5. Hafta: JÖN TÜRKLER HAREKETİ Jön Türk siyasi hareketi, 19. yy’ın sonlarında ortaya çıkan ve 20.yy’ın başlarından, cumhuriyetin kuruluşuna giden süreçte (kimine göre 1923’e, kimine göreyse Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950’lere dek) Türkiye’de siyasi iktidarı ellerinde bulunduran yönetici kadro tarafından sürdürülen bir hareket olmuştur. -Osmanlı’da sivil-laik bürokrasinin ortaya çıkması, 18. yy’dan itibaren gelişen bir aşama olmuştur. (III.Selim, II.Mahmud dönemleri) -19. yy’daki merkezileşme çabaları ve bürokrasinin profesyonelleştirilmesine dönük adımlar, bu alandaki yeni bir aşamayı başlatmıştır. (II.Abdülhamid dönemi) Bu dönemde, Saray memurlarının yanısıra, fiziken sarayın dışında (Bab-ı Âli’de) bulunan sivil bir bürokrasi gelişmeye başlamıştır. Abdülhamid’in tahta çıkmasına yakın zaman kala, Bab-ı Ali’nin hem önemi, hem de memurların sayısı artmıştır. Bürokrasideki bu niteliksel ve niceliksel değişimin en önemli belirleyicisi, bürokrasinin gerek reformcuların gerekse devrimcilerin saflarını besleyen bölümünün eğitim gördüğü yeni okulların kurulması olmuştur. 19. yy ortalarında kurulmuş olan mühendishane, tıbbiye ve mülkiye mektebi mezunları, bürokrasiye katılarak, orduda ve merkez hükümette çalışmaya başlamışlardır. Başlangıçta, ordunun modernizasyonu amacıyla kurulmuş olan bu teknik okullar ve harp okulları, gerçekten de, kısa zamanda bürokrasinin bütün kademelerine personel sağlar olmuşlardır. Böylece, gerek reformcu, gerekse de devrimci hareketleri başlatan ‘entellektüeller’, ya yurtdışında ya da burada bahsedilen yeni okullarda yüksek eğitim gören bürokrat kesimlerinden gelmişlerdir. Bunlar, yetiştikleri eğitim anlayışları dolayısıyla, aynı zamanda Avrupa siyasi geleneği içindeki çağdaş akımlardan da etkilenen insanlardır. Bu süreçte yetiştirilmeye başlanan bürokrasinin, cumhuriyeti kuracak olan devrimci niteliklerine bürünmeden önce çeşitli aşamalardan geçtiği görülmektedir. Buna göre, başlangıç dönemindeki temel kaygı, Padişah’ın 1820 ve 30’lardaki girişimlerini izleyerek, İmparatorluğu yeniden merkezileştirmek olmuştur. Merkeze yönelen tehditlere ancak Avrupa’nın büyük devletlerinin aktif desteğiyle karşı konulabileceğinden, bu aşamada Batı’ya karşı uzlaşmacı bir tutum izlenmiştir. Böylece, ‘reformizm’, siyasal otoritenin mutlakiyetçiliğinin azaltılması ve yurttaş 1 haklarının ve eşitliğin güvenceye alınması yolunda Batı’dan gelen taleplerle uyumlu olmuştur. Ancak, bilhassa bu dönemde Avrupa ekonomisiyle bütünleşmeye dönük çabaların Osmanlı açısından tahripkâr yönlerinden biri artan borçlar ve bağımlılık ise, diğer biri de Avrupalı güçlere aracılık eden ve çoğunlukla Gayrimüslimlerin oluşturduğu Levanten sınıfın ortaya çıkışı olmuştur. Bürokrasi, çeşitli vesilelerle bütün uyrukları üzerinde hükümet edebilme gücünü yeniden kurmak, yeni Levantenleri merkezin yasalarına tabi kılmak istediyse de, büyük devletler Levantenlerin Osmanlı yasaları karşısındaki ayrıcalıklarını hiç taviz vermeden savunmuşlardır. Bir sonraki sürecin belirleyicisi, kapitalist sistemle bütünleşmenin bürokratlar açısından yarattığı hayal kırıklığı olmuştur. Gerçekten de, bu süreçte hem ekonomi/siyaset/askeri alanlardan artan dışa bağımlılık, hem de içte yükselen ekonomik krizler, fakirlik, açlık, ve merkezin iktidarına yönelen tehditler, bürokrasinin daha farklı bir yola girişinin önünü açmıştır. Bu sürecin başlarında, yani II. Abdülhamit (1876-1909) döneminde, Saray memurlarının, geçici bir süreliğine de olsa, (Batılılaşma yanlısı Bab-ı Ali bürokrasisiyle rekabeti içerisinde) yönetimde tekrar güçlü biçimde söz sahibi olduğu görülmektedir. Bunlar, daha ziyade muhafazakâr taktikler izlemiş, ve Batı’ya şüpheyle yaklaşmaya başlamışlardır. Bu kapsamda, temel amaçları, İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak; ideolojik dayanakları ise, İslamiyet’in toparlayıcı gücünden yararlanmaya çalışmak anlamında ‘İslamcılık’ olmuştur. Öte yandan, bu süreçte, muhafazakar Saray bürokrasinin nispeten baskın çıktığı Batılılaşma yanlısı reformist Bab-ı Ali bürokrasisi ise bir dönüşüm geçirir; ve bunların içerisinden, öncülerinin reformcu fikirlerini daha radikal bir yöne taşıyarak ‘devrimci’ bir niteliğe sokan, yeni kuşak bir siyasi önderler grubu ortaya çıkmıştır. Öncüleri, belirli reformlarla devleti eski günlerine döndürebileceklerini umut ederken; bunlar, sistemi kökten değiştirmeye dönük, radikal adımlar izlemek taraftarı olmuşlardır. İşte bu yeni kuşak gençlerin siyasi hareketleri, Jön Türk hareketi olarak adlandırılacaktır. Bunlar, aynı zamanda hem İttihat ve Terakki hareketinin, hem de ileride Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarını oluşturacak olan yönetici seçkinlerin filizlendiği kaynak olmuştur. 2 19. yy’ın sonlarında filizlenmeye başlayan Jön Türk hareketi ideolojik temelini, esas olarak, Avrupa’da yine o dönemde yaygınlaşmakta olan sosyalist hareketlerden değil; Fransız Comtecularıyla ilişkiyle edinilen radikal bir pozitivizmden almışlardır. Böylece, bunların toplumsal mühendislik anlayışlarının, ne toplumsal yapının analizine, ne de emperyalizmin mekanizmalarının incelemesine dayanmadığı belirtilmelidir. Bunun yerine, doğru dürüst tanımlanmamış bir iktisadi bağımsızlık özlemi ve mutlakiyetçilik aleyhtarı bir söylemleri olmuştur. Gerçekte, Jön Türk düşüncesinin ön planında bir iktisadi programdan ziyade, ‘devleti kurtarmayı’ amaçlayan bir siyasi girişimcilik yer almıştır. Osmanlı bürokrasisinin geneline hakim olan bir eğilim olduğu üzere, bu grubun başlıca kaygısı da, Osmanlı devletinin özerkliğini ve coğrafi bütünlüğünü yeniden kurmak olmuştur. Buna göre, nispeten arkada kalan ekonomik anlayış ise, yüzyılın ortalarından beri Orta Avrupa ve İtalyan kökenli radikaller arasında yaygın olan neo-merkantilist (milli girişimcileri korumaya dayanan) ‘millî ekonomi’ anlayışı olmuştur. Ancak, bunlar, devleti ele geçirme gücüne erişebilecek olmakla birlikte, o dönemde Almanya ve İtalya’da bulunan bir tablonun Osmanlı’daki en temel eksikliği olan milli sanayi burjuvazinin bulunmaması durumu söz konusuydu. Yine de, devlet mekanizması ele geçirildiğinde, erişecekleri güçlü konum, burjuvazi yerine geçebilecek ayrıcalıklı bir grup oluşturabilmeleri için kullanılabilirdi. Dolayısıyla, bunların o dönemdeki temel niyetleri de, devletin toplumsal yapıdaki ayrıcalıklı yerini korumak için, devlet kurumlarının ele geçirilmesi ve savunulması üzerine kurulmuştur. Bu doğrultuda, 1908 yılında siyasi bir darbeyle padişahın boyun eğdirilmesi sonucunda, Jön Türk hareketi fikirlerinin siyasi olarak cisimlenmesini sağlayan İttihat ve Terakki partisinin iktidarı ele geçirmesi, yeni bir sürecin başlamasını sağlamıştır. Aslında, Abdülhamid’in istibdat döneminin ardından, 2. Meşrutiyet çerçevesinde oluşan bu yeni ortam bilhassa başlarda, görece özgürlükçü bir siyasi ortam yaratmıştır. Bu doğrultuda, toplumsal hayatın farklı veçhelerini kapsayan önemli bir aydınlanma hareketinin başgösterdiği görülmektedir. Gerçekten de, tiyatro, edebiyat ve gazetecilikte, yeni oluşan devlet-dışı alanın sınırlarını zorlayan patlamalar ortaya çıkar. Bir örnek vermek gerekirse, 1908-1914 arasında, sadece Ermeni toplulukları içinde 200’den fazla gazete yayınlanmaya başlamıştır. Bu gecikmiş aydınlanmayı, siyasi ifade özgürlüğü takip etmiştir. Hükümet, kısa bir süre içerisinde kendisini 3 Osmanlı sosyalistlerinden dini ayrılıkçılara kadar uzanan geniş bir ideolojik yelpaze içinde yer alan örgüt ve yayınlarla karşı karşıya bulmuştur. Türkiye’de kadın hareketlerinin temellerini atan ilk adımlar da, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Öte yandan, yine başlarda İttihat ve Terakki yönetimiyle Rum ve Ermeni gruplar arasındaki ilişkiler de nispeten olumlu bir seyir izlemesine rağmen; Balkan Savaşları sürecinde yaşananlar, bunlarla ilişkilerde bir dönüm noktası olmuştur. Ermeni siyasi partiler İttihat ve Terakki yönetimini desteklemekten vazgeçip, Ermeni sorununun uluslar arası plana çıkarılmasının zorunluluğuna inanmışlardır. Rumlar ise, Hıristiyan nüfusunun bulunduğu bölgelerin Yunanistan tarafından ilhakına dayanan ‘Megale İdea’ fikrini desteklemeye başlamışlardır. Böylece, bu siyasal bağlamda, İttihat ve Terakki önderleri, önceden bahsedilen ekonomik amaçlarlar da uyumlu biçimde, Türk milliyetçiliği politikasına doğru süratle yön değiştirirler. Bu süreçte, Müslüman Türkler’in yalnızca en büyük değil, aynı zamanda da tek ve bu yüzden de en sadık etnik grup olduğu ortaya çıkmıştı. İttihat ve Terakki’nin, bu tespitten yola çıkarak, azınlıkları dışarıda bırakan aktif bir Türk milliyetçiliği politikasına ulaşması uzun sürmemiştir. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, İmparatorluğu kontrol eden emperyalist güçler fiilen savaşılan düşman haline gelirken; İttihatçılar da, Almanya’yla kurulan ideolojik ittifak ile, hem ideolojik projelerini sürdürme fırsatına kavuşmuş, hem de milliyetçi harekete aktif bir destek bulmuşlardır. Bu aşamada, Osmanlı’nın Almanya’yla yakınlaşmasını hazırlayan gelişmelerden de kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Buna göre, İttihat ve Terakki hareketinin ortaya çıktığı ve geliştiği bu dönemde, kapitalist dünya-ekonomisi temelinde, Batılı güçlerle İmparatorluk nüfusunun gayrimüslim kesimleri arasındaki bağların hayli sıkı olduğu görülmektedir. Gerçekten de, 19.yy’ın sonuna doğru, Ruslar siyasi düzeyde, Amerikalılar ise kültürel düzeyde Ermeniler’le ilişkiler kurmaktaydılar. Katolik azınlıklar Fransa’nın himayesindedirler. Rumlar, Avrupa’daki siyasal duruma bağlı olarak, hem İngiltere’ye hem de Fransa’ya yakındılar. Üstelik bu süreçte bağımsız Yunan devleti de kurulmuş, ve İmparatorluğun Rum nüfusunun Yunanistan arasında bir ilişkisi bulunmaktadır. 4 Dolayısıyla, Almanya’nın gelişen dünya-ekonomisine yeni girdiği bu dönemde, onlara göre, kurulabilecek ayrıcalıklı ilişki için geriye kalan tek aday Müslümanlar (Ortadoğu’nun bir kısmı İngiltere hamiliğinde bulunduğundan, daha ziyada Anadolu’daki Müslümanlar) olmuşlardır. Bu doğrultuda, bu süreçte, Osmanlı’yla Almanya arasındaki ilişkilerin hayli geliştiği görülmektedir. Gerçekten de, Osmanlı padişahı, yeni Alman devletine gayet olumlu yaklaşmıştır. Buna karşılık, Kayzer de, Abdülhamid’in İslamcı politikasını temel olarak desteklemiştir. Öte yandan, Alman iş çevrelerinin gözünde Osmanlı İmparatorluğu bağımlı olabilecek bir bölge için mükemmel özellikler taşıyordu: coğrafi olarak yakındı, tarımsal toprakları ve kaynakları zengindi, nüfusu azdı. Bunun öncü adımlarından biri olarak, 1888’de Alman Deutsche Bank, Anadolu demiryolu imtiyazını alırken; 1898’de Kayzer, Almanya’nın ‘dünyadaki 300 milyon Müslüman’ın ve onların Halife’si olan Padişah’ın en yakın dostu olduğunu’ ilan etmiştir. Yine aynı dönemde, Almanya’nın İmparatorlukla iktisadi ilişkileri görece daha yavaş ilerlerken; yine de, 20. yy’ın başlarından itibaren Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı dış ticaretindeki payları azalırken; Almanya’nın bu alandaki payı, ve Osmanlı topraklarındaki yatırımları artış göstermiştir. Böylece, Fransa ve İngiltere, 1870’lerden beri gittikçe artan biçimde İmparatorluğu parçalama eğilimi içinde görünürken; Alman politikaları, daha ziyade, İmparatorluğu Alman himayesi altında olduğu gibi koruma niyetine bağlanmıştır. Devletlerarası düzendeki bu yeni saflaşma, Jön Türklere (ve onların siyasi uzantısı olan İttihat ve Terakki Partisine), gerek iktidara gelmeden önce, gerek sonra belirli bir hareket alanı sağlamıştır. Aslında, İttihat ve Terakki partisi, iktidarı ellerine aldıkları başlangıç sürecinde, Almanya yanlısı olan padişahın aksine, özellikle İngiltere’ye daha yakın bir politika anlayışı gütmekteydiler. Bunlar, uluslar arası arenada güç dengelerinin yeniden belirlendiği bir süreçte, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve müttefiki Almanya’ya karşı, İngiltere’yle ittifaka girmeyi daha uygun bulmuşlardır. Ancak, I.Dünya Savaşı’nın başlaması sürecinde, İngiltere ve Fransa’nın imparatorluk aleyhindeki politikaları dolayısıyla, sürekli hayal kırıklığına uğramışlar; ve, sonunda onlar da Almanya’nın başı çektiği İttifak Devletleri’ne katılma yolunu tutmuşlardır. İşte, daha önce de ifade edildiği gibi, bu süreç, İttihat ve Terakki yönetiminin milliyetçi politikalarını gerçekleştirebilmesi için de, uygun bir zemin yaratmıştır. 5 Savaş yıllarına hakim olan siyasi tema esas olarak, ‘yerli burjuvazinin yaratılması’ olmuştur. Bu doğrultuda, İttihat ve Terakki hükümetinin savaş dönemindeki ilk önemli politikası, kapitülasyonların tek taraflı olarak kaldırılmasdır. Bununla birlikte hükümet, yeni bir ticaret rejimi uygulayabilme serbestisi kazanmış; ve milli ekonomiyi geliştirerek, himayeci gümrük vergilerini hemen yürütmeye koymuştur. Ayrıca, yabancı şirketleri Osmanlı mahkemelerine ve Osmanlı mevzuatına tabi kılarak, bunların ayrıcalıklı konumlarını sona erdiren tedbirler alınmıştır. Öte yandan, iktisadi amaçları gerçekleştirebilmek açısından, Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut burjuvazisinin, milli olmaması dolayısıyla, güvenilir olmadığı kanaatine varılmıştır. Böylece, o zamana kadar memurluk ve toprağı ekip biçme dışında işlere fazlaca girmemiş olan Müslüman nüfusun içinden yeni bir girişimciler sınıfı oluşturulması fikrine varılmıştır. Ancak, böyle bir burjuvazinin gelişmesinden sonra, milli devletin kurulabileceğine inanılmaktadır. Böylece, Müslüman girişimcileri desteklemek üzere, yeni atılımlara girişilmiştir. Bunun için, en kolay başarı sağlanacak iktisadi faaliyet alanı ticarettir. Zira, savaşın getirdiği kıtlıklar nedeniyle, tanınacak en küçük ayrıcalık bile büyük karlar sağlayabilirdi. Gerçekten de, kıtlık beklentisi ve artan talebin de katkısıyla, bu savaş ekonomisinin canlı bir karaborsa ve siyasi himaye mekanizması yarattığı; bunun da, sonuçta ticari karların birikimini hızlandırdığı görülmüştür. Öte yandan, yeni milliyetçilik, Müslümanların iş hayatında istihdamını ve girişimlerini özendirme çabalarını da artırmıştır. Bu paralelde, Mayıs 1915’te yapılan ‘dil reformu’ ile sokaklara Fransızca ve İngilizce (daha sonra da Almanca) tabelaların konması yasaklandı ve her türlü ticari yazışmanın ve resmi muhasebe işlemlerinin Türkçe olarak yapılması karara bağlandı. Bu tedbir, esas olarak, Türkçe bilmeyen Levanten nüfusu hedef alan bir adımdı. Öte yandan, İttihat ve Terakki yönetimi, yabancılara ait demiryollarının yönetimini de değiştirerek, yabancı bankaları denetlemeye teşebbüs etmek suretiyle Türkleştirme politikasını sürdürdü. Ancak, savaş döneminin de etkisiyle, İttihat ve Terakki döneminin başlarında gözlenen görece özgürlükçü ortamın, zaman içerisinde tersine döndüğü de eklenmelidir. Bu süreç, aynı zamanda, devlet eliyle güçlenen bir kesimi ortaya çıkarır. Gerçekten de, savaş dönemi hükümetleri, başkentin ve ordunun ihtiyaçlarının karşılanması bahanesiyle, pazarı bütünüyle devre dışı bırakan tahsis mekanizmaları geliştirdi. Klasik Osmanlı döneminin ticaret tekeli sistemi, bütünüyle, üstelik yeni teknolojiyi kullanarak geri dönmüştü: ulaşım araçları kıt olduğundan, ürünlerin taşınması için demiryolu kullanma imkanını elde edebilen siyasi gözdeler çabucak 6 büyük işadamı oluverdiler. Aynı zamanda, eski dönemin şehir ekonomisine ilişkin kontrol mekanizmalarını andırır biçiminde, perakendeci tüccarı ve zanaatkarları korporasyonlar içinde toplama girişimleri görüldü. Öte yandan, 1908-1914 döneminde aktif olan işçi örgütleri kısa zamanda kapatıldı; işçi-işveren ilişkilerini düzenleyici mevzuat çıkarıldı. Siyasi düzeyde başlatılan Müslüman müteşebbisleri özendirme süreci, taşrada da daha açık biçimde sürdürülmüştür. Kooperatif biçiminde örgütlenmiş yeni ticaret şirketleri yanında, Müslüman iş adamları, parti örgütünün himayesi altında biraraya getiriliyor; ve yine ticarete yönelik ‘milli’ şirketler kurduruluyordu. Çoğu zaman, mahalli İttihat ve Terakki Teşkilatının üyeleri ile bu yeni şirketlerin ortakları aynı kişilerdi. Böylece, hükümet bu gibi teşebbüsleri bütünüyle desteklerken; parti teşkilatı ile yeni ortaya çıkan milli burjuvazi şebekesinin birbiriyle özdeşleşmesini sağlamıştır. Yine aynı bağlamda, Osmanlı bürokrasinin Jön Türk kanadının, ekonomi üzerinde siyasi kontrol kurma ideali de savaş döneminde gerçekleşebilmiştir. Bu hakimiyet, aynı zamanda, bürokrasinin elindeki kontrol araçlarının çoğalmasından da kaynaklanmıştır. Daha savaş başlamadan, iltizam sisteminin yerine vergilerin doğrudan toplanmasını öngören vergi reformları yapılmıştır. Bu ve başka idari reformlar sonucu bütçe gelirleri artmış, yeni gümrük vergileri de ek bir gelir kaynağı oluşturmuştu. Daha da önemlisi, savaşın başlamasıyla Duyun-u Umumiye’nin işlevi sona ermişti. Öte yandan önceleri Fransız-İngiliz ortaklığına dayanan Osmanlı bankasının merkez bankasına dönüştürülmesiyle de, hükümet, ilk defa olarak, para politikası uygulama imkanı da bulmuş; yani büyük miktarda kağıt para basma yoluna gitmiştir. Böylece, bürokrasi, savaş yılları içinde kısa ömürlü bir zafer elde etmiş oldu. Bunu, geleneksel denetim mekanizmalarının yerine Pazar mekanizmalarını kapsayan süreci siyasi olarak tersine çevirerek başardı. Sonuç olarak, İmparatorluğun bağımlılığını getiren eşitsizliğin, savaş nedeniyle kesintiye uğraması, bürokrasiye, ekonomiye kontrol olanağı tanımıştır. Bağımsızlık Savaşına Giden Süreçteki Siyasal Gelişmeler: Jön Türkler: Abdülhamit döneminde yaygınlaşan modern eğitim kurumlarında yetişen yeni bürokrat ve subay kuşaklarından oluşan grup. Batı’da gelişen liberal, anayasal ve yurtsever düşüncelerin etkisindedirler. II.Abdülhamid 7 dönemi baskı rejimine karşı, anayasanın yeniden yürürlüğe girmesine yönelik muhalefetleri örgütlenerek gelişir. İttihat ve Terakki Cemiyeti: Jön Türk muhaliflerinin yurtdışına püskürtülen grubunun öncülüğünde, 1895 yılında Ahmet Rıza önderliğinde Paris’te kurulu. Zaman içerisinde Mizancı Murat, Prens Sabahattin, Bahaettin Şeker, Dr. Nazım gibi isimler de bu cemiyet içerisinde öne çıkmışlardır. İçlerinde farklı düşünsel eğilimleri takip edenler bulunmakla birlikte, Jön Türkler, temel olarak anayasalcı bir pozisyon izlemişler; ancak, demokrat bir anlayıştan ziyade, muhafazakâr milliyetçi bir liberal anlayışa dayanmışlardır. 1908 Devrimi: İttihat ve Terakki ileri gelenleri, muhalefetlerine kitlesel bir destek sağlayabilmek gayesiyle örgütlemeye çabalarken; yaşanan ekonomik sıkıntılara ek olarak, aynı yıl gündeme gelen Makedonya sorunu sürecinde, bunu bahane bilerek, padişaha karşı askeri bir harekata girişirler. Padişaha bağlı Osmanlı ordusunun bu harekatı bastıramaya gücünün yetmemesiyle, Abdülhamid, 23 Temmuz 1908 gecesi Kanun-u Esasi’nin bundan sonra tam olarak uygulanacağını ve 30 yıllık bir aradan sonra parlamentonun yeniden toplanacağını ilan eder. Bağımsızlık Savaşı 31 Mart Vakası: İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), devrim sonrası süreçte bilhassa iki farklı muhalefet odağıyla karşılaşır. Bir yanda, Prens Sabahattin önderliğinde hareket eden liberal yönelimli Osmanlı Ahrar Fırkasınun ve onun yanında yer alan basın organlarının muhalefeti; diğer yanda ise, özellikle ulemayla tarikat şeyhlerinin alt tabakasından olan muhafazakâr dinci çevrelerin hoşnutsuzlukları. Bahsi geçen ikinci topluluk, İttihad-i Muhammedi Cemiyeti adı altında örgütlenerek, Jön Türklerin politikalarına ve laik yaklaşımına karşı büyük çaplı bir propagandanın gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Bunların sonucu olarak, başkent İstanbul’da 12 Nisan 1909 gecesi (31 Mart Vakası olarak bilinen) İslâm’ın ve şeriatın geri getirilmesin adına bir silahlı ayaklanma başlatılmıştır. Ancak, İttihatçılar’ın önderliğindeki Hareket Ordusu, kısa bir zamanda isyanı bastırır, ve sorumlu görülenler kurulan askeri mahkemece yargılanarak idam edilirler. İsyana destek verdiği öne sürülen Sultan Abdülhamid tahttan indirilir; yerine V. Mehmet (Reşad) geçirilir. İttihat ve Terakki’nin Yönetimi Eline Alması: Bu isyanın bastırılmasıyla iktidar ordunun, özellikle de Mahmut Şevket Paşa’nın eline geçer. Onun 8 iktidarıyla uyumlu bir görüntü veren İTC ağırlıklı Meclis-i Mebusan, bu süreçte düzeninin pekişmesini hedefleyen bir yasama programına ve reform sürecine girişir. Ağustos 1909’da anayasanın bazı maddeleri, sonunda tam anlamıyla parlamenter bir anayasal rejim kuracak şekilde değiştirilir. Bundan böyle, Sultan’ın yetkisi sadece sadrazamı ve şeyhülislamı atamayla sınırlandırılır. Yasaların yapılması ve (uluslar arası) anlaşmaların imzalanması, esas olarak parlamentonun imtiyazına geçer. Bu anayasal değişikliklerin ardından, sonraki aylar içerisinde merkezi otoritenin güçlendirilmesini ve bireysel ve toplumsal özgürlükleri sınırlamayı amaçlayan bazı yasalar hayata geçirilir: Kamu toplantıları, cemiyetler, eşkiyalık ve grevlere ilişkin yeni yasalarla yeni ve kısıtlayıcı basın yasası gibi. Ayrıca, askerlik hizmetiyle ilgili yeni bir yasa da, bundan böyle gayrimüslimleri de kapsayacak şekilde, bütün Osmanlı erkeklerinin askerlik ödeviyle yükümlü kılınmasını getirir. 1909-1913 Yılları Arasında Yaşanan Siyasal Çekişmeler: Bundan sonraki süreç, İTC’nin iktidarını merkezileştirme ve sağlamlaştırmaya dönük adımlarıyla, muhalefetin çeşitli araçlar yoluyla buna karşı çıkmasına dayanan olaylara dayanır. Askerin yönetime karışmasına karşı tartışmaları dizginleyebilmek üzere, Cemiyet’in yanısıra parlamento faaliyetlerini yürütmesi için aynı isimle bir parti kurarken; bahsedildiği üzere, muhalefet de farklı partiler altında örgütlenir. ‘Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’, ‘Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Fırkası’, ‘Ahali Fırkası’, ‘Hizb-i Cedid’, ‘Osmanlı Sosyalist Fırkası’ gibi partiler bunların önde gelenlerindendir. Zamanla güçlerini artırabilecekleri düşüncesiyle, 1911 yılının sonlarında hemen hemen bütün muhalefet grupları ve partileri yeni bir partide ‘Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ adı altında birleşirler. Ancak, 1912 yılında yapılan ve İTC’nin şiddet ve gözdağıyla çoğunluk sağlamasından dolayı ‘sopalı seçim’ olarak adlandırılan seçim süreciyle yeni Meclis-i Mebusan, bu Cemiyet’in itaatkâr bir aleti haline gelmiştir. Ancak, Osmanlı hükümeti, elindeki gücü kullanarak ittihatçılara karşı bir süre daha baskıcı politikalarına devam edebilmiştir. Babıâli Baskını: İTC yönetiminin kilit kadrosunu oluşturan Enver ve Talat Paşa’lar, hükümetin kendilerine yönelik sert politikalarına yanıt vermeye hazırlanırken; aynı süreçte, Avrupa güçlerinin ‘Doğu Sorunu’ adı altında Osmanlı’ya yönelik olarak belirledikleri yıkıcı politikalarını hayata geçirmeleri sonucunda farklı cephelerden yöneltilen askeri saldırılar, bunun için uygun ortamı beraberinde getirmiştir. 1913 yılına gelindiğinde Balkanlarda yürütülen savaşlardan yenik ayrılan devletin, anlaşma masasında Büyük Güçler’e boyun eğeceği iddiasıyla İttihatçılar darbelerini hayata geçirirler. Bir İttihatçı subay topluluğu, Babıâli’ye gelip kabine toplantısını basarak, hükümetin değiştirilmesini sağlar. Ancak, hem öncesinde, hem de bu süreci takiben yaşanacak Balkan Savaşları sürecinde İmparatorluk, insani, ekonomik ve kültürel açıdan büyük kayıplara uğramıştır. Devlet, Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamını kaybeder, ve İstanbul buralardan kaçan Müslüman mültecilerin akınına uğrar. Yitirilen yerler (Makedonya, Arnavutluk, Trakya) 9 Osmanlı’nın en zengin ve gelişmiş eyaletleridir ve bu kayıpların bir yan sonucu olarak, Osmanlı tarihinde Türkler ilk kez etnik bakımdan nüfusun çoğunluğunu oluşturur olmuştur. İttihatçı İktidarın Pekişmesi: Ocak 1913’teki hükümet darbesinin ardından, İTC iç siyasal duruma tamamen egemen olur ve çok sayıda tutuklama ve yargılamaya girişir. Aynı zamanda, bu süreçte İttihatçı Üçlü Yönetim olarak diye de geçen, Enver, Cemal ve Talat Paşaların yönetime hakim olduklarını görürüz. Bundan sonra I. Dünya Savaşı’nı da kapsayan uzunca bir süreçte, İTC’nin iç kurulları, siyasete yön verilmesinde kabineden daha fazla ağırlığa ulaşırken; kabineler çoğu zaman tamamen bunların aldıkları kararların onay merci haline gelir. 1913-1918 İTC’nin Reform Politikaları: İTC, kapitülasyonların 1914 Ekim’inde kaldırılmasıyla, bu yıllar sürecinde kendi ülkesinde ilk kez serbestçe hüküm sürebilir hale gelince, geniş kapsamlı bir siyasal ve toplumsal reform programını hayata geçirir. Bu programın bir kısmı idari yapıyı, ve orduyu kapsarken; bunun yanında, adli ve eğitime dönük reformlar da hayata geçirilmiştir. Bu politikaların bir sonucu olarak, Cumhuriyet öncesi bir laikleşme sürecinin daha bu dönemden itibaren gerçekleştirilmeye başlandığı görülür. Buna göre, Şeyhülislam 1916’da kabineden çıkarılır, daha sonra yetki alanı sınırlandırılır; 1917’de Şeriye Mahkemeleri laik Adliye Nezareti’ne bağlanır; medreseler Maarif Nezareti’ne tabi kılınır. Aynı zamanda medreselerin öğretim programı yenilenir, hatta Avrupa dillerinin öğrenilmesi zorunlu tutulur. Aynı süreçte Aile Hukuku da Avrupalı örneklerinden yararlanılarak belirgin bir reform sürecine tabi kılınır; bu paralelde, kadınların boşanma hakları genişletilir, kadınlar toplum yaşamına katılmaları hususunda daha fazla teşvik görmeye başlarlar. Buna yönelik somut bir adım olarak, 1913 yılında ilköğretim kızlar için de zorunlu hale getirilir. Öte yandan, yoğun savaş dönem dolayısıyla erkek işgücü bulma sıkıntısı yaşanması nedeniyle, kadınların çeşitli iş kollarında ve sanayide daha yoğun oranlarda istihdam edilebilmesine yönelik olarak teşvik edici politikalar da güdülmüş, bunun için ‘Kadınları Çalıştırma Cemiyeti’ kurulmuştur. 1913-1918 İTC’nin İktisadî Politikaları: İTC politikalarına hakim olan milliyetçi eğilimler ve bilhassa iktisat politikalarını belirleyen milliyetçi yaklaşımlar da, yine Cumhuriyet döneminde de sürecek olan benzeri adımların temellerini atar. Serbest piyasa anlayışına dayanan klasik liberal görüşler üzerinde gelişen ekonomik politikalar, temel olarak Osmanlı’da belirli bir kapitalist sınıfın oluşturulmasına yönelik olmuştur. Bu doğrultuda, grevleri sertçe bastırmaya yönelen ve toprakların köylüler arasında dağıtılmasını öngören uygulamalardan kaçınan İTC yöneticileri; çoğunlukla, kentlerdeki girişimci kesimleri desteklemiş ve kırsal bölgelerdeki toprak sahiplerini korumuşlardır. Dünya Savaşı ortamında iyice güçlenen ‘Millî İktisat’ anlayışı, bilhassa gayrimüslim tüccar sınıfını vururken; savaş ortamının olumsuz 10 koşulları içerisinde Cemiyet’le yakınlıkları bulunan taşra tüccarlarının çoğunlukla usulsüz yollarla kâr edip, kısa zamanda zenginleşmesinin de önünü açmışlardır. 11