoluna gitmiştir. İran’a gönderilen Minfort ve Layard, İran’ı kendi tarafına çekmek için bütün mesailerini sarf ederek İranlı üst idarecilerin elde edilmesi yoluna gitmişlerdir. Emir-i Kebir, İngiltere’nin hilelerine izin vermediği için düzenlenen bir komplo ile feci bir şekilde öldürülmüştür. İran’da istediğini elde eden İngiltere, yönünü Afganistan’a çevirerek iç karışıklık çıkartmaya başlamıştır. 1851’de Herat idaresine Sayyed Muhammed Han’ın geçmesi ve akabinde İran’a bağlılığını bildirmesi, İngiltere’nin dikkatini buraya çevirmiştir. Daha önce elde edilmiş olan Dost Muhammed Han’ın himayeden çıkarak kendisini bütün Afganistan’ın idarecisi ilan etmesi, buraya gönderilen Magnaghten aracılığıyla önlenmeye çalışılmıştır. Magnaghten, Afganistan’da Dost Muhammed Han ile Şah Şuca’yı çarpıştırarak iç karışıklık çıkartmıştır. Dost Muhammed Han’ın bu çarpışmada yenilmesi ve Ekber Han’ın İngiliz aleyhtarı isyandan faydalanarak Kabil’e saldırması Pollock vasıtasıyla bertaraf 90 G. N. Curzon, age, s. 312. Bu haritalarla İran’ın doğudaki sınırı, Belucistan’daki Mekran’dan deniz kenarına gidiyordu. Sistan’da üçgen şeklinde Helmend nehrine kadar sınır çizilmiş, Afganlıların ziraat işleri hariç nehirden istifade etmeleri yasaklanmıştır. Bkz. C. R. Markham, age, s. 164; P. Sykes, Sefername, s. 376 vd. 133 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135 edilmiştir. Dost Muhammed Han’a verilen ianelerle tekrar elde edilmesi sağlanmıştır. Dost Muhammed Han’ın elde edilmesi, İngiltere’nin meşru olmayan siyasetinin önünü açmıştır. Bundan sonra Herat ileri gelenlerine dağıtılan para ve altınlarla İran’a karşı kışkırtılmıştır. 1855’te Sayyed Muhammed Han’ı öldürten İngiltere, Dost Muhammed Han’ın Hindistan hükümetiyle anlaşmasını sağlamış, Dost Muhammed Han bu anlaşmayla İran’a karşı savaşmayı kabul etmiştir. İran, 1856’da Herat’ı alınca İngiltere Basra Körfezinden İran topraklarını işgale başlamıştır. İşgalin durdurulması için arabulucu arayan İran, neticede Fransa’nın tavassutuyla 1857’de Paris Anlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Bu anlaşma ile İran’ın Afganistan üzerindeki nüfuzu tamamen ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca, İran’ın değişik şehirlerinde İngiliz konsolosluklarının açılması, ticari yönden bağımsızlığın kaybolmasına sebep olmuştur. Anlaşmanın getirmiş olduğu rahatlama ile harekete geçen İngiltere, İran ve Afganistan üzerinde oynadığı oyunları hızlandırmış, Hindistan’ın bütünüyle sömürülmesi dönemini başlatmıştır. 1870’de bölgeye gönderilen general Goldsmith, İngiltere çıkarlarına uygun cetvel usulü sınırları çizmeye başlamıştır. Kaynaklar Abadiyan, Hüseyin, “Cenbeş-i Tenbakû”, Tarih-i Muasır-ı İran VI, Tehran 1374. Aştiyanî, Abbas İkbal, Tarih-i İran Pes Ez İslâm, Tehran 1378. Avery, Peter, Tarih-i Muasır-ı İran, trc. M. Refi Mihrabâdî, Tehran 1363. B.O.A., Hariciye Nezareti, No:4, s. 9. Bellew, Henry W., Afghanistan and The Afghans, London 1879. Cihangir Mirza, Tarih-i Nev, tash. Abbas İkbal, Tehran 1327. Conolly, Arthur, Journey to The North of India Overland From England Though Russia and Afghanistan II, London 1834. Curzon, George Nathaniel, İran ve Kaziye-i İran, trc. Vahid Mazenderanî, Tehran 1349. Esmer, Şükrü, Siyasi Tarih, İstanbul 1944. Fraser, John Baillie, A Winters Journey From Constantinople to Tehran II, London 1838. Furon, Raymond, L’İran Perse et Afghanıstan, Paris 1951. Grantosky, E. A. - P. Petrofosky, Tarih-i İran, trc. Keyhüsrev Kişaverzî, Tehran 1359. Hurmucî, Muhammed Cafer, Hakayikü’l-Ahbar-ı Nasırî, Tehran 1363. İsfahaniyan, K.-K. Ruşenî, “Ferah Han Eminüddevle”, Mecmua-yı İsnad-ı Medarik, Danişgah-ı Tehran 1100. Kadıyanî, Abbas, Ferheng-i Fişerdeh Tarih-i İran, Tehran 1376. 134 Yılmaz KARADENİZ Karadeniz, Yılmaz, İran’da Sömürgecilik Mücadelesi ve Kaçar Hanedanı (1795-1925), İstanbul 2006. Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi V, Ankara 1988. Kazımzade, Firuz, Russıa and Brıtaın ın Persıa 1864-1914, London 1968. Kurat, Akdes Nimet, Türkiye ve Rusya, Ankara 1990. Lambton, Ann K. S., İran Asr-ı Kacar, trc. Simin Fasihi, Meşhed 1375. Mahmud Mahmud, Tarih-i Revabıt-ı Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1361. Mansur, Muhammed Alaaddin, Tarih-i İran Ba’de’l İslâm (820-1925), Tehran 1989. Markham, Clements Robert, Tarih-i İran Der Devre-i Kacar (Mirza Rahim Ferzane), Losangeles 1364. Mehdevî, Abdurrıza Huşeng, Revabıt-ı Harici-i İran, Tehran 1379. Meşkûr, Muhammed Cevad, Tarih-i İran-ı Zemin, Tehran 1366. Muayyen, Muhammed, “Nasıreddin Şah”, Lugatname-i Dehuda 48, Tehran 1341. Müstevfî, Abdullah, Şerh-i Zendegânî-i Men ya Tarih-i İçtimaî ve İdarî-i Devre-i Kacariye I, Tehran 1371. Nasır, Seyyid Taki, İran Der Berhured-İ Ba İsti’margirân, Tehran 1363. Niya, Cafer Mehdi, Heft Bar İşgal-ı İran Der Kurn 23, Tehran 1377. Rızaî, Abdulazim, Tarih-i Deh Hezar Sale-i İran IV, Tehran 1363. Safaî, İbrahim, Merzha-yı Nâ Aram, Tehran 1351. Sasanî, Han Melik, Siyasetgirân-ı Dvere-i Kacar, Tehran 1338. Sipihr, Muhammed Taki, Nasihü’t-tevarih III-IV, Tehran 1353. Stuart, Charles, Journal of A Residence ın Northern Persia, London 1854. Sykes, Percy, Sefername, trc. Hüseyin Saadet Nuri, Tehran 1330. Sykes, Percy, Tarih-i İran, trc. Muhammed Taki Fahrdaî Gilânî, Tehran 1330. Şemim, Ali Asgar, İran Der Devre-i Salatanat-ı Kacar, Tehran 1379. Tahirî, Ebul Kasım, Tarih-i Revabıt-ı Bazarganî ve Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1356. Timurî, İbrahim, Tahrim-i Tenbakû ya Evvelin Mukavemet-i Menfi Der İran, Tehran 1358. Tukin, Cemal, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul 1947. Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih, İstanbul 1995. Velodarsky, Mikhael, “İran ve Kudretha-yı Buzûrg 1856–1869”, Tarih-i Muasır-ı İran V, Tehran 1372. Yorga, Osmanlı Tarihi (1774-1912) V, Ankara 1948. 135 XVIII. YÜZYILIN BAŞLARINDA BASRA’NIN GÜVENLİĞİ MESELESİ VE OSMANLI DEVLETİ’NİN BÖLGEDE ALDIĞI TEDBİRLER Selim Hilmi ÖZKAN Özet / Abstract Basra ve çevresi Osmanlı Devleti’nin bu bölgeyi almasından sonra önemli bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Devlet buranın güvenliğine büyük önem vermiştir. Fakat II. Viyana kuşatması sonrası oluşan kargaşa döneminde bu bölgede eşkıyalık olayları artmıştır. Burada devletin kontrolü hemen hemen yok denecek kadar azalmıştır. Buraya hâkim olan eşkıyalar ekonomiyi bile kontrol etmeye başlamışlardır. Bu durum üzerine devlet Karlofça Antlaşması sonrası yeniden meşruiyetini kazanmak için buralarda bir takım güvenlik çalışmaları yapmıştır. Burada yapmış olduğu çalışmanın diğer bir amacı Hintli tüccarları yeniden bu bölgeye çekmek ve devletin ekonomik kaybını azaltmaktır. Bu amaçla bölgedeki Arap aşiretlerinin ve eşkıyaların isyanı ortadan kaldırılmıştır. Buna ilave olarak Fırat donanması güçlendirilmiştir. Son olarak da “Şat Kaptanlığı” adı altında yeni bir komutanlık kurularak siyasi güç desteği de sağlanmıştır. Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Basra, Eşkıyalık, Şat Kaptanlığı, Fırat Donanması. THE CASE OF BASRA’S SECURITY AND SOME PRECAUTIONS TAKEN BY THE OTTOMAN EMPIRE AT THE BEGINNING OF XVIIIth CENTURY Basra and its surrounding became an important tradition center after Ottoman’s taking the region. Empire gave importance to the security of the region. However, the region faced with a chaos period that caused some banditry events after the siege of II. Vienna. In this period there happened a lack of authority of Ottoman Empire. The bandits who dominated the region also started to control the economy. Due to these occurrences the Empire gave security support with the intention of taking the domination back after the Karlowitz Treaty. Another aim of this attempt was to make the region attractive again for the Indian merchants and to lessen the economic loose. The rebel of bandits and Arab tribes were ended. In addition to this the Fırat navy was strengthened and a new commandership was accomplished with the name of “Şat Kaptanlığı” to support also politically. Key Words: The Ottoman Empire, Basra, Banditry, Şat Captaincy, The Euphrates Navy. Giriş XVII. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin hayatına yön veren en önemli olay II. Viyana kuşatmasıdır. II. Viyana kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Venedik önderliğinde oluşan “Kutsal İttifak” devletleri hep birden Osmanlı Devleti’nin üzerine yürümüşlerdir. Karlofça Antlaşmasına kadar süren bu dönem zarfında Osmanlı Devleti savaşmış olduğu devletlerden Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya’ya yenilerek bir takım topraklarını bırakmak zorunda kalmıştır. Osmanlı Dr., Gazi Lisesi, Isparta. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147 Devleti sadece bu devletlere yenilmekle kalmamış devlet sosyal, kültürel, siyasî, idarî, ekonomik ve askeri yönden de bir takım iç sorunlar ile karşı karşıya kalmıştır. Bu iç sorunların en önemlileri devletin çeşitli eyaletlerinde meydana gelen eşkıyalık olayları ve isyanlardır. Devlet bu isyanlara karşı tedbir alamaz konuma gelmiştir. Merkezi idarenin etkisinin azalması üzerine şehirlerdeki halk kendi güvenliğini kendi sağlama yoluna gitmiştir. Karlofça Antlaşması’nın imzalanması üzerine devlet buralarda meşruiyetini yeniden kazanmak için bir takım güvenlik tedbirleri alma yoluna gitmiştir. 1. XVII. Yüzyılın Sonlarında Basra ve Çevresinin Durumu II. Viyana kuşatması sonrası oluşan eşkıyalık hareketlerinden en çok etkilenen yerlerden birisi Basra ve çevresi olmuştur. Eyaletlerdeki bu durum devletin yanı sıra halkı da zor duruma sokmuştur. Mesela, 1691 senesinde Trablusşam taraflarında eşkıyalık yapan rafizi tarikatına mensup Serhanoğlu Hüseyin, oğulları İsmail, Haydar, İbrahim ve adamları merkezi dinlemez olmuş, merkezden yollanan mültezimleri de ortadan kaldırarak Cebel, Betron, Küre ve Tayne gibi mukataaları eline geçirerek halka zulmetmeye başlamışlardır. Bunların cezalandırılması için de Şam Beylerbeyi Mehmet Paşa ve Trablusşam Beylerbeyi Ali Paşa görevlendirilmiştir1. Aynı şekilde 1693 senesinde Şam civarında eşkıyalık yapan Nasır ve yandaşlarının temizlenmesi için de bizzat ferman yollanmıştır2. Bundan başka Trablusşam Beylerbeyi Arslan Paşa’ya yollanan hüküm ile bunlara yardımcı olan Manioğlu da ellerine almış oldukları mukataalardan ve eşkıyalık hareketinden vazgeçirilmişlerdir. 1694 yılında tekrar hareketlenen bu grubun hakkından gelinmesi ve eşkıyalık hareketlerinin önlenmesi için Tosun Paşa ve Trablusşam Beylerbeyi görevlendirilmişlerdir3. Ayrıca Halep halkı da, Sermen ve Serakab Kazasında Süleyman namındaki eşkıyanın yol kesmekle kalmayıp, fukara halkı soymasından dolayı padişahtan yardım istemişlerdir4. 2. Karlofça Antlaşması Sonrası Durum Karlofça Barışı on altı sene sürmüş olan büyük harbi sona erdirmiştir. Fakat Osmanlı Devleti bu harpten hem maddî hem manevî büyük bir kayıp ile çıkmıştır. Elden giden büyük toprak parçasından başka, memleket idarî, askerî, malî, iktisadî, adlî ve içtimaî bakımdan bitkin bir hale gelmiş, nizam bozulmuş, asayiş kalmamıştı. Gerek harp sebebiyle artan vergi ve angaryalar yüzünden gerek yer yer şekavet ve soygunculuktan usanan köylülerden bir kısmı yerlerini terk ile şehir ve kasabalara 1 2 3 4 BOA, Ali Emiri, Ahmed-II, 5/477. BOA, C. ZB, 412. BOA, A. {DVNS.MHM.d -105, s. 10 vd; Raşid Mehmed Efendi, Tarihi Râşid, Cilt II, İstanbul 1865, s. 194, 195, 254. BOA, D. EVM, 151/25. 138 Selim Hilmi ÖZKAN sığınmış bir kısmı da eşkıyalığa başlamışlardı5. Bu buhrandan ve yozlaşma döneminden kurtulmak için yeni ve kalıcı tedbirlerin alınmasına ihtiyaç vardı. Devlet kurumlarının ve toplumsal yapının değiştirilmesi ihtiyacı, halkın huzurunun sağlanması belirgin bir şekilde devlet erkânı tarafından da kabul görmeye başlamıştır. Hükümet bu barış dönemini fırsat bilerek içerideki eşkıyalık hareketlerini önlemek için harekete geçmiştir6. Amaç sadece eşkıyalık hareketlerini önlemek değil halkın durumunun da iyileştirilmesi idi. Bu cümleden olarak, valilere gönderilen emirler ile uzun süren savaşlardan dolayı ağır vergiler altında ezilen halka zulmetmemeleri istenmiştir7. Buna ilave olarak da iç düzenin sağlanması için birbiri arkasına fermanlar çıkarılarak asayiş sağlanmak istenmiştir8. Bu dönemde iç düzeni sağlamak için, fakir halkın ezdirilmemesi ve eşkıya baskınlarından korunmasına yönelik dönemin mühimme defterlerinde, divân kayıtlarında ve Divân-ı Hümâyûna gelen diğer şikâyet tutanaklarında birçok hüküm bulunmaktadır. Bu hükümlerin birçoğunda defaatle daha önce gönderilen hükümlere ve emirlere atıfta bulunularak, gerekenin yapılması şeklinde sert dil kullanılmıştır9. Bazen valiler daha sert dille uyarılma yoluna gidilmiştir. Mesela, Anadolu ve diğer birtakım yerlerin Beylerbeyilerine 3 Mayıs 1700 tarihinde gönderilen bir hükümde daha önce defaatle hüküm gönderilmesine rağmen haramzade ve yol kesenlerin hala var olduğu beyanla şiddetli bir şekilde “aklını başına devşirip” bu işin üstesinden gelesin şeklinde tehdit edilmiştir10. 3. Basra ve Bağdat Bölgesinde Yapılan Çalışmalar a. Arap Aşiretlerin İsyanının Ortadan Kaldırılması Viyana bozgunu sonrası ülke içerisindeki kargaşa ortamı, Suriye ve Elcezire11 taraflarında da kendini daha fazla hissettirmiştir. Bu kargaşa ortamında Arap aşiretlerden bir kısmı isyan hareketine kalkışmıştır. Bu isyan hareketi zamanla buraların 5 6 7 8 9 10 11 Fahrettin Tızlak, “XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısı İle XIX Yüzyılın İlk Yarısında Yukarı Fırat Havzasında Eşkıyalık Hareketleri”, Belleten, LVII/220 (Ankara 1994), s. 751. Rifa’at Ali Abou-El-Haj, The 1703 Rebellion And the Structure Of Ottoman Politics, İstanbul 1984, s. 6; M. Alaaddin Yalçınkaya, “XVIII. Yüzyıl, Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi 1703-1789”, Türkler, Cilt XII, Ankara 2001, s. 479. Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara 1985, s. 181. BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 29, 96, 474; BOA, A. {DVN, 257/70; BOA, C. DH, 11614; BOA, A. {DVN, 259/79; BOA, MAD.d, 3472, s. 20, 29; BOA, A. {DVNS.MHM.d -112, s. 22vd, 176, 191; Ahmet Reşid, Haritalı ve Resimli Mükemmel Tarihi Osmani, Cilt II, İstanbul 1327, s. 227. BOA, A. {DVN, 256/57, 259/8 260/25, 26, 27, 88, 89, 270/17, 274/45, 278/79, 280/34. BOA, A. {DVNS.MHM.d -112, s. 303; BOA, A.{MKT, 6/1; Tarihi Râşid, s. 476-477, 533; Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Zübde-i Vekayiât, haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 1995, s. 675. Mezopotamya, Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan yerin adı. Bugün Irak'ın toprakları arasındadır. 139 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147 devletle bağlantılarını kesmek derecesinde endişe verici bir şekil almıştır. Basra ve Korna tarafları elden çıkarak asilerin eline geçmiştir12. Devlet Karlofça Antlaşmasının imzalanmasından sonra Kudüs, Gazze, Basra tarafındaki asayişsizliği de önlemek için birtakım önlemler alma yoluna gitmiştir13. Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasından sonra hükümet, Şam’dan itibaren Kudüs, Gazze, Nablus sahalarına kadar yayılmış olan Arap şakavetinin bertaraf edilmesi için Şam Valisine emirler göndermiştir14. Fakat yapılan takiplerle buralarda asayiş temin edilmiş ise de Anadolu ile Suriye hududu üzerinde bulunan Çölbeyliği denilen Selimiye ve Deyrirahbe Sancağına sahip Arap Beyi, hükümeti meşgul etmeye devam etmiştir. Çünkü II. Viyana kuşatması sonrası oluşan kargaşa ortamında, Bağdat ve Basra çevresi Urban15 şeyhlerinden Müntefik Şeyhi Mani’ adındaki eşkıya tarafından kontrol altına alınmıştır. Bu kişi ve Arap Beyleri, etrafına toplamış olduğu Arap serkeşler ile Basra valisi Osman Paşazâde Ahmet Paşa’yı şehid ederek kontrolü ellerine almışlardır. Basra, Mani‘ eşkıyası baskınından sonra Huveyza Hanı Ferecullah’ın baskınına maruz kalmıştır. Hatta Basra bir ara 1684–1685 yılında İranlıların eline bile geçmiştir. Bundan sonra devlet buraya zaman zaman kuvvet göndermişse de eşkıyalık hareketinin önüne geçememiştir16. Buradaki Mani’ adındaki eşkıya 1693 Ağustosunda yeniden harekete geçerek eşkıyalık yapmaya başlamış, bunun bastırılması için de Diyarbekir, Musul, Şehrizor ve diğer bir takım valiler bu eşkıyalık hareketinin önüne geçmek için görevlendirilmişlerdir. Buradaki eşkıyalık hareketleri durmamış, bunun üzerine 1696 senesi başlarında Arap, Türkmen, Kürd eşkıyalığının artması üzerine Fırat donanması ile birlikte Rakka Valisi Hüseyin Paşa17 ve Bağdat Valisi Ali Paşa Basra tarafındaki bu hareketi bastırmak için görevlendirilmişlerdir. Bunların masrafları için de hazineden Rakka Valisine on beş bin kuruş, Bağdat Valisine de otuz beş bin kuruş ödenek çıkarılmıştır18. XVII. Yüzyılın sonlarında Bağdat Valisi Ali Paşa’nın gevşek ve müsamahakâr davranması üzerine 1697–1698 yıllarında buralarda kontrol tekrar elden çıkarak Mani’ ve adamlarının eline geçmiştir. Devlet ve ordu son üç beş yıldır Batı ile 12 13 14 15 16 17 18 İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1995, Cilt IV/I, s. 3. M. M. Aktepe, “Amcazade Hüseyin Paşa” DİA, III, İstanbul 1991, s. 8. BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 574, 581, 608, 621. Arab aşiretlerinden biri hakkında kullanılan bir tabirdir. Tarihi Râşid, Cilt II, s. 180; Yusuf Halaçoğlu, “Basra”, DİA, V, İstanbul 1992, s. 113. Hüseyin Paşa bu sefere görevlendirildikten sonra eceli ile vefat etmiş ve yerine, Silahdar Ağası Ahmet Ağa görevlendirilmiştir. (Tarihi Râşid , Cilt II, s. 356) Tarihi Râşid, Cilt II, s. 356; Anonim, Tarih-i Seferi Basra, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr. 2062/3, s. 57a; Zübde-i Vekayiât, s. 628. 140 Selim Hilmi ÖZKAN uğraştığından dolayı Basra ve Korna civarında hâkimiyeti tam anlamı ile sağlamakta acziyet göstermiştir19. Buradaki Arap serkeşliğinin zaman zaman bu şekilde güçlenerek artması üzerine, devletin kontrolünü yeniden tam sağlamak için tedbirler artırılmıştır. Bu amaçla Halep taraflarından temin edilen mühimmat 1 Mart 1699 tarihinde Bağdat ve çevresine nakledilmiştir20. Bundan sonra da Bağdat Eyaleti 1700 Mayıs ayında Basra seraskerliği ile Rakka Valisi Vezîr Daltaban Mustafa Paşa’ya tevcih olunmuştur21. Mustafa Paşa serasker tayin olunarak, Basra Eyaleti de Halep ile birlikte Bağdat Valisi olan Ali Paşa’ya verilip, Vezîr Mustafa Paşa’nın emrine verilmiştir22. 1700 Kasım ortalarında, Diyarbekir Valisi Mehmet Paşa, Basra Valisi Vezîr Ali Paşa, Şehrizor Valisi Vezîr Yusuf Paşa, Sivas Beylerbeyi Mustafa Paşa, Karaman Beylerbeyi Eyüp Paşa ve Musul, Birecik, Amasya, Antep, Maraş, Halep zaimleri ve tımar erbabı, daha birçok askeri birlik ve donanma, gerektiğinde kullanılmak üzere Bağdat Valisinin emrine verilmiştir. Şat donanmasını komuta etmek üzere de Tuna ince donanması kaptanı Aşcıoğlu Mehmet Paşa görevlendirilmiştir. Donanmanın eksiklerinin tamamlanması için de Maraş dağlarından kereste kesilip nakledilmesi ferman olunmuştur. Seferin önemine binaen, görev alan sipah ve silahdarlara yedişer, kethüdalarına on beşer, ağalarına yirmi beşer akçe terakki zammı verilmiştir. Bölgedeki beylere de çok sıkı talimatlar gönderilmiştir23. Bu hazırlıklardan sonra sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa, Daltaban Mustafa Paşa’ya yazmış olduğu mektubunda, onun devlete olan hizmetlerini bahsettikten sonra, Urban eşkıyasının devlet için çok ciddi bir tehlike olduğunu, buradaki görevinin Rakka’daki gibi değil, daha dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir. Mektubun devamında, yapmış olduğu işte herhangi bir aksaklık ve kusuru bulunduğu takdirde, bunun da cezasız kalmayacağı konusunda Mustafa Paşa’yı uyarmıştır 24. Daltaban 19 20 21 22 23 24 Tarihi Râşid, Cilt II, s. 418, 419. BOA, D.EVM, 156/83; 157/49. Tarihi Râşid, Cilt II, s. 484. BOA, A.{DVN, 259/3. BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 531, 563; BOA, Ali Emiri, Mustafa-II, 11/1033; BOA, D. BŞM, 40885, (Bağdat Kalesi muhafazasındaki yeniçerilerin ihtiyaçlarının içeren belge); BOA, A. {DVN, 264/51; BOA, İE, AS, 3871; Tarih-i Seferi Basra, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr. 2062/3, s. 57a; Silahdar Fındıklı Mehmed Ağa, Nusretnâme-I-II, sad. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1962, Cilt II İstanbul, 1966, s. 30-31; Anonim, Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), yay. haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 2000, s. 154; Tarihi Râşid, Cilt II, s. 510, 511; Uşşâkîzâde es-Seyyid İbrâhîm Hasîb Efendi, Uşşâkîzâde Târihi, Cilt I-II, haz. Raşit Gündoğdu, İstanbul 2005, s. 456. Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 194. 141 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147 Mustafa Paşa merkezden almış olduğu emir doğrultusunda harekete geçerek 29 Ocak 1701’de Bağdat’tan ordu ile beraber hareket etmiştir25. Bu arada Urban eşkıyası, etrafına toplamış olduğu adamları ile yüz bine ulaşmıştı. Kurna ve Basra civarında hâkimiyeti elinde tutan şakiler, Davrak isimli yerde kırk bine yakın kızılbaş eşkıyası hazırlamışlardı. Asilerin eline düşmüş olan Kurna ile Basra, bizzat Bağdat Valisi Daltaban Mustafa Paşa kumandasıyla sevk edilen kuvvetler sayesinde 1701 Mayıs’ında kurtarılarak, Basra civarındaki karışıklıklar ortadan kaldırılmıştır. Buraya da Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa’nın damadı Vezîr Ali Paşa tayin edilmiştir26. Basra geri alındıktan sonra burada yeteri kadar muhafız bırakılmış, düzen sağlanmış ve ordu Bağdat’a dönmüştür27. Nusretnâme’de Basra’nın geri alınması ile alakalı çok önemli bir konuya değinilmektedir. Şöyle ki; söz konusu eserde Basra için, Mekke’nin kapısı Anadolu, İran, Arabistan ve Hindistan’ın iskelesi tabiri kullanılarak alınmasının önemi vurgulanmaktadır28. Basra halkı, buradaki eşkıyanın temizlenmesi, bölgede huzur ve güvenin yeniden tesis edilmesi üzerine hükümet ve devlet adına sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa’ya teşekkürlerini bildiren bir mektup yollamışlardır29. Burada huzur ve güven ortamının sağlanmasından sonra, Bağdat Valisine geniş yetkiler verilerek Diyarbekir, Şehrizor ve Musul Beylerbeyleri ile eyalete bağlı bir kısım ocaklık sancaklar Bağdat Valisinin emri ve kumandasına verilmiştir. Musul eyaletini tasarruf eden paşalar da Bağdat’taki şekavet hareketini önlemek için 1702 yılından sonra Bağdat Valisinin yanında bulunması şart koşulmuştur 30. b. Ziyap Irmağı Seferi ve Basra’nın Güvenliği İçin Önemi Osmanlı Devleti, 1701 senesine gelinceye kadar 30 yıla yakın Fırat Nehri ile ilgilenmemiştir. Nehir, 4 saat ilerisindeki yataktan batı yönüne doğru ayrılan bir kol ile Hakse Bucağı’nın Ziyap adı verilen kanalı üstünden akmaya başlamış, zamanla nehir bu kısma kayıp burayı ana yatak haline getirmiştir. 30 yıldır bu işle de ilgilenilmediği için Ziyap adı verilen Hakse Bucağı Kanalı Fırat’ın suyundan çok akmaya başlamıştır. 25 26 27 28 29 30 Nusretnâme, Cilt II, s. 53; Tarihi Râşid, Cilt II, s. 512; Tarih-i Seferi Basra, s. 57ab; Yusuf Halaçoğlu, “Basra”, DİA, V, s. 113; Zübde-i Vekayiât, s. 711, 712. Tarih-i Seferi Basra, s. 64a, 65b; Nusretnâme, Cilt II, s. 49, 52-70; Orhan F. Köprülü, “Amcazâde Hüseyin Paşa”, İA, V/1, İstanbul 1993, s. 649; Y. Halaçoğlu, “Basra”, s. 113; Y. Halaçoğlu, “Bağdat”, DİA, IV, İstanbul 1991, s. 434; Abdülkadir Özcan, “Daltaban Mustafa Paşa”, DİA, VIII, İstanbul 1993, s. 433. BOA, D.BŞM, 986/A, s. 1-12, (Bağdat ve Basra Kaleleri muhafazasına bırakılan askerlerin ücretleri ve bazı kalelerin ihtiyaçlarını içermektedir.) Nusretnâme, Cilt II, s. 72, 76. Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 156-158. Orhan Kılıç, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devletinin İdari Taksimatı, Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ 1997, s. 71, 73. 142 Selim Hilmi ÖZKAN Bölgedeki köyler bataklık halinde suyun altında kalmıştır. Sadece köyler bataklık altında kalmamış eşkıyalar için de birer sığınak halini almıştır. Buralardaki eşkıyalar köyleri basıp insanlara zarar vermeye başladıkları gibi, vergilerin toplanmasına engel olmaya başlamışlardır. Hatta zor kullanarak, Rummahiye, Halid, Kebşe, Hakse, Beni Malik ve Nahri- Şahi mukataaların kontrollerini ellerine almışlardır. Üzerlerine yollanan kuvvetleri yenmişlerdir. Bu başarı eşkıyaların gücünü bir kat daha artırmasına neden olmuştur. Bilhassa Selman isimli şaki, bölgenin ekonomik gücünü de kontrol etmeye başlayınca önü alınmaz bağımsız hareket eden bir grup haline gelmiştir. Önemli ticaret yolu üzerinde bulunan bu bölgede kervan yolları ve kervansaraylarda bu eşkıya grubunun saldırısına maruz kalmıştır. Bunun üzerine tüccarlar daha başka yollar aramaya başlamış bu da devletin ekonomik kaybını artırmıştır31. Bağdat Valisi Daltaban Mustafa Paşa, hazırlamış olduğu raporunda Ziyap Irmağı civarındaki eşkıyanın durumunu da hükümete bildirmişti. II. Mustafa ve hükümet bu rapor doğrultusunda Ziyap ve çevresindeki devlet otoritesinin tesisini istemiştir. Sefer için Bağdat’taki kapıkulları ile Anadolu Beylerbeyi ve diğer beylere yazılan emirler ile sefere memur edilmişlerdir. Daltaban Mustafa Paşa, gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra ordu 1701 Ekim ayında sefere hazır hale gelmiş ve yapılan sefer sonucu eşkıya kuvvetleri dağıtılarak büyük bir başarı elde edilmiştir32. Buradaki eşkıyalar temizlenince, Diyale Nehri’nin ıslahı ve Basra’da düzenin tamamen sağlanması için Bağdat Valisine geniş salahiyet verildi33. Bu yetkinin verilmesinden sonra Daltaban Mustafa Paşa komutasındaki ordu, Fırat kenarına gelerek gerekli çalışmaları yaptı ve yapılan toplantılar sonucu nehrin eski yatağına getirilmesi kararlaştırıldı. Gerekli görevlendirmeler ve iş bölümü yapıldıktan sonra 1702 başlarında kazma işlemine başlandı. 5170 arşın34 uzunluk, 122 arşın en ve 20 arşın derinlikteki kazı, iki aylık bir çalışmanın sonucunda tamamlanarak nehir eski yatağına aktarıldı. Nehir eski yatağına taşındıktan sonra durum bir rapor halinde hükümete bildirildi35. Irmağın eski yerine getirilmesi, bölgede huzurun sağlanmasına katkıda bulunmuştur. Sadrazam Hüseyin Paşa 1702 Mayıs sonlarında Selman isimli şaki ve daha önce kendisinden Acem elçisi ile af dileyen Abbasoğlu şakiye göndermiş olduğu mektubunda, eğer tövbesinde sadık olurlarsa padişaha ve devlete bağlı kalıp hükümetin kararlarına uyduğu süre içerisinde zarar görmeyeceğini garanti etmiştir. Reaya ve halka 31 32 33 34 35 Nusretnâme, Cilt II, 97, 98. BOA, A. {DVN, 279/20; Nusretnâme, Cilt II, s. 95-105; Anonim, İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr. 2062/4, s. 75b, 80a; C. Orhonlu-T. Işıksal, “Osmanlı Devri Nehir Nakliyatı Üzerinde Araştırmalar, Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat”, Tarih Dergisi, Sayı: 17-18 (1963), s. 77vd. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1995, Cilt IV/I, s. 5. 1 arşın, 68 cm civarındadır. Nusretnâme, Cilt II, s. 105-115; İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab, s. 84a; A. Özcan, agm, s. 433. 143 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147 karşı suç işlediği duyulursa gereken cezaya çarptırılacağı bildirilmiştir. Kendi işiyle meşgul olmasını, vergi toplayanlar ve devlet için çalışanlara kesinlikle zarar vermemesini emreylemiştir. Bunlara uyduğu süre içerisinde devletin güvencesi altında olduğunu bildirmiş ve mucip buyruldu gereği amel etmesini emreylemiştir36. c. Fırat Donanmasının Güçlendirilmesi Osmanlı Devleti, gerektiğinde kullanmak sefer zamanlarında ordunun ikmal ihtiyacını karşılamak için biri Tuna Nehri üzerinde, diğeri Fırat Nehrinde olmak üzere iki adet “ince donanma” adı verilen nehir donanması hazır bulundurmuştur37. Devlet zaman zaman bu donanmaları yenileyerek, savaşlarda hazır halde bulunması için mühimmatını eksik etmemiştir. Mesela, 1693 senesinde başta Üsküdar Kadısı ve diğer görevlilere yollanan bir hüküm ile İnce donanmanın hazır bulunmasının önemi vurgulanmaktadır38. Nehir donanmaları, savaş durumunda ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için büyük öneme sahipti. Yine buna bir örnek verecek olursak, Bağdat ve Basra taraflarındaki eşkıyalık olayları ortadan kaldırılırken, Fırat donanmasını komuta etmek üzere Tuna donanması kaptanı Aşcıoğlu Mehmet Paşa görevlendirilmiştir. Fırat donanmasının tamamlanması için de yüz tekne yapılmış, bu teknelerin ihtiyacı olan kereste Maraş dağlarından temin edilmiştir. Fırat donanmasına özgü gemiler ise Rakka’da yapılmıştır39. Ağustos 1699 tarihinde Halep cizyedarı Abdurrahman, nazır tayin edilerek Birecik, Rakka, Ruha, Maraş, Malatya, Kıbrıs, Trablusşam kadı ve valilerine gönderilen hükümler ile Fırat nehrinin suyu tetkik edilerek her zaman işleyebilecek niteliklerde yirmisi firkate40, kırkı da biraz küçük olmak üzere 60 parça donanma gemisinin Birecik tersânelerinde inşa olunması için çalışmalarda bulunulmuştur. Yapılan donanmanın kereste ihtiyacının tamamlanması ve mühimmatının tam olması için de hazineden 36 37 38 39 40 İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab, s. 90a, 90b. Osmanlı Devleti’nde “İnce donanma” tabiri daha çok Tuna üzerindeki donanma için kullanılmıştır. Bununla beraber nehirlerde ve Fırat üzerinde işleyen donanmaya da ince donanma denmiştir. İnce donanmada; uçurma, varna başçifteleri, aktarma (nehir muhafaza gemisi), üstüaçık (nakliye gemisi), çete kayığı(top çeker), brolik, çamlıca(nakliye gemsisi), kancabaş, şayka, şahtur, kırlangıç, hafif firkate, kalite gibi küçük ve hafif gemi ve mavna tipleri kullanılmıştır. (Bkz. C. Orhonlu, “Gemicilik”, Türkiye Mecmuası, XV (İstanbul 1969), s. 158.) BOA, D. BŞM, 802; BOA, K.K.d, 1475, s. 124; Tarihi Râşid, Cilt II, s. 517vd; Graf Marsigli, Osmanlı İmparatorluğu’nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vaziyeti, terc. M. Kaymakam Nazmi, Ankara 1934, s. 271. BOA, Ali Emiri, Mustafa-II, 11/1033; 6/525; BOA, A. {DVN, 264/51; BOA, A. {DVNS.MHM.d-111, s. 100vd.; Tarih-i Seferi Basra, s. 57a; Nusretnâme, Cilt II, s. 30-31; Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 154; Tarihi Râşid, Cilt II, s. 510, 511; Saffet, Mezomorta Hüseyin Paşa, İstanbul, 1327, s. 12; C. Orhonlu-T. Işıksal, agm, s. 77. 10-17 oturaklı ve süratli olduklarından haberleşmede kullanılan, kürekli hem ince(nehir) hem de büyük donanma gemisidir. 144 Selim Hilmi ÖZKAN ödenek ayrılmıştır. Buraya gidecek donanma kaptanına dört yüz kuruş, neferler için de dokuz yüz atmış kuruş haraç verilmesi ferman olmuştur. Bir firkate İstanbul’da 1255 kuruşa mal olurken buradaki defter kayıtlarına göre malzemenin daha uzak yerlerden temin edilmesinden dolayı, bir fırkata 1771 kuruşa mal olmuştur. Gemiler bir yıl gibi zamanda sefere hazır hale gelmiştir41. Donanmada çalışacak kaptanlar, leventler, marangozlar, ameleler ve diğer teknik elemanlar İstanbul’dan yollanmıştır. Fırat Nehri için yapılan bu nehir araçları Tuna’daki donanmadan esinlenilerek yapılmakla beraber Fırat Nehrine özgü yeni tip araçlar olarak imal edilmiştir42. d. Basra’nın Güvenliği İçin Şat Kaptanlığının Kurulması Şat kaptanlığı tabirinin kesin olarak ne zaman kullanılmaya başladığı binmemektedir. Fakat ilk defa Aralık 1699 tarihinden sonra kullanılmaya başlaması kuvvetli bir ihtimal dâhilindedir43. Bu cümleden olarak 1699–1700 senesinde Bağdat ve çevresinin şakilerden temizlenmesi ve Ziyap Irmağı’nın eski yerine getirilmesi sırasında Şat Kaptanı unvanı ile Fırat Nehri kaptanlığına atanan Aşcıoğlu Mehmet Paşa’dır. Bu tarihten itibaren Fırat Nehri kaptanlarına “Şat Kaptanı” denmeye başlanmıştır. Şat Kaptanı unvanı ile Aşcıoğlu Mehmet Paşa’nın, Basra ve Bağdat etrafındaki seferler ve Ziyap Irmağının yerine getirilmesi sırasında üstün hizmetleri görülmüştür44. Şat Kaptanlığı’nın merkezi Basra idi. Aşcı Mehmet Paşa bir süre sonra Basra Beylerbeyliği görevine getirilmiştir. Bu dönemde Hind tüccarları getirdikleri malları İran limanlarına nakletmekte idiler. Aşcı Mehmet Paşa, çalışmaları sonrası Hind mallarının yeniden Basra limanlarına gelmesini sağladı. Bu da Karlofça sonrası hükümetin üzerinde durduğu ekonomik tedbirler ve bölgenin güvenliği için önemli bir çalışma olarak kabul edilebilir. XVIII. Yüzyılın başlarında kurulan Şat kaptanlığı bölgenin güvenliği ve ticaretin canlanması için önemli bir yere sahiptir. Fakat bu kaptanlığın kurulmasında kısa bir süre sonra Şat Kaptanı Mehmet Paşa, büyük masraflarla yapılan Fırat donanmasının atıl vaziyette durmasından dolayı tenkit edilmiş ve daha aktif olması istenmiştir45. 41 42 43 44 45 BOA, C. BH, 7106; BOA, MAD.d, 5433, s. 2. BOA, MAD.d, 5433, s. 2; C. Orhonlu -T. Işıksal, agm, s. 77vd. Şat kaptanlığı unvanı 1699-1700 yılından itibaren kullanılsa bile Fırat Nehri üzerindeki donanmaya eskiden beri Şat donanması denmektedir. Anonim Osmanlı tarihinde 1692 senesi olaylarından bahsederken sayfa 45a’da Şat donanmasına verilen nizamdan bahsetmektedir. BOA, MAD.d, 5433, s. 2; BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 239; BOA, K.K.d, 5602, s. 44; BOA, A.{DVN, 279/20; Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 154, (167a), 221. BOA, A. {DVNS.MHM.d -112, s. 358; C. Orhonlu -T. Işıksal, agm, s. 77vd. 145 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147 Sonuç Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Osmanlı Devleti XVIII. Yüzyılın başlarında Devletin çeşitli bölgelerinde meydana gelen isyan hareketlerini önlemek için bir takım tedbirler alma yoluna gitmiştir. Devletin bu tedbirleri almasındaki en önemli sebeplerden biri uzun yıllar savaş sebebi ile devlete güveni azalan bölge halkının tekrar güvenini tesis etmek olmuştur. Aynı zamanda buralardaki kargaşa ortamı devletin gelirlerinin de azalmasına neden olmuştur. Alınan tedbirler ile devletin gelirlerinin de artırılması amaçlanmıştır. Basra ve çevresi Nusretnamede geçtiği gibi Osmanlı Devlet için bölgenin kapısı ve iskelesi olarak algılanmaktadır. Basra’nın güvenliğinin sağlanması tüm bölgenin güvenliğinin sağlanması anlamına gelmektedir. Kaynakça Abou-el-Haj, Rifa’at Ali, The 1703 Rebellion And The Structure Of Ottoman Politics, İstanbul 1984. Ahmet Reşid, Haritalı ve Resimli Mükemmel Tarihi Osmani, Cilt II, İstanbul 1327. Aktepe, M. M., “Amcazade Hüseyin Paşa” DİA, Cilt III, İstanbul 1991, s. 8-9. Anonim, İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr. 2062/4. Anonim, Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), yay. haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 2000. Anonim, Tarih-i Seferi Basra, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr. 2062/3. BOA, A. DVN, 256/57; 257/70; 259/3, 8, 79; 260/25, 26, 27, 88, 89; 264/51; 270/17; 274/45; 278/79; 279/20; 280/34. BOA, A. {DVNS.MHM.d -, 105, 111, 112. BOA, A.{MKT, 6/1. BOA, Ali Emiri, Ahmed-II, 5/477. BOA, Ali Emiri, Mustafa-II, 6/525; 11/1033. BOA, C. BH, 7106. BOA, C. ZB, 412. BOA, D. BŞM, 802, 986/A, 40885. BOA, D. EVM, 151/25; 156/83; 157/49. BOA, İE, AS, 3871. BOA, K.K.d, 1475, 5602. 146 Selim Hilmi ÖZKAN BOA, MAD.d, 3472, 5433. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Zübde-i Vekayiât, haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 1995. Halaçoğlu, Yusuf, “Bağdat”, DİA, Cilt IV, İstanbul 1991, s. 425-442. Halaçoğlu, Yusuf, “Basra”, DİA, Cilt V, İstanbul 1992, s. 109-114. Kılıç, Orhan, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devletinin İdari Taksimatı, Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ 1997. Köprülü, Orhan F., “Amcazâde Hüseyin Paşa”, İA, Cilt V/1, İstanbul 1993, s. 646-650. Marsigli, Graf, Osmanlı İmparatorluğu’nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vaziyeti, terc. M. Kaymakam Nazmi, Ankara 1934. Orhonlu, Cengiz-T. Işıksal, “Osmanlı Devri Nehir Nakliyatı Üzerinde Araştırmalar, Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat” Tarih Dergisi, Sayı: 17-18 (1963). Orhonlu, Cengiz, “Gemicilik”, Türkiye Mecmuası, XV (İstanbul 1969), s. 157-169. Özcan, Abdülkadir, “Daltaban Mustafa Paşa”, DİA, Cilt VIII, İstanbul 1993, s. 433-434. Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara 1985. Raşid Mehmed Efendi, Râşid Tarihi, Cilt II, İstanbul 1282 (1865). Saffet, Mezomorta Hüseyin Paşa, İstanbul 1327. Silahdar Fındıklı Mehmed Ağa, Nusretnâme-I-II, sad. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1962, Cilt II, İstanbul 1966. Tızlak, Fahrettin, “XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısı İle XIX Yüzyılın İlk Yarısında Yukarı Fırat Havzasında Eşkıyalık Hareketleri”, Belleten, LVII/220 (Ankara 1994), s. 751-780. Uşşâkîzâde es-Seyyid İbrâhîm Hasîb Efendi, Uşşâkîzâde Târihi, Cilt I-II, haz. Raşit Gündoğdu, İstanbul 2005. Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Tarihi, Cilt IV/1, Ankara 1993. Yalçınkaya, M. Alaaddin, “XVIII. Yüzyıl, Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi 1703-1789”, Türkler, Cilt XII, Ankara 2001, s. 479-485. 147 MENGÜCEK BEYLİĞİNİN KURULUŞU VE BEYLİĞİN BÖLGEDEKİ TÜRKLEŞMEDEKİ ROLÜ Abdullah KAYA Özet / Abstract Anadolu’yu yurt edinmek amacıyla ilk Türk seferleri Malazgirt Zaferinden sonra başlamıştır. Mengücek Gazi de, Anadolu’ya bu amaçla gelen Türk beylerindendi. Mengücekliler, beyliklerini kurdukları bölgelerde yerli halka adaletli ve hoşgörülü davranarak onların gönüllerini fethetmişlerdi. Yerli halkı (özellikle Ermenileri) Bizanslılara karşı korumuşlardır. Mengücek Gazi’nin bu tavırları bölgenin Türkleşmesini kolaylaştırmıştır. Mengücekli Beyliği, Türkistan’dan gelen Türk kavimlerinin Anadolu’nun batısına doğru sevk edilmelerine yardımcı olmuştu. Anadolu’ya gelen kavimlerden Osmanlı Devletini kuran Kayı boyu da, Mengücekli illerinde ikamet ettikten sonra batıya gelerek Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamıştı. Anahtar Kelimeler: Malazgirt Zaferi, Anadolu, Türk kavimleri, Osmanlılar, Mengücekler, Bizans, Orta Asya THE FOUNDATION OF MENGÜCHEKS’ SEIGNIORY AND THE ROLE OF ITS IN THE PROCESS OF BECAMING TURKISED IN REGION The first raids to make the Anatolia home were held after Malazgirt victory. Mengüchek Ghazi is also as the same aim as other Turkish commander. Mengücheks behaved the people under their control with justice and tolerance in the region that they esablished their seıgnıory , and this pleased the people living there and the people feel sympathy to them. They also defend them againts (especially Armanians) the Byzantin torture.The attitudes of Mengüchek Ghazi, enabled the region became turkised more easily than expected. Mengücheks’ seigniory is also help the Turk tribes coming from Turkestan to direct to the western parts of Anatolia.The tribe of Kayı coming to Anatolia is also founder of Otoman State are also became dwellers in the territory of Mengücheks’s land.Later the they set out towards the front corner of west and this help the process of becaming Turkish in Anatolia. Key Words: Malazgirt victory, Anatolia, Turks tribes, Ottomans, Mengücheks, Byzantin, Middle Asia Giriş Makalemize konu olan Mengücekli1 Beyliği Oğuzların hangi boyundandı? Mengücekli ailesinin boyuna dair bilgiler kaynaklarda kesin olarak belirtilmediğinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Beyliğin kurucusu olan Mengücek Gazi’nin soy kütüğü tespit edildiğinde, Mengücekli ailesinin boyu hakkında bir kanata varmış olacağız. Kaynaklarda 1 Sivas Kongre Lisesi Tarih Öğretmeni, zaravi588@hotmail.com Tarihte devletler ve beylikler genellikle kurucularının adlarıyla anılmışlardır. Ancak devlet veya beyliklerin isimleri kurucularının yanına getirilen “lı,li,lu gibi” eklerle tamamlanmıştır, “ Selçuklu, Osmanlı, Artuklu, Danişmendli, Saltuklu” örneklerinde olduğu gibi. Buradan hareketle çalışmada bu beyliğin adı “Mengücekli” olarak telaffuz edilecektir. Fakat kurucularının adıyla anılan bütün devletleri bu kategori içerisinde değerlendirmek de yanlış olur. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 bir Türkmen Meliki olarak da bilinen2 Mengücek Gazi’yi tarihçilerin çoğu, Sultan Alparslan’ın ileri gelen kumandanlarından birisi olarak kaydetmektedir3. Alparslan’ın kumandanlarından birçoğunun köle asıllı olduğu söylense de (Artuk Bey gibi) köle asıllı olmayanlarda vardı. Bunların da genellikle Türk olduğu bilinmektedir4. Mengücekli ailesinin mensup olduğu boya dair görüşlerden birinde şu fikir ileri sürülmektedir; Divriği Ulu Cami’ndeki doğan kuşu resmi Ahmetşah’ı temsil etmektedir. Eğer Ahmetşah bu kuş resmini soyunun bir alameti olarak buraya nakşettirmiş ise; Mengücekli ailesinin, Kayı, Bayat, Kara-evli veya Alka-evli boylarından birine mensup olması gerekir. Çünkü doğan kuşu yukarda belirtilen boyların ongunudur5. Ayrıca Mengücek6 Gazi, Anadolu’da fethettiği yerlere Kayı, Salur, Dodurga ve Kara-evli gibi Oğuz boylarını getirip yerleştirmiştir7. Bir diğer görüş sahibi Yazıcıoğlu Ali’ye göre ise; Mengücekli ailesi, Salur yahut Bayındır boyundandır. Onda bu düşüncenin hâsıl olmasına sebep olan olay; Melik Fahreddin Behramşah’ın Türkiye Selçuklu Sultanı II. Rükneddin Süleymanşah ile Gürcistan seferine katıldığında yanında Salur ve Bayındır Türkmenlerinin olduğunu bilmesindendir. Bu haberin doğruluğu kesin olmasa da Divriği bölgesindeki Türklerin büyük bir bölümünün Salur boyundan olduğu kabul edilmektedir8. Divriğili âlimlerden Fahreddin Salgurî ismi Divriği bölgesinde Salur Türkmenlerinin varlığına dair diğer bir delildir9. Mengücekliler hakkında önemli bilgiler veren Müneccimbaşı, eskiye ait (bugün kaybolmuş olan) birçok kaynağı görmüş ve eserini bu kaynaklara dayandırarak yazmıştır. Fakat Mengücekli ailesinin menşei hakkında verdiği bilgiler orijinal bir kaynağa dayanmamaktadır. Ancak Mengücekli ailesinin boyu her ne kadar orijinal kaynaklarla 2 3 4 5 6 7 8 9 “I’emir Mengudjek, un officier turcoman de ce prince”,“Bir Türkmen meliki olan Mengücek….” ( Max Van Berchem – Halil Edhem, Materiaux Pour un Corpus Inscriptionum Arabicarum, Kahire, 1917, s. 55); “Doğu Anadolu Türk komutanlar arasında bölüşülmüştü. Yukarı Fırat bölgesi ise Emir Mengücek’e verildi.” (Albert Gabriel, Monuments Turcs d’Anatolie II, Paris, 1934, s. 169). Halil Edhem (Eldem), Düvel-i İslâmiye, İstanbul 1927, s. 224. M. Halil Yınanç, Türkiye Tarihi: Selçuklu Devri, 1Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1934, I, s. 99. Faruk Sümer, “Mengücekler”, İA, VIII, İstanbul, 1977, s. 713; Darkot, “Divriği” Türk Ansiklopedisi, XIII, s. 366; Ali Öngül, “Mengücekler”, Türkler,.IV, İstanbul 2002, s. 452; Refet Yinanç, Tarihte Türk Devletleri-II, Ankara 1987, s. 461. “Mengücek” kelimesi kaynaklarda değişik şekillerde (Menguçek, Mengüçlüler, Benî Mengüçek, Mangug, Mangugoğlu, Mengüc, Mengücler, Mengücoğlu Mengucek,Mengücüklüler, Mengüş Mengücük, Menküçler, Beni Menküçek, Menguçlar, Mengüciler, Mencik, Mencik Menkuçek, Mengüçik, Menguç, Menküçek, Mengücik gibi) telaffuz edilmiştir. Ancak bu ismin en doğru söyleniş şekli “Mengücek” şeklindedir. Daha fazla bilgi için bakınız; Abdullah Kaya, “Mengücekoğulları Beyliği Tarihi” (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya, 2006, s. 14–17. B. Atalay, Türk Büyükleri ve Türk Adları, İstanbul, 1935, s .86-87; R. Yinanç, Türk Devletleri, s. 461; F. Sümer, “Mengücekler”, s. 713; A. Öngül, “Mengücekler”, s. 452. Sümer, Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 1998, s. 1. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Târihi, İstanbul 2001, s. 69. 150 Abdullah KAYA tescillenmemiş olsa da, Türkiye Selçukluları tarafından gözetilerek iki asra yakın hayat sürmüşlerdir. I.Alâaddin Keykubad, Mengücekli Beyliği’nin kollarının hâkimiyetine son verirken, beylerine de iktâlar vermiştir. Bunların yanında Selçuklu ile Mengücekliler arasındaki kız alış verişleri, Divriği Ulu Cami kitabesinde “Alp, Kutluğ, Tuğrul, Tegin”10 gibi eski Türkçe unvanların kullanması Mengücekli sülâlesinin, Oğuzlar’ın bir boyuna mensup olduğunu göstermektedir. Gerek bölge halkının günümüze uzanan etnik yapısı, gerekse yukarda anlatılanlar Mengücekli hanedanının, birçok Türk boyunu (Bayat, Kayı, Kara-evli, Alka-evli, Dodurga ve Salur gibi) içinde barındırdığını göstermektedir. Mengücekli hanedanlığının ise Salur boyundan olması en kuvvetli ihtimaldir. I- MENGÜCEKLİ AİLESİNİN ANADOLU’YA GELİŞİ VE BEYLİĞİN KURULUŞU 1. Mengücekli Ailesinin Anadolu’ya Geldikleri Yerler Mengüceklilerin, Türkistan’nın Fergane, Çu, Uzgend ve Talas bölgelerinden geldiği düşünülmektedir. Bu fikrin dayanağı ise; Divriği’deki kerpiç evler, bu evlerin bölümleri üzerindeki motifler, şehirleşme planı ile Uzgend bölgesindeki tarihi eserlerde bulunan motiflerin aynı olmasıdır. Ayrıca bu bölgelerde bulunan türbe ve camilerde ki kare, altıgen, sekizgen ve dairesel figürler ile Divriği’deki motifler biri birini tamamlamaktadır. Buhara Namazgâh Camisindeki dört halifenin isminin yer aldığı levhalar ile Divriği Ulu Cami’deki dört halife levhalarının birbirine çok benzemesi tesadüf değildir11. Ayrıca Divriği eşraflarından Osman Mandı Bey, Türkistan’ın yukarda bahsettiğimiz bölgelerini gezdikten sonra Divriği ile buralar arasında ilginç bağlar kurmuştur. Örneğin Divriği bölgesindeki demir motifleri ve yemek çeşitlerinin benzerlerine Türkistan bölgesinde de şahit olmuştur. Osman Mandı “Bizdeki özel günlerde yapılan Divriği pilavını orada yedim. Ev sahibine sorduğumda onlarda bizim gibi bu pilavı özel günlerde yaparlarmış”. O kadar ortak adet ve törelerimiz var ki bazıları asla değişmiyor. İşte pilav bunlardan birisidir. Mengücekli Hanedanlığının, Türkistan’dan kalkıp Anadolu’ya gelenlerinden bir bölüm gönül erleri (300 veya 400 hâne kadarı) Divriği’ye gelmişlerdir12. Erzincan’ın fethine ilk gelen Türkler ise Albanya (Arran)13 ve Azerbaycan’dan gelenler idi. Mengücek 10 11 12 13 O. Turan, age, s. 57; “…et tekin toghrul tekin….” (Corpus, s. 66, 75–76). Ruhan Özaygün, Bilinmeyen Hazine Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, İstanbul 2004, s. 19. R. Özaygün, age, s. 19. Albanya (Arran): Cenâbi Kafkasya (güney Kafkasya), bu bölge halkı eski Oğuzlardandır (Köprülü Zâde Mehmet Fuad, Türkiyâ Tarihi, İstanbul 1923, s. 148). 151 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Gazi’nin Türkistandan, önce Horasan ve Azerbaycan bölgesine, sonra da Anadolu topraklarına geçtiği kabul edilmektedir. 2. Mengücek Gazi’nin Malazgirt Savaşı’na Katılışı ve Anadolu’ya Gelişleri Orijinal kaynakların hiçbirinde, savaşa katılmış olan beyler hakkında bir cetvel olmadığı gibi “filan emir bu savaşta bulunmuştur” şeklinde bir cümleye de rastlanılmaz14. Çünkü Malazgirt Savaşı’ndan bahseden çağdaş hiçbir İslâm kaynağı günümüze ulaşmamıştır. Konuyla ilgili kaynaklar Malazgirt Savaşı’ndan çok sonraki dönemlerde yazılmıştır. Cahen ise durumu şöyle açıklamaktadır: “muahhar müellifler çağdaş kaynaklardaki bilgileri kayda değer bir kısaltma veya değiştirmeye tâbi tutmadan bize nakletmişlerdir. Bundan dolayı asıl tesadüf edilecek husus çağdaş müverrihlerin verdikleri bilgilerin savaşın ehemmiyetine nispetle, tatmin edici olmaktan uzak bulunmasıdır”. Bundan dolayı Malazgirt Savaşına katılan komutanların kimler olduğu kesin olarak bilinmediğinden değişik görüşler ileri sürülmüştür. Reşidüddin, “Câmiü’t-tevârih”in Selçuklular bölümündeki Malazgirt Savaşı ile ilgili kısmında, Alparslan’ın başlıca emirleri olarak Danişmend, Artuk, Saltuk, Mengücek, Çavlı ve Çavuldur’un adlarını yazar15. Zamanla bunların, Alparslan nazarında Memlük emirlerinin yerini aldığını belirtir. Alparslan’ın ordusunun Malazgirt Savaşı’nda 50 000 kişiden az olmadığını ve çoğunluğun Oğuz ve Türkmenlerden oluştuğunu anlatır. Afşin, Sunduk, Artuk, Saltuk, Tutak, Mengücük, Çavuldur, Çavlı, Kapar ve diğer Türkmen beylerinin Malazgirt Savaşı’nda muhakkak bulunduklarını bildirir. Bunların dışında Memlûk menşeli Türk emirlerinden; Sav-Teğin, Gevher Âyin ve Ay-Teğin’in savaşa katıldıklarını yazar16. O döneme ait olayların konu edildiği, en eski (mevcutlar içersinde) kaynaklardan olan Ebu Hamit’in17 “Selçuklu Tarihi”nde; Mengücek Gazi’nin, Malazgirt Savaşı’nda Alparslan’ın ikinci derecedeki kumandanları arasında yerini aldığını belirtir18. Merhum hocamız M. Halil Yınanç “Anadolu’nun Fethi” adlı eserinde Malazgirt Savaşı’na katılan Türk beyleri hakkında bir cetvel vermiştir. Birçok yazar da bu cetveli aynen kabullenmiştir. M. Halil Yınanç’a göre; Malazgirt Savaşı’na, Alparslan’ın kardeşinin oğlu Yakutî ile Kutalmış’ın oğulları başta olmak üzere Selçuklu ailesine mensup birçok şehzade katılmıştır. Bunlar: Savtegin, Sunduk, Afşin, Ahmetşah, Altun Tak, Atsız, Ak 14 15 16 17 18 F. Sümer, “Malazgirt Savaşı’na katılan Türk Beyleri”, SAD., IV (Ankara 1975), s. 197-198. Sümer, Türk Beylikleri, s. 2; Hüseyin Türk, “Sultan Melek Türbesi ile İlgili Adet ve İnanmaların İncelenmesi”, Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1991, s. 117. F. Sümer- A. Sevim, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı (Metinler ve Çevirileri), Ankara 1988, s. 61. M. Halil Yinanç, “Sultan Alparslan Zamanında Bizans’a Yapılan Gazalar ve Anadolu Fütuhatı”, Malazgirt Zaferi ve Alparslan (26 Ağustos 1071), İstanbul 1971, s. 34. M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi, I, s. 73. 152 Abdullah KAYA Sunğur, Danişmend, Artuk, Saltuk, Mengücek, Çavlı, Çavuldur, Ay Tekin, Sadu’d-Devle, Gevher Âyin, Emir Porsuk’dur. Yınanç Hoca, Mengücek Gazi’nin de içinde bulunduğu bu isimlere ait bir kaynak vermemiştir19. Ali Sevim göre ise: “Alparslan’ın yanında bulunan emir ve kumandanlarının kimler olduğu hususu, güvenilir kaynaklarda bilgi olmaması nedeniyle, iyice bilinememektedir. Kesin olarak saptayabildiğimiz kumandanlar; Gevher-Âyin, Afşin ve Ahlat kumandanı Sunduk Bey, Tarang-oğlu ve Sav-Tegin’dir. Bu konuda şimdiye kadar ileri sürülen isimler arasında görülen Ay-Tegin, Ahmetşah, Dilmaç oğlu Mehmet, Kutalmışoğlu Süleyman, Artuk, Tutak, Danişmend, Saltuk, Mengücek, Çavlı, Çavuldur, Atsız ve Porsuk adlı emirler veya Türkmen beyleri muahhar kaynaklarda zikrediliyor, ya da savaşı izleyen yıllarda Anadolu’da fetihler yapmaları nedeniyle, savaşta bulundukları tahmin ediliyor” 20. Kaynakların yetersizliğinden dolayı bazı tarihçiler, Mengücek Gazi’nin Malazgirt Zaferi’ne katılmayıp daha sonraki süreçte Anadolu’ya geldiğini ileriye sürmüşlerdir. Osman Turan, Mengücek Gazi’nin Malazgirt Savaşına katıldığı fikrininin bir yakıştırmadan ibaret olduğunu söylemiştir. Ona göre, Mengücek Gazi 1080 yılında meydana gelen göç dalgasıyla Anadolu’ya gelir ve Doğu Anadolu’da Türkiye Selçuklu Sultanlığına bağlı olarak beyliğini kurar21. Gürcü kaynaklarına göre; 1080 yılında Ahmet, Bujgob ve Ayaz adlarında üç önemli Türkmen beyi, beraberlerindeki Türkmen boyları ile Anadolu’ya gelmiştir. Osman Turan, bu şahıslardan ilk ikisinin Dânişmend Gazi ve Mengücek Gazi olduğunu iddia eder. Ona göre bu beyler Kutalmışoğulları gibi Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ile ihtilafa düştükten sonra Anadolu’ya gelip, Süleymanşah’a tâbi olmuşlardır22. Daha sonra Mengücek Gazi, Süleymanşah’ın emriyle kendisine ikta olarak verilen Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar ve Divriği şehirlerini fethetmiştir23. İbn Bibi de Mengücek Gazi’yi, Kutalmışoğlu Süleyman’ın beylerinden biri olarak kaydeder24. Steven Runciman ise Mengüceklilerin, Sultan Melikşah döneminde Anadolu’ya 25 geldiği görüşünü savunanlardandır. Mustafa Kafalı Hoca’ya göre; 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türk kuvvetleri başlarındaki kumandanlarıyla birlikte batı istikametinde bütün Anadolu’yu kat ederek Adalar denizine ve Marmara sahillerine ulaştılar. Anadolu fethedilmiş olmakla beraber bazı müstahkem kalelerin fethi henüz tamamlanmamıştı. Bu münasebetle Selçuklu ailesinden 19 20 21 22 23 24 25 Sümer, “ Türk Beyleri”, s. 197-198. Ali Sevim, “Malazgirt Meydan Savaşı ve Sonuçları”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1993, s. 224. O. Turan, Doğu Anadolu, s. 55-57. O. Turan, Doğu Anadolu, s. 57; Ahmet Toksoy, “Doğu Anadolu’da Türk Hâkimiyeti”, Yeni Türkiye- 44, Türkoloji ve Türk Tarihi II, Tarih Araştırmaları Özel sayısı II, Sayı: 44 (Ankara 2002), s. 24-25. O. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar Metin, Tercüme ve Araştırmalar, Ankara 1988, s. 117; İbrahim Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul 1973, s .63. İbn Bibi, el Evâmirü’l -‘Alâ’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk name), çev. Mürsel Öztürk, Cilt: I, Ankara 1996, s. 29; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 2. S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, çev.Fikret Işıltan, Cilt: I, Ankara 1998, s. 51. 153 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Kutalmışoğlu Süleyman ile birlikte Artuk, Saltuk, Mengücek, Danişmend, Bozan, Kara Tekin, Çubuk gibi birçok Türkmen Beylerine vazifeler verilmişti26. Günümüz tarihçilerinden M. Halil Yinanç, İbrahim Kafesoğlu, Selahattin Karatamu, Faruk Sümer, Ali Sevim, Feridun Dirimtekin, Malazgirt Savaşı’na katılan Türk beyleri konusunda şu isimler üzerinde ortak kanaate varmışlardır; Gevher-âyin, Sav-Tegin, Ay Tegin, Sunduk, Afşin, Birikoğlu, Ahmetşah, Demleç-oğlu Muhammed, Arslan-taş, Duduoğlu, Tutak, Artuk, Saltuk, Danişmend, Çavlı, Çavuldur, Porsuk, Mengücek, AkSungur27. Mevcut kaynaklarındaki ağırlıklı görüş, Mengücek Gazi’nin Malazgirt Savaşı’na katıldığına dairdir. Mengücek Gazi’nin de Alparslan’ın yanındaki diğer kumandanlar gibi Anadolu’nun fethi için görevlendirilmesi, onun bu savaşa katıldığı ihtimalini daha da kuvvetlendirmektedir. Doğu Anadolu’nun ilk fatihlerinden olan Mengücek Gazi, 1071 senesinde Kara-su (Yukarı Fırat) ve Çaltı Vadilerinin fethine memur edilmiş, bölgenin Türkleşmesi ve İslâmlaşması için Bizans’a karşı mücadelelerde bulunmuştur. 3. Mengücek Gazi’nin Beyliğini Kurması Malazgirt Zaferi’nden sonra tutsak edilen Romanos Diogenes adındaki Bizans hükümdarıyla antlaşma yapılmıştı. Ancak Bizans’ın başına geçen yeni yönetim antlaşmanın yükümlülüklerini hiçe sayınca, Sultan Alparslan Anadolu’nun fethi için komutan ve beylerine emir verdi. Anadolu’nun değişik bölgelerini ikta olarak bunlara paylaştırdı28. Bu taksimat Türk devletlerinin geleneksel yönetim politikası gereği idi29. Selçuklu beyleri Anadolu’da kendilerine verilen yerleri Bizans askerlerinden temizleyerek Sultan Alparslan’a bağlı beyliklerini kurup yöneteceklerdi. 26 27 28 29 Mustafa Kafalı, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Ankara 1997, s. 6. Süleyman Tülücü, "Malazgirt Savaşına katılan Türk Beylerinden Gevher- Ayin ve Sav Tegin”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ankara 1985, s. 253; İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu”, İÜEF, Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: 10-11 (İstanbul 1981), s. 8. F. Sümer, Türk Beylikleri, s.2; Müverrih Ebu Hamit Mehmet bin İbrahimin Selçuk Tarihine göre; Danişmend, Artuk, Saltuk, Mengücek, Çavuldur gibi beylerle 1070’de meydana gelen Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Sultanın maiyetinde bulunmuştur. Ebu Hamit Mehmet bin İbrahimin, Tarihi âli Selçuk’undan ve ondan naklen Hafız Ebrunun Zübbdetül-Tevarih ve bunlaradan naklen diğer Muahhar eserlere nazaran Sultan Alparslan Malazgirt muzafferiyetini müteakip maiyeti erkânından (……………) Mengücek Bey`e Erzincan ve Karahisar tevabiini ikta olarak vermiş ve bu memleketlerin fethedilmesini emretmiştir. (Vilâyetlerimizin Tarihi, İstanbul 1932, s. 17–18) Bilge Umar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi Türkiye Türkleri Ulusunun Oluşumu, İstanbul 1998, s. 80-81. 154 Abdullah KAYA Anadolu’nun fethi ile görevlendirilen Mengücek Gazi, öncelikle Kemah’ı alarak merkez yaptı. Daha sonra Erzincan, Divriği ve Şebinkarahisar çevresinde fetih çalışmalarını tamamlayarak beyliğini kurdu30. Döneme ait kaynakların yetersizliğinden beyliğin kuruluşu hakkında kesin bir tarih vermek mümkün değildir. Beyliğin kurulduğu tarih hakkında değişik görüşler ortaya çıkmıştır. Reşîdeddin, “Câmiü’t-Tevârih” de Mengücek Gazi’nin Malazgirt Zaferi’ne müteakip adı geçen bölgeyi fethettiğini ve beyliğini kurduğunu yazmaktadır. Osman Turan yukarda da bahsettiğimiz gibi beyliğin kuruluşunu 1080 yılına kadar götürmektedir31. Erdoğan Merçil, Mengüceklilerin Malazgirt Savaşı’nı müteakip ilk on yıl içersinde kurulduğunu belirtir32. M. Halil Yınanç’a göre ise, Mengücek Gazi’nin bölgedeki fetih çalışmaları Malazgirt Zaferi’nden hemen sonra başlamıştır. Ancak ilk yıllar Büyük Selçuklu Sultanından kendisine “Beylik Menşuru” gelmediği için, beylik ancak 1075’lere doğru adını duyurabilmiştir33. 1080 senelerinde ise kesin bir hukukî statü kazanmıştır34. I. Melikoff , “La Geste de Melik Danişmend” adlı çalışmasında, Mengüceklilerin XII. yy. ın ilk çeyreğinde kurulduğunu belirtirken, Cahen, daha yuvarlak bir ifade ile beyliğin XI. asrın sonu XII. asrın başına doğru kurulduğunu35 söyler. Faruk Sümer ise, “Beylik XI. Yüzyılın sonlarında kurulmuştur” der36. Olayların gelişmesine göre kanaatimiz o dur ki, beyliğin kurulması hakkında en uygun zamanı Faruk Sümer bildirmiştir. Genel itibariyle de kaynaklar 1072’de kurulduğunu kabul eder. II- ŞEBİNKARAHİSAR, KEMAH, ERZİNCAN VE DİVRİĞİ’NİN FETHİ VE TÜRKLEŞTİRİLMESİ 1. Şebinkarahisar, Kemah, Erzincan ve Divriği’nin Fethi Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra kendi soyundan olan Türkmen beyleriyle diğer boy beylerinden oluşan kumandanlarını Anadolu’nun fethi için 30 31 32 33 34 35 36 The Cambridge History of Islam, ed.P. M. Holt, Ann K. S. Lambton, Bernard Levis, London 1970, s. 237; R. Yinanç, “Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Süreti”, AÜDTCF TAD, VIII-XII/14-23 (Ankara 1975), s. 17; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 2; 1071/1072 Tarihlerinde kurulmuştur diyen kaynaklar: Ahmed b. Muhammed Gaffâri, Târîh-i Cihan-ârâ,(nşr., Müctebâ Minovi), Tahran, 1343, s. 134; Düvel-i İslâmiye, trc. Halil Edhem, İstanbul 1927, s. 224; F. Sümer,“Mengücekliler”, s. 713-718; O. Turan,Doğu Anadolu, s. 55-56; Köprülü, İlk Mutasavvuflar, s. 1863; M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi, s. 58, 74; A. Öngül, “Mengücekler”, s. 452. O. Turan, Doğu Anadolu, s. 57; Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara, 1991, s. 274. E. Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 274. M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi, s. 86. Tahir Erdoğan Şahin, Erzincan Tarihi, Erzincan 1985, s. 203. C. Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, çev. Yaşar Yücel-BahaeddinYediyıldız,TTK yay., Ankara 1992. R. Yinanç, “Mengüceklere”, s. 17. 155 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 görevlendirmişti37. Ancak 1081’lere kadar Anadolu o kadar karışıktı ki; gönderilen beylerin ve kumandanların hangi konumlarda bölgeye geldikleri, nereleri hangi tarihlerde aldıkları, kaç beylik kurdukları ve bunların sınırlarını belirtmek oldukça zordu. Anadolu’ya yapılan seferlerden bahseden Ermeni ve Gürcü kaynaklarında, fetih için gelen Türk beylerinden birisinin Mengücek Gazi olduğu belirtilir. Urfalı Mateos, Tuğrul Bey’in 1062’de Anadolu’ya gönderdiği üç Türk beyinden birinin38 Mengücek Gazi olduğuna işaret ederek, bunların Bağın, Telhum ve Argini (Ergani) havalisini şiddetli bir istilâya maruz bıraktıklarını çok sayıda da esir aldıklarını yazar39. Aynı olayı XIII. yy.ın Ermeni yazarlarından Simbat, Vekayinâmesinde şöyle anlatır: “Tuğrul Beyin 1062/63 tarihinde Anadolu’ya bir kumandanını (Mengücek ?) göndererek Kemah ve Argın yörelerini yağmalattı”40. Mengücek Gazi’nin Fetih çalışmalarındaki amacı, kendisine iktâ olarak verilen şehirleri almak ve bölge halkına hükmetmekti. Anadolu’ya sefer için giren Türk Beylerinin hemen peşlerinde ise hafif silahlı, atları, çadırları ve aileleriyle birlikte gelen ve yaylaların otlaklarına göçen Türkmen göçebeleri bulunmaktaydı. Bazı Hıristiyan ahali ise bunların önlerinden kaçıyordu. Türkmenler ise bu şehirlere köylere yerleşiyor, bıraktıkları eşyalara ve sürülere sahip çıkıyorlardı. Cahen, Mengücek Gazi gibi Türk Beylerinin, Anadolu’ya gelişlerindeki öncelikli amacın, Bizans’ın mevcut sistemini yıkmaktan çok kendilerine yerleşecek bir yer bulmak olduğunu 41 belirtir. Zaten Bizans, Türklere karşı gelecek konumda değildi. Çünkü Bizans sarayındaki değişik grupların, devlet yönetimine müdahale etmeleri eyaletleri ve orduyu büyük ihmale uğratmıştı. Diğer eyaletlerde olduğu gibi Anadolu’da da Türklere karşı Bizans’ın düzenli bir ordusu bulunmamakta idi42. Ayrıca 1074’de Bulgar ayaklanması, 1075’de Nicephoros Byrennios isyanı Bizans’ın bütün dikkatini Balkanlara çevirmesine sebep olmuştu43. Devletin durumu o kadar perişandı ki Anadolu’ya gelen Türkmen göçebeleri bile durdurmaya güç yetiremiyorlardı44. Bizans’ın ordusu Malazgirt Savaşı’nda darmadağınık bir hale gelmişti. Mengücek Gazi ve diğer Türk Beyleri, Bizans’ın bu durumundan faydalanarak fetihlerini kolaylıkla yapıyorlardı. Türk askerlerinin Anadolu’da karşılaşacağı güçlükler yalnız sağlam kalelerden ibaretti. Bunlar 37 38 39 40 41 42 43 44 Zahirüddin Nişapuri- Selçuknâme, Tahran 1332, s. 22, 25, 28; M. H. Yinanç, “Anadolu Fütuhatı”, Malazgirt Zaferi ve Alparslan (26 Ağustos 1071), s. 60; Öngül, “Mengücekler”, s. 452; O. Turan, Doğu Anadolu, s. 55; Kafesoğlu-Merçil-Yıldız, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 174. Bu beylerin adları “Mecmec, Usulü, Salara-i Horasan”dır. Buradaki “mecmec”in, Mengücek yerine (başka bir dilin telaffuzu sebebiyle) kullanılmış olması mümkündür. (Şahin, age, s. 203-208). O. Turan, Doğu Anadolu, s. 56; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 3. Simbat Vekayinâmesi, çev. Hırant d. Andreasyan, (tercümesi yayınlanmamış olan bu eser TTK kütüphanesindedir), İstanbul 1946, s. 39; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 3. Cl. Cahen, “Estce Que les etats Seldjoukides etaojent desetats feodaux ?” (Selçuklu Devletleri Feodal Devletler miydi ?), İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 17(İstanbul 1955-1956), s. 29. A. Sevim-Y. Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989, s. 15. David Marshall Lang, Eski Halklar ve Ülkeler Gürcüler, çev. Neşenur Domaniç, İstanbul 1997, s. 5. V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, çev. Azer Yaran, Ankara 1988, s. 46. 156 Abdullah KAYA Bizans’tan kalan son direniş mekânlarıydı. Mengücekli ailesi için, Divriği, Şebinkarahisar ve Kemah kaleleri bunlardandı. Fethedilen Şebinkarahisar, Kemah, Erzincan ve Divriği, Türkler tarafından alınmadan önce, Bizans sınırları içersinde pek de önemsenmeyen sınır şehirlerindendi. Bu şehirlerdeki halkın çoğu Bizans küskünleri ile doluydu. Gerek yönetimden dolayı gerekse farklı olaylardan Bizans Devletine ters düşenler Divriği, Kemah gibi uç şehirlere sığınmışlardı. Mengücek Gazi Anadolu’ya geldikten sonra ilk fetih çalışmalarını, Şebinkarahisar ile Erzincan’ın güneyinden Divriği’ye uzanan hat üzerindeki şehir ve kasabaları ele geçirerek yapmıştır45. Mevcut kaynaklardan anlaşıldığı üzere, Mengücekli ailesinin bölgedeki fetih çalışmaları Malazgirt Savaşı’ndan önce46 başlamış ve sonrasında devam etmiştir. Mengücekli ailesi, fetih çalışmaları boyunca; Ermeni, Gürcü, Grek (Rum) ve Abhazlar ile uzun müddet mücadelede bulunmuşlardır47. Mengücekliler Anadolu’yu tehdit eden Haçlı seferlerine de katılmışlardır. Mengücek Gazi, özellikle Güneydoğu Anadolu’daki (Urfa bölgesi) Haçlı seferlerine iştirak etmiştir. Mengücekli beyleri “Gazi” unvanlarını Bizans ve Gürcüler üzerine yaptıkları seferlerle kazanmışlardır. Mengücek Gazi’nin kurmuş olduğu beyliğin merkezi Kemah’tı. Bunun en büyük delillerinden birisi Mengücekli ailesine ait türbelerin burada olmasıdır. Ayrıca kayıp vakfiye sûretinde “Ben emir-i hak ile Sultan-ı âmil oldum, Erzurum, Erzincan, Kemah ve Diyarbakır vilâyetleriyle kalelerini fetheyledim ve kâfirlerin ciğerlerini yaktım ve kılıç vuran, bir padişahtım ki (Mengücek), Cenabı-ı Hâk ruhunu şâd ve kabrini pürnür eylesin. Bundan sonra ben Kemah Kalesi civarına yerleştim ki o civar Fırat nehri kenarındadır ve hududu şu vecih iledir ki nehri mezkûr kale ile mesken arasında geçer…” demektedir. Çağdaş müelliflerin ifadeleri de bu bilgileri destekler niteliktedir48. Bu bilgiden Kemah’ın beylik merkezi olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Süryanî Mihael’de eserinde bu bilgileri teyit eder. Kemah’ın merkez olmasındaki etken ise; Malatya-Divriği-Sivas kervan yolu üzerinde, 45 46 47 48 Reşidüddin Fazlullah-i Hemedâni, Camiü’t-tevarih, Encümen-i Danişgah, Ankara 1960, s. 39; M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi, s. 86. Malazgirt Savaşından öncesine ait Mengücek Gazi’nin seferleri için bu kaynaklara bakınız; Başkumandan Simbat vekayinâmesi (951- 1334), çev. Hırant D. Andreasyan, (tercümesi yayınlanmamış olan bu eser TTK kütüphanesindedir), İstanbul 1946, s. 39; A. Sevim-Y. Yücel, Türkiye Tarihi s. 6-7; Bilge Umar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi Türkiye Türkleri Ulusunun Oluşumu, İstanbul 1998, s.7 8 ; O. Turan, Doğu Anadolu, s. 57; Ali Kemali (Aksüt), Erzincan Tarihi, Coğrafi, İçtimaî, Etnoğrafi, İdarî, İhsai Tetkikat Tecrübesi, İstanbul 1932, s. 241-242; O. Turan, Doğu Anadolu, s. 58; Nikoloz Bertzenişvili–Simon Canaşia, Gürcistan Tarihi (Başlangıçtan 19.yy`a Kadar), İstanbul 1997, s. 24. Mengücek Gazi’nin Bizans, Gürcü, Abhaz, Ermeni ve Haçlılar üzerine yaptığı seferleri için bu kaynaklara bakınız; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Camiü’d-Düvel Selçuklular Tarihi -I-, yay., Ali Öngül, İzmir 2000, s. 212; Houtsma, “La Dynastie Des Benu Mengucék”, Keleti Szemle, Budapeşte 1904, s. 277-278;F. Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvuflar, Ankara 1981, s. 186; Corpus, s. 101-103; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 28; O. Turan, , s. 56-58. O. Turan, Doğu Anadolu, s. 58; T. E. Şahin, Erzincan Tarihi, s. 204-208. 157 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Harput, Çemişgezek-Dersim yollarının da kavşak noktasında bulunmasından dolayıdır. Mengüceklilerin diğer yerleşim merkezlerinden birisi de Kemah’ın hemen yanı başındaki, Gercanis (Refahiye) idi. Zuhûri Danışman ise Mengüceklilerin fetihleriyle ilgili olarak bilinenin aksine; Mengücek Gazi’nin, Fırat’ın kollarından Karasu’nun yukarı kısmını zapt ederek Erzincan hükümetini kurduğunu, Daha sonraları da Kemah ve Şebinkarahisar ayrıca Divriği kasabalarını alarak arazisini genişlettiğini yazar49. Divriği’nin fethi ise kaynaklarda şöyle anlatılır; Mengücek Gazi’ye bağlı Türkmenler, Malazgirt Zaferi’nden sonra dik yamaçlı bir tepe üzerindeki Divriği Kalesini, birkaç haftalık bir kuşatmadan sonra fethederek Emir Mengücek Gazi’ye teslim ederler50. Erzincan’da oturan Emir Mengücek ailesinin bir kolu Divriği’ye gelir ve yerleşir. Beyliğin sınırları doğuda Mengerd, batı da Tercan, Kuzeyde Bayburt, İspir ve Oltu’yu51 içine alıyordu. Fahrettin Kırzıoğluna göre, merkezi Erzincan’da bulunan Mengücekli ailesi başlangıçta Trabzon, Harşit Çayı (Torul ve Gümüşhane dâhil) ile Kelkit Çayı boyu Tunceli ve Palu kesimiyle Divriği’yi kapsıyordu52. Bir diğer görüşe göre Mengücekli sınırları başkent Erzincan’ın dışında, Gümüşhane, Giresun, Divriği, Kemah, Kuzey Tunceli çevreleri idi. Mengüceklilerin bilinen sınırları içersine bugünkü Erzincan, Divriği, Kemah, Şebinkarahisar, Refahiye, Zara, Suşehri, Bayburt, Gümüşhane ile Giresun’un bir kısım yerleri girmektedir. Mengücekliler bu bölgelerin dışında Kuzey Tunceli’ye de Artuklular’dan Belek Gazi zamanında bir süre hakim olmuşlardı. Mengüceklilerin etrafını diğer Türk beyliklerinin çevrelemesi, onların uç yerine iç beylik olmasını sağlamıştır. Bu konumu Mengüceklileri dış etkenlere karşı korumuştur ancak sınırlarının da genişlemesini engellemiştir53. Mengüceklilerin, Danişmenliler ve Saltuklular ile çevrili oluşu onların Hıristiyanlar üzerine sefer yapma imkânlarını daraltmıştır. Mengücekliler sınırlarının en geniş olduğu dönemlerde Erzincan, Gümüşhane, Kemah, Divriği, Kuzey Tunceli ve Giresun’un güney kısımlarını içine alan bölgeye hâkim olmuşlardır54. 49 50 51 52 53 54 Z. Danışman, Büyük Türk Tarihinden, s. 115. Şehirden Şehre Efsaneler, Destanlar, Hikâyeler, III, İstanbul 1974, s. 54. Abdülhadi Toplu, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996, s. 123. Fahrettin Kırzıoğlu, “Osmanlı Tapu-Tahrir ve Mühimme Defterlerinde Gümüşhane Bölgesi Türk Boy/Oymak Hatıraları ve Madenler Üzerine Hükümlerden Örnekler”, Geçmişte ve Günümüzde Gümüşhane, haz. Nasuhi Ünal Karaaslan, Ankara 1991, s. 69. O. Turan, Doğu Anadolu, s. 57-58. Mehmet Fatsa, “Karahisar Yöresinde Türk Dervişleri Ve Niyabet-i Kırık Tarihi”, ed., Ali Çelik, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000, s. 444; M. Fatsa, Giresun’da Kırsalın Sosyal Tarihi, Giresun 2002, s. 57. 158 Abdullah KAYA 2. Mengücekli Şehirlerine Yerleştirilen Türk Boyları Mengücekliler, Türkistandan göçler sonucu gelen Oğuz boylarını fethettikleri şehirlere yerleştirerek, buraların Türkleştirilmesine çalışıyorlardı. Mengücekli illerine değişik Türk toplulukları yerleştirilmiştir. XI. yy.dan sonra Erzincan ve Divriği bölgesine Kayı, Ağaç-Eri, Çavundur, Eymir, Çepni, Bozoklu boy, oymak ve uruğlarına mensup Türkler yerleştirilmiştir55. Mengücekli illerinden Kemah’ın 1531 tarihli, 966 sayılı idarî alanlarına ait mufassal defterde bölgeye yerleşen Oğuz boyuna mensup Türk oymaklarından şunların adı geçer: Bayındır, Çepni, Dedeli, Kılıçlu, Kürtün, Kırıklı, Yuvalı ve İğdir56. Malazgirt Zaferi’nden sonra Mengücekli illerine yerleşen Türk oymaklarından, Çepniler, Şebinkarahisar’ın merkez ve çevre köylerine; Afşar oymağı, Şebinkarahisar’da Tamzara ve çevresine; Karaöylü oymağı, Şebinkarahisar’ın Karlı, Karaköy, Köpekli, Bige, Kezanç, Ozanlı ve Kuzgeçe Köylerine; Kızık oymağı, Şebinkarahisar’da Kızık, Bayhasan, Etir ve Düzgeçit adıyla anılan köylere; Kargın oymağı Şebinkarahisar’ın Hocaoğlu ve Yumurcaktaş ile Koyulhisar’ın Sökün ve Kargın Köylerine; Kınık oymağı, Kınıklar Köyü ile Dikmen Tepesi çevresindeki köylere yerleştirilmişlerdir57. Oğuz, Türkmen, Kanglı, Kıpçak, vb. Türk boy, soy ve urukları uzun yıllar doğu Anadolu’yu yurt tutarak yerleşik veya konar-göçer hayat sürmüşlerdir58. Şebinkarahisar’ın yakın köylerinde bulunan mezar taşlarındaki tarih ve isimler incelendiğinde, buralara XII. yy.ın başlarında kimlerin geldiğini öğrenmekteyiz. Bunların içinde Kopan (Hapan), Alayuntlu, Bayındır, Bayat, Kalaç, Firuz, Kürtün gibi boy ve oymaklarla beraber, Kınık boyuna mensup oymakların da geldiği, bir kısmının da buralardaki yaylalara yerleştiği bilinmektedir59. Bunların dışında farklı kaynaklarda ismi geçen Türk oymakları ise şunlardır; Afşar, Çepni, Karaöylü, Kürtün, Salur, Kınık, Çavdar, Kargın, Bayındır ve Kızık’tır60. Divriği ve çevresine Oğuz boylarından Salur, Bayat ve Bozok’ların yerleştirildikleri belgelerden anlaşılsa da bugün itibariyle boy ve oymak kavramları bölgede kaybolmuş durumdadır. Ancak eski Türkmen oymaklarını lakap olarak taşıyan ailelere günümüzde de rastlanmaktadır (Bozoklu, Budaklı, Şıhnedili, Azaklı, Norşunlu, Çandarlı…gibi)61. 55 56 57 58 59 60 61 Ş. K. Seferoğlu-A. Müderrisoğlu, Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1986, s. 91. M. Fatsa, “Karahisar Yöresinde”, s. 436-437. M. Fatsa, Giresun’da Kırsalın, s. 29. Yavuz Gürler, “Doğu Anadolu Ağızlarında Eski Türkçenin İzleri”, Türk Dünyası 133, Ankara 2001, s. 28. M. Fatsa, “Karahisar Yöresinde”, s. 436-437. F. Kırzıoğlu, “Karadeniz’in Doğu Kıyıları”, Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi, II, Samsun 1990, s. 8397. Necdet Sakaoğlu, “Divriği’de Aile Adları, Boylar ve Oymaklar”, Türk Folkloru, Sayı: 19, (İstanbul 1981), s. 13. 159 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Mengücek illerinden Erzincan’na Altaylardan gelen Erzin boyu yerleşmişti. Bu boyun adı Orhun Yazıtlarında Dokuz Ersin olarak geçer 62. Anadolu’ya yerleşen Türk boylarının kimlik tespitindeki karmaşanın en büyük sebebi, Oğuz boylarının küçük parçalara ayrılıp Anadolu’ya yerleşmesi ve başlarındaki beylerin adıyla anılmalarıdır. Örneğin Selçuklular Kınık boyundan ayrılarak, Selçuk Bey adıyla anılan bir Oğuş (hısım, akraba) üzerine kurulmuştur. X. ve XI. yy.da Oğuz ilinden güneye ve güneybatıya inen göçlerin hiçbirinde özgül, yani bir boy bütünlüğü içeren göç görmüyoruz. Kınık, Avşar ve Salurlar da böyle olmuştur. Boylar, bölünüp parçalanarak konar-göçer gruplar halinde Anadolu’ya geleceklerdir. Her biri kökenlerini ve kültürlerini unutmayacaklar ancak boylarının adıyla değil de beylerinin adıyla anılacaklardır63. Beylikteki boyların tamamı değişik boylardan olsa da Mengücek Bey’in adıyla anıla gelmişlerdir (Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi). Mengücekli illerindeki boy karmaşasının nedeni de bundan kaynaklanmaktadır. 3. Mengücekli Beyliği’nin İskân Politikası Şehirlerin ve Köylerin Kurulması İbn-i Haldun derki “yerleşik toplumlar şehirlerde yaşar”. Türkler, göçebe bir millet olduğundan Anadolu’ya ilk geldiklerinde mevcut şehirlerde kalmamış daha ziyade kendi yerleşim merkezlerini oluşturmuşlardır. Böylece yeni köyler ve kasabalar ortaya çıkmıştır. Şehirlerde yerleşik hayata geçen Türkler ise daha çok gelen nüfus içerisindeki elit tabakadır. Şehirlerde yalnız Mengücekli Türkleri değil değişik unsurlardan milletlerde mevcuttu. Ancak bunlar genellikle mahalle mahalle ayrılırlardı. Şehirde yaşayanların çoğunluğu devlet memurlarıyla, devlet bütçesinden geçimlerini sağlayan gruplardı. Geri kalanı da meslek erbabı olan zanaatkârlardan oluşmakta idi. Bunların hayat standartları diğer gruplara göre daha yüksekti. Türkler tarafından yeni kurulan köy, kasaba ve şehirler genellikle Türkçe adlar taşıyordu. Bu adlar arasında tabiat ve coğrafyaya uygun isimlerin64 yanında Anadolu’nun fethi ve imarında emeği geçen beylerin65ve manevi büyüklerin isimlerine66 rastlanılmaktadır. Mengücekli illerinde köy isimleri incelediğinde durum daha rahat anlaşılabilir. Günümüzdeki il ve ilçe isimlerinin etimolojik yapısı tek tek ele alınıp araştırıldığında geçmişteki medeniyetlerle olan bağlarını ortaya çıkarabiliriz67. 62 63 64 65 66 67 Hüseyin Cevizoğlu, Coğrafyadan Tarihe Türk Tarihi İçinde Doğu Anadolu, İstanbul,1991, s. 162. Sencer Divitçioğlu, Oğuz’dan Selçuklu’ya (Boy Kanat Devlet), İstanbul,1994, s. 60. Aktepe, Boztepe, Kızıltepe, Yeşil Köy, Akça Köy, Tepe Köy, Karabağ. vb., (M. Kafalı, age, s. 8). Afşin, Arslan Apa, Demirtaş, Kara Arslan, Artova, Sandıklı, Kocaeli, Konur Alp, Elazığ’da Mengücek Köyü vb. (M. Kafalı, age, s. 8). Hacı Bektaş, Seyit Gâzi, Seydişehir, Geyikli, Etimesgut, Emir Sultan.vb., (M. Kafalı, age, s.7). M. S. Erpolat, “Osmanlı Coğrafyasındaki Yer İsimlerini Doğru Tespit Etmenin Zorlukları, Önemi ve Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Sayı: 1 (Diyarbakır 2003), s. 8. 160 Abdullah KAYA Anadolu’ya gelen Türklerin şehirlere yerleşmesi kademe kademe olmuştur. Yerleştikleri bölgelerin imar ve iskânı için canla-başla çalışmışlardır. Claude Cahen, Türklerin bu imar faaliyetlerini şöyle anlatır; Anadolu’da “Türkiye” diye bir ülkenin yaratılmakta olduğunu, Türklerin buraya egemenlik kurdukları diğer yerlerden farklı olarak, Türkistan’da olduğu gibi topraklara, kendi yurduna yerleşir gibi yerleşiyorlardı. Yerli halkın bölünmüşlüğü, karmaşası bu hareketi daha da kolaylaştırıyordu68. Mengücek Gazi’de Türkistan’daki bölünmüş halk kitlelerini etrafında toplayıp Anadolu’ya getirmiş ve iskânını sağlamıştır. Mengücekli hanedanı Anadolu’ya geldiklerinde; Şehirler harap, ahaliden mahrum, tarlalar bakımsız ve terkedilmiş bir halde idi. Gelen Türkler ülke nüfusunu tekrar çoğalttılar. Yeni yerleşim yerleri oluşturulurken eskileri de canlandırıldı. Mengüceklilerde şehrin kadrosunu sivil ve askerî bürokrasiden başka şairler, âlimler, mutasavvıflar, tabipler, sanatkârlar, müderrisler oluşturmaktaydı69. Necmü’d-din Dâye eseri olan “Mirsâdu’l-ibâd’ı” 1123’lü yıllarda Mengüceklilere pek de uzak olmayan Sivas’ta kaleme almış ve I.Alâeddin Keykubat’a sunmuştur. Anadolu Türklüğünün önemli kaynaklarından olan bu eser de Müellif; köyler ve köylülerin durumunu gayet ayrıntılarına inilerek müstakil bir başlık altında incelenmiştir. Necmü’d-din-i Dâye’nin bu eserinde bir anlamda o günkü şartlara göre ideal bir köy ve köylü tipi oluşturmaya çalıştığı görülmektedir70. Bölgeden esinlenerek yazdığını düşünürsek hemen yanı başındaki Mengücekli illerini de kolaylıkla tanımamız mümkün olacaktır. Eser o yıllardaki bölge halkını detaylıca anlattığı için çalışmamızda önem kazanmaktadır. Köyler genellikle ticaret ve sanayi sahalarıyla, büyük şehir ve kasabaların etrafında kurulmuştu71. Mengücekliler de nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köyler beyliğin en küçük yönetim birimleriydi. Günümüzdeki köy muhtarları konumunda olan kişiler (köy reisleri) köydeki toplumsal düzeni koruyor ve zayıfı kuvvetliye ezdirmiyordu. Köylerde halk tarım ve hayvancılıkla geçiniyordu. Şehir merkezlerine yakın köyler daha da cazipti. Köylüler öküzle çiftlerini sürüyorlardı. Yarı göçebe hayat tarzında ne tam bir göçebelik, ne de tam bir yerleşiklik vardır. Yazları yaylada kışları ise kışlakta hayatlarını geçirirlerdi. Kale yahut şehirlerde yaşamayan Mengücekli ailesine mensup Türkmenler, genellikle yarı göçebe hayat tarzını seçmişlerdi. Yarı göçe Türkmenler koyun besleyerek şehir halkının et ihtiyacını karşılardı. Türkmenlerden yarı göçebe olanlar zamanla hayatlarını yaylak-kışlaktan, devamlı kışlağa doğru değiştirmeye başladılar72. 68 69 70 71 72 Cl. Cahen, Osmanlılardan önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul 1994, s. 159. Doğan Kuban, “Anadolu-Türk Şehrinin Gelişmesi, Sosyal ve Fiziki Özellikleri Üzerine Bazı Gözlemler”, Vakıflar Dergisi, Sayı: VII (İstanbul 1978), s. 58. Necmu’d-din-i Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, nşr. M. Emin Riyahî, Tahran 1366, s. 513-520. F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994, s. 49-52 F. Köprülü, age. s. 46-49. 161 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Göçebeler, yetiştirdikleri hayvanlar sayesinde devletin et ihtiyacına yardımcı olurlardı. Mengücekli Melikleri, bazı dönemler göçebeleri etraflarına zarar verdiklerinden dolayı beyliğin sınırlarına yerleştirmiştir. Malazgirt Zaferi’nden sonra büyük Türk göçü sonucunda Türkmen, Kanglı, Kıpçak, vb.Türk boy, soy ve urukları uzun yıllar Doğu Anadolu’yu yurt tutarak yerleşik veya konar-göçer hayat sürmüşlerdir73. Göçebelerde, hayvancılık yapar ayrıca halı dokumasıyla uğraşırlardı. Mevsimine göre yaylalarda veya kışlaklarda yaşıyorlardı. Türkler, Anadolu’ya geldiklerinde Hıristiyan olan yerli nüfusla etkileşmeye başlamışlardı. Yerli halkın Bizans’tan beri kullanmakta olduğu mevcut tarım yöntemlerinden bazılarını benimsemişlerdir. Bazen toplumlar arası evlenmeler de görülmeye başlamıştır. Uzun bir müddet sonra ciddi boyutta bir etnik kaynaşma gerçekleşmiştir. Artık bölgedeki hâkim kültür Müslüman bir nitelik kazanmıştır74. Aynı zamanda yerli Hıristiyanların bir bölümü de zorla yerleşme politikasına tâbi tutulmuşlardı. Az da olsa bu metot o zamanki demografik durumun bir gereği idi. Ama Mengücekli Türkleri bu yöntemden daha çok hoşgörüyü sergilemişlerdir. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bölgenin en kalabalık kitlesini Rumlar oluşturuyorlardı. Anadolu’da M. Ö. 10 bin yıllarından beri yerli halkın oturduğu, bunların Helenlerden çok daha evvel bu topraklarda kaldığı bilinir. Bunlar bu coğrafyada varlıklarını sürdürürken Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dine girmişlerdir. Ancak bu dinin farklı mezheplerini seçtiklerinden bir kısmına Rum bir kısmına da Ermeni adı verilmiştir. Türkler ise genellikle bunların doğu da oturanlarına Ermeni, batı da oturanlarına da Rum demişlerdir75. İşte bu yüzden Mengücekli şehirleri ülkenin doğusunda yer aldığı için Mengüceklilerin yerli ahalisinin büyük bir kısmı Ermeni idi. Mengücekli şehirlerinden özelliklede Erzincan’da Hıristiyan halk azımsanamayacak bir nüfusa sahipti. Hatta ticarî faaliyetler tamamen ellerinde idi. Birçok örnekte onların ikta sistemini benimsediklerini görmekteyiz. Mengücekli beyliği döneminde Erzincan merkezde Türk nüfusun Hıristiyanlardan az oluş sebebi, Türklerin kendi obacemaat hayatına uygun hayvancılığı daha fazla benimsemelerindendir. Bir diğer nedeni de Erzincan’ın Ermeni Hıristiyan mezhebi piskoposluğunun köklü merkezlerinden olmasıdır. Bölgeye Türk akınları başladığında köy ve kasabalardaki Ermeni Hıristiyanlar kendilerini daha emniyetli hissetmek için Erzincan merkeze göç etmişlerdi. Türklerin bölgeye gelişinden sonrada gerek burasının onlar için dinî bir merkez oluşu gerekse ticarî yönden geliştirdikleri Erzincan’ın endüstriyel faaliyetlerinden vazgeçememeleri onların buraları bir 73 74 75 Y. Gürler, “Doğu Anadolu Ağızlarında”, s. 28. Gerasimos Augustınos,, Küçük Asya Rumları, çev. Devrim Evci, Ankara 1997, s. 21; Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, çev. Fatmagül Berktay, İstanbul 1995, s. 42. Tuncer Baykara, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164- 1211) Gazi-Şehit, Ankara 1997, s. 60-61. 162 Abdullah KAYA anda terk etmesini engellemiştir. Türklerin de bunların endüstriyel faaliyetlerine ihtiyacı vardı bu yüzden biraz daha fazla müsamahalı davranmışlardır76. Refet Yınanç Hoca’nın Mengüceklilere ait olduğunu söylediği vakfiye’den 1191 yıllarında Kemah’taki şehir ahalisinin bir bölümünün Ermeni olduğu tespit edilmektedir. Belgelerden anlaşıldığı üzere Mengücekli illerinde çok sayıda Ermeni ve öteki milletlere ait unsurlar mevcuttu. Bölgede bunların varlığı Mengüceklilerde ki hoşgörünün boyutunu ortaya koymaktadır. Kemah emiri olan Fahreddin Behramşah’ın oğlu Selçukşah yaptırdığı darülâceze için 40 Ermeniden alınan cizye’yi vakfetmişti77. Bu demek değildi ki burada sadece kırk Ermeni nüfusu vardı. Mevcut Ermeni nüfusunun içinden sadece kırkının vergisi buraya vakfedilmişti. Diğerlerinin vergileri devlet merkezine giderdi. Ayrıca vakfiyede bahsedilen Ermenik ve Bargusir köylerini de darülâcize’ye vakfetmiştir78. Fakat bu köyler günümüzde tespit edilememiştir. İsimden bu köylerin Ermenilere ait olduğu söylenebilir. Bu yerler günümüze gelmeyen Ermeni köylerinden biri olabilir. Görüldüğü gibi Anadolu’nun eski sakinleri Ermeniler ve Rumlar idi. Doğu’da daha çok Ermeni nüfus mevcut idi. Bunlar şehir merkezlerinde ve bunların yakın yerlerinde ki kasabalarda Türk nüfusunun yanında ayrı mahalleler oluşturmuşlardır79. Türklerin bölgeye göçüyle bunlar azınlık durumuna düşmüşlerdir. Ama Mengüceklilerin müsamahalı hukuk ve din anlayışının neticesinde uzun bir zaman dinî ve millî yapılarını devam ettirmişlerdir. Yukarda ki vakfiyede bu düşüncemizin somut bir delilidir. Mengücekli illerinden Erzincan’da Hristiyan nüfüsun çokluğu, Müslüman seyyahların ilgilerini çeken birçok olaylara rastlamalarına sebep olmuştur. Seyyahlar burada karşılaştıkları şaraplı, domuz etli, dinsel alayların kentte dolaştığı bir ortam karşısında tepki göstermiş ve olayı böylece protesto etmişlerdir80. Seyyahlar duruma tepki gösterseler de bu vaziyet Mengüceklilerin dinî konulardaki laiklik derecesini göstermektedir. Kendi dinlerinden olmayan tebanın dinlerine ve yaşam tarzlarına müdahale etmeyerek onların teveccühlerini kazanmışlardır. Bu şehirlerde Türklerin yanında Rum, Ermeni, Yahudi gibi “milleti selase” denilen etnik topluluklarda vardı. Mahalleleri ayrı ayrı olsa dahi Arap topluluklarında Fustat ve Şam’da olduğu gibi bu mahalleleri duvarlarla ayrılmamakta idi. Örneğin Kayseri’de ve Mengücekli ilerinden Erzincan’da Müslüman olmayan topluluklardan hiç de küçümsenemeyecek kadar vardı. Ancak bunların mahalleleri duvarlarla Türk mahallerinden ayrılmamıştı. Yalnız bir mahalleden diğerine kolaylıkla geçilebiliyordu81. Bu da Mengüceklilerin yerli halk ile aralarında oluşturmuş oldukları güvenin bir neticesidir. 76 77 78 79 80 81 T. E. Şahin, age, s. 245-246. R. Yinanç, “Mengüceklere”, s. 19. R. Yınanç, agm, s. 19. M. Kafalı, age, s.14. Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce, s. 205. Şerafeddin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, Selçuklulardan Bizans’ın Sona Erişine, İstanbul 1990, s. 157. 163 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Mengücek illerinden Bizans’ın iç bölgelerine kaçan Rumların bir kısmı, orada ağır baskı ve ağır vergiden dolayı zulümlere maruz kalınca, bundan kurtulmak için geri dönmüşlerdi82. Zaten XI. yy. ın ikinci yarısından itibaren Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra kentleri terk eden bir kısım yerli halk batıya, Balkanlar’a, Toroslar’a ve diğer dağlık bölgelere çekiliyordu83. Ele geçirilen şehirlere ise ilk önceleri askerî garnizon ve kumandanlar daha sonraları da memur tüccar, zanaatçı ve kent yaşamını seçen Türkmen grupları yerleşiyorlardı84. XI. ve XII. yy.larda Anadolu’nun Türk nüfusu İbrahim Kafesoğlu’na göre 550–600 bin arasındadır. D. E. Eremeev ise bu sayının XI. yy.da 500– 700 bin arasında iken XII. yy.da bir milyon olduğunu söyler. M. Halil Yinanç’ta bu kanaattedir85. Bu sayıların rakamsal değeri bölgedeki Türk nüfusun artışını göstermektedir. Özellikle Mengücekli şehirlerinden Erzincan ve çevresi Türkmenlerin çokça gelip yerleşik faaliyet gösterdikleri alanlardır. İlk yoğun Türkmen göçleri XI. yy’da Anadolu’nun fethi sırasında, ikincisi ise Moğol istilâsını başladığı zamanlarda olmuştur. Bu ikinci göç normal seyrinde olmadığı için Erzincan ve yöreleri tahrip ve yağmadan nasibini almıştır 86. Ancak bu göç dalgaları bölgedeki Türk nüfusunun artışını sağlamıştır. Anadolu’da şehirleşmeyi etkileyen faktörlerden birisi de Moğol zulmü olmuştur. Türk Dünyası XIII yy. tarihinin en mutlu devirlerini yaşarken yerleşik hayatta en önemli merhalelerini kat ediyordu. Fakat 1219 yılında başlayan Moğol kasırgası bu mesud âlemin üzerine bir karabulut gibi çöküverdi. Türk âlemine öyle bir zarar verdiler ki, Türkistan Türkleri bir daha böyle bir devir geçiremediler. Moğol hâkimiyeti döneminde başlayan, Moğollar arasında sonu gelmez iç savaşlar yüzünden şehirler yakıldı, yıkıldı ve bölge halkı yerinden oldu. Göçebeliğin hâkim olduğu yeni bir âlem oluştu. Bu âlemde medeni hayat gittikçe geriledi ve Moğol istilâsından önce açıkça görülen yerleşik hayatın altın devri ve güneşli günleri bir daha geri gelmemek üzere kayboldu ve yaşanamadı87. Anadolu’da Moğol sancılarının başladığı bu dönemlerde irili ufaklı birçok Türk devletleri ve beylikleri vardı. Bunlardan Mengücekliler de diğer Türkler gibi, Anadolu’nun Türkleşmesine ve İslâmlaşmasına elinden geldiğince hizmette bulunuyorlardı. Bu Moğol tehlikesi belirdiğinde Mengüceklilerin Erzincan-Kemah şubesinin başında Melik Fahreddin Behramşah, Divriği şubesinin başında da II. Süleyman bulunmakta idi. Moğol korkusu bölgenin Türkleşmesine göçler yüzünden büyük katkı sağlamıştır. Baha Veled, Necmeddin 82 83 84 85 86 87 O. Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt II, Ankara,1979, s. 145-154. O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 38. D. Kuban, “Türk Şehrinin”, s. 58. Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu (Osmanlılar 1300-1481) Osmanlı Feodalizmin Oluşma Süreci, çev. Orhan Esen-Yılmaz Önder), İstanbul 1986, s. 69. T. E. Şahin, age, s. 268-269. F. Sümer, “Eski Türklerde Şehircilik”, İstanbul 1984, s. 100. 164 Abdullah KAYA Dâye gibi birçok âlimin, tüccarın sanatkarın, bölgeye gelişi bu yolla olmuştur. Ancak daha sonraları Moğolların da bölgeye gelişi buraları harap etmiştir Birinci söylediğimiz göç dalgasında Anadolu’nun fethini müteakip Sir-Derya ve Maveraünnehir’deki Oğuz ili’nin geri kalan kısmı Anadolu’ya bir sel gibi akmaya başlamıştı. Oğuz ilinin 24 boyu bu yeni vatan coğrafyasında yavaş yavaş yerleşiyordu. Mengüceklilerde şehir kültürü çok önemlidir. Genel olarak bütün şehirlerine ayrı bir ruh, ayrı bir kimlik kazandırmışlar. Yaşadıkları çevreyi sadece barınacakları birer mekân olarak düşünmemişlerdir. Bu duygular içerisinde oluşturulan Mengücekli şehirleri çok çeşitli sanat eserleriyle donatılmışlardı. Ama çeşitli sebeplerden bu eserlerin çok azı günümüze ulaşabilmiştir. Günümüze gelenlerin yapı tarzlarına bakıldığında, şehir kültürüne verdikleri değer daha iyi anlaşılmaktadır. Günümüzde en çok Mengücekli eseri Divriği’de bulunmaktadır. Bizans tarafından bölgenin doğusundaki Ermenilerin batıya göç ettirilmiş olması, Mengüceklilerin Şebinkarahisar ve Kemah bölgelerine iskânını daha da kolay kılmıştır. Yerleştikleri yerlerde köyler kasabalar kurarken şehirlerde de mahalleler oluşturdular. Daha önce de Şebinkarahisar örneğinde verildiği gibi şehir isimlerinin bazılarını Türkçe isimlerle yenilediler. Sonuç olarak Mengücekli illerine gelen Türkmen gruplarının, şehre yerleşmek yerine kırsal arazide tarımsal faaliyet ve hayvancılıkla uğraşmayı tercih ettiğinden, diğer Anadolu şehirlerinin birçoğunda olduğu gibi şehirleri oluşturan kitleler öncelikle yerli halk, askerî garnizon, kumandanlar ve yöneticilerdir. Şehirlerin dışındaki Türkmenlerin göçebe yaşamdan, kentsel yaşama geçişleri bir anda değil de uzun vade de olmuştur. 4. Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında Mengüceklilerin Rolü Malazgirt Zaferi’nden hemen sonra Şarki Karahisar ile Erzincan ve Divriği havalisi Mengücekliler tarafından fethedilmiştir88. Arap-Bizans mücadelesinden bu yana Doğu Anadolu’da savunma ve saldırıyı birlikte yürüten militan bir sınır halkı oluşmuştu. Ün ve ganimet düşkünü başıboş unsurlar, Pavlikanlar gibi Rafizî veya dinlerinden sapmış gruplar sınır boylarında sürekli yer aldılar. Buralarda kendi toplumlarından kopmuş bir halk kesimi oluştu. Doğu Anadolu’da Kürt, Ermeni, Gürcü gibi Grek olmayan unsurlar ağırlıkta idiler89. İlk dönem Bizanslılarla Türkler arasındaki savaşlar anlaşmalarla sonuçlanınca dinsel farklılığı dahi gözetmeyen Bizans’ın Hıristiyan köylüleri topluluklar halinde Selçuklulara sığınıyorlardı. Hıristiyanların kaçışından anlaşıldığı üzere bunlar Müslümanların idaresi altında daha iyi bir yaşama sahip oluyorlardı90. 88 89 90 İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 63. Ernst Werner, age, s. 25. V. Gordlevski, age, s. 337. 165 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Bizans özellikle Ermenilere karşı eritme politikası izliyordu. Dinî yönden de Ermenilere saldırıyor ve Ermeni rahiplerini zincirlere vurdurarak işkenceler yapıyor daha sonra öldürüyorlardı. Kısaca Ermeniler dinî vecibelerini yerine getiremiyor, kiliselere dahi gidemiyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun İberia ve Mezopotamya bölgelerinin eski sakinlerinden olan Ermeniler, daha sonraları Mengücekli illeri olacak yerlere, iskân etmişlerdi. Birçok koloniler oluşturmuş, Malatya’dan Sivas’a kadar yayılan sahada da dağlarda çobanlıkla geçinen Pavlikanlar önemli bir yer tutuyorlardı. Bölgedeki Ermenilerin Gregoryen mezhebinde olmaları, bunların Bizans tarafından hakir görülmelerine ve tacize uğramalarına neden oluyordu91. Bu durum özellikle Ermenilerin bulunduğu mekânların Türkler tarafından fethini kolaylaştıran etkenlerdendi. Ermeni, Süryani ve Pavlikanlar unsurlarına karşı Bizans’ın koyduğu haraç, kan, savaş, asker, gelir ve ziraat mahsullerinden alınan hasat vergileri ve diğer baskıcı ortamlar ve uygulamalar Türk hâkimiyetini bir kurtuluş olarak görmelerine sebep oldu. Divriği, Kemah, Erzincan bölgelerini daha çok bu etnik gruplar doldurmuşlardır. Pavlikanlar’ın yoğun bulundukları mekânlardan biriside Divriği bölgesi idi. Buralar Mengücekliler tarafından alınılırken yerli halk tarafından sevinçle karşılanmıştı. Mengüceklilerin bölgenin yerli halklarına karşı hamisâne davranışları, onları Mengüceklilere karşı ısındırmıştı. Bunlar da diğer Türk boyları gibi yerli halkların yaşam biçimlerine ve inançlarına müdahale de bulunmamışlardı. Bu davranışlar onların oldukça dikkatini çekmişti. Zamanla bu bölge halkından bazıları Türk dervişlerinden de etkilenerek Müslüman olmuşlardı. Bu devirde Divriği bölgesine yakın yerlerde ve Adana, Kilikya, Urfa civarında Selçuklulara bağlı olan küçük küçük Ermeni prenslikleri vardı. Bunlar her türlü dinî ve idarî faaliyetlerinde tamamen bağımsız özerk bir yapıya sahiptiler. Yine aynı dönemlerde başlayan Haçlı seferleri sonucu güney ve güneydoğu Anadolu bölgelerine gelen Haçlılara yardım ve yataklık etmişler, hatta Selçuklular adına yönettikleri Urfa bölgesini onlara vererek kontluklar kurmalarını sağlamışlardı. Ayrıca Antakya’yı almalarına da yardımcı olmuşlardı92. Bu tür yardımları özellikle Ermeni yöneticiler yaparken buna karşılık Ermeni tebâsı Selçuklu’ya bağlılıktan yana idi. Mengücekli şehirlerinde bulunan Ermeni halkı’da yönetimden gayet memnun oldukları için hiçbir zorluk çıkarmamış, diğerlerinin faaliyetlerine de katılıp Haçlıları desteklememişlerdir. Ermeni tebâya âdil davranılarak dinî özgürlük de sağlanıyordu. Bundan dolayı da yöre halkı Bizans ve Haçlılara karşı, yönetimlerine girdiği Türkleri seviyor, sayıyor ve onlara güve-niyorlardı. Sivas ve Malatya’yı alan Danişmend Gazi buraları kendi yönetimine bağlamış Ermeni halkını da kendi tebâsı yapmıştı. Buraların Ermeni halkı da Elbistan, Divriği, Kemah bölgelerindeki gibi Bizans ve Haçlılardan ziyade Türkleri desteklemişlerdir. 91 92 İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 60-61. A. Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu Ermeni İlişkileri, Ankara 1983, s. 27. 166 Abdullah KAYA Mengücekli illerinden Şebinkarahisar’ın 1074’de Bizans’tan alınıp Türklerin eline geçtiği söylenir ki bunların Mengücekliler olduğu bilinmektedir. Türk fütühatından sonra koruma kolaylığı, otlaklarının bolluğu ve havadar olmaları gibi nedenlerle Oğuzlar, Anadolu’nun bazı yörelerinde yerleşim yeri olarak yüksek yerleri tercih etmişlerdir. Stratejik önemini Türklerin eline geçince de kaybetmeyen Şebinkarahisar yöresi, ormanlar içinde yüksek, yayla alanlarına çok yakın ve çok havadar olmasından dolayı Oğuz boylarınca yerleşmek için tercih edilmiştir93. Zamanla artan Türk nüfusu bu bölgelerin Türkleşmesini sağlamıştır. Kentin askeri açıdan stratejik bir öneme sahip oluşu kısa zamanda bir garnizon şehri oluşunu sağlamıştır94. Diğer Anadolu şehirlerindeki iskân politikasına paralel olarak burada da, Türkistan’dan gelen birçok insan bölgeye yerleştirilir. Ayrıca bunların arasında hem milletin dinî ihtiyaçlarını karşılayacak, hem de bölgede daha önceden var olan insanları irşat ederek onların İslâm’a girmelerini sağlayacak birçok dervişin olması gerekmektedir95. Bunların sayesinde bölge hem Türkleşiyor hem de İslam dininin kabul ediyordu. Mengücekli meliklerindeki, (eski Türk hakanları gibi) din ve fikre karşı müsamaha gösterme geleneği Anadolu’nun Türkleşmesine özellikle de bulundukları bölgelerin fethine büyük katkı sağlamıştır. Buna benzer bir durum İslâm’ın ilk ortaya çıkışında Bizans’ın dinî baskılarına karşı Mısır ve Suriye gibi memleketlerde yaşayan Monofizitlerin İslâm idaresini tercih etmelerine ve bu sahaların kolaylıkla Bizans’ın elinden çıkmasına sebep olmuştu96. Aynı olay özellikle Mengüceklilerin hâkim oldukları alanlarda da görülmüştür. Bölgede bulunan Ermeniler, Süryaniler ve diğer yerliler (Pavlikanlar gibi etnik gruplar) buraların alınmasını sağlayarak fethini kolaylaştırmışlardır. Mengücekliler ele geçirdikleri yerleri yurt edinmeye başlayınca şehir ve köylerde bir kısım Hıristiyan nüfus kalmakla beraber, boşalan diğer sahalar Türk boylarıyla dolmuştur. Marco Polo da Anadolu’nun bu yörelerinden “Türkmen Ülkesi” olarak bahsetmiştir97. Buraları daha çok yaylakları ve sulakları ile meşhur olduğundan buralara iskân edenlerin çoğunluğu göçmen olan ve hayvancılıkla meşgul olan Türklerdi. Yerleşik hayata alışık olanlar daha çok batıya doğru göçetmişlerdir98. Mengücekli ailesinin de büyük bir bölümünün göçebe ve hayvancılıkla uğraşan bir topluluk olduğunu söyleyebiliriz. 93 94 95 96 97 98 H. Yazıcı-İ. Güner, “Şebinkarahisar İlçesi’nin Nüfus Coğrafyası”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000, s. 240. E. Yürüdür-İ. Bulut, “Tarihte ve Günümüzde Şebinkarahisar Şehri”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000, s. 283; H. T. Okutan, Şebinkarahisar ve Civarı, Giresun 1949, s. 66. Cengiz Gökşen, “Şebinkarahisar Evliya Menkıbelerine Bağlı olarak Anlatılan Efsanelerde Eski Türk İnançlarına Ait Motifler”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu, İstanbul 2000, s. 355. O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 23. The Travels of Marco Polo,ed.E.Denison Ross. trc. Aldo Ricc, L. F. Benedetto, London 1950, s. 20. B. Ögel-F. Kırzıoğlu, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986, s. 36. 167 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Mengücekliler bulundukları topraklarda Türklüğün ve İslâm’ın tesisinden sonra Anadolu’nun batısına da bu hizmetin gitmesinde etkin rol oynamışlardır. Şöyle ki, bulundukları mevkileri Türkleştirerek, Türkistandan gelen Türk göçlerinin batıya doğru kayması için yol açmışlardır. Eğer bunlar bu vazifeyi layıkıyla yapmasalardı bu göçler buralarda tıkanabilirdi. Bu göçlerden bazıları Mengücekli illerinde ikamet ederek daha sonraları batıya doğru ilerlemişlerdir. Bunlara en büyük örnekte Osmanlı aşiretidir. Bir müddet Mengücekli şehir ve köylerinde eğlendikten sonra batıya doğru göç ederek Anadolu, Avrupa ve Afrika da dahi Türklüğün ve İslâmın yayılması için çalıştılar 5. Anadolu’nun Türkleşmesi sürecinde Kayı Boyu’nun Bölgeye Gelişi ve Mengüceklilerle İlişkileri II. Alâeddin Davutşah döneminde bölgede cereyan eden önemli olaylardan birisi de Kayı boyundan Osmanoğullarının göçü olayıdır. Sonraları 6 asırdan fazla hayat sürecek olan bu aşiret, Ertuğrul Bey önderliğinde Anadolu’ya gelen Kayı’lar Doğu Anadolu’ya girdikten sonra, Anadolu içlerinde ilerlerken Mengücekli illerinden geçmiş olmalılar. İzledikleri yol güzergâhı Erzincan-Sivas hattı olup, Zara’dan geçtikleri bilinmektedir. Bu yolun doğusuna gidildikçe Mengücekli illerine çıkılmaktadır. Bu tespit doğrultusunda Kayı aşiretinin Mengücekli illerinden geçmiş oldukları kesinlik kazanmaktadır. Osmanlılara ilişkin yazılan kaynakların hemen birçoğunda Ertuğrul Gazi ve efradının Osmanlı beyliği kurulmadan evvel Mahan yaylasından ayrılıp 99, Anadolu'ya geldiklerinde Erzincan taraflarına da uğradıkları belirtilir. Refahiye’ye bağlı “Kayı” adlı yerleşim merkezinin bulunması Kayıların Refahiye de ikamet ettiklerini gösterir. Hatta bir rivayete göre Kayı aşireti, Mengücekli illerine gelince onlar tarafından 1224’lerde Gercenis (Refahiye), Kayı ve Salur köylerine; Suşehri’nin Hünü (Hun), Sündük veya Sevindik, Kayı, Anarı veya Onarı (Şeyh Hasan Onar) Aydoğdu ve Dundar; Şebinkarahisar’ın Bay Hasan, Kızık, Etir ve Çakır Köyleri ve dolaylarına yerleşmişlerdi. Ancak Cengiz Han’ın ölümü üzerine bu aşiret mensupları tekrar eski yurtları olan Cent ve Mahan şehirlerine dönerken Beylerinin ölümü üzerine bir kısmı yollarına devam ederken Ertuğrul ve Dündar beylerin kalan kısımla tekrar geriye döndükleri daha sonraları Selçuklular tarafından Söğüt ve Domaniç bölgelerine yerleştirildikleri görülmektedir100. Bu olay “Vilâyetlerimizin Tarihi” adlı eserde şöyle anlatılır: “Moğol akınları başladıktan sonra bundan en fazla etkilenen Anadolu’nun doğu illeri olmuştur. Moğollar ilk hamlede Harezm havalisini elde etmişlerdi. Osmanoğulları’nın ceddi olan (Kayı) ailesinden Alp’ın oğlu Süleymanşah da bu kuvvetlerin başında bulunuyordu. Süleymanşah yanındakiler ile öncelikle Ahlat’a, oradan da Erzincan civarına gelerek yerleşti(1224). Bu 99 100 Kayı aşireti Mahân’dan Moğol baskıları sebebiyle Ahlât’a geldi. Hayvanlarını buralarda barındırdılar. (Namık Kemâl, Külliyâtı Kemali, Osmanlı Tarihi, Cilt I, İstanbul 1326, s. 44). Ahmed Refik, Büyük Tarihi Umumi, Cilt VI, İstanbul 1328, s. 307. 168 Abdullah KAYA tarihte Erzincan’da Mengücekoğulları hüküm sürüyordu. Cengiz Han’ın vefatına kadar Ahlat ve Erzincan havalisinde dolaşan Şüleymanşah, Cengiz’in vefatından sonra memleketine dönmek istemişse de yolda Fırat Nehri’ni geçerken boğulmuştu. Oğullarından Sungur Tekin ile Gündoğdu, Harezm taraflarına geçmişler, Dündar ile Ertuğrul’da Erzincan’a dönmüşlerdi. ” Fırat nehri civarına geldikten sonra batıya doğru ilerlemişlerdir101. Enveri, Şükrüllah ve Aşıkpaşazâde’nin rivayetlerine göre ise;Ertuğrul Gazi’nin soyuna dayanan boy Anadolu’ya Tuğrul ve Çağrı Beylerin Emirleri’nin beraberinde Ahlat bölgesine geldi. Burasını yurt tutarak Anadolu’da gaza ve fetihlere katıldılar. Muş, Malazgirt, Eleşkirt ve Sürmeli Ovaları’nda ve dağlarında kışlak ve yaylaklar kurdular. Bu aşiret daha sonraları Ahlat Emiri olan Sökmen Kutbi’ye tâbi oldular. Bunlarla birlikte Gürcülere sefer düzenlerken bazen de Ertuğrul Gazi’nin boyu Saltuklularla ve Mengüceklilerle birlik olup Trabzon Dükalığı’na karşı yapılan gazalara katıldılar102. Kayı boyu 1221’ler de Ankara Karacadağ bölgesine yerleştiğine göre bahsettiğimiz bu seferler bu tarihten daha evvel gerçekleşmiştir. O zaman Kayı aşireti ile Mengücekli ilişkilerini, Mengücek Gazi ve Emir İshak dönemlerine kadar uzatabiliriz. Çünkü Mengüceklilerin en çok gaza ve seferlerde bulundukları dönemler bu yıllarda yaşanmıştır. Mengüceklilerin sonraki dönemlerine ait devirler daha sönük geçmiştir. Mengücekliler ile Kayı aşireti arasındaki dostluk ilişkileri daha çok gazalardan dolayı idi. Bu aşiret I. Alâeddin Keykûbad döneminde Ankara’nın Karacadağ bölgesine yerleştirildiğine göre, bunlar zayıf bir ihtimal Fahreddin Behramşah döneminde kuvvetli bir ihtimalle de II. Alâeddin Davut döneminde Mengücekli illerinden geçmişlerdir. Bu konu daha da detaylı bir şekilde araştırılıp bu göç yolları istikametinde incelemeler yapılsa, Osmanlıdan kaynaklanan birçok Folklorik, anane, dil vb. konularda benzerliklere rastlanabilir. Sonuç Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bölgenin en kalabalık kitlesini Rumlar oluşturuyordu. Türkler Anadolu’ya geldiğinde Doğu Anadolu’da hayat sönük iken orta kuzey kesimlerinde canlı bir hayat vardı. Türklerin Anadolu’ya iskânıyla Rumlarla aralarında birçok ticarî ve sosyal ilişkiler olmuştur. Hatta bu ilişkiler iki toplumun aralarında evlenmelere kadar gitmiştir. Bu ilişkiler zamanla bölge halkının İslâma girmesinde de etkili olmuştur. 101 102 400 kadar aile halkı ile Erzincan’a dönmüşlerdir (Ahmed Refik, age, s.307); Vilâyetlerimizin Tarihi, s. 2122 A. Taneri, Osmanlı Devletinin Kuruluşu Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray HayatıTeşkilatı, İstanbul 2003, s. 89-90. 169 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Anadolu’nun eski sakinleri Ermeniler ve Rumlar idi. Doğu’da daha çok Ermeni nüfus mevcut idi. Bunlar şehir merkezlerinde ve bunların yakın yerlerindeki kasabalarda Türk nüfusunun yanında ayrı mahalleler oluşturmuşlardır. Türklerin bölgeye göçüyle bunlar azınlık durumuna düşmüşlerdir. Ama Mengüceklilerin müsamahalı hukuk ve din anlayışının neticesinde uzun bir zaman dinî ve millî yapılarını devam ettirmişlerdir. Vakfiye kayıtlarında bu düşüncelerimizin somut delilleri mevcuttur. Özellikle Mengücekli şehirlerinden Erzincan’da Hristiyan nüfusun çokluğu, Müslüman seyyahların ilgilerini çekmiş ve birçok olaya rastlamalarına sebep olmuştur. Seyyahlar burada karşılaştıkları şaraplı, domuz etli, dinsel alayların kentte rahatlıkla dolaştığını görünce tepki göstermiş ve olayı protesto etmişlerdir. Seyyahlar duruma tepki gösterseler de bu vaziyet Mengüceklilerin dinî konulardaki hoşgörüsünü göstermektedir. Kendi dinlerinden olmayan tebanın dinlerine ve yaşam tarzlarına müdahale etmeyerek onların teveccühlerini kazanmışlardır. Mengücekliler, Türklerin Anadolu’da yeni bir vatan oluşturma çabalarına, katkıda bulunmuş ve Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli bir görev ifa etmişlerdir. Diğer Türkmenler gibi bu uğurda şehit olduklarından Türk tarihi içinde seçkin bir yer tutarlar. Anadolu Türklüğünün bu günlere ulaşmasında hiç şüphesiz Mengüceklilerinde büyük rolü ve hizmeti olmuştur. Sonuç itibariyle Mengücekliler, bencil bir milliyetçilik fikriyle hareket etmemiş, onlar hem kültürlerini korumaya çalışmışlar, hem de egemenlikleri altındaki yerli unsurların özgürce yaşamalarına müsaade ederek rahat etmelerini sağlamışlardır. Yukarıda belirtildiği gibi Mengücekliler’in yerli Hristiyan ahaliye karşı oldukça yumuşak ve adil davrandıklarıyla ilgili dönemin Hristiyan kaynaklarında geçen övgü dolu ifadeler bulunmaktadır. Onlar Atalarının bu konudaki politikalarını yerine getirdikten sonra diğer devletler gibi tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Kaynaklar Ahmed Refik, Büyük Tarihi Umumi, Cilt VI, İstanbul 1328. Albert Gabriel, Monuments Turcs d’Anatolie II, Paris 1934. Ali Kemali (AKSÜT), Erzincan Tarihi, Coğrafi, İçtimaî, Etnoğrafi, İdarî, İhsai Tetkikat Tecrübesi, İstanbul 1932. Atalay, B., Türk Büyükleri ve Türk Adları, İstanbul 1935. Augustinos, Gerasimos, Küçük Asya Rumları, çev. Devrim Evci, Ankara 1997. Başkumandan Simbat vekayinâmesi (951-1334), çev. Hırant D. Andreasyan, İstanbul 1946. Baykara, Tuncer, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164- 1211) Gazi- Şehit, Ankara 1997. 170 Abdullah KAYA Cevizoğlu, Hüseyin, Coğrafyadan Tarihe Türk Tarihi İçinde Doğu Anadolu, İstanbul 1991. Cahen, Claude, “Estce Que les etats Seldjoukides etaojent desetats feodaux?” (Selçuklu Devletleri Feodal Devletler miydi?), İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 17 (İstanbul 1955-1956). Cahen, Claude, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, çev. Yaşar YücelBahaeddinYediyıldız, Belleten, Sayı: 199-201 (Ankara 1988). Cahen, Claude, Osmanlılardan önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul 1994. Darkot, Besim, “Divriği”, İA, Cilt III, İstanbul 1945. David Marshall Lang, Eski Halklar ve Ülkeler Gürcüler, çev. Neşenur Domaniç, İstanbul 1997. Divitçioğlu, Sencer, Oğuz’dan Selçuklu’ya (Boy Kanat Devlet), İstanbul 1994. Düvel-i İslâmiye, trc. Halil Edhem, İstanbul 1927 Fatsa, Mehmet, “Karahisar Yöresinde Türk Dervişleri ve Niyabet-i Kırık Tarihi”, Şebinkarahisar I .Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000. Fatsa, Mehmet, Giresun’da Kırsalın Sosyal Tarihi, Giresun 2002. Gaffarî, Ahmed b. Muhammed, Târîh-i Cihan-ârâ, nşr. Müctebâ Minovi, Tahran 1343. Gordlevski, V., Anadolu Selçuklu Devleti, çev. Azer Yaran, Ankara 1988. Gökşen, Cengiz, “Şebinkarahisar Evliya Menkıbelerine Bağlı olarak Anlatılan Efsanelerde Eski Türk İnançlarına Ait Motifler”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu, İstanbul 2000. Gürler, Yavuz, “Doğu Anadolu Ağızlarında Eski Türkçenin İzleri”, Türk Dünyası 133, Ankara 2001. Halil Edhem (Eldem), Düvel-i İslâmiye, İstanbul 1927. Houtsma, “La Dynastie Des Benu Mengucék”, Keleti Szemle, Budapeşte 1904. İbn Bibi, el Evâmirü’l-‘Alâ’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk-name), çev. Mürsel Öztürk, Cilt I, Ankara 1996. Kafalı, Mustafa, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Ankara 1997. Kafesoğlu, İbrahim, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul 1973. Kafesoğlu, İbrahim, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu”, İÜEF, Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: 10-11 (İstanbul 1981). Kaya, Abdullah, “Mengücekoğulları Beyliği Tarihi”, (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya 2006. 171 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Kırzıoğlu, Fahrettin, “Osmanlı Tapu-Tahrir ve Mühimme Defterlerinde Gümüşhane Bölgesi Türk Boy/Oymak Hatıraları ve Madenler Üzerine Hükümlerden Örnekler”, Geçmişte ve Günümüzde Gümüşhane, (haz. Nasuhi Ünal Karaaslan), Ankara 1991. Kırzıoğlu, Fahrettin, “Karadeniz’in Doğu Kıyıları”, Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi, II, Samsun 1990. Köprülü Zâde Mehmet Fuad, Türkiyâ Tarihi, İstanbul 1923. Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, yay. Orhan F. Köprülü, Ankara 1981. Köprülü, M. Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994. Max Van Berchem-Halil Edhem, Materiaux Pour un Corpus Inscriptionum Arabicarum, Kahire 1917. Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Camiü’d-düvel Selçuklular Tarihi -I-, yay. Ali Öngül, İzmir 2000. Namık Kemâl, Külliyâtı Kemali, Osmanlı Tarihi, Cilt I, İstanbul 1326. Necmu’d-din-i Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, nşr. M. Emin Riyahî, Tahran 1366. Nikoloz Bertzenişvili-Simon Canaşia, Gürcistan Tarihi (Başlangıçtan 19.yy`a Kadar), İstanbul 1997. Okutan, Hasan Tahsin, Şebinkarahisar ve Civarı, Giresun 1949. Ögel, Bahaeddin-Fahreddin Kırzıoğlu, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986. Öngül, Ali, “Mengücekler”, Türkler, (edit. Hasan Celal Güzel), 34. Bölüm, Cilt 6, İstanbul 2002. Özaygün, Ruhan, Bilinmeyen Hazine Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, İstanbul 2004 Erpolat, M. Salih, “Osmanlı Coğrafyasındaki Yer İsimlerini Doğru Tespit Etmenin Zorlukları, Önemi ve Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Sayı: 1 (Diyarbakır 2003), s.1-15. Reşidüddin Fazlullah-i Hemedâni, Camiü’t-Tevarih, Encümen-i Danişgah, Ankara 1960. Runciman, S., Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt I-II-III, çev. Fikret Işıltan, Ankara 1998. Sakaoğlu, Necdet, “Divriği’de Aile Adları, Boylar ve Oymaklar”, Türk Folkloru, Sayı: 19, İstanbul 1981. Seferoğlu, Ş. K. Seferoğlu-A. Müderrisoğlu, Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1986. Sevim, Ali, “Malazgirt Meydan Savaşı ve Sonuçları”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1993. Sevim, Ali, Genel Çizgileriyle Selçuklu Ermeni İlişkileri, Ankara 1983. 172 Abdullah KAYA Sevim, Ali-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989. Sümer, Faruk, “Mengücekler”, İA, Cilt VIII, İstanbul 1977. Sümer, Faruk, Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 1998. Sümer, Faruk, “Eski Türklerde Şehircilik”, İstanbul 1984. Sümer, Faruk, Tarihleri-Boy Teşkilatı Destanları Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul 1999. Sümer, Faruk-Ali Sevim, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı (Metinler ve Çevirileri), Ankara 1988. Şahin, Tahir Erdoğan, Erzincan Tarihi, Erzincan 1985. Şehirden Şehre Efsaneler, Destanlar, Hikâyeler, III, İstanbul 1974. Taneri, Aydın, Osmanlı Devletinin Kuruluşu Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı- Teşkilatı, İstanbul 2003. The Cambridge History of Islam, ed. P. M. Holt, Ann K. S. Lambton, Benard Levis, London 1970. The Travels of Marco Polo, ed. E. Denison Ross. trc. Aldo Ricc, L. F. Benedetto, London 1950. Toksoy, Ahmet, “Doğu Anadolu’da Türk Hâkimiyeti”, Yeni Türkiye- 44-, Sayı: 44, Ankara 2002. Toplu, Abdülhadi, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996. Turan, Osman, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar Metin, Tercüme ve Araştırmalar, Ankara 1988. Turan, Osman, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 2001. Turan, Osman, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971. Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, I-II, Nakışlar Yayınevi, Ankara 1979. Turan, Şerafeddin, Türkiye-İtalya İlişkileri, Selçuklulardan Bizans’ın Sona Erişine, İstanbul 1990. Tülücü, Süleyman, “Malazgirt Savaşına katılan Türk Beylerinden Gevher-Ayin ve Sav Tegin”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ankara 1985. Türk, Hüseyin, “Sultan Melek Türbesi ile İlgili Adet ve İnanmaların İncelenmesi”, Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1991. Umar, Bilge, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi Türkiye Türkleri Ulusunun Oluşumu, İstanbul 1998. Vilâyetlerimizin Tarihi, İstanbul 1932. 173 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 Yazıcı, H.-İ. Güner, “Şebinkarahisar İlçesi’nin Nüfus Coğrafyası”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000. Yinanç, M. Halil, “Sultan Alparslan Zamanında Bizans’a Yapılan Gazalar ve Anadolu Fütuhatı”, Malazgirt Zaferi ve Alparslan (26 Ağustos 1071), İstanbul 1971. Yinanç, M. Halil, Türkiye Tarihi: Selçuklu Devri, 1 Anadolu’nun Fethi, Cilt I, İstanbul 1934. Yinanç, Refet, Tarihte Türk Devletleri-II, Ankara 1987. Yinanç, Refet, “Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Süreti”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, 1970-1974, VIII-XII/14-23 (Ankara 1975). Yürüdür, E.-İ. Bulut, “Tarihte ve Günümüzde Şebinkarahisar Şehri”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000. Zahirüddin Nişapuri, Selçuknâme, Tahran 1332. Wittek, Paul, Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, çev. Fatmagül Berktay, İstanbul 1995. Werner, Ernst, Büyük Bir Devletin Doğuşu (Osmanlılar 1300-1481) Osmanlı Feodalizmin Oluşma Süreci, çev. Orhan Esen-Yılmaz Önder, İstanbul 1986. 174 Abdullah KAYA BELGELER (Belge–1) (R. Yınanç’ın Arşivinde Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Sureti) 175 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176 (Belge–2 (R. Yınanç’ın Arşivinde Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Sureti) 176 TÜRK MİLLÎ BAĞIMSIZLIK SAVAŞINDA MARAŞ MÜDAFAASININ ÖNEMİ Adnan GÜL Özet / Abstract I. Dünya Savaşı (1914-1918) Osmanlı Devleti’nin siyasî ve askerî varlığına son veren bir olaydır. Savaş sonrası imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918), Türk topraklarının işgaline ortam hazırlamıştır. İşgallerin en yoğun gerçekleştiği ve çatışmaya dönüştüğü yer Anadolu’nun Güney bölgesidir. Adana, Antep, Maraş ve Urfa illerini kapsayan bu bölge Güney Cephesi olarak da bilinir. Maraş’ın bu cephede Fransız ve Ermenilere karşı başlattığı direniş hareketi tüm yurt çapında genişleyen bir kurtuluş savaşına dönüşmüştür. Bu makalede Maraş’ın işgallere karşı başlattığı mücadelesi incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: I. Dünya Savaşı, Emperyalizm, Osmanlı İmparatorluğu, İşgal Devletleri, Millî Mücadele, Antlaşma, Anadolu, Güney Cephesi, Maraş, Ermeniler, THE IMPORTANCE OF MARAS DEFENSE IN THE WAR OF TURKISH NATİONAL INDEPENDENCE The First World War (1914-1918) was the event that terminated the political and military existence of Ottoman Empire. After the war, in October 30, 1918, Mondros Armistice was signed that enabled Allies to occupy Turkish territory. The occupation was intense, and turned into a severe combat in South Region of Anatolia. The region that comprises of Adana, Antep, Maras and Urfa provinces is known as The South Anatolia Region. The resistance movement that started in the front line of Maras against French and Armenian turned into a War of Independence throughout the country. This study examined the combat of Maras against occupations. Key Words: The First World War, Emperialism, The Ottoman Empire, The Occupation States, The National War, Treaty, Anatolia, South Region, Maras, The Ermenians Giriş Tarihi süreç içinde çeşitli yönlerden Anadolu’ya gelip yerleşen kavimler, birçok devlet ve medeniyetler kurmuş, bir süre egemenlik sürdükten sonra tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Devletler ve milletler arasındaki ilişkiler, medeniyetler, kültür ve inanç biçimleri Anadolu Tarihi’ni meydana getirmiştir. Tarih öncesine kadar giden Anadolu tarihinin içinde kalan bir yerleşim merkezi de Maraş’tır. Maraş birçok tarihi olaya sahne olurken birçok millete de yurt olmuştur. Anadolu tarihi kadar eski ve köklü bir geçmişe sahip olan Maraş’tan ilk defa Hitit İmparatorluğu zamanında (M.Ö. 2000-1200) bahsedilmektedir.1 Asur kitabelerinde de Markasi şeklinde geçen bu bölgeye Araplar 1 Yrd. Doç. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. adngul@hotmail.com A. Saim Emirmahmutoğlu, Kahramanmaraş Yıllığı 1967, Kahramanmaraş 1967, s. 73 . SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 Mar’aş2 demişlerdir. Arapça titreme, deprenme manasına gelen Mar’aş adı3 zamanımıza kadar fazla bir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Maraş’ta hâkimiyet sürdüğü bilinen ilk kavim Hititlerdir.4 Hititlerden sonra Asur, Pers, Makedon ve Romalıların hâkimiyetine giren Maraş, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu zamanında da stratejik önemini korumuş ve Krallar Şehri olarak anılmıştır.5 İslam hâkimiyetinin Kuzey Suriye’den Anadolu’ya yayıldığı sırada Maraş, Arap-Bizans sınırında önemli bir üs olmuş ve sık sık el değiştirmiştir. 637 yılında Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Ebu Ubeyde bin elCerrah’ın maiyetindeki kumandanlardan Halid bin Velid tarafından fethedilmesiyle birlikte Maraş’ın İslam tarihi sürecindeki serüveni başlamıştır. Osmanlı Devleti döneminde Halep’e bağlı bir sancak olan Maraş’ın6 ticaret yolları üzerinde bulunan bir merkez olması şehre ekonomik hareketlilik sağlamıştır. Ekonomik gücü daha çok elinde tutan kesim nüfusun üçte birini teşkil eden gayrimüslim halk, özellikle Ermenilerdir.7 Millî Mücadele Öncesi Konjonktürel Şartlar ve I. Dünya Savaşı Sanayi İnkılâbı’ndan sonra sömürgeciliğin emperyalizm boyutlarına ulaşması Batılı devletlerin dünya çapında yayılmacı bir politika takip etmeleri sonucunu doğurmuştur. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı toprakları üzerinde kendini gösteren emperyalist politikaların kesişim noktasını Ortadoğu ve Yakındoğu8 oluşturmuştur. Öteden beri Batılı devletlerin çıkar sahası olan bu bölgedeki rekabet İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya arasında gerçekleşmiştir. Özellikle I. Napolyon’un Mısır’da İngiliz-Fransız çıkarlarını karşı karşıya getirmesi iki devletin Yakındoğu’daki rekabetini başlatmıştır. Bu rekabetin XIX. yüzyıldaki merkezi K.Afrika, Mısır, Suriye ve Anadolu’nun güney kısımlarındaki Osmanlı toprakları olmuştur. Yakındoğu’ya nüfuz etmeye çalışan Rusya’nın 1856 Paris Antlaşması ile kuzeye doğru uzaklaştırılması İngiliz-Fransız rekabetine yeni bir boyut kazandırmıştır. Her iki devlet de Doğu Akdeniz’de sadece kıyılarda bazı noktaları elde etmekten öte iç kısımlara da uzanarak ekonomik ve stratejik imtiyazlar kazanmak amacındaydı. Bu amaçla İngiltere Mısır’ı, Fransa ise Kuzeybatı Afrika, Suriye ve Kuzey noktaları (Antep, Maraş) nüfuz sahası olarak belirledi. I. Dünya Savaşı sürerken Rusya’nın 1917 Bolşevik İhtilali’nden 2 3 4 5 6 7 8 Besim Darkot, “Maraş”, İA, Cilt 7, s. 311. Nuri Ürgen, “Türk Tarihinde Kahramanmaraş Yeri, Önemi ve Stratejik Yapısı”, Kahramanmaraş'ın Kurtuluşu'nun 75. Yılı Münasebetiyle Kurtuluş Konferansları, Kahramanmaraş 1995, s. 24. Kahramanmaraş Odası Rehberi (Cumhuriyetin 10. Yılı Münasebetiyle), 1933 Teşrin-i Evvel İstanbul, s. 17. Türk Ansiklopedisi, Cilt 23, s. 28. Besim Atalay, Maraş: Tarihi ve Coğrafyası, İstanbul 1973, s. 187. Mehmet Yetişgin, “Maraş’ta Ermeni Nüfusu: Osmanlı Son Dönemi, Mütareke ve Millî Mücadele Yılları” s. 14. Yakındoğu olarak bilinen bölge Anadolu, Suriye, Filistin, İran, Mısır, Arap Yarımadası’nın kapsadığı alandan oluşmaktadır. 178 Adnan GÜL dolayı savaştan çekilmesi ve Almanya’nın savaş sonunda yenilgiye uğraması, Ortadoğu ve Yakındoğu’daki şartların İngiltere lehine değişmesine yol açmıştır. Böylece Mondros Ateşkes Antlaşması ile İngilizlerin Güney Anadolu ve Musul üzerindeki çıkar politikası uygulama şansı buldu. Güneydeki Suriye merkez olmak üzere tek düzenli ordu olan Yıldırım Orduları Komutanlığı, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından feshedilirken bunun sonucu olarak Adana, Antep, Kilis gibi merkezleri işgal eden İngilizler, mütarekenin 7. maddesine dayanarak Maraş’a kadar işgal sahalarını genişlettiler. Böylece Anadolu için işgallere karşı millî mücadele şartları oluşmaya başlamıştır.9 Maraş’ın millî mücadele içindeki konumunun incelenmesi bölgenin ülke genelindeki bağımsızlık mücadelesinin de bir örneklemi olduğunu gösterecektir. Bundan dolayı Maraş millî mücadelesine geçmeden önce İtilaf Devletleri’nin I. Dünya Savaşı sürerken son dönemini yaşayan Osmanlı toprakları üzerinde yaptıkları gizli paylaşma planları üzerinde durmak yerinde olur. Çünkü Maraş’ın da içinde bulunduğu Güney Cephesi ve hatta bütün Türkiye topraklarındaki Millî Mücadele, söz konusu gizli antlaşmaların uygulanmasına karşı verilmiş bir mücadeledir. İtilaf Devletleri daha I. Dünya Savaşı sona ermeden Osmanlı Devleti’nin topraklarını ne şekilde paylaşacaklarına kendi aralarında yaptıkları çeşitli gizli antlaşmalarla karar vermişlerdi. Bu gizli antlaşmalar sırasıyla: İstanbul Antlaşması, Londra Antlaşması, Sykes-Picot Antlaşması, Saint Jean de Maurienne Antlaşması.10 9 10 Yaşar Akbıyık, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Ankara 1990, s. 5-6. Söz konusu gizli antlaşmalar hakkında bilgi verecek olursak: İstanbul Antlaşması: 1915 yılı başında İngiltere ile Fransa, Çanakkale'yi geçmeye çalışırken Boğazlar ve İstanbul üzerinde İngiliz ve Fransız hâkimiyeti kurulacağından endişelenen Rusya harekete geçti. Rusya, müttefikler üzerinde baskı kurarak 4 Mart-10 Nisan1915 tarihleri arasında notalaşma suretiyle tek bir metne dayanmayan antlaşmalar demetinin ortaya çıkmasını sağladı. Bkz. Ömer Kürkçüoğlu, Türk İngiliz İlişkileri 191926, Ankara 1978, s.40. Osmanlı Devleti’ne karşı I. Dünya Savaşı sırasında düzenlenen ilk gizli antlaşma olarak bilinen bu düzenleme aslında bir aylık sürede gerçekleşen bir mektup alışverişi şeklindedir. Böylece İngiltere ve Fransa'nın hoşuna gitmemesine rağmen Batı cephesinin yükünü hafifletmek için; Boğazlar ve İstanbul konusunda Rusya'nın istekleri kabul durumunda kalındı. Bkz. Fahir Armaoğlu, XX. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara 1988, s.428. Londra Antlaşması: İtalya’yı İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa dâhil etmek için çeşitli vaatlerde bulunan İngiltere, hem bu vaatleri yazılı hale getirme konusundaki İtalyan baskılarını izole etmek, hem de Fransa ile Rusya’nın Osmanlı üzerindeki isteklerini kayıt altına almak için 26 Nisan 1915'te Londra’da dört devlet arasında Londra Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre Türk toprakları üzerinden İtalya'ya da pay verilecektir. Bkz. E. Semih Yalçın, Türk İnkılâp Tarihi ve Atatürk İlkeleri, Ankara 2003 s. 98-99. Sykes-Picot Antlaşması: İngiltere ile Fransa arasında yapılan ve Osmanlı Devleti'nin Ortadoğu topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır. Osmanlı nüfuzunda bulunan Arap bölgelerinin paylaşımını kapsayan bu antlaşmanın ön görüşmeleri 1916 yılının Şubat ayında başlamasına rağmen Rusya faktöründen dolayı görüşmelere tam olarak başlanması 9 Mayıs 1916’yı bulmuştur. İngiltere adına Sir Mark Sykes ile Fransa adına Charles François Georges Picot’un katıldığı görüşmeler, 1916 Ekim’e kadar sürmüştür. Söz konusu diplomatik gelişmeler İngiltere, Fransa ve Rusya’nın kendi aralarında İtalya haberdar edilmeksizin yapılmıştır. 11 mektup teatisi sonunda Sykes-Picot Antlaşması olarak 179 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 Osmanlı’yı Parçalayan Gizli Antlaşmaların Güney Anadolu ve Ortadoğu Uygulamaları: İtilaf Devletleri’nin I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ni parçalamak için yaptıkları gizli antlaşmalardan Sykes-Picot Antlaşması üzerinde durmak gerekir. Güney ve G. Doğu Anadolu vilayetlerinin işgal edilmesinde hareket noktası olan bu antlaşma konuyla ilgisi olması dolayısıyla ayrı bir önem taşımaktadır. Sykes-Picot Antlaşması, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan İstanbul Antlaşması’nda düzenlemeleri tescil etmektedir.11 Bu Antlaşma Rusya’yı da kapsamına almasına rağmen Ortadoğu’yu ilgilendiren hükümleri ağır bastığından bu yönüyle bir İngilizFransız Antlaşmasıdır denilebilir.12 İngiltere, özellikle Rusya’yı Akdeniz’den uzak tutmak ve onunla doğrudan temas halinde olmamak için çaba sarf etmiştir. Bu nedenle kendi bölgesi ile Rusya arasında bir Fransız duvarı çekmeyi uygun bulmuştur. Hatta İngiltere, antlaşma öncesinde Fransa’ya Akdeniz’den İran’a kadar uzanan bir bölgeyi dahi vermekten çekinmemiştir.13 İngiltere, buna karşı çıkan Rusya’nın tepkisini izole edebilmek için yeni bir strateji geliştirerek Kafkasya ve Yakındoğu bölgesindeki Ermenilerin bütünleşmesinin tehlikeli olacağını ve Rusya’nın başına bir problem çıkarabileceğini ileri sürerek Kafkasya’daki ihtilalci Ermenilerle Kilikya’daki Ermenileri birbirinden uzak tutmak gerektiğini Rusya’ya empoze etmeye çalışmıştır. Kilikya ve Suriye yöresindeki Ermenilerin Fransa’nın kontrolünde bulunmasının daha 11 12 13 bilinen metin kabul edilmiştir. Bu antlaşmaya göre Orta Doğu beş bölgeye ayrılıyordu. İngiltere ile Fransa arasında Orta Doğu’nun paylaşım süreci devam ederken Rusya ile Mart 1916’da Petrograd Protokolü imzalanmıştır. Bu antlaşma 1915 Londra Antlaşması’nı tamamlayan bir protokoldür. I. Dünya Savaşı sürerken Rusya, Osmanlı Devleti’nden alacağı payı az bulmuş ve Doğu Anadolu’dan da toprak istemiştir. Bu istek üzerine ve Rusya’nın Sykes-Picot Antlaşması’na ses çıkarmaması karşılığında İngiltere ve Fransa, Boğazlar bölgesine ek olarak Trabzon’a kadar Doğu Karadeniz kıyıları ile Erzurum, Van ve Bitlis illerini de Rusya’ya bırakmışlardır. Rusya’nın İngiltere ile Fransa arasında Ortadoğu’nun paylaşımına göz yumma karşılığında elde ettiği yeni kazanımları ifade eden Petrograd Protokolü, 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’nın savaştan çekilmesinin ardından gizliliğini kaybederek SSCB devlet başkanı Lenin tarafından dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Bkz. Haluk Ulman, I. Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, Ankara 1973, s. 231; Osman Olcay, Sevres Antlaşmasına Doğru, Ankara 1981, s. LVII-LXIII (Söz konusu mektubun metinleri). Saint Jean de Maurienne Antlaşması: Sykes-Picot Antlaşması'nın gizliliğinden haberdar olan İtalya, İngiltere’ye gizli antlaşmaların içeriğinin açıklanmasını istedi. İngilizler de İtalyanlara her şeyi öğrenmenin yolunun Almanya'ya savaş ilan etmekten geçtiğini söylediler. İtalya buna önce itiraz etse de savaşa girmiş 20 Mayıs 1915'te Avusturya-Macaristan'a; 1915 Ağustos'unda da Almanya ve Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmiştir. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve İtalya başbakanları İtalya'nın isteklerini görüşmek amacıyla Saint Jean de Maurienne'de toplanarak 19 Nisan 1917’de bir anlaşmaya varmışlardır. Bkz. E. E. Adamof, Sovyet Devleti'nin Gizli Arşiv Belgelerine Göre Anadolu'nun Taksimi, çev. Hüseyin Rahmi, İstanbul 1926, s. 294; Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara 1991, s. 15-19; Armaoğlu, age, s. 431. Rıfkı Salim Burçak, Türk-Rus-İngiliz Münasebetleri, İstanbul 1946, s. 46. Ömer Kürkçüoğlu, Arap Bağımsızlık Hareketi, Ankara 1982, s. 101. Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Cilt III, III. Kısım, Ankara 1955, s. 72-79 180 Adnan GÜL olumlu olacağı düşüncesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Çünkü İngiltere’ye göre Sivas, Diyarbakır, Urfa, Adana ve Mersin Ermenileri şimdiye kadar komitacılarla pek işbirliği yapmamışlar, onların tahriklerine kapılmamışlardır. Yine İngiltere’ye göre bu bölgedeki Ermeniler, Kafkasya ve Erzurum tarafındaki Ermenilerle temaslarının kesilmesine de memnun kalacaklardır.14 Urfa, Antep, Maraş ve havalisi Sykes-Picot Antlaşması’na göre Fransız nüfuz bölgesi olarak kabul edilmesine rağmen İngiltere, I. Dünya Savaşı sonunda bu Antlaşmaya uymak istemeyerek Fransa’ya vaat edilen Urfa, Antep ve Maraş’ı işgal edecektir. Ancak Ekim 1919’da İngilizler Fransızlarla imzalayacakları Suriye İtilafnamesi ile Urfa, Antep ve Maraş’ı Fransızlara bırakmışlar, Fransızlar da buna karşılık Musul üzerindeki haklarından vazgeçmişlerdir.15 I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti İngiltere, Fransa ve İtalya’ya savaş sırasında imzaladıkları gizli Antlaşmaları hayata geçirme imkânı sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Ateşkes Antlaşması bu icra planının resmî boyutunu teşkil etmektedir. Mondros Ateşkes Antlaşması Hükümlerinin Uygulanması ve İşgaller Mondros Mütarekesi, getirmiş olduğu ağır şartlarla Türk milletinin kaderini etkilemiş ve işgallere dayanak teşkil eden maddeleriyle de Anadolu’nun istilasına ortam hazırlayan bir mütareke olmuştur. Mütarekenin sık sık ihlalinden şikâyet edilen maddelerinden özellikle 7. madde istismara çok açık olup belirsizlik taşıyordu. Söz konusu 7.madde: “Müttefikler emniyetlerini tehdit edecek durum zuhurunda herhangi bir stratejik noktayı işgal hakkını haiz olacaktır”16 ibaresine dayanıyordu. İtilaf Devletleri’nin işgallerde iddia ettikleri temel gerekçe özellikle bu maddeye dayansa da gerçek neden aslında müttefiklerin güvenliğinin tehdit edilmesi değil; menfaatlerine ulaşamama endişesi idi. Kısaca tamamen müttefiklerin üstünlüğünü sağlayan mütarekenin imzalanmasının hemen ardından İtilaf Devletleri, Türk topraklarını işgale başladılar. Önce güneyden harekete geçen İngiltere, petrol bölgesi olan Musul’u işgal etti. Ardından sırasıyla stratejik konumu olan İskenderun ve Batum17 ile Urfa, Antep, Maraş işgal edildi. 14 15 16 17 İsmail Özçelik, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Urfa), Ankara 1992, s. 25. Y. Akbıyık, age, s.61-65. Mondros Mütarekesi’nin 25 maddesi hakkında geniş bilgi için bkz. E. Semih Yalçın, age, s. 104-109. İskenderun Körfezi, Ortadoğu’nun Akdeniz’e açılan kapısı; Batum ise Kafkaslardan Asya’ya açılan stratejik bir yer olma özelliğini gösteriyordu. 181 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 Bağımsızlık Mücadelesinde Güney Cephesi Güney Anadolu’da yabancı işgaline karşı ilk silahlı mücadele Hatay’ın Dörtyol ilçesinde Fransızlara ilk kurşunun atıldığı 19 Aralık 1918’de başlamıştır.18 Kara Hasan Müfrezesi adıyla ilk Kuva-yı Millîye teşkilatı da 1919 yılı başlarında yine burada kurulmuştur. Fakat bütün Güney Cephesi’nde yaygın olarak Kuva-yı Millîye’nin kurulması Sivas Kongresi’nden sonra mümkün olabilmiştir. Fransızların Adana, Antep, Urfa ve Maraş bölgelerini işgal etmeleri üzerine her tarafta yerli halkın teşebbüsü ile millî müfrezeler kurulmaya ve düşman kuvvetlerine baskınlar yapılmaya başlanmıştır.19 Millî Mücadele’nin başlangıcında Urfa ve Maraş halkının bir kurtuluş mücadelesine girişmeleriyle Antep ve Adana direnişi de başlamış ve bu durum Düzenli Ordu’nun teşkilinden önce gerçekleşmiş millî direniş hareketleri olarak tarihe geçmiştir. Hiç şüphe yok ki bu direniş hareketleri Heyet-i Temsiliye ve Kuva-yı Millîye üzerinde önemli olumlu etkiler doğurmuş ve yurt genelinde Millî Mücadelenin adeta ilk kıvılcımları olmuştur. İşgallerin ardından başlayan direnişe civar Anadolu kasaba ve şehirleri de seferber olmuşlar her fırsatta haksız işgalleri protesto ederek bunun sona ermesi için silahlı mukavemet de dâhil olmak üzere her türlü direnişten kaçınmamışlardır.20 Bu konuda işgal devletlerine karşı yapılan protesto ve mitingler Anadolu’da birlik ve beraberliğin ne kadar sağlam ve sarsılmaz olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Güney Anadolu’da tam manasıyla ilk teşkilatlı direniş Haleb’in 11 Ekim 1918’de işgal edilmesi üzerine Urfa’da başlamıştır. Urfalılar, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından kısa bir süre sonra millî direniş teşkilatlarını kurarak muhtemel bir işgal hareketine karşı hazırlıklı olmuşlardır.21 Gönüllü Milis Taburu oluşturarak Urfa’da Kuva-yı Millîyeyi kuran Urfalılar, Şebeke Vakası ve Sarımağara Muharebesi’nde Ermenilerle takviyeli Fransız kuvvetlerine karşı kesin bir üstünlük sağlamışlardır. Urfa havalisi şehir ve kasaba merkezlerinden Viranşehir, Mardin, Diyarbakır, Midyat ve Rasulayn işgaller karşısında tavırlarını açıkça ortaya koyarak işgalleri protesto 18 19 20 21 Türk İstiklal Harbi Güney Cephesi, Cilt IV, Ankara 1966, s. 55; Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi (1838’den 1995’e), İstanbul 1996, s. 5. Sabahattin Selek, Millî Mücadele, İstanbul 1982, s. 540. Milli Mücadele döneminde Güney Cephesi’ne özellikle Maraş’a önemli ölçüde maddi yardım yapıldığını görmekteyiz. Hatta bu konuda M. Kemal Paşa, 10 Şubat 1920 tarihinde yurt çapında yayınladığı bir genelgede: “İnsaniyetin tüylerini ürpertecek zulümlere maruz kalan Maraşlı kardeşlerimizin ihtiyaçlarını karşılamak ve imdatlarına yetişen Kuva-i Milliye fertlerinin zaruri masraflarına sarf edilmek üzere toplanacak yardımların Maraş Müdafaa-i Hukuk Heyet-i Merkeziyesi emrine ödenmek üzere Ziraat Bankası Elbistan Şubesi’ne gönderilmesi rica olunur” Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE), Atatürk Arşivi, Dosya 1336/13-5, fihrist 1-3. 12 Şubat 1920’de düşman işgalinden kurtulmuş olan Maraş’ta 22 gün süren kanlı çarpışmalar sebebiyle açlık baş göstermişti. Şehrin yanı sıra Maraş Ziraat Bankası’nın da kaynakları tükenme noktasına gelmişti. Bankaya çeşitli bölgelerden gelecek yardımlara ancak aracı olacaktı. Bu konuda Maraş’a hangi bölgelerden yardım geldiğine dair geniş bilgi için bkz. Yaşar Akbıyık, “Milli Mücadele Sırasında Maraş’a Yapılan Yardımlar”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt 7, Sayı: 21. İ. Özçelik, age, s. 1-4. 182 Adnan GÜL etmişlerdir. Yüzyıllardan beri Osmanlı olarak yaşadıklarını bildiren Güney Anadolu ahalisi hiçbir oldubittiyi kabul etmeyeceklerini açıklamışlardır. Bu arada Fransa’ya karşı pazarlık konusu olarak petrol sahası Musul ile birlikte Kilis, Cerablus, Birecik, Urfa ve Maraş’ı işgal etmeyi tasarlayan İngiltere,22 Mondros Mütarekesi’ne göre Türk hâkimiyetine bırakılan Antep’i de stratejik mevkiinden dolayı elinde tutmak istiyordu. İngilizler bu maksadı temin için Mondros’un 7. maddesi hükmü uyarınca 17 Aralık 1918’de Antep’e girmiştir. İngilizler Antep’e girerken asıl maksatlarını gizleyerek Antep mutasarrıfı Celal Bey’e geliş gayelerinin Haleb’de fazla asker ve hayvan bulunduğundan dolayı kış ayını çıkarmak lüzum ve maksadından ibaret olduğunu, bu hareketlerinin işgal mahiyetinde anlaşılmaması gerektiğini vurgulamışlardır. Ocak 1919 tarihinde İngilizler Antep’e General Mc. Donald’ın emrinde 100 İngiliz süvarisi takviyesinde bulunmuşlardır.23 1919 yılı Ocak ayı ortalarına kadar İngilizler, Antep’te asayiş bozucu bir müdahalede bulunmamışlar, bu durum 15 Ocak’ta İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Mc. Andrew’in Antep’e gelişine kadar devam etmiştir. İngiliz General, şehrin ileri gelenlerini bir araya toplayarak asayişi bozanların hadlerinin bildirileceği uyarısında bulunması Antep halkı tarafından bir nasihatten öte tehdit mahiyetinde anlaşıldı. Antep’te durum birden değişti. İngilizler resmî ve gayri resmî haberleşmeye el koydular.24 Böylece Antep, 15 Ocak 1919 tarihinde İngilizler tarafından resmen işgal edilmiş oldu. 1915’te Tehcir Yasası’yla zorunlu göçe tâbi tutulan Ermeniler, İngiliz işgali ile birlikte şehre dönmeye başladılar. 25 İngiliz müfreze komutanı bizzat Ermenilerin iskânıyla meşgul idi. Antep’te Ermeni-İngiliz ittifakı Müslüman Türkler üzerinde her geçen gün ağırlaşarak devam ediyordu. İşgalin başlangıcından itibaren yapılan bütün muamelelere karşı protestolar ve müdafaalar yazılmış, İstanbul Hükümeti olaylardan haberdar edilmesine rağmen bir cevap alınamamıştır. 8 Mart 1919’da İngilizlerin Antep’te sıkıyönetim ilan ederek Türk kesiminden silahlarını teslim etmesini isterken Ermenilerden böyle bir talepte bulunmamaları oldukça düşündürücüdür. M. Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesinden sonra 8 Ağustos 1919’da işgallere karşı Türk bağımsızlığını sağlamak için millî kuvvetlerin kurulması ve milletin kendi iradesine hâkim olması gerektiği bütün millete bildirilmiştir.26 Bu direktifler, bütün kolordu ve tümen komutanlıklarına, vilayetlere, sancaklara ve müdafaa-i hukuk teşkilatlarına ulaştırılmış ve memleket ileri gelenlerine duyurulmuştur. 22 23 24 25 26 Tevfik Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi, Cilt I, Ankara 1962, s. 77; bkz. Ayhan Öztürk, Milli Mücadelede Gaziantep, Kayseri 1994, s. 26. Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi 1918-1938, Ankara 1973, s.12) Utkan Kocatürk, age, s. 13-14. İ. Özçelik age, s. 29. Türk İstiklal Harbi, s. 63. 183 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 Güney Cephesi’nin Bölgelere Ayrılması ve Millî Teşkilatlanma Güney bölgesinde gerek işgalleri, gerekse ulaşılmak istenen Ermeni gayelerini engellemek ve çoğunluğu teşkil eden Türk halkının haklarını korumak için millî kuvvetler 2.,12. ve 13. Kolordulara bağlanmıştır. Buna göre Güney bölgesi şu şekilde bölünmüştür: Birinci Bölge: Develi-Niğde-Ulukışla-Lamas Çayı hattı ve BahçecikKozan-Osmaniye-İskenderun hattı arasındaki bölge 20. Kolordu ile müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin idaresine verildi. İkinci Bölge: Adıyaman-Samsat-Bilecik (hariç) AntepKilis (dâhil) hattı arasındaki bölge 3. Kolordu ile bölge içindeki müdafaa-i hukuk cemiyetinin idaresine verildi. Üçüncü Bölge: İkinci Bölgenin doğusundan İran sınırına kadar uzayan kısım olup burası 13. Kolordu ile bölgedeki müdafaa-i hukuk cemiyetinin idaresine verildi.27 Kolorduların mevcutları çok az ve bunlara bağlı tümenler de bölgeye çok uzak idiler. Esasen İstanbul Hükümeti tarafından kıtaların İtilaf kuvvetlerine karşı koymamaları emredilmiş olduğundan, bu kolorduların kendi bölgeleri içinde yapacakları işler, millî kuvvetleri takviye ve yardım etmekten ileri gitmiyordu. Bu konu ile ilgili olarak Mazhar Müfit Kansu, İstanbul Hükümeti’nin Kuva-i Millîye’nin hükümet işlerine karışmaması ve ikinci bir hükümet şeklinde görülmemesi gerektiği konusundaki tebligatından bahseder.28 Bundan dolayıdır ki söz konusu millî teşkilatların çok gizli tutulmasının yanı sıra teşkilatın muhafaza ve emniyeti bakımından müfrezeler teşkil edilmesi gerek görülmüştür. Ayrıca Heyet-i Temsiliye tarafından, halkta işgallere karşı bozgun psikolojisi oluşturmamak için özellikle Maraş ve Antep bölgelerine şu direktifler verilmiştir: -Göç yasaktır. -Arazi ve emlak ancak Türklere satılacaktır. -Halk arasındaki uhuvvet ve tesanüd güçlendirilecektir. -Türk olmayan unsurlardan alış-veriş yapılmayacaktır. -Jandarma, polis, orman, köy ve çarşı bekçileri ve her türlü emniyet işlerinde Türkler görevlendirilecektir. -Her türlü güvenlik sağlanmalıdır. -Millî kurulların idaresi kesinlikle ordudan subay ve astsubayların, özellikle başkanlıkta hizmete lâyık tecrübeli vatanseverlerin eline verilmeli ve bu maksatlarla kolordu bölgelerinden seçilerek gönderilmelidir.”29 Bu direktifler doğrultusunda Güney Cephesi’nde Antep, Urfa, Maraş ve Adana’da çeşitli millî teşekküller vücuda getirilmiştir. Bu kuruluşların amacı İngiliz işgali sırasında İstanbul ile alâkası kesilmiş olan Güney Anadolu’da idarî mekanizmayı elde tutmak ve halkın ihtiyaçlarını karşılayarak onları birlik ve bütünlüğünü korumaktır. Güney Cephesi’ndeki önemli 27 28 29 Türk İstiklal Harbi, s. 65. Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt II, Ankara 1988, s. 536. Türk İstiklal Harbi, s. 66. 184 Adnan GÜL millî teşekküllerden biri de Cemiyet-i İslamiye’dir. Bu cemiyet 1895 yılında Türkler tarafından kurulmuştur. İlk adı Maarif-i Mahalliye Cemiyeti’dir.30 Cemiyet silahlı bir teşekkül olmadığından müdafaa-i hukuk cemiyeti için işgal kuvvetlerine karşı bir maske vazifesi görmüştür. Halkı fikren savaşa hazırlayan cemiyet, şehir içi savaşın başlamasıyla Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dönüşmüştür.31 23 Ekim 1919’da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Antep şubesi kurulmuştur. Bu arada Güney Anadolu’da işgal altındaki bir başka yöre olan Urfa’da ise temeli önceden atılmış millî teşkilatlanmanın sürdüğünü görmekteyiz. Millî çalışmalar Jandarma Tabur Komutanı Binbaşı Ali Rıza Bey’in liderliğinde hız kazanmıştır.32 Ali Rıza Bey, muhtemel çatışmaların şehre de yönelebileceğini, bu yüzden teşkilatlanmanın yararlı olacağını, ayrıca daha önceden kurulup dağılmış olan Urfa Millî Alayı’nın silahlarından faydalanılabileceğini belirtmiştir. Ali Rıza Bey’in yanı sıra sancak idare meclis üyesi Hacı Kâmil zade ve Hacı Mustafa Efendi’nin liderliğinde 12 kişiden oluşan Urfa Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 4-5 Eylül 1919’da Urfa’da kurulmuştur.33 Böylece Temsil Heyeti’nin kurulması ve başına M. Kemal Paşa’nın geçmesiyle işgallere karşı teşkilatlanma yönünde sunulan tebligatlar Anadolu halkı tarafından kabul görerek her tarafta müdafaa-i hukuk cemiyeti şubelerinin açılması sağlanmıştır. Millî teşkilatlanma halkın işgal güçlerine karşı direnişini sistemli hale getirmesinin yanı sıra, maddî ve manevî destekle basit milis güçlerinden ülke çapında bir düzenli bir ordunun kurulmasını da sağlamıştır. Bu durum Türk milletinin tarihten getirdiği teşkilatçı ve devlet kurucu tecrübesi ile yakından ilgilidir. Yıkılmış bir devletin enkazı üzerine yeni bir devletin kurulması Türk milletinin bu özelliğini teyit etmektedir. Anadolu’nun Güneyinde İngiliz Çıkarları İngiltere için stratejik bakımdan en önemli noktalardan biri de Hindistan yolu üzerinde bulunan Irak idi. Dicle ve Fırat Nehri üzerindeki ulaşım bütünü ile İngilizlerin tekelinde bulunuyordu. Aden Körfezi’nin İngilizlerce zaptından sonra Güney Anadolu’nun elde edilmesi İngiltere’ye göre sadece Rusya’ya karşı bir mücadele ihtimali için değil; aynı zamanda Süveyş Kanalı ve Mısır’ın savunmasında da bir hareket üssü olarak gerekliydi.34 I. Dünya Savaşı, İngiltere’ye bu yolu ele geçirebilmesine ortam hazırlamıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde 1878’de Kıbrıs’ı ele geçiren İngiltere, bu konuda önemli bir mesafe kat etmişti. Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması ise İngiltere’ye istediği fırsatı vermiş, Bağdat’tan Basra’ya kadar Güney 30 31 32 33 34 Sahir Uzel, Gaziantep Savaşının İçyüzü, Ankara 1952, s. 8; A. Öztürk, age, s. 39. Ali Nadi Ünler, Gaziantep Savunması, İstanbul 1969, s. 22. Kerim Fırat, Urfa Savaşından Yapraklar, Ankara 1940, s. 14; bkz. İ. Özçelik age, s. 144. Müslim Akalın, Millî Mücadelede Urfa, Urfa 1985, s. 10 E. E. Adamof, age, s. 35. 185 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 Mezopotamya’yı, Akdeniz kıyısındaki Hayfa ve Akka’yı kendi nüfuz sahasına katmıştır.35 Sykes-Picot Antlaşması’nda Antep, Maraş, Urfa ve Musul’un Fransızlara vaat edilmesine rağmen bu bölgeleri İngiltere’nin işgal etmesi aslında Musul’u pazarlık konusu yapmak içindir.36 Fransızlar da Antep, Maraş ve Urfa bölgelerine karşılık Musul’u İngilizlere verdiklerini açıklamışlardır.37 İngilizlerin Maraş ve civar bölgelerini işgal sebeplerinden biri de bölgenin coğrafi yapısıdır. Güney ve G. Doğu Bölgesi’nin kuzey kesimleri özellikle Maraş bölgesi dağlık olduğundan serbest harekete imkân vermemektedir. Bu bölgede güneyden gelecek saldırılara karşı savunma oldukça kolaydır. Buna karşılık Antep ve Halep civarı savunmaya elverişli olmadığından Maraş bölgesinden gelecek bir hareketi durdurmak oldukça zordur.38 Bu jeopolitik konumdan dolayı Suriye’deki kuvvetlerini güvenlik altında tutmak isteyen İngilizler, İskenderun’dan sonra Antep, Urfa ve Maraş’ı da işgal etmişlerdir. İngilizler Maraş ve çevresini işgale geçerli bir sebep bulamadıklarından Mondros Mütarekesi’nin 7.maddesini ileri sürmüşlerdir.39 Mütarekenin 16.maddesinde yer alan Suriye ve Irak sınırlarının yanı sıra 12.maddede yer alan kontrol kelimesinin de manasına açıklık getirmemişlerdir.40 Aynen daha önce bahsedilen Kilikya denilen bölgenin sınırlarının muğlâk bırakıldığı gibi. Mondros Mütarekesi’nin antlaşma metninin tümü âdeta Türk toplumu aleyhinde uygulamalara fırsat vermek amacıyla hazırlanmış gibidir. Bu hususu İngiliz arşiv belgeleri doğrulamaktadır. O sırada İngiliz İstihbarat Servisi’nde çalışan A. J. Toynbee, 3 Ekim 1918’de hazırladığı “Türkiye ile Mütareke ve Geçici Teklifler” başlıklı bir hatırlatmada41 Türk toplumunu tahrik etmemek için İstanbul’un ve Anadolu’nun işgalinden kaçınılması gerektiği vurgulanmıştır. Bir başka İngiliz hariciye yetkilisinin bu belge üzerine şu notu düştüğünü görüyoruz: “Çanakkale ve Boğazlardaki stratejik noktalar gibi belirsiz kelimeler kullanılmalı, gerekirse İstanbul’un sözünü etmekten 35 36 37 38 39 40 41 Yuluğ Tekin Kurat, Osmanlı İmparatorluğu'nun Paylaşılması, Ankara 1976, s. 13. İngiliz Savaş Kabinesi, petrol bölgelerinin işgalinin tamamlanmasından devamlı endişe duymuştur. Hatta bu konuda Türklerin elinde bulunan Musul petrol yataklarının bir an önce işgali için hükümet, General Marshall’a şu emri verdiği kayıtlara düşmüştür: “Petrol bulunan bölgeleri mümkün olan en kısa süre içinde derhal işgal edin.” Hopkirk Peter, İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul 1994, s. 466; Osman Özsoy, Saltanat’tan Cumhuriyet’e Kurtuluş Savaşı (1918-1923), İstanbul 2007, s. 44. Y. Akbıyık, age, s. 9. Türk İstiklal Harbi Güney Cephesi, Cilt IV, Ankara 1966, s. 37-38. Y. Akbıyık age, s. 9. Mondros Mütarekesi 12. madde: “Hükümet muhabereleri müstesna olmak üzere telsiz, telgraf ve kabloların İtilaf memurları tarafından murakabesi” 16. madde: ”Hicâz, Asir ve Yemen’de Suriye ve Irak’ta bulunan birlikler en yakın İtilaf komutanına teslim olunacaktır ve Kilikya’daki kuvvetlerin muhafazası için lüzümlu olandan maadası 5. maddedeki şartlara geri çekileceklerdir”. E. Semih Yalçın, age, s. 106-107. Bkz. Selahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Ankara 1973 s. 15; bkz. Y. Akbıyık, age, s. 15. 186 Adnan GÜL kaçınmalıdır.” 42 Bu uyarıları kulak ardı etmeyen İngiltere, stratejisini çok iyi uygulamış ve Mondros Mütarekesi’ne net olmayan muğlâk kavramları koydurarak işgallere zemin hazırlamıştır. İşte Maraş’ın İngilizler tarafından işgalinde de bu durum Türkiye aleyhine kullanılmıştır. Böylece İngiltere bu işgallerle Çanakkale ve Kut’ül Amare’de yenildiği Osmanlı Devleti’nden âdeta prestijini kurtarma çabasındadır.43 Buna bir çeşit cezalandırma da denebilir ki bu cezalandırmanın bir yönünü de Maraş oluşturmuştur. Maraş’ın İngilizlerce İşgali İngilizlerin Suriye cephesinde Mondros Mütarekesi’ne aykırı ilk istek ve davranışı İskenderun’dan başlamıştı. İngilizler, İskenderun’u işgal gerekçesi olarak Haleb civarındaki ordularına erzak yolu olduğunu ileri sürmüşlerse de asıl amaçları bölgeyi ele geçirmekti. Çünkü İskenderun, İngiltere’nin Yakındoğu politikasında stratejik önemi inkâr edilemez bir yer idi. Nitekim 9 Kasım 1918’de İskenderun’u 15 kişilik bir kuvvetle tehdit kullanarak işgal eden İngilizler, bununla da yetinmeyerek mütarekeye aykırı olarak Adana vilayetinin de boşaltılmasını 2. ordudan istemişlerdir. 2. Ordu da 15 Aralık 1918’de lağvedilmiştir. Bölgenin boşaltılması ile Fransızlar da işgale katılmış, çoğunluğu Ermenilerden oluşan bir kuvvetle 11 Aralık 1918’de Dörtyol’a, 17 Aralık 1918’de Mersin’e çıkarma yapmışlar. Ardından Mısır’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Allenby’nin emri ile Adana da işgal edilmiştir. 1918 Aralık ayında Halep’ten Kilis’e gelen İngiliz kuvvetleri 17 Aralık 1918’de Antep’i, 3 Ocak’ta da Caraplus’u işgal etmişlerdir.44 Antep’in işgal edilmesi üzerine sıranın Maraş’a geldiği anlaşılıyordu. İşgalden önce Maraş’ta bulunan askeri malzeme Kayseri’ye nakledilmiş, şehirde Teğmen Cemal bir kıt’a asker ile kalmıştır.45 Türk askerinin bölgeyi terk etmesinden sonra İngilizler Mondros’un 7.maddesini ileri sürerek 22 Şubat 1919’da Maraş’ı işgal ettiler.46 Daha şehre girmeden Maraş halkı kesin tavrını almış, işgale engel olmak maksadıyla Aksu Köprüsü’nü yıkmışlardır. Nehrin üzerine dar bir köprü kurarak yürüyüşlerine devam eden İngilizleri47 şehirdeki Ermeniler sevinç içinde karşılamışlardır. Taşkınlıkları son haddini bulmuş olan Ermeniler, “Yaşasın İngilizler, Yaşasın Ermeniler, Kahrolsun Türkler” diye haykırmışlardır. Maraş’ı işgal eden İngiliz kuvvetleri bir Hind Süvari Alayı’ndan ibaret olup başlarında Max Andrio adlı bir komutan bulunuyordu. Maraş Mutasarrıflığı’nın verdiği bilgilerde İngiliz işgal 42 43 44 45 46 47 Bkz. Y. Hikmet Bayur, Yeni Türk Devletinin Harici Siyaseti, İstanbul 1935, s. 25. Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1976, s. 103. A. Öztürk, age, s. 26-27; Y. Akbıyık Antep'in işgalini 10 Ocak 1918 olarak vermektedir Yalçın Özalp, M. Kemâl Millî Mücadelenin İlk Zaferi, Ankara 1984, s. 26. Gothart Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Ankara 1970, s. 18. Adil Bağdatlılar, Uzunoluk Dergisi, Kahramanmaraş 1974, s. 25. 187 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 kuvveti 600 kişiden oluşuyordu. Bunların 360’ı süvari, geri kalanı da piyade idi.48 Çoğu Müslüman olan Süvariler, halkla hemen kaynaştılar. Aralarında öyle ilişkiler kuruldu ki; bu Müslüman İngiliz askerleri Maraş halkına gizlice silah ve cephane dahi dağıtıyorlardı.49 İngilizlerin Maraş’ı işgali tepkisiz kalmamıştır. Nitekim daha İngilizlerin şehre girişlerinin ilk günü Maraş Mutasarrıfı Ata Bey, işgali kabul etmeyeceklerini, kendilerini barış Antlaşması imzalanıncaya kadar misafir olarak gördüklerini bildirmiştir. Maraş ileri gelenleri de idareye müdahale edilmemesini, haklarına dokunulmamasını, işgal komutanın yaptığı toplantıda dile getirmişlerdir.50 Halkın karalılığını gören İngiliz kuvvetleri işgal döneminin olaysız geçmesine azami derecede dikkat etmişlerdir. Bu durum İngilizlerin Maraş’ı daimi olarak elde tutma düşüncesinde olmaması ile açıklanabileceği gibi işgalci İngiliz askerlerin çoğunun Müslüman olmasıyla da ilgilidir. Hatta İngiliz işgal kuvvetlerinden olmasına rağmen kaçıp, Maraş’ta kalmış olan İskender ve İnayet Çavuş, Maraş mücadelesinde büyük yararlılıklar göstermişlerdir. Bunların çocukları bugün hâlâ Maraş’ta yaşamaktadır. 1915 Tehcir Yasası ile göçe tâbi tutularak sürgüne gönderilen Ermenilerden yaklaşık 1500 kadarı İngilizlerin Maraş’ı işgali üzerine şehre dönmüştür. İngilizlerden maddî ve manevî güç alan Ermeniler, eyleme geçerek Türklere karşı çeşitli yalan ve iftiralara başlamışlardır. Ermenilerin karışıklık çıkarmak üzere Maraş’a dönmeleri Fransız işgali sırasında daha da yoğunlaşarak hızlanmıştır.51 İngiliz işgal kuvvetlerinin siyasi memuru Mısırlı Yüzbaşı Hasan Rufaî, Ermenilerin tahriklerine kapılmamış, şikâyetleri kendilerine değil; Osmanlı adlî mercilerine yapmaları gerektiğini belirtmiştir.52 İşte bu gibi sebeplerle İngiliz işgal dönemi fazla sıkıntılı geçmemiş, Ermenilerin amaç ve teşebbüsleri bu dönemde sonuçsuz kalmıştır. İngilizlerin Maraş’ı işgali 15 Eylül 1919’da imzaladıkları Suriye İtilafnamesi gereği 1 Kasım 1919’da sona ermiş ve Maraş Fransızlara bırakılmıştır.53 48 49 50 51 52 53 Y. Akbıyık, age, s. 15. Y. Özalp, M. Kemâl ve Millî Mücadelenin İlk Zaferi adlı eserinde (s. 26) bu silah dağıtma olayının aslında ingilizlerin bir oyunu olduğundan şüphelenmekte; fakat buna bir gerekçe ileri sürmemektedir. Abdurrahman Siler, “Kahramanmaraş'ın İşgaline Karşı Kahramanmaraş Halkının Tepkileri”, Kahramanmaraş’ın Kurtuluşunun 75. Yıldönümü Münasebetiyle Kurtuluş Konferansları, Kahramanmaraş 1995, s. 55-56. Fransız kaynaklarına göre 120 bin civarında Ermeni’nin Anadolu'nun Güney vilayetlerine yerleştirildiği iddia edilmektedir. Bkz. Y. Akbıyık, age, s. 16. Y. Akbıyık, age, s. 47-48. Maraş'taki İngiliz işgal dönemini kısaca şu şekilde değerlendirebiliriz: İngilizler 22 Şubat 1919'da Maraş'ı işgal edene kadar Maraş vilayeti hemen hemen 6-7 asırdan beri düşman ayağı basmamış Türk vilayetlerinden biri idi. Bu sebeple işgal, Maraş halkı üzerinde şok etkisi yapmıştır. İngilizler, Türk milletini çok iyi tanıyor ve bir işgale boyun eğmeyeceklerini biliyorlardı. Zaten kendileri de Maraş'ı geçici olarak işgal etmişlerdi. İşgaldeki asıl amaçları; bölgeyi Fransızlara karşı bir koz olarak kullanmaktı. Bu gaye ile hareket eden İngilizler, Maraş'ta mahalli hükümete bir müdahalede bulunmamışlardır. Tabii ki bunda Maraş halkının ve Mutasarrıf Ata Bey'in kararlılığının büyük rolü olmuştur. Ermenilerin Türkler üzerinde oynamak istedikleri oyunlara alet olmayan İngilizlerin bu 188 Adnan GÜL Suriye İtilafnamesi ve İngilizlerin Maraş’ı Fransızlara Terk Etmesi Ekim 1916’da İtilaf Devletleri’nin kendi aralarında gizli olarak imzalanan SykesPicot Antlaşması’na göre Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet sahası içinde bulunan Basra Körfezi’nden Musul’a kadar olan bölge İngiliz nüfuz sahası olarak kabul edilirken Adana, Mersin, Antep, Urfa, Maraş, Musul ve Suriye bölgesi de Fransız nüfuz sahası olarak tanınmıştır. İngilizler, kendi nüfuz sahası ile Rusya arasında bir tampon bölge oluşturmak gayesiyle bu bölgenin Fransa’ya verilmesini kabul etmiştir. Savaş sırasındaki şartların savaş sonrasında değişmesi üzerine bütün yükün kendisi tarafından çekildiği gerekçesi ile İngilizler, Sykes-Picot’ta Fransa’ya kaptırdığı Musul’u geri almak istiyordu. Hatta İngiltere, Mondros görüşmelerinde bu konuda Fransa’yı taraf dahi yapmadı.54 İngiltere’nin savaş sırasında Anadolu’nun güneyinde kurmayı düşündüğü tampon bölge fikri, savaş sonrasında biraz daha kuzeye doğru çekilerek bir Uydu Kürt Devleti fikrine dönüşmüştür. Bu bölge, Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerini kapsayacaktı. İngilizler, bu amacını gerçekleştirebilmek için bölgede bölücülük faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu durum konumuz dışında olduğundan üzerinde durmayacağız. İngiltere, Güney Anadolu’dan çekilmeyi Musul ve Filistin üzerinde nüfuz sahibi olma şartına bağlıyordu. Fransa’nın söz konusu bölgelerde işgal için yeterli miktarda kuvveti olmadığını bilen İngiltere, Fransızları Suriye, Kilis ve Toros geçitlerindeki askerlerini geri çekmekle tehdit etti. Fransa bu durumda Suriye bölgesinin Arapların tehdidi altına girebileceğini biliyordu. İngiltere açıkça tehdit ile Fransa’yı Musul ve Filistin için kabule zorluyordu.55 Sonunda bir mukavele imzalandı. Tarihte Suriye İtilafnamesi56 olarak da geçen bu Antlaşmaya göre İngilizler emellerine ulaşmışlardır. Musul’u elde eden İngilizler aynı zamanda Filistin’in de kendi nüfuz sahası olarak tanınmasını sağlamıştır. İngiltere’nin bu Antlaşma ile elde ettiği Musul, Türkiye, İran ve Kafkasya arasındaki ulaşım yollarının merkezi olmakla birlikte ayrıca Türkiye’yi İran’dan ayıran bir bölge idi. İngiltere, böylece doğuda Hindistan ve Afganistan, batıda İran’ı nüfuzu altına almış oluyordu. Dolayısıyla bu durumda gerek Türkiye’ye gerekse İran’a etki edebilir, Hazar Gölü’ne kadar ilerleyebilir ve Ortadoğu’yu kontrol edebilirdi. 54 55 56 tutumu Ermeniler üzerinde caydırıcı bir etki yapmıştır. Ayrıca bunda İngiliz işgal kuvvetleri içinde azımsanmayacak derecede çok olan Hintli Müslüman askerlerinin halkla uzlaşmacı politika yürütmelerinin de etkisi olduğunu unutmamak gerekir. Kısaca İngilizler 8 aylık işgalleri sonucunda 15 Eylül 1919'da Maraş'ı terk edip giderlerken herhangi bir vukuata sebep olmadıkları gibi olmasına da engel olarak yerlerini Fransız işgal kuvvetlerine bırakmışlardır. Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı'nda ve Lozan'da İngiltere ve Fransa İle İlişkiler, İstanbul 1978, s. 58. Y. Akbıyık, age, s. 50-51. Gothart Jaschke, Türk Kurtuluş Savışı Kronolojisi, Cilt I, Ankara 1970, s. 64. 189 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 Görüldüğü üzere İşgal devletleri her fırsatı kendi lehlerine çevirerek kârlı çıkmanın yollarını arıyorlardı. Bu konuda ağırlığını hissettiren devlet İngiltere idi. İngilizler kendi işgalleri altında bulunan Urfa, Antep ve Maraş sancaklarını Fransızlara terk ederken aslında devamlı olarak kaynayan bir bölgenin sorumluluğunu da Fransa’ya bırakmış oldular. Ayrıca bölgeden askerlerini çekmekle kuvvetlerinin büyük bir kısmının serbest kalmasını sağladılar.57 En önemlisi de Türklerle mücadelenin zorluğunu bildiklerinden Fransızları bu bölgede meşgul ederek dikkatlerinin Arap bölgelerinden uzak durmasını sağladılar.58 Böylece yüzyıllarca Türk idaresinde kalmış olan yerler Türk milletinin inisiyatifi dışında İngiltere ve Fransa arasında pazarlık konusu oluyor ve devir teslim ile el değiştirmiş oluyordu.59 Suriye İtilafnamesi’ne Karşı Tepkiler Fransızlarla İngilizler arasında Suriye ve Güney Anadolu’nun devir teslimi konusunda görüşmeler sürerken Türk toplumu da işgallere karşı koymak amacıyla yurdun her tarafında millî cemiyetler kurmaya çalışıyordu. Bir taraftan cemiyetler kurulurken diğer taraftan da kongrelerle vatanın ve milletin geleceği hakkında kararlar alınıyordu. Sivas Kongresi’nin açılış günü bir konuşma yapan M. Kemal Paşa, Mondros’a işaret ederek İtilaf Devletleri ile yapılan mütarekede adil bir sulh beklendiği sırada, Türk vatanı ve milleti aleyhine kararlar alındığını ifade ediyor ve aynı zamanda Adana, Antep ve Maraş dolaylarının da işgal edildiğini belirterek bunun üzerine yurdun her tarafında millî cemiyetlerin kurulduğunu dile getiriyordu.60 Heyet-i Temsiliye başkanı M. Kemal Paşa’ya göre İngilizlerin Güney vilayetlerini Fransızlara devretmesi ve Fransızların da bu bölgeyi işgale kalkışması dikkat çekicidir. Ona göre Doğu Anadolu’da sözde Büyük Ermenistan’ın kurulmasının imkânsızlığını gören İtilaf Devletleri, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisinde Diyarbakır’ın da ilhakı ile Küçük Ermenistan oluşturmaya karar vermişlerdir. Bu sebeple bölge halkı işgale karşı tepkisiz 57 58 59 60 İngilizlerin Suriye İtilafnamesi gereği Güney Anadolu’dan çıkmış olması kendisini çok rahatlatmıştır. Çünkü yeterli sayıda askerî yoktur. Yaptırım güçleri taktik ve tehdide dayanmaktadır. Maraş’ı, Antep’i birkaç yüz askerle özellikle İskenderun’u 15 askerle işgal etmesi bunu teyit etmektedir. İngilizlerin askeri kuvvetinin işgal ettikleri bölgelere yeterli gelmediği konusuna Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz adlı eserinde de değinmiştir. Karabekir: “İngilizlerin toplam kuvveti iki fırka ile bir alaydır. Fırkanın biri Türkiye’de diğeri Mısır’da. Sudan’da müthiş bir ihtilal var. Türkiye’ye sevk edilmek üzere General Allenby ile asker sevk edeceklerdi. Asker isyan etti. Bir er gönderemediler. Afganistan Hindistan’a sarkmakta. İngilizler endişede. İngilizlerin baskılarını nazar-ı dikkate almayınız. İşgal edecek kuvvetleri yoktur. Baskıları kuru tehdittir.” Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, İstanbul 1988, s. 110. İ. Özçelik, age, s. 79. M. Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt I, Ankara 1973, s. 202. M. Kemal Atatürk, age, s. 107. 190 Adnan GÜL kalacak olursa bu durum Fransızların cüretini artıracaktır. İşte bunu engellemek için bölge halkı teşkilatlandırılır.61 15 Eylül 1919’da Fransa ve İngiltere başbakanları Clemanceau ile Lloyd George arasında mutabakata varılan Suriye İtilafnamesi’nden sonra İngiltere, Antep, Urfa ve Maraş’taki askerlerini Musul’a doğru çekmeye başlamış ve halk arasında İngilizlerin Maraş’ı Fransızlara devredeceği haberleri yayılmaya başlamıştı. Bu durum Maraş’ta büyük heyecan meydana getirdi. Maraşlılar buna dair haberleri Adana’dan gelenlerden alıyorlardı İngiliz işgal kuvvetleri siyasi memuru Yüzbaşı Hasan Rufai’nin de bu söylentileri teyit etmesi Maraş’ta heyecanı bir kat daha artırdı. İnfialin sebebi Fransız kuvvetleri içinde Ermenilerin de bulunmuş olması idi. Yüzbaşı Hasan Rufai, Maraş ileri gelenlerine bundan sonra yapılacak işin uygun bir dil ile telgraf yazılarak birer nüshasının yabancı devlet elçiliklerine ve Osmanlı Hükümeti’ne göndermek olduğunu bir tavsiye olarak bildirdi. Ayrıca Hasan Rufai, Fransız kuvvetleri içinde Ermeni fedailerinin de bulunduğunu ve ileride Maraş’ta çıkabilecek olaylardan mesul olunamayacağının telgrafa ilave edilmesini, söz konusu telgrafın bir nüshasının da İngiliz İşgal Kuvvetleri Umum Kumandanı General Allenby’e kendisinin göndereceğini belirtti. Hasan Rufaî bu uyarılardan bir sonuç çıkıp çıkmayacağının da meçhul olduğunu ileri sürdü.62 Yazılan telgraf, şehrin ileri gelenleri tarafından hazırlanmasının ardından halka okunması için Ulu Camii’ne getirildi. Daha sonra mevcut cemaat tarafından da kabul edilerek 16 Ekim 1919’da imzalandı.63 Bu arada Heyet-i Temsiliye de konu ile yakından ilgileniyordu. M. Kemal Paşa’ya göre Maraş halkı tarafından alınan kararlar ve tedbirler yerinde idi.64 Aynı zamanda M. Kemal, Ekim 1919’da Fransız Le Temps Gazetesi muhabirini Türkiye’ye davet etmiş ve muhabirden millî hükümetin niyet ve maksadını bütün dünyaya duyurmasını isteyerek millî hareketin devam edeceğini ve hiçbir zaman sarsılmayacağını, bu yüzden Fransız İşgalinin kabulünün mümkün olmadığını ifade etmiştir.65 Her şeye rağmen Fransızlar kararından vazgeçmemişler, bir taraftan Fransa’yı Suriye’de tehdit eden Emir Faysal’dan ve Türkiye’den gelecek tepkiye aldırmadan 30 Ekim 1919’da Maraş’ı işgal etmişlerdir. Maraş’ın Fransızlarca İşgali Maraş, Fransız Yüzbaşı Fouquet komutasında 412. Alaydan yarım bölük, Ermeni Millî Alayı’nın 1. Taburu ve 1 sipahi takımı ile 30 Ekim 1919’da işgal edilmiştir. İşgal kuvvetlerinin sayısı 400 Ermeni, 1000 Fransız ve 50 Cezayirli 61 62 63 64 65 Bkz. A. Öztürk, age, s. 50. Y. Akbıyık, age, s. 62-63. Adil Bağdatlılar, “İstiklal Harbinde Kahramanmaraş”, Uzunoluk, Kahramanmaraş 1974 s. 34; Aylık Ansiklopedi, Ankara 1946, Cilt II. s. 722. Bekir Sıtkı Baykal, Heyet-i Temsiliye Kararları, Ankara 1974, s. 25. Y. Akbıyık, age, s . 64-65. 191 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 süvariden ibaretti.66 Fransızların Maraş’ı işgalini Maraşlı Ermeniler çok büyük törenlerle ve çılgın gösterilerle karşıladılar. Maraş’ı işgale gelen birliklerin çoğu Fransız üniforması giyen Ermenilerden oluşuyordu.67 Fransız askerleri Ermeni kadınların alkışları arasında yollardan geçerken Ermeni erkekleri de ellerinde Fansız ve Ermeni bayrakları olduğu halde kahrolsun Türk padişahı, kahrolsun Türkler, yaşasın Fransızlar ve Ermeniler diye bağırıyorlardı.68 Aslında Ermenilerin bu coşku ve sevinçlerinin sebebi Fransızların kendilerine sözde bağımsızlık verecek olduğuna inanmış olmaları idi. Öte yandan Fransız askerlerinin çoğunluğunun Ermeni gönüllülerden oluşması Türklerin hissiyatını fazlası ile rencide etmiştir. Öyle ki Kıptî Mahallesi’nde oturan Çeribaşı Halil Ağa dahi öfke dolu idi. Ermeniler Fransızları karşılamak için davul zurna aramışlar bu amaçla şehrin en iyi davulcularından olan Halil Ağa’ya haber gönderip ne kadar davul zurna varsa para ile tutmak istemişlerdir. Halil Ağa Kıpti idi. Fakat vatansever olduğundan Ermenilere: “Eğer göndereceğim davulları altın ile dolduracak olsanız yine de oraya bir tek davul, bir tek zurna göndermem” diyerek istekleri reddetmiştir.69 Maraş’ın işgali üzerine esarete alışmamış olan Maraş halkının hiçbir zaman ümitleri kırılmamıştır. Halkın: “Her karış toprağı Türk kanı ile sulanmış bu vatan parçası kirli düşman çizmesi altında çiğnenemez”.70 sesleri kısa zamanda bütün Maraş’a yayılmıştır. Maraş halkının tepkilerinin boyutlarını daha iyi kavramak için Millî Mücadele’nin başkomutanı ve lideri M. Kemal Paşa’nın tutumuna da kısaca değinmek gerekir. M. Kemal Paşa, Suriye İtilafnamesi’nin uygulamaya konularak Antep, Urfa ve Maraş’ı Fransızların işgale başlaması üzerine bütün yurt çapında vilayetlere ve Heyet-i Temsiliye merkezlerine 6 Kasım 1919 tarihli bir genelge göndermiştir. Genelgede Maraş, Antep ve Urfa’nın Fransızlarca işgal edildiğini İstanbul Hükümeti’nin bu işgalleri İtilaf Devletleri nezdinde protesto ettiğini, adı geçen bölge ahalisinin de muazzam mitingler yaparak Osmanlı vatanının ayrılmaz bir parçası olduklarını dünyaya ilan etmeye başladıklarını bildirmiştir. Ayrıca bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti heyetleri ile belediye başkanları tarafından Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan bu yerlerin haksız bir şekilde Fransızlar tarafından işgal edildiği telgraflarla İtilaf Devletleri elçiliklerine, Avrupa ve Amerikan kamuoyuna haksızlığın giderilmesi için kararlı bir 66 67 68 69 70 Sabahattin Selek, Millî Mücadele, İstanbul 1982, s. 533; Y. Akbıyık, age, s. 71. Fransız ordusundaki asker sayısının yetersizliği Fransızları işbirliği içindeki Ermenilerden takviye yapmalarına yol açmıştır. Bu konuda M. Kemal Paşa tarafından Maraş ve Antep savunmalarına destek olması amacıyla görevlendirilen komutanlardan Kılıç Ali, kitaplaştırılan hatıralarında Fransızların asker yetersizliği sebebiyle Ermenilerden bir alay oluşturduğundan bahseder. Kılıç Ali, Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, İstanbul 1995, s. 25. Ayrıca Bkz. Mete Tuncay, “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi (Çağdaş Türkiye 1908-1980), Cilt 4, İstanbul 1989, s. 69. S. Selek, age, s. 534; Y. Akbıyık, age, s. 72. Y. Akbıyık, age, s. 72-73. M. Celaleddin Çoğalan, Her Yönüyle Kahramanmaraş, İstanbul 1982, s. 36. 192 Adnan GÜL dille bildirilmiştir.71 M. Kemal Paşa’nın bütün illere ve merkez heyetlerine gönderdiği genelge ile işgalin protesto edilmesini istemesi üzerine Türkiye’nin her tarafında protesto hareketleri ve mitingler düzenlenmiştir. Bu çerçevede sadece İngiliz yetkili ve temsilciliklerine Türkiye’nin çeşitli il ve ilçelerinden 81 adet protesto telgrafının ulaştırılmış olması bir fikir verebilir. Maraş’ta ise şehrin ileri gelenleri Fransız işgalini engellemek için bir telgraf metni hazırlamış ve yetkili makamlara başvurulmuştur. Ulu Camii’de toplanan esnaf şeyhleri ve eşraf, metnin altına imzalarını koymuşlardır Telgraflardan biri İtilaf Devletleri temsilciliğine diğerleri de Osmanlı Hükümeti’ne ve Mısır’da buluna İngiliz İşgal Genel Komutanı Allenby’e ulaştırılmıştır. Tabii ki sonuç alınamamıştır.72 Maraş Ulu Camii’nde yapılan mitingi de bu protesto telgrafıyla birlikte zikretmek gerekir. Fakat Maraş ile beraber bölgenin Fransızlar tarafından işgali üzerine birçok il ve ilçelerde işgaller mitinglerle protesto edilmiştir. Bunları sadece isim olarak sayacak olursak: Antep, Tokat, Kulp, Erzincan, Çemişkezek, Silvan, Eğin, Akdağmadeni, Mutki, Arapkir, Diyarbakır, Mardin, Siverek, Nusaybin, Genç, Feke, Rasulayn, Kastamonu, Palu, Bitlis, Alanya, Adıyaman, Emet, Erzurum, Sürmene, Viranşehir ve Hakkâri çeşitli mitinglerle protesto edilmiştir.73 Söz konusu işgal bölgelerinde yapılan protesto ve mitinglerde başlıca şu hususlar dile getirilmiştir: 1- İşgalin Mondros Mütarekesi hükümlerine aykırı olduğu ve işgallere sebep olarak gösterilen 7. maddenin işgal hakkını doğurmadığı; çünkü bu bölgelerde herhangi bir olayın meydana gelmediği ve sükûnetin sağlanmış olduğu; 2- İşgalin ABD Başkanı Wilson’un yayınladığı beyannameye aykırı olduğu, bu sebeple işgalin sona erdirilip Türklere egemenlik hakkının tanınması; 3- Bölge halkının hem kültürel hem de nüfus bakımından çoğunluğunun Türk olduğu bu bölgede yedi asırdan beri Türk bayrağının dalgalandığı, dolayısıyla Türk hâkimiyetinde kaldığı, iktisadi olarak da durumun aynı olduğu, bölgenin hiçbir ilinin Osmanlı Devleti’nden ayrılmak istemediği; 4- İşgalin Türk-Fransız tarihi yakınlaşmasına uymadığı; 5- Bütün dünyada hürriyet, adalet ve medeniyette liderlik ettiğini iddia eden Fransa’nın bu son hareketinin milletlerarası hukuk kurallarına aykırı olduğu; 6- İşgal hareketinin Türk hâkimiyetine vurulmuş bir darbe olduğu, Türk milletinin şimdiye kadar esaret altında yaşamadığı ve yaşayamayacağı; istiklali uğrunda gerekirse canını bile seve seve feda edeceği; 7- Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da oluşturulmak istenen Kürtçülük propagandasına bu bölge halkının itibar etmediği ve etmeyeceği, tek vücut olarak Heyet-i Temsiliye’nin vereceği kararı bekledikleri; 71 72 73 Y. Akbıyık, age, s. 67. M. Celaledddin Çoğalan, age, s.36. Y. Akbıyık, age, s. 82-102. 193 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 8- Vatanın düşman işgalinden kurtarılması hususunda önce Allah’a sonra Heyet-i Temsiliye’ye güvenildiği74 vurgulanmıştır. Bunlara ilaveten uluslar arası kamuoyuna sesini duyurabilmek amacıyla kadınlar kolu tarafından gerçekleştirilen çeşitli protesto hareketlerinden de bahsedilebilir.75 Sütçü İmam Olayı Fransızların Maraş’ı işgal etmelerinin daha ikinci günü 31 Ekim 1919 Cuma günü işgalci Fransızlar ve Ermeniler, Uzunoluk Hamamı’ndan çıkmış olan Türk kadınlarına sarkıntılık ederek “Burası artık Türklerin değil; Fransız memleketinde peçe ile gezilmez” diyerek kadınlara saldırmışlardır. Olaya şahit olan bazı Türkler, derhal müdahale etmişler; fakat dipçik ve kurşunlarla ağır yaralanmışlardır. Bütün bu olanları seyreden Uzunoluk Camii imamı Sütçü Hacı İmam, Karadağ tabancasını doğrultarak: “Durun bre densizler, durun bre köpek soyları, namus günüdür” diyerek ateş etmiş saldırgan Fransız askerini yere düşürürken ve diğerleri de kaçmıştır.76 Olaydan sonra Fransızlar ve Ermeniler, Sütçü İmam’ı çok aradılarsa da bulamamışlardır. Bunun üzerine Ermeniler Türkleri öldüreceklerini, Camilere çan takacaklarını haykırmışlardır. Ermeniler, 1 Kasım 1919 gecesi intikam amacıyla Sütçü İmam’ın bir yakınını öldürmüşler böylece Maraş, kurtuluş mücadelesinde ilk kaybını vermiştir.77 Burada şunu belirtmek gerekir ki Sütçü İmam, işgal kuvvetlerine karşı silah çeken ilk Maraşlıdır. Onun Türk kadınlarına saldıran Fransız askerlerine müdahalede bulunması bütün Maraş halkının galeyana gelmesine neden olmuştur.78 Bayrak Olayı Osmaniye Askeri Valiliği’ne ek olarak Maraş’a da askeri vali olan Fransız Komutan Andrea, Maraş’a geleli birkaç gün geçmişti ki Maraş ileri gelenlerini toplantıya çağırdı. Maraşlı Türklerden hiç kimse bu toplantıya iştirak etmedi. Bunun üzerine toplantı tehir edildi. Bu davetin Türklerce hafife alınmasına tepki gösteren Ermeniler, Maraş Kalesi’ndeki Türk bayrağını indirmenin yolunu aramaya başladılar. Eski Osmanlı Ermeni mebuslarından Agop Hırlakyan’ın evinde düzenlenen bir ziyafete Yüzbaşı Andrea da davet edilmişti. Hırlakyan’ın torunu olan Helena’yı Yüzbaşı Andrea dansa davet eti. Ancak Helena: “Ne Fransız ne de Ermeni bayrağının bulunmadığı bir şehirde dans etmeyi sevmem” diye teklifi reddedince Yüzbaşı Andrea, emir vererek kaledeki Türk bayrağının indirilmesini istedi. Bunun üzerine kaledeki Türk bayrağı 74 75 76 77 78 Y. Akbıyık, age, s. 103-104. Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara 1991, s. 40-41. Y. Özalp, age, s. 43. S. Selek age, s. 535; Y. Akbıyık, age, s. 115-117. Eşref Edib, “Maraş ve Antep’in Kahramanlıkları”, Sebilürreşad Dergisi, Sayı: 467 (3 Şubat 1967). 194 Adnan GÜL indirildi.79 Cuma gününe denk gelen ertesi sabah Maraş halkı, kaledeki Türk bayrağını göremedi. Maraş eşrafından Ali Sezai Bey, Belediye Reisi Bekir Sıtkı Bey ile Maraş Mutasarrıfı Ata Bey’e giderek durumu sordular. Ata Bey de Yüzbaşı Andrea’nın bunu istediğini söyledi. Bu arada kalede bayrağın dalgalanmadığını gören Kısakürekzâdelerden Halil Ağa’nın oğlu Mehmet Ali Bey millî heyecanla bir beyanname kaleme aldı. İki nüshasını Ulu Camii’ne, birer nüshasını da Çarşıbaşı, Arasa ve Sarayaltı Camii’ne astırdı.80 Söz konusu beyanname şöyle kaleme alınmıştı: “Ey Millet-i Necibe-i Osmaniye, vaktine hazır ol. 1300 seneden beri Hz. Allah’ı ve peygaber-i zişanını hizmet ile razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına fethettiği bir kalenin burc-u barusundaki alsancağın bu gün Fransızlar tarafından indirilip yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak birkaç yüz İslam gayreti hiç mi yok? ...korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen mütevekkilen Allah’a kendi mevcudiyetini gösterecek olursan değil birkaç Fransız kuvveti, hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol !” (28 Kasım 1919).81 Olayın dikkat çekici bir yanı da günlerden Cuma olması idi. Ulu Camii’nde halk cuma namazı öncesinde toplanmaya başlamıştı. Cemaatten bazıları bayrağın indirilmesinin burada Türk-İslam egemenliğinin kalmadığına bir delil olduğunu söylüyordu. Halk bu duygularla dolu olarak camiye girmişti. İmam hutbeye başladığında bayraksız namaz kılınmaz sesleri duyuldu. Ulu Camii İmamı Rıdvan Hoca da halkın duygularına tercüman olarak hür olmayan bir milletin cuma namazı kılmasının dinen caiz olmadığını bildirdi. Bunun üzerine cami cemaati minberdeki Tevhid Sancağı’nı alarak dışarı fırladı ve haydi din kavgasıdır bu sesleri ile halk galeyana gelmişti. Gittikçe büyüyen kalabalık tekbir sesleriyle kaleye tırmandılar. Fransızların kapattığı kale kapıları kırıldı. Bir kayda göre Ahmed Onbaşı adlı bir kişi,82 başka bir kayda göre ise Osman Erşan adlı kişi83 kaleye Türk bayrağını tekrar dikti. Maraş halkı Mutasarrıf Ata Bey’den Türk bayrağının valilik binasına da çekilmesini ve Fransız askerlerinin hükümet binasını terk etmelerini istedi. Bunun üzerine Fransız kuvvetleri hükümet binasından çekilince bölgeye yığılan halk da dağıldı. Ertesi gün Yüzbaşı Andrea, bazı Türklere bayrak olayını hatırlatarak Bir bez parçası için neden bu kadar gürültü koparıldığını belirterek, top ve tüfek kullanılabileceği tehdidinde bulundu. Fakat ummadığı tepkiyle karşılaştı. Maraş ileri gelenleri şayet top ve tüfek kullanılması halinde hiçbir korku taşımadıklarını, her şeyi göze alarak Fransızların karşısına 79 80 81 82 83 Y. Akbıyık, “Milli Mücadelede Güney Cephesi”, Türkler, Cilt 15, Ankara 2002, s. 813. Bkz. Lütfi Oğuzcan, Millî Mücadelede Güney Bölgesinde Bayrak ve Bayrak Özlemi, Mersin 1966, s. 24. S. Selek age, s. 536. Y. Özalp, M. Kemâl Millî Mücadelenin İlk Zaferi, Ankara 1984, s. 54; Y. Özalp, Gazilerin Dilinden Millî Mücadelemiz, Ankara 1986, s. 249; M. C. Çoğalan, age, s. 39-40. Y. Özalp, Gazilerin Dilinden Millî Mücadelemiz, Ankara 1986, s. 64. Y. Akbıyık, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), s. 127. 195 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 çıkabileceklerini sert bir dille belirttiler. Bunun üzerine Fransız komutan cevap veremeden oradan ayrılmıştır.84 Bayrak olayı hakkında Güney Cephesi Kuva-yı Millîye Komutanı ve I. Dönem Maraş mebusluğu yapmış olan Arslan (Toğuzata) Bey, Maraş’ta Türk Bayrağı’nın indirilmesinin hiçbir şekilde hoş görülemeyeceğini “20 bin Kuva-yı Millîye harekete geçecek ve kanlar sel gibi akacak bunun mesulü Fransızlar olacaklardır” cümlesini içine alan bir beyannameyi sokaklara astıklarını ve halkı galeyana getirdiklerini anlatmaktadır.85 Fransızların Maraş’ı işgaline halkın tepkisi sadece bu kadarla kalmamıştır. 21 Ocak 1920 Çarşamba günü başlayarak 12 Şubat 1920’ye kadar devam eden kurtuluş mücadelesi Maraş’ın şahsında aslında Türk Millî Mücadelesi’nin bir başarısıdır. Maraş Müdafaasının Bir Değerlendirmesi ve Sonuç Gerek Bayrak Olayı gerekse Sütçü İmam Olayı Maraş halkının işgallere karşı direnişini teşkilatlandırmak gereğini ortaya koymuştur. Bunun için Maraş’ta Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuş ve muhtemel bir çatışma için her türlü tedbir alınmıştır. Diğer taraftan Maraş-Antep yolu üzerindeki Kuva-yı Millîye faaliyetleri çok etkili olmuş ve Fransızlar temas kurabilecekleri merkez olan Maraş-Osmaniye hattındaki direnişi engelleyememişlerdir. Bu bölgedeki Kuva-yı Millîye’yi etkisiz hale getirmek ve bölge halkını parçalayabilmek için Kürtçülük propagandasına başlayan Fransızların bu oyununa bölge halkı daha önce İngilizlerin propagandalarına alet olmadığı gibi yine iltifat etmemiştir. Bölgede etnik tahrik hareketine kapılmayan halkın bu tavrı Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasındaki en önemli unsur olan birlik ve bütünlüğün korunmasını ve bunun tüm yurda yayılmasını sağlamıştır. Bu yüzden Güney Anadolu’da özellikle Maraş’ta kazanılan zafer, sonuçları itibariyle sadece askeri değil; siyasi, sosyal ve milli değerlerin korunarak kurumsallaşmasında çok önemli rol oynamıştır. Maraş olaylarında Türklerin Fransızlara karşı birlikte hareket etme tekliflerine rağmen Ermeniler, Fransızların yanında yer almış ve onların piyonu olmaktan kurtulamamışlardır. Fransızlar, riskli işlerde Ermenileri kullandıklarından Ermenilerin can kaybı Fransızlardan daha fazla olmuştur. Buna rağmen Fransızlar, Maraş’ta işleri bittiği zaman Ermenileri terk edip gitmişler ve Ermeniler yine Türk milletinin hoşgörüsüne sığınmak zorunda kalmışlardır. Hatta bu konuda Maraş Ermenileri namına 5 Mayıs 1336 (1920) tarihli Ankara hükümetine çekilen bir telgrafta bu durum açıkça teyit edilmektedir.86 Maraş’ta Ermeni soykırımı yapıldığına dair ithamlar asılsızdır. Fransızlar, kışın en şiddetli aylarının yaşandığı Şubat ayında Maraş’tan çekilirken 84 85 86 Y. Özalp, M. Kemâl ve Millî Mücadelenin İlk Zaferi, s. 60. Abdurrahman Siler, agm, s. 62. Hâkimiyet-i Millîye Gazetesi, 5 Mayıs 1366, s. 3. 196 Adnan GÜL Ermeniler de arkalarına takılmışlar, bu durum Ermeniler için tam bir facia olmuştur. Ermeniler yolda soğuktan ve Fransızların ilgisizliğinden kırılırken şehirde kalan Ermeniler bu kötü sonuçtan kurtulmuşlardır. Bu arada şunu da son olarak belirtebiliriz ki İtilaf Devletleri’ni 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgaline sevk eden olay, sadece Misak-ı Millî’nin Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kabul edilmiş olması değil; aynı zamanda 12 Şubat 1920 tarihinde Maraş’ta Fransızlara karşı kazanılan başarıdır. Çünkü Maraş zaferi, Millî Mücadele’nin ilk zaferi olmakla birlikte İtilaf Devletleri’nin de Anadolu’daki sonlarının bir başlangıcı olmuştur. İşte bunu görebilen işgal kuvvetleri, yapabilecekleri son şeyi, İstanbul’un işgalini gerçekleştirmişlerdir. Bununla ilişkili olarak İstanbul’un işgalinin yurt çapında meydana getirdiği etki Millî Mücadele’nin kazanılmasında önemli rol oynamıştır. Maraş’ın kazanmış olduğu bu başarı TBMM tarafından 13 Nisan 1925’te İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiş87 ve 7 Şubat 1973 gün ve 1657 sayıl kanunla Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği üstün başarıdan dolayı şehre kahraman unvanı verilerek Kahramanmaraş adını almıştır.88 Kaynakça Adamof, E. E., Sovyet Devleti’nin Arşiv Gizli Belgelerine Göre Anadolu’nun Taksimi, çev. Hüseyin Rahmi, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul 1926. Akalın, Müslim, Millî Mücadelede Urfa, Özlem Kitabevi, Urfa 1985. Akbıyık, Yaşar, “Milli Mücadele Sırasında Maraş’a Yapılan Yardımlar”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, VII/21. Akbıyık, Yaşar, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990. Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1976. Akşin, Sina, Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da İngiltere ve Fransa İle İlişkiler, İstanbul 1978. Akyüz, Yahya, Kurtuluş Savaşı Sırasında Fransız Kamuoyu 1919-22, TTK Yay., Ankara 1975. Ana Britanica, Cilt XII, İstanbul 1988, s. 404. Armaoğlu, Fahir, XX. Yüsyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, İş Bankası Yay., Ankara 1988. Atalay, Besim, Maraş: Tarihi ve Coğrafyası, Dizekonca Matbaası, İstanbul 1973. 87 88 Kahramanmaraş Yıllığı 1967, Kahramanmaraş 1967, s. 74. Türk İstiklal Harbi, Cilt IV, s. 58-60; H. Reşit Tankut, Maraş Yollarında, Ankara 1944, s. 20; Ana Britanica, Cilt XII, İstanbul 1988, s. 404. 197 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199 ATASE Atatürk Arşivi, Dosya: 1336/13-5, fihrist: 1-3. Atatürk, M. Kemâl, Nutuk, Cilt I, TTK Yay., Ankara 1973. Avcıoğlu, Doğan, Millî Kurtuluş Tarihi (1838’den 1995’e), Tekin Yay., İstanbul 1996. Aylık Ansiklopedi, Cilt II, Ankara 1946. Baykal, Bekir Sıtkı, Heyet-i Temsiliye Kararları, Ankara 1974. Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt III, Kısım IV, TTK Yay., Ankara 1957. Bayur, Yusuf Hikmet, Yeni Türk Devletinin Harici Siyaseti, İstanbul 1935. Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Yıl: 1970, Sayı: 36, s. 84-87. Bıyıklıoğlu, Tevfik, “Mondros Mütarekesi Tatbikatı”, Türk İstiklal Harbi, Cilt I, Ankara 1962. Burçak, Rıfkı Salim, Türk-Rus-İngiliz Münasebetleri 1791-1941, Aydınlık Yay., İstanbul 1946. Canbolat, Salman, “Maraş Adının Kökü” İş Matbaası. Cumhuriyet Ansiklopedisi, Cilt 8, Arkın Yay., İstanbul 1971. Çoğalan, M. Celaleddin, Her Yönüyle Kahramanmaraş, İstanbul 1982, s. 36. Darkot, Besim, “Maraş”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 7, MEB Yay., Eskişehir 1997. Emirmahmutoğlu, A. Saim, Kahramanmaraş Yıllığı 1967, Kahramanmaraş 1967. Eşref Edib, “Maraş ve Antep’in Kahramanlıkları”, Sebilürreşad, Sayı: 467 (3 Şubat 1967). Fırat, Kerim, Urfa Savaşından Yapraklar, CHP Basımevi, Ankara 1940. Hakimiyet-i Millîye Gazetesi, 3, 10, 29 Mart 1336 ve 5 Mayıs 1336 Tarihli. İnan, Afet, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK Yay., Ankara 1991, Jaeschke ,Gothart, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, TTK Yay., Ankara 1970. Kahramanmaraş I. Kurtuluş Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Yay., Ankara 1987. Kahramanmaraş Odası Rehberi (Cum.10. Yılı Mün.) Teşrin-i Evvel, Türkiye Matbaası, İstanbul 1933. Kahramanmaraş Yıllığı 1967. Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt II, TTK Yay., Ankara 1988. Karabekir, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, Merk Yay., İstanbul 1988. Kılıç Ali, Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, İstanbul 1995. Kocatürk, Utkan, Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi 1918-38, AÜTİTE Yay., Ankara 1973. Kurat, Yuluğ Tekin, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1976. Kürkçüoğlu, Ömer, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketleri, AÜSBF Yay., Ankara 1982. Kürkçüoğlu, Ömer, Türk İngiliz İlişkileri 1919-26, AÜSBF Yay., Ankara 1978. Meydan Larausse, Cilt VIII, İstanbul 1990. 198 Adnan GÜL Oğuzcan, Lütfi, Millî Mücadelede Güney Böl. Bayrak ve Bayrak Özlemi, Mersin 1966. Olcay, Osman, Sevres Antlaşmasına Doğru, AÜSBF Yay., Ankara 1981. Özalp, Yalçın, M. Kemâl Millî Mücadelenin İlk Zaferi, Kahramanmaraş Belediyesi Yay., Ankara 1984. Özalp, Yalçın, Gazilerin Dilinden Millî Mücadelemiz, Semih Ofset Yay., Ankara 1986. Özçelik, İsmail, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Urfa), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992. Özsoy, Osman, Kurtuluş Savaşı (1918-1923), Timaş Yay., İstanbul 2007. Öztürk, Ayhan, Milli Mücadelede Gaziantep, Geçit Yay., Kayseri 1994. Peter, Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, çev. M. Harmancı, İstanbul 1994. Selek, Sabahattin, Millî Mücadele, Örgün Yay., İstanbul 1982. Siler, Abdurrahman, “Kahramanmaraş’ın İşgaline Karşı Kahramanmaraş Halkının Tepkileri”, Kahramanmaraş’ın Kurtuluşunun 75. Yıldönümü Mün. Kurtuluş Konferansları, Kahramanmaraş 1995. Sonyel, Selahi R., İngiliz Gizli Belgelerine Göre Adana’da Vuku Bulan Türk-Ermeni Olayları, TTK. Yay., Ankara 1988. Sonyel, Selahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, TTK Yay., Ankara 1973. Tankut, H. Reşit, Maraş Yollarında, Ankara 1944. Tansel, Selahattin, Mondrostan Mudanya’ya Kadar, Cilt I-IV, MEB Yay., .Ankara 1973. Tunçay, Mete, “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi (1908-1980), Cilt 4, Cem Yay., İstanbul 1989. Türk Ansiklopedisi, Cilt 23, Ankara 1976. Türk İstiklal Harbi, Güney Cephesi, Cilt I, IV, Genelkurmay Harp Tarihi Yay., Ankara 1966. Türkler, Cilt 15, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002. Ulman, Haluk, I. Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, SBF Yay., Ankara 1973. Uzel, Sahir ,Gaziantep Savaşının İçyüzü, Ankara 1952. Uzunoluk Dergisi, Kahramanmaraş 1974. Ünler, Ali Nadi, Gaziantep Savunması, İstanbul 1969. Ürgen, Nuri, “Türk Tarihinde Kahramanmaraş Yeri, Önemi ve Stratejik Yapısı”, Kahramanmaraş’ın Kurtuluşu’nun 75. Yılı Münasebetiyle Kurtuluş Konferansları, KSÜ Yay., Kahramanmaraş 1995. Yalçın, E. Semih, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, Siyasal Yay., Ankara 2003. 199 ZİYA GÖKALP (MEHMED ZİYA)’İN TALEBELİK YILLARI Hatip YILDIZ Özet / Abstract Bu çalışmada; Osmanlı Devleti’nin son döneminde Diyarbakır’da yetişmiş olup, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesinin oluşmasında ve olgunlaşmasında büyük bir paya sahip olan fikir adamlarımızdan Ziya Gökalp’in talebelik yıllarından bir kesit sunulmuştur. Talebelik sürecinde gördüğü derslerde sınıfının en yüksek puanlarını alan Ziya Bey, temel eğitimini Mercimekörtmesi Mahalle Mektebi’nde, ortaöğretimi Diyarbakır Askeri Rüşdiye Mektebi ile Diyarbakır Mülki İdadi Mektebi’nde ve yüksek öğrenimini de İstanbul Baytar Mektebi’nde yapmıştır. Ancak İdadi Mektebi ile Baytar Mektebi’ndeki tahsili yarım kalmış ve bu iki mektepten diploma yerine, aldığı “tasdikname” ile yetinmek zorunda kalmıştır. Bunun en büyük nedeni, meşrutiyet fikrinden etkilenen Ziya Gökalp’in, okul içinde ve dışında giriştiği faaliyetler ve mevcut devlet idaresine karşı takındığı tutum olmuştur. Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Diyarbakır, Diyarbekir, Ziya Gökalp, eğitim, mektep ZİYA GÖKALP’S EDUCATION YEARS In this study; a part of Ziya Gökalp’s education life, who one of our brain-workers having a great role in existing and riping the foundation phylosophy of Turkish Republic and having been grown up in the last period of Ottoman State, has been presented. Mr. Gökalp, who had the highest grades of his classroom; studied elementary education at Mercimekörtmesi Local School, secondary education at Diyarbakır Military High School and Diyarbakır Mülki İdadi School and his higher education at İstanbul Vet School. However, his education at İdadi School and Vet School was interrupted and he had to get satisfied taking “a certificate” instead of a diploma. The greatest reason of this was, Ziya Gökalp’s attemtions inside or outside the school, who was influenced by the idea of constitutional monarchy and his attitude twards the management of the current government. Key Words: Ottoman, Diyarbakır, Diyarbekir, Ziya Gökalp, education, school. Diyarbakır merkezinde Memedin mahallesinde Naib Şakir sokağındaki 3 numaralı konakta 23 Mart 1876 Perşembe günü dünyaya gelen Mehmed Ziya, 1882 yazında evlerinin harem kapısı karşısında Çağan sokağında bulunan Memedin Mescidi’ndeki mahalle mektebinde Elifba’ya ve Amme Cüzü’ne başlayıp bir yıl okudu. 1883 yazında evlerinin kuzeyine ve Ulu Cami’nin batısına düşen Mercimekörtmesi Mahalle Mektebi’ne geçip, akrabalarından Hafız Ömer Efendi’den Kur’an-ı Kerim dersi aldı. İki yılda hatim indirdi ve yazıyı da bu sırada öğrendi. Mehmet Ziya, 1886 yılı sonbaharında, Melik Ahmed mahallesinde 1400 altına yeni inşa edilen dört yıllık Diyarbekir Askeri Rüşdiye Mektebi’nin birinci sınıfına yazıldı. Mekteb Müdürü Kolağası İsmail Hakkı Efendi, zekâsını çok takdir ettiği Dr., Diyarbakır Rekabet Kurumu Cumhuriyet Fen Lisesi Tarih Öğretmeni. SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 201 – 205 Mehmed Ziya’nın yetişmesine hususi alâka gösterdi. Mehmed Ziya, rüştiye talebeliği süresince matematik, şiir ve edebiyatta çok başarılı oldu. Dört yıllık rüştiye eğitimini başarıyla tamamlayan Mehmed Ziya, Mayıs 1890’da Diyarbekir Askeri Rüşdiye Mektebi’nden mezun olarak “Şahadetname” aldı. Babasının vefatından sonra Diyarbakır’a gelen amcası Müderris Hacı Hasib Efendi, yeğeni Mehmed Ziya’ya hususi dersler vererek, onun şark ilimlerini ve İslam felsefesini öğrenmesine, rüştiye ölçüsünde iyi bildiği Arap ve Fars dillerini ilerletmesine çok gayret etti. Bir yıl kadar hususi tahsil gördükten sonra, Diyarbakır Mülki İdadi Mektebi açıldı. Mehmed Ziya, 1891 sonbaharında, verdiği imtihan neticesinde idadi mektebinin ikinci sınıfına 73 numara ile kayıt oldu. Bu arada yine evde amcasından aldığı derslere devam ediyordu. Bu sırada “Ey Sultan! sen çekil, hükümran biziz.”nakaratlı manzumesini yazmış bulunuyordu.1 Diyarbakır Mülki İdadi Mektebi’nin ilk eğitim öğretim senesi olan 1891-1892 ders yılı yedi buçuk ay sürdü. Bu ders yılının ilk umumi imtihanı ise maârif müdüriyetince tayin edilen mümeyyizler vasıtasıyla 1892 Ağustosunda gerçekleştirildi ve bu imtihan neticesinde mektebin üçüncü sınıfı teşekkül etti. Bu tarihte mektepte biri hazırlık olmak üzere toplam üç sınıf mevcuttu. Hazırlık sınıfında 26, birinci sınıfta 27 ve ikinci sınıfta 12 talebe vardı. Talebelerin çoğu Müslüman olmakla birlikte, az sayıda da Ermeni okumaktaydı. Sözü edilen öğretim yılında ikinci sınıf talebelerinin en başarılısı Tevfik Efendizade Ziya Efendi idi. Ziya Efendi, Farisi dersinden 9, Fransızca’dan 4 ve Resim’den 6 notunu almıştı. Diğer sekiz dersi ise 10’du. Toplam puanı 99 olduğu halde, mektep müdürü Halil Bey’in isteğiyle, Fransızca’dan ikmale bırakıldı. 1892 yaz tatilini hep Fransızca çalışarak geçiren Mehmed Ziya, bu dersten bir daha imtihana girerek 5 aldı ve puanını 100’e çıkardı.2 1893-1894 ders yılında beş sınıflı idadinin dördüncü sınıfında okuyan Mehmed Ziya’yı Tarih Muallimi olarak okutan Maarif Müdürü Mehmed Ali Ayni Bey, bir gün derste olayları muhakeme ettirmekte iken: “ Ziya’nın suallerime verdiği cevaplar ve yaptığı muhakemeler, beni adeta şaşırtmıştı.” diyerek; onun, 17. yüzyıl Fars edebiyatı üstatlarından Şevket Buhari derecesinde Acemce şiirler söylediğini, mektebin ve belediyenin hekimi Kolağası Yorgi Efendi ile çok görüşmekte olduğunu ve eski Yunan filozoflarının fikirlerini bundan öğrendiğini Süleyman Nazif Bey’den duyduğunu, Yunan ve Roma tarihlerini de esaslıca bildiğini, bu hususta arkadaşlarını pek geride bıraktığını ifade ediyordu. 1 2 Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi, İstanbul 1956, s. 215-218; Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Cilt 2, Ankara 1997, s. 92-95. BOA, MF. TLY, 10/72. 202 Hatip YILDIZ Mehmed Ziya, idadi tahsiline devam ettiği yıllarda, Namık Kemal’in eserlerinden ve babası Tevfik Efendi’nin fikirlerinden etkilenerek; hürriyet, vatan ve millet mefkûrelerini her şeyin üstünde görmeye başladı. Bunun sonucu olarak, 1894 baharında dördüncü sınıftan beşe geçeceği sırada, kendisi gibi düşünen birkaç arkadaşıyla beraber, akşam tatillerinde adet olduğu üzere söylenen “Padişahım çok yaşa” duası yerine, bir akşam “Millet çok yaşa” ifadesini kullandığı jurnal edildi. Hakkında tahkikat başlatılan Mehmed Ziya, Vali ve İstinaf Mahkemesi Reisi ile İdadi Müdürünün araya girmesiyle adli cezadan kurtuldu. Fakat mektep idaresi tarafından ahlak notu kırılarak 10’dan 7’ye indirildi.3 Mehmed Ziya’nın idadideki diğer bir vukuatı ise ulûm-ı diniye dersinin işlenişi sırasında meydana gelmişti. Sözü edilen dersin muallimi Mahmud Efendi, Allah’ın varlığından ve meleklere imandan bahsedince, beşinci sınıfa geçmiş olan talebelerden Mehmed Ziya, Haşim ve Faik Efendiler, cismi olmayan şeylere nasıl inanacaklarını, Allah’ın da bir cisim olması gerektiğini ve bu hususların akli delillerle izahının lâzım geldiğini beyan etmişlerdir. Ulûm-ı diniye muallimi Mahmud Efendi, bu durum üzerine kendisinin yalnız ayet ve hadislerle cevap verebileceğini ve başka bir izahta bulunamayacağını ifade etmiştir.4 1894 yılı ilkbaharında Diyarbekir İdadîsi de beş yıllıktan yedi yıllığa çıkarılınca, son sınıfa geçmiş bulunan Mehmed Ziya ve arkadaşlarına kazanılmış bir hak tanınmadı. Bu nedenle Mehmed Ziya, eskiden gördükleri derslerin yedi sınıfa yayılmış olarak yeniden okutulmak istendiği ve mezun olmaya daha üç yıl gerektiği için “Tasdikname” alarak okuldan ayrıldı.5 Bu tasdiknamede; Mehmed Ziya’nın 1893-1894 (R. 1309-1310) ders yılında okuduğu ve girdiği umumi imtihan sonucunda başararak beşinci sınıfa terfi ettiği dersler ile bu derslerden alınan notlar yer almaktadır. Buna göre, Mehmed Ziya’nın aldığı notlar şöyledir: Tarih 10, Arabi 10, Farisi 10, Türkçe 10, Fransızca 8, Hesab 9,6, Hendese 10, Coğrafya 6, Hüsn-i Hat 8,8, Resim 9, Ulûm-ı Diniye 9, Ahlak 7. Toplam puanı 107,4 olan Mehmed Ziya, imtihan neticesinde ikinci olmuştur.6 Diyarbekir’de çıkan kolera salgını nedeniyle bir süre burada görev yapan Dr. Abdullah Cevdet, bu sıralarda Mehmed Ziya ile sık sık fikir alışverişinde bulunuyordu. Ancak, Mehmed Ziya’nın amcası Hacı Hasib Efendi bu görüşmelere engel olmak istiyordu. Hatta Abdullah Cevdet’in evlerine gelmesini yasaklamıştı, çünkü Abdullah Cevdet’in beyanat ve ifadeleri inanca aykırı idi. Buna rağmen Mehmed Ziya’nın Abdullah Cevdet’in düşüncelerinden etkilenerek bunalıma girdiği ve ailevi sorunların 3 4 5 6 Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 218. BOA, BEO, 41978, Diyarbekir İdadî Mektebi Müdürü İrfan Efendi’nin 8 Ocak 1895 (27 Kânunuevvel 1310) tarihli ifadesi. Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 218-219. Ziya Gökalp’ın Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektupları, haz. Ali Nüzhet Göksel, İstanbul 1956, s. 73-76. 203 SBArD Mart 2008, Sayı 11, sh. 201 – 205 da etkisiyle 1894 yılı yazında intihara teşebbüs ettiği görülmektedir.7 Başka bir belgede ise Mehmed Ziya’nın, 3 Ocak 1895 (22 Kânunuevvel 1310) Perşembe günü evinde intihara kalkıştığı belirtilmiştir. Bu hareketinden dolayı da mektebe kabul edilmemek üzere hakkında yazı yazılacağı İdadî Müdürü İrfan Bey tarafından ifade edilmiştir.8 15 günlük tedavi sonucunda iyileşen Mehmed Ziya, başından geçen bu üzücü hadiseye rağmen, İstanbul’da yüksek tahsil yapma azmini yitirmemiştir. Bu nedenle, 1895 yılı Haziranında tatile gelen kardeşi M. Nihad’ ı Erzurum Askeri İdadisi’ne uğurlama bahanesiyle gizlice Diyarbakır’dan ayrılarak İstanbul’a gitmiştir. Ailesinden habersiz kaçıp geldiği ve parası da az olduğu için, İstanbul’da biricik yatılı yüksek tahsil müessesesi olan Mülkiye Baytar Mektebi’nin müsabaka imtihanını vermiş ve oraya devam etmiştir. Burada sosyal ilimlere daha fazla merak salmış, sosyoloji ve felsefeye dair birçok kitap okumuştur. Milli şairimiz Mehmed Akif, Baytar Mektebi’nde arkadaş olarak tanıştığı Mehmed Ziya için şu ifadeleri kullanmıştır: “Bizde felsefeyi hazmetmiş adam arama… Ben Baytar Mektebi’nde talebe iken bir Diyarbekirli Ziya vardı, yalnız o, felsefeden okuduklarını anlardı.”9 Diyarbekir İdadî Mektebi’nden tasdikname ile ayrıldıktan sonra İstanbul Baytar Mektebi’ne kayıt yaptıran Mehmed Ziya, 1898 yazında mektebin üçüncü sınıfını bitirip son sınıfa geçmiş iken ilk defa İstanbul’dan sıla için Diyarbakır’a döndü. Burada da boş durmayan Mehmed Ziya, İstanbul’daki gizli cemiyetin bir şubesini burada açtı ve Vali Halid Bey’in aleyhine yazılar kaleme aldı. Bu icraatlarının İstanbul’a bildirilmesi ve Diyarbekir’deki evinde zararlı evrak ortaya çıkması nedeniyle, mektebe devam etmek üzere İstanbul’a gittiğinde mektep idaresince kabul edilmeyerek, 1899 Martında bir yıl hapse mahkum edildi. İstanbul’da cezasını çektikten sonra Halep yoluyla memleketi Diyarbakır’a gönderildi.10 Böylece, Ziya Gökalp’ın tahsil hayatı sona erdi. Sonuç Hemen hemen bütün bireyleri ilim erbabı ve devlet memuru olan köklü bir aileden gelen ve doğduğu mahallede temel eğitimini tamamlayarak küçük yaşta Kur’ani Kerim’i hatmeden Ziya Gökalp; askeri rüşdiye, idadi ve yüksek tahsili esnasında gördüğü derslerde üstün bir başarı sergilemiştir. Ayrıca, bu öğrenim sürecinde karşılaştığı ortamlar ve tanıştığı kişilerden farklı şekillerde etkilenmiştir. Mesela, Askeri Rüşdiye tahsili sırasında Namık Kemal’in hürriyet mefkuresinin; idadi mektebinde mektep hekimi Yorgi ile Dr. Abdullah Cevdet’in felsefe ve inanç konusundaki 7 8 9 10 Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 195. BOA, BEO, 41978, Diyarbekir İdadî Mektebi Müdürü İrfan Efendi’nin 8 Ocak 1895 (27 Kânunuevvel 1310) tarihli ifadesi. Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 219-220. BOA, ZB, 419/119; Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 221. 204 Hatip YILDIZ düşüncelerinin; İstanbul’da ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin II. Abdülhamid aleyhtarı olan meşrutiyetçi fikirlerinin tesirinde kalmıştır. Bu nedenle, gittiği her okulda çeşitli girişimlere öncülük etmiş, talebe ve gençleri organize ederek bazı menfi hadiselere yönlendirmiş, intihara girişmiş ve Osmanlı eğitim sisteminde pek görülmeyen bazı davranışlarda bulunmuştur. Bütün bu hareketler, onun temel eğitim ve rüşdiye eğitimi dışındaki tahsil hayatının daima yarım kalmasına neden olmuş; bu açığını çeşitli kitaplar okumak suretiyle kendi çaba ve gayreti neticesinde kapatma yoluna gitmiştir. Kaynakça Başbakanlık Osmanlı Arşivi Maarif Nezareti Taliye (BOA, MF. TLY), No: 10/72. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Bab-ı Ali Evrak Odası (BOA, BEO), No: 41978. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Zabtiye Nezareti (BOA, ZB), No: 419/119. Beysanoğlu, Şevket, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Cilt 2, Ankara 1997, s. 9295 Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi, İstanbul 1956. Ziya Gökalp’ın Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektupları, haz. Ali Nüzhet Göksel, İstanbul 1956. 205