Uploaded by erbilkeskin

Ayarsiz37-mart2019-mini

advertisement
hâlet-i ruhiyemiz:
a y l ı k f i k i r, k ü l t ü r, s a n a t v e e d e b i y a t d e r g i s i
MART 2019
Fiyatı: 10 TL
Yenik düşüyor
her şey zamana
Biz büyüdük ve
kirlendi dünya.
Murathan Mungan
Sözledim saçımı bağır verince,
en sert ılgarında koşağı benim.
Sarp yokuşlarında yerli yerince,
belinde pusatlı kuşağı benim;
nimeti, rahmeti, başağı benim.
Bölük bölük durup peylenen dağlar,
kavgayla dövüşle eylenen dağlar,
göğsüne sindikçe söylenen dağlar,
dertlendim, uğraştan bıktım, demedim;
yıkıldım, demedim, yıktım, demedim.
Uğultu üğrünür gök otağında,
çayır çimen tutmuş yer yatağında.
Yar kıvrımlarında, su çatağında,
orman kuytusunda soluyan benim;
dizinde kurt gibi uluyan benim.
Dağlar hey, ucalmış, aşınmış dağlar,
soylu bir öfkeyi kuşanmış dağlar,
ansızın yayından boşanmış dağlar,
yayıldım döşüne, düştüm, demedim;
hayâldim, demedim, düştüm, demedim.
Saçağında boylu mızrağı yüklü,
başında ağarmış tulgalar göklü.
Kabaca gövdeli, derince köklü,
kana doyurduğu toprağı benim;
kalkanı, baçmanı, çaprağı benim.
Yiğit narasında hislenen dağlar,
en bâkir ünlerle beslenen dağlar,
töreyle, nizâmla süslenen dağlar,
dayandım kapına, kaçtım, demedim;
açıktım, demedim, açtım, demedim.
aylık dergi
fikir, kültür, sanat ve edebiyat
Yıl: 4- Sayı: 37 - Mart 2019
TÜN Eğit. Yay. Org. Rek. A.Ş. Adına Sahibi
Güntekin GÜNTAY
Yayın Yönetmeni
M. Ragıp VURAL
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Mehmet PARLAR
Grafik-Tasarım
Davut MERZİFONLUOĞLU
Bleda Yaman
Kurumaya yüz tutmuş toprak,
ha çatladı ha çatlayacak!
Bahara küskün gökyüzü,
yorgun ve solgun her bir yıldızı.
Zamanın zamana pes ettiği bir zamanda
ve bütün umutların intihara kalkıştığı anda
meğer ki senmişsin
tetikle korkuluk arasına giren parmak!
Seninleymiş bir ömürden ömür koparmak.
Katreye kavuşan toprak,
ha çiçek açtı ha çiçek açacak!
Baharla barışan gökyüzü,
sonsuz bir güneşle güldü yüzü.
Her bulutu sabırsız, her yıldızı parlak:
Kifayetsiz bir deliliktir şimdi yaşamak.
TALTİF GÜNLERİ
BİR ATEŞ ÇİÇEĞİNİN DAĞ SÖYLENCESİDİR
Hakan İlhan Kurt
Ne varsa sende var sevgili
en güzel nehir, en güzel deniz, en güzel çöl.
Ne varsa sende var sevgili
en güzel sihir, en güzel şiir, en güzel telaş.
Çünkü sende en güzel zülüf,
en güzel göz, en güzel kaş.
Çünkü sende en güzel bakış,
en güzel gülüş, en güzel yaş.
Ey beni olan kadın,
ey beni benden alan kadın!
Çehren bir şiirin resmidir,
ruhun bir resmin şiiri…
Gelişin mevsim değil,
gelişin iklim değişikliği.
Ne güldürse seni yanındayım,
yandaşıyım, tiryakinim.
Ne ağlatsa seni karşısında
hasmıyım, öfkeyim, kinim.
Sanma ki vuslat yolunda bitkinim,
özlerken hırçın, severken sakinim.
Ne varsa sende var sevgili
aradığım, bulduğum, bildiğim.
Ne varsa sende var sevgili
unuttuğum, sakladığım, sildiğim…
Yayın Kurulu
Kubilay KAVAK, Fırat KARGIOĞLU,
Mustafa YİĞİT, Sidre METE, İkbal VURUCU,
F. Kürşad DÜNDAR, Volkan EKİZ,
Sergen ÇİRKİN, Bleda YAMAN,
Oğuzhan Murat ÖZTÜRK, Ahmet Turan TİRYAKİ,
Levent ALBAYRAK, Hasan Ali KARASAR,
Hakan İlhan KURT, Hakan BOZ,
Kadir BEKTAŞ, Kübra PEHLİVAN,
Hakan KAVAK, Taner LÜLECİ,
Ayşegül Büşra ÇALIK, Göktürk Ömer ÇAKIR,
Süleyman BULUT, Ebubekir KORKMAZ,
Yunus KIZIL, Metin TURHAN, Mehmet Yusuf
SAVAŞ, Mustafa KELLEROĞLU,
Feyzullah G. HİLÂL, Tamer SAĞCAN,
Veysel Gökberk MANGA
Hukuk Danışmanı
Neslihan KOÇER
İletişim
0.312 215 96 98
bilgi@ayarsiz.net
www.ayarsiz.net
facebook.com/ayarsizdergi
twitter.com/ayarsizdergi
instagram.com/ayarsizdergi
İdari Merkez
Uğur Mumcu Cad. No: 99/2 G.O.P.
Çankaya/ANKARA
Fiyatı: 10 TL
Yıllık Abonelik Bedeli: 100 TL
Hesap No: TÜN Eğitim Yayın Org. Rek. Dağ.
San. ve Tic. A.Ş. Adına-Akbank
İBAN: TR72 0004 6001 7288 8000 1017 94
Yayın Türü: Yaygın Süreli Yayın
Basıldığı Tarih: 26.02.2019
CTP - Baskı - Cilt
Sonsöz Gazetecilik Matbaacılık Ltd. Şti.
İvedik O.S.B. Matbaacılar Sitesi
35. Cadde No: 56-58
Yenimahalle-ANKARA
Tel: 0.312-394 57 71
ISSN:2458-8911
Dağıtım: Turkuvaz D.P.
Cerahat
gibi ılık... Hastalıklı besbelli... Eriyik
madenlerin kaynayışı gibi sancılı... Yakıcı besbelli... Belki... Hava kapalı rüzgâr esmemeye kararlı sakin bu
yüzden deniz... Dalgalar usulca yanaşıyor ve dokundu dokunacak derken geri süzülüyor ve şimdi bir yenisi eşikte... Islak kumların sınırından belli gece sert geçmiş. Dalgalar kendinden, deniz serden geçmiş...
Bellidir... Denizanaları bir şeyin peşinde... Karar kılamamışlar yerlerinde sağa
sola daimi meyilli... Denizanaları... Şeffaf oluverir her şey çarşaf gibi karınca duası koysan okunacak... Denizanaları... Beyaz... Açık pembeye çalan bir sarmaşık gibi...
Martılara mı özenmiş ne bıraksan uçacak... Beklenen... Ama yok bırakmıyor vişneçürüğü kökleri! Belli olmaz ne zaman kan sızacak, açık denizler köpek balıklarını buyur edecek, ful besleyen yaşlılar mezarda ağlayacak. Vişneçürüğü kökleri, bir parça köpek ciğeri gibi, nereye uzanacak, nereden tutunacak, neye salacak kendini? Belki bellidir... Süt liman bir
deniz... Sarmaşık. Beyaz pembe... Tohumu, ağaçlar altında çürümüş vişne... Uzanacak, tutacak, salacak kendini… “Kuşlardır göğün kökleri!” Kâh kollarını çırpıp bir ayağından diğerine
sekerek kâh ellerini yukarı kaldırıp kendi etrafında dönerek deniz kıyısını arşınlıyordu. Denizin
soğuk suyu, yalın ayaklarına dokunup geçiyor; suyun soğukluğuyla içi ürperiyor; denize doğru
birkaç adım atıyor; su dizlerine gelmeden geri çekiliyordu. Hâlbuki daha ileri, daha derine yürüdüğünü hayalliyor; suyun göğsüne çarptığını, soluğunun kesildiğini, soğuktan dişlerinin birbirine vurduğunu, parmak ucunda yükselip can havliyle ve gırtlağından yükselen hayvanî hırıltılar eşliğinde son nefesi
içine çektiğini… Yine de cesaret edemiyordu. Her gün doğumu bir hayatı yeni baştan yaşamanın düşünü görüyordu ve hep hayra yoruyordu. Yanındaki adamın yokluğunu görmekten çekinerek yüzünü
denize döndü. Yer ayaklarının altından kayar gibi su, başını döndürüyor, onu kendine çekiyordu. Kapıldı. Bir kapı aralandı. Soğuk, kör bir bıçak gibi tenimizi yalarken olabildiğince hızlı adımlarla ve konuşmadan yürüyorduk. Donmuş karın, ayaklarımızın altında ezilişi duyuluyordu bir tek. Soğuk, öyle sinsice
sızıyordu ki insanın içine, birazdan yolun sonuna varamadan katılaşıp kalacağız sanıyordum. Muhakkak
bir efsâne söylenirdi arkamızdan. Belki ölümsüz iki âşık olurduk o efsânelerde, belki ahlâksızlıktan taş kesilmiş iki kötü yahut gizemine erişilemeyen isimsiz heykeller… Daha başka şeyler de söylenebilirdi elbet. İnsanoğlu bu! İnayetine de şerrine de akıl sır ermez. Bu adam da amma hızlı yürüyor! Neden hiç konuşmuyorsa?
Gerçi konuşacak hâl mi kaldı yürümekten. Durdum. Birkaç adım daha atıp döndü bana baktı.
Hâlâ da öyle bakıveriyor. Sorsana be adam; “Ne oldu? Neden durdun?” desene! Yok,
öööööyle bakıyor. Ben de konuşmayacağım. Susacağım. Kaldırımın öbür tarafındaki kameriyeye ilişti gözüm. Gayrı bir adım dahi atacak takatim kalmadı. Gittim, oturdum. Hâlâ kıpırtısız bana bakıyor ama eminim bu kez kızgınlığından
konuşmuyor. Benim gibi içinden söyleniyordur, içinden. “Şurada eve ne kaldı ki zaten! Gitti oturdu oraya,” diyordur. Yüzü de nasıl ifâdesiz. Yoksa soğuk tüm içini kapladı da katılaştı mı bir ceset gibi? Korku duydum. Hâlbuki
ne sıcak adamdır bilirim. Bakışı sıcaktır, yüzü sıcacıktır, elleri, ayakları, yüreciği, nefesi sıcaktır. Yüreğine kadar sokulmuş mudur soğuk? Atmaz mı olur
yüreği? Kanı mı çekilir? Soğur mu? Buz mu kesilir? Kalktım. Ürkek birkaç
adım attım. Bir karaltı vardı ayaklarımın ucunda. Eğildim. Bir kuş. Bir kuş ölüsü. Kendi hayatında böyle eğreti durması insanın, bunu gördüğü her
aynaya küsmesi
Soğuk, yüreciğine kadar sokulmuş olmalı. Orada öylece durup bakmaktan vazgeçmiş, yanıma gelmişti. Kuşu avucunun içine aldı. Ne kadar küçüktü. Ne kadar az vardı.
Sırtı kestane kızılı
damgalı, göğsü kirli pembe ve gri, başının
tepesi mavili grili, kuyruğa doğru yeşile dönen gri gövde…
Küçücük varoluşta ne
çok renk. Diğer elini de kuşun üstüne kapattı. Derin bir nefes
alarak başparmaklarının birleştiği yerdeki aralıktan avuç
içine doğru hohladı. Tekrar derin bir nefes alıp daha
yavaş ve daha uzun verdi nefesini avuç içine. Ben…
Ben zihnimdeki sorulardan kurtulmuş, şaşerve evde elvi
kın, onu izliyordum. Ne yapıyordu? Bu kuşun minicik kalbine dolan
soğuğu mu kovuyordu sıcak soluğuyla?
Daha da yanaştım. Sıcaklık
bedenimi kuşatıyordu; her bir hücreme yayılıyor, beni sarıyordu. Bir şey kımıldadı içimde. Kuş avucunda kımıldadı. Ölmemiş mi sahi? Hayret! O, kuş, ben. Yürüdük. Nihayet
vardık ama herkes biraz yoktu.
KUŞUN
DİRİMİ
M S
S
Mühür gözlüm seni elden, sakınırım kıskanırım
P
ek bir şey yaptığım yok. Yalnız yaşamın getirdiği fazla
bir renk olmaz insan hayatına zaten, bilirsin. Zaman
geçtikçe alışıyorum yalnızlığıma ve yoruluyorum
ondan. Havalar soğudukça artar ya insanın kederi.
Nedendir bir türlü anlamam. Havalar gittikçe soğuyor ve
özlemim artıyor boyuna. Tabiî kederim de… Uzun siyah
saçları vardı hatırlarsın, hatta istesen de unutamazsın.
Saçlarının ipeğini özlüyorum en çok ve üşüdükçe sığınmak
istiyorum hayal meyal sıcağına.
Resim yapıyorum ara ara. Kallavi bir şövale aldım,
bir dolu yağlı boya tüpü ve boy boy fırçalar. Kaç zamandır
kıskançlığın resmini yapmaya çalışıyorum.
Bin yıldır içimi kavuran duygu: Kıskançlık.
Bencil olmamak gerek, sâdece ben değilim bu
durumda olan. Herkesin içindeki aynı biliyorum, hatta
“Ben, dağların en tepelerindeyim,” diyen senin bile.
Belki de en çok senin. “Bana bir şey olmaz, sorgulamam
ben, bir bildiği vardır derim, güçlüyüm çünkü. Kendime
inanıyorum ben, ben, ben, beeennn…” (midemi bulandırıyor
bu samimiyetsiz zırvalık, bu ikiyüzlülük). Evet, buna benzer
şeylerdi söylediklerin. Nedir sendeki bu hırs, bu inat? Sana
bir şey olmaz. Neden? Sen insan değil misin? Sen kadın
değil misin? Herkesi kandırabilirsin Zeynep. Belki herkesi
ama beni değil. Unutma! Aynı dağın tepesinden düştük
ikimiz de. Aynı civan itti bizi bu uçuruma. Kalbinin içindeki
her şeyi senin kadar iyi biliyorum. Dağları sen yaratmadın
meselâ. Benim eserim onlar. Dediğin doğru olsaydı en
azından mesaide
karşılaşırdık.
Kıskançlığın
resmi nasıl olmalı?
İçimin resmi. O
ateşin, o alevin
resmi. Cısır cısır bir
ses geliyor yangın
gibi. Sinsi, hayın
bir yalım. Kütür
kütür değil, cayır
cayır değil. İnceden,
sessiz, sinsi…
Hayın işte. Bu hayın
lafını Ahmed Arif
kullanırdı çokça.
Ne üzülmüştüm
öldüğünde. Bir
gün mutlaka
tanışacağıma dair
kuvvetli bir inanç
taşırdım içimde. Nazım Hikmet’i, Cemal
Süreya’yı, Turgut Uyar’ı, Atsız’ı da severdim
ama Ahmed Arif’in yeri çok başkaydı işte.
Her mısraı tek başına şiir olabilirdi ve o,
nasıl da saçar savururdu cömertçe. “Nasıl
harcar ki böyle acımadan sözcükleri!”
derdim. Başkası olsa on kitap yapardı
şiirlerinden. Cömert adamdı vesselam.
Yiğitti. O da gitti. Neyse…
Ateş kırmızısı, kiremit rengi,
turuncu, sarı ve kızıla çalar kahve.
Yukarı doğru coşan değil derinlere
doğru sızan bir yönü var bu renklerin. Kızgın yağı etinin
üzerinde gezdirerek döküyorlar diye hayal et, bildin mi?
Bir de o renk olmalı. Bütün renkleri karıştırdım. O rengi
bulamadım. Belki renk değil zehirli bir koku bu. Belki ben
yanlış yapıyorum. Doğru yerde aramıyorum kıskançlığı.
Sürekli yürüyorum. Soğuk sıcak demeden yürüyorum.
Yürüyüş iyi geliyor. İşsiz güçsüz, tasasız bir insanın
yürüyüş yapacak bolca zamanı oluyor. Keşke sen de
olsaydın. Dağlar rengârenk şimdi. Sonbahar renkleri de
biraz kıskançlığın renklerine benziyor sanki. Turuncu, sarı
ve kahverengi ama insanı acıtmıyor. Kederini çoğaltıyor
sâdece ve huzurlu bir keder bu, kıskançlığın eli hançerli,
dili yılan hâline benzemiyor. Keşke olsaydın yürürdük
seninle. Konuşacak bu kadar çok şeyi olan kaç kişi kaldı
dünyada.
Ömrümüze bedel bir sevdayı; bir tenis maçında bir
o yana bir bu yana savrulan tenis topu gibi, hangimizin
tarafına düşecek diye izledik nice zaman. Asırlar gibi
geldi bana. Gözlerimiz fal taşı gibi açıktı. Aklımız sussun
istiyorduk, sağduyumuzu öldürelim. Gönül ne diyorsa o.
Gerekirse ölelim, öldürelim olmazsa… Ne tarafa düştü hâlâ
bilmiyorum. Kibir yüklü sesiyle, ışıl ışıl gözleriyle, yüzüne
yayılmış, insanı can evinden vuran, gülümsemesiyle bana
dönüp, “Seni seviyorum onu değil,” dediğinde arkamı dönüp
gittim ben. Yüklenip tüm sevdamı, kıskançlığımı ve tabiî
hasretimi, geldim bu kuytuya yerleştim. Seçilmiş olmanın
verdiği mutluktan ziyade bir seçime konu olmanın acısını
taşıdım bunca yıl.
Maçı kaybetmek kazanmak mı önemliydi, topa
kavuşmak mı?
Hangimiz kazandık
hangimiz kaybettik
Zeynep? Bizi kıran
kırana mücadeleye
zorlayan insafsız
antrenör ne
istiyordu aslında?
Benim önüme
seni sürüyordu,
seninkine beni.
Bizim ondan başka
şansımız yoktu,
öyle sanıyorduk.
Emindik yahut. Bu
gün bunu bilmek
güç… Kim kazandı
Zeynep? Ben mi?
Benim kazandığımı
sanıyordun. Yoksa
öyle ağlar mıydın?
İri ela gözlerini kırptıkça iri taneler nasıl da
yuvarlanıyordu bembeyaz yanaklarından
kuğu gibi zarif boynuna doğru. Yüzün
kırışmıyordu; acı, o güzel yüzünden
anlaşılmıyordu. Hoştun, zariftin ağlarken.
Ağlarken bile hesap ediyordun estetik
güzelliği. Nasıl da güzeldin, nasıl da
dingin. Hesaplı kitaplı bile olsa ağlamayı
hiç hak etmiyordun. Ama öyle yazılıp
konulmuştu önümüze sanırım.
Senaryoya bağlıydık ölümüne.
O kadar çok uğraştım ki bu
Yağ Yeşili ve
Siyah
Yeşim Monus
Veysel Gökberk Manga
Özgürlük Dansı
resmi tamama erdirmek için. Resmi
tamamlarsam, içimdeki tüm acıyı
tuvale aktarıp beni boğan bu duygudan
kurtulacağım sanıyorum. Bir türlü yapıp
bitiremediğim, acıyı tamamlayamadığım
için sinirleniyorum. En iyi becerdiğim
iştir bu. Deli divane öfkelenirim. Bu öfke
boğar beni, yerden yere vurur. Sellere
kapılıp giderim. Düşüp rüzgârların
önüne, tüm enerjimi yok edinceye
dek paralarım kendimi. Öfkelerim
yönetir beni. Şimdi burada bir başıma
yaşamam, boyalar ve kitaplardan
başka hiçbir şeyin olmadığı, rüzgârın
ıslığından başka hiçbir melodinin
duyulmadığı bu tenha hayat da tabiî ki
öfkemin eseri. Hayatın dışına çıkacak
kadar kızgındım. Bu da “doksan dokuzu
affeden Allah, yüzüncüyü etmez mi?”ye
döndü sonunda. Hayatın dışına çıkayım
derken belki tam da içine düştüm.
Belki hayat böyle bir şey… En sevdiğin
şeyleri yaparak sıkılıp ölmek hayatın ta
kendisi belki de. Bu özleme ve dinmeyen
kıskançlığa da bir çâre olsa diyeceğim
ki; yaşamak budur.
Saraylarda yaşasan, emrinde
olsa dünyanın bütün nimetleri yine
de olmuyor Zeynep. Daha önce de
söylemiştim sana. Onsuz olmuyor.
İpek kadar yumuşak gece kadar
karanlık saçlarına dokunmak gerekiyor.
Olmazsa olmaz gözlerine bakmak.
Gözleri ki bakmaya ne kıyabildim ne
doyabildim onca yıllar içinde. Hâlâ
onu terk etmiyorsam, hâlâ her sabah
adını içime çekiyorsam, hâlâ uzansam
yakalarım ellerini sanıyorsam bin
kilometre öteden, hep gözlerinin sebebi
hikmetinedir. Sâdece gözleri mâsum
kalmıştır yıllar sonra da. O kırık, kesik
eğri parmağı bir de. Çocukken kırmış
onu biliyor musun? Hayali düşmanla
savaşırken baltayı düşman askeri olan
oduna değil parmağına vurmuş. Bin kez
öptüm o parmağı ben, onun hiç haberi
olmadı. Kaynadığı yerden yeniden
kırmayı dilerdim oysa ve tabiî bundan
haberi olsun da isterdim.
***
Nihayet bitti resim. Saydım, tam 9
yıl olmuş. O rengi bulamadım. Bazen
yaklaştığım oldu. Yağ yeşili ve dalga
dalga karanlık bir siyah vardı birbirine
karışan. Ama tam rengi buldun mu
dersen, bulamadım.
En çok o zehirli koku anlattı
durumu, onu da tuvale koyamadım.
Sığmadı, sığdıramadım.
Yıllara sordum, “Değdi mi?” diye.
Değmemiş.
Bir halta benzememiş resim!
“Sessizlik oldu ve uzun sürdü.”
Hamdi KOÇ
onra bir şey oldu ve durdu. Hiçbir şey olmamış gibi durdu.
Yeni bir yorum getirdi sandım. Libertango’nun neredeyse
bütün çeşitlemelerini dinlemiştim. Hani o insanın içine Buenos
Aires’in mevsimlerini dolduran müziğin… Alkışla başlayanlarını,
piyanonun tellerini zangır zangır titretenlerini, yalnız kontrbasla
-zor da olsa- çalınanlarını bile… Bu, daha önce duymadığım bir
çeşitlemeydi; ya da bana öyle geldi.
Bana kalırsa, tam da onun durduğu yerde, kemanla akordeonun
bir DNA sarmalı gibi sarıla sarıla yükseleceği bir çıkışa, patlamaya
ihtiyâç vardı. Bestelenen tüm müziklerin gen-nota haritası oraya
kodlanmalı ve aktarılmalıydı. Tanrı şimdi yaratmıştı dünyâyı. Ya
da Piazzolla’yı önce… Sonra onun içine müzik üflemişti ve o da
bestelemişti işte. İnsanın Tanrı’dan kurtuluşunun tangosu. Son günah.
Duracak zamân değil.
İçimde bir kemanın ince ince salınışını duyuyordum. Nasıl
anlatayım? Bir şey vardı. Bir kuğu hayâl edin. O kadar. Kuğu hiç
hareket etmemiş. Maddesizlikten olma. Veyâ maddesi, bir kemanın
ince ince salınışından yapılma. Ama bu kemanın muhayyilenizde,
herhangi bir müzik çağrışımı yaratmasına izin vermemeniz önemli.
Bir çocuğun elini tutmuşsunuz ama o sizin çocuğunuz değilmiş ve siz
de bunun farkında değilmişsiniz gibi. İhtimâller şâheseri. Yâhut da her şeyin
birdenbire boşa çıkışı demeyeyim de boşlukta asılı kalışı ve boşluğun da zâten asılı
kaldığı bir boşlukta oluşmanın imkânsızlığı. Her hâliyle saçmalık.
Gözlerine baktım. Bu bir hikâye değildi. Koca salona hiç kimse, lâf söz duymak
için gelmemişti. Birkaç saatliğine belki de, bensizliğimizden çıkıp dünyânın
dönüşünü hissetmek istiyorduk. Dünyânın dönüşünün pespâyeliğini yalnızca bilmek
değil, bu sefer bilmeden hissetmekten bahsediyorum. Kaybetmeye vaktimiz yoktu.
Ama o, hiç başlamamışçasına durdu.
Neyi bekliyordu bilmiyorum. Tango sessizliği kaldırmaz. Sevecen veyâ hüzünlü,
durgun ya da coşkun, ama gürültülü olmak zorundadır. Doğduğunuz ânı hatırlayın
derim size, bunu anlatabilmek için. Zor değil. Kapayın gözlerinizi. Kulaklarınızı da
duyduğunuz yalanlara kapayın. Önkabûller yok. İnsanlara da gerek yok. Sürüngen
bir karanlıktan süregidecek bir karanlığa süzülmüştünüz hani. Doktorun tekinin
nefesi ensenizdeydi. Ciğerlerinize, çekeceğiniz acıların yangısı dolmuştu. Bağır
bağır sızlanmıştınız. O melûn ışığı ilk kez görmüştünüz. Duyduğunuz ilk tango
budur.
O hâlde, tango çalan, hele de Libertango çalmaya cesâret edebilmiş bir
piyanistin sahnenin orta yerinde öyle kalakalması, ancak deliliğin karşıtı bir
akıllanışla açıklanabilir, dersem yanılmış olmam. Piyanist doğmuştu artık. Yaratım
sona ermişti belki de. İçindeki, kendikendine-sanatçı bir ânda güdük kalmıştı.
Körgöz bir heykeltıraş olmuştu örneğin,
eserini göremeyecek
olmakla lânetlenmişti.
Yâhut buz gibi sağır bir
papağana dönüşmüş ve
sıkışmıştı.
Sessizlik üç sâniye
sürdü.
S
1
SAVAŞ
GÜNLERİ…
941… Meşhur “Barbarossa
Harekâtıyla” Hitler’in
orduları hızla Rusya’ya
doğru ilerlemiş, Stalingrad
(Volgograd), Alman
kuşatmasıyla bir harabeye
dönmüştü. II. Dünya Savaşı’nın
cinneti, dünyanın birçok
yerinde devam ederken;
Hitler ve Stalin, bu tarihin
görüp görebileceği ruh hastası
iki lider, şimdi karşı karşıya
gelmişti. Hitler, Stalin’in kendi
adını verdiği şehri alarak zafer
istiyordu. Stalin ise, “Kızıl Ordunun”, bir
direniş hattı oluşturarak, Almanların bu
büyük savaş makinasına karşı durabileceğini
düşünüyordu. İki ordu, hiç de alışık olmadıkları
bir savaş tarzıyla karşı karşıya geldiler; ağır
bombardımanlarla şehir harabeydi ama artık ayakta
kalan her binanın odası, her taşın arkası, iki ordunun
karşı karşıya geldiği en küçük bir yer dahi cepheydi… Bu
harabenin içinde, meşhur “Barmaley çeşmesi”, altı çocuğu
el ele dans ederken tasvir eden heykel, savaşın en ironik
ve trajedik görüntülerinden biri olarak şehrin ortasında
duruyor, etrafında ise cesetler çürüyordu… Bir bomba daha
düşüyor, farklı yerlerden dumanlar yükseliyor, sonra mermi
vızıltıları…
Alımkan ve Eldar, birbirlerini çok sevmişlerdi, dağların,
yaylaların, coşkun akan suların, “bozüylerin” (çadırların)
çocuklarıydı onlar; yokluğun ve yoksulluğun beraberinde
getirdiği zorluklara rağmen, bir yuva kurmuşlardı.
Kırgız çocuklarıydı onlar, atlarla, doğayla, destanlarla
büyümüşlerdi. Sovyet ideolojisinin kurduğu ekonomik
düzen içinde, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Eldar
20, Alımkan 18 yaşındaydı… Dağların zirvesinden
toprağa bir inci gibi kondurulmuş olan Isıkgöl’ün
etrafında, Çolpan Ata’da yaşıyorlardı. Amantur,
onların henüz birkaç aylık, çekik gözlü, al yanaklı
oğluydu. Ancak zorluklar içindeyken, bir de savaşla
ilgili haberler geliyordu… Ne olduğunu anlamaya
çalışıyorlardı… Parti komiserleri her gün köylere
kadar gidip, ateşli nutukların ardından, gençleri
götürmeye başlamıştı. Aslında bütün Türkistan
coğrafyası, insan gücüyle, imkânlarıyla, madenleriyle,
tarlalarıyla, Moskova’nın istediği ihtiyaçları
karşılamaya yönlendirilmişti… O uçsuz bucaksız coğrafya,
Kızıl Orduyu ayakta tutan bir makineye dönüştürüldü…
Genci yaşlısı, kadını erkeği, herkes bu büyük savaşın
içinde, harıl harıl çalışıyordu. Gençler de savaşa götürülmeye
başlamıştı artık dedik; işte Eldar, böyle bir sürecin ardından,
trene binmiş, kucağında yavrusuyla ağlayan Alımkan’a
ve ailesine el sallıyordu. Daha önce vedalaşmışlardı ama
kelimeler yetmiyordu, birbirlerine bakıp, Amantur’u öpüp,
öyle sessizce, fısıldaşarak konuşmuşlardı. Kızıl Ordu
tarafından Stalingrad savunmasına gönderilen binlerce
Türkistanlı gençten biriydi, bir meçhulün ortasında, soğuk
rayların tıkırtısı eşliğinde düşüncelere dalarken, yanında
çocukluk arkadaşları da olması içini ferahlatıyordu. Ama
hep akılda aynı soru; orada, Stalingrad’da, Leningrad’da,
Moskova’da “ne bekliyordu onları?” Akıbetleri ne olacaktı?
Bu trende yaptıkları sohbetler, birbirlerine yaptıkları
şakalar, gösterdikleri siyah beyaz fotoğraflar; onların son
anıları mıydı? “Ah Alımkan… Ah
Amantur…”
Stalingrad’da bir bomba
daha düşüyor, farklı yerlerden
dumanlar yükseliyor, sonra
mermi vızıltıları…
Bir binanın içindeler,
askerlerin her biri elinde
silahla bekliyor, Eldar’ın
elinde keskin nişancı tüfeği…
Belinde kürek, yüzü gözü toz,
toprak ve is olmuş. Ayakta kalan
her binada durum bu; iki ordunun
alışık olmadığı bir tarzda, artık bir
nebze ayakta olan her oda bir cephe,
her sokak arası bir savaş alanı, binalar
sürekli el değiştiriyor. Sık sık yakın boğuşmalar
da yaşanmış. Hatta bir keresinde, mermisi
bitince Eldar, bu yakın boğuşmalarda küreğini bir
Alman subayının kafasında, bütün hıncını alırcasına
parçalamıştı. Kan etrafa saçılmış, yüzüne bulaşmıştı, sonra
tam onu gören başka bir Alman askeri ateş edecekken yere
atlamış, Alman subayın elindeki “parabellumu” son anda alıp
askere ateş etmiş ve onu da öldürmüştü… Hayattaydı. Küçük
bir sokakta, bir taarruza kalkıldığında, “geri çekilme” ihtimali
yok… Önde Alman ordusunun makinelisi, arkanda “eğer geri
çekilirsen” Rus makinelisi; mermi biterse, kürekle, kürek
düşerse dövüşerek… Hayattaydı işte…
Erkan Çakıcı
Eldar, savaşa ilk geldiği günlerde gözleri dehşete
düşmüştü. Aklı almıyordu, bu gördüklerinin içinde olduğuna
inanamıyordu. Titriyordu. O günlerde, her an ölüm
gelebilecekken, yanı başında parçalanarak ya da yanarak
ölen askerleri görürken, her yanda çürüyen asker cesetlerini
gördüğünde kapıldığı dehşet; hayatta kaldığı her yeni günün
ardından, yerini rutin bir soğukluğa, alışkanlığa bırakıyordu.
İşte şimdi, o yıkık dökük binanın odalarında, diğer askerlerle
birlikte namlunun ucunu gözlerken, yüzü gözü toz, toprak
ve is olmuş, elinde keskin nişancı tüfeğiyle dürbüne bakan
Birsen Karaca
ANA
Eldar’ın gözlerinde artık dehşetten eser kalmamıştı, hayatta
kalmak ile ölmek arasındaki o ince çizgiyi, yaşanacak
olan tüm dehşeti kabullenmişti. Trende beraber geldikleri
çocukluk arkadaşlarının bazıları bir binanın içinde, bir
sokak çatışmasında, bir taarruz yahut savunma anında can
vermiş yahut sakat kalmışlardı… Sovyet savaş makinesi,
propaganda silahıyla hem orduyu hem de halkı ayakta
tutmaya çalışıyordu; Eldar da bir keresinde haber yapılmıştı,
“…Stalin’in şehrinde Kızıl Ordunun kahramanlarından ve
Kırgız yoldaşlarımızdan olan Eldar adlı asker, büyük bir
kahramanlıkla bugün beş Alman askerini keskin nişancı
tüfeğiyle öldürdü. Selam olsun Eldar yoldaş..!” Eldar için
bunların bir önemi yoktu, savaştaydı ve hayattaydı. Alımkan
ve Amantur, artık çok uzaklardaydı, hayatta kalmak isteği ise
onları bir daha görebilme umuduydu…
… Bir bomba daha düşüyor, farklı yerlerden dumanlar
yükseliyor, sonra mermi vızıltıları…
Bir sokak, bir bina ele geçirilmesi, bu savaşta zafer
anlamına geliyor… İşte Alman askerleri, Eldar’ın ve
arkadaşlarının bulunduğu binaya doğru yaklaşmaya
başladı, Eldar dürbünden bunu gördü ve bağırdı, “hazır
olun, geliyorlar…” Hepsi bu kanlı çarpışmalarda hayatta
kalmış, tecrübeli askerlerdi. Önde Alman panzeri,
namlusundan binaya doğru mermiler savurmaya başladı,
aynı anlarda Eldar tankın yanında ve arkasında duran
Alman askerlerinden gördüklerini “indirmeye” başlamıştı.
Tank mermisi, el bombaları, silah tarrakaları ve mermi
vızıltıları, dumanlar içinde bir çarpışma yaşanıyordu. İki
tarafta da kayıplar veriliyor, Alman askerleri binanın içindeki
direnişi kırmak için, Binadaki askerler ise son ana kadar
tutunabilmek için savaşıyordu. Hiç de öyle filmlerdeki gibi
zaman ağırlaşmıyordu, hatta zaman bıçak gibiydi, kesiyordu,
akıp gidiyordu… Eldar ateş ettikçe, bir yandan da yakın
boğuşma olacağını kestirmişti… Odalar mermilerden yeniden
delik deşik olmaya başlamıştı. Yerinden doğruldu, hızla
başka bir yere geçti, o anda kalkmasa bomba tam üstünde
patlayacaktı… Yüzü toz, toprak ve is… İşte binanın içindeler,
elinde kürekle, tabancayla, tüfekle, süngüyle yeniden yakın
boğuşmalar... Tank hala ateş ediyor, el bombaları patlıyor.
Askerler bağırıp çağırıyor, kimisi inliyor… Eldar bir Alman
askerini bu kez küreğiyle öldürdü, diğerine ateş etti ve onu
da öldürdü, hızlı olması gerekiyordu, nereye gidebilirdi
derken bulunduğu yerdeki duvar az daha üstüne yıkılacaktı.
Hayattaydı. Bir Alman askeri yıkılan duvarın ardında Eldar’ı
gördü ve ateş etti, onu sırtından vurdu. Sonra el bombaları,
patlamalar ve mermiler… Eldar orada can verdi…
2018… Amantur 77 yaşında… Torunu Eldar’a, babası
Eldar ve Annesi Alımkan ile henüz savaşa gitmeden önce
çektikleri son fotoğrafları gösteriyor. Babasının ölüm
haberini çok sonra alıyorlar, savaş sonrasında da madalyalar
veriliyor… Amantur bunları hatırlamıyor, annesinin
anlattıkları ve savaşa gitmeden önce çekilmiş fotoğraflarla,
babasını tanıyor. Annesiyle birlikte zor yıllar yaşıyor, sonra
büyüyor, çalışıyor, annesi de ölüyor. Aile kuruyor, çocukları
oluyor ve şimdi babasının adını taşıyan torunu Eldar’la
tüm bu hikâyeyi paylaşıyor… Eldar, dedesiyle vedalaşmaya
gelmiş. Amantur, torunu Eldar’dan bu fotoğrafları ve
madalyalardan birini hatıra olarak saklamasını istiyor.
Bu vedalaşmadan aylar sonra, 2019’un Şubat ayının ilk
günlerinde Amantur, ulu bir çınar olarak hayata veda ediyor.
Eldar ise o esnada, bir yıl önce veda ettiği dedesinin ölüm
haberini babasından alırken, İstanbul’da bir üniversite
öğrencisi…
L
Bu öykü ana olmayı başarabilmiş
kadınlara adanmıştır.
ütfiye Ana ve oğlunu birbirlerine
kaderleri bağladı.
…
Su doldurmak için çeşme başına
gelmişti Lütfiye Ana; omzunda
taşıdığı testiyi kurnanın içine özenle
yerleştirdikten sonra bir süre oluktan
akan suyun açısını gözeterek testinin
ağzını eğik tuttu; dolduğundan emin
olunca da testiyi oluğun altına bıraktı ve
yan taraftaki oluktan kana kana su içti,
yüreğindeki yangını söndürmek için; akan
soğuk suyla yüzünü, ensesini yıkadı ama
suyun soğukluğu biricik oğlunun acısıyla yanan
yüreğini serinletmedi. Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar
süzülüyordu. Doğruldu… ve… oğlunu gördü, gelen oğluydu…
karşıdan kendisine doğru geliyordu işte: Başı döndü, gözleri
karardı, yere yığıldı.
Kendisine geldiğinde başında duran delikanlıya,
“Kepini, giyim kuşamını görünce oğlum geliyor zannettim,
kusuruma bakma oğul. Niyazi’m de seninle yaşıttı. İvriz’e
göndermedik, uzaktır, hasretine dayanamayız diye; şehirde
okusun dedik, özleyince hemencecik gider görürüz dedik.
Seni İvriz’e gönderdiler diye de ananı babanı kınadık,
bilemedik oğul. Biricik oğlum öldü… üşütmüş… yattığı oda
nem alırmış, zatürre olmuş, söylemediler bize; kirasını da
ödüyorduk, akraba dedik, bakarlar çocukları gibi dedik ama…
yattığı oda nem alırmış, söylemedi bize; okuldan alırız diye
korkmuş, bilin mi oğul? Ardından babası da uzun yaşamadı,
dayanamadı biricik oğlunun acısına.”
“Bilirim, duydum ana. Başın sağ olsun.”
“Senin de başın sağ olsun oğul, sen de ananı kaybettin.
Yazık oldu, gencecikti daha.”
“Sağ ol, Lütfiye Ana, sizler sağ olun. Anneme
üzülemiyorum bile, iki küçük kız kardeşim var evde; benim
okuluma dönmem gerek, bitmesine daha iki yıl var. Doluya
koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Seni çeşme
başında görünce, benim içim de yandı… Annem olsaydı
dedim, çok değil iki yıl daha yaşayabilseydi dedim ama gücü
yetmedi, mezun olmamı göremedi.”
Oğulsuz kalmış bir anne ve annesiz kalmış bir oğul
tarifsiz acılarla çaresiz bakıyorlardı birbirlerine.
Sonunda oğul akıl etti, “Bak ne diyeceğim, Lütfiye Ana.
Sen benim anam olsan, ben de senin oğlun olsam, olur
musun anam? Sen olur de, hemen yarın babamla nikâhınızı
kıydırayım.”
Lütfiye Ana’nın yüreğinde düğüm düğüm olup çöreklenen
sevgisi çözüldü, akış yolunu buldu: Oğluna sarıldı, ağladı,
ağladı…
MUAZZAM
İSTASYONU
Kübra Pehlivan
A
nd içtim! Bu gece kıyamet kopsa, bu çadırın başından
ayrılmam! Yeter ki huzuru bozulmasın. Kimseyi
yanaştırmam!
Adım Necmi. Ahlatlı Necmi derler bana. Eşref Bey,
yakın korumasına verdi Akif Bey’in… Daha doğrusu ben
atak davranıp, kaptım vazifeyi. Kendi bile ezber etmemiştir
şiirlerini, benim heves ettiğim kadar. Akif Bey’i kimselere
bırakmadım, bırakmam!
El Muazzam İstasyonu’nda, artık dönüş yolundayız.
Bugün öyle bir haber aldık ki heyecandan uyku tutmuyor
hiçbirimizi. Anlatacağım. Nasılsa gece uzun…
***
Enver Paşa’nın emriyle birkaç ay önce geldik buralara.
Bu ‘Şerif’ bozuntusunun, eli kulağında isyânına tedbir olsun
diye… İbnürreşid ve İbn Suud’u ziyaret için… Fakat gittik
gördük işte; tepelerine tilki dadanmış, bunların gözü hâlâ
birbirinde. Madem tilkiyi vuramıyoruz, horozları kessek ya!
Ne lüzum var ki, böyle dolaylı işlere?
Ne diyordum? Trenle önce Şam’a indik. Cemal Paşa,
tutturmuş; yok efendim, bu Şerif’in oğlu Faysal gözünün
önünde Kur’an’a el basıp, devlete sadâkat yemini etmişmiş.
Hatta İngilizlere karşı savaşmak için silâh istemişmiş. Enver
Paşa da pek vehimliymiş! Söylenecek çok laf var da işte…
Tövbe tövbe…
Komedi mi yoksa dram mı demek lâzım gelir bilmem
ama katarın önünde, kendisine iki vagon, bir salon tahsis
edilen Şerif’in oğlu Faysal ile aynı trende yolculuk etmek de
varmış kaderde. Sanki ardımızdan onca işi çeviren kendisi
değil, bizim heyetteki büyüklere bir mübalağalı övgüler, bir
samimiyet gösterileri, ancak o kadar olur! Bir de Akif Bey’in
hayranıymış haşmetmeab. Belli ki okuduğunu anlamıyor,
boşa nefes israfı! Vur gitsin! Neyse… Böyle muhabbet
halesi içinde, Medine’ye vardık. Faysal Efendi, âlâyıvâlâ ile
karşılanırken, bizim Akif Bey, tren basamağından, başka bir
âleme indi sanki, Peygamberin ağuşuna kavuşmuş, gözü bir
şey görmüyor. Bunca patırtı tutunmuş olmasa eteklerine,
zamanından bile sıyrılıverecek mübarek.
Fakat hâlâ bu dünyadayız, bir de savaşı var, işte onun
tam ortasındayız. Nasipte ne varsa o! Bir geceyarısı, uykunun
orta yerinden fırladık; Uhud Dağı’nın eteklerinden peşpeşe
tüfek tarrakası, kıyamet kopuyor sanki. Kaldığımız ev ile
Emir Faysal’ın karargâhı arasında iki yüz metre var yok!
Onlardan dışarı çıkıp bakan olmadı bile… Allah, düşmanın
da merdanesini nasip edecek insana! Biz, nasıl davranmak
lâzım gelir diye aramızda konuşurken, bir baktık bizim
kalender meşrep Akif Beyimiz, mavzeri elinde, fişekliği
belinde görünüverdi kapıda, beni yol arkadaşlığının
vazifelerinden uzak bırakmayınız diyor, başka şey demiyor…
Biliyordum! Biliyordum işte, içinde bir komitacı yatıyor diye!
Hay beyim! Civanmert beyim!
Medine’ye yerleşmeyecektik tabiî de biraz apar topar
oldu çıkışımız sanki… Şehirde huzursuzluk istemiyormuş
Basri Paşa. Sanki devlet görevinde değiliz de hac ziyaretine
geldik! Her biri ayrı âlem bunların! Tam on sekiz gün,
deve üstünde çöl arşınlayıp, Haile Kasabası’na vardık.
İbnürreşid’e, Sultan’ın hediyelerini takdim ettik. Devlet-i
Âli’ye bağlılığında sıkıntı yok fakat isteklerini yerine
getirmeye de imkân yok! Daha birkaç ay önce kapışmış İbn
Suud’la… Kan gövdeyi götürmüş buralarda. Bu galip gelmiş
fakat diyor ki, “Suud, İngilizlerden silâh ve destek alıyor, güç
yetiremem artık!” Peki, ne istiyorsun mübarek? Ohoo… Sahra
topları, mitralyözler, mavzerler, neler neler!
Eh, biz bunları verelim vermesine de bu Suud da
isteyecek aynılarından… Horoz dövüştürmeye mi geldik biz?
Ben diyorum ne yapmak gerektiğini de, beni dinleyen yok
işte! Fakat İbn Suud’u dinleyecekmişiz, yine düştük yollara…
İngiliz kesesine çoktan alışmış da, Şerif tıynetsizlikte
kimseyle kıyas kabul etmez olduğundan, bu da, pusuya
yatmış bekliyor bence. Biz ise bu topraklarda vefa arıyor,
muhabbet tesis etmeye çalışıyoruz. İşe bak ki, herif gitmiş.
Riyad’da değil tâ Basra sahilindeymiş. Geleceğimizi de bal
gibi biliyor ha! Riyad dediğin en az on beş gün, oradan da El
Hassa yirmi çeker, etti mi gidiş dönüş en az iki ay!
Sam fırtınasından bahsetmedim tabiî… Kasabanın
ihtiyarlarının dediğine göre, yıllardır böylesi görülmemiş.
Deliller diyor ki, en az kırk beş gün sürecek!
Eşref Bey, “Pusulamız var, haritamız var!” diye eldeki
müspeti çoğalttı, nefsi yok saydı, dalıverdi çölün içine…
Emir El Breyd’i yerine vekil bırakmış bu İbn Suud… Emir,
merhum babasıyla hukukumuzu çiğnemez, meselenin iç
yüzünü anlatır, deyip gitti dokuz günlük yola. Biz Haile’de
bekleyeceğiz. Enver Paşa’nın başyaveri Mümtaz Bey, kum
fırtınasında bir gözünü kaybetti, durumu fena… Şeyh Tunusi
dediğim bir yaşlı koca, üstüne kalp hastası, hali duman.
Akif Bey ise sportmen adam, Boğaz’ı kaç defa yüzerek
geçmişliği var ama bu kadar macera, ona da yetişir artık.
Günlerini bir şiir üzerinde çalışarak geçiriyor. Keyifli
olduğu vakitlerde, “Haydi Necmi!” diye işmar ediyor.
Koskoca Akif Bey’e elense çekip, künde atacağımı, rüyamda
görsem inanmazdım. Çöl hâtırası! Bir de Çanakkalemiz
var. Gün içinde, hiç olmazsa beş on defa… Sürekli harpten
konuşuyoruz. Bütün yollar, bütün mevzuular, Gelibolu’ya
çıkıyor. Askerî terimlerden anlamam diyor ama tarih bilgisi
muntazam. “Bir gün Bedir Savaşı’nın İslâmiyet için önemini
vurguluyor, ardından ‘Çanakkale şu an, Âlem-i İslâm için
aynen o vazifeyi üstlenmiştir,” diyor. Başka sefer, Papa’nın
kollarına kırmızı haç takıp, Doğu’ya saldığı cühela takımını,
mahpus artığı bir sürü hırsız, katil sürüsünü sayıyor,
Kudüs’te günlerce akıtılan Müslüman kanından; Anadolu’da
yaptıkları zulüm ve kıyımdan bahsediyor; Eyyubi diyor,
Kılıçarslan diyor, sonra iş dönüp, fetihe ve Boğazlar’a geliyor.
Fatih Sultan Mehmet tarafından, Çanakkale Boğazı’nın en
dar yerine dikilen Kilitbahir Kalesi’ni anlatıyor. “Fetihten bu
yana titizlikle muhkem tutulmuş o kilit kırılır da; Ehl-i Salib,
İstanbul’a, bir fatih gibi girerse ne olur?” diye soruyor. Sonra
uzun uzun kendi cevaplıyor.
Ecdadın çağlar boyu at koşturduğu coğrafya atlası, şimdi
sanki önümüzde bir tiyatro sahnesi; Akif Bey ise, birbiri
üzre çekili incecik tüller gibi çağların, birini açıp diğerini
kapayarak; devletleri orduları, sebepleri sonuçları birer
tablo gibi gösteriyor, asırların tecrübesini bir anda önümüze
seriyor. Şiiri de böyle değil mi zaten? Boşuna mı diyorlar
“Aruzla resim yapan adam!” diye. Elhâk!
Eşref Bey döndü, tahminler doğru! Suud, hâlâ fiilî bir
mücadele niyetinde değilmiş ancak İngilizleri durduk yerde
kuşkuya sevk etmek istemiyormuş. Lafın kısası; herif
düpedüz kaçmış!
Akif Bey, o gece bitirdiği şiirini okudu hepimize.
Dumanı üstünde… “Necid Çöllerinden Medine’ye”. O dâvudî
sesiyle, kelimelerin hakkını vererek tane tane okurken
gözyaşlarımızı tutabilen kalmış mıydı hatırlamıyorum. Hele
ki kendi sinesinden kopan âvâzeyi, bir Sudanlı biçarenin
ağzından, “Ya Nebi şu hâlime bak!” diye ünletti ya, işte o
an sandım ki bizim Yenikapı tekkesindeyim, öyle cezbeye
gelmişim bre!
Dönüş yoluna geçtik. En yakın istasyona gidecek, Hicaz
Demiryolu ile birleşeceğiz. Evet bizim haritamız, pusulamız
var. Çölün konaklarını da dalgalarını da avuçları gibi bilen
delillerimiz var. Dalga diyorum, yalan değil, o kumdan
dalgalar, birkaç saat içinde dev
bir dağ yıkıyor, başkasını yığıyor!
Dağlar sürekli yer değiştiriyor!
Gözümle görmesem inanmazdım!
Sularımız çoktan bitti. O ahvalde,
gökyüzünün bize yakın bir
noktasında mütemadiyen dönen
çöl kuşlarını, aşağılarda bir yerlere
beşer onar pike yapıp duran, o
serçeden hallice zavallıcıkları
görüp de Gablan kuyusunu
buluvermeseydik, şimdi ya o
dağların birinin altında idik
yahut şu çölün leş kuşları,
güneşte kebap olmuş etlerimizi
didikliyordu zahir.
Teyme Köyü’ne vardık. Eşref
Bey’in hâlinde sürekli bir telaş…
Hastalar, yaşlılar perişan… Akif
Bey, hepsi adına konuşarak,
“Siz gidiniz, görülecek işlerinizi
ertelemeyiniz,” dedi, “biz
biraz daha şu suyun başında
soluklanalım, öyle gelelim.
Eşref Bey.” Pek rahatladı bu izinle, yine kayboldu çölün
derinliklerinde…
O akşam oturuyoruz, ikimizin de aklı, gönlü, nerede
olacak, yine Gelibolu’da… Neden öyle çıktı ağzımdan
bilmem. “Berlin’de yazdığınız mısraların gerçekleşeceğine
inanıyor musunuz?” deyiverdim. Hiçbir şaşkınlık emaresi
göstermedi, sualimi ikiletmedi bile; “Bütün kalbimle” dedi.
“Fakat ya şartlar? Bu savaş, eski zamanlardaki üç beş günde
bitenlerden değil. Ya gerçekler!” dedim. Gönlüm öyle dolu
ki, istiyorum ki ben en menfisinden gireyim de mevzuya, o
en ümitvar sözleri söylesin, kalbim inşirah bulsun. Yoksa
yerimde duramıyorum. Bir insan aynı anda iki üç yerde
birden savaşmak ister mi? İmkân olsa da hepsine gitsem.
Hepsinde ölsem! Öyle müteessirim… O anladı hâlimi, dedi
ki; “Ne âlim kaldı asrımızda, ne müderris ne fakih. Yalnız
cepheden cepheye, bir arslan gibi koşan evlatlar! İşte
Asım’ın nesli onlar, bütün ümidim o evlatlar!”
Dedim ki “Efendim, herkes kaçsın da bir köşeye,
bütün yük zavallı garibanların sırtına mı binsin? Siz sır
nedir bilirsiniz, ben diyorum ki varınca İstanbul’a, gideyim
Bâbıâli’ye… İşte Allah ne imkân verdiyse… Akıllar başa
gelecekse, bir can gitmiş, ne gam!” Önce bir şefkat haresi
belirdi gözlerinde lâkin çok sürmedi, fena çattı kaşlarını.
“Senin işin mi bu? Hukuk, nizam diye bir lakırdı işittin mi hiç?
Anlaşıldı, sana bir garp eğitimi şart! İstanbul’a gidebilir isek,
asıl, bunu rica edeceğim. Haydut seni! Berlin’e gideceksin ya
ilim tahsil edeceksin yahut sanat. Sonra tüm bu zenginliği
vurup heybene, buradan döndüğün kafayı terk edip, öyle
döneceksin ülkene. Kalk şimdi, gözüm görmesin seni!”
Çölün orta yerinde, son fırçamı da yediğim günün
akşamı, bir buçuk günlük son hecin yolculuğuna çıktık.
Nihayet, öğleye doğru, rayları İstanbul tersanelerinden,
traversleri Toroslar’dan; emeği, muhafazası, bin türlü
zahmeti Mehmetçiğin terinden, kanından mürekkep Hicaz
Demiryolu’na kavuştuk. Bu yol var ya, şimdi bana öyle geliyor
ki, Anadolu’nun bağrından, anamızın uzattığı bir kınalı el…
Tutacak ve döneceğiz ana vatanımıza… Bu saatten sonra,
değil kömürle çalışan bir trende, kompartıman konforu
düşlemek; marşandiz üstünde gitsek, hiçbirimiz şikâyet
etmeyiz artık.
***
İstasyonun adı El Muazzam… Bir küçücük bekleme
salonu, bir de memur barınağı, hepsi bu… “Kim koymuş bu
ismi?” deyip durduk, karşıdan görünce ilk. Eşref Bey, tabiî
çoktan varmış, İstanbul ile görüşmelerini tamam etmiş,
kapıda bizi bekliyor. Yüzünde tebessüm, kollarını açmış;
“Müjdemi isterim Akif Bey!” diyor.
“Dualarınız kabul oldu. Çanakkale’de zafer bizimdir!”
Telgrafla Umumi Karargâh’tan almış haberi… Hem
bizzat Enver Bey’den almış. O muazzam donanmalarını
toplamış, gidiyorlarmış! Feth-i Mübinimiz kurtulmuş, vatanın
şeref ve haysiyeti selâmet bulmuş. İşte ‘muazzam’, her
zaman cesamet değilmiş demek! Bu saatten sonra, bu
istasyoncağızdan başka neye yakışır bu sıfat!
Sevinç naraları kopuyor gönlümüzden. Gözyaşları,
yağmur olmuş akıyor. Yetmiş dereceye varan sıcakta, aç
susuz, yorgun, perişan kahkahalar atıyoruz, ağlıyoruz,
secdelere kapanıyoruz. Öyle ne ettiğimizi bilmez hâller!
Akif Bey ise taş kesilmiş adeta; o her fırsatı, her mevzuyu
Çanakkale’ye bağlayan adam, heykel kesmiş, hiçbir şey
sormuyor, söylemiyor… Eşref Bey, birşeyler söylemeye
devam ediyor kulağına, sırtını sıvazlıyor bir yandan. O dâvudî
ses duyuluyor yavaştan:
“Demek mağlup ve perişan, toplanıp çekiliyorlar öyle mi?
Bir daha söyleyiniz Eşref Bey! Gidiyorlar öyle mi?”
Sonra hıçkırmaya başlıyor. Ama ne ağlama! Sarsılarak
boşaltıyor içindeki sağanağı, sonrası sakinleşme faslı ve
yine sükût… İşte yatsı için çadırına çekildiğinden beri de
kendisinden haber alınamıyor böyle… Ne demiştim? Bu gece
çadırın başından bir an olsun ayrılmayacağım, and içtim.
***
Bu ikinci devlet vazifesi imiş Akif Bey’in… İlkinde Berlin’e
gitmiş. Beni de Berlin’e gönderme aşkı, ondan! Almanlar,
İtilaf ordularından esir aldıkları Müslüman askerlere ne
kadar iyi davrandıklarını göstermek için davet etmişler
bizimkileri... Akif Bey’den de, Fransız ordusundaki Arap
askerlere uçaklarla atılacak, etkileyici metinler yazması rica
edilmiş. Aslında o da, kendisini türlü vesilelerle cezalandıran,
görevinden el çektiren, dergisini kapatan hükümete kırgın…
Fakat kabul etmiş görevi çünkü hükümet başka şeymiş,
devlet başka!
İlk seyahati, Garb’ı öğretmiş Akif Bey’e. Bu ise Şark’ı.
“Kırk iki yaşında bütün dayanaklarım yıkıldı,” diyor, “bütün
mefhumları tek tek, yeniden ele almam lüzum edecek” diyor.
Çünkü görmek mühim!
Şimdi bu ufacık hurmalığın içinde, bu sıcaktan âdeta
çekirge kavurması gibi serildiğimiz kumların üzerinde, hiç
ayak basmadığı, görmediği bir vatan toprağını düşlüyor bu
gece… Lakin Gelibolu Yarımadası’na hiç gitmemiş! Görmek
mühim dedik, nasıl olacak bu iş?
Böyle düşünüp dururken, ağırlaşmış gözlerim. Bir
rüyanın içine düşüverdim. Nefer esvaplı bir delikanlı dikildi
önüme: ‘Seyyah mı ki o, tasa edersin?” dedi. “Şiir, şuur işidir.
Gözle görmek, akılla idrak yetmez, bazen hiç lüzum da etmez,
gönülde parlayacak o nur evvela! Sonra işte şair, ondan düş
yoğuracak! O yüzden şaire, ‘Gök ne renk?’ diye sorulmaz.
Sorulsa bile şairin cevabı, ‘mavi’ olmaz. Şair dediğin göğü,
gözünü kapatıp da anlatacak! Gündüz yıldızları görecek, gece
güneşi… O yüzden bin defa gitsen o yere, dört açıp gözünü,
baştanbaşa gezsen, göremeyeceksin onun gördüğünü… Şair
olmak, art arda sözcük dizmek mi sanırsın?
Sen bu çadırın kapısında beklerken, o çoktan çıktı yola;
kapalı ufuklarından tanıdı, seçti önce. Vardı, dillere destan
poyrazını, donduran ayazını hissetti iliklerinde… Atılan
bombalar ve toplarla kıpkızıla kesen gökyüzünü gördü, havai
fişeklerin geceyi gündüz kıldığını, denize düşen güllelerin birer
çağlayan gibi suları fışkırttığını seyretti irkilerek… O göğün nasıl
ölüm indirdiğini, o yerin nasıl ölü püskürttüğünü, kan revan
içinde kalarak seyretti hem yukarıdan hem aşağıdan… Kolay mı
yazılır sanırsın bir destan?”
Akif Bey’in sesiyle, yerimden sıçradım. Bir yanım rüyaya
dönmeye çabalıyor, bir yanım Akif Bey’i görmeye çabalıyor. O
araf hâlimde de bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Tamam
dünyadayım… O da dönmüş, pek neşeli… Sanki şimdi almış
muştulu haberi. Sımsıcak kavradı beni, pehlivan kollarıyla.
“Necmi, evladım!” dedi.
“Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek!
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!”
Ben şaşkınlıkla bakınırken, Eşref Bey geldi gülümseyerek
yanımıza:
“Azizim,” dedi “öyle tadımlık değil! Meraktan ölüyoruz
hepimiz. Baştan okuyun rica ederim!”
Davulcu Haydar’ın Ağıdı
Olmuş Ellere Oyun Havası…
Tayfun Haykır
H
alk müziğimizin kendine özgü türlerinden olan
bozlaklar, başta Kırşehir olmak üzere Orta
Anadolu’nun genelinde bilinir ve kültür hazinemizin
mahir temsilcileri Abdallar tarafından ustalıkla icra edilir.
Genellikle sevda, ayrılık, yoksulluk, sıla özlemi ve savaş gibi
elem dolu temalar üzerine havalandırılır bozlaklar. Bazı
yönleriyle “uzun hava”ya benzeyen bozlakların yanında yine
aynı yörede “kırık hava”lar ve onlardan biraz daha hareketli
olan “oyun havaları” vardır. Bu yazıda hikâyesi acı bir olaya
dayanan ama zaman içerisinde “oyun havası”na dönüşmüş
bir türküden söz edeceğiz. Abdal aşiretinden Davulcu
Haydar’ın daha iyi yaşam koşulları için giriştiği mücadele,
kandırılması -deyim yerindeyse getirildiği ketenpere- ve
sonunda yaktığı trajikomik ağıt: “35’lik Normak”
***
II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın güçlü ülkeleri
bozulan ekonomilerini düzeltmek için farklı arayışlara
girişmiştir. Türkiye ise Amerika ve Almanya’nın bu hedefler
doğrultusunda yöneldiği ülkelerin başında gelmektedir.
Her iki devletin nazarında ülkemiz iştah kabartan bir pazar
konumundadır. Özellikle tarım sektörü üzerinden Türkiye’ye
kanca atmaya niyetlenirler. Ürettikleri başta traktör olmak
üzere, çeşitli tarım araç ve gereçlerini Türkiye’ye satmak
için hızlı bir şekilde çalışmalara başlarlar. Kamuoyunda
“Marshall Yardımları” olarak bilinen ekonomik planın da bu
hedefin “hoş gösterim”inden başka bir şey olmadığı geçen
zaman içinde anlaşılmıştır.
Savaş sonrası silah satışları yavaşlayan egemen ülkeler,
üretim tezgâhlarını boş durdurmak istemezler ve ileriye
dönük hesaplamalar yaparak vakit kaybetmeden tarım
makineleri üretimine başlarlar. Ürettikleri bu makinelerden/
traktörlerden ilk parti 1950 başında ülkemize getirilir.
Cazip ödeme koşullarıyla(!) Türk çiftçileri kredilendirilir ve
birer traktör sahibi yapılır. Ancak üretimi aceleye getirilen
bu traktörler kısa zaman sonra arızalanmaya başlar,
yedek parça bulmak ise neredeyse imkânsızdır. Birkaç yıl
içinde ülkemiz adeta traktör çöplüğüne döner. Çalışmayan
traktörlerin kredi taksitleri ise ödenmeyi beklemektedir. Aksi
takdirde ipotek edilen tarlalar, bağlar, bahçeler, haneler,
hayvanlar elden gidecektir. Çeşitli desiselerle bu kervana
dâhil edilenlerden biri de Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin
Kırtıllar Köyü’nden Davulcu Haydar’dır. (Kırtıllar, ünlü ozan
Neşet Ertaş’ın da köyüdür.)
***
Davulcu Haydar’ın tek sermayesi elindeki boz davulu ve
hanımının kolundaki üç-beş bileziktir. Yaz aylarında düğün
düğün gezip kazandığı parayla çoluk çocuğunun geçimini
güç bela sağlayabilmektedir. Bir gün Davulcu Haydar,
olacaklardan habersiz şekilde evinin önünde gölge bir yere
oturmuş, elindeki çakısıyla davul çubuğu düzeltmektedir. O
sırada yanına, yörenin ağası Nazmi Kâhya’nın adamı olan
Mehmet Kavala gelir. Mehmet Kavala, Haydar’a beş-on adım
mesafe kala sesine verdiği hiddetli tonla konuşmaya başlar;
“Haydar, sen bir işe yaramazsın, sen adam olmazsın!”
Haydar, başını kaldırıp; “Ben nördüm gadasını aldığım...” diye
cevap verir. Ağanın adamı sözlerine devam eder: “Ne zamana
kadar ömrün davul çubuğu sivriltmekle geçecek! Çoluğunun
çocuğunun beti benzi fukaralıktan küle dönmüş! Gel şu
ağanın motorunu (traktör) sana alalım. Bak ağa zenginliğine
zenginlik kattı. Sen de sür, ek, dik para kazan!” der. Böylelikle
Haydar’ın başına gelecek felâketler silsilesinin kıvılcımı
çakılmış olur…
***
Nazmi Ağa’nın “35’lik Normak” diye bilinen motoru,
aslında Alman malı Hanomag marka bir traktördür. Ağa,
traktörü aldıktan bir müddet sonra traktörün kalitesiz
yapıldığını, dayanıksız olduğunu anlamıştır. Çünkü her gün
yeni bir arıza peyda olmaktadır. Ağa, bu işin sonunun kötüye
gideceğini, zarar edeceğini düşünüp traktörü bir an önce
elden çıkarmak için plan yapar. En yakın adamı olan Mehmet
Kavala’yı çağırır ve bu traktörü tez elden birine satması
emrini verir. Ancak traktörün durumu birçok kişi tarafından
bilinmektedir. Bu durumda saf birini kandırması gerektiğini
anlayan Mehmet Kavala, gözüne Davulcu Haydar’ı kestirir.
Duvar dibindeki davul çubuğu sivrilten Haydar’a yaklaşıp
hiddetle nasihat etmesi boşuna değildir...
***
alım satımı cazipleştirir. Ancak motorun gelin kızlığı kısa
sürer. İki ileri gitse bir geri gider olur, yokuş çıkmaya ise hiç
mecali yoktur hemen boynunu büker. Tamirciler derdine çâre
bulamazlar. Her gün yenisini eklediği arızalarıyla kısa zaman
içinde Davulcu Haydar’ın varını yoğunu tüketir. Haydar ve
ailesi artık bulgur dahi bulamayıp yarma pilavına talim
eder hâle gelmiştir. Nihayetinde canından bezen Haydar,
parçalanıp yok olması için Normak’ı köydeki tepenin başına
çıkarır ve oradan aşağı salar. Fakat Normak bu sefer de
intikam alırcasına Haydar’ın evinin önündeki samanlığına
dalar ve ahırı, samanlığı yıkar. Ortalığı bir toz bulutu kaplar.
Karşıdan bu toz bulutunu çâresizce seyreden Davulcu
Haydar’ın çilesi ise zaman içinde dizelere dökülüp bir destan
olur…
Bugün Kırşehir yöresinde “saz-keman-darbuka”
eşliğinde çalınıp oyunlar oynanan, kahkahalarla dinlenen
ve trajikomik bir hikâyesi olan “35’lik Normak Destanı”nın
sözleri şöyledir:
35’lik Normak Volvo da pulluk,
Nazmi Kâ’dan1 alınca da dediler ki bulduk!
Kârı yok, kısmeti yok elinde kaldık,
Bulgur pilavına muhtaç eyledin Normak!
Havalı da deli gönül havalı,
Buğday kaldırmadık Normak, koysak çuvala.
Ocacığın batsın Mehmet Kavala,
Normak’ı benim başıma bela eyledin.
İnişi aşağı boynunu eğiyor,
Dört parmak yokuş gelse geri çöküyor.
Gaza bassam geri dönmüş bana sövüyor,
Ben senin kahrını nasıl çekeyim Normak!
Fergusonlar motorların başıdır,
Massey Harry trenlerin eşidir.
Normak da bizi ağustosta üşütür,
Altına da odun, böğrüne de soba,
Egzozuna aba giydirdim Normak!
Şaşırdım da Normak vallahi şaşırdım,
Eğlemesini2 bilmedim de seni kaçırdım.
Akşamüstü samanlığa düşürdüm,
Bu kadar mı acıktın vay soyka Normak!
Geçtiğin tarlada ekin saz olur,
Güttüğün davarda koyun yoz olur.
Mazot filtrene bassam on iki telli saz olur,
Biraz da bizim makamları çalalım Normak!
Ferit/Garip3 söyler Normak’lara destanı,
Haftada tazeledim Normak senin ustanı.
Kendin giydin al basmadan fistanı,
Bizim de yavruları çıplak bıraktın Normak!
_________________________
Bir hayalin ardından sürüklenmeye başlayan Haydar; tüm
sermayesini ortaya koyar, hanımının bileziklerini bozdurur,
yetmez. Üstüne evdeki yatağı, döşeği satar ve Nazmi Ağa’nın
35’lik Normak’ını alır. Bakımdan yeni çıkan, boyanıp cilalanan
Normak’ı güneşten, yağmurdan korumak için hanımının al
fistanını kestirip bir kılıf bile diktirir. Nerden bilecektir ki al
fistanlı Normak tüm ev ahalisini çıplak bırakacak...
Nazmi Kâhya, Haydar’ı kandırmak için Normak’ın
arkasına bir de Volvo marka pulluk taktırarak aralarındaki
1 “Kâhya” sözcüğünün yerel söylenişi.
2 “Eğlemek” fiili burada “yanaştırmak”, “park etmek” anlamındadır.
3 Davulcu Haydar’ın Normak’a yazdığı bu satırlar bestelenmiştir.
Tapşırma bölümündeki “Ferit” veya “Garip” mahlasları ise onu havalandıran
sanatçılardan Ferit Çelebi ve (Garip) Hüseyin Çakıcı adlı mahallî
sanatçılara aittir. Bu yazıda aşağıdaki internet adreslerindeki kaynaklardan
faydalanılmıştır:
- 15.08.2018 tarihinde “http://deligaffar.com/2015/09/12/bizimyavrulari-ciblah-biraktin-normak/” adresinden erişilen “Bizim Yavruları
Çıblah Bıraktın Normak” başlıklı yazı.
- 15.08.2018 tarihinde “https://www.youtube.com/
watch?v=0rqzuxVZTro” adresinden erişilen Hüseyin Garip’e ait “Normak”
adlı video.
HANEY
YAŞAMALI MI?
“Hiç kuşkum yok, Haney’in istediği
sırf bunun için evlere su taşımak gibi
de buydu, kafaları yapışkan düşüncelerle
ikinci bir işe bile başlamıştır. Şimdi o
dolmuş mahalle çocuklarına gözlerinde
çocuklar zamanında çirkinliği de çopur
öylesine büyüttüklerinin hiç de öyle
yüzlülüğü de hesaba katılmadan ilk
umdukları gibi olmadığını göstermeyi amaç
fırsatta ona gitmek için on beş kuruş
bilmişti.” (Tahsin Yücel, Haney Yaşamalı,
biriktirmenin hesabını yaptıkları günleri
Can Yay., 1991, s.66.)
unutmuşlardır.
öy benim için bir orijindi. Kavramın
Haney biraz da bu yüzden haneydir.
hayatıma girişi, büyük şehre
Köylerde herkesin eve ilk girdiğinde
taşınmış taşralı her ailenin çocuğu
karşılaştığı yerdir. Sofadır. Köyüne erkek
için az çok geçerli bir imge olarak
çocukları da gerçek hayat denen alana, ilk
gerçekleşmişti. Büyük şehrin aslolmayan mahallelerinde
haneye girerek adım atarlar. Bu alegori bağlamında Haney adı
oturan, orada doğsa da kökü dışarda (ama emperyalist
çok isabetli. Bazı diyalektlerde bu kısma ‘hayat’ denmesini de
Batı’da falan değil, İbn Rüşd’ün Mukaddimesi’nden sosyolojiye
ironik bir bağ olarak düşünebiliriz. Yıllar sonra haber dilinin
taşan kalenin içi ve dışı imgesine göre dışarıda) insanlarının,
bir meslek grubu için “hayat kadını” terkibini üretmesi de bu
Mevlana’nın ney eğretilemesine göre sazlığıydı köy.
ironiyi sürgüleyen unsur olur.
Ve “haney” kelimesi, tamamıyla köye âit bir kavramdı.
Bazı körler ölse de badem gözlü olamazlar
İzmir’de kullanılmıyordu ama köydeki eve girerken
Haney’e olan vefasızlık da bir sosyal gözlem olarak
her zaman haneyden giriş yapıyorduk. Köyde salon ve sofa
iyi analiz edilmiştir. Kör ölmüştür, buna rağmen yine de
kavramları yoktu, haney vardı. Haneyde top oynuyordum
badem gözlü olamamıştır. Anlatıcı badem gözü de geçmiştir,
kuzenimle, babam eski bir kasnaktan basketbol potası
hiç yoktan o çopur yüzü ile olsun hatırlanmalıdır Haney.
çakmıştı bir direğe, o haneyde İbrahim Kutluay’a ve Hidayet
“Haney’in büyüklüğü burada işte. (…) önemlinin önemsizliğini
Türkoğlu’na dönüşüyordum. Nasıl ki sofa kavramı ilk ve en
göstermeye çalışmıştı,” der anlatıcı. Hayattaki önem sırasına
fazla onun romanlarında gördüğüm için aklımda Peyami Safa
gelecek her eleştirinin bir ötekileşme vesilesine dönüşümüne
ile özdeşleşmişse, haney de köye dair bir kavramdı.
bir eleştiri sezdiren bu cümlelerin ‘önemle’ ele alınması
Tüm bunları yeniden aklıma getiren Tahsin Yücel’in Haney
gerekiyor sanki.
Yaşamalı adlı hikâyesi.
Tahsin Yücel’in 1956’da kaleme
Refik Halid Karay’ın Yatık Emine’sini de akla getiren
aldığı bu hikâye, günümüzde bile
bir tarafı var, ama farklı. Aslında birçok hikâyeyi akla
beyaz yakalı hayalperestliği ile
getirebilir şimdi buraya liste düzmenin hava atmak dışında
övgüler düzülen köy hayatı imgesinin
bir anlamı yok. Mevzu hava atmaksa ‘liste düzebilirim,’
pek de öyle olmadığını o zamandan
diyerek de hâsıl olur sanırım ama attığım bu hava bana yol
haber veriyor. Bugün Flash TV
su elektrik olarak bile dönmeyecek, anca hava alacağımdır
yapımları ya da Müge Anlı’nın
muhtemelen. Bu yüzden havadan sudan bu bahsi burada kesip
programlarında ‘yahu bu neymiş’
köye dönüyorum. Murat Kekilli gibi müziği bırakıp patates
dedirten taşra ikiyüzlülüklerinin net
yetiştirmeye değil ama… Hikâyedeki köye.
bir eleştirisi olarak okunmaya çok
Haney Yaşamalı’da da köyün ergenliğe yeni girmiş
uygun hikâyelerden biri.
çocuklarına hayatı tanıma hizmeti sunan Haney’in anısının
İçerisinde önemli tespit cümleleri
ardından konuşan anlatıcıdan dinleriz
olduğunda tadından yenilmez
hikâyeyi. Zaten anlatı da “Haney öldü.”
olan hikâyeler vardır hani, bu
cümlesiyle başlar. Ama “İnsanların
da onlardan. Meselâ gâyet zarif
belleğinde, dilinde bir türkü gibi, kitap
bir üslupla aynı odada uyumak
Tahsin Yücel’in 1956’da
gibi yaşamalıdır,” anlatıcıya göre. Anlatıcı
zorunda kalan ailelerle ilgili
kaleme
aldığı
bu
hikâye,
onu dilden dile dolaşmaya, övülmeye değer
tespitini örnek verebiliriz: “Ayıptır
bir kadın olarak görür. Ona karşı işledikleri
söylemesi bizim kasabamızda ana
günümüzde bile beyaz
günahları ödemek zorunda hisseder
baba, ebe dede, çoluk çocuk, hep
yakalı hayalperestliği
kendini.
aynı odada (…) yatarlar, her şey bir
Ölmeden birkaç yıl evvel, kahvenin
odada olur ve bizim kasabamızda
ile övgüler düzülen köy
önünden yıllardır giymekten eskimiş tumanı
beş yaşındaki çocuk bile her
ve yamadan renk renk olmuş zıbını ile
hayatı imgesinin pek
şeyi bilir. Diyeceğim, hemen
geçen yaşlı kadının hâliyle dalga geçenler
hepimizin doğacak kardeşlerimiz
de öyle olmadığını o
içini acıtır. Kendisi gibi Ali Rıza da itiraz
ana rahmine düşerken birden
eder bu duruma. “İnsanlığınızdan utanın,”
uyanıverdiği olmuştur.”
zamandan haber veriyor.
der Ali Rıza, “hepimiz elinde büyüdük, böyle
Yücel, özellikle bu hikâye ve
mi dolaşmalı şimdi?” Bir beşlik de çıkarıp
bu adla topladığı öykü kitabında
atar masaya ve “Hepimiz beşer lira versek
toplum sosyolojisinin bambaşka
bu yoksulluktan kurtulur,” diye ekler. Anlatıcı ile Ali Rıza hariç
yaralarına artık -âdiyattan oluşlarını da gözden kaçırmadanherkes komik bir şey cereyan etmiş gibi gülerler.
çok ince dokunuşlar getiriyor.
Ölümüne bile gülenlerin çıktığını öğreniriz hikâyenin
Hikâyenin sonunda bunun gerçekten ilginç bir hikâye
devamında. Sâdece çocuklara hizmet veren, büyükleri
mi, yoksa aslında çok normal ve sıradan olsa da toplumun
kapısından içeri bile sokmayan Haney artık o çocuklar için
üzerinde konuşmayı epey hasıraltı ettiği meselelerden biri
“dağın ayısı” lakabını almıştır. Hâlbuki her şeyin fiyatının ağır
olduğu için mi böyle göründüğünü tam ayırt edemedim. Hâlâ
zamlarla el yaktığı dönemlerde bile yüksek zam yapmamış,
da edemiyorum.
K
Ahmet Balcı
“Sarı bir safran ya da
sümbülüm olsa çok sevinirdim ama
olmaması gerekiyormuş demek.”
Samuel Beckett
U
karşıladım sonradan. Fakat
diğerlerini de görmezden gelmen
çok da kabul edilebilir değildi
sevgili kozmoz. Üstünde duracak
değildim, durmadım, dilekte
tutmadım, üfledim, söndü. Yan
komşudan gelen inceden bir
ses, Olgun Şimşek’in sesi, böldü
düşüncelerimi; ‘Üflediler söndüm...’
Yeteri kadar karbonhidrat
tüketiminden sonra beklenen soru
da geldi:
“İyi misin?”
Değildim. Olmam için hiçbir
sebep yoktu. Olmamam içinse her
şey altın oran tadında mükemmel...
“İyiyim.”
“Emin misin?”
Değildim. Hatta emin olduğum şu hayatta tek nokta yoktu.
Yaradılışım arızalı muhtemelen, hiç ‘Tereddüt iyidir; kolayca
tarafsızlığa, zamanla da bilgeliğe dönüşür’e bağlamayacağım.
Ne tereddüt ne de eminlik var ruhumda, sâdece derin bir
hiçlik. Nietzsche ile iki duble içsem aydınlanacak bir hâldeyim
fakat dirilse gelse zat-ı muhterem midemde yara var, alkol
kullanmam yasak, bütün dileklerimi tersinden anlayan ey
kozmoz, sana da küfürsüz tek kelimem yok, bilesin.
“Eminim.”
“Niye ağladın o zaman?”
“Fillere...”
FİL(İ)M
KOPTU
zak Doğu’da filleri, eğitimi
için, daha yavruyken
ayağından zincire vururlar.
Büyüdüğü zaman o zinciri kıracak
gücü olsa bile yeltenmez kırmaya.
Çünkü inanmıştır, daha kötüsü
kabullenmiştir hayatını. Eğer bir gün
o zinciri kıran bir fil olursa da vurup
öldürürler.
Sabahtan bu yana aklım fillerde... Martı
Jonathan Livingston gibi özgürlüğü için ilk zincirini
kıran filde... ‘İnsanlar da filler gibi değil mi sevgili okur?’
deyip sıradan örnekler içeren evrensel gerçekler üzerinden
onaylanmayı beklemeyeceğim, rahat olunuz. Onu yapan
bolca insan vardır etrafınızda, bir eksik kalayım ben de.
Kafam bunlarla doluyken sağ elimde bıçak, sol elimde soğan,
ölümlülük sıkıntılarla meşguldüm öbür taraftan. O akşamın
menüsü bamya, pilav. ‘İçine katacak pek sevgim olmadığı için
bamyasını bol koyarım, elimin lezzeti olmadığı için de biraz
kırmızıbiber atarım’ diye düşünüp ince hesaplara dalmışken
bıçak elime saplandı. Havluyu dolayıp oturdum koltuğa.
Bu ara bolca ‘ağlamam geliyor’ sevgili okur. Şartlar yeteri
kadar olgunlaştığına göre kendimi tutacak değildim artık.
Zaten bamyayı da sevmem, ona mı ağlayayım? Plüton’un
gezegen sayılmamasına mı ağlayayım? Hakan Yeşilyurt’un
ölmesine mi ağlayayım? Fillere mi ağlayayım? Yoksa o anda
radyoda çalmaya başlayan Gürol Ağırbaş’ın Derun’una
mı ağlayayım? Bilemedim… Ağlamalardan ağlama
seçebileceğim, mis gibi gece, söylesene sevgili okur
kaç kişiye nasip olur böyle bir gece... Bana oldu,
bugünü tarihe not düşmek gerek. En son altıncı
sınıfın ilk matematik yazılısına girdiğimde
hissetmiştim bu dört başı mamur çâresizliği.
Yüz otuz yılda bir gerçekleşen önemli doğa
olayı gibi... Tek farkla, benimki yirmi iki yılda
bir olmuştu. Keşke yüz otuz yılda bir olsaydı. Yeteri
kadar brutal vokale bağlamışken zil çaldı. Hiçbir zaman
‘daha kötü ne olabilir?’ diye düşünme sevgili okur, Murphy
Kanunları’na göre dönüyor bu dünya ve anında daha kötüsü
oluyor. Kapıyı açıp açmama konusunda karar aşamasındayken
bir daha çaldı, bir daha... Artık kaşınmıştı her kimse: Şişen
burnumu ve gözlerimi görmekti cezası da. Açtım.
“İyi ki doğduuuuuuuuuun M., iyi kiiiiiii...”
Tam parlak ışığı gördüğüme inanacakken, yanan mummuş
neyse ki. Gözlerimi gören arkadaşımın şaşkınlığı, pastayı gören
benim şaşkınlığım, bir yanıp bir sönen apartman lambasının
şaşkınlığı birbirine girmişti. Önemsemedim, ‘herkesin
şaşkınlığı kendine’ deyip tam bütün karbondioksitimi
muma yollayacakken uyarıldım:
“Dur, bir dilek tut! Sonra üfle...”
Her sene en az bir kere mâruz kaldığım doğum günü
pastası mumu ve dilek ritüelinden şimdiye kadar herhangi bir
merciden geri dönüş olduğunu görmedim. Kabul, hepsi akla
yatkın dilekler değildi: Sekiz yaşımda uzaylıların kaçırmasını,
dokuz yaşımda kanatlarımın çıkmasını, on yaşımda Satürn’ün
yörüngesine oturmayı dilememin olmamasını ben de anlayışla
Meltem Gökten
“Gümâna veren beni küpeli iki kulak”
Y
ağmur, İstanbul’un altını üstüne
getirdikten sonra az evvel
durmuş, yeri göğü inleterek
çakan şimşekler sanki her şeyi
susturmayı başarmış, yağmur
da dindikten sonra etrafa bir
sessizlik hâkim olmuştu.
Doğru düzgün makyaj
yapmamıştı zaten ama acaba
çok mu dağınık görünüyordu.
Günlerdir aynalardan kaçar
gibi yaşıyordu. Yalnızca işe
giderken kınanmayacak kadar
bakım yapıyor, saçını başını
düzeltiyor, onun haricinde bir şey
yapmak içinden gelmiyordu. Aynaya
her baktığında bir kişi eksik görüyordu
sanki. Hep o geceden sonra olmuştu ne
olduysa. Dışarı çıkmak için hazırlandıkları esnada,
Gülay aynanın önünde makyajını tamamlamak üzereyken
Aykut arkasından yaklaşmış, Gülay’ın belinden sarılmış,
o gülümseyince Aykut da başını Gülay’ın başına yaslayıp
gülümsemişti. Sanki bir fotoğrafçıya gülümser gibi, ikisi
öylece bir süre durmuş, aynada kendilerini izlemişlerdi.
Aykut gittiğinden beri Gülay ne zaman aynaya baksa o ânı
hatırlıyor, Aykut’u göremeyince mahzunlaşıyor, aynayı
elinden bırakıyordu.
Aynayı en son elinden bıraktığında dalıp gitmiş, sanki
Gülay aynayı bırakmamış da ayna onun ellerinden kayıp
düşüvermişti. Zaten dalgındı da o akşam. Akşamları çayını
alıp oturduğu berjerine geçtiğinde, önce önünde iki bardak
çay olduğunu fark etti. Fakat Aykut yoktu ki! Olmayan Aykut
için çay doldurmuştu. Çaydanlık devrilmiş de kızgın su
kalbine dökülmüş gibi birden yandı yüreği! Ne yapacağını
bilmediğinden telaşa kapıldı. Birkaç dakika içinde aklına
üşüşen hatıralar yavaş yavaş soğuttu yüreğini. Sonra bir
yanık acısı gibi, Aykut’un yokluğu Gülay’ın her yerini sızlattı.
Ellerinden kayan ayna yere düştüğü zaman mı kırıldı,
gönlündeki acıdan mı çatladı anlamadı Gülay. Aykut’un
çayını da içtikten sonra o akşam ışıkları kapatıp erkenden
yattı.
Suda aksini görüp duraksadığında bütün bunlar sanki
az önce olmuş gibi hissetti. Bir kaç saniye duraksayıp
kafasını kaldırdığında birden onlarca Gülay’la karşı karşıya
kaldı. Ayna satan bir dükkânın önündeydi. Hepsi aynı anda
kendine bakıyor, aynı şeyi onlarca defa düşünüyorlardı:
Güzel miydi? Aykut görse bu hâlini beğenir miydi? Akşama
kadar bu soru aklından çıkmadı. Aykut beğenmiş miydi
onu? Gözlerini mi, saçlarını mı, dudaklarını mı beğenmişti?
Mesaisini tamamlayıp eve döneceği zaman günün
yorgunluğundan hiçbir şey düşünecek hâlde değildi. Ta ki
ayna satan dükkânın önüne gelene kadar. Gayri ihtiyari,
dükkândan içeri girdi. Biraz bakınır, belki kırılan aynanın
yerine yenisini alırım diye düşünmüştü. Dükkândan içeri
girdiğinde kimse Gülay’ı rahatsız etmedi. Gülay tek tek
aynalara bakıyor, hangisinin karşısına geçse gözlerini
kendinden kaçırıyordu. Kendinden değil de yanındaki
boşluktan aslında...
Bir süre bakındıktan sonra cam
kenarındaki bir koltukta kitap okuyan
adama gözleri ilişti. Adam, Gülay’ın
geldiğinden bile habersizmiş
gibi duruyordu. Gülay, varlığını
belli etmek için “Bir ayna
bakıyordum,” dedi. Adam
gözlerini kitaptan kaldırıp
yakın gözlüklerinin üzerinden
Gülay’a baktı, “Zaten bir tane
var mı sizde?” dedi. Gülay
adamın ne demek istediğini
anlamamıştı. “Yok” diyebildi.
“Yani vardı da kırıldı işte,” diye
ekledi. Adam kaldığı yeri bulmak
için sayfayı işaretleyip (Can içinde
dostu bulan ayrık ne yerde istesin
/ Onu daşra sananların ömrü geçti
perakende) kitabı sehpaya bıraktı, kalkıp
Gülay’a doğru birkaç adım attı. “Bir ayna
yalnızca seni gösterir,” dedi. Gülay da onu istiyordu
zaten. Birkaç model bakındı, makyaj yapabileceği bir el
aynası aradı ama bir türlü beğenemedi. Adam arka tarafa
doğru geçip kutular arasında bir şeyler arandı. Sonra getirip
Gülay’ın eline bir paket tutuşturdu. “Al bunu,” dedi “kendine
bakacaksan bu yeter sana.” Gülay içini bile açıp bakmadan
paketi aldı, ücretini ödeyip eve gitti. Akşamın telaşını da
bitirip berjerine sığındığı vakit dükkândan aldığı paket geldi
aklına. Soğuyan çayını tazelemek için kalktığında paketi de
alıp geri geldi koltuğuna. Bir ayna beklerken kapkara bir
taş çıktı kutudan. Karaydı ama parlaktı da. Merakla kalkıp
ışıkları açtı, taştaki yansımasını gördü. Çok net değildi ama
görüyordu kendini. Elleri saçlarına gitti, saçıyla alnının
birleştiği yere dokundu, “Aykut olsa koklardı,” diye düşündü.
Gözlerini kapatıp Aykut’un “Kokun kalsın benimle” diye diye,
alnıyla saçının birleştiği yeri kokladığını hayâl etti. Gözleri
ağırlaştı, yavaş yavaş uykuya geçti.
Rüyasında bir ırmak kıyısında eğilmiş suya bakıyordu.
Onu dalgınlığından arkadaşı Sibel uyandırdı. İlk defa
duyduğu bir dilde konuşuyordu ama Gülay anlıyordu Sibel’i.
“Güzelsin,” dedi. Gülay emin değildi. Gözlerini yeniden suya
doğru çevirdiğinde güneş başının üstünden suya yansıdı.
Gülay’ın aksi kaybolmuş, güneşin parlak ışıkları suyu
kaplamıştı. Gülay kafasını yeniden kaldırdığında bu sefer
Aykut’u buldu karşısında. Aykut’un elinde siyah parlak bir
taş vardı. Baş hizasında kaldırıp Gülay’ın yüzüne tuttu. Gülay
nerede olduğunu anlayamamıştı ama Aykut’un kıyafetlerine
bakılırsa birkaç bin yıl evvelde bir yerlerdeydi. Aykut’un
yüzüne tuttuğu kara taşta kendini görünce çok şaşırdı.
Birlikte nehrin kıyısında bir taşın üstüne oturdular. Aykut,
Gülay’ın elini elleri arasına alıp “Suya bak, taşa bak, her
nerede kendini görürsen gör, yeter ki benim gözümle bak,”
dedi. Gülay çok şaşkındı. Aykut’un gözleriyle nasıl bakacaktı
ki? Ya kendi gözleriyle bakarsa ne olurdu?
Uyandığında neredeyse gün ışımak üzereydi. Kalkıp bir
duş aldı, hazırlanıp işe gitti. Öğlen arasında yemek yerken
aklına gördüğü rüya geldi. Yemekten sonra internete girip
rüyasını yorabilmek için “suda kendine bakmak” diye arama
yaptı. Echo ve Narcissus’un hikâyesini bir çırpıda okudu.
Echo, yakışıklı oğlan Narcissus’a âşık olmuş, Narcissus
YALAZ
Ahmet Turan Tiryaki
da suda yansıyan aksine, yâni kendine. Kendini izlerken
yorgunluktan eriyip ölmüş. Echo’nun kemikleri kayalara,
sesi de kayalardan yansıyan ekoya dönüşmüş. Narcissos
ise nergis çiçeği olmuş. Gün boyu Echo’yla Narcissos’un
hikâyesini düşünüp durdu. Aykut, rüyasında bunun için mi
“Suya bak, taşa bak, her nerede kendini görürsen gör, yeter
ki benim gözümle bak,” diyordu. Kendi gözleriyle kendine
baktığı zaman sevilecek bir kadın göremiyordu. Güzel olup
olmadığına karar veremiyordu. Buna karar veremeyince
de kendine bir kıymet biçemiyordu. Kimdi ki o, neden
değerli olsun, neden sevilsin? Şu ukala oğlan Narcissos da
bunun başka çeşidi işte, o da kendine âşık. Peki Aykut nasıl
görüyordu ki onu? Rüyayı hatırladı yeniden, Aykut’un başı
hizasında kaldırıp yüzüne tuttuğu taş, aynacının kendine
verdiği siyah taşa benziyordu. Adam aynayı verirken
“Kendine bakacaksan bu yeter,” demişti. Kafası karıştı
Gülay’ın. Akşam iş çıkışı aynı dükkâna yeniden uğramaya
karar verdi.
Trafiğin arasından gürültülerin içinden geçip ayna satan
dükkâna geldiğinde girmeye tereddüt etti. Adam oradaydı,
dünkü koltukta oturmuş kitap okuyordu. Kapıyı açıp
girdiğinde yine oralı olmadı. Gülay ne yapacağını
bilmiyordu, ayna mı alacaktı, taşı mı sormalıydı?
Ne diyeceğini düşünürken birden dilinden “Ben
kendime bakmayacağım.” sözleri döküldü. Adam
kitapta kaldığı yeri işaretleyip (Sarrafların katında
kaide şöyledürür / Kadrin bilmez kişiye göstermedi
gevherin) sehpaya bıraktıktan sonra kalkıp
Gülay’a “Hoş geldin,” dedi. Biraz da gülümseyerek,
“Kendine bakmayacaksan, aynacıda ne arıyorsun?”
diye sordu. Gülay’ın aklı bu haklı soru karşısında
allak bullak olmuştu. O ne diyeceğini düşünürken
adam arka tarafa gidip yine elinde bir kutuyla geldi.
Gülay’a uzatırken “Bir de buna bak,” dedi.
Evden içeri girer girmez adamın verdiği
kutuyu alıp berjerine geçti. Kutuyu açarken elinin
değdiği şeyden bir iğrenti hissetti ve içindekine
dokunmadan kutuyu açmaya çalıştı. Her tarafı
kir pas içinde bir demirdi bu. El aynası şeklinde
kesilmişti ama hiçbir şey görünmüyordu. Kalkıp
bir bez aldı, aynayı sildi. Yine de dokunmaktan
imtina ediyordu. Sapından bir mendille tutup ayna
kısmını ovalamaya başladı. Bir süre sonra aynayı
ovaladığının farkında olmadan Aykut’un hayaline
kaptırdı kendini. Gece yarısı olmuş, yorulmuş, ayna elinde
uyuyakalmıştı.
Rüyasında bir dağ başındaydı. Bulutlar kararmış, gök
yarılmış gibi yağmur yağıyordu. Gülay aynayı ovmaya devam
ediyor, ovdukça onun da gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
Derken ayna biraz parlamaya başladı. Islak gözlerini
seçebildi ilkin. Sonra bir adam sûreti göründü, kayboldu.
İrkilip arkasına bakarken elindeki acıyı hissetti. Mendili
yırtılmış, fark etmemiş, aynayı eliyle ovmaya devam etmişti.
Derisi soyulmuş, eli kan içinde kalmıştı. O acıyla uyandı
uykusundan. Elindeki aynaya baktı, yine kendini gördü. İnler
gibi, belli belirsiz “Neredesin Aykut, neredesin?” dedi.
Hafta sonu sabahıydı. Vaktin biraz ilerlemesini bekledi.
Sanki aynacı kendini bekliyormuş gibi hissetti. Altı üstü bir
ayna alacaktı. Bu taş, bu paslı demir parçası neyin nesiydi?
Karmakarışık aklını daha da karıştıracak başka bilmece
var mı diye merak ediyordu. Az sonra dükkânın önüne
geldiğinde adamı yine koltuğunda kitap okurken buldu.
Bu sefer, ne olacağını o biliyor, ben bilmiyorum nasılsa
diye düşünerek girdi içeri. Bir süre bekledikten sonra “Ne
verirsen almaya geldim,” dedi. Adam kitapta kaldığı yeri
işaretleyip (Bencileyin gören kişi ben sevdiğimin yüzünü /
Deli ola dağa düşe yavı kıla kend’özünü) sehpaya bıraktı.
Kalkıp Gülay’ı selâmladı. Gülümsüyordu. Kahveyi nasıl
içtiğini sordu. Gülay “hele şükür” dediğinde adam bir orta,
bir sade kahve sipariş etmişti bile. Kahveler geldiğinde
geçip karşılıklı oturdular. Adam Gülay’a hâl hatır sorduktan
sonra, kahvesinden bir yudum aldı, sonra gözlerinin içi
gülerek bir daha baktı Gülay’a. “Artık müşterim değilsin,”
dedi. Gülay anlamamıştı. Bunca bulmacanın cevabı yok
muydu? Gülay günlerdir ayna arıyordu hâlbuki. Aynanın
biri olmazsa ötekinde Aykut’u bulacağını, beline sarılmış
vaziyette gülümserken göreceğini ummuştu. Göremeyecek
miydi?
Üstünden ne kadar zaman geçti bilmedi Gülay. Geceler
boyu ağladı, günlerce inledi. Bir gece rüyasında gördü
Aykut’u. Gördü mü görmedi mi tam emin de olamadı. Yalnız
sesini duyduğundan emindi, sımsıcak, sevgi ve şefkat dolu
bir sesle “Aynalardan hayâl yansır, hakikatin aksettiği
yegâne yer gönüldür. Ben, İbrahim’in Kâbe’yi yaptığı gibi
yaptım seni kalbime. Sen de gönlünde hakikati bulursan,
yüz yüze tutulmuş iki ayna gibi bir sonsuz olur aramızda.
Gönlünü kederle temizle, aynanı aşkla sırla,” demişti. Gülay
yine içten içe “Neredesin, neredesin Aykut?” diye inleyerek
uyandı. Yüreğinde bir ateş vardı. Ne yaptığının farkında
olmadan evden çıktı, ayna satan dükkâna doğru gitmeye
başladı. Sokağa girdiğinde yüreği titriyordu. İlkin duvarlarda
oynaşan yalazları gördü. Bütün aynalar kırılmış, yerlere
saçılmıştı. Etrafta yanan bir şey yoktu ama kırık ayna
parçalarından alevler aksediyordu. O koltukta kitap okuyan
Aykut muydu? Okuduğu yer kaybolmasın diye işaretleyip (Bu
Yunus’un çün sûreti ölüp toprak olur ise / Bâtınımdan aşk
sevgisi bilin ki hiç gitmez benim) kitabı kapattı, Gülay’a baktı.
Bir sonsuzluk gibi… “Buradayım, baktığın her yerde,” dedi.
G
Millî ve
Milliyetçi Edebiyat
Sorgulaması
azeteci, yazar, milletvekili
Ayarlama Enstitüsü ise
Nusret Safa Coşkun (doğum
Türk modernleşmesinin,
1915, ölüm 1971) Açık
Türk toplum yapısının
Söz gazetesinde 1936 yılında
değişmelerine ilişkin bir
44 edebiyatçı ile “Millî
mizahî anlatı olmasına
Bir Edebiyat Yaratabilir
rağmen şeksiz şüphesiz
miyiz?” konulu dizi anket
evrensel romandır.
yapar. Bu dizi anket
Aynı şekilde, Mustafa
1938 senesinde yine
Necati Sepetçioğlu’nun
Nusret Safa tarafından
Cevahir İle Sadık Çavuşun
kitaplaştırılır. Yıllar sonra
Buğday Kamyonu bir
bu kitap, 2018’de Çolpan
Anadolu kasabasının İkinci
Kitap tarafından Şaban
Dünya Savaşı dönemindeki
Özdemir’in hazırlamasıyla,
durumunu işler. George
gözden geçirilip biraz
Orwell’ın Boğulmamak İçin
daha genişletilerek tekrar
adlı romanıysa bir İngiltere
yayımlanır. Biz bu ayki
kasabasının İkinci Dünya Savaşı
yazımızda Nusret Safa’nın
arifesindeki atmosferini yansıtır.
anketine katılan edebiyatçılardan
Esas itibarıyla her iki roman da her dile
rastgele seçtiğimiz birkaç farklı cevabı öne
çevrilip okunabilecek millî romanlardır. İlki Türk
çıkartarak “Millî Edebiyat” konusunu kısaca
edebiyatının, ikincisi İngiliz edebiyatının ürünleridir. Yine
tartışacağız… Millî edebiyat var mıdır, mümkün
Tanpınar’ın Huzur adlı romanı bütünüyle Boğaziçi romanı
müdür, varsa mahiyeti nedir ve millî edebiyatın hudutları
olmasına mukabil Çinceye bile tercüme edilmiştir. Şu halde
nereye kadar uzanıp nerede daralır soruları üzerinden
millî roman ile milliyetçi roman arasında fark vardır. O
konuya kuşbakışı eğileceğiz. Eğilirken de kendi algılayışımız
fark, millî romanın Hereke halısı gibi bütün dünyaya hitap
ve çıkarımlarımızla müdahil olarak muhtelif fikirleri
edebilmesidir. Hereke halısını yalnızca Türkler kullanır
harmanlayacağız.
diyemeyiz; bu halıyı yabancılar da beğenip kullanabilirler. Millî
Nusret Safa’nın anketine katılan Peyami Safa bizim
roman da böyledir. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını
ülkemizde millî edebiyat tabirinin milliyetçi edebiyat
belki bütün dünyaya okutamayız ama Hasan Ali Toptaş’ı
anlamında kullanıldığını fakat bu kullanımın doğru olmadığını
pekâlâ okutabiliriz.
söylüyor. Peyami Safa’ya göre, milliyetçi edebiyat, milliyet
Vâlâ Nureddin, millî edebiyat diye tamamıyla muayyen
şuurundan hareket ettiği için her türlü ideal ve ideolojinin
bir şey olduğuna kani değildir. Çünkü diyor Vâlâ Nureddin,
üzerindedir. Hâlbuki millî edebiyat hiçbir tasnife giremez.
Maksim Gorki’nin romanları ve tiyatroları, sosyalist
Nitekim Peyami Safa, millî olmayan edebiyat yoktur diyor.
temayüllü olmakla beraber mükemmel bir Rus edebiyatıdır.
Pekiyi bununla ne demek istiyor? Ercüment Ekrem Talu’dan
Bizde de böyle değil midir? Sabahattin Ali de Nihal Atsız da
alıyoruz cevabı: Bizim memlekette yazılan ne
ideolojik zıtlıklarına
kadar yazı varsa hepsi millî edebiyata dâhildir.
karşın Türkçe
Hereke kumaşının millî kumaş olduğu gibi.
yazmışlardır ve Türk
Nusret
Safa’nın
anketine
Millînin benim nazarımda bundan başka mânâsı
edebiyatındandırlar.
katılan Peyami Safa bizim
yoktur. Ekrem Talu’ya göre, bir Türk muharrir
Vâlâ Nurettin,
Türkçe olarak yazıyorsa o millî edebiyattır.
Nazım Hikmet’in
ülkemizde millî edebiyat
Buraya kadarki ifâdelerden anlıyoruz ki
birçok eserlerini
tabirinin milliyetçi edebiyat
milliyetçi edebiyat
millî edebiyatımızın
anlamında
kullanıldığını
fakat
ile millî edebiyat
mükemmel
arasında fark vardır.
numuneleri arasında
bu kullanımın doğru olmadığını
Halid Ziya Uşaklıgil’in
görüyor. Ve diyor
söylüyor. Peyami Safa’ya göre,
kozmopolitlikle
ki, millî edebiyatta
milliyetçi
edebiyat,
milliyet
yargılanan Aşk-ı
hamaset şartı
şuurundan hareket ettiği için
Memnu adlı romanı
aranmaz. Gerçekten
hiç kuşkusuz ki Türk
de Peyami Safa’dan
her türlü ideal ve ideolojinin
edebiyatına âit bir
Adalet Ağaoğlu’na,
üzerindedir.
romandır. Peyami
Attilâ İlhan’dan Tarık
Safa’nın Simeranya
Buğra’ya (Osmancık
kurgusu da milliyetçi
hariç) sosyalist
ülkülere hiç temas
veya milliyetçi pek çok romancımızda neredeyse hamasetin
etmez ve doğrudan
zerresini bulamıyoruz. Türkçü bir roman olmasına karşın
doğruya bütün
Ruh Adam o psikolojik ve düşünsel derinliğiyle biz okurlara
insanlığın mutlu
hamasî edebiyat hissi vermiyor. Millî edebiyat hamaset şartına
geleceğini gözetir. Böyle olduğu halde Simeranya tasarımının
bağlı değil ise, şu hâlde milliyetçi edebiyatın dayanaklarından
da içerisinde bulunduğu Yalnızız romanı Türk edebiyatından
birinin hamaset olduğunu varsayabilir miyiz? Edebiyat teorisi
veya Türklük evreninden kopuktur diyemiyoruz. Uşaklıgil’in
bu varsayımı geçerli de kılsa geçersiz de kılsa mevcuda
Aşk-ı Memnu’sunun da Türklük evreninden büsbütün
(uygulamaya) bakıldığında, hidayet romanları örneğinde
soyutlanmış olmadığı gibi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri
görüldüğü şekliyle, milliyetçi romanlarımızın estetik kaygıdan
Metin Savaş
ziyade hamaseti öne çıkardıklarını söyleyebiliyoruz. Kemal
Tahir’in Devlet Anası seviyesindeki tarihî romanlar tabiî ki
fevkalâde derecesinde istisnadırlar. Üç Silahşorlar romanı
da Fransızlık hamasetinden daha fazla olarak, Fransa
Krallığındaki entrikaları, ama tabiî vatanseverlik duygularıyla
beraber, gerçekçi bir üslûpla okurlarına sergiliyor.
Salih Zeki Aktay, millî edebiyatın, bizde anlaşıldığından
bambaşka bir şey olduğunu söyler. Ona göre, millî edebiyat,
beşerî sanat ve fikriyata çıkmış Türkçe eserdir ki içinde
edasından ve sedasından Türk güzelliği zevki tadılır ama bu
tadın, bu zevkin edebî eserin konusuyla alâkası hiç denecek
kadar azdır. Aktay’ın bu tarifine nasıl bakacağız? Aklıma ilk
gelen örnek, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u. Bu roman
ana hatlarıyla toplumsal yergi romanıdır. Yerleşik sistemin
tenkidi de diyebiliriz. Milliyetçi roman değildir ve ideolojik
boyutu vardır. Bu roman Türklüğü yüceltmek veya Türklüğü
yermek amacıyla da yazılmamıştır. Dünya üzerinde Anadolu
adında bir coğrafya vardır ve buradaki toplumsal yaşantı
hiç de öyle iç açıcı değildir. Bu coğrafya bir başka yer de
olabilirdi. Meselâ, Marquez’in neredeyse her romanında
karşımıza çıkan kasabası da olabilirdi. Albaya Mektup
Yok adlı romanı bilindiği üzere toplumsal ve politik yergi
romanıdır. Gerek Sabahattin Ali’nin romanlarında gerekse
Marquez’in romanlarında Türk ya da Kolombiya milliyetçiliği
görülmediği hâlde her iki romancının da eserlerinde Türklük
ve Kolombiyalılık edası belirgin mikyasta baskındır. Yine
meselâ, Tarık Buğra’nın Siyah Kehribar romanının mekânı
İtalya’dır ama bu roman İtalyan edebiyatının değil Türk
edebiyatının içerisindedir. Amin Maalouf (Emin Maluf) Lübnan
doğumludur, anadili Arapçadır, romanlarında Ortadoğu
coğrafyasını işlemekle ünlenmiştir, ne var ki yapıtlarının
dili Fransızcadır ve kendisi Lübnan doğumlu Fransız yazar
kimliğiyle kabul görmüştür.
Millî edebiyat vakıasına Suat Derviş’in yaklaşımı ise
özgünlük üzerinden şekilleniyor. Derviş, Türkçe yazılmamış
olduğu halde bazı eserleri okuduğu zaman, o bazı
eserleri, Türkçe yazılmış bazı eserlerden çok daha fazla
benimseyebildiğini söylüyor. Derviş’e göre millî edebiyat
orijinal olabilmeli, kesinlikle taklit olmamalıdır. Nitelikli
bir edebiyat yaratabilmemiz için etrafımızı görebilmemiz
gerektiğini belirten Derviş bütün o gördüklerimizi temiz
verebilmeliyiz diyor. Temizlikten kasıt muhakkak ki yazardaki
aydın sorumluluğu, olabildiğince objektiflik ve mümkün
mertebe yazarın yansız dikkatiyle insanlık durumlarını
irdeleyip eserine yansıtabilmesidir. Millî edebiyatın yanı sıra
milliyetperver edebiyatın varlığını inkâr etmeyen Derviş
ülkemizdeki milliyetperver edebiyatın yetersiz, sahte ve
alelâde olduğunu iddia ediyor. Hakiki mânâda milliyetperver
edebiyat verimlerinin bizde çok az bulunduğunu da ekliyor. Bu
verimsizliğin sebebini de taklide, yâni orijinal olamamamıza
bağlıyor.
Nusret Safa Coşkun’un anketinin üzerinde 83 yıl geçti.
O günden bugüne millî edebiyat ile milliyetçi edebiyat
verimlerinin nitelik ve nicelik seyrinde de birtakım
değişiklikler vuku buldu. Anket cevaplarından anlıyoruz
ki milliyetçi edebiyat vardır, millî edebiyat ise milliyetçi
edebiyatın üstünde durarak sanatta evrensel olabilmek
kaygısı gütmektedir. Millî edebiyat, beşerî sanat ve fikriyata
yöneliktir. Milliyetçi edebiyatsa beşeriyetin alt dalı olarak
muayyen bir toplumun sınırları içerisinde kalmaktadır.
Bununla birlikte kimi millî edebiyat verimleri gerekli seviyeyi
yakalayamazken kimi milliyetçi edebiyat verimleri bütün
insanlığa hitap edebilmektedir.
Nöropazarlama
ve
Bernays
M. Bilgehan Aytaç
C
ommercial Alert kuruluşu, kendi web sitelerinde
var oluş amaçlarını şöyle açıklıyor: “Tüketim
kültürünü kendi münasip çerçevesinde tutmak
ve onun çocukları kullanmasına ve ailevî, toplumsal,
çevresel ve demokratik değerleri çökertmesine engel
olmak.” Kuruluş, pazarlamacıların nöroloji biliminden
faydalanarak beyinlerimize girebileceğine, bizleri manipüle
edebileceğine ve daha etkili politik propagandaya zemin
hazırlanabileceğine dair haklı endişeler taşıyor ve bu
konuda bildiriler yayınlıyor. Evet, tüketici davranışlarına
yönelik bilimsel tartışmaların geldiği son nokta budur; insan
beyni okunmaya çalışılıyor. Nöropazarlama hususunda
uzman kabul edilen Lindstrom “Buyology”sini
savunurken her yeni teknoloji gibi nöropazarlamanın
da bir takım etik kaygılar barındırdığını kabul ediyor
ama bunun bir çeşit Orwellcilik olmadığını ayrıca
biz tüketicilere, reklamcıların hile ve taktiklerinin
tuzağına nasıl düştüğümüzü daha iyi anlamada,
yardım edebileceğini söylüyor.
Nöropazarlama beynimizin reaksiyonlarını
anlamaya çalışarak pazarlama stratejilerine yön
vermeye çalışan yeni bir alan olmasına karşın,
insan zihninin görünmeyenini anlama çabaları ve
bu görünmeyenlerden pazarlama politikaları veya
propagandalar oluşturma gayretleri oldukça eski.
Propaganda ve pazarlama birbirlerinden farklı
kavramlar. Fakat Bernays’ın yıllar önce yaptıkları,
kendisine göre bu ikisinden de farklıydı. Yaptıklarına
halkla ilişkiler diyordu.
Herkes, en azından ülkemizde lise eğitimini
eşit ağırlıklı ve sosyal bölümlerde geçirmiş
herkes, Freud’un ilkel benliğine aşina. Psikanalizin
kurucusu Freud her insanın zihninin derinliklerinde
saklı ilkel, cinsel ve saldırgan güçler keşfettiğini
söylüyordu. Freud’un yeğeni Edward Bernays bu
fikirler ortaya atıldığında Amerika’da bir basın
ajansında çalışıyordu. Amerika Birleşik Devletleri, Avusturya
ve Almanya’ya karşı savaşa gireceğini açıkladığında
hükümet halkı bilgilendirmek için bir komite kurmuş
ve Bernays’ı da bu komitede görevlendirmişti. Bernays
kabaca Amerika’nın savaş hedeflerini halka duyurarak
halkta lehte bir fikir oluşturacak ve hükümete de meşruiyet
sağlayacaktı. Nitekim başardı. Bernays savaş esnasında
gerçekleştirilen bu propagandanın, savaş dışında da
kullanılabileceği ihtimali üzerine düşünmeye başladı. Bunu
düşünürken amcasının, gizli kalmış ilkel güçler fikrinden
oldukça etkilendi. Bu güçleri harekete geçirerek para
kazanılabileceğini düşündü. O zamanlarda kadınların sigara
içmesi olağandışıydı. Zamanın Amerikan Tütün Şirketi Genel
Müdürü Bernays’a bu sorunla nasıl başa çıkılabileceğini
sordu. Bernays psikanalist arkadaşı Abraham Brill’le bu
konuyu görüştü ve yüksek bir ücret karşılığında oldukça
ilginç bir yanıt aldı. Brill sigaranın cinsel organı temsil
ettiğini ve erkeklik gücünü anımsattığını söyledi. Brill’e
göre, eğer sigara içme fikri erkek iktidarına karşı duruşla
harmanlanabilirse kadınlar sigara içecekti. Böylece
onlar da kendilerinde eksik olan bir organı tamamlamış
sayacaklardı kendilerini. Bernays zekice bir süreç organize
etti. Paskalya töreninde oldukça kalabalık bir ortamda bütün
basını da arkasına alarak birkaç zengin kadına imrendirici
bir şekilde aynı anda sigara yaktırttı. Basına, kadınların
seçme hakkını savunduğunu ve sigaraların birer özgürlük
meşalesi olduğunu yazdırttı. Meşale Özgürlük Anıtı’nda da
vardı ve özgürlük kavramıyla iç içeydi. Kampanya başarılı
oldu. Kadınlar artık sigara içiyordu. Herkes şuna inanmaya
başladı; sigara içen bir kadın daha özgür ve bağımsızlığa
daha yakın bir kadındı. Bu fikir hâlâ tazedir. Adam Curtis
hazırladığı belgesel dizisinde Bernays’ın fikirlerini ve
faaliyetlerini açık ve sürükleyici bir şekilde anlatmaktadır.
Yine kendi kaleminde yayınladığı makalelerde Bernays
gerek Amerika Birleşik Devletleri’ne gerek çeşitli
sermayedarlara verdiği birçok danışmanlık hizmetinden
detaylı bir şekilde bahsetmektedir. Müteahhit ve mimarlara
inşa ettikleri dairelere kitap rafları eklemelerini söyleyerek
kitap satışlarını arttırmak bunlardan sâdece bir tanesiydi.
Bundan aşağı yukarı 100 sene evvelki psikanalistlerin,
teknolojik imkânlardan mahrum bir şekilde ulaştığı
bulguların hangi amaçlarla kullanıldığı ortada. Bu da
Commercial Alert ve diğer etik kaygıları taşıyan insanlara
hak vermemizi sağlıyor. Yine yaklaşık 66 milyon kişinin
öldüğü ifâde edilen 2. Dünya Savaşı’nda, Hitler’in
propagandacısı Goebels’in felsefe doktorası yaptığı biliniyor.
Bilim belki isteyerek belki istemeyerek uzun süredir
zihinlerin nasıl manipüle edilebileceğine dair tarifler
Kaynaklar
1. Bernays, Edward L. “Emergence of
the public relations counsel: Principles and
recollections.” Business History Review
45.03 (1971): 296-316.
2. Lindstrom, Martin. Buyology: How
everything we believe about why we buy is
wrong. Random House, 2012.
3. http://www.commercialalert.org/
4. Işın, G. “Savaş–barış ve Alfred
Nobel.” Pivolka 1.10 (2003): 9-12.
5. Curtis, A. (Yöneten). (2005). The
Century of Self [Belgesel Filmi]. BBC.
6. Bayer, Albert (1982). Bilim Ahlakı.
NEKROLOJİ
yayınlıyor. Pazarlama henüz
propaganda kadar kirli bir kavram
olarak görülmese de nöropazarlama
taktikleri kullanılarak yapılan
pazarlama metotlarının, pazarlamayı
propaganda gibi bir kitle imha
silâhına dönüştürme ihtimali
mevcut. Bunu tüketim çılgınlığını
birkaç doz daha arttırarak veya
siyasal pazarlamacılara kirli
reçeteler sunarak yapabilir. Meselâ
sigara reklamlarının yasaklanması
karşısında, sigara üreticilerinin
bizlere bilinçdışı reklamcılığı
kullanarak mesajlar yolladığını
biliyoruz ve beynimizin %98’inin
kontrol dışı çalıştığı iddia ediliyor.
Nöropazarlamanın etik dışı
kullanımdan ne kadar uzak
kalabileceğini kestirecek bilgiye
ve öngörüye sahip değilim ama
potansiyel tehlike olduğunu
hissetmek zor değil. Çağımızda bilgi
en kıymetli sermaye olarak kabul
gördü, ancak burada hangi bilginin
kıymetli olduğu veya bu bilginin nasıl
kullanılması gerektiği tartışması
yeniden anlam kazanıyor. Bilim ve etik
kavramları bunca gelişmeye rağmen
birbirine ne kadar yakın? Dinamitin
mucidi Alfred Nobel ürününün
savaşlara veya şiddet eylemlerine
değil endüstri, tarım gibi alanlarda
barışçıl amaçlara hizmet ettiğini
söylemiştir! Belki de haklıdır. O zaman
burada belki de suçlu olan bilim
değil tekniktir (bkz. Albert Bayer,
Bilim Ahlakı, 1982). Her ne kadar
nükleer bilimi kadar tartışılmasa da
sosyal bilimlerin de birer kitle imha
silahına dönüşebileceği bir gerçek.
Faithless bir şarkısında şöyle diyor:
“Uzun menzilli bir silah veya bir canlı
bomba/ Nefret dolu bir zihin bir kitle
imha silahıdır. Soaraway Sun veya BBC
1/Yanlış bilgilendirme bir kitle imha
silahıdır. Halliburton veya Enron ya da
herhangi biri/Açgözlülük bir kitle imha
silahıdır”.
Göktürk Ömer Çakır
“Çün nabzuma el urdılar, hayât ümîdinden el çekdiler”
Âşık Çelebi
İptida
Ölebileceği hiç aklıma gelmemişti. Evde yoktum. 450 km mesafede, bir
çöp arabasının operatör basamağında Ulus’a doğru yol alıyordum. Saat, gece
3.00… Temiz bir yaz akşamında, olunabilecek en pis noktada seyrediyordum.
Kemal Paşa’nın o maruf heykelinin biraz yukarılarında, şimdi hâlâ yerinde mi
bilmiyorum, bir öğretmen evine kapağı attım. Yanımda kimliğim de olmadığı
için kapıda meramımı anlatmak amacıyla sarf ettiğim iki-üç dakika zarfında
son nefesini vermiş olabileceğini düşündüm hep. Öğretmen evinin sıcak banyosunda duşumu alırken, o artık bu dünyada değildi. İlginçtir, böyle anlarda
insanların meşbu olduğu o garip hisler de uğramamıştı yanıma yöreme. İyi bir
uyku çektim. Ertesi gün, İstanbul’a giden ekspreste de keyfim yerindeydi. Yanımdaki arkadaşlarla kendimi Tarihî Yarımada’ya atmış, dinlenmek için ideal bir
gölgelik sunan Firuz Ağa Camii’nin dibinde takılıyordum. Kafamda, gelip geçenlerin küpültüsüyle karışık, boylu boyunca Divan Yolu’nu imar eden II. Bayezid’in
bu güzergâhta yaptırdığı camilerin isimleri dönüyordu. İşte o noktada, belki Mehmet
Akif Ersoy Parkı’nın daha içlerinde, babamın öldüğüne dair soğuk bir mesaj aldım: O
sırada şehirde olmadığım için beni istiskal eden bir mesaj…
Artık, evde tek başımaydım. Bu işler sıralı oluyorsa, ki en güzeli ve doğrusu odur, herhalde yaşadığım hanede, bir Nuh ömrü sürmeyeceksem, kimsenin ölümünü görmeyecek, en
azından uzaktaysam bile duymayacaktım. Ruhumu okşayan meserretli tek fikir buydu. Beni
var eden herkes çekilip gitmişti. Bundan sonra, bir ailenin en yaşlısı anca ben olabilirdim.
Fakat hayatınıza kimlerin girebileceğine dair ne kadar kehanet-füruş olabilirsiniz ki?
Sıralamada bir takdim tehir oldu.
“Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir.” (Kehf, 22)
Yine 450 km mesafede; fakat bu defa teyakkuzdaydım. Ayrıca şehrin en pis noktasında
seyretmiyordum. Gönençli, keyifli, mülâtafa halinde kalabalık bir topluluğun arasında, cemiyetin epeydir kendisini kaptırdığı bir mahfiller sosyolojisinin (Ziya Gökalp mehafil-i içtimaiye derdi) içindeydim ve keyfim yerindeydi; lakin teyakkuzdaydım. Kapılarda kalmamıştım; beni Ankara ayazında bırakmayacak kadar çok kapıdan birinde, eşiğin sıcak tarafındaydım. O zaman hasıl olan temizlenme ihtiyacını da duymadan; fakat bu defa “böyle anlarda insanların meşbu olduğu o garip hisler”le ve yarım yamalak uyudum. Saat, 14 yıl önce
uykuya teslim olduğum saatle aynıydı. Uyandığımda, çok önceki bir yazımda Diogenes’ten
naklen kaydettiğim, “kötülerin yüzüne hırlayan, iyilere kuyruk sallayan hakikatli insanın
remzi”, boğucu bir yalnızlığın içinde bana sesini ilk duyuran varlığı kaybetmiştim. Babam
öldüğünde sahiplenmiştim onu... 43 günlüktü. Ailemizin kurucusu, çocuğumuzun vesilesi
sayılır; zira eşimle, işte bu aile içi sıralamayı bozan takdim tehirin sebebi olarak, onu gezdirirken tanışmıştım. Babam, ben Ankara’dayken ölmüştü. Babamın yokluğunda bir ses, nefes
olsun diye sahiplendiğim dost da ben Ankara’dayken öldü. 13 yaş 8 ay 9 günlüktü. Apartmanın arka bahçesinde, terra nullius ilan ettiğimiz
bir toprak parçasına bıraktılar onu. Babamı da annemi
de görmediğim gibi onu da
görmedim. Dua da etmiştim
bunun için. Ebeveyniyle arasındaki yaş farkı geniş olan
her çocuk gibi… Köpeğinin
kendisinden önce ölmesinin galip ihtimal olduğunu bilen her çocuk
gibi… Bütün bunlardan sonra, uzay boşluğunda cirmi büyük olan
duaları kabul edilmiş bir çocuk gibi küçük bir tebessüm
kaldı yüzümde. Sanırım, beni seviyor.
Ç
ocuk olmaktan şehirlerarası otobüslerde vazgeçmemişti.
Ayrıca şu an kesif bir çorap kokusu dışında, herhangi yöresel bir süt ürünü kokusu da alamıyordu burnu. Esasında ne çocukluğuna dair bir anısını ne de ne zaman büyüdüğünü
hatırlıyordu. Son sürat giden otobüs, bilinmez bir karanlığı ufak
iki ışık huzmesi ile yarmaktayken, o, görevine odaklanmıştı.
“Bir işin profesyoneli olmak ne anlam ifâde eder?”
Görevini tamamlamak için ulaşması gereken noktaya gidene kadar bu sorunun olası cevaplarını düşünmekteydi. İzahı
suç teşkil eder mi bilinmez ama adının açıklanmasını istemeyen
kahramanımız, bazı sıkıntılardan kurtulmak konusunda tam bir
profesyoneldir. Haklı olduğu işi üzerine alır ki, işi sebebiyle haklı olmanın suçsuz olmak anlamına gelip gelmediğini yıllarca düşünmüş, sonuçta bir suçtan bahsetmek için kurbanın mağdur
olması gerektiği kanaatine varmıştı. Bu her yönden eksik olan
tespiti, yaptıklarını haklı çıkarma çabası da olsa, onun işiyle ilgili
iç hesaplaşmalarını bıçak gibi kesip atmıştı. Profesyonellik icabı
işini ve işinin nesnelerini belirli kalıplarla adlandırmak âdeti olmuştu. Onun jargonuna uyulması mühimdi. Onunla çalışmak isteyenler de bu jargonu kullanmaya mecburlardı. Aksi hâlde “sıkıntıyla” ilgili işi üzerine almazdı.
Ayrıca kendine has kuralları da vardı. Örneğin sokak ortasında veya umuma açık yerlerde kurtulması istenen bir “sıkıntı”
varsa o işi almazdı. Zira uzmanlık gerektiren ve suç teşkil etmesi muhtemel işlerde, işin nasıl yapıldığından çok, nerede yapıldığı önem arz ederdi.
Asla, işini bitirmeden önce veya bitirdikten sonra para konuşmazdı. Karşısındaki konuyu açsa dinlemezdi dahi. Ona göre,
her işin mâkul bir karşılığı vardı. Para konuşmak isteyen olursa,
hiç çekinmeden işi kabul etmeyeceğini söyler ve uzaklaşırdı. O
bir profesyoneldi ve işini asla şansa bırakmazdı.
İşte yolda giderken bu ilkeleri ve kurallarını gözden geçirmiş, hedefiyle ilgili planına odaklanmıştı. Hedefinden kurtulacağı yer sabit bir dinlenme tesisiydi. Kurbanı aynı saatlerde ortaya
çıkıp dakika olsun şaşırmazdı. İçinde olduğu otobüsü seçmeden
önce, aynı güzergâh üzerinde ilerleyen pek çok şirketin otobüsü ile bir deneme turu yapmış, en sonunda ilkeli davranışı nedeniyle Haz Turizm’i seçmişti. Çünkü bu şirketin otobüsleri, ismindeki talihsizliğe karşın kendisi gibi profesyoneldi. Talihsizlik
dediysek olay tamamen otobüsün önüne baskı yapılmış Haz Turizm yazısındaki “u” harfinin, çubuklarından biri kavladığı için,
Haz Tırizm okunmasıydı. Ancak bu durum dahi firmanın profesyonelliğinden taviz vermesine sebep olmamıştı. Otogardan bir
dakika gecikmeksizin çıkış yapmak konusunda hassaslardı ve
kahramanımızın belirlediği varış noktasına üç deneme yolculuğunda da tam iki saat kırk bir dakika
içerisinde giriş yapmayı başarabiliyor-
lardı. Üstelik düzenli çalışan hiçbir profesyonelin kader tarafından ödüllendirilmemiş olması mümkün olmadığından, bu iki saat kırk bir dakikalık yolculuk tam da kurbanının Borkent Dinlenme Tesisleri’nde kalabalık içerisinde ortaya çıktığı zamana denk
geliyordu. Bittabi oyun planı da bu süreye göre kurgulanmıştı.
Bunları düşünürken ona yönelmiş sesle irkildi:
“Abi çay kahve ne verem?”
Beatbox denilen şey keşfedilmeden önce, mikrofonu ağzına sokarak kakafoni yaratmayı öğrenen eski ustalarının izdüşümü olan muavinin sesiydi bu. Çay veya kahve içmesi, onun dikkatini dağıtabilir, olası bir idrar sıkışması işini kusursuz yapması için kurduğu planı tamamen mahvedebilirdi. Gözleri kapalı bir
şekilde, sesini dahi çıkarmadan olumsuz anlamında başını salladı ancak servis yapmaya çok da hevesli olmayan muavin kendisiyle konuşulmadan iletişim kurulmasına içerlediğinden, birden hizmet edesi tutmuştu.
Adam insanların tuhaflıklarından faydalanmayı iyi bilirdi.
Meselâ bazı insanlara bir şey yaptırmak için onlarla muhatap
olmamak, onları görmezden gelmek yeterlidir. İşte o zaman çalışma ahlâkına ilişkin kodlara sahip olmayan zihinleri, bir başka
güdüyü “kendini ve yaptığı işi beğendirme” dürtüsünü uyandırır.
O da bir profesyonel olarak bunun bilincindeydi. Deneme yolculuklarında işine yoğunlaşabilmek ve planını uygulamaya koymak için minik keklerden yemeyi adet edinmiş ancak çay veya
kahve ve hatta su isteyen insanlara, ilave olarak istemedikleri
müddetçe kek verilmediğini müşahede etmişti. Muavini sessizliğiyle tahrik edişinin sebebi de buydu.
Rap müziğin asla keşfedilemeyecek beatbox dâhisi, hızlı ve
özenli bir şekilde:
“Abi o zaman kek al, kek istemezsen püsküvi de var. Keki
meyveli mi, kokoalı mı olsun?” diye arka arkaya saymaya başladı. Adam bu defa gözlerini keskin bir şekilde açıp büyüterek ve
hecelerin üzerine bastırdığından emin bir şekilde “Ka-ka-olu olsun!” dedi. Bütün bir otobüsün onun sesini duyabileceği tek an
buydu. Ve fakat yolcuların yarısı ölümün kardeşi ile içinde bulundukları ilişki gereği kâh sesli kâh kokulu salınımlarının tam
doruğunda olduklarından bir profesyonelin sesini duymak şerefinden mahrum kaldılar.
Kekini bitirdikten sonra dinlenme tesislerine doğru ilerlerken kalan süreyi hesapladı. Tamı tamına yirmi dört dakika on
sekiz saniyesi kalmıştı. Kurbanını, onun olası hareketlerini, “sıkıntıdan” kurtulmak için izlemesi gereken rotayı zihninden geçirmeye başladı. Kafasında, planını defalarca kusursuz bir şekilde işletmekteyken muavinin hareketin başlayacağı işaretini veren anonsu ile gözlerini açtı:
“Otobüsümüz Borkent Dinlenme Tesisleri’nde yirmi dakika yemek ve ihtiyaç molası verecektir.”
Büyük Ortaklı Küçük Hikâye
Tamer Sağcan
Mehmet Sürübaşı
Sarı Çiçek Tarlaları Savunması
Bugüne dek tereyağından kıl çeker gibi bitirdiği yüzlerce
iş gözünün önüne geldi tekrar. Sıradan ya da sözde erdemli insanlar için gurur duyulmayacak bir iş olabilirdi. Gözünde Baba filminin sahneleri canlandı. En azından o filmdeki zeytinyağı
ile saçlarını parlatmış dar kesim, geniş paça takımların içindeki dandik katillerden değildi. O bir profesyoneldi ve bu işi de tamamlayacaktı.
Otobüs dinlenme tesislerine girişi yaptı ve hiç acelesi yokmuş gibi aceleci kalabalığın kendisinden önce otobüsten inmesine müsaade etti. Planlarına göre, işini bitirip tam otobüs kalkarken yerini almış olacaktı. Haz Tırizm’in yolcuyu dinlenme tesislerinde bırakmayı dahi göze alan ahlâkçı dakikliğini tekrar etmesine güvenmekten başka çâresi yoktu. İner inmez imitasyon
deri montunun sağ cebinden sigarasını ve çakmağını çıkardı. Bir
şekilde bunu bir ritüel hâline getirmiş, işini hızlandırdığına inanmıştı. Profesyonellerin olmazsa olmaz, değişmez ve onları keskinleştiren ritüelleri olmalıydı. Onunki de buydu. Matah, akrobatik bir yetenekmiş gibi ağzı ve burnu arasında yaptığı duman şelaleleri ile ilk beş dakikasını geçirirken, bir yandan da kurbanının hareketlerini tartıyordu. Sigarasının küllerini yere çırpmakta beis görmemesine karşın, katı çevreci bir tutumla sigarasını
söndürmek için küllüğü olan bir çöp kutusu aradı. Bu iş için kaybettiği yirmi yedi saniyeyi adımlarını hızlandırarak kapattı.
Kurbanı küçük dinlenme tesisi içerisinde takip ederek geçirdiği on dakikadan sonra, artık harekete geçme zamanının
geldiğini anladı. İzleme dürtüleri onu kurbanının ezberlediği hareketleri doğrultusunda tesisin erkekler tuvaletine doğru yöneltti. Montunun fermuarını açtı ve elini beline doğru götürüp
birden hızlandı. Tam da tahmin ettiği kapının ardındaydı. Etrafında el yüz yıkama, saç tarama için sıra bekleyenleri umursamadan kapıya vurduğu bir omuz darbesiyle tuvalete girdi ve kapıyı
usta bir hareketle tek hamlede kilitledi.
Dışarıdakiler içeriden yükselmekte olan arbede seslerinden önce korktular. “Kardeşim ne oluyor orada?”, “İyi misiniz?”
“Hoop bilader” seslerine aldırış etmedi. Bir profesyonel olmasa,
işini sessizce bitiremeyeceğini anladığında panikleyebilirdi ancak onun için önemli olan üstlendiği görevi tamamlamaktı. İşlemeli kemerini çıkarttı ve kurbanının hareketlerini kısıtlamak için
eline doladığı -kemerin izi avucunun içinde çıkana kadar- kemeri sıktı. Otobüsün kalkmasına bir dakika kala “sıkıntıdan” tamamen kurtulmuştu. Her katil olay yerine geri dönebilirdi ama
onun asla böyle bir tarzı yoktu. O yüzden kurbanına son bir kez
ifâdesiz gözlerle baktı. Malına konabilmek için öz annesine hileyle vekâlet imzalatan, kendisini kardeş belleyen komşusunun çocuklarını taciz eden tecavüze yeltenen, kul hakkını günde beş vakit hallaç pamuğu gibi parça pinçik etmekten zerre usanç duymayan, profesyonellik icabı değil zevk için işkence ederek öldüren, kendini gerçekleştirmeyi başaramadığı için başkalarının hayatlarını, anılarını sahiplenen; can, mal, para, namus, haysiyet, iyi
niyet, umut, zaman çalan hırsızların ve benzeri ve saire insanların, “sıkıntıların” hepsini kurbanında gördü birden. Hepsi de nihâî
sonlarına varacaklarını anladıkları o anda, ellerini bir yardım çığlığıyla canlarının bağışlanması için uzatan, o aynı soydan gelmekteydi. Hiçbiri şimdi bakmakta olduğu kurbanından farklı değildi. Bir profesyonelin asla iz bırakmaması gerektiğini biliyordu.
Saatine baktı. Otobüsün kalkmasına son 45 saniyeydi. Dışarıda, gürültüler yüzünden içeride ne olduğunu merak edenleri umursamadan kilidi açtı. Tam kapıdan çıkarken ardı sıra yükselen “floşşşş” sesi henüz kaybolmamışken, tuvaletin başına
tezgâhını kurmuş adamın önüne “75 kuruş” bırakıp hızla otobüse yöneldi.
Adamın “Hemşehrim ama tuvalet bir lira,” bağırışına aldırış
etmedi. Çünkü o bir profesyoneldi ve işini bitirmeden önce veya bitirdikten sonra asla para konuşmazdı. Ve bir profesyonelin
yaptığı her işin mâkul bir ücreti olurdu!
Ben bu yolları daha çok aşındırırım lakin
Yüzümün nasır tutmasından korkuyorum,
Son kullanma tarihi geçmiş bir bahar gibi,
Bozuk yağmurlar ve küflü güneşler kusuyorum.
Meteoroloji ile kavga etmek yersiz değil mi sence de,
Çünkü bu şiiri tam ayaklarının altından yazıyorum.
En amade halimle, elimde çekiçle huzurundaysam
Ve geçmişsem sarı çiçek tarlalarının yarasından
Bu mahcubiyeti bilimle açıklayamazsın,
Sevda, bilimin taburesini tekmelemekle mükelleftir.
Ki bu elinde tuttuğun şiir,
Kaç çiçek tarlasına bedeldir, sana soruyorum.
Tarih, yolundaki tümsekleri yazmaz biliyorum,
Falcı olmak sadece falcılara yakışır sana değil,
İskambil numaralarıma inanman
beni illüzyonist yapmaz.
Şair boğazlayan gecelerden geliyorum,
Arşın arşın kaç şiirde tökezledim bir bilsen
Sahi sen hangi yüzyılın baharısın?
Ütopik bir sofranın başındayız ve sen oruçsun,
Ben sırtımdan parazitleri söküyorum,
İnsanın modifiyesi mümkündür
derdi dedem rahmetli,
Çabalamak; ispatın tetiğini çeker,
Bazen inancı öldürür.
Dedem modifiye diyemezdi yalan söyledim.
Legal bir ayrılık değil bizimkisi,
Devlet, çektiğimiz bu acıyı derhal özelleştirmeli
-Beni giyotine gönderirken bile çok güzelsinGereğimi düşünmen temyiz hakkımı doğurur,
Çünkü yer gök seccade iken,
Alnını koyacak yer bulamayanlardan olmadım,
Ümit müthiş bir atom bombasına eş değerdir.
Emel Bilge Çınar
Bunları Yapmazsanız Çocuklarınızın Daha Kısa Bir Geleceği Olacak
Gerçek Dünyanın Cyberpunk Geleceği:
► Çok büyük ihtimalle 50 yıl sonra, dünya iklimi “yaşama
elverişli” hâlde olmayacak. “Çok büyük ihtimalle” dendiği
için sanki bunun olmama ihtimali de varmış gibi
anlaşılıyor ama bunun olmama ihtimali yok.
Sâdece tam olarak hangi koşullarda ve
zamanda gerçekleşeceği bilinmediği
için, bunun gibi bilimsel detaylar
birer “ihtimal” sınıfında
değerlendiriliyor.
► Çocuklarınıza
boşuna Pierre
Cardin uyku
seti alıp
Instagram’a
koymayın,
çünkü gelecekte
taze/yerel gıdaya,
temiz su kaynaklarına
ve tek merkezden tanzim
edilmeyen kotasız besinlere
erişemeyecekler. Bugün
hayatınızda köy tavuğu yok, onların
hayatında ise hiç tavuk olmayacak.
► Bence en akıllıca çözüm ya hiç ürememek;
çocuğunuz varsa da onu şu geleceğe hazır yetiştirmek:
Üretimin kas gücüne dayalı olmadığı, dikey/topraksız tarım
yapılan, ülkeler arası sınırların coğrafî/siyasî değil, besin
kaynaklarına göre tayin edildiği, totaliter bir gelecek.
► Şimdi, lab’larda üretilen ete, böcek proteinine,
endüstriyel gıda üreticilerinin büyüklüğüne bakılıp “Ya n’olcak,
aç kalmayız,” deniyor ama zaten siz değil, çocuklarınız aç
kalacak. Dünyanın, “üretmezse tüketir” diye hayatta bırakılan
tampon pazarlara ihtiyacı da sıfıra inecek.
► Mevcut “Universal Basic Income” öngörülerine
bakarsanız, bunun hep bir “ara geçiş enstrümanı” olarak
ele alındığını göreceksiniz. Devletler ve büyük devlet-şirket
konsorsiyumları, sonsuza kadar insanlara “sâdece var
oldukları için” para ödemeyecek.
► Tarımsal üretimi, Age of Empires’ta toprak eşeleyen
köylü basmak zanneden insanlarda “Aç kalırsak patates
ekeriz.” anlayışı hâkim. Ortaçağ’daki nüfusla bile gıda kıtlığıyla
nasıl baş edilemediğini bilmedikleri için 50 sene sonra, 14
milyara insana patates yeter sanıyorlar. Yetmeyecek.
Sorunu söyledik, peki çözüm için bu konuda “bir birey
olarak” ne yapabiliriz?
► Karbon ayak izinizi sıfıra indirin. Topraksız tarım,
dikey tarım, kuru tarım alanlarında kendinizi ve çocuklarınızı
eğitin. Sâdece kendi haneniz için tarımsal üretime başlayın.
Ekonomik kaynaklarınızı idareli kullanın.
► Kozmetik ve moda endüstrisindeki gereksiz, lüks vb.
harcamalarınızı kısın. Sâdece kendi ekonominiz için değil,
gezegenin kaynakları ve ekonomisi için de bu şart.
► Maddî yatırım ve yardımlarınızı, balık verene değil,
balık tutana yönlendirin. Misal, sâdece yoksullara yardım
eden bir vakıf yerine, yerli tohumu ve üretimi destekleyen
kuruluşlara yardım yapmak çok daha uzun vadeli ve akıllıca
bir yaklaşım olacaktır.
► İkinci el eşya ile, tamircilik ile, takas ile, ödünç
eşya ile, kiralama ile barışın. Yalnızca tükettiğiniz/sahip
olduğunuz sürece kaliteli yaşadığınızı, iyi yaşadığınızı, çağdaş
olduğunuzu söyleyen odakların propagandalarına artık
inanmayın.
► Sökük dikin, paça kısaltın, yama yapın. Mobilyalarınızı
atmak yerine, tamir edin/eskiyen kısımlarını yeniletin. LED
ampul alın. Su akarken boşa gitmediğini sanmak için elinizi
altına sokup oynatmayın. Çöpleri ayrıştırın.
► Çalıştığınız şirketin ve yaşadığınız devletin %100
dijital bürokrasiye geçmesi için önayak olun. Kâğıt fatura
kullanmayın. Apartman kapısından içeri atılan gereksiz
katalogları toplayıp mahallenizdeki kâğıt toplayıcılarına verin.
Yağmur suyunu biriktirin.
► Ofisten çıkarken ışıkları kapatan o enayi siz olun.
İklimsel koşullara uygun giyinmek yerine, patlıcan kollarını
saklamak için hırka giyip, klimayı -13 dereceye getiren iş
arkadaşınızı dövün. Yazıcıları kapatın. Çalıştığını bildiğiniz
hâlde o sınama sayfasını da bastırmayın.
► Uçak biletinizi kâğıda bastırıp, kontuardaki görevlinin
ağzına sokmanıza gerek yok. Dijital barkod ile işlem
yapılabiliyor meselâ. Diş macunlarının karton kutuda
satılmaması için başlatılan kampanyayı destekleyin. Oteller
korkunç gıda israfı yapıyor. Bu konuda da adım atmak şart.
► Dışarda yiyince, kalanı paket yaptırın. Kalan ekmekleri
çöpe atmayın, kızarmış ekmeğin hem kalorisi yarı yarıya
daha az hem de daha lezzetli. Olmadı köfte içliği yapın.
Evinizi her yıl boyatmayın. Duvar silmek de gayet işe yarıyor.
Rutubetlenme çaresi: Anti-bakteriyel boya.
Daha milyonlarca örnek verebilirim ama gerek yok. Ana
fikir yeterince açık sanırım.
GELECEK KARANLIK. ÇOCUKLARINIZ AÇ KALACAK. NE
YAPARSANIZ YAPIN, BUNU TAMAMEN DURDURMA ŞANSIMIZ
KALMADI. ARTIK SADECE ADAPTE OLMA ŞANSIMIZ VAR.
ADAPTE OLUN.
O
lanlar oldu işte.
Kıyamet gibi
koptu arından
insanoğlu. Parçalandı
nârından fikr-i
hissiyatı tane tane.
Gururun tanımını kibirli
ses tonlarıyla vurguladık.
Böye böyle kandırdık aşkı.
Sevgiyi mavraların kucağına
attık. Romantizmin ucuzuyla
ekonomi kastık yıllarca. Hep
daha iyilerine layıktık. Hep daha
iyilerine sakladık hayatın en
pahasını. Özgürlüğün tanımını
ihanetle salyaladığımız o
gün, teyet geçti ruhlarımız
bedenlerimizi. Kendine karşı
kazandığın zaferde kaybedenin kim olduğu hakkında en
ufak bir fikrin yok, öyle değil mi? Hükmen mağlubuz artık
birbirimize. Açılan sessizlikte kaybettik mâsumiyetimizi.
Başkalarının arttırdığı duygularla devam ediyoruz
yaşamaya. Başkaları için biraz sevinç ve biraz hüzün
topluyoruz yaşmamızdan bir kenarıya. Kemiklerimize
olan hâkimiyetimiz zayıflıyor yavaş yavaş. İskeletimizi
koruyamıyoruz. Kırılıyoruz kıvrıldığımız yerde.
Bu kısır döngünün evlâtlık çocuklarıyız. Aguşundan
koparıldık en taze duyguların. Kime toplandıysak ürkek
dallarından sevdanın, dağıldık ağızlarda en saklı tariflerle
pişirlen gün kurabiyesi gibi.
Büyük lokmalar hâlinde
çiğnendik hırslarımızla.
Yutuldu körpe fidanların
köklerine verilen sözler.
Unutuldu en yalnız zamanlarda
edilen yeminler. Kurutulduk
yeşermeye hevesli topraklarda.
Zaman kayması yaşadı
hayatlarımız. Çâre olamadı
kazanılan yalnızlık. Kendimize
karşı yitirdik güvenimizi.
Koruyamadık dudaklarımızdaki
ölüm cümlelerini. Sonsuz bir
sessizlik seçtik efkârın en
beterinden. Sustuk. Eceline
susadı tohumlarımız. Bu hâle
çözüm yok artık.
Öpülen hiçbir kurbağa
prens olmayacak. Saçalarını
taramayacak umudun
merdivenleri. En mutsuz
insanlar için güven
çalacağız zenginlik taslayan
heybelerden. Yalancının mumu vakitni kaybedecek.
İkindiler uzayacak. Güneş tüm yalanları ayyuka çıkaracak.
Işımayacak mücrim. Mücbir sebepler aşağılanacak.
Bahanesine sığınacağız ısıtmayan iklimlerin. Çıkmaz
sokaklara hüküm giyeceğiz. Terk edilmeyi ayrılıktan
sayacağız. Aldığımız kararlar hiçbir halta yaramayacak.
Geçiliyor yaşamın kıvrak hudutları. Sığmıyor konulduğu
kaba, taşıp kırlıyor güvenimiz. Dökülüyoruz. İçimizin içimize
dar geldiği anlarda yerle
yeksan oluyoruz. En
mâsum dileklerle
umduğumuz
anları, en hırçın
ordularla harap
ediyoruz. Viran
şehirler bırakıyor
sınırlarımıza hücüm
eden duygular. Ardına
bakmıyor hiçbir düşüm.
Öylece uzaklaşıp gidiyorlar.
Etimizden çıkartıyoruz
tüm insanlığı. Kendimize
olan saplantılı aşkımızla
nüfus ediyoruz başka
derilerin altına. Tüm
lisanlarda ötüyor hücum
boruları. Her dilde hâkimiyet yaşıyor umutlarımız. Dünyayı
karşımıza alsak o an, tüm dünya arkamızda duracak.
Sınır ihlali hüküm giymeyecek. Yasaklar büyük bir aşkla
tenefüs edecek gökyüzünü. Yırtılacak çizdiğimiz sınırlar.
Kulak asmayacak uyarılara asi çocukluğumuz. Serseri
bir proporsiyon takınacağız ceketlerimizin altında.
Durulmayacak bu su. Serilmeyecek yerelere yumruklarla
karşılanan duygular. Yaşanan her şey yaşandığı yerde son
bulacak. Her yeni adım yeni bir kavganın habercisi olacak.
Yıkılmadan, sorgulamadan, sonsuz bir inançla devam
ediyoruz koşmaya. Nefes nefese kalan biz değiliz. Nefes
Lütfen
Delinatörlere
Zarar Vermeyin
Gökçe Güneyoğlu
nefese kalan etimizden çıkarttıklarımız. Tüm pişmanlığı
sırtlayacak omuzlarımız. Yorulmak kimi zaman korkular
salacak. Fakat her zaman bu korkuların sarmaladığı
insanların bahçelerinde solacağız. Öldürdüğümüz yerde
doğacak geçmişimiz. Bu bağın üzümleriyle yıkanacak,
akıp gidecek tüm pisimiz. Geleceğin geçmişi taşıdığını yük
etmeyecek ümitlerimiz. Silinen hafızamız değil insanlığımız
olacak.
Ç
Ne
Müttefik Belli
Ne Sığınakların
Yeri…
ırılçıplak kalıvermek gibi, kentin
o en kalabalık meydanında,
bir akşam vakti. Simitçi,
tablasında kalan o son iki simidi
satmaya; kestaneci, zabıtadan
kaçmaya; dilenci, kirli mendiline
iki metelik daha katmaya; birileri
birilerinin ağzına sıçmaya
çalışırken, çırılçıplak kalıvermek
gibi işte, o akşam vakti.
“Ne müttefik belli ne
sığınakların yeri.” Bir yerde
okudum ya da duydum bu lafı,
uzunca bir zaman önce.
Araştırdım. Kim demiş,
kime demiş diye... Yeni jenerasyon
müzisyenlerden birinin şarkısında
geçmekteymiş. Hani şu genelde dudak
büktüğümüz, hafiften aşağıladığımız, bir şeye
benzetemediğimiz, tu kaka, pop kültürü ürünü
bir şarkı yâni. Şarkıyı da buldum dinledim bu arada.
Müzikalitesi, eh fena değil. Ama bu laf beni mahvetti be usta.
“Ne müttefik belli ne sığınakların yeri” ha!
Dedim ya işte. İnsanın, böyle çırılçıplak kalıverdiğini
ortalık yerde, hissettiği zamanları, dönemleri olur bazen.
Hayat, hemen şimdi, biraz önce kurduğum şu devrik cümle
gibi devrilir gider önünden. Bakakalırsın, fara tutulmuş
tavşan misali. Kimi melankoli der, kimi depresyon, kimi
bunalım, bohem takılma, psikopata bağlama vesaire işte.
İnsan böyle zamanlarda, tutunacak bir dal, tutuşacak
bir el, birlikte çarpacak bir yürek arar da bulamayıverir. Ne
müttefiki bellidir ne de sığınacak yeri işte.
Bol akıl vereni olur da destek vereni olmaz hiç.
Çırılçıplak kalıverir ortalık yerde be usta.
Hani üstad demişti ya: “Ne insanlar gördüm üzerinde
elbise yok; ne elbiseler gördüm içinde insan yok.”
Ne çok elbise var bi’ bakıversene çevrene usta. Ne çok
üniforma, önlük, apolet, kartvizit, etiket, şaşalı koltuklar,
devasa yekpare maun masalar, makamlar, mevkiler...
Oysaki, Süleyman bir sultan olmuş, saltanatı boşu boşuna be
usta!
Sözün kısası ne müttefik belli, ne sığınakların yeri be
usta... Ne sığınakların yeri...
Hele bir de her elinden gelene
müttefik, her gönülden dileyene
sığınak olmuşsan hayatın boyunca;
daha da zor be usta, daha da zor...
Bu bizim pop şarkıyı
dinledim birkaç defa daha üst
üste. Acayip laflar etti bana:
Bu kez anladım, kuru
dallardan yapma bi’ köprüden
geçiyorum dedi meselâ. Ben
ordaydım, erbabı yalnızları
yutan kentler biliyorum dedi.
Ve bu kez anladım, hüzünlerden
bozma mutluluklar yaşıyorum
diye itiraf etti derdini.
Kendime kızdım, ben de itiraf
ediyorum: Öyle böyle değil bu laflar
vallahi, değil mi? Neyse…
Ben ordaydım, acemi aşıkları boğan
sular biliyorum dedi ama burada ufacık ve
fakat kocaman bir itirazım oldu kendisine. Her âşık
kendi aşkının acemisidir ve her âşık o suda boğulur dedim
kendisine. Ben de bunu biliyorum. Aksi hâlde o, aşk olmaz
ki zaten. Şu yeryüzünde her sanatın ve zanaatın çıraklığı,
kalfalığı, ustalığı olur da aşkın ustalığı olmaz. Aşk zaten başlı
başına bir acemilik, başlı başına bir savrulma, başlı başına
bir kontrolsüzlük hâli değil midir?
İtiraz etmeden devam etti: Bu kez anladım, kartonlardan
yapma siperlere pusuyorum diye inledi. Ben ordaydım, huzurlu
zamanları yıkan sorular biliyorum dedi. Ve sustu. Çünkü ne
müttefik belliydi ne de sığınakların yeri usta. Belli olan tek
şey belki de, huzurlu zamanları yıkan soruların cevaplarıydı
ancak onlar da söylenemedi zaten.
Çırılçıplak kalıvermek gibi, kentin o en kalabalık
meydanında, bir akşam vakti. Simitçi, tablasında kalan o son
iki simidi satmaya; kestaneci, zabıtadan kaçmaya; dilenci,
kirli mendiline iki metelik daha katmaya; birileri birilerinin
ağzına sıçmaya çalışırken, çırılçıplak kalıvermek gibi işte, o
akşam vakti.
“Ne müttefik belli ne sığınakların yeri.”
Hele bir de her elinden gelene müttefik, her gönülden
dileyene sığınak olmuşsan hayatın boyunca; daha da zor be
usta, daha da zor...
A. Serkan Selay
“Üzerlerinde kanat çırpan dizi dizi
kuşları görmezler mi? Onları havada
rahman olan Allah’tan başkası
tutmuyor; doğrusu, o, herşeyi
görendir.”
(Mülk Suresi/ 19. ayet)
ün akşamdan beri dinmedi
yağmur, gökyüzü hâlime
ağlaya ağlaya bitiremedi.
Ne mukaddes insanmışım
meğer. Dökmüşüm demek
tüm günahlarımı. Bekleyin beni
huriler. Şimdi sen “Ölüm döşeğinde
nasıl şakalar,” bunlar diyorsun ya.
Morfinden. Kafa yapıyor meret ama
beş dakika sonra yine başlıyor ağrım
sızım, ölmeden daha bu dünyada yaşıyorum
cehennemi. Ölemedim gitti, şu yalan dünyada
bu kadar gerçek süründürülmez ki insan ama
hissediyorum içimdeki nefes sayısı azalıyor çok şükür. Dile
kolay iki yıldır böyle yatağa bağlı bir hayat, keşke şuurumu
da alsaydın Yarabbim. Son birkaç aydır tahammül edilebilir
bir acı değil çektiğim. Beni imanımdan etmeyeceğini bilsem
çoktan kıyardım canıma, vallahi de billahi de!
Tüm evlatlarım toplanmış etrafımda, gelinler, torunlar…
Keşke onlara bırakabileceğim bir şeyim olsa. Ne ara yaptık
biz altı çocuğu Müjde? Ne ara besledik, büyütük, koruduk,
kolladık, okuttuk, evlendirdik ya hu? Nasıl da kenetlenmişler
bu acı günlerde. Yek vücut olmuşlar nerdeyse. İyi ki de yok
malım mülküm. Ne mal davası, ne para kavgası… Kafam
kulağım rahat göçeceğim. Ah Müjdem, benim çilekeş karım!
Aa bak Müjde dedim de aklıma bir efsâne geldi birden.
“Garip,” diyorsun “ölüm döşeğindeki
birinin tesbih çekip tövbe etmesi
gerekirken…”
Ne yaparsın hayat kısa, efsâneler
uzun.
Efsâne bir müjdeciden bahseder.
Semazenin mitolojik bir yorumu
gibiymiş o, yeryüzündeki tüm
barış örgütlerinin ruhanî lideri,
gökyüzündeki tüm güvercinlerin
efendisi, yok ama var gibi, yoktan
var gibi, bir varmış bir yokmuş
sanki. Tüm efsâneler gibi.
Barışı müjdelermiş en çok,
sonra; kavuşmayı, şifayı, iyi
haberi, güzel insanı, aydınlık olan
her şeyi anlayacağınız. Kendinden
önce güvercinerinin kanat
sesleri yayılırmış etrafa. Barış
dediysek, güvercin dediysek…
Güvercinleri hemen “beyaz” hayal
etmeyin. Rengarenk olurmuş
onun güvercinleri, yeşil, pembe,
kahverengi…
Yürürmüş çıplak ayakları ile
suların üstünden, sislerin içinden,
gökkuşağının altından.
Bastığı yerden su çıkarmış, toprağı
işaret ettiği yerden fidan.
Zeytin dalı değil ekmek ufağı imiş aslında barışı
besleyen. Onun da sağ ayasının içinde sonsuz tane ekmek
ufağı olurmuş hep, etrafında güvercinler pervane…
D
Güvercinler mi, müjdeci mi, bu dünya mı, öte
dünya mı? Hiç belli değil ki dönen ne?
Müjdeci güvercinlerin merkezinde,
güvercinler dünyanın, dünya ise
görünmez bir varlığın avuç içinde.
Herkes sağ omzunda bir kuş
yuvası ile doğarmış onun ayak
bastığı topraklarda. Tüm gaye sağ
tutmakmış yuvayı, bozmamakmış,
satmamakmış, beslemekmiş,
büyütmekmiş…
Yüzü yok derler gören çocuklar.
Evet çocuklar görebilirmiş onu
ve temiz kalpli, ışık yüzlü, her daim
gülebilen her insanoğlu.
Ya hu ben burada efsânelerden
bahsediyorum benim hatun tutturmuş; “Bey,
şehadet getir, illa şehadet getir”. Nasıl yapayım hatun?
Tam şehadet getireceğim bir gülme geliyor. Sayenizde! Yeter
artık vermeyin o meretten, cennet kapısının önünde pusuya
düşürmesin beni körolasıca şeytan.
Ne diyordum?
Hı, evet iyi insanlar… İyi insanlar yüzü suyu hürmetine
dönmekte dünya, yağmakta yağmur, açmakta çiçek…
Dönecek bu dünya son umutçu da solana dek.
Yüzü yok dedik ya hani gözleri de yokmuş ama bakarmış
Tanrı onun gözlerinden yarattığına, hak eden her kulu için
de “ver bunun müjdesini” diye emir edermiş “Ol!” dermiş
sonra.
O sırada dumanlar tütermiş bacalardan, mektuplar
gönderilir, vasiyetler bırakılırmış, küsler barışır, hastalar
iyileşir, silahlar susar, havalanıp uçarmış kuşlar. Bazen
telefonlar çalarmış, bazen kapıla kucaklaşırmış
insanlar, kavuşurmuş aşıklar…
Bazısına ise ölümü müjdelermiş.
Gerçek dünyasına kavuşan, erenlere
komşu olan Allah’ın kullarının
adı yazarmış şapkasının altında
sakladığı mezar taşında.
Oh çok şükür yağmur dindi,
güneş açtı, kasvetli ve çamurlu
bir merasim olmayacak belli.
Gökkuşağı da belirdi gökte,
ne renkli bir kavuşma…
Şölen gibi, huzur gibi,
müjde gibi..
“Şehadet getir bey,
şehadet getir”
Ah Müjdem! Vah Müjdem!
Dur hele!
Dur ki, kuşların kanat
seslerini dinleyebileyim.
Dur ki şu ebedi rahatımı
tadayım, sindireyim, uzun
zaman sonra ilk kez acılarım
dinmiş.
Yüzünü gösterene hamd
olsun!
*
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!”
YUNUS EMRE
MÜJDECİ
Lavinya Öz
T
A
A
S
R
İ
B
E
GÜND SİZLİK…
SES
S
ibirya’nın buzla kaplı steplerinde yaşayan insanlar, yılın
neredeyse dokuz ayını -40 derece ortalama sıcaklıkta
geçiriyorlarmış.
Abartılı mı?
İnanın ben de Rus Bilimler Akademisi’nin yalancısıyım;
1974-2014 meteorolojik kayıtları ve dahi NASA öyle diyor.
Demek ki Sibirya’da kalorifer yakılmadan geçirilen yaklaşık
doksan gün, içine ilkbaharı, yazı ve sonbaharı sığdıran bir tek
mevsime dönüşüyor.
İklim koşularıyla mücadelenin çok çetin, hayatta kalmanın
zor olduğu yerlerde yaşayanların, doğanın insanı zorlamadığı
yerlerde yaşayan insanlara göre çok daha derin filozofik
sırlara vâkıf olabildiklerini düşünüyorum.
Bu durumu ‘Büyük düşünceler, büyük mucitler, büyük
kâşifler, büyük fâtihler ve de en büyük siyasal trajediler,
genellikle ılıman veya soğuk yerlerde doğarlar. Belli bir
olgunluğa ulaştıktan sonra da mutlaka sıcak yerlere inerler’
diye özetlemek mümkün.
İbn-i Haldun 14’üncü yüzyılda, Montesquieu 18’inci
yüzyılda farklı ifâdelerle çiziyordu bu gerçeğin altını.
O günlerden bu günlere literatürde İklim Teorisi ve
Coğrafya Hipotezi gibi adlar verilmiş bu yaklaşıma. Öte yandan
bu hiç kuşkusuz 14’üncü
yüzyılın çok çok öncesini
de kapsayan bir çeşit
‘medeniyet rotası’...
Nehir yatağı gibi,
suyun akış yönü gibi bir
şey…
***
Kış henüz başlamışken
coğrafî olarak Anadolu’nun
belki de en uzağında,
insanoğlunun yaşadığı
en soğuk yerlerden
birinde, Sibirya’da
yaşayan soydaşlarımızın
hayatlarını anlatan bir
yazı okumuştum. Sonra o
metinde geçenleri parça
parça sosyal medya
paylaşımlarda da gördüm.
Bir Yakut Türkünün
güncesi.
Yüz yaşındaki o bilge
diyordu ki:
1. Sevebilme yeteneği dünya üzerindeki en önemli
yetenektir. Herkesi sevmeyi öğren. Özellikle de düşman
bildiklerini...
u
z
u
v
a
l
ı
k
lanma
kıl
AK
İLM
N
A
K
Ş
A
V
SA
2. Tüm gücünle diğer insanlara yardım etmeye çalış. Eğer
mutluluk veremiyorsan en azından zarar da verme.
3. Zorluklar hayatın olağan durumlarıdır. Daha ciddî
zorluklar, hiç aşılmayacak engeller gibi gözükseler de hayatın
esas varlıkları onlar değildir; esas varlık, senin amaçladığın
şeydir. Gökyüzü oradadır, kimi günlerde bulutlarla kapanmış
olsa bile sen bazen biraz çaba göstererek, bazen de sadece
sabredip ertesi günü bekleyerek gökyüzüne ulaşabilirsin.
4. Ahlâkî olarak önceliğin ‘başka birine zarar vermemek’
olmalı. Sâdece şöyle düşün: Hiçbir zaman, hiç kimseye zarar
vermeyeceğim! Bunu tanıdığın herkese öğret. O zaman
gerçekten güven içinde uyuyabilirsin.
5. Sana saygı gösterilmesini istiyorsan başkalarına
saygı göster. İyilik bulmak için insanlara karşılıksız iyilik
yap, kötülükten kurtulmak içinse sana yapılan kötülüğü yok
say. Seni kötü birine dönüştürmeye çabalayan biri, onu yok
saydığın için kendini gerçekte daha da kötü hissedecektir.
6. Yolda yürürken bir kuş tüyü görürsen eğil ve al,
evine götür. Onu bir vazoya koyabilir, asabilir ya da rafta
bulundurabilirsin. Bu cennetten sana gelmiş güçlü bir tılsımdır.
Dünyanın sana verdiği bu işareti, ‘Ben varım ve seninle birlikte
yaşıyorum’ mesajını fark et.
7. Genelde geçmişimizi ‘altın çağ’ yada ‘altın günler’ olarak
adlandırırlar. Bu bir hatadır. Yaşadığın her an tam olarak senin
altın çağındır.
8. Eğer dünyayı
değiştirmeyi amaçlıyorsan
önce kendini değiştir.
Aşkın ve mutluluğun sana
yükleyeceği enerjiyi iyi
öğren. Bunlar bir insanın
görünmez kanatlarıdır.
Gülümsemek, kahkaha
atmak ve yaşadığın andan
keyif almak, seni uçurur.
9. Hayat çok kısadır.
Bunu gözyaşlarıyla
ıslatıp çürütme. Kendi
çağının kralı olabilir, iyi
şeyler yapabilir, daha
fazla mutluluk nedeni
keşfedebilirsin. İstersen
tabiî…
10. Eğer sevdiklerin
sana suçlu olmadığın bir
şey için kızdılarsa onlara
küsme, aksine sıkıca sarıl
ve suçlamalar dininceye
kadar kollarını hiç gevşetme.
11. Ruhunda bir sıkıntı, bir tükenmişlik hissediyorsan
hemen şarkı söylemeye başla. Kalbin hangi şarkıyı söylemek
istiyorsa onu söyle. İnsan kalbi bazen bu yolla konuşmak ister.
Onu susturma.
Levent Albayrak
BEN SALDA
12. Her zaman hatırla, asla aklından
çıkarma: Tanrı tektir. Biz kaç farklı sözcükle
adlandırırsak adlandıralım, tektir. Farzet ki
o tek Tanrı, dağın tepesindedir. Farklı din ve
inançlar, bu tepeye ulaşmanın farklı yollarını
sunarlar. Kime istersen dua et, ancak bil ki
senin asıl amacın dağın bir yerine -cennetedeğil, en yükseğe -Tanrı’ya- ulaşmak olmalı.
13. Eğer bir şey yapmaya karar verdiysen
o andan sonra kendinden şüphe etme. Korku
seni kendinden ve doğru yoldan saptırmaya
çalışacak. Eğer ilk defasında başaramadıysan
ümidini sakın kaybetme. Her küçük zafer seni
daha büyüğüne yaklaştıracak. Yenilgiler de
öyle…
14. Hayat sana yüzünü ya da başka bir
tarafını çevirmiş olabilir. Aldırma buna. Çok az
kimse aslında hayatı çevirenin gerçekte kendisi
olduğunu anlayabilir.
15. Asla pişmanlık duyma! Ne olursa olsun
yaptığın bir şeyi ruhun arzuladığı için yaptın ve
o, geçmişin koşullarında yapabileceklerinin en
iyisiydi. Elbette daha iyisi de mümkündür. Ve
sen şimdi daha iyisine kendi geleceğinde yer
verebilirsin.
16. Kalbinde her hangi bir baskı olmadan
rahatça nefes alabilmek için gerektiğinde
ağlamayı öğrenmelisin. Gözyaşlarını içine
akıtırsan çürürsün, korkmadan dışına
akıttığında gerçekten insan olabilirsin.
17. Günde en az bir saat sessizliğe zaman
ayır. Buna en az iletişimle geçen zamanların
kadar ihtiyacın var.
18. Ve… Eğer her şeyi yaptığın hâlde durum
senin üstesinden gelemeyeceğiniz bir hâl
aldıysa, artık hiçbir çıkış yolu yoksa ellerini
yukarı kaldır. Dua etmek, inancı zayıf insanlara
bile bazen çok iyi gelir. Sibirya’da yaşayan
bütün soyların bildiği güzel bir Yakut atasözü
vardır: Biri seni yiyip yutmuş olsa bile pes
etme; en azından iki çıkış yolun vardır.
İyisi mi ben bu muazzam ifâdelerin
-özellikle de şu pek mânidâr atasözünün- üzerine
bir şey söylemeyeyim.
Ama siz, eğer vaktiniz varsa, lütfen dönüp
tekrar göz atın bu on sekiz öğüde. Sonra sizin
şu anki halet-i ruhiyenizi en iyi anlatan ya
da sizce herkesin en fazla dikkate alması
gereken üç öğüdü belirleyin.
Ben de aynısını yapıyorum şimdi…
Ve en önce 17’nci sıradaki öğüde dikkat
kesiliyorum: Kalabalığın, gürültü patırtının,
milyonlarca akıl çeldiricinin, sayısız sorunun,
havada uçuşan yüzlerce isteğin, upuzun iş
listemin, başa çıkılması gerçekten çok zor bir
koşturmacanın, korkunç bir akıntının içinde
‘günde en az bir saat sessizliğe (ve yani
bütünüyle kendime) zaman ayırmayı’ listemin
en başına alıyorum…
Yapabilsem keşke…
Bu, sonraki her şeyi doğru anlamak ve
sonra da gerçekten doğru şeyler yapmak için
harika bir ‘milat’ olur.
Kızılderili Reis Saetle der ki; “Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar,
dağları örten ormanlar yok olmuş, atlar ehilleştirilmiş ve her yer
insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın
sonu ve varlığını sürdürebilme uğraşının başlangıcı başlamış olacak.”
IB
en Salda! Göllerin prensesi derler bana. Dünyada
ender rastlanabilecek beyazlıkta kumsalım, masallar
diyarında bile konuşulur. Berrak, turkuaz rengi suyum
beyaz kumsalımla buluşunca Maldivler kadar cezbeder
ziyaretçilerimi. Tenim, Mars gezegeni ile aynı özellikleri taşır.
Etrafımdaki killer ile hasta ciltlerine şifa bulur insanlar. 184
metre derinliğimle ülkemin en derin, en temiz gölüyüm ben.
Oligotrofik özellikte, az tuzlu, yüksek alkalin değerine sahip
suyumda sazan, ot balığı ve salda yosun balığı asırlardır
hayat bulur. Tabiat parkım içinde 110 kuş türü özgürce yaşar.
Bu türlerden 62’si ötücü, 38’i su kuşu, 9’u gündüz ve 1’i ise
gece yırtıcısıdır. İçinde endemik türler de olan 61 familyaya
âit 301 sucul ve karasal bitki türüne ev sahipliği yapıyorum.
Aynı zamanda jeolojik gelişimini sürdüren ve iki milyon yıldır
yaşayan bir canlıyım ben.
Yaşadığımız yere eskiden “Göller Bölgesi” derlerdi.
Artık “Çöller Bölgesi” diyorlar. 1960’larda 14 doğal göl vardı
çevremizde. Şimdi beşe indi. Burdur Gölü bile can çekişiyor.
Böyle giderse 20 yıl sonra o da bir bataklığa dönüşecek. Son 50 yılda
Marmara Denizi’nden daha büyük bir göl varlığı insanların kötü muameleleri
sonucu yok oldu.
Ülkemin neresinde bâkir bir doğa alanı varsa şehirli züppeleri oraya
ulaştırmak için geniş yollar, konaklamaları için beton binalar, vakit
geçirmeleri için “millet bahçeleri”, araçları için betondan parklar yapıyorlar.
Sonra bu züppeler hoyratça kullanıyorlar doğayı. Üstelik bu hoyratlığı sâdece
doğaya değil, bütün topluma karşı gösteriyorlar. İşgal altındaki İstanbul’da
İngiliz subayı olarak görev yapmış ve hoyratlığın ne olduğunu uygulayarak
yada sesiz kalarak şahit olmuş John Bennet doğru tespit etmiş; “Doğaya
hoyratça davranan toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler de hoyratça
oluyor.”
Benim ziyaretçilerim kumsalıma ayakkabıyla bile girmeyen, beni görmek
için bütün zorluklara katlanarak sırt çantası ile yol kat eden doğaseverlerdi.
Şimdi lüks araçlı şehir züppelerinin, çöl bedevilerinin metresi yapmak
istiyorlar beni. Hayır, ben bu değilim. Bana ulaşmak, benimle yaşamak bedel
ister. Patikada yol almak, çadırda sabah etmek gerekir. Bu bedeli ödeyenler
kıymetimi bilebilir ancak.
Ben Salda! Ben bir kent yosması değilim. Bâkir doğanın son prensesiyim
ben. Beni bir kent yosması gibi pazarlamaya kalkmayın. Yok olur giderim,
nefes alamam aksi hâlde. Ben yok olursam siz de yok olursunuz. Beni yok
etmeyin!
Nobel ödüllü ünlü tıp adamı Paul Ehrlich’in dediği gibi “Doğa insan
olmadan da yaşar ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.”
D
emincek demlememiş miydi çayı? Çaydanlıktan havaya yayılan buğuya bakıp bakıp anılara dalıyordu. Az önce silmemiş
miydi gözyaşlarını? Fakülteden
mezun olduğu gün, canciğer dediği arkadaşlarıyla ayrılırken ıslanan yanakları ne ara kurumuştu?
Demlikte oluşan buğu, gözlerinde
de oluştu. “Zaman” dedi, “zaman,
biraz acı bizlere.”
“Öğretmenim! Beslenme saatimiz geldi.” Ezile ezile birbiri ardına
dizilmiş bu cümlelerle kendine geldi.
Hafifçe başını sallayarak onayladı. Çocuklar, ellerinde bardaklar ile sobanın üzerinde demini almış çaydan almak için sıraya girdiler.
Köyün her daim asude oluşu, çocukların da fıtratına işlemişti sanki. Onlara bakınca içine bir dinginlik gelir, Dünya’nın
döndüğünü bile unuturdu âdeta. Beslenme saati bitince, öğrencilerini ilk defa görüyormuş gibi tek tek inceledi. İstemsiz
bir şekilde ellerini kenetlemiş çenesinin altına destek yapmıştı. Birazdan, bu köyde, bu sınıfta, kendileriyle son günü olduğunu söylerken titreyecek olan çenesini gizlemekti belki de böyle duruşu.
“Çocuklarım” diyebildi. Uysal bakışlı öğrenciler sessizce
söyleyeceklerini beklemeye koyuldular. Bugün onlardan ayrılacağını, davranışlarından anlamışlardı. Sınıfın en cevval öğrencisi Ergen, -gerçekte adı, Müslüm idi. Fakat sülalede doğan ilk
erkek çocuk olduğu için ona böyle sesleniyorlardı- izin alarak
ayağa kalktı.
“Keşke şartlarınız uygun olsaydı da burada kalabilseydiniz öğretmenim. Üzülmeyin,” dedi ve oturdu. Diğerlerinde de bu
cümleler ile müşterek yüz ifâdeleri vardı. Kendisinin söylemek
isteyip de bir türlü söyleyemediğini Ergen, söyleyivermişti işte.
O anda yükünün hafiflediğinden ziyade kat kat arttığını hissetti.
Ardından, gözleri ile selâmladığı öğrencilerini, gözlerinden öperek vedalaştı. Bir çantayı bile doldurmayan eşyalarını topladı.
Kitaplarını kendinden sonra gelecek olan meslektaşına armağan olsun diye lojmanda bıraktı. Yüreği öylesine kalabalıktı ki;
Ahmet’in hoyrat bakışları, Ayşe’nin ürkek gülümseyişi, Hasan’ın
okula odun taşıyan çatlamış minicik elleri… Köye,-sâdece bir
tane- öğle saati uğrayan minibüse binmek için şase yola çıktı.
Dönüp son kez köye baktı. Okul bahçesinde dalgalanan asil kırmızıyı görebiliyordu sâdece. Bu manzara da ona yetti. Gururla,
gelen minibüse bindi.
***
Şehir merkezinde çalışacağı okulun bahçesine girdiğinde
okul binası, ne kadar da devasa görünmüştü gözüne. Hele bir
de sınıfa girip hepi topu yirmi mevcutlu köy okulunun küçücük
sınıfı ile burayı kıyaslayınca şaşkınlığı ve tedirginliği iyice arttı.
Elindeki evrak çantasını daha bir sıkı tuttu. Masaya oturup sınıfı
süzmeye başladı. Bu kez odun sobası da soba üzerinde kaynayan çaydanlık da buğusunda tüten anıları da yoktu. Kırka yakın
öğrenci, ona merakla bakıyorlardı. “Her başlangıç, daha önce
tatmadığınız bir heyecan uyandırır. Sevin! Gittiğiniz yeri, yaptığınız işi ve en önemlisi talebelerinizi sevin.” Fakültedeki hocaları, onlara döne döne böyle söylerdi. Yeni öğrencilerinin, çıkarsız
ve tertemiz bakışlarıyla tedirginliğini üzerinden attı.
Oturduğu yerden kalkarak tebeşiri eline aldı ve kocaman
harflerle adını soyadını tahtaya yazdı. Kısaca kendinden bahsedip çocuklarla tanışmak istedi. Köylü olsun şehirli olsun; çocuk çocuktu işte. Suskunu, konuşkanı, haşarısı, durgunu hep-
si de yeri göğü anlamlandıran renkler
gibiydi.
“Yasin Altıntaş. Annem bir şirkette işçi, babam ise tamirci. Üç
kardeşiz.”
“Zehra Güvercin. Annem ev
hanımı, babam elektrik ustası.
Dört kardeşiz.”
“Melisa Çoban. Annem mobilyacıda çalışıyor, babam ile ayrılar. İki kardeşiz.”
“Canan Kaya. Annem ev hanımı, dört kardeşiz…”
Kısa bir sessizlik. “Evet Canan, devam et lütfen.”
“Babam…”
“Evet kızım, dinliyorum.”
“Benim babam…”
Anlaşılan ilk karşılaşmalarda kendi gibi ürkek birileri de
oluyordu. Oturmasına izin verip diğer öğrencinin kendini tanıtması için söz hakkı verdi. Zilin sesiyle sınıf, arı kovanı gibi uğuldamaya başladı. Çıkabileceklerini söyleyip kendisi de yerleşme
işine koyuldu. Canan isimli öğrencinin bu tutukluğu üzerinde de
-ilk günün telaşından olsa gerek- pek durmadı.
***
Çabucak alışmıştı yeni yerine. O, öğrencilerini öğrenciler de onu hemencecik benimsemişti. Aldığı sınıf, üçüncü sınıftı. Dersler dersleri, günler de günleri kovalarken bir de baktı ki
sene sonu gelivermişti. Elinde karneler ile sınıfa girince çığlıklar, alkışlar kopmuştu. Bu durumu da ilk defa yaşıyordu. Zira
köyde çalışırken öğrencileri, hiç böyle davranmazdı. Onlar, henüz çocukken bir yetişkin gibi tüm sorumlulukları üzerine almış, birazdan yaşlanacak ve bir köşeye çekilip geçen ömürlerinin muhakemesini yapacak gibi yaşarlardı. Toprağın sükûtunun
sûretiydi köy çocukları. Acaba, Canan da mı köyden gelen bir
çocuktu? Neden babası hakkında konuşurken susuvermişti?
Onun bu kadar sessiz ve içe dönük hâli ona, bunları düşündürmüştü. Çünkü bu öğrenciye birkaç kez yaklaşmaya çalışmışsa
da başarılı olamamıştı. Canan, sınıfın cıvıl cıvıl havasına tezattı.
Daha karnelerini almadan yaz tatilinde neler yapacaklarını anlatmaya koyulan öğrencileri dinliyordu. Kimi yaylaya, kimi başka şehirde yaşayan teyzesinin yanına kimi de babası ile
birlikte işe gidecekti. Köydeki çocuklar, çoktan tarlada hasada
başlamışlardı bile. Kimin kimden ne haberi vardı ki? Karneleri
neşe içinde dağıtıp dördüncü sınıfta görüşmek üzere birbirlerine iyi dileklerini sunarak vedalaştılar. Arkadaşları ve öğretmeni
ile tek bir kelime etmeyen, yine Canan oldu. Bu yavrucak, iyiden
iyiye onda merak uyandırmıştı. Yaz tatilinde ara sıra aklına düşüyor ve bu sessizliğinin, tutukluğunun sebeplerini düşünüyordu. Diğer çocuklara sormayı aklından geçirmiş fakat onu üzmek
endişesiyle vazgeçmişti. Görünürde de sıkıntı oluşturacak bir
durum söz konusu değildi.
“Koca yaz tatili” denilen şeyin, hızlıca geçen zamanın yanında lafı mı olurdu? Okul bahçesinde onu, gülüşerek karşılayan
öğrencileri, çağıl çağıl kabaran sular gibiydiler. Allah’ım! Ne ulvî
bir meslek icra ediyordu. Merhamet, arınmışlığın ta kendisiydi.
Ve merhamet, masumiyete muhtaç değil miydi? İşte! Masumiyet, koşarak kendisine gelmişti. Sarmaş dolaş olup sınıfa gittiler. Gözleri ilkin, Canan’ı aradı. Canan, yine aynı durgunluğu ile
arka sıralardan birine ilişmişti. Zor da olsa bakışlarını yakalayıp
gülümseyerek ona göz kırptı.
Yaşıtlarına göre uzunca boyu, boyuna göre cılız duran bedeni ve esmerce bir teni vardı. Küçücük yüzüne uygun, ufacık
CANAN
Serap Kılınçoğlu
S
Ramazan Arslan
eni alnıma çattım. Alnımda
dinlenmeye bıraktım
seni. Bir toplu iğne ağzına
yetecek kadar kanaman vardı,
sardım. Sardunyalarla sardım,
sardunyalarla kapattım. Artık
hiçbir Ortaçağ kâhini seni
öngöremeyecek. Sesin yıkıp
geçecek bütün kehanetleri.
Yıkıp geçecek bu evleri,
pazar yerlerini köyleri… Yerin
altındakileri yeniden diriltecek
sesin.
Bir mevsimi sardım sana.
Dönsün dursun içinde. Bir an
içinde dönsün dursun diye
faldan, kelimeden, cümlemizden
uzak bir mevsimi sardım sana,
unutma. Unutma kış bizimçün
bahar ve sonu zor şeyler
konuşacaksak kapat. Hiç yeri
değil Ortadoğu gül kokuları akan
kan.
İçinde bir çukur var senin,
ona inanıyorum, bir de tüplü
televizyonlardaki saatlerin hiç
bitmeyen pillerine. Bitmeyen
şarkılara, bitmeyen çarşılara, hiç
bitmeyen meydanlara, yollara,
dağlara, taşlara, kenar mahallede
bir pazar gününe, falçatasız kunduracılara,
annemin kurarken dilinin sürçtüğü tüm
cümlelere...
Doldukça boşalıyor gözlerin, ben
indirgenmek istedikçe daha çok doluyorum.
Bir kuş kapıyor seni benden. Yad ellere
gidiyorsun. İçimden yalan yanlış şeyler
geçiyor. Yalan ya da yanlış geçip git istiyorum.
Çarpıp geç istiyorum. Dokun git.
Yanlış yerdeysen eğer elimden bir
şey gelmediği için değil ellerimin ellerini
çizeceğinden korkmamdan belki de. Ve
yanlışsa bütün yollar çabuk çık o şeritten.
Mahcubiyet, burukluk; boşuna.
Ne de olsa bir yara iki kişilik, takma
kafana. Yatar çıkarız, tutar öderiz, çeker
gideriz. Böyle gaileli şeyler kurup durma.
Ne de olsa hiçbir harita hiçbir pusula hiçbir
dürbün ayrılığı tamı tamına göstermez. Ve şu
dağları kimsesiz sanma.
Acabayla girilen, gece sürülen divan,
varılan han. Bana hep seni unutturuyor.
Ölümden gayrı derman bilmem. Beni
anlamaya yelten, düşünmeyi düşün,
sevmeyi sev. Başka hiçbir şey istemem. İlla
dolacaksan bir serum gibi açtığın bu çukura
dol. Saçlarınla beraber, hırkalarınla beraber.
Bütün adlarınla.
Seni aldım ve dünyanın bütün alınlarından
esirgedim. Korkma.
Muhtelif Cıvata Kalp
bir çift kara göz ve gözlerinden de kara kara kirpikler. Güzellik göreceliydi fakat kız, tam bir cimcimeydi. O günkü ilk ders, aile ve yardımlaşma ile ilgiliydi.
Konuyu anlatıp öğrencilere sorular yöneltmeye başlamıştı. Göz ucuyla Canan’a
baktığında kızın, rahatsız kıpırdanışlarını görmüştü. Aylardır kafasında atıp tuttuğu bu meseleyi çözmenin tam da sırası gelmişti. Birkaç öğrenciye soru sorduktan sonra Canan’a yaklaşarak konuşmaya başladı. Konu, aile olunca iş dönüp dolaşıp yine babaya geldi. Canan’da yine aynı tutukluk…
“Baba, evin lideri olsa da ailede herkesin fikri alındıktan sonra karar verilmelidir. Harcamalar da yine böyle olmalıdır, öyle değil mi Canan?”
“Evet, öğretmenim.”
“Peki, sizin ailede de böyle mi oluyor?”
Bu soruyu, onu incitmekten korkarak sormuştu.
“Evet, öğretmenim. Babam, kazandığı parayı anneme verir ve gerekli harcamayı birlikte yaparlar.”
“Baban ne iş yapıyor peki? İlk tanışmamızda da yarım kalmıştı, sanırım süre yetmemişti.”
Canan, küçük kara gözlerini yere indirdi ve yine sustu. Sınıfta da sessizlik
hâkimdi. Devam etmeli ve bu muammayı artık bir sona kavuşturmalıydı. Soruyu nazikçe tekrarladı ve tebessüm ederek cevabını bekledi.
“Benim babam…”
“Benim babam çö…, çöpçü,’’ derken, sesi gitgide kayboldu.
Zor bela kurduğu cümlesinin ardından sessizce yerine
oturdu. Oturduğu yerde biraz daha küçüldü benim cimcime kızım. Esmer teninin rengi kırmızı renk ile bütünleşti. Önünde açılı duran kitaba bakıyordu sâdece. Sanki
kitap sayfasında bir boşluk bulmuş, o boşlukta kaybolup gitmek istiyordu. Onu, bu konuda birisi mi incitmişti yoksa kendisi babasının yaptığı işten dolayı dışlanacağını düşünüp mü herkesten gizlemişti? Sınıftaki sessizlik, hâlâ devam ediyordu. Canan’ın yanına
oturdu ve eliyle eğilmiş başını yavaşça doğrulttu.
Başını okşadı. Gözlerini, gözleriyle buluşturup
ona gülümsedi.
“Benim güzel yürekli yavrum. Bu utanılacak bir şey olamaz asla. Helâlinden kazanılan
para, hakkıyla yapılan bir iş neden utanılacak
bir şey olsun ki? Bizi kirlerimizden arındıran
insanlar, bizim başımızın tacıdır. Bu insanlar
bizim utanç değil, gurur kaynağımızdır.”
Bu cümleleri dinleyen yavrunun gözleri aydınlandı. Bir süre yüzüme öylece baktı, ben de ona… Ardından gül yüzünde gülücükleri görünce benim de
içimde güller açtı. Birbirimize sımsıkı sarıldık. Sınıfta bir alkış koptu. Onlar da bir bir gelip Canan’a sarıldılar.
O günden sonra Canan, arkadaşlarıyla gülüp
şakalaşıyor, derslere daha istekli katılıyor ve en
önemlisi hep gülümsüyordu. Böylece bu sınıfı da
mezun edip ayrılma vakti gelmişti. Tek bir bakışın tek bir gülümseyişin, kendini garip sananların dünyasını nasıl da aydınlattığını bu sınıfta Canan ile bir
kez daha fark etmişti.
***
Geçenlerde yolda yürürken mezun ettiği bir öğrencisini gördü. Uzun yıllar geçmesine rağmen hemen tanıdı,
Yasin’di bu. Yasin, sağlık teknisyeni olmuş. Ne kadar sevindiğini kelimelerle anlatamazdı. Yasin’e, diğer öğrencilerini sordu. Yasin, birkaçı ile görüşebildiğini ve istedikleri üniversiteyi kazandıklarından bahsetti. Son olarak da Canan’ın
evlendiğini ve yenilerde bir bebeğinin olduğunu söyledi.
Gözlerinin dolduğunu hissetti. Demek cimcimesi, canına
can katmıştı. Canan gibi her daim gülümseyecek ve gülümsetecek yeni canlar…
E
rzurum öte ilk kez geçiyorum. Kar yağışıyla çıktım Kırıkkale’den, babam ve amcam uğurladı beni. Kalabalık uğurlama törenlerini sevmiyorum çünkü. İlki hariç Kazakistan’a
her yolculuğum ve askere gidişim de sessiz sedasız
olmuştu.
Erzurum-Ağrı-Kars
istikâmetine devam eden
araçların kışın ortasında neden İmranlı Alışkan Dinlenme
Tesisleri’nde durduğunu daha önce bir kez daha sorgulamıştım. İmranlı Türkiye’nin Sibirya’sı olabilir. Bunu söylerken elbette ki Kars ve Erzurumluların “Gars’ın soyuği üşütmir gardaş!” veya “Ezzürüm’ün soyuğu üşütmez baba!” beyanlarına dayanıyorum.
İmranlı’dan sonra daha büyük bir kar yağışı beklerken
Erzincan’a doğru havanın açıldığına şahit oldum. Şanssızlığıma
bakın ki hayranı olduğum bu güzel Türk şehri Erzincan’dan gece geçmek zorundaydım ve üç yıllık doğu maceramın sonunda
bir kez bile Erzincan’ı gezme şansı bulamadım. Umarım Erzincan
hâlâ hatırladığım gibi -15 yıl öncesi- Türkiye’nin en güzel şehridir. Bu şehir, hayatımın bir dönemini geçirmek istediğim yer aslında nasip olur mu, Allah bilir…
Erzurum-Köprüköy’ü geçtikten sonra düz yollar kıvrımlanıyor, uykusuz gözlerim arada kapanırken onbeş-yirmi dakikalık
dalıp gidişlerim boynumun ve sırtımın ağrımasına sebep oluyordu. Gece yarısıyla sabahın ilk ışıkları arasında ortada bir yerlerde yol bizi, hasretine düşkün olduğumuz Hazar’a götüren Aras’a
karıştı. Altayların, Sayanların, Tanrı Dağları’nın öz kardeşi olan
Kafkas Dağları güneybatı sınırında Allahuekber Dağları’yla bizi
selâmlamaya başlıyor.
Kaçan uykumu, bize hayat veren suyu ve bize onurlu, başı
dik yaşamayı hatırlatan dağları ve alçakgönüllülüğü öğreten toprağı cebimden çıkardığım bir kâğıda karalıyorum.
“Suları, eğri büğrü yollarla sürüyorum,
Kardan bir umacıyı toprağa bürüyorum.
Issızlaşıyor bozkır, serhaddinde yurdumun
Düşlerin sonunda gerçek dağlar görüyorum...”
Karakurt’tan itibaren Kars yolundan ayrılıp Iğdır yoluna sapıyoruz. Buradan sonrasında sağlı sollu uzanan dağlar ve daha
da coşkun akan Aras suyu, cennet memleketin yaratıcısına şükür
sebebi oluyor. Dağların başındaki kar
bana Orta Asya’daki tren yolculuklarını hatırlatıyor. Otobüsün aşağı-yukarı, sağa-sola esnemesine
neden olan kıvrımlı yollar ise öğretmenim olan yolların bir diğer
yüzünü gösteriyor bana.
Ağlayan bir bebek bütün
otobüs halkını uyandırırken alacakaranlık bir homurdanış ve
söylenme de bütün otobüsü kaplıyor. Uykusundan uyanan muavin ikram arabasını hazırlarken şoför mahallinden de mide bulandıran bir sigara dumanı sızıyor otobüsün içine. Bazen dağların verdiği küçük aralıklardan göremediğimiz köylerin yollarını görerek oralarda
bir yerlerde köylerin olduğuna iman ediyoruz. İkram
ve sabah sıcak kahve içmek fikri benim ve benimle birlikte otobüs halkının uykusunu açıyor.
Bazen dağların tepelerinin otobüsün üstüne doğru uzadığını
ve bir kemer oluşturduğunu düşünüyorum. İki dağ sırasının arası bir korku tüneline benziyor, Aras’ın coşkun suyunun köpükleri ise bazı yerlerde doludizgin koşan akçıl ve konur bozkır atlarını hatırlatıyor. İzlediğiniz tarihle karışık bütün fantastik filmlerin,
okuduğunuz kitapların ortasına düşmüş gibi oluyorsunuz burada.
İnsanın kitaplar dolusu öğrendiklerinin bir gün karşısına çıkması
mutluluk kaynağı oluyor nedense. Bir macera olarak iki insanın
birbirini sevmesi gibi tehlikeli görünüyor dağlarda gezmek.
Otobüs korku tünelinden çıkarken birden bire dağlar soluğumuzu genişletti ve Aras biraz daha sakinleşerek yanımızda yürümeye devam etti. Başı dumanlı karlı dağların eteklerinde kar
kalmamıştı ve köyler daha net seçilebiliyordu artık. Etrafını yüce dağların çevirdiği geniş, engin bir ova karşıladı bizi günün ilk
ışıklarıyla. Köylerin yerleşimi ve Erzincan’dan sonra değişen çatı
malzemesi bana Kazakistan’daki köyleri hatırlattı. Sıra sıra köylerin tarihin derinliklerine gizlediği acılar birden ortaya çıkar gibi
oldu. Sibirlerden bugüne dek Türklere ev sahipliği yapan Güneybatı Kafkasya, Ermenilerden bu tarafa terör faaliyetleriyle zihnimde oluşan imajını yavaş yavaş yitiriyordu.
Sabahın ilk saatlerinde doğudan batıya, batıdan doğuya gidip gelen araçlar hayatın başladığının en bariz göstergesiydi aslında. Sol tarafımızda kalan barajda çalışanları, araba bekleyen
yolcuları gördükçe de benim heyecanım artıyordu. Öyle bir heyecanım vardı ki Keçivan Kalesi’nin burçlarına bayrak dikecek güçte görüyordum kendimi. İnsan hayatının dönüm noktalarına doğ-
HEYECAN
Mustafa Ulusoy
Kırkı Çıktı Deli Gömleklerimizin
ru ilerlerken yavaşlar ya, hani zaman durur, otobüste öyle yavaşladı yolda seyrederken. Bir taraftan neler yapacağımı, yapmam
gerektiğini, kimlerle tanışacağımı, diğer taraftan da ev tutmam,
eşya almam gerektiğini düşünüyordum.
Köylerin tabelalarına dikkat ederken “Kuloğlu” tabelasını görünce öğrendiğim bilgilere dayanarak iyice yaklaştığımızı anladım ama zaman daha da yavaşladı bu andan sonra benim için.
Buradan sonra ise kafamı sürekli sağa sola çevirerek tam olarak
geldiğimizi anlayabileceğim bir merkez aradım. On dakika sonra ise dörtyol gösteren bir tabela gördüm. Tabelada sağa doğru
benim son durağım işaretlenmişken ileri doğru ise otobüsün son
durağı yani Iğdır gösteriliyordu.
Mevzubahis dörtyolda durup yolcu indiren otobüsün penceresinden otobüsün yolcularından birini karşılayan bir grup insanın mutluluğuna tanık olurken, kendimi birden ıssızlığın ortasında yapayalnız hissettim. Annem, babam, kardeşim, akrabalarım, dostlarım, arkadaşlarım geldi aklıma. Kazakistan’a giderken
de benzer bir hisse kapılmıştım. Aptalca bir “unutulma” kuruntusuydu bu galiba. Çok uzaklardan bir yerlerden yola düşenlerin
geldikleri evde kimseyi bulamaması korkusuydu bu. Kendimi böyle olmadığı konusunda iknaya bile kalkışmadım.
Otobüsün yeniden hareketiyle kendime geldim. Otobüs sağa
yukarı doğru kıvrılırken ilk evleri fark ettim. “Ne zaman varacağız?” sorusunun cevabı yolun menderesler çizerek küçük yaylaya
doğru çıkmasıyla gecikti, gecikti ve fakat sonunda şehrin ilk evlerinin dengine geldiğimizde caddelerin, sokakların, evlerin mimarisine kaptırdım kendimi. Bu sırada içimden bir türkü geçmeye
başladı. Bu seferki türküm memleketin en doğusundan geliyordu.
Bu şehre girdiğimizde ilk fark ettiğim şey yol kenarlarındaki kanallar ve yüksek avlu duvarları oldu. Kendimi bir kez daha
Türkistan’da hissettim. Bu yollar ve avlu duvarları o kadar çok
benziyordu ki Rusların inşa ettiği şehirlere. Çatıların olukları ise
buranın gerçekten Rus mantığıyla yapıldığına kanaat getirmeme
sebep oldu. Aynı duyguyu ilk kez Kars merkeze gittiğimde de yaşayacaktım. Kars ise bana Çimkent’i hatırlatmıştı. Otobüs ilerledikçe eski Ermeni ve Rus tipi evler beni mutlu etti fakat şehrin
düzensizliği de bir o kadar üzdü.
Derken otobüs durdu, dar bir yerde manevra yaparak sola
doğru girdi ve çok az daha ilerleyerek eski, bakımsız ve iki otobüsün bile aynı anda zor sığacağı otogarda durdu. Otobüsten nasıl indiğimi ve bavulumu nasıl aldığımı hatırlamıyorum ama ileride ahbabımız olacak taksicilerden birinin sesini duydum:
“Hoş geldin gardaş! Nereye gidecaksan?”
“Daha bilmiyrim abeci (ağabeycik).”
“Anbu (aha bu), hangi okula gelmişsen, di been (de bana)?”
Öğretmen olduğumu nereden anladın diye sormadım tabii ki:
“Anbu, Gağızman Aras Anadolu Lisesi deyir. Nirdedi (nerededir)?” Taksici benden para kazanamayacağını anladı galiba.
“An (aha) bele (böyle) üz (yüz) metre get, anbu sağındaki
yeşilliği gördün? Or’dan içeri gir görecaksan.”
“Sağ olasan abeci!”
İşte böyleydi Kağızman’a geldiğim günün sabahı. Kağızman
tıpkı Keskin gibi Türkiye’nin kendine özgü kültürü olan ilçelerden
bir tanesi ve bu güzide ilçede geçirdiğim üç yıl, kendimi Allah’ın
sevgili kulu saydığım üç yıl oldu. Eşsiz dostluklar kurduğum bu
güzel şehrin kadim ilçe kültüründen doyasıya faydalanmaya çalıştım. Göremediğim, keşfedemediğim yerler içimde bir ukde olarak kalsa da Kağızman ahir ömrümde kayısısından uzun elmasına, gagalasından balına, Topakkala’sından Zuvar’ına, yerlisinden
Türkmen’ine, Kürt’ünden Terekeme’sine kadar pek çok şey kattı
bana.
Ve meslekî hayatımın yeni dönemine Kağızman’da başlamış
oldum böylece. Belki bir gün yeniden dönerim oralara, en
azından gezmeye ama gidemesem de oraları çok özleyeceğim.
Süreyya Altunkara
Beton duvarlarda asılı kibirlerimiz,
satılığa çıkardık.
Şevkle satın aldık çürüyen çerçevelerimizi
heybetli bir metanet vardı
çivilenmiş özgürlüklerimizde
yanıyor, bakamadığımız efendiler.
Kırkı çıktı deli gömleklerimizin
yıkanmıyor ve değişmiyor kirli kravatlarımız
zincire vursak da sıkıyor geniş ufuklarımızı
sıkıldıkça pis bir duman çıkıyor.
Hesap soracak kinle yutkunduğumuz ne varsa
kırılan bardaklarımızdan su içeceğiz kanarak
maveranın hüznü dolacak yılmayan içerlerimize
demir setleri aşarak dolacak.
Yılmayan.
İçerlerimiz.
KURGAN
Emrah Ece
U
lu bozkırdan kimlerin gelip kimlerin geçtiğini kim bilsin?
Nice ölümlü bozkır tanrısı, düşmanının kanı ile suladığı
toprağa sonunda kendi kanını da katarak, gelecek baharda yeşerecek otlara karışıp gitmiştir…
Bir güz gününde Yayık boylarındaki bir köye nereden geldiği, kim olduğu bilinmeyen bir yabancı misafir uğradı. Kalacak
yeri olmadığını söyleyen derviş kılıklı bu adama köyün yaşlılarından bir kişi kapısını açarak misafir etti. Akşam yemeğinden
sonra çay içerken ev sahibi ile sohbet eden derviş, köyün yakınlarındaki küçük tepecik hakkında sorular sormaya başladı:
“Acaba oranın bir sırrı mı var? Düzlük arazideki tek engebe
burası, sanki insan eli ile yığılmış toprak gibi duruyor,” diyordu.
Ev sahibi yabancı dervişin dilinin altındaki baklayı sezememişti.
“Onun ne zamandan beri orada durduğunu kim bilir? Ben kendimi bildim bileli bu tepe orada durur,
hiçbir sırrı yok,” diye cevap verdi.
Gece geç vakitte misafir durduk
yere ateşlenip hasta düştü, durumu
oldukça kötüydü, artık ölmek üzere olduğunu anladı. Ev sahibini çağırıp buralara
ne sebeple geldiğini açıkladı. Anlattığına
göre derviş buraya çok uzaktan, ulu Kazak bozkırından geliyordu. Küçük yaşta
verildiği medresede yıllarca ders görüp
bir molla olmuş, hayatı ibadet etmekle
ve yüzlerce el yazması kitabı okuyup yeniden yazarak çoğaltmakla geçmişti. İşte
böyle yine eski kitapları istinsah ederken
eline bir el yazması geçmiş. El yazmasında anlatıldığına göre, uzun zaman
önce Yayık boylarına altın ticareti yapan
insanlar göçüp yerleşmişler. Bu insanlar
Ural Dağları’ndaki madenlerden çıkardıkları altınları at arabaları ile Yayık’a getirip
satarlarmış. İşte bu altın taşıyan arabaları da sık sık bozkırda yağmacılık yapan
bir hânın nökerleri basar, talan ettikleri
altınları da saklarlarmış. Gitgide biriken
altın dağ gibi yığılmış sonunda. Yağmacı
han öldüğünde onun için bozkırın ortasında bir kurgan yapılıp hazinesi de onunla
birlikte oraya gömülmüş. Usta büyücüler
çağırılıp üzerine tılsımlar yapılmış. O gün
orada bulunan nökerler kurganın sırrını
kimseye vermemeye yemin etmişler. Sonraları Yayık boylarına
Ruslar gelmeye başlamış, altın ticareti sınırlandırılmış, kalabalık olup yağmacıların çoğunu da öldürmüşler, sağ kalanlar
ulu bozkıra kaçıp kurtulmuşlar. İşte bu el yazmasını yazan da
bozkıra kaçan göçebe savaşçılardan biriymiş, tövbe edip medreseye kapanmış, ilim tahsil edip yazıyı sökünce de sırrını bu el
yazmasına yazmış.
“Sonunda bu el yazmasını bulup okuyunca yazgımın peşinden gitmeye karar verdim, sırrı kimse öğrenmesin diye de
o kitabı yakıp medreseden kaçtım ve buralara geldim. İşte köyünüzün yakınındaki tepenin sırrı, o el yazmasında yazanlardır.
Bu altının benim nasibim olmadığı belli oldu bari siz alın diye
yerini söylüyorum,” diyordu misafir derviş.
Hasta, gecenin ilerleyen saatlerde ruhunu teslim etti. Ertesi gün öğlen namazından sonra misafirin köyün mezarlığına
defnedilmesinin ardından evine dönen adamın aklından kurgandaki altınlar bir türlü çıkmıyordu. Kazma küreği kaptığı gibi
iki oğlunu da yanına alarak kurgan tepesinin yolunu tuttu. Girişin nerede olduğunu bilemediklerinden kurganın tepesinden
uzun da olsa bir kazı ile sonunda hazine odasına ulaşacaklarını
düşünerek kazma kürek toprağı eşelemeye başladılar fakat
iş sandıklarından daha zor çıktı. Ellerindeki kazma küreklerin
birer birer sapı kırılınca toprağın yüzyıllardır sertleşmiş olduğunu düşünüp yeni kazma ve kürekler getirdiler, bunların da
hepsi kırılınca burada bir tılsım olduğunu anladılar ve sonunda çâreyi tılsımı bozabilecek bir molla çağırmakta buldular.
Gelir gelmez altın hevesi ile işe koyulan molla, büyük bir ateş
yaktırıp küllenmesini bekledi bu sırada dualar okuyordu. Ateş
birkaç saat sonra sönüp küle dönüştüğünde bu külleri kurgan
tepesinin etrafına çepeçevre saracak şekilde serperek bir süre
bekledi. Sonunda küllerin üzerinde beliren koyun izlerinden
hem kurban edilecek hayvan hem de kurganın girişi belli olmuştu. Hava kararmak üzereydi, vakit kaybetmeden bir koyun
getirip kurban ettikten sonra işe koyuldular.
Kurgan girişi olduğunu tahmin ettikleri yere yeniden kazma kürek giriştiler, bu kez toprak rahatça kazılıyordu fakat çok
geçmeden şiddetli bir fırtına koptu ve gökten tavuk yumurtası
büyüklüğünde dolular
yağmaya başladı. Can havli ile kazmaları bir yana
kürekleri bir yana atan
defineciler çil yavrusu gibi
dağılıp kaçıştılar. Doludan
korunmak için yakınlardaki bir ağaçlığa koşana
kadar yüzleri gözleri kan
ve morluklar içinde kalmıştı, onların bu hâlini
gören rahatlıkla bir temiz
dayak yemiş olduklarını
söyleyebilirdi. Kurgandan
biraz uzaklaşıp ağaçlığa
ulaştıklarında, dolu bıçakla kesilmiş gibi yine başladığı gibi bir anda durdu.
Neyse ki ağır yaralanan
yoktu, birbirlerinin hâline
bakıp gülerek şanssızlıklarına lanet okudular.
Bunun bir uyarı değil de
basit bir hava olayı olduğunu düşünerek yeniden
kurgan girişini kazmaya devam ettiler. Vakit
gece yarısını geçtiğinde
meşaleler ışığında hâlâ
devam eden kazı işi neredeyse bitmek üzereydi ama bu kez de bir başka aksilik buldu
definecileri, üzerlerinden geçen bir yarasa sürüsünün tamamı
üzerlerine hücum edercesine atılınca yine kazı işini bırakıp
kaçmak zorunda kaldılar. Kurgandan uzaklaştıklarında mollanın da iki oğlunun da kazıya devam etmeye hevesi kalmamıştı,
korkuyorlardı. Molla dualar okuyup bitirince; “Buranın tılsımı
bozulmadı, kurban bize yolu gösterdi ama belli ki hazineyi
almamız istenmiyor,” diyerek hakkından feragat etti ve gece
karanlığında köyün yolunu tuttu. İhtiyar adam ise bu işe pek de
gönüllü olmayan iki oğlu ile birlikte yeniden kazı alanına dönerek kazma sallamaya devam etti. Çok geçmeden oğlanlardan
biri kazmayı vurduğu yerden tok bir ses gelince, “Burada işte
buldum,” diye bağırdı. Burası kurganın girişi olmalıydı. Kalan
toprağı küreklerle canhıraş biçimde attıklarında gerçekten
de buranın kurganın girişi olduğunu anladılar. Yüzyıllar önce
yapılmış ahşap kapının çürümüş kalıntılarının ardında beliren
giriş artık önlerinde duruyordu. Girişten geçerek dar bir koridorda yürümeye başladılar, taş duvarlarda eski tamgalar ve
kökboyası ile yapılmış resimler titrek meşale ışığında dans
ediyor gibiydiler. Koridorun sonundaki küçük mezar odasına
ulaşınca gördükleri karşısında heyecan ve korkuları doruğa
ulaşmıştı artık. Kurganın sâhibi hânın cesedi sanki yüzyıllar
önce değil de dün ölmüş gibi taptaze karşılarında yatıyordu. Etrafı değerli kılıçlar, bıçaklar, zırhlar ve öte dünyada kullanması
için altından yapılmış günlük eşyalarla doluydu. Az ilerisinde
duran kemik yığını ise onun atına âit olmalıydı. Han cesedinin etrafındaki eşyalar gerçekten bir servet değerinde olsa
da ortalıkta söz edildiği gibi büyük bir hazine görünmüyordu.
İki genç ellerine ne geçerse çuvallara doldururken babaları
meşale ışığı ile etrafa göz gezdirmeye başladı, mutlaka asıl
hazinenin mezar yağmacılarından korunması için ayrı bir yerde saklanmış olduğunu düşünüyordu. İşte tam o sırada yerde
saplı duran demir halka gözüne ilişti, bir kuyu kapağının kulpu
gibiydi. Hemen küreğini kapıp kulpun etrafını temizledi, bu gerçekten de bir kuyu kapağıydı, yüzyıllardır biriken toz, toprağa
dönüşüp kapağın etrafını gizlemişti yalnızca. Hemen küreğin
sapını demir kulpa geçirerek onu bir manivela gibi kullandı
ama gücü taştan oyulmuş ağır kapağı kaldırmaya yetmeyince
iki oğlunu yanına çağırdı. Ağır kapak yerinden oynadığında kurgana dolan garip koku yüzünden genizleri ve gözleri yanmaya
başlamıştı. Kapak tamamen kaldırılınca kurganın içi sarı bir
ışıltıyla aydınlandı. Bu sırada içeride ne var diye bakmak için
eğilen ihtiyar dehşetle irkilerek geriledi, elindeki küreği fırlatıp, “Kaçın” diye bağırarak kurganın girişine doğru koştu fakat
nafile, ihtiyar yetişemeden kurganın girişi büyük bir gümbürtü
ile çökmüştü.
Kuyu zannettiği deliğin altında bir oda daha vardı, tam da
dervişin anlattığı şekilde dağ gibi yığılmış altınlarla doluydu
fakat ihtiyara küçük dilini yutturan ve onu dehşetle geri kaçmaya iten şey altınlar değildi tabiî ki. Hazine odasındaki altınların
üzerine iri kanatları ve pençeleri olan, başı ise insan başı büyüklüğünde devasa bir yılan boylu boyunca uzanmış, jilet gibi
keskin pençeleri ile altınları karnının altına toplayarak saklamaya çalışıyor, bir yandan da kırbaç gibi şaklayan çatallı dilini
sallayarak bu davetsiz misafirlere tıslıyordu.
Sabah namazının ardından kurganda olup biteni merak
eden molla soluğu kurgan tepesinde aldı, girişin çökmüş olduğunu görünce köye dönerek yanına kazma kürek ve bire meşale aldı ve kimseye duyurmadan yeniden tepeye döndü. Birkaç
saatlik kazının ardından girişi yeniden açıp kurgana girmeyi
başarmıştı. İçeride iğrenç bir koku vardı, kurgan zemini yüzlerce yıllık toz ve kanla karışık bir çamurla kaplanmıştı, duvarlar
insan yağı ile yağlanmıştı, kol, bacak ve ne olduğu anlaşılmayan
vücut parçaları oraya buraya savrulmuştu. Molla yine bildiği bütün duaları okuyarak belki sağ kalan vardır diye meşale ışığında ilerledi. Sonunda o da ağzı açık kuyunun içinde ne olduğuna
bakmak için başını eğdi ve talihsiz ihtiyarın yaptığı gibi irkilerek
geri kaçtı. Kurgandan koşarak dışarı attı kendini ama akli melekelerini içeride bıraktı.
Derler ki molla kendini dışarı atar atmaz bütün kurgan
büyük bir gürültü ile çöküp bozkıra karışmış, molla ise birkaç
hafta meczup hâlde bozkırlarda koşup durduktan sonra aç ve
sefil hâlde ölmüş. Kargaların gözlerini oyduğu perişan hâldeki
cesedini çobanlar bir dağ yolu üzerinde bulmuş.
“Belki de (senin ve benim) kuşku(m) hem
başkalarına, hem de başkalarının
gelişmesiyle birlikte bana ve
bize yer açar.”*
Ulrich Beck – Siyasallığın İcadı
S
da arkasına alarak kök salar iyiden iyiye:
İdeolojileri, aşırılığın başka-başka
yüzleri, biçemleri olarak (da) okuyor,
okudukça değersizleştirme gereği
duyuyorum bu yüzden – postları
da, yani postmodernizmi,
postyapısalcılığı, postanarşizmi
de, sözünü ettiğim gereklilikten
ötürü önemsiyorum. Yineleyeyim
– örneklerle: Siyasal İslâmcılık
ve onunla bir tür ortakyaşarlık,
ortak-tahakküm ilişkisi kuran
milliyetçilikler, ulusalcılıklar
bir aşırılık (üst)biçeminin
(kötücül)öğeleridirler: Zamane
Türkiye’sinde, ulusallığın – ulusal
olma durumunun kendisi bile,
bu ([öz]kuşku-tanımaz)ortaklık
yüzünden benimseyemediğim bir hâl aldı:
Ulusallık, “ulu bir salaklık” durumuna dönüştü,
dönüşüyor, Enis Batur’un (öz)deyişiyle. Yalnızca bir
parti-devleti yok (yenilenen)Türkiye’de, bir parti-ulusu da var
artık, bana kalırsa.
Gerçi birileri çıkıp, ‘artık’ sözcüğüne takılıp, “Hep böyleydi
bu ülke,” de diyebilirler, desinler, ne değişir: Başkaldırımı
nedensiz, dayanaksız bir hâle getirmez ki bu -uymacılık kokançıkış.
Aklıma geldi, eklemeden geçmeyeyim başka bir
konuya: Bir denemesinde aşırılıklar hakkında şöyle uyarmış
okurunu, Nermi Uygur: “…tekyöncülüklerinden ötürü, düşünce
işlerinde çekici olmasına çekiciyseler de çok kez gerçekliği
tanınmayacak kadar yavanlaştırırlar.” Tekyöncü, siyasette,
totaliterliği, siyasetsiz siyaseti amaçladığından, agoranın
karmakarışıklığına saldırır, halk meydanını -ya da Nermi
Uygur gibi söylersem, halk meydanındaki gerçekliğiçölleştirir: Tekyöncü, işte bu zorbaca tutumuyla, özkuşkutanımaz salağın ta kendisidir. Başka isimler de geliyor aklıma,
kuşkucu, eleştiri-merkezli aklı savunan, ustaca kullanan:
Nurullah Ataç örneğin – onun gibisi az çıkar, çıkmıyor
aramızdan. Dahası, Tanpınar var, onun günlüklerindeki
tutumu, biçemi, benzersiz: Özkuşkuyu da, özeleştiriyi
de geçip/aşıp, neredeyse özyıkıma varan. Hepsini
toplayabilirim bir araya, belki: Siyasal-salaklık
üzerine (derli toplu) yazıp çizmeyi sürdürürsem,
sürdürebilirsem eğer.
Ha, bir de: Burada – (Devlete, İktidara)yandaş
taşrada yani, salaklığın, yukarıda sözünü ettiğim
türden siyasal-salaklığın en katışıksız, en bunaltıcı
hâline maruz kalabiliyor kişi, çok da değil, biraz
dikbaşlı, çıkıntıysa eğer.
Yandaşın, çanak yalayıcının aklı, dili:
İktidarınkinden de boğucu, tiksindirici.
CİDDİYETSİZLİK. Yıl, 1966: Hüseyin Nihal Atsız,
Kürtler ve Komünistler başlıklı sert makalesini şöyle
sonlandırıyor: “Mutlakıyet ve cumhuriyetten umduğumuzu
bulamadık. Bir de ‘ciddiyet’ ilân olunsa da onu denesek,
nasıl olur?” Yıl, 2019: Biri bana, “Sence, Türkiye’nin acilen
gereksinim duyduğu (siyasal)nitelik nedir?” diye sorsa,
ciddiyetsizlik, derim, kaskatı (siyasal)dizgelere dönük bir
ciddiyetsizlik Orhan Veli ciddiyetsizliği: Ne diyor şâir –
1945’te:
“Fikir tarihi, bir fikir madrabazlığından başka bir şey değil.”
_________________________
Kendi
Kendine,
Taşrada (X)
ALAKLIK. İdeolojik bir
alaşım tahakküm ediyorsa
kendiliğime -ki, ettiği çok
açık, her şeyden önce, o alaşımı
oluşturan öğeler üzerinde
tepinmeliyim yazdıklarımla:
İslâmcılığın ve ona iştahlıca
ülküdaşlık eden milliyetçiliklerin,
ulusalcılıkların üzerlerinde yani,
içerdikleri özkuşku yokluğuna,
kendini bu hayatî-yoklukla belli eden
siyasal-salaklığa odaklanarak. (Yeri
gelmişken: Toplumsal-siyasal iletiler içeren
bir düzyazı, günbegün azılı bir toplum-düşmanına
dönüşen bir toplumdışının, artık içeriden, merkezden dışarlığa,
çevreye doğru değil de tersine, yani dışarlıktan, çevreden
içeriye, merkeze doğru olanca gücüyle, kızgınlığıyla yazmayı
seçen birinin kaleminden çıkıyorsa eğer, tepinmekten başka
hangi eyleme yataklık edebilir ki? Yazı: Tepinmenin, yani
gürültü etmenin – bağırıp çağırmanın, direnmenin yeridir bu
türden bireyler için, benim için.) Tahsin Yücel, Salaklık Üstüne
Deneme adlı kitabının önsözünde neredeyse her ideolojinin
belirli bir salaklık içerdiğini söylüyor; bu salaklığın açık
belirtilerinden birincil olanı, ona göre de kuşku yokluğu. Kuşku
yokluğu, bir bakıma, eleştiri yokluğu anlamına gelir, olağan bir
sonuç olarak özkuşku yokluğu da, özeleştiri yokluğu anlamına.
Özkuşku, özeleştiri, siyasal aklın ılımlılığını, demokratlığını
sağladığı için, onların
yokluğundan,
Fırat Kargıoğlu
Orhan Veli Kanık (1914-1950)
düzmeceliğinden doğan boşluğa bir sistematik-görüşün, bir
indirgemeci-aklın kesinliği, o kesinlikten salgılanan aşırılık
([karşı]devrimcilik, köktencilik [radikalizm], tepeden inmecilik
[Jakobenizm]…] dolar – zamanla, toplumun ezici çoğunluğunu
*
Türkçesi: Nihat Ülner – İletişim Yayınları.
K
aç paradan alıcı bulur aşklar günümüzde? Aşkı
ve sevdayı, peşin fiyatına -vade farksız- taksit
seçenekleri ile alabilir miyiz, ilk iki ay ödemesiz?
Üstelik puanlarımızı da kullanabilir miyiz bir önceki aşktan
devreden? Yeni bir sevda satın almak için illaki beklemek
mi gerekir bir önceki aşkın hesap kesim tarihini?
Hijyen açısından deneyemez miyiz aşkı yaşamadan;
üzerimizde nasıl duruyor diye? Uzaktan bakan bir göz
gibi bakamaz mıyız ona, sahte aynaların önünde? Hem
neden izin verilmez önceki aşkın ıslattığı gözlerle
yeni bir aşk denememize? Yeni alıcısının üzerinde de
canlı ve cansız mankenlerin üzerinde durduğu gibi
albenili durur mu her aşk? Peki, hayatın ışıkları
da aşkımızdaki defoyu saklayabilir mi mağaza
ışıkları gibi, her zaman? Neden hayatın sakin
müziğine uyduramayız aşkımızı, mağazada
çalınanlara inat? Kaliteli bir sevda kaliteli
yerlerde mi satılır? İşportacıdan alınma bir
aşkın ilk kullanmada çekmeme ihtimali
mümkün müdür? Her zaman bulabilir
miyiz hoşumuza giden bir aşkın rengini
ve bedenini? Altına pantolon ayakkabı
uydurabilir miyiz, sevecenlik kombini
yapamaz mıyız sahte gülücüklerin
altında? Ya da “Aşk insanın kendine
yakışanı sevmesidir.” diyerek
sadeliğe mi kaçarız umarsızca?
Memnun kalmadığımız şartlarda
hasretlerimize ekleyebilecek
cesaretimiz var mı aşkımızın
iade fişini?
Litresi kaç paradan alıcı
bulur aşklar? Kim neye
Tayfun Çelik
Satılmış
Aşklar
Kitabı
yumuşaklığında altın yaldız bir aşk diktirmek
hâli hazırdan pahalıya mı gelir? Ya da kir
göstermez keten bir sevda, ipeksi dokunuşun
yanında daha mı hesapsız kalır? Aşk
ekonomisi düşük olanlar yüne mi
sarılmalıdır yaz kış; aşkın gerçek kumaşı
yündür diye?
Metrekaresi kaç paradan alıcı bulur
aşklar? İki oda bir salon mutluluklar,
eşyalar arası mesafeye göre mi
şekillenmek zorunda? Yerdeki
parkeler, merhametimizin üzerine
mi döşenmiş yoksa? Halıların
kapladığı alan kadar aşkımızda
da yer kaplıyor mu kalbimizde
desen desen? Hem neye göre
konumlandırmalıyız aşkımızı
oda içinde? Aklımızla kalbimizi
ayıran stor perdeler gibi
şeffaf mıdır aşkımız? Kötü
bir resim asarım korkusu
ile hiç resim asmaz mıyız
aşkımızın duvarına?
Sahiden, hayatı
kaldığımız yerden eve
gelince de oynamaya
devam mı ederiz?
Ya da hiç yaşamaz
mıyız gerçek aşkı?
Peki, kaç
paradan basıma
girer, “Satılmış
Aşklar Kitabı”?
göre belirler raftaki bir aşkın tavsiye edilen
tüketim tarihini? Açtıktan birkaç gün içinde
tüketmeli miyiz sevdaları şuursuzca? Aşkımızı,
kimse görmeyen yerlerde ya da üç gün buzdolabında
saklamak mıdır sahip çıkmak? Çift folyolu kutular iyi
olan aşkı zaten korur mu? Günlük aşk ihtiyacımız için
gerekli olan minerallerin yüzde kaçını karşılar bir tutam
şefkat? Kalori cetveli tutar gibi tutmalı mıyız içimizde aşkı, kim
daha çok seviyor diye? Bilinçli aşk tüketicisi olmak mıdır, aşkı
satın alırken barkot numarasının ilk üç rakamına bakmak? En ufak
bir sitemde, eline geçen her şeyi yollara dökmek midir aşkı boykot
etmek? Neden aklımızı dinleyemeyiz, aşksızlığımızı dinlediğimiz kadar?
Kaybetmeyi göze almak mıdır, depozitosuz cam şişelerden aşkı kana kana
içmek? Keyfimizin kâhyasını ara sıra şikâyet edebileceğimiz ücretsiz tüketici
hattı numarası olmalı mıdır aşkımızın üzerinde?
Pastörize hayatımızın kiri, pası niçin aşkımızın üzerinde birikiyor artık?
Metresi kaç paradan alıcı bulur aşklar? Raflardaki sarılı kumaşlar gibi
renk renk; desen desen midir açılınca, ruhumuzun katları? Kadife
İ
lkokulda karşılaştım yürüyen, konuşan ilk
Allah’la. Hâlbuki onun da öncesinde,
yâni daha soyut işlemler dönemine
geçmemişken zihnim, Allah
benim için Antalya’daki Yivli
Minare bazen de Sivas Ulu
Camii’nin minaresiydi
aslında. Bir Cuma saati,
şadırvan sırasının kendime
gelmesini beklerken Allah
da yanımdaki sırada
bekliyormuş, nereden
bileyim? Sıra bana geldi,
hazırlandım ve başladım
abdeste. Üç ağıza, üç
buruna sırasıyla ilerlerken,
işini bitiren Allah benimle
konuşmaya başladı. Hadi bunun
ağzı yüzü vardı da sesi de mi
vardı? Benimle neden konuşuyordu?
O öyle olmaz!
Burun yansın!
Dirsek ıslansın!
Ayağın kirli!
Kulağın kuru!
Üstün yaş!
Hani başına mesh!
Olmadı! Namaz kabul olmaz!
Derken bir abdest miktarınca sessizliğini koruyan
afacan mümin Oğuz, baş parmağını sol ayak serçe
parmağının arası ile haşır neşir ederken dayanamadı, “Allah
Amca, neden bu kadar dikkatlisin?” Bununla başlayan süreç,
Allah olma yolunda emin(!) adımlarla ilerleyen iki kollu,
iki ayaklı, iki gözlü, hiç beyinlilerle
sürekli karşılaşmamla devam etti,
ediyor, edecek.
Allahlık kolay değildir bey amca,
Allah olmak zordur hanım teyze,
Allah olmanın yükü ağırdır
kardeşim, sana ağırdır. Meleklerin
cinsiyetini tartışan başka dinin
insanını eleştirenlerin, Ramazan’da
sakız orucu bozar mı, bozmaz
mı, denizde ağızdan girmese bile
dübürden su girer tartışmalarına
girenlerin vakit ziyanlarına fıkıh denmez
bebeğim, pamuğum, ıslak takunyam. Onlar
Allah olma iddiasının rahmidir, doğum
sancısıdır, yer yer de anasıdır,
memesini verenidir,
emzirenidir, kalsiyumunu
sağlayıp, kemiklerini
betonlaştıranıdır.
Ramazan ayından
devam edelim. Bir takım
Allahlar oruç tutmayanı
döver evet, sevmez,
hor görür, üstten bakar
orucun mânevî yükselme
yerine, tutanların kast
sisteminde en üst
seviyede olduğunu düşünerek. Bazı Allahlık
iddiasında bulunanlar ise namaza takmıştır.
Kılan namusludur, abdestsiz yere
basmayan bu çağın müceddididir
(o neyse). Ama meselâ namaz
kılan birisi çocuklara tasallut
olabilir, pekâlâ haram da
yiyebilir; kul hakkı yemez o,
onunki hakkaniyet olur, taciz
serbesttir, livata samimiyettir,
hayvana şiddet makuldür.
Namaz kılmayansa yandı,
isterse bütün malını mülkünü
dağıtsın ihtiyacı olana,
dağda derviş olsun, şehirde
hayırsever, kedi başı okşasın ya
da burs versin bir yetime yok abi,
sonuçta Allah kararını vermiştir;
namaz kılmıyorsa ehemmiyet arz
etmez. Başına getireceği adamdan
ekmek alacağı bakkalın tayinine, kızının
evlenmesini hayal ettiği adamdan oğlunun
alacağı kıza kadar herkes namaz kılmalıdır;
hunharca namaz, müthiş bir huşû içinde mükellefi olduğu
verginin nasıl kaçırılacağını düşünerek namaz!
“Namaz abi namaz, adamın pantolonu diz yapmış
baksana.”
“Adam işçisinin sigortasını yatırmıyor.”
“Abi öyle değil bak, abdestli adam bu.”
“Yahu her sene maaşlara zam yapmamak için işçiyi işten
çıkarıp, geri alıyor.”
“Ramazan paketleri var, bir gör abi. Makarnasından,
zeytinine, şekerinden, sabununa her şey var, her şey.”
“Namaz diyordun.”
“Evet evet, cennetlik bu adam!”
Hah işte yolladı cennete Allah
Bey, oruç tutmayan da zebani mezesi
zaten. Totişinden girecek kızgın,
üç uçlu mızrak. Poseidon mu lan
bu, altı üstü zebani. Cehenneme
sokar, cennete ışınlar, toplumda yer
tayin eder, kendine kriter oluşturur
ona göre sever, insanları da ona
göre yönlendirir. Kim mi? Bu Allahlar
işte. Ona göre karar verir, onun yerine
düşünür, onun yerine konuşur, hüküm verir,
coşar, uçar, kaçar, uçurur, üfürür, sapıtır,
batırır, çıkarır.
“Çalarsa Müslüman
çalsın” meselesine hiç
girmeyeceğim, orası çok
çetrefilli. Tekirdağ yancısı,
İstanbul hasretli Silivri
baharda güzel olur ama
benim işim gücüm var.
Bakın şunu es geçemem;
bunlar portakal bıçaklamayı
“Bu da milletim için” diyen
Battal Gazi, Kızıl Elma’yı
Cuma çıkışı dağıtılan katır
kutur mütedeyyin bir meyve,
Afedersiniz,
Siz
Allah mısınız?
Mustafa Oğuz Bayat
Mehdi Genceli
HORASAN ERİ
Trump’u protestoyu hardcore turp ısırma
ayini, Kur’an’ı halvete girilen somya
üzerindeki süs ya da cenaze evi musikisi,
hacı yağını cennetten çıkma afrodizyak
etki, muhafazakâr magazin programı
tadındaki sahur ve sunucusunun
mangır, seyircisinin iki hurma belki
beleş iftariyelik derdinde olduğu iftar
programlarını da orucun başlama ve
bitiş düdüğü farz ederler. Özellikle sahur
programları onların bünyesinde etkilidir.
Sabit mimik, sürekli jest, gereksiz vurgu
ile menkıbe anlatıcısının “… ağlıyordu,
Musa da ağlıyordu, asa da ağlıyordu,
asanın ham maddesi dut ağacı, onun
üzerindeki ipek böceği... o da ağlıyordu”
feyzi ile batarya dolar, Allah namzeti güne
dört çubuk şarjla hazırdır. Şarj durumu
vücudundaki şeker ile doğru orantılı,
Allahlıkla ters orantılıdır. Şarj üç çubuk,
iki çubuk, tek derken ezana ramak kala
tahtı önüne envai çeşit yemek, meze ve
içeceklerin olduğu iftar sofrası kurulur,
ballı bıldırcın dolması bulamayan açın
hâlinden anlamak için. Tabiî ekranda,
sahura hazırlık bataryasını dolduran
menkıbe meddahı yer almaktadır o sıra.
Köyde beynamazı kınayıp,
oğlunun düğününde içen Hac’emminin
Allahlığı, şehirde fakirden izole zengin
semtlerindeki sitelerde altın varaklı
evlerde de bulunur (bkz. Başakşehir).
Bu Allahlar fakir sevmez, aristokrattır,
yok yok burjuva, o da olmadı… Hah!
Brahmanlar. Brahmandır bunlar.
Allahlıkları, iyi Müslüman zengin ve
sistem yanlısı olmalıdır kaidesi üzere
inşa edilmiştir. Geneli müteahhit, tüccar,
fabrikatördür. İşlerine sâdık olan bu
Allahlar, yazının girişindeki diyalogda
işçisine sâdık olmayanla aynı kişidir. Bu
tipin nesil devamı “bir gençlik bir gençlik
bir gençlik, zaman bendedir ve mekân
bana emanettir” şuurunda zamanı engin,
mekânı seri közler mabedi olan bir
gençlik şeklinde tezahür etmiştir. Nargile
farz sanırım, Hamidimz de dinimiz galiba,
yoksa İttihatçılar neden kâfir ilân edilsin?
Hakikatte “holy şirk” modundaki
bu Allahların en uzak olduğu
mesele Öz Hakiki Allah’ın kendisidir.
Kendilerine, keselerine ve fesli bazı
eşkâli kıllılara yakınlıklarından mıdır
bilinmez diktatördürler, vicdanları katı,
merhametleri sıfırdır. Var mı sizin de
cehennemlik gördükleriniz, sizin de vardır
kesin günah içinde yüzüyor diye selâm
vermedikleriniz, yok mu gerçekten?
Vardır, vardır…
Afedersiniz, ara ara da olsa siz de
Allah mısınız?
“niçin nur inmiyor artık semadan” (Yahya Kemal)
Bizim mahallede bol müşterili bir mekân var. İstanbul’un
orta halli, esnaf lokantası türünden bir kebapçı… Klasik kebaplar yanında lahmacun ve çorba çeşitleri de sunulmaktadır.
Çorbaları iyi sayılır, Metin Hocamın çorbacısı kadar olmasa
da… Ben epey zamandır anosmi olduğum için lezzetten pek bir
şey anlamıyorum doğrusu. Acıktığımı hissettiğimde uğrayıp
bir kâse çorba içiyorum sâdece.
Sizin de dikkatinizi çekmiştir muhakkak. Bu aralar İstanbul lokantalarında hatırı sayılır miktarda “Horasan eri” garsonlar görülmekte. Horasan erleri gelmeye devam ediyor. Anlaşılan, bu kez mânevî bir misyon için değil, ekmek parası için
gelmişler. Buldukları en ucuz işlere talip olup hem karınlarını
doyurmak hem de geride bıraktıkları ailelerine üç beş kuruş
para gönderme derdindeler.
Güzelim İstanbul, bereketli İstanbul, taşı toprağı altın İstanbul! Herkesin elinden tutar, kimseyi aç bırakmaz!
Bizim kebapçıda da en fazla bir buçuk metre boyunda bir
garson çalışmakta. İşin erbabı, bu garson boy çocuğun “Horasanlı” olduğunu hemen anlar: Sırtına erken yaşta yüklenen
sorumluluk nedeniyle gelişmemiş bir vücut, yaşadığı kara
günlerin tesiriyle esmerleşmiş yağız bir çehre, yeni İstanbul
havaalanını kadar geniş ve yüksek bir alın, hayata bütün İslâm
âlemi gibi geriden bakan bir çift göz ve bu gözlerin derinliklerinde
gizlenmeye çalışan kederli bir hüzün…
Çorbayı önüme bu çocuk getirdiğinde selâm verip hal hatır sorarım. O da gözlerindeki kederi gizlemeye çalışarak tedirgin bir tavırla “İyiyim abi,
sen nasılın?” diye cevap verir.
Hüznü okuyabiliyor, tedirginliği anlayabiliyorum.
Bir gün nerelisin diye sordum. Bu kez tedirginliği arttı ve daha emniyetli bir
cevap olur düşüncesiyle “Özbek”im dedi. Kuzey Özbeklerine benzemediği için
Mezar’lı mısın diye sordum? Mezar kelimesini duyunca yüzündeki tedirginlik yerini şaşkınlığa terk etti.
“Orayı nerden biliyorsun abi? Adı sâdece Mezar değil ayrıca, Mezar-ı Şerif!”
dedi.
“Orası şerafetini kaybedeli çok oldu be dostum! Sen bilmiyorsun. Şimdiki adı
sadece Mezar, hatta Mezar-ı zî-ruh!”
Çocuk son söylediğimden bir şey anlamadı ama en azından zararsız biri olduğuma kanaat getirerek çay ikram etti.
O günden sonra lokantaya her uğradığımda çorbamı bu garson boy çocuk
getirir. Ortada görünmediği zaman nereye gittiğini, nasıl olduğunu sorarım. Akşamlar da lokantanın önünden geçerken çorba içmesem bile dışarıdan şöyle bir
göz atıp “Garson iyi mi?” diye kendi kendime sorarım…
Geçenlerde yine bir akşam lokantanın önünden geçerken içerisinin kalabalık
olduğunu fark ettim. Anormal bir durum vardı. Merakımı gidermek için içeri girdim. Kalabalığın ortasında sandalyeye oturtulmuş ve kolunu tutarak acılar içinde
kıvranan bizim garsonu gördüm. Çocuk içi kebap dolu koca tepsiyi müşteriye
yetiştirmek isterken ıslak zeminde kayıp düşmüş, kolunu fena incitmişti. İncinen
kolunu tutarak inliyor, derin ve kederli gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Ben de,
yufka yürekli birisi olduğumdan, çocuğa görünmeyecek bir konuma saklanıp ağlama seremonisine eşlik ettim. Derin derin, içli içli ağladım. Onun kolu incinmişti,
benim yüreğim...
Allah’tan o sıra üç sağlık çalışanı lokantada çorba içiyormuş. Onlar olaya hemen müdahale ettiler ve bir iki egzersiz yaptırıp çocuğu ayağa kaldırdılar. Çocuk
kalkıp yürüdü ve iyi olduğunu söyledi. Gerçekten iyi görünüyordu. Kalabalık yavaş
yavaş dağıldı. Ben de hüzünlü adımlarla eve geçtim.
Sabah çocuğu iş başında sapasağlam görünce mutlu oldum, sevinçten havalara uçtum. İçime hoş bir ferahlık oturdu. Bu kez gözümün önüne, dün akşam
çocuğun kayıp düşerken etrafa saçtığı kebaplar geldi. O an bir şey hatırladım.
Meğer ben akşam çocuğun acısına ağlarken, zayi olan kebapları görüp bir ara onlara da üzülmüşüm. Bunu düşünüp bu sefer de utandım. Utanç ve hüzün karışımı
bir duyguyla durağa geçip otobüsü bekledim...
delice zeytine…
Sonradan düşününce anladım; Martı Huriye
tanıdık bir nefesti. Bizim dağlardandı. Kekik
kokan bir esintiyle sarmıştı çürümüş
ruhumu.
Gönlünü almak istercesine
çırpınıyordum. Ama gerek yoktu.
Hayata dolamıştı o yeşil yemenisini.
“Noluvercek oluu gideeee,”
demişti.
“Oluu gidee,” demiştim. Bana
börek yapmak istediğini
söyledi ve numaramı aldı.
Bende tatlı bir anı diye
hâfızama kazıdım o akşamüstünü.
Öyle de kalacak sanıyordum ama
yemeninin ucunu bana da dolamış
ucundan meğer.
İki hafta sonra bir numara aradı
ummadığım bir anda. Genç bir adam sesiyle
tanıştım. Martı Huriye’nin oğluymuş, annesinin
ısrarına dayanamamış aramış. Bin kez özür diledi. Ve
ekledi “Annem size bu akşam börek yapacak kurtuluş yok.
Uygunsanız ve dilerseniz sizi alıp götüreyim yanına, iki
haftadır sizi sayıklıyor.” Bende hiç düşünmeden kabul ettim.
Alsancak’ta buluştuk.
Siyah deri ceketini taşıyan omuzları genç, uzun siyah
saçları ve şarkı söyleyen kirpikleriyle filmlerden fırlamış
bir adam karşımda beliriverdi. Ben o sırada saçlarımın
ne biçimsiz olduğunu hayal edip hayıflanıyordum. Üstelik
beni daha zayıf gösteren o siyah ceketi niçin giymediğimi
düşünüyordum. Aslında heyecanlı, unutulmaz ve komik bir
andı. Belki de sesi kötüydü! Olamaz mıydı? İllaki bir kusur
olacaktı. Esas şoku sonradan Chopper motorunu görünce
yaşayacaktım tabiî.
“Korkar mısın?” dedi gülümseyerek. Hayal gücümü
seveyim altta kalır mıyım “Yok yahu babamın da vardı
bundan,” deyiverdim. Sonrada şimdilerde dudağımın
kenarında salakça bir gülümsemeyle hatırlayacağım cevabı
yapıştırdı: “Haydi atla!”
İlk on dakika resmen uçtum. Ne kadar özgür, ne kadar
cesaretliydim. İyi ki Martı Huriye vardı!
Hava kararmaya başlamıştı ve
birkaç iş için önce Kemeraltı’nın boş
ve kararan sokaklarında turladık,
sonraysa yokuşlardan çıkmaya
başladık. “Buralar nereler?“
diyebildim yutkunarak. Artık
çok emindim değildim,
korkmaya başlamıştım.
“Buralar karanlık
Ayşe Nur Demir
“Olsun,” demişti komşu Aysel Teyze,
“aç mezarı yok ya.” Öyle ya! “Sahi
öyle mi” diye sorabilir, yargılayan ve
yukarıdan bakan tuzu kuru bakışlarını
yenebilirdim aslında. Oracıkta bu
meraklı kapı komşusuna aslında ne
kadar mutsuz olduğunu ve emeğe
dair bilmediklerini öğretebilirdim.
Lâkin lodos vardı ve yine her
günün bir perşembesiydi işte.
Samimiyetsiz ama sözüm ona
iyi niyetli, göstermelik, gerçekle
buluşamayan bakışlarına veda edip
terliklerimi sürte sürte kendimi dışarı
atmıştım.
Bir türlü baş edemediğim kıvırcık
saçlarımla ve anlamsız öfkemle adımlıyordum
sokağımın yolunu. Biraz daha sabredip belki bir
otobüse atlar, sonra Kemeraltı’nın rüzgârına kaptırırdım.
Fincanda pişen kahveyi her defasında unutup parmaklarımı
yakmak, Şükrü Usta’nın kahkahasıyla kendime gelivermek
sonra... Kısa amaçsız yürüyüşler; aramak sonra ve sonra yine
ve yeniden aramak…
Bütün İzmirli kuşlar bilirler. Pasaport iskelesinden Kıbrıs
Şehitleri’ne kadar sahil, Roman ablalarla doludur. Renki
yemenileri, rahat tavırları ve kalabalıkta görünmez olup umut
dağıtmaları…
Pasaport İskelesi’ne indiğimde lodos başımı iyice ağrıtmış,
en sevdiğim eylül ayından âdeta intikamını alıyordu.
Kafelerin bitiminde iskelenin hemen karşısında yere çöküp
eteğimi savurdum, ayaklarımı denize doğru sarkıtıp vapurları
saymaya başladım: Bir, iki, üç… Kalkmalıydım aslında, midem
kazınıyordu üstelik; diyet de hiç işe yaramamış iyice kilo
almıştım. “Hayat,” dedim “aslında belki de bu kadar basit.”
Kendimi sevememem, günleri ayırt edememem; bunlarda en
yakın arkadaşım tutunamayan Selim kadar… Son günlerde
hep aynı cümle zihnimde… “En yakın arkadaşım henüz yirmi
sekizinde… Yapma Selim dayanamam…” Yirmi sekizinci
yaşımın gününü bulmalıydım. Takvime bakmayacaktım bu
defa.
Tatlı bir sesle uyandım.
“Napıyon orda gııı?
Kanadı kırık matılaa gibi
oturmuşun oraa.”
“Huuu sana diyom gııı, garnın
ağricek kalk bakem gari.”
Yeşil yemenisi ve renkli şalvarıyla öylece karşıma dikilmiş,
anaç bir kararlılıkla o an benim iyi olmamı diliyordu. Önce
o roman ablalardan biri sandım kurtuluşum olmayacağını
düşünerek elimi uzattım.
“Fal bakacaksan bak abla ama peşin söyleyeyim hakikaten
param yok,” dedim başımdan savarcasına.
Beni utandıran bir içtenlikle “Nerelisin sen gııı?” diye sordu
tombul dudaklarıyla.
MARTI HURİYE
sokaklar,” dedi gülerek. Nabzım yükseliyor, öfke ve korkudan
ter içinde kalıyordum.
Fakir bir sokakta yavaşladı. Eski, ahşap, yarısı yanık bir
evin önünde durdu. İnerken titriyordum.
Zili çalarken terlediğimi ve muhtemelen ne aptal
gördüğümü fark edip gülümsedi. Bense kendime öyle
kızıyordum ki. Neyse ki Martı Huriye’nin sesi merdiven
gıcırtısında yankılandı. Ona sarılabilir ve sabaha kadar
ağlayabilirdim. Eski bir konakmış, aslında zamanında
çıkan bir yangında yanmış fakat bizim Martı tutturmuş
“ille de oturacağım burada” diye. Eski bir nağmeyi dinleten
merdivenleri çıkarken yoğun lavanta kokusunun baş döndüren
yolculuğu başladı. Ve annemin tarhana mevsimindeki elleri
yakaladı beni.
“Ellerin” dedim “annem kokuyor.”
Öyle hızlı konuşuyordu ki Martı Huriye, tüm ömrünü bir kaç
saate sığdırmak istercesine telâşlı ama bir o kadarda yaşam
dolu. Dilinden damlayan neşe ak göğsünde bir pınar oluyordu.
“Bizim oralar,” diyordu “kuzuluk… Kesik… Sıdan…”
Mutfağa geçtiğinde oğluna sordum: “Neden Martı Huriye?
Bir de merak ettim hep böyle midir?”
“Annem aslında kanser,” dedi aldırmaz ve alışık bir
sesle. Bazen sanki tüm erkeklere mahsus diye düşündüğüm
o umursamaz tavrına müthiş öfke duydum önce. Sonradan
hadsizliğime şaştım.
“Babam Gördesli aynı dağlardanız işte. Bizimkiyse çingene.
Dedem at satarmış. Huriye daha on beşinde ama nasıl bir
güzellik. Babam vurgun yemiş tabiî, bunu görünce delirmiş
aşkından. Bizimki delinin teki; ata biniyor, türküler söylüyor
köy yerinde. E çingene gelin istemezler hele ki böylesini. Peder
kaçırıyor Huriye’yi. Sülalesi varlıklı ama evlâtlıktan ret tabiî
Huriye gelin olunca. Filim gibi yâni.”
“Ee,” diyorum çocukça bir merakla “sonra peki?” sonradan
pişman olarak.
“Sonrası peder İstanbul’a geliyor iki sene sonra ben. Ne iş
olsa yapıyor güçlü adam, çalışkan. Ben dört yaşlarındayken
kaza geçiriyor işte.” diyor bir çırpıda. Ve aynı umursamaz
tavırla.
“Anneme çok demişler evlen kurtul diye. Hiç evlenmedi.
Ama martıları çok sevdi. Bir gün sordum Ali’ni mi sevdin
martıları mı diye, duymazlıktan geldi.”
Sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi samimiyetle “Bu
saçların hali ne!” dedi. Meğer kuaförmüş. “Kes o zaman,”
deyiverdim sonraki altı ayı düşünmeden. Martı Huriye’nin eski
kokan mis taburesinde zaten laf dinlemez kıvırcık saçlarımı
korkunç bir şekilde kesti. O kadar kötü kesti ki arkadaşlarım
beni tanıyamadı.
Olsun, olsundu…
Martı Huriye’nin aslında hiç de lezzetli olmayan böreği de
nefisti, o sıcak sohbetleri de.
Dönüşte saat zaten saat geç olmuştu, sokağıma henüz
girmeden durdurdum motordaki adamı. İçtenlikle teşekkür
ettim. O da utangaç ama biraz da serseri gülümsemesiyle
telefonunu gösterip “Arasam mı seni yine?” dedi.
“Bugün günlerden ne?” dedim heyecanla. Yeni bir buluş
öncesi çırpınan, o son bilgiyi bekleyen bilim insanı gibi.
“Perşembeee,” dedi şaşkınlıkla.
İçimdeki gününü bulan şımarık çocuğun sevincini
gizleyerek “Belki başka bir perşembe!” diyebildim.
Sokağın sonuna kadar arkasından baktım. Yüzümde
lodosun kestiği tozlar ve artık hiç umursamadığım saçlarımla
gülümsüyordum…
Ve bile isteye deli bir bakışla balkonunda beni gizlice
kesen Aysel ablaya bağırdım.
“Bugün perşembeymiş…”
“Her günün perşembesi değil ama hiç değil!”
F
ahir Abi’yi nasıl
öldürdüğümü
anlatmak
istiyorum.
Eski mahalleme
gelmiştim, o gün
güneş batalı birkaç
dakika olmuştu ve
üzerini muşamba bir
karanlıkla örten Akşam
Bey, geceyi bekleyip uyumaya
hazırlanıyordu… Müezzin Bey
ise Ezan-ı Muhammediye’yi Burhan
Çaçan gâyretiyle, gırtlağı patlarcasına
okuyup müminleri namaza davet etmekle
meşguldü. Bu mübalağamdan anlaşılacağı
üzere elektrik mahallemizden gitmişti. Belki de
gitmekte haklıydı elektrik, burası Türkiye’nin en sıkıcı
yeriydi. Eminim mahallemizde bir pavyon olsa, elektrik hep
burada kalmak isterdi.
Bu kadar gevezelik yeter sanırım. Annem öldüğü için
yıllar sonra mahallemize dönmüştüm. Anacığım için
bir cenaze merasimi tertip edilecekti ve benim de orada
bulunmam usule uygun olacaktı.
Ölü evine giderken mahallemizin bakkalı Fahir Abi’yi
gördüm, altında bir iskembe çekmiş, üstünde zümrüt yeşili
hareli ipekten yapılma robdöşambrı ile bakkalın önünde anıt
bir heykel gibi etrafı seyrediyordu. Beni fark etmesin diye
başka tarafa bakarak yürümeye başladım. Fakat ne çâre, o
dakika fark etti ve ismimi bir baykuş gibi çağırıp, dükkâna
davet etti.
İçeri girdim elektrikler kesildiği için dükkân karanlıktı ve
yağ lambasında titreyen ateş üşümemek için lambada dansı
yapıyordu… Bu dansı neşeyle seyrettim.
Bakkal Fahir, anamın vefatında dolayı taziye dileklerini
sundu. Ardından karamelli bisküvi ve küçük bir kutu meyve
suyu ikram etti. İkramları birkaç dakikada mideye indirdim.
Ardından ona teşekkür edip bir paket sigara istedim, ücreti
ödeyip sigaranın mülkiyetini üzerime aldım.
Fakat bir aksilik çıkmıştı. Ateşim yoktu, ceplerimi
yokladım, “Nerde bu çakmak,” diye söylenmeye başladım,
bu müşkülümü gören fedakâr Bakkal Fahir Abi hemen
tezgâhtaki çakmaklardan birini alıp Protmetheusça bir
edayla sigaramın ateşini yaktı. Ona bu tanrısal davranışı
için teşekkür ettim. Bir süre anlamsızca bakıştık, bakışma
uzayınca, Fahir Abi yanlış düşüncelere kapılmasın diye
aklıma gelen ilk şeyi sordum:
“Fahir Abi, bakkaliye bakkalın dişisi mi?”
“Bilmiyorum ama arada hanım dükkânda duruyor o
durduğu zaman bakkaliye, ben durduğum zaman bakkal
oluyordur herhalde,” diye bir açıklamada bulundu.
Muhabbet saçma sapan bir yerde tıkandığı için Fahir Abi’den
bahsedeceğim.
Bakkal Fahir Abi’ye “muhterem” demek yerine
“muhtemel” demek daha münasip düşer. Çünkü “Bakkal açık
mı?” diye sorduğunuzda “Muhtemelen kapalıdır,” cevabını
alırdınız. Bu durumdan şikâyet eden mahalleliler kendisine
karşı menfi tavırlıdır biraz. Çünkü yağ lâzımdır, tuz lâzımdır,
bebe bisküvisi lâzımdır fakat ne çâre, Bakkal Fahir ortalarda
yoktur. Mahalle sakinleri sakin sakin bakkalı açık tutmasını
va’z u nasihat ettiğinde onlara bakkalı kapalı tutmasının
sebebini söylemez ve şöyle derdi:
“Beğenmiyorsanız
haydi arkadaşım s..tir
başka bakkala, hade hadee
yürrüüü.”
O gün kimsenin yıllardır
cevabını alamadığı soruyu
bir de ben sordum; “Abi beni
bilirsin artık bu mahalleden
sayılmam, o yüzden lütfen cevap
ver bu bakkal niye en ihtiyaç
olunan vakitlerde kapalı?”
“Sen yabancı değilsin koçum
anlatayım bak, yıllarca Alaman
gavurunun elinde makine gibi
çalıştım. İçinde bulunduğum duruma çok
bozuluyordum, bu durumu bizim fabrika
müdürüne Jurgen Bey’e anlattım.”
“Ne dedin abi?”
“Çok bozuluyorum Jurgen Ağa dedim.”
“O ne dedi?”
“Bozuk makineleri çöpe atarız. Beğenmiyorsan haydi
arkadaşım s..tir başka kapıya! Hadee hadee yürrrrüüüü.
Anlayacağın yan gelip yatmamdan çok hoşlanmıyordu
Almanlar. Kaytarmadan çalışma bence çok saçma, tembellik
etmeyen insan makinaya dönüşüyor. Bu işe bir dur
demeliydim.
Muradım, vatanıma dönüp bir bakkal açmak, ahalinin
ihtiyacı olduğu zaman kaytarıp kendi ehemmiyetimi
mahalleliye kavratıp bir makine muamelesine mâruz
kalmaktan kurtulmaktı. Çok şükür muradıma erdim
elhamdülillah.”
Elektrikler geldi ve Bakkal Fahir yağ lamasını kapattı.
Lambanın lambada dansı da sona erdi.
İçerinin aydınlanmasıyla gazete manşetleri dikkatimi
çekti. Minör olmayan majör tiyatrocumuz Münir Özkul’un
hak tarafından iradesi elinden alındığı gazete manşetlerini
süslemiyordu, haber kendine küçük bir sütunda mütevazı
bir yer edinmişti. Zaten ölüm mevzu bahis olduğu vakit bir
şeyleri süslemek münasip olmaz.
Bir Fatiha okudum Münir Usta’ya.
“Büyük bir ustaydı değil mi abi” dedim. “Ustaydı ama
yıllardır ölemiyordu. (Bu sıradan ve vasat sözü ses tonuna
bir derinlik katarak söyledi) Eski şöhreti olsa belki bir trafik
kazasında rahmana kavuşmuştu.” Biraz düşündü Bakkal
Fahir Abi, sonra geniş ve traşlı çenesini sıvazladı; “İnsan
ününü kaybettikçe ölümü güçleşiyor,” diye ekledi. “Şimdi
sen ünsüz bir bakkalsın ölemeyecek misin yâni?” dedim.
“Elbette,” diye cevapladı. “Ünsüze ölüm yok evlat” dedi ve
devam etti:
“Son yıllarda ülkemiz ne çok gelişiyor, baksana ünsüzler
artık ünlüler kadar ölmüyor, şimdi Münir Özkul öldü ondan
önce Naim Süleymanoğlu, Zeki Alasya, Maykıl Ceksın
saymakla tükenmez,” dedi. “Abi Maykıl Ceksın Türkiyeli
değil Amerikalı,” deyince, “İşte var gücümüzü sen düşün
Amerika’ya bile meydan okuyoruz. Son zamanlarda ölen
meşhurları söylesem saymakla bitmez.”
Sonra düşündüm ve hak verdim gerçekten ünsüzler
ünlüler kadar ölemiyor muydu artık?
Ardındın da toparlanıp tezini çürütmek için “Annem yeni
öldü,” dedim. “Hacer Teyze’yi çok severdik, Allah rahmet
eylesin ama bilmediğin şeyler var evlat,” dedi. “Ne gibi
bilmediğim şeyler Fahir Abi?” diye sorunca şöyle cevap
Ölülerin Uğrak
Mekânı
Hüseyin Sefa Ak
verdi: “Bunu anana sorsana delikanlı.”
Öfkelendim, “Kendine gel, haddini bil hokkabaz herif!”
diye çıkıştım. Biraz korktu sanırım. “Anan evlat ‘Hamiyet
Nineden Avratlık Dersleri’ adında bir yutup kanalı açıp,
yutubır olmuştu, abone sayısı yüz bine yaklaşmıştı...”
Telefonu elime aldım ve yutup kanalını buldum, güzel
anneciğim ev işlerinin inceliklerinden, yemek tariflerine
kadar bir çok bilgiyi tatlı tatlı anlatıyordu.
Fahir Abi elini omzuma attı; “Bu gerçeği öğrendiğine
göre konuşmama devam ediyorum evlat,” dedi. Gözlerim
ıslandı, elimle kuruttum, burnumu içime çektim; “Tabiî Fahir
abi, buyur devam et…”
“Doksanlı yılların o karanlık günlerine dönelim
istersen,” diye devam etti, “hatırla ne kadar çok ünsüz
ölüyordu. Görümcem, kayınım, hanımın eltisi, kirvem,
bibim, Rıfat eniştem… Hepsi öldüler. Şimdi öyle mi?
Herkes ölmemecesine yaşıyor. Fakirlik fukaralık vardı eski
zamanda.”
Fahir Abi haklıydı, koalisyon zamanı babaannem
ölmüştü ve hepimiz acıya gark olmuştuk, henüz o yıllarda
sağlık sisteminde reformlar yapılmadığından, antidepresan
ilaçlar alacak paramız yoktu, acımızı azaltmak için kısıtlı
imkânlarımızla zor şartlar beynimizin ön lobuna endorfin
salgılatmaya uğraşırdık.
Hiç unutmam omzumuzda ananemizin tabutunu taşırken
ağlamamak için kuzenim Bahri ile birbirimize müstehcen
fıkralar anlatıp sesli bir şekilde gülüyorduk. İkimizin bu
hâline çok öfkelenen imam
efendi, cemaati galeyana
getirmiş ardından cenaze
yerinde sille tokat dayak
yemiştik. Dayaktan sonra
imam efendi şöyle bize
şöyle dedi:
“Ağlamıyorsanız
haydi arkadaşım s..tir
başka kapıya! Hadee hadee
yürrrrüüüü.”
Fahir Abi’nin bu
teorisini kulağıma
küpe gibi taktım. Ertesi
gün valide hanımın
cenaze törenini yaptık
başsağlığı dileklerini kabul
ettim ve mahalleden ayrıldım.
Aradan yıllar geçti… Bir miras
davası için tekrar mahallemize dönmüştüm.
Sâdece birkaç gün kalacaktım, geceyi
geçirmek için baba evine geçtim. Büyük
kentin hay huyu, işimin yoğunluğu, stres
iyice sinirlerimi germişti. Uykumu mışıl bir
kıvama getirmek için yatağıma girdim. Tam o
sırada bir bağırtı koptu:
“Yetişin a dostlar Fahir’im ölemiyor!!”
Kadıncağızın bu feryadı tüm mahalle
sakinlerini ölümsüzlükle lanetlenmiş gibi
rahatsız etti. Yataktan fırladığım gibi Bakkal
Fahir’in evine gittim.
Karısı şişman ve iyi niyetli İsmet Yenge beni
karşıladı. İsmet Yenge iyi niyetli olmasının yanı
sıra sıkıcı, miskin, etli butlu yüzü Çin mantısına
benzeyen bir kadındı. Bakkal Fahir kanser
olmuştu ve ölemiyordu. Dert yanmaya başladı, Fahir Abi
yedi yıldır acı içinde kıvranıyor ve uyuyamıyormuş.
Kadın, “Her gün başında Kur’an okuttuk, hatim indirdik,
acı içinde kıvranmasına rağmen Azrail’e bir türlü ruhunu
teslim edemedi,” diye dert yandı. Kadıncağız ağlıyordu,
o ağladıkça ben Fahir Abi’ye ölemediği için kızıyordum.
Hassas bir kadındı İsmet Yenge…
İsmet Yenge, “Aman kocamın acısına son ver,” diye
ayaklarıma kapandı. Bir yastıkla öldürmeyi teklif ettim.
Kadıncağız “Hayır bu cinayet olur,” deyip Müslüman
hassasiyetlerinden dem vurdu.
Başka bir çözüm yolu bulmam gerekiyordu, bu yüzden
çenemdeki bir tutam sakalı kaşıdım. Hastanın yanına
yaklaştım gözlerini kapat ve beş dakika açma dedim.
Şişman ve iyi niyetli İsmet Yenge ile saatlerimizi ayarladık.
Vakit doldu, “Öldün mü Fahir Abi?” dedim.
Gözlerini timsah gibi açtı ve şöyle dedi:
“Öldürecekseniz öldürün beni yoksa haydi arkadaşım
s..tir başka kapıya! Hadee hadee yürrrrüüüü.”
Odadan dışarı çıktım, İsmet Yengemi kahreden bu
herif bir şekilde ölmeliydi. Hem Fahir Abi gibi bir mikrobun
ölmesiyle vücudundaki diğer mikroplarda ölecek, bir taşta
milyon mikrop vuracaktım.
O an Aklıma Fahir Abi’nin Münir Özkul hakkında
söyledikleri geldi. Vakti zamanında çok kil ü kal etmişti
merhum hakkında ve kendisi de aynı akıbete uğramıştı,
ölemiyordu işte.
Tabiî ya Fahir Abi ünsüz olduğu için ölemiyordu. “Evraka”
diye Fahir Abi’nin odasına girdim, telefonumu çıkarttım
Fahir Abi’nin hasta ve yatalak görüntüsünü telefonuma
kaydettim. Sonra sosyal medya hesabıma yükleyip altına
not düştüm: ACİL ÖLÜMESİ GEREK RT PLASE.
Fahir Abi’nin acılı hâlini gören tüm duyarlı erbab-ı
soyal medya bunu yaydıkça yaydı. Fahir Abi’nin
ünü arttıkça ölüme biraz daha yaklaştı. Ve en
sonunda gözlerini açılmamacasına kapatıp
ahiret hayatına intikal etti.
Miras meselesi çözülmüştü, artık
mahalleye yerleşmekte karar kıldım.
Yalnızlık zor olacağı için evlenmem
yerinde bir davranış olurdu.
Kocası öldüğü için yenge sıfatı
anlamsızlaşan İsmet’e evlenme teklif
ettim. Bu teklifim İsmet tarafından
memnuniyetle kabul gördü.
Ertesi gün bakkalı devraldım
ve işletmeye başladım. Her şey
eskisi gibiydi dükkânı istediğim
zaman açıyor istemediğimde
açmıyordum. Fahir Abi’nin
erkânını, usulünü
yaşatmak gerekliydi
sonuçta.
O sırada
içeriye yıllardır
mahallemizden
uzak kalan İsmail
geldi annesinin
cenazesine
geldiğini söyledi.
Aynı konuyu
onda açtım.
Yalnız Biz, Öteki
Siz ve İrade
Demet Yener
V
ar olmak, kendi var oluşunun bilincinde olmaktır. Varlığı hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda benim keyfime bağlı olmadan var olanlar ile zihnimde imge olarak var olduğu hâlde fiilen var olmayanlardan da haberdar olmaktır aynı zamanda. “İmge” olarak var oluş ile “şey” olarak var oluşu kendiliğinden ayırabilmelidir zihin. Böylece gerçekle hayali ayırt edebilir insan. Aksi hâlde ruh, beden eyleme geçse dahi kendi içine kapanıp kalır. Çoğu zaman soruyu bilmektense cevabı bilmek
hayatı daha da kolay hâle getirir. Cevap aramak, tüm diğer arayışlar gibi yorucu ve yıpratıcıdır. Arayış, acılı bir süreçtir ve sonunda bulmak da tehlikelidir çoğu zaman. Yine de hazırcı sürünün parçası olmak yerine arayıcı azınlığın içinde olmalı insan.
Farklı olmalı, fark yaratmalı. Hazıra konanın hükümranlığı bir
nefes kadar kalır arayıp bulanın ömre bedel hükümranlığı yanında.
Yalnızlığına gömülmüş insanların o inatçı tekbencilikleri
nedeniyle suskun, sanki ebediyete kadar sessizlik yemini etmiş
maskelerin ardında kapana kısılan ruh, kendi içinde, onu kışkırtabilecek ya da uçsuz bucaksız bir uçurumun derinliğini keşfe
özendirebilecek bir cesaretin varlığından habersiz biçimde sessiz sedasız ölür gider. Hem yorgun hem de umutsuz çabalarımızın ortaya çıkardığı her şeyin daima eksik kalması ve ruhumuzun kendisinin bilincine varamamasıdır aslında bu. Gerçek ile
hayal, doğru ile yalan, imge ile şey birbirine girer zavallı insanın usunda. Ben ve ötekiler biçiminde inşa ettiğimiz hayatlarımızın lanetidir yalnızlık. Cicero’nun dediği gibi, “İnsan her geçen
gün biraz daha yalnızlaşır, kalabalıklar fayda etmez.” Her şeyin
bitmek için başladığını söyleyen Cicero’ya karşı çıkılamaz çünkü
zaten ölmek için doğmuyor muyuz? Doymak için yiyor, mezun
olmak için okula başlıyoruz. Yine belli bir amaca ulaşmak niyetiyle başladığımız şeyleri bitirmeye çalışıyoruz. Aşkı da dostluğu
da sevgiyi de hep bir amaç için başlatıyoruz, yâni bitmesi için bir
bakıma. Enig Bagnold’a göre ise, “Yalnızlığın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O her şeyi öğretir.” Öylesine katı ve duygusuz ki bu karabasanı anlatan kâbus, hayatın en acı öğretmeni olmaktan gurur duyduğundan emin olabilirsiniz. Yumuşak yanlarımızı sertleştirirken sivri uçlarımızı törpüler. Oldukça yaratıcı ve istikrarlıdır yalnızlık!
Bir tek benim yalnızlığım yok ki yeryüzünde. Herkesin farklı birer yalnızlığı var. Yalnızlık kalabalığında her yalnız insan aslında tek başınadır. Kimse farkında değildir kendisininki dışındaki yalnızlıklardan. Benim yalnızlığım da öylece geçiyor diğerlerinin yalnızlıkları arasından. Her yalnız diğer yalnızdan habersiz, her yalnız sâdece kendini yalnız sanarken ve her kalabalık
bir sürü yalnızlıktan oluşurken toplum olmak ne mümkün herkes bu denli kendine dönmüşken. Bireysel yaşamların mahkûm
ettiği yalnızlığımız, şişkin egolarımız, bencil hayatlarımız, biten
gelenekler, yok olan saygı ve sona eren insanlık! Her birey kendince yalnız. Yalnız olduğu için de fazlasıyla saldırgan. Bu yüzden “insan, insanın kurdu” olmuş. Vicdandan söz eden yok. Değerler çoktan silinmiş yeryüzünden. Her birimiz koca dünya kalabalığı içinde yalnız ölmeye mahkûm edilmişiz, bu insanlığın
ortak kâbusu…
Hayal kırıklıkları besler bu doyumsuz yalnızlık duygusunu. Katli vacip duygulardan biridir hayal kırıklığının hayata tesir eden o donuk ve hissiz boşluğu. Gözlerinin önüne inen o mat
ve renksiz perde zihninde ne kadar çok taşınırsa o kadar koyulaşır karanlıklar. Zifiri karanlığın hâkimiyetindeki hiçbir yerde
neyin nerede olduğunu bulamaz zihin. Her şey birbirine karışır,
her yer toz duman olur. Uslanmaz usunda oluşan sakinlik insanı
uyuşturur. İlk zamanlarda “Ya ne olmuş bu olmadıysa? Bir daha
hayal kur ve bir daha düş peşine,” diyen iç ses bile bıkmıştır fukara avuntusundan. İnsanı ayağa kaldırıp silkelenmesini sağlamak, bir ölüden zeybek oynamasını istemek kadar anlamsızdır
artık. Yoğun acı ve hissizlik yüzünden yüreğinin iklimi değişir insanın. İçindeki kelebeklerin renkleri solar, papatyalar çürümeye
başlar gönlünün dağlarında. Kırlangıçlar göç eder sonra başka
yüreklere. Kelebekler renksizleşir ve hiç çiçek açmaz olur gönlünün vadilerinde. Akbabalar istila eder her yeri. Leş kargalarıyla bir olup canlı canlı yemeğe başlarlar içten içe seni. Hayallerin, umutların, ideallerin ve planların da terk ettikten sonra içi
doldurulmuş bir kuklaya dönersin.
İnsanlar sanki yalnızlıktan doğmuş gibi, bütün yaratılanlar içinde en usanmaz şekilde yalnızlığına sarılanlardan olmuş,
yetmemiş bir de kendisini yalnızlıkla var olmak zorunda olduğu
yanlışına düşürmüştür. Aslında bütün bu yalnızlık merakı, topluluk olma hasretiyle alev almış bir yaratığın çektiği azaptan başka bir şey değildir. Sanki her ruh, anlaşılmaksızın sessizliğe bürünmeye mahkûm edilmiş gibi, kendini yazgıyla baş başa kalmış bulur insan. Ardından bir kabulleniş denizine atlayarak kendi kendini boğar insan. İradesinden bihaber terk eder sınırlı hayatını. Dış sesini, kalbinin sesinden üstün tutar. Doğruyu yaptığından emin şekilde ama baştan sona büyük bir yanlışı yaşayarak ölür. Arındırmadığı o pas tutan zihni, genelde doğruları görmezden gelerek tüketir kendini.
Peki hayatımızın içi neresi, dışı neresi? İçinde kimler var?
Kimler kalıyor dışında? Bu dahil olma durumu sürekli mi, değil
mi? Yâni dün dışta olan bugün içte olabilir mi
ve aslında dış yok mu? Dışa ait denilen her şeyi içe
alabildiğimizi düşünürsek “öteki” diye bir şeyin
olmadığı ortaya çıkar. Ötekileşmek ve ötekileştirmek
hatadır. İnsanın ruhuna ve
var oluşuna ihanet etmektir.
“Ben”i, “sen”den ayıran karakter
ve duygulardır. Başka hiçbir konu birimizi diğerimizden üstün ya da aşağı yapamaz. Yaşamı, görüntüsü ve sesi, kendisine çok benzeyen kişiyi “öteki” kabul etme ya da etmeme
bilmecesini çözerken bilincini
yitirmenin eşiğinde yaşanan
bir travmadır, insanı yalnızlaştıran, kuşkucu ve güvensiz
yapan. Bize karanlık bir atmosfer sunar “ben” ve “öteki” ayrımı. Mutlak
mutsuzluk garantilidir. İnsanı, hayatındaki eksiklikler ya da aşırılıklar üzerine
düşünmeye iter kararsızlık. En sonunda insan, öteki nevronuzuna
yenik düştüğünde kendisine tıpatıp benzeyen fakat bütün iyi özellikleri içerisinde barındıran farklı bir kimlik yaratır farkında olmadan
ve mecburen. Ve yazık ki iç dünyasında yaşadığı bütün buhranlar ve gelgitler
kalır kendine sâdece. Mutlak bir yalnızlığa
kendini mahkûm ya da esir eden her insanın dili liriktir ve monolojiktir. Tekçidir ha-
Ahmet Afşın Efkarlıoğlu
ALPTUĞ
yatındaki her şey. Dağ gibi kabaran egoları birer volkan gibi patlar aniden.
Bilinç kendisini, sâdece kendisinin dışında yakalar. Yeniden
kendini arayışla sürer süreç. Kendisini defalarca kendisi dışında
yakalayan bilincin kendisini yakaladığı yer, özneye, yani kendine
yabancı olan bir başka yansıma olur. Özneye, yâni kişinin kendine yabancı olan bu imgesel yansıma ile kurulan özdeşim sonunda kimlik sorunu baş gösterir kibrin ikliminde. Ötekilerden
hangilerinin yanında üstün hangilerinin yanında ezilmiş olduğunu saptama süreci başlar. Bilinç başlar çalışmaya. Varlığa gelir
ego. Egosunun çizdiği sınırlar içerisinde yalnızlaşan insan için
hayatı, geldiği gibi yaşamak dışında pek bir şans kalmaz. Rutine
döner yalnız hayatı ötekilerin ortasında. Ruhun kıskacı daralır
zaman geçtikçe. Boğulur ruh, kalabalık ötekiler terazisinde yalnızlığıyla baş başa…
Sıradan hayatların ortasında, ortalama bir hayata sahip, ortalama insanlarız işin gerçeği. Önemli olan bu sıradan hayatı
nasıl yaşadığımızsa eğer; hayatın ucu bucağı olmayan bakımsız
ve kurak topraklarını harikulâde bir çiçek bahçesine çevirmek
sâdece bizim elimizde. Belki umutsuz bir çaba belki de kahramanca bir başarısızlık ama en azından kişisel emekle donatılmış. Bilmediğini bilirmiş gibi yapanların hırpaladığı yüreklerimizde hâlâ küçük bir çocuk büyütebiliyorsak ne mutlu bize. Bugünkü yaşamlarımız, bize güç vermiş bir hayat karşısında hissettiğimiz bir düş kırgınlığı duygusundan ibaret sâdece. Önemli olmak yerine önemli kalmak çabasına girmeyen, anlık kazançlar peşinde anlık sevinçler tüketen ama asla mutlu olamayan insanlarız.
Yaşam ormanından kestiği ağaçların kuru dallarından tutuşturduğu ateşin kendini ısıtacağını sanır ama donarak can verir ruh. Çıktığı kapıları, örtündüğü yorganları unutur. Kendini ihmal eder bilmeden. Kendi dinginliğinde dinlenmeyi akıl edemez.
Kendine sunulmuş olan iradeyi keşfedip kullananları bir mucizeyi gerçekleştirmiş olarak kabul eder. Mucizenin neliğinden bihaber olan ruhun ihtiyacı olan, bedendeki gizil güç kaynağının
yâni usun farkına varmak ve onu kullanmaktır aslında. Ama hazıra ve kolaya alışan insan için sürüye uymak daha basittir. Çoğunluğun hatasına tek başına karşı çıkamaz. “Kral çıplak” diyecek cesareti kendinde bulamaz ve kendi gerçek derinliğinde yatan hayatına yön verme gücüne ulaşamaz. Bilinmezlikler üzerine kurulan derme çatma köprüyü tercih eder, Deli Dumrul gibi cesaretle her şeye rağmen kendi köprüsünü inşa etmeye. İlk
ve belki de aynı zamanda son defalığına cesur olabilen ruhların ötelenmişliklerini örnek alarak reddetme güdüsünü kurban
eder düşünmeden. Oysa insan bilmeli ki her şey aslında sâdece
karşıtıyla varlık bulur. Kötü yoksa iyi, çirkin olmadan güzel kıymetsizidir. Ateş, bütün ruhların ışığıdır aslında. Tehlikeyi göze
almak ve kendi hayatının dizginlerini kabullenişe bırakmamak
gerek. Yazgı/kader ve Tanrı varsa bile, unutulmamalıdır ki irade de var. İnsanlara her durumda ardında saklandıkları yazgının
tümüyle kendilerini aldattıkları bir kurmaca olduğunu göstermek gerekir. Tanrı, bu denli kusursuz bir düzende böylesi büyük
bir hataya düşmüş olamaz. İnsanları ruh ve beden olarak yaratmış ve önlerine cennet ve cehennem gibi iki seçenek sunmuşken onları hazır edilmiş kesin bir yazgıyla dünyaya gönderdiğine
inanmak akla hakaret değil midir?
Evet, yazgı vardır. Evet, dünyaya gözünü açtığında insan yazgısıyla doğar ama bu bir hazır metin değildir ki insana
sâdece yaşaması kalsın. Hayat boyunca yaşayacakları belli olan
insana her defasında birçok kapı açılır. Yaşanacak olanlar yazgıda vardır ama insanın hangi kapıyı açarak onun ardındakini seçeceğine kendisi, yâni iradesi karar verir. İşte bunu anlayabilen
ruhlar, ezeli ve ebedî bir yalnızlığa mahkûm etmez kendini. Ruhu ve bedeni birlikte hareket edebilen insanların kalbini ve beynini kullanmaması hâlinde kukladan bir farkı kalır mıydı insanın? İnsan zor olanı yapmalı ve kendisi için bir karara varmalı.
Çalan kapıyı açarsa kabullenmiştik hissi adeta bir hırsız gibi onu
bayıltarak evini, benliğini soyacak. Eğer açmazsa vazgeçip bir
başka kapıyı çalacaklar.
O gelince sayısı arttı Türk erlerinin
Mazluma dost, zalime yağı olacak diye.
Keyfiyle dostlarına ılgın ılgın bir neşe
Öfkesiyle düşmana ağu olacak diye.
Her dalı bin çerağlı, oğlum, Türk ormanının
Gönendim en fidanı, tığı olacak diye.
Börteçine yol verdi Demirkapı’ya doğru,
Ülküsüne sırt veren dağı olacak diye
Daha işitmemişse Çin’i Hind’i İran’ı,
Korksunlar gözlerinde doğu olacak diye.
Hele bir dile gelsin, batının da payı var.
Haykıracak “Bu çağ Türk çağı olacak!” diye.
Yaşını Tanrı versin, adını Alptuğ koydum.
Alptuğ'um bu kavganın tuğu olacak diye.
IB
iz onları pek tanımıyorduk, taa
ki Deli Yürek dizisindeki “Sendee
Hazreti Hüseyin mayası va
Yusufuum, zalımla savaşmak senin
kaderin,” diyerek bizlerin gönül telini
titreten, çatıda demlediği
çayla içimizi ısıtan Kuşçu
karakteriyle karşılaşana
kadar…
Belki de o günden bu yana
kuşçulara ayrı bir sempatiyle bakar
olduk. İşte bugün ben de, o
dizideki kuşçu gibi büyük laflar
etmese de, kuşçuluğun pek
çok bilinmeyen yönlerini anlatan
tutkulu bir kuşçu amcayla tanıştırmak
istiyorum sizleri.
***
Elinde tuttuğu güvercine hayran hayran bakıyordu. Bu bakış
öyle sıradan bir bakış değildi. Yanına yaklaştım, güvercinin
başını okşamak istedim gayri ihtiyari kuşu kendine çekti. “Bir
şey yapmayacağım, sâdece seveceğim,” dedim. Güvercini
sevmeme izin verdi, “Başını okşa ama kanatlarına dokunma,”
diyerek. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum, “Kuş pazarına,”
dedi. Böyle bir pazarın olduğunu ilk kez duydum. “Ben de
sana eşlik edebilir miyim?” dedim, gönülsüz de olsa başını
öne salladı ve yanında getirdiği kafesteki kuşlarla birlikte kuş
pazarının yolunu tuttuk. Bu yolculuk bizi derin bir o kadar da
farklı bir dünyaya götürdü. Kuşların ve kuşçuların dünyasına…
Zaman zaman bir kuş gibi etrafına ürkek ürkek bakan
amcanın adı Hasan’mış, saçı sakalı ağarmış bir kuş sevdalısı.
Çocukluğunda tutulmuş kuş sevdasına… Okuldan kaçıp kuş
yakalamak için dağlara bayırlara kendini vuruyormuş.
“Nasıl doğdu bu kuş merakı sende Hasan Amca?” diye
soruyorum, Hasan Amca anlatmaya başladı:
“Bu merak değil hastalık.”
“Nasıl yâni hastalık? Bağımlılık gibi bir şey mi?”
“Tam da dediğin gibi, geceleri gözüne uyku girmez, onların
guruldamalarını, seslerini, kanat çırpınışlarını duymak için bir
an önce sabah olsun istersin. Kuşa meftun olursun, aşkından
deli divaneye dönersin.”
“Kuşa meftun olmak, deli divaneye dönmek?”
“Evet, kuşa meftun olursun… İlkokul bir ya da ikinci
sınıftaydı tam hatırlamıyorum bu kuşçuluk illetiyle tanışalı. İllet
diyorum ama ne illet… Okula gidiyoruz diye çıkar kapanlarımızı
alır evin eteğindeki dağda kuşa çıkardık. Sakalar, güvercinler,
serçeler envaî çeşit kuşun sesleri birbirine karışırdı. Ancak
kuşların seslerini birbirinden ayırmayı uzun yıllar peşlerinden
koşarak öğrendim. Saka mı yakalayacaksın, onlar bak
şöyle bir ses çıkarır ‘Çüpet pet, çüpet pet petpet, çüpet pet
petpetpet.’ Kumru mu yakalayacaksın, sevgiliye kur yapar gibi
‘gruuk…gruukguk,’ seslerine doğru kulağını kabartacaksın.
‘Velisvelisvelis,’ diye öten kuşlar, ‘kıs kıs kıss’ diye ötenler
vardır, yâni çeşit çeşit kuş ötüşü vardır. İşte kuşçu dediğin
adam ilk önce kuşların bu sesine âşık olur, ben de öyle oldum.
Kuşun önce dilini öğreneceksiniz… sSonra…”
“Sonra,” diyor ve başını kaldırarak gökyüzüne bakıyor
Hasan Amca. Gözbebeklerinde daha sonra anlayabildiğimiz bir
ışıldama beliriyor.
“Sonra?”
“Kuşların kanat çırpışları, gökyüzünde süzülüşleri…
Hepsinin ayrı bir sesi vardır. Hiçbir kuş türünün kanat çırpınışı
birbirine benzemez.”
“Sahi mi?”
“Evet, güvercinlerin bile kendi aralarındaki kanat çırpışları
farklıdır. Takla güvercinlerinin kanat çırpışındaki ritmle,
‘gövercin’ dediğimiz, sulu kayalıkların etrafında dolaşanların
çırpınışı çok farklıdır. Takla güvercini kanatlarını
‘pat pat, pat pat’ diye çarpar, gövercinse ‘patı
patı, patı patı’ diye çarpar.”
“Kuş deyince aklımıza kanatları ve
sesleri gelecek öyle mi?”
“Evet, işte bu kanat çırpınışlarına
ve sesine âşık olduk kuşların ve 60
yıldır peşinden koşuyorum onların.”
“Senin gibi çok var mı böyle kuş
sevdalısı?”
“Olmaz olur mu? Kuşçuluk
sevdası bu memleketin her
yerinde vardır. Gideceğimiz pazarda
göreceksin. Ben onların yanında kuşçu
bile sayılmam.”
“Peki, bu kuşlar çoğunlukla pazardan
mı alınır?”
“Yok canım… Çoğu zaman kuşlar çağrılarak
elde edilir.”
“Çağrılarak mı?”
“Evet çağrılır. Bir kuşunuz olur o sizin evinizdeki kuşların
da lideridir. Başka kuşçuların kuşlarının da liderleri vardır.
Dışarıya salarsınız, hangi kuş sürüsünün lideri güçlüyse artık,
onun ötüşüne, kanat çırpınışına dayanamayan karşı sürüdeki
kuşlar bunun peşinden giderler. Birkaç saat içinde kuşlarınız
üçken beş, beşken on olur.”
“Peki, bu kuşları diğer kuşçu gelip istemiyor mu?”
“Çoğu defa istemez. İstese de bir sonuç alamaz çünkü
kuşlar bir daha o eve geri dönmez. Bi’ de biz kuşçular çok
hassas adamlarızdır. Ben çok gördüm. Adam gelmiş bir
gün bana, öyle ağlıyor. ‘Niye?’ diye soruyorum. ‘Benim bir
güvercinim var beyaz başlı, sizin çatıya geldi, sizin kuşların
arasında, onu bana ver,’ diye hüngür hüngür ağlıyor. Yaşlı başlı
adam. ‘Tamam şimdi çatıya çıkıp vereceğim ağlama,’ dedim.
Çatıda beyaz başlı bir güvercin vardı gerçekten. Yakaladım
adama verdim. Ancak birkaç gün sonra baktım ki aynı güvercin
yine gelmiş. Adam yine ağlıyor. Dedim, ‘Bak bu son, bir daha
güvercinini dışarı salma.’ Adam bir daha gelmedi, öğrendim
ki adam evinden taşınmış. Yâni kuşu için evini barkını satan,
mahallesini değiştiren adamlarız biz.”
“Evini değiştirecek kadar mı yâni?”
“Ne evi, bu kuş sevdası yüzünden ailesini, yuvasını terk
edenler çok olmuştur, benim pek çok arkadaşım şimdi sâdece
kuşlarıyla yaşıyor.”
“Niye kaçıp gitmiyor kuşlar?”
“Güvercinleri yuvaya alıştırırız biz.”
“Nasıl alıştırıyorsunuz, güvercinler öyle kolay alışan kuşlar
mıdır?”
“Güvercinlerin ilk önce kanatlarını keseriz, onlar yuvada
kedi gibi dolaşırlar. Sonra kanatları çıkmaya başladığında bile
yuvada yürümeye devam ederler. Uçsalar bile yuvaya alışmış
olurlar.”
“Canları acımaz mı?”
“Biraz acır ancak biz o kuşların iyiliği için bunu yaparız,
kuşlar bizim yavrularımızdır onlara hiç zarar verecek bir şey
yapabilir miyiz?”
“Valla ben bu işi pek tasvip etmedim, kanatları olmadan
yuvada gezdirmek bana eziyet gibi geldi Hasan Amca.”
“Kanatları sonradan çıkar onların bir şey olmaz. O kanat
çırpışlarına biz kıyabilir miyiz? Kanatsız kuş, ayaksız insana
benzer.”
Pazara geldiğimizde Kuşçu Hasan Amca’nın daha anlatacak
çok şeyi vardı. Fakat pazardaki kuşları görünce benimle
irtibatını yine kesti. Kuşların arasına daldı, beni unuttu gitti.
Aklımda kalan ise, ayakları ipe bağlanıp uçurulan, kanat
çırpan kuşlar ve kuşçuların kendilerinden geçerek onlara
hayran hayran bakışlarıydı.
KUŞÇULAR
Mustafa Yiğit
ŞOV
Ozan R. Kartal
quid miraris?
quid stupes?
pompa est.
gözlerim renkli olsa da bir katile benzerim ben
gözlerim olmasa da insanlar zaten ölür.
gözlerim yeşil değil ama elimde kırmızı bir bıçak.
gözlerim ela, kemere sıkıştırmışım piştovu.
silahlar ve sevgilim yasak tüm dünyada çünkü
damarımda muhtaç olduğum hippi kanı mevcuddd
gök renginden kararsız,
kanla büyüyen filiz,
anneme uzanan kök,
bana bak ben katile benziyorum,
beni öldür beni sök.
gözlerim neler gördü ben kimler öldürdüm?
bu sirkte kendimden çok kimleri güldürdüm?
ve ben en çok da postaların ve telgrafların oğluyum
bıyıklı dünyanın yüz yıllık geliniyim
kartpostalların ve telgraf tellerinin kızıyım
kafesteki kuşları salarsanız belki
alnında silahım dayalı bu kenti serbest bırakırım
kaçıncı çelenk bu renklerinden arınmış
kaçıncı yas ki ellerinizle sıkıca tuttuğunuz
saymadım değil
bunlar
ben gelmeden sayılmış
dünya kaldırımlardan ibarettir
zaman en çok, sokak köşelerini sever
saçlarımı kesmek aklımdan
binlerce uçak altımdan geçer
organizatörler sersem
küratörler ciddidir
izlemeyi en sevdiğim film
sevgilimin benekli yüzü
ve babamın akciğer filmidir
ben en çok da adaların üzerinde gülerim
henüz yakalanmamış bir katil gibi
en az karasal kentlerde ve karakol sokaklarında
geldiğim yer sudur, gittiğim yer toprak
o yüzdendir besmeleyle içtiğim her yudum
o yüzden zordur amcamı tahtaların altına koymak
gözlerim neden bir evin cumbası neden?
neden balkondan sarkamıyorum anne neden?
elma dersem çıkacaktı ruhum fiziğimden
kendisine sorarsanız bahane aramakla meşgulll
gözlerim bir katilin gözleri tarikatım dört kişilik
fotoğraflarım bir görmezin fotoğrafları
basketim bir kötürümün basketi
karanlığım dostların dillerine pelesenk
kasketim ölü bir akrabanın kasketi
dostum manyak bir tanrıydı
sevgilim bir müjgana tutkun
dostuma "kun" fikrini ben verdim
sevgilime dedim "yutkun"
çünkü gözlerim ikindileri de adam öldürür
nekropol denir kente
sağım solum makberrr
quid miraris?
quid stupes?
pompa est.*
kan aktı mı oluk gibi
elbet bozulur abdest
şimdi gözlerim korkudan kapatır kendini
gözlerim vicdandan münezzeh
gözlerim allaha ilgisiz gözlerim cani
gözlerim güneşsiz bir ingiliz
gözlerim dağ gibi gözlerim ruh-i bikayd
pencere açılır
son bulur every single night
adam öldürülecek bu gece adam!
belki bir kadın ne bilirim?
patlar piştov, gözlerim öldürür
bir şeyler yapsanıza amirim!
*niçin şaşırıyorsun?
niçin sersemliyorsun?
bu <sadece> bir gösteri.
T
Bak
Postacı
Geliyor…(X)
arih 6 Aralık 1916, Ömer
Seyfettin arkadaşı Aka
Gündüz’e bir mektup
yazarak; “Bir kızım oldu.
Güttüğümüz ideale uygun bir isim
arıyorum,” der. Arkadaşından
cevap gelir: “Güner olsun.”
“Fahire Güner” olur, büyük
hikâyecimizin kızının adı.
Ömer Seyfettin, bu isim için
“Kadınlarda kullanılan ilk Türkçe
isim budur,” der.
Postacı gider. Yıllar
geçer… O tarihlerde Türk’ü ve
Türkçeyi diriltmenin yollarını
arayanlar, karanlık dünyalarını
Çanakkale Zaferi’nin parlak ışıklarıyla
azıcık da olsa aydınlatırken 30 Ekim
1918’de imzalanan Mondros Ateşkes
Antlaşması’yla yeniden karanlığa doğru
sürüklenirler. Çünkü bu antlaşma bir çeşit ölüm
fermanıydı ya da Galip Devletler için Anadolu’nun
kilidini açan bir anahtardı. O pek muhteşem donanmalarıyla
denizden, o pek güvendikleri ordularıyla karadan Çanakkale’yi
geçemeyenler, Türk’ün yurduna ellerini kollarını sallaya
sallaya girmeyi başarmışlardı.
İşte o berbat zamanların birinde:
“1919 yılının baharı İstanbul’a bütün güzelliği, haşmeti
ve çılgın neşesiyle çıkıp gelmişti. Ona, ‘safa geldin, safalar
getirdin!’ demeye imkân var mıydı? O harikulâde güzel renkler,
gölgeler, kokular, ışıklar, deli bir neşveyle cıvıldaşan kuşlar,
beni boğuyorlardı. Ben de elimde olsa baharı boğacaktım. Ama
elimde değildi, onu sadece kovuyordum:
…
Git bahar, git bahar! Uzaklarda gül,
Denize renginden bırak hediye,
Ufuklarda gezin, semaya süzül...
Kalbime sokulma ‘Peymâne!’ diye,
Gördüklerin kandil... peymâne değil!”1
diyordu Halide Nusret Zorlutuna.
Memleketimizin ızdıraplı günlerinde her mevsimi bir kara
kış gibi yaşayan yurtseverler, ilkbaharı ancak bu aziz vatan
topraklarının düşman çizmesinden kurtulduğu gün yaşamaya
başlayacaklardı. Nihayet 29 Ekim 1923 sabahı Ankara’dan
bütün dünyaya ilân edilen yeni Türk devleti, uzun zamandır
gülmeyi unutan bir millet için mutluğun şarkısı, şiiri olmuştur
âdeta.
Öyle ki birkaç zaman önce baharı kovan şair de şimdi
büyük bir coşkuyla ona “gel, geri dön!” diyordu.
“Gel bahâr, gel bahâr, yakınlarda gül!
Denize renginden armağan bırak;
Ufuklarda gezin, semâya süzül,
Sonra yavaş yavaş in, içime ak!
Gönlüm hasretinle divânedir, gel!”
Gelen bahar, yanmış yıkılmış bir memleketin tam
ortasında büyük sancılarla doğan yeni Türk devletini
selâmlarken Türk milleti Atatürk’ün önderliğinde “istiklâli
tam” bir millet olma yolunda ilerliyordu. Bu yürüyüş tarihin
derinliklerinden günümüze, günümüzden yarınlarımıza doğru
kendinden emin ve sağlam adımlarla oluyordu.
1930’lara geldiğimizde “Bir Devrin Romanı”nı yazan
kalem, kendisi için çok önemli bir gerçeği kitabında şöyle dile
getiriyordu:
“1930 büyük bir müjdeyle başladı… ‘Annelik takınca gönlüme
kanat/ Gözlerime doldu göklerin kat
kat.’ diyordum Tanrı’ya… Oğlumu
seviyordum. Ama nasıl? Tarife hatta
mantığa asla sığmaz, delice bir
aşkla. Asıl aşkın evlat sevgisi
olduğunu da bana oğlum öğretti.
Çocuğum iki aylık olduğu halde
bir türlü ona ad koyamamıştık.
Vakıa (gerçi) iki dedesinin adı da
göbek adı olarak konmuştu ama
öz Türkçe bir ad istiyorduk.
Sonunda, şahsen tanımadığım
ünlü Türk şairi Mehmet Emin Bey’e
bir mektup yazıp ondan bir ad
istedik. Derhal cevap verdi:
Pek muhterem efendim!
Bu ‘Erdoğan’ yavrunun bahtının
‘gün’ gibi parlak, vücudunun ‘polat’ gibi
sağlam olarak ‘Yurdakul’ gibi gönül bağ ile
bağlanmasını, icap ederse bu uğurda ‘Can’ını ortaya
koymasını dilerim.
Biz de bu tatlı mektuba şöyle bir cevap yazdık:
Aziz ve büyük şair,
Pek nazik mektubunuzu sevinçle okuduk. Erdoğan’ın
‘er’ini ‘gün’ün başına alarak yavrumuzun, günün gün gibi eri
olmasını Hak’tan diledik. Pek kıymetli isim babasına minnet ve
şükranlarımızla…”2
Mektup burada biter. Mektubun bittiği yerde biz de hiç
vakit kaybetmeden ünlü Türk şairi Mehmet Emin Yurdakul’un
“Millî şair” unvanına nasıl ulaştığı hakkında küçük bir not
düşelim:
1897’de Osmanlı-Yunan Harbi sırasında Selanik’te Asır
gazetesinde M. Emin Yurdakul’un “Yurdumun Koçyiğitlerine”
diye ithaf ettiği Cenge Giderken adlı şiiri yayınlanır.
“Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.”
diye başlayan bu şiir, o günlerde âdeta millî direnişin
timsali olur. İstanbul’daki edebiyat çevrelerinde birçok yazar
ve şair M. Emin Yurdakul’u övücü sözler söylerken, Kırım’dan,
İsmail Gaspıralı’dan gelen bir mektupla zirveye çıkar:
“Şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Erzurum Türkleri lezzetle
okuyacakları gibi Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan,
Kaşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de
okuyacaklardır. Bu şerefe Nef’i, Nabi nail olamadılar. Kırk, elli
milyonluk bu âleme, ilk önce bir kaşık oğul balını yediren siz
oldunuz ki size şeref bir saadettir. Tekrar tebrik ediyorum.”3
İlk şiir kitabını Türkçe Şiirler adı altında 1899’da yayınlayan
ve Türkçecilik hareketini başlatan Mehmet Emin Yurdakul için
Yusuf Ziya Ortaç şöyle diyor: “Millî kelimesi, millî hudut, Millî
Mücadele, millî mahsul, millî sanayi, hatta Millî Takım’dan evvel
onun için kullanıldı: Millî Şair!”4
Evet, o yıllar Türk’ün kendine gelip kendini bulmaya, kendi
dilini, kendi kimliğini ortaya çıkarmaya gayret ettiği yıllardır.
Bu gayretler Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp
gibi idealistlerin Genç Kalemler dergisinde ileri sürdükleri
“yeni hayat ve yeni lisan” düşüncesiyle kısa bir zaman sonra
bir küçük kıvılcımdan bir büyük ateşe dönüşecektir.
Ömer Seyfettin 28 Ocak 1911’de arkadaşı Ali Canip
Yöntem’e yazdığı mektupta diyor ki:
“Sevgili Canip Bey,
Cevabınızı almadan işte ben yazıyorum. Size bir teklifim var.
Kanaatlerinize pek yakın olduğu için hemen kabul edeceksiniz
M. Hayati Özkaya
sanırım. Bakınız ne? Biraz izah edeyim: Edebiyattan mefret
ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu
yazmıştım. Bu nefretim edebiyata olmaktan ziyade lisanadır.
Bizim lisanımız -her zaman düşündüğümüz gibi- berbat, perişan,
fenne, mantığa muhalif bir lisandır…
Bu lisanı zaman ve vâkıfane bir sa’y (çalışma, çabalama )
tasfiye eder (arındırır, sadeleştirir).
Sa’yimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça,
Farsça terkiplerin (tamlamaların) hiç lüzumu yoktur. Bunlar
ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa
onları çok kullanmıştır. Eğer terkipler terk olunursa tasfiyede
büyük bir adım atılmış olmaz mı?
Bunu yalnızca başaramam: Geliniz Canip Bey edebiyatta,
lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim. Ah büyük fikir; sa’y, sebat
ister…”5
Ömer Seyfettin’in büyük bir aşkla gerçekleşmesini
istediği bu büyük fikir, bir zaman sonra yeni Türk devletinin
kurulmasıyla kendini daha güçlü hissettirecek ve Türkçe
kendi özüne kavuşmanın sevincini yaşayacaktır. Bu sevincin
kaynağında hiç kuşkusuz Türk’ün kaderini değiştiren bir
liderin, Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası vardır. O diyordu ki:
“Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel,
en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk,
dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili
Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği
nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, an’anelerini, hâtıralarını,
menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her
şeyin dili sayesinde muhafaza edildiğini görüyor.
Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”6
Evet, şairin dediği gibi Türkçe
bizim ses bayrağımızdır. Farklı
coğrafyalarda da olsak bu
bayrağın altında toplanmak
ezelden ebede doğru
yürümektir. Çünkü biliyoruz
ki bu dille biz, kıtalararası
seferler yapmış, uğradığımız
her beldeye mührümüzü bu
dille vurmuştuk. İsterseniz
burada azıcık bir mola verip
sözü sese, bırakalım:
Bir Kerkük türküsü
inceden inceye duyulmaya
başlasın.
“Kerkük’ten alma aldım
Yârimi yola saldım
Yâr gelene kadar
Ayva kimin saraldım.”
Kerkük’ten yola çıkıp
Arda ve Tuna boylarında
dolaşabilir, Mayadağ’dan
kalkan kazları seyrederken
Drama Köprüsü’nden bir başka
mekâna uzanır ve bir başka türkünün
yangınıyla bir vurgun yersiniz ki…
“Selânik içinde selam okunur
Selamın sedası cana dokunur,
Gelin olanlara kına yakılır
Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
der, yönünüzü Yemen’e belki de Halep’e, Tebriz’e
çevirisiniz. İşte böyle dilimizin baş tacı olan ve bizi anlatan,
bizi söyleyen türkülerimizle bir uçtan bir uca binlerce
kilometreyi “uzun ince bir yoldayım” dercesine giderken belki
de yüreğinizin bir yerlerinde bir şeyler kıpırdar, içiniz bir hoş
olur…
Neyse, gelin tam da bu noktada, bu akla ve hayale
sığmayan yolculuğumuzu yüz yıl önce 5 Şubat 1919’da dile
getiren Ömer Seyfettin’in Tercüman-ı Hakikat gazetesinde,
yayınlanan “Lisan Bağı” adlı yazısından birkaç küçük paragraf
okuyarak öğrenelim:
“Yarınki hudutlarımız ne olursa olsun Türkiye haricinde
eskisi gibi yine birçok Türk kardeşlerimiz kalacaktır.
Azerbaycanlılar, Cenubî Kafkaslılar, Türkistanlılar, Kâşgarlılar,
Kırımlılar gibi…
Milliyetlerin hududunu insanların yaptığı siyasî hudutlar
çizemez. Çünkü milliyet bir ‘ilâhi birlik’tir. Asırlar içinde, muhtelif
tesirlerin altında biraz dağılmış gibi görünse de ‘lisan, din, mazi’
bağları yine gevşemez…
…Büyük Türk milletini ayıran siyasî, coğrafî hudut mühim bir
engel sayılmaz. Türk birliğinin en sağlam bağı ‘lisan’dır ki hiçbir
kuvvet onu koparamamıştır hem koparamayacaktır.”7
Evet, Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’in oğlu olarak 11 Mart
1884’te Gönen’de dünyaya gelen ve yine bir Mart ayında 6
Mart 1920’de İstanbul’da hayata veda eden Ömer Seyfettin,
36 yıllık çileli ömrünün her anında Türklüğe hizmet etmek için
âdeta zamanla yarışan ülkücü bir yazar olarak Türk tarihine
geçmiştir. Adının yıllar geçse de unutulmayacağına kendisi de
henüz hayattayken inanmış; bunun böyle olacağını 30 Nisan
1914’te Türk Sözü dergisinde yazmış olduğu “Halk
Nedir?” başlıklı yazısında büyük bir öngörüyle
ortaya koymuştur. Bu yazısında, halkın
anlamakta güçlük çektiği Arapça ve
Acemce birtakım tamlamalarla
dilimizi perişan edenleri, halktan
uzak bir edebiyat meydana
getirenleri eleştirdikten sonra
yazısını söyle bitirir:
“Ey gençler! Biz onlar
gibi çorak kalmayalım.
Kendi düşündüklerimizi
halkın, yani milletin
lisanıyla yazalım ve
İstanbul Türkçesini
bütün Türklerin edebî
lisanı yapalım. O vakit
biz onlar gibi sağken
unutulmayacağız.
Öldükten sonra iyi
ruhumuz, kabrimizin
üzerinde torunlarımızın
ihtiramla gezindiğini
görecek ve Türklük yaşadıkça
namımızın hamiyet ve şefkatle
anıldığını işitecek…”8
Bir başka “Bak Postacı
Geliyor” da buluşmak üzere
sağlıcakla kalın!
_________________________
1 Halide Nusret Zorlutuna; Bir Devrin Romanı, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1978, s.105.
2 Halide Nusret Zorlutuna; a.g.e. s.286.
3 Ahmet Kabaklı; Türk Edebiyatı, Türkiye Basımevi, 1966,C.:3, s.34.
4 Yusuf Ziya Ortaç; Portreler, Akbaba Yayınevi, 1963, 2.bsk., s.113.
5 N. Hikmet Polat; Ö. Seyfettin Bütün Nesirleri, TDK Yayınları,
Ankara, 2016, s.996.
6 Afet İnan; Türk Dili Dergisi, Sayı: 182, 1966, s.90.
7 N. Hikmet Polat; a.g.e., s.653.
8 N. Hikmet Polat; a.g.e., s.330.
Abdurehim Heyit
Özgürlük
Download