Uploaded by User3017

Post Öykü - Kasım 2019

advertisement
İçindekiler
4•
7•
12 •
17 •
23 •
27 •
35 •
43 •
54 •
58 •
66 •
Altıya Kadar Mustafa Aplay
Son Lokma Mehmet Ali Kaba
Ukde Merve Can
Apaçık Aynur Dilber
İmgeler Sûretler Yıldız Ramazanoğlu
Kayıkçı Billy O’Callaghan
Kısacık Bir Aşk Hikayesi V. M. Garşin
Âşık Şeytan Kör Talih Emin Gürdamur
İnsan ve Gülşen Funda Çelik
Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü Aura Estrada
Söyleşi Hemad Jevadzade
Kim Var imiş Biz Burada Yoğ iken
71 • İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik... Güray Süngü
76 • Kusurlarım Olmadan Asla ya da Dokuz Başlangıç Aykut Ertuğrul
80 • Salah Bey Tarihi ve Kirazın Tadı Furkan Çalışkan
83 •
86 •
92 •
96 •
102 •
106 •
112 •
115 •
Dinozorların Son Günü Ali Yağan
Beton Kamil Erol Yıldırım
Sürgün Ersin Yılmaz
Pişdar Esmahan Devran İnci
Takıntı Kenan Yusuf Taşkın
Hırkamı Getirdin mi Mehmet? Sebahat Meraki
Bir Şey Hakkında Üç Şey: Tanpınar Seval Şahin
Kırkıncı Oda Güven Adıgüzel
120 •
123 •
127 •
130 •
136 •
139 •
141 •
144 •
146 •
147 •
149 •
Post Kitap
Çevirmen Diyor ki Beyza Fırat
Söyleşi Betül Ok
Hüzünlü Bir Gülümseme Betül Sezgin
Şeyma Koç’un Öykü Atmosferi... Ali Oktay Özbayrak
Sıradan Tuhaflıkların Öyküsü Mustafa Aplay
Öykülerin Homologu Var mıdır? Onurhan Ersoy
İkinci Dünya Savaşı’ndan Geç Kalmış Bir Ağıt Murat Murat
İki Rüya Arasındaki Tanıklık Gülşen Funda Çelik
Bir Samur Kürk Olarak Delilik Ahmet Kırtekin
Tamamen Kahverengi Biraz da Turuncu Yelda Sözdemir
Dükkan
Yıl: 5 Sayı: 31 Kasım - Aralık 2019
ISSN: 2148-8932
İmtiyaz Sahibi
Ketebe Kitap ve Dergi Yayıncılığı A.Ş. adına Mustafa Albayrak
Yayın Yönetmeni
Aykut Ertuğrul
Editörler
Ertuğrul Emin Akgün
Remzi Şimşek
Mahmut Sami Yıldız
Son Okuma
İsmail Pelit
Grafik Tasarım
Ömer Faruk Demirel
Kapak Görseli
Hemad Javadzade
İllustrasyonlar
Hemad Javadzade
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Burhan İstenci
İletişim
postoyku@gmail.com / postoyku.com /
/postoyku
Yönetim Yeri
Maltepe Mah. Fetih Cad. No:6 34010 Topkapı / Zeytinburnu / İstanbul 0212 467 65 15
Baskı
Matsis Matbaa Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No:51 Sefaköy 34290
Küçükçekmece / İstanbul
Reklam Genel Müdürü
Abdullah Hanönü
Reklam Rezervasyon
Cenk Kahraman 0212 467 65 65 / 17 27
cenk.kahraman@reklampiri.com
Satış - Pazarlama - Abone ve Dağıtım
Birlikte Dağıtım A.Ş. 0212 467 67 17
www.birlikte.com.tr / iletisim@postoyku.com
Kurumsal Dağıtım
Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş.
Samandıra / İstanbul 0216 585 90 00
Her hakkı mahfuzdur. Dergideki yazıların izin alınmadan veya kaynak gösterilmeden her türlü ortamda çoğaltılması yasaktır.
Çocuk
8
8
CM
KASIM
CMT
PZ
CMT
22 23 24
/
/
20:00 15:00
KASIM
/
15:00
20:00
KASIM
15
KASIM
7
Cuma 19:00
SU N AN
Perşembe 19:00
KASIM
19
8
KASIM
20
14:00
Şiirle Gelenler
“İki Şair İki Deneme”
ALİ AYÇİL
Çarşamba 19:00
Gelenekselden Çağdaşa
Cuma 19:00
KASIM
27
KASIM
26
Salı 19:00
Edebiyat Ne Söyler?
“Sinemanın Metafizikle İlişkisi”
SU N AN AYŞ E TA Ş KENT KO N U K İ HS A N KA Bİ L
S U NA N
Çarşamba 19:00
MY LI TTLE PONY FİLMİ
CMT
PZ
PZT
ÇRŞ
SL
PRŞ
CM
1 2 3 4 5 6 7
/
/
/
16:00
/
/
KASIM
/
“Edebiyat Sosyolojisi”
CEMAL Ş AK AR KO NU K KÖ KS AL ALV ER
KASIM
29
Cuma 19:00
K EDİ L ER
CMT
PZ
PZT
ÇRŞ
SL
/
/
/
13:30
/
16:00
/
CM
/
KASIM
RENKL İ PENGUENL ER
CMT
H ASAN AYCIN
Karikatür Sergisi
20 - 20
/
Etkinlikleri
Nağmedâr
2
PZT
/
16:00
/
16
KASIM
SÜPER AYI
/
PZ
PZT
/
/
13:30
PRŞ
ÇRŞ
SL
16:00
/
/
CM
/
KASIM
Salı 20:00
KASIM
12
KASIM
30
ARALIK
PZT
/
/
/
KASIM
26
Salı 20:00
MEŞK HALKASI
KASIM
3 10 17 24
/
/
/
Pazar 13:00
S A N AT
G I DAL AR
Ç O C U K L AR
B AK I M
ÇOCUKLAR
S A N AT
BİTKİLER
G I DA L A R
Tıbbi
Çaylar
Slime Çiçek Yapımı
(3-7 yaş)
Doğal
Parfüm
Besin Pir amidi
(8-12 yaş)
Taş Boyama
Bitki Tanıma
ve Yetiştir me
Şer bet ve
Hoşaflar
F u nda C İ HA NS EVDİ
9
Cumartesi 13:00-15:00
M e h met Ş İ r İ n YALVAÇ
KASIM
13
Çarşamba 13:00-15:00
ZTBB
KASIM
15
Cuma 13:00-15:00
Ber k ay KOCATÜR K
KASIM
16
Cumartesi 13:00-15:00
M ürüvvet A LT IOKKA
Zt b b
KASIM
22
Cuma 13:00-15:00
M erve zENGİN T INM A Z
T uğçe AĞB A SEVENCA N
KASIM
23
Cumartesi 13:00-15:00
/
19:00
Mak rame
Bitk i Ask ısı Yapımı
KASIM
PRŞ
ÇRŞ
SL
1 2 3 4 5
16:00
İstanbul Devlet Türk Halk
Müziği Korosu
Salı 20:00
Cumartesi 14:30
PZ
/
13:30
NAĞME-İ HARPUT
Cumartesi 14:30
CMT
29 30
19:00
İstanbul Devlet Modern
Folk Müzik Topluluğu
Gençlerin Hikâyesi
5
CMT
22 23 24 25 26 27 28
19:00
NEŞET ERTAŞ ESERLERİ
KASIM
CM
/
Filistin Mülteci Kamplarında
KASIM
Cumartesi 14:30
PRŞ
ÇRŞ
SL
/
Hayata Müzik ve Ritim ile Tutunan
t a ri hl eri a ra sı nda
KASIM
/
13:30
ARALIK
KLASİK SAZ ESERLERİ
PZ
15 16 17 18 19 20 21
19:00
Çizginin
Ötesinde
Sergi
PRŞ
8 9 10 11 12 13 14
19:00
KASIM
ZEYTİNBURNU
/
14:00
7
CM
KASIM
13:30
TIBBİ BİTKİLER
BAHÇESİ
PZ
9 10
11:00
EKREM D EMİR Lİ
Salı 19:00
“Düşünce Tarihi”
A S I M Ö Z KO N U K S ÜLEY MA N S EY FI Ö ĞÜN
YARAMAZLAR TAKIMI: ZAMANDA YOLCULUK
Sinema
KASIM
Kavramların İzinde
BEŞIR AYVAZOĞLU
KO N U K
CMT
KASIM
PRO F. D R. Ö MER TÜRKER
Çarşamba 19:00
SAM ED KARAGÖZ
7
Tasavvuf ve Şiir
“Kelam Geleneğinde
Akıl Meselesi”
PRO F. D R. A Lİ Bİ Rİ NC İ
100 Yüze İmza ve Söyleşi
SUNAN
İslâm Düşüncesi ve
Çağdaş Sorunlar
Dünden Kalanlar
ÇİZGİNİN
ÖT ES İNDE
20
15:00
Müzik
Söyleşi
Seminer
20:00
KASIM
PZ
29 30
15:00
“San atın ın 4 1. Y ılın da
Has an A y c ın ”
S İ Z NE D ER S İ Nİ Z ?
Tiyatrosu
D Ü D Ü K L Ü D E K I Y M A L I B A M YA
KASIM 2019
Tiyatro
K E N D İ G Ö K KU B B E M İ Z
KASIM
27
NAĞMEDÂR ve TIBBİ BİTKİLER PROGRAMLARI HARİÇ BÜTÜN ETKİNLİKLER ZEYTİNBURNU KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİNDE YAPILACAKTIR.
Çarşamba 10:00-17:00
Rukİye ŞENGÜN
KASIM
30
Cumartesi 13:00-15:00
zeytinburnukultursanat.com
Altıya Kadar
Mustafa Aplay
Bunu herkes bilir efendim herkes bilir bana bilmediğim şeyler söyleyin.
“Yukarıda verilenlere göre x kaçtır?” gibi mesela x’i ararken birtakım
sesler gelmiş de matematik denen şeyi toptan unutmuşum gibi. Henüz altıncı sorudaydım işlem yapamadığımı fark ettiğimde ne kadar acıklı değil mi?
1. soru bir pastayı 12’ye bölmüşler bir kısmını Ali’ye vermişler bir kısmını
Ayşe’ye bir kısmını da Ahmet’e. Eşitlik adalet değildir elbette efendim ama
Ayşe’ye biraz haksızlık edilmiş sanki ulan bütün pastayı yediniz efendiler yiyin
yiyin tıksırıncaya kadar yiyin. Saymaya başlıyor. Bir... İşaretledim geçtim 12.
soruya. İndir yukarıdan dikmeyi. İki... Sayma Allah aşkına sayma diyorum
çemberin çevresini bulunuz üç.... Karışık çözüyorum belki sayamaz da farkında olmadan atlarız altıncı soruyu diyorum ama nafile efendim nafile. Dört beş
derken çözdüğüm altıncı soruda, yani 38. soruda bak ne diyor.
Yukarıda verilenlere göre x kaçtır ve ardından pat diye aynı şey peki
dünyada verilenlere göre...
Sınavdan çıktım. Yine olmadı ama umurumda değil artık. Böyle yaşanır mı ulan diye düşünüyorum başka bir düşüncem yok. Para kazanmak, evlenmek gibi şeyler artık çok gülünç geliyor. Eve dönüyorum. Çok bir beklenti
yok zaten ama yine de bir umut bakıyorlar yüzüme. Olmadı diyorum yine
olmadı. Başlarını öne eğiyorlar ne yapsınlar üzülüyorlar. Bir tanesi de yine mi
ulan deyip elindeki kumandayı duvara... Hep çok üzülmekten bunlar.
Karnım çok ağrıyor. Herhalde stresten. Ya stresten değilse ya başka bir
şeydense terliyorum hızlı hızlı soluk alıp veriyorum yine mi ulan yine mi.
“Evet yine.” diyor biri. Kim konuşuyor demiyorum daha önce çok dedim susuyorum ve telefonu çıkarıyorum hızla cebimden, kontrol edemiyorum
yine yine kendimi yine. Üç kere yine. Dört, beş... Bana yaptıracak mısın bunu
sen kimsin tanrı mısın ruh musun kötü ruh musun şeytan mısın ne karın ağrısısın ulan sen? Karın ağrısı hangi hastalıkların belirtisi olabilir sevgili Google
daha önce çok benzer sorular sordum biliyorum ama cevaplar da hep aynı.
4 • Post Öykü
ö y k ü ■
Karın ağrısı deyip geçmem tamam biliyorum uzun süreli karın ağrısı
ciddi hastalıkların belirtisi olabilir ama bunu kaç defa söyledin Allah senin de
belanı versin. Şu durumuma bakın her türlü hastalığı bana layık görüyorsun
senden nefret ediyorum Google. İçinden say. Bir, iki, üç... Hassiktir bir sivilce
tam çenemin ortasında duruyor ne kanseri oldum yine derken sakin olun
diyor efendim hiçbir şeyiniz yok sizin. Google mı diyor? Yok lan hayat diyor.
Bunu herkes bilir efendim bana bilmediğim şeyler söyleyin.
Yukarıda verilenlere göre x kaçtır gibi mesela ya da tüm 6. sorular gibi
ama o kadar can acıtıcı olmasın. Dünyada verilenlere göre...
Say lan. Kaç oldu diyor. Sayarım ulan ne var diyorum. Komutandan
damada bir tekme ne kuvvetli adammış şerefsiz. Say ulan say.
“Bir... İki... Üç...”
Saysana ulan.
“Dört... Beş... Al...”
Niye durdun oğlum saysana hadi devam devam diyor ben şınav pozisyonundayken. Saysana ulan derken bir tekme daha ama nafile. Devam et ulan
saymaya. Bir yerden sonra, yani ölmek üzere olduğumun farkına vardıktan
sonra pes ediyor artık. Revire götürüyorlar beni.
Hala tepemde bir adam. Say ulan say.
Sıra sende İbrahim diyor Almancacı. Çok kötüyüm elim ayağım titriyor. Birden ona kadar say bakalım diyor. Ama birden sayma. Gülüyor sonra.
Sınıftan birkaç kişi eşlik ediyor. Ben gülmüyorum. Kalıyorum öylece. Kekeliyorum. Olmayacak hocam vallahi olmayacak en ön sırada Nazlı var ona bakıyorum. Nazlı’nın gözleri çok güzel ve dışarıda yağmur var. Söylesene oğlum
başlıyorum eins zwei drei... Vier, fünf... Nutkum tutuluyor. Öylece kalıyorum
tahtanın önünde. Cık cık yapıyor hoca. Oğlum o kadar dedim çalışın diye.
Nazlı sen say kızım diyor ve elbette Nazlı sayıyor. Ne güzel sayıyor be diyorum
yağmurun sesi de güzel ama seninki kadar değil. Bu kısmı hiç sevmiyorum.
Nazlı ben sana karşı... Bir.. Hani böyle insan bazen birini gördü mü
kalbi farklı atmaya başlar ya... İki diyor. Deme ulan işte deme. Üç... Çok
farklı hissediyorum Nazlı. Dört... Sen farklı bir kızsın. Ben galiba seni... Beş...
Galiba mı? Kitlenip kalıyorum yine. Yüzüme bakıyor. Bu kısmı çok seviyorum. İbrahim diyor, biz sınıf arkadaşıyız. Böyle bir şey düşünmen bile... Ne
alakası var sınıf arkadaşı olunca ne oluyor diye düşünüyorum canımın yandığı
gerçeğini diyorum nereye kaçırsak biraz daha büyürüz? Sana diyorum Nazlı.
Nazlı... Üç ı daha üstüne ve acınası bir haykırış. Nazlıııı.
Altıya Kadar
•5
Karnım çok ağrıyor. Senelerdir böyle. Google’ın cevapları beni tatmin
etmiyor. Cennette insanlar anne babasını görebilecek mi? Bunu da soruyorum
Google’a. Bir... Yer sallanıyor. Görebilecek miyiz? Eğer o da cennete girerse...
İnşallah İnşallah. Oğlum diye bir çığlık sesi burayı keşke sürekli tekrarlasak ne
kadar kötü bir an da olsa en azından sesini duyabilirim İnşallah Allah cennetine alırsa... İki... Hep beraber sayıyoruz. Çığlık sesinden sonrası yok. Taşlar
duvarlar devrilmeye başladı. Annem yetişemedi göremedim bile onu ama babam tam karşımda kaldı. Göz göze kaldık onunla öyle. İnsanın babasıyla göz
göze gelmesi ne ilginç şeymiş. Daha önce ne kadar az yaşamışım bunu. Bunu
düşündüm. Üç, dört, beş... Saniyeler, dakikalar falan değil. Tam yirmi saat
birbirimize baktık. Babamın gözlerinin rengini o gün fark ettim.
Babamın gözleri elaymış. Elleri büyükmüş. Çok yumuşak bakarmış
baktığı zaman. Ve çok güçlü adammış Allah var. Benim üzerimdekinden kat
be kat fazla yığının altında... O kadar saat ayakta kaldı adam. Baba karnım
çok ağrıyor diyorum. Sen erkek adamsın oğlum hiçbir şey olmaz sana diyor.
Türkü söylüyor. Bilmece soruyor. Ama hep en kolaylarını soruyor. Bunu herkes bilir baba bana bilmediğim şeyler sor diyorum. Yenisini soruyor. O da çok
kolay. Bilmece bildirmece diye başlayan. En klişe olanları yani. Dua ediyoruz
beraber. O söylüyor, ben tekrar ediyorum. Allah’ım sen her şeye gücü yeten...
Gözlerini kapat İbrahim. Kapatmıyorum. Kapat gözlerini İbrahim. Say
bakalım birden başlayarak. Benimle birlikte bir ses daha... Bir... İki... Üç... O
ses de sayıyor. Usul usul... Dört, beş, altı dediğim anda babamın nefes veriş
sesinden ürkerek açıyorum gözlerimi. Afallıyorum önce. Sonra öylece duruyorum bir süre. Babama bakıyorum. Karnım ağrıyor baba diyorum. Babam
cevap vermiyor zira biraz önce ben altı dediğim anda duyduğum nefes... Altı
dediğim anda babam son nefesini... Sonra kitlenip kalıyorum. Acaba cennette
görebilecek miyim babamın yüzünü yani canlı yüzünü ama burası önemli ve
annemin sesini... Böyle şeyler düşünüyorum. Bir... İki... Üç...
6 • Post Öykü
ö y k ü ■
Son Lokma
Mehmet Ali Kaba
1700’lerin ortalarına doğru bir akşam vakti, Japonya’nın ücra bir dağ
köyünde peş peşe tam on yedi eve yıldırım düştü. O geceden dokuz ay sonra
on yedi evde de doğum sancıları başlamış, köyün tek ebesi olan yaşlı kadın
hangi birine koşacağını şaşırmıştı. Doğan çocukların hepsi erkekti. Fakat içlerinden birinin sağ omzundan başlayıp kürek kemiğine kadar uzanan ve insan
bedenini andıran bir doğum lekesi vardı. Köyün ileri gelen ihtiyarları dokuz
ay önce düşen yıldırımların tanrılardan bir işaret olduğunu düşünmüşlerdi.
Bu çocukları diğer insanlardan farklı bir şekilde yetiştirmeliydiler. Omzundaki doğum lekesiyle doğan çocuk diğerlerinden daha gürbüzdü. İhtiyar heyeti
bunun da bir işaret olduğuna hükmetti ve bu on yedi çocuğu köyün ardındaki
dağda bulunan bir manastıra gönderdiler. Doğum lekesi olan çocuk muhakkak diğerlerinin lideri olmalıydı. Anaları çocuklardan ayrılmak istemese de
onları ikna etmek kolay olmuştu. Çünkü köylülerin hiçbiri tanrılardan gelen
ne idüğü belirsiz bu işaretleri yakınında bulundurmak istemiyordu.
Manastırdaki rahipler zamansız gelen bu sorumluluktan kurtulmak
için çocukları samuray olarak yetiştirip derebeyinin emrine vermeyi kararlaştırdılar. Manastırdaki yaşamları on yedi sene sürdü. Her birine karakterleri
ve yetenekleri doğrultusunda isimler verilmiş, tek isim alamayan doğum lekeli doğan olmuştu. Çocuğun iyi bir samuray olması için bulabildikleri en
iyi ustaya öğrenci olarak verdiler. Kılıç işinde çuvallayan çocuk daha sonra ok
atma ve binicilikte de dikiş tutturamadı. Belki de iyi bir keşiş olur temennisiyle budist öğretileri ile yetiştirmeye çalıştılar. Fakat çocuk meditasyonu bile
beceremedi. Rahipler, çocuğu içine budist dualar yazılmış kağıtları cahil köylülere ilaç diye satarken yakaladı. Çocuğun tek yetenekli olduğu şey rahiplerin
taklitlerini yapmak ve onları dolandırmaktı. Bir rahibi diğerine derebeyinin
oğlu olarak bile yutturmuştu. Bu ufak şakalar yüzünden bolca dayak da yemişti. Başrahip dahi doğum lekeli çocuk hakkında tek bir şeyden emindi. O
çocuk şeytanı bile kandırabilirdi. O yüzden kimse ona güvenmiyor, arkadaşSon Lokma
•7
lık kurmuyordu. Manastırdan ayrılacakları gün ona kendi ismini kendin bul
deyip, tabiri caizse işin içinden çıkmışlardı. Diğer çocuklardan kimisi silah
kullanmada, kimisi binicilikte, kimisi de zekasıyla değişik değişik isimler alarak manastırı terk etmişlerdi. Ayrılışlarının ertesi günü içlerinden biri duruma
isyan etti. On yedi yaşındaydı ve kimse ona hayatını nasıl yaşamak istediğini
sormamıştı. Bu isyanını diğerlerine söylediğinde her biri hak verdi ve derebeyinin emrine girmekten vazgeçerek Japonya’ya dağılma kararı aldılar. Dördü
uğradıkları ilk köyde yağmacı zannedilip köylüler tarafından linç edildi. İkisi
manastırdan sonra dışarıdaki hayata uyum sağlayamayıp geri döndüler ve derebeyinin emrine girmedikleri öğrenilince, idam edildiler. Diğer onunun ne
yaptığını kimse öğrenemedi. İçlerinden sadece doğum lekeli olan diğerlerine
uymadı. Bu hayata geliş amacının ve aldığı eğitimin bir sebebi olduğuna inanarak derebeyinin yanına gitmeye karar verdi.
Derebeyinin ona yaptığı sınavda yanlışıkla bir kâtibi öldürünce ceza
olarak sürgüne gönderildi. Sürgün zamanlarında katıldığı tek savaşta kendisine verilen ulaklık görevini yanlış anlayıp derebeyinin ordusuna ulaştırması
gereken haberi düşman komutanına bildirdi. Bu hatası yüzünden koca bir
köy katledildi. Hainlikle suçlanıp idam cezasına mahkum edilince çareyi kaçmakta buldu. Gittiği ülkelerde kendini iyi bir samuray gibi göstererek para
karşılığı tüccarlara ve soylulara muhafızlık yapmaya başladı. Efendisini her
müdafaa etmeye kalktığında başarısız olduğu için aç biilaç sokaklarda avare gibi gezinmeye başladı. Soğuktan donmak üzere olduğu bir gecede ölüm
tanrısı Şinigami canını almaya geldi. Onurlu bir samuray olarak yaşamayıp
bushido ilkelerini çiğnediği için ondan seppuka yapmasını istedi. Çarnâçar,zavallı adam kozukasını kınından çıkarıp kendini infaz etmek için kimonosunu
beline kadar sıyırdı. Şinigami, onu izlerken ince bir çubuğa dizilmiş Japonların geleneksel dango tatlısını iştahla yemeye başladı. Adam kabzayı sıkıca
kavrayıp gözlerini kapadı. Kozukasını işkembesinin sol yanına saplayıp sağa
doğru çekmeye başladı. Bağırmamak için çenesini sıkıca kenetledi. Isırdığı dudaklarının kanamaya başladığının farkında değildi. Kozukasını yukarı doğru
çekmeye hamle ettiğinde Şinigami şişteki son dangoyu da yiyip ağzından şerbetini akıta akıta ölümcül darbeyi indirmek için üstüne eğildi. Tam o esnada
adamın omzundaki doğum lekesini görüp nasıl bir yanlış yaptığının farkına
vardı. İlahi bir damgaya sahip olan bu adamı yanında götüremezdi. Adamın
bu zamanda tekrar var olması imkansızdı. Hatasının telafisi olarak eğer isterse ona farklı bir zamanda tekrar bir şans verebileceğini söyledi. Fakat kolay
8 • Post Öykü
ö y k ü ■
olmayacağını da ekledi. Yeniden doğmayacak, anadan üryan bir şekilde ve
hiçbir şeye sahip olmadan birden bire peydah olacaktı. Geçmiş hayatının her
anını hatırlayacaktı. İsimsiz olması daha da üzmüştü Ölüm’ü. Ona Subutay
ismini verdi. Yeni hayatında talih getireceğini düşünmüştü. Tarihte ün kazanmış bir savaşçının adıydı. Doğum lekeli Subutay, şartları kabul etti. Ölüm
onu 2010’lu yılların ortalarına doğru Asya ile Avrupa’nın tam ortasında bir
yerde, Ankara’da yeniden canlandırdı. İlk üç yılı dilencilikle geçti. Doğduğu toprakların dilini ve kültürünü bilmiyordu. Üstelik kendi zamanına ait
hiçbir şey yoktu. İçlerinde yaşadığı insanların dilini öğrendiğinde harflerini
de öğrenmişti. Bu insanlar onun kim olduğunu bilmese de onun önceki hayatında yaptığı mesleği biliyordu. Artık okuyabildiği için yavaş yavaş da olsa
öğrenmeye başlamıştı. Burada bir derebeyi yoktu. Samuraylar yahut ninjalar
da yoktu. Herkes rengarenk giyinip her gün bir yerlere gidiyor, sonra çıkıp
evlerine dönüyordu. Sonra içine girip hızla hareket ettikleri, kükreyen şeyler
vardı. Bunların hiç birini anlayamıyordu.
Bir gün ince bir kağıt parçası buldu. Üzerinde bir sürü yazı vardı fakat
sadece biri onun dikkatini çekmişti. Uzakdoğu Film A.Ş. diye biri samuray
arıyordu. Daha doğrusu bu şirket, yeni dizisindeki samuray rolü için figüranlar
arıyordu fakat Subutay yanlış anlamıştı. Ne yapıp edip yeri buldu ve seçmelere
gitti. Hiçbir şeyi usulüne uygun yapamıyordu. Bekle dedikleri yerde sinirleniyor, beline katana diye taktığı incecik sopayla millete vurmaya kalkıyordu. Ekip
görevlileri deli olduğunu düşünerek onu uzaklaştırmaya çalıştı. O ise aradıkları
samuray olduğunu söyleyip duruyor, senede iki kat kumaşa ve karın tokluğuna
çalışacağını haykırıyordu. Bağırışmalara gelen oyuncu yönetmeni Subutay’a bir
şans vermeye karar vermiş ve sonuçtan ziyadesiyle memnun kalmıştı. İçerideki bütün figüranları sopadan geçirmiş, kimseye aman vermemişti. Subutay
resmen samuray olmak için doğmuş gibiydi. Beden hareketleri, sahte de olsa
kılıcı tutuşu ve bakışları muazzamdı. Hele o gür sesi ve bağırışı direktörü mest
etmişti. Halbuki önceki hayatında çok yeteneksiz bir samuraydı. Bazen doğru
zamanda doğru yerde olmak gerekirdi. O günden sonra Subutay hayatı daha
hızlı öğrenmeye başlamıştı. Para kazanmaya başladıktan sonra küçük bir dairede, şöhreti arttıkça da daha büyük evlerde yaşadı. Artık dünyaca ünlü bir aktördü. Efsane aktör Toshiro Mifune’nin reankarnasyonu olduğuna inananlar bir
hayli fazlaydı. Figüranlıktan başrol oynadığı filmlere geçişi çok hızlı olmuştu.
İnsanlar ise onun oyunculuğunu o kadar gerçek bulmuştu ki, sevmeseler bile
samuray filmlerini izlemeye başlamışlardı. Kadınlar onun hayalini kuruyordu.
Son Lokma
•9
Subutay Derebey -soyadını özellikle seçmişti- artık önceki hayatını pek de hatırlamıyordu. Oynadığı dizilerin ve filmlerin hakkını dönemin en güçlü film
ve dizi şirketlerinden biri olan Netflix satın almıştı. Artık bütün dünya onu
tanıyordu. Para içinde yüzerken zamanın su gibi aktığını fark etmemişti. Fakat
sette geçirdiği ve ölümün kıyısından döndüğü bir kaza sonucu o melun düşünce içini kemirmeye başlamıştı. Ölüm ona bir şans daha vermeyeekti. Ölümden
olabildiğince kaçmalı ve bu sefa içinde yüzdüğü hayatı olabildiğince uzatmalıydı. Gittikçe paranoyaklaştı. Evi için üst düzey güvenlik önlemleri aldırdı. Küçük bir koruma ordusuyla gezmeye başladı. Yemeklerini önce başka insanlara
denettirdi. Giyeceği kıyafetleri bile iyice temizlettiriyordu.
Yeni bir film teklifi almıştı. O zamanın çok ünlü diğer bir aktörüyle
başrolü paylaşacaktı. Korkuları yüzünden kabul etmedi. Bu kariyerindeki gerilemenin başlangıcıydı. Evinden dışarı çıkmaya korkuyordu. Bütün şoförlerini işten çıkardı. Araba koleksiyonunu sattı. Evinin etrafındaki tüm arsaları
satın alıp tarlalara dönüştürdü. İçtiği suyu bile en az yedi kere filtreden geçirtiyordu. Fakat bu paranoyaklık daha da ilerlemişti. Bir gece rüyasında öldüğünü ve tekrar Japonya’daki hayatına döndüğünü gördü. Rüyasından o kadar
etkilendi ki, uyumamaya başladı. Uykusuzluk onu daha asabi ve dengesiz yaptı. Tomarla ilaç kullanıyor, özel cihazlar yardımıyla vücudunu dinlendirmeye
çalışıyordu. Ne zaman uyursa kabuslar görerek uyanıyordu. Şinigami’nin gelmesindense sonsuza kadar hareketsiz ve yatalak kalmaya razıydı.
Şinigami bir gün onu ziyarete geldi. Amacı götürmek değil, sadece hayatını nasıl kurduğunu görmekti. Subutay, Şinigami’yi gördüğü anda emri
altındaki bütün imkanlarla ona saldırdı. Tabii ki boşunaydı fakat Şinigami
buna çok içerlemişti. Subutay’ın vakti gelmişti. Subutay’ın o akşam yemeğinde yiyeceği lokma tatlısının içine ilahi bir zamk koydu. Bu zamk sadece
Subutay için özel yapılmıştı. Subutay’dan önce deneyen üç kişiye de bir şey
olmamış, dahası; o kadar beğenmişlerdi ki işten atılma pahasına da olsa birer
tane daha almışlardı. Bir tehlike olmadığını gören Subutay yemeğini yiyip de
tatlıya geçtiğinde olanlar olmuştu. Bir ısırık aldığı lokmadan sonra bir daha
ağzını açamadı. Bir hafta içinde iki ameliyat geçirdi. Yüzünün şekli bozuldu.
Şinigami onu götürmek için ertesi hafta tekrar geldiğinde Subutay ona
omzundaki doğum lekesini gösterdi ve bir tabak lokma tatlısı ikram etti. Tabağı uzatırken konuşmaya çalışsa da zamktan dolayı ağzını açamadı. Uşaklarına el hareketiyle kalem kağıt istedi. Kağıda hiragana alfabesiyle şu sözleri yazıp
gösterdi: “Bu gurbet ellerde bana evimi hatırlatan bu tatlıyı senin de tatmanı
10 • Post Öykü
ö y k ü ■
istiyorum. Sence de tadı Dango’ya benzemiyor mu?” Lokma tatlısını dikkatle
inceleyen Şinigami’nin, benzerliği fark edince gözleri açıldı. Bütün tabağı bir
hamlede ağzına attı. Az sonra Subutay’ın bütün rahatsızlıkları son bulmuştu.
Subutay film setlerinde gördüğü kötü karakterler gibi gülmeye çalışsa da sadece sırıttı. Subutay hala fark etmemiş olsa da, Şinigami onun neden seçilmiş
kişi olduğunu o an anlamıştı. Başrahip haklı çıkmıştı.
Son Lokma
• 11
Ukde
Merve Can
Belini doğrulttu, öne, sağa, sola meyletti, gözlerini kıstı. İleride, sokağın sonundaki siluete odaklanmıştı. Sokak lambalarının çoğu kırıktı, hava
sisli. İlerideki, kadın mı erkek mi belli olmayan şey, kendine mi bakıyordu
yoksa arkası mı dönüktü? Dudaklarının kenetlenmiş olduğunu fark etti, biraz gevşemeye zorladı kendini. Ona doğru bir adım atmak istedi, yapamadı.
Ayakları mı, kolları mı beli mi bir yerlerinden bağlıydı sımsıkı ama neresinden
bilemiyordu. Kaldırım kenarındaki rögar kapağından sular dışarı fışkırıyordu.
Kapkara, kokuşmuş sular kendini sokağa kusuyordu. Bir süre öylece kaldı.
Öylece kalıvermek hiçbir zaman bu kadar kasvete bulanmamıştı. Rögardan
gelen kokunun ağırlaşmasıyla irkildi. Trafonun karşısındaki ufak mıknatıs
dükkanının ışıkları yanıyordu. İrili ufaklı, renk renk, şekil şekil bir dünya
mıknatıs doluydu burada. Gecenin kömürsülüğüne inat ışıklar saçan dükkana
döndü yüzünü. Anlamaya çalışıyordu.
Başını hafifçe yana eğdi. İçeride küçük utangaç bir çocuk, mahzun.
Saçları kendininkiler gibi dalgalı ve koyu, gözleri kendininkiler gibi çakır, teni
kendininki gibi esmer, üstündeki ucuz askılıdan dışarı taşmış, insanların kendilerini doğum haberine alıştırdığı ama bir de ölüm haberi aldıkları, o günden
geriye kalan, köprücüğündeki zeytin izi kendininki gibi. Göğsünün inip kalkışlarını fark etmiyordu. Etseydi...
Gitgide ağırlaşan kokuyu dağıtmak istercesine kafasını sallayıp gözlerini kapadı. Geri geri gitti. Damarları derisini yırtıp aşacakmış gibi atmaya
başladı. Sırtında birinin gövdesini hissetti. Hızla arkasını döndü. Göz göze
geldiler. Siluetin sahibi burnunun dibindeydi. Bu bayat kokulu eski elbise ve
bu elindeki şişe; oydu. Cesaret edip yüzüne baktı, damarları çılgınca gümlemeye başladı. Şapkanın altında, kendi dalgalı saçlarını ve çerçevesiz gözlüklerini gördü.
Kan ter içinde gözlerini açtı. Yatağında doğruldu. Yatağın yanındaki,
yerdeki prizden telefonunu çıkarıp saate baktı. Bu saate kadar zıbarmakla iyi
12 • Post Öykü
ö y k ü ■
halt etmişim dedi kendisine sitem ederek. Yastığına dokundu, ıpıslaktı. Betona dönmüş boynunu tutarak lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkadı. Sürekli damlatan çeşmeyi sıkmak için artık eskisi kadar uğraş göstermiyordu. Periyodik
olarak damlamasına ve sinir bozucu bir ses çıkarmasına izin verdi. Üst kattaki
bunağın köpeği artık çok olmaya başlamıştı, pıt pıt pıt oraya buraya gezinip
duran, susmayan pati sesleri, gece gündüz yankılanan boğuk havlamalar artık sabrını taşıracaktı. Sırf babasına yalan söylememiş olmak için ayaküstü
bir şeyler atıştırdı ve üstünü giyindi. Çantasını da aldıktan sonra evden çıktı.
Uykuda ona dehşet veren rüyasını sanki unutmuş gibiydi. Rutubet kokulu
apartmanın merdivenlerinden hızla indi.
Apartman kapısına vardığında birinci kattaki dairenin kapısı açıldı,
yaşlı adamın kel kafası cilalanmış gibi parıldıyordu. “Oooo, hayırlı sabahlar,
nereye böyle, iyi iyi okuyun, okuyun da biz gibi olmayın” muhabbeti yine
uzayıp gitti. İhtiyar elini uzattığı sırada genç, apartman kapısına yönelmiş olduğundan görmemiş gibi yaparak paçayı zor sıyırdı. Onun elini asla tutmaz
ona asla sarılamazdı, çünkü bir kez apartman boşluğunda bir kere de sokak
konteynerinin yanındaki sığ aralıkta apış arasını kaşırken görmüştü. Acelesi
olduğunu söyleyip arkasını dönmeden apartmandan çıktı. Etraftaki insanların
görme ihtimalini hesaba katmadan elini apış arasına götürebilen bir morukla
el sıkışmadığı için kendini çok büyük bir şey yapmış ya da bugün çok şanslıymış gibi hissetti. Eski Yunanca dersini kaçırmamak için acele acele yürümeye
koyuldu. Okulda yine bakışmaktan ileri gidemediler. Dört beş ay boyunca
bir insan başka bir insana her fırsatta bakıyorsa bunun adı da ne yapılması
gerektiği de bellidir. Ama beyin denilen icat ya gerçeği çarpıtmaya çalışıyorsa?
Ya birbirinden farklı yüzlerce senaryo yazıp çiziyorsa durduğu daracık yerde?
İşte o zaman yapılması ve söylenmesi gerekenler, hayal etmesi zor bir şekilde
imkânsızlaşır. Böylesine güzel hissettiren hatta bir tür esriklik yayan duygular
dışarı akıtılamadığı zaman kişiyi zehirlemeye ve içten içe kemirmeye başlar.
İnsan, dilinin ucunda kırıp öğüttüklerinin maktulü olur. Hava kararmaya başlamıştı. Eve dönüşte kafa dağıtmak için ağır ağır yürüdü. Gündüz giyindiği,
öğlen elinde taşıdığı montunun içine pısmış, ceplerinden ellerini hiç çıkarmıyordu. Mahallelerinin girişindeki hayratın önünden geçti. Çocuklar bu sert
havaya ve insanın derisini kurutan rüzgâra aldırış etmeden koşuşturuyor, çığlıklar atıyorlardı. Erkekler futbol oynuyorlar zaman zaman hırpani bir şekilde
aniden kavganın eşiğine geliyor, o sırada babacan tavırlar ve yürüyüşler sergiliyor iki üç dakika sonra eski yeni yetme havalarına dönüp bir topun etrafında
Ukde
• 13
boğaz damarları çıkana kadar bağırarak zıplıyorlardı. Kız çocukları ise bazıları
evlerinden getirdikleri, hiç gerçekçi olmayan bebekleriyle oynuyor, onların
saçlarını tarayıp elini kolunu hareket ettirerek evcilik oynuyorlar, kimileri de
örme kaldırıma diz çökmüş, taşlarla ufak hareketler yaparak müsabakaları takip ediyordu. Köşede ise bir iki ufaklık, ÖÖTD. Ötekileştirilmiş, örselenmiş,
titrek dudak, dolu göz tayfası. Bunların oyunlarda ne istedikleri belli olmaz,
her hâlükârda mızmızlanıp ağlamaya meyillidirler, dertlerini ağlamadan asla
anlatamaz her yarım saatte bir, evde yemek yapan ya da komşuya gidip dedikodu yaparak vakit değerlendiren annelerine gidip bacağı kopmuşçasına
zırlamadan yaşayamazlar. Kendi hallerine bırakıldıklarında, oyuna kaldıkları
yerden yavaş yavaş sızarlar.
Bu curcunanın içinde birden bir alana girdiğini hissetti. Özel bir alan
ya da özel bir his. Etrafına bakındı. İşte, oradaydı. Elinde şişesiyle yine gidiyordu. Çocukların taşkın çığırtıları yavaş yavaş azalıp kesildi. Rüzgâr, binalara
sürtünerek bıçakla kesilmiş gibi durdu.
Ferdane.
Her gün iki kez buradan geçer, aksayarak, sol ayağını kendinin gerisinden sürüyerek. Elbiseleri mevsim değişikliklerine rağmen pek değişmez.
Evi nerde bilinmez. Etrafına zararı dokunmayan kendi halinde bir deli. Ferdane şimdi ona doğru yürüyordu, sanki her an yere kapaklanacak gibi öne
meylederek yürürken gözlerinin tam olarak nereye baktığı belli olmuyordu.
Nedense, bir yay gibi gerildiğini hissetti. Bu kadının manyetik bir alanı vardı
ve etrafındaki her şeyi etkisi altına alıyordu. Heyecanla karışık gerginlik, kadın
yaklaştıkça arttı. Artık kendisi yürümeyi bırakmış sadece kadına bakıyordu,
ama şu an bunun ayırdında değildi, sonradan fark edecekti. Kendini çekip
kurtarmak, hızla yürümek istese de bunu yapamadı. Kalakalmıştı. Bir senedir
bazı öyle anlar olmuştu ki, kadının varlığına bile tahammülü olmadığını hissetmişti. Her yerde karşısına çıkıyordu, o sinir bozucu yürüyüşü ve buyurgan
havasıyla yürüyerek yanından, önünden, ileriden, sokak aralarından geçiyordu. Çevresini etkileyen bir virüs gibi ortalıkta sürünüp duruyordu.
Ferdane yanına kadar geldiğinde bir an duraksadı, sonra kafasını kaldırıp ona baktı, yoluna devam etti. Tüm dengesi altüst oldu. Kimdi bu? O
gözler neydi? O yüzün ifadesiz ifadesi, o hareketsizlik neydi? Dışardan fazlaca
durağan görünen ama çırpınan duyguları vardı sanki. Mahalledeki kadınların
bölük pörçük konuşmalarından topladığı kadarıyla talihsiz bir yaşam hikayesi vardı. Bir insan hiç konuşmadan nasıl başka bir insanın adını bilmediği
14 • Post Öykü
ö y k ü ■
duygularını kabartırdı? Nasıl zihnini darmadağın edebilirdi, aklı almıyordu.
Demek bu ismini bilmediği duyguları aynı anda yaşamak bir çeşit tepkimeye
yol açıyordu. Sersemlemiş şekilde eve yürümeye devam etti.
Gece olduğunda hâlâ kadının etkisindeydi. Babası erken yattı, ertesi
gün nöbeti vardı. Düşünmeden edemiyordu. Bu sinir ve itici kadında bir şey
vardı dikkatini çeken, kendine yakın hissettiği. Ama zihninin çeperlerini zorlayarak düşündüğünde bu kadınla hiçbir ortak yanı olamayacağından da emin
oldu. O bir düşkündü, sahipsiz fakir evsiz kimsesiz biriydi. Kitap okumaya
daldıkça bunların hepsini unuttu, gevşedi ve sadece okuduğu sayfaya odaklandı. On birden sonra yukarıdaki köpeğin de sesi kesilmişti mahalledeki köpeklerin sesi de. Gece saat iki civarında alıntılar defterine bir alıntı ekleyip garip duygular içinde yatağına geçti. Kaydettiği kısım şöyleydi; evren, birbirine
benzeyen kaderlerin yollarını birbirine kırar. Hayat hikayelerini, birbirlerinin
gözyaşında yıkar.
Sabah babasını uyandırmadan evden çıktı. Çarşamba, okuldaki en yoğun günüydü ve bu sınıf ortamı bu bilgi tomarları en son isteyeceği şeydi.
Derslere girip çıkarak günü bitirdi. Okul çıkışı eve döndü. Üstünü değiştirip
oyalanmadan apartmanlarının karşısındaki eski gecekondunun kapısını çaldı. Dul kadın kapıyı güler yüzlülükle açtı, içeri davet etti. Merak ettiği bir şey
olduğunu, öğrenip gitmesi gerektiğini söylese de kahve içmek zorunda bırakıldı. Kahvenin gelmesini beklerken yaşlı evi olduğunu belli eden halı kokusu ve soğuk fayanslar dikkatini çekti. Konsoldaki eski düğün fotoğraflarına
baktı, kadının şimdiki haline hiç mi hiç benzemeyişine şaşırmadı. Vitrindeki
yemek ve bardak takımlarını inceledi. Yaşlı kadının evde yalnız yaşadığı hesaba katılırsa fazlaca temiz ve tertipli olduğu gerçekti. Kahveler geldiğinde
direkt konuya daldı. On on beş dakikalık sohbetten ve acı kahveden sonra
allak bullak olmuş halde evine dönüp kendini yatağa gömdü. Demek ukde
ortaklığı ha? Demek boş bir rastlantıdan ibaret değilmiş hayat. Demek insanın hayatına her şey dokunabilir tesir edebilirmiş. Eşi inşaat çalışanıymış.
Kavurucu bir yaz gününde Ferdane’den ertesi gün işe götürmek için soğuk su
hazırlamasını istemiş. Ferdane unutmuş. Adam pek ses etmeden işe gitmiş.
İskeleden düşmüş çok geçmeden de ölmüş. O zamandan beri Ferdane her Allah’ın günü mezarlığa soğuk su götürürmüş. Kendisini suçladığı muhakkak.
Bir hayatı söndürüp kendi hayatının titrek ışığının yanmaya devam etmesi.
Kaderlerinin nerede kesiştiği ortaya çıkmıştı. Yorulmuş beyni kendini uykuya bıraktı.
Ukde
• 15
Güneşin turuncusunu akıttığı duvarları gördü gözleri. Seri şekilde bir
şişeye su doldurdu. Kıyafetlerini değiştirip pencerenin önüne dikildi. Ferdane’yi görür görmez şişesini alacak o da mezarlığa gidecekti. Anlam veremediği
halde kaderini kendisine yakın bulduğu bu kadınla konuşup tanışmak istiyordu. Hava kararmaya başladı, gök buğulandı. Artık gitmekten vazgeçmeye karar verdiği anda sokak dönüşünde bir gölge gördü. Cama yapışıp gelene dikti
gözlerini. Gelen Ferdane’ydi! Hızla montunu giydi, şişesini kaptığı gibi merdivenlere yöneldi, koşarak indi. Apartman kapısını açarken bir an duraksadı.
Sanki böyle olmaması gerektiği gibi saçma bir his beliriverdi içinde. Aniden
hantallaşmış hareketleriyle apartmandan dışarı çıktı, Ferdane’nin yolunun üstünde durdu. Kadın sol ayağını sürüyerek yaklaştı. Boğazındaki demirden
yumağı zor bastırarak biliyorum dedi. Hayat hikayeni, ukdeni, derdini. Kadın
başını kaldırıp ona baktı. Bakıştılar. Söylediğinin gereksiz olduğunu anladı ve
kendini aptal gibi hissetti. Kadına bakmak tiksinç bir nefret uyandırmasına
rağmen gözlerini ondan ayıramıyordu.
Kadının gözlükleri yoktu diye geçirdi içinden. Kafasını biraz eğdi,
kendi doğum lekesini gördü. Gerçeklik o anda bölündü. Kulaklarında bir ses
uğursuz bir uğultu gibi dolaşıyordu:
“Hâlâ anlamıyorsun değil mi? Ben sen ayrımı yok. Şu haline bak! Zavallı.”
Yırtıcı bir kahkaha atarak yoluna devam etti.
Genç dehşete kapılarak geriye sıçradı. Bu solgun ten, morarmış bacaklar, kuru dudaklar, rengi kaçmış gözler... bu kadın.. bu kadın! Dehşet yayan
uğursuz bir kaltak! Gerçek değildi. Olamazdı. Etrafına hastalık yayan bir sürtük!
Mıknatıs dükkanının tüm ışıkları yanıp sönmeye başladı. Aynı anda
kulak tırmalayan bir müzik son sesle... . Zonklayan başını tuttu. Şişe yere
düşüp yuvarlandı. Aksayarak giden kadının arkasından baktı. Rögar kapağı
fokurduyordu. Hemen eve koştu. Birinci kattaki kel onu görüp sırtına dokundu ve iyi akşamlar diledi.
16 • Post Öykü
ö y k ü ■
Apaçık
Aynur Dilber
Ölen ağabeyimin yerine doğmuşum. Onun ismini okumuşlar kulağıma. Hayatımın yanlışlar mesnevisini başlatan, içime doğru acıyla kafiyelenen
hikayemin, o ilk domino taşının devrildiği yer tam da burası. En başı. Ortası
olsaydı her şey bu kadar yanlış gitmeyebilirdi, düzeltilebilirdi belki. Ama başlangıç alınımın kara yazısı. Yıkasan da çıkmayan leke. Bulutlar kararınca yağmur yağardı. Olgunlaşan elma çürümeye dururdu. İlmek kaçtıysa kazak sökülürdü. Kararıp yağdım, olgunlaşmadan çürüdüm, ilmeklerim tek tek söküldü.
Ben Murat. Murat bulamadan vakti tükettim. Yanlış ata binip yanlış
yollara düştüm. Atlardan da yollardan da yoruldum. Gök dersen ırak, yer dersen katı. Öylece pencere önünde kalakaldım. İşaretleri görmezden gelemeyecek yaştayım. Bahçenin avuç içi kadar yerinde erik ağacı var. Baharda dalları
yeşermiyor artık. Bazı sarmaşıklar temelli kurudu gitti. Şimdi ne yapıyordur?
Boş kalan ellerine bakıyor mudur benim gibi?
Ağabeyim de olsa başka birinin yokluğunu doldurmak için vardım ben.
Dünyaya kim birinin yerine geçmek için gelmek ister ki? Varlığım sadece onu gösteren, hatırlatan bir işaret, iz, gölge idi. Bir şeyin aslı değil. Onun taklidi, yansıması.
Onu neden bu kadar sevdiler? Hepi topu dört yıl yaşamış bir çocuk
gönüllerini nasıl böyle fethetti? Kaf dağına mı eriştiler onunla? Cennetten mi
kovuldular onu kaybettiklerinde? Ermiş, insan üstü ruhlardan mıydı ağabeyim? Oğuz Kağan mıydı anamın sütünü bir içince bir daha içmeyen? Beşiğinde konuşan Hazreti İsa mıydı ya? Ondan görünmeyen bir ışık, bir aura mı
yayılıyordu çevresine herkesi tesiri altına alan?
Ağabeyim belki sandıkları gibiydi. Gökseldi, göğe gitti; bense topraktandım, toprakta kaldım. Fakat benim ne derece yaralandığımı hiç görmediler. Gözyaşlarımın bu toprağı çamura dönüştürdüğünü görmediler. Çünkü
ben yoktum ki. Ben bir kaybın yerine geçip onu telafi edememiş olandım.
Akılları ondaydı. Apaçık. Bana baktıklarında ona benzeyen yüzümü gördüler.
Apaçık. Derimin altı ona hiç benzemiyordu oysa ki. Apaçık.
Apaçık
• 17
Yalnızca ağabeyimin ismini almadım. Odasını, yatağını, giysilerini...
Ne var ki benim hamurumu başka türlü yoğurmuştu Yaradan. Ben onlara
ulvî, ermiş, bilge, kutlu ruhlardan gelmedim elbette. Her normal bebek, çocuk gibi olmalıydım ki ağabeyimin bebekliğinden gözleri derin bir hüzünle
ama kaybedilmiş bir mucizeyi anlatır gibi bahseden annem sıra bana geldiğinde üstünden şöyle bir geçiverirdi hikayemin. Oysa bilirsiniz, insanın en
sevdiği hikaye kendi hikayesinin bu faslıdır. Hatırlayamadığı bebeklik, çocukluk dönemi. Kendini bir yabancıdan söz ediliyormuş gibi müthiş bir merakla,
hazla, heyecanla hep ilk kez duyuyormuşçasına dinler. Ya, öyle miymişim?
Kendisine olan merakı insanın en hak edilmiş duygularından biri değil midir?
Dağlarda açan ters lalelerin belgeselini izledim dün gece. Daha bir
yumrulaştı boğazımda bir şeyler. Eskiler içim ölmüş de dışım bilmiyor öldüğünü içimin, dermiş. Belki ben söyledim bunu. Bilmiyorum. Eskidim, eskidiğimi biliyorum; içimin öldüğünü de. Biri olsun yoktu ki içlerinde boynu aşağı
düşmemiş olsun, toprağa değil de göğe bakadursun. Öyle.
Annem, pek sık ölen ağabeyimden bahsederdi bana. Benden dört yaş büyük olan ağabeyim, öyle sebepsiz, durup dururken ölü bulunmuş yatağında. Ben
ölümle ilk kez yolda bir güvercin ölüsünü görünce karşılaşmıştım. Ürpermiştim.
Geceleyin kopkoyu bir ormanda kaldığımı hayal etmek gibiydi. Niye geldiyse aklıma. Ağabeyim böyle şeyler hayal etmezdi kesin. Ölümü görse üzerine yürürdü.
Yaşasaydı kim bilir nasıl biri olacaktı? Bense duygulu biriydim. Bilge değildim,
olağanüstü alâmetler taşımıyordum. Bebekliğim, çocukluğum zır zır ağlamakla
geçmiş. Annem ağabeyimi anlatırken sormuştum dayanamayıp. Anne ben nasıldım? Sen çok ağlardın evladım. Hiç susmazdın. Elini yanağıma şefkatle dokundurmuştu. Daha eli yanağımdayken söylemişti. Ağabeyin başkaydı. Ruhum bir anda
bulanmaya başlamıştı. Yanağımdaki el çoktan inmişti. Ağabeyim asla aşılamazdı.
Yaşasaydı hep hayır dua alan bir evlat olacaktı. Bense annemi babamı benden
çaldığı için hem kızgın hem kırgın yaşadım ağabeyime. Gölgesi hep üzerimdeydi.
Ruhuma sinen bir marazdı. Ondan kurtulamayacağımı biliyordum. Adım onun
değil miydi? Onun ayakkabılarını giymedim mi? Kızıyorum kendime. Sanmayın
ki bir ölüyü kıskandığım için azarlamıyorum, didiklemiyorum kendimi. O benim
aynı zamanda derdimi yandığım, halimden şikayet ettiğim ağabeyimdi çünkü.
Beni anlayandı hayallerimde, rüyalarımda, dalgınlıklarımda. O gerçekten bilge biriydi. Bunu ben bile onu hiç görmediğim hâlde sezmiştim. Hareketlerimi izliyor,
aklımdan geçenlere karışıyor, bazen ne yapmam gerektiğini fısıldıyordu. Sahiden
onun fısıltılarına kulak verdiğim zaman babamın, arkadaşlarımın gözüne giriyor18 • Post Öykü
ö y k ü ■
dum. Onun mükemmel varoluşu bana kendimi bildim bileli suçlu hissettirse de
gerçekten farklı olduğunu; zamanı, mekânı aşabilen özel ruhlardan biri olduğunu
ben de annem kadar biliyordum. Yine de onu affedemiyordum.
Hayatımın yıkılan ikinci domino taşı yanlış okula gitmem oldu. Bu
faslı uzun etmeyeceğim. Annem babam beni hep dev aynasında gördüler.
Ağabeyime hiç benzemeyişimi anlamadılar. O kırık, çatlamış aynaya bakmayı bile bile istemediler. Bile isteye kendilerini evcilik oyunundaki sahiciliğe
kaptırdılar. Perdeyi kaldırıp da kendi adını dahi kendine sesli söyleyemen bu
çocuğa bakmadılar. Derslerimden çok zeki bir çocuk olmadığım, sınıf öğretmenimden içe kapanık olduğumu anladıklarında liseyi bitirsin hele, dediler.
Aslında ailem beni yüzüme karşı hiçbir zaman incitmedi. Haklarını yiyemem.
Ağabeyim öldüğünden üzerime titrediler. Ama serin serin akan suların insana
apayrı bir dokunuşu vardır. Ben perdelerin arkasında gizleneni hissediyordum.
Zarfların içinde ne var tahmin edebiliyordum. Beni incitmeyişleri beni zayıf
bellediklerindendi. Ya da tüm bunlar bir zandı ve ben kendime av oluyordum.
Ama kime insanın içindeki o karanlık fısıldamaz ki?
Özel hocalarla, zorun zoruyla tıbbı kazandım ama okuyamadım. Bırakmak zorunda kaldım, ite kaka bankacı oldum. Babam rahmetli, göremedi
bankacı olduğumu. Küçük lokantımızı da satmak zorunda kaldık böylece.
Hayatımın yıkılan domino taşlarından üçüncüsü ise yanlış kadını sevmem oldu. Yanlış bazen doğrunun elbiselerini giyer, gizlenirdi. Perihan’la doğruymuş gibi geldiğinden evlendim. Perihan’ın saçları öyle güzeldi ki onları
öremezsem içime dert olacaktı. İçime dert olan büyüyüp dağ olacaktı. Büyüyüp dağ olan beni ezip geçecekti. Perihan benim saçlarımı okşasın istedim. Benim kaba tenime, onun narin elleri değsin istedim. Yorganın altında soluğum
soluğuna aksın istedim. Benim kederli gözlerime onun kehribar gözleri şifa
olsun istedim. Çok mu şey istedim? Çok istedim. Ona Peri’m dedim.
Peri’m beni severse o zaman var olacaktım. Bir adım olacaktı anlıyor
musunuz? Kendi adım. Üzerini örttüğüm yaralar çürümelerini durdurup anca
böyle iyileşecekti. Belki abartılı buluyorsunuz, biliyorum. Ama insan annesinin babasının gözünde adam olmayınca bir daha adam olacağına zor ikna
olur. Bir kadın. Ancak bir kadın sevgisi onu yeniden ikna edebilir. Bir adamı
bir kadın severse dünyayı bile karşısına alır bir adam. Annemi karşıma henüz
Peri beni sever mi, sevmez mi bilmeden aldım.
Peri’nin etekleri rüzgârda savrulurdu, bilirdim. Bir gülüşü vardı ki herkesin içini gıcıklardı, bilirdim. Mahalleden birkaç kişiyle Manolya Park’ta oturduApaçık
• 19
ğunu da, Hayri abinin pastanesinde bazen akşamı ettiğini de bilirdim. Bilirdim
pişti, tavla oynarken Perihan’dan bahsederdi o dümbelekler. Her şeyi bilirdim.
Perihan da bilir ya benim her şeyi bildiğimi. Başka şeyleri de bilirdi o.
Onu görünce kızaran yüzümden, ayak ucuma eğilen bakışlarımdan bilirdi. O
yüzden öyle bir kahkaha atardı ki. Hem aklımı başımdan alan hem beni mahcup bırakan. O da bilir ya aramızdaki olmazlığı, başını bir cilveyle omzunun
üzerinden sana bakmam ben der gibi çevirip salınıp giderdi. Manavda ilk kez
göz göze gelmiştik. Dip dibe, burun burunaydık. Kalbimin atışını duyacaktı
neredeyse. Elim dolaşmıştı, dilim sürçmüştü. İlk kez bu kadar yakından. Yine
gülmüştü de alaylı alaylı ama bu defa alayına hüzün karışmıştı. İşte ben o hüznü fark edince, var bir şey onda da, dedim. O cesaretle, o gözlerin afsunuyla
anneme, ben Perihan’dan hoşlanıyorum anne, dedim.
Kıyametler kopmadı ama annem bana öyle buruk baktı ki yetti. O bakışlarda benim onun için en başından beri hayal kırıklığı olduğumu okudum
bir kez daha. Özenle koruduğu vazo en sonunda yaramaz bir çocuk tarafından
tuzla buz olmuştu.
Perihan’la evlendim. Onu annemle yaşadığımız evimize getirdim. Ağabeyim
de zamanla daha az anılır olmuştu ama mevlitleri hiç atlanmaz, komşular çağrılır, Yasin’i okutulurdu. Annem o karanlık diyarlarda ağabeyimin onun kurtarıcısı
olacağına inanıyordu bence. Elbette o kara toprağın altına girer girmez, hemen
yanı başında kim bilir sekizinde, on sekizinde bir oğlan olarak, ayın on dördü gibi
parlayan yüzüyle belirecek, annemin ihtiyar buruşuk elinden tutup ona; korkma,
ben buradayım, diyecekti. Günahtan çok korkan annem o bilinmezler aleminde,
bilinen alemde işlediği zerre kadar suçların dahi hesabını vereceği korkusuyla tir tir
titremeyecekti. Velev ki cehenneme atılacak olsa ağabeyim öyle feryat figan edecekti ki asla annesinin o ateş ülkesine gitmesine izin vermeyecekti. Hazreti Allah bu
masum, ay yüzlü yavrunun figanına sessiz kalmayacak, dileğini yerine getirecekti.
Mevlitlerde yüzündeki bu rahatlığı okurdum. Benim ona hiçbir faydam
dokunamayacağını düşündükçe yüzüm kararır, kendimi işe yaramaz hisseder,
ağabeyimin o bilinmez diyarlardan dahi dünyamıza karışmasına içerlenip, sinirlenirdim yine. Ama yanımda artık Peri vardı. Adam olmuştum, adamıydım
Peri’nin. Apaçık. Koluma giriyordu, yatağıma giriyordu, ellerimden poşetleri
alıp mutfağa geçiyordu, annemin gönlünü ediyordu. Apaçık! Ağabeyimi annem onu hatırlatmasa unutup gidecektim neredeyse.
Yemekten sonra kahvelerimizi de içiyorduk. Annemin yüzündeki
memnuniyet içimde ılık rüzgârlar estiriyordu. Perihan sıcak ekmek gibi gel20 • Post Öykü
ö y k ü ■
mişti evimize. Yemyeşil sesi duvarları neşelendirmişti. Her şey güzel gidiyordu
ki çocuğumuz olmadığını fark ettik üç yılın sonunda. Peri’yle çocuk için yollara düştük. Gitmediğimiz doktor kalmadı. Sorun Peri’deymış. Bir üç yılı da
derdimize deva arayarak geçirdik. Sonunda yorulup pes ettik.
Bir gece ellerini tuttum. Olsun dedim, ne var ki olmasa çocuk! Ellerini
hışımla çekti. Kötü mü dedim? Anlamadan incittim herhâlde. Hafife aldım
duygusunu. Ağırdı elbette hiç anne olamayacak olması. Hiç meyveye duramayacaktı dalları. Ama Peri’yi seviyordum. Baba olmasam da olurdu ama Peri’siz
olamazdım. Bencillik mi? Hayatım düzelir gibi olmuştu. Kendime ettiğim
haksızlıklar sanki son bulmuştu onunla. Geçer sandım durgunluğu, geçmedi.
Her şey kötüye gitmeye böyle başladı. Peri sanki bir evcilik oyunundaymış da artık evli kadın rolünden sıkılmıştı. Evlenmeden önceki yaşantısını
özlemiş olmalıydı ki aylarca pencereden durup izlediği mahalleyi, öteleri, en
sonunda eteğini dalgalandıra dalgalandıra gezmeye başladı. Bir üç yıl da böyle
geçti. Annem huysuzlandı her geçen gün. En sonunda yüzümü yere düşürdün
oğul, dedi. Apaçık. Konu komşuya gidemez oldum, dedi. Son gittiği Hatice
teyzelerde Perihan için imalı imalı laflar etmişler de kalkıp gelmiş sinirinden.
Ne diyorsun anne, dedim. Meşrebinde yok muydu, dedi mosmor bir
sesle. Annem ilk kez bu kadar açık konuştu. Apaçık! Ben konuşmak istedim
Peri’yle ama nasıl konuşulur ki! Perihan çok geziyorsun, gezme, dedim. Kızınca ona Peri demezdim. Gezmeme karışamazsın, dedi. Perihan bak, beraber
gezeriz, dedim. Tüm hafta boyunca annenle oturayım da içim mi şişsin, dedi.
Eskiden otururdun, dedim. O eskidendi, dedi. Çarşafını hışımla çekip sırtını
döndü, yattı.
Uzatmayayım. Beni terk edip gidince dünya başıma yıkıldı. Hayatımın
yıkılan domino taşlarından dördüncüsü Perihan’ın beni terk etmesi oldu. Annem ben sana ondan sana yar olmaz yavrum dememiş miydim, dedi. Apaçık.
Mahalleli bir ay boyunca bizi konuşup durdu. Ben Perihan döner diye bekledim, dönmedi. Çamaşırları balkona astım. Dönmedi. Rüzgârlar esti, kurudu,
topladım. Dönmedi. Yemeğin buğusu camları kapladı. Dönmedi. Annem iyice yürüyemez oldu artık. Koluna girip abdestine götürdüm. Dönmedi.
Annemin vefatından beş ay sonra duydum. Tam üç kez daha evlenmiş.
Anladım ki ille de çocuk ister. Çöl olan rahmini ille de vahaya dönüştürmek ister.
Karşı binada rüzgârda dalgalanan çamaşırlara bakarken kendi kendime
mırıldandım sapsarı bir sesle:
Ben Murat, murat bulamadan bir ömrü tükettim. Apaçık.
Apaçık
• 21
İmgeler Sûretler
Calvino kendi kurmaca dünyasında en
çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges’e sorsalardı (belki de
sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz
Atay için bunun “oyun”, Tanpınar içinse
pekala “zaman” olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden?
Yıldız Ramazanoğlu:
Boşluk ve baloncuk
Çocukken masanın altına veya balkona saklanıp hayal kurardım. Boşluk arzusu insanın en temel
insiyaklarından. Nasıl yaşayıp nasıl tüketeceğimizin,
neye ihtiyaç duyup duymayacağımızın buyurgan bir
edayla dikte edildiği kuşatma. Geriye ve ileriye sakince bakmayı, verili olmayan bir boşluğa girmeyi
özlemeyenin edebiyatla işi olmaz. Yazmak belki de
“tuttuğunu koparan” diye övdüğümüz insandan “tuttuğunu esirgeyen ona hürmet eden” insana doğru bir
yol açma dürtüsü. Şiir, hikaye, roman yazmanın hatta
film çekmenin mahiyeti doğru dürüst açıklanabilmiş
değil. Tarkovski filmleriyle insanları ölüme hazırlamak
ister de başka biri, hiçbir amacım yok sadece sevdiğim için ya da başka bir şey elimden gelmediği için
yazıyorum der. Umberto Eco’nun edebi metin aşk
Post Öykü
• 23
mektubu gibidir karşılık bekler demesi de dursun şurada. Sanırım boşluğa
bakmaya çalışıyorum. Gerçeklik diye önümüzde duran varolma ve görmeyi
kurguya bulayarak bozmak, ana yoldan sapmak heyecan verici. Bilinmeyenin
taşlı çiçekli patikası açılıyor. Boşlukta ilerleyince el değmemiş haklılık payları
yükseliyor. Yazar istediği kadar benim anlam arayışım amacım beklentim yok
öylesine yazıyorum desin, bir şey kırılır, bir şeye ulanır, anlam sis gibi yükselir
ve metne kıymetini verir. Edebiyatın amacından söz etmek başöğretmenliği
çağrıştırıyor, sivri saçma ve sıkıcı. Yazarken bir takım sonuçlar çıkarılmasını
hedeflemesem de okuyanlardan farklı bir hissiyata, gücünü kaybetmiş duyguların parlamasına, solgun ihtimallere, mümkün olduğu unutulmuş, gözden
düşmüş yaklaşımlara sürüklendiklerine dair geri bildirimler almak iyi geliyor.
‘Daha hızlı’ motosuyla sürekli daralan bir çemberin içinde boşluk ve
baloncuk varedip, yaşadığımız şeyin başımızdan geçenin ne olduğuna dönüp
bakmak. Bu benim için sadece yazarken mümkün. Kaçış planı, halvet der
encümen ne dersek diyelim yazmak işgal edilmiş duygu dünyasında boşluk
yaratma sanatı. Bilim adamlarının kat’iliği, akademinin tarifleri, toplumsal
değerler, inandığım şeye nasıl inanmam gerektiğine dair bile kesin, kaçışı olmayan açıklamalar. Ha bir de sosyoloji gücüyle içine yerleştirildiğimiz güvenli
temkinli tedbirli akıllı küçük kutular var. Tanımlamanın suç olduğu bir dünya
mı kursak. Nasıl ki nefes almak için edebiyat okuyoruz, nefes almanın bir
başka yolu olarak da yazıyoruz. Belli anlarda taşa dönüşen dünya karşısında
zamana mekana an’a ve eşyaya kalp yerleştirme istenci var yazmada. Ağırlığı
sezdirmeyle nazara verip hafiflemenin yolunu açan bir işlev. Bu ağırlığı kaldırmak, insanın yükünü azaltmak için yazdığını söylüyordu Calvino hafiflik
ilkesini açıklarken.
Edebiyat sanıldığı gibi elitist bir yazı alanı değil. Fakat doğası gereği bilgiden daha fazlasına, misal hayallere, boşluklara, sezgilere saçmalıklara
imkansızlıklara ihtiyaç duyan kişilere sesleniyor. Mesela üniversiteye gidecek
bir genci anlatmaya çalışmıştım “Köprüdeki Kız” hikayemde. Delikanlı tıpkı Dostoyevski’nin gençlik romanı “Beyaz Geceler”deki kahramanın köprüde ağlayan bir kızla karşılaşması gibi karşılaşmalar hayal ediyor, birlikte yüce
idealler peşinde koşabileceği arkadaşlar istiyor, buna göre şehir tercihleri yapıyordu. Meslek şu bu çok sonra. Ailesi ise -her zaman deriz ya, haklı olarak- kendini kurtarabileceği bir mesleği ve bol kazancı olmasını önemsiyordu
oğulları üzerine hayal kurarken. Oysa ne kadar dünyevi hedeflere odaklansak
da her insanın kalbinin bir kuytusunda kişisel çıkarlardan daha fazlasına dair
24 • Post Öykü
i m g e l e r
s û r e t l e r ■
insani bir yükseliş saklı. Dünyevi olanla bağdaşmayan büyük bir boşluk. Peki
delikanlı kızla ilgili hikayenin gerisini biliyor mu, bilmiyor, ya da unutmuş.
Yazarken bir edebi kamu içinde olabilirsin fakat meş’aleni yalnız taşırsın. Ne yazmak istediğimi tahmin ediyorum elbette, üzerimde kendini
yazdıran bir anın, yüzün, atmosferin halesi vardır. Fakat hiçbir zaman nasıl
anlatacağımı bilemem. Her hikayede aynı başa dönme, kaygı ve tekinsizlik.
Nasıl yazacağımı biliyorum desem yazıcıya dönüşme tehlikesi var. Kırmızı
hikayesini yazarken bilmiyordum ki yere göğe koyamadığımız hoşgörü, eşitsizliğin, kibrin şahikası olabilir. Gece Sahnesi’nde Beyoğlu’nun bir gecesinden
söz ederken elde yaşanan gerçeklik vardı, ama kurgularken iş, boşluklardan
yol bulup nerelere gitti. Çiçekli Bir Boşluk fikri hikayelerime iyi geldi. Bu zamanla edebiyatın sevincine dönüştü. Herkesin her şeyi bildiği ve haklılığından
zerre kadar kuşku duymadığı zamanda belirsizliklere, kuşkulara, muğlaklıklara, doldurulmamış boş sayfalara ihtiyacımız var. Yaşanan toplumsal fırtınalarla edebiyatın ilişkisi de kaygan bir zeminde. Olayların bayrağını estetikten
yoksun biçimde dalgalandırmak edebiyatı kemaliyle çağının tanığı yapmaz,
görmezden gelmek de daha iyi edebiyatın ilkesi olamaz. Bırakalım da birileri
bizi hür bir kalple tanımlı dünyanın dışına doğru tuhaf şarkılar mırıldanarak,
kelimelerin işe yarayacağına inanarak sürüklesin. Mırıldanmak evet, bağıran
metinler algı eşiğimi aştığından sanırım, okuyamıyorum. İnsanın yaratılışı sırasında meleklerin hayreti boşuna değil. Kan dökücü birinin yaratılması yetmezmiş gibi bir de yazması katmerli tuhaflık. Kelimelerin deneyimlerimizi
taşıma ve iletme gücüne inanmamız ise çılgınlık. Ama mecburuz.
Post Öykü
• 25
ç e v i r i
Kayıkçı
Billy O’Callaghan
Çeviren: Selma Aksoy Türköz
Margaret’in erkek kardeşi omzunda iki kürek ve kazma ile engebeli yoldan ilerleyerek saat dördü biraz geçe bahçeye geliyor. Ağır botlarının çakıllı
yolda çıkardığı ses, teknedeyken duyduğum kafamın içindeki sesin aynısı... ta
kendisi, dalgaların arasında inleyen yaşlı teknenin sesi.
Sol elimin yanında duran küçük bir bardağa kamburu çıkmış bir halde
eğilmiş, mutfak masasında bekliyorum; koyu, yeniden doldurulmuş küçük
bir bardağa. Son iki gece viskiyle geçti şimdi ise daha çok ev yapımı zehire
düştüm. Yine de sıkıntı yok, burada sert tatlara alışkınız ve ateşe. Pencerenin
ötesindeki yaprak döken ağaçlarının katmerli kara silüetleri ufka doğru uzanıyor. Bardağı boşaltıyorum, tekrar dolduruyorum ağzına kadar, sıvı berrak
ve kanunsuz... sabahın erken saatlerinden şu ana kadar... sonra kayınbiraderimin beklentisini fark edip masanın üzerinden ona doğru kaydırıyorum
bardağı.
Bir dakika geçiyor ve saat tıklamalarını bırakıyor. Michael dışarıda her
zaman olduğundan daha uzun kalıyorsa biliyorum ki gökyüzüne bakıyor, yıldızlara... şakımaya başlayan kuşların ilk notalarını dinliyor. Esintisiz eşsiz bir
sabahın dinginliğini hissetmek, sanki dünya bunu bekliyormuş gibi.
İçeri girdiğinde holde aheste adımlar atmaya çabalıyor, durgunluğunun
ayarı değişiyor. Bir süre sonra kapı aralığında durup pervaza yaslanıyor. İkimiz
de konuşmak istemiyoruz, ihtiyaç duyduğumuz kelimelerin eksikliği... öfke
dolu sözlerin ötesinde söylenecek az da olsa bir şeylerin olduğunu umuyorum,
bunun için ikimiz de fazla hırpalandık. Bardağa doğru hamle yapıyorum, o da
birkaç adım ilerliyor, kalın parmaklarının arasına aldığı bardaktan yavaş yavaş
içiyor. Onu izliyorum, şişede geriye kalan ne varsa yudumluyorum.
“Uyuyor mu?” diyor, başımı sallıyorum evet anlamında. Onu kontrol
altında tutacak birşey verdiler çünkü uyanık kaldığı tüm o günlerden sonra ayaklarının üstünde ancak durabilecek. Bu ev, bizi saran bir hücre gibi.
Düşmüştü, hâlâ düşüyor, bir kenara tutunuyorum. Giden her şey anlamsız
Kayıkçı
• 27
ö y k ü ■
görünüyor şimdi, hayatta kalma çabalarımız, aşk, boşa giden kahkahalar...
Beth’in ölümü paramparça etti bizi. Margareth ve ben, onsuz beş para etmez
korkuluktan başka bir şey değiliz. Hastaneye yattığı ilk günden beri yapmak
istediğim şey, tek başıma oturup ağlayabilmekti. Yirmi sekiz yaşındayım, çocukluğumdan beridir göz yaşı dökmedim ve bunun böyle devam etmesine
izin veremezdim. Margaret ağlıyor, neredeyse kanlı gözyaşları döküyor, bense
sadece orada dikilip kalıyorum, çaresiz, ne ona ne de uzaklara bakar halde...
adam gibi adam olsaydım onu kollarımın arasına alır, gözlerini ve dağınık saçlarını, benimkilerin aksine ıslak ve ateşli yanaklarını yüzüme sürerdim. Yaralı
yüreğinden çıkıp narin bedenini adeta delip geçen iç geçirmeleri... Fakat bu
hâlâ başa çıkabileceğimin ötesinde bir şey. Onun için güçlü olmak istiyorum,
ikimiz de biliyoruz ki ihtiyacı olan şey bu ve belki benim ihtiyacım olan şey
de... fakat yüreğine su serpecek sözler boğazımda tıkanıp kalıyor. Beraberken
iç içeyiz, etrafımdaki dünya dokunulmaz olduğunu düşünüyor. Sanki denizin ortasındaki kayalıklara bırakılmış gibiyim, dipsiz sular ve sert kayalıklar
her yöne bir adım uzakta, yapabileceğim hiçbir şey yok sadece ayağa kalkıp
etrafımdakilere bakmaktan başka; su üstünde kalmaya çabalayan insanlara ve
kıymetlilerimin suya batıp boğulmalarına.
Dışarıda, bu saatte, sabahı iyi biliyorum. Eğer yağmurun tehdidinden
henüz kurtulmadıysam, gün boyunca teknemi yükleyeceğim. Saat dört benim
için erken değil. Bu sabah şafaktan uzaklaşmak yerine yürüyoruz, yürüyoruz
tepedeki eski mezarlığa sahile inmek yerine... ve karanlığın ağırlığını taşıyan
yeni renkleriyle al al olmuş başka bir yüzünü görüyorum zamanın. Başımı
kaldırdığımda yıldızlar tepelerin doruklarından çıkıp geliyor, biz onlara doğru
tırmandıkça kayboluyorlar, gökyüzü eriyor her nefeste her adımda ince bir
mavinin gölgesine dönüşüyor.
“Doktorların daha fazlasını yapabileceğini düşünmüştün” diyor Michael. Sonrasında boğazına bir şeyler düğümleniyor, mahrem bir şeyi yanlışlıkla
sesli düşünmüş gibi mahcup bakışlarını ayaklarına dikiyor. Nefes alıp verişlerini dinliyorum yürürken, nefesi çevrilen sayfaların hışırtısı gibi. Sağ omzunda
kazma asılı. Kürekleri taşıyan benim. “Gencecikti” diye ekliyor devamının
gelmesine engel olamayarak, “o kadar da kötü görünmüyordu. Üşütmüştü
belki de, nezleden bile kötü değildi. Nasıl bu derece geç kalınmış olunabilir
ki! Nasıl bilebirdik!”
Acısını çok görmüyorum, bana meydan okuyan bir tarafı olsa da. Michael ve Beth sadece bir amca-yeğen olmanın ötesinde çok yakındılar, arkadaş
28 • Post Öykü
ç e v i r i
gibi. Hemen hemen bize benziyordu fakat bir tarafı inatla çocuk kalmıştı.
Belki başından hiç evlilik geçmediği için. Belki de bu kadar rahat olmasının
sebebi buydu. Her şekilde sırf onun için aptalı oynadı benim yapamayacağım
şekilde, böyle oyunlara ayıracak vaktim hiç olmamıştı zaten. Yapabileceğimi
yaptım, beraber olduğumuz zamanlarda çokça güldük ama bana düşen çalışmak ve kazanmaktı.
Michael’in sahip olduğu özgürlüğe hiç sahip olmadım, istemedim de.
Bunun ötesinde biz biriz, aynı kumaştan. Benden birkaç yaş büyük o kadar,
bu da mühim değil, kafatasındaki gri benekleri ortaya çıkaracak kadar saçları
kırpılmış. Otuzların başı burada orta yaş ifadesidir özellikle erkekler için. O
zamanlar cildimiz gergindi, vücudumuz, özellikle omuzlar ve göğüs kısmımız
ağları çekmek ve toprağı alt etmek için mukavemet kazandı. Az konuşuruz
sükunet içinde, büyüdükçe rüzgârla kıvrılıp bükülmeye alışarak.
“Kimse bizi suçlamıyor” diyorum, sesim alçak ve boğuk. “Kimsenin
suçu değildi.”
“Hayır” diyor. “Ama gencecikti.”
Tepeye çıkan yolu takip ediyoruz telaşsız, bayıra yaslanarak; acımızın
ağırlığı bizi yere seriyor. Havada aşinası olduğumuz bir serinlik var, ağızlarımıza doluyor, bu konuşmaktan daha iyi ve zihnimizi tazeliyor.
On on beş dakika sonra mezarlığa varıyoruz. Kapı geçmemize yetecek
kadar açılıyor, iki haftalık kuraklık ve batıdan esen rüzgârın taşlaştırdığı çamurun içine giriyoruz. Kayarak düşmüş taşların arasından, öbek öbek püsküllü
çimlerle kaplı patikadan geçerek onu doğu duvarına, eski mezarların uzandığı
yere götürüyorum. Kafam babamla ilgili hatıralarla dolu, onu gömdüğümüz
günle, aydınlığın nasıl olduğuyla, üzerimize dökülen tozlu ışıkla, ıslak Ekim’le,
pederin mırıldandığı duaları etrafımızda savuran rüzgârla... Hatırlıyorum;
gözyaşlarımın dar bir kanaldan çıktığını fakat istememe rağmen akmadığını,
tabutunu aşağıya kirli yerlere indirme vakti geldiğinde nefes almanın ve yutkunmanın ne kadar da zor olduğunu, acıttığını. Diğerleri, arkadaşlar, erkekler,
kadınlar, babamın hayatta iken tanıdığı herkes, sadece ritüelin bir parçasıydı,
parlayan çam ağacından yapılmış tabut, var oluşun üstüne kapanıyordu, adamızın örtüsüne dikilen yeni bir dikiş gibi. Aklım, daha kelimelerin ne anlama
geldiğine dair bir fikriminin bile olmadığı zamandan beri dünyadaki en çok
sevdiğim adamla doluydu. Gitmesine izin vermek kolay değildi. Onu yanımda hissediyordum, benimle, etrafımda... Yüzünü, hikayesini, kalbini bilmem
için onu görmeme gerek yoktu. İşte bunlardı beni yakıp kavuran.
Kayıkçı
• 29
ö y k ü ■
Şimdi onun mezarının başında bunca yılın ardından gömleğimin düğmelerini açıp belime kadar sıyırıyorum. Etrafımızı saran karanlık hafiflemiş,
tepeye yürüdükten sonra tenimi saran soğuk iyi hissettiriyor. Michael sessizlik
içinde beni izliyor, geriye birkaç adım atıyor, ne kadar yere ihtiyacım olduğunu anlıyor. Onun yerine geçiyorum, kazmayı sağ omzumun üstünden kaldırıp, çamura saldırmaya başlıyorum.
Okumaktan her zaman hoşlandım, son yıllarda bu iyice derinleşen bir
şeye dönüştü. Uyumak zor geliyor bana, üç saat uyuyabilirsem bunu iyi bir
gece sayacağım. Margaret yattıktan sonra ışığımdan rahatsız olmasın diye bir
süreliğine mutfakta dalıyorum kitaba kendimi kaybetmek için. Evlenmeden
önce de bu şekilde yaşadım, her zaman bir cep kitabım vardı yanımda. Sanırım yaşantılar arasındaki boşluğu ya da kendi boşluklarımı doldurmak adına.
Bazen tekneye çıktığımda ağlarımı fırlatıp beklerim, sakinleşmek için vaktim
olur, sadece oturup gökyüzünü seyretmek, kızıla boyanan suyun yanıp sönen
renklerinin keyfini çıkarmak ve düşünüp taşınmak için de. Yaz günleri erken
başlar, denizden iki ya da üç mil ötede duyulan tek şey tekneye çarpan dalgaların sesidir, belki arada bir duyulan martı ya da sümsük kuşlarının çığlıkları
ya da yüzeyden kaçan kayıp dalgaların alta giden çarpışları...
Sonra bir nefes alıp başımı sayfadan kaldıracağım, hem evde gibi hissedeceğim hem evin dışında çünkü zihnim uzak diyarlarda olabilme yolu bulmuştur
hep. Binlerce hikaye üşüşüyor beynime belki de yüz binlerce, onlar hakkında
düşünmek, içinde öykülerin olduğu her bir parçası yaratıcıları gibi tükenmekte
olan kelimelerden bir dünyaya götürüyor beni. Onları hayatın müziğiyle, kokusuyla dolduruyorum ve sesleriyle. Benim Teksas topraklarım, Tartar steplerim,
Toplum Adalarım, ayaklarının altındaki toz, toprak, çamur, çimeni hissedecek
kadar canlı ve benim için varlar. Hikayeler, gerçekliği bir madalyonun kaosuna
çevirir, aynı anda herşey doğrudur ve de yanlış. Etrafımızda olup biten herşey
algıladığımız gibidir, ölülerimiz bir anda yok olur ya da her yerdedirler.
Yaşlandıkça kendimi mutlu sonla biteceğini bildiğim romanlardan ve
hikayelerden yana buluyorum, bu onları daha inanılır kıldığından değil gerçeği ters yüz ettiklerinden. Sayfaları arasında yaşarken, gösterdiği dünyadan
daha fazla anlama gelen bir efsanenin içinde yaşamama fırsat veriyorlar. Sonunda her zaman ölüm ve kırık kalpler var ama en azından tutunduğun büyülü atmosfer elinin altında.
Birkaç yıl önce Çinli bir kayıkçı hakkında bende derin etkiler bırakan bir şeyler okudum. O zamandan beri sabahın erken vakitlerinde kendi
30 • Post Öykü
ç e v i r i
teknemde oturduğumda onu düşünürüm hep, iki üç günden beridir zihnimi
meşgul edip duruyor hikayenin adını hatırlayamasam da hatta hikaye mi yoksa roman mı olduğunu da. Bana romanmış gibi geliyor sanki konusunu bir
kaç cümleyle özetleyebilecek gibiyim. Bu kayıkçı bende ses buluyor. Birçok
yönden ruhen ve bedenen babam gibi hissediyorum yani çalışmaktan ve dalgalardan başka dünya hakkında çok az şey bilen, birdenbire kendini kırk bir
yaşında yaşlı ve kamburu çıkmış bir hâlde bulan. O zamanlar cildi güneşten
sararmış, yanmış ve havanın etkisiyle kutsal meşe ağacının kabuğuna dönmüştü. Gözleri, sabahları gölge oyunu meraklısı günün ilk ışıklarına maruz kalışı,
hemen yanıbaşındaki ufukta bitecek kendi sonunun farkındalığı ve yılların
yıpranmışlığıyla iyice zayıflamıştı. Aynı stoacı sabrı, sessizliğe meyili, on yıllardır acılara göğüs geren dik duruşu fark ettim. Hayatları dipsizlikle dengeleyen, dingin bir yalnızlıkla çoşkusu kabaran ve düşüşü korkuyla bekleyen bir
büyü halidir bazılarının sahip olduğu tek şey.
Bunlarla benim aramda yapılan her türlü karşılaştırma büyük ölçüde yüzeysel kalacaktır. Farkın cesaretle ilgisi var. Okuduğum kadarıyla kayıkçının tek
kızı ölür. Bir çeşit ateşli hastalığa yenik düşer. Acıları çok derindir çünkü o ve
karısının evlilikleri gecikmeli olarak aşağı yukarı yirminci yılında kutsanmıştır.
Uzun süren bir haftalık yastan sonra kayıkçı, bir pazartesi günü aile barakalarını
terk edip gitmeyi seçer. Tüle sarılmış küçük kızın cansız bedenini kayığa taşır ve
sazlıkların arasından demir alır. Yol boyunca onları çepeçevre saran karanlıkta
şafağa doğru kürek çekmeye başlar sessizce. Toprak batı göğünün altında ince
siyah bir şerit olduğunda, güneşin krallığı kırmızı paslı bir kan lekesi gibi yükselirken kızını göğe doğru kaldırır, ince kollarıyla bir an kucaklar, soğuk yüzünü
öper, gözlerini ve ağzını kapatır, teknenin yanına doğru indirir, böylelikle deniz,
onun mezarı olabilecektir. Gelgitin içinde kaybolup ya da eriyip oranın bir parçası olduğunda her zaman babasının etrafında olduğu anlamına gelecektir aynı
zamanda. Her sabah ağlarını çekip yayarken ve kürek çekerken onu düşünüp
yanında olduğunu hisseder. Kızı dalgaların içindedir, derinlerin yaratıkları ile.
Okyanustan her damla, okyanusun ta kendisidir aynı zamanda.
Cesaretim olsaydı ipuçlarını takip ederdim. Babam da aynısını yapardı,
eğer ölümden korkmazsan hiçbir şeyden korkmazsın, yaşamak hariç. Varlığınızın basitliği... kendi dünyanızı tamamen kabul edişiniz... işte o zaman sonsuz olursunuz. Korku bizi alaşağı eden ve parçalayan şeydir. Doğruyu söylemek gerekirse kendi adıma ölümden korkmuyorum, hiçbir yer bize yeterince
yakın değil ve ben babam değilim.
Kayıkçı
• 31
ö y k ü ■
Çinliler reenkarnasyona inanırlar; bu, onun aklına ya da başına gelseydi hoşuna giderdi. Kiliseye katıldı, çünkü böyle yetiştirildi adamızdaki geriye
kalan herkes gibi. Ezbere bildiğimiz Katolik duaları, dua edenlerin mırıltıları,
anlam ve değerden sıyrılan iki dildeki kelimeler...Babamı tanıyan herkes bilirdi ki onun kalbi dinden çok başka şeyler için atardı; batıl inançlar, her yerde
okunabilen işaretler, yılın belli zamanlarında belirli kuş türlerini saymak, hendeklerdeki kurbağaları ya da geceleri tilki iniltilerini dinlemek, kumdaki izleri
takip etmek, bir işaret beklentisiyle daima havayı koklamak... bütün bunların
arasında dünyadaki güzelliklere dalardı sessizce, nasıl hayat bulduklarına, insanlardaki belli özelliklerin ve yeteneklerin nerden geldiğine. Aklına kazınmış
denizi biliyordu, gelgitleri, sığ kayalıklardaki akıntıları, uskumru ya da ringa
balığı sürülerinin ne zaman sulara geleceğini, ona bahşedilen bilgiyle, yazıya
dökülmemiş bir hakla, kanla, dalgaları öğrendi santim santim ve yüzlerce şeyi.
Mezarın üstü sert ve kuru ama iki ya da üç metre aşağısı geçen ilk bahardan kalma nemle örtülü. Topuzu ölçülü bir çılgınlıkla vuruyorum toprağa,
her vuruşta toprak, yığınından ayrılıyor, duyulan tek ses ritmik topuz vuruşları ve benim hırıldayan nefesim. Michael geride durup izliyor sonra küreklerle
yanıma geliyor, tekrar kazıyoruz. Bundan daha az önemli şeylerle başa çıktığımız zamanlardaki gibi sürekli ve peş peşe bir uyum içinde çalışıyoruz. Havayı
içimize çekiyoruz ara sıra yüzlerimizdeki teri silmek için duruyoruz. Hayat
çamuru tadıyor, ölü... ciğerleri kum ve çakılla dolu, dili ve dişleri de... boğazının arkasını ağrı gibi tutan kum ve çakıl. Başımızın üstündeki gökyüzü kirli,
bulanık değil ama ışığın yükselmesi kolay değil ya da karanlığın yok oluşu.
Henüz erken yine de yarıdan fazlası bitti. Cenaze töreni on birde, rahiplerin
bizi bekleyeceğini biliyoruz, herkes bekleyecek beklemek bu işin bir parçası,
dualar da. Burada, bu adada kazmak bir çeşit dua gibi, yorgunluk yere seriyor
bizi, kemiklerimiz sızlıyor, bitirinceye kadar durmayacağız.
“Çürümez” demişti birisi babam için uyanışının gecesinde. Bir kuzen
ya da komşu tam olarak hatırlamıyorum kim olduğunu, bir başkasının hayatına adım atan tanınmış samimi biriydi. Hak edilen ölümsüzlük için bir
umudun, kaba olmayan bir şekilde iyi niyetin göstergesiydi. “Şüphesiz ki artık
etten ve tuzdan daha fazlasıydı.” Muhtemelen alkolle gevşemiş konuşmacı
sadece yüksek sesle düşünüyordu ve o gece evimizdeki herkes başlarını sallıyordu. Ağzımı bir şişe Jameson viski ile doldurduğumu hatırlıyorum, söylenenlerin beni incitmesini arzuladım, öfkelendirmesini ya da sadece üzmesini
gururlandırmanın yerine... daha önce hiç böyle olmamıştım ki o, ben değil32 • Post Öykü
ç e v i r i
dim, biz değildik. Orada konuşulan şeylerin gerçek olması umuduyla dolu
olarak babamla gurur duydum ve onun hakkında düşündüklerimle.
Böyle bir gerçeğin var olmadığını bilmek... bunun mezarlıkta onaylanmasına gerek olmadığını bilmeme rağmen gidenden geriye kalan bir şeyin
olmadığını anlamış bulunuyorum hem de yarı beline kadar toprağa batmış
ter ve çamur kokar bir halde. Tabutun pirinç parçaları bile on bir yıl yağmurlarıyla eriyip gider ya da toprağın derinliklerinde yok olur, istese de kimse
ulaşamaz artık.
Çinli kayıkçıyı bir yanılsama olarak düşünüyorum çünkü bu daha güvenli ve kabulü kolay bir düşünce. Babam hikayelerden ibaret değildi. Başından çok şey geçmişti, karısının erken ölümü, bebeklikten itibaren beni
neredeyse yardım almadan büyütmek zorunda kalışı, adanın güney ucundan
üç mil uzaklıkta denizde iki gün bir gece kalışı, bir keresinde fırtınaya kapıldıktan sonra dalgaların onu uzaklara atışı, sadece bir odun parçasına tutunuşu
ve savaştan daha kötü böylesine mücadelelerin ardından mide kanserinin onu
yere serişi... esasen biri gerçek diğeri kurmaca olsa da babamın ve kayıkçının
ruhu bir gözüküyor bana.
Şimdi onu hatırlamak incitiyor beni, kanatıyor, yine de zaman çoğu
yaraları sardı, babamı düşünmek Beth’in başına gelenlerle yüzleşmekten daha
kolay ve onun için ne kadar az şey yapabildiğim gerçeğiyle. Hasta yatağında,
ayakta onun elini tutarken üzgün ve küçülmüş görünüyordu, gözlerini son
kez kapatmadan az önce onunla aramızda kilometrelerce mesafe olduğunu
anladım. Tıpkı Margaret konusunda başarısız olduğum gibi onun hakkında
da başarısız oldum, daha önce hiç olmadığı şekilde bana ihtiyacı olmasına
rağmen. Onun için herşeyden vazgeçeceğime inanmak istiyorum çünkü bana
hayat veren oydu. Sorun şu ki bir şeylerin rüzgârına kapıldım ve eskiden olduğum kişi değilim. Görünüşte hâlâ gözyaşı dökemiyorum, uzaktan hoş görünen bir sakinlik havası içindeyim. Fakat kafam sellerle silip süpürülmüş gibi
gerçeklerle ve inanmak istediklerimle dolu.
Kayıkçı ve kızı hakkındaki bu hikayeyi ne kadar çok düşünürsem onun
gerçekliğini, gerçeklik algısını o kadar çok anlayabilir ve değerlendirebilirim.
Çünkü binlerce kez ölmüş hissediyorum ve bunun ötesinde binlerce hayat
biliyorum. Belki de hepimiz aynıyız, birbirimizi anlayana kadar bir dönüş yakalarız her şeyde. Babam gitmiş olsa bile, esamesi kalmasa bile yine de burada.
Okyanustan her damla okyanustur aynı zamanda. Bir kaç saat sonra Beth ona
kavuşacak. Ulaştığımızda huzur içinde olacağımız bir yerde.
Kayıkçı
• 33
ö y k ü ■
Sonunda Michael kazdığımız delikten tırmanıyor, kenardan aşağıya
doğru eğilip elini uzatıyor. Kazmayı durdurup yukarı bakıyorum yükselen güneşe karşı kirli ellerimi gözlerime siper ederek.
“Hadi!” diyor sert ve yorgun bir sesle. “Yeterince derin. Biraz daha kazarsak petrol bulacağız”
Birkaç saniyeliğine herşey kararıyor sonra altın rengine bürünüyor,
devam etmem neredeyse imkansız. Başımı sallıyorum, uzanan eli tutup beni
yeniden dünyaya çekmesine izin veriyorum.
Billy O’Callaghan
İrlanda’nın Cork şehrinde doğan Billy
O’Callaghan, In Exile (Sürgünde), In
Too Deep (Çok Derinde) ve The Things
We Lose, the Things We Leave Behind
(Kaybettiğimiz Şeyler, Arkamızda Bıraktığımız Şeyler) olmak üzere, üç kısa öykü
derlemesinin ve The Dead House (Ölü
Ev) adlı bir romanın yazarıdır.
2013 Bord Gais Energy İrlanda Kitap
Ödülü sahibi ve Arts Council ve Cork
County Council edebiyat bursları sahibi
olmasının yanı sıra, The Boatman (Kayıkçı) 2016 Costa Kısa Öykü Ödüllerinde
ikincilik ödülü almıştır.
Kısa hikayeleri, Absinthe: New European Writing, Bellevue Literary Review,
Chattahoochee Review, Confrontation,
Fiddlehead, Hayden’s Ferry Review,
Kenyon Review, Kyoto Journal, London
Magazine, Los Angeles Review, Ploughshares, Salamander ve Saturday Evening
Post da dahil olmak üzere, dünya
çapında yüzü aşkın dergi ve edebiyat
dergilerinde yer almıştır.
34 • Post Öykü
ç e v i r i
Kısacık Bir Aşk Hikayesi
V. M. Garşin
Çeviren: Esra Arı
Ayaz, soğuk... Ocak kapıda ve her zavallı insanı, burunlarını sıcak bir
yere sokamayacak olan kapıcıları, memurları, gelişinden haberdar ediyor. Tabii ki gelişinden beni de haberdar ediyor. Kendime sıcak bir köşe bulamadığımdan değil, hayal gücüm yüzünden.
Gerçekten ne için bu ıssız dere kenarında geziniyorum? Rüzgar içlerine
dolup gaz alevlerini dans ettirse de dörtlü fenerler parlak bir şekilde yanıyor.
Onların parlak ışığı, sarayın lüks ve karanlık gövdesini, özellikle de pencerelerini daha da kasvetli gösteriyor. Kocaman parlak camlarda tipinin ve karanlığın aksi beliriyor. Rüzgar Neva Nehri’nin buz çölü üzerinden uluyarak
inildiyor. “Din-don! Din-don!” sesi kasırganın içinden duyuluyor. Katedralin
kulesindeki çanlar çalıyor ve çanın her iç karartıcı darbesi, bendeki odun parçasının buz tutmuş granit döşemeye vuruşuna ve hasta kalbimin sıkışık odacıklarının duvarlarına atmasına denk düşüyor.
Okura kendimi tanıtmalıyım. Tahta bir bacağa sahip genç bir adamım.
Dickens’a özendiğimi söyleyebilirsiniz; Müşterek dostumuz romanındaki tahta bacaklı Silas Wegg’i hatırlar mısınız? Hayır, özenmiyorum; gerçekten tahta
bacaklı genç bir adamım. Ancak böyle olalı çok olmadı...
“Din-don! Din-don!” Çanlar önce iç karartıcı “Tanrı bağışlasın” tonunu çalıyor sonra da saat biri vuruyor. Daha ancak bir! Gün ağarmasına daha
yedi saat! O zaman bu kara, sulu karla dolu gece, yerini gri bir güne bırakacak.
Eve mi gitsem? Bilmiyorum, umurumda da değil. Uykuya ihtiyacım yok.
İlkbaharda da sabahlara kadar bu nehir kıyısında gezinmeyi severdim. Ah,
ne gecelerdi! Onlardan daha güzel ne olabilir ki? Tuhaf kara gökyüzü ve bakışları
bizi takip eden büyük yıldızlarıyla güneyin bunaltıcı geceleri gibi değil. Burada her
şey aydınlık ve zariftir. Renk renk gökyüzü soğuk ve güzel, «bütün gece şafak» olarak bilinen aydır; doğu ve kuzey altın rengine bürünür, hava taze ve keskindir; aydınlık ve mağrur Neva akar, küçük dalgalar sakince nehrin taşlı kıyılarına sıçrar. Ve
ben de bu nehir kenarında dururum. Ve genç bir kız koluma yaslanır. Ve bu kız...
Kısacık Bir Aşk Hikayesi
• 35
ö y k ü ■
Ah sevgili hanımefendiler, beyefendiler! Neden size kendi yaralarımı
anlatmaya başladım ki? Ah zavallı insan kalbinin budalalığı... Yaralandığı zaman her karşısına çıkanla tanışmak için dört döner ve bir kurtuluş arar. Ve
bulamaz. Malumunuz, delik bir tek çorap kime lazımdır. Herkes onu kendinden uzağa atmaya çalışır.
Kalbimin bu yılın ilkbaharında Maşa’yla tanıştığımda yamaya ihtiyacı
yoktu; sanırım dünyadaki bütün Maşa’ların en iyisi. Onunla tam da şimdiki gibi
soğuk olmayan bu nehir kenarında tanışmıştık. Ve bu iğrenç tahta parçası yerine
gerçek bir bacağım vardı; kalan sol bacağım gibi gerçek, muntazam bir bacak. Bir
bütündüm ve tabii şimdiki gibi paytak paytak yürümüyordum. Çirkin bir kelime ama şimdi bunun için zamanım yok... Böylece Maşa’yla tanıştım. Çok basit
bir şekilde gerçekleşti; yürüyordum. O da yürüyordu (hiç çapkın değilimdir yani
değildim şimdi zaten bir tahta parçasıylayım)... Ne olduğunu bilmediğim bir şey
beni itti ve konuşmaya başladım. Öncelikle elbette küstah heriflerden biri olmadığımı vesaire anlattım, sonra da ne kadar iyi niyetli olduğumu filan. İyi niyetli
(artık burun kemiğinin üstünde kalın bir kırışık, çok kasvetli bir kırışık olan) yüzüm onu rahatlatmıştı. Galernaya Caddesi’ndeki evine kadar onunla yürüdüm.
Yaz Bahçesi yakınlarında yaşayan, her akşam kitap okumak için ziyaret ettiği yaşlı
büyükannesinden dönüyordu. Zavallı büyükannesi kördü!
Şimdi büyükannesi öldü. O yıl birçok yaşlı büyükanne öldü. Ben de
ölebilirdim, hatta sizi temin ederim bunun olması ihtimali çok yüksekti. Ama
dayandım. Beyefendiler, bir insan ne kadar acıya katlanabilir? Bilmiyor musunuz? Ben de bilmiyorum.
***
Harikulade. Maşa bir kahraman olmamı emretti ve bu yüzden orduya
katılmam gerekti.
Haçlı Seferi zamanları geçti, şövalyeler artık yok. Ama eğer sevdiğiniz
kız size “Bu yüzük benim!” diyip yüzüğü alevlerin içine atsaydı, çok büyük bir
yangın da olsa, diyelim ki Feyginsk Değirmeni’ndeki gibi (ne kadar da uzun
zaman önceydi!) onu kurtarmak için kendinizi alevlere bırakmaz mısınız? “Ah
ne tuhaf adam, tabii ki hayır” diye cevap vereceksiniz “tabii ki hayır! Gidip
ona on kat daha değerli yeni bir tane alırım.” O da bunun aynı yüzük olmadığını söyler ama pahalı olup olmadığını sorar. Hiç inanmıyorum. Ancak; sizi
yargılamıyorum, okuyucu. Sizin hoşlandığınız kadın da böyle bir şey yapabi36 • Post Öykü
ç e v i r i
lir. Yüzden fazla hisse senediniz hatta “Gregor ve Ortakları’nda” payınız olabilir. Sırf eğlencesine yurt dışından dergi getirtiyor da olabilirsiniz. Çocukken
ateşe uçan kelebeği izlediğinizi hatırlayabiliyor musunuz? Sırt üstü düşmüş,
yanmış kanatlarını sallayarak çırpınıyordu. Bunu ilginç bulmuştunuz, sonra
kelebekten sıkılıp onu parmağınızla ezmiştiniz. Zavallı yaratığın eziyeti sona
ermişti. Ah, merhametli okur! Acım dinsin diye beni de parmağınızla ezebilseniz! Tuhaf bir kızdı. Savaş patlak verdiğinde birkaç gün içine kapanıp sessizliğe
gömülmüştü, ne yaptıysam onu eğlendiremedim.
-Bakın; dedi bana bir gün, onurlu bir insan mısınız?
-Öyle olduğumu kabul edebilirim, diye cevap verdim.
-Onurlu insanlar sözlerini yerine getirirler. Siz savaş taraftarıydınız, savaşmalısınız.
Kaşlarını çattı ve küçük eliyle elimi sıkıca tuttu. Maşa’ya baktım ve ona
tüm ciddiyetimle şöyle söyledim:
-Evet!
-Döndüğünüzde karınız olacağım; dedi bana istasyonda. Geri dönün!
Gözyaşlarım boğazımı düğümledi, neredeyse ağlayacaktım. Ama sağlam durdum ve gücümü toparlayıp Maşa’ya cevap verdim:
-Hatırlayın Maşa, onurlu insanlar...
-Sözlerini yerine getirirler; diye tamamladı cümleyi.
Onu son kez göğsüme bastırıp vagona atladım.
Savaşmaya Maşa için gitmiştim ama vatani görevimi onurlu bir şekilde
yerine getirdim. Sıcak ve soğukta, yağmur altında, toz içinde Romanya’ya cesurca yürüdüm. Özveriyle “azığıma” düşen peksimeti kemirdim. Türklerle ilk
karşılaşmamızda korkaklık etmedim, bu yüzden bana bir haç verildi ve astsubaylığa yükseltildim. İkinci karşılaşmamızda bir şeyler çarptı ve yere düştüm.
İnleme, bulanıklık... Beyaz önlüğünün içindeki doktorun elleri kan içinde...
Merhametli hemşireler... Dizden aşağısı kesilen doğum lekeli bacağım... Hepsi rüya gibi. Nezaketli hanımefendinin sorumlu olduğu rahat yataklı sıhhiye
treni beni hemen Petersburg’a getirdi.
Şehirden, olması gerektiği gibi, iki bacağınla ayrılıyorsun ve bir bacak, diğerinin yerine de bir tahta parçasıyla dönüyosun; inanın bana, bazı şeyler için değer.
Hastaneye kaldırıldığımda Temmuz’du. Adres Masası’ndan Mariya İvanovna G.’nin adresini bulmalarını istedim, iyi kalpli nöbetçi asker onu bana
getirdi. İşte bu o, Galernaya’da!.. Mektup yazıyorum bir tane, bir tane daha,
üçüncüyü de ve cevap alamıyorum.
Kısacık Bir Aşk Hikayesi
• 37
ö y k ü ■
Sevgili okurum, size her şeyi anlattım. Siz bana, tabii ki, inanmadınız.
İnanılmaz bir hikaye; bir şövalye ve sinsi bir hain. “Kelimesi kelimesine eski
bir aşk hikayesi.” Benim zeki okurum, bana boş yere inanmadınız. Benden
başka da böyle şövalyeler var...
***
Nihayet tahta parçasını taktılar ve Maşa’nın sessizliğinin sebebini öğrenebildim. Paytonla Galernaya’ya kadar gittim, sonra uzun merdivende topallamaya başladım. Sekiz ay önce nasıl çıkmıştım bu merdivenleri! İşte sonunda,
kapı. Yüreğim ağzımda kapıyı çalıyorum; kapının ardından ayak sesleri duyuluyor; yaşlı hizmetçi Avdotya, bana kapıyı açıyor ve onun sevinç çığlıklarını
duymadan koşuyorum (farklı uzunluktaki bacaklarla koşmak ne kadar mümkünse) misafir odasına, Maşa!
Yalnız değil; uzaktan bir akrabasıyla oturuyor, üniversitede bir dersi
benimle bitiren, iyi yerlere gelmesi beklenen hoş bir delikanlı. Her ikisi de
şefkatle (sanırım ağaç parçası nedeniyle) beni selamladılar ama ikisi de mahcuptu. Onbeş dakika sonra her şeyi anladım.
Onların mutluluğunun önünde durmak istemedim. Zeki okur pis pis
gülüyor; bütün bu masallara inanmamı mı istiyorsunuz? Kim sevdiği kızı bir
hiç uğruna haytanın birine bırakır?
Birincisi, hiç de haytanın biri değil; ikincisi... İkincisini size söylerdim... Ama anlamazsınız... Anlamazsınız çünkü; günümüzde iyinin ve doğrunun var olduğuna inanmıyorsunuz. Üç kişinin mutsuzluğunu, bir kişinin
mutsuzluğuna tercih ederdiniz. Bana inanmıyorsunuz, zeki okur. İnanmayın,
Tanrı sizinle olsun!
İki gün önce düğün yapıldı; ben sağdıçtım. Tören sırasında, dünyada
benim için en değerli varlığı bir başkasına verirken görevimi gururla yerine
getirdim. Maşa arada bir bana ürkek bakışlar atıyordu.
Kocası da bana özenli ve mahcup bir şekilde davranıyordu. Düğün neşeliydi. Şampanya içildi. Alman akrabalar “Hoch!”*1diye bağırıyorlardı, bana
“der russische Held”**2adını takmışlardı. Maşa ve kocası Lüteriyendi.***3
*
**
***
* Yaşasın (Almanca)
** Rus Kahraman (Almanca)
*** Bir Hristiyan mezhebi.
38 • Post Öykü
ç e v i r i
“Aha,” diye haykırıyor zeki okur “işte; kendinizi ele verdiniz, kahraman
beyefendi! Lüteriyen mezhebinden ne için bahsetmeniz gerekiyordu? Çünkü;
Ortodoks düğünleri Aralık ayında yapılmaz! İşte bu kadar. Bütün anlattıklarınız uydurma.”
İstediğinizi düşünün, zeki okur. Kesinlikle umurumda değil. Bu Aralık gecelerinde Saray Meydanı’nda nehir kenarında benimle birlikte dolaşsaydınız, fırtınayı, çanları, tahta parçamın tıkırtılarını benimle dinleseydiniz;
bu kış gecelerinde ruhumda neler olup bittiğini hissetseydiniz inanırdınız...
“Din-don! Din-don!” Çanlar saat dördü vuruyor. Eve gidip, tek başıma soğuk
yatağıma atlayıp uykuya dalma vakti. Hoşça kalın,okur!
1878
Kısacık Bir Aşk Hikayesi
• 39
ö y k ü ■
Rusya’da Bir Kırmızı Çiçek:
Garşin
V. M. Garşin’in aristokrat ataları, Çar III. İvan döneminde Hıristiyanlığı kabul eden Altın Ordu mensubu Mirza Garşa’nın soyundandır. Çocukluk
dönemi zorluklar içinde geçer. Annesinin isteği doğrultusunda başlatılan hukuki mücadele sonucu henüz beş yaşındayken ailesi parçalandığı için sevdiği
iki kişinin kavgaları arasında kalır. Önce annesiyle, sonra babasıyla ve son olarak yine annesiyle yaşayan küçük çocuğun ilk anımsadıkları, tüm mevsimlerde
kupalarla yapılan o uzun yolculuklardır. Özgeçmiş adlı kısa yazısında kendisinin de işaret ettiği gibi, bu olayların karakterine yansıması kaçınılmazdır. Beş
yaşından sekiz yaşına kadar babasıyla yaşayan Garşin’in üzerinde herhangi bir
kontrol söz konusu değildir. Bu nedenle de Garşin, hiçbir zaman okumadığı
kadar dergi ve yaşına uygun olmadığından anlaması imkânsız olduğu
için daha sonra zararlı olarak değerlendirdiği V. Hugo, N. G. Çernişevskiy, N. V. Gogol, A. S. Puşkin,
M. Yu. Lermontov’un vb. yazarların
birçok eserini okur. 1863 yılında
eski kocasıyla yıllarca sürdürdüğü
hukuk savaşını kazanan annesi V.
M. Garşin’i son olarak babasından
aldığında Petersburg’a götürür ve
bundan sonra bazı aralıklar dışında
yazar, yaşamını başkentte sürdürür.
V. M. Garşin, edebiyata
olan ilgisini üniversitede de sürdürür. 1876 yılında Molva dergisinde
Enskiy Belediye Meclisinde Gerçek
Bir Hadise başlıklı belgesel nitelikli
40 • Post Öykü
mizahi öyküsünü R. A. takma adıyla yayımlatır. Ancak yapılan hata sonucu
bu denemesi R. A. yerine L. A. imzasıyla çıkmıştır. Aynı zamanda bazı genç
ressamlarla tanışıp arkadaşlık kuran V. M. Garşin, Novosti gazetesinde bu sanatçıların resim sergileriyle ilgili yazılar da yayımlamaya başlar. Nisan-Ağustos
1877 döneminde Osmanlı-Rus Savaşı’na katılan V. M. Garşin’in cephede yazmaya başladığı ve tedavi gördüğü hastanede tamamladığı Dört Gün öyküsü,
büyük yazar M. E. Saltıkov-Şçedrin’in yönetiminde çıkan ünlü Oteçestvennıye
Zapiski dergisinde yayımlanır. Eser, o zamana kadar kimsenin tanımadığı genç
yazara büyük ün kazandırır. Kısa bir süre için katıldığı savaş V. M. Garşin’i
öylesine etkiler ki, yalnızca Dört Gün’de değil bundan sonraki eserlerinde de
savaş, insanoğluna zarar veren bir unsur olarak sık sık yer alacaktır. Rusya’nın
güncel sorunlarını ortaya koyan Vaka öyküsünden sonra Korkak adlı eserinde
yeniden savaş konusuna döner. Bunun dışında yazmayı planladığı İnsanlar ve
Savaş öykü dizisinin ilk ve tek bölümünü oluşturan Emir Eri ve Subay ve Er
İvanov’un Hatıralarından eserleri de Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgilidir.
Bu arada, 1879 yılında yeniden alevlenen hastalığı kontrol edilemez
hale gelince, 1880 yılında yine psikiyatride tedavi görür. Tedaviden sonra
1882 yılına kadar yakın bir akrabasının yanında yaşar; doktorların tavsiyesi
üzerine yazarlıktan kendini uzak tutmaya çalışır. Genç sanatçı bu dönemde
artık Rusya’nın en ünlü yazarları arasında yerini almıştır. Bunun sonucunda
Tolstoy’la tanışma imkânı bulur ve Turgenyev tarafından da bir yaz boyunca
malikânesinde kalması için davet edilir. 1883 yılı, Garşin’in hem özel hayatı
hem de sanatı açısından büyük önem taşır. Bu yılda evlenir ve sanatına büyük
önem verdiği Turgenyev’in anısına ithaf ettiği en ünlü öyküsü olan Kırmızı
Çiçek adlı eserini yayımlar. Ancak sağlık durumu gittikçe kötüleşen V. M.
Garşin, bir türlü iç huzuru bulamamakta ve büyük bir ümitsizliğe kapılmaktadır. Çok duygusal olan sanatçı yaşarken de, yazarken de öylesine büyük acılar
çekmektedir ki hassas yapısının daha fazla dayanması mümkün değildir. Yeniden bunalımda olduğu 1888 yılında intihar ederek hayatına son verir.
Post Öykü
• 41
e l e ş t i r i ■
Âşık Şeytan Kör Talih
Emin Gürdamur
hikayenin başına
gidecek olursak, orada,
meleklerin üstadı bir
varlığın, kıskançlık ve kibir
yüzünden sorun çıkardığını
görürüz.
Şeytanın bir kalbi var mıdır? Yoksa o kalpsizin, duygusuzun
teki midir? Semavi dinler, şeytanın
kıskançlık yüzünden cennetten kovulduğunu söylerken aynı zamanda
mecazen bir kalbe sahip olduğuna
işaret ederler. Bu, geçiştirilemeyecek
bir ayrıntıdır. Çünkü özgür iradeye
sahip bir varlığın geçirdiği kıskançlık krizi, oralarda bir yerlerde pek de
örtülü olmayan bir aşkın varlığından
söz edilmesine olanak sağlayacaktır.
Peki, böylesi bir aşk hakkında
kim konuşacaktır? Egemen anlatıların dikenli telleri buna ne kadar izin
verecektir? Kötülüğün kaynağı olarak
görülen şeytan hakkında pek de kötücül sayılmayacak bu nevi yorumlar,
o dikenli teller tarafından hırpalanmayı da beraberinde getirmeyecek
midir? Ya da şöyle soralım: Hangi
semavi dinin mensubu satanizmin
karanlık balçığına düşmeden, aşağılık şeytanı aşk gibi yüce bir duyguyla
ilişkilendirebilecektir? Bunun cevabını peşinen verebiliriz: Şeytanı düalist
bir denklemin unsuru olarak konumlandırmayanlar. Şu hâlde rotamızı İsÂşık Şeytan Kör Talih
• 43
lam dünyasına çevirmemiz gerekiyor.
Çünkü İslam düşüncesinde şeytan,
düalist bir indirgemeciliğin tarafı değildir. Kötülüğün ontolojik şahsiyeti
onda kristalize olmaz. Hatta kötülük
bile Tanrı karşısında özerk bir alan
işgal etmez. Kötülüğün karşısında
ancak iyilik yer alır ve her ikisi bir ihtimal olarak Tanrı’nın iznine, başka
bir ifadeyle iradesine tabidir. Şeytan
da hikmet-i ilahinin bir enstrümanıdır ve bu hâliyle kendinden büyük
bir kurguya hizmet eder. Hristiyanlık
ve Yahudilikte olduğu gibi Tanrı karşısında savaşarak elde ettiği müstakil
bir alanı, imkânı veya kudreti rüyasında bile göremez. Bu rahatlatıcı
arka plan, Müslüman düşünürlerin
onun hakkında daha kolay yorum
yapmalarına olanak sağlamıştır.
Hikayenin başına gidecek
olursak, orada, meleklerin üstadı bir
varlığın, kıskançlık ve kibir yüzünden sorun çıkardığını görürüz. Her
şeyi bilen, kadiri mutlak bir Tanrı’ya
isyan etmenin gerçekte mümkün
olup olmadığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Böylesi bir
isyanın sınırları nereye kadar genişleyebilir? Şeytanın bunlar üzerinde
ne kadar kafa yorduğunu bilmiyoruz
ama tepkisinin fevri olmadığını az
çok kestirebiliyoruz.
Âdem, Tanrı’nın eliyle şekillendirilmiş fakat henüz can verilmemiş bir hâlde yatarken, cenne44 • Post Öykü
tin bekçilerinden olan iblis, ikide
bir onun cansız heykeline yaklaşıp
ayağıyla vurmakta, bir kamışa üfler
gibi içine üflemekte, ağzından girip
arkasından çıkmaktadır. Sonra da o
kıpırtısız, kupkuru heykele, “Sen bir
hiçsin. Eğer sana musallat olsam seni
mahvederim. Eğer sen bana musallat
olsan, seni dinlemem.” demektedir.1
Düşünülmüş, bilenmiş ve son
olarak iddiacı bir üslupla ortaya konmuş isyanının ona mevcut statüsünü
ebediyen kaybettireceğinin farkında
olmalıdır şeytan. Bilge bir varlık olarak Tanrı’nın sonsuz egemenliğinin
dışına çıkmak diye bir seçeneğe sahip
değildir. Zaten bu yüzden sırtını dönüp gitmez. Bilir ki gidilecek bütün
yerler Tanrı’nındır. Huzurdan kovulduğunda son bir ricada bulunarak
mühlet ister. Bu, Tanrı’yla ilişkisinin
devamına yönelik bir niyet beyanıdır
aynı zamanda. Yaşamını, Âdem’in
“secde etmeye değer bir varlık olmadığını” ispata adayarak aslında kurallarını Tanrı’nın koyduğu oyunun
içinde kalmayı seçer.
Şeytanın misyonu belirgin çizgilerle ortadadır. O, vesvese vermek
suretiyle insanları kötülüğe, şerre
ve inkâra meylettirerek kendisi gibi
Tanrı’dan uzaklaştırmak ister. Müslümanların gündelik yaşamlarında sü1
Prof. Dr. Lütfullah Cebeci, Kur’an’a
Göre Melek, Cin, Şeytan, İstanbul:
Şule, 1998, s. 224.
e l e ş t i r i ■
rekli kaçınmak, sakınmak ve ilginçtir
ki anmak durumunda kaldıkları bir
varlıktır. Müslümanlar dünyanın her
yerinde işlerine başlarken, bir iyi niyet beyanı ve ilahi yardım temennisi
olarak, kovulmuş şeytanın şerrinden
Allah’a sığınırlar. Buna karşın kimi
düşünürler onun kötücül kimliği
hakkında, bilinenin aksine yorumlar
geliştirmekten geri durmazlar.
Şeytana dair geleneksel anlamın esnetildiği eserlerin başında
Hallac-ı Mansur’un (ö. 922) Kitab’üt-Tavasin’i gelmektedir. Görüşleriyle İslam dünyasında ortaya çıkan
tasavvufi düşünceyi önemli ölçüde
etkileyen2, hatta belirleyen Hallac-ı
Mansur, günümüze kadar ulaşan
pek çok ekolün felsefi anlamda kurucusu sayılır.
Hallac-ı Mansur, Kitab’üt-Tavasin’de Hz. Muhammed’le iblisi isyan ve iddia sahibi olmak bakımından birbirine hizalar. Bu ontolojik
bir hizalamadır: Nar ve nur nazariyesi. Hallac, iblisin önce niyaz edip
hak yoluna çağırdığını lâkin sonunda kendi kuvvetine sığındığını; Hz.
Muhammed’in ise önce iddia ettiğini
fakat neticede kendi gücüne bel bağlamaktan vazgeçtiğini; bu durumun
ikisine de yaraştığını belirtir. Ayrıca
şeytanın Âdem’e secde etmemesinin
2
Süleyman Uludağ, “Hallac-ı Mansur”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul:
TDV, 1997, c. 15, s. 378.
arka planında tevhit inancının saklı
olduğuna dikkat çeker. Hallac’a göre
gök sakinleri içinde İblis gibi muvahhit (birleyen) yoktur. Fakat sonra
tefrite varınca lanetlenmiştir. Bu aşırılık aşktır. İblis, Allah’tan başkasına
secde etmeyerek kendince bu aşka
sadık kalmıştır. İblis, sevgi konusunda gerçek bağlılardan olduğunu
iddia etmektedir. Seven için ayrılığın
mümkün olamayacağını vurgular.
Yaptığına pişman değildir. Hallac,
şeytana tercüman olur: “Bana ebetler
boyu ateşiyle azap etse de ondan gayrısına eğilmem. Ne bir kişi önünde
secde ederim ne de bir ceset huzurunda diz çökerim. Ne oğul tanırım
ne zıt. Davam sadıklar davasıdır.”3
Kitab’üt-Tavasin’de Hz. Musa
ile iblis arasında geçen bir diyalog
da aktarılır. Hz. Musa, Tur Dağı’nın
yamacında karşılaştığı iblise, Âdem’e
neden secde etmediğini sorar. İblis,
tek Tanrı inancı yüzünden Allah’tan
başkasına secde etmediğini söyler.
Buna karşın Hz. Musa, ona emre
karşı gelmiş olduğunu hatırlatır. Şeytan’ın cevabı felsefidir: “O bir imtihandı, emir değil.”4 Allah’ın emri ile
iradesi arasındaki farka dikkat çeken
şeytan, vuku bulan sürecin Allah’ın
3
4
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Hallac-ı
Mansur ve Eseri (Kitab’üt-Tavasin),
İstanbul: Fatih Yayınevi, 1976, s.
114.
Öztürk, age, s. 112.
Âşık Şeytan Kör Talih
• 45
iradesi çerçevesinde gerçekleştiğinin
altını çizer.
Hz. Musa bu defa iblisin büyük yarasını deşercesine, “Onu hâlâ
hatırlar, anar mısın?” diye sorar. İblis,
“Ey Musa, oluşturduğu hadiseyle birlikte yaratılan düşünce hatırlanmaz,
hatırlanamaz. Aynı anda hem ben
anılıyorum hem o.” diye cevap verir.5
Şeytanın şerrinden sakınıp Allah’a sığınanlar, onu Allah’la aynı söz içinde
anmış olacaklardır. İblis için bu, ezelî
düşmanı insana karşı kazandığı ikinci zaferdir. Aşkın nevrotik yankısıyla
karşı karşıyayız. Şeytan kör değildir,
cahil hiç değildir. Davetçidir ve bu
konuda uzmanlaşmıştır. Eskiden gök
ehli arasındayken meleklere iyilikleri,
güzellikleri gösterirken şimdi yerde
insanlara çirkinlikleri, kötülükleri
göstermektedir. Cehenneme gidecek
olması onun Allah’a âşık olmasına
mani değildir. Kaldı ki bu hastalıklı
tutku, kıskançlıkla daha da derinleşecektir.
Annemerie Schimmel, Hallac’ın şeytan üzerine çok kafa yorduğunu, bir zamanlar meleklere
öğretmenlik yapan bu varlığın trajedisini kendisine benzettiğini söyler:
“Özünde şeytanın itaatsizlik etmesini isteyen Tanrı idi; yoksa o kendi
iradesiyle emre itaatsizlik edemezdi.
Gerçek âşık, sevgiliye itaatkârdır ve
sevgiliden yüz çevirmek yerine, onun
lânetini bir şeref nişanesi olarak kabul eder. Hallac’ın bazen kendine de
atfettiği şu mısralar, şeytanın çıkmazını tasvir etmek açısından dikkate
şayandır: Elleri bağlı denize attı ve
seslendi: Dikkat et, su ıslatmasın seni.”6 Hallac-ı Mansur uzmanı Fransız
Lois Massignon da bu bahiste emir
ile irade ayrımını, Hallac’ın orijinal
buluşu olarak nitelendirir.
Aşk Kahramanı Olarak Şeytan
İ
lk olarak Hallac
tarafından yüksek sesle
dile getirilen yorum,
şeytanın anlamını,
Allah’tan başkasına secde
etmeyen bir aşk kahramanı
5 derinleştirmiştir.
Öztürk, age, s. 113.
olarak
46 • Post Öykü
Feridüddin Attar da (ö. 1221)
şeytanın insan karşısında elde ettiği
bu mevzinin farkındadır. İlahiname
adlı eserinde şeytanı vefalı bir sevgili,
sadık bir âşık olarak betimler. Allah’ın
iblise kahırdan bir elbise giydirdiğini,
6
Annemarie Schimmel, Hallac, Çev.
G. Ahmetcan Asena, İstanbul: Pan,
2011, s. 25.
e l e ş t i r i ■
böylece onu avamın gözlerinden gizlediğini söyleyen Attar, şimdi iblisin
elinde Allah’ın kahrından bir cirit
olduğunu, ilahi huzurun kapısında
beklediğini, oraya ayak basmak isteyenlerin evvela euzu çekerek iblisi
anmaları gerektiğini vurgular. Attar,
ünlü eseri Tezkiretü’l-Evliya’nın “Ebu
Hüseyn Nuri Bahsi” bölümünde,
Nuri’nin bir gün bir adamla oturup
hüngür hüngür ağladığını, adam gittikten sonra Ebu Hüseyn Nuri’nin,
“Bu iblisti. (Allah’a asi olmadan evvel) İfa ettiği hizmetleri hikaye edip
başından geçen macerayı anlattı ve
hicran derdinden sızlandı durdu.
Gördüğünüz gibi, o ağlayınca dayanamayıp ben de ağladım.” dediğini
aktarır.7
İbn Arabi’nin (ö. 1240) iblis
yorumu da yerleşik yaklaşımlardan
farklıdır. Onun yorumu, iblisi Hz.
Muhammed’le değil Hz. Âdem’le
karşılaştırmasıyla Hallac-ı Mansur’dan ayrılır. İblis emre itaat etmemiş, Âdem yasağa riayet etmemiştir.
Zaten ilahi teklif iki kısımdan oluşur: Emir ve yasak. Âdem hatasını
kabullenip pişman olmuş, iblis ileri
giderek cehennemliklerden yazılmıştır. Allah Âdem’e yapma derken ona
âdeta “aslından ayrılma” demiştir.
7
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya,
Çev. Prof. Dr. Süleyman Uludağ,
Bursa: İlim ve Kültür Yayınları,
1984, s. 505.
Mümkünün hakikati yapmamaktır.
Emir ise yapmayı içerir, “aslından
çık” anlamına gelir. Emir nefse yasaktan daha ağır gelir. Çünkü o aslın
üzerinde bir değişim teklifidir. İblisin
yaratılış amacı, insanları saptırmaktır. Allah’ın ona bahşettiği özellik
yüzünden gururlanmıştır. Bu yüzden
onun günahı, bahtsızlığın ebediliğini gerektirmez. Yine de bahtsızlardan yazılmıştır. Her ne kadar şirke
düşmemiş olsa da şirk ehline özgü
özelliklere sahiptir. Zaten yeryüzüne,
şirke düşsün diye indirilmiştir. Kendisi muvahhittir fakat insanları inkâra teşvik ettiği için şirk suçu işlemiş,
müşrik olmuştur. Hatta sebep olduğu bütün günahlar ona yazılacaktır.8
İlk olarak Hallac tarafından
yüksek sesle dile getirilen yorum,
şeytanın anlamını, Allah’tan başkasına secde etmeyen bir aşk kahramanı
olarak derinleştirmiştir. O hem en
büyük muvahhit hem de en büyük
kâfirdir. Kibirden de kaynaklanmış
olsa Allah’tan başkasına secde etmediği için muvahhit, onu var eden
kudretin emrine karşı geldiği için
kâfir olmuştur. Âşık şeytan nazariyesi
daha sonra İmam-ı Gazali’nin kardeşi
Ahmed Gazali (ö. 1126) tarafından
geliştirilecektir. Gazali, iblisin ebedî
cehennemi göze alarak Allah’tan baş8
Suad el-Hakîm, İbnü’l Arabî Sözlüğü, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul:
Kabalcı, 2005, s. 313.
Âşık Şeytan Kör Talih
• 47
kasına secde etmemesini, ona olan
yüce aşkına bağlar. Aşk ve sadakat birinden öğrenilecekse o kişi şeytandır.
Bu görüş Ahmed Gazali’nin öğrencisi Aynülkudat (ö. 1131) tarafından
teorik bir zemine oturtulacaktır. Hz.
Muhammed’e nispet edilen hidayet
ile iblise nispet edilen delaletin mecazi olduğunu dile getiren Aynülkudat,
gerçekte ilahi aşkın ikiye bölündüğünü, birbirini tamamlayan parçaların
“bu iki yiğit” arasında paylaştırıldığını
savunur. Allah birini rahmet diğerini
cebbar sıfatından yaratmıştır. İkisi beyazla siyah, yerle gök, araz ve cevher
gibi birbirinin tamamlayıcısıdırlar.9
Bu yorumlar daha sonra Yezidilerin
iblise hürmetkâr akidesinin gelişmesinde önemli rol oynayacaktır. Vahdet
görüşü ile nur ve nar nazariyesi, Goethe’nin Faust’unda da Mefistofeles
tarafından benzer şekilde dile getirilecektir: “İnsan, bu küçük delilik âlemi,
kendisini bütün sayıyorsa, ben başlangıçta her şey olan parçanın bir parçasıyım. Aydınlığı doğurmuş karanlığın
parçasıyım. O mağrur aydınlık ki
kendisini doğurmuş olan karanlığın
elinden yerini ve fezasını almak ister;
ama başaramaz. Çünkü ne kadar uğraşsa cisimlere yapışır kalır.”10
9
10
Süleyman Uludağ - Nurettin Bayburtlugil, “Aynülkudât el-Hemedânî” İslam Ansiklopedisi, İstanbul:
TDV, 1991, s. 281.
Goethe, Faust, Çev. Ord. Prof. Dr.
48 • Post Öykü
Mutasavvıfların konu üzerinde konuşma rahatlıkları dikkat çekicidir. Zaten İslam düşüncesinde her
şey kadiri mutlak Allah’ın iradesiyle
gerçekleştiği için şeytan ve ondan sadır olan kötülük de Hristiyanlıktaki
gibi ontolojik bağlama sahip değildir.
Daha çok metaforiktir. Zaten İslam
itikadına göre her şeyi bilen Allah, bu
hikayenin de sonunu bilmiş olacağı
için Kur’an’da Allah ile şeytan arasında geçen diyalog, literal anlamının
ötesinde sembolik bir yorumla da
okunacaktır. Buna göre bir metafor
olan şeytanın yapıp ettiklerini insan,
kendi psikolojik deneyimleriyle anlayabilir. Şeytan insanı yaratıcısından
uzaklaştıran hataların kişileştirilmiş
anlamıdır.11
Şeytan, gururu ve kıskançlığı yüzünden Allah katındaki yüksek
değerini kaybetmiştir. Lanetlenmiş
ve insanların “apaçık düşmanı” olarak ilan edilmiştir. Artık onun görevi,
imtihan edilen insanı yoldan çıkarmaktır. Şeytan bunu yaparken hiç de
gönülsüz davranmayacak, Tanrı’nın
huzurundan kovulmasına neden
olan insana var gücüyle saldıracaktır. Bununla birlikte o sadece aşkın
ve küfrün değil, firakın da üstadıdır.
11
Sadi Irmak, İstanbul: İstanbul Kitabevi, 1960, s. 52.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Kıssaların
Dili, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2013, s. 112.
e l e ş t i r i ■
Ayrılığın ne olduğunu en iyi şeytan
bilir. Çünkü vaktiyle varlığın ve yokluğun sahibi Allah’ı müşahede etmiş,
onun iltifatına mazhar olmuştur.
Kıskançlığın Burcunda
Mevlana’nın (ö. 1273) Mesnevi’sinde geçen “Muaviye ile İblis” hikayesinde ise şeytanı, geçmiş günleri
özlemle yâd ederken görürüz. Orada
âdeta Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya’sında
Ebu Hüseyn Nuri’yle ağlaşan şeytanın sesini duyar gibi oluruz: “Biz de
sarhoşlarındandık bu şarabın. Onun
dergâhının âşıklarındandık. Göbeğimiz onun sevgisi üzerine kesilmiştir.
Onun aşkı canımıza ekilmiştir. Zamandan güzel günler görmüştük. Baharda rahmet suyu içmiştik. Ekmedi
mi bizi onun faziletli eli? Bizi yoktan
alıp çıkaran o değil mi? Ondan çok
okşamalar gördük. Rıza bahçesinde
(biz de) dolaştık. Rahmet eliyle başımızı okşardı. Bizden lütuf pınarları
akıtırdı. Süt arayan bebeklik zamanımda beşiğimi kim salladı? (Elbette)
O. Onun sütü dışında kimin sütünü
içtim? Onun tedbiri dışında beni
kim büyüttü?” 12
Tanrı’yla bu kadar yakınken
bir anda lanetlenen ve huzurdan ko12
Mevlana Celâleddin Rûmî, Mesnevi,
Çev. Derya Örs-Hicabi Kırlangıç,
Konya B. Belediyesi, 2010, s. 298,
299.
vulan şeytan, aşkın en ateşli makamını yaşamaktadır: Kıskançlık. Ahmed
Gazali, “Kıskançlık parlayınca acımasız bir kılıç kesilir.” der.13 Dönüp
sahibini yani âşığı kahreder. Aşk bu
yüzden ilmeği kendi boynuna geçirmektir. Zaten sefalet, zillet, zaaf, fakirlik, çaresizlik âşığın; kudret, azamet
ve büyüklenme maşukun sıfatlarıdır.
Bu felsefeye göre âşıkla maşuk zaten
birbiriyle dost olamaz, olmamalıdır.
Onların düşmanlıktan ve ayrılıktan
ödün vermemeleri icap eder. Fakat
ne bu düşmanlık bildik düşmanlıklara benzer ne de ayrılık bildik ayrılıklara. Düşmanlık dostluğun, ayrılık
vuslatın temelidir: “Aşk ayrılığı da kavuşmayı da yutar. Vuslatın gerçekliği
aşkın kursağında olduğundan, ayrılık
imkânı ortadan kalkar. Bunu herkes
anlayamaz. Vuslat ayrılığın, ayrılık
Â
13
şık şeytan, kaderini
değiştiremeyeceğinin
farkındadır. Kör talih onu
tercihinin
sonuçlarıyla baş
Ahmed Gazali, Âşıkların Hâlleri
(Sevânih’u-l
Uşşâk), Çev. Turan Koç
başa
bırakmıştır.
– Mehmet Çetinkaya, Ankara: Hece,
2009, s. 88.
Post Öykü
• 49
da vuslatın bizatihi kendisi olunca,
ayrılık kavuşmanın ta kendisi olur.”14
Şeytan için Âdem rakiptir. Divan edebiyatında âşık ve maşukun yanı sıra
rakip de temel karakterlerden biridir.
Şiirden şiire sıçrar, umutsuzluk aşılar,
kahra sebep olur. Ne var ki Âdem’i
kendisine rakip gören şeytan, divan
şiirinde kendisi rakibe benzetilir. Sevgilinin nurunu çalmaya çalışan kim
varsa onunla özdeşleştirilecektir.15
Hiçbir şey iblisin vuslat ehline özenerek bakmasına sebep olmaz.
O, aşkın yüce niteliğinin ayrılıkta
ve nefrette saklı olduğundan emindir. Bu bahiste Ahmed Gazali, Sa’d
suresinde Allah ile iblis arasında geçen konuşmanın ayrıntılarına dikkat
çeker. Orada Allah, iblise “Lanetim
üzerine olsun!” derken iblis ona, “İzzetine yemin olsun ki” diye cevap
vermektedir. Gazali bu cevabı şöyle
tefsir eder: “İşte ben, sendeki bu izzet
ve istiğnayı seviyorum; zira senin hiç
kimseye ihtiyacın yoktur; hiçbir şey
sana uygun ya da denk değildir. Öyle
ki eğer denk olsaydı, o zaman tam bir
izzet ve istiğna olmazdı.”16
Bir yerde aşk varsa kaçınılmaz
olarak orada rakip ve kıskançlık da
olacaktır. Hatta bir görüşe göre kıs14
15
16
Gazali, age., s. 18.
İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul: Kapı, 2016, s.
431.
Gazali, age., s. 84.
50 • Post Öykü
kançlık aşkın arızi bir çıktısı değil bizatihi annesidir. İspanyol düşünür ve
yazar Miguel de Unamuno, Sis romanında bahtsız âşık Augusto’ya şunları
söyletir: “Aşk, kıskançlıkla beraber
doğuyor galiba; aşkı açığa vuran kıskançlıktır. Kadın erkeğe yahut erkek
kadına istediği kadar âşık olsun; erkek, kadının bir başka erkeğe, kadın
da erkeğin bir başka kadına baktığını
görmedikçe, ikisi de bu aşkın farkına
varamazlar; birbirlerine âşık olduklarını, kendi kendilerine bile itiraf edemezler; hatta sahiden âşık bile değildirler. Bütün dünyada bit tek erkekle
bir tek kadın olsaydı da bu ikisinden
başka kimse bulunmasaydı, bunların
birbirlerine âşık olmaları imkânsız
olurdu.”17
Kıskançlık, âşığın zihnine köz
gibi sıçrar. Yangın, bütün duyguların
doluştuğu odanın başköşesine kurulmuştur artık. Tutku kanser gibi cömertçe büyüyecektir. Bu şeytani ateşten âşık da maşuk da payını alacaktır.
Othello’yu zehirleyen şüphe, aşkı var
eden, besleyen hayati damarlar sayesinde onun bütün hücrelerine yayılmayı başarmıştı. Mesnevi’de şeytan
isyan sebebini kıskançlıkla gerekçelendirir. Onu ilahi rızadan kıskançlık
uzaklaştırmıştır. Bundan ötürü sebebi değil, sebebin öncesindeki mazhar
17
Miguel de Unamuno, Sis, Çev. Behçet Necatigil, İstanbul: Can Yayınları, 2019, s. 127
e l e ş t i r i ■
olduğu lütfu esas alır: “Sebep sonradan olma bir şey olduğundan ben sebebe bakmam. Çünkü sonradan olan
şey sonradan olan başka bir şeye yol
açar. Önceki lütfa bakarım, sonradan
olan her şeyi iki parça kılarım. Diyelim ki secdeyi terk etmem kıskançlıktandı. (Ancak) o kıskançlık, inat
değil, aşk yüzündendi. Her kıskançlık elbette aşktan doğar. Sevgiliyle bir
başkası olmuştur çünkü.”18
Bana Bak Yeter Tanrı’m
Modern İslam düşüncesinin
önemli temsilcilerinden biri olan
Muhammed İkbal (ö. 1938), sadece kendi kültür havzasından değil
bütün dünyadan beslenmiştir. Bilgisi ve eğitimiyle özel biridir İkbal.
Hindistan’dan Almanya’ya, İran’dan
İngiltere’ye, Arap ülkelerinden Fransa’ya pek çok kültürel birikimle dil
zenginliği sayesinde doğrudan irtibat
kurmuştur.
Batı’yla yoğun etkileşim içinde olan Muhammed İkbal, Cavidname’yi (Sonsuzluk Kitabı), Dante’nin
İlahi Komedya’sına nazire olarak yazmıştır. Eserde, Zinderud adlı bir kişi
Mevlana’nın rehberliğinde feleklere,
yıldızlara seyahat eder, karşılaştığı
kimi kişilerle dinî, felsefi konuşmalar
yapar. Bir tür İkbal’in miracı denilebilecek eser, genel olarak onun felsefesiyle yoğrulmuştur.19 İkbal, Hallac
ve Mevlana’nın açtığı yoldan kendine özgü bir ses inşa etmiştir. Şeytan
lanetlendikten sonra aşk kadar firakın da pençesindedir. İkbal, “Ayrılık
Ehlinin Üstadı İblis’in Görünüşü”
şiirinde bundan söz eder. Şeytan,
karanlıkta beliren bir ateşin içinden
ihtiyar biri olarak çıkagelir. Rumi,
gelenin kim olduğunu bilmektedir.
“Rumi dedi ki: İşte ayrılık ehlinin üstadı! Tepeden tırnağa suziştir, bardağı
kanla doludur!”20 Şeytan’ın şiire masum bir imajla girişi sürpriz değildir.
Çünkü İkbal, kişileri ve olayları yerleşik bağlamlarının dışında yorumlayabilen, bu şekilde düşünce evrenini
alabildiğine esnetebilen, evrensel bir
dil kuran, ortaya koyduğu bilinç düzeyiyle Hallac, Mevlana, Dante, Milton, Goethe gibi şahsiyetlerle ruhsal
akrabalık kurabilen bir şairdir.
İblisin konuşmaları da bu bilinç düzeyinden nasibini alacaktır:
“Ey habersiz! Ben secdeden vazgeçtim - ben, iyi ve kötünün orgunu
çalıyorum! Hakkın varlığını inkâr et19
20
18
Mevlana Celaleddin Rumi, age. s.
299.
Gönül Yonar, “Bir Medeniyet Tasavvuru Olarak Zinderud’un Tılsımlı
Kapısı” Hece Dergisi, Muhammed İkbal Özel Sayısı, Ankara: 2013, s. 431.
Muhammed İkbal, Câvidnâme, Çev.
Prof. Dr. Annemarie Schimmel,
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,
1989, s. 331.
Âşık Şeytan Kör Talih
• 51
tim sanma! Gözünü batına aç, zahiri
bırak! Eğer, o yoktur, deseydim aptallıktan olurdu; çünkü onu gördükten sonra nasıl, o yoktur, diyebilirim?
Ben lâ perdesinden belâ söylemişimdir; söylediğim, söylemediğimden
daha hoştur.”21 Reddedişinin arkasında saklı onaya dikkat çeken iblis,
gene irade meselesine göndermede
bulunur. Âdeta, Tanrı’nın emrini
reddettim çünkü dilediği bu yöndeydi, demeye getirir. Bununla da
kalmayıp insanın, iradesine ve özgürlüğüne şeytanın büyük fedakârlığıyla
kavuştuğunu söyler.
Muhammed İkbal şeytanın
temsil ettiği yerin hürriyet ve irade
ile ilişkisini Cebrail Kanadı’nda yer
alan “Cebrail ile Şeytan” başlıklı şiirinde açar. Orada vahiy meleği, eski
dostu şeytana, her zaman göklerde
ondan bahsedildiğini söyler ve bu
yırtık eteğin dikilmesinin mümkün
olup olmadığını sorar. Şeytan hiçbir
şeyin asla eskisi gibi olmayacağının
farkındadır. Secde etmeyerek ilahi
gazabı üzerine çekmiştir. Cebrail bu
defa şeytana, yaptığı şey yüzünden
bütün meleklerin ününe gölge düşürdüğünü söyler. Çünkü gök ehli
isyanı ilk onunla tanımıştır. Bunun
üzerine şeytan, göz alıcı ifadelerle
yeni rolünün kritik öneminin farkında olduğunu ortaya koyar: “O
cüretim sayesindedir insandaki gelişme zevki. Fitnelerimdir akıl ve bilgi
elbisesinin ilmekleri. Sen hayır ve şer
savaşını sadece sahilden izliyorsun.
O fırtınanın şamarlarını yiyen kim?
Sen mi ben mi? Hızır da çaresiz, İlyas
da çaresiz bu durumda. Fırtınalarım
doldurdu dere, nehir ve denizleri!
Eğer görüşme nasip olursa Allah’a bir
sor. İnsanoğlu kıssasını kimin kanı
renklendirdi? Sen sadece Allah hû,
Allah hû, Allah hû çekersin. Ben ise
o ezelî yaratıcının kalbine batarım diken gibi.”22
İkbal’in felsefesinde şeytan
Tanrı’nın değil insanın düşmanıdır.
Bu düşmanlık aynı zamanda yaşamın
kaynağıdır. Kötü, iyiliğin sınırlarını belirler. Kötünün olmadığı yerde
iyilikten söz edilemez. İnsanoğlu kıssası, iradenin sınanmasıdır. Bu sınamada kötülüğün sınırlarını esneten,
kişileştiren aktör şeytandır. Burada
İkbal’in şeytanıyla Goethe’nin şeytanı arasında benzerlik söz konusudur.
Her ikisi de Tanrı tarafından insanı
aktif iyiliğe kışkırtmak için vardır.
Annemarie Schimmel, İkbal’in şeytan hakkında bu kadar
cesur bir düşünce geliştirebilmesinin arka planında Hallac’ın görüşlerinin yattığını söyler ve Ruzbihan
Baklî’nin tefsirinde Hallac’ın görüş22
21
İkbal, age, s. 333, 334.
52 • Post Öykü
Muhammed İkbal, Cebrail Kanadı,
Çev. Celal Soydan, Ankara: Hece,
2015, s. 164, 165.
e l e ş t i r i ■
lerinin yer aldığı diyalogu hatırlatır.
Âdem’e secde etmemesi üzerine Allah, iblisi ebedî azapla tehdit etmiş,
bunun üzerine iblis, “Azap ederken
bana bakacak mısın?” diye sormuştur. Allah’tan “Evet.” yanıtını alınca
da “Senin bana bakman, azaba tahammül etmeme kâfidir. Dilediğini
yap bana.” demiştir.23
Bütün coşkusuna karşın şeytan
yorgun gözükmektedir. Bu yorgunluğun iki sebebi vardır. Biri aşktan diğeri
musallat olduğu insanın kendisi için
çok zayıf bir av olmasından. Nitekim
İkbal, “İblis’in Feryadı” şiirinde onun
bu duygularına da tercüman olur:
“Ey sevap ve günahın Rabbi. Âdem’in
sohbeti harap etti beni! Emrimden
asla yüz çevirmedi. Benliğine gözünü
kapattı, bulmadı kendini! Toprağı,
isyan zevkine yabancı. Uluların kıvılcımlarına yabancı. Av olmuş, avcıya
tut diyor beni. Yazık! İtirazsız uygular
emirlerimi! Hatırla da geçmiş ibadetlerimi. Böyle bir avdan sen koru beni!
Yüce azmim bu sebeple alçaldı ya! Vay
bana, vay bana, vaylar bana! Yaratılışı ham, zayıf düşmüş azmi. Bu rakip
kaldıramaz benim darbemi! Gönül
gözü açık bir kul lazım bana. Daha
olgun bir rakip gönder bana!”24
23
24
Muhammed İkbal, Câvidnâme, Çev.
Prof. Dr. Annemarie Schimmel, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1989, s. 332.
Muhammed İkbal, Cavidname, Çev.
Halil Toker, İstanbul, Kaknüs, 2008,
Âşık şeytan, kaderini değiştiremeyeceğinin farkındadır. Kör talih
onu tercihinin sonuçlarıyla baş başa
bırakmıştır. İnsanı kötülüğe sürüklemek için yoğun mesai harcamasına
da gerek yoktur. Muhammed İkbal’in, “Şeytanın Dilekçesi” şiirinde
şeytan, kâinatın yaratıcısına şöyle seslenir: “Haberin yok mu senin; cennetteki huriler cennetin boş kalacağı
düşüncesiyle kederlenirler? Siyaset
adamları toplumların şeytanlarıdır;
göklerin altında artık bana ihtiyaç
kalmamıştır!”25
25
s. 189.
Muhammed İkbal, Cebrail Kanadı,
Çev. Celal Soydan, Ankara: Hece,
2015, s. 189.
Âşık Şeytan Kör Talih
• 53
İnsan ve
Gülşen Funda Çelik
İch kann nict träümen
Niemand traäumt.1
Thomas Bernhard,
In Hora Mortis
Rüya
Çünkü ilerlemek,
ilerlediği halde gerilere
düşmek insan olmanın,
insanca yürümenin bir
göstergesidir.
54 • Post Öykü
İnsan bir rüyanın içine uyanır. Bir rüya içre olduğunu anlaması,
rüyanın başka rüyalara açımlanacağını bilmesi, görünümlerin (vision)
bir anlamının olduğunu fark etmesi
beklenir. “İnsanın bu kocaman çuvaldaki, evrenin bu göbeğindeki, bu
gelecek şeylerin rahmi ve geçmiş şeylerin kabrindeki, bu bitmeyen hikayedeki bütün diğer her şeyle nasıl bir
ilişki içinde olduğunu tanımlamaya
çalışmanın bir yolu2” olarak kurgu, yani hikaye; rüya bilincini, asıl
hikayeyi görebilme yetisini insana
hatırlatacaktır. Daha doğrusu hatırlatmalıdır.
1
2
Rüya göremiyorum / Hiç kimse rüya
görmüyor.
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Ursula
K. Le Guin, Metis Yay., 2011.
e l e ş t i r i ■
Aykut Ertuğrul, “modernlik
öncesi dünyanın rüyalarla aynı maddeden” yapıldığını söyler. Fakat modernizmle birlikte insan, ...kolektif
bilinçten kopmuş, kendi benliğine
bulanmış, toplumdan ve toplumsallıktan kaçan kusurlu rüyalar görmeye
başlamıştır.”3 Büyülü olan insandan
çekilip alındığında, Yaradan ile insan
arasında bir haberci olarak rüya atı
sahihliğini yitirip kurumuş bir deriye
döndüğünde, hikaye geçmiş zamanın ruhunu ve bilge insanın nefesini
getirmediğinde insan aynasına, yani
rüyasına bakar fakat ne gördüğünü
anlamaz. Hatta hatırlamaz bile.
“Rüya dilinin evrensel bir dil
olduğunu” söyleyen Erich Fromm,
bu evrensel dilin tarihin akışı içinde
oluşan tüm kültürler için aynı olduğunu savunur. Ona göre “mitlerin,
masalların ve rüyaların dilini anlayabilmek için bu sembol dilini çözmek gerekmektedir.4” İnsan da içine
doğduğu rüyayı, içinde kendini oluşturup bozduğu rüyayı sözlü yahut
yazılı dilin duvarlarına çarpa çarpa
anlatmaya, anlamaya, tabir yerindeyse “okunmamış bu mektubu yorumlamaya” çalışır. Fakat “derya içre
olup deryayı bilmemesi” bir yandan,
deryayı her anlattığında onu yeniden
3
4
Kusurlu Rüya, Aykut Ertuğrul, Ketebe Yay. 2019
Rüyalar, Masallar, Mitler. Erich
Fromm, Say Yay., 2017
yaratması bir yandan, deryayı anlatacak çalgı aletlerinden yoksun olması
bir yandan, deryayı anlayacak kalpten uzaklaşması bir yandan.
“İnsanlar kavrayamıyorlar onu
Duymadan önce de
Bir kez duyduktan sonra da.
Ötekilerse
Bilmiyorlar yaptıklarını uyanıkken
Uykudayken yaptıklarını
Unuttukları gibi.” 5
Yol
İnsan bir yolu yürür. Bir yol
üzere olduğunu görmesi, yolun başka yollara eklemleneceğini bilmesi,
yolda karşılaştıklarının bir anlamının olduğunu fark etmesi beklenir.
İnsan bilincinin yahut varoluşunun
anahtarı konumundaki yol; kapının
ötesinde olan’ı, erinçli bir yaşam için
yürüyor olma’yı yani bir oluş’u imler.
İnsan yaşam yolunu yürüyen bir gezgin, avare, yolcu olarak her adımda
bir önceki adımından -hatalara düşse
yahut kaybolsa da- daha ileridedir.
Çünkü ilerlemek, ilerlediği halde gerilere düşmek insan olmanın, insanca
yürümenin bir göstergesidir. İnsan
bir yol üzere olduğunu fark edince
yol da yürünmek üzere olduğunu
5
Kırık Taşlar, Herakleitos, Bordo Siyah Yay. 2003.
İnsan ve
• 55
fark edip kendini, kendi dilini insana
açacaktır. Daha doğrusu açmalıdır.
Peki, yol öncesi? Nerede başlar bir yol ve nerede biter? Adorno,
“Ev yoktur” der, “Dönmek için de,
kaçmak için de.” İnsan “ev bilinci”ne
sahip midir, bir başlangıç noktasına,
yoldan önceki yuva olarak eve yahut
mekâna? “Ev bilinci” yolu yürümeyi farklı kılabilir mi, ev’den çıkmak
yahut ev’e dönmek bağlamında. Bir
hikaye anlatarak yaşadığımız, yaşayarak anlattığımız o yolu kendimizce
yürüdüğümüz düşüncesi zamansal,
uzamsal ve dilsel ayrımlar getirdiğinden her hikayenin biricik oluşu ile
karşı karşıya kalırız. Peki, bu yol, insan bağlamında ortak paydada nasıl
birleşir?
Gezginlik ile hakikat arasındaki ilişki, Oysseus’un “Gezgin
adamlar aldatıcı şeyler söylemezler,
hakikati söylemeyi isterler.” sözüyle
Homerosçu şiirde kendini gösterir.
6
Kapı kapı açılan bir sır ancak beklemekle, adım adım genişleyen yol
ancak yürümekle gerçekleşir. Bernhard’ın “Artık dışarı açılan bir sokak
bilmiyorum” demesi yolun, “Sabahın
veya da akşamın artık ne olduğunu
bilmiyorum”7 demesi yol ile birlikte
bilincin de yitebileceğine işaret eder.
6
7
Arkaik Yunan’da Adlandırma ve Hakikat, Erman Gören, 2015
In Hora Mortis, Thomas Bernhard,
Edebi Şeyler Yay., 2017
56 • Post Öykü
Sonu
Le Guin, “Everest” adlı şirinde geçmiş ile şimdinin farkını dil ile
anlatır. Böylece rüyayı, yolu ve insanı aynı toprakta birleştirir: “Değişti
kayaların dili, bilirdim bir zamanlar
ne dediklerini.” İnsan; asıl hikayeyi
görmekle kadim bir rüyaya gebe olduğunu, zaman kadar eski bu yolu ev
bilincine sahip bir biçimde yürümekle güzelleşeceğini anlar. Bundan sonra yapacağı tek eylem, “güzel bir şeyi
uzaya fırlatıp sonra da onun yanarak
düşmesini seyretmek” 8 olacaktır.
8
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar,
Ursula K. Le Guin, Metis Yay.,
2011.
Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü*1
Aura Estrada**2
Çeviren: Selma Aksoy Türköz
Jorge Luis Borges ve Roberto Bolaño yaşamları boyunca kibre,
her türlü yapmacıklık, gösteriş, sıradanlık ve zorlamalara karşı mücadele
ettiler. Edebiyat dünyasının kendilerini reddettiği tuhaf vakalar olarak
bakılabilir onlara. Edebiyatın kalıplara sığmayan tipleridir onlar. Bestseller değillerdi. Hayatlarının önemli
*
**
bir bölümünde ya kamusal reddin ya
da saklı sanatsal ihlallerin gölgesinde
var oldular. “Kendi zamanları” ve o
zamanın yazarlarıyla sürdürdükleri
ilişki çetrefilli ve sancılıydı. Edebiyattan anladıkları şey herhangi bir
sanatsal (sosyal, ahlâki, siyasi, felsefi)
kabule hitap etmek değil kendi kabulleriyle hareket etmekti. Edebiyat-
https://www.wordswithoutborders.org/article/borges-bolano-and-the-return-ofthe-epic
Ph.D, Colombia Üniversitesi
58 • Post Öykü
e l e ş t i r i ■
la ilişkilerini neredeyse kutsal olarak
tanımlayabiliriz. Çok az şeye inandılar, edebiyatı adeta bir ölüm kalım
meselesiymiş gibi ele alıp öyle kabul
ettiler.
Flaubert veya Kafka’da olduğu
gibi edebiyat onlar için ne saygınlık,
tanınma, kişisel tatmin sağlama yolu
ne de sosyal ya da ekonomik merdivenleri tırmanma aracı idi. Onlar için
edebiyat, acı çekme, kutsal yolculuk
ya da başka bir deyişle komple bir
ilgaya varan kutsal acı çekme yoluydu: Edebi Nirvanaya. “İnsan hiçbir
şeydir, yaratı her şeydir!” Flaubert arkadaşı romancı George Sand’a böylesine yüce anlam taşıyan bir iddiasını
yöneltti. Buna karşılık Barselona’da
ölümünden bir yıl önce yaptığı bir
konuşmada Bolaño, “Edebiyat zırhlı bir araçtır. Yazarları önemsemez.
Bazen hayatta olduklarından bile
habersizdir.” açıklamasında bulundu.
Borges, “Herşey ve Hiçbir şey”, “Kişiden Kişiye”, Şahsiyetin Yokluğu”,
“Arjantinli Yazarlar ve Gelenek” adlı
birçok makalesinde sanatsal yaratı
bağlamında bir “hayal gönüllüsü”
olarak bu düşünceyi işledi.
Bununla birlikte Borges ile
Bolaño’nun çalışmalarını edebiyata
dindar adanmışlık paydasının dışında ortak bir paydada toplamak çok
zordur. İspanyol eleştirmen Ignacio
Echevarria, “Borges’in Yazacağı Türden Roman” adlı yazısını Şili’li yaza-
ra iltifat olarak kaleme aldı. Borges’in
çok kısa öykülerindeki hikemî meseleler ile Bolaño’nun hacimli romanları ve talih-talihsizlik içeren sagalarının ortak noktası nedir? Bolaño’yu
okuduğumuzda ilk akla gelen doğal
olarak Borges değildir.
II.
Yirminci Yüzyıl Latin Amerika Edebiyatı’nın nadir şahsiyetlerindendir Borges. Carpentier, Lezama
Lima, Asturias, Rulfo, Cortazar, Fuentes, García Márquez, Vargas Llosa
ve diğerlerinin arasında Borges’in çalışmalarının ayrı bir yeri vardır: o asla
roman yazmamıştır. En uzun öyküsü, “The Congress” on dört sayfadır.
Çalışmaları biyografik, psikolojik ve
yerel değildir. Onun hikayeleri gerçeğin doğasını sorgulayan mistik düşüncelere, denemelere ve alegorilere
dönüşen felsefi bir nüansa sahiptir.
Dünyayı yok etmek ya da düzeltmek
için yeteneklerini kullanmaya çoktan
gönüllü yazarların sayısı bildiğimiz
kadar bir elin parmaklarını geçmez:
Kafka ve Joyce bu listenin başında
gelir. Borges, realist ve psikolojik romanı reddedip, macera öykülerinden
yana tavır almıştır. Bu reddediş, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki Arjantin ve Latin Amerikan Edebiyatı ile
yirmili, otuzlu ve kırklı yılların tüm
“izmler”i karşısında Borges’in kendiBorges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü
• 59
ne has tarzıyla ortaya çıkan zekice bir
mola gibi okunabilir. Borges için şair
ya da romancı olsun fark etmez bir
yazar, aynı zamanda bir yapımcıdır,
öykü anlatıcısıdır, bestecidir ve onun
için sanatın en üst dalı epiktir.
III.
Bolaño yazarlığını ispat ettikten sonra Borges’in öğrencisi olduğunu deklare etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı ve “tüm insanlar gibi,
tüm canlılar gibi” çalışmasını Diari
de Girona’da yazdı. Borges y los cuervos (Borges ve Kargalar) adlı eserini
Borges’in gömüldüğü Cenevre’deki
mezarlığına yaptığı hüzünlü ziyareti
hakkında yazdı. El bibliotecario valiente (Cesur Kütüphaneci) eserinde,
kendinden önce gelenleri övüyor:
B
orges için şair ya da
romancı olsun fark
etmez bir yazar, aynı
zamanda bir yapımcıdır,
öykü anlatıcısıdır,
bestecidir ve onun için
sanatın en üst dalı epiktir.
60 • Post Öykü
“açık yazım, Whitman üzerine bir
okuma (...) tarihten önce bir monolog ve diyalog, İngiliz nazımına dürüst bir yaklaşım. Bize kimsenin dinlemediği edebiyat dersleri ve henüz
kimsenin anlamadığını düşündüğü
mizah dersleri veriyor.”
Borges ve Paracelsus, Borges
and the Crows ve Valiant Librarian,
Bolaño’nun açıkça Borges’in sembolik şahsiyetine ithaf ederek yazdığı
makalelerdir. Şimdi Entre parentesis (In Parentheses) adıyla toplanan
Latin Amerika ve İspanya’da değişik
versiyonları yayınlanan ortak çalışmalarda da adına yer verilmiştir. Bu
yayımlarda çağdaşı diğer Latin Amerikan yazarları gibi Borges’e duyduğu
derin minnettarlık açıkça ortaya konulmuştur.
Bolaño 1977’de bir Madrid
öğleden sonrasında olumsuz bir hava
içindeyken Collected Poetry of Jorge
Luis Borges adlı çalışmasını derledi ve
bu da “hatıralarda olmayan bir çalışma” şeklinde In The Book that Survives’in içinde yer aldı. Oradayken,
“zekanın yanı sıra cesaret ve çaresizliği keşfetti ki bunlar aslında şiiri canlı
tutan kışkırtıcı unsurlardır. Poetic
Works, Bolaño’nun Avrupa’dayken
satın aldığı ilk kitaptır (Meksika’da
bulunduğu süre zarfında kitap almamıştır, çalmıştır.). Derivas de la pesada
(Weighty Digressions) kitabında The
Collected Poetry of Jorge Luis Borges
e l e ş t i r i ■
(Borges’in Toplu Şiirleri) çalışmasını
Arjantin edebi kanonunun merkezine yerleştirdi ki bu pozisyonu Borges, Macedonio Fernandez, Bioy Casares, Julio Cortazar ve Roberto Arlt
ile paylaşmıştır. Bolaño’ya göre Arjantin edebiyatı kör şairin ölümüyle
şirazesinden çıkmış, hoş bir rüyanın
sakin sularından kabusların çalkantılı
kaosuna dalmıştır.
Borges’in Arjantin edebi kanonunun merkezindeki yeri, Bolaño’ya göre, ilkelerinin mütevazi bir
göstergesidir.
IV.
İspanyol romancı ve eleştirmen Eduardo Lago, Bolaño’nun
Borges’e olan borcunun ödenemez
olduğunu ancak Bolaño’nun peripatik hikaye örgüsünden ziyade Arjantin’nin bölük pörçük entelektüel
kurmacalarını daha üst bir hayalin
ötesine geçirmenin güçlüğünü makalesinde ortaya koyuyor.
Borges, veciz ve açık düşüncenin ifadesi olan bir nesir geliştirdi,
bu bir matematiksel denklem tadındaydı neredeyse. Psikolojik anlamda
“ben” vurgusunun ortadan kaldırılması zamansız bir düzlemde var
olur ve bazı değişikliklere uğramazsa
kendisini ebedi olarak gerçekleştirir.
Bu değişiklikleri Borges, Man on the
Pink Corner’de dile getirir, bu aynı
zamanda sonsuzluğun formlarındandır. Bunlardan biri de şahsiyettir.
Her insan bir Shakespeare’dir ve Shakespeare herkestir. Şahsiyet, Borges
tarafından kınanan zihni bir serap
ya da mittir. Egonun yok sayılması
Borges’in eserlerinin karakteristiklerinden biri hâline gelen edebi bir
numaradır nihayetinde. Onun “hikaye-denemeleri” yıkıcı bir kısalık arz
ediyor. Yazıları, edebi Nirvana uğruna herhangi bir biyografik izlenimi
bastırır veya bastırma amacı taşır.
Bolaño’nun romanlarındaki
anlatının kısa ve saldırgan tarzı, ilk
eserlerinden başlayıp ölümünden
sonra yayımlanan bin sayfalık devasa hacimdeki romanı 2666’ya kadar
uzayan bir süreçte varlığını korur.
Nesir tarzı ise Here and Now’da ortaya çıkar. Tam da şimdinin yakınlığının içine gömülmüş bir tarzı olan,
içinde kütüphanecilerin, şairlerin,
katillerin, pezevenklerin, delilerin,
ümitsizlerin ve kırgınların yani daimî
karakterlerin yer aldığı nesir. Tuhaf
anlatım tarzı, itici olduğu izlenimi
verir ama sonuçta ayrı ayrı parçalarla
tek bir motorun çalıştığının ayrımına varılır. Antonio Porta ile birlikte
yazdığı ve 1984 yılında yayımlanan
ilk romanı, Consejos de un discípulo
de Morrison a un fanático de Joyce (A
Morrison disciple’s advice for Joyce fans)’a dönecek olursak, tarzında
çocukça bir eğilim olduğu görülür.
Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü
• 61
Onun isyankâr tabiatı, kuralsız kişiliği “bir yere bağlı kalmaya” olan gönülsüzlüğü kendisini koymak istediği
yerle alâkalıdır. Bolaño bağırsaklarıyla yazmıştır, Borges kafasıyla.
Peki neden Borges öncü olarak
seçilmeli? Neden Onetti, Cortazar,
Puig, Vargas, Llosa, García Márquez
veya Boom’un açılan şemsiyesinin altında toplanmaya zorlanan herhangi
bir yazar değil? Neden Bolaño’nun
hayranlıkla, ilgiyle, merakla ve bazen
de nefretle okuduğu yazarlar değil?
Cevabı bir röportajda kendisi veriyor:
“Benim neslimi işaret eden
alan kırılgan bir niteliktedir. Son derece kırılgan bir nesil, öyle ki sadece
infilâkı değil, infilâkın yol açtıklarını
da arkasında bırakmayı isteyen bir
nesil, daha çok ticari yazarların nesli. Bir yandan ana-baba katili, diğer
B
olaño’ya göre
seleflerinin yazıları bir
dereceye kadar sekülerdi.
Bu tür yazıların en belirgin
özelliği öngörülemez ticari
başarılarıydı.
62 • Post Öykü
yandan Borgesçi. Borges’in arkasında
bıraktığı her taşın altını araştırması
gereken bir nesil.”
Bolaño’ya göre seleflerinin yazıları bir dereceye kadar sekülerdi. Bu
tür yazıların en belirgin özelliği öngörülemez ticari başarılarıydı. Kafka
gibi Bolaño da edebiyatı katıksız bir
dua alanı olarak gördü. Bazen düzyazılarında kilise cemaatinin ayinlerde
pedere yönelttiği cevabî ilahiler gibi
hipnotize edici bir ahenk duyulur.
Onun sanatsal değeri “iyi yazma” ile alâkalı değildir. Anlatısıyla
ortaya koymaya çalıştığı şey güzellik
sınırını aştı ya da iyi üslubunu geride bıraktı. “Güzellik” ve “İyilik”
adına yapılan zulümlerin maskesini
düşürmeye çalıştı. Onun dünyasında bunlar Medeniyet’in ve Güç’ün
takma adlarıydı. Sonunda çizgilerini
kaybeden ümitsiz insanlar ve marjinalleşen karakterler... Güzellik, mükemmellik ve doğruluk onu çok az
ilgilendirdi, onun ‘aşkın’ olarak algıladığı şey, kurmaca ve karakterlerinin
kaderiydi. Bu “stil yokluğu” kırılmanın diğer bir şekliydi ve seleflerinden
García Márquez’in şeffaf, ayarlı düz
yazılarından, Vargas Llosa’nın aşırı
gerçekliğinden uzak kıldı, aynı zamanda eserlerinde nesir akustiğinin
etkisi ve güzelliği ön planda olan
Flaubert gibi dönem olarak ona daha
uzak olan kalemdaşlarından kopmasına sebep oldu.
e l e ş t i r i ■
“The Superstitious Ethics of
the Reader” adlı notunda Borges,
“stil kibri”ni ve “mükemmellik” arzusunu hedef alır ve Cervantes’in
dağınık şekilde kaleme aldığı kapak
yazısına atıf yapar:
“Dildeki değişiklikler yan anlamları ortadan kaldırır ve anlamı
gölgeler. “Mükemmel” yazı daha kolay
eskiyebilen bu hassas değerlerden oluşur. Buna karşılık ölümsüz anlam taşıyan herhangi bir yazı, ispatların arkasına sığınmayan özü sayesinde yazım
hatalarının ateşine, anlaşılmazlığa,
dikkatsiz okumalara ve yanlış sürümlere dayanabilir.”
Borges’in savunduğu nihai şey,
onun tarzında, şeklinde bulunamaz,
onun var olduğu yer anlamın derinliklerindedir. Gizemin var olduğu
yer, tüm bu dillerin ifade edemediklerini vuzuha kavuşturamaz. Zaman,
insan tecrübesi zamanıdır.
V.
Borges gibi o da Latin Amerika edebiyat geleneğinde bir şair
olarak çeşitli vesilelerle hak arama
teşebbüslerinde bulundu. Bolaño
kariyerine şair olarak başladı fakat
tam anlamıyla maudit bir şair1 oldu.
1
“Maudit Şair”, bir zamanlar kâhin ve
peygamber olarak görülen şairlerin
artık konumlarını yitirdiğini, aşağı bir konuma itildiğini anlatan bir
“İnfarealism” denilen kısa ömürlü
ve ayakları yere basmayan bir akım
kurdu. Bolaño’nun yazar olarak yeni
bir yola girmesi iyi bildiği ve yakînen
takip ettiği şiire olan tutkusunu kaybetmesine yol açmadı. Bir keresinde Joyce’dan alıntı yaparak yirminci
yüzyılın en iyi şiirinin nesirle yazılmış olduğunu ortaya koymaya çalıştı.
Şair, romanlarında hemen hemen efsanevi ve merkezi bir konumda yer alır. Romanları sarih ve cesur
bir dille kaleme alınmıştır. La mejor
banda (The best gang) adlı makalesinde kendi büyük romanlarından
biri olan Los detectives salvajes (The
Savage detectives) hakkında kurmacasını desteklemek için şu satırları
yazmıştır:
“Avrupa’nın en güvenli bankasını soymak zorunda kalsaydım
ve bunu için suç ortaklarımı seçme
özgürlüğüm olsaydı, kesinlikle beş
şairden oluşan bir grup seçerdim. Beş
gerçek şair, Apollon veya Dionysos
ekolü fark etmez, değişmez olan şairin hayatı ve kaderidir. Dünyada şairlerden daha cesur hiç kimse yoktur.
Yine dünyada felaketlere daha büyük
bir onur ve netlikle göğüs gerebilecek kimse yoktur, gezegenlerde kaybolmuş kurtulma ihtimali olmayan
astronotlar gibi, editör veya okuyucuları olmayan sürgündeki yazarlar
kavramdır.
Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü
• 63
gibi, insanların değil hayaletlerin
söylediği aptal şarkılar ya da sadece
konuşmak için konuşan kişiler gibi.
Yazarlar kendi camialarında en fazla
ödül alan ama para için pek de can
atmayan insanlardır. On altısında ya
da on yedisinde bir çılgın genç, şair
olmaya karar verirse bu, kaçınılmaz
bir aile felaketi demektir.”
Bu paragrafta, yirminci yüzyılın başlarında edebiyat sahnesinden
çekilen gizemli, avangard Meksikalı
şair Cesárea Tinajero’yu aramak için
bir grup şairin yola çıkmasını anlatan
Vahşi Hafiyeler romanının olay örgüsü kodlanmıştır. Aramaları sırasında
bazıları deliye döner, bazıları kötü
yola düşer, bazıları ölür fakat hepsi
iştiyakla okur, yazar, hayranlık duyar
veya şiirden tiksinir.
Bolañesk mitolojisinde şairler
kaybedecek bir şeyi olmayan varlıklardır. Sadece bu çerçeveden hakiki
edebiyat doğabilir. Bir Uyarı: Bolaño
şairlerden bahsederken saygın Pablo Neruda’yı veya korkunç Octavio
Paz’ı düşünmüyor, Borges, Roque
Dalton’u, Gabriel Mistral’ı, Enrique
Lihn’i, Rodrigo Lira’yı ve hepsinden
öte antonomasia’nın şairi Nicanor
Parra’yı düşünüyor. Tüm bu şiir aşkına rağmen Bolaño, romanlarında
anlatıyı asla geri plana atmaz. Bu
anlamda Borges ile ortak noktası, romancının klasik bakış açısını bir hikaye anlatıcısı olarak paylaşmasıdır.
64 • Post Öykü
1967’de Harward Üniversitesinde yaptığı ünlü altı konuşmasının
birinde Borges, romanın geleceği
hakkında şöyle konuştu:
“Her zaman devam edecek bir
masal ve hikaye vardır. İnsanoğlunun
hikaye anlatmaktan veya dinlemekten bıkacağına inanmıyorum. Eğer
hikaye anlatmanın verdiği memnuniyetle birlikte satırlardaki onur da
bize ayrı memnuniyet katarsa o zaman muhteşem bir şey gerçekleşmiş
olacak. Belki de ben, on dokuzuncu
yüzyıldan kalma geri kafalı bir adamım fakat bir iyimserim. Umudum
var. Gelecek, birçok şeyi elinde tutuğu için -gelecek olduğu için belki de
her şeyi elinde tutuyor- epiğin bize
geri döneceğini düşünüyorum. Şairin bir kez daha inşa eden olacağına
inanıyorum. Yani bir hikaye anlatacak ve bir hikaye bestesi seslendirecek ve biz hikaye ile şiirin farklı olduğunu düşünmeyeceğiz, bu ikisinin
Homer ve Virgil’de farklı olmadığını
düşündüğümüz gibi.”
Borges ‘67’nin sonbaharında tüm iyimserliğiyle kendini içinde bulunduğu zamana ait hissetti.
Bolaño’ya gelince o, 90’larda epik
yazarken birçok çağdaşı, ustaca ve
avangart oyunlar kullanarak post
modernite gemisiyle yelken açmıştı.
Bolaño bu iki akıma tam anlamıyla
adapte olamadı. Ancak sürgün, savaş, iyi ile kötü arasındaki mücadele
e l e ş t i r i ■
gibi eski temalara geri dönmek için
tüm imkanlarını seferber etti. En iddialı romanlarında (Vahşi Dedektifler,
2066) Latin Amerika maceralarını
dile getirdi, çünkü trajediyi o kıtaya
özgü bir unsur olarak değil, dünyayı, talihi ve talihsizliği keşfetme aracı
olarak gördü.
Borgesin yanı sıra Bolaño’nun
nesri bize edebiyatın ilham verici olmadığı zaman, edebi gerçeklik işlevini görmediğini, değerlerin sekülerleştiği başka bir edebiyata evrildiğini
hatırlatıyor (Yani bazı istisnai durum-
larda sosyal, ekonomik, politik, ideolojik veya kişisel bir sisteme (kamu
veya gizli) hizmet etmek amaçlı yapılmadığı durumlarda). Satmayan
bir edebi Nirvana paketi için dünyevi başarıyı küçümsemek adına ne
yapmalıyız? Bu bir intihar görevidir,
bunu da ancak birkaç yazar, şair veya
romancı yapmaya gönüllü olur. Yine
de bunlar literatürü yenileyen, yeni
paradigmalar açan oluşumlardır. Onlarınki takip edilecek değil okunacak
örneklerdir.
Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü
• 65
Hemad
Jevadzade:
“Sanat eseri bir sonuç
olarak varolmaz;
yaratım esnasında
meydana gelir.
”
66 • Post Öykü
Sanat görüşünüzü nasıl tanımlarsınız?
Sanat benim için bir meslek
değil, daha çok hayat tarzıdır. Sanat
özgürlüktür, ben ona odaklanarak
ayrı bir dünya yaratmaya çalışırım.
Orada bir kral gibi istediğim yere istediğim şeyi yaparım, bütün kuralları
ben belirlerim, istediğim yaratıklarla
çılgınca sınırsız bir yaşam biçimi sunarım. Eserlerimle inşa ettiğim bu
hayali dünya öyle bir yer ki, çoğu
zaman gerçek hayattan kaçıp oraya
gitmek isterim. Kim bilir belki de
oradaki hayat gerçektir. Çalıştığım
resimler, illüstrasyonlar ya da görsel
ifadeler hayalimdeki uçsuz bucaksız
dünyanın sadece küçük bir parçasıdır.
Peki neden özgün ve özgür hayattan
bir şeyler çizip ve göstermek istiyorum,
Net bir cevabi yok, belki içten bir duygu yaratmak istiyorum, belki de bir
iz bırakmak... Varlığımı ispatlamak
gibi bir şey, bir anne gibi doğurmak
ve doğurdun çocuğun yetişmesini izlemek gibi... O yetişme süresi bana
tam olarak bir sanat eserin başlangıcı
ve yapım sürecini andırıyor. Bana göre
sanat eseri bir sonuç olarak var olmaz;
yaratım esnasında meydana gelir.
Çizmeye ne zaman başladınız? Hikayeniz?
Çok küçükken görsellere ilgim başladı, o zamanlar daha çok
çizgi filim karakterleri çizmek için
çabalıyordum. Bu süreçte aile ve
arkadaşlarımdan çok ilgi gördüm,
bu beni ziyadesiyle motive etti.
Lisedeyken grafik tasarım bölümünü
seçtim. Sanat yolculuğuma böylece
akademik disiplini de dahil ettim;
grafik tasarıma devam ederken resim
ve illüstrasyonu bırakmadım; yarışmalar ve sergilere katıldım, farklı tecrübelerim oldu. Üniversite bittikten
sonra mecburen grafik tasarım mesleğine girdim. O dönemde resimden
baya uzaklaştım, ta ki 2013 yılında
eşimle beraber İstanbul’a yerleşene
kadar. Burada resim ve illüstrasyon
yapmaya yeniden başladım.
Eserlerinizde geleneksel motiflere, simgelere sıkça yer veriyorsunuz. Minyatür gibi geleneksel
formlarda üretimler yapıyorsunuz.
Şüphesiz bu bir tercihtir. Sebebini
öğrenebilir miyiz?
68 • Post Öykü
Resimlerimin bir kimliği olmasını istiyorum her zaman. Hayal
gücü ve sezgilerimden faydalanıyorum ve bu eserlerime bilinç dışımın
yansımasına da sebep oluyor. İşte
orada, bilinçaltımda yaşadığım kültür ve geçmişimiz kayıtlıdır. Bir
şekilde Ortadoğu’dan Batı’ya; geçmişten geleceğe bir köprü kurmak istiyorum. Geleneksel sanatlar üzerine
severek araştırmalar yapıyorum, aynı
zamanda ve aynı keyifle çağdaş sanat
dünyasını da takip ediyorum.
Uzun bir süredir, Türkiye’de
ikamet ediyorsunuz, Türkiye ve
İran’ı görsel sanatlar geleneği ve
çağdaş sanatçıların verimleri açısından kıyaslama şansınız oldu
mu? Nasıl buluyorsunuz?
Sanat her ne kadar bireysel
bir faaliyet olsa da, toplumsal olaylardan çok etkilenir, o yüzden her
ülkenin kendine has yaşantısı da
orada üretilen sanata damgasını vurur, iz bırakır: Savaşlar, ekonomik
durumlar siyasi olaylar vs. dahil.
Burada bir karşılaşma ve kıyaslama
yapmak bu yüzden pek doğru sayılmaz. Ama çok belli ki iki toplumun
sanat kültürünün pek çok benzerlikler ve ortakları vardır. Belki Türkiye
sanatının Batı’ya yöneliminin İran’a
göre daha fazla olduğu söylenebilir.
s ö y l e ş i ■
Etkilendiğiniz
sanatçılar
kimler? Neden?
Eski hocaları her zaman incelemeye değer buluyorum, yeni
ressamlar ve sanatçılardan da çok
önemli bulduğum birkaç isim vardır.
Ama bir dönem özellikle Zdzisław
Beksinski’den çok etkilendiğimi söyleyebilirim.
Edebiyata ilginiz var mı? Favori 5 kitabınızı yazar mısınız?
Maalesef pek okumak fırsatım
olmuyor. Olsa da sanat hakkında
özel araştırmalar ve makaleleri okuyorum, ama Kafka, Stefan Zweig ve
Paulo Coelho romanlarını okumaktan çok keyif aldığımı söyleyebilirim.
Hemad Jevadzade
1984 doğumlu, İran kökenli sanatçı yaşamını İstanbul’da sürdürmektedir. Hemad
Javadzade, Tebriz Ucna Üniversitesi Grafik Tasarım bölümünü 2007’de bitirdikten sonra
profesyonel kariyerine 2001’de Bujnurd’ta Belediye Kültür Evinde açtığı ilk kişisel sergiyle
başladı. Birçok ulusal yarışmada resim, heykel ve grafik dallarında ödüle layık görüldü.
Beş kişisel sergi açtı, aralarında Mamut Art Project’in de olduğu 10’dan fazla karma
sergiye katıldı.
Hemad Jevadzade
• 69
k i m
v a r
i m i ş
b i z
b u r a d a
y o ğ
İnsan Çiftliği ya da
Dünya mı Deseydik ama
Birilerinin Gözü Üstümüzde
Güray Süngü
Bütün sanat eserleri politiktir. Bazıları daha politiktir.
Bütün sanat eserleri felsefidir. Bazıları daha felsefidir.
Bu yazı neden mi böyle başladı? Çünkü Hayvan Çiftliği’nde hayvanların bir anayasası vardır ve bu anayasanın ilk maddesi “Bütün hayvanlar eşittir,”dir. Zaman geçip bazı şeyler değişince, ilk maddeye ekleme yapmak gerekir. Zannediyorum ki bu eklemenin ne olduğunu söylemeye gerek yok.
Bir romanın anlatabilecekleri bahsinde ne çok soru var;
Bir roman ne anlatır?
Ne anlatabilir?
Ne anlatmalıdır?
Neler anlatılabilirdir?
İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik...
• 71
i k e n ■
Neler nasıl anlatılabilirdir?
Neleri nasıl anlatmalıdır?
Her roman yazan düşünür zaten bunları. Okur olarak da meseleye
baksak bu sorular yine sorulmaya değer. Elbette durup dururken bu soruları
kendimize sorabileceğimiz gibi (pek kolay olmasa gerek durup dururken sormak), okuduğumuz bir romanın açtığı yoldan ilerlerken de bu soruları kurcalayabiliriz. Çünkü okumanın bize kazandırdığı en önemli şeylerden birisi
muhtemelen “bir şeyin, sadece o şey olmadığı”nı idrak ettirmesidir. Daha iyi
ifade etmeliyiz bunu elbette; bir apartmanda yaşanan üç günü anlatan bir roman, sadece bir apartmanda yaşanan üç günü anlatıyor değildir. Tema özdür
diyelim, özü ortaya çıkaran sosyal olaylardır, psikolojik durumlardır, insana
özgü hallerdir, fıtrata dair çıkarımlardır, vs. Tema mı özdür? Bu fazla iddialı
oldu. Öz, temanın da ötesindedir aslında diyelim, zira tema vicdan ise, roman vicdanı anlatmak için o kadar çok şey anlatır ki, roman sadece vicdanı
anlatmaz. Misal Suç ve Ceza elbette insan denen yaratılmışın vicdan sahibi
olmasıyla alakalı bir büyük romandır ama Suç ve Ceza sadece vicdan hakkında
bir romandır demek pek uygun düşmez. Zira hakiki sanat, kendisidir, bir şeye
işaret etse de kendisidir, sadece işaret ettiği şey değildir. Çünkü işaretler mesela tabela gibidir, bazen demirden, bazen kartondan. Karton karakter, kukla
karakter, karton olay filan da deriz ya kötü eserin kötü işareti, kötü önermesi,
mesajı hakkında konuşurken.
Bunları neden söylediğime gelince, metafor, allegori, modern roman,
postmodern roman, avangardist roman, (roman kelimesinin önüne hangi sıfatı koysak olur) hangi tür, hangi biçim sözkonusu olursa olsun, bir roman sadece anlattığı şey değildir. Hayvan çiftliği romanı zaten hayvanların yaşadığı bir
çiftlik romanı değildir de, daha ötesi de şu; Hayvan Çiftliği romanı Stalin’in
kurduğu düzeni eleştiren bir roman da değildir. Stalin’den hareketle, o düzene
bir eleştiri diye yazılmıştır diye bir bilgi var elimizde. Ama daha ötesidir. Bunu
biraz açsak.
Aşktan bahseden bir roman okurken aşkın kendi gönlümüzdeki karşılığı ile kendi tecrübemizdeki halleri birleşir ve romanı anlamlandırırız. Bu
sebeple bazen romanlar için “tam da hissettiğim ama dile dökemediğim şeyleri
anlatıyor” denir. Ruh halleri için de beni anlatıyor dediğimiz vakidir. Fedakarlık, kahramanlık içeren romanlarda da zihnimiz ve gönlümüz benzer şekilde
davranır. Bizde olduğu için (bizde zerresi bile olsa) fark ederiz romandaki fedakarlığı. Bu yüzden bazı romanlar bize yazılmış gibi gelir ve onları çok severiz
72 • Post Öykü
k i m
v a r
i m i ş
b i z
b u r a d a
y o ğ
zaten, bizdeki bir şeylere karşılık geldiği, ya da bizdeki örtülü bir şeyleri açığa
çıkardığı için. Bu tanımlama ve tarifler belirli bir estetik düzeyin var olduğu
eserler için geçerli elbette. Kavramlar çoğaltılabilir. İktidar bu kavramlardan
birisidir. Adalet. Eşitlik. Hak.
İktidar kavramından bahis açıldığında zihin çağrışımlar yöntemiyle bir
muktediri oraya yerleştirir ve söylemi muktedirin eylemleri üzerinden anlamlandırır. Bu sebeple bazı politik eserler günceli değil sosyolojiyi ve felsefeyi esas
alarak metafor, allegori ya da eğretileme yoluyla kurgulandıklarında sadece
o devrin güncel sosyolojisi ya da siyasetini anlatmak-eleştirmek-deşmek-kurcalamakla kalmaz, okuyanın zihnindeki güncel sosyoloji ve siyaset algısıyla
anlamlanır, algılanır. Bu ne demek; Siz Hitler hakkında onun adını anmadan
bir roman yazarsınız, Hitler’in yapma saikleri ve sonuçlarını esas alarak ve
dönemi, karakterleri, mekanları ve yani her şeyi eğretileyerek, onu okuyan
okurlardan birisi Trump’un anlatıldığı bir roman gibi okur, diğeri ise lisedeki
sınıf başkanı hakkında yazılmış bir roman gibi. Elbette buradan hareketle olguları, kavramları neden sonuç ilişkileri içinde sosyoloji ve felsefeyi kullanarak
(ki onları kullanmak demek bile tuhaf zira onlar olmadan bir eser nasıl olsun;
ayrıca kullanmak demek elbette araçsallaştırmak kabilinden bir şey de değil)
yazdığınızda muhakkak ki bu bir olaya, bir karaktere, bir döneme işaret eder,
çünkü inşayı yapan zihin yapıyı çatar ama inşayı onun alımlayıcısı olan okur
kendi algı ve bilinç düzeyine göre tamamlar. Alımlama estetiği mi? O kadar
kurama girmeyelim, zira bir çiftlikten bahsediyoruz sadece.
Çiftliğimizde hayvanlar yaşar. İnsanlar zalimdir. Hayvanlar başkaldırır.
İnsanlar çiftlikten kaçarlar. Hayvanlar kendi idarelerini ellerine alırlar. Olaylar
gelişir.
Hayvan Çiftliği romanı Orwel’in bu olay örgüsü minvalinde kurduğu
bir allegori. Öte yandan Orwel’in bir de 1984’ü var. O roman da bu yazının konusu olabilir zira 1984 de iktidar, hak, eşitlik, özgürlük gibi konular
hakkında kurulmuş bir roman. O da bir allegori. Derler ki bazı şeylerden
bahsetmenin zor olduğu dönemlerde büyük sanatçılar, “söylesem öldürürler
söylemesem öldüm” diyerek anlatılarını eğretiler ve söylemek istedikleri şeyleri hikayenin zaman ve mekan ve kurgu belirsizliğinin güvenli alanına inşa
ederlermiş. İçinde bulunulan rejimin baskıcı unsurları, özgürce konuşmanın
ve yazmanın mümkün olmaması böyle bir yol açmış sanatçıların önünde, bu
bilinir. Zorlayıcı şartlar bazen müthiş imkanlara yol açar. (Elbette allegori taa
Platondan beri var). (Hatta daha öncesi de vardır da referans gereği milat
İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik...
• 73
i k e n ■
oymuş gibi konuşmakta beis yok.) Sefiller nasıl ki dönemi, insanları, yoksunluğu, fedakarlığı son derece sahih bir biçimde, gerçek dünyanın ve gerçek zamanın içinden aktarıyorsa, allegoriler de temalarını kurgu zaman-kurgu mekan-gerçek üstü karakter ve olaylar ile son derece sahih bir biçimde anlatırlar.
Orwel’in eserlerine dönersek; Hayvan Çiftliği’nde hayvanlar idareyi ellerine aldıktan sonra muktedir ve muktedirin politikaları ile yavaş yavaş insanlaşırlar. İnsanlaşmak burada ironi tabii. (İroninin ironi olduğunu ifade etmek
de başka bir ironi olsa gerek.) Bu insanlaşma muktedirin işin sonunda iki ayağı
üzerine kalkıp insan gibi yürümesi ile zirveye ulaşır. Bunun bir olumsuzlama
(çünkü düşmana dönüş) olduğunun anlaşılması için önceki evrelerde neler
olduğuna bakmalı. Olay örgüsünü basitçe verelim; hayvanlar başkaldırmıştı,
insanlar çiftlikten kaçmıştı. Sonra bir lider seçilir. Napolyon. Bir anayasa hazırlanır. Bu anayasaya göre bütün hayvanlar eşittir. Hayvanlar asla insanlar gibi olmayacaktır, onlar gibi davranmayacak, onlar gibi uyumayacak, onların yattıkları yerlerde yatmayacaktır. Hiçbir hayvan öldürülmeyecektir. Burada idarenin
elde tutulması için ilk düşman (zaten “doğal düşman” olan insan) yaratılmıştır
ve ona has bütün özellikler de kötü addedilerek yasalaşmıştır. Akabinde adil bir
iş bölümü yapılır. Hayat güzel başlar. Snowball adlı bilge bir hayvan okumayı
öğrenir ve diğer hayvanlara öğretir. Napolyon bir müddet sonra Snowball’ın
hayvanlar üzerindeki etkisinden korkmaya başlar zira eğitimli ve eğiten, düşünen ve düşündüren birisi idare için (hayır idare için değil, iktidar için) tehlike
arzedebilir, bu sebeple Napolyon, karşısında olduğunu düşündüğü güce karşı
(aslında herhangi bir şeyi kendisinin karşısında konumlanan bir güç olarak
vehmetmek iktidar kompleksidir, evrenseldir. Zira öncesinde yaratılan düşman
“doğal düşman”dı ve iktidar için değil hayvanlar ve hayvanların doğal hakları için tehditti ama yeni düşman hayvanlar ve hayvanların hakları için değil,
iktidar için tehdittir.) köpekleri bir düzen denetleyicisi olarak (romanda polis
denir) istihdam eder ve örgütler. Yeterli güce ulaştığını hissettiğinde (yani polislerin kendi yanında olduğunun ve güçlü olduğunun çiftlik sakinleri tarafından
idrak edilmesinin akabinde) Snowball’ı hain ilan eder ve çiftlikten atar. Karşısında bir güç olduğunu vehmeden bir muktedir, onu bertaraf da edince doğal
olarak kendi gücünün de sarhoş ediciliğine kapılır ve güçlü olmanın kendisine
verdiği “özel” olma inancıyla diğer hayvanların sahip olduğu hakların ötesinde
haklar talep etmeye başlar. (Türkiye’nin en büyük dolandırıcılarından birisinin
karısı, dolandırıcı olan kocası için, benim kocam yedi dil biliyor, dünyada tanımadığı insan yok, belli bir refah düzeyini hakkediyor demişti.)
74 • Post Öykü
k i m
v a r
i m i ş
b i z
b u r a d a
y o ğ
Anayasanın maddelerinde minik oynamalar yapılır. “Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir.” Çünkü çiftlik için çok çalışan özel hayvanlar insanların yattıkları yerde yatmak isterler artık. Yatarlar da. Ama “Çarşaf
kullanmamak kaydıyla” ibaresiyle “doğal düşman” ve ona karşı olma saiki de
güçlü tutulur. (Bu saike hiç ihtiyaç kalmayana kadar.) Buna rağmen çiftlikte
rahatsızlıklar baş göstermeye başlar. Mırın kırınlar duyulur hale gelince Napolyon medyayı keşfeder. (Abartmayalım çiftliğe bir televizyon getirir sadece.) Hayvanları oyalamak, onları ikna etmekten kolaydır zira. Televizyonun
oyalayıcılığı eşliğinde çiftlikte olan her kötü gelişmeyi kovulmuş Snowball’a,
her iyi gelişmeyi kendi lider dehasına yontacak şekilde propaganda üretir. Bu
propagandaya kapılmayacaklar için seslerini yükseltmelerine engel olacak eğitimli köpekler de çiftlikte huzuru sağlamaktadır aynı esnada. Mesela çiftlik
ekonomik darboğaza girdiğinde tavukların yumurtalarına el koyar. Tavuklardan itiraz edenleri ölüm cezasına çarptırır. Anayasaya bir madde daha eklenir
bunun için; hiçbir hayvan öldürülemez, hainler hariç.
Sesler kesilince Napolyon artan konfor ihtiyacını “doğal düşman” olan
insanlar ile anlaşmalar yaparak karşılama yoluna gider. Nihayetinde Napolyon’un çiftliği ellerinden kurtardığı “doğal düşman” olan insana dönüşümünün simgesi “iki ayağının üzerine dikilmesi” sahnesi gelir ve final. Sonra ne
mi olur; mesela insan doğal düşmanken çiftliği kurtaran Napolyon’un “doğal
düşman” olması ile yeni bir kurtarıcı, yeni bir lider, tıpkı Napolyon’un “İnsan”laşması gibi yeni liderin “Napolyon”laşması ve döngünün devamı. Çünkü
nedir? Çünkü mesele Napolyon, Hitler, Stalin değildir. Mesele iktidar, adalet, hak, eşitlik, özgürlük ve bunların yanında fıtrat, hırs, nefs, ego, kibirdir.
Orwel’in kurduğu allegori her dönem ve her iktidar için bu olguyu önümüze
koyar. 1984 mü? O, bu olguya ulaşmaya yarayan olay örgüsünde kullanılacak
benzer kavramların daha modern aygıtlar ile bu kez bir distopya halinde canlanışı. Ayrı bir yazı olsa daha iyi.
İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik...
• 75
i k e n ■
Kusurlarım Olmadan Asla
ya da Dokuz Başlangıç
Aykut Ertuğrul
1. Başlangıç: Uzun peşrevler olmadan yazı yazamadığım için üzgün ya
da pişman değilim. Hatta onları, sonraki
okumalarımda silmem gerektiğini bildiğim halde çoğu zaman silmeye kıyamadığım için de... Üstelik yazı yazmakla
ilgili bendenizden tavsiye isteyenlere “iyi
bir girişe sahip olmalısınız, iyi bir giriş
cümlesi bulana kadar korkmadan yazın,
onu bulduğunuzda da dönüp öncekileri silecek cesaretiniz olsun” demişliğim
çoktur. Vallahi inanarak söylüyorum
palavra değil, bu işten anlayan herkes de
aynı şeyi tavsiye ediyor. Ama bazen -benim durumumda çoğu zaman- ihtiyacım olan son tahlilde iyi bir duygu yakalamak oluyor. Gelgelelim, gereksiz görünen “peşrev”lerin taşıdığı duyguyu,
atmosfer yaratmaya olan katkısını feda etmeye gönlüm elvermiyor. Acemilik.
Bitmeyen bir acemilik. Ya da bir çeşit küstahlık! (Bugünlerde bitirebilirsem,
yazmış olmaktan gurur duyacağım uzun süren bir suskunluğun bitişi anlamına gelen bir öykü üzerinde çalışıyorum. Tam da sözünü ettiğim bu küstahlığı
bir anlatım tekniği olarak benimsiyorum öyküde. Bakalım kim kazanacak?
Burnundan kıl aldırmayan okur mu, küstah yazar mı?) Her halükârda bir kusuru/küstahlığı kucaklamaktan büyük bir haz aldığımı işte şimdi burada yeniden itiraf ediyorum. Ben öyleyim diye demiyorum ama olgunlaşma, büyüme,
ustalaşma denilen tam da budur: Yol boyunca kendi kusurlarınla boğuşup,
onlardan arınmaya çalışıp sonunda elinde kalanlarla kucaklaşabilme, mücadelenin yönünü değiştirme kabiliyeti. En azından deniyorum ha?
76 • Post Öykü
k i m
v a r
i m i ş
b i z
b u r a d a
y o ğ
2. Başlangıç: Aykut Ertuğrul’un “Inception” filminden etkilenme biçimini “kusur” kavramı üzerinden anlattığı yazısını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya
bırak belirsizlik içinde yok oluversin!
3. Başlangıç: İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar romanını hatırla. “Kusur,
benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.”
diyen üstadın sesini duyuyor musun? Tamam ben o değilim. Ki zaten adına
üslup denilen ve bir yazarı ötekinden farklı ve tanıdık kılan şey de önünde
sonunda kusurdan başka nedir ki? Estetize edilmiş, ehlileştirilmiş kusurdur
üslup. Abartalım, belki de yazının, insanoğlunun bu mucizevi icadının bizatihi kendisi kusurdur. Uçsuz bucaksız muhayyileyi zapt etme denemesi olarak
yazı; pürüzsüz bir zemine işaretler bırakarak anlamı orada hapsetme uğraşı
olarak yazı; sözün hapishanesi olarak yazı, ilahi olanla bağ kurabilmek için
gerekli olan, acziyetini kabul etme biçimi olarak yazı kusurun ta kendisi değil
de nedir? Kusursuz bir şey imal ya da inşa etmenin imkansızlığı bir yana, zaten
bir “şey”i, eseri, fikri.. kavrayabilmek için de onu pürüzlerinden yakalamaya
ihtiyaç duymaz mıyız? Çünkü pürüzsüz bir yüzeyde tutunamazsınız. Pürüzsüzlük düşüştür. Bir çeşit boşluk halidir. Peki nedir varlığımızı anlamlandıran
uçsuz bucaksız zamanda ve uzamda tutunma biçimi olan bu pürüz? Pürüze
dönüşen kusur: Aşk, olağan gidişatı bozan bir kusurdur örneğin, görmek eylemi renklerin kusurudur, duyma eylemi -sessizliğin- kusurudur, inanç eylemi bir bakıma kusurdur; boşluktan, pürüzsüz düşüşten kurtaran sıçramadır.
Byung Chul Han, işi daha da ileriye götürüyor; pürüzsüzlük arzusunun yaşadığımız hastalıklı çağın güzellik tasavvuruna yerleşmiş olmasının büyük bir
hata olduğundan dem vurarak, insan ruhunun yok oluşunun alametlerinden
biri olarak görüyor pürüzsüzlüğü.
4. Başlangıç: “Dünyanın bir yanılsama olması, onun kökten kusurluluğundan kaynaklanır. Eğer her şey kusursuz olsaydı, açıkçası dünya var
olmazdı ve kötü bir rastlantıyla kusursuzluk niteliğine yeniden kavuşsaydı,
varlığı açıkça son bulurdu. Cinayetin özü budur: Kusursuz olursa iz bırakmaz.
Dünyanın varlığı konusundaki inancımızı pekiştiren şey, onun suçlu, kusurlu
niteliğidir. O zaman birden bize kendisini ancak bir yanılsama olarak açar.”
Böyle diyor Baudrillard Kusursuz Cinayet’te.
Kusurlarım Olmadan Asla ya da Dokuz Başlangıç
• 77
i k e n ■
5. Başlangıç: Uyanmak. Gözlerini açmak. Sadece benim en derin korkularımdan biri olamaz değil mi? Düşünsenize, birden uyanıyorsunuz ve yaşadıklarınızın aslında yaşanmadığını, olduğunuzu sandığınız kişinin siz olmadığını fark ediyorsunuz. Başka bir dünyadaydınız, başka biri olarak yaşarken
derin bir uykuya daldınız; bir türlü uyanamadığınız bir rüyaya hapsoldunuz
ve uyuyor olduğunuzdan habersiz u-yu-yor-su-nuz. Etrafınızda sizi izleyen,
rüyalarınızı, hatalarınızı, zaaflarınızı, en karanlık yanlarınızı gören insanların
olduğu bir odadasınız. Gözlerinizi açıyorsunuz ve gözlerinizi açıyorsunuz ve...
O siz değilsiniz. Hiç aşık olmamışsınız, hiç baba olmamışsınız, hiç inanmamışsınız, hiç inandıklarınız uğruna savaşmamışsınız, sizi siz yapan her şey, onca acı,
onca sevinç aslında bir düşmüş; canınızı bile emanet edeceğiniz arkadaşınız bir
hayalin ürünü; yıllar boyunca çalışıp didinip aldığınız o ev, bir yanılsamadan
ibaretmiş. Bir yataktasınız, hatta belki sadece beş yaşında bir çocuksunuz, belki
de bir bebeksiniz, kederle ağlayacaksınız, bir uzun rüya boyunca yaşadığınız
yetmiş yılın acısı zihninizde hâlâ taze ama konuşamıyor; anlatamıyor, ayağa
kalkamıyorsunuz, anneniz uykulu gözlerle size bakıp ağzınıza biberon tıkıştırıyor. Bu belki de iyi haberdir, kim bilir? Öyle mi? Rüyada sizin sanıp gözyaşı döktüğünüz acılar aslında yok, kayıplar kaybedilmedi (kazanılmadı da),
önünüzde uzun bir yaşam var. Uzun, belirsizliklerle dolu bir yaşam. Uzun,
belirsizliklerle dolu ve öncekinden daha iyi mi daha kötü mü olduğunu kestiremediğiniz bir yol. Öyle sanıyorum ki, insan, doyasıya yaşadığı kederi bile belirsizliğe tercih eder, acının en katmerlisini, yaşanma ihtimali olan mutluluğa...
Geride bırakılanın acısı daima tuzak kurmuş bekleyenden daha katlanılırdır.
Bilemiyorum belki de kişisel korkularımı ele vermiş oldum. Yine de bütün
büyük sanatçıların ortak noktalarından birinin insanın en derin korkularını
keşfetmeleri olduğunu söylemekte bir beis yok. Derin bir korku ya da derin
korkuyla yüzleşmek için atılmış cesur bir adım, soru sorabilme kabiliyeti. İşte
“Her şeyin aslında bir rüya” olup olmadığı korkusu -haklıysam- insanın bu en
ilkel korkusu, “Inception” filmini etkileyici yapan temel dinamik olmalı. Başlangıçtan beri insanı takip eden azap ya da ezeli bir umut: “Ya hepsi rüyaysa?”
6. Başlangıç: Kusursuz taklit içinden çıkılmaz bir kuyu, sonsuz bir hapishanedir, Inception filmindeki Cobb’a göre. Yeni, parlak öğrencisi Ariadne’ye
bir rüya inşa ederken asla kendi anılarını kullanmamasını ısrarla bu yüzden tekrar ediyordu Caprio’nun canlandırdığı kahramanımız. Kusursuz bir taklidin,
aslından farkını, mimarı bile fark edemeyebilir. Kusursuz taklit, taklitçiyi yavaş
78 • Post Öykü
k i m
v a r
i m i ş
b i z
b u r a d a
y o ğ
yavaş kuşatır ve onun gerçeklik duygusunu yutar. Artık “mimar”ın / taklitçinin
/ yazarın uyanması imkansızdır. Gerçek ile rüya arasındaki fark ortadan kalkmıştır. Uyuduğundan haberi olmayan biri nasıl uyanabilir? Başa dönelim, tam
da bu yüzden, aslında bir rüyada ancak ölümle uyanacağımız bir yanılsamanın
içinde yaşayadurduğumuzu anlayabilmek için kusurluyuz. Kusur yer, kusur
içer, kusurlu durur, kusur inşa eder, kusurların üzerinde otururuz. Kusurlarımız bize fani olmaklığımızı hatırlatır. Cobb’un topacı, yazının ta kendisidir.
Yazı, kusurdur. Yazının tarihi, kusurlu insanın destanıdır. Yazıyoruz öyleyse yalan dünyadayız. Yazıyoruz öyleyse varız, yazıyoruz öyleyse yanılıyoruz.
7. Başlangıç: Sanatın taklit (mimesis) olduğu konusunda anlaşabiliriz.
Peki taklit ettiği şey ne? Bütün tartışma işte bu “taklit edilen”in ne’liği konusunda. En azından 19. yüzyıla kadar böyle. Dünyayı taklit mi? Platon, zaten
ideaların taklidi olan dünyanın taklit edilmesini anlamsız buluyordu. Gölgenin gölgesi. Yanılsamanın yanılsaması. Bugün de her sanatçının kendisine
sorması gereken soru budur. Bütün teorilere, eleştiri tarihine, söylenip yazılan
onca şeye (gölgelere) rağmen, o ilk soruyu, -aradaki bütün zamanı bir adımda
kat edip- muhatap alabilmeli ve kendi cevabını bulabilmelidir sanatçı. Taklit
ettiğim ne? Doğa mı? İnsanlar arasındaki ilişkiler mi? İnsanla tanrı arasındaki
ilişki mi? Duygular mı? Sesler mi? İdealar mı? Gökler mi? Rüya gören insan,
bütün bu anlam arayışının neresinde duruyor peki? Doğadan ve doğa yasalarından, gölgeler ve gölgelerin hapsinden sıyrılan ruh ne görüyor? Ne ile karşılaşıyor? Sanatçının peşinde olduğu yaratım anı, tam o an mı? Borges bu yüzden mi, rüya gibi öyküler yazmanın en büyük hayali olduğunu söylüyordu?
8. Başlangıç: Tek insan rüya gördüğü gibi toplumlar da rüya görür. Peki
tek insana etkili hikayelerle fikir ekebilen hırsızlar, toplumlara hangi hikayelerle
nasıl fikirler ekiyorlar? İnsanlığın başından beri kendi toplumunun rüyalarını nesilden nesile aktaran, kendi anılarını zinhar kullanmayıp kolektif bilince
teslim olan ve oradan rüya devşiren ve muhataplarına fikir eken hikayecilerin,
ozanların bugünkü karşılığı kim, ne? Bugünün hikaye anlatıcıları, kadim anlatılardaki Franco Moretti’nin deyimiyle “epik yabanıllığa” nasıl ulaşabilirler?
9. Başlangıç: “Bir fikir, virüs gibidir. Esnektir. Oldukça bulaşıcıdır. Ve
ufacık bir fikir tohumu bile büyüyebilir. Seni tanımlamak ya da yok etmek
için büyüyebilir.”
Kusurlarım Olmadan Asla ya da Dokuz Başlangıç
• 79
i k e n ■
Salah Bey Tarihi ve Kirazın Tadı
Furkan Çalışkan
Çengelköy’den bir kese kâğıdı dolusu kiraz alıp, avara kasnak yürüyerek
Kuzguncuk’a kadar giderken hafif bir
takip ediliyormuşum hissi kapladı içimi.
İçimi derken çekirdeklerin geçemediği
ama kirazın, ekşinin içine saklı tatlı aromasının kendine yol bulduğu yeri kastediyorum. Yalıların arasında bir görünüp
bir kaybolan saltanat kayığından denize
dökülen kiraz çekirdekleri ile benim yola
bıraktıklarımın belli zikzaklar ve kavisler
yaptıktan sonra aynı doğrultuda birleşmesi Boğaziçi’nin sosyoekonomik düzleminin geometrik bir çıktısından başka
bir şey değil elbette. Arada omzumun üzerine geriye bakıyorum. Bir an ama
küçük bir an için Salah Bey’in kendisini bir duvarın arkasına attığını görüyorum. Belki de zihnim beni yanıltıyor. Ağzıma bir kiraz daha atıp yola devam
ediyorum.
Dördüncü Mehmed’in tahta cülusu üzerinden ne kadar zaman geçtiğini bilmemekle birlikte Kız Kulesi’nin en serin odasında serili bir geyik
postunu süsleyen boynuzların üzerindeki hale sayısı ve boynuzun renk tonu
bize bir takvim hediye ediyor. Böylece bu av ganimetinin cülusun onuncu yıl
dönümüne ait olduğunu biliyoruz. Yani Salah Bey olsa böyle söylerdi. Sultan
Mehmed’in kirazın tadına olan düşkünlüğünü de o haber vermişti zaten. Ah
Salah Bey, okurlarının gönlünde kirazlar açtıran Salah Bey. Senin bu eski akıncılıkların yok mu. Hepsi aynı mızıkadan. Geçmiş gün, hatırası zayıfladı ama
Sırp asilzadesi Lazareviç’in sadık koruması Nemanja’nın halen Belgrad Kapı
civarlarında saklandığını anlatan bir hikayeye başlamıştım senin yüzünden.
80 • Post Öykü
k i m
v a r
i m i ş
b i z
b u r a d a
y o ğ
Ne var ki gündelik hayatın şiiri beni senden sık sık koparıyor. “Salah Birsel’in
Son Maceraları” gibi şiirler de yazmıyorum ben. Bu ayrı bir mevzu. Şimdi müsaadenle Mehmed’e dönelim tekrar. Gerçi Beylerbeyi’ne vardığımızda
bir görünür gibi oldun ama yine yakalayamadım seni. Düşüncelerimi takip
ediyorsun, bu yüzden ben kiraz yemeye devam edeceğim. Evet Mehmed demiştim ama ben olsam aslında Süleyman ile ilgilenirim. Çünkü şairlik bunu
gerektirir. Hayır, muhteşem olan değil. Muhteşem talihsiz olan. Süleymanların ikincisi. Ocakta değil Nisan’da doğma talihsizliği yüzünden kırk yıl kafeste
kalan. Kiraz sever miydi acaba? Ben böyle şeyleri merak ediyorum Salah Bey.
Hem biliyor musun Süleyman kırk yıl boyunca aynı geceyi yaşamış. Hani validesinin koynunda koridorda bir uzayan bir kısalan gölgelerin çıkardığı tuhaf
sesleri dinleyerek geçirdiği, Büyük Valide’nin boynundan kopan incilerin o
koridorda yuvarlana yuvarlana ayaklarının dibine kadar geldiği o gece. Kırk
yılını bir inci kolyeden arta kalan incilere bakarak geçirmek için uygun bir
sözcüğün var mı Salah Bey? Var tabi; hurdalanmak.
Kız Kulesi’nin önüne varınca duruyorum. Kirazlar bitti. Süleyman tahta cülus etti. Kirazın tadı ölümü hatırlatıyor.
Salah Bey Tarihi ve Kirazın Tadı
• 81
i k e n ■
ö y k ü ■
Dinozorların Son Günü
Ali Yağan
Söylenecek bütün sözler söylenmiş,
yeniden söylenmeğe değer söz kalmamıştır.
Ben de sana bunlardan birisini söyleyeyim.
Şehname, Firdevsi
Zeki Bey
1
Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.
Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın
Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık
oldu.
Ve bir sabah elli üç yıl, dört ay, üç gün, bir saat, on sekiz dakika, yirmi
iki saniye evvel annesi Perihan’ın rahminde ağlayan emekli polis memuru Zeki
Bey uyandı. Ağlayarak. Yine.
Ölümün rahmindeydi.
Korkuydu. Özlemdi. İçinde büyüyen. Bir de hatırlayamamak. Hangi
ses kime ait. Hangi yüz eski, hangi yüz yaralı. Elleri neden hep buz. Uzaktan. Issızlıktan. Bu mağaramsı eve. Büyük vadiden. Hatırası yıllar yılı silinen
Şeref ’in ormanından. Duyduğu insan sesleri. Birkaç saniye sürüyor. Burgaçlanarak. Zihninde. Kesik kesik soluyan bir bebek doğuyor. Çorak bir avuca.
Ağaçsız. Çiçeksiz. Çimensiz.
Elleri nasırlı emekli polis memuru Zeki Bey. Bir intihar olarak anılıyor.
Artık. Elli üç yıl, dört ay, üç gün, bir saat, on sekiz dakika, yirmi iki saniye
sonra. Her daim. Başkalarının onu anlattığı kısa hikayelerde.
Dinozorların Son Günü
• 83
Tanık
2
Zeki’nin başına gelenleri ben gördüm görmesine de intihar diyormuş
polisler.
Karadul
3
Ve adam dedi: yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi.
Ve yedim.
Ve Rab Allah kadına dedi: bu yaptığın nedir?
4
Devlisigün. Durmadım Emine’ye de anlattım gördüklerimi. Yüzü allak
bullak oldu. Sustu. Uzun sürmedi. Toparlandı. Umarsızca “akşam bana gel”
deyiverdi. Büyü, düş, tılsım, masal, zehir, kan her neyse bu adını koyamadığım o vardı gözlerinde. Dondum kaldım. Devasa bir göktaşı o anda bizim
mahalleye, bizim mahallede ise tam benim tepeme düşmüş gibiydi.
Bakışlarındaki her şey kanıma karışmıştı bile. Arzu ölüm korkusundan
üstün geldi. Gittim ve kör oldum tıpkı bir yıl evvelki Zeki gibi.
Yazar
5
Tanrıyı gördüğüm göz, onun beni gördüğü gözle aynıdır.
6
Ne yedinci gündü ne de yorgun elli bir adam vardı.
Ben bir kadının hasretiyle şuursuzca adımlıyordum. Güzdü. Yazı kendini sarının koynuna bırakmıştı. Göğsümde tılsımını yitirmiş ağıtlar birikiyordu.
Boğazımda hıçkıran ölümler düğüm düğüm. “Ben öldürdüm Zeki’yi ve onu.”
Buna rağmen kimse solgun değildi. O kadın gecenin zembereğine doğru haykırıyordu. Bir kükreme diyemezdim buna. Daha çok bir çakalın pavkırmasıy84 • Post Öykü
ö y k ü ■
dı. Onun emrindeydim ve yok olmak arzusuyla dolu bir neferdim. Pabucunu
ters giydiriyordum şeytana bile. Bildiğimse Zeki ve ötekinin izindeydim.
İçimde. Yak şu siyah göğü ve kurtul bu halden diyen fısıltılar vardı. Olmadı. Güçsüzdüm. Kör ve şuursuzdum. Bulamadım yazarın dilinden dökülen
yalanları.
7
Ama yapıtın içinde, bir şekilde, arzularım yazarı: yazar figürüne gereksinim duyarım, ve o da benim figürüme gereksinim duyar.
Aranır durur yazar kitabi günlerini. Oysa insanlar artık ümmi. Yitirildi
onun kelimeler savaşı.
Bir kurum olarak yazar ölmüştür artık: sivil kimliği, tutkuları, yaşamöyküsü silinmiştir...
Kıyâm bi-nefsihî
8
Kadın bedenini binlere bölerek yürüdü ormana. Alaf oldu. Gök oldu.
Mır mır okudu ninnisini. Onu duyanlar sur sandı. Beklediler ki gökten ölüm
yağsın üzerlerine. Fakat sesler ağıyordu, kelimeler sonra... Bir bir çarpışıp yok
ettiler kendilerini.
Geriye kalan külleri geçmişin. Çaldım külleri yüzüme. Yüzüm çürüdü.
Çürüdüğüm gün rahminde ağlayan oğlunu doğurdu rahmetli Perihan. Mustafa’dan olmaydı. Zeki olsun dediler bunun adı.
Kıyamet
9
Oldu ve öldü Zeki. Yağmursuz günlerdeydi insanlık.
Dinozorların Son Günü
• 85
Beton Kamil
Erol Yıldırım
Kahvenin demir kapısı gıcırdamaya bile fırsat bulamadan sertçe açıldı.
Kahvedekilerin ölgün bakışları birkaç saliseliğine canlanıp oraya doğru kaydı.
Koca göbeği, pis sakalları ve elinde bir poşet dolusu market malzemesi ile
hastabakıcı Kamil –yani daha çok bilinen lakabıyla Beton Kamil- kısık gözlerindeki umursamaz bakışlarıyla içeriyi süzüyordu.
Beton Kamil; ağır vücudunun ezdiği tahta döşemenin çığlıkları eşliğinde köşedeki boş masaya oturdu. Daha doğrusu onun geldiğini görünce tırsılan ve boşaltılan masaya... Gözlerini televizyondan ayırmadan kalın ve hırıltılı
sesiyle kükredi.
“Mahmuut... Bana bir orta yap. Kumandayı da getir.”
Aslında adı Murat olan ocakçı, bu kasıtlı yanlışlığa hiç itiraz etmedi. Gıkı
bile çıkmadı... Hatta “Tamam abim” diye cevaplayıp, işlerini bırakıp, telaşlı bir
şekilde cezveyi ocağa sürdü. Peki ya kumanda... Ocakçının garson çocuğa yaptığı bir göz hareketi ile kumanda Beton’un masasına anında ulaştı. Sadece kumanda değil, üzerinde sadece “Beton Kamil” yazan beyaz bir zarf... Zarfı gören
Beton’un, o kocaman iri cüsseli adamın, bir anda tüyleri ürperdi, gözleri büyüdü, yüzü kıpkırmızı oldu. Bu öyle korkunç bir görüntüydü ki, zavallı garson
çocuk güldür paldır kaçıp, ocakçının yanına bir kedi yavrusu gibi sokuluverdi.
Peki, bu zarf bu kadar can sıkacak ne ifade ediyordu?
Mahallenin esnafı alacaklarını genellikle böyle zarflar göndererek hatırlatırdı. Son günlerde Beton’un evine bu tür zarfların geliş sayısı artmaya
başladığından mahalle postacısına talimat vermiş ve zarflar artık evine uğramadan kahveye bırakılmaya başlanmıştı. Beton Kamil’in dünyada belki de
tek çekindiği -korktuğu demeyelim- görüntü, karısının baykuş gibi patlattığı
gözleri ile sorgulayan yüz ifadesiydi. Ve şimdi masanın üzerindeki bu beyaz
zarfa her baktığında sanki karısının o nahoş yüz ifadesi gözünde canlanıyordu. Moralini alt üst eden zarfı masanın bir kenarına doğru fırlatıp televizyon
kumandasını kavradı.
86 • Post Öykü
ö y k ü ■
“Mahmuut... TRTspor kaçta?”
“On yedide abi.”
Reklamlar vardı... Ama bu onun için sürpriz sayılmazdı. Sonuçta başlama saatine uygun şekilde bir futbol maçının devre arasıydı. Matematik bilgisi
ilkokul seviyesinde olsa da, bir maçın başlama saatini bildikten sonra beyni
otomatik olarak devre arasını ve bitiş zamanını hesaplayabiliyordu. Üstelik
uzatma dakikalarını bile ekleyerek... Bu şaşırtıcı yeteneğini amatör ligde oynadığı futbolculuğu sayesinde edinmişti. Zaten “Beton” lakabı da ona futbolculuk zamanlarından mirastı. Defansta her zaman ayakta kalan, geçit vermeyen, beton bir duvar gibi sağlam kalmasına ithafen... Futbola geçen yıl veda
ettiğinde, arkasında birkaç kırık kemik, üç-beş çatlak, on-onbeş kadar çıkık
ile sayılamayacak kadar küçüklü büyüklü sakatlık bırakmıştı. Tabi ki hepsi
rakip futbolcular adına... Futbolu bıraktığı duyulduğunda bütün amatör lig
oyuncuları koca bir “oh” çekmiş, yöneticilerin sevinçten bir kurban kesmediği
kalmıştı. Hadi onlar tamam da, onu asıl işkillendiren yıllarca top koşturduğu kendi takım yöneticilerinden hiç kimsenin çıkıp daha fazla oynaması için
ısrar etmemesiydi. Şimdi onlara okkalı bir küfür göndermenin yeriydi ama...
Neyse...
Gözü tekrar masanın diğer köşesinde sinsice duran beyaz zarfa kaydı.
Bu kısacık bakışma dahi midesine kramp sokmaya yetmişti. Ah bu alacaklılar... Ne kadar da gaddar insanlardı. Biraz daha anlayışlı olamazlar mıydı? Hiçbir zaman borcunu inkâr etmez, geç de olsa mutlaka öderdi. Sonuçta evinde
üç küçük çocuk ve müsrif bir kadın barındırıyordu. Hastabakıcılıktan kazandığı asgari ücret maaşıyla ne kadar geçinebilirdi ki? Son sınıfına kadar ite-kaka
geldiği Sağlık Meslek Lisesini bitirebilseydi en azından sağlık memuru olur,
iki üç kat daha fazla maaş eline geçer, rahat rahat geçinirdi. Hayat işte... Lise
son sınıftayken yaşadığı olay aklına geldi. “Keşke sinirlerime hakim olup müdür muavinine o kafayı atmasaydım” diye düşündü. Böylece okuldan atılmaz
birkaç ay sonrada mezun olabilirdi. Devamsızlıklarını silmek için bir ufak rakı
isteyen o muavini belki de hemen dövmemeliydi. Diplomasını aldıktan sonra
bir köşede kıstırır istediği kadar dövebilirdi nasıl olsa... “Lan! Sen bize örnek
olacaksın, hoca bozuntusu” diyerek çaktığı kafa ve muavinin kan çanağına
dönen burnu gözünde canlandı. Keyiflendi birden... “Ne olduysa oldu, iyi ki
yapmışım” diye mırıldandı.
Kocaman göbeğine bağladığı elleri ile geriye yaslanıp, sandalyenin ön
ayaklarını hafiften havaya kaldırdı. Gözleri televizyondaydı ama düşünceleri
Beton Kamil
• 87
geçmişindeki mutlu günlerini arıyordu. Hayatında en mutlu olduğu günleri,
futbol oynadığı zamanları... On küsur yıllık amatör futbolculuk hayatında bir
elin parmaklarını geçmeyen gollerini hatırladı.
Orta sahadan rastgele vurduğu ama doksana giren golü... Topun havada süzülüşünü nasıl unutabilirdi ki?
Ya kornerden gelen topa ceza sahası dışından kafayla vurup attığı gol...
Gerçi o zaman topun ağlara gittiğini görememiş, gol olduğunu arkadaşları
söylemişti.
Ve en güzeli, hala rüyalarına giren... Kullandığı bir serbest vuruşta topun önce baraja sonra kaleciye ve en son yan direğe çarpmasıyla attığı gol...
Bilardo topu musun mübarek?
Sonra... Futbolculuğunu bitiren olay... Mutlu anılarına tuz biber eken,
futbol topunu her düşündüğünde bir karabasan gibi anılarına hücum eden o
olay... İçi burkuldu, midesi yandı birden. Kahvesi de nerede kalmıştı?
“Mahmuut... Bizim kahve ne oldu?”
“Geldim abi.”
Ocakçı bizzat kendi getirmişti kahveyi ve bir bardak suyu. Beton, bir
dikişte suyu yarıya indirmiş, ağzını şapırdatarak kahvesinden küçük bir yudum almıştı. Ama ne kadar kafasından atmaya çalışsa da içini burkan anılar
birbiri ardına üşüşüyordu zihnine.
Peki, ne olmuştu?
Kaptanlığını yaptığı amatör takım o yıl hiç olmadığı kadar iyi gidiyordu. Tarihlerinde bir ilk yaşanacak ve belki de birinci amatörde şampiyon
olacaklardı. Takımın kaptanı ve abisi olarak, kendini bir komutan gibi görüyordu. Gerek kulüp başkanı, gerek teknik direktörü, gerekse taraftarlar, onlar
sadece figüran, kendisi başroldü. Çevresini saran hevesli, pire gibi gençlerle
önlerine geleni deviriyorlardı. Defansta lakabına yakışır şekilde tam bir beton
kale gibiydi. Ligin ilk yarısını en az gol yiyen takım olarak açık ara lider bitirmişlerdi.
O yıl müthiş keyif alıyordu, futboldan... Ve hayattan... Kafası futbolla
ve şampiyonlukla o kadar meşguldü ki, ne geçim sıkıntısı, ne alacaklılar, ne
karısının somurtkanlığı, ne çoluk çocuğun mızıldanmaları... Hiç biri umurunda değildi.
Ligin ikinci yarısı başladığında ilk birkaç maç teklemişlerdi. Bu birazda
rehavetten kaynaklanıyordu, telafi edilebilirdi. Ama asıl tehlike bambaşkaydı.
En yakın takipçileri olan rakip takım devre arasında yeni bir transfer yapmış88 • Post Öykü
ö y k ü ■
tı. Ahmet Suphi adındaki bu genç transfer tam bir deli fişekti. Hızına kimse
yetişemiyor, çalımları ile baş döndürüyor, şutları neredeyse ağları deliyordu.
Her maç üç dört tane gol atıyor, bir o kadar da attırıyordu. Çocuğun namı
almış yürümüş, tüm amatör lig onu konuşur olmuştu. Beton Kamil de onun
birkaç maçını gizlice izlemişti. Bu ufak tefek, çelimsiz ama gözleri fıldır fıldır
çocuğun oyununa hayran kalmıştı. Hayran kalmanın yanında, kıskanmıştı...
Çocuk futbolu kendisinin yaptığı gibi kaba bir güçle değil, teknik ve hızıyla
oynuyor, topla güreşmeyip adeta dans ediyordu. Top sanki bu çocuğa sevdalanmış, âşık olmuş gibi ayağından hiç ayrılmak istemiyor, sımsıkı sarılıp
sarmalanıyordu.
Şampiyonluk kaçıyor muydu yoksa? Tamam, puan olarak hala öndeydiler ama rakip takım averaj yönünden avantajlıydı. Ligin son maçı iki takım
arasındaydı ve puan farkı sadece üçtü. Yani beraberlik bile şampiyon olmaları
için yeterliydi. Ama ya yenilgi... Bay bay hayaller, kupa, şampiyonluk...
Maçtan bir gün önce tüm maç planları hazırlanmıştı. Teknik direktörleri oyun taktiğini Ahmet Suphi’yi durdurmak üzerine kurmuştu. Sağlam ve
kalabalık defans, uzun paslar, uzaktan şutlar, kontra ataklar... Takımın oyun
kurgusu ve planı kağıt üzerinde tamamdı. Ama kendisinin de gizli bir planı
vardı.
O akşam kullanılması yasak olan çivili kramponlarını çıkarmış, çivilerini eğelemiş, anlaşılmaması için siyaha boyamıştı. Amacı belliydi. Maçın
başında Ahmet Suphi’yi sakatlayacak ve oyun dışında kalmasını sağlayacaktı.
Kırmızı kart görme pahasına... Rakibin yıldız oyuncusu olmadığı zaman, nasıl
olsa maçı en azından berabere bitirirlerdi. Ömrü hayatında ilk kez yakaladığı
şampiyonluk şansını bir çocuk yüzünden kaybedemezdi.
Maç başlamıştı. Henüz ilk dakikalarda Ahmet Suphi’den yediği bacak
arası çalım ve ardından attığı gol... Bütün takım elleri bellerinde, başlar önde
kalakalmıştı. Takımı ateşlemeye çalışmış, bir yandan da gizli planını uygulamak için acele etmeye karar vermişti. Ahmet Suphi’nin peşinden sahanın her
yanına, hatta rakip cezasahasına kadar gidiyor, taban giriyor, kayıyor, tekme
sallıyordu. Ama çivili kramponlarını bir kez bile isabet ettiremiyordu. Bu çocuk lastik top misali hoplayıp zıplıyor bütün faullü hareketlerden bir şekilde
kurtuluyordu. Devre bittiğinde tabelada rakip takım adına üç gol vardı. Ve
tabi ki üçünü de Ahmet Suphi atmıştı.
Devre arasında soyunma odasında yapılan tüm telkinler, bağrışmalar,
moral vermeler boşunaydı. Biliyorlardı... Maç kaybedilmiş, şampiyonluk kaçBeton Kamil
• 89
mıştı. İkinci yarı kendileri biraz daha hırslı başlasa da, rakip defansa çekildiğinden, bir sonuç elde edememişlerdi. Bam güm giden maçta artık kendisinin
tek hedefi kalmıştı. Ahmet Suphi denen çocuğu bir şekilde yakalayıp, dövercesine sakatlamak...
Ümitlerin tükendiği maçın sonlarına doğru, bir korner atışında gözüne
kestirmişti onu. Marke ediyormuş gibi yakınına kadar sokulmuştu. Kendilerine doğru gelen topa bir kedi gibi zıplamıştı Ahmet Suphi. O da bunu fırsat
bilmiş, topu bahane ederek peşinden zıplayarak tüm ağırlığı ile çocuğun üzerine öyle bir yüklenmişti ki zavallı çocuk çarpmanın etkisiyle havada savrulmuştu. İkisi de yere düşmüşler, top bir şekilde uzaklaştırılmıştı. Takımı ani bir
atağa kalkmıştı. Kaleci bile topun peşinden rakip alana doğru fırlamıştı. Ayağa
kalktığında sahanın dışına savrulmuş yerde yatmakta olan Ahmet Suphi’yi
görmüştü. Büyük bir rahatlama hissetmişti. Üç gol atıp takımını şampiyonluktan eden adama gereken cezayı kesmenin rahatlığı...
Rakip sahaya doğru birkaç adım ilerlemişti ki, gayri ihtiyari tekrar geriye bakmıştı. Ahmet Suphi hala yerde kımıldamadan yatıyordu. Hareketsiz,
öylece... Sanki... Ölü gibi...
Bir anda içinde patlayan devasa bir yangın tüm vücudunu kaplamıştı. Aklına gelen o korkunç düşünce büyük bir vicdan azabıyla beynine saplanmıştı. Korkudan uyuşmak üzere olan ayaklarını sürüyerek geri dönmüş,
kale direğinin yanında boylu boyunca yatan zavallı çocuğun yanına gelmişti.
Gördüğü manzaranın dehşeti karşısında adeta tüm vücudu buz kesmişti. Ahmet Suphi’nin kafasından fışkıran kan yüzünün yarısını kırmızıya boyamıştı.
Gözleri yarı açık olmasına rağmen sadece gözakları görünüyordu. Hafiften
seslenip, birkaç tokat vurmasına rağmen yanıt alamadı. O an fark etti. Nefes
almıyordu...
Telaşla çevresine bakındı. Oyun devam ediyor, hakemler, teknik heyetler, seyirciler, herkes heyecanla rakip sahada oynanan oyunu seyrediyordu.
Hiç kimse onların farkında değildi. Korkusunun kuşattığı vicdan azabı bağırıp yardım istemesine engel oluyordu sanki. Kimden yardım isteyecekti ki?
Şoförden bozma amatör ligin çakma sağlıkçılarından mı? Kendisi onlardan
daha eğitimli bir sağlıkçıydı sonuçta.
Evet, sağlıkçıydı... Okulda öğrendiklerini hatırlamaya çalıştı. Öncelikle
sakin olmalıydı. Başını çarpınca bayılmıştı, tamam. Neden nefes almıyordu?
Dili... Tabi ki dili dönmüş olmalıydı. Kanlara aldırmadan çocuğun ağzını açtı.
Evet, tahmin ettiği gibi dili boğazına kaçmıştı. Hiç düşünmeden parmağını
90 • Post Öykü
ö y k ü ■
soktu. Tükürüklerin, salyaların arasından diline ulaştı ve çekti. Ciğerlere dolan havanın boğuk ve hırıltılı sesini duymuş ve ardından istemsiz öksürükler eşliğinde tekrar nefes almaya başlamıştı çocuk. Büyük bir sevinçle farkına
varmadan attığı çığlık çevredeki birkaç kişinin dikkatini çekmiş ve yanlarına
toplanmıştı. Hala baygın olan Ahmet Suphi alelacele hastaneye kaldırılmıştı.
Birkaç gün sonra Ahmet Suphi’nin taburcu olduğu haberini almıştı.
Ama bir daha görüşmediklerinden bir özür dileme fırsatı bile bulamamıştı. İyi
de olmuştu. Suçluluk duygusu hala içini kemiriyordu. Yaşadığı vicdan azabı
nedeniyle futbolu bırakmıştı. Şimdi sadece televizyondan maç izleyen bir seyirciydi artık.
Kahvesinden şapırtılı bir yudum daha aldı. Televizyondaki maçın ikinci
yarısı başlamak üzereydi ve yapılacak bir oyuncu değişikliği için tabela kaldırılmıştı. Televizyonun altında beliren yazıda giren oyuncunun numarası ve adı
yazılıydı. “10- Ahmet Suphi” Bir yandan da spiker oyuncuyu övüyordu.
“Genç yetenek Ahmet Suphi, ilk profesyonel maçına çıkıyor.”
Beton Kamil’in beklediği buydu işte. Sevinçten kahkaha atmış, kahvedekilerin meraklı bakışları bir an için ona çevrilmişti.
“Hey koçum be! Sen ikinci yarı girecek oyuncu musun?”
Beton Kamil’in içini kıpır kıpır yapan sevinç dalgası, yüzünde çirkin
bir gülümsemeye neden olmuştu. Göbeğini gerdirerek maça odaklandığı sırada masa üstündeki beyaz zarf gözüne ilişti. Moralini bozmak istemese de
zarfı alarak hızlıca açtı. İçinden ikiye katlanmış sarımtırak bir kağıt ve küçük
bir not kağıdı çıkmıştı. Alacaklıların borç isteme şekli giderek değişiyordu
anlaşılan. Kağıdı açtığında gözlerine inanamadı. Kendi adına düzenlenmiş bol
sıfırlı bir çekti bu. Bir hata olabileceğini düşünerek ister istemez not kâğıdını
okudu.
“Hayatımı borçlu olduğum Beton abime... Lütfen kabul buyur abi.
Ahmet Suphi.”
Boğazı düğümlenmiş, eli ayağı boşalmıştı. Mahcubiyet içinde başı öne
düşmüştü. Onunla göz göze gelecekmiş gibi televizyona bakamıyordu artık.
Karakterine ve cüssesine yakıştıramadığı gözyaşlarını kimsenin görmemesi
için hızlıca elleriyle sildi. Çeki ve not kâğıdını yavaşça cebine yerleştirirken
tüm utancını yenip, bakışlarını televizyona çevirdi. Ahmet Suphi, o meşhur
bacak arası çalımlarına başlamıştı.
Beton Kamil
• 91
Sürgün
Ersin Yılmaz
Sabahın köründe, renklerin silikleştiği, havanın soğuktan çatırdadığı
vakitte bir hâkim, kasabadaki tüm evlerin önünden ve bütün sokakların içinden aynı anda geçerek kasabanın meydanına geldi.
Heybesi kanla dolu atından yavaşça indi ve cübbesini özenle yere serdi.
Ellerini gökyüzüne kaldırıp rengârenk bir çığlık attı. Çığlığı ilk önce erkenden
kalkıp işlerini kolaylamaya çalışan kadınlar duydu. Yürekleri ağızlarında yaptıkları işleri olduğu gibi bırakıp çocuklarını kucakladılar ve kocalarını uyandırdılar. Kimi adam uyandı, kiminin alnı zaten yerde, arş-ı âlâya fısıldıyordu,
kimi akşamdan kalma uykusunu böldü diye karısını çocuğunu evire çevire
dövdü, sonra yine yattı uyudu.
Hâkim’in kopardığı gürültüden sonra güneş, dağların ardından bir türlü çıkmadı. Kasabanın üzerini örten gökyüzüne ise kirli bir dumana benzeyen
yığınla bulut doluştu, gök yarılırcasına gürledi ama yağmur yağmadı. Hava
aydınlanmadı ama kadınlar yine de kahvaltıları hazırladılar, bellerini büküp
işlerine koyuldular, bebeklerini emzirdiler. Elbette içlerinde zift gibi bir korku,
külçe gibi ağırlaştı. Hâkim, atını bağlayıp yere serdiği cübbenin üzerine oturdu
ve beklemeye koyuldu. Kahvaltı edip çaylarını içen adamlar, kasabanın sıkıntısından bunaldılar, yerdeki titreme, gökteki gürültü nedir diye telaşa düştüler.
Kimi duvara astığı, kimi yatakların arasına sakladığı tüfekleri gövdelerine asıp
meydana çıktılar. Hâkim onları görünce kaşlarını çattı, iyice yaklaşsınlar diye
bekledi. O beklerken simsiyah atı debelendi, şahlandı, gök patlar gibi yandı
söndü, dağları bir titreme aldı. Hâkim ayağa kalktı, atının yularından tutup
sakinleştirdi ve elini heybesine daldırıp çıkardı. Avucuna doldurduğu kopkoyu kanı meydana toplanan adamların üzerine savurdu.
Önce herkes ürküp kaçıştı. Kimi tüfeğin tetiğine dokunmuş bulundu.
Silah seslerini işiten kadınlar evlerinde eyvahlar içinde çocuklarını gövdelerine
sıkı sıkı bastırdılar. Sonra Hâkim, parmaklarını şöyle bir silkeledi de birdenbire nehirlerin yönü değişti, güneşi saklayan dağlar şöyle bir kıpırdandı, bulutlar
92 • Post Öykü
ö y k ü ■
bambaşka bir maviye büründü ve meydana toplanan ahalinin vicdanına minik bir kıvılcım ilişti.
Hepsi engelsiz, perdesiz, aydınlık bir şüpheye düştüler. Önce kendilerine sonra birbirlerine söylendiler, sonra şaşırdılar. Hayretten kaşları kalktı, kendi
içlerine bakıp bu hayret de nereden çıktı şimdi, deyip bir daha şaşırdılar. Ayakları üzerinde durduklarını, kollarının gövdelerine bağlı olduğunu, başlarının
ne ağır olduğunu ve aman ne kadar da ağır olduğunu fark ettiler. Aralarından
bazıları dizlerinin üzerine çöküp tüfeklerini çenelerinin altına dayadılar, kiminin hayreti gökleri aştı da alnı toprağa bulaştı, kimi de gözlerini sinsice kısıp
cehennemî bir fısıltıyla dilini eğip büktü. Onlar, kalabalığın içinde gizli gizli
öbürlerini taklit ettiler. Hâkim olan bitenden razı olmamış gibi kanla boyanmış
elini çenesine koyup gözlerini döndürmeye başladı. Hâkimin etrafına toplanan
erkeklerin hepsi yapacaklarını yaptıktan sonra tekrar hâkime dönüp bakmaya
başladılar. Hâkim başını kaldırıp hepsinin yüzüne teker teker baktıktan sonra
dişlerini gıcırdatarak cüppesini yerden aldı, sırtına geçirdi, kalabalığın arasına
daldı. Gözleri felfecir okuyan bir tanesini bulup boğazından yakaladı. Onu çekip kalabalığın önüne çıkarıp yere çaldı. Yere savurduğu adamın önünde ardında gidip gelmeye başladı. O gidip geldikçe yerde yatan adamın dili çatallandı,
yeşile döndü. Avuçlarına simsiyah bir duman doldukça doldu. Hâkim hepsini
gördü. Gördükçe kızdı, delirdi “Nasıl olur! Nasıl olur!” diye söylendi durdu.
Köyün erkeklerinden biri tüfeğini kaldırıp bir adım öne çıktı, yerde
çatal diliyle kıvranıp duran adama “Melun!” diye bağırıp tetiğe bastı. Aynı
anda patlayan gök gürültüsünden, rüzgârın dağları eteklerinden tutup kanırtmasından silah sesi duyulmadı. Akan kanın şarıltısı ve ölümün ıhıltısı da arada
kaynadı gitti. Hâkim durdu, namlusu tüten tüfeğe baktı, sonra o tüfeği tutan
dişlerinin yarısı dökülmüş, kendini Tanrı ilan eden adama baktı. Ağzına alaycı
bir kıvrım ekleyip ellerini arkasında bağladı. “Razı değil misin?” diye kükredi.
Birden tüm evlerin duvarları çatırdadı. Kadınların nefesleri daraldı, çocuklarını kalın kalın giydirip üzerlerine okuyup üflemeye başladılar. Hâkim, adamın
gözlerinde pişmanlık görünsün, diye baktı ama yoktu. Belki bir parça gafletin
sopasını görürüm diye baktı, yoktu. Adam, tüfeğini indirip muzafferane burnunu yukarıya kaldırdı. Kalabalığın içinde birkaç kişinin eyvah’ları duyuldu.
Onlar çoktan beri titriyorlardı. Hâkim gelmezden evvel gece vakti onları bir
huzursuzluk tutmuştu zaten. Hâkim adamı yakalayıp nereden bulduysa bir
halat bulup bir ucunu ayaklarına bir ucunu kendi taşkın atının gövdesine
bağlayıp atına şaplağı indirdi.
Sürgün
• 93
Hâkimin atı başını öne ata ata koştururken meydanda toplanan tüm
erkekler gözleriyle onu takip ettiler. At koştukça adam parçalandı, adam parçalandıkça atın önünden geçtiği ağaçlar birdenbire kurudu, çiçekler soldu,
rüzgâr hızlandı, bulutlar tuhafça kıvrıldılar, büküldüler... Hâkim kaşlarını
çatıp eline bir ağaç dalı aldı. Kalabalığa doğru sallamaya başladı. Rüzgârın
uğultusundan hâkimin söylediklerini kimse duymadı ama herkes korkudan
tüfeklerini bir yana bırakıp ellerini önlerinde bağlayıp amenna dediler, başlarını eğdiler. O sırada at, arkasından sarkan ipin ucunda yarım yamalak bir
cesetle çıkıp geldi. Hâkim onun alnını okşadı, tekrar bağladı. Atını bağlarken
güneşin arkasına sığındığı dağın ortasında parlak bir ışık gördü. Işığı görünce
içine bir korku düştü ve kalabalığa dönüp “Şu dağdaki ışık nedir?” diye sordu.
Kimse Hâkimin sesindeki korkuyu sezemedi. Yalnız merakından evinin çatısına çıkıp meydanı izleyen bir kadın “Korkak!” diye bağırdı. Kalabalıktan biri
“Ali’dir” dedi. O Ali der demez hâkim küplere bindi. Tuttuğu dalı ortasından
kırdı. Ağzına dolan köpükleri saklamadan köyün erkeklerinden rasgele beş
kişi seçip Ali’yi getirsinler diye dağa yolladı. Adamlar çoluk çocuk var, karımız
evimiz, tarlamız, hasta anamız babamız var dediler de hâkim her bahaneye bir
şaplak indirdi, arkalarından tekme tokat, küfür kıyamet onları dağa gönderdi.
Yavaş yavaş başlarını pencerelerden balkonlardan uzatan kadınlar,
ağızlarında dualarla birbirlerine baktılar, korktular, giden gelmedi diye söylendiler, yine korktular sonunda kimi çocuğunu sırtına bağladı, kimi yatağına bastırıp eve kilitledi, hep beraber onlar da meydana indiler. Baktılar ki
bir dağ güneşi saklıyor, gökte bereketsiz bir sancı, meydanda köyün erkekleri
hâkimin etrafında halka olmuşlar, el pençe divan bekleşiyorlar. Gençten bir
kadın, erkeklerin halkasını kırıp hâkimin dizinin dibine oturdu ve “Seni buraya kim tayin etti?” dedi. Aralarında fısıldaşan kalabalığa ters ters baktıktan
sonra hâkim kararlı gözlerle kadına bakıp sakince “Sizin günahlarınız” dedi.
Kadın pervasızca “Sen bizi başsız mı sandın?” deyip hâkimin cübbesini çekiştirince kadının kocası bulundu geldi, onu kolundan çekiştirdi ama nafile.
Hâkim ciddiyetini bozmadan “Hele bir Ali gelsin” buyurdu. O sırada dağın
ortasında beş pırıltı yandı söndü. Oracığa toplanan ahali, giden beş kişiye yas
tutmaya başladı.
Hâkim hışımla ayağa kalkıp “Siz”, dedi, “Kahkahanın doğurduğu,
kalbi sapmış kimselersiniz. Şimdiye kadar kimin derdiyle titrediniz de şimdi ağıt yakıyorsunuz. Utanmazlar!” Atının heybesinden kana bulanmış uzun
bir kırbaç çıkarıp havaya doğru savurdu çekti. Kırbaç havada şaklar şaklamaz
94 • Post Öykü
ö y k ü ■
toplanan herkesin göğsünde kalın bir yara açıldı. Erkekler ve kadınlar, acı bir
çığlık koyup yere yığıldılar. Hâkim de olduğu yerde bükülür gibi oldu, ıhladı
ama düşmedi. Gök hepsinden farklı gürledi. Ağzında kutsal kelimeler taşıyan
bir adam, sürüne sürüne tüfeğini buldu. Yerinden kalkamadan başında kırbaç
şaklayıverdi. “Ne oluyor size!” diye bağırdı hâkim. Acıdan olduğu yere yığılan
insanlar bir şey diyemedi. Yalnız evinin çatısından olayları seyreden kadın,
elini alnına siper edip “Geliyor!” diye bağırdı, “Ali geliyor!”
Ali ardında beş atlıyla beraber, tozu dumana katarak, geçtiği yolları yeşerterek, dağın ardındaki güneşi yükselterek gelip meydanda durdu. Onunla
beraber gelen beş adam, yerde ıstırap çeken insanların yanına koşturdu. Ali
hâkimin karşısında durdu ve “Senin burada işin yok!” dedi, “bu insanların
karanlıkları da aydınlıkları da benimdir.” Hâkim siyah cübbesinin üzerine
dizlerini kırdı oturdu. Ali’ye yer gösterdi. Ucundan kan damlayan kırbacını
ikisinin arasına yerleştirip ellerini dizlerine yapıştırdı. Ali, Hâkimin göğsünden akan kanı görünce “Sen haddini çoktan aşmışsın” dedi. Hâkim ciddiyetle
“Aştım” dedi. “Bu insanların duvarları artık yıkılmaz olmuş, iyiliği bilmiyorlar, burada yıkım icap etti” dedi. O sırada yükselen güneş dağı aştı, rüzgâr duruldu, bulutlar dağıldı, hâkimin ağzından incecik kanlar sızmaya başladı. Ali,
ışığın altında kıvranan erkeklere ve kadınlara baktı, Dişlerini sıktı, bir hışımla
Hâkimin yakasına yapışıp “Seni buraya kim gönderdi!” dedi, “Senin bu karanlıktan ne alacağın var?” diye kükredi. Hâkim kanlı dişleriyle gülümseyerek
“Sen gönderdin” dedi, “Bu aydınlığın anlamı olsun, gerçeğin hikmeti ne ise
bu insanlar ölümden bilsinler diye sen gönderdin!” Ali hâkimin yakasını bırakıp insanlara baktı. Onların kalın yaralarını örtmeye çalışan beş kişiye baktı,
sonra döndü saklandığı dağa baktı. O dağın içini oyarken döktüğü gözyaşlarını, dilinde döndürdüğü duaları ve bedduaları, tırnakları her koptuğunda içindeki yangını salıverdiği yerde yatan insanların duvarlarını, alaylarını düşündü.
Huzurla eğilip kalktığı pek ender zamanlarda bu kasabaya doğru işte o geniş
parıltıyla “Siz bilmiyor musunuz!” diye haykırdığını hatırladı.
Ali ayağa kalktı. Yavaşça atının heybesinden bir halat çıkarttı. Bir ucunu hâkimin ayaklarına diğer ucunu atına bağladı. Kanlı kırbacı alıp atının
gövdesine indirdi. Kırbaç atın gövdesinde şaklayınca sırtında ölü bebeğiyle
kıvranan kadın, bebeğinin ağlamasıyla doğruldu.
Sürgün
• 95
Pişdar
Esmahan Devran İnci
Yine toplanıyorlar, duyuyorum. Ne kadar, “Panik yapmayın!” desek de
korkuyorlar, anlıyorum. Girdiğim yol, birbirinden beter seçenekler arasından en
hâllicesiydi, nereden bilebilirdim işlerin bu hale geleceğini. Gerçi, bilseydim de
pek bir şey değişmezdi herhalde.
İlk günlerde hikayemi sadece merak edenlere anlatıyor, olabileceğini görsünler istiyordum. Sonra baktım ki, anlattıklarım beni yavaş yavaş olmadığım
şeylere dönüştürüyor, sustum. Ben susunca daha önce anlattıklarım bire bin katılarak yayıldı. Sıradan birinin, tesadüfen seçtiği yolda, kutsalları, zamanla kutsallaşan kuralları, tartışmasız düzeni sorgulayarak ilerlerken, isteği dışında kutsal
bir kahramana dönüşümünü yaşadım...
Vakit daralıyor, yeni savaş kapıda. Bu savaştan çıkıp çıkamayacağım meçhul. Yaşlı ve yorgunum. Ama temelli göçüp gitmeden yapmam gereken son bir iş
var. Hikayenin doğrusunu yazmalıyım. Bir nevi vasiyet...
Hayat, çoğu kez yaşarken fark etmediğimiz bir noktada kırılıp bambaşka yönlere akabiliyor. Benimki de öyle oldu. Her gün yaptığım gibi sabah
erkenden kalkmış, diğer öncülerle beraber yiyecek arıyordum. Henüz üç günlük öncüydüm. Temkinli davranıp önümdekini takip etmem gerekirken, aldığım sinyallerin peşine takılarak yolumdan saptım. Arkamdaki hemen seslendi:
“Z1110 rotana dön.” Feromen akışını kesmiştim, bu asla kabul edilemezdi,
ceza garantili bir akşam beni bekliyordu. “Hemen geliyorum,” deyip yoluma
devam ettim. Genç ve hassas duyargalarım yanılmamıştı, yaşlı zeytin ağacının
gölgesinde bir aile yemek yiyordu. Ayağımıza gelen bu fırsatı, hep beraber değerlendirmediğimize sinirlenerek sofrayı kolaçan ederken, bizimkilere henüz
sinyal yollamaya başlamıştım ki neye uğradığımı şaşırdım; bir anda katlanmış
bezin arasında buluverdim kendimi.
Seslere bakılırsa kalabalık iyice arttı. Yazmaya yoğunlaşmak zor. Yukarıdakiler benim de korkabileceğimi akıllarına dahi getirmiyorlar, oysa korkuyorum;
en çok da onların akıbetinden... Yaşlılıkla birleşen gereksiz nice savaş görmenin
96 • Post Öykü
ö y k ü ■
bıkkınlığı; hep beraber barış içinde yaşayabileceğimizi bir türlü anlatamamanın
üzüntüsüne karışıyor. Bir gün tüm bu yaşananlara değdiğini görmek isterdim,
umarım yukarıdakiler görürler.
Sarsıntılara bakılırsa külüstür bir arabadaydım ve içinde olduğum sofra bezinden hemen çıkmazsam, havasızlıktan ölecektim. Ayağımın takıldığı
yerde oluşan minicik boşluğun çevresindeki ilmekleri, güçlü çenemle kemirip
ne kadar sürdüğünü tam olarak kestiremediğim bir süre uğraştıktan sonra,
bezin en üst katmanına ulaştığımda, kan ter içinde kalmıştım. Biraz dinlenip
sepetin ilmekleri boyunca yukarı tırmanarak yere atladım.
Bu yoğun çaba, benim gibi sağlıklı ve genç biri için bile çok ağırdı.
Yorulmak nedir bilmeyen çalışkanlığımızla ün yapmış olsak da, sarsılmaz bir
düzen içinde çalışmaktır bizim sırrımız. Arabanın zemininde uzun uzun soluklanıp biraz kendime gelince, hemen yanı başımdaki çocuğun ayaklarının,
her an tepeme inebileceğini fark ederek koltuğa tırmandım. Arabanın ufacık
bir çukurda bile dağılacakmışçasına tangırdayan saclarına, boğuk hırıltılı titremelerle cevap veren motor sesi eşliğinde yol alıyorduk. Vaziyetimi daha iyi
algılamak için sağ cama tırmanınca derin bir hayal kırıklığına uğradım. Ne
görmeyi umuyordum? Yarı kör gözlerim, belli belirsiz ışıktan bir sis içinde
akan yolu ancak fark edebiliyor, adapte olamadığım hızla birleşen gürültü
beni serseme çeviriyordu. Az evvel hissettiğim, oysa şimdi çok uzak zamanlarda kalmış gibi gelen kıvancım, yerini yalım yalım yakan bir vicdan azabına
bırakmıştı. İçimde git gide büyüyen panikle, nereye gittiği belirsiz bir yolda,
benim için ışık hızı sayılabilecek bir hızla, tek başıma, her geçen dakikayla beraber ailemden, geçmişimden ve yaşamdan uzaklaşıyordum. Karnımdan tüm vücuduma yayılan korkuyla ayaklarım boşalıverince tekrar koltuğa
düştüm. İyi ki düşmüşüm; yattığım yerde hemen kendimi toplayıp bir plan
yapmam gerektiğini kavrayarak konuşulanları dinlemeye başladım. Daha
çok yolları olduğunu, deniz kenarında bir yere gittiklerini öğrendim. Sadece
kendi yuvam, toprağım ve iklimimle sınırlı küçücük dünyamda, benim için
zaten her yer uzaktı. Yine de zararın neresinden dönsem kârdır hesabı, bu yol
sarmalından bir an önce kurtulmam gerekiyordu. Büyüklerimiz bazı insan
yavrularının bizden korktuğunu söylerdi. Çocuğun şortundan açıkta kalan
çıplak bacağında dolaşmaya başladım. Hemen fark etti. Beni işaret parmağına alıp incelemeye başladı. Ben telaşla parmağından inmeye çalıştıkça hızla
öbür parmağına geçiriyor, bir aşağı bir yukarı indirip kaldırıyor, duyargalarımla oynuyordu. Duyargama her dokunuşunda vücudum kuvvetli bir akıma
Pişdar
• 97
kapılmışçasına zangırdıyor, aşağı yukarı inip çıkmak dengemi alt üst ettiğinden zar zor ayakta duruyordum. Sıkıntıdan patlayan çocuğa oyuncak olmuş,
kendi kazdığım kuyuya düşmüştüm. Yuvada anlatılan başka şeyler geldi aklıma; çocukların bazen sadece eğlence olsun diye antenlerimizi, bacaklarımızı
kopardıklarını hatırlayıp korkuyla ürperirken, çocuk ne ara sepetten aldığını
fark etmediğim bir ekmek kırıntısını zorla ağzıma sokmaya başladı. Korkunun canlandırdığı zihnim hızla planlar üretiyordu. Bütün gücümü toplayarak çocuğu ısırdım.
Yukarıdan gelen sesler arasında en çok tezahüratlar dikkatimi dağıtıyor.
Normalde bizim adımız olmaz, numaralarımız vardır. Zamanla yolumuza katılanlar kendilerine bir isim seçtiler. Benimkiyse, kardeşlerimin hayatımdan esinlenerek uygun gördüğü bir hediye. Her şeyi çözecek sihirli güçlerim varmışçasına,
onları yaklaşan savaştan koruyabileceğimi sanıyorlar. Ne yanılgı ama...
Çocuk aniden bağırınca telaşlanan babası arabayı durdurdu. Bense
çoktan koltuğa atlayıp hızla yürümeye başlamıştım. Bir insan için iki karışlık
mesafe, benim için bin adıma yaklaşan çok uzun bir yoldu. Kapı açıldığında
yolu ancak yarılamıştım. Neyse ki canhıraş bir ağlama tutturan çocuk “Isırdı,” diye bağırmaktan başka bir şey söyleyemediğinden epey zaman kazandım.
Koltuğun sonuna geldiğimde gözümü karartıp aşağı atladım. Öyle hızlı gidiyordum ki, her bir eklemimin takırtısı kulağımda çınlayarak, görüş mesafesinden ve tekerlek hizasından kurtulduğuma emin oluncaya kadar durmadım.
Sonra bir otun arkasına saklanarak gitmelerini bekledim. Araba büyük bir
gürültüyle, tozu dumana katarak uzaklaştıktan epey sonra çıkıp kendimi toprağa bırakabildim.
Orada ne kadar kaldım bilmiyorum. Bacağımdan ve karnımdan sızan
siyah kanımı görünce çok şaşırdım, arabadan atlarken olmuştu herhalde. Sağ
arka bacağım, ağır şekilde yaralanmış olmasına rağmen umurumda değildi,
asıl yaralı olan ruhumdu. Yattığım yerde, çaresizlikle içimi dinliyor, artık çok
uzaklarda kalan evimin yönünü algılamaya çalışıyordum. Bizim oralarda karayel eser, buradaysa lodos sıcak nefesiyle toprağı toz bulutuna döndürürken,
tepeyi henüz aşmış güneş ortalığı yakıp kavuruyordu. Beynim, evimin çoktan uzak bir hatıraya dönüştüğünü söylüyor, kalbimse ümitsiz bir çabayla, bir
yolu olmalı, diyordu. Uzun süren bu didişmeden bunalarak “Yok, yok işte!”
diye bağırıp ağlarken içgüdüsel olarak kendimi toprağın şifalı ellerine bıraktım. Uyuyakalmışım.
Uyandığımda sızıntıların durduğunu, yaralı bacağımı daha rahat oyna98 • Post Öykü
ö y k ü ■
tabildiğimi fark ettim. Güneş iyice aşağı inmiş, feci derecede acıkmıştım. Kolayca ayağa kalktıysam da zor yürüyordum. Az ilerideki ekinlere ulaşabilsem
bir güzel doyardım ama bunu yapacak halde olmadığımdan, etraftaki yaprakları kemirip bulabildiğim birkaç yaprak bitini emerek, az da olsa karnımı
doyurunca kafam daha iyi çalışmaya başladı. Acilen geceyi geçirecek bir yuva
yapmalıydım.
Toprağı kazarken yalnızlığımı daha iyi kavrıyordum. Hiç tek başıma
çalışmamıştım. Bizim dünyamızda birimiz hepimiz içindi; tıkır tıkır işleyen
düzenimizde herkes kendine verilen görevi sorgusuz sualsiz yapar, bir problemimiz olursa büyüklerimiz çözerdi. Oysa o gün, ilk geceyi atlatıp atlatamayacağım bile meçhuldü. Belli ki Tanrı beni lanetlemiş, “Sen misin düzene karşı
gelen, al sana!” demişti. Güneş battığında, tüm çabama rağmen bedenimin
ancak yarısını sığdırabildiğim yuvamda, yarı aç yarı tok uykuya daldım. Uyandığımda henüz sabah olmamıştı. Geceyi birine yem olmadan geçirebildiysem
tamamen şanstı. Kardeşlerim şimdi huzurlu yuvalarında en derin uykularındayken; bense yapayalnız, aç susuz, kafamın içinde panik ve korkuyla vızıldayan bin bir düşünceden bunalmış, hayatın uzun adımlarla benden uzaklaştığını hissediyordum. Alıştığım her şey, evim, ailem, bir su lekesi gibi kuruyup
solan geçmişte kalmıştı. Zavallılığına acımakla meşgul karamsar ruhumun,
durumu kabul etmekten başka çaresi yoktu. Geçmişle gelecek, hayatla ölüm
arasında bir seçim yapmam gerekiyordu.
Seçeneklerimi gözden geçirmeye başladım. Bir koloni bulup beni köle
olarak almalarını isteyebilirdim. Kendi isteğiyle köle olan bir karıncaya pek
rastlanmadığından, büyük ihtimalle beni hemen oracıkta öldürürlerdi. Düşük
bir ihtimal, eğer kabul ederlerse çok çalışacağım fakat güvenli bir hayatım
olurdu. Köleliğe razıydım ama ya reddederlerse... İçimdeki ümitsizlikle diğer seçenek gözüme daha iyi gözüktü, zehir kesemdeki zehirle hak ettiğim
yeri boylamak... En azından onurlu bir ölüm olurdu. Biraz düşününce ne
ölüm tehlikesini göze alabilecek, ne de intihar edebilecek cesareti olmayan
bir korkak olduğuma karar verdim. Geriye son bir yol kalıyordu, tek başına
yaşamak... Az da olsa böyle karıncalar olduğunu duymuştum. Tehlikeler ilk
iki seçenekle aynıydı. Bir koloni tarafından yakalanıp köle olursam, zaten istediğim güvenli hayata kavuşurdum. Bir böceğe yem olacaksam, zehir kesem
ne güne duruyordu. Kısacık ömrümü, sadece hayatta kalmaya çalışarak geçirmek... Zor bir serüvendi. Özgürlük diye bir şey duymuştum ama tam olarak
bu muydu bilmiyordum.
Pişdar
• 99
Rahatlamıştım. Güneş doğmak üzereydi. Yapacak çok işim vardı. Doğru dürüst korunaklı bir yuva yapmam, yemek ve su bulmam lazımdı. Hemen
işe koyuldum...
Kafamı kaldırınca, çoktandır beni izlediği belli yoldaşımı görüp şaşırıyorum, geldiğini duymamışım. “Çok kalabalık oldu, seni bekliyorlar.” “Az kaldı Işık, bitirmek üzereyim, biraz sonra geleceğim.” Ömrünü benimle yoldaşlığa
adayan sevgili arkadaşım, “Tamam,” deyip yavaşça uzaklaşırken, gözlerindeki
korkuyu fark edince üzüntüm iyice artıyor.
Tamamen tesadüf bir yolculukla önüme açılan yollardan en zorunu
seçtiğimi o zamanlar bilmiyordum. İlk günler pes etmeyi çok düşündüm; ipi
kopmuş başıboş bir uçurtma misali geçmişle bağları kesilmiş, gelecekten habersiz, sadece hayatta kalmaya çalışıyordum. Zamanla bu yoğun uğraşı, yalnızlığımı unutarak yaşama sımsıkı bağlanmamı sağladı. Hatta günlük işlerimi
düzene oturtunca bu başıboşluk, bu aidiyetsizlik, beni zamandan yakasını
sıyırmış bir özgürlüğe taşıdı. İhtiyacım olan yiyeceği bulduktan sonra tüm zamanım bana aitti. Yaşamın sadece çalışmaktan ibaret olduğunu sandığım eski
hayatımı düşünüyor, etrafımdaki çevresinden ve birbirinden kopuk karıncaları gözlemliyor, onlar adına üzülüyordum. Yeni tatlar, mutluluklar aramak
akıllarından bile geçmiyordu. Toprak kokusuyla sarhoş, güneşin sıcaklığıyla
mahmur anlarımın tadını çıkarırken, çiçeklerin altında yalnızca kokularını
içime çekerek tembellik ediyor, her gün yuvama giden yeni yollar keşfediyordum. Sanki gözlerim bile fark ettiği güzelliklerle açılmış, daha iyi görüyordu.
Tabii bu başıboş karınca diğerlerinin dikkatini çekmişti. İlk başta önemsemediler, belli ki ölüp gideceğimi düşünüyorlardı. Zamanla, beklentilerini boşa
çıkarınca kolonileri için kötü örnek olduğumu düşünerek, beni yakalayıp köle
yaptılar. Kısa bir süre önce can attığım kölelik, özgürlüğü tattıktan sonra aklımın almadığı bir imkânsızlığa dönüşmüştü. Her defasında ölüm pahasına
kaçıp yeni yerlere yuva kurdum. Gittiğim yerlerde, özellikle gençler arasında
tanınır olmuştum. Tek tek kopup yanıma gelmeye başladılar. Merak içindeydiler. Oysa benim kimseyi yanıma çekmek gibi bir niyetim yoktu. Yol benim
yolumdu. O zaman fark ettim, kendi yolunu arayan ama bulmaya cesaret
edemeyenlerin çokluğunu. Soranlara hikayemi anlatıyor, zorluklara katlanabilirlerse mümkün olduğunu söylüyordum. Kimisi kendiliğinden bana katıldı,
kimisi ayrı yollara düştü. Tehlikeli yolculuklar ve gerçek serüvenler güçlü yoldaşlıklar yaratır, Işık’la da o zamanlar tanıştık. Gençler arasında hızla yayılan
özgürlük fısıltısının yarattığı beklenmedik kopuşlar, kolonilerin beni anarşist
100 • Post Öykü
ö y k ü ■
ilan etmesi için yeterliydi. Zamanla bambaşka rotalara bağlanan yolumda,
yıldırma amaçlı basit saldırılarla başlayıp tüm çabama rağmen engellemeyi
başaramadığım, hayal dahi edemeyeceğim acımasızlıkta savaşlar gördüm. Çok
kayıplar verdik. Her savaşla beraber, önce azalıp sonra arttığımızı görmek,
onları daha da biledi. Sonrası malum. İşte şimdi en büyüğü kapıda, artık beni
yok etmeden vazgeçmeyeceklerini biliyorum.
Yorgunum; acı, yalnızlık ve mücadeleyle yoğrulmuş uzun yollardan geçtim. Zamanım doldu biliyorum. Ama geriye dönüp baktığımda asla pişman
değilim. Yine olsa yine bu hayatı seçerdim. Yolun başında cezalandırıldığımı
sanırken, aslında mükâfatlandırıldığımı fark edeli çok oldu; sıradan bir işçi
karınca olarak başladığım hayatımı, bir kraliçe karıncadan daha çok hürmet
görmüş ve binlerce evlat yetiştirmiş olarak kapatmak üzereyim. Çoktandır kuşatılmış haldeyiz. Özellikle saldırmıyorlar. Bu bitmeyen bekleyişle, korkunun
cehennemini yaşayarak birbirimizden kopacağımızı sanıyorlar. Tam tersine
kenetleniyoruz. Her günü aynı olan kısır bir hayatı yaşamaktansa, tattığımız
sevgi ve özgürlüğün bir tutamının bile ömre bedel olduğunu bilmiyorlar. Tek
üzüntüm siz evlatlarım için. Bu satırlar ne kadarınıza ulaşır, bu savaş nasıl
biter bilmiyorum, bildiğim; Hayat, seçtiğimiz, seçemediğimiz, genellikle seçmediğimiz yollardır; değil mi ki yolunuzu seçtiniz, o halde yürüyeceksiniz...
Sanki hafifledim, yüreğimi sıkıştıran acı anlatınca azalmış gibi. Artık yukarı çıkıp, benden bekleneni yapmalıyım. Nice savaşlar görmüş iki topal bacağımı sürüyerek yavaşça yukarı çıkıyorum. Kalabalık beni coşkun tezahüratlarla
karşılıyor:
“Pişdar, Pişdar...”
Sonrası tüm yükünü bu yorgun yüreğe yükleyen derin bir sessizlik...
Pişdar
• 101
Takıntı
Kenan Yusuf Taşkın
Seyran hoca döneminin ünlü ressamlarından değildi. Akrilik boya ile
yaptığı peyzajların çok iyi olduğu söylenebilirdi ancak elle tutulur bir övgüye
mazhar olmamıştı. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Çağdaş Türk Resmi derslerine giren, kendi halinde bir akademisyendi sadece. Akademi dünyasında tanınmasına vesile olansa gerçekliğe olan tutkusu; romantizmi ve hayalperestliği saf
dışı bırakan takıntısıydı.
Dekanımız Muhsin Bey onu obsesif olmakla suçluyor lakin ondan da
öğreneceğimiz şeyler var diyerek aceleci davranmıyor, arkasında durmayı tercih ediyordu.
Seyran Hoca’nın bölüm başkanımız Rasim Hoca ile kantin masasında giriştiği kavga bardağı taşıran son damla oldu ve dekanımızın zoruyla bir
hafta izne ayrıldı. Bu nasıl ceza demiştik biz, oysa cezanın büyüğü zorunlu
iznini geçirmek için gittiği Foça’daki yazlığında bulacaktı onu.
Benim de şahit olduğum bu kavganın o denli büyütülecek bir yanı
yoktu esasında. Rasim Hoca öğle yemeğini yemek için kantine gelmiş, her
zamanki inceliğiyle sıraya girmiş, tabldotunu alıp Seyran Hoca’nın masasına
oturmuştu. Yemeğini yerken bir resim çalışmasından bahsettiklerini işittim
lakin konuya hâkim olamıyordum. Rasim Hoca ‘öyle bir resme nasıl zayıf not
verirsiniz havsalam almıyor doğrusu’ diyordu. Hatta bir ara sitem etmeye başladı. Böyle giderse bölümün adının kötüye çıkacağından, bundan da bölüm
başkanı olarak en çok kendisinin zarar göreceğinden dem vuruyordu.
Seyran hoca konuşmaya başlayınca sesler daha net duyulmaya başladı.
Kantinin kasvetli havası yerini tartışmanın heyecanlı atmosferine bırakmıştı.
Hoca savunmaya geçmişti. Bahsi geçen resimde realizm adına hiçbir şey olmadığını, resmin bir fanteziden ibaret olduğunu ama yine de resme “C” verdiğini
söylüyordu.
Anladığım kadarıyla Yasemin’in resminden bahsediyorlardı. Eğilip bükülmüş insanlarla, şehri ele geçirmiş buldozerler ihtiva eden yağlı boya bir
102 • Post Öykü
ö y k ü ■
tabloydu bu. Aynı resmi Picasso yapsa milyonlar edecek bu resmin hocanın
gözünde tuvalet kâğıdı kadar kıymeti yoktu. Üstelik lafı uzatıyor da uzatıyordu. Sesini yükseltmesine ise kimse anlam veremiyor, bir deliyi seyreder gibi
seyrediyordu herkes. Bense Rasim Hoca’nın bu deli adama haddini bildirmesini sabırsızlıkla bekliyordum ki Rasim Hoca kalkıp hem masayı hem de
kantini terk ediyordu.
Kantin ölüm sessizliğinden bir süre çıkamadı. Sonra mırıldanmalar
başladı, bir süre sonra da söylenmeler duyuldu.
Bizim bilmediğimiz ama dekanın bildiği şeyi ben aylar sonra öğrendim.
Meğer Seyran Hoca Çorum’un Salur köyünde bir rençperin oğluymuş. Çocukluğu tarlada çalışmakla, babasına yarenlik etmekle geçmiş. Yokluk içinde
okuyup bugünlere gelmiş. Evin büyük oğlu Mercan kafayı sinemaya takıp
yönetmenliğe meyledince babasından fena bir dayak yemiş. O dayak kalıcı
bir hasar bırakmış Seyran’ın körpe zihninde. Zaten oyun nedir bilmeden büyümüş çocuklar, babaları ne derse o olmuş hep. Ne vakit bir hayalin peşine
düşseler babalarının kızgın yüzlerinde soldurmuşlar düşlerini. Gerçekliğin
duvarlarına çarpıp durmuşlar hep. Kalpleri morarmış, zihinleri katılaşmış
yavrucakların. Yoksa kanayacakmış dimağları. Aylar sonra Mercan hastalıktan
ölünce boğazına düğüm olup durmuş babanın. Bu erken gidiş aileyi öylesine
harap etmiş ki, yıllar boyu kapanmayacak bir yara peyda olmuş ruhlarında.
Neşe ve mutluluk bir daha gelmemek üzere terk etmiş bu haneyi.
Zorunlu iznini geçirmek için Foça’daki yazlık evine gittiğini duyduk
Hocanın. Dönünce konuştuk biraz. Foça için “tam da bir insanın marazlarını
terk edip, yamacı aşıp gelen yele bırakacağı yer” diye bahsediyordu. Rüzgârla
konuştuğunu söyledi bana. Bütün yaralarımı yıldızlı gecelerde iyi ettim, dedi.
Bu efsunlu yer onun tedavi olduğu üstelik bolca resim çizdiği, eşsiz manzaraları ölümsüzleştirdiği bir yer olmuş. Tek tek gösterdi bana eserlerini. Hayran
olmamak elde değil doğrusu. O kadar gerçekçiydi ki bir an Foça’ya gidip gelmiştim. “Balıkçı Teknesi” adını verdiği bir resim vardı ki içinde hem deniz
hem kasaba hem de bulutlar vardı. Bu sefer öncekilerinin aksine deniz manzaraları çoğunluktaydı. Denizlere gitmek istiyorum dedi, uçsuz bucaksız sularda kaybolmak istiyorum. Bana yağmur yağarken denizin ortasında olmaktan
bahsetti. Bunu mutlaka yaşamalısın, o kadar güzel ki diyordu.
Sonra başından geçen ilginç bir hadiseden bahsetti. Belli ki orda da rahat duramamış, başına iş almıştı, yüzündeki yaramaz ifadeden hemen anladım
bunu.
Takıntı
• 103
Üzerinde sekiz tane servinin bulunduğu bir tepeyi resmetmiş. Eteklerinde sarı çiçeklerin açtığı kanolalar varmış. Fonda da Foça’nın safir rengi
mavisi. Tepe boylu boyunca yeşil çimlerin hâkim olduğu bir düzlükten ibaretmiş. Güneş de öyle bir ışık vermiş ki hocaya, bu kadar cömert olduğunu
hatırlamam bu yıldızın diyordu. Ancak hoca tam da işini iyi yapmış olmanın
huzur ve rahatıyla yürürken servilerin sayılarının sekiz değil dokuz olduğunu
anlamış. Gözlerini ovuşturup tekrar saymış, yine yeniden saymış ama rakam
bir türlü değişmemiş. Hep dokuz. Takıntısının katı ve yüksek duvarına bu
sefer öğrencileri değil kendisi çarpmış. Kalbinde bir çarpıntı hissetmiş. Eli
ayağına dolanmış ama işin içinden çıkamamış. Bu ruh haliyle evin yolunu
tutup düşüncelere dalmış. Sanki evde onu azarlamak için babası bekliyormuşçasına geri geri gidiyormuş ayakları. Bir yasağı delmiş olmanın heyecanından
çok üstünü örttüğü çukura düşmüş olmanın acısını duyuyormuş her adımda.
Eve nasıl girip ne ara uyuduğunu hatırlamıyor ama sabah olmadan uyanmış ve
elinde baltaya resmi yaptığı o yere, servilerin olduğu yamaca doğru gitmiş. Ve
sabaha yakın o en karanlık zaman diliminde ağaçlardan birini baltasına yem
etmiş. Resmi doğaya değil, doğayı resme benzetmiş böylece. Gerçeklik takıntısı olan birinin yapmayacağı iş değil ama bu kadarını da ondan duymasam
inanmazdım açıkçası.
İşin kötü tarafı balıkçılardan biri görmüş Seyran Hocayı serviye kıyarken. Hemen gidip “Orman Bölge Müdürlüğü’ne” bildirmiş hocanın gafletini.
Ormancılar gelip almışlar hocayı. Milli Park bölgesinde ağaç kesmenin bedelini ödetmek için çıkartmışlar hâkim karşısına. Olayı duyan belde sakinlerinin tepkisi de cabası. Hâkim, iki yıl altı ay hapis cezası, on yedi bin lira da
para cezası vermiş. Allahtan Hoca tecil yasasından faydalanmış da denetimli
serbest bırakmışlar. Bir daha yaparsa katlanacakmış cezası ama Hâkim Bey
bu kadarla bırakmamış meseleyi. Savunmasından hocanın takıntılı olduğunu
öğrenince onu kendi yöntemleriyle de cezalandırmak istemiş zira biliyormuş
hapis yatmayacağını. Ona bin adet palamut fidesi dikme cezasıyla içinde hayal
unsuru barındıran yirmi adet soyut resim yapmasını, en ufak bir gerçekliğe yer
vermemesini, daha inandırıcı olması açısından da bu eylemi yaparken kendini
kameraya çekmesini istemiş ve eserleri de adliyeye ücretsiz bağışlayacağı konusunda söz almış. Yoksa “yakarım hoca” diye de tehdit etmiş. Hâkimin taklidini
bir yapışı vardı ki sormayın.
Hoca koyulmuş resimleri yapmaya. Bu arada dekanı arayıp yıllık izninden on gün daha kullanmak istediğini söylemiş. Dekan da ne kadar geç
104 • Post Öykü
ö y k ü ■
gelirse o kadar iyi diye düşünmüş olacak ki hiç ikiletmeden vermiş izni. Önce
çok zorlanmış Hoca. Öğrencilerinin resimleri gelmiş aklına. Bunca yıldır hayal kurmayan adamın tahayyülüne mi bu iş. Kolay değil tabi. Sancılanmış,
başı ağrımış hocanın. Ama başa gelen çekilir deyip öğrencilerinin resimlerini
yapmaya başlamış. İlk resmi bitirdiğinde kendine inanamamış. Meğer daha
kolaymış rüyaların dehlizlerinde dolaşmak. Üstelik orası yanlış mı oldu, burası eğri mi oldu derdi de yok. Sadece boya almak için çıkmış dışarıya. Ve
bir haftada o yirmi resmi çizmiş. Adliye yönetimine teslim etmiş eserlerini ve
mahkeme duvarlarını bizim hocanın resimleri süslemiş. Hâkim en çok da eğilip bükülen insanlarla, şehri ele geçirmiş buldozerlerin olduğu resmi beğenmiş
ve imzalamış belgelerini hocanın.
Seyran Hoca eskisi gibi değil artık. Hatta UFO’ların dünyayı istila etmekten nasıl vazgeçtiklerini anlatan bir yağlı boya tablosu var ki, sadece fakültede değil, tüm kampüste fırtınalar kopardı.
Gerçekliğin katı, renksiz dehlizlerinden, hayal gücünün engin denizlerine açılan bir maceracının serencamı olarak tarihe geçti bizim Hoca. Artık
hem öğrencileriyle hem de üniversite yönetimiyle arası çok iyi. Tıpkı kendisiyle olduğu gibi...
Takıntı
• 105
Hırkamı Getirdin mi Mehmet?
Sebahat Meraki
Esneyerek açtı kapıyı. Paltosunu çıkarıp portmantoya astı. Rafların arasından arka bölmeye geçti. Tezgâhın köşesindeki çaydanlığa su koyup altını
açtı. Köşedeki bezi alıp içeri girdi ve kitapları silmeye başladı. Her şey her
sabahki gibiydi. Rüzgâr bile aynı vakitte esiyordu. Ustası da her sabah olduğu
gibi girecekti şu kapıdan ama günün devamı eskisi gibi olmayacaktı. Gece
kesin kararını vermişti. Günlerdir içini kemiren o soruyu bugün soracak ve
ne olursa olsun cevabını alacaktı. Mehmet ahdinin düşüncesiyle kitaplara dalmışken ustası göründü. Ardında bıraktığı su izleriyle geldi kapının önüne. “
Selamünaleyküm.” dedi. Kolundan birkaç damla aktı, içeri girdi. Kupkuru
oldu. Hiç ıslanmamış gibiydi. Mehmet selamını almadı, usta umursamadan
oturdu yerine. Başını öne eğip mırıldanmaya başladı. Elinde toz beziyle kalakalan çırak, bir iki adım atıp geri çekildi. Sonra soracaktı. En iyisi böyleydi.
Sonra kesin soracaktı. İçeri geçip çayı demledi.
Öğlene kadar dükkân sakindi. Çok gelen giden olmadı. Üç beş öğrenci,
bir kaç kitap sordu ve çıktı. Aradıkları yine yoktu. Az kitaplı bir dükkândı
burası. Birinci el ve ikinci el hatta beşinci ele kadar kitap vardı dükkânda. En
kalabalık raf ise tarih bölümüydü. Ustası her akşam eli arkasında bağlı, tarih
bölümünün önünde volta atardı. Sonra da çıkıp giderdi. Mehmet de öğle yemeğinden sonra tarih bölümünün önüne geçip aynısını yapmaya karar verdi.
Böylece muhabbetin zeminini hazırlar sonra da sorusunu sorardı. Ayaklarını
sürüyerek geçti rafların önüne. Gözünü kitaplara dikip volta atmaya başladı.
Ustası bakmıyor, görmezlikten geliyordu. Belki de gerçekten görmüyordu.
Sabırsızlanıyordu, bir kaç defa öksürdü ama usta oralı olmadı. Dayanamayacaktı artık. Ne olursa olsun, ister in çıksın ister cin. Konuşmalıydı. Derin
bir nefes alıp hiç duraksamadan “ Usta sen her sabah sırılsıklam çıkıyorsun
evden, yürüdükçe su damlıyor ama dükkândan içeri girer girmez kupkurusun.” Mehmet “Oh be!” dedi. Sonunda söylemişti. Nefesini tutup bekledi.
Ustası bir cevap vermeden önündeki kitaba bakmaya devam etti. “Usta niye
106 • Post Öykü
ö y k ü ■
bir cevap vermiyorsun?” dedi. Adam başını kitaptan kaldırıp gülümsedi. “ Bir
soru mu sordun ki? ” dedi. Çırak düşündü, sahiden de soru yoktu. Daha çok
“İşte gördüm seni, saklanamazsın benden.” der gibiydi ya da bir sırrı aşikâr
eder gibi. “Haklısın ustam.” dedi. “Soruyorum o zaman. Sen her sabah evden
buraya ıslak geliyor adım attıkça kuruyorsun nasıl oluyor?” -“Keramet” dedi
usta. Bu cevabı beklemiyordu. Oldu deyip geçemezdi ya devam etti Mehmet
“Kimsin ki sen?” Usta gülümseyip kitabını okumaya devam etti. “Ustam, bir
şey demeyecek misin?” dedi. Adam çırağa dönüp “ Senin gördüğünü başka
kimler görüyor? Bul. O zaman alacaksın cevabını” dedi.
Sahiden de neden kimse bir şey sormadı bu zamana kadar? Burası küçük bir çarşıydı, esnaf da azdı ama yine de birilerinin görmesi, şaşırması lazımdı. Gidip sorsa muhabbetleri yok. Kimseyi doğru düzgün görmüyordu.
O geldiğinde herkes dükkânındaydı. Erkenden geliyor ve geç çıkıyorlardı,
gelişini gidişini gördüğü tek kişi ustası. Bir şey demeden gitti Mehmet. Sorusuna cevap alamamış yetmezmiş gibi yeni sorular çıkmıştı. Bir gariplik vardı o
kesin. Dükkâna çekilip kendi halinde işine bakan bir saf mıydı bunca zaman!
Akşam olunca ustası “Eyvallah.” deyip gitti. O da yarım saat sonra dükkânı kapatıp giderdi ama bu sefer bekledi. Görmek istiyordu. Dükkânlar ne
zaman kapanıyor, öğrenecekti. Küçük bölmeye geçip demlediği çaydan bir
bardak aldı, kapının önüne sandalye çekti. İzlemeye başladı. Tam karşılarında
bir antikacı vardı. Oranın ustası da kendi ustası gibi bir garipti. Adı, Mansur.
Selam verip selam alıyor bir şeyler okuyordu. Çırak da kendi gibi bir delikanlı.
Düşündü ama adını hatırlamadı. Dükkânın işi bitince bir tabure çekip geçti
ustasının karşısına. Ustası anlattı, o dinledi. Belli ki araları iyiydi. Bardağı
ağzına götürdü, baktı ki çayı bitmiş. İçeri geçti ama çaydanlıkta da çay bitmiş.
Hangi ara içmişti bir demlik çayı bilemedi. Geri döndü, saate baktı gece bir.
Esnaf hala dükkândaydı. “Olacak iş değil.” dedi esneyerek. Seyretmek istiyordu ama gözlerine söz geçiremedi Mehmet.
Uyandığında karşı dükkânın önünü süpürüyordu çırak. Mansur Usta
yoktu. “Konuşmak için tam sırası.” dedi. Hızlıca çıktı kapıdan. Aniden esen
rüzgârla oluşan toz bulutunun içinde kaldı Mehmet. Ortalık yatışınca bir
adım daha atıp antikacının önüne geldi. Mansur Usta masasındaydı. Hangi
ara gelmişti de oturmuştu yerine, sadece yarım dakikalık bir zaman geçmişti.
Üstelik o tozların arasında kapıyı açıp yerine geçecek. Olur, şey değildi. Çırağın kendisine gülümsediğini geç fark etti. Zoraki bir karşılık verip dükkâna
geçti. Artık sadece ustasının gizemini değil, büsbütün çarşıyı düşünüyordu.
Hırkamı Getirdin mi Mehmet?
• 107
Çayı koydu, toz bezlerini elini aldı. Uzunca bir süre aynı kitabı temizledi. Ustası göründü kapıda, yine ardında su izleri vardı. Görmezden geldi Mehmet.
Akşama kadar kitaplarla ve müşterilerle ilgilendi. Hiç konuşmadı. Usta, akşam olunca çırağı Allah’a emanet edip çıktı kapıdan. Mehmet üç bardak kahve
içmiş, dördüncüsünü de elinde tutuyordu. Bu gece kapının önünde durmak
yoktu. Paltosunu giyip çarşıyı dolanmaya başladı. Esnafı tek tek inceleyecekti.
Çarşının başıyla sonunu yürümek beş dakika sürüyordu. Ustaların
birbirine benzediği az dükkânlı bir handı burası. Dükkânlarda eşya da azdı,
haliyle müşteri de azdı. Etrafına bakarken zihni bulandı Mehmet’in. Uzun
zamandır buradaydı ama ne kadar zamandır bilemiyordu. Bir şeyler vardı,
kendisiyle ve ustasıyla ilgili. Dahası kendisinin dışında herkesin bildiği şeyler.
Bir aşağı bir yukarı düşünerek yürürken saat gece iki oldu. Çarşı esnafı
ağız birliği etmiş gibi dışarı adım atmıyordu. Pes edip gidiyordu ki antikacının
çırağı çıktı dükkândan. Mansur Usta yoktu, çıktığını görmemişti. Acele bir
kararla çırağı takip etti. Hızla yürüyor bir o köşeden bir bu köşeye dönüyordu.
Döndüğü son sokakta gözden kayboldu. Biraz gezinip aradı ama bulamayınca
söylenerek çarşıya döndü. Herkes gitmişti. “bu kadarı da fazla” dedi. Ağlamak
istedi, tuttu kendini. Elini yüzünde gezdirdikten sonra derin bir iç çekip dükkâna girdi.
Uyandığında ustası çoktan gelmişti. Özür dileyip kalktı. Aldırış etmedi
usta. “dinlenebildin mi Mehmet?” dedi tebessümle. “dinlendim usta” dedi.
Çay koymak için arka tarafa geçti. Demliğin yanında eski bir kitap vardı. Suyun kaynamasını beklerken öylesine açtığı sayfadan bir yer okudu. “Abdal, toz
bulutuyla beraber kayboldu. Bunu gören askerler medet dileyerek oldukları yere
yığıldı. Bir daha kendisini gören olmadı.”
Kapatıp tezgâha attı kitabı, çay kavanozuna uzanacaktı ki birden durdu. Açıp aynı sayfayı tekrar okudu. “tabi ya, antikacı usta,” dedi. Bir hışımla
çıktı arkadan. Ustası “Mehmet, hırkamı getirdin mi?” diye seslenince durdu.
“ Ne hırkası usta?” dedi. Usta, “ Hatırlarsın elbet.” deyip göz ucuyla baktı
çırağına. Bu soruyla uğraşacak değildi şimdi “Ben bir karşıya uğrayacağım.”
deyip çıktı Mehmet. Selam verip Mansur Ustanın karşısına geçti “Sen toz
bulutuyla kayboldun.” Dedi. Usta elindeki kalemi bıraktı, sandalyeyi işaret
ederek gülümsedi. “ Otur anlat bakalım. Ben kimmişim, toz neymiş?” dedi.
Mehmet oturdu. Lafı uzatmaya niyeti yoktu. “ Toz bulutuyla gelip toz bulutuyla gidiyorsun işte. Şu çırak da biliyor bir ben bilmiyorum.” dedi. Elindeki
kitabı masaya attı. Bak işte yazıyor burada. Bu sensin” dedi. Paragrafı sonuna
108 • Post Öykü
ö y k ü ■
kadar okudu. “Askerlerden biri dilini yutmuş, köyüne dönmüş. Bir daha onu
da gören olmamış.” Sustu Mehmet. Herkes sessizdi. Çırağa dönüp “Sen de bir
şey desene!” dedi. Çırak gülümsedi. “O konuşamaz, lal o,” dedi usta. Ayağa
kalktı “ En iyisi ustana sor, o bilir.” dedi. Mehmet kitabı alıp çırağı süzerek
çıktı dükkândan.
Rafları temizlerken tekrar edip durdu. “Toz bulutu, ortadan kaybolmak, lal asker, lal çırak...” Zihninde asla birleşmiyordu. Bir de ustanın sorduğu hırka vardı. Biraz sakinleşmek için arka tarafa geçti. Elini yüzünü yıkadı.
Bir bardak su alıp, geri döndü. Sandalyeye oturup, açtı kitabı. En baştan okumaya başladı. Bütün bunlar ne demekse ancak bu kitap sayesinde bilebilirdi.
İki- üç saat içinde bitirdi kitabı ama bir şey bulamadı. Ustası kalktı, dükkândan çıkacaktı ki Mehmet’e dönüp “ Hırkamı buldun mu?” dedi. Ne hırkasıydı
bu gelip gidip soruyordu. Hatırlayamadı. “Hangi hırka usta?” dedi. “Hani
ağaçta bıraktığım hırka.” dedi ustası. Mehmet sustu. Delirdiğini düşündü, ya
ustası bir manyaktı ya da o. “ Bilemedim usta,” dedi. “Peki, beni görenleri
buldun mu?” dedi. Çırak yine sessiz kaldı. Ustası gülerek “Ne zaman geldiğini hatırladın mı?” dedi. Cevabını beklemeden çıktı dükkândan. Verilecek bir
cevap da yoktu zaten. Zihninde parça parça beliren sahneler vardı o kadar.
Hiçbiri sorularına cevap değildi. Ustanın arkasından biraz baktıktan sonra
kapattı dükkânı. Çarşıdan ne kadar uzağa giderse o kadar iyiydi. Bir banka geçip oturdu. Ustasının söylediklerini düşündü. Sahi ne zaman gelmişti yanına,
sanki bu kitapçıdan öncesi yok gibiydi. Saçmalıktı bu. Hafızasını kaybetmiş
olsa kaybettiğini bilirdi ama bu daha da vahim. Delirecek gidi oldu, saatlerce
yürüdü. Tepeye vardığında hava kararmıştı. Evler azalmış, bir bozkır çıkıvermişti karşısına. Uzakta tek başına bir çınar ağacı vardı. Yakınlaştı, ağaca
yaslanıp gözlerini kapadı.
Çınar ağacına doğru koşuyordu, dalda asılı hırkayı gördüler, az ilerde
yürüyen Piri. “Buradan.” diye bağırdı arkadaşı. Nefes nefese koştu Mehmet,
yer ayaklarının altından kayıyordu. Ne kadar uğraşsa da yetişemedi. Pir köprüye vardı, üstüne çıkıp “Eğil köprü” dedi. Dalgalandı nehir, bir rüzgâr çıktı.
Eğilmeye başladı köprü. Kısacık bir andı Pirin batışı. Suda kaybolup gitti.
“Rüya bu” dedi Mehmet. Bağırmaya başladı. Kendine bakan göz oldu. Askerdi. Elinde tüfekle kalakaldı Biraz sonra dereden biri çıktı. Yaklaştı, yaklaştı.
Ustasıydı, Pir’di. Ustası Pir miydi? “ Hırka mı getirdin mi Mehmet?” dedi.
Sıçradı, nefes nefeseydi. Etrafına bakındı. Üstüne başına baktı. “Gerçek olamaz.” dedi. “Ben o asker olamam.” Ter içinde kalmıştı. Uyumamış
Hırkamı Getirdin mi Mehmet?
• 109
gibiydi. Ağaca baktı, o ağaç gibi. “Aman be” dedi. Yürüdü, Pir de kendisi
de gitmedi gözünün önünden. Koştu, suya girdiği an geldi gözünün önüne.
Daha hızlı koştu. Hanın girişinde durdu, “Rüya değil.” dedi. Gerçek gibiydi
hepsi. Elinde tüfek koşuşu, pişman olup geri dönüşü. En gerçeği de, hırkayı
daldan alıp nehre koştuğu o andı. “Buldum hırkayı.” Dedi.
Handan içeri girdi. Üstüne baktı sırılsıklam, elleri ayakları her yanı
ıslak. Korkmuyordu, şaşkın da değildi. Anlaması gerekmiyordu, teslim olmuştu. Dükkâna geldi, ışıklar yanıktı. İçeri girince karşı karşıya geldiler. “ Hırkamı getirdin mi Mehmet?” dedi. Mehmet’in eli portmantoya uzandı. Onu
oraya ne zaman astığını bilmiyordu ama hırkanın o olduğunu iyi biliyordu.
“Getirdim.” dedi. Hırkayı Pire uzatırken kolundaki son damlalar düştü yere.
Kupkuru oldu Mehmet. “Suyun içinde, kuru kalmak keramet mi?” dedi. Güldü ustası. “ Su nerede evladım?” deyip masaya geçti.
Gece bitmiş yeni bir gün doğmuştu. “ zaman nasıl geçti?” dedi Mehmet. Bir cevap almak için sormamıştı. Yine de bekledi, ustası konuşmayınca
işe başlamak için arka tarafa geçti.
Bezleri alıp döndüğünde kapıda bir genç vardı. “ Burada sizden başka
sahaf var mı? Hacı Emmi diye birini arıyorum.” Dedi. Mehmet “Yok.” demek
için nefes almıştı ki, ustası girdi araya “ Var, yolun sonunda evladım.” Dedi.
Genç adam selam edip gitti. Mehmet kapıya yaklaştı, önce kafasını uzatıp
süzdü etrafı sonra bir adım atıp çıktı dışarı. Burası dükkânın bol olduğu, kalabalık bir handı. Karşıdan gelen gözleme kokusuyla, antikacının yokluğunu
fark etti. Gözlemeciyi süzerken sacın başındaki adama takıldı gözü. Tanıdık
gibiydi, gelip gidenlerin arasından, gözlerini kısarak baktı adama. Hatırladı,
çarşıya geldiği ilk gün sahafı sorduğu adamdı bu. Ustasının sesiyle döndü dükkâna, gözleme kokusu içeri kadar gelmişti. Alışmak lazımdı, biri daha hatırlayana kadar her şey bu sabahki gibi devam edecekti.
110 • Post Öykü
Bir Şey Hakkında Üç Şey:
Tanpınar
Seval Hanım, öncelikle Talih Tesadüf ve İrade hayırlı olsun. Sorumuz şu: Tanpınar’ı anlamak en iyi ihtimalle onu anlamak üzere
doğru bir giriş yapmak için bize ve okurlarımıza sebepleriyle birlikte “üç şey” önerebilir
misiniz? Bir kitap, film, çalışma alanı, bir şarkı, bir resim, eser, kişi fark etmez. Tanpınar’a
açılan üç kapı hangileridir sizce?
Seval Şahin:
1.
Gaston Bachelard’ın Ateş’in Psikanalizi’nde kullandığı bir kavram var: Piromen. Piromen,
ateşin yol açtıklarına verdiği isim. Ateş, yakarak
bir şeyi tamamen yok etmiyor, eskiden geriye kalanla yeni bir şekil yaratıyor. Ateşin sonrasındaki küller gibi. Ateş ile birleşmiş önceki halini de
içinde barındıran bir yeni şekil bu. Tanpınar’ın
metinlerinde sürekli kendini yok etmeye çalışan
ancak bunu yaparken eskiyi de yenide muhafaza
etmek isteyen bir tavır var. Ben bunu piromen ile
ilişkilendiriyorum.
112 • Post Öykü
2.
Hieronymus Bosch’un “Dünyevi Zevkler Bahçesi.”: Bu tablo üç panelden oluşur. Dış paneller kapandığında dünya ve içindekine dair bir görünüm vardır. Dış kapananlar açıldığında ise iç dünyayla karşılaşırız. Burada,
dünyanın yaradılışı resmedilmiştir. Muazzam bir hayal gücünün eseri olan bu
tablodaki iç-dış panellerle kurulmuş kökensel ilişkinin, Tanpınar’ın Huzur’da
Mümtaz’a söylettiği ilk’ten başlayarak bir destan yazma düşüncesinin nüvelerinden olduğunu düşünüyorum.
3.
Sigmund Freud: Freud’un bilinçaltı ve
rüyalar üzerine yaptığı çalışmalar, dönemindeki
tüm aydınlar gibi Tanpınar’ı da derinden etkiliyor. Rüyaların bireyin hayatının gerçekliği üzerine
gölge düşmesi kadar zaman düşüncesini başka bir
boyuta taşıması da Tanpınar metinlerinde önemli
bir yer kaplıyor. Onun edebiyatının temellerinden
olan “uyanıkken rüya görmek”te Freud’un da bir
etkisi var.
Post Öykü
• 113
Kırkıncı Oda
Güven Adıgüzel
Don Juan Kederli midir?
Ergani’de geceler uzarken,
Ergani’de geceler kalbine
doğru bir merdiven gibi
uzanırken; tek başına bir
hikayenin ortasında batıyla
hesaplaşmak isteyen
güneyli bir çocuk!
Doymak bilmeyen bir kurt,
o keskin ve uğultulu dişlerinin üzerinde demirden pençelerini ağır ağır
gezdirirken... Açlığını bastırmak için,
evet. Pençesinde kıvranan avlarını
düşündükçe hatıralarını bembeyaz
dişlerine doğru sıkı sıkıya bastırması
mesela, bir ceylanın gözlerinde gövdesini seyretmesi ya da avının kalbini
sıkarak yeniden doğurması kendini.
Sayısız mümkünlerin içinde, sayısız
haz ve avcı. Bir savaş belki bu. Sonu,
galibi ve mağlubu olmayan bir savaş.
Ve ihtiraslı bir arayışın içinden tüm
parlaklığıyla görünür Don Juan. Aşkı
arıyor olabilir miydi, yani sevseydi bu
iş biter miydi mesela? Ermişin ahlakına karşı nicelik ahlakı! Camus’nün
Juan’ı konuşsun şimdi; “Sevmekle
iş bitseydi, her şey fazlasıyla basit
olurdu. İnsan ne kadar çok severse,
uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır. Don
Juan’ın kadından kadına gitmesi hiç
de aşk yokluğundan değildir. Onu
eksiksiz aşkı arayan bir kara sevdalı
gibi göstermek gülünçtür. Ama her
Post Öykü
• 115
kadını eşit bir taşkınlıkla ve her seferinde tüm benliğiyle sevdiği için bu yeteneği ve bu derinleştirmeyi yinelemesi gerekir. Her kadının ona hiç kimsenin
hiçbir zaman vermediğini getireceğini umması bundandır. Kadınlar her seferinde derinden derine aldanır, yalnız ona bunu yineleme gereksinimi duyurmayı başarırlar. ‘En sonunda sana aşkı verdim’ diye haykırır içlerinden biri.
Don Juan’ın buna gülmesinde şaşılacak bir şey var mı?”
Kendini duymak istemiyor Don Juan. Hep yeni bir sese ihtiyacı var.
Varoluşun başka bir yolunu bilmiyor zaten, sığınmak istiyor bu yüzden fethedişlerine. Ruhunu yüceltmenin peşinde koşarken, ardında bıraktığı yüzlerce
kadın cesedi. Öyleyse biriktirdiği bir lanet gibi, her seferinde yeniden öldürerek yaşatmaya çalışacaktır kendini. Esaretine inanmış bir kölenin özgürlüğü için bedenlerce dolaşarak bulmaya çalıştığı anlam ve aşk’ın sınırlarını hiç
durmadan ihlal eden merhametsiz bir kaçak. Kendini avutmanın çiçeği. Don
Juan. Eros’un lanetlisi. Kalbi kırık melekler bahçesinden geçerken şeytanına
yenilecek ve kanatları ebediyen yerinden sökülecektir. Peki bütün bunlara rağmen kederli midir Don Juan? Camus’nün söylediğidir; “Kederlilerin kederli
olmaları için iki neden vardır: Ya bilmezler ya umut ederler. Don Juan bilir ve
umut etmez. Sınırlarını bilen, bu sınırların dışına çıkmayan, varlıklarının yer
aldığı bu iğreti aralıkta, ustalarının o çok güzel rahatlığını gösteren oyuncuları
düşündürür. Deha da budur işte: sınırlarını bilen us. Bedensel ölümün sınırına kadar Don Juan kederi bilmez.”
Doymak bilmeyen bir kurt, o keskin ve uğultulu dişlerinin üzerinde
demirden pençelerini ağır ağır gezdirirken... Açlığını bastırmak için, evet.
Mutlak açlık, doyma arzusuyla bir araya geldiğinde başa çıkılamaz bir hal alır.
Şurası kesin; mutlak açlık bastırılamaz. Bana öyle geliyor ki Don Juan, çırılçıplak bir ruhun varoluş aşkına kendi hiçliğiyle savaşmasıdır. Kederli değildir
elbette. İhlal ettiği sınırlarda beklemez çünkü. Bilir ve umut etmez. Şimdi
buraya bir İsmet Özel dizesi o halde; “yüzüme bak / ve rahmini bana doğru
tekrarla”
Zaman’a Yenilen Zaman
Ayasofya Camii’nde muvakkit olarak görev yapan Alaeddin Bey,
muvakkithanesinde 13 akçe yevmiye ile zamanı kurcalıyordu,1489 yılında.
Zembereksiz bir uğraştı bu. Akrebin yelkovanı sokmadığı bir evvel zamanın
içinde, kalbur üstü bir vazifeye atanan Alaeddin Bey’in işi buydu; gökyüzüne
116 • Post Öykü
k ı r k ı n c ı
bakarak vakti tayin etmek. Saatleri ayarlayan bir enstitü fikri, pek eski ve çok
parlak bir fikirdi aslında. Böyle bir fikre mekân olan muvakkithâneler, yani
zaman odacıkları, bazen küçük bir astronomi üssü bazen de bir rasathane gibi,
düşen cemrelerin, kopan fırtınaların, uğuldayan rüzgarların içinden geçerek,
bir bakıma gelmiş-gelecek tüm zamanları selamlıyordu sanki. Şimdilerde mekanik gölgeleri, saat kuleleri ve takvim yapraklarıyla üzeri örtülmüş olsa da
muvakkithâneler bir dönemin nabzının attığı yerlerdi. Zaman eskiydi insandan. Alaeddin Bey her sabah, muvakkitlerin piri olan Ali Kuşçu’ya dua ederek başlardı vazifesine. Tam karşısında asılı duran hat yazılı levha’daki beyitin
esrarıyla tamamlardı gününü. Ne içindeydi zamanın ne de büsbütün dışında.
Levha’daki beyit, rub’u tahtası, gök küresi, kadran, oktant, usturlap, sekstant
ve kum-güneş saatiyle birlikte muvakkithanenin demirbaşları arasındaydı.
Muvakkit Alaeddin Bey, bilirim elbet dedi bir gün. Karşısındaki levha’ya uzun
uzun baktıktan sonra derin bir iç geçirdi, zaman durdu sanki o an. Ne yazıyordu levhada; “Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilur / Müptela-yı gama
sor kim, geceler kaç saat”
Geleneğin İcadı
Hobsbawm şöyle der; “İcat edilmiş gelenek, alenen ya da zımnen kabul
görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen, geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli değerler ve davranış normlarını aşılamaya çalışan bir pratikler kümesi anlamında düşünülmelidir. Aslında mümkün olan her yerde
bu pratikler, hemen kendilerine uygun düşen bir tarihsel geçmişle süreklilik
oluşturmaya girişirler. “
Kıyamet Aşısı ve Issız Kalabalık
Dicle kıyısında bir parasız yatılı. Nereye bakarsan bak hep aynı yoksulluk. Yüzleri birbirine benzeyen memleket çocukları, aynı geminin içinde,
aynı kaderi omuzlamışlar. Mum ışığına yaslanmış umutlar. O umutlardan
biri. Gülan mevsiminde gelmiş dünyaya, kızıl güllerin söylediği. Ninnilerle
değil belki ama Gazavâtnâmeler, Siyer-i Enbiyalar ve Hazreti Ali Cenkleriyle
uyumuş ve uyanmış. Toprakla, yağmurla, erguvan çiçekleriyle, ağıtla, öfkeyle,
ufukla, kederle ve kavgayla büyümüş. Ergani’de geceler uzarken, Ergani’de
Post Öykü
• 117
o d a ■
geceler kalbine doğru bir merdiven gibi uzanırken; tek başına bir hikayenin
ortasında batıyla hesaplaşmak isteyen güneyli bir çocuk! Karakoç’un durduğu
yeri, en ilkelle en modern arasında diyerek tarif eden Cemal Süreya şöyle bir
portre çizecektir; ‘‘Karakoç bir yerde inancının çılgınıdır. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı
hem silahı, hem çocuğudur’’ Sezai Karakoç’a göre; çırpınan medeniyetin çığlıklarını kulaklar işitmez olmuştur. Ne yazık ki, gelen vahşetin gürültüsü, insanî
feryadı bastırmaktadır. Kalemini eline aldığı günden beri bu feryada kulak
verir Karakoç. Bu feryadın ıstırabına kalbini yaslar. Direnişin değil dirilişin
peşindedir. İslam’ın, insanlığın ve adaletin dirilişi. Dergisine, derdine, partisine, düşüncesine aynı ismi verir. Mevziine amblem olarak seçtiği güller açan
gül ağacı ile kâinatı selamlayacaktır. Gül Devri’ni bekleyenlerden değil, o devri
bizzat ümit ve gayretle çağıranlardandır el hak. Bunu ömrünce bir kurşun gibi
göğsünde taşır. Taşır ve o kurşun yarada büyür. Sözleri beşik gibi sallanmanın
ninnisi değil, kıyamet aşısı gibi damarlarda dolaşmanın şarkısıdır çünkü.
Sezai Karakoç. Issız kalabalık. Doğu’nun 7. Oğlu. Gölgesi de aynı kalbi gibi Türkiye’de. Ağıt yazmayı sevmez, gül ve şiirden yana. Ölümden değil
hep dirilişten yana. Ölümden değil, ölüm sonrasından yana. Hızır’dan ve Taha’dan, Kudüs’ten, Şam’dan, İstanbul’dan ve Buhara’dan yana! İslam’dan yana,
Resûl-i Ekrem’den, gül medeniyetinden, evlerden ve evleri balkonsuz yapan
mimarlardan yana. İnsan’dan yana, dirilişten, merhametten, adaletten yana!
Parmaklarından süt içmeye çağırdığı karayılanların, sürgün ülkeden başkentler başkentine yazdığı mektupların ve koşu bittikten sonra da koşan o atların
söylediğidir. Sezai Karakoç yaşıyor!
118 • Post Öykü
Çevirmen Diyor ki
Bu sıralar üzerinde çalıştığınız, yeni bitirdiğiniz yeni başladığınız metin ve yazarlardan bahseder misiniz? Her çeviri yeni bir
deneyimdir her yeni günün olduğu gibi.
Bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi
yeni bir bilgi var mı?
Beyza Fırat:
Çeviri, yazar ve eserin bilinçaltına yaptığım
anlamlar yolculuğunda en saf olana yaklaşma çabası
benim için. Aslında bir anlamda manevi bir çalışma,
çünkü işim sözcükler aracılığıyla yazarın düşünce deryasına dalmak. Kapısını araladığım her yazar ise yaşantıma etki eden yeni birer sıfat.
Son çevirim Meksikalı yazar Juan Pablo Villalobos’un Profil Kitap’tan yeni yılda çıkacak olan
“Kimseden Bana İnanmasını Beklemiyorum” isimli
romanı. Ketebe Yayınları’ndan basılan Isabel Mellado,
Miguel de Unamuno ya da Cesar Vallejo çevirilerime
bakacak olursak, yazarların psikolojik karakter analizini kullanım biçimleri Villalobos’ta dil ve kurgunun
küreselliğinde başkalaşım geçirip onun mizahi yönünü ortaya koyuyor. Yazar birtakım anlatımsal stratejiler ile okurun karşısına çıkıp bu süreci tamamlamayı
yine okura bırakıyor. Ayrıca itinayla seçilmiş konuşma
120 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
tarzları, kişilik analizinde okurun her bir karakteri daha yakından
tanımasına da imkân sağlamakta. Yazarın trajikomik mizah anlayışıysa okuru beklenmedik bir meydan okumayla karşı karşıya bırakıyor: Psikolojik manipülasyonun karakterler üzerindeki görünür
etkileri ile yazarın düşsel gücü karşısında hissedeceğiniz çaresizlik.
Romanın başkahramanı ile yazarın isim benzerliği, her ikisinin de Avrupa bursu ile karşılaştırmalı edebiyat doktorası için Barselona’ya gidişi, Guadalajara-Jalapa-Barselona yolunu takip edişleri
gibi ortak özellikler otobiyografik olmanın ötesinde olay örgüsüne parodik özellikler yüklüyor. Yazar kitabın daha ilk bölümünde,
“Her şey espriyi kimin yaptığına bağlı” diyerek ne anlatıldığından
ziyade nasıl anlatıldığının önemli olduğu argümanına dikkat çekip
okuru anında üstkurmaca bir oyuna dâhil ediyor.
“Yazıyorum çünkü en nihayetinde ben, hep roman yazmak
istemiş bir yüzsüzüm,” diyen edebiyat fakültesi öğrencisi Juan Pablo; olayların gidişatını tuttuğu günlükten takip ettiğimiz Valentina;
kendisine üçüncü tekil şahıstan hitap eden bir anne; kestirme yoldan zengin olma arzusuyla sadece kendini değil etrafındakileri de
yararsız işlere bulaştırıp geleceğe mektuplar gönderen bir kuzen ve
dünyanın dört bir yanından gelip Barselona’da yolları çakışan karakterlerle roman tam anlamıyla edebi türlerin iç içe geçtiği, komedi
ve trajedinin yoğun olarak işlendiği bir atmosferde ilerliyor.
Meksikalı, duymaya alışık olmadığımız türden bir narkotrafik suç örgütü ile Katalonya’nın üst düzey politik hayatını kesiştiren
bu roman, mizah yönünün ağır basmasının yanı sıra oldukça hassas
konulara da değinmekte. Bazı karakterler yolsuzluktan, gücün kötüye kullanımından, ırkçılıktan nasiplerini alırken; oldukça önemli
üniversitelerde doktoralarını tamamlamış diğer karakterlerin, çıkarları doğrultusunda makyavelik bir yaklaşım sergilemekten kaçınmadığı bir kurgu bu. Aslında yazarın günümüz Meksika’sı ve hatta
dünyasında süregelen suç ve şiddetin bireysel boyuttaki etkilerini ele
aldığı metaforik bir yaklaşım da denebilir.
Çevirmen Diyor ki
• 121
Diğer taraftan, aile faktörünün bireyin gelişimi ve hayati seçimleri üzerindeki rolünü alt konu olarak işleyişiyle de yazar başka
bir soruna dikkat çekmekte. Anne karakterinin samimiyetsiz endişeleri okuru güldürüp düşündürürken aslında tek kaygısı bilinçsiz
bir ego tatmini olan bu kahramanda; kuzen karakterinin ipsiz sapsız
tavırlarının altında yatan psikolojik nedenlerde; Juan Pablo ile Valentina arasında hüküm süren sessiz savaşta ve romanda yer alan
tüm kahramanların birbirleriyle etkileşiminde gözlemleyeceğiniz
tüm davranışlar, esasen yazarın kalitesini ortaya koyan önemli detaylar.
Monterroso, Pitol, Eduardo Mendoza gibi mizah alanında
eser vermiş önemli yazarlardan alıntılara sıklıkla rastlayacağınız bu
romanda yazarın edebi yol haritasını kolaylıkla çıkaracak ve her iki
Juan Pablo’yu da tanıma şansına erişeceksiniz.
Sözlerimi, Saramago’nun çeviri ve çevirmen üzerine bir düşüncesinin bende bu kitabı değerlendirirken yarattığı etkiyi sizlerle
paylaşarak tamamlamak istiyorum. “Yazarlar ulusal çevirmenlerse
evrensel edebiyat yaparlar,” diyor Saramago. Son çevirim öylesine
evrensel bir roman ki ben yalnızca üzerime düşen görevi yapmış gibi
hissediyorum. Kimseden Bana İnanmasını Beklemiyorum.
24.09.2019
122 • Post Öykü
p o s t
Betül
Ok:
“Bunaldığım
zamanlarda
hayalimde
yağız bir atla,
gümrah ağaçlar
altında son sürat
koştuğumu hayal
ederdim. insan
kendisine hep bir
kurtarıcı arar. Beni
sıkıştığım andan
kurtaran oydu.
”
k i t a p ■
Merhabalar Betül, ilk kitabın hayırlı olsun. Yüreğine sağlık
demek istiyorum. Çünkü kitabı
okurken, elleri kalbinin üzerinde
olan karakterleri okuduğumu hissettim.
Merhaba, çok teşekkür ederim. Var olasın Betül. Ne mutlu benim için bu intiba.
Öykülerdeki
karakterler
bana iki tipi ele aldığını hissettirdi. İlk olarak fiziksel yönden eksik
yanı bulunan insanlar ve ikinci
olarak da yaşadıkları toplumsal
zorluklar ve savaşlar nedeniyle bir
yanı her an eksilebilecek insanların hayatlarıyla karşı karşıya olduğumu. Bu hayatları anlatmayı bile
isteye mi tercih ettin? Yoksa eureka
eureka dediğin bir şey mi oldu? Ya
da ilahi bir güç mü seni bu hayatları tahkiye eden anlatıcı yaptı?
Haklı bir tespit. İlahi güce ve
yeteneğe inanıyorum. Ruhumuzda
hissettiğimiz eksiklikleri gözümüzle
gördüklerimizde tasvir etmede daha
başarılıyız zannediyorum. Bir insana
acıyarak bakmakla kendindeki eksikliği hissederek bakmak farklı şeyler.
Fiziksel eksiklikler aslında öze işaret
eden “tam olamama” durumunu ifade ediyor kitapta. Savaş mağdurları
hem şahit olduğum hem de okuduğum dünyanın bir parçası. Edebiyatın gerçek olanı dile getirmede
en etkili aracılardan biri olduğunu
Betül Ok
• 123
düşünüyorum ve bu sebeple –son
dönem- yazdıklarımda olabildiğince
gerçeği işaret etmeye çabalıyorum.
Anlatıcının bu gerçeklik durumunda işi çok zor. Ayarı iyi tutturmalı ki
ajitasyon yapmasın, samimi olmalı ki
riyakâr görülmesin. Bazı öyküler bile
isteye bazılarıysa ilahi bir sebeple diyeyim.
Özellikle tek kelimelik cümlelerin beni şu düşünceye sevk etti:
şiirsel bir dil. Bunu tüm öykülerinde görebiliyorum. Öykülerdeki tek
kelimelik cümlelerin ardıl olduğu
satırlar, bu hissi kuvvetlendirdi.
Kitabın sonlarında yer alan öykülerde her ne kadar bu etki azalıyor
gibi olsa da, ritmin hep aynı ahengi
taşıdığı için öykülerinde bu enerji
devam ediyor. Bir öykücü olarak
bu havayı neye borçlu olduğunu
düşünüyorsun? (Kadimden gelen
bir iç ses?)
Aslında bunu gören okur. Yazarken böyle bir çabam olmadı, olmuyor. Kitap boyunca, tüm karakterlerin samimi olmalarını amaçladım.
Çünkü okur bunu hissediyor. Yani
ahlaksız bir adamı anlatırken o adam
gerçekten ahlaksız, yabancı bir ülkedeki hasta kişiyi anlatırken gerçekten
hasta. Bu sebeple savaşı ele alan öykülerde de sanat ve gerçek birbiriyle
kaynaştı. Her şeyi apaçık söylemek
bazen yaralayıcı olabiliyor. Sanatlı
söyleyiş ve üslup ince bir tül örtüyor
124 • Post Öykü
üstüne. Tülü açıp, içeriye kafa uzatmak okurun işi. Şiirselliğin öyküye
çok yakıştığını düşünüyorum. Her
şeyde olduğu gibi abartmadan.
Öykülerin mekânı var, ama
belli bir mekân da hissedemiyoruz
aslında. Şehir, kasaba ya da mahallenin belli bir silueti yok. Karakterler her an bulundukları yeri terk
edebilir. Bu kaçış mı, yoksa başka
bir yere kavuşmanın başlangıcı mı?
Aslında bilinçli olarak yaptığın bir
hamle mi diye sormak istiyorum.
Evet, terk etmek aslında ana
temalardan diyebilirim. Mekân, belli
bir aidiyeti de beraberinde getirir. Bu
aidiyet biraz da köşeye sıkışmadır ve
toplumsalı yöneten de budur. Yani
olması gerekendir. Öykülerde, başlıktan da anlaşılacağı üzere olmayan
şeyler çıkış noktası. Konuşan, susan,
yaşayan, hareket eden, duraksayan
karakterlerin hepsi bir aidiyete sahip
olup, bunun yanında “başka” aidiyetler oluşturmak, dönüştürmek isteyen
kişiler. Bilinçli bir hamle denebilir,
karakterlerin özgür olmasını istedim.
Bir de açık söylemek gerekirse
roman yazıyor olsaydım mekân ve şehir tasvirinde daha cesur olabilirdim.
Çünkü mekân; insan ve yaşantıyla
bütünleşiktir. Öyküde mekânı ya
da bir şehri anlatmaya kalkıştığımda
eksik kaldığını hissediyorum. Bunu
Samsun’da dolaşan bir karakter üzerinde denemiştim.
p o s t
Öyküler sanki yarım kalmışlar ülkesinden karakterlerin hayatından bir sahne sunuyor gibi. Ama
bu okuyucuyu rahatsız etmiyor, en
azından ben olmadım. Bunu neye
bağlayabilirsin? Öykünün ritmine
mi, yoksa öykü dilindeki lirik havaya mı, en önemli noktalardan
biri olan üslubunun kendine özgü
tonuna mı? Ya da içimden geldiği
gibi yazdım, mı?
Öykü yazarken dikkat ettiğim
şeylerden ilki öykünün başlangıcı ve
bir ahenge sahip olması. İyi bir son
için de kendimce kriterlerim var.
Öykü bittiğinde ben ya da okur “Eee
yani şimdi ne oldu?” diyorsa benim
için başarısızdır. Elbette her şeyi anlatmak, açık etmek ya da onu örtülemek zorunda değiliz ama yazarın
öykünün parçası olması gerekiyor.
Kendini hikayeye dâhil ettiğinde
yarım kalan o şey de aslında seninle
beraber yaşamın bilinmedik anlarında yavaş yavaş tamamlanıyor. Teknik,
yöntem, kuram için bir şey diyemem
ama okur olarak da yazar olarak da
en haz etmediğim şey öykünün sonuna geldiğimde bir yere çıkamamış
yahut kaybolmamış olmak. Ya tam
olarak kaybolmalısınız ya da belli
bir sona ulaşmış olmalısınız. Tabii
bu derinlik ve üslupla alakalı. Yazarı özgün kılan üslubu ve bakış açısı
oluyor. Yarım kalmışlıkların da kendi
içinde anlamlı bir bütün oluşturması
k i t a p ■
gerekiyor ki rahatsızlık vermesin. Bu
çizgiyi gözetmeye çabalıyorum.
Son zamanlarda anlatıcıların öykülerine sızan başka dünya
var: fantastik. Senin öykülerin ise
tamamen gerçek hayatın içinden.
Fantastik öyküyle, hadi edebiyat
diyelim, aran nasıl?
Aslında evet, gerçek hayatın
içinden ama masalsı, destansı anlatışı,
ögeleri çok seviyor ve kullanıyorum.
Özellikle ilk öyküde anlatı bir geleneksel zeminde ilerliyor. Fantastik
deyince aklıma Dede Korkut Kitabı,
Binbir Gece Masalları, Hz. Ali Cenkleri geliyor. Fantastik algım daha çok
kültüre ve milli değerlere dayanıyor.
Son dönem ve daha çok yabancı merkezli fantastik filmlere de kitaplara da
özel olarak eğilme imkânım olmadı.
Büyülü gerçekçiliği ve kelimelerle
üstün, şaşalı, eğlenceli, korkutucu,
bilinmeyen ve merak uyandıran dünya yaratımını seviyorum. Sözlü kültürün yazılı kültürle olan birlikteliği,
geçişliliği hoşuma gidiyor.
Bir mesele sende öykü kisvesine bürünecekse, bunun çıkış
noktası neresi olur? Olayı ya da
durumu fark edince dur bundan
öykü çıkarayım mı diyorsun ya da
o sana beni yaz mı diyor? Sen mi
öyküyü buluyorsun, öykü mü seni
buluyor?
Birini birine tercih etmiyorum. Bazen işte bu yazılmalı diyorum
Betül Ok
• 125
bazense masa başına oturduğumda
hiç düşünmediğim bir öyküye başlamış buluyorum kendimi. Bu ikisini
epeyi düşündüm aslında. Yazmaya ilk
başladığımda “dur bundan öykü çıkarayım” anlayışını tehlike olarak görürdüm. Yani o insan olayı yaşarken
öyküsünü yazmak doğru gelmiyordu.
Fakat şimdi aslolan hikayeyi anlatmak
ve bunu yetkinlikle yapabilmekse
“tam öykülük durum, bunu yazmak
isterim” demek özgünlüğe zarar getirmez diye düşünüyorum. Öykü aranıp
bulunan bir şey mi bilmiyorum. Bildiğim şey ise öykü yazmak için çokça
emek vermek gerektiği.
Sona yaklaşırken öykülerini
bir kitap içinde bütünlüklü olarak görmek, onlara başka bir gözle
bakmanı sağladı mı? Ya da böyle
bir şey olması gerekli mi?
Kesinlikle evet. Başka fikirlerim de oluştu sonrasında nasipse ikinci kitaba. Öyküleri bütünlüklü görmek, karakterleri ve üslubu daha net
anlamak açısından çok faydalı oluyor.
126 • Post Öykü
Öykülerin yarısından bir tık
azında at görüyoruz. Ya bir yerden
geçip gidiyor ya da asıl görülmesi
gereken şey o oluyor. Son olarak
neden at?
Bu sorunun geleceğini biliyorNeden öykü der gibi oldu.
dum
Bir şey olur ve o andan sonra bazı
şeylerin hayatınıza eklendiğini görürsünüz. Bende de at böyle oldu.
Bunaldığım zamanlarda hayalimde
yağız bir atla, gümrah ağaçlar altında
son sürat koştuğumu hayal ederdim.
İnsan kendisine hep bir kurtarıcı arar.
Beni sıkıştığım andan kurtaran oydu.
O atın duran halini düşlediğim tek
an ise ilk öyküdeki solgun yüzlü at.
Tabi ki Türk kültüründe önemli bir
yeri de var. Zihinsel arka planımızda bize sevdirilen ve güzel gösterilen
imgeler, semboller zamanla oluşuyor.
İnsanı var eden de bunlar değil mi?
Çok teşekkürler Betül, tekrardan yüreğine sağlık olsun...
(Betül Sezgin)
p o s t
k i t a p ■
Hüzünlü Bir Gülümseme
OLMAYAN ŞEYLER YÜZÜNDEN
BETÜL OK - HECE YAYINLARI
Betül Sezgin
Betül Ok’un geçen zamanın yaşantılarını anlattığı 15 öyküyü barındıran Olmayan Şeyler Yüzünden adlı kitabı yayımlandı. Öykülerin
hepsinde gerçek dünyada yarım kalmış hayatlar
yer alıyor, ama bunlar okuyucunun yüreğini
sıkmıyor. Çünkü yazıya geçirilen hayatlar her
ne kadar fiziksel ve duygusal yönden eksik olsa
da, ellerini kalplerinin üzerinden çekmeden
yaşamaya devam ediyorlar. Umutsuzluğa ve
pişman olacağı şeyler yapmaya itilmeyen karakterleri tanımak, okuyucuyu başka bir cinin
şişesinin içinden çıkan sözleri okumaya devam
ettiriyor.
Peki karakterler nasıl yarım kalmış? İlk olarak fiziksel yönden eksik
yanı bulunan temel ya da yan karakterlerle çoğu öyküde tanışmak mümkün.
“Solgun Atlar Ülkesi”nde bir kaza sonucu bacaklarını ve dilini kaybetmiş bir
hastayla, “Tanık Kalp”te konuşamayan, yürüyemeyen ve yatağa bağlı Melahat
Hanımla muhatap oluyorsunuz. Ve dahası da var tabii. Yarım kalmışlar ülkesindeki insanların hayatından sunulan sahneleri okumak kalbinizi yormuyor.
Çünkü tüm öykülerde enerjisi düşmeyen dilin ritmi, gözlerinizin rahat bir
şekilde sayfalar arasında gezinti yapmasına devam ettiriyor. En çok da yazar
herkesin her şeyi yapmasında özgür olmadığını hatırlatıyor ya, o yüzden “Yaratılmışların dertlerinden yaratıcıya sığınırken” varolduğunuzu hissetmek tebessüm ettiriyor.
İkinci olarak yaşadıkları toplumsal zorluklar ve savaşlar nedeniyle bir
yanı her an eksilebilecek insanların hayatları okuyucuyu savaş, göç gibi evrensel sorunlarla karşı karşıya getiriyor. Yazar bu problemler üzerinden tanıttığı
hayatları tahkiye etmeyi neden istedi bilinmez. Ama her parkın masalının başHüzünlü Bir Gülümseme
• 127
ka mecralarda da dile gelmesini istediği düşünülebilir. “Bu coğrafyanın kaderinde ölüm çok etkileyici bir şey değil gibi geliyormuş”, cümlesi geçiyor bir
öyküde. Bir başka anlatıda da “Sonu gelen bir tarih değil, sonu gelen bir acı
söylemelisin bana diyeceğim. ... Suriyeli bir Türkmen olmak.” İşte bu satırları
okuduğunuz cümlelerin önünde ya da arkasında mesela bir bomba düşüp,
şiirsel dilin lirikliğine trajik bir hava katabiliyor.
Bu noktadan sonra öncelikle yarım kalmış hayatların ne şekilde tedavi
edilebileceği ve lirik dil ifadesini açmak öncelikli hedef olsun. Hüzünlü öykülerden bahsediliyor, ama onları bırakan ellerin olduğundan söz edilmiyor.
Zannedilirse bu nokta fark edildi. Yazar, gerek şifahi gerek modern tıp ile nasıl
düşen bir bedeni yattığı yerden kaldırabilecek el olunurun reçetesini de veriyor.
“Cezayir Menekşesi” adlı öyküde Lavinia adlı tatlı bir hanım kızla tanışıyorsunuz. Karakter ve babaannesi, taşın suyunun, otun kökünün nasıl şifa vereceğini öğretirken, çiçeğin de kimi zaman ayrılık nişanesi olduğunu hatırlatıyor.
“Lavinia da babaannesinden el almak üzereydi. Bir bitkiye dokunacağı zaman
“Şifa Allah’tan dert dünyadan, kurtar bizi düştüğümüz kuyudan” derdi.” Ya
da şifa doğrudan bir ayetin yürek yakan sıcaklığı içerisinde okuyucuya sunuluyor. Bu şekilde hem maddi hem de manevi elin gücünün aslında oralarda
bir yerlerde olduğu bir kez daha anımsatılıyor. “Geçen sefer camiden gelen ses
öyle diyordu, biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” Bunlar ne mi hissettiriyor? Sevmek ve istemek zor değil, yazar sanki bunu söylüyor.
Buradan hemen lirik havaya geçilebilir. Amaç konudan konuya atlamak değil, belirtilen yönlerin nasıl gemici düğümü gibi birbirine bağlı olduğu
ve birbirini tuttuğunu göstermeye çalışmak. Öykü kitabında lirik hava nasıl
fark edilebilir? Bu muhtemelen yazarın dili ile alakalı bir şey, öyle düşünülebilir. Tek kelimelik cümlelerin ard arda geldiği paragraflarda, hareketli bir ritim
oluşuyor. Omuzlarınızı hafiften sağa sola getirip götürüyorsunuz ve ritmin
ahenginde sarsılıyorsunuz. Hüznün de dansı olur mu diye sormayın, Meşhur
filmdeki batmak üzere olan geminin müzisyenlerini ve son sahnesini hatırlayın. İşte onun gibi bir şey. Bu ritmik küçük cümleleri burada vermekten ziyade okuyucunun bulması daha hoş olur, gibi. Farklı öykülerden küçük satırları
bir araya getirerek, öyküler içinde şiir bağlamı kurmak da hadi burada olsun.
“Gecenin elleri büyümüş, dağların üzerinde sallanıyor. ...
Yalnız aşılan bir dağı ne bilsin kalabalıklar. ...
Dağ seslerine karışan ince bir ıslık duydu. ...
Hangi şehri dolaşan kuş gelip dinlendi dalında.”
128 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
Sona yaklaşırken bir husus daha... Bu noktayı belirtmeden önce Walter
Benjamin’den küçük bir alıntı: “Kenti yeniden bulabilmek için kaybolması
gerektiğini bilir.” Bu ifadeye yer vermekteki amaç, mekânın önemli olduğuna
işaret etmek. Öyküleri okurken farklı yerlere girip çıktığınızı hissediyor, ama
bu yerin tam olarak nasıl bir görünüme sahip olduğunu zihninizde görselleştiremiyorsunuz. Yani mekânın fotoğrafının gözde canlandırılamadığı bilinsin.
Belki mekân var ama belirtildiği üzere görülemedi. Bunu bir eksiklik olarak
işaret etmiyorum. Şehir, kasaba ya da mahallenin belli bir siluetinin olmamasını, karakterlerin her an bulundukları yeri terk edebilir tavırda olduklarından
dolayı verilmediği düşünüldüğü için belirtildi. Ya da tam tersi, yaşadığınız
mekân sizi her an terk edebilir. Peki bu terk etme ya da arkada bırakılma, yeni
bir buluş mu yoksa gerçekten kaybediş mi? “Gözlerimi duvardaki deliklere
diktiğim, onları saydığım, onlardan koca bir ev oluşturduğum anda uykuya
dalmışım.” cümlesini içinden döken karakteri kucağınıza almak istediğinizde
sorunun cevabını verebilirsiniz. Çünkü aslında i n s a n l ı k “Coğrafyanın
farklı yerlerine serpiştirilmiş birer tohumdan ibaretti”, önemli olan kaybedilen
bu değeri bulabilmekti, sanki. Yazar bize unuttuklarını hatırla diyor, gibi.
Son olarak kitabı bitirip de öykülere bütünlüklü bakınca karşılaşılan
manzaranın sunduğu; öyküler hüznü barındıran bir atmosfere sahip olmasına
rağmen, yürek yakıcı değil. Okuduğunuz şu; tebessümleri barındıran, hüzne
ve acıya farklı isimler ve duygular yükleyen bir anlatı kitabı. Yazar bir öyküde “Bana dünyanın gizli kalmış köşelerinden şarkılar söylüyordu” cümlelerini
sarf ettiriyor karakterine. İşte öyküler şarkı söyleyerek hüznü gülümsettiriyor
(mu?)
Hüzünlü Bir Gülümseme
• 129
Şeyma Koç’un Öykü Atmosferi:
Öyküde Ses ve Ölümün Tiz Çığlığı
BEN BİR UÇURUM İNCİSİYİM
ŞEYMA KOÇ - İTHAKİ YAYINLARI
Ali Oktay Özbayrak
Bundan bir önceki yazımda da “İyi edebiyat, okurun belkemiğindeki ürpertidir.” Diyen Nabokov’a bir selam yollamıştım. Son beş
senede çıkan öykü kitaplarını aklıma getirmeye
çalıştığımda genellikle karanlık bir atmosferde
geçen öyküleri anımsıyorum. Yaşadığımız çağ,
okuduğumuz metinleri direkt olarak etkiliyor
ve ona bir değer atfetmemizi sağlıyor. Okurun,
zihnine çakılıp kalmak! Bir yazar için en büyük
başarı bu olsa gerek. Atmosferin iyi kurulması
kadar, yazarın meselesinin kitabın bütününe
yayılması bence son derece önemli. Bu konuda
eleştirmenler ve okurlar arasında bir kavga var.
Kimi, kitabın tematik bir biçime bürünmesine şiddetle karşı çıkarken kimi bu
meseleyi nitelikli bir eser ortaya koyma bakımından bir öncül sayıyor. Ben,
her daim yazarın meselesini, odaklandığı noktayı önemseyen taraftayım. Peki,
edebiyat bir sınır, böyle bir öncül kabul eder mi? Elbette ki sınırlara, kriterlere, düzene karşı çıkarak kendini var edebilen eserler, mihenk taşı olur. Hatta
çoğu eleştirmen, ortaya konan şahesere göre yeni tespitlere girişmek durumunda kalır, akademi de yeni kuramlar ortaya koyar. Ancak her eserin bir
şaheser olmayacağını unutmamamız lazım. Bu durumda bir kitabı diğerinden
farklı kılan nedir, okur neden daha fazla etkilenir sorularına cevap ararken
eleştirmen kendine bir zemin, eleştireceği metne de belli kriterler getirmek
durumunda. Bir yazar başarısını kurgusuyla, meselesiyle ve bunları destekleyen diliyle yakalar. Bu sacayakları öykü atmosferini katman katman inşa
ederken okura da nefeslenme alanı bırakıyorsa, estetik olarak öne çıkar.
Şeyma Koç, 94 doğumlu, genç bir yazar. İlk kitabı Ben Bir Uçurum
İncisiyim, Eylül ayında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Edebiyat dünyasının sıkı
130 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
takipçileri yazarı başta Varlık ve Psikeart dergileri olmak üzere dönemin birçok
nitelikli dergisinden hatırlayacaktır. SindhPedia, İnFocus, Eneken ve Trafika
Europe gibi yabancı dergilerde de yer alan yazar; Yunanca, Urduca, Flamanca
ve İngilizce’ye çevrilerek yurtdışında da kendine bir okur kitlesi yaratmayı başarmıştı. Ayrıca üç öyküsüyle Amerikan Yazarlar Müzesi’nin düzenlediği “The
Creative Process” isimli fuara kabul edilmişti. 2017 yılında ise hem Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü hem de Şerzan Kurt Öykü Ödülü’nü aldı.
Genç bir yazarın bu yoğun yolculuğu, 2019 yılında bir kitapla taçlanmış oldu.
Şeyma Koç’un öykü evreni ölüm meselesi üzerine kurulu. Öykülerin
tamamında kendini belli ediyor. Duyularını kaybederek hissizleşmeye başlayan insanın bir arayışı da atmosferinin bir diğer tabakası. Yazar, bu meselelere
birçok farklı pencereden yaklaşmayı başarmış. Mahşer gününü kurarken, içindeki mahşeri de öykü evrenine taşımış. İnsanın yeniden dirildiğinde bile, kötülüğünden yahut intikamından vazgeçmediğini göstererek çağının toplumsal
meselelerini de öyküsüne yedirmiş. Kötülükler, tecavüzler, şiddet, ürkü ve
gazap kendini hiç unutturmuyor. Ama tüm bunlara rağmen coşku ve hesaplaşma da öyküleri sarmış durumda. İlk kitap için oldukça nitelikli öykülerde
yazar ne yapmak istediğinin farkında.
Öyküde Sesi Yükseltip Alçaltma Denemesi ve
Ölümün Tiz Çığlığı
Modern çağda insan ancak yatak odasında, uyumaya başlamadan
hemen önce dışarının tüm gürültüsünden, telaşından ve bitmek tükenmek
bilmeyen yaşamak çabasından bir nebze sıyrılma şansı yakalar. Uyku, yarım
ölüm halidir derler. Bu yüzden ölüme de öyküde yaklaşabilmek adına, Şeyma
Koç öyküleri genellikle uykuda, düşüncelerin bilinçaltına en haşin saldırdığı
zamanda, rüyalarda dile gelir. “Et” öyküsü, “Ölülerimizi gömmeliyiz.” Sözü
üzerinde yükselir ve kendi doğal atmosferini oluşturur. Okurun zihninde,
gece karanlığında tam bir mahşer karmaşası oluşan kasaba inşa edilir. İnsan
soluğunu zehirleyen kokular, ayağa takılan kemikler, kızıl yas elbiseleri içinde
dizlerine vurup kayıp ölüler için ağıt yakan kadınlar, boşalmış mezarlar, kürek
kürek kusan adamlar’la atmosferi olabildiğince iyi yaratır. Mahşer, aynı zamanda bir hesaplaşma günüdür. Yazar bu kurgusuyla, öyküsünde birçok toplumsal
meseleyle ve baba figürü ile de hesaplaşmaya başlar. Böylece öyküsüne hayat
kadınlarını, salyalarını akıtarak kadınlara hayatı zindan eden adamları, soyŞeyma Koç’un Öykü Atmosferi...
• 131
gun- hırsızlık gibi meseleleri sokar. Kötülüğün, ölüm sonrasında bile bitmediğini mahşer günü bile kötülüğe devam eden tecavüzcüleri gösterir. Rüyasında
kurduğu bu mahşerde, babasına iki kemiği bile çok görecek bir kızgınlık içerisindedir. Babayla, toplumla, tanrıyla hesaplaşma öyküsüdür.
Bu öyküde içerikten ziyade dikkatimi çeken farklı bir nokta var. Öykü
atmosferinin bu kadar güçlü olmasında dilin işlevi. Mahşer telaşını Şeyma
Koç, dil olarak da çok iyi aktarır. “Ölülerimizi gömmeliyiz.” “Mahşer! Mahşer
kuruluyor!” “Yükseliyordu... Geceyi kürek kürek kat eden bizler, kokunun
korkunun, geçmişin ve günahların nöbetini tutmuş, sürgüler arkasındaki evlerimize dağılırken, kimliksiz kemiklerin üzerinde mezar taşları yükseliyordu.”
“Aman demeye kalmadan bir çığlık koptu.” “Tanrı birdi. Ve bu kasaba o biricik Tanrı’yı yenmişti.” “Sıçrayarak uyandım.” Gibi cümlelerle öykü daima bir
mahşer gürültüsüne sahiptir. Yazar, bu gürültülerle okuru öykü boyunca diri
tutmayı başarır ve istediği noktalara yönlendirir. Öykülerdeki tüm bu yükselişlerin ardından sesini biraz daha kısıp hikayesini genişletir. Dili, kurgusu ve
toplumsal meseleleri ile güçlü bir öyküdür.
Ses frekanslarını gördüğümüz bir diğer öykü de Kan Tohumları. Bu
öyküde yazar karakteri oluştururken, anlatısını dil ile istediği gibi hızlandırıp
yavaşlatır. “ Şifranın yüzünde iki beni var. Gülümsediği zaman bu benlerden
biri bir kırışıklığın içine girip kayboluyor. Tıpkı şu an olduğu gibi. Çünkü
Şifra az önce çiçekçiden kırmızı bir gloksinya aldı. Hem de nasıl bir gloksinya!
Kırmızı, kıpkırmızı, ölümcül kırmızı...” “Bir adım atıyor Şifra. Bir adım. Son
bir adım daha derken, yanından hızla geçen bir panzer, yolunun üzerine kan
tohumları saçıyor.” “Sonra da önüne kanlı bir et yumağı yuvarlanıyor: Bir
ayak! Kara lastik içinde bir ayak!” “Bu o! Ablası! Mâra!” “Git artık! Beklediğin
nedir? Git” “....bileğinden tutup yere çalıyor. Dişlerini sıkıyor. Hırlıyor. Gök
vahşi ve yırtıcı bir hayvan oluyor.” Öykü atmosferinde farklı noktalardan aldığım bu cümlelerle okurun dikkatini toplar ardından sakinleşmiş anlatımıyla
öyküsünü genişletir.
İsminden mülhem olarak diliyle de sert, karanlık bir atmosfer daha
kurar. Her şeye rağmen hayata bağlanmak için çiçekçiden çiçek alan, gülümseyen Şifra, yanından geçen panzerle karanlık atmosfere geri döner. Elindeki
çiçek düşüp kırılır. Önüne ablasının ayağı fırlar. Alev alev yanan bir yazma
görür. Acı, korku, gazap, keder gibi duygular sıkıyönetim gibi kasvetli bir ortamda okura sunulur. Yiten canlar, ölenler önemsizdir. Şiddet ve şiddet dili
hüküm sürer. Bu ürkü ve gazap ortamında Şifra ne olursa olsun hep hayatı
132 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
değiştirmek gayesiyle mücadeleden vazgeçmeyen bir karakter olarak okurun
karşısındadır. Ölülerin değersizleştirilmesi; ortaya saçılmış cesetlerle, cesetlerin konulduğu poşetler ve hoyrat adamların umursamazlığıyla verilir. Kurgu,
coşkulu bir dille desteklenmiş kara bir anlatı oluşturulmuştur.
Öykü sesinin yükselip alçalmasına bir de Bonita öyküsünden bakmak
istiyorum. “Bonita, coşkulu bir kadın; acısı bile coşkulu!” cümlesiyle başlayan
öykü Nabokov’un “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, lo-li-ta”sı gibi güçlü. Aşk demeden aşkı anlatmayı başaran, umacı masalları anlatarak küçük kızı kendine hayran bırakan, komşu Bonita’nın hikayesi
de dili alçaltıp yükseltmeyle verilir ve Bonita’nın ölümüne dek hatıralar, anılar
üzerinden ilerler. Bu öyküye de ölüm temi hâkimdir.
“Yalnızca çiçeklerini sularken şarkı söylediğini duyardım; şebboy kokulu şarkılar. Aynı toprağın içinde, ayrı renklerdeydi şebboylar. Asla beceremediğim bir biçimde karıştırırdı iskambil kâğıtlarını. Tütün sarardı güneşte
ısıttığı elleriyle...... Elektrikler kesildiğinde, yaktığı mumun buğusuyla karışan
turuncu bir hava içinde, insan kusurlarını da paylaşan tanrıların olduğu umacı
masalları anlatırdı. Gözleri şimşeklerle dolardı! İnce tül bulutlarının altındaki
ve korkunç nehirlerin üstündeki tanrılar... Kalbimi büyülerdi!”
Yukarıda verdiğim örneklerle Şeyma Koç’un öykü dilini açıklamaya
çalıştım. Yazar ölümü merkeze alarak oluşturduğu kara atmosferde öykünün
dilini yükseltip alçaltarak okuru her daim diri tutuyor ve isyanının ortasına
çekiyor. Böylece hem atmosferini koruyor hem de kendisine sağladığı güvenli
bölgede toplumsal meseleleri işliyor. Bunu yaparken heyecanı körükleyen dili,
en büyük artılarından!
Yalnız zaman zaman bu dili öykü yapısını da zedeleyebiliyor. Güçlü
bir anlatıda aforizmaya kaçan bazı sözler, yanlış kullanılan ifadeler ve şiirselliğe kaçan cümleler güçlü öykü atmosferinde sırıtmış durumda. Bazı örnekler
vermek gerekirse; Et öyküsünde “ Herkes Tanrı için bir dakikalık saygı duruşuna geçti.” “Sonra bir yılan daha gördüm. İkiyken üç oldu. Derken, dünya
kahır doldu.” Cümleleri, Galya öyküsünde “Başlarına böylesi hiç gelmemişti!
Olacak gibi değildi! Bu ne tuhaf şeydi! Yoksa bu Galya’nın kaderi ve laneti
miydi? İş çıkmaza girince, uçan kuştan medet umar hale gelmişlerdi.” gibi
birbiri ardına sıralanmış cümleler, Sıcak Karanlıklar öyküsünde “Kalbim küt
küt ediyordu.” gibi yanlış kullanılan ifadeler ve “ Hayır babam ölmemişti.
Belki de ölmüştü. Bilmiyordum. O kaybolmuştu! Ölüme yakın bir derinlikte
yaşıyordu. Dedim ya belki de yaşamıyordu.” Dilsel bocalamalar metni aksaŞeyma Koç’un Öykü Atmosferi...
• 133
tıyor. Diliyle öykü atmosferini bu kadar iyi yaratabilen, kurgusunu yükseltip
alçaltabilen bir yazarın bu sendelemeleri ilk kitapta hoş karşılanabilir. Ama yer
yer metinleri aksattığını söylemekte fayda var.
Hislerini Kaybeden İnsanın Anlam Arayışı ve
Bir Hesaplaşma Olarak Tanrı Anlatısı
Şeyma Koç’un öykü evreni ‘ölüm’ üzerine kurulur. Ölüm; bir yok oluş,
mutlak son olarak değil bitti denilen yerde bile yeniden başlanılan/ hatırlanan
acı üzerinden sunulur. Ve ölüm temini besleyen bir diğer olgu olarak duyularını yitirmeye başlayan insan verilir. Bu durumu birçok öyküde görebiliriz. Babasının kezzap atarak kör ettiği gözleriyle kör geceye bakan anne (Et) ; gözleri
artık görmeyen, kulakları pek işitmeyen, burnu koku almayan, ağzının tadı
iyice kaçan, tüm duyularından yalnız küçük bir parça kalan Galya (Mutlu Bir
Ölüm), doğum yeteneği elinden alınmış bir kadın (Hayatta Kalma Alışkanlığı)
ve ölüm karşısında acıya karşı hissizleşen diğer karakterleri örnek gösterebiliriz. Acının en yoğun olduğu, en yakınlarının kaybında/ ölümünde doruk
noktaya ulaşarak acıyı son noktada yaşayacak olan karakterlerin sakinleştiğini,
doğal hareket ettiğini hatta bazen coşkulu tavırlara büründüğünü görürüz. Bu
noktada ölüm; bir his kaybı yahut his karmaşası üzerinden okunabilir.
Bu his kaybı/ karmaşası/ anlam arayışı genellikle bir hesaplaşma olarak
Tanrı anlatısı üzerinden kurulur. Mahşer gününde Tanrı için saygı duruşuna
geçen insanlar, varlığından kuşku duyulmayan ama ona rağmen hâlâ kötülükten de vazgeçilmeyen bir Tanrı anlayışı, günden güne hislerini kaybeden ama
canı bir türlü alınmayan / birnevi yaşamakla cezalandırılan bir kadın üzerinden çığlıkla beklenen bir Tanrı’ya kavuşma durumu, ürkü ve gazap ortamında
gökler altından silip atan, var ettiğini yok eden bir Tanrı neredeyse her öyküde
kendini belli eder. Kimi zaman Acı Bir Söz-cüktür öyküsünde çocuğu ısınsın
diye kendini yakan bir anne üzerinden bu acıya nasıl kayıtsız kaldığı sorgulanır, kimi zaman da Tanrı’nın beşinci gün yarattığı kuşlar üzerinden bir övgü
anlatısı kurulur ve insanlık sorgulanır. Neredeyse her öyküde Tanrı ile hesaplaşılır. Tanrı kavramına; yaratılan dünyanın kötülüğü, ölüm, hastalık, keder,
ürkü ve gazap üzerinden bakılmaktadır. Yaşanan her anın bir kıyamet olduğu
gösterilir ve bundan dolayı bir hesaplaşma anlatısı üzerinden okunabilir.
134 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
Son Söz Olarak Şeyma Koç Öyküne Dair
Bir Evrenselleşme Meselesi
Metnin, çevrildiğinde tüm dünyada etki yaratabilecek bir biçimde
oluşturulması, son birkaç senedir üzerine fazlaca kafa yorduğum konulardan.
Genellikle bu görüşlerimde; nitelikli bir öykü için düşündüğüm birçok kıstas
es geçilerek salt evrensellik üzerinden tartışmalar yapıldı ve bu konuda sıkça eleştiriler aldım. Şeyma Koç; kurduğu öykü evreninde evrensele bir adım
daha yaklaşmış. Bu yönden seçtiği karakter isimleri, evrenin yaratılışına ve
sonuna dair kurduğu öyküler, mekânın kimi öykülerde Sevilla kimi öykülerde içinde bulunduğumuz topraklar oluşu, değişik kültürlere ait göstergeler,
yabancı öykü isimleri, ve yer yer oluşturulan/ kullanılan kutsal sözlerle ölüm
meselesine farklı açılardan bakmaya çalışmış. Katedral de çan sesi de sala da
öykülerden duyuluyor. Tüm coğrafyaların, insanların tek gerçeği “ölüm” tüm
öykülerin çatısı durumunda ama bu çatının altında çok farklı göstergeler var.
Bu çeşitlilik kurgusunu yükseltirken, öykü evrenini genişletmiş. Bu çeşitliğin
içerisinde toplumsal meseleleri, görüşlerini dikte etmeden yerleştirmesi de ilk
kitap için başarılı hamleler.
Öykü atmosferini dil ile desteklemesi, kendine ait bir anlatı tarzı oluşturması da ilk kitap adına umut vaat edici. Anlatı sesini yükseltip alçaltarak
okurun dikkatini diri tutmayı başarmış. Öykülerde bazı aforizmaya kaçan sözleri ayıklamak gerektiğini düşünüyorum zira anlatının yükseldiği noktalarda
bazı sözler kurguyu zayıflatmış ancak öykü dilinde gerçekleştirdikleri bir ilk
kitap için olumlu bir intiba bırakıyor.
Öyküler çok katmanlı okumalara da açık. “Tapılmak değil anlaşılmak
istenen bir Tanrıça...” ifadesi kullanıyor bir öyküsünde. Şeyma Koç tapılacak
değil ama eminim ki okundukça kendini açarak anlaşılacak öyküler yazıyor.
Şeyma Koç’un Öykü Atmosferi...
• 135
Sıradan Tuhaflıkların Öyküsü
BURAYA BAKARLAR
M. FATİH ÖZBEY - KOÇ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
Mustafa Aplay
Mehmet Fatih Özbey’in ilk kitabı Buraya Bakarlar raflardaki yerini aldı. Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan ve 11 öyküden oluşan kitap “İnsanı en çok acıtan şey yaşanması
mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.”
mottosuyla çıktı. Dostoyevski’nin bu sözü de
pekala öykülerle ilişkilendirilebilir ve kitabın
bir okuması da bu şekilde yapılabilir. Fakat
“Sayeban” adlı öyküde karşılaştığımız şu cümle
bence Buraya Bakarlar hakkında bize daha sarih bir fikir veriyor. “Rutin olan hiçbir mucize
insan için değerli sayılmıyor.” diyor Mehmet
Fatih Özbey’in karakteri. Sonra kitap boyunca
rutin olanın mucizesi, sıradanın arkasındaki tuhaflık -zaman zaman da tuhaflığın arkasındaki sıradanlık- işaret ediliyor okura. Zaten hikaye anlatıcılığı
bundan başka nedir ki?
Buraya Bakarlar’daki öyküler futbol tabiriyle direkt kaleye giden, topu
çevirmeyi sevmeyen öyküler. -Öyküde yan ve geri paslar zaman zaman kullanışlı olsa da dozu ayarlanamadığında öyküyü iki zayıf Bundesliga takımının
maçı kadar sıkıcı hale getirebilir.- Kurulan her cümlede ileriye, iyi kurgulanmış bir finale doğru bir adım atıyor okur. Yazar “Oysa cehennem otobüste
başlar. Tanrı büyük ihtimalle yolları trafiğe kapatır.” derken uzun ve bıkkınlık
verici bir şekilde anlatılabilecek bir durumu hızlı ve çarpıcı biçimde anlatıveriyor. Oyunun -hikayenin- bu denli hızlı olması elbette öykülerin de uzamamasını sağlıyor.
Bu noktada “Dedem Bir Uzaylı” adlı öykü öne çıkarılabilir. Çünkü
bahsettiğim iki niteliğe de sahip iyi bir öykü “Dedem Bir Uzaylı.” Dünyayı
Kurtaran Adam filmini izleyen dede ve torunuyla tanışıyoruz öykünün giri136 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
şinde. Sıradan bir durum. Torunun maç izlemek istemesi ama dedesinin ısrarı
nedeniyle mecburen filmin olduğu kanalı açması da hepimizin yaşadığı türden bir olay. Peki bu sıradan olayın arkasındaki o tuhaflık ne? Dünyayı Kurtaran Adam’ı izleyen herkes hikayeyi bir ucundan yakalayabilir. Filmde yaratık
rolünü oynayan insanların şimdi nerede ne yaptığını düşündüğünüz noktada
ise artık başka bir hikaye başlamıştır. O başka hikayeyi anlatıyor Buraya Bakarlar. Kitabın arka kapağında yazdığı şekliyle “beşikten mezara tuhaflıklar”
geziniyor sayfalar arasında ama hikayenin gerçekliğinden eminiz. -En az Dedem Bir Uzaylı’ya çok benzeyen hikayelerle Türkiye’nin her yerinde karşılaşabileceğimizden emin olduğumuz kadar.- Tuhaf ama gerçek.
“Dedem Bir Uzaylı” da diğer 10 öykü gibi oldukça kısa. Ve öyküde üç
kez “***” işaretiyle karşılaşıyoruz. Yani iki buçuk sayfalık öykü dört bölümden
oluşuyor. Tedirgin edici bir görüntü ve “Dedem Bir Uzaylı” örneğinden ilerlesek de aslında hemen bütün öykülerde karşılaşıyoruz bu durumla. Bu olumsuz
bir şey mi peki? Aslında değil. Öykülerin top çevirmeden kaleye gitmesinin
etkisi var öykülerin bölümlere ayrılmasında. Uzun bir hikayeyi kısaca ve etkili
biçimde anlatmak istiyor Mehmet Fatih Özbey. Zamanda ve mekanda yapılan
sıçramaları öykünün temposunu düşürmeden okura aktarmayı amaçlamış. Ve
nihayetinde öykülerin birçoğunda top ağlarla buluşmuş. Örnek olarak verdiğim “Dedem Bir Uzaylı”da ise tam 90’a gitmiş. O halde belki de “*” ların
tedirgin edici olup olmadığını tartışmaya açmak gerekiyor.
Cortazar “Öykünün tek şansı nakavt etmektir.” diyor. Öykücüler olarak sayıyla kazanma şansımız yok. O halde sağlam birkaç yumruğa ihtiyacımız var. Mehmet Fatih Özbey’in anlattığı hikayeler okuru sarsmaya yetiyor
ama nakavt edebilmek için bu kadarı yeterli değil. İyi bir son yazmak, okurun hikayenin sonuna duyduğu arzuyu etkileyici bir cümle ile karşılamak da
önemli. Bir başka deyişle, ilk cümle kadar son cümleyi de önemsemek gerekir
diye düşünüyorum. Bazen hikaye çok iyi sonlanır ama o son cümle olmadan
öykü yarım kalmış gibidir. Mehmet Fatih Özbey’in bunu da önemsediğini
öykülerin sön cümlelerine bakarak anlayabiliyoruz. Buraya Bakarlar adlı öykünün “Anne,” diyorum, “Meneviş ne de güzel... bir isim.” cümlesi bence
kitabın zirve noktalarından biri. Aynı şekilde dokunaklı, vurucu ya da zekice
son cümleler için diğer öyküleri de inceleyebiliriz. Okur bence bu yumruklar
karşısında fazla direnemeyecektir.
Öykülerde dikkat çeken kavramlardan biri “Anne”. Buraya Bakarlar’ın
evlat penceresinden bakarak üzerine düşündüğü bir kavram anne ve annelik.
Sıradan Tuhaflıkların Öyküsü
• 137
“Fındık Ezmesi” öyküsünde terk edilmişlik üzerinden temas ediliyor annelik
mefhumuyla. Baba oğul ilişkisini işleyen birçok öyküde çatışma ve gerilim
kolayca oluşturulabilir. Ama işin içine anne girdiğinde bir gerilim oluşturmak
ve hatta bunu anneye duyulan kin, nefret üzerinden yapmak çok aşina olduğumuz bir durum değil. Mehmet Fatih Özbey “Fındık Ezmesi” ve “Zaman
Çizelgesi” adlı öykülerinde başarmış bunu. Hüzünlü bir atmosfer de oluşturabilmiş böylelikle. Bu atmosferin bütün öykülere sirayet ettiğini, zaman zaman
gülümsesek de bu gülümsemelere hüznün de eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Hani
şöyle denir ya acı bir tebessümle okuyoruz birçok öyküyü.
Okuru etkisi altına alan hüzünlü atmosferin bir diğer nedeni de yazarın
işaret ettiği mümkün ya da gayrimümkün absürtlüklerin hayatın gerçekleriyle
ironik şekilde çatışması. Bu noktada da öne çıkarılabilecek öykü kitabın en
dikkat çekici öykülerinden olan “Buraya Bakarlar.” “Mutsuz musunuz? Dert
etmeyin. Mutsuzluğunuzu alıyoruz. Yerine gıpgıcır, sonsuz bir mutluluk veriyoruz” yazılı ilan tüm tuhaflığıyla gerçekliğine inanmakta hiç güçlük çekmeyeceğimiz karakterlerin önünde duruyor. “Çok saçma abi, bu çok saçma. Biz
salak mıyız? Sonsuz mutluluk olur mu hiç?” diyen Cengiz hem bir çatışmayı
doğurup hikayeye duygu katarken hem başarılı bir karakter nasıl yaratılır’ın,
bir başka deyişle ‘bir karakter kurmacanın içinde nasıl yaşatılır’ın iyi bir örneği olarak göze çarpıyor. İsmail adlı karakterin gözlerini ayırmadan panoyu
seyretmesi de yaşanan tüm tuhaflıklara rağmen okuru sahici bir atmosferin
varlığına ikna ediyor. Kitaba ismini veren bu öykünün sıradanın arkasındaki
tuhaflığı değil, tuhaflığın arkasındaki sıradanlığı anlattığını söyleyebiliriz. Son
öykü “Rüyalarda Buluşuruz” da aynı tarzda bir öykü fakat tesiri bende “Buraya Bakarlar” kadar güçlü olmadı. Belki öykü absürtle gerçek arasında bir
çatışma doğuramayacak kadar kısa olduğundan, belki de önceki on öykünün
yaşattığı hisse bağışıklık kazandığımdan...
Hülasa, Buraya Bakarlar dikkat çekici bir ilk kitap. Biz “Buraya bakın.”
dememiş olsak da gözden kaçırılabilecek gibi değil. Buraya Bakarlar’ın hak
ettiği karşılığı bulacağına inanıyor, Mehmet Fatih Özbey’in öyküsünün bu
ilk kitap başarısından sonra nereye doğru evrileceğini heyecanla bekliyorum.
138 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
Öykülerin Homologu Var mıdır?
HOMOLOGLAR EVİ
FATMA NUR KAPTANOĞLU - DEDALUS KİTAP
Onurhan Ersoy
Homologlar Evi, Fatma Nur Kaptanoğlu’nun ikinci öykü kitabı. İlk kitabı Kaplumbağaların Ölümü’nde girmiş olduğu yolun izlerini bu
kitapta da başarıyla sürüyor. Biçimsel arayışlar ve
dil üzerine düşünceler öykülerde yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Biçimsel yenilikler, ilk kitap
söz konusu olsaydı arayış, deney gibi kavramlarla
açıklanabilirdi fakat bu kitapta yoğun, bilinçli ve kendinden emin bir şekilde tercih edildiği
gün gibi ortada. Öykülerin temel meselesinin bir
hikaye anlatmak değil, hikayeyi uygun biçimi
bularak anlatma çabası olduğunu söyleyebiliriz.
Biçimsel yenilikler dediğimizde öykünün içinde karşımıza çıkan qr kodlar, screenshotlar, tablolar, istatistiksel veriler ilk göze
çarpan unsurlar olsa da, bunlardan ibaret değil. Kullanılan dil, hikaye edildikçe
kendi kendini kuran, inceldikçe derinleşen bir dil. Aslında tüm bu kullanımlar,
anlatılan hikayeye en uygun düşecek buluşlar olduğu için kıymetli.
Biçim ve içerik uyumu önemli bir yer tutuyor. Örneğin, “Ada’ya Geleceği Hakkında Bir Şey Söylemeyin” öyküsüne bakabiliriz. Parçalı kurgu,
Ada’nın tüm geleceğine ve geçmişine dair ipuçları sunuyor bizlere. Ada’nın
geleceğinden farklı kesitlerle karşılaştıkça, öykünün asıl zamanındaki, 6 yaşındaki Ada’yı okuma biçimimiz değişiyor. Bu kurgu tercihi, aynı hikayeyi
anlatabilecek olan diğer muhtemel öykülerden ayırıyor ve biricik bir öykü haline getiriyor hikayeyi. Ada’nın geleceğinden verilen detaylar, karakterin daha
doğal ve daha canlı olmasını sağlıyor.
Yazar, karakter yaratırken detayları başarılı bir şekilde kullanıyor. Kitabın ilk öyküsü olan “Giardino di Rose, Bu Sabah Kalbinin Eskisi Gibi Atmayacağını Öğrendi”ye bakalım örneğin.
Öykülerin Homologu Var mıdır?
• 139
Öykü bir epigrafla başlıyor.
“Giardino di Rose tahmin ettiğinizden daha özel bir kadın değil.
Sadece, tahmin ettiğinizden daha çok sevildi.”
Giardino di Rose, İtalyanca Gül Bahçesi demek. Gül bahçesi ismi, çok
sevilmiş birine dair önemli bir simge. Böyle başlıyoruz. Öykü içinde verilen detaylar da karakterler hakkında önemli bilgiler veriyor. Anlatıcı, “Spor
ayakkabılarımı sıkıntıyla sallıyorum, rastlantıya bakın, kırmızı çorap günüm
bugüne denk gelmiş.” gibi cümleler kurduğunda, karakterin nasıl bir insan
olduğuna dair fikirlerimiz biraz daha netleşiyor. Bu netleşme durumu, karakteri daha belirgin, daha sade değil, daha canlı kılıyor. Bir öykü için yaratılmış
karakterler olmaktansa, hayatın herhangi bir anında karşımıza çıkan alelade
insanlar gibiler. Beraber metro beklediğimiz, karşı balkonda gördüğümüz (ya
da görmediğimiz) insanların, hayatlarından muhtemelen bize anlatmayacakları kesitlerle karşılaşıyoruz. Bu kesitler pekala sıradan hikayeler olabilir, onları
biricik kılan yazarın dille ve biçimle kurduğu ilişki oluyor. Giardino di Rose öyküsünden devam edersek, anlatıcının hastane duvarlarındaki tablolara baktığı
sahneyi ele alabiliriz. Öykünün en önemli kısımlarından birini oluşturuyor bu
kısım. Kitabın sayfaları da birer duvara dönüşüyor ve her sayfada resimlerden
birini görüyoruz, resmin üstünde de anlatıcının resme dair düşüncelerini. Klasik bir metinde resimlerin anlatıyı bu kadar bölmesine şahit olamayız. Fakat
burada resimlerin varlığı anlatıyı daha da güçlendiriyor, hatta temelini oluşturuyor. Bu tarz deneysel hamlelerin öykülere bu kadar yakışmasının en önemli
sebeplerinden biri yazarın dil ile ilişkisi. Anlatıcıların soyut varlıklarla ve kavramlarla ilişkisi alışıldığın dışında olduğu için, arka kapakta da denildiği gibi
ince bir okuma yapmak gerekiyor. Bu mühim. Dil ile kurulmuş farklı ilişkiler
söz konusu olduğu için, biçimsel farklılıklar öykülerde eğreti durmuyor, olması gerektiği gibi olmuş izlenimi veriyor. Belki bu değişik denemeler olmadan da
anlatılabilirdi bu hikayeler. Fakat aynı öyküler olmazdı ve bu öykülerin yerini
tutmazdı. Çünkü homolog, bir başkasının yerini birebir tutan demektir. Öykülerin homologu var mıdır?
Yoktur.
Yoktur.
Yoktur.
140 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
İkinci Dünya Savaşı’ndan
Geç Kalmış Bir Ağıt
KIZIL SAÇLI KIZ
MEŞA SELİMOVİÇ - KETEBE YAYINLARI
Murat Murat
Çoğu zaman itiraf etmekte zorlanıyor
olsak da hemen hepimizin içinde güçlü bir
şiddet eğilimi var. Hem de uyukladığı yerden
tüm ihtişamıyla doğrulmak için gereken o ufacık kıvılcımı bekleyen güçlü bir şiddet eğilimi.
Bilhassa pozitivizmin ölümü dahi insani hasletlerinden mahrum bırakırcasına daha iyi, daha
çok ve daha etkili öldürme enstrümanları yarattığı yirminci yüzyılın başından bu yana bir
bakıma faili olduğumuz organize kötülük, yarının zalimlerinin dünün mazlumları olduğunu
söyleyen Cioran’ı haklı çıkarıyor. Zira “iyi ile
kötü” , “zalim ile mazlum” ve “güzel ile çirkin”
arasına çekilen o belli belirsiz ve perspektife dayalı sınırın doğru şartlanmalarla
kolayca aşılabildiğini biliyoruz. Kuşkusuz Adorno’ya “Auschwitz’den sonra şiir
yazmak barbarlıktır” gibi çarpıcı bir cümle kurduran ya da yakın dostu Benjamin’i Gestapo’nun eline geçmektense canına kıymaya ikna eden 2.Dünya
Savaşı, bu sınırın paramparça edildiği karanlık bir dönemdi. Şiddet, korku ve
dehşetin zihnimizce kuşatılabilecek anlamları yitirdiği, tanımların buharlaştığı ürkütücü bir dönem.
Savaşın insan ruhunda açtığı derin yaranın -bir anlam çerçevesine
oturtularak – yağmalanması, akıl almaz dehşetin zihnimizi uyuşturmayacağı
bir seviyeye indirgenerek kabullenilmesi manasına geleceğini söyleyen Adorno’nun bu karamsar teklifine rağmen savaşı merkezine alan şiirler, romanlar
ve öyküler yazılmaya devam etti. Özellikle Derviş ve Ölüm ile Balkan edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılan Meşa Selimoviç’in Kızıl Saçlı Kız’ı da
bunlardan biri. Nazi zulmünü doğrudan tecrübe eden, kendisini faşizm karşıtı Partizan hareketine konumlandıran Boşnak yazarın 1945 – 1951 arasında
İkinci Dünya Savaşı’ndan Geç Kalmış Bir Ağıt
• 141
kaleme aldığı öykülerden oluşan Kızıl Saçlı Kız’ın neredeyse her kelimesine
nüfuz eden -gizli- kahramanı hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın ta kendisi.
Kronolojik olarak sıralanmış öyküler boyunca siperler, ıssız demiryolları, yozlaşmış kamu kurumları, tasasız ancak tedbirli dağ köyleri veya perişan
kent banliyöleri, nerede olursa olsun bir şekilde savaşın hayatlarını alt üst ettiği insanların hikayelerini dinlerken Selimoviç’in meseleyi anlama ve anlatma biçimindeki değişimi de gözlemlemek mümkün. Erken dönem öykülerde
daha baskın hissedilen propaganda etkisi özellikle 1950 ve sonrası metinlerde
bir adım geri çekilerek yerini daha soğukkanlı, olup bitenleri daha objektif
ve geniş bir açıdan görebilen bir tavra bırakıyor. Önceleri -anlaşılabilir bir
refleksle- iyi, güzel ve doğru olan tüm hasletler sadece partizanlara yakıştırılırken kitabın yarısından itibaren anlatının izleğinin, tarafı veya rolü ne olursa
olsun savaşın, ona maruz kalan herkesin üzerinde bıraktığı yıkıcı etkilere dikkat çeken bir yöne evrildiğini görebiliyoruz. Nihayetinde gerçekten acı çeken,
aşağılanan ve utanç duyacakları işler yapanlar aslında hiçbir şeyin kaderini
tayin edemeyen sıradan, yalnız, eksilmiş ve benliklerinden geriye kalan bölük
pörçük parçalardan ibaret kalmış insanlar. İster doğrudan cephede, sıcak çatışmanın içinde olsunlar isterse daha edilgen bir konumda bulunsunlar, öykülerde karşılaştıklarımızın hemen hepsi aslında mağlup olmuş, korku, dehşet ve
çaresizliği iliklerine kadar hissetmiş karakterler. Bu noktada neredeyse 75 yıl
önce kurgulanmış bu karakterlere haksızlık yapmayı göze alarak çoğu zaman
benzer mevzuları zihinlerinde evirip çevirdikleri oldukça uzun monologlarına
şahit olduğumuz öykü kişilerinin bir noktadan sonra aynılaştıklarını söyleyebilirim. Öyle ki, zaman zaman hikaye üzerinde hayati bir etkisi olmayan
figürlerin dahi geniş geniş anlatılmaları, onlara ilişkin sayısız detayın deyim
yerindeyse üzerimize boca edilmesi okur olarak hikaye boyunca ilerleyişimizin
duraklamasına neden olabiliyor.
Elbette bu, günümüz öyküsünün ritim ve dinamiklerine aşina okurun
bir nebze haksız ve öznel bir yorumu olarak görülebilir. Ancak kendi adıma bu
durumun biraz da Selimoviç’in romancı kimliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yazarın çoğu öyküsüne çok sevdiği ülkesinin pastoral güzelliklerini
uzun uzun tasvir ederek başladığı, tıpkı karakterlerde olduğu gibi kurguyu
sererken de pek aceleci davranmadığı hatta zaman zaman asıl merak unsurunu
dayandıracağı düğümleri atmakta geciktiği dikkate alınırsa esasen bir roman
yazarının öykülerini okuduğumuz söylenebilir. Zira hikayeye girişteki bu ağır
kanlılık, taşıyabileceğinden fazlasını yüklenmiş, uzun soluklu bir anlatının
142 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
tercih edilmesi gerilimin her adımda biraz daha zayıflamasına neden olarak
öykünün asıl alametifarikası olan finalinin vuruculuğundan çalıyor. Dolayısıyla yazarın güçlü gözlem yeteneği, insan ruhunun en girift gizlerini açık
eden dehası ya da -romanlarını okuyanları büyüleyen- kişilik sahibi üslubu
öykünün imkanları ya da imkansızlıkları içinde yerini bulamamış görünüyor.
Üslup demişken, edebi bir eserden okurun alacağı lezzeti doğrudan etkileyen çeviriye de özellikle değinmek gerek. Öyle sanıyorum ki, edebi eserlerin çevirisinde, çevirmenin de belli bir üsluba en azından kendi içinde tutarlı
bir metin diline sahip olmasının veya hedef dilin imkanlarını yazarın özgün
dilde yaratmak istediği etkiyi yakalayabilecek şekilde kullanabilmesinin ne derece elzem olduğu tartışma götürmez. Bahsini ettiğim unsurlardan öte hatalı
kelime tercihleri, öznesi kayıp cümleler, fiil çekimlerinin hatta doğrudan anlatıcının beklenmedik şekilde değişiyor olması göz önünde tutulduğunda Kızıl
Saçlı Kız’ın çevirisinin başarılı olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün
değil.
Çeviri yönünden ufak bir talihsizlik yaşamış olsa da Kızıl Saçlı Kız,
Meşa Selimoviç gibi bir ustanın edebiyat sahnesine çıkışını temsil etmesi
bağlamında son derece önemli bir eser. Tecrübe edilen acının büyüklüğü ne
olursa olsun 2.Dünya Savaşı’nı -sadece- Yahudi soykırımı çerçevesine daraltan
genel kabulün bir adım ötesine savaşın balkan topraklarındaki istisnasız her
insan üzerindeki yıkıcı, yıpratıcı etkilerini gözlem ve tahlil yeteneği bu derece
güçlü bir yazarın dilinden dinlemek, şüphesiz kayda değer bir deneyim.
İkinci Dünya Savaşı’ndan Geç Kalmış Bir Ağıt
• 143
İki Rüya Arasındaki Tanıklık
BALYOZLA BALIK AVI
CEMİL KAVUKÇU - CAN YAYINLARI
Gülşen Funda Çelik
Balyozla Balık Avı Cemil Kavukçu’nun
Can Yayınları etiketiyle çıkan son kitabı. Kavukçu, taşradan şehre, çocukluktan yaşlılığa
Türkiye’yi ve insanların içsel dönüşümünü sakince anlatma yolunu seçmiş. Yer yer sorguladığı, anlam vermeye uğraştığı konuları; köy-şehir,
aşk-yalnızlık, rüya-gerçek, yaşam-ölüm gibi ikili kavramlar ile sorguluyor. Hikayelerini kurgularken özellikle hikayelerin başlangıcına ve sonuna dikkat ediyor, anlatma eylemini böylece
güçlü kılıyor. İç muhakemenin ötesinde; geçen
yaşam, görülen rüyalar ve anlatılan hikayelerin
ne’liğine dair bir süreç tüm hikayelere siniyor.
Yaşamı yeniden kurarken yaşamdan uzaklaşmadan hatta yaşamı, insanı, mutluluğu ve acının katman katman büyüyen varlığını anlatmak üzere yola çıkıyor. Çünkü rüyalar, geçmişe dönüşler, aynalar, sorular, tekrar eden konuşmalar, parça parça hatırlamalar şimdi’nin hikayesini çok güzel anlatıyor.
Palavracı Ramazan Dayı, kasabanın tek orkestrasının solisti Şugır Hilmi, dilsiz ve kadersiz Gangan Teyze, otoriter Kur’an öğreticisi Atiyanım, zulmünden korunmak için karısına daima “he” diyen Kolonyacı Hidayet, eski
konsol için meydan muharebesi yapan iki elti: Nezihe ve Pakize, alternatif
tıbbın sınırlarını zorlayan Mustafa Aga, Elifba sufarasına abdestsiz dokunup
çarpılmaktan korkan Emin kitapta kendi dilleri ve hikayeleriyle yer alıyor.
Yolda Murat 124, fonda Erkin Koray, ekranda Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet;
cepleri leblebi, kalpleri kahır yüklü gençlerin “Füsun, evinin önünden kahırla
geçenin Necip olduğunu anlayacak illaki.” tesellisi duyuluyor.
Kitaba adını veren ilk öykü “Balyozla Balık Avı”; toprakla bağ kuran,
mekânın kokusunu duyan, taşra dilinden anlayan, “tavukkarası geceyi” gören,
144 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
“dörtlerce ayağın koşturmasını” seyreden, yanı sıra şehri bilen, şehirle kavgalı
kışlar geçiren bir adamın öyküsünü anlatıyor. Akşam, tarlada demlenirlerken
Ramazan Dayı’dan balyozla balık avına çıkan iki Bulgar muhacirini dinliyor
anlatıcı. Balyozun kayaya inmesiyle balıklar suyun üzerine çıkıyor; gecenin
ilerlemesiyle hikayesi anlatılan iki muhacir, anlatıcının rüyasında beliriyor.
Balyoz kafasına indikçe ağzından balıklar çıkıyor. Rüyanın bitmesiyle hikaye
de sona eriyor.
Kitabın son öyküsü “İprik”in ilk cümlesi oldukça dikkat çekici: “İkinci
rüya şöyle başlıyordu:” Bu, ikinci rüya olduğuna göre birinci rüya da olmalı
diye düşündürüyor. Rüya, rüya, evet! İlk öyküye götürüyor zihnimizi. Kirpi
olmak isteyen adam, kendini kirpi olarak bulduğunda, iki Bulgar muhaciri
ve balyozu da karşısında buluyor. Öyküler rüya ile birbirleri arasında bağlantı
kuruyor. Sondan bir önceki öyküye ne demeli peki. Ne diyordu ayna, yaşlı
adama:“Bütün rüyalar birbiriyle ilintilidir.” Kitabın ilk öyküsü, yazarın ilk rüyası; kitabın son öyküsü yazarın son rüyası. Diğer öyküler bu iki rüya arasında
geçiyor yahut gerçekleşiyor.
Dil, coğrafyanın rengi ve sesiyle yer alıyor hikayede. Dilin ritmi, sözün
derdi, sesin rengi hikayeyi yer yer yontuyor . Kahve fallarını anlatan, uzun ve
karmaşık rüyalar gören, hastane odasında bir ömrün muhakemesini yapan dil
ile Türkiye’nin taşrasında yaşayan Ramazan Dayı’nın dili bir değil. Kavukçu
da bunun farkında, dil ve hikayeyi koşut ilerletmekte mahir olduğu kadar
hikayeye can verenin dil olduğunu da bilmekte. Başka bir deyişle, kitapta yer
alan öyküler dilinin, coğrafyasının ve zamanının bilincinde.
Hikayesi anlatılanlar bir arka mahallemizde oturan, köyümüzde yaşayan insanlar. Duyduğumuz, bizim hikayemizden kalanlar. Korkutulan kendi
çocukluğumuz. Sayıklarken hasta odasındayız. Âşık olduğumuzda Erkin Koray dinleriz. Hiç yadırgamıyoruz, hiç şaşırmıyoruz. Bazen metroda gördüğümüz bir aile ile karşılaşıyoruz, bazen bilincini, gideceği yolu yitirmiş bir adam
ile. Borges’in “Günümüzün ozanı çağına sırt çeviremezdi.”1 dediği gibi, Kavukçu da, yaşam’a dair neyi görüp neyi yaşatmak, neyi hikaye kılmak istiyorsa
çağına ve çağının insanına, onu anlamak ve anlatmak için bakıyor.
1
Kum Kitabı, J.L. Borges, İletişim Yay., 2015
İki Rüya Arasındaki Tanıklık
• 145
Bir Samur Kürk Olarak Delilik
BİR KÜÇÜK DELİLİK
ARZU UÇAR - İTHAKİ YAYINLARI
Ahmet Kırtekin
“Delilik” sadece kelime olarak bile bir hikaye olabilir, hikayecilerin binlerce yıl başka şekillerde anlattığı ve dinleyenlerin hiç bıkmadan
dinlediği. Romanları da yazılır, tarihi de. Hatta
bilimsel çalışmalara konu olur. Türleri tasnif ve
tarif edilir. Oysa kabahate benzer, samur kürk
olsa kimse sırtına almak istemez. Övülse de eski
çağlardan beri artık çağımızın kendisine tahammülü yoktur. Ne var ki şairin sözünü biraz eğecek olursak “nasıl olsa çıkaramazsın deliliği içinden”. Toplumsal yaşamın aşamalarından biri de
makul orandaki deliliği kabul edip görmezden
gelmek ve kendi bireysel deliliğini de yine makul sınırlarda tutmaktır. Peki, makul sınır nerede? Hepsi arka arkaya sıralanınca
sanki böyle bir sınır varmış gibi oluyor. Gerçekten var mı böyle bir sınır ve varsa
da makul mü? Elbette kitap bunların hiçbiri hakkında değil.
Hikayelerinde deliliğin sınırlarında gezen modern, kentli insanları anlatıyor Arzu Uçar. “Bedduası Tavşanın” bunlardan ayrı tutulabilir belki. Ne
de olsa hapisten çıkınca köyüne, evine, tüfeğine dönen bir avcıyı anlatıyor.
“Tavşan”ın konuk olduğu her anlatı gibi şaşırtıcı ve beklenmedik bir sona ya
da başlangıca sahip.
Avcının köylü olduğunu, kentli ve modern olmadığını kabul edebiliriz, tabi her fırsatta birbirlerinin etlerine ve ruhlarına dişlerini ve pençelerini
geçirmekten geri durmayan milyonlarca insanı yok sayabilirsek. Anlatılardaki
karakterlerin hemen hepsi bu koca güruhun eseri. Arzu Uçar günlük hayatın
sıradan olaylarını ve yüzlerini karanlık bir eşikte anlatıyor. Hikaye ilerledikçe
karakterlerin sınırın hangi tarafında durduğunu ve hangi tarafın makul olduğunu karıştırmak mümkün.
146 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
Tamamen Kahverengi
Biraz da Turuncu
NEDEN UCUZ SAAT TAKIYORSUN?
HANS FALLADA - CAN YAYINLARI
Yelda Sözdemir
Bir film izlerken, ona hâkim olan rengi
bariz şekilde görürüz. Örneğin; film savaş yıllarında geçiyorsa gri tonlar, romantik-dram ağırlıklıysa daha sıcak, canlı renkler kullanılır. Tıpkı
filmlerde olduğu gibi kitaplarda da renk ararım.
Faulkner’ın Ses ve Öfke’si mesela, siyaha yakın
bordodur. Jane Austen kitapları soft bir yeşil.
Herman Hesse’nin Bozkırkurdu oldukça koyu
bir lacivert. Kitapları okurken özellikle rengi
bulmak için uğraş vermem ama kendini bir şekilde belli eder. Hans Fallada’nın bu kitabında
ise kahverengiyi gördüm. Yoksulluğun, işsizliğin, yaşam mücadelesinin, geçim derdinin, yer
yer dramın, acıların kendine yer bulduğu hikayelerde; kahverenginin yanında
canlı bir turuncu da kenardan köşeden göz kırpıyor. Bunun sebebi ise yazarın
temelde acıyı ve zorlukları ele aldığı metinleri mizâhi bir üslupla, muzip bir
şekilde yazması olsa gerek. Dilin ustalıkla kullanılması her şeyden önce ritmi
arttırmış. Kasvetli sayılabilecek hikayeleri akıcı -hatta eğlenceli- hâle getirmiş.
Nilay Kaya çevirisi olan ve altı ayrı hîkayeden oluşan Neden Ucuz Saat Takıyorsun? isimli kitap geçtiğimiz eylül ayında Can Yayınları’nın #Kısamodern serisi
dahilinde çıktı. Serinin çıkış mottosu “...bir oturuşta okunabilecek, hızlı ve vurucu metinler...” Fallada’nın bu eseri zannediyorum ki daha iyi özetlenemezdi.
Kitaba adını veren hikayede; babası zengin bir saatçi olmasına karşın
iki mark seksen beş feniklik ucuz saatle dolaşan bir hukuk öğrencisinin yaşamına tanık oluyoruz. “Neden ucuz saat takıyorsun?” sorularına: “Bu ucuz
saati takıyorum çünkü benim babam pinti, huysuz, çekilmezin önde gideni.
Bir tanecik oğluna verecek altın bir saati yok” şeklinde cevap verse de esasen
bunun bir şımarıklık olduğunu görüyoruz.
Tamamen Kahverengi Biraz da Turuncu
• 147
“Evlilik Yüzüğü” isimli ikinci hikaye ise kitabın en acıklı hikayesi belki
de. Patates toplamak için tarlaya giden Martha Utesch’in alyansını düşürmesiyle başlıyor. Tarlaya giden işçilerin başı Wrede ise borç batağında olduğundan, bir dakika bile düşünmeden alyansı saklayıp Martha ile kocası Wilhelm’in
âdetâ talihsiz bir sona doğru sürüklenmelerine sebep oluyor.
“Bir İşe Giriyorum” isimli üçüncü hikayede ise ümitsizliğe gark olmuş
şekilde, yalnızca ağaçtan topladıkları elma ve civardan bulabildikleri ekmekle
yola devam etmeye çalışan, hayatlarını sürdürmek için kapı kapı dolaşan, iş
uğruna şehir değiştiren iki arkadaşla karşılaşıyoruz.
Ardından “Büyük Benzin Anıtı”nda tek bir gazete haberiyle; şehrini
kalkındırmak için benzin istasyonu kurmak isteyen ve halkı karşısına alan bir
belediye başkanı ve meclisi görüyoruz. Kitabın beşinci hikayesi “Sevinç ve
Üzüntü” ve ardından gelen son hikaye “Elli Mark ve Mutlu Bir Noel Kutlaması” ile keyifli bir okuma süreci nihayete eriyor.
Hans Fallada’nın biyografisine şöyle bir göz atınca, ortaya çıkan ürünlerin yaşamından çok uzak olmadığını görüyoruz. Büyük bir kurgusal zekanın
tezahürü olan metinler olduğu da şüphesiz. Beklenmedik sonlarla dolu hikayelerden birinin son cümlesiyle bitireyim ben de yazımı:
“Şimdi gecenin içinde kayboluyor Wrede, sadece rüzgârın sesini duyurabildiği ya da bir hayvan hışırtısının duyulduğu tarlaların sessizliğinde. Tek
bir insan evladı yok. Ama sessizlik var, uzun bir sessizlik.
Ve ışıklar beliriyor şimdi, insanlar ve polis.”
148 • Post Öykü
CAN’LI YOLCULUK
CAN GÖKNİL - CAN YAYINLARI
AŞK YAKIŞIR İNSANA
HALİL GENÇ - ALAKARGA YAYINLARI
p o s t
k i t a p ■
Aşk Yakışır İnsana kitabında yer alan öykülerinde; insanların geçmişlerini, acılarını, aşklarını, zorluklarla mücadele etmelerini ve hayata dair
yaşanmışlıkları yalın ve etkili bir anlatımla kaleme
alıyor Halil Genç. Diğer kitaplarında da karşımıza çıkan insanı anlama çabasının ön planda tutulması bu kitabındaki öykülerde de karakterlerin iç
dünyalarını daha gerçekçi bir şekilde gözler önüne
sermeye yarıyor. Okurken sanki mahallemizde geziyormuşuz hissi veren, hayatlarımızdan kesitlerin
gözümüzde canlanmasına sebep olan öykülerin karakterleri içimizden, bizden insanlar: komşumuz,
arkadaşımız, esnafımız, mahallemizin delisi... Yazar; hüznün, umudun ve yaşama sevincinin ilmek
ilmek işlendiği öykülerdeki naif, samimi anlatımı
ve yalın dili ile okurun öyküye sımsıkı tutunmasını sağlıyor ve ekliyor: ”Tüm kavgalar, tüm aşklar,
yoksulluklar bittiğinde, yalnızca sevginin kalıcı olduğunu anlayacağız.” (Uygar Atasoy)
Can’lı Yolculuk üç bölümden oluşan bir kitap: önce, şimdi ve sonra. Can Göknil’in genelde
kısa tuttuğu anlatıların merkezinde birbirini tutkuyla seven bir çift ve onların kıtalara, şehirlere
yayılmış yolculukları var. Yolculuk ifadesi yanıltıcı
olabilir. Ressam Can Göknil yol maceraları anlatmıyor, küçük anlara ve duygulara yoğunlaşmayı
tercih ediyor. Şimdi adlı anlatıda bunun bilinçli bir
tercih olduğu açıkça görülüyor: Bazen tek sözcük
bile bir öyküdür, sanat eserine uzanan ışıktır. Yeter ki
o sözcüğü sezgilerinle algıla, içtenlikte yansıt. Tam
da bu noktada kitabın başında yer alan “öyküler
ve resimli anlatılar” ifadesi anlam kazanıyor. Bu iki
tanım bu kitap hakkında yazılacak her tanıtım ve
eleştiride büyük ihtimalle yer alacaktır. Sanat ve
daha dar anlamda edebiyata bakışını bu iki ifadede
bulmak mümkün. (Ahmet Kırtekin)
Dükkan
• 149
DÜNYANIN ORTASINDA
DEMET ÇİZMELİ - ALAKARGA YAYINLARI
Kaleme aldığı tiyatro oyunları ve ödüllü
öyküleriyle tanıdığımız Demet Çizmeli’nin ilk kitabı olan Dünyanın Ortasında, okuyucuyu tarihin
koridorları arasında gezdiren öykülerden oluşuyor.
Tiyatronun izlerine sıkça rastlanan öykülerde oluşturulan tarihi atmosferlerde, o zamana ait şartları, insanların yaşam tarzlarını başarılı bir şekilde
kaleme alan yazar, okuru etkileyici bir yolculuğa
çıkarıyor. Doğup büyüdüğü şehrin kültüründen
de beslenen Çizmeli, öykülerinde yöresel ağızlara ve geleneklere de yer vermiş. Kimi zaman bir
nesnenin kimi zaman ise yurdundan uzakta, vatan
hasreti ile yanan bir kahramanın anlatıcı olduğu
öykülerde en göze çarpan özellik; yazarın gerek
mekân detaylarını gerekse karakterlerin iç dünyalarını başarılı bir şekilde ortaya koyan betimlemeleri. Öykülerinde yer verdiği betimlemeleri aktarmasındaki büyülü dil okurda farklı heyecanlar
yaşanmasına ve okurun öyküyü adeta yaşamasına
sebep oluyor. Füruzan’ın yazar hakkında söylediği gibi; birikimli, çalışkan, yetenekli bir yazarın
edebiyatımıza getirdiği yeni bir soluğun meyveleri
olan öyküler, yazarın ülkesine duyduğu aydınlık
bakışı gözler önüne seriyor. (Uygar Atasoy)
HER ŞEY MÜMKÜN - TUNCAY GÜNAYDIN
TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI
Edebi hayatına şiirle başlamış, rotasını hikayeye çevirmiş bir yazar Tuncay Günaydın. İlk
öykü kitabı Her Şey Mümkün Türk Edebiyatı Vakfı
Yayınları’ndan çıktı. On üç öyküden oluşan kitap,
tahkiyenin gücüne dayanıyor. Tuncay Günaydın,
güçlü bir soluk, iyi bir hikaye anlatıcısı. İlk kitap
için umut vaat ediyor, ancak tahkiye sınırlarından
öykü evrenine geçebilmesi lazım. Yer yer kendisini
anlatının akışına kaptırıyor, kendi görüşlerini de
yüklüyor. Bu da bana göre öykü yapısını zedeleyen
bir unsur. Yazarın anlatı gücü, şiirle olan ilişkisin150 • Post Öykü
p o s t
k i t a p ■
PARÇALAR VE ZERRELER
SEDEF BETİL - İLETİŞİM YAYINCILIK
den geliyor. Dili şiirsel değil ama cümleleri oldukça güçlü. Okurla konuşur gibi anlattığı hikayelerde
okuru öykü atmosferine sokmayı başarıyor. Yazar,
kurgusunda toplumsal meseleleri başarıyla işlemiştir. “Kara Yol” öyküsünde Bademler adı verilen bir
beldede makinaların bir gün ansızın badem ağaçlarını dinamitler patlatarak sökmeleri, halkın parasızlıktan dolayı fabrikalarda çalışmaya başlaması,
köylülerin toprağı terk etmesini anlatır. Atmosferi,
kurgusu ve yerleştirilen imgelerle yazarın en güçlü öykülerindendir. Özellikle son dönem coğrafyamızdaki doğal tahribata bir karşı duruş öyküsü
olarak da okunabilir. Tuncay Günaydın, öykülerinde geleneği, mahalleyi, arkadaşlığı, mahallede
yaşanan çocukluk aşklarını, futbolu merkeze alır.
Genellikle bir hatırlayış üzerinden hikayesini açar,
büyütür ve okura sunar. “Renksiz Bacak”, “Arjantin’in Geleceği”, “Kör Sedefkâr” öyküleri atmosferleriyle öne çıkaran öykülerdendir. Ufak bir tavsiye;
“Arjantin’in Geleceği” öyküsündeki Rodrigo karakterine dikkat. (Ali Oktay Özbayrak)
Kısa Karanlıklar ve Kırgınlığın Kuytusunda
öykü kitaplarının ardından Parçalar ve Zerreler ile
karşımıza çıkıyor Sedef Betil. Birbirinden farklı
öyküler gündelik hayatın akışı içinde çok da hatırlamadığımız acılarımıza dikkat çekiyor. Hemen
hemen tüm öykülerinde hissedilen yabancılık duygusu hikayenin sonunda ayrılıklara kapı aralıyor.
Öykünün çoğu kahramanı, unuttuğunu sandığı
kederlerini geçmişine tanıklık eden nesnelere çarparak hatırlıyor. Bu hatırlayış, kitabın başlığındaki
kelimeler ile bütünleşerek okuyucuya toparlanması
gereken bir masa, kırılan bir bardak, dağılan bir
oda bırakıyor... Yazarın dili duru ve akıcı olsa da
hep aynı ritimde giden öyküler sonlara yaklaştıkça
Dükkan
• 151
okuyucuyu zorlayabiliyor. Bununla birlikte bitmediğini düşündüren öykü sonları geçişi hızlandırıp
meraklı sonlarla okuyucusunu selamlıyor. (Betül
Yavuz)
SARHOŞ MARTI
DEFNE MORGÜL - KANON KİTAP
Defne Morgül’ün ilk novellası olan Sarhoş
Martı geçtiğimiz Eylül ayında raflarda yerini aldı.
Kitapta geçişli bir anlatım şekli mevcut. Bu sebeple çeşitli karakterler bir anda tek bir karaktermiş
hissi uyandırıyor ve adeta tek bir ağızdan dinliyormuşçasına hikayeye kulak veriyoruz. “Bir hikaye
kurmak için geldim dünyaya” diyen anlatıcının
kurduğu hikayenin kıyısından geçiyoruz okurken.
Hüzün oturuyor yüreğimize hikayeye devam ederken. Yazarın kendine özgü, oldukça dağınık ve toparlamakta güçlük çekilebilecek kurgusuyla karşı
karşıyayken dahi hikayenin içinde geçen duyguları
bir bir hissetmeye başlıyoruz. Anlatıcının hikayesine olan isteksizliğine, umutsuzluğuna, hayal kırıklığına, hayata dair cesaretini yitirişine, aidiyetsizliğine, vazgeçişlerine ve de vazgeçilmişliğine şahit
oluyoruz. Ancak Sarhoş Martı, ucundan kıyısından
geçtiğimiz ve göz göze gelip bizde yalnızca bir bakış bırakmışların izi nasılsa aynı öyle bir hikaye.
Kitabın başında da söz edildiği gibi: “birileri
ve diğerleri yollarda karşılaşacaklarından habersiz,
kendi hikayelerine yol alırmış. Kimse kimseye değmeden geçer gidermiş sonra.” Hikayeyi okuyor,
değmeden geçip gidiyoruz sonra. (Nursena Yıldız)
152 • Post Öykü
Bunu herkes bilir efendim herkes bilir
bana bilmediğim şeyler söyleyin. 1700’lerin ortalarına doğru bir akşam vakti, Japonya’nın ücra bir dağ köyünde peş peşe tam on
yedi eve yıldırım düştü. BELINI DOĞRULTTU,
ÖNE, SAĞA, SOLA MEYLETTI, GÖZLERINI KISTI.
Ölen ağabeyimin yerine doğmuşum. Margaret’in erkek kardeşi omzunda iki kürek ve
kazma ile engebeli yoldan ilerleyerek saat
dördü biraz geçe bahçeye geliyor. AYAZ,
SOĞUK... Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri
yarattı. Kahvenin demir kapısı gıcırdamaya
bile fırsat bulamadan sertçe açıldı. Sabahın
köründe, renklerin silikleştiği, havanın soğuktan çatırdadığı vakitte bir hâkim, kasabadaki tüm evlerin önünden ve bütün sokakların içinden aynı anda geçerek kasabanın
meydanına geldi. Yine toplanıyorlar, duyuyorum. Seyran hoca döneminin ünlü ressamlarından değildi. Esneyerek açtı kapıyı.
ISSN 2148-8932
9 772148 893004
FİYATI 14₺
KKTC FİYATI 16₺
Download