Uploaded by User1618

İSLAM HUKUKUNDA KÜLLÎ KÂİDELER

advertisement
İSLAM HUKUKUNDA KÜLLÎ KÂİDELER
İslâm hukukunun genel prensipleri küllî kaideler şeklinde ifade edilmiştir. Küllî kaidelerin Kitab, Sünnet
ve ilk dönemde yazılan fıkhî eserlerde dağınık bir şekilde mevcut olduğu biliniyor ise de, bugün olduğu
şekilde ortaya çıkışı hicrî dördüncü asrın başlarına rastlamaktadır. İslâm teşri tarihini inceleyen eserleri
gözden geçirdiğimizde, bunların İslâm hukuk tarihini birkaç devrede ele aldıklarını görmekteyiz. Bu
eserlerin hemen hepsinde dikkatimizi çeken bir nokta olmuştur. Resûlullah (s.a.s.), sahabe ve
mezheplerin ortaya çıktığı dönemler geniş bir şekilde incelendikten sonra, taklit devri veya fıkhın
gerileme devri diye dördüncü bir dönem eklenmekte, fazla tahlil ve izaha girilmemektedir. Bu dönem,
İslâmî ilimler sahasında bilhassa Mâverâünnehir ve çevresinde büyük bir inkişafın olduğu, Kerhî,
Debûsî, Pezdevî ve Serahsî gibi büyük Hanefî fakîhlerinin yetiştiği, usûl ve füru' sahasında çok değerli
eserlerin telif edildiği verimli bir dönemdir. Kanaatimizce İslâm hukuk tarihinde ileri bir merhale olarak
kabul edebileceğimiz küllî kaidelerin tespiti de yine bu dönemde olmuştur.
Mezhep imamları ve onların talebeleri tarafından verilen binlerce fetvanın sistematize edilmesi ve bir
tasnife tabi tutulması yine bu döneme rastlar. Bu dönemde fetvalar o kadar çoğaldı ki, bunları belli
kaide ve esaslar altında toplama ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıktı. İlk Hanefî usûlcülerinden Kerhî bu
işi başlatmış, ondan sonra gelenler de aynı yolda büyük mesafe katetmişlerdir. Nitekim bu sahada
yazılan eserlerin mukaddimelerine baktığımızda binlerce meseleyi ezberlemenin mümkün olmadığına
temasla, küllî kaidelerin tespitinin bir ihtiyaç ve zaruretten doğduğu belirtilmiştir. Fetvalar külli
kaidelerle test edilmektedir.
Diğer taraftan, bu eserlerin ilk olarak Hanefîler tarafından yazılmış olması oldukça manidardır. Hanefî
mezhebi Ebû Yusuf'tan başlamak üzere genellikle İslâm devletlerinin resmî mezhebi olmuş ve yüzyıllar
boyunca tatbikatta kalmıştır. Dolayısıyla mahkemelerde pek çok ihtilaflı mesele Hanefî mezhebine göre
karara bağlanmış ve neticelendirilmiştir. Bunun tabiî bir neticesi olarak fıkhî mesele sayısı oldukça
artmıştır. Bu da kendiliğinden birçok fer'î meseleyi belli kaideler altında toplama ihtiyacını
doğurmuştur. Mecelle'nin esbab-ı mucibe mazbatasında da, Hanefî mezhebinde yüzyıllar boyu verilen
fetvaların bir araya toplanmasının zorluğuna temas edilerek, Şeriyye Mahkemelerine bile kadı
bulunmakta güçlük çekildiği kaydedilir.
Bu kaideler, bir ihtiyaç ve zaruretten doğmuş, bazı merhalelerden geçtikten sonra nihaî şeklini almıştır.
Küllî Kaidelerin Tarifi, Genel Olmaları ve İstisnaları: Küllî kaideler, fıkıh kitaplarının tertip ve tasnifinden
sonra ortaya çıktığı için, tarif ve tahlillerine ancak muahhar kitaplarda rastlıyoruz. Bu sahada yazan ilk
âlimlerden Kerhî ve Debûsî'ye baktığımızda, kaide yerine asıl tabirinin kullanıldığını görmekteyiz. Bu
sahanın ilklerinden Kerhî'nin eseri aynı zamanda bu risalenin ismi de diyebileceğimiz şu cümle ile
başlar: Ashabımızın Kitaplarının Dayandığı Asıllar.
Cürcâni, Ta'rifât'ta küllî kaideyi şöyle tarif eder: Cüz'iyyatın tamamını içine alan küllî bir hükümdür.
Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin tarifinde küllî kaidelerin biraz daha netleştiğini görmekteyiz:
Cüz'iyyâtın ahkâmının bilinmesi için, o cüziyyâtın küllîsine veya ekserisine uygun ve muvafık olan hükmü küllî veya ekserîdir.
Günümüz müelliflerinden Mustafa ez-Zerkâ da şu tarifte bulunur: Kendi konusuna giren hadiseler
hakkında umumi teşriî hükümler ihtiva eden, düstûrî ve kısa cümlelerle ifade edilen küllî ve fıkhî
esaslardır.
Küllî kaide yerine, bazen Zabıt, Nazariye, Eşbah ve'n-Nezâir ve Prensip gibi kelimeler de kullanılmıştır.
Bunlar arasında bazı manâ farklılıkları olmakla birlikte, genel olarak aynı anlama gelmektedirler.
Küllî kaideler için ağlebî tabiri kullanılmıştır. Çünkü bu kaideler, bir meselenin anlaşılmasında, genel
kıyas usulleri ile temel fıkıh tefekkürü meydana getirir. Kıyasta ise her zaman istisnalar mevcuttur. Bu
istisnalar genellikle celb-i menfaat (menfaatlerin celbi) ve def'i mefsedet (zararın önlenmesi) için
olduğundan ve insanlardan güçlüğün kaldırılmasını hedef aldığından, İslâm hukukunun maksat ve
gayesine daha uygundur. Bunun en güzel misali de istihsanen verilen hükümlerdir. Bununla birlikte,
küllî kaidelerde de istisnalar olabilmektedir. Ancak bu istisnalar, ya bir başka kaidenin ruhuna daha
uygundur veya hususî ve istihsanî bir hükmü gerektirir. Ali Himmet Berkî'ye göre de, her kaidenin
istisnası olabileceği gibi, bu kaidelerin de istisnası vardır. Fakat bu istisnalar, hukuk mantığına uygun
olarak fert ve cemiyetlerin menfaat ve ihtiyaçlarına istinat eden hususiyetlerden doğmaktadır. Aynı
zamanda bu istisnalar hukuki birer sebep ve esasa dayanmaktadır. Bunlar da kanunların mantığı ve
diğer hükümleri ile halledilir.
Bu kaidelerin ağlebî olmaları, onlarda istisna bulunması, onlara ilmî kıymetlerinden ve İslâm
hukukundaki yüksek mevkilerinden hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü bu kaideler olmasaydı, fıkhî
hükümler çok defa zihinde temel bir esasa dayanmaksızın, görünüşte birbiri ile tearuz etmiş karışık
füru' meseleler olarak kalacaktı. Aynı zamanda toplayıcı bir illet olmayacak ve hükümler arasında
mukayese imkânı bulunmayacaktı.
Küllî Kaidelerin Ortaya Çıkışı ve Kaynakları: İslâm hukuku, doğuşundan fıkhî mezheplerin teşekkül
asrına kadar, nassların şerh ve tefsiri neticesinde ortaya çıkan içtihadlarla gelişti. Fukahânın şer'î
kaynaklara istinaden verdikleri bu fetvalar, bir araya toplanarak fıkıh sahasındaki eserler yazıldı. Bu ilk
dönemde İslâm hukuku, bugünkü modern kanunlarda olduğu gibi, umumî esasları konmaksızın füru'
meseleler tarzında tedvin edildi. Günümüzde modern kanunlar, hukukçular tarafından en detaylı bir
biçimde temel esaslarıyla birlikte meriyete konulmaktadır. İslâm hukuku ise bir anda teşekkül etmemiş,
onun teşekkül süreci birkaç asır devam etmiştir.
İşte bu noktadan sonra fukahâ sayıları oldukça fazla olan füru' meselelerden bazı kaide ve zabıtların
tespitine yönelmişler, böylece tedvinde yeni bir dönem başlamıştır.
Diğer taraftan, küllî kaidelerin her birisinin ne zaman ve kim tarafından ortaya konulduğunun tespiti
oldukça zordur. Ama kesin olan bir şey varsa, o da, küllî kaidelerin temel kaynaklarının Kur'ân-ı Kerim,
hadis-i şerifler ve fukahânın içtihadları olduğudur.
Kur'ân-ı Kerim: Kur'ân âyetleri mahdut, fakat hâdiseler sınırsızdır. Bu bakımdan Kur'ân'da miras
âyetlerinde olduğu gibi, bazı tafsîlî hükümler bulunsa da, ahkâm genelde küllî esaslar şeklinde
verilmiştir. Dolayısıyla fıkıhtaki küllî hükümlerin ilk ve ana kaynağı Kur'ân'dır. Her bir kaide için mutlaka
belli bir âyet veya hadis gösterilemeyebilir. Ancak genel olarak küllî kaideler, âyet ve hadislere
dayanılarak elde edilmişlerdir ve çoğu defa, bir küllî kaide birden fazla âyet ve/veya hadisten çıkarılan
ortak bir manâya dayanır.
Kur'ân'da küllî hüküm ihtiva eden bazı konuları zikredecek olursak: şûra, adalet, suç ve cezanın şahsiliği,
cezanın suç oranında olduğu, mal dokunulmazlığı, iyilik yapmada yardımlaşma, verilen sözü tutma,
kolaylık ilkesi ve zaruretlerin haramları mubah kıldığı gibi ilkelerdir. (bak. İslam Hukukunun Kur’ândaki
Genel Prensipleri, Hasan Güleç)
Hadîs-i Şerifler: Küllî kaidelerin ikinci ana kaynağı hadîslerdir. Sahihayn'de yer alan bir hadîste
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: Ben cevâmiu'l-kelîm ile gönderildim. (Buharî, Cihad, 122).
Aynı hadîsin bir başka rivayeti de Bana cevâmiu'l-kelîm verildi şeklindedir (Buharî, Tabir, 11; Müslim,
Mesacid, 5-8).
Cevâmiu'l-Kelim, konuşulan mevzuya ait en az lafız ile en yoğun manâyı ihtiva eden câmi edebî sözlere
denir. Her ne kadar söz konusu hadîslerde zikrolunan bu tabirden muradın Kur'ân âyetleri olduğu
söylense de, hadîs-i şerifler içinde bu kabil olanları hiç de az sayıda değildir (Miras 1970, 8.359).
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), kendilerine bir çeşit içecek olan el-bit' ve el-mizr den sorulduğunda,
Sarhoşluk veren her şey haramdır. (Müslim, Eşribe, 70) buyurdular. İşte bu, küllî kaide ifade eden câmî
hadîslerden biridir. Câmî hadîs-i şeriflere başka örnekler olarak şunları zikredebiliriz:
... Allah'ın Kitabı'nda bulunmayan her şart batıldır. (Buharî, Bey, 73; Müslim, Itk, 6-8) Her Müslüman'ın
diğer Müslüman'a kanı, malı ve ırzı haramdır. (Müslim, Birr, 32).Sonradan ortaya çıkarılan her şey
bid'attır, her bidat da dalâlettir. (Ebu Davud, Sünnet, 6; Tirmizî, İlim, 16). Her iyilik, sadakadır. (Buharî,
Edeb, 33). Üç kişiden mesuliyet kaldırılmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyandan, aklı başına gelinceye kadar
deliren insandan ve büyüyünceye kadar çocuktan. (Ebu Davud, Hudûd , 16; İbn Mace, Talâk , 15). Varise
vasiyyet yoktur. (Süyutî 1972, 6: 442).Süt, doğum ve nesebin haram kıldığı her şeyi haram kılar. (Buharî,
Nikâh, 20; Ebu Davud, Nikâh , 7). Allah Teâlâ, ümmetimden hata, nisyan ve zorlandığı şeyin günahını
kaldırdı. (Karafî, 1,3).
Diğer taraftan, Mecelle'nin 19, 76, 83, 85 ve 94. maddeleri de lafız olarak hadîslerden iktibas edilmiştir.
Prof. Dr. Mustafa Baktır
KÜLLÎ KÂİDELER
‫ﺳﺎِﺋِل اﻟ ﱠ‬
‫ﺻﯾِﻠﯾﱠِﺔ‬
ِ ‫ﺳﺑَِﺔ ِﻣْن ا َِدﻟﱠِﺗَﮭﺎ اﻟﺗ ﱠْﻔ‬
َ َ ‫ﺷْرِﻋﯾﱠِﺔ اْﻟﻌََﻣِﻠﯾﱠِﺔ اْﻟُﻣْﻛﺗ‬
َ ‫ ِﻋْﻠٌم ِﺑﺎْﻟَﻣ‬: ُ ‫ا َْﻟِﻔْﻘﮫ‬
2. İşler maksadlarına göredir. ‫ﺻِدَھﺎ‬
ِ ‫اْﻻ ُُﻣوُر ِﺑَﻣﻘَﺎ‬
Bu kaide “Ameller ancak niyetlere göredir” hadisi şerifinden alınmıştır.
Şafiilere göre amellerin sahih olması ancak niyete bağlıdır. Niyetsiz olan bir iş sahih olamaz.
Hanefilerde abdestte niyetin farz olmaması, suyun bizzat temizleyici olmasındandır. Fakat niyet edilirse
bütün beden yıkanmış gibi sevab olur.
Teyemmümde niyetin farz olmasına gelince, orda toprak niyetle temizleyicilik vasfını alır, bu da ona
taharet kasdıyla yönelmekle gerçekleşir.
Bu asla binaen meselâ: Bir şahıs kabını, su elde etmek için yağmurun altına koysa ve ona su birikse, o
suya malik olur. Daha sonra bir başkası suyu dökse bunun ücretini ödemesi gerekir. Amma kabını
yağmur altına bu niyetle koymamışsa, biriken suya malik olamaz, bu durumda başkaları da o suyu
kullanabilir.
Aynı şekilde birisi ağını veya tuzak aletini avlanmak niyetiyle kurup hazırlasa ve o tuzağa bir kuş takılsa,
kuş o ağ sahibinin mülkü olur. Amma ağı kurutmak kasdıyla ipe asmışsa, ona takılan kuş kendi malı
olmaz, başkası onu alırsa ağ sahibi ondan kuşu talep edemez.
3. Akitlerde itibar edilen kasıt ve manalaradır, lafız ve kalıblar değildir. ‫ﺻِد َو اْﻟَﻣﻌَﺎِﻧﻰ ﻻ‬
ِ ‫ا َْﻟِﻌْﺑَرة ُ ِﻓﻰ اْﻟﻌ ُﻘ ُوِد ِﻟْﻠَﻣﻘَﺎ‬
‫ِﻟﻼَْﻟﻔَﺎِظ َو اْﻟَﻣﺑَﺎِﻧﻰ‬
Bir şahıs, başkasına ‘Şu arabayı sana 5 bin liraya hibe ettim’ veya ‘Şu daireyi sana 50 bin liraya hibe
ettim’ dese, bu akit satış muamelesi olur, hibe muamelesi olmaz. Bunda satış hükümleri işler. Mesela
satılan şey taşın-maz mülk ise, orada şuf’a (komşunun alma) hakkı ortaya çıkar.
Bir kişi arkadaşına ‘Şu arabayı sana emanet olarak verdim, 10 lira karşılığında bununla Üsküdar’a
gidersin’ dese, bu akit kiralama aktidir, emanet değildir. Çünkü buradaki kullanımda ücret konulmuştur,
emanetlerde ise kullanım ve istifadeler ücretsiz olur.
Beş gram altını 4,5 gram altınla değiştirme muamelesi «bey' alım-satım» ismi altında cereyan etse bile
bu, mânâ yö-nünden «ribâ-fâiz» muamelesine girdiğinden caiz değildir.
‫ا َْﻟﯾَِﻘﯾُن ﻻ ﯾَُزوُل ِﺑﺎﻟ ﱠ‬
4. Yakîn/kesin, şüphe ile yok olmaz. ‫ﺷِك‬
Kesin sabit olan şey, şüphe ile ortadan kalkmaz. Şüphe, sanık lehinedir. Nüfus sicili, trafik sicili, tapu
sicili gibi resmi bilgiler yakîndir.
Misal: Bir kimse vatanından uzak bir yere sefere gitse, uzun müddet boyunca ondan haber kesilse,
öldüğüne hüküm verilmez. Yakinen öldüğü sabit olmadıkça varisleri malını taksim edemez, hanımı boş
olmaz, icare akti fesh edilemez.
5. Bir şeyin, bulunduğu hal üzere kalması asıldır.
‫ﺻُل ﺑَﻘَﺎُء َﻣﺎ َﻛﺎَن َﻋﻠَﻰ َﻣﺎ َﻛﺎَن‬
ْ َ‫ا َﻻ‬
Borçlu kişi, borcunu alacaklıya ödediğini iddia etse, alacaklı da bunu inkâr etse söz, yemini ile beraber
alacaklının dediğidir. Çünkü borç, borçlunun zimmetine evvelce yerleşmişti, maziye bakarak şu halde
de borcun devam ettiğine hükmedilir. Ancak bu husus, borçlu borcunu ödediğine dair delil
getiremeyincedir.
Bir şahıs uzun müddet kaybolur; sağ veya ölü olduğuna dair kesin bir bilgi elde edilmezse, Hanefîlere
göre 90 yaşı-nı bitirinceye kadar onun sağ bulunduğuna hükmedilir ve buna göre mîras ve bâzı hususlar
da dikkate alınır.
6.Kadim, kıdemi üzere bırakılır. ‫ا َْﻟﻘَِدﯾُم ﯾ ُﺗَْرُك َﻋﻠَﻰ ِﻗدَِﻣﮫ‬
Meselâ: Vakıf olduğu bilinen, fakat vakfiyesi ve vakıf şartı tespit edilmeyen bir vakfın gailesi (geliri)
öteden beri nereye sarf ediliyor ve nasıl kullanılıyorsa öylece dokunulmadan devam eder; dokunulmaz.
Tarla sahibi Öteden beri tarlasının içinden geçen yol ve-ya suyu kaldırmak istese veya yoldan ve sudan
istifade eden-lere mâni' olmak istese, bakılır: Eğer Öteden beri bunun böyle devam edip geldiği isbat
edilirse, kıdemi üzere kalır; tarla sa-hibinin müdahalesi menedilir.
7. Zarar kadim olmaz. ‫ﺿَرُر ﻻَ ﯾَﻛُوُن ﻗَدِﯾًﻣﺎ‬
‫ا َﻟ ﱠ‬
Meşru’ olmayan şekilde yapılan şeylerin kadim olmasına itibar edilmez, mümkün mertebe izalesine
bakılır. Meselâ: Bir arsanın pis su akıntısı, umuma ait yola aksa, onun zararına göz yumulmaz ve pis su
akıntısı men edilir.
Olduğu gibi kalsın, tarihe karışıp yok olsun olmaz. Çok sınırlı olaylarda zaman aşımı vardır. Şahıs
hukukunda ise kolay kolay zaman aşımı yoktur.
8. Beraatı zimmet asıldır. ‫ﺻُل ﺑََراﺋ َﺔ ُ اﻟِذ ّﱠﻣِﺔ‬
ْ َ‫ا َﻻ‬
Zimmet: Kişinin lehine veya aleyhine olan şeyleri bilmeye ehil olduğu bir vasıftır.
Misal: Birisi başkasının malını telef etse, bunun miktarında ihtilaf edilse, söz telef edenin dediğidir. Mal
sahibi iddia ettiği ziyadeliği isbat için delil (iki şahit) getirmekle yükümlüdür.
Diğer bir misal: Bir kişi, başkasına borç para verdiğini iddia etse, davalı da bunu inkâr etse, söz yemini
ile beraber davalının dediğidir. Davacının, aslın hılafını isbat etmesi gereklidir, yani davalının
zimmetinin iddia ettiği borçla meşgul olduğunu (iki şahitle) isbat etmelidir. Eğer delili getirirse, aslın
hılafına olarak delil mevcut olmuş olur, bu durumda onun lehine hüküm verilir.
Gasb, hırsızlık ve emanet meselelerinde de durum aynıdır.
Hırsızlık suçu iddiasıyla hâkimin huzuruna çıkarılan kimse hakkında ilk düşünülen husus, hırsız
olmamasıdır. Hır-sız olduğu beyyine ile isbat edilmedikçe suçsuz olduğu kanaatine varılarak serbest
bırakılır. Çünkü berâet-i zimmet asıldır.
9. Arizi sıfatlarda asıl olan, yok olduğudur. ‫ﺿِﺔ اْﻟﻌَدَُم‬
ِ ‫ﺻﻔَﺎ‬
ْ َ‫ا َﻻ‬
ّ ِ ‫ﺻُل ِﻓﻰ اﻟ‬
َ ‫ت اْﻟﻌَﺎِر‬
Arizi sıfat, aslından mevcut olmayıp sonradan gelen ve hasıl olan sıfatlardır; ayıplı olmak, hastalık,
noksanlaşmak gibi. Bunların varlığı sonradan hasıl olduğundan, aslen mevcut olmadıklarına itibar edilir.
Asli sıfatlar, mevsufun var olmasıyla var olan sıfatlardır. Sıhhat, selamet, bekâret gibi. Bunlarda aslolan
var olmalarıdır.
Mesela müşteri bir at satın alsa, sonradan atta eskiden olan bir aybın olduğunu iddia etse, satıcı da
ayıpsız olduğunu iddia etse, söz yeminle birlikte satıcının dediğidir, zira sıhhatli olmak asli sıfatlardandır.
Ölen kimsenin oğulları babamız şu yerdeki tarlayı, (A) ya, şuuruna sahip olmadığı bir zamanda satmıştır
diye davacı olsalar, (A) da bunun aksini (yâni şuuru yerindeyken sattı) iddia etse, beyyine davacıya aittir.
Çünkü asıl olan şuurlu bir halde satışın yapılmasıdır. Bunama ve gay-ri şuurî hal, hareket ve sözler
arızîdir.
10. Bir vakitte sabit olan şeyin, izale edeni mevcut olmadıkça bekasına hükmolunur.
‫ت ِﺑَزَﻣﺎٍن ﯾ ُْﺣَﻛُم ِﺑﺑَﻘَﺎِﺋِﮫ َﻣﺎ ﻟَْم ﯾ ُوَﺟِد اْﻟُﻣِزﯾُل‬
َ َ‫َﻣﺎ ﺛ َﺑ‬
Bir zaman evvel birisinin bir şeye malik olduğu sabit olsa, sonradan mülkiyetini gideren bir şey
olmadıkça (satmak veya hibe etmek gibi), o şeyin mülkü o kimseden yok olmaz.
Bu kaide, “Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır” kaidesine mutabıktır ve onu tamamlar. Bu
kaide istishab ile alakalı idi, burada da istishab hükümleri cari olur.
Misal: Bir şeyin mülkiyeti bir şahıs için sabit olsa, ondan bir sebeble (satmak, hibe etmek gibi) yok
olmadıkça, o şeyin mülkiyetinin o kişide devamına hükmedilir. Eğer izale eden şey mevcut olursa,
mülkiyetin devam ettiğine hükmedilmez.
Bir kadının ölen (B)ye vâris olduğunu iddia edip da-vacı olması halinde bakılır:
Kadın (B)nin nikâhlı karısı ise, onu boşadığına dair beyyine olmadıkça, iddiası kabul edilip (B) ye varis
olacağına hük-medilir.
11. Aslolan hâdisi en yakın vakte izafe etmektir. ‫ب ا َْوﻗَﺎِﺗِﮫ‬
ِ ‫ﺿﺎﻓَﺔ ُ اْﻟَﺣﺎِد‬
ْ َ‫اْﻻ‬
ِ ‫ث ِاﻟَﻰ ا َْﻗَر‬
َ ‫ﺻُل ِا‬
Misali: Kadın kocasının kendinden mal kaçırmak için ölüm hastalığında kendini boşadığını iddia etse,
varisleri de sıhhatinde boşadığını iddia etse, söz kadının dediğidir, zira talak işi sonradan meydana gelen
bir iştir, varlığı en yakın zamana izafe edilir ki bu da kocanın hastalığıdır. Varisler davaları için delil
getirmedikçe kadın mirastan hissesini alır.
Hıristiyan olan kadın, müslüman olan kocasının ölümünden evvel kendisinin de müslüman olduğunu
iddia etse ve mirastan payını talep etse, varisler de kadının kocasının ölümünden sonra müslüman
olduğunu iddia etseler, söz varislerin dediğidir, zira kadının islama girmesi, tarih bakımından kocanın
ölümünden sonra olmaya daha yakındır.
12. Kelamda asıl olan hakikattır. ُ َ‫ﺻُل ِﻓﻰ اْﻟَﻛﻼَِم ا َْﻟَﺣِﻘﯾﻘَﺔ‬
ْ َ‫اْﻻ‬
Belagat ehline göre maksud manayı eda yolları üç kısımdır. Hakikat, mecaz, kinaye. Usul ehline göre
sadece hakikat ve mecazdır, onlara göre kinaye bazen hakikat olur bazen de mecaz olur. Mesela bir
şahıs için Ebu İbrahim denmesi kinayedir. Fakat bu lafız hakikidir. Kör olan için iki gözlü demek mecaz
yerinde kullanılan kinayedir.
Hakikat: Lafzın vaz edildiği manada kullanılmasıdır. Aslan kelimesinin bilinen vahşi hayvan da
kullanılması gibi.
Mecaz: Lafzın vaz edildiğinin gayrısında, bir alaka ve münasebetten dolayı kullanılmasıdır. Bu alaka, o
lafzın hakikat manasında kullanımını men etmektedir.
Mesela: -bir aslan gördüm ki hamamda yıkanıyor- sözünde, şecaatli bir kişiyi hamamda yıkanırken
gördüğü anlaşılır. Şecaat ve cesaret, aslan ile o kişi arasında münasib olan alakadır.
Lafzı hakiki manasında kullanmak mümkün oldukça, mecaza gidilmez. Zira hakiki mana asıldır, mecaz
bedeldir.
Misal: Bir şahıs “Malımı evlatlarıma vakfettim” derse, o kişinin evlatları ve evlatlarının evlatları var ise,
şu vakfetme sözü kendi öz evlatlarına sarfedilir. Öz evlatları ölse, vakfın geliri torunlarına sarfedilmez,
belki fakirlere sarfedilir.
Bir lafızdan aynı anda hakikat ve mecaz manası kastedilmez.
Mesela: Birisi başkasına -aslan öldürme- dese, bu söz-den vahşi hayvan olan aslan ve cesaretli insan
manası kastedilmez.
13. Sarih karşısında delalete itibar edilmez. ‫ﺢ‬
ْ ‫ﻻَ ِﻋْﺑَرة َ ِﻟﻠد ﱠﻻَﻟَِﺔ ِﻓﻰ ُﻣﻘَﺎﺑَﻠَِﺔ اﻟﺗ ﱠ‬
ِ ‫ﺻِرﯾ‬
Sarih: Usul âlimlerine göre sarih, kendinden murad olanın açık, beyan edilmiş, tam ve alışılmış
olmasıdır.
Mesela: Bir şahıs, başkasının evine girse ve orda masa üzerinde su dolu bardak bulsa, su içerken bardak
düşüp kırılsa, ödeme sorumluluğu olmaz, zira halin delaletiyle o bardaktan su içmesine izin verilmişti.
Ama ev sahibi o kişiyi o bardaktan su içmekten men etmiş olsaydı ve o kişide dinlemeyip su içerken
bardak kırılsaydı bu durumda ödemesi gerekir, zira sarih men etmesi delaleten olan izni iptal etmiştir.
Diğer bir misal: Bir kişi başkasına bir mal hibe etse, diğeri de bunu kabul etse, hibe aktinin hasıl
olmasıyla o kişinin malı teslim almasına delaleten izin verilmiş oldu; eğer teslim alırsa hibe işlemi
tamam olur. Eğer hibe eden kişi, hibeyi teslim almadan evvel hibe edilen kişiyi teslim almasından men
etse, delaletin hükmü düşer ve hibe batıl olur. Şayet malı teslim alsa, gasb etmiş olur.
َ ‫ﺳﺎ‬
14 Nassın geldiği yerde ictihada cevaz yoktur. ‫ص‬
ّ ِ ‫ﻼْﺟِﺗَﮭﺎِد ِﻓﻰ َﻣْوِرِد اﻟﻧﱠ‬
ِ ‫غ ِﻟ‬
َ ‫ﻻَ َﻣ‬
Nass: Kur’anı Kerim ve Hadisi Şeriflerdir. Hadisi şerif açıkça beyan etti ki “Delil iddia eden üzerine, yemin
inkar eden üzerine gereklidir” Bu nass bulunduktan sonra, hiçbir müctehidin bunun hılafına
hükmetmesi caiz olmaz. Yani delili inkâr edenden dinleyelim, yemini iddia eden yapsın diyemez. Aynı
şekilde Kur’anda, “Allah bey’i helal etti” ayeti geldikten sonra hiçbir müctehidin, “Bey’ helal mi yoksa
haram mı” diye ictihad etmesi caiz olmaz.
Hâkim, boğazlanırken besmelenin kasden terk edildiği bir havyanın etinin satışına ve yenilmesine cevaz
verecek olursa, her ne kadar Şafiî mezhebinde buna cevaz verilmişse de hâkimin bu hükmü infaz
edilmez.
15. Kıyasın hılafı üzere sabit olana, başka şey kıyas edilemez. ‫س َﻋﻠَْﯾِﮫ‬
َ َ‫َﻣﺎ ﺛ َﺑ‬
ِ َ‫ت َﻋﻠَﻰ ِﺧﻼ‬
ُ ‫ف اْﻟِﻘﯾَﺎِس ﻓَﻐَْﯾُره ُ ﻻَ ﯾ ُﻘَﺎ‬
Sanaatkarın yapacağı mamulü, yapmadan evvel satması kıyasın hılafına olarak sabittir. Zira mevcut
olmayan şeyin satılması batıldır. Buna kıyasla sanaatkarın aldığı siparişi yapmadan evvel satması da
batıl olması gerekirdi, lâkin kıyasa muhalif olarak icma ve örf ile buna cevaz verilmiştir. Fakat başka bir
şeyi buna kıyas etmek caiz değildir.
Aynı şekilde selem satışı da kıyasın hılafına olarak caizdir. Buna ve sanaatkarın işine kıyasla ağacın
meyvesini, daha meydana çıkmadan evvel satmak caiz değildir.
Hazret-i Peygamber (S.A.V.)in yalnız olarak Hüzeyme (R.A.)nin şehâdetini kabul buyurması ve:
«Hüzeyme kime şâhid olursa bu ona kâfidir!» ilâve etmesi gibi. Çünkü genel kai-de «iki erkek şâhid»
dinletmektir. Kur'ân'da sarîh beyân var-dır. O halde Hüzeyme'nin yaptığı şahitliğin kabul edilmesi
istisna teşkil eder; başkası ona kıyas edilemez.
Müslüman erkekler ancak hür kadınlardan 4 tane ile evlenebilirler. Kur'ânda bu kesin olarak tahdit
edilmiştir. Ama Hz. Peygamber'in 9 kadınla ev-lenmesi istisna teşkil eder, başkası ona kıyasla 4'ten fazla
ka-dınla evlenemez.
16. İctihad, misli ile bozulmaz. ‫ض ِﺑِﻣﺛِْﻠِﮫ‬
ُ َ‫اِْﻻْﺟِﺗَﮭﺎد ُ ﻻَ ﯾ ُْﻧﻘ‬
Müctehidin biri şeri’ bir meselede ictihad edip onun hükmünce amel edince, sonra kendisi için başka
bir görüş zahir olsa, ikinci ictihadı, evvelki ictihadının hükmünü bozmaz. Aynı şekilde bir müctehidin
hükmü üzerine başka bir müctehid başka bir şekilde hüküm verse, evvelki müctehidin ictihadı üzere
dayanan hüküm bozulmaz.
Müctehidin hükmünün, evvelki ictihadın hükmünü bozamamasının sebebi, bir ictihad için diğeri
üzerine tercih sebebi bulunmamasıdır. Hem de ikinci ictihad, evvelkiden daha isabetlidir demek te
mümkün değildir. Zira ictihad, zannı galibin hasıl olmasından ibaret olup kendinde hataya da ihtimal
mevcuttur. Bütün ictihadların isabetli olması caiz olduğu gibi, aynı şekilde hatalı olmaları da caizdir.
Aynı şekilde bir hâkimin, evvelki hükmünün hılafına ikinci bir mes’elede başka bir hüküm vermesi de
caiz olup bu ikinci hükmü, evvelki hükmünü iptal etmez.
17. Meşakkat kolaylığı celbeder. ‫ب اﻟﺗ ﱠْﯾِﺳﯾَر‬
َ ‫ا َْﻟَﻣ‬
ُ ‫ﺷﻘﱠﺔ ُ ﺗ َْﺟِﻠ‬
Selem satışı, yok olan bir şeyin satışıdır, yok olan şeyin satılması batıl olduğundan selem satışının caiz
olmaması gerekirdi; ancak insanların mahsullerin hasıl olmasından evvel (ziraat yapmak için) peşin
paraya ihtiyaçları olduğundan insanlara kolaylık ve hafiflik olması için şu selem satışına cevaz verildi.
Müşteriye, aldanmak ve yanılmaktan korunması için muhayyerlik hakkı verildi. Erkeklerin muttali
olamayacağı işlerde sadece kadınların şahit olmalarına da cevaz verildi.
Güçlük kolaylığa, sıkıntı genişliğe yol açar: Darlık vaktin-de genişlik gösterilmek gerekir. Faizsiz ödeme,
havale gibi birçok fıkhı mes'ele bu asıl kaideye göre hükme bağ-lanır.
1. Yolculuk 2. Hastalık 3. İkrah 4. Bilgisizlik 5. Güçlük 6. Umumî belvâ Kolaylığı celbeden meşakkatin
tahfif sebebleridir.
18 İş daralınca, genişlendirilir. ‫ﺳَﻊ‬
َ ‫اْﻻَْﻣُر ِاذَا‬
َ ‫ﺿﺎَق ِاﺗ ﱠ‬
Bir çocuk başkasının malını telef etse, onun malından ödenmesi gerekir, malı yoksa büyüyüp mal
kazanıncaya kadar ödeme işi ertelenir, velisinin malından ödettirilme yapılmaz.
Hemen borcunu ödemeye kadir olmayan kimseye, borcu nu ödeyecek zamana kadar müsaade yapılır.
Nafaka vermekle yükümlü tutulan kimsenin malî du-rumu bozulur; tâyin edilen miktarı ödemekten âciz
kalırsa, kudretine göre bir imkân tanınır.
19. Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur. ‫ﺿَراَر‬
َ َ‫ﻻ‬
ِ َ‫ﺿَرَر َو ﻻ‬
Bir kimsenin başkasına ait yoldan (evine) geçiş hakkı olsa, o kişinin yolu engellenmez.
Aynı şekilde ayıplı bir malı satan kişi, müşteriye maldaki ayıbı söylemeden satamaz, zira satılan maldaki
ayıbı gizlemek müşteriye zarar vermektir.
Bir belde halkı başka birinin, kendi beldelerinde yerleşme hakkını men edemezler zira bu, o kişiye zarar
vermek olur.
Kişi kendi binasına pencere açma hakkına sahibtir, ancak açılan pencere yan komşunun mahrem
bölgesini görecek şekilde olursa bu durum komşuya zarar vermek olacağından men edilir.
Birisi üzüm bağını telef etse, bağı telef olan kişinin diğerinin üzüm bağını telef etmesi caiz olmaz, belki
mahkemeye müracaatla zararı ödettirmesi gerekir. Eğer böyle yapmayıp ötekinin bağını telef ederse,
her ikisinin diğerine verdiği zararı karşılıklı ödemeleri gerekir.
Aynı şekilde birinden geçersiz bir parayı alan kişi, onu başkasına veremez.
Mahkemeye verilince iki üç sene sürüyor, ama mafya ile anlaşınca ihkâk-ı hak yapılıyor, diye hakk başka
yöntemler ile alınamaz. Çünkü bu zararı zarar vererek gidermek olur.
20. Zarar izale edilir. ‫ﺿَرُر ﯾ َُزاُل‬
‫ا َﻟ ﱠ‬
Telef edilen malın ödettirilmesi zararı izale etme kaidesine dayanır. Ayıp muhayyerliği, malı ayıpsız
olduğunu zannederek alan müşterinin zararını izale etmek için meşru’ edilmiştir.
Şuf’a hakkı, kötü komşunun zararını men etmek için meşru’ edilmiştir. Aynı şekilde komşunun
arsasındaki ağaç büyümekle dalları yan komşuya zarar verirse, zararı gidermek için ağacın dallarının
kesilmesi gerekir.
ُ ‫ﺿُروَرا‬
21. Zaruretler, yasak olan şeyleri muhab kılar. ‫ت‬
‫ا َﻟ ﱠ‬
ِ ‫ت ﺗ ُِﺑﯾُﺢ اْﻟَﻣْﺣظُوَرا‬
Birisinin zorlamasıyla bir kimse başkasının malını telef etse, o malı telef etmekteki haramlılık kalkmış
olmaz, bununla beraber zorla telef eden kişi sorumlu tutulmaz. (Zorlamayı yapan kişi zararı öder.)
Birinin, açlıktan telef olma anında, başkasının malını izinsiz alıp yemesi caizdir, ancak teleften
kutulduktan sonra malın değerini öder veya mal sahibini razı eder.
Her çeşit zaruret yasak olan şeyin yapılmasını mubah etmez, belki yasak olan şey zaruri olandan düşük
seviyede olmalıdır. Mesela: Bir kişi, başkasını öldürmekle tehdit edip “falancıyı öldür veya uzvunu kes”
gibi bir şeye zorlasa, zorlanan kişinin bunu yapması mubah olmaz, zira yasak olan şey burda zorlanan
gibidir, hatta daha ağırdır. Yani tehditle zorlananın ölmesi daha hafif zarardır. Eğer burda zorlanan kişi,
diğerini öldürürse, kendisi katil hükmünde olur.
Kıtlık yıllarında Ölmüş bir hayvanın elinden başka yi-yecek bir şey bulunmaz da adam açlıktan ölmek
tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa, Ölmeyecek kadar o etten yiyebilir. Bunun gibi susuzluktan ölüm
tehlikesiyle karşılaşırsa, ölmeyecek ka-dar şarap içebilir.
Silâh tehdidiyle, ölüm tehdidiyle küfre zorlanan kim-se, kalben mü'min olduğu halde elfaz-ı küfürden
birini söyleyebilir.
22. Zarureten mubah olan şey, zaruret miktarınca takdir edilir. ‫ﺿُروَرِة ﯾ ُﺗ َﻘَد ﱠُر ِﺑﻘَدَِرَھﺎ‬
‫ﻣﺎ َ ا ُِﺑﯾَﺢ ِﻟﻠ ﱠ‬
Açlıktan helak olma tehlikesinde olan kişi için, başkasının malından açlığını def edecek miktarı alması
caiz olur, fazlasını alamaz.
َ َ‫َﻣﺎ َﺟﺎَز ِﻟﻌ ُْذٍر ﺑ‬
23. Bir özürle caiz olan şey, onun zevali ile batıl olur. ‫طَل ِﺑَزَواِﻟِﮫ‬
Su olmayınca teyemmüm gerekir, suyu bulunca teyemmüm batıl olur. Zaruretin yok olmasıyla verilen
cevaz sona erer.
Bir yeri kiralayan kişi, kiralanan şeyde bir ayıp bulursa kira aktini fesh edebilir; ancak kiraya veren, fesh
edilmeden evvel ayıbı izale ederse, kiracının fesh etmesine imkân kalmaz.
Çocuk, deli ve bunak kimselerin alış-veriş gibi bazı tasarrufları men edilmiştir; ancak bu kusurlu halden
kurtulurlarsa, tasarrufları serbest olur.
24. Mani kalkınca, yasaklık geri gelir.
ُ‫ِاذَا َزاَل اْﻟَﻣﺎِﻧُﻊ َﻋﺎدَ اْﻟَﻣْﻣﻧ ُوع‬
Kör ve çocuk, bir hükümde şahitlik yapsalar ve şahitlikleri bu sebebler yüzünden red edilse, çocuk
buluğa erdikten sonra ve kör görür olduktan sonra şahitlik etseler şehadetleri kabul edilir, zira mani
yok olmuştur.
Birisi, görme muhayyerliği ile bir at satın alsa, at yanında doğursa, müşteri atta bulduğu bir ayıp
sebebiyle atı geri veremez, zira doğurmakla mebide fazlalık hasıl oldu; amma yavrusu ölse, mani yok
olduğundan müşteri ayıp sebebiyle atı geri verebilir.
Müşteri kiraladığı araziye ağaç dikse veya bina yapsa, satıcının satış muamelesini fesh etme hakkı
yoktur. Ancak ağaçlar ve bina bir âfetle sökülse veya müşteri kendisi sökse, bu durumda satıcı -satışta
bir fesad olduğunu iddia ederek- fesh etme hakkına sahib olur.
İki kız kardeşi bir kişi nikâhı altında bulunduramaz. Şöyle ki (A) ile (B) kız kardeştirler. (C), (A) ile (B) den
biri-siyle evlenebilir. Fakat hangisiyle evlenirse, diğer muvakkaten kendisine haram olur. Evlendiği
ölecek olursa (C), diğeri ile evlenebilir. Çünkü mâni zail olmuştur.
Satın alınan bir malda eski aybından başka yeni bir ayıp meydana gelirse artık o malı eski aybından
dolayı reddet-mek caiz olmaz. Ancak yeni ayıp kendiliğinden veya bir mü-dahale ile giderilirse, o
takdirde «mâni' kalktığı için memnu' avdet eder» kaidesince iadesi caiz olur.
25. Zarar misli ile izale edilmez. ‫ﺿَرُر ﻻَ ﯾ َُزاُل ِﺑِﻣﺛِْﻠِﮫ‬
‫ا َﻟ ﱠ‬
Bir çarşıda dükkan açan birisi müşterileri celb etmekle (işlerinin iyi olmasıyla) diğer esnafın müşterisi
azalsa, diğer esnaf bu yeni tüccarın işini engelleyemezler, zira ona verilecek zarar, kendilerinin zararı
gibidir.
Malların ortak olması bir zarardır, bu yüzden hakim zorla taksim edilmesine hükmeder. Ancak ortak
olan mallar han, değirmen gibi, taksimi diğer ortaklara zarar veren bir şey ise, hakim taksime
zorlayamaz. Zira burdaki zarar diğeri gibidir.
Helak olmak üzere olan kişi, başkasından helakini def edecek miktar şeyi zorla alabilir. Ancak diğeri de
kendisi gibi helak olmak üzere ise, onun elinden ihtiyacı olan şeyi alamaz.
26. Umuma zarar veren şeyi def için, hususi zarar tercih edilir. ‫ﺿَرٍر َﻋﺎٍّم‬
‫ﯾ ُﺗ ََﺣﱠﻣُل ا َﻟ ﱠ‬
‫ﺿَرُر اْﻟَﺧﺎ ﱡ‬
َ ‫ص ِﻟدَْﻓِﻊ‬
Bilgisiz doktor, fasık müfti, iflas etmiş tüccar ve sanaatkar gibilerinde umuma zarar vardır. Bunlar kendi
hallerine meslekleri üzere bırakılsalar, pek çok kimseye zarar vereceklerinden mesleklerinden men
edilirler.
Yangın önünde olan evlerin, yangını durdurmak için yıkılmaları caizdir. Aynı şekilde yola doğru
meyletmiş duvar veya bina, yoldan geçenlere zarar vermemesi için yıktırılır.
Tüccarın fahiş fiyat koymaları durumunda yetkililerin yiyecek maddelerinin ücretini sınırlandırması
(narh koyması) caizdir, aksi halde umuma zarar olur.
Dumanı veya kokusu ile diğer esnafa zarar veren işletmelerin açılmasına mani olunur.
27. Şiddetli zarar, daha hafifi ile izale edilir. ‫ف‬
َ َ‫ﺿَرُر اْﻻ‬
‫ﺷد ﱡ ﯾ َُزاُل ِﺑﺎﻟ ﱠ‬
‫ا َﻟ ﱠ‬
ِ ّ ‫ﺿَرِر اْﻻََﺧ‬
Satınaldığı arsaya müşteri bina yapsa, daha sonra şuf’a hakkıyla müşteri arsayı geri vermeye mecbur
olsa bakılır; binayı sökmesi müşteriye zarar vermekte; arsayı bina ile birlikte almak, şuf’a hakkı olan için
fazla ücret ödemeyi gerektirmektedir. Bu iki zarardan hafifi, binayı sökmeden, arsayı şuf’a hakkı olan
kişinin ücretle almasıdır, zira verdiği ücret fazla olsa da, karşılığında bina vardır. Bina sökülürse,
müşterinin zararı daha fazla olacaktır.
Beşyüz liralık at başını, ikiyüz liralık bir küpün içine soksa, küp kırılmaksızın başını çıkartmak mümkün
olmasa, küpün ücreti sahibine verilerek kırılır ve atın başı zararsız olarak kurtarılır.
َ ‫ﻰ ا َْﻋ‬
28 iki fesat tearuz edince, zararı daha hafif olanı büyüyüne tercih edilir. ‫ظُﻣُﮭَﻣﺎ‬
َ ‫ض َﻣْﻔ‬
َ ‫ِاذَا ﺗ َﻌَﺎَر‬
َ ‫ﺳدَﺗ َﺎِن ُروِﻋ‬
‫ب ا ََﺧِﻔِّﮭَﻣﺎ‬
‫ﱠ‬
ِ ‫ﺿَرًرا ِﺑﺎْرِﺗَﻛﺎ‬
Gemide su alma tehlikesi olsa, eşyanın bazısı denize atılmakla gemi kurtulacaksa, bazı eşyalar denize
atılır.
Fakat zararların hepsi eşit ise, tayin olmaksızın biri işlenilir. Bir kimse gemiye binse, gemide yangın çıksa,
kişi orada kalıp yanmak veya denize atlayıp boğulmak arasında muhayyerdir, yani her iki halde intihar
etmiş ve günah kazanmış değildir.
‫ﯾ ُْﺧﺗ َﺎُر ا َْھَوُن اﻟ ﱠ‬
29. İki şerrin en hafifi tercih edilir. ‫ﺷﱠرْﯾِن‬
30. Fesadı def etmek, menfaati celb etmekten daha evladır. ‫ب اْﻟَﻣﻧَﺎِﻓِﻊ‬
ِ ‫دَْرُء اْﻟَﻣﻔَﺎِﺳِد ا َْوﻟَﻰ ِﻣْن َﺟْﻠ‬
Yalan konuşmak fesad/kötü bir iştir, ancak bunun la iki kişinin arasını ıslah murad edilirse, ihtiyaç
miktarınca olması caiz olur. Aynı şekilde zorba biri, birinin yanında olan emanet bir eşyayı gasb etmek
istese, emanet yanında olan kişi yanında emanet olmadığını söylemekle (yalan söylemekle), emaneti
muhafaza edebilir.
31. Zarar imkân miktarıyla def edilir. ‫ﺿَرُر ﯾ ُْدﻓَُﻊ ِﺑﻘَدَِر اِْﻻْﻣَﻛﺎِن‬
‫ا َﻟ ﱠ‬
Yanına hırsız girse, onu sopa ile def etmek mümkün ise, silahla def etmesi caiz olmaz.
Birisi başkasının malını gasb etse ve onu helak etse, helak olan o malın aynının geri verilmesi imkânsız
olunca, misliyyattan ise gasb eden onun gibisini öder, kıyemiyyattan ise değerini öder.
32. Hacet, umumi olsun veya hususi olsun, zaruret derecesine indirilir. ‫ﺿُروَرِة َﻋﺎﱠﻣﺔً ا َْو‬
‫ا َْﻟَﺣﺎَﺟﺔ ُ ﺗ ُﻧَﱠزُل َﻣْﻧِزﻟَﺔَ اﻟ ﱠ‬
ً‫ﺻﺔ‬
‫َﺧﺎ ﱠ‬
Bey’ bil vefa bu kabildendir. Buhara ehlinin borçları çoğalınca, bu satış nevisine ihtiyaç duyuldu. Bundan
anlaşıldı ki bey’ bil vefa yasak idi, zarurete binaen cevaz verildi.
Bey’ bil vefa: Bir malı, ücretini geri verdiğinde malı geri almak üzere başkasına satmaktır. Satan, ücreti
geri verince, müşteri de malı satana geri verir. Burda müşteri mebi’ ile menfaatlenir. Müşteri aldığı malı
başkasına satamadığı için de bu, rehin hükmündedir.
Selem satışı, ıstısna’ satışı (sanatkârların sıpariş yapması) da bu (32.) kaideye göre caizdir. Selem satışı,
yok olan bir şeyin satışıdır ki bu kıyasen batıldır; ancak selem ve ıstısna’ satışlarına umumi ihtiyaç ve
zaruretten dolayı cevaz verilmiştir. Zira çiftçilerin ekserisi, senenin ekser günlerinde, daha mahsulleri
hasat edilmeden evvel nakit paraya ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaçlarını def etmek için selem satışına cevaz
verilmiştir.
Akde giren yararlanma nisbeti belli olmamakla bera-ber hamamda yıkanmak, halkın ihtiyacına mebni
tecvîz edil-miştir. Bu, kıyasa aykırıdır. Çünkü ücret belli olmakla beraber menfaat belli değildir. Hamama
giren kimsenin ne kadar kala-cağı, ne kadar su sarf edeceği meçhuldür.
33. Iztırar (darda kalmak), başkasının hakkını iptal etmez. ‫ﺿِطَراُر ﻻَ ﯾ ُْﺑِطُل َﺣﱠق اْﻟﻐَْﯾِر‬
ْ ‫اِْﻻ‬
Birisi şiddetli aç kalsa, ölüme yakınlaşsa, sıkıntısını giderecek kadar başkasının bir yiyeceğini izni
olmadan alması caizdir. Ancak aldığı malın değerini ödemesi gerekir. Yani ıztırar hali, başkasının malını
izinsiz kullanmayı mubah etse de, lakin kıymetini ödemeyi düşürmez, bilakis mal sahibi-ne kıymetini
ödemesi gerekir.
Bir hayvan, kişinin üzerine saldırsa ve onu helak etmek üzere olsa, o kişinin hayvanı öldürmesi caizdir,
lakin değerini sahibine ödeyecektir. Burda “zaruretler, yasak olan şeyi mubah eder” kaidesine göre
kişinin telef ettiğini ödememesi lazımdır denilirse, cevaben deriz ki; mubah olması, başkasının haklarını
iptal etmez.
Belli bir müddet/zaman için kayık kiralansa, yol esnasında -deniz ortasında- müddet bitse, sahile çıkmak
için mecbur olunsa da, aradaki ücret fazlalığını kiralayanın ödemesi gerekir.
َ ‫َﻣﺎ َﺣُرَم ا َْﺧذ ُه ُ َﺣُرَم ِاْﻋ‬
34. Alınması haram olan şeyin verilmesi de haramdır. ُ ‫طﺎُؤه‬
Rüşvet veren ve alan da haram işlemiş olur. Kâhin ve falcıların para alması ve onlara para vermek
haramdır. Aynı şekil de şarkıcılara verilen paralar da böylece haramdır.
Yenmesi, içilmesi, giyilmesi haram olan şeylerin başkalarına yedirilmesi, içirilmesi ve giydirilmesi de
haramdır.
Ancak gasb eden kişinin elinden malı kurtarmak için verilen şey rüşvet olmaz. Bunun gibi zaruret
tahakkuk ettiği yerlerde, zalimin zulmünü def etmek veya bir hakkı kurtarmak için verilen şeyler de
rüşvet olmaz.
َ ‫َﻣﺎ َﺣُرَم ِﻓْﻌﻠ ُﮫ ُ َﺣُرَم‬
35. Yapılması yasak olan şeyin yapılmasını istemek de haramdır. ُ ‫طﻠَﺑ ُﮫ‬
Zulüm, rüşvet, yalan yere şahitlik etmek haram olduğundan, bu gibi şeylerin başkalarına yapılmasını
talep etmek de haramdır.
36. Adet, hükmedicidir. ٌ ‫ا َْﻟﻌَﺎدَة ُ ُﻣَﺣ ِ ّﻛَﻣﺔ‬
“Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir.”
Birisi yemin ederek derse “Vallahi ayağımı filancının evine koymayacağım”, o kişinin evine yürüyerek
veya binekli olarak girmekle de yemini bozulur. Zira umum örfte -ayak basmak- tabiri, eve girmek
manasındadır.
Satış muamelesine söylenmediği halde dâhil olan şeyler, satışa dâhil olur. Misali: Atın satışına yuları da
dâhildir. Evin satışına anahtarlar da dâhildir. Araba satışına, kendine has takımları (aletleri) de dâhildir.
Bir işte çalıştırmak üzere tutulan amele, aralarında hu-susî bir anlaşma yapılmamışsa, o beldede işçi
sınıfının kaç saat çalışması âdet ise o da o kadar çalışır.
37. İnsanların kullanımı delildir, onunla amel etmek vacib olur. ‫ب اْﻟﻌََﻣُل ِﺑَﮭﺎ‬
ُ ‫ِاْﺳِﺗْﻌَﻣﺎُل اﻟﻧﱠﺎِس ُﺣﱠﺟﺔ ٌ ﺗ َِﺟ‬
Bir şeyde tasarruf etmek, o şeyin kendi mülkü olduğuna delildir.
Bir beldede Şeriat kitapları, mushafı şerif ve diğer ilim kitapları gibi menkul olan şeylerin vakfı örf olsa
bu vakıf sahih olur. Aslında menkul olan şeylerin vakfı caiz değildir.
Bir kuyuya düşen koyun dışkısının azlık ve çokluğu, bu hususla ilgili şahısların görüşüne göre takdir
edilir. Çünkü az bir şey kabul edilirse suyu necis etmez; çok olarak kabul edilirse suyu necis eder.
38. Âdette imkânsız olan şey, hakikatten imkânsız gibidir. ً‫ا َْﻟُﻣْﻣﺗ َِﻧُﻊ َﻋﺎدَة ً َﻛﺎْﻟُﻣْﻣﺗ َِﻧِﻊ َﺣِﻘﯾﻘَﺔ‬
Bir kadının karnındaki çocuk kendisine filan malı sattığını iddia etse veya ondan şu kadar borç para
aldığını ikrar etse, iddiası aklen imkânsız olduğundan dinlenmez.
Kendinden yaşca büyük olan Zeyd’in, kendi oğlu olduğunu iddia etmesi de aklen imkânsız olduğundan
dinlenmez.
Çok fakir olan (A) nın (B) ye bir milyon ödünç para veya mal verdiğini iddia etmesi de âdeten
mümteni'dir.
39. Zamanların değişmesiyle, hükümlerin de değiştiği inkâr edilemez. ‫ﻻَ ﯾ ُْﻧَﻛُر ﺗ َﻐَﯾﱡُر اْﻻَْﺣَﻛﺎِم ِﺑﺗ َﻐَﯾﱡِر اْﻻَْزَﻣﺎِن‬
Zamanların değişmesiyle değişen hükümler örf ve âdete dayalı olanlardır. Zira zaman değişmekle
insanların ihtiyaçları da değişir. Örf ve adet değişmekle onlarla alakalı hükümler de değişir, fakat şer’i
delile dayanan hükümler böyle değildir, onlar asla değişmez. Mesela: Kasten adam öldürenin cezası
kısastır. Bu şeriatın hükmüdür ki, örf ve âdete dayalı değildir, zaman değiş-mekle bu hüküm değişmez.
Zaman değişmekle değişen hükümler örf ve âdete dayalı olanlardır; misal: Evvelki âlimlere göre birisi
bir bina satınalsa, bazı kısımlarını görmekle yetinilirdi. Sonra gelen âlimlere göre ise, her bir odasını
mutlaka görmesi gerekir. Bu ihtilaf delile dayalı değildir, bilakis örf ve âdetin değişmesine dayalıdır, zira
evvelki dönemde yapılan binaların her tarafı eşit şekilde ve aynı tarzda olurdu. Bir odasını görmekle
diğer odalarını görmeye ihtiyaç kalmazdı.
İmamı A’zam’a (r.aleyh) göre şahitlerin tezkiyesi (adaletli olduklarını araştırmak) gerekmezdi, zira o
vakitte insanların salahı yaygındı. İmameyn zamanında ise, ihtilaflar ve fesadın yayılması sebebiyle,
şahitlerin gizli ve aşikâre tezkiyesini gerekli gördüler.
Camilerin kapısının dâima cemaate açık bulundurul-ması, hem sünnet, hem de içinde kıymetli eşya
bulunmadığın-da sünnet idi, bulunduğu zaman ise bir âdet-i müstahsene idî. Hırsızlık olayları tehlikeli
bir hal alınca, namaz vakitleri dışın-da kapanmasına cevaz verilmiştir.
40. Hakikat, âdetin delaletiyle terk olunur. ‫ا َْﻟَﺣِﻘﯾﻘَﺔ ُ ﺗ ُﺗَْرُك ِﺑدَﻻَﻟَِﺔ اْﻟﻌَﺎدَِة‬
Bu durum akitlerde ve akit sigalarında önem arzeder. Mesela Nikâhta mazi sigası kullanılacaktır ama
kaideye göre kabule delalet eden her lafız makbuldür. ‘Evet, ediyorum’ gibi.
Bir kişi yeminle “Şu ağaçtan yemeyeceğim” dese, hakiki manayı kast etmek özürlendiği için, mecaza
hamledilir ve ağacın meyvesi kasdedilir. Eğer o kişi ağacın gövdesinden –odun kısmından- yese, yemini
bozulmaz.
“Misafirlerin ayakkabılarını döndür.” Bununla, ayakkabıları düzelt ve bir sıraya diz manası kasdedilir,
yoksa onların alt-üst çevir manası değildir. “Kandilleri yak” sözü ile kandillerin içindeki fitili tutuştur
manasıdır, yoksa kandileri ateşe atıp yakmak değildir.
“Filancının evine ayak basmayacağım” sözü, o kişinin evine girmemek manasındadır, yoksa ayağını
içeriye sokmamak manasında değil.
“Şu buğdaydan yemeyeceğim veya şu nehirden içmeyeceğim”, İmamı A’zam‘a göre o buğdayın
unundan yapılan ekmeği yese veya ununu yese yemini bozulmaz; o nehrin bardak ve kab içinde olan
suyunu içse yemini bozulmaz. Ancak nehirden avuçlayarak veya eğilerek içerse, buğday tanesini bizzat
yerse yemini bozulur.
İmameyne göre buğdayın kendisini veya ununu veya ekmeğini yemekle ve sudan avuçla veya bardakla
içmekle (her türlüsüyle) yemin bozulur.
‫ِاﻧﱠَﻣﺎ ﺗ ُْﻌﺗ َﺑَُر اْﻟﻌَﺎدَة ُ ِاذَا ا ﱠ‬
41. Âdete itibar, muttarit veya galib oluncadır. ‫ب‬
َ َ‫طَردَ ا َْو َﻏﻠ‬
Muttarid, süreklilik gösteren demektir. Galip çoğunluğun benimsediği manasındadır. Arada bir olan bir
olaya, ya da azınlığın yazdığı bir olaya adet denmez.
Düğünde cehiz hazırlanmasında sürekli galib olan âdete riayet edilir.
Alım satımda yapılan pazarlıkta, o bel-dede kullanılan paraya itibar edilir.
Bir pazarda iki kişi alım-satım yaparken peşin veresi-ye diye bir şey beyân edilmezse, o beldede o mal
hakkında câ-ri olan örf ve âdete göre muamele edilir.
‫ب اﻟ ﱠ‬
42. İtibar, galib ve yaygın olanadır, nadir olana değil. ‫ﺷﺎِﯾِﻊ ﻻَ ِﻟﻠﻧﱠﺎِدِر‬
ِ ‫ا َْﻟِﻌْﺑَرة ُ ِﻟْﻠﻐَﺎِﻟ‬
Yitik bir kişinin 90 yaşında olması sebebiyle öldü-ğüne hükmetmek, insanlar arasında yaygın olan
ekserde kişi 90 yaşından fazla yaşamadığı hükmüne dayandırılmasıdır; her ne kadar bazı kişiler 90
yaşından fazla yaşasalar da; fakat bu nadirdir, buna hüküm dayandırılmaz. Bilakis örfte yaygın olan 90
yaşına itibar edilerek öldüğüne hükmedilir ve malı varisleri arasında taksim edilir.
On beş yaşına gelen gencin buluğa erdiğine hükmedilmesi de böyle yaygın olan kanaata göredir; her
ne kadar bazı gençler on yedi veya on sekiz yaşında baliğ olsa da; zira bu nadirdir.
Erkek çocuğun bakımının/hıdane yedi yaş, kız çocuğunun dokuz yaş olması da galib olan yaygın hükme
göredir. Zira erkek çocuğun bakıma olan ihtiyaçtan kurtulması yedi yaşında olur, kız çocuğun müştehat
(şehvetlenilmesi) çağına ulaşması, dokuz yaşında olur. Terbiyenin noksanlığı veya iklimlerin
değişmesiyle bu hususlardaki farklılık nadir olduğundan ona itibar edilmez.
ً ‫ﺷْر‬
43. Örfte bilinen şey, şart kılınmış gibidir. ‫طﺎ‬
َ ‫ف ﻋُْرﻓًﺎ َﻛﺎْﻟَﻣْﺷُروِط‬
ُ ‫ا َْﻟَﻣْﻌُرو‬
“Örf ile sabit olan, şer’i delille sabit gibidir.” “Örfle sabit olan, nass ile sabit olan gibidir.”
Satış muamelesinde ücretin nevisi belirtilmemişse, o beldede geçerli olan ücret nevisinden (mesela tl)
verilmesi gerekir.
Bir kimse başkasının kiraya vermek için hazırladığı bir eve, izni olmaksızın yerleşse, örfen misli ücreti
vermesi gerekir; sanki oraya yerleşince şartları kendine lazım getirmiş gibidir.
Otelde geceleyen, hamamda yıkanan kişilerin her ne kadar konuşulmasa da ücret vermeleri gerekir,
zira adet ve örf ücreti vermeyi gerektirir.
Baba evlenen oğluna bazı ziynet eşyası (takılar) ve ev eşyası verse, düğünden sonra onların emanet
olduğunu iddia edip geri istese bakılır; eğer adet böyle ise onlar geri verilir, değilse geri verilmez ve hibe
sayılırlar.
Köy çobanı, hayvanları köyün çıkışında bırakıp ahırlarına göndermesi adet ise, bu durumda yolda telef
olanı ödemez; eğer herbir hayvanı kendi ahırına teslim etmek adet ise, bu durumda noksanlık
ettiğinden dolayı telef olanı öder.
Bahçe veya tarlasına tuttuğu işçiye, yemek verilip verilmeyeceği, söz konusu edilmemişse de işçiler
yemek de isteyecek olurlarsa bu hususta da o beldenin mâruf olan örfüne göre hareket edilir.
44. Tüccarlar arasında maruf olan şey, aralarında şart gibidir. ‫ف ﺑَْﯾَن اﻟﺗ ﱡﱠﺟﺎِر َﻛﺎْﻟَﻣْﺷُروِط ﺑَْﯾﻧَُﮭْم‬
ُ ‫ا َْﻟَﻣْﻌُرو‬
Bu kaide, evvelki kaide gibidir burada ticaretin önemine binaen ayrıca zikredilmiştir. Peşin veya
veresiye olduğu zikredilmeden yapılan satışlarda ücret peşin verilir. Ancak belli müddet veresiye
satılması örf olan yerlerde, mutlak olan satışlarda veresiye tahakkuk eder, peşin olması için ayrıca
zikredilmesi gerekir.
Ticaret odalarının birçok teamülü belirlemesi buna örnek teşkil eder. “Bundan sonra odamız öğeleri şu
uygulamayı yapacaktır” kabilinden sözler.
45. Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir. ‫ص‬
ّ ِ ‫ف َﻛﺎﻟﺗ ﱠْﻌِﯾﯾِن ِﺑﺎﻟﻧﱠ‬
ِ ‫ا َﻟﺗ ﱠْﻌِﯾﯾُن ِﺑﺎْﻟﻌ ُْر‬
Hukuk boşlukları doldururken örften faydalanır. Hukukta yazılı olmasa bile kanun gibi kanun gibi kabul
edilir. Cumhurbaşkanının başbakan olarak, çoğunluğunu kazanan partinin başkanını ataması yazılı bir
kanun değildir. Demokratik teamüller gereği böyle yapılıyor.
Birisi başkasına mutlak olarak (her hangi bir şart olmaksızın) hayvanını ödünç verse, kiralayanın
alışılmışın dışında hayvana binmesi ve yük yüklemesi caiz olmaz. Hayvana demir yüklese veya bozuk
yolda seyrettirse ve bu husus alışılmışın dışında olsa, hayvana verilen zararı öder.
Çarşıdaki esnafın çoğu, çarşıyı korumak için ücretle bekçi tutacak olurlarsa, esnaftan bir kısmı buna
muhalif kalsa bile bekçi ücretini hepsi de bilâ istisna ödemek mec-buriyetindedir.
46. Mani ve muktezi (işi gerektiren) çakışırsa, mani takdim edilir. ‫ﺿﻰ ﯾ ُﻘَد ﱠُم اْﻟَﻣﺎِﻧُﻊ‬
ِ َ ‫ض اْﻟَﻣﺎِﻧُﻊ َو اْﻟُﻣْﻘﺗ‬
َ ‫ِاذَا ﺗ َﻌَﺎَر‬
Bir işte bir sebeb amel edilmesini gerektirse, diğer bir sebebte yapılmasını men etse, yapılmaması tercih
edilir. Misal: Birisi başkasına evini rehin verse, rehin verenin evi satmaması gerekir. Rehin veren eve
sahip olduğu halde, kendi mülkünde tasarruf etmeliydi; ancak rehin alanın hakkı güven için o eve
tealluk etmiştir, hakkını korumak için evin satılmaması tercih edilir.
Üst katta oturanın, alt kattakine zarar vermemesi gere-kir, mesela üst kattakinin evinin tabanını söküp
açması (delmesi), alttakinin tavanına zarar vereceğinden üst kattaki bu fiilinden men edilir.
Ölmek üzere olan biri, evladına ve başka bir yabancıya birlikte bir malı ikrar etse, bu ikrarı geçerli olmaz,
zira varis için ölüm halinde yapılan ikrar geçerli değildir.
Cünüp iken şehid olan kişinin yıkanması istisnai bir hükümdür.
47. Tabi’ tabi’dir. ‫ا َﻟﺗ ﱠﺎِﺑُﻊ ﺗ َﺎِﺑٌﻊ‬
Var olmakta bir şeye tâbi' olan hükümde de ona tâbi' olur. Gebe hayvan satılınca, karnındaki yavrusu
da ona tabidir. Rehin verilen hayvan doğursa, yavru da rehin muamelesine tabi olur. Satılan malın
teslim alınmasından evvel mebi’de hasıl olan değer artımı (ziyadelikler) de müşterinin hakkıdır.
Mesela bir bahçe satılsa, müşteri teslim almadan evvel ağaçlarda yeni meyveler hasıl olsa, satıcı onları
kendine alamaz.
Gasb edilen şeydeki ziyadelikler de, asıl mal gibi (hepsi) mal sahibine iade edilir. Gasb edilen at doğursa,
annesiyle beraber yavrusu da geri verilir.
48. Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilemez. ‫ِﺑﺎْﻟُﺣْﻛﻣﺎ َﻟﺗ ﱠﺎِﺑُﻊ ﻻَ ﯾ ُﻘَﱠرُر‬
Hayvanın karnındaki yavru, ayrıca satılmaz, annesine tabidir. Gebe hayvan hibe edilse, yavrusu da hibe
edilmiş olur.
Satılan akarın şuf’a hakkı, yol hakkı (murûr), su hakkı (şirb) o akara ait olduğundan ayrıca satılamaz.
İstisna: Bir kişi, annesinin karnındaki çocuk için bir mal ikrar etse, bu ikrarı sahih olur ve yavru, altı ay
veya daha az bir müddette diri olarak doğarsa, ikrar edilen mala sahip olur. Burdaki çocuk, annesine
tabi iken, istisna olarak ayrıca hakkında ikrar edilen şeye sahip olmuştur.
49. Bir şeye sahip olan, o şeyin zaruriyyatına da malik olur. ‫ﺿُروَراِﺗِﮫ‬
َ ‫َﻣْن َﻣِﻠَك‬
َ ‫ﺷﺋْﺎ ً َﻣِﻠَك َﻣﺎ ھَُو ِﻣْن‬
Bir bina satın alan, ona götüren yola da sahip olur. Zira yol bina için zaruridir. Bu yüzden bina satılırken
yolunu da zikretmeye gerek yoktur.
Bir arsayı satın alan, altına ve üstüne de malik olur, bu yüzden dilediği binayı yapar, kuyu kazar. (Bu gün
için belediyelerin uyguladığı imar planı, zarureten geçerlidir.)
َ َ‫ﺳﻘ‬
َ َ‫ﺳﻘ‬
50. Asl düşünce, fer’i dahi sakıt olur. ُ‫ط اْﻟﻔَْرع‬
ْ َ‫ط اْﻻ‬
َ ‫ﺻُل‬
َ ‫ِاذَا‬
Tabi ve fer’ olan şeyler, aslın düşmesi ve yok olmasıyla yok olurlar.
Borçludan borcu ibra edilse (silinse), ona kefil olan da borçla sorumlu olmaktan kurtulmuş olur, zira asıl
borçlu kurtulunca, fer’ olan kefil de kurtulmuş olur. Amma kefil olan kefaletten beri edilse, asıl
borçludan borç düşmez. Zira fer’ düşmekle asıl düşmez.
Bankadan kredi alındığında bir şeyler ipotek edilir. Kredi geri ödendiğinde ipotek de çözülür.
Bazan da fer’ sabit olur da asıl düşer, misali: Birisi iki kişi hakkında iddia ederek, birine bin lira borç
verdiğini ve diğerinin de buna kefil olduğunu söylese. Borçlu borcu inkâr etse, alacaklı bunu isbat
etmekten aciz kalsa, fakat kefil olan borca kefil olduğunu ikrar etse, kefil üzerine ikrarına binaen borcu
ödemekle hükmedilir; hâlbuki burada kefil fer’ idi.
51. Sakıt olan geri gelmez. ُ ‫ﺳﺎِﻗطُ ﻻَ ﯾَﻌ ُود‬
‫ا َﻟ ﱠ‬
Bir kimsede olan alacağını ıskat etse, sonra fikri değişip pişman olsa, sakıt olan borç geri gelmez, borçlu
olan borçtan beri olmuştur. Aynı şekilde “Birine şu kadar borcum var” diye bir itirafta bulunulduğunda
kişi bu sözünden dönemez. “O kadar değildi, daha azdı” vs. gibi.
Satıcı malı sattığı müşteriden ücretini almadan evvel mebiyi hapsedebilir, taki ücretini alsın. Amma
ücreti almadan evvel mebiyi müşteriye teslim etse, sonradan ücreti almak için hapsetmek gayesiyle
mebiyi geri isteyemez, zira sakıt olan geri gelmez.
Bir malı görmeksizin alanın görme muhayyerliği vardır, fakat aldığı malı görmeden evvel başkasına satsa
veya hibe etse veya kiraya verse, daha sonra malı -görme muhayyerliği hakkı ile- geri vermek istese, bu
hakkı sakıt olduğundan geri gelmez.
Vârisler, murisin yapmış olduğu üçte birden fazla va-siyetine rıza gösterdikten sonra bir daha
dönemezler.
Necis olan az suyun üzerine akarsu bırakılır da çoğa-lıp taşar ve tekrar azalırsa, artık bu su yine necis
oldu, necisIiğe döndü denilmez. Çünkü çok suyun ona karışıp taşırmasıyla temiz olmuştu; azalmasıyla
aynı temizlik devam eder; necisliğe avdet etmez.
َ َ‫ﺊ ﺑ‬
َ َ‫ِاذَا ﺑ‬
52. Bir şey batıl olunca, zımnında olan şeyler de batıl olur. ‫ﺿْﻣِﻧِﮫ‬
َ ‫طَل‬
ٌ ‫ﺷْﯾ‬
ِ ‫طَل َﻣﺎ ِﻓﻰ‬
“Fesada dayanan şey de fasittir” kaidesi de bu kaideye dayanır.
(A), (B) ye, «Kanımı sana bin liraya sattım» dese (B) de bu sebeple vurup onu öldürse, kısas lâzım gelir.
Çünkü in-san kanını satmak gayr-i sahih olduğuna göre zımnındaki rı-za ve teklif de bâtıl olmuş oluyor.
Nikâh mehir ile yenilenecek olursa, bu gayr-i sahih sayılır. Çünkü birinci nikâh bozulmadık, duruyor. O
halde ikin-ci nikâh bâtıl olduğu için mehir de hükümsüz kalır.
َ َ‫ِاذَا ﺑ‬
53. Asıl batıl olunca bedele gidilir. ‫ﺻﺎُر ِاﻟَﻰ اْﻟﺑَدَِل‬
ْ َ‫طَل اْﻻ‬
َ ُ ‫ﺻُل ﯾ‬
Birinden bir şeyi gasbeden kişi, gasbettiği mevcut olduğu halde mal sahibine onun kıymetini vermek
istese, mal sahibi de razı olmasa, hâkimin bedel ile hükmetmesi caiz olmaz. Usul âlimleri, gasb edilen
malın aynının geri verilmesini -kâmil eda- diye isimlendirirler.
Eğer gasb edilen mal helak olsa ve aynını vermek mümkün olmasa, bu durumda bakılır; eğer gasb edilen
şey misliyyattan ise, gasb edenin mislini ödemesi emredilir. Buna –misli ma’kul ile olan kaza veya kamil
kaza- denir. Zira misli olan mallar, aralarında suret ve mana bakımından benzeşirler. Misli olan şeyler
kıymette eşit veya çok yakın olurlar.
Eğer gasb edilen mal kıyemiyyattan ise, gasb eden kıymetini öder. Buna -kâsır kaza- denir. Zira gasb
edilen malın kıymeti olan nakitler, gasb edilen malın suret ve mana bakımından benzeri değildir.
Not: Mislî, çarşıda aynı vasıfta benzeri bulunan mal olup, fiyatları farklı olmaz. Ağırlıkla, hacimle ve
uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayıyla ölçülenlerden, aynı büyüklükte
olanlar, mesela aynı büyüklükteki yumurtayla karpuz böyledir.
Kıyemî, çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan maldır. Uzunlukla ölçülenlerden
tarla, elde dokunan halı, ev, dükkân, irili ufaklı olan karpuz kıyemîdir.
54. Bizzat Tecviz Olunmayan Şey Bi’t-teba' Tecviz Olunabilir. ‫ﯾ ُْﻐﺗ َﻔَُر ِﻓﻰ اﻟﺗ ﱠَواِﺑِﻊ َﻣﺎ ﻻَ ﯾ ُْﻐﺗ َﻔَُر ِﻓﻰ َﻏْﯾِرَھﺎ‬
Menkul olan eşyasıyla bir arazi vakfedilse, menkul olan şeylerin vakfı örf ve adeten ilk anda caiz değildi,
ancak asıl olan gayrı menkule tabi olmakla sonradan caiz olmuştur.
Su hakkını satmak veya vakfetmek caiz değildir, ancak su hakkının ait olduğu arazi satılırsa veya
vakfedilirse, ona tabi olarak su hakkı da satılmış veya vakfedilmiş olur.
55. Başlangıçta cevaz verilmeyen şeye, bekasında cevaz verilebilir. ‫ﯾ ُْﻐﺗ َﻔَُر ِﻓﻰ اْﻟﺑَﻘَﺎِء َﻣﺎ ﻻَ ﯾ ُْﻐﺗ َﻔَُر ِﻓﻰ اِْﻻْﺑِﺗدَاِء‬
Ölüm hastalığında olan birisi, tek malı olan arsasını hibe etse, sonra vefat etse, arsanın üçte ikili
kısmında hibe batıl olur, sadece üçte birinde sahih olur. Burda hisseli olduğu halde, hibenin sahih
olmasının sebebi; hisseli olmak arizidir/geçicidir, hibe arsanın tamamında olmuştur. Varislerin hakkı
olan üçte iki ayrılınca, kalan üçte birlik hissede hibe sahih olur.
Bir malı satmaya vekil olan kişi, başkasını o mal satmaya vekil tayin edemez; fakat alakasız birisi gelip o
malı satsa, asıl vekil olan da bu satışa izin verse, (fuzuli kişinin) satışı geçerli olur.
56. Beka, başlangıçtan daha kolaydır. ‫ا َْﻟﺑَﻘَﺎُء ا َْﺳَﮭُل ِﻣَن اِْﻻْﺑِﺗدَاِء‬
Bir şeyin devam ve bekası, ilk defa meydana gelmesinden daha kolaydır. -ilk anda caiz olmayan şey,
bekaen caiz olabilir- kaidesi de bunun gibidir.
Bir hâkim, yerine bakması için birini naib tayin etse, asıl hâkim yok iken bu naib olan hâkim bir davada
hüküm verse, bu hükmü geçerli değildir; ancak asıl hâkim verilen hükmü inceleyip geçerli yaparsa,
hüküm sahih olur, aslında ilk anda sahih olmamakla beraber, bekaen sahih olmuştur.
57. Teberru’ ancak kabz (teslim almak) ile tamam olur. ‫ض‬
ٍ ‫ﻻَ ﯾَﺗ ُﱡم اﻟﺗ ﱠﺑَﱡرعُ ِاﻻﱠ ِﺑﻘَْﺑ‬
Birisi başkasına bir mal hibe etse, hibe edenin izni ile onu teslim almadıkça, o malda tasarruf etmesi
sahih olmaz. Aynı şekilde birisi eline bir miktar para alsa ve fakire vermek istese, vermeden evvel vaz
geçse, burda paraları fakire vermeye zorlanamaz.
58. Teb’a üzerine tasarruf, maslahata dayanır. ‫ﺻﻠََﺣِﺔ‬
ْ ‫ف َﻋﻠَﻰ اﻟﱠرِﻋﯾﱠِﺔ َﻣﻧ ُوطٌ ِﺑﺎْﻟَﻣ‬
ُ ‫ﺻﱡر‬
َ ‫ا َﻟﺗ ﱠ‬
Halkın maslahatına göre tasarruf yapılır, şahısların menfaatine göre değil. Eğer halkın menfaatine
uygun olmazsa, teb’anın mallarında tasarruf caiz olmaz.
Öldürülmüş birinin hiç kimsesi (velisi) olmasa, sultan onun velisidir. Bu durumda katili kısas
ettirebileceği gibi, katilden diyet alma hakkı da vardır.
İdarecilerin emri ile birinin malı, değeri ile alınıp umumun yoluna veya ihtiyaç olunan tesislere katılır.
59. Hususi velayet, umum velayetten daha kuvvetlidir. ‫ﺿﺔ ُ ا َْﻗَوى ِﻣَن اْﻟَوﻻَﯾَِﺔ اْﻟﻌَﺎﱠﻣِﺔ‬
‫ا َْﻟَوﻻَﯾَﺔ ُ اْﻟَﺧﺎ ﱠ‬
Burdaki velayetten murad, tasarruf yetkisi olan velidir. Hususi velilik, nikâh akdinde ve mal hususunda
olur. Burda ki veli, dede veya babadır. Sadece nikâhta veli olanlar asabeler, çocuğun annesi ve zevi-l
erhamdır. Sadece malda veli, evvela babadır, ikinci olarak babasının hayatında iken tayin ettiği vasidir.
Bir vakfe mütevelli olan şahsın velayeti, hâkimin velayetin-den daha kuvvetlidir; çünkü mütevellinin
velayeti hususîdir, hâkimin ise umumîdir. Hâkim, umumi velayet hakkına binaen vakfın malını kiraya
verse, vakfın mütevelli heyeti de vakfı kendisine kiralasa, mütevelli heyetinin kiralaması sahihtir,
hâkimin değil, zira hususi velayet, umumi velayetten daha kuvvetlidir.
Kaadı, velîsi bulunan yetimi evlendiremez. Ancak o ye-timin velisi olmadığı zaman velâyet-i âmme
yetkisiyle evlendirebilir.
Maktulün velisi kısas talebeder; dilerse sulha gidip af edebilir. Fakat İmam (Lider) afvetmeye yetkili
değildir. Çün-kü liderin velayeti, velâyet-i âmmedir, velisinin ise hassedir.
60.Kelamın i’mali (manada kullanımı), ihmalinden (manasız bırakılmasından) daha evladır. ‫ِاْﻋَﻣﺎُل اْﻟَﻛﻼَِم‬
‫ا َْوﻟَﻰ ِﻣْن ِاْھَﻣﺎِﻟِﮫ‬
Birisi, başkası için üzerinde olan bir borcu ikrar etse, sonra sebeb belirtmeden başka bir borcu ikrar
etse, bu ikincisi, evvelkinin te’kidi olmaz, belki yeni bir borç olur ve her iki borcu ikrar etmiş olur.
Birisi, hanımına “sen boşsun” “sen boşsun” “sen boşsun” diye üç kere söylese, bununla üç talak vakı’
olur. İkinci ve üçüncü sözleriyle, evvelkiyi te’kit ettim demekle koca, hükmen tasdik edilmez.
61. Hakikat özürlenince, mecaza gidilir. ‫ﺻﺎُر ِاﻟَﻰ اْﻟَﻣَﺟﺎِز‬
َ ُ ‫ِاذَا ﺗ َﻌَذ ﱠَر اْﻟَﺣِﻘﯾﻘَﺔ ُ ﯾ‬
“Şu hurma ağacından yemeyeceğim” diye ağaca işaret ederek yemin etse, o ağacın
gövdesi/odunundan yemek mümkün olsa da, bu sözü söyleyenin kasdı o ağacın gövdesinden yemek
değildir, belki meyvesinden yemektir.
“Ayağımı filancının evine basmayacağım” sözünün hakiki manası terk olunmuş ve kullanılmaz
olmuştur. Burda kullanılan mana, binaya girmek manasıdır. Yani yemin eden kişi, kendisi içeri girmeyip
kapıdan ayağını içeri sokmakla yemini bozulmaz.
62. Kelamın i’mali mümkün olmazsa mühmel bırakılır. ‫ِاذَا ﺗ َﻌَذ ﱠَر ِاْﻋَﻣﺎُل اْﻟَﻛﻼَِم ﯾ ُْﮭَﻣُل‬
Kendinden yaş bakımından büyük birinin, kendi oğlu olduğunu iddia eden kişinin davası sahih olmaz.
Zira bu, hakikaten imkânsızdır.
“Filancının iki elini kestim, onların diyeti olarak beş-yüz lira borçlandım.” dese, bahsettiği kişinin elleri
sağlam olsa, bu kişinin sözüne itibar edilmez, sözü ihmal edilir.
63.Cüzlere bölünmeyen şeyin bazısını zikretmek, tamamını zikretmek gibidir. ‫ض َﻣﺎ ﻻَ ﯾَﺗ ََﺟﱠزأ ُ َﻛِذْﻛِر ﻛُِﻠِّﮫ‬
ِ ‫ِذْﻛُر ﺑَْﻌ‬
Kısasta veli olanın, katilden kısasın bir kısmını affetmesiyle kısasın tamamı sakıt olur, zira kısas
bölünmez. Çünkü bir insanın bazısını öldürüp, bir kısmını diri bırakmak mümkün değildir.
Cüzlere bölünen şeyin bazısını zikretmek, tamamını zikretmek gibi değildir. Misali: Birisini, 600 lira olan
borcundan 200 liralık kısmına kefil tayin etse, borç bölündüğü gibi, kefaleti de bölünmüş olur, yani 600
liranın tamamına kefil olmuş olmaz.
Birisinden alacağının bir kısmını ibra etse, kalan kısımda ibra tahakkuk etmez.
ْ ‫طﻠَُق ﯾَْﺟِرى َﻋﻠَﻰ ِا‬
ْ ‫ا َْﻟُﻣ‬
64. Mutlak, kayıtlama delili açıkca veya delaleten yok ise, ıtlakı üzere cari olur. ‫طﻼَِﻗِﮫ ِاذَا‬
ً‫ﺻﺎ ا َْو دَﻻَﻟَﺔ‬
m َ‫ﻟَْم ﯾَﻘ ُْم دَِﻟﯾُل اﻟﺗ ﱠْﻘِﯾﯾِد ﻧ‬
Birisi cübbe diken terzi ile bunun üzerine anlaşsa, ancak bizzat terzinin kendisinin dikmesi şart
koşulmasa, terzi olan kişi, cübbeyi yanında çalışan başka bir ustaya diktirebilir. Fakat müşteri, terzinin
kendisinin bizzat dikmesini şart koşmasında durum böyle değildir, zira burda kayıtlanan şarta riayet
edilmezse, terzi ödeme sorumluluğunda olur.
Birisi başkasına bir malı ödünç verse ve menfaatlenmenin nevisini ve kullanacak kişiyi kayıtlamasa,
ödünç (emanet) alan kişi kendisi emaneti kullandığı gibi başkasına da verebilir. Zira emanet verirken
kayıtlamadı.
Eğer emaneti verirken kullanış nevisini ve kullanacak kişiyi kayıtlarsa, o şartlara muhalefet sebebiyle
emaneti alan kişi öder.
65. Hazırda vasıf lağv olur, gaibte itibar edilir. ‫ب ُﻣْﻌﺗ َﺑٌَر‬
ْ ‫ا َْﻟَو‬
ُ ‫ﺻ‬
ِ ‫ﺿِر ﻟَْﻐٌو َو ِﻓﻰ اْﻟﻐَﺎِﺋ‬
ِ ‫ف ِﻓﻰ اْﻟَﺣﺎ‬
Satıcı mecliste hazır olan kır atını satmak istese ve –şu yağız atımı, şu kadar ücrete sattım- dese, icab
söz sahihtir, söylediği –yağız- lafzı luzumsuz olur. Eğer kır at hazırda olmasa, -yağız- diyerek vasfederek
satsa, kır at satılmış olmaz. Zira burda gaib olan atın vasfına itibar edilir.
66. Sual, cevabta iade edilmiş kabul edilir. ‫ب‬
‫ا َﻟ ﱡ‬
ِ ‫ﺳَؤاُل ُﻣﻌَﺎد ٌ ِﻓﻰ اْﻟَﺟَوا‬
Yâni bir soruda sorulan ne ise, ona verilen cevapta aynı söz tekrar etmiş sayılır. «Şu atını bana şu kadar
liraya sattın mı?» diye sorsa, at sahibi de «evet» dese, bundan «şu atımı sana şu kadar liraya sattım»
mânâsı çıkar; böylece sual-cevapta iade olunmuş olur.
Kadın kocasına hitaben «Ben boşum!» derse, koca da «evet» diye cevap verirse boşanmış olurlar.
Fuzuli olan biri, başkasının malını izinsiz olarak satsa, mal sahibine gidip -bana bu satışta izin verdin midese, mal sahibi de –evet- dese, bu sözü satışına izin verdim demek olur ve satış geçerli olur.
Birisi başkasına hitaben, şu binamı sana şu kadar liraya sattım dese, diğeri de evet dese, bu sözü kabul
olur ve satış geçerli olur.
Hasta olana hitaben malının üçte birini hayır yollarına sarf etmek için beni vasi tayin ettin mi dese,
hasta olan da vasi tayin ettim dese, bu sözü ile vasi tayin etmiş olur.
67. Sükût edene bir söz nisbet edilmez, lakin hacet anında sükut beyandır. ‫ت‬
ٍ ‫ﺳﺎِﻛ‬
‫ت ﻗَْوٌل ﻟَِﻛﱠن اﻟ ﱡ‬
َ ‫ﺳﻛُو‬
ُ ‫ﺳ‬
َ ‫ب ِاﻟَﻰ‬
َ ‫ﻻَ ﯾ ُْﻧ‬
ْ
‫ض اﻟَﺣﺎَﺟِﺔ ﺑَﯾَﺎٌن‬
ِ ‫ِﻓﻰ َﻣْﻌِر‬
Kaidemizin ilk kısmının misalleri:
Birisi başkasının malını satsa, mal sahibi onu işitip satışını tasdik etmese veya men etmese, bu fiili ondan
rıza sayılmaz, satışa izin sayılmaz.
Mal sahibi olan birine, filancı kişi senin filan malını sattı, diye haber gelse ve bu mal sahibi sukut etse,
bu sukutu satışa izin sayılmaz.
Birisi, başkasının malını huzurunda telef etse, mal sahibi sukut etse, bu sukutu telef etmesine izin
sayılmaz.
Birisi, vefat anında komşularını toplasa ve onların huzurunda kimseye borcu olmadığını söylese, orda
hazır olanlardan biri alacaklı olduğu halde sukut etse, daha sonra hastanın ölümünden sonra alacak
davasında bulunmasından men edilmez.
Kaidemizin ikinci kısmının misalleri şöyledir:
Sen birini görsen, senin iznin olmadan bir şeyde mal sahibi gibi tasarruf ediyor, özrün olmadığı halde
sükût etsen, bu durum senden o malın senin olmadığını ikrar olur.
Koyun çobanı, koyunların sahibine –bu koyunları senelik 100 lira karşılığında güdemem, belki 200 lira
isterim- dese ve koyunların sahibi sukut etse, çoban işine devam etmekle sene sonunda 200 lira isterse,
koyun sahibi 200 lirayı vermelidir, zira sükûtu kabuldür.
Birisi, hanımının veya bir akrabasının huzurunda onların malını satsa, daha sonra hanımın veya
akrabasının itiraz hakkı yoktur, zira satış anındaki sukutları ikrardır.
Birisi başkasının yanına bir mal bıraksa ve –bu mal emanettir- dese, diğeri sükût etse, o mal orda
emanettir.
‫دَِﻟﯾُل اﻟ ﱠ‬
68.Batınî işlerde bir şeyin delili, o şeyin makamına kaimdir. ُ ‫ﺷْﯾِﺊ ِﻓﻰ اْﻻ ُُﻣوِر اْﻟﺑَﺎِطﻧَِﺔ ﯾَﻘ ُوُم َﻣﻘَﺎَﻣﮫ‬
Yani, işin hakikatına muttali olunamayan yerde zahir ile hükmolunur.
Satış akti yapanlardan biri icab yapsa (sattım dese), diğeri kabul etmeden evvel başka bir iş yapsa veya
başka bir sözle meşgul olsa, bu durum onun icabtan yüz çevir diğine delalet eder. Yüz çevirmesi batıni
bir iştir, buna muttali olmak ancak zahiri davranışıyla bilinir.
Birisi bir hayvan satın alsa, onda bir ayıba muttali olsa, o ayıbı tedavi etmekle uğraşsa, bu tedavisi ayıba
rızanın delaleti olur. Daha sonra ayıb sebebiyle hayvanı geri vermez.
Yolda bir malı bulan, eğer sahibine vermek niyetiyle alır ve bunu ilan ederse emanetçi olur, elinde iken
telef olsa malı ödeme sorumluluğunda değildir. İlan etmeden sahiplenmek niyetiyle alırsa gasb edici
olur ve elinde telef olmakla ödemesi gerekir.
Hatâen (A), karısına «Sen hoşsun» diyecek yerde «Sen boşsun» derse, karısı boş düşer. Burada bâtını
bilinmediği için zahirî deliliyle hükmedilir. İmâm-ı Şafiî buna muhalefet et-miştir.
Uykuda olan birinin ağzından «Sen boşsun!» veya «Ka-rım boştur» şeklinde çıkan söz irâde dışı vuku
bulduğu ve kasden söylenmediği yâni bâtınî durumu bilindiği için, zahirî se-bebe de burada itibar
edilmiyeceğinden bir hüküm ifâde et-mez.
َ ‫ب َﻛﺎْﻟِﺧ‬
69. Yazı, hitab gibidir. ‫ب‬
ُ ‫ا َْﻟِﻛﺗ َﺎ‬
ِ ‫طﺎ‬
İki kişi arasında sözle akitler (satış, icare, vekâlet, kefalet v.s.) yapıldığı gibi, aynı şekilde yazışmakla da
bu gibi akitler yapılabilir. Zira yazı ile beyan, sözle beyan gibidir.
Birisi, başkasına verilmek üzere bir sahifeye –filan şeyi şu kadar ücrete sana sattım- diye yazıp gönderse,
diğer kişi kağıttaki yazıyı okuyup o mecliste kabul ettiğini söylese veya karşılık olarak yazı ile kabul
ettiğini yazsa, satış akti sahih olur.
Alacaklının, «falan kimsede bulunan şu kadar alacağımı aldım.» veya «borçlum adı geçen borcunu
tamamen kapatmıştır.» şeklindeki kendi el yazısıyla olan beyânı sözle beyân gibidir.
(A) vasiyetnamesine, «falan adama şu kadar borcum var» diye yazarsa bu, sözle beyan ye-rine geçer.
ُ ‫ﺷﺎَرا‬
70.Dilsizin malum işaretleri, dili ile beyanı gibidir. ‫ﺳﺎِن‬
َ ‫اِْﻻ‬
َ ‫ت اْﻟَﻣْﻌُﮭودَة ُ ِﻟﻼَْﺧَرِس َﻛﺎْﻟﺑَﯾَﺎِن ِﺑﺎِﻟّﻠ‬
Bu kaideye göre dilsizin malum işaretleri olan el, baş veya kaşı ile olan hareketleri, dil ile beyan gibidir.
Dilsiz olmayanın işaretine itibar edilmez.
Dilsizin işareti alım-satımda, icâre ve hibede rehin ve nikâhta, talâk ve ibrada, ikrar ve kısasta
muteberdir. Bu hususlarda yazı yazma kudreti de olsa yine işaretine itibar edilir. Dilsizin işaretine
hududda itibar edilmez, zira cezalarda –şehadet- sözü kullanılmalıdır.
ْ ‫ﯾ ُْﻘﺑَُل ﻗَْوُل اْﻟُﻣﺗ َْرِﺟِم ُﻣ‬
71. Mütercimin sözü, mutlak olarak kabul edilir. ‫طﻠًَق‬
Hâkim, davacı ve davalının veya şahitlerin lisanını bilmiyorsa, bunların iddialarını veya şahitlerin
şahitliğini tercüman vasıtasıyla dinleyebilir. Tercümanın adil olması ve kör olmaması lazımdır.
Tercümanın sözü akitlerde, yeminlerde, yeminden dönmekte, kısası, hadleri ve borcu ikrarda kabul
edilir.
İmamı A’zam ve Ebu Yusuf’ a göre bir tercümanın sözü kabul edilirken; İmamı Muhammed’e göre
tercüman iki olmalıdır. Ancak İmamı A’zam’a göre tercümanın kör olmaması gerekir.
‫ﻻَ ِﻋْﺑَرة َ ِﺑﺎﻟ ﱠ‬
َ ‫ظ ِّن اْﻟﺑَِﯾِّن َﺧ‬
72.Hatası açık olan zanna itibar edilmez. ُ ‫طﺄ ُه‬
Kefil, borcun ödenmediğini zannederek asîlin borcunu ödese, sonradan borcun ödendiği anlaşılırsa
ödediğini geri alır.
Kendi malı zannederek başkasının malını harcayan, durum anlaşılınca bedelini öder.
Birisi bin lira alacağı olduğunu iddia etse, dava edilen kişi de “Benden alacağın olduğuna dair yemin
edersen veririm” dese, davacının yemin etmesine mukabil davalı da parayı verse; fakat bundan sonra
davacının yemin etmesinin gerekmediğini, bilakis davalının yemin etmesi gerektiğini öğrense, (davalı)
verdiği bin lirayı geri alma hakkına sahiptir.
73. Delilden ortaya çıkan ihtimal ile birlikte, hüccet olmaz. ‫ﻻَ ُﺣﱠﺟﺔَ َﻣَﻊ اِْﻻْﺣِﺗَﻣﺎِل اﻟﻧﱠﺎِﺷﻰ َﻋْن دَِﻟﯾٍل‬
Delil ve emareden neş'et eden ihtimal muteber tutu-lur ve buna mukabil hüccet olan şey'e itibar
edilmez.
Ölüm hastalığı içinde olan biri, varislerinden birine borçlu olduğunu ikrar eder (huccet); fakat diğer
vârisler bunu tasdik etmezse, bu ikrar muteber değildir. Çünkü diğer vâris-lerden mal kaçırma ihtimali
daha kuvvetlidir. Zira hastalık hali bunun delilidir. Eğer sıhhat halinde bu ikrarı yapsa borç sahih olur,
mal kaçırma ihtimali, delile dayanmadığından itibar edilmez.
70 yaşında olduğunu iddia eden biri bunu şahitlerle (huccet) isbat eder fakat görünüşü bunun doğru
olmadığını gösterirse iddiası ve şahitlerin şehâdeti kabul olunmaz.
74.Tevehhüme itibar edilmez. ‫ﻻَ ِﻋْﺑَرة َ ِﻟﻠﺗ ﱠَوﱡھِم‬
Tevehhüm, sadece kalbe arız olan hakikatten uzak bir ve-himdir. Şüphe derecesinden bile zayıftır.
İflas eden kişi ölse, malı satılır ve alacaklılar arasında taksim edilir. Her ne kadar başka bir alacaklının
çıkıp gelme vehmi olsa da, malın bir kısmı onun için bekletilmez. Sonradan diğer bir alacaklı gelirse, şu
taksim edilen alacaklılardan şer’i dava ölçüsünde hakkını talep eder.
Satılan bir binanın iki komşusu olsa, birisi o anda gaib olsa, hazırda olan komşu şuf’a hakkı ile binayı
alabilir. Diğeri de alma hakkına sahiptir diye hüküm bekletilmez.
Birisi kendi arsasına saman yığını yapsa, yan komşu, ‘samanların yanıp kendi evini de yakar’ vehmiyle
dava ederek samanları ordan kaldırtamaz.
Elinde kanlı bıçak ile heyecanlı bir vaziyette bir evden çıkan (A) dan hemen sonra o eve girilir ve içeride
bir adamın bıçakla öldürüldüğü görülürse kaatilin (A) olduğuna hükme-dilir; Öldürülen adamın intihar
ettiğine itibar edilmez. Çünkü bu olayda intihar bir vehimden ibaret kalır.
(A) ile (B) nin evleri arasında fâsıl olarak bulunan (A) ya ait duvarda, (A) hava almak için bir insan
boyundan yük-sek bir delik açsa delik insan boyunu aştığı için oradan (B) nin evinin veya avlusunun içini
görmek mümkün ol-madığından (B) evimi veya avlumu görecek vehmi ile vehme kapılarak, bu deliği
kapattıramaz.
ُ ‫ا َﻟﺛ ﱠﺎِﺑ‬
75. Delille sabit olan, aşikâre (gözle) sabit gibidir. ‫ت ِﺑﺎْﻟِﻌﯾَﺎِن‬
ِ ‫ت ِﺑﺎْﻟﺑ ُْرَھﺎِن َﻛﺎﻟﺛ ﱠﺎِﺑ‬
Bir şey şer’i delille sabit olunca, hüküm gözle görülmüş gibidir.
Dâvâlı olan (A) hâkim huzurunda aleyhinde iddia edilen dâvayı ikrar edecek olursa, hâkim beyyine
araştırmadan dâva-yı hükme bağlar. Çünkü kişinin kendi aleyhindeki iddiayı ik-rar etmesi, muayene ve
müşahede derecesinde sayılır.
Bir şahıs, başkası üzerinde bir hakkı olduğunu iddia etse, bu hususta yaptığı ikrarı, hüküm için davalı
aleyhine delil ve dayanak yapılır. Davalı inkâr ettiği zaman, davacıya delil getirmek düştüğünden
getirdiği şahitleri de hüküm için delil yaparak, şehadetle davacının sözünü isbat ederiz.
76.Delil davacı için, yemin inkar eden üzerinedir. ‫ا َْﻟﺑَِﯾّﻧَﺔ ُ َﻋﻠَﻰ اْﻟُﻣد ﱠِﻋﻰ َو اْﻟﯾَِﻣﯾُن َﻋﻠَﻰ َﻣْن ا َْﻧَﻛَر‬
Hazret-i Peygamber: «Beyyine müddeî üzerine, yemin de inkâr eden üzerine düşer» buyurmuştur.
Çünkü Beyyine hilâf-ı zahiri isbat için, yemin ise aslı ibka içindir.
Beyyine, müddeanın doğruluğunu, gizli ve kapalı olan şey'-in isbâtını meydana koyacak kuvvetli delil
demektir. Şehadet, ikrar, sened gibi...
(A), (B)'den alacak dâva eder, B borçlu olduğunu in-kâr ederse, burada borçlu olmamak asıldır ve açıktır.
Borçlu olmak ise, ârızî olacağından gizli ve kapalıdır. O hale (A) dan beyyine taleb edilir. (A) beyyine
getirmezse (B)'ye yemin ge-rekir.
Hanefîlere göre beyyine getirmeyen davacıya yemin veril-mez. Şâfiîlere göre davacıya iki yerde yemin
teklif edilir:
1. Dâvasını isbata yalnız bir şâhid getirdiğinde...
2. Dâvasını isbat edemediği için önce dâvâlıya yemin tek-lif edilir; davalı bundan imtina ettiğinde.
‫ف اﻟ ﱠ‬
77. Beyyine, zahirin hılafını isbat içindir, yemin aslın bekası içindir. ‫ظﺎِھِر َو اْﻟﯾَِﻣﯾُن ِﻟﺑَﻘَﺎِء‬
ِ ‫ا َْﻟﺑَِﯾّﻧَﺔ ُ ِِﻻﺛْﺑَﺎ‬
ِ َ‫ت ِﺧﻼ‬
ْ
‫ﺻِل‬
ْ َ‫اﻻ‬
Birisi, başkasından alacağını talep etse, davalı olan da bu borcu inkâr etse, delil getirmek davacı için
lazımdır, zira o zahirin hılafını iddia etmektedir ki bu da zimmetin meşgul (borçlu) olmasıdır.
78. Beyyine, teaddi eden delildir, ikrar kâsır delildir. ٌ ‫ﺻَرة‬
ِ ‫ا َْﻟﺑَِﯾّﻧَﺔ ُ ُﺣﱠﺟﺔ ٌ ُﻣﺗ َﻌَِد ّﯾَﺔ ٌ َو اِْﻻْﻗَراُر ُﺣﱠﺟﺔ ٌ ﻗَﺎ‬
Teaddi: Tecavüz eden, diğerine geçen. Kâsır: Diğerine geçmeyen.
Bu kaideden anlaşıldığına göre ikrar, ikrar edenin kendinde kalan ve başkasına geçmeyen bir huccettir.
Beyyine ise, başkasına geçen huccettir. Zira beyyine ile hâkimin hükmü başkası üzerinde geçerli olur.
Hasım olmasa da kişi kendi üzerine bir hakkı ikrar edebilir; beyyinede böyle değildir, zira orda hasım
mevcut olmalıdır.
(A; ölmüş olan (B) nin vârisi olduğunu iddia eder; (B) nin asıl vârislerinden (C) de (A)nın bu iddiasını
kabul edip ik-rarda bulunursa, (C) nin bu ikrarı ancak kendi hakkında mu-teber sayılır. Ama (A) bu
iddiasını beyyine ikame ederek isbat edecek olursa, hüküm bütün vârisler hakkında muteber-dir.
79.Kişi, ikrarıyla sorumlu tutulur. ‫ا َْﻟَﻣْرُء ُﻣَؤاَﺧذ ٌ ِﺑِﺎْﻗَراِرِه‬
İkrar, lügat olarak: bir şey'i dil veya kalb ile veyahut her ikisiyle isbât etmektir; inkârın zıddı olmuş
oluyor. Şeriat li-sanında: kendi üzerinde bulunan başkasına ait hakkı haber vermektir. Bu bakımdan
ikrar mukırri ikrar ettiği şeyle ilzam eder... Ama (B) kendi lehinde (A) nın yapmış olduğu ikrarı
reddederse artık (A) ikrariyle ilzam olunmaz.
(A), (B) ye 1000 lira borçlu olduğunu ikrar eder, (B) de bunu reddetmezse, (A) üzerine 1000 lira borç
gerekli olur.
(A) nın evinden çalınan bir malı, (B) «Ben çaldım» di-ye ikrar ederse, tazmin ve tecziyesi gerekli olur.
Bir şahıs, bir malın başkasının olduğunu ikrar etse, sonra ikrarının hata olduğunu iddia etse bu sözü
dinlenmez.
Birisinin kendinden alacağı olduğunu ikrar etse, sonra o borcu ödediğini iddia etse bakılır, eğer iddiası
da ikrar meclisinde ise, sözü kabul edilmez, zira ikrardan dönmek olur ve sözünde çelişki olur. Fakat
ikrar meslisinden başka bir yerde olursa, sözü kabul edilir.
80.Tenakuz ile beraber huccet olmaz, lakin bununla beraber hakimin hükmüne halel gelmez. ‫ﻻَ ُﺣﱠﺟﺔَ َﻣَﻊ‬
‫ض ﻟَِﻛْن ﻻَ ﯾَْﺧﺗ َﱡل َﻣﻌَﮫ ُ ُﺣْﻛُم اْﻟَﺣﺎِﻛِم‬
ِ ُ ‫اﻟﺗ ﱠﻧَﺎﻗ‬
Davacı, getirdiği hüccet hilâfına bir ikrarda bulunmuşsa, artık o hüccetin bir değeri kalmaz. Şahitler
şehadetle bulun-duktan sonra, bundan dönecek olurlarsa, şehadetleri hüccet olmaz. Ancak ilk
şehadetleri üzerine bir hüküm verilmişse, bu hüküm bozulmaz ve bu sebeble verilen zararı şahitler
öder.
(B), «(C) de olan alacağımın hepsini aldım» diye ik-rarda bulunduktan sonra, (C)'de şu kadar daha
alacağım kal-dı diye dâva ederse, dâvası dinlenmez..
(A), (B) ye ödünç para verdiğini iddia eder (B) de bunu reddeder, bunun üzerine (A) dâvasını hüccetle
isbât et-tikten sonra (B) «Ben ona olan borcumu ödemiştim» derse dâvası dinlenmez.
Bir kişi bir şeyi inkâr etse, sonra onu ikrar etse, ikrarına itibar edilir, zira ikrar eden kişi şu ikrarında
töhmet altında değildir. Fakat evvela ikrar etse, sonra inkâr etse, ikinci inkârına itibar edilmez, evvelki
ikrarı geçerlidir.
ُ ُ ‫ﻗَْد ﯾَﺛْﺑ‬
81. Bazan fer’ olan, aslın sabit olmamasıyla beraber sabit olur. ‫ﺻِل‬
ِ ‫ت اْﻟﻔَْرعُ َﻣَﻊ َﻋدَِم ﺛ ُﺑ ُو‬
ْ َ‫ت اْﻻ‬
Bir kimse «falanın falana şu kadar lira borcu vardır; ben ona kefilim» dese ve aslın inkârı üzerine alacaklı
alacağı-nı iddia etse, mezkûr borcu kefilin vermesi lâzım gelir.
«Asıl sakıt oldukta fer' dahi sakıt olur» kaidesi, muttarid olmakla beraber, bâzan asıl sabit olmadığı
halde fer sabit olu-r.
‫ا َْﻟُﻣﻌَﻠﱠُق ِﺑﺎﻟ ﱠ‬
82. Şartın Sübutu Halinde Ona Bağlı Olan Şeyin De Sübutu Lâzım Gelir. ‫ت‬
ِ ‫ب ﺛ ُﺑ ُوﺗ ُﮫ ُ ِﻋْﻧدَ ﺛ ُﺑ ُو‬
ُ ‫ﺷْرِط ﯾَِﺟ‬
‫اﻟ ﱠ‬
‫ﺷْرط‬
Şart ve ceza ile birbirine bağlı olan iki cümlenin taşıdığı mânâ arasındaki bağlantı gibi. Buna «Talik»
denilir. Yâni ikin-ci cümlenin, mazmunumun (ki buna «ceza cümlesi» denilir) meydana gelmesi, birinci
cümlenin mazmumunun meydana gelmesine bağlıdır.
(B), karısına «Eğer falan adamın evine gidersen benden boş ol!» derse burada bir şart vardır; «falanın
evine gitmek». Şartın sübutuyla, ona bağlı olan «kadının boş düş-mesi de sübut bulur.
Bir kişi, başkası için “Benim senin üzerinde alacağım varsa, seni ondan beri ettim.” dese, hakikatte
ondan alacağı olsa, borcu ibra etmiş olur.
Birisi, başkasına hitaben dese: “Filancı sana olan borcunu ödemezse, ben onu ödemeye kefilim.”
Bununla şarta bağlı kefalet sabit olur, bu sebeble kefil olan borçla taleb olunur.
Akitlere uygun olan şartlara bağlamak sahih olur, eğer akitlere uygun olmazsa fasit olur.
Misal: Müvekkil vekiline dese: “Seni her ne zaman azledersem sen vekilimsin.” Her ne zaman azlederse
yine vekâlet akti münakit olur.
Sefihin velisi, “Halin salaha ulaşınca ticaretine izin verdim.” derse, sefihin hali salaha ulaşınca izinli
olmuş olur.
Sultan birine derse: “Filan beldeye ulaşınca oraya seni vali tayin ettim veya kadı tayin ettim.” Şarta
bağlanan hüküm, şart meydana gelince tahakkuk eder.
‫ﯾَْﻠَزُم ُﻣَراَﻋﺎة ُ اﻟ ﱠ‬
83. İmkân miktarınca şarta riayet lazımdır. ‫ﺷْرِط ِﺑﻘَدَِر اِْﻻْﻣَﻛﺎِن‬
Meşru’ olan ve aktin gereğinden olan bir şarta mümkün oldukça riayet edilir, fasit ve lağv olan şartlara
riayet edilmez.
Şartlar üç kısımdır: Caiz olan, fasit olan ve lağv olan. Caiz şartın örnekleri 82. maddede geçti.
Lağv şartın misali: Satış aktinde koşulan ve akit yapanların her ikisinin menfaatine olmayan şart lağv
olur, satış sahih olur. Mesela: Atını birisine satsa ve bunu kimseye satmayacağını şart koşsa, satış
sahihtir, şart lağvdır. Müşteri aldığı atı istediğine satabilir.
Fasit şarta misal: Sana atımı, kendimin bir ay binmesi şartıyla sattım demesi gibi. Bu şart sebebiyle satış
fasit olur, zira bu şart satışa uygun değildir, belki akit yapanların birinin menfaatinedir. Evimi sana kiraya
verdim, senin bana şu kadar borç vermen şartıyla veya bir hediye vermen şartıyla, sözünde yine icare
akti fasittir.
84. Vaadler, talik suretleriyle lazım olurlar. ً‫ق ﺗ َﻛُوُن ﻻَِزَﻣﺔ‬
ُ ‫ا َْﻟَﻣَواِﻋﯾد ُ ِﺑ‬
ِ ‫ﺻَوِر اﻟﺗ ﱠْﻌِﻠﯾ‬
Yâni va'd bir şey'e talik edilirse, gerekli olur. Bu durumda, iltizam ve teahhüd (üzerine alma) manası
açığa çıkar. Mesela “Sen filancıya malını sat, eğer parasını alamazsan ben vereceğim.” Dese, müşteri
parayı vermezse, vaad edenin vermesi gerekir.
85. Bir şeyden faydalanmak, onu tazmin sorumluluğunu da beraberinde getirir. ‫ﺿَﻣﺎِن‬
‫ج ِﺑﺎﻟ ﱠ‬
ُ ‫ا َْﻟَﺧَرا‬
Bu kaide: ni’met, külfet dengesi; cereme kime ise, semere de onadır şeklinde ifade edilebilir.
Bir şeyin menfaati, onun tazmini karşılığındadır. Yani bir mal hasara uğradığında onu kim tazmin
edecekse, menfaati de ona aittir.
86. Ücret ve zaman, bir arada olmaz. ‫ﺿَﻣﺎُن ﻻَ ﯾَْﺟﺗ َِﻣﻌَﺎِن‬
‫اْﻻَْﺟُر َو اﻟ ﱠ‬
Bir kişi bir hayvan kiralasa, kusuru olmaksızın hayvan telef olsa, sadece kira ücretini öder. Hayvanı gasb
etse ve telef olsa, sadece kıymetini öder, ücret gerekmez.
Hayvanı binmek için kiralasa, üzerine yük yüklese ve hayvan telef olsa, hayvanın kıymetini öder, ayrıca
ücret ödenmesi istenmez.
Hayvanı gasb etse ve kullansa, hayvan elinde helak olsa, sahibine hayvanın kıymetini öder; eğer hayvanı
helak olmadan sahibine geri verirse, kullandığından dolayı ücret vermesi gerekmez; ancak hayvan
yetim çocuğun ise veya vakıf ise veya gelir getirmek için hazırlanmış bir yer ise bu durumlarda ücretini
ödemesi gerekir.
87. Ödeme, menfaat karşılığındadır. ‫ا َْﻟﻐَْرُم ِﺑﺎْﻟﻐَﻧَِم‬
Bir şey'in menfaatine nail olan kimse, o şey'in mazar-ratına da katlanır. Meselâ:
Müşterek bir arabanın sağladığı menfaat ortaklara ait olduğu gibi bu arabanın tamirine sarf edilen de
yine onlara ait-tir.
Müşterek bir mülkün hâsılat ve menfaati ortaklarının hisselerine göre olacağı gibi, onarım ve ıslahı için
yapılan mas-raf da yine onlarındır.
İki komşu arasında ortak olan duvarın tamirinde, her ikisi de masrafı ortak olarak karşılar.
88. Nimet, külfet miktarıncadır. Külfet de, nimet miktarıncadır. ‫ا َﻟِﻧّْﻌَﻣﺔ ُ ِﺑﻘَدَِر اﻟِﻧّْﻘَﻣِﺔ َو اﻟِﻧّْﻘَﻣﺔ ُ ِﺑﻘَدَِر اﻟِﻧّْﻌَﻣِﺔ‬
89. Fiilin hükmü, failine izafe edilir, mücbir olmadıkça amirine izafe edilmez. ‫ف اْﻟِﻔْﻌُل ِاﻟَﻰ اْﻟﻔَﺎِﻋِل ﻻَ اْﻵِﻣِر‬
ُ ‫ﺿﺎ‬
َ ُ‫ﯾ‬
‫َﻣﺎ ﻟَْم ﯾَﻛُْن ُﻣْﺟِﺑًرا‬
Birisi, başkasına “Filancının malını telef et.” dese ve diğeri bunu yapsa, ödeme sorumluluğu telef edene
aittir, zira emreden kişi burda şer’an cebredici değildir
Çünkü bir şey'i işlemeye dair verilen emir, zorlayıcı ve il-zam edici değildir. Çünkü âmirin verdiği emir,
o işin yapılma-sını veya fiilin işlenmesini talebden ibarettir. Fiilin işlenmesi ise, memurun ihtiyar ve
isteğiyle oluyor. O halde, mücbir bir sebeb olmadıkça işlenen fiilin hükmü failine izafe edilir; âmirine
değil...
Ancak birkaç yerde müstesna, yâni o yerlerde hüküm âmi-re izafe edilir; me'mure değil. Meselâ:
1. Amir Sultan (hükümdar) olursa,
2. Amir; me'murun efendisi, yâni memur köle olursa,
3. Memur sabi (çocuk olursa).
90. İşe mübaşeret edenle sebeb olan bir arada toplaşırsa, hüküm mübaşeret edene izafe edilir. ‫ِاذَا اْﺟﺗ ََﻣَﻊ‬
‫ف اْﻟُﺣْﻛُم ِاﻟَﻰ اْﻟُﻣﺑَﺎِﺷِر‬
ُ ّ‫ﺳِﺑ‬
ِ ُ‫ب ا‬
َ َ ‫اْﻟُﻣﺑَﺎِﺷُر َو اْﻟُﻣﺗ‬
َ ‫ﺿﯾ‬
Birisi umumun yolunda bir kuyu kazsa, diğer birisi başkasının hayvanını o kuyuya atsa ve hayvan telef
olsa, hayvanı kuyuya atan kıymetini öder, kuyuyu kazan ödemez. Zira sadece kuyunun kazılması,
hayvanın telef olmasını gerektirmez, belki mübaşir olanın fiili ile hayvan telef olmuştur.
Ancak hayvan kendisi gelip kuyuya düşmüşse; eğer kuyu idarecilerin izni olmadan kazılmışsa, ödeme
işi kuyuyu kazan kişiye döner.
‫ا َْﻟَﺟَواُز اﻟ ﱠ‬
91. Şer’î cevaz, ödemeye münâfî olur. ‫ﺿَﻣﺎَن‬
‫ﻰ ﯾ ُﻧَﺎِﻓﻰ اﻟ ﱠ‬
‫ﺷْرِﻋ ﱡ‬
Kendi mülkünde kuyu kazmakla, oraya bir hayvan gelip düşse, kuyuyu kazanın bir şey ödemesi
gerekmez. Zira kişinin kendi mülkünde tasarrufu, selamet şartıyla kayıtlı değildir. Fakat umumun yoluna
izinsiz olarak kuyu açarsa, telef olan şeyi öder. Zira kendine ait olmayan yerde izinsiz kuyu açma hakkına
sahip değildir.
Yük taşımak için hayvan kiralasa, hayvana mutad miktar veya daha az yük yüklese ama hayvan telef
olsa, kiralayan bir şey ödemez.
Bir kimseye yemek ikram etse, sonrada ücretini talep etse, ücret gerekli olmaz.
92. Mübaşir, kasdetmese de zamin olur. ‫ﺿﺎِﻣٌن َو ِاْن ﻟَْم ﯾَﺗ َﻌَﱠﻣْد‬
َ ‫ا َْﻟُﻣﺑَﺎِﺷُر‬
Başkasının malını telefi kasdetse de kasdetmese de, mübaşir olan verdiği zararı öder.
Birisi bir bakkala girse, ayağı kayıp bal küpünü kırsa, kıymetini öder.
Demircinin körüğünden veya kaynak kıvılcımlarında sıçrayan alevler birinin elbisesini yaksa, demirci
öder.
Oduncu odun kırarken sıçrayan bir parça, komşunun camını kırsa, oduncu öder.
Birini, duvarını yıkmak için ücretle çalıştırsa, duvardan kayan bir taş başka birini öldürse, çalışan kişi
diyeti öder.
Burdaki işlerde mübaşeret bulunduğundan, kasıtlı olup olmamasına bakılmaz.
93. Sebeb olan, ancak kasıtlı olmakla öder. ‫ﺿَﻣُن ِاﻻﱠ ِﺑﺎﻟﺗ ﱠﻌَﱡﻣِد‬
ْ َ‫ب ﻻ َ ﯾ‬
ُ ّ‫ﺳِﺑ‬
َ َ ‫ا َْﻟُﻣﺗ‬
Sebeb olanın ödemesinde iki şart vardır.
1- Kasıtlı olması. 2- Haddi aşması/tecavüz etmesi.
Kişinin elinden hayvanı kaçıp birine zarar verse, hayvan sahibi kasıtlı olmadıkça bir şey ödemez.
Birisi kendi arsasında kuru otları yaksa ve ateş başkasının bir şeyini yakıp zarar verse, ateşi yakan kişi
ödemez; ancak kasıtlı olarak ateşi yakmışsa; mesela rüzgârlı bir günde ise, verdiği zararı öder.
Bunun gibi, izinsiz olarak umumun geçtiği yola kuyu kazsa, içine bir hayvan düşüp helak olsa, kuyuyu
kazan haksız olduğundan öder.
Kendi arazisini mutad şekilde sulasa, suyun bir kısmı yan araziye akıp oraya zarar verse, sulayan kişi bir
şey ödemez. Eğer âdetin hılafına bir sulama yapmışsa, bu durumda verdiği zararı öder.
94. Hayvanın verdiği zarar hederdir. ‫ِﺟﻧَﺎﯾَﺔ ُ اْﻟﻌَْﺟَﻣﺎَء ُﺟﺑَﺎٌر‬
Hayvanın verdiği telef, heder olup sahibi bir şey ödemez. Ancak sahibinin kastı ve noksanlığı
olmamalıdır.
Mesela: İki kişi hayvanlarını hususi bağlanan yere bağlasalar, birinin atı, diğerinin atını helak etse, telef
eden at sahibinin bir şey ödemesi gerekmez.
Birinin kedisi, başkasının kuşunu telef etse, kedi sahibi bir şey ödemez.
Ancak kişi hayvanlarını başkasının ekili arazisine salıverirse, verdikleri zararı öder. Kendi hayvanlarının
başkasının arazisine girip ekinlere zarar verdiğini görse ve men etmese, verilen zararı öder, zira men
etmekte kusurlu olmuştur.
Saldırgan köpek, köye veya mahalleye gelenler tarafından sahibine seslenip; “Bunu muhafaza et, tut”
dense de köpek sahibi köpeği tutmasa, verdiği zararı köpek sahibi öder.
95. Başkasının mülkünde tasarrufla emretmek batıldır. ‫ف ِﻓﻰ ِﻣْﻠِك اْﻟﻐَْﯾِر ﺑَﺎِطٌل‬
ِ ‫ﺻﱡر‬
َ ‫اْﻻَْﻣُر ِﺑﺎﻟﺗ ﱠ‬
Geçen mübaşirle alakalı kaideye göre, başkasının emri ile bir işi yapanın kendisi, verdiği zararları öder.
Ancak, emredenin kendi malı zannedip kişi o malı telef etse ve sonradan bunun başkasının malı olduğu
anlaşılsa, emredilen kişi zararı öder ve ödediğini emredenden dönüp alır.
96. Bir kimse için, başkasının mülkünde, onun izni olmadan tasarruf etmek caiz değildir. ‫ﻻَ ﯾَُﺟوُز ِﻻََﺣٍد ا َْن‬
‫ف ِﻓﻰ ِﻣْﻠِك اْﻟﻐَْﯾِر ِﺑﻼَ ِاْذِﻧِﮫ‬
َ َ ‫ﯾَﺗ‬
َ ‫ﺻﱠر‬
Birisi, başkasının duvarı hizasına kadar yükselen bir duvar yapmak istese ve komşunun duvarını iskele
olarak kullanmak istese, komşunun izni olmadan duvarını kullanamaz.
Başkasının arazisine veya binasına izinsiz girmek de caiz olmaz.
Ortakların birinin, diğerinin izni olmadan ortak hayvana binmesi veya üzerinde bir şey taşıması caiz
olmaz.
Ancak yangın esnasında, yangını durdurmak için idareciler, yakında olan binaları, sahiblerinin izni
olmadan yıktırabilirler. Zira idarecilerin umuma ait velayetleri vardır.
Eğer zaruret olursa, başkasının malında izinsiz tasarruf caiz olur.
Mesela, birinin elbisesi komşunun bahçesine düşse, komşunun izni olmasa da oraya girip elbisesini
alabilir.
Hasta olan kişinin tedavisi için, onun malından oğlu veya babası harcayabilir, buna izin adet cihetinden
sabittir.
Seferde olanlardan biri ölse, arkadaşları onun kefen ve mezar masraflarını malından harcarlar ve kalan
malını varislerine verirler.
97. Hiçbir kimse için, başkasının malını şer’î bir sebeb olmaksızın almak caiz olmaz. َ‫ﻻَ ﯾَُﺟوُز ِﻻََﺣٍد ا َْن ﯾَﺄ ُْﺧذ‬
‫ﻰ‬
َ ‫ب‬
ِ َ ‫ﺳﺑ‬
َ َ‫َﻣﺎَل ا ََﺣٍد ِﺑﻼ‬
ّ ٍ ‫ﺷْرِﻋ‬
Şaka maksadıyla veya kızdırmak için birinin malını almak la kişi, gasb edici veya hırsız olmaz fakat,
şeriatın izin vermediği bir fiil olduğundan günah işlemiş olur.
Bu sebeble bulunan malın veya rüşvet olarak alınan veya gasb edilen malın aynen sahibine iadesi
gerekir; eğer telef olduysa kıymetinin verilmesi gerekir.
İki kişi bir borç üzerine bir mal ile anlaşsalar, sonradan böyle bir borcun olmadığı açığa çıksa, malı alanın
diğerine onu geri vermesi gerekir.
Satıcı ile müşteri malda olan bir ayıp hakkında davalaşsalar, neticede ayıp sebebiyle ücretten bir miktar
düşülse, daha sonra ayıbın olmadığı veya kendi kendine yok olduğu anlaşılsa, müşterinin aldığı miktarı
satıcıya geri vermesi gerekir.
Unutarak başkasının malını alan kişi, hatırlayınca onu sahibine vermelidir, zira unutmak, kul haklarında
özür değildir.
98. Mülk sebebinin değişmesi, zatın değişmesi yerine kaimdir. ‫ت‬
ِ ‫ب اْﻟُﻣْﻠِك ﻗَﺎِﺋٌم َﻣﻘَﺎَم ﺗ َﺑَد ﱡِل اﻟذ ﱠا‬
‫ﺗ َﺑَد ﱡُل اﻟ ﱠ‬
ِ َ ‫ﺳﺑ‬
Bir şeyin malik olma sebebi değişince, hükmen o şeyin zatının da değiştiği sabit olur.
Birisi başkasına bir at hibe etse ve ona teslim etse, bu kişi de atı başkasına hibe edip teslim etse, ilk hibe
eden hibesinden dönemez, zira at el değiştirmekle sanki kendi hibe ettiğinden başka bir at olmuştur.
Hatta son hibeyi alan kişi, atı ilk hibe edene ücret karşılığında satabilir. Burda, hibe edenin hibesinden
dönmesine mani olmak için, hile yapılmış oldu.
99. Her kim bir şeyi vaktinden evvel acele elde etmek isterse, ondan mahrum olmakla cezalanır. ‫َﻣِن‬
‫اْﺳﺗ َْﻌَﺟَل اﻟ ﱠ‬
‫ب ِﺑِﺣْرَﻣﺎِﻧِﮫ‬
َ ‫ﺊ ﻗَْﺑَل ا ََواِﻧِﮫ ﻋُوِﻗ‬
َ ‫ﺷْﯾ‬
Birisi müverrisini (babasını), mirasa konmak için öldürse, mirastan mahrum olur. Zira vakti gelmeden
evvel mirasa sahib olmak istemiştir, bu yüzden mirastan mahrum edilir. (Ayrıca ya kısas edilir veya
keffaret öder.)
Vasıyyet edilen kişi de, kendine vasıyyet edeni bu sebeble öldürse, vasıyyetten mahrum edilir.
Ölüm hastalığında hanımını mirastan mahrum etmek isteyen koca onu üç talakla boşasa, kadın iddet
içinde iken koca ölse, kadın mirastan mahrum olmaz.
100.Her kim, kendi tarafından tamam olan şeyi bozmaya sa’y ederse, bu sa’yi (gayreti) red olunur. ‫َﻣْن‬
‫ﺳْﻌﯾ ُﮫ ُ َﻣْرد ُود ٌ َﻋﻠَْﯾِﮫ‬
ِ ‫ﺳﻌَﻰ ِﻓﻰ ﻧَْﻘ‬
َ َ‫ض َﻣﺎ ﺗ َﱠم ِﻣْن ِﺟَﮭِﺗِﮫ ﻓ‬
َ
Yâni bir kimse kendi rızâsı ve fiiliyle, tamam olan hukukî bir muameleyi bozmağa çalışırsa, bu kabul
olunmaz.
Buluğ haline ihtimali olan mümeyyiz çocuk bir malı satsa veya satınalsa, buluğ çağında olduğunu itiraf
etse, daha sonra baliğ olmadığını iddia etse, bu iddiası geçerli olmaz, satışı veya satın-alışı geçerli olur.
Download