GİRİT’İ NASIL KAYBETTİK Girit adasının fethine Sultan İbrahim zamanında başlanmış, Avcı Sultan Mehmet zamanında tamamlanmıştı. 1821'de Yunan istiklâlini hazırlayan Heten'a Cemiyeti elini buraya da atmış, Rumların ayaklanması sağlanmış ve Türklerin can ve mal emniyeti son bulmuştu. Açıkgöz Rumlar, bunu Avrupa basınına kendi lehlerine ulaştırmayı başarmışlar ve Türklerin katliâma giriştiği propagandasını yaymışlardı. 1825'te yapılan Girit ve Sisam ayaklanmaları çok kanlı olmuştu. 1866'da birçok Avrupa devletinden para ve silâh yardımı sağlayan bir ihtilâl hareketi meydana getirmişlerdi... Bu sırada Avrupalılar araya girerek, Girit için bir özel idarenin kurulmasını istediler. Bu yeni idare bugün Kıbrıs'ta olduğu gibi, Rumların gelişip teşkilâtlanmasına yardım etti. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!) Yunanistan'a öğrenim için giden Giritliler, Yunanlılar tarafından teşkilâtlandırılmış, halkı kandırmak için köy köy dolaşarak, nutuklar vererek, kilise ise gizli gizli halkı kışkırtmaya başlamıştı. İsyanların ve şikâyetlerin önü alınmayınca da Avrupalılar, Babıâli'yi aralıksız sıkıştırmakta olduğundan II. Abdülhamid olayı yerinde incelemek üzere Gazi Ahmet Muhtar Paşa'yı oraya gönderdi. Paşa, Hanya yakınındaki Halpa köyünde isyancı başlarıyla bir anlaşma yaptı. Bu sırada Girit'te vali olarak Kostaki Adanidis adlı biri bulunmaktaydı. Yunan kilisesinin adamı olan vali, açıktan açığa ayaklananları korumakta, adalıların kalbini kazanarak, millî bir lider olmak hevesindeydi. Valinin yardımcıları da Kasımzâde Hamdi, Kaurzâde Hasan Bey’lerdi. Aynen bugün Kıbrıs'ta başkanın Rum, muavinin Türk olduğu gibi. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!) İngiliz konsolosu Tomas Sandoviç de valiyi korumakta ve Türk yardımcıların yetkilerini kullanmalarını önlemekteydi. Halpa anlaşmasından sonra valiliğe getirilen Fotiyadis, Yunanlılık gayretkeşliği içinde kendi adamlarını iş başına getiriyor, gizlice asîleri koruyor, Türklerin katledilmesine teşvik edici yollar tutuyordu. Valilikte müddeti dolan Fotiyadis, bu görevde kalmak için bir hayli uğraştıysa da, Babıâli kararında ısrar ederek görevinden uzaklaştırdı. Yerine geçen Sava, isyancıların direnmesiyle görevinden alınmış, yerine Londra sefaretinde bulunan Kostaki Antapulos getirilmişti. Mutedil hareketlerle Girit'te düzeni sağlamak kolay değildi. Atina ve Patrikhane, buradaki fesat tohumunu aralıksız geliştiriyordu, ilk patlak Hanya'da oldu. İleri gelen birkaç Türk, Rumlar tarafından öldürüldü. Ordu ve valinin şiddet tedbirleri bir fayda sağlayamadı. İkinci defa durumu incelemek için gönderilen Mahmut Celâledin ve Ahmet Ratip Paşalar'ın tavsiyeleri de Rumların işine gelmedi. Sebrona'da genel bir ayaklanma yaratarak birçok Türk'ün kanına girdiler. Bu durum karşısında başarısızlığa uğradığını gören Kostaki Paşa, istifa etti, yerine Nikolaki Sartinski getirildi. Yeni vali, muvaffak olmak için, mutedil Rumları tutmak yolunu izleyince, Yunan taraftarları ayaklanarak 1889 ihtilâlini meydana getirdiler. RUMLARIN FESAT MAKİNESİ Nikola Zoridis, Yani Mihaki, Aristidi Kiriari, Anderya Kakori, Mennos Isihakis gibi sergerdeler, Kakori'nin başkanlığında toplanarak adanın Yunanistan’a katılması isteğini ileri sürdüler. Köy köy dolaşarak cahil halkı ayaklandırdılar. Dini inançlarından faydalandılar. Köylerde, şehirlerde silâhlanan Rumlar, ansızın Türklerin üstüne atılarak binlerce Türk'ü öldürüp, evlerini yaktılar, yiyeceklerini yağma ettiler. Duruma bir türlü mani olunamıyordu. Nikolaki de azledilerek Ali Rıza Paşa bu göreve getirildi. Ali Rıza Paşa bir askerî valinin bu göreve atanmasını isteyerek çekilince, yerine Müşir Şâkir Paşa'yı gönderdiler. Şâkir Paşa'nın aldığı tedbirler, kısa zamanda Rumları sindirdi, adaya sulh ve sükûn güneşi doğdu. Fakat bu durum Atina'nın işine gelmiyordu. Onun amacı Girit'i ele geçirmekti. Bunun için orada durmadan ayaklanmalar, huzursuzluklar olmalı, Türkler öldürülmeli, adadan kaçırılmalı, mal ve mülküne el konulmalıydı. Ancak ada, Rum ekseriyeti sağlanırsa Yunanistan'ın olabilirdi. Ayrıca gizli gizli göçmen sokmak yolu da tutturulmuştu. Fesat makinesi bütün gücüyle Türkler aleyhine işliyordu. Mahmut Celâleddin Paşa'nın valiliği devresinde de idare normale dönmüşse de ortalığı bulandırmak isteyenler, bir komite kurarak, ada Türkleri'ni öldürmek yurtlarını, mallarını yağma etmek amacıyla harekete geçtiler. Bahane olarak da jandarmaların Arnavut oluşunu, insafsız hareket ettiklerini ileri sürüyorlardı. Jandarma çavuşu Zekeriya ile bir jandarma ve dokuz yaşındaki kız çocuğunu öldürerek ayaklanmanın ilk kanını akıttılar. Önceden hazırlıklı olan başkaldırma kadrosu, kısa zamanda 1.500'e yükselmişti. Papazlar, din işlerini bırakmışlardı. Fener kilisesiyle el ele veren Atina metropoliti, durmadan kiliselere gönderdiği emirle, halkın isyancılara karışmasını ve her türlü yardımda bulunmasını istemekteydi. Birçok papaz da silâhlanarak bu ayaklanmaya katılmış, isyancılar için Yunanistan'dan bir hayli para ve silâh da getirmişlerdi. Epitropi komitasının başkanı, Heybeliada papaz okulundan yetişen Malako idi. Ayaklanma genişledikçe, durum bir Haçlı görünüşü göstermeye başlamış, Hıristiyanlığın İslâm'ı Girit'te yok etme dâvası hâlini almıştı. Kısa zamanda isyancıların toplamı 5.000'i bulmuştu. Atina, propaganda yönünden kuvvetli bir kozu eline geçirmiş, Türklerin mazlum Rumlara zulmettiğini gösteren resimler yaptırmaya, yazılar yazdırmaya memur ettiği adamlarını Avrupa başkentlerine yaymaya başlamıştı. Avrupalı koruyucularını, adanın kurtarılması hakkında yardıma çağırıyor, İngiliz ve Ruslar bu yardıma çoktan hazır bulunuyorlardı. Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan gazete ve dergileri bu yılki yayınlarında hep Rumları koruyan ve haklı gösteren yazılarla doluydu. Durumun oradaki kuvvetle bastırılması imkânsız hâle gelmişti. Bu yönden kuvvetli bir birliğin orada görev alması gerekiyordu. Neticede, Abdullah Paşa kumandasındaki isyanı bastırma ekibi, 29 mayısta Suda limanına çıkarıldı. Vamos'ta Rumların kuşattığı Türkleri kurtarmak için Kalive kasabasına da bir birlik gönderilmişti. 18 günlük çetin bir hareket sonu Sebrona ve Romata da kuşatılmış, Türkler aç ve silâhsız bırakılmış, Türkler, 7 haziranda asilerin ezilmesi üzerine kurtarılmıştı. Rumların Türklere karşı gösterdikleri kötü ve insafsız hareketlere aynı şekilde karşı koymaktan başka çare kalmadığını gören Provliyalı Türkler de , kendilerini yakalayıp yakmak isteyen asilerden bir kısmını yakalamış, fakat bunların, kendilerini isyancıların zorla ayaklandırdığını iddia etmeleri ve yalvarmaları sonucu bırakmıştı. Rumlar ise, Türklere eziyet ve hakaretten geri kalmıyor, çocukları bile aç bırakmak için fırınları, un depolarını, tarladaki ekinleri yakıyorlardı. AVRUPA'NIN KARARI Yunanlıların hem silâhla, hem de propaganda yönüyle çalışmaları boşa gitmiyordu. Koruyucuları olan Avrupalılar işe burunlarını sokarak Bâbıali ile 1896 yılı 25 ağustosunda büyükelçiler seviyesindeki toplantıda şu karara vardılar: • Girit valisi Hıristiyan olacak, devletlerin tasdiki ile Babıâli'ce beş yıl için atanacak, • Vali, genel meclis tarafından kabul edilen kanunları reddetmek yetkisini taşıyacak, • Adada bir karışıklık çıkması hâlinde silâh ve asker yardımı isteyebilecek, • Memurların üçte biri Hıristiyanlardan seçilecek, • Avrupalı hukukçuların yöneteceği bir adli ıslahat komisyonu teşkil edilecek, • Bingazili Araplar, valinin izini olmadıkça Adaya yerleştirilemiyecek, vali, asayiş yönünden bulunmalarını istemediği kişileri adadan çıkarabilecekti. Buna rağmen Atina bu durumu kendi çıkarlarını baltalamış kabul ederek kolları sıvamaya, ajanlarını sokarak Spitropi kuruluşlarıyla anlaşmaya vararak onları papazlar yoluyla harekete geçirmeye girişti. Köy köy kıpırdamalar ve katiller, ırz ve mallara el atmalar başladı. Yunanlılar yayma geçmek için bunu beklemekteydiler. Yayınlanan bir tebliğde: insanlık, medeniyet âlemi!... Biçâre Giritlilere yardım elinizi uzatınız!... O zavallıların mal ve can emniyeti tehlikeler altındadır. Her gün binlerce Hıristiyan öldürülüyor. Eğer Girit Hıristiyanlarının nasıl bir sefalet, nasıl bir felâket içinde bulunduğunu görürseniz, merhametli kalbiniz kanlanır, göz yaşlarınız damlar. Şimdi, türlü işkence altında can çekişen ve hayatlarını feda ile hepimiz için kutsal olan Yunanlılığın vefalı kucağına can atmak isteyen Hıristiyan kardeşlerimize imdat ve yardım edelim!... deniyordu. Olayları tamamen ters aksettiriyorlardı. Oysa ölen, öldürülen Türkler, öldüren, mal ve cana el uzatan Rumlardı. Propaganda, Hıristiyanlık dâvasının altında yavuz hırsız, ev sahibini bastırıyordu. Bu durum karşısında artık pasif kalınamazdı. Aynı şekilde durumun bütün açıklığıyla dünyaya anlatılması gerekiyordu. 25 temmuz 1896'da valiye ve Avrupalı devlet konsolosluklarına Rum kötülüklerini anlatan bir tamim yayınlandı. Bunda özetle şöyle denmekteydi: «Birçok imkânlar sağlanması dolayısıyla bir refah içinde bulunulması gereken adamızda, sükûn ve huzuru Rum vatandaşlarımız bozmaktadır. Karışıklık ve eşkıyalık, adayı bir harabeye çevirmiş, oturmayı adada imkânsız hâle getirmiş, Türkler için hiç bir yönden huzur ve sükûn kalmamıştır. RUM MEZÂLİMİ «Bir yıldan beri Rum vatandaşlarımız, Türk köy ve evlerini yakmakta, mallarını yağma etmekte, sonra da bunu Türkler, Hıristiyanlara yapıyormuş gibi göstererek, bunu Yunan basınına da aktarmakta, dünyayı aldatmaktadır. Hıyanetin bu derecesine tahammül insan gücü dışındadır. Rum tebliğinin yalanlığını şöylece ispatlayabiliriz: «Hanya'ya bağlı Gidanya ilçesinde Psatoyano, Babilo, Vatolakos, Alikiyano, Konfo, Gorano, Strine, Pisires, Romata, Sebrona, Lotraki, Pisikopi, Modi, Limnidre, Valeşero Nitissa, Sirili, Pirgo köylerinde bütün Türklerin evleri, yağhaneleri, zeytinliklerinin büyük bir kısmı Rumlar tarafından yakılmış, bütün araç ve gereciyle birçok hayvanlar alınarak 24 erkek, 4 kadın, 8 çocuk en adi işkencelerle öldürülmüştür. «Kisamo, Samino, Isvakiye bağlı Apkorona, Ayosvasilis ilçesiyle Resino nahiyelerinde, Milyopotamo, Aman, Kandiye'ye bağlı Pribaniçe, köyleri Rum eşkiyaları tarafından tahrip edildi, evler, yağhaneler yakıldı, hayvanlar alınarak dağa götürüldü, yüze yakın erkek, işkencelerle öldürüldüğü gibi, bir kısmı camilere konarak yakıldı. «Prolya ilçesinde on beş gündür emniyette bulundurulan yetmiş Rum, sağlam olarak hükümete teslim edilmiş, bu çetecilere hiç bit" işkence ve zulüm yapılmamıştır. Halbuki bunlar, yüzlerce Türk'ün icarıma girmiş kimselerdi. «Rumlar tarafından oğlu öldürülen, damadı ağır yaralanan Hüseyin Ağa adlı bir ihtiyar, Hanya yakınlarında eline geçirdiği iki Rum'u hiç bir şey yapmadan bir gece evinde ağırladığı gibi, ertesi gün hükümete teslim etmiştir. Bunun gibi binlerce insanî hareketler Türkler tarafından Rum hemşehrilerinden esirgenmemişken, Rumların yaptıkları adî hareket, bütün insanlığın yüzünü kızartacak durumdadır. «Yunanlılar'ın aralıksız bir çalışma ile silâh, gönüllü ve cephane, erzak göndererek Adadaki isyancıları kışkırtmaya devam etmesi, adada huzur ve asayişi sağlamayı, can ve mal emniyetinin korunmasını imkânsız hâle koymuş olduğundan, can, mal korunmasının sağlanılarak, asayişsizliğe son verilmesini istemekteyiz.» YUNAN TAŞKINLIKLARI Yabancı devletlerin, bilhassa Rusların kışkırtmasıyla Türk sınırında, Karanya Grabena bölgelerinde de çeteler kurarak Rumeli'ye sokmak, Makedonya, Tesalya, Epir'deki Rumları ayaklandırmak, Girit’te de yaptıklarını daha ileriye götürmek yolunu denemeye başladılar. Güya bu olayları önlemek üzere Avrupalılar Girit sularına donanma da göndermişlerdi. Bu donanma, asayişe yardım edecek yerde, başta Ruslar olmak üzere gizli gizli Rumlara yardım ederek bir ihanet filosu haline gelmişti. (not: 1990'lı yıllarda Sırplara karşı silahsız kalan Bosnalıları denizden ablukaya alıp ambargo uygulayan ve bunu Bosnalıları korumak için yapıyoruz diyen Nato donaması gibi!) Bu durumu yaratan Yunanlılar, Hidra ve Alfeyon savaş gemileriyle adaya asker göndermeye, güya oradaki asayişsizliği önlemeye de kalkıştılar. Ocak ayına kadar süren huzursuzluk, 29 ocakta son kertesine vardı. Adaya sokulan birkaç bin Yunan askeri ve gönüllüsü ile subaylar, eşkıyaların arasına girerek, onları teşkilâtlandırdılar. Yangınlar, soygunlar, öldürmeler artık saklanmaz duruma geldi. Olayların bu kerteye gelişi, büyük devletlerin Hanya konsoloslarını kendi hükümetlerine baş vurarak gerekli tedbirin alınması mecburiyetinde bıraktı. Bu da bir oyundu. Bu oyunla ada, Yunanlılara verilecekti. Türk askerini çıkarmak suretiyle adada asayiş sağlanabilirdi. Ama bu, onların işine gelmiyordu. Konsoloslardan yalnız Fransız Konsolosu Blan, adadaki durumdan özellikle Yunan hükümetinin sorumlu olduğunu 7 şubat tarihli raporu ile hükümetine bildirmişti ki bu da, Fransız sarı kitabında açıkça yazılı bulunmaktadır. Bu arada ada halkının, güya toplanarak Yunanistan'a katılma yolunda müracaat ettiği ve Yunan Kralı Yorgi'yi, adayı işgale davet ettiği öğrenildi. Yunanlılar bu kararı Avrupa'ya bildirerek büyük devletlerin yardımını istedi, gizli gizli temaslar yapmak üzere Yunan devlet adamlarını Avrupa başkentlerine gönderdiler. O zaman hariciye müsteşarı olan Curzon, Avam Kamarası'nda şöyle konuştu: «Girit'teki son olayların Türkler tarafından yapılmamış olduğuna dair Hanya konsolosu ile Akdeniz'de bulunan amiralimizden yeterli bilgi aldık. Girit hareketinin başkanları Yunanistan'a davet edilmişti. Bunların ne şekilde geldikleri bilinemez. Bunlar bir müddet sonra da geri gitmişlerdir. Bunlarla Giritli reisler arasındaki konuşmalar sonucu bazı şehirler civarındaki Rum aileleri, ev eşyaları ve sürüleriyle dağlara çekilmişlerdir. Böylece Kandiye'de isyan başlamış, birçok Türk aileleri şehirlere sığınarak canlarını kurtarmak istemişlerdir, işte Yunan hükümetinin şikâyet ettiği karışıklık, kendilerinin yarattığı olaylardan başka bir şey değildir. Zulüm ve fenalık o kadar ileri gitmişti ki, Yunanlılara yardım eden ve Türkler'i sevmeyen Lord Curzon bile gerçeği saklayamamış, bu kadarcık olsun bir itirafta bulunarak günahlarının kefaretini vermişti. Times gazetesi de şöyle yazıyordu: Tarafsız bir görüşle söylemek gerekirse. Türkiye kadar birçok dinden vatandaşı olan bir Yurtta kendi yurttaşlarına eşit muamele eden, milliyet, lisan ve dinlerine dokunmayan bir büyük devlete Yunan gazetelerinde uzatılan dil, hiç de insafa ve akıllıca bir harekete yakışmaz. Zalimce hareket ettikleri halde, mazlum rolüne bürünmek çok hayret edilecek bir şeydir. Paris, Viyana, Berlin gazete ve mecmualarının da aynı yolda yayın yapmalarına karşı Atina çizmiş olduğu programdan dönmüyor, Yunan başbakanı Deli Yani, millet meclisinde açıkça Girit'in Yunanlıların olacağını söylüyor, Atina basını da bu tezi savunan yazılarına devam ediyordu. YUNANLILAR ADA'YA ÇIKIYOR Yunan Kralı Yorgi, ikinci oğlu Prens Yorgi'yi altı torpido ile Girit'e yollamak kararını almıştı. Büyük devletler güya bunu önlemek için çabalar sarfetmekteydi. Atina'da yapılan büyük bir törenden sonra albay Vasos bir alay piyade ve istihkâm taburu, bir batarya ile Pire’den hareket ederek, şubatın 15'inde Hanya yakınlarındaki Platonya'da kıyıya çıktılar. Yunan gazeteleri: Bunca yıldır beklenen şafak söktü, emellerimize kavuştuk, Girit'e ulaştık diye yazmakta. Kral Yorgi ise albay Vasos'a verdiği emirde: Girit'in sizce gerekli olan yerinde çıkarak adayı oğlum adına ele geçirecek, bundan sonra bütün muameleleri Yunan kanunlarına göre, kral namına yapacaksınız, oraya varınca adanın Yunan hükümetince işgal edildiğini halka bildiriniz diyordu. Adaya çıkan Yunanlılar, 15 mayıs 1919' da İzmir'de yaptıklarının aynını uygulamaktan geri kalmadılar. Olayları önlemek isteyen Avrupalı devletlerin amiralleri, Yunan hareketlerini kısıtlamak için kordonu sıklaştırdılarsa da Rum korsanlar gecelerden faydalanarak bildikleri gibi oynamaktan geri kalmadılar. Albay Vasos'un söz dinlememesi karşısında, adayı bombardıman bile ettiler ama, bir fayda vermedi. Yunanlılar ise, Atina'da düzenledikleri törenlerle Girit adasının kendilerine katıldığını yaymaktaydılar. Avrupalı devletler 2 martta Atina'ya verdikleri notada şunları istemişlerdi: a) Girit, hiç bir suretle Yunanistan'a verilmiyecektir. b) Osmanlı İmparatorluğu'nun mülki tamamlılığı Avrupalılarca garanti edilmiştir. Girit için özel bir idare kurulacaktır. c) Yunanlılar, Girit'ten deniz ve kara birliklerini çekeceklerdir. d) Bu kuvvetlerin çekilmediği görülürse zor kullanılacaktır. SAVAŞ BAŞLIYOR Yunanlılar, verdikleri cevapta, bu kararlara uyacaklarını, ancak adada bulunan Rumların da fikirlerinin alınmasını istediler. İçerdeki fesat yine kışkırtmalarla harekete geçerek Ekrâtori tepesinde bulunan Yunan çeteleri 9 mart gecesi Türklere saldırıya geçtiler. Olayları izleyen Fransız konsolosu Blanc, hükümetine Türklerin haklı olduğunu, zulmün Yunanlılar tarafından insafsızca kullanıldığını, birçok Türk'ün tuğla fırınlarında yakıldığını bildirdi. Olaylarda eli olan Yunan konsolosluğu memurları, Avrupalılar tarafından zor kullanılarak adadan uzaklaştırıldı. Bunu Yunan donanması izledi. Durumu Yunanistan'dan idare eden Etniki Heten'a, halkı heyecana vererek bir savaş havası yaratmıştı. Devletler Girit ablukasını sıklaştırmışlar, denizden yardım yapılmasını engellemişlerdi. Yunan kralı Girit'te kazanılan basanların etkisiyle Tesalya’ya kadar gitmiş, askerlerini denetleyerek bir savaşın başlamak üzere olduğunu 27 martta açıklamıştı. Bütün hazırlıklarını tamamlayan Yunan ordusu, 1897 yılı 3 nisanında sınırlarımızı aşmak cesaretini gösterdiler. Bu büyük şımarıklığa, Edhem Paşa kumandasındaki Türk orduları Dömeke'de gereken dersi verdi. Kuvvetlerinin çoğunu kaybeden kral, çemberden zor kurtuldu. Türk orduları Atina yolundaydı ki, mazlum pozuna bürünerek büyük devletlere yalvarmaya başladılar. Zaten aracı olacaklarını biliyorlardı. Savaş az bir tazminat, ufak bir sınır değişikliğiyle son bulunca Yunanlılar gözlerini tekrar Girit'e çevirdiler. Buraya bir muhtariyet verilmesi esasen kabul edilmişti. Yalnız bir vali bulmak mesele oluyordu. Etniki Heten'a bunda da başarı kazanarak, genellikle Rusların yardımıyla Prens Yorgi'yi vali yaptı. Kandiya'da çıkan bir karışıklıkta Heten’a nın bir oyunu ile Türk askerleriyle İngilizler çarpışmak zorunda kaldılar. Bunun üzerine de askerimizi çekmemizi istediler. Esasen maksatları da buydu, oyunu iyi hazırlamışlardı. Güya şimdi devletler adayı koruyacaklardı. 21 kasımda prens Yorgi'nin valiliğe başlaması’nı Bâbıali protesto ettiyse de hiç bir sonuç alınamadı. Balkan Savaşı'na kadar da Girit, güya muhtar bir idare altında kaldı. http://f16.parsimony.net/forum28507/messages/57165.htm KIBRIS, GİRİT OLABİLİR Mİ?* Doç. Dr. A. Nükhet ADIYEKE Mersin Üniversitesi Tarih Bölümü Son yıllarda Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan önemli sorunlardan birisi de Kıbrıs'ın statüsüdür. Kıbrıs ile ilgili konuların her tartışılmasında, aşamalara dikkat çekilmesinde de yine her zaman Girit örneği kullanılır. Bu iki adanın kaderinin benzeşmesinden ya da coğrafi olarak aynı bölgede yer almalarından ziyade her ikisi üzerinde de oynanan uluslararası politik oyunların ve "Megali İdea"nın hedefleri içinde yer almalarının bir sonucudur. Zira 1830'da kurulan Yunanistan'ın Megali İdea politikasının ilk hedeflerinden biri Girit idi. Akdeniz içindeki adaların ve bunun tamamlayıcısı olan Kıbrıs Adası'nın da bu hedefin bir parçası olduğu anlaşılıyor. Girit ve Kıbrıs Doğu Akdeniz'in tarihsel süreçte kilit özelliği gösteren iki adasıdır. En eski dönemlerden beri her iki adanın kaderi biri birine benzetilmiştir. Girit'te oluşan ve Antik Anadolu uygarlıkları ile önemli kültürel alış verişlerde bulunan Girit medeniyetinin dışında, her iki ada da tarih boyunca varlıklarını başka devletlere bağlı olarak sürdürmüştür. Dolayısıyla adalar üzerindeki egemenlik kurma mücadeleleri genellikle birlikte yürümüştür. Adalardan birisine sahip olan güç, hemen diğerine yönelmiştir. Ancak adaların kaderlerinin birbirine benzemesi onların aynı tarihsel geçmişe sahip oldukları anlamına gelmez. Zira tarihte ne aynılık vardır ne de tekrar söz konusudur. Kıbrıs sorunu XIX. yüzyıl başlarından, XXI. yüzyıla ulaşan kesintisiz bir sorundur. Girit sorunu ise Türkiye için XIX. yüzyılda başlamış ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde bitmiştir. Dolayısıyla geniş perspektifte benzerlikleri incelerken anakronizme kapılmadan süreçleri kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Zira XX. yüzyıl olaylarını ve gelişmelerini XIX. yüzyıldaki bir olayla aynı koşullar içinde görmek bizi yanlış sonuçlara götürür. Türk tarihi açısından iki adanın bir başka karşılaştırılabilirliği ise Megali İdea hedefleri içindeki önemleri göz önüne alınarak mümkün olabilir. A-Tarihsel Süreç İçinde Girit ve Kıbrıs Her iki ada stratejik bütünün bir parçası gibidir. Dolayısıyla adalardan birisini elde eden güç, gözünü hemen diğerine çevirmektedir. 648 yılında Kıbrıs Adası'nı ele geçiren Araplar, Girit'e yönelmişler ve 826 yılında Girit'i almışlardır. Ardından 760 yılında Kıbrıs'ı geri alan Bizanslılar 960 yılında Girit'i almışlardır. 1192 yılında Kıbrıs'ı ele geçiren Venedikliler, 1204 yılında da Girit'i elde etmişlerdir. Son olarak 1571 yılında Kıbrıs Osmanlılar tarafından alınmış, 1669 yılında da Girit'in fethi tamamlanmıştır. Görüldüğü gibi Doğu Akdeniz egemenliğinde ilk alınan ada hep Kıbrıs olmuştur. Girit'in bütün el değiştirmeleri çok kanlı savaşlarla olmuştur. Bunun en önemli nedeni Girit'in coğrafi konumu ve Giritlilerin farklı yapısında saklıdır. Adalılık sendromu Girit'te çok yoğun bir şekilde kendisini hissettirmiştir. Tarihsel süreçte Kıbrıs Adası'nda ciddi baş başkaldırılar görülmezken, Girit adasında Venedik yönetimi zamanında Venediklilere karşı, Osmanlı döneminde Osmanlılara karşı ayaklanmalar hiç eksik olmamıştır. Kıbrıs'ta böylesine süreklilik gösteren ayaklanmalara rastlanmaz. Ortaçağlar içinde korsanların sığınağı olan her iki adanın yerli halkı da Ortodoks'tur. Ne var ki Latin Venedik egemenliği dönemi adalar halkı için bir dinsel baskı dönemi olmuştur. Katolik öğretisi adalarda egemenlik kurmuş, Ortodoks kilisesini baskı altına alınmıştır. Bu adalar Venedik için ekonomik olarak da tam bir "sağman inek -une ferme d'exploitation-" olmuştur.(1) Bu yüzdendir ki her iki ada Osmanlılar tarafından alındığında yerli halk tepki göstermedi. Tam tersi her iki adada da Osmanlı egemenliği Ortodoksluk için yeniden doğuş oldu. Osmanlı yönetimi Kıbrıs'ta 1571'de Girit'te de 1645'de başladı. Her iki adada da Katolik baskısı sona erdi. Daha önemlisi yine her iki adada yerli halka toprak üzerinde mülkiyet hakkı tanındı. Bu özellik Osmanlı genel sistemi içinde pek yaygın değildir. Yine her iki ada halkı millet sistemi içinde Venedik dönemine göre çok daha özgür bir hayat alanına kavuştular. Hatta iki adada da Müslümanlarla ilişkilere girdikleri, ticaret yaptıkları görülmektedir. Ne var ki her iki ada arasında Osmanlı yönetimi açısından çok bariz farklılıklar da vardır. Bu farklılıklar, Girit'in Osmanlıların elinden hemen çıkıvermesinin de etmenlerinden birisidir. Girit'in fethi Osmanlılar için yirmi beş yıl süren zorluklar mücadelesi oldu. Osmanlı fetihlerinin hemen hemen durduğu bir zamanda ele geçirilmiş olması Girit'in fethine farklı bir destanlaştırma sağladı. Kıbrıs için böyle bir yaklaşım söz konusu değildir. Kıbrıs Adası Osmanlı büyümekte olduğu bir dönemde alındı. Bunun çok önemli bir sonucu olarak da Osmanlı idaresi Kıbrıs'ta klasik kurumlarını çok rahat uygulamıştır. Dolayısıyla Kıbrıs, Osmanlının diğer coğrafyalarından farklı olmayan bir tarzda yapılandırılmıştır. Fakat Girit, Osmanlı yönetiminin klasik kurumlarının değişmeye başladığı, toplumsal yapıda çok ciddi sorunların kendisini hissettirdiği, ekonomik sorunların yaşandığı bir dönemde fethedilmiştir. Bu nedenle Girit'te Osmanlı yönetimi gevşek veya oldukça farklı bir şekilde örgütlenmiştir. Girit ele geçirildiği andan itibaren ayrıcalıklı bir yapıya sahip olmuştur. Bir başka deyişle Girit Osmanlı için "farklı" olmuştur. İki ada açısından bu farkların tespiti önemlidir. Kıbrıs Adası alındıktan sonra eyalet haline getirilmiştir. Kıbrıs Eyaleti içinde Tarsus, Alaiye (Alanya) Sis ve İçel sancakları bulunmaktadır. Başka bir deyimle Kıbrıs Adası alındıktan sonra idari olarak Anadolu'ya bağlanmıştır. Sonraki dönemlerde de başka adalar ile birlikte mütalaa edilmiştir. Halbuki Girit hiçbir zaman ne Anadolu ile ne de diğer adalarla birliktelik oluşturmamıştır. Fethedildiği andan, elden çıktığı ana değin bağımsız bir eyalet olarak örgütlenmiştir. İdari açıdan bu farklılık kilise örgütlenmesinde tersi bir şekilde kendisini göstermiştir. Girit'te var olan Ortodoks kilisesi bağımsız bir dini otorite değil, Fener Patrikhanesi'ne bağlı bir kilisedir. Girit'teki metropolitlik her zaman Fener Patrikhanesi'nin ve İstanbul'un kontrolü altındadır. Zaten dinsel yapı olarak da Giritlilerin diğer coğrafyalara göre farklı oldukları söylenebilir. Osmanlı yönetiminin kurulduğu anda çok sayıda Giritlinin Müslümanlığa geçmesi(2) metropolitliğin etkisinin az olduğuna bir başka işarettir. Bu çerçevede Kıbrıs'ta ortaçağlardan beri önemli bir Ortodoks kilisesi vardır. Her ne kadar Venedik döneminde bu kilise etkisizleştirilmeye çalışılmışsa da Osmanlı döneminde tekrar ihya edilmiştir. Osmanlı döneminde sadece dini açıdan değil yönetsel açıdan da güçlü bir Kıbrıs Başpiskoposluğu vardır. Bu başpiskoposluk Osmanlı yönetimince, tarihsel misyonuna uygun olarak Fener Patrikhanesi'nden bağımsız addedilmiştir. Balkanlar'da Sırpların ve Bulgarların milliyetçililik mücadelelerini Fener Patrikhanesi'nden kopma ve bağımsız kilise kurma mücadelesine paralel yürüttükleri düşünülürse Kıbrıs kilisesinin bu ayrıcalıklı yapısının önemi daha kolay anlaşılır. Adalardaki nüfus oranları hemen hemen birbirine yakındır. XIX. yüzyıl öncesinde her iki adada da Rum nüfusun Müslüman nüfustan biraz fazla olduğu görülmektedir. Ne var ki adalardaki toplumsal yapının oluşum şekli her iki adada çok farklı olmuştur. Osmanlı yönetimi Kıbrıs'ı aldıktan sonra Ada'ya Anadolu'dan çok sayıda Türk göç ettirmiştir. Bu, Ada'da güçlü bir Türk kültürünün doğmasına da yol açmıştır. Hatta bu göç ettirilenler mahallelerde karışık olarak ikamet etmişlerdir.(3) Bu, Kıbrıs Türk halkının Ada'daki varlığını her şeye rağmen bu günlere dek koruyabilmesinde önemli bir faktördür. Nitekim Kıbrıs Türk folkloru incelendiği zaman Anadolu ile bağlantısı açıkça görülebilmektedir. Girit Adası için bu gelişmeler geçerli olmamaktadır. Girit fethedildikten sonra, Kıbrıs'a olduğu gibi Anadolu'dan büyük çaplı göçürme yapılmamıştır.(4) Girit'teki etnik dönüşüm yerli ahalide yaşandı. Anadolu'dan giden yönetici ve Bektaşilerin yanı sıra Ada'da birkaç kurum işletildi. Bunlar yerli yeniçerilik, ihtida ve evliliklerdir. Bu üç kurum Ada'da bir dönem sonra önemli oranda bir Müslüman kitle oluşmasını sağladı. Girit'teki bu oluşumlar buraya özgü özellikler ortaya çıkardı. Örneğin Müslümanlar Rumca konuşuyorlar ve lakapları yarı Türkçe yarı Rumca telaffuz ediliyordu. Hasanaki, Halilaki, Monolaki gibi isimler kaynaklarda sıkça karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla yukarıda anılan Adalılık Girit'te Anadolu'dan pek de unsurlar taşımıyordu. Girit'te, Kıbrıs'ta görüldüğü gibi bir Anadolu kültür öğesine pek rastlanmıyordu. Bunda da en önemli faktör Ada'daki Türkler arasında Türkçe'nin değil Rumca'nın konuşuluyor olması idi. Girit Adası'nda, Kıbrıs'ta olduğu gibi kültürel ve etnik açıdan Anadolu'ya bağlılık olmamıştır. Dolayısıyla Yunan propagandasının Girit'te toplumsal bir taban bulması çok kolay olmuştur. Hatta Yunan isyanı sırasında Ada'da az sayıda da olsa irtidat (İslam'dan çıkma) olayları yaşanmıştır.(5) Tüm bu gelişmeler göstermektedir ki Girit, yeni kurulan Yunanistan için daha rahat elde edilebilecek bir konumdadır. 1821 Yunan isyanı sırasında her iki adada da isyanlar çıkmış, Kıbrıs'ta ayaklanmalar bastırıldıktan sonra 1878'e kadar ciddi bir olaya rastlanmazken Girit'te olayların ardı arkası hiç kesilmemiştir. 1831 yılında bütün Osmanlı topraklarında nüfus sayımları yapılmış ancak Girit bu sayımlar arasında yer almamıştır. Tanzimat düzenlemeleri Osmanlı topraklarının genelini kapsayacak şekilde planlanmış ve Kıbrıs'ta da uygulanmış olmasına karşın Girit'te uygulanmamıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki adanın kaderi yine birbirine yaklaşmaya başlamıştır. Yeni kurulan Yunanistan'ın büyüme hedefleri diğer adalar gibi Girit ve Kıbrıs'ı da içine almıştır. B- Megali İdea Hedefleri İçinde Girit ve Kıbrıs Megali İdea hedefleri arasında Teselya, Epir, Adalar, Girit, Batı Trakya'dan başka Kıbrıs ve Batı Anadolu'da yer almaktadır. Teselya, Epir, Adalar, Girit ve Batı Trakya bu sınırlar içine alınabilmiştir. Kıbrıs ve Batı Anadolu, Megali İdea'nın başarısız olduğu yerlerdir. Yunanistan'ın Küçük Asya macerası bu ülkenin reel politikasından Batı Anadolu'yu çıkarmıştır. Fakat, Kıbrıs için aynı şeyi söylemek pek de mümkün görünmemektedir. Başka bir deyişle Kıbrıs Yunanistan'ın reel politikasından çıkmamıştır. Dolayısıyla Kıbrıs politik olarak, Teselya, Epir, Adalar Girit ve Batı Trakya politik gelişmelerinin sanki bir devamı imiş gibi görünmektedir. Nitekim hem Yunan söylemlerinde hem de Türk söylemlerinde, özellikle Adalar, Girit ve Batı Trakya, Kıbrıs için örnek olarak veya ibret olarak hep anılmaktadır. Anılan bu bölgeler Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılıp, Yunanistan'a katıldıkça Kıbrıs Rum kilisesi ve liderleri de Kıbrıs'ın da aynı yöntemlerle bir gün Yunanistan'a ilhak edileceğini düşündüler.(6) Nitekim 1821 ayaklanmasında idam edilen Başpiskopos Kiprianos'u anma vesilesi ile 7 Temmuz 1963 tarihli Eleftheria gazetesinde şöyle yazıyordu: "Kıbrıs her ne kadar ana vatanın kurtuluş mücadelesine katılmışsa da yine sultanların ve daha sonra da İngilizlerin boyunduruğu altında yaşaması mukadder olmuş, anavatan Girit'i, Ege Adaları'nı ve Oniki adaları kurtardığı gibi onu da kurtarmağa muvaffak olamamıştır."(7) Tersi bir yaklaşımla Türk toplumu da Teselya'yı, Epir'i, Adaları ve Girit'i örnek alıp Kıbrıs'ta da aynı gelişmelerin yaşanmasına engel olma mücadelesi vermiştir. Temel kaygı, enosis gerçekleşirse Kıbrıslı Türklerin yazgısının Girit, Oniki Adalar ve Batı Trakya'daki Türklerle aynı olacağı idi. Yunanistan'ın Megali İdea coğrafyası içinde iki farklı alan bulunmaktadır. Birinci grupta Adalar, ikinci grupta ana karalar yer alır. Bu açıdan Teselya, Epir ve Batı Trakya ana karalarında uygulanan politika ile Yedi Ada, Oniki Ada, Girit ve Kıbrıs'ta uygulanan lojistik farklılıklar gösterir. Adalar'da Yunan politikaları daha rahat zemin bulabilmekte ve Osmanlı'nın müdahalesi de daha geç olmaktaydı. Dolayısıyla Adalar, Kıbrıslı Rumlar için önemle izleniyordu. Örneğin; 1914 yılında Yedi Ada'nın Yunanistan'a ilhakının ellinci yıl dönümü törenlerinde Kıbrıslı Rumlar Yunanistan kralına kutlama telgrafı çekerek en kısa zamanda kendilerinin de Yunanistan'a katılmak istediklerini bildirmişlerdir.(8) Rum cemaat bununla da yetinmemiş, Yedi Ada'nın Yunanistan'a katılışının ellinci yılı törenleri için Korfu'da düzenlenen resmi şenliklere Kıbrıslı Rumlar adına Yasama Meclisi üyesi Avukat Paskal Efendi'yi göndermiştir.(9) Girit'te de, Kıbrıs'ta da enosisçilerin tek bir idealleri vardı, o da Büyük Yunanistan'ın kurulmasıydı. Her iki adada da başlatılan enosis kampanyasının ardında Yunan ve Rum Ortodoks kilisesi ve Atina'da öğrenim görmüş avukat, doktor, öğretmenler vardı. Bu kitleler her iki Ada'da da aynı yöntemi uygulamaya çalışıyorlardı. Dikkati çeken önemli bir nokta da Girit'in ileride Yunanistan'ın iç ve dış politikalarına yön verecek Venizelos, Miçotakis gibi isimler yetiştirmiş olmasıdır. Bu isimler Girit'te yaşadıkları deneyimlerle Yunanistan'ın siyasasına şekil vermişlerdir. Ancak Yunanistan'ın politik yaşamında Kıbrıs'tan aynı etkiyi izlemek mümkün değil. Her iki adada da gerilimin sürekli diri tutulması, tedhiş, Türklerin kaçırılması ve Yunanistan ile birlikte uluslararası propaganda hep benzer çizgilerde gelişti. Nitekim bu yöntemlerin Girit'te kendilerince başarılı olduğu da görüldü. Bunun için özellikle Girit isyanları Kıbrıslı Rumlar için çok önemli kabul edilmiş ve yakından izlenmiştir. Girit'te enosis adına başarı olarak kabul edilen yöntemlerin Kıbrıs'ta da uygulanmasının koşulları araştırılmıştır. Aynı coğrafya ve yayılma hedefinde olan Girit ve Kıbrıs adalarının toplumsal yapısında kurumlarında da ciddi benzerlikler vardır. Örneğin; Rum nüfusun çoğunluğu, oranları ne olursa olsun her iki adadaki genel meclislerde 1/3 oranı ile ifade edilmiştir. Bu oransal benzerlikten daha önemlisi Girit Meclisi'nde alınan enosis kararları aynen Kıbrıs Meclisi'nin de gündemine girmiştir. Kıbrıs Rum cemaati, Girit'teki gelişmeleri oldukça dikkatli bir şekilde izliyordu. Bu çerçevede Girit ayaklanmacıları için yardım hatta gönüllü dahi gönderiyorlardı.(10) Girit için dönüm noktası olan muhtariyet, Kıbrıs için de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Zira Girit'teki politikalar Yunanistan için başarılı idi, Kıbrıs'ta da uygulanabilirdi. Enosisçiler Girit'e Yunanistan'la birleşmiş gözüyle bakmaya başlamışlardı. Bu çerçevede 1898 yılından itibaren Kıbrıs'ta da enosis faaliyetleri hızlandı. Bu yıl George Phrankoudes adlı biri "Yurtsever Kıbrıs Birliği" adı altında bir enosis örgütü kurdu. Aynı dönemde Girit'in Avrupa devletleri tarafından Osmanlı egemenliği altında muhtariyet idareye sahip olması ve muhtariyetin uygulanmasının Yunan Kralı'nın oğlu Prens Georges'e verilmesi, Kıbrıs'taki Rumlar arasında coşkuyla karşılandı. Patris gazetesinde Girit'in Yunanistan'a verilmesinden sonra Kıbrıs'ın da aynı prensin yönetimine verilmesini isteyen yazılar yayınlanıyordu. 1902 yılında adı anılan bu kulübün organizasyonunda Girit ve Yunanistan'dan gelen bazı kişiler Rum halkı silahlandırma çalışmasına başlamışlardı. Buradaki amaç, Girit'tekine benzer bir organizasyon gerçekleştirmektir. Girit'te Rum çetecilerin, Müslüman Türk halkına karşı giriştiği tedhiş hareketleri Kıbrıslı enosisçiler için de uygulanabilir bir politika olmuştur. Nitekim Girit'te yaşanan kıyımlar Kıbrıslı Türkler ve Rumlar tarafından farklı amaçlarla dikkatlice izleniyordu. Yunanistan tarafından hem Girit'e hem de Kıbrıs'a gönderilen silahlar ve provokatör ajanlar her iki adada da Müslüman halka terör yaşatıyorlardı. Buna paralel Rum basını Ermeni olaylarını da anarak Girit'te Rumların Türkler tarafından katledildiklerine dair haberler yayıyorlardı. Batılı devletlerin Girit'i Osmanlı Devleti'nin yönetiminden koparmakla yetinmeyip burada Rumların Müslüman Türk azınlığa karşı giriştiği katliama da seyirci kaldıklarını gören Kıbrıslı Türkler'in tedirginlikleri daha da artıyordu. Osmanlı Hükümeti de hukuksal olarak egemenliği altında olduğu halde Büyük Devletlerin baskısı ve politikaları nedeniyle katliama karşı uluslararası platformlarda protesto etmekten başka bir şey yapamıyordu. Tedhiş olayları Büyük Devletlerin müdahalesini kolaylaştırması açısından da önemliydi. Hem uluslararası politika açısından hem de cemaatlerin iç talepleri açısından uluslararası müdahale meşrulaşmış oluyordu. Tedhiş olaylarının bir diğer önemli sonucu da Girit'te de, Kıbrıs'ta da tedhişten yılan Müslümanlar mallarını terk edip göçe başlıyorlar veya göçe zorlanıyorlardı. Öncelikle köylerden kasaba ve kentlere ardından da her iki adadan da Anadolu'ya göç yaşanmıştır. Bu göç enosis taraftarlarını memnun ediyordu. Zira Türkler ne kadar azalırsa Girit'in ve Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşme istekleri o kadar haklı görülebilirdi. Osmanlılar Girit'ten Anadolu'ya yaşanan göçleri engellemek için çaba gösterdi. Bu çaba Giritlilere Osmanlılık bilinci kazandırmak ve bu bilinç etrafında Ada'da var olma mücadelesi aşılamaktı.(11) Ancak bu çaba da Büyük Devletlerce hazırlanan senaryonun uygulanmasını engelleyemedi. Özellikle Girit'ten Osmanlı askerlerinin de çıkarılmasıyla yaşanan baskılar ve katliamlar karşısında Müslüman nüfusun kaçışı devam etti. Bir süre sonra da Ada'daki Müslüman nüfus oldukça azaldı. Keza Kıbrıs'tan da göçler yaşandıysa da yeni zamanlarda bu tehlike anlaşıldığından Müslüman nüfus her şeye rağmen Kıbrıs'ta kalmanın yollarını aradı, kalmak için direndi. Girit Adası'nda Müslüman halkın güvenliğinden sorumlu olan İngiltere, Avusturya, Fransa ve Rusya, Yunanlıların ilhak faaliyetlerine gözlerini kapatmışlardır. Girit'te tansiyonun yükselmesine paralel Kıbrıs'ın Girit'e ilgisi de değişiyordu. 1912 yılında Girit'tekine benzer hareketlerin Kıbrıs'ta da yaşandığı gözlenmektedir. Kıbrıs Yasama Meclisi'ndeki Rum milletvekilleri tıpkı Girit'te olduğu gibi İngiliz yönetiminden daha fazla yetki ve ayrıcalık verilmesini talep etmeye başladılar.(12) Balkan Savaşı sırasında Kıbrıs'ta yaşanan Türklere karşı terör hareketlerini, Türk halkı Girit katliamının bir benzeri olarak nitelendirilmişti. Sonunda 1913 yılında Yunanlılar, Girit'i ilhak ettiler. "Bundan sonra Rumlar, tüm dünyanın kendilerine saygı borçlu olduğu, seçilmiş insanlar olduklarına inandılar."(13) Bu saygıya bedel olarak da Girit gibi Kıbrıs'ın da kendilerine verilmesini istediler. Zira Venizelos, tıpkı Girit gibi Kıbrıs üzerinde de Yunanistan'ın doğal hakları olduğuna inanmıştı. Fakat hesaba katmadıkları konu İngiltere'nin bir takım stratejik nedenlerden dolayı Ada'ya ihtiyacı vardı. Nitekim başka sebeplerin de yanı sıra, benzeri bir oldu bitti (Kıbrıs'ın da Girit gibi Yunanistan'a ilhakı) ile karşı karşıya kalmak istemeyen İngiltere Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. Bu duruma Rumların oldukça sevindikleri görülür. Çünkü onlar Yunan dostu olan, Adalar'ı ve Girit'i Yunanistan'a kazandıran İngilizler'in eninde sonunda Kıbrıs'ı da Yunanistan'a vereceğine inanıyorlardı. Üstelik Kıbrıs konusunda artık Osmanlı devleti de olayın resmen tarafı olmaktan çıkmıştı. C- Son Evre Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde Girit, Yunanistan'a katılmıştı fakat çeşitli sebeplerden dolayı Kıbrıs'ta enosis geçekleşmemişti. Kıbrıs'ta enosis faaliyetleri 1931 isyanı ile tekrar gündeme geldiyse de İkinci Dünya Savaşı içinde her hangi bir faaliyet olamamış, savaştan sonra ise her şey kaldığı yerden tekrar başlamıştır. Ne var ki artık bütün şartlar ve dengeler değişmiştir. Değişen şartların ilki Girit artık tamamen bir Yunan toprağıdır. Bu enosisçiler için bir başarıdır. Girit'teki politikaların Kıbrıs'a uygulanması mümkündür. Bu çerçevede Girit ve Kıbrıs'ta XIX. yüzyılda görülen tedhiş, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Kıbrıs'ta planlı bir imha hareketine dönüşür. 1955-59 EOKA tedhişi, 1963-74 yıllarında Türk toplumunu imha hareketleri ve Akritas Planı hep Girit'teki uygulamaların adeta birer tekrarıdır. Tedhişin çarpıtılarak propaganda haline getirilmesinde de aynı yöntem izlenmektedir. Örneğin, Girit'te Rumlar işledikleri cinayetlerin ve Ada'daki karışıklıkların nedeni olarak Osmanlı ordusunun Girit'te bulunmasının, Girit Rumlarını tahrik etmesine bağlayarak, Türk askeri adadan çekildiği takdirde adanın huzura kavuşacağını öne sürmekteydiler. Tıpkı Kıbrıs'taki Türkleri yok olmaktan kurtaran Türk ordusunun geri çekilmesini çeşitli anlaşmalarda ön koşul olarak ileri sürdükleri gibi.(14) 1960'da bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti'nin oluşumunu Rumlar, Girit'teki özerk yönetim dönemini örnek alarak enosisin bir aşaması olarak görmüşlerdir. Girit özerk bir statüye kavuştuğunda ayrı bir bayrağı, pulu, parası ve polisi vardı. 1960 yılında da Kıbrıs Cumhuriyeti'nin de ayrı bir bayrağı, pulu, parası ve polisi vardı. Türklerle Rumların ortak bir Meclisi ve hükümeti vardı. Fakat Rumlara göre bunların hepsi Girit'te olduğu gibi enosise geçmek için bir adımdı. Zira bu politikalar Girit'te başarılı olmuştu. Unutmamak gerekir ki bu cumhuriyetin cumhurbaşkanı olan Makarios, Girit'teki Yunan başarısını her zaman örnek almıştı. Girit için II. Meşrutiyet döneminde büyük mitingler yapıldı. "Girit bizim canımız, feda olsun kanımız" diyerek sloganlar atıldı. Keza 1950'li yılların sonlarında da büyük mitingler düzenlenip "Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır" sloganları atıldı. Bunlar Anadolu-Türk kamuoyunun benzer duyarlılıklarını gösterse de arada farklılıklar vardır. Hasan Ali Yücel'in deyimiyle "Girit bizim canımız, feda olsun kanımız" derken düşünülen daha çok fetihti, topraktı. Kıbrıs için ne fetih hakkı, ne toprak düşünülüyordu.(15) Kıbrıs'ta düşünülen oradaki Türk toplumunun barış ve huzur içinde yaşamlarının sağlanmasıydı. Yukarıdaki yaklaşımlar çok önemli farklılıkları da içine alıyordu. Girit olayları I. Dünya Savaşı öncesinde yoğunlaştı. Ada'daki Müslüman unsurun savunucusu Osmanlı İmparatorluğu idi. Osmanlı İmparatorluğu ise artık uluslararası politikanın "hasta adamı" idi. Dolayısıyla "hasta adamın" Girit için, önceden uluslararası platformda belirlenen sürecin önüne geçmede yapabileceği fazla bir şey yoktu. Kıbrıs Adası I. Dünya Savaşı'ndan önce fiili olarak İngiliz egemenliğinde olduğu için, Rum toplumunun rahat hareket kabiliyeti ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra olabilmiştir. Bu dönemde de Kıbrıs Türkleri'nin hakkını savunmak, Girit'te olduğu gibi siyasi ve ekonomik anlamda yarı sömürge olan "hasta adama" değil, genç ve güçlü Türkiye Cumhuriyeti'ne kalmıştır. Dolayısıyla gerek uluslararası politik görüşmelerde gerekse fiili durumlarda Türkiye, Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarını her şekilde savunmuş ve korumuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun Girit için yapamadığı bir şey daha yapılmış, Kıbrıs konusunda farklı dönemlerde Kıbrıs Türk toplumu ile birlikte politikalar üretilmiştir. Bu önceleri Cumhuriyet'te birlikte yaşama ve garantörlük, sonraları taksim, daha sonra Federe Devlet ve son olarak da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti politikaları olmuştur. Tüm bu oluşumlar uluslararası politika meydanlarında Türkiye Cumhuriyeti ve Kıbrıs Türk Toplumu/Yönetimi ile birlikte savunulmuştur. Girit ve Kıbrıs sorunlarının uluslararası tartışmalardaki bir başka farklılığı da XX. yüzyılda tüm dünyada sivil inisiyatiflerin etkinliklerinin ve kabul edilebilirliklerinin artmasıdır. Bu oluşum Kıbrıs'taki Türk toplumu açısından kimi zaman olumlu bir gelişme, kimi zaman da Rumların tersi propagandaları ile olumsuz gelişmeler doğurdu. Örneğin Birleşmiş Milletler ilkeleri Kıbrıs için bir garanti teşkil ederken Girit için böyle bir şey söz konusu olmadı. Tersine 1897 başında Girit'te fiilen yönetimi ele alan Büyük Devletler, her daim Osmanlı'nın "hakk-ı hakimiyeti"ni vurgularken Yunanistan'ın enosis faaliyetlerine seyirci kaldılar. Konuyu Avrupa hükümetleri ve politikaları açısından değerlendirirken Avrupa devletlerinin XIX. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu'na bakış açılarını da göz önüne almak gerekir. Çünkü XIX. yüzyıl sonunda Avrupa, Balkanlar'da "hasta adam" olarak tabir ettiği Osmanlı'nın varlığını sürdürmesini sağlamak yerine, söz konusu bölgede Rusya'ya karşı piyon olarak kullanabilecekleri bağımlı bir Yunanistan'ı güçlendirmek konusunda hemfikir görünüyordu. Birleşmiş Milletler'in Kıbrıs konusunda müdahil olmasının yanı sıra, XIX. yüzyılda henüz bir güç olmayan Amerika Birleşik Devletleri de Kıbrıs sorununda etkin olmaya ve varlık göstermeye başlamıştır. XIX. yüzyılda Girit bir Avrupa sorunu olduğu halde, XX. yüzyılda Kıbrıs, bir dünya sorunu olmuştur. Ne var ki Kıbrıs'ta, Girit'te hiçbir zaman var olmayan, kendi toprakları üzerinde egemen, çağdaş, bağımsız ve demokratik Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adında bir Türk Yönetimi ve Kıbrıs Türk toplumu vardır. Artık Kıbrıs'ta tartışılan bir cemaatin, bir topluluğun hayatiyeti değil, kendi devletine ve egemenlik hakkına sahip bir toplumun kabulüdür. D- Sonuç Osmanlı İmparatorluğu Girit'te sadece kağıt üzerinde "hakk-ı hakimiyet" ibaresinin kullanılması adına masa başında bir çok tavizler vermiştir. Hatta Girit için girişmeyi göze aldığı 1897 savaşından galip çıktığı halde, barış masasında Ada'da uluslararası yönetimin temsilcisi sıfatıyla Yunan Prensinin hakimiyetine izin vererek kendi egemenlik haklarını bir anlamda kendi eliyle ipotek altına koymuştur. Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslararası anlaşmalarla garantörlük yetkisini aldığı ve uluslararası platformlarda Kıbrıs Türk halkının egemenlik haklarını daima savunduğu Kıbrıs'ı hiçbir pazarlığın ya da tavizin konusu yapmamıştır. Hatta 1974 Kıbrıs Barış harekatında mali yükümlülüğü ve ambargoları dahi göze aldığı halde asla Ada'da yaşayan Türk halkının güvenliğini ve egemenlik hakkını taviz ve pazarlık konusu etmemiştir. Ancak Avrupa devletleri için asıl sorun bölünmüş bir Kıbrıs'ın bu haliyle AB'ye üye edilmesi sorunudur. Buna pek de sıcak bakmayan AB ülkeleri Kıbrıs konusunu Türkiye'nin AB'ye üyeliği sürecinde pazarlık konusu haline getirmeye çalışmaktadırlar. Çünkü tek başına GKRY'nin AB'ye kabulü Avrupa Devletleri için önceden kabul edilmiş olan Garanti ve İttifak anlaşmalarını uluslararası zeminde hükümsüz kılacak ve ciddi uluslararası hukuksal sorunlar doğmasına yol açacaktır. http://www.stradigma.com/turkce/nisan2003/makale_10.html GİRİT NASIL KAYBEDİLDİ? Sabahattin İSMAİL Girit Nasıl Kaybedildi? İsyanlar ENOSİS’in İlanı Girit’e Muhtariyet Veriliyor Yunan Vali Geliyor Batı’nın Oyunu Megali İdea Hedefleri INAF Araştırma Ekim 1997 Kıbrıs Dosyası: 2 GİRİT’TEN KIBRIS’A GİRİT-KIBRIS-ENOSİS (Erçin TEKAKPINAR) Bugün Akdeniz'de, Yunanistan'a bağlı bir ada olan ve Muğla Deveboyunu Burnu'ndan 180 km uzakta bulunan GİRİT'te yaşayan halkın kökeninin, Finikeliler olduğu bilinmektedir. En eski tarihlerden beri Akdeniz'de bir ticaret merkezi olan GİRİT, önce Bizans egemenliğine geçti. 823 yılında Müslüman Araplar tarafından fethedilen Girit, 961 yılında yeniden Bizans egemenliğine girdi. Daha sonra Ceneviz hakimiyetine giren Girit, 15 kilo altın karşılığında Venediklilere satıldı. Venedikliler adada katı bir Katolik idaresi kurdu. Ortodoks kilisesini kapattı. Türkler, Girit'e ilk kez 1341 yılında ayak bastı. 1427'de Girit'e saldıran Osmanlı Donanması, bu saldırılarını 1538'de Barbaros Hayrettin Paşa komutasında sürdürdü. 1567'de Türk akınları tekrarlandı. 1645'de Girit'i tümü ile fethetme harekatı başladı. Önceleri sadece Hanya ve Retimno gibi şehirlerde kurulan Türk hakimiyeti, zaman içinde Kandiye dışında tüm adaya yayıldı. Batı, Kandiye'nin da, Türklerin eline geçmesini önlemek için, Fransa, Malta Şövayeleri, Venedik, Almanya, İngiltere, İspanya ve Papalığın da desteğiyle oluşturduğu bir Haçlılar Ordusu sayesinde, bu şehri yıllarca savundu. Girit savaşı 24 yıl, 4 ay 16 gün sürdü. Venedikliler daha fazla direnemeyerek teslim oldular. Böylece Kandiye, onbinlerce Türk askerinin canı pahasına 27 Eylül 1669'da fethedildi. Böylece tüm Girit kesinlikle Türk hakimiyetine girmiş oldu. Türklerin adayı Venediklilerden alması, aynen Kıbrıs'ta olduğu gibi adada yaşayan Rumlar tarafından büyük sevinçle karşılandı. Kapatılan Ortodoks kiliseleri açıldı. Türkler, aynen Kıbrıs'ta yaptıkları gibi, Girit'in boş topraklarının işlenmesi, üretimin artması, ticaret ve zanaatın gelişmesi için adaya çiftçi ve esnaf Türk aileleri yerleştirdi. Ülkeyi yeni baştan imar etti. Camiler, medreseler, köprüler, kütüphaneler, çeşmeler yaptı. Ada denizcilik ve ticaret bakımından çok elverişli olduğu için, o zaman Türk hakimiyetinde olan Yunanistan'dan birçok Yunanlı da gelip adaya yerleşti. Girit, Türk yönetiminde gelişip zenginleşti. İSYANLAR 1791 yılında ilk Megali-İdea haritasının çizilmesinden ve bu hari-tanın 1796 yılında yayınlanmasından sonra Rus Çarı'nın teşvikiyle kurulan Filiki Eterya ve Ethniki Eterya gibi örgütler, Rus ve İngiliz emperyalizminin desteği ile yoğun isyan hazırlıklarına başlamışlardı: Bu çerçevede 1821 yılında başlayan Yunan isyanının etkileri, Megali İdeacı propagandistlerinin faaliyetleri sonucu, Yunanca konuşulan ve Megali-İdea sınırları içinde gösterilen tüm bölgelerde yayılmaya başladı. İngiltere ve Rusya desteğindeki Megali İdeacıların başlattığı isyanın başarılı olmasından sonra, Yunanlı yayılmacılar bu kez gözlerini Ege adaları ile Kıbrıs'a diktiler. Bilindiği gibi Yunan isyanının başladığı 1821 yılında, Kıbrıs'ta da Başpiskopos Kiprianos yönetiminde "tüm Türkleri katletmeyi hedef-leyen" bir isyan girişimi ortaya çıkarılmıştı. Dönemin Valisi Küçük Mehmet'in isyan girişimini erken haber alarak başta Kiprianos olmak üzere, ayaklanmanın elebaşlarını tutuklaması, bir kısmını idam edip, bir kısmını da adadan sürmesi, Kıbrıs'taki Enosis faaliyetlerini İngiliz yönetiminin başlangıcına kadar durdurmuştu. Girit'e yönelik Yunan propagandası da, enosis (ilhak) teması üzerinde yürütülmüştü. 1760 yılında Girit'te 200.000 Müslümana karşı 60 bin Hıristiyan yaşamaktaydı. İlk Girit isyanı 1770 yılında Rusların tahrikleri sonucu başladı ancak isyan kısa sürede bastırıldı. 1821 Yunan isyanına paralel olarak Girit'te yeni bir ayaklanma başladı. Bu isyan sırasında binlerce Türk ve Müslüman katledildi. İsyan, 1825 yılında 60 gemi ve 16 bin askerle adaya gelen İbrahim Paşa tarafından bastırıldı. Mora ve Girit isyanlarının bastırılmasından sonra Yunanistan'a bağımsızlık verilmesini isteyen Rus-İngiliz ve Fransız donanmaları, savaş ilan etmeden ani bir baskınla, Navarin'de Türk donanmasına saldırdılar. 1827 yılında gerçekleştirilen bu saldırıda 57 Türk gemisi batırıldı, 8000 asker öldürüldü. Bunun ardından 8 Mayıs 1828'de Rusya, Osmanlılara savaş ilan etti. Savaş sonunda 1830 yılında imzalanan Londra protokolü ile Batılı devletlerin himayesinde Bağımsız Yunanistan kuruldu. Hemen sonra Girit'te ayaklanma başlatıldı. İlhak amaçlı isyan kısa sürede bastırılmasına karşın, 1841 yılında yeni bir isyan başladı. Bu isyanın da bastırılmasından sonra, bu kez 1859 yılında enosis amaçlı yeni bir ayaklanma çıktı; ancak bu da bastırıldı. Bütün bu isyanlarda perde gerisindeki kışkırtıcı güç İngiltere, Rusya, Fransa desteğindeki Yunanistan'dı. ENOSİS’İN İLANI 1864 yılında İngiltere tarafından Yedi Ada'nın Yunanistan'a ve-rilmesinden sonra, enosis hevesleri artan Girit Rumları, Yunanistan, Rusya, İngiltere ve Fransa'dan gördükleri silah ve para yardımına güvenerek, 1866 yılında yeniden ayaklandılar. Bu sırada Batılı devletler bugün aynen Kıbrıs için yaptıkları gibi konuyu bir Avrupa sorunu haline getirdiler. Batı basınında Osmanlılar aleyhinde yazılar yayınlanmaya başladı. Batılı devletleri, Osmanlı devletine protesto notaları vermek için sıraya girdiler. Bugün hepsi de BM Güvenlik Konseyi'nde karşımızda olan Rusya, İngiltere ve Fransa'nın desteğine güvenen Girit Rumları, Yunanistan'dan aldıkları güçle 16 Ağustos 1866 gecesi Selino kazası müslümanlarını kılıçtan geçirdiler. Batılı ülkelerin bu katliam karşısında kılları bile kıpırdamadı. Buna güvenen ada Rumları topladıkları bir Meclis aracılığı ile 2 Eylül 1866'da enosisi ilan ederek Girit'in, Yunanistan'a bağlandığını açıkladılar. Bu esnada Girit'te 16 tabur Türk askeri olmasına karşın, Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin müdahalesinden çekindiği için bu askerleri kullanmadı. Bu durumdan daha da cesaretlenen Girit Rumları, Hacı Mihail adlı çetecinin başkanlığında 12 bin kişilik bir kuvvet oluşturarak, Türk halkını katletmeye, etrafı yakıp yıkmaya başladılar. Bu sırada Yunanistan da aynen, Albay Grivas'ı Kıbrıs'a gönderdiği gibi, Albay Koreneos adlı bir gerilla uzmanını ve birçok Yunanlı subayı Girit'e göndererek, çetecileri organize etti. Yunan gemileri adaya silah ve cephane taşımaya başladı. Barbarlık derecesine varan katliamlardan kaçan Türkler, Kandiya kalesine sığınmaya başladı. Eylül 1866 sonunda kaleye sığınanların sayısı 50 bini bulmuştu. Bu arada 60 bin civarında Türk ise Anadolu'ya göç etmişti. Bu gelişmeler karşısında artık daha fazla suskun kalmayan Osmanlı Devleti, Yunanistan'a bir protesto notası vererek, 40 bin askerini Girit'e gönderdi. Bu arada Yunanistan'dan yapılan silah, cephane, gönüllü sevkini durdurmak için adayı donanma ile ablukaya aldı. Batılıları kızdırmamak için ilk aylar sertlikle değil, yumuşak yöntemlerle çetecileri durdurmaya çalışan Osmanlı Devleti, 1866 yılı sonuna doğru sert önlemlere başvurarak ayaklanmayı bastırdı. GİRİT’E MUHTARİYET VERİLİYOR 1867'de Fransız amiral Simon komutasındaki Fransa donanması, dağlara kaçan çetecileri adadan kaçırmak için Girit'e geldi. Diğer yandan Fransa ve Rusya, Girit'te plebisit yapılması için Osmanlılara baskı yapmaya başladılar. Osmanlı Devleti bu baskılar karşısında, 6 Ekim 1867'de Girit'e muhtariyet vermeyi kararlaştırdı. Rumlar ise bunu kabul etmeyip enosis istediler. Bu arada, halktan vergi toplanmasına son veren Osmanlı yönetimi, Müslüman ve Hristiyanların eşit şekilde katılacağı bir yerel yönetim oluşturdu. Yunanistan ise ada halkının Osmanlı Devleti ile ilişkilerini düzeltmesini önlemek için yeni tahriklerde bulunmaya ve dağılan çeteleri yeniden organize etmeye başladı. Satın aldığı 3 gemiye ENOSİS, GİRİT, HELEN isimlerini veren Yunanistan'ın yeni isyan hazırlıkları karşısında padişah, 11 Aralık 1868'de bu ülkeye sert bir nota vererek, tahriklerine son vermemesi halinde tüm ilişkilerini keseceğini bildirdi. Yunan tahriklerinin sürmesi üzerine iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler kesildi. Ocak 1868'de ise Girit'te idari ve adli yapıda yeni reformlar yapıldı. İsyanın basıtılmasına karşın, başta Fransa olmak üzere Batılı devletlerin baskılarına boyun eğen Osmanlı Devleti, Şubat 1869'da Girit sorunu hakkında Paris Konferansı diye bir konferans toplanmasını ve bu konferansa katılmayı kabul etti. Konferansın 18 Şubat 1869'da aldığı kararlara göre, Yunanistan ile Osmanlılar arasında yeniden diplomatik ilişkiler kuruldu ve Girit'e verilen muhtariyet, Batılı devletler tarafından biraz daha genişletildi. Ne ki, Batılı devletlerin baskıları bitmek bilmedi. Ba?ta Fransa olmak üzere Avrupalı devletler, muhtar idarenin başına bir Rumun getiril-mesini istemekteydiler. Ekim 1878'de varılan bir anlaşmaya göre adanın valisinin bir Rum olması kabul edildi. 1960'da aynen Kıbrıs'ta kabul edildiği gibi, Vali muavini de bir Türk olacaktı. Yine 1960 anlaşmalarında olduğu gibi Meclis'teki Türk oranı da yaklaşık Rumların üçte biri olacaktı. Buna göre Meclis'te 80 Rum üyeye karşılık, 30 Türk üye bulunacaktı. Türkçe yanında Rumca da resmi dil olacak, cinayetler işleyen isyancılar için af ilan edilecek ve ada gelirleri ikiye bölünecekti. Batılı devletlerin baskıları ile getirilen bu düzen ancak 10 yıl yaşayabildi. Bu süre içinde ada Rumları, Kıbrıs'ta 1974 öncesinde Makariosçular ve Grivasçılar olarak görülen bölünmenin bir benzeri olarak, muhafazakarlar ve liberaller olarak ikiye bölündüler. İki grup arasında çıkan çatışmaları gerekçe gösteren Yunanistan 1889 yılında Enosisçileri desteklemek için müdahale hazırlıklarına başladı. Saldırıların Türklere yönelmesi üzerine adaya 40 bin asker gönderen Osmanlı yönetimi, ayaklanmayı bastırdı. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra çeşitli önlemler alan Osmanlı yönetimi, 1 Aralık 1889'da Girit Meclisi'ni tatil etti. 1895 yılında Osmanlı Devleti'nin çeşitli iç ve dış sorunlarını fırsat bilen Yunanistan, Girit Rumlarını ENOSİS için yeniden ayaklanmaya teşvik etti. Osmanlı Devleti, 1895 sonbaharında başlayan ayaklanmayı bastırmak için uğraşırken, Yunanistan, ada Rumlarının istekleri yerine getirilmediği takdirde müdahale edeceğini açıkladı. Osmanlı devletinin ayaklanmayı bastırmak üzere olduğunu gören Batılı devletler olaya müdahale ederek, GİRİT için bir reform paketi hazırladılar. Osmanlı Devleti, Batılı devletlerin baskılarına karşı daha fazla direnemeyerek, Batı tarafından hazırlanan önerileri 4 Eylül 1896'da kabul etti. Yapılan reformları fırsat bilen Enosisçi Rumlar kısa sürede toparlanarak, 1897 Ocak ayında yeni bir ayaklanma başlattılar. Ocak ayının 28'inden başlayarak 15 gün devam eden katliamda binlerce Türk kadını, çocuğu, genci, yaşlısı vahşice katledilerek tuğla fırınlarında yakıldı. Sikya ve Etya köyleri Türkleri toptan katledildi (1974'de Atlılar-Muratağa-Sandallar katliamları gibi). Bu Enosisçi hareketin gerisindeki esas güç olan Yunanistan, 10 Şubat 1897'de donanmasını Girit'e gönderdi. 14 Şubat'ta karaya çıkan Albay Vassos komutasındaki Yunan birlikleri adayı Yunanistan'a ilhak için işgale başladı. Batılı devletler ise Osmanlı Devleti'nden Girit'e asker göndermemesi ricasında bulundular. Buna karşılık Girit'te bulunan askerlerinin Müslüman halkı koruyacakları konusunda söz verdiler. Ancak bu sözlerini tutmayacaklar ve adadaki Türk halkının katledilmesine seyirci kalacaklardı. Bu arada Osmanlı Devleti'nin harekete geçmesini önlemek isteyen Batılı devletler, Girit'e tam bir muhtariyet verilmesi için padişaha baskı yaptılar. Buna karşılık adanın hiçbir zaman Yunanistan'a bağlanmayacağına dair güvence verdiler. Bu konuda verdikleri güvenceyi sağlamak için İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya askerleri de Girit'e üsleneceklerdi. Bu çerçevede 18 Aralık 1897'de Batılı devletler Girit'e özerklik verdiler. Böylece Türkler, 1897 savaşını kazanmalarına karşın Girit'i kaybetti. Bir padişah fermanı olarak yayınlanan Haleba Mukavelenamesine göre 80 üyeden oluşan bir meclis olacaktı. Bu meclisin 49 üyesi Hristiyan, 31 üyesi de Türk olacaktı. Rum bölgelerini Rum kaymakamlar yönetecekti. Vali, Rum olduğunda muavini Türk, vali Türk olduğunda muavini Rum olacaktı. Meclis ve mahkemelerde konuşmalar Rumca olacaktı. Jandarmaya Rumlar da alınacak ve Rumlar da subay ve astsubay olabilecekti. Girit'te, Rumca gazeteler yayınlana-bilecekti. Af ilan edilecek ve Rumların silahlarını yanında bulundurulmasına izin verilecekti. YUNAN VALİ GELİYOR Bundan sonra Ethniki Eteriya Örgütü'nün yönetimindeki Yunanistan'ın ana hedefi, Enosisci birini vali seçtirmekti. İngiltere ve Rusya bu konuda yine devreye girerek, Prens Yorgi'nin vali olarak atanmasını istedi. İngilizlerin Rum yanlısı tutumları üzerine Kandiye şehrinde, İngiliz askerleri ile Müslüman halk arasında çatışma çıktı. Bu olayı bahane eden İngiltere, Osmanlı Devleti'nin adadaki askerlerini çekmesini ve adanın İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya'nın ortak işgali altına alınması için İstanbul üzerine büyük baskılar yaptı. Baskılar altına gerileyen Osmanlı Devleti, Girit'ten Türk askerlerini çekti. Durumdan yararlanan İngiltere ve Rusya, Osmanlı Devleti'nin itirazlarına rağmen 21 Kasım 1897'de Prens Yorgi'yi Girit'e getirterek vali yaptılar. İngiltere, Rusya ve Fransa'nın girişimleri ve Osmanlı Devleti'ne yaptıkları baskılar sonucu Girit'e vali yaptırılan Prens Yorgi'nin esas amacı, enosisi gerçekleştirmekti. Yorgi'nin Vali yapılması birinci aşamaydı. Böylece Yunanistan ile ada Rumları hedefleri olan enosise bir adım daha yaklaşarak, egemenlik Osmanlı Devleti'nde kalmak koşulu ile, ada yönetimini ele geçirerek tam muhtariyet elde etmiş oldular. Bundan sonraki adım, enosisi ilan edip, sadece kağıt üzerinde kalan Osmanlı egemenliğine son vermekti. Bu son adımı atmak için fırsat kollayan Girit Rumları ile Yunanistan, bekledikleri fırsatı 1909 yılında yakaladılar. 1909'da, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak ettiğini açıklamasını fırsat bilen ada Rumları, Girit'in de Yunanistan'a ilhak edildiğini açıkladılar. Yunanistan da ilhak kararını kabul ederek Girit'i sınırları içine aldı. Osmanlı Devleti, muhtar Girit yönetiminin bu kararını protesto etti. İstanbul'da ilhak aleyhine büyük protesto gösterileri yapıldı ama sonuç değişmedi. Adadaki Osmanlı egemenliğine dayalı muhtar idarenin garantörü olan Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya ise, enosis girişimine karşı çıkacakları yerde, adadaki askerlerini geri çekerek ilhakın gerçekleşmesine olanak sağladılar. Bu arada, Girit Muhtar Meclisi'ndeki Rum milletvekilleri, Yunan Meclisi'ne katıldı. 13 Ekim 1912'de Balkan savaşının başlaması ile birlikte, Ege'deki adaları bir bir ele geçiren Yunanistan, Girit'e de asker çıkararak ilhak kararını hayata geçirdi. Böylece Yunan isyanının başlamasından 91, ilk Girit isyanının başlamasından (1770) 142 yıl sonra enosis gerçekleşmi? oluyordu. BATI’NIN OYUNU Bu sonuca ulaşılmasında başta İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, Batılı devletlerin büyük rolü oldu. Batılı devletler, Osmanlı Devleti'nin zayıf anlarında bazen yüzüne gülerek, bazen sahtekarlık yaparak, bazen de tehdit, şantaj ve baskı yoluna başvurarak, ama her zaman Yunanlıları silahlandırarak Türklerin üzerine saldırtmışlardır. Eğer Batı'nın bu desteği olmasaydı, onbinlerce Türk katledilmeyecek, yüz yıllarca Türk olan topraklar Yunan işgaline uğramaycaktı. Girit'te ayaklanmaların başlamasından ve ilhakın gerçekleşmesinden sonra ada Türklerinin sayılarında katliamlar ve göçler sonucu büyük düşüşler olmuştur. Bugün ise Girit'te Türk kalmamıştır. 1760'ta Girit'te 200 bin Türk, 60 bin de Rum vardı. Göçler ve katliamlar yüzünden 40 yılda bu sayı 33 bine düştü. 1909 yılından sonra adada kalan Türkler de öldürülmü?lerdi. MEGALİ İDEA HEDEFLERİ 1791 yılında çizilen ve 1796 yılında basılan Megali İdea haritasındaki hedefler yayılmacı Filiki Eteriya ve Ethniki Eteriya'nın programını oluşturmuştur. Bu program, ?u hedeflerin gerçekle?tirilmesini öngörmekteydi. 1. Yunanistan'ın bağımsızlığı 2. Batı-Doğu Trakya ve Selanik'in ilhakı 3. Kuzey Epir'in ilhakı 4. Ege adalarının ilhakı 5. Oniki adanın ilhakı 6. Girit'in ve Rodos'un ilhakı 7. Batı Anadolu'nun ilhakı 8. Kıbrıs'ın ilhakı 9. İmroz ve Bozcaada'nın ilhakı 10. Pontus Rum Devleti'nin kurulması 11. İstanbul'un işgal edilerek Bizans İmparatorluğu'nun kurulması. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra 30 Aralık 1918'de Paris'te toplanan Barış Konferansı'na bir muhtıra veren Yunan Başbakanı Venizelos da, Kuzey Epir, Trakya, Batı Anadolu, Rodos, Oniki Ada ve Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi ve Pontus Rum Devleti'nin kurulmasını istiyordu. O günlerden bu yana Yunanistan, Megali İdea hedefleri içinde bulunan birçok toprağı ele geçirdi. 1829'da Mora'yı 1864'de Yedi Ada'yı 1881'de Teselya'yı 1897'de fiili olarak, 1913'de hukuken Girit'i Balkan Savaşı sonunda Ege Adaları'nı, Makedonya'yı, Epir'i (Yanya) 1.Dünya Savaşı sonunda - Trakya'yı, Dedeağacı, (Lozan anlaşması ile Doğu Trakya'yı geri aldık) 2. Dünya Savaşı sonunda - Oniki Adayı (Kıbrıs'ın bir bölümü 1974'de kurtarıldı). - Ege'de deniz ve hava kontrolu fiilen gasbedildi. Kıta sahanlığı ve FIR hattı tartışmaları var. Yunanistan 1830'da bağımsız olduğunda nüfusu 1 milyondan azdı. Yüzölçümü ise 50 bin kilometrekare idi. Yüzyıldan az sürede, Türkler aleyhine genişlettiği topraklarını 3 kat büyütmüştür. Tamamı ile İngiltere, Rusya ve Fransa'nın politik-askeri desteğiyle sağlanan bu yayılmanın şimdiki hedefi KKTC'dir. Ve, tarihi boyunca Yunanistan'a arka çıkıp, bu devletin yayılma stratejisine destek veren Rusya, İngiltere ve Fransa, bugün BM Güvenlik Konseyi'nin üyesidirler. Üstelik kendilerine ABD gibi, Türk düşmanı lobilerin çok etkin olduğu bir ülke de katılmıştır. Oynanan oyun, Girit oyunudur. 1963'de yapılamayan şimdi yapılmak istenmektedir. Kıbrıs'ta yapılmak istenen, önce tüm adada Rum egemenliğinde federal bir devlet kurdurtmak, daha sonra uygun koşullar geldiği zaman, Rum çoğunluğun kararı ile adayı Yunanistan'a bağlamaktır. Bu hedefleri doğrultusunda bugün Güvenlik Konseyi üyesi olan aynı devletlerden yararlanmaktadırlar. Rusya, İngiltere, Fransa ve ABD'nin çıkarttıkları birçok BM ve AB Kararı, bu yönde atılmış adımlardır. Girit örneğinden ders almayıp Güvenlik Konseyi'nin, AB'ın, ABD veya İngiltere'nin verdiği "güvencelere" inanır veya onların baskılarına boyun eğersek, sonumuz Girit Türklerinin sonlarından farklı olmayacaktır. Bu senaryoyu bozacak tek olgu, iki devletli bir anla?ma ve KKTC'nin sonsuza dek yaşatılmasıdır. TC-KKTC Cumhurbaşkanları arasında 23 Nisan 1998 tarihinde imzalanan Ortak Deklerasyon bunun güvencesidir. Bu deklerasyonda belirtilen Milli politikadan geri dönü?, Girit oyununa prim vermektir ve bu, asla gerçekle?meyecektir. INAF Araştırma Ekim 1997 KIBRIS DOSYASI :2 GİRİT'TEN KIBRIS'A Türkiye, Yunanistan gibi bir komşusu olduğu için talihsiz bir ülke sayılabilir. Önce Osmanlı İmparatorluğu, daha sonra bu İmparatorluğun varisi olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetenler, bütün hırçınlığına ve düşmanca davranışlarına rağmen Yunanistan'a karşı daima hoşgörülü davranmış, ona dostluk eli uzatmış, ama o, bu eli hiçbir zaman sıkmamıştır. Yunanistan hakkında doğru bir değerlendirme yapabilmemiz için önce, "Yunanlı'nın kim olduğunu, ne olduğunu?" bilmek gerekir. "Yunanlı" dendiği zaman bir Avrupalı ya da Amerikalı'nın aklına ilk gelen "Eski Yunan medeniyeti ve soyluluğu" oluyor. Oysa Yunanlı Tarihçi Paparigopulos, çağımız Yunanlıları'nı şöyle belirler: "Gerçek Yunanlılar, Milattan Sonra 146'da, Romalılar'ın, Korent'i işgal ve tahrip etmeleriyle yeryüzünden silinmişlerdir. Milattan Sonra 6. Yüzyılda, Kuzeyden ve Batıdan, Yunan Yarımadasına akan "Slav", "Arnavut" ve "Ulah"lar bu topraklara yayılarak yerleşmişler ve "Yeni Yunanistan"ı yaratmışlardır." İşte bugün dünya sahnesinde, "Soylu Yunanlı"ların torunları olduklarını iddia eden "Yeni Yunanlı"lar melezleşmiş bir ırkın torunlarıdır. "Yeni Yunanlı"ları yaratan, Çarlık Rusya’sıdır. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak için Ortodoks Kilisesini kullanarak İmparatorluk sınırları içinde yaşayan Osmanlı vatandaşı Ortodoks halkı, kilise kanalıyla örgütlemiş, devlete karşı isyana teşvik etmiştir. Yunanistan her fırsatta, Rumların, Makedonların, Giritlilerin, Ege Adaları ile Korfu’da yaşayan halkın ve daha birçok milletin Yunan kökenli olduğunu öne sürerek bu insanların yaşadıkları topraklar üzerinde hak iddia etmiştir ve etmektedir. Hiçbir hakkı olmadığı halde değişik kökenli insanların bir bölümü binlerce yıl üzerinde yaşadıkları toprakları oldu bittilerle sınırlarına katmıştır. Bu Yunanlılaştırma hareketinde ise, 19. Yüzyılda "Ellenizm"in Avrupa ve Rusya'daki yaratıcıları ile Ortodoks Kilisesinin rolü büyük olmuştur. Yunanistan'ı yönetenler her dönemde, "Büyük Yunanistan"ı yaratmak amacıyla Balkanlar'da ve Anadolu'da Ortodoks Kilisesi’ni amaçlarına alet etmişlerdir. Yunanistan, bir Krallık olarak sahneye çıktıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan ve Ortodoks dininden olan her Osmanlı vatandaşına Kilisenin zoru ve Konsoloslukları kanalıyla Yunan pasaportu vermiş ve bu pasaporta sahip olanları Yunanlı saymıştır. Giritlilere gelince, Girit Adası insanları kendilerini hiçbir zaman bir Yunanlı gibi hissetmemişler ve Yunanistan'ı bir işgalci olarak kabul etmişlerdir. Onların tek arzuları Yunan boyundurluğundan kurtulup, bağımsız bir devlet olarak yaşamaktır. "Yeni Yunanlı"ların psikolojik yapısına gelince. Yunanlı Teorisyen Vezanis, günümüzün Yunanlı'sını şöyle tanıtır: "Yunan Filotimo'su (onuru) her?eyden çok kendimize saygı duymamız anlamına gelir. Başka hiçkimsenin bizden üstün olabileceğini kabul edemeyiz. Bu bizi alındırır ve bizden üstün olanları hiçbir şe-kilde affedemeyiz. Bize karşı her türlü üstünlüğü yok etmek için, onurluluğumuzun içine düşmanlık ve bilgiçlik girer. Asıl inanılmaz olan, yalancılığın her yanımızı sarmış olmasıdır. Her şeye karşı süphe duyarız. İşimize gelmeyen herşey bizim için yalandır. Karşımızdakinin dürüst ve iyi niyetli olduğunu hiçbir zaman kabul etmeyiz. Kabul eden olsa bile onu "aptal" hatta "hain" ilan ederiz." Her Yunanlının yaşamında iki yüzü vardır. Bunlar, gerçek dünya ile düşler dünyasıdır. Gerçek dünya, onun bedeni ile yaşadığı dünyadır. Hayal dünyası ise "Elenizm"in ölçüleri içinde yaratılan yaşamıdır. Yunanlı, herkesin içinde yaşadığı ve bildiği olayları göz göre göre kabul etmeyip, böyle bir şeyin hiçbir zaman olmadığını iddia edebilecek bir yapıya sahiptir. Yunan hayranı olarak tanınan İngiliz şair Lord Byron bile onları bir kitabında "Yunan milleti, gerçeği kavrama yeteneğinden yoksundur." şeklinde tanımlamıştır. Yunanistan 1832'de bir Krallık olarak dünya üzerindeki yerini aldığı zaman sınırlarının yüzölçümü, 47.516 Km2'lik bir alanı kapsıyordu. Bugünkü sınırları ise, 131.990 Km2'dir. Bütün bu topraklar bir damla Yunan kanı dökülmeden diplomatik entrikalarla ele geçirmiş, adeta gasp etmiştir. Bugün Yunanıstan'ı oluşturan toprakların, Korfu Adası hariç, tümü bir Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğu'na aitti. Yunan Krallığı'nın kurulması için Londra'da imzalanan protokolde, Osmanlı İmparatorluğu ile Yunan Krallığı arasındaki sınırlar belirlenmiş olduğu halde, Yunanlılar daha ilk kuruluş yıllarında yarattıkları sınır olayları ile Osmanlı İmparatorluğu'na ve dolayısıyla Türk milletine ciddi problemler yaratmışlardır. Böylece Türkler 450 yıl üzerinde yaşadıkları toprakları, kurulan Yunan Krallığı'na terkedip gitmek zorunda kalmışlardı ama, "Yunan Varlığı"nın sahneye çıkmasıyla, bir bela halini alan problemleri bitmemiş, bilakis artmış, tırmanmış ve bir çıkmaza girerek bugünkü duruma gelinmi?tir. Yunan Devleti'nin kuruluşundan bu yana tam 177 yıl geçtiği halde Yunanlıların Türklere karşı hislerinde en ufak bir değişiklik olmadı. 1919'da "Büyük Yunanistan"ı yaratmak için Anadolu'yu işgal etmeye teşebbüs eden Yunanlılar'ın, hamile Türk kadınlarını süngüleyerek doğmamış yavrularını karınlarında öldürürken, "Bir Türk piçini doğmadan öldürdük.." diye naralar attıklarına tanık olanlardan hala yaşıyanlar var. 1974'den önce aynı "Yunan Barbarlığı" Kıbrıs Adası'nda da yaşandı. 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs'ta yaşananlar ile Girit'in Yunan topraklarına alınması sürecinde yaşanmış olaylar arasında büyük benzerlikler vardır. Kıbrıs'ta da, Türk oldukları için kadın, çocuk, ihtiyar ayırt edilmeden yüzlerce kişiyi acımasızca öldüren, sonra da üzerleri-ne benzin döküp yakanların başında Yunanlı subayların bulunduğunu bütün dünya biliyor. Bunlar İnsanlık tarihine mal olmuş acı olaylardır. Yunanistan, 1840 yılının başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan Girit Adası'nı da sınırlarının içine almak amacıyla hazırlık yapmaya başlamıştı. Atina'daki Osmanlı Elçisi Musuros, Yunan Hükümeti'nin Girit'te başlattığı ayaklanmaya katılmaları için Ada'ya gizlice asker ve silah yolladığını ortaya çıkararak bu durumu protesto etmi?ti. Yunan Dışişleri, Türk elçisinin protestosunu kabul etmemiş, iddiayı asılsız olarak nitelemişti. Oysa, Yunan milli ar?ivinde bulunan bir belgede, 20 Haziran 1841 günü Poros Adasındaki deniz üssünden 2.000 adet silah ile 1035 okka barut çalındığı belirtilmektedir. Yıllar sonra çalınan bu malzemenin Girit'e gönderildiği gerçeği ortaya çıkmıştır. Bunun bir tekrarı 1956'da kaydedildi. Yunanistan'ın eski Dışişleri Bakanlarından Evangelos Averof, "Kaybolmuş Fırsatlar" adlı kitabında, 1956'da Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, Yunan Hükümeti'nin Kıbrıs'ta EOKA terör örgütünü nasıl beslediğini, Türkler'i ve İngiliz-ler'i öldürmeleri için hangi yollardan silah verdiğini, "Birleşmiş Milletler"i nasıl kandırdıklarını, kelimesi kelimesine şöyle anlatır: "1956 yılı başlarında Andreas Azinas ile Makarios'un yakın çevresinden Papaz Papamiltiyadis'in kızı Marula, Atina'ya gelerek yerleştiler. Bunlar, Kıbrıs'a gönderilecek silah ve cephaneyi sağlayacak ekibi oluşturacaklardı. Bütün bu operasyonun en güç yanı, gizlilik konusunda gösterdiğim hassasiyet ve ısrarımdı. Kıbrıs'a gönderilen silahların kaynağının tesbit edilmesi halinde doğacak en ufak bir şüphenin ortalığı karıştıracağını bildiğim için, böyle bir durumda, sevkiyatın derhal anında durdurulmasında ısrar ediyordum. KIBRIS'A SİLAH GÖNDERDİĞİMİZİN ÖĞRENİLMESİ, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN, KAPILARINI YUNANİSTAN'A VE KIBRIS'A KAPATMASI DEMEKTİ Yasal olmayan yollardan silah sağlamak kolay birşey değildi. Bu silah ve cephanelerin, ordu depolarından gizlice alınması mümkün olamazdı. General Grivas'ın, (Kıbrıs'ta EOKA terör örgütünü kuran Yunan subayı) Azinas'a tanıştırdığı üç subay bu operasyonda çok önemli rol oynamışlardı. Bunlar Albay Eksindaris, Binbaşı Gramatikos ve Yüzbaşı Stavros'dan kurulu bir hücreydi. BU ÜÇ YUNAN SUBAYI ELLERİNDEKİ OLANAKLARI KULLANARAK YUNAN ORDUSUNUN YENİ SİLAHLARINI KULLANILMIŞ MİADI DOLMUŞ, CEPHANELERİ DE YAKILMIŞ GÖSTEREREK KA-YITLARDAN DÜŞÜRMEK SURETİYLE KIBRIS'A GÖNDERMESİ İÇİN AZINAS'A TESLİM EDİYORLARDI." Yunanistan, ordusuna ait silahları "çalınmış" ya da "hurdaya" çıkmış göstererek, 1841'de Girit Adası'na olduğu gibi 1956'da da Kıbrıs Adası'na, Türkler'i öldürmeleri için gizlice kurduğu, terör örgütlerine göndermişti. Bugün ise yıl 1997, Yunanistan gene aynı oyunu yeni bir görünümle sürdürmeye devam ediyor. Atina bu kez dünya'yı "silahlar çalındı", "hurdaya çıktı" şeklinde değil de, "Güney Kıbrıs Rum Toplumuna eski silahlarımızı sattık, Kıbrıs’a gidenler paralı askerlerdir" şeklinde kandırıyor. Bu görünüm altında Yunanlılar, Kıbrıs'a, Türkler'e karşı kullanmaları için 50 Adet AMX tank'ı, "Leonidas" zırhlı araçları ve daha başka silah ve cephane gönderdiler. Kısacası, devlet olarak dünya üzerinde yerini aldığından bu yana 163 yıl geçmiş olmasına rağmen Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik melanetlerinde değişen birşey yok, dün ne ise bugün de aynı, hatta daha da tırmanarak bu kirli oyunlarını sürdürmeye devam ediyor. Biz şimdi tekrar 1841'e dönelim. Osmanlı Hükümeti, Yunanlılar'ın Girit Adasında yaşayan Ortodokslar'ı ayaklandırmak için silahlandırdığını öğrenince, Ada'daki Türkler'i korumak için asker yolladı. Atina'nın dayanılmaz tahriklerine rağmen, Türk tarafı serinkanlılığını kaybetmemeye çalışıyordu. O devrin büyük devletleri bir patlamanın her an yaklaşmakta olduğunu sezmişler, ipin ucunu fazla çekmemesi için Yunanistan'a baskı yapmaya başlamışlardı. Tıpkı bugün olduğu gibi.. Yunanlı politikacıların Arnavutluk, Makedonya, Ege ve Kıbrıs'a yönelik akıl almaz davranı?ları, bugün de Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, ABD ve dünya üzerinde söz sahibi ülkeler tarafından hoş karşılanmıyor, sık sık kendilerini toparlamaları ve saldırganlığı bırakmaları için ısrarla uyarılıyorlar. Avusturya ve İngiliz elçileri, Yunanlı Bakan'ın önüne, Girit'e hangi tarihte, sivil kıyafetle kaç subay ve asker ile ne kadar silah ve cephane yolladıklarını gösteren belgeleri koyuvermişlerdi. Yunan Kral'ı buna rağmen "Yabancı dostlarımız bizi korurlar," inancıyla Girit'e asker yollamaya devam etmişti. Girit'teki Yunan Konsolosluğu ihtilalcilerin karargahı durumundaydı. Yunanistan, Girit'te olduğu gibi Kıbrıs'ta da Konsoloslarını halkı Türkler'e karşı ayaklandırmak için kullanmıştı. Yunanlı Araştırmacı-Yazar Vasos Mathiopulos, "Kıbrıs'ı Kayıp mi Edeceğiz?" adlı kitabında bu konuya şöyle değinir: "1931'de Lefko?a'daki Yunan Konsolos'u Aleksi Kiru'nun tohumlarını serptiği Enosis'in en ateşli destekleyicisi Ortodoks Kilisesiydi. Din adamlarının parolası, `Enosis ve yalnızca Enosis' idi." Girit'teki olayların gitgide tehlikeli boyutlara ulaştığı günlerde Osmanlı Dışişleri Bakanı Rıfat Paşa, İstanbul'daki Yunan Elçiliği Maslahatgüzarını çağırarak, diplomatik bir dille; "Eğer Yunanistan bir devleti savaşa tahrik etmek istiyorsa oraya Girit'teki Konsolosu Peroğlu'nu atasın. O, savaş başlatmak için ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyor.." demiş ve bu şekilde bir savaşın eşiğine gelindiğini imalı bir şekilde anlatmıştı. İngiltere, önceleri Girit Adası'nın Yunanistan'a bağlanmasına karşıydı. İlk başlarda onun politikası, Ada'nın otonom bir devlet olarak yönetilmesi şeklindeydi. İngiltere Başbakanı Palmerston, İstanbul'daki İngiliz Elçisine, Bağımsız Girit konusunda Osmanlı çevrelerinin görüşünü alması için talimat vermişti. Yunanistan, İngiltere'nin Girit'in Bağımsız bir devlet olmasını istemesini ve bu yöndeki çabalarını kızgınlıkla karşılamıştı. Atina bu gelişmeler üzeri-ne Girit'teki Ortodoks çetecilerden, İngilizlerden uzak durmalarını ve otonomiyi bir yana bırakarak zaman kaybetmeden "ENOSİS"i ilan etmelerini istedi. Atina'dan gelen bu istek, çetecileri "OTONOMİ" ve "ENOSİS" isteyenler olarak ikiye ayırmıştı. Bu arada Yunanistan'daki muhalif partiler, Türklerin, "Giritli kardeşlerini" zorla adaya yolladıklarını iddia ederek bunu bir sorun haline getirince, Başbakan Koletis, siyasi muhalifleriyle takışmamak için Türk Elçisi Musuros'a bir yazı yollayarak ondan Giritli Ortodokslar'ın Ada'ya zorla gönderilmemelerini istedi. Bu gülünç ve sahtekarlık dolu bir hareketti. Yunanistan bir devletti ve bu devlet sınırları içinde görev yapan yabancı bir diplomatın, o ülkede yaşayan ve himaye edilen bir kişiyi zorla istemediği bir yere göndermesi mümkün değildi. Bu meselenin arkasında yatan gerçek bir Yunan diplomasi düzenbazlığıydı. Amaç, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaşmak için Atina'da toplanan Ortodoks Giritliler’in, savaş olmayınca Girit'teki Enosisçi çetelere katılmaları için geri gönderil-melerine zemin hazırlamaktı. Osmanlı diplomatları, Yunan yanlısı bu Giritli Ortodoks gönüllülerin Adaya dönmeleri halinde isyancılara katılacaklarını bildikleri için, onları zorla geri göndermeleri söz konusu değildi, aksine bunların Yunanistan'da kalmalarını tercih ediyorlardı. Yunanlılar'ın, "Türkler, Giritli Hristiyanları zorla Adaya yollu-yorlar" şeklinde bir yaygara ile ortalığı ayağa kaldırmalarının bir diğer nedeni de, Enosis'çi çetelere katılmaları için Adaya kaçak sokma hazırlığı yaptıkları Giritliler'in yakalanmalarını ve cezalandırılmalarını sağlayarak "Türkler, Girit Hristiyan halkına işkence ediyor, öldürüyorlar" şeklinde bir propagandaya zemin hazırlamak ve yabancı ülkeleri Türk devletine karşı kışkırtmaktı. Bu akıl almaz bir davranıştı. Yunanistan, Türkiye aleyhine propaganda yapabilme uğruna, kendi adamlarını kurban etmekten kaçınmıyordu. Yunanistan'ın, bir oldu bittiyle sınırları içine aldığı Girit’te oynadığı oyunun bir eşini bugün Kıbrıs üzerinde oynadığını görü-yoruz. Kıbrıs konusuna çözüm arayan Uluslararası güçler ve temsilcileri "Kıbrıs Meselesi"nin gerçek yüzünü bilmedikleri için Yunan-Kıbrıs Rum Yönetimi'nin sergiledikleri duygu sömürüsü ve benzeri propagandalarının etkisi altında kalarak, Kıbrıs Adası'na bir Yunan Adası gözüyle bakmaya meyilli gözüküyorlar. Oysa ipleri, Atina'nın elinde bulunan Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, İngiltere'ye karşı izlediği politika bir "Şantaj Diplomasi"si şeklinde geliştiği artık çok açık bir şekilde görülüyor. Özellikle 1997 yılı başından beri Güney Kıbrıs'ta Rumlar, Adadaki İngiliz Üslerine karşı şantaj amaçlı bir saldırı politikası izlemektedirler. Yunanistan'ın, bugün, PKK ve "İnsan Hakları" konusunu, Avrupa Birliği içinde kullanarak, Türkiye'yi yıpratmaya çalışması da, komşusuna karşı sürdürdüğü "kirli diplomasi"nin bir diğer yüzüdür. Görüldüğü gibi Türk-Yunan ilişkilerinde değişen birşey yok. 1858'de Yunanistan tarafından beslenen ve kışkırtılarak yönlendirilen Giritli Ortodokslar, Vali Mustafa Paşa'ya baş kaldırdılar. İsyanı bastıracak kadar askeri bulunmayan Vali, zaman kazanmak için asileri yatıştırmaya çalışmış, İstanbul'dan asker gönderilmesini istemişti. Osmanlı İmparatorluğu'nun Başkenti olan İstanbul'dan gelen cevap: "Problemlerimiz yeteri kadar fazla, Girit'te olay yaratmayalım, yumuşak davranmaya gayret edin." şeklindeydi. Hatta Mustafa Paşa görevinden alınarak, yerine yumuşak mizaçlı bir kişi olan Sami Pa?a gönderilmi?ti. Adada gergin hava yatışmak üzereyken, 18 Haziran 1858 gecesi bir Ortodoks Girit'li, bir Türk bakkalı öldürünce, Türk halkı vali ko-nağının önünde toplanarak, katili linç etmek için kendilerine veril-mesini istemişti. Jandarmalar galeyana gelen Türkleri durduramıyacaklarını anlayınca, alelacele kurulan bir mahkeme katili idama mahkum etmişti. Bu defa Giritli Ortodokslar kızmış, silahlarını kapıp dağa çıkmışlardı. Girit'in Yunanistan'a bağlanmasını isteyen çeteler gene eskisi gibi Türk köylerini basarak soyuyor, önlerine çıkan Türkleri öldürüyorlardı. Sami Pa?a Ada'ya geldikten sonra durum biraz sakinleşmişti. Bu arada Osmanlı Hükümeti, Hanya şehrindeki Yunan konsolosunun, Ortodoks halkı Türklere karşı isyana teşvik ediyor gerekçesiyle geri alınmasını istedi. Yunanlılar onu geri çekmediler yalnızca süresiz izin verdiler. Adayı yöneten Türkler, ortalığı sakinleştirmeye çalışırlarken, Yunanlı ajanlar ve Kilise, Ortodoks halkı kışkırtmaya devam ediyorlardı. Yunan konsolosluğunda Girit lehçesiyle yazılmış Türkleri hedef alan bir bildiri havayı bir anda gene elektriklendirmişti. Bu bildiride; “MÜSLÜMAN OLAN TÜRKLERİN GİRİT ADASINDA YAŞAYABİLMELERİ İÇİN ORTODOKSLUĞU KABUL ETMELERİ, AKSİ HALDE ADADA TEK TÜRK KALMAYINCAYA KADAR ÖLDÜRÜLECEKLERİ” belirtiliyordu. 1965'te Kıbrıs'ta da Ada Türklerine karşı bir soykırıma girişen EOKA terör örgütünün başında bulunan Yunanlı General Grivas da buna benzer birçok bildirilerle Ada Türklerini, EOKA çetecilerinin öldürmeleri için birer canlı hedef haline getirmi?ti. Yunanistan, 1860'lı yıllarda Osmanlı İmparatorluğunu parçalamaya yönelik faaliyetlerini hızlandırmıştı. Bulgar ve Sırp gençleri, Atina'daki Harp okulunda eğitip subay yetiştiriliyor, İtalya'dan topladığı işsiz güçsüzleri, katil ve sabıkalı canileri paralı asker olarak Girit'e yolluyordu. Yunan Harp Okulundan çıkan Bulgar ve Sırp su-baylarla, İtalyan paralı askerler, Girit'te sözde bağımsızlık savaşı veren "çete"ler olarak cinayetler işliyorlar, soygunlar yapıyorlardı. Türk askerleri bu çetecileri yakaladıkları zaman İtalyan, Bulgar ya da Sırp vatandaşı oldukları için, bunlarla Yunanistan arasında bir bağlantı kurulamıyordu. Bu gelişmeler 1860'larda kaydedilmiştir. 1997'de ise aynı oyunun Güney Kıbrıs'ta sahnelendiğini görmekteyiz. Ada Türklerini saf dışı bırakarak bütün Kıbrıs Adası'nı büyük bir inatla sınırları içine alma çabası içinde bulunan Yunanistan’ın, Sırp ve Ortodoks Arnavut subayları ile PKK terör örgütünün militanlarını paralı asker olarak Türklere karşı savaşmaları için Güney Kıbrıs'a yolladığını da Güney Kıbrıs'ta görevli bütün yabancı diplomatlar görüyor biliyorlar. Bu gelişmeler kaydedilirken, Yunanistan'dan Girit'e büyük bir parti silah gönderildi. Osmanlı yönetimi buna büyük tepki gösterdi ve Atina'dan, Girit üzerindeki oyunlarına son vermesi istendi. Yunanistan’ı yönetenler her zamanki pişkinlikleri ile "Biz barışsever bir milletiz, Girit'e silah göndermiş değiliz, yanlışınız var." şeklinde bir açıklamada bulunmuşlardı. Bu açıklamadan iki gün sonra Atina, Türklerle alay edercesine Girit'e bir parti silah daha yollamıştı. Osmanlı devleti oynanan oyunun farkındaydı, Girit'e savaş gemileri ve asker gönderdi. Bu müdahele sonucu isyancılar 2-3 hafta içinde dağıtılmışlardı. İsyan'ın bastırılmasından kısa bir süre sonra Yunanistan gene "Panellinion" adlı gemi ile Girit'e gönüllüler, silah, cephane ve para yolladı. Ayrıca Kralın Yaverlerinden Zervudakis ile ihtilalcileri yeniden örgütleyecek yüksek rütbeli Yunanlı subaylar da gizlice Adaya gönderilmişlerdi. Yunanistan'ın tüm çabalarına rağmen, Türk Kuvvetleri, ihtilali bir kez daha bastırmış, Girit'te ihtilal yapmaya çalışan subayları yakalayarak cezalandırmak yerine Yunanistan'a iade etmişti. Yunanistan, "GİRİT BENZERİ" bir entrika dizisini yıllar sonra Kıbrıs Adasında da oynamaya kalkışmış, Türkiye, bu tahrik edici oyunu yıllarca serinkanlılıkla izlemiş, ancak Kıbrıs Türk halkının can güvenliği söz konusu olunca 1974'de Hukuki Garantörlük hakkını kullanarak Adayı Yunanistana bağlamak amacıyla darbe yapan Yunan subaylarına karşı müdahelede bulunmuştur. TÜRKİYE, YUNANİSTAN'IN KIBRIS ADASI ÜZERİNDEKİ EMELLERİNİ ÇOK İYİ BİLMEKTE VE YENİ BİR "GİRİT OLAYI"NIN YAŞANMAMASI İÇİN BUGÜN ÇOK HASSAS VE KARARLI DAVRANMAKTADIR. Yunan Kralı, Girit fiyaskosunun faturasını, dönemin Başbakanına ödetmiş onu azlederek yerine Kumuduros'u getirmişti. Yeni Başbakan kurduğu hükümet'te "Meğali İdea"cı olarak tanınan politikacılara özellikle yer vermişti. Bu yeni Hükümetin aldığı ilk karar Girit İhtilalcilerine destek vermek için bir yardım kampanyası açmak olmuştu. Dış ülkelerde yaşayan Yunanlılarla İstanbul'da yaşayan Osmanlı vatandaşı Rum kökenli Yunanlılardan 28 milyon drahmi toplanmıştı. Bu para ile satın alınan silahlar alelacele Girit'e gönde-rilmişti. Ayrıca Adaya gizlice yollanan Yunanlı subaylar, çetecileri yeniden örgütlemeye ve eğitmeye başlamışlardı. Kumuduros'un iktidarı çok kısa sürmüştü. Kral onu görevden aldı ve yerine Anayasa Mahkemesi'nin Başkanı olan Moraitini'yi atadı. Yunanistan'ın Girit Adası üzerindeki tahrik edici faaliyetleri Osmanlı yönetimini ciddi şekilde sinirlendiriyordu. Kral George, Türk tarafını sakinleştirmek için her zaman yaptığı gibi yabancı ülkelerin elçile-rine sığınıyor, Yunanistan'ı Türklerden korumalarını istiyordu. NE GARİPTİR Kİ ŞİMDİ DE YUNANİSTAN BAŞBAKANI, TÜRKİYE'Yİ HEM TAHRİK EDİYOR, HEM DE TÜRKİYE'NİN YUNANİSTAN'A SALDIRACAĞINI İDDİA EDEREK, DÜNYAYI AYAKLANDIRIYOR, ONLARDAN YUNANİSTAN'I TÜRK TEHLİKESİNDEN KORUMALARINI İSTİYOR. Yunan Parlamentosu, politikacı olmadığı için Moraitini'ye güvenoyu vermedi, bu yüzden hükümeti kurma görevi Vulgaris'e ve-rildi. Vulgaris, Girit konusunu bir politika malzemesi olarak kullandığı halde, bunun kendisine problemler yaratacağını da çok iyi biliyordu. Hükümetin Dışişleri Bakanı Deliyanis ise onun aksine, Girit'teki ihtilalin körüklenerek, Türk tarafı için “KANAYAN YARA” haline geti-rilmesi gerektiğini meclis konuşmalarında tekrarlayıp duruyordu. Yıllar sonra 1974'de Yunanlılar, Türk müdahalesi yüzünden Kıbrıs'ı sınırları içine alamayınca ülkenin Başbakanı Konstantin Karamanlis aynı yılın sonlarında Selanik Fuarının açılışında yaptığı bir konuşmada kelimesi kelimesine "KIBRIS'I, TÜRKİYE'YE KANAYAN BİR YARA HALİNE GETİRECEĞİZ" demişti. Başbakan Vulgaris, şimşekleri üzerinden atmak için Girit konusunda Dışişleri Bakanı Deliyanis'e geniş yetki tanımıştı. Yeni Yunan Hükümeti iktidara gelir gelmez Girit konusunda Osmanlı devletini tahrik edici faaliyetlerin içine girince, Türk tarafı 29 Kasım 1868'de Yunan Hükümetine bir Nota verdi. Notada “5 gün içinde, Girit'teki çetelerin dağıtılması, Yunan subaylarının geri alınarak cezalandırılmaları, ayrıca bir daha Girit'te Türk devletine karşı eylem düzenlenmeyeceği konusunda söz verilmesi” isteniyordu. 20 Ocak 1869'da, Büyük devletler Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginliği görüşmek üzere Paris'te bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda alınan karar, “TÜRKİYE'NİN HAKLI OLDUĞU VE YUNANİSTAN'IN GİRİT KONUSUNDA KIŞKIRTMACI OLMAKTAN KAÇINMASI GEREKTİĞİ” şeklindeydi. Ne var ki, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu çok ciddi problemlerle yüzyüze bulunuyordu. Balkanlar bölgesinin halkları Rusya'nın kışkırtmalarıyla, İmparatorluğa karşı ayaklanmışlardı. Balkanlardaki isyanlar çığ gibi yayılmıştı. Osmanlı ordusu isyanları bastırmak için birkaç cephede birden savaşıyordu. Osmanlı Devleti sınırlarını korumaya çalışırken, İsviçre'nin Cenevre şehrinde bir örgüt sahneye çıkmıştı. Bu örgütün adı "DEMOKRATİK DOĞU FEDERASYONU" idi. Örgüt Rum, Bulgar, Sırp ve Romanyalılar tarafından kurulmuştu. Yunanlılar dikkatleri üzerlerine çekmemek için örgütte “Rum” adı arkasında yerlerini almışlardı. Örgüte maddi destek verenler Yunanlı ve Ermeni zenginlerdi. Örgütün amacı Balkan ülkelerinin bir Federasyon çatısı altında toplanmalarıydı. Bu federasyon kuruluncaya kadar da örgüt Balkan bölgesinde Osmanlı İmparatorluğu'na karşı başlayan ayaklanmaları besleyecekti. Yunanlı politikacılar, Balkan bölgesini Türk devleti için bir yara haline dönüştüreceklerinden, bu arada Ermeni ve Kürtlerin de Doğu Anadolu'da ayaklanacaklarından emindiler ve bu yönde faaliyetlerde bulunuyorlardı. Böylece Girit'i ve Anadolu'da göz diktikleri Türk topraklarını sınırları içine alarak "Büyük Yunanistan"ı yaratacaklarına inanıyorlardı. Ne gariptir ki, Yunanistan bugün bile yine aynı oyunu oynamaya devam ediyor. İşte bunun en açık bir kanıtı 1995 Mart ayı sonlarında Türkiye ve dünya basınında yayınlanan "Uluslararası İlişkiler Ajansı"nın aşağıdaki haberidir. "Yunanistan, Türkiye'yi Parçalamak için Güney Kıbrıs'ı Üs Olarak Kullanıyor" başlıklı haberin tam metni şöyledir: "Güney Kıbrıs'ı Türkiye'ye yönelik yıkıcı faaliyetlerin üssü haline getiren Yunanistan, Lefkoşa'da Türkiye'yi parçalamayı hedef alan bir toplantı düzenledi. "KÜÇÜK ASYA HALKLARI TOPLANTISI" adını taşıyan bu toplantının amacının, Türkiye Cumhuriyetini 47 parçaya bölmek olduğu ilan edildi. Türkiye'den suç i?leyerek kaçan Ermeni, Kürt, Suriyeli, Arap ve Komünist teröristleri Atina'da toplayıp, Türkiye'deki bağımsızlık hareketlerinin temsilcileri olarak Güney Kıbrıs'a götüren Yunanlılar'ın başında bulunan iki isim dikkati çekiyor. Bunlardan biri kendisini PKK'nın çete başı çocuk katili Abdullah Öcalan'ın Yunanistan'daki temsilcisi olarak tanıtan Yunanlı Emekli Amiral Andonis Naksakis ile, Yunanistan'da iktidarda bulunan Sosyalist PASOK Partisi'nin Merkez Komitesi üyesi Mihalis Haralambidis'dir. Toplantının bir diğer ilginç yanı da sözde parçalanacak Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde kurulacak hayali Rum, Kürt, Arap, Ermeni devletlerinin uydurma bayraklarının asılmış olmasıydı. Bu toplantıya Yunanlı Milletvekilleri de katıldılar ve konuşmalar yaptılar. Yunan anamuhalefet "Yeni Demokrasi" partisi milletvekili Panayotis Kamenos'un konuşması şöyleydi: "Bugün burada toplanan bizler, Türkler'e karşı tarihte yerini alacak ortak bir mücadeleyi başlatmak için toplanmış bulunuyoruz. Bizi birleştiren, bütünleştiren ortak bir düşmanımız var. BU DÜŞMANIMIZ TÜRKİYE'DİR.. İşgal edilmiş topraklarımızı Türkiye'nin elinden kurtarmak için ortak bir mücadele başlatmamızın artık zamanı gelmiştir." Türkiye'yi "İnsan Hakları" ve "Demokrasi" konusunda yargılayan yabancıların adil olabilmeleri için bu gerçekleri ve "Türkiye üzerinde oynanan oyunları" çok iyi bilmeleri gerekir. 1870'lerde Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalayarak toprakları üzerinde Balkan Federasyonu kurma faaliyetleri içine giren Yunanistan'ın, 1998'de Anadolu'yu parçalayarak üzerinde Kürt, Ermeni, Arap, Rum Cumhuriyetleri Federasyonu kurmaya çalıştığını görüyoruz. Biz gene gerilere 1870'li yıllara dönelim. Osmanlı Ordusu Balkanlardaki ayaklanmaları bastırınca "DEMOKRATİK DOĞU FEDERASYONU" ortadan kayboldu. Yunanlılar hiçbirşey olmamış gibi gene Girit'te yeni bir isyanı kışkırtmaya başladılar. 15 Eylül 1877'de, 700 kadar Giritli silahlarıyla Atina'da tarihi stadyumda toplanarak, Girit'i Türkler'den almak için yemin ettiler. Bu arada Girit'teki Enosis'çi ihtilalcileri eğitecek olan Yunan subayları da, 1878'de Pire Limanı’ndan Girit'e hareket ettiler. Ada'da yaşayan Yunanistan yanlısı Ortodoks halk, yine yollara dökülmüş, Türkler aleyhine gösteriler yapıyorlardı. Silahlar patlamadan önce "Girit İhtilal Komitesi" Osmanlı yönetimine bir mesaj yolladı. Bu mesajda, Yunan yanlısı Ortodoks halkın, Osmanlı devletinden, adanın bağımsızlığını tanımasını, kendi yöneticilerini kendi aralarında seçmesini kabul etmesini, Otonom yönetime yılda 500 kuruş vergi ödemesini ve yabancı ülkelerin garantörlüğünü kabul etmelerini istiyordu. Osmanlı Devleti bu isteklere cevap dahi vermeyince, çeteler dağa çıkıp saldırı hazırlığı yapmaya başladılar. Girit Adasındaki Türk Kuvvetleri'nin komutanı İstanbul'lu bir Rum olan Adosidis Paşa idi. Adosidis Paşa Ortodoks halk'a karşı yumuşak davranıyor, onlara yakın olmaya çalışıyordu. Bunun nedeni onlara kendisinin de Ortodoks olması değil, onları kontrolü altında tutmak istemesi idi. Asilerin arasında ona bilgi taşıyan ajanları vardı. Bu şekilde onların bütün hareketlerini izleyerek önlemlerini alıyordu. Adosidis Pa?a, ajanlarından, ihtilalcilerin “Bağımsız Girit” görünümü ile Avrupa ülkelerinin sempatisini kazanmaya çalıştıklarını, asıl amaçları'nın "Enosis" olduğunu öğrenmişti. Elinde bunu doğrulayacak belgeler de vardı. Bu sayede, Yunanistan'ın kont-rolünde bulunan ihtilalciler etkisiz hale getirildiler. 1889'un Kasım ayında Girit'teki Yunan yanlısı Ortodokslar yine ayaklandılar. Yunanistan'ın Adaya yolladığı ajanlar, Ortodoks halkı, kiliseyi de devreye sokarak "Enosis"i ilan etmeleri için zorlamaya başlamışlardı. Hatta Atina'da hazırlanan bir bildiri ile Girit Ortodoks halkının kendi iradesiyle Yunanistan'a bağlanması konusunda karar aldığını açıklamıştı. Yunanistan, aynı oyunu 1950'de Kıbrıs'ta oynadı. Bir oldu bitti ile kilisenin içinde düzenlenen hile dolu bir plebisitle Adada yaşayan Ortodokslar'ın Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanmasını istedikleri açıklandı. Girit'te olduğu gibi, Kıbrıs'ta yaşayan Türkler, tanınmak istenmemiş, insan yerine konmamışlardı. Atina'da hazırlanan Girit Adasının Yunanistan'a bağlanmasıyla ilgili açıklama üzerine, Osmanlı Devleti duruma el koymuş ve Mahmut Celalettin Paşa'yı Adaya yollamıştı. Paşa ihtilalcilere önce yumuşak muamele etti. Onlar ise aksine kan dökmeye başlayınca, Celalettin Paşa sertleşmek zorunda kaldı. Ba?bakan Trikupis, Yunanistan savaşa hazır olmadığı için Girit ihtilalcilerini durdurdu. Türk-Yunan ilişkilerinin 1896-1897 bölümü, Yunanlı tarihçi Yorgo Kordatos'un "Yunan Tarihi" adlı kitabında şöyle yer alır: "31 Mayıs 1895'de seçimleri kazanan Deliyanis Başbakan olur olmaz, her şeyi bir yana bırakarak ülkenin çok bozuk olan ekonomik durumunu düzeltmek için dış krediler sağlamaya ağırlık verdi. Bu arada Doğu Anadolu'da Ermeniler'in Osmanlı Devleti'ne baş kaldırdıkları haberi Atina'ya geldi. Bu haberin duyulmasından onbeş gün sonra Girit'teki Rumlar gene ayaklanmışlardı. Ermeniler Berlin Anlaşmasının 61. maddesinden kendilerine de pay çıkararak, Anadolu'da toprak talebinde bulunuyorlardı. Ermeni ihtilali, Avrupa'daki Türk düşmanları tarafından bir propaganda konusu haline getirilmişti. Yunanlılar, Türkler'i dünyaya "Barbar caniler.." olarak tanıtmaya çalışıyorlardı." Bugün de Yunanistan'ın, Türkiye'ye yönelik yüzü aynı çirkinliği koruyor. Değişen hiçbir şey yok. Hatta propaganda malzemesi olarak kullanılan sözcükler bile aynı. Yunanlılar'a göre "Türkler, barbardır", "İnsan haklarını çiğniyorlar", "Yunanistan'ı, Ege'yi, Kıbrıs'ı işgale hazırlanıyorlar.." ve buna benzer daha bir çok hezeyanları dünyaya yayıp duruyorlar. Türkiye'yi parçalamak, Anadolu'yu yağmalamak için PKK ve benzeri kanlı terör örgütlerini topraklarında barındırdıkları gerçeği ortaya çıktığı zaman ise, İnsan Hakları savunucuları olarak ortaya çıkıveriyorlar. Osmanlı Devleti, Ermeniler'le uğraşırken, Girit'te de bir isyanla karşı karşıya gelmek istemiyordu. Bu yüzden, kendi yöneticilerini seçmelerı için seçim yapmalarına izin vermişti. 8 Nisan 1895'de seçimler yapıldı. Atina, Girit'li Ortodokslar'ın yatışmasını istemiyordu. Türklere problemler yaratmaları için onları kışkırtmayı hızlandırdı. Girit'e dağıtılan Atina'da hızırlanmış bildirilerde "Ermeniler Türklere karşı isyan ettiler. Bağımsızlık savaşı veriyorlar. Giritli kardeşlerimiz siz de Türklere karşı savaşın, onları adanızdan atın." deniliyordu. Girit Adasındaki Osmanlı kuvvetlerinin Genel Komutanı olan İstanbul'lu gerçek Rum kökenli Karatodori Paşa, Adadaki Yunan Konsolos'u Yennadi'nin, Ortodoks halkı isyana teşvik ettiği ortaya çıkınca, seçim sonuçlarını iptal etti ve yönetim meclisini kapattı. 7 Mayıs 1896'da Ortodoks halk, Yunanlı ajanların ve papazların kışkırtmalarıyla Türk askerlerine saldırdılar, silahlar patlamaya başlayınca 12 Mayıs'ta Yunan Başbakanı Adaya savaş gemileri göndereceklerini açıkladı. 15 Mayıs'ta Atina'da Girit için bir miting düzenlendi. 20 Mayıs'ta yapılan daha görkemli mitingde, Girit'in Türklerden kurtarılması için bir "Savaş Komitesi"nin kurulduğu açıklandı. Komite'nin başına Yunanlı General Koroneos getirilmişti. Ayrıca bir de "Giritliler Merkez Komitesi" kurulmuştu. Bu komite Girit İhtilalcilerinin propagandasını yapacak, yardım toplayacaktı. Yunanistan'da Girit ile ilgili örgütlenmiş faaliyetler başlayınca, Yunanistan'ın dostu olan yabancı ülkelerden bazılarının İstanbul'daki elçileri, Padişah Abdülhamid'e Girit'te İsyanı bastıran Turhan ve Hasan Paşa'ları geri alması için baskı yaptılar. Bu iki paşa, Yunanlıların örgütlediği Enosisçi asilere nefes aldırtmadıkları için Ada'da görevlerini sürdürmeleri işlerine gelmiyordu. Onları Ada'dan uzaklaştırmak için yabancı dostlarını kullanmışlardı. Padişah Abdülhamid, yeni problemlerle karşı karşıya kalmamak için bu iki paşayı Girit'ten geri çekmişti. Osmanlı yönetimi Adadaki, bütün görevlilerini değiştirdi. Genel Komutan olarak Osmanlı vatandaşı İstanbullu bir Rum olan Yorgo Virovitis Paşayı tayin etti. Asiler yatışmak üzereyken Atina her zaman olduğu gibi ateşi körükledi. 27 Temmuz 1896'da Yunan ordusundan çok sayıda subay ve assubay "Mina" gemisiyle ihtilale katılmak amacıyla Girit'e gittiler. Aynı tarihlerde Kıbrıs'ta da Yunan faaliyetleri doruğa ulaşmaştı. İngiliz Milli Arşivinde 883/6 numaralı dosyada bulunan belge bu faaliyetler hakkında bilgi veren bir istihbarat raporudur. Limasol'da bir üst düzey İngiliz görevlisi tarafından hazırlanan raporda şöyle deniliyor: "Toplantılarda, gösterilerde, sıradan olaylarda, festivallerde, ku-lüplerde ve oyun alanlarında Yunan bayrağı taşınıyor veya asılıyor. Her ne kadar Kıbrıs İngiliz yönetimi altında, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olsa da, genelde belirgin bir şekilde görülen Yunan bayrağıdır. Bu tahriklere Müslüman nüfus geçen yıl anlayışlı ve ılımlı davrandı. Eğer, Osmanlı Türkleri de, Ortodoks Hristiyanları örnek almış olsalardı, onlar da kötü niyet gösterip taşkınlıklar yapabilirlerdi. Osmanlı bayrağı hemen hemen hiç kullanılmıyor ve arada bir Vali konağında asılan küçük sancaktan başka İngiliz yönetiminin hiçbir amblemi görülmüyor. Bu aralarda, ?ehrin ucunda sahilde, neredeyse evimin kar?ısında bulunan lisede sık sık çok büyük bir Yunan bayrağı yükseliyor. Bu ve diğer bayraklar limana giren ve oradan geçen gemiler tarafından görülebiliyor. Bu konuyla ilgili herhangi bir önlem almadım. Ancak durumu bilgi için size aktarıyorum." 1897 Ocak ayında, Yunanistan "Meğali İdea" arzularını açığa vurmuştu. Girit'teki Yunan yanlısı Ortodoks çeteciler, silaha sarılmışlardı. Osmanlı Devletinin yeni maceralara sürüklenecek gücü kalmamıştı. En ufak ayaklanmayı yayılmadan anında bastırması gerekiyordu. Girit'teki bu ayaklanma da böyle hassas bir ortamda bastırılmıştı. Örgütlenmiş Yunan propagandası, Avrupalıları, "Türkler Girit'te Hristiyan kardeşlerinizi öldürüyorlar." diyerek Türkler aleyhine kışkırtıyordu. Yunanistan'ın silahlandırarak, Türklere saldırttığı çetecilerle, Yunanistan'dan Ada'ya kaçak giden Yunanlı subay ve askerlerin Ada Türklerini öldürüp mallarını çalmalarına verdikleri isim "Bağımsızlık savaşı"ydı. Tıpkı l963-1974 yılları arasında Kıbrıs'ta olduğu gibi, Türk halkını Yunanlı eşkiyalardan korumaya çalışan devletin bu katilleri durdurmaya çalışması ise, "Türk Barbarlığı" oluyordu. Yunan propagandası, yabancıları yalanlarıyla etkilemekte ustadır. Avrupa ülkeleri hükümetleri de, o dönemde Osmanlı devletiyle olan diplomatik ilişkilerine göre Yunan propagandasını ya sahipleniyor ya da dikkate almıyordu. Ne yazık ki 2000 yılına yaklaşırken Türk devleti benzeri bir durumla gene yüzyüzedir. Yunan propagandasını kendi diplomatik ve iç siyasi politikalarına alet eden bazı ülkelerin, 19. yüzyılda olduğu gibi Türkiye'ye karşı cephe almış bulundukları görülüyor. Girit’e dönelim: Yeni problemler istemediği için Girit konusunu kapatmaya çalışan Sultan Abdülhamid, Giritliler'e Bağımsızlık vermeyi kabul etmişti. İngilizler de Girit Rumlarına bağımsızlık verilmesini istiyordu. Yunanlılar ise "Enosis"ten başka hiçbir çözümü kabul etmiyorlardı. 28 Ocak 1897'de, Yunan savaş filosu Girit'e doğru hareket etti. Yunan Veliahdı Yorgo, gemilerden birinin komutanı olarak sefere katılmıştı. 31 Ocak 1897'de Yunan Kralı, büyük devletlere bir çağrıda bulundu. Çağrı şöyleydi: "Yunanistan, ‘Girit Yunanlıları'nı (Ortodokslar) koruması altına almıştır. Siz Avrupa ülkelerinden, Türklerin Girit'e asker göndermelerini önlemeniz için savaş filolarınızı Ada sularına göndermenizi istiyoruz." Yunanlılar, bir yandan Adaya saldırıp "Enosis" ilan ederken, öte yandan Avrupalılara emrivaki ile savaş filolarını Girit'e yollamaları için adeta emir veriyorlardı. Yunan gemileri 1 Şubat'ta Suda limanını abluka altına almış, Hanya'ya asker çıkararak adayı işgal harekatına başlamışlardı. 25 Şubat'ta Atina, Girit Adasını Yunanistan'a bağladığını dünyaya ilan etti. Yunanistan'ın adayı işgale kalkışmasına ve "Enosis"i ilan etmesine karşı, Osmanlı devleti'nin gösterdiği tepki, Yunanistan'ın Avrupa ülkeleri nezdinde kınanması ve Anadolu'da asker toplanmaya başlanması şeklinde olmuştu. Yunanistan'ın bu hareketi "savaş ilanı" anlamına geliyordu. Buna rağmen, Yunanlılar'ın Girit'i işgal etmeye kalkışmalarını sempatiyle karşılayan Avrupa ülkeleri de vardı. Bunlar, Yunan Kralı'na kutlama telgrafları yolluyor, onu adeta kışkırtıyorlardı. Bu ilgiden cesaret alan Kral, yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde: "İstediğim anda 300 bin kişilik bir ordu çıkarır, Osmanlı Devleti'ni yeryüzünden sile-rim. Bu, hedefimize ulaşmamız için yeterli bir güçtür." diyordu. Yunan Kralı bir yandan, Türkiye'ye karşı savaş kışkırtmacılığı yaparken, öte yandan Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya ile gizli diplomatik temaslar sürdürüyordu. Bu ülkelerin birbirleriyle olan diplomatik ilişkileri toprak ve ekonomik çıkarlara dayanıyordu. Kral Yorgo, desteklerini kazanmak için hepsine aynı şeyleri vaad edince oynadığı oyun ortaya çıkmıştı. Yunan Kralı'nın iki yüzlülüğünü ortaya çıkaran Rus Çar'ı idi. Oyuna getirilmeye çalışıldığını anlayınca Almanlarla birleşti ve Yorgo'yu tek başına bıraktı. Bu gelişmelerin sonucunda Avusturya, Rusya, Fransa ve Almanya 1 Şubat'ta Yunanistan'a birer Nota verdiler, Nota şöyleydi: "Girit Adasını işgal etme teşebbüsünüz barışı tehlikeye düşürmü?tür. Bundan doğacak sorumluluklar Yunan hükümetine aittir." Durum böyle olunca İngiltere de buna benzer bir Nota'yı Yunanistan'a vermek mecburiyetinde kalmıştı. Atina'daki Türk elçisi Asım Bey de, Yunan hükümetini, ileride doğabilecek olaylardan sorumlu tutulacağı konusunda uyarmıştı. Yunan Dışişleri Bakanı Skuzes'in Türk elçisine verdiği cevap terbiye ölçülerini çok aşmıştı. Yunanlı bakan ses tonunu yükselterek Türk elçisine şöyle demişti: "Sizin ne düşündüğünüz benim için önemli değil. Biz kararlarımızın hesabını kimseye verecek değiliz." Yunan Devleti bu davranışlarıyla boğazına kadar batağa batmıştı. Geriye dönüş yapması için zaman çok geçti. Osmanlı devleti, Yunanistan'a karşı izlediği "hoşgörü" ve "serinkanlılık" politikasını bir yana bırakarak, artık ona bir ders verme zamanının geldiğine karar vermişti. 2 Şubat'ta, Girit'teki Türk kuvvetleri harekete geçtiler, yakaladıkları ihtilalcileri anında yargılayarak idam ettiler. Osmanlı yönetimi, Girit ihtilaline son vermek için adaya asker yolladı. Yunanistan buna büyük tepki gösterdi ve bir Nota verdi. Nota ?öyleydi: "Girit Adasındaki Yunan halkının (Ortodokslar) can güvenliğini korumak için, Türk askerinin adaya ayak basmasına izin vermeyeceğiz." Yunanistan'ın, bağımsızlık yıldönümü olan 25 Mart 1897'de, Atina'da savaş isterisi doruğuna ulaşmıştı. O gün, Türk topraklarına saldırıya geçildiği söylentisi etrafa yayıldı. Bu söylenti iki gün sonra gerçekleşti. 27 Mart'ta, Yunanlı subaylar Epir ve Makedonya'ya giderek, orada faaliyet gösteren çetelerin başına geçtiler ve Osmanlı devletine saldırdılar. Türk-Yunan savaşı başlamıştı. Türk ordusu aynı gün harekete geçerek stratejik mevkileri ele geçirdi. Yunan ordusunun Başkomutanı Kral Yorgo idi. Türk-Yunan savaşının başladığını duyan Kıbrıs'lı, Girit'li, İstanbul'lu ve İzmir'li olan ancak Ortodoks oldukları için kendilerinin Yunanlı olduklarına inandırılan çoğu Osmanlı vatandaşı binlerce kişi gönüllü olarak Yunan ordusuna katılmışlardı. Avrupa ve Rusya'dan gelip Yunan ordusuna katılanlar da vardı. Yunanistan bu savaş için yıllarca hazırlanmıştı. Avrupa'da eğitilmiş kurmay subayları, bol silah ve cephanesi vardı. Yunan ordusu savaşın daha ilk gününde bir sabun köpüğü gibi eriyip yok olmuştu. Paniğe kapılan Yunanlı subay ve erler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Türk ordusu 21 gün içinde bütün Thesalya'yı işgal etmiş, Başkent Atina'nın kapılarına dayanmıştı. Türkiye, 20 Temmuz l974'de de Kıbrıs Adasını bir darbe ile sınırları içine almak istemesi yüzünden Yunanistan ile savaşacak duruma gelmişti. Yunan yönetiminin emriyle Kıbrıs'ta terör örgütü EOKA ile birlikte Kıbrıs devletini yıkan Yunanlı subaylar, Adada çok kan dökünce Türkiye bir "Garantör" olarak müdahele etmek mecburiyetinde kalmıştı. İşte bu yüzden Türkiye ile Yunanistan 1897'de olduğu gibi bir kez daha savaş ortamına girmişlerdi. Ama ne var ki tarih boyu Türkiye'ye tehditler savuran Yunan ordusu, tek mermi atılmadan savaşı kaybettiğini kabullendi. Yunanistan'da seferberlik ilan edildiği anda tam bir kaos yaşandı. Yedeklerin yüzde 60'ı firar etti. Silah kasaları açıldığında içinden tüfek yerine taşlar çıktı. Türkiye'nin, Batı Anadolu sahilindeki Rodos, Sakız, Midilli gibi adaları işgal edeceğinden kesinlikle emin olan Yunanlılar Adadaki değerli eşyaları alelacele önce Atina'ya ve hemen sonra Girit Adasına kaçırdılar. Girit Adasına kaçırmalarının nedeni ise bir Türk saldırısına karşı Yunan savunmasının üç kademede geri çekilmesinden kaynaklanır. Türk kuvvetleri Trakya'daki Yunan sınırını aştıkları anda Yunan ordusunun ikinci savunma hattı, Selanik şehrinin güneyinde bulunan Larisa şehridir. Türk Kuvvetleri Selaniği almaları halinde ise Yunanistan'ın son savunma hattı Girit Adası'dır. Kısacası Türk Ordusu Atina'yı alırsa, Yunanistan devlet olarak varlığını Girit Adası üzerinde sürdürecek. Bu gelişmelerin en ilginç yanı, o günlerde (1974) Girit Halkı'nın da bağımsızlık için Yunanistan'a karşı baş kaldırmış olmasıdır. Rodos'ta yaşayan halk ise Ada'daki Türk Konsolosu ile bağlantı kurarak, “Adalarının Yunan işgali altında bulunduğunu belirtmişler ve Türk Ordusu adayı bombalamazsa Rodos Adasını Türk Askerlerine en ufak bir çatışmaya meydan vermeden teslim etmeye hazır olduklarını” bildirmişlerdi. 25 Mayıs 1898'de Türk Ordusu Thesalya'dan çekilmişti. Yunanistan'ın büyük bir bölümü bir yıl Osmanlı ordusu'nun denetimi altında kalmıştı. Eğer Türk tarafı, Yunanistan'ın bunca yıl onlara karşı sürdürdüğü düşmanlığın intikamını almak isteseydi, kuvvetlerini geri çekmeden önce Atina'ya girip bir resmi geçit yapabilir, hatta Akropol'e Türk bayrağını bile çekebilirdi. Bu, savaş galiplerine tanınan bir haktı. Büyük devletler bile Türk ordusuna bu hakkı tanımışlardı. Ama gerçek şu ki, düşmanı bile olsa, Türk milleti, savaşta mağlup olmuş bir milletin onurunu çiğnemeyi düşünmeyecek kadar soyludur. İngiltere Başbakanı Salisbury o günlerde "Skrip" dergisine verdiği bir mülakatta bu savaşı yorumlarken, "Yunanistan'ın bir deli gömleğine ihtiyacı var.." demişti. Türk ordusunun karşısındaki hezimete rağmen Yunanistan akıllanmayı bilmiyor, Girit konusunda bildiğini okuyordu. Yunanistan, o tarihlerde Girit üzerinde oynadığı oyunun bir benzerini de Kıbrıs Adası üzerinde sahneliyordu. Sadece Girit Adasını değil, Kıbrıs Adasını da sınırları içine almaya çalışıyordu. İngiliz Devlet Arşivlerinde 883/6 numaralı dosyada bulunan 14 Nisan 1899'da tarihli belge, Kıbrıs'ta görevli Yüksek Komiseri Sir W.F.Haynes Smith'in, Londra'da Sömürgeler Bakanı Chamberlain'e gönderdiği bir rapordur. Bu tarihi belgede Kıbrıs'taki Yunan faaliyetleri Londra'ya şöyle aktarılıyordu. "Geçen Kasım ayında Atina'da kurulan ve adı "Vatanseverler" olan bu örgütün hazırladığı bir plan ile Kıbrıs'ta yönetime karşı tahriklerin başlayacağını ve hedefin Kıbrıs Adası'nın Yunanistan'a bağlanması olduğunu bilgilerinize sunarım. Bu örgütün hedefleri ve örgütlenme şekli Kıbrıs'ın tüm kasaba ve köylerine yayılacak. Bunların sloganı "Ion Adaları, Thesalya, Girit'ten sonra şimdi sıra Kıbrıs'ta. Yunanistan, Thesalya'yı ve Girit'i Türk hakimiyetinden alarak sınırlarına kattı. 1998'de aynı doyumsuzluğu Kıbrıs Türkleri'ni dışlayıp AB’a tam üye olarak dolaylı Enosis’i gerçekleştirmeye çalışmakla sergiliyor. Kıbrıs Türkleri'nin Rumlar'la anlaşma konusunda gösterdikleri hassasiyetin nedeni de budur. Kıbrıs Türk İnsanı hakkında karar alacak olanların adil olabilmeleri için, herşeyden önce Yeni Yunan tarihini ve "Elenizm'in İçyüzünü" çok iyi bilmeleri gerekir. İngiliz Yüksek Komiseri'nin raporu şöyle devam ediyor: "Bilindiği gibi Yunanlılar "Vatanseverlik duygusu" diye adlandırdıkları Elenizmi yaymak için okulları kullanıyorlar. Böylece Romanya'da, Bulgaristan'da, Mısır'da ve Doğu'da bu konuda faaliyetlerde bulunuyorlar. Kimse onları, kendi dinlerinden olan insanları Elen fikirleri ile yetiştirdikleri için suçlayamaz. Ancak onlar çok ileriye gidiyorlar ve bu okulları propaganda amacıyla kullanıyorlar. Buna rağmen, kendi silahları başka milletler tarafından kendileri-ne karşı kullanıldığı zaman, Bulgaristan ve Romanya'da olduğu gibi çok hiddetleniyorlar." Yunanlılar, göz diktikleri ülkeleri ele geçirmek için o ülkelerde yaşayan Ortodoksları kullanmış, Ortodoks kilisesinin de yardımlarıyla kurduğu okullar vasıtasıyla, "Elenizm"i yaymış, böylelikle parçalayacağı ülkelerin topraklarını ele geçirmeye, "Büyük Yunanistan" hayalini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Atina, Güney Kıbrıs'ta olduğu gibi, aynı yayılma faaliyetlerini Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan'da da sürdürmektedir. Yunanlılar, Türkiye'deki Rum okullarında da bu tür eğitim faaliyetlerini yıllarca sürdürmüş ve Rum okullarından mezun olanlar birer "Türk düşmanı" olarak ortaya çıkmışlardı. 1901-1908 yılları Yunanistan için bunalımlı bir dönemdi. Türkler'e karşı savaş çığlıkları atamadıkları için, politikacılarla askerler, aralarında iktidar savaşı veriyorlardı. Osmanlı Devleti'nde İkinci Meşrutiyetin ilanıyla birlikte, Yunanistan'da "Meğali İdea" hortlayıvermişti. Diğer taraftan Türk subaylarının Girit'ten Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olarak bahsetmeleri Yunanlıları kızdırıyordu. Oysa Girit Adası Türklere aitti. Adayı kontrolleri altına alanlar ise Yunanistan'ın yönlendirdiği ve kontrolü altına aldığı Ortodoks Enosis yanlılarıydı. Meşrutiyetin ilan edildiği günlerde, Yunanistan'ın Girit'teki temsilcisi Zaimis idi. Ada'nın Türk yöneticileri bulunmasına rağmen, Yunanistan Zaimis'i Ada'ya Genel Vali olarak yollamıştı. Bu, Yunanistan'ın devlet olarak var olduğundan beri Türk tarafını nasıl tahrik ettiğini gösteren yalnızca bir örnektir. Bu tahrik örnekleri yüzlerce hatta binlercedir. Zaimis, Yunan hükümetinin onayı ve Ruslarla, Avusturyalıların da desteği ile Girit'in tamamen Yunanistan'a bağlanması için bir tezgah kurmuştu. Her şey hazırlandıktan sonra, "Ben Avrupa'ya, kaplıcalara gidiyorum.." diyen Zaimis'in, Ada'dan ayrılmasından birkaç gün sonra 24 Eylül'de Atina'ya bağlı Girit'li Enosisçi Ortodoks liderler, Osmanlı Devleti'nin karşısına çıkarak "Enosis"i ilan ettiklerini açıkladılar. İlk yaptıkları da "Yunanistan Krallığı" mühürünü ve Yunan Anayasasını kullanmak olmuştu. Bu arada Türk yönetim hiçe sayılarak Türk bayrakları toplanıp yakılmış, yerine Yunan bayrakları çekilmişti. O dönemin gelişmelerini Yunanlı Tarihçi Kordatos, "Yunanistan Tarihi" adlı kitabında şöyle anlatır: "Türkiye'de bir gericilik hareketinin patlak vermesi sadece Yunanistan'da Theotokis hükümetini düşmekten değil, Yunanistan'ı büyük bir felaketten kurtarmıştı. İttihatçılar, Yunanistan'a savaş ilan etmeye hazırlanıyorlardı. 31 Mart olayı, Milliyetçi Türklerin içindeki bu ateşi söndürmüştü. Türkler ilk defa aralarında bölünmüşlerdi." Türklerin bölünmesi Yunanistan'ı yok olmaktan kurtarmıştı. O dönemde ortam buna çok müsait idi. Yunanistan'ı yaratan ve her zaman ona arka çıkan Büyük devletlerin o günlerdeki problemleri oldukça fazlaydı. Rusya'da Çar'a karşı ayaklanmalar başlamış, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, esmekte olan savaş rüzgarlarına kapılmış bir yandan savaş hazırlığı yapıyor, öte yandan gelişmelere yalnızca seyirci kalıyorlardı. Yunanistan uğruna kimse parmağını oynatacak durumda değildi. Tek yaptıkları hareket, Yunanistan'a, "Ortalığı bulandırma, rahat dur, bize problem yaratma..." şeklinde bir uyarıda bulunmaları olmuştu. Türkler arasındaki bölünme Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'daki topraklarını, Girit ve Ege'de bazı adaları kaybetmesine neden olmuştu. 24 Eylül'de Yunan yanlısı Ortodoksların Girit Adasını Yunanistan'a bağladıklarının duyulmasından hemen sonra, Atina'daki Türk elçisi Nabi Bey, Yunan Dışişlerine Türkiye adına verdiği Nota'da, “Osmanlı hükümeti'nin bütün hoşgörülü davranışına ve iyi komşuluk ilişkilerini problemsiz sürdürmek istemesine rağmen Girit'te "Enosis" ilan edilmesinin hoş karşılanmadığını ve bu davranışın tehlike yarattığını” belirtiyordu. Nota'da ayrıca “Girit'teki Yunan subaylarının Türk bayrağına karşı yakışıksız davranışları” da kınanıyordu. Osmanlı yönetimi, Yunan hükümetinden bir açıklama yaparak, "Enosis"in ilanını tanımadığını dünyaya ilan etmesini istemişti. Girit'in bir oldu bitti ile Yunanistan'a bağlanmak istenmesine Osmanlı Devleti'nin gösterdiği tepki, yalnızca diplomatik yollardan olmadı. Türk savaş gemileri Girit'e doğru yola çıkmışlardı. Bu savaş demekti. Yunanistan paniğe kapılmıştı. Paris'teki Yunan elçisi Deliyanis, Başbakan Clemanseau'ya giderek, Fransa'nın Yunanistan'a yardım etmesini istedi. Fransa Başbakanı'nın verdiği cevap "Sizin için yapabilecek birşeyimiz yok." şeklinde olmuştu. İngiltere Başbakanı'nın da verdiği cevap Fransa’nın yanıtından farksız idi. Yunan Kralı Yorgo, Fransız ve İngilizlerin, Yunanistan'a ihtiyaçları olduğunu ve onu kolay harcayamayacaklarını bildiği için, usta bir kumarbaz gibi blöf yaptı ve oyunu kazandı. Yunan Kral'ı İngiliz ve Fransız Hükümetlerine yolladığı mektupta "Girit'in Yunanistan'a bağlanması kabul edilmez ve Türklere, Girit'e müdaheleye izin verilirse istifa edeceğim." diyordu. Kral'ın istifasının, Yunanistan'ın parçalanmasına yol açacağını bilen Fransa ve İngiltere, böyle bir durumun kendi politikalarına da problemler yaratacağını bildikleri için diplomatik girişimlerle Osmanlı Yönetimi'ni Girit'e müdahelede bulunmaktan caydırmışlardı. Yunanlı tarihçiler bu durumu ?öyle yorumluyorlar: "Türklerin karşısında bir defa daha küçülmüş, rezil olmuştuk. Bu son haysiyetsizlik damlaları bardağı taşırmıştı. Yabancı ülkeler araya girmeseydiler, durumumuz ne olurdu?" Yunan Kralı'nın istifa etmemesi için Türk ordusunun Girit'e ayak basması engellenmişti ama, askeri bir darbe ile Kral Yorgo'nun sürgün edilmesini kimse engelleyememişti. 1909'da bir darbe daha oldu. Bu, "Denizciler Darbesi"ydi. 1909 Aralık ayında ülkeyi yöneten ihtilalci subaylar, Giritli politikacı Venizelos'u kendilerine danışmanlık etmesi için Atina'ya çağırdılar. Yunanlı tarihçi ve araştırmacılar, Venizelos'un bir İngiliz ajanı olduğunu iddia ederler. Venizelos'un, Girit'te görevli İngiliz Başkonsolos'u Elliot ile yakın ilişki içinde olması ve Atina'da göreve başladıktan sonra İngiliz Hükümeti'nin Konsolos Elliot'u, Atina'ya Büyükelçi atamasını kimse bir tesadüf olarak kabul etmiyor. Yunan tarihi bu ülkenin Başbakanlarının İngiliz, Amerikan ajanları olduklarına dair suçlamalarla doludur. Hatta bu iddiaların en son kahramanı Andreas Papandreu'dur. Andreas Papandreu'yu zirveye CIA'nın getirdiğini iddia eden kaynaklar onun hakkında şu bilgileri verirler: "BARKLEY üniversitesi İktisat Fakültesi Rektörlüğü görevinden istifa ederek Atina'ya giden Andreas Papandreu ile Yunanistan'da dikkati çekecek kadar fazla ilgilenen ABD'nin Atina Elçisi Hanry Lambois ile Elçilik Müsteşarı Leaflin Campbell oldu. Bu iki Amerikalı diplomat, dönemin Başbakanı Konstantin Karamanlis'i ziyaret ederek (Karamanlis'in de CIA'nın adamı olduğu iddia edili-yor.) Andreas ile ilgili bir görüşme yaptılar. Bir "İktisadi Araştırma Merkezi" kurmayı planlayan Yunanistan Başbakanı, Amerikalılarla görüştükten sonra Merkezi kurma görevini Andreas'a verdi. Genç Papandreu ile Leaflin Campbell ve Amerikan elçiliği'nin genç siyasi danışmanı Monteagle Stearns arasında o tarihte kurulan ilişkiler, bir dostluktan öteydi. Campbell CIA'nın, Yunanistan, Türkiye ve Yugoslavya'yı içine alan bölge'nin istasyon şefiydi. Stearns ise CIA ile Yunan İstihbarat Örgütü (EIP) arasında irtibatı sağlayan kişiydi. Bu üç sözde eski dostun sık sık Atina'nın kuytu bölgelerinde buluşmaları siyasi çevrelerde dedikodulara yol açmıştı. Papandreu, 1981 yılı sonlarında Başbakan olur olmaz, Başkan Reagan'ın yardımcısı olan, CIA'nın eski Başkanlarından George Bush, alelacele Papandreu'nun eski dostu Monteagle Stearns'ı bu defa Elçi olarak Atina'ya gönderdi. 1966'lı yıllarda elçiliğin siyasi danışmanı hüviyetiyle CIA ile KIP arasında irtibatı sağlayan Stearns bu defa Papandreu ile ABD Elçisi olarak temas edecekti. Stearns, Atina'da bulunduğu sürece Yunan Başbakanına arka çıkmış, onu korumuştu. Venizelos ile Papandreu'nun İngiliz ve Amerikan İstihbarat örgütleriyle diplomatik kanallar aracılığıyla olan ilişkileri, derinlemesine incelendiğinde Yunanistan'ın karanlık bir yüzü daha ortaya çıkmaktadır. 1911'de Giritli Ortodoks Enosis'çiler, Yunan parlamentosuna temsilci yollamak istiyorlardı. Venizelos, Girit temsilcilerinin Yunan Millet Meclisine kabul edilmelerinin, Enosis'i pekleştirmek anlamına geleceğini ve böyle bir hareketin, Türkleri kışkırtmaktan başka bir işe yaramayacağını bildiği için, sabırlı olmalarını istemişti. Muhalif politikacılarla, basının büyük bölümü Girit nedeniyle Venizelos'a ateş püskürüyor, "Megali İdea"yı öldürmekle suçluyorlardı. Venizelos bütün bu saldırılara direndi, görmemezlikten, duymamazlıktan geldi. O başka türlü düşünüyordu. Eğer Giritliler Yunan Meclisine girerlerse, Türkiye'nin, Yunanistan'a savaş ilan etmesinin ihtimali fazlaydı. Oysa Venizelos, Türkler aleyhine bir cephe oluşturmak için Bulgar ve Sırplar'la gizli görüşmeler yapıyordu. Bu görüşmelerin sonuç getirmesi için bir yıla daha ihtiyaç vardı. Cephe oluşturuluncaya kadar, Türk tarafının tahrik edilmemesi ve bir savaş ortamı yaratılmaması gerekiyordu. Buna rağmen, Giritli temsilciler, muhalefetin, basının ve halkın tahrikleriyle, polisin engellemesine rağmen, zorla götürülüp meclise sokulunca, Venizelos çok zor durumda kalmıştı. Yunanistan'ı, Türklerle bir savaştan kurtaran, İtalyanların, Trablus'u almak için, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmesi olmuştu. Büyük devletler, Türkiye'nin müdahelede bulunmaları yönündeki çağrısını duymazlıktan gelince, daha da cesaretlenen İtalyanlar, Beyrut limanını bombalamış, 4 Mayıs 1912'de Oniki Ada'yı işgal etmişlerdi. Osmanlı Devleti'nin, İtalya ile savaşması, Yunanlılar'ın bekledikleri fırsattı. Venizelos, Sırp ve Bulgarlarla yaptığı görüşmelere hız vermiş, onları Balkanlar'dan söküp atmak için en uygun zamanın gelmiş olduğuna inandırmıştı. İtalyanların, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmesi, Sırp ve Bulgarların, Makedonya'yı aralarında paylaşma konusunda Yunanistan'dan gizli bir anlaşma imzalamaları, İngilizleri endişelendirmişti. Ege'de limanı bulunan, kontrol altında bir Bulgaristan, Rus politikasının ana hedeflerindendi. Balkanlar'da, İngiltere'ye yakın tek ülke Yunanistan'dı. Sırp ve Bulgarlar arasındaki gizli anlaşma, Yunanistan'ın bölgedeki varlığını tehlikeye düşürüyordu. İngilizler, Yunanistan'ı da Bulgar-Sırp ittifakına sokmak için devreye girmi?lerdi. Londra, Yunanistan'ın, Bulgar-Sırp ittifakına alınması için faaliyet göstermesi görevini "London Times" gazetesinin muhabiri Batser'e verdi. İngiliz gazeteci 1912 Mart ayında Atina, Sofya, Belgrad arasında mekik dokudu. Bulgar ve Sırp Başbakanlarına Venizelos'un mesajlarını taşıdı. Sonuçta gizli bir anlaşma ile Yunanistan da pakta kabul edilmişti. Yunanistan, savaş hazırlıklarını yaparken, dikkati çekmemek için Thesalya'da bir askeri tatbikat yapacağını açıklamıştı. Balkan ülkeleri arasındaki gizli anlaşma Bulgar ve Yunan Kralları tarafından 15 Haziran 1912'de resmen açıklandı. Temmuz ayı ortalarında Bulgaristan Başbakanı Gosov, Sofya'daki Yunan elçisini davet ederek, "Türkler en zayıf dönemlerini yaşıyorlar. Yunan parlamentosu, Giritli milletvekillerini Ada'nın temsilcileri olarak kabul etsin, böylece Türkler'i tahrik etmiş oluruz. Savaşı onların başlatması bizim işimizi kolaylaştırır." demişti. Yunanlılar, Bulgarlara fazla güvenmedikleri için bu öneriyi duymazlıktan gelmişlerdi. Türklerle tek başlarına karşı karşıya kalmaktan korkuyorlardı. Bu defa, Bulgar Genel Kurmay Başkanı General Fitsef, Yunan elçisiyle konuştu ve şöyle dedi: "Bulgaristan, Sırp ve Karadağlılarla birlikte Türklere karşı savaşmaya kararlıdır. Bu savaşa 500 bin asker 1500 top ile başlayacağız. Türklerin 300 bin askeri ve 850 topları var. Bulgar askerleri Meriç'te toplanıp Türk topraklarına saldıracaklar." Yunan elçisi, Bulgar Genel kurmay Başkanı ile görüştükten 48 saat sonra, Yunanistan seferberlik hazırlıkları yapmaya başladı. Osmanlı yönetimi de bu arada Sofya ve Atina'daki ajanlarından aleyhine yapılan hazırlıkları öğrenmiş, 14 Eylül 1912'de seferberlek ilan etmişti. Yunanlılar, Bulgarların isteklerine uyarak, Girit milletvekillerini meclise kabul ettiler. Ekim ayının ilk haftası içinde Giritli milletvekillerin, Yunan meclisine katılmaları nedeniyle Meclis Başkanı yaptığı konuşmada şöyle demişti: "Balkanlar'ın dört hristiyan ülkesi, soydaşlarını Türk mezaliminden kurtarmak için birleşmişlerdir. Girit Adası şu andan itibaren Yunanistan'ın bölünmez bir parçasıdır." Böylece Girit oyunu tamamlanmış, Girit, nihayet 80 yılda Yunan yapılmıştı. Ardından 4 ülke Osmanlı devletine saldırarak Balkan savaşını başlattılar. Milyonlarca Türk, bu savaşta katledildi, göçe zorlandı. Edirne’ye kadar Türk toprakları işgal edildi. 1910-1920 yılları döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamayı hedef alan bir dizi faaliyet gözlenmişti. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Ortodoks azınlıklar, Yunanistan'ın, Rusya'nın ve bazı dış güçlerin kışkırtmalarıyla ayaklanmış bir "Ortodoks İttifak" oluşturarak Türk Devleti'nden bağımsızlık istiyorlardı. Bu arada Anadolu'da yaşayan Ermeniler de devlete isyan etmişler, Doğu Anadolu'da katliamlar, başkent İstanbul'da ise terörle devleti yıpratı-yorlardı. Osmanlı Devleti'nin bu ayaklanmaları bastırmak istemesini ise Batı dünyasının bir bölümü ile Avrupa Basınının bir bölümünü verdiği büyük paralarla tarafına alan Yunanistan'ın kışkırtmaları ile "Soykırım" şeklinde Türkler aleyhine propaganda malzemesi olarak kullanıyorlardı. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu yıpratıldı, toprakları işgal edildi ve parçalanıp yok edilmek istendi. Bu durumdan en çok yararlanan ve en fazla Türk toprağını sınırlarına katan Yunanistan olmuştu. Şimdi 1998 yılındayız. Osmanlı İmparatorluğu'nun varisi olan Türkiye Cumhuriyeti toprakları gene 1910-1920'li yıllarda olduğu gibi parçalanmak isteniyor. Balkanlar bölgesi gene kaynıyor. Yunanistan, Rusya, Sırplar ve Kıbrıslı Ortodokslar bir "Ortodoks İttifak" oluşturdular. Bu kez Anadolu'da Ermenilerin yerini çocuk, kadın demeden binlerce masum insanı vahşice öldüren Komünist bir Kürt terör örgütü olan PKK aldı. PKK, Türkiye'yi parçalamak isteyen Yunanistan ve diğer güçlerin taşeronluğunu yapıyor. Yunanistan, PKK terör örgütünün katillerini beslediği yetmiyormuş gibi, Avrupa'da da onların "İnsan Hakları"nın savunuculuğuna soyunmuş bulunuyor. Bütün bu gelişmelerin yanısıra Atina, Kıbrıs üzerindeki oyununu da hızlandırılmış bir şekilde sürdürmeye devam ediyor. Savunma Doktrini çerçevesi içinde Güney Kıbrıs'ta Hava ve Deniz üsleri kuruyor, S-300 füzeleri alınıyor, Yunan askerleri adaya geti-riliyor, Rumları silahlandırıyor ve Kıbrıs Türklerine saldırmaları için kışkırtıyor. Bir hayal aleminde ya?ayan Yunanistan, ayaklanmalar yaratarak Türkiye'yi parçalayacağına ve bundan yararlanarak Kıbrıs'ı da, Girit gibi sınırlarına katacağına inanıyor. Kıbrıs'ta çözüm arayanlar, tarihin sayfalarında yer alan yukarıda saydığımız gerçekleri göz ardı ederek Rum-Yunan tarafının ada üzerindeki yayılmacı emellerini ciddiye almazlarsa, tarihe olduğu kadar insanlığa da ihanet etmiş olacaklar. GİRİT-KIBRIS-ENOSİS Erçin TEKAKPINAR Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin bugün Kıbrıs Sorunu konusunda kararlı davranmasının çok önemli bir nedeni vardır. Bu Girit adasının kaybediliş şeklinde saklıdır. Tarih sayfalarını karıştıracak olursak, Girit ve Kıbrıs adaları üzerinde oynanan Yunan oyunlarının hiç değişmediğini görürüz. Oyunun adı ENOSİS. Başaktörleri. YUNANİSTAN, RUSYA, İNGİLTERE, FRANSA. Girit'te sahneye konan bu oyun başarılı olur. Bugün ise aynı oyunu, ayni aktörler Kıbrıs üzerinde oynamak istemektedirler. Değişen tek şey zaman ve mekan. Girit adası, Ege'nin en büyük adası olup 8.850 kilometre kara yüzölçümüne sahiptir. 1715 yılından itibaren ada Osmanlı devleti egemenliğine girmiştir. Girit'e yönelik Yunan propagandası da tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi enosis teması üzerinde yürütülmüştü. Yunanistan'ın 1821 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Girit'de enosis faaliyetleri hız kazanır. Bu dönemde adada sürekli enosis amaçlı isyanlar birbiri ardına patlak verir. Yunanistan ise adaya sürekli silah ve cephane göndererek oradaki çetelere destek verir. Çok sayıda Yunanlı subay Girit'e gönderilir. Tıpkı Albay Girivas'ın Kıbrıs'a gönderildiği gibi. Ancak Girit'deki tüm bu isyanlar bastırılır. Bu sırada Batılı devletler bugün aynen Kıbrıs için yaptıkları gibi konuyu bir Avrupa sorunu haline getirir. Batı basınında Osmanlılar aleyhine yazılar yayınlanmaya başlar. Batılı devletler, Osmanlı devletine protesto notaları vermek için sıraya girerler. Tüm bu protestolardan amaç, Girit adasının Yunanistan'a verilmesini sağlamaktı. Tezgahlanan oyun yavaşça belli oluyordu. Bugün hepsi de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde karşımızda olan Rusya, İngiltere ve Fransa'nın desteğine güvenen Girit Rumları, Yunanistan'dan aldıkları güçle 16 Ağustos 1866 gecesi Türklere karşı büyük bir saldırıya geçtiler. Adadaki Türklerin çok büyük bir bölümü, Yunanlı subayların gözetiminde kılıçtan geçirildi. Tıpkı 21 Aralık 1963 gecesi Kıbrıs'ta yaşananlar gibi. Batılı ülkelerin bu katliam karşısında kılları bile kıpırdamadı. Buna güvenen Girit Hiristiyanları topladıkları bir meclis aracılığı ile 2 Eylül 1866'da enosis ilan ederek, Girit'in Yunanistan'a bağlandığını açıkladılar. Aynı oyun 1950'de Kıbrıs'ta da oynandı. Bir oldu bitti ile Kilisenin önderliğinde bir halkoylaması yapılarak "Kıbrıslıların" Yunanistan'a bağlanmak istedikleri açıklanmıştı. 1866 yılında Osmanlı devleti, Avrupalı devletlerinin baskısı ile çoğunluğu Rumlardan oluşan bir meclis kurulmasını çaresiz kabul etti. 1877-1878 anlaşmalarıyla Ada'ya atanacak Valinin Rum, yardımcısının Türk olması, 80 üyeli meclisin 50'sinin ada Hristiyanlarından, 30'unun da ada Türklerinden seçilmesi, Rumcanın resmi dil olarak kabul edilmesi gibi siyasal ayrıcalıklar tanındı. Tıpkı Kıbrıs'ta ada Rumlarına 1960 yılında kurulan Cumhuriyet'te verilen ayrıcalıklar gibi. Buraya kadar Girit'te olanlarla Kıbrıs'ta olanlar ne kadar da çok birbirlerine benziyorlar. Girit'te olanları sanki bizler Kıbrıs'ta yaşamış gibiyiz. Kıbrıs'ta da oyun enosis temeli üzerine kurulmadı mı? Kıbrıs'ta da Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte Yunanistan'ın kışkırtmaları ve Avrupalı devletlerin desteği ile enosis amaçlı isyanlar çıkmadı mı? Avrupalı devletler özellikle 1963-1974 arası dönemde Kıbrıs'ta olanları, Türklerin öldürülmelerini görmezlikten gelmedi mi? 1897 yılında Girit sorunu Osmanlı devletinin vermiş olduğu tüm ayrıcalıklara rağmen yeniden alevlendi. Bu arada Yunanistan yine sahneye çıkarak Girit'e asker çıkardı. 1964 yılında bu oyunu Yunanistan Kıbrıs'ta da oynamış ve adaya 20 bin asker çıkarmıştı. Ancak Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin kararlı tutumu Yunanistan'ın askerlerini Kıbrıs'tan çekmesini sağlamıştı. Fakat Girit'te bu olmaz. Avrupalı devletlerin desteğini hisseden Yunanistan, askerlerini Girit'ten çekmez. Osmanlı Devleti'nin siyasi girişimlerinin bir sonuç vermemesi üzerine Osmanlı ordusu harekete geçer. "Dömeke" meydan savaşında Osmanlı ordusu Yunan kuvvetlerini yenilgiye uğratır ve Atina kapılarına dayanır. Ne var ki batılı devletler şımarık çocukları Yunanistan'ı yalnız bırakmadılar. Yapılan anlaşma ile Osmanlı devleti masa başında mağlup edildi ve Rus Çarlığı, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın himayesinde Girit'e özerklik verildi. Bu 3 ülke Girit Türklerinin garantörlüğünü de üstlendi. Yunan Kralının oğlu da adaya komiser olarak atandı. 1912 yılında Osmanlı devletinin çok güçsüz düştüğü Balkan harbi sonunda da Girit resmen Yunanistan'a bağlandı. Kısaca Osmanlı devleti savaşta kan dökerek elde ettiğini, Batılı Devletlerin araya girmesi sonucu masa başında kaybetti. Girit Türkleri ise, Batılı garantörlerin gözü önünde katledildi. Bugün ise Girit'te oynanan oyunun Kıbrıs'ta tekrarlanmak istendiğine şahit olmaktayız. Tarih boyunca Yunanistan'a arka çıkıp bu devletin yayılma stratejisine destek veren Rusya, İngiltere ve Fransa bugün yine karşımızdadır. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti'ni, 1963 yılında Akritas planı doğrultusunda yıkarak, 1974 yılına kadar Kıbrıs Türklerine her çeşit insanlık dışı muameleyi yapan Kıbrıs Rumları ve Yunanistan, Avrupalı devletleri de arkasına alarak Girit'te olduğu gibi Kıbrıs'ta da Enosis'i gerçekleştirmek istemi?ti. Türkiye ise Yunanistan'ın adayı ilhak etmesini uluslararası hukukun kendisine verdiği haklarla engellemiştir. Ancak bugün Türkiye ve Kıbrıs Türkleri çeşitli "barış planı" adlı oyunlarla masa başında mağlup edilmek istenmektedir. Oynanan oyun Girit oyunudur. Kıbrıs'ta da yapılmak istenen batılı devletlerin desteği ile önce Rum egemenliğinde bir devlet kurdurtmak, daha sonra uygun koşullar geldiği zaman Türk halkını toptan katlederek Rum çoğunluğun kararı ile adayı Yunanistan'a bağlamaktır. Bu oyunu bozmanın tek yolu Türkiye'nin garantörlüğünde bağımsız, egemen, güçlü bir KKTC'nin varlığıdır. http://www.pubinfo.gov.nc.tr/girit1.htm GİRİT ADASI YUNANLILARIN ELİNE NASIL GEÇMİŞTİR? Girit, Osmanlılar devrinde Girit adası halkının önce bağımsızlık, sonra Yunanistan'a katılma amacıyla ayaklanması, bu yüzden doğan olaylara verilen ad. Girit'in Rum asıllı halkı ilk olarak 1821'de Osmanlı yönetimine başkaldırdı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa bu ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi. Yunanistan'ın Osmanlı devletinden ayrılarak bağımsızlık bir krallık oluşundan sonra Girit'te ikinci bir ayaklanma oldu. (1830), Mehmet Ali Paşa bunu da bastırdı (1831). Ancak, adadaki milliyetçilik akımının gelişmesi ve Yunanistan'ın giriştiği yoğun propaganda sebebiyle Girit'te huzur bir türlü sağlanamadı. 1840 Londra Antlaşmasından sonra burasının yönetimi Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'dan alındı. Yunan mültecileri tarafından çıkartılan bir isyan da Mustafa Naili Paşa tarafından kolaylıkla bastırıldı (1841). En önemli ayaklanma 1866'da oldu. Asiler, Yunanistan'a katıldıklarını ilan ettiler. Osmanlılar bunu kabul etmediler. Sadrazan Ali Paşa işe el koydu. Sonunda üye çoğunluğunu Rumların teşkil ettiği bir meclisin kurulmasıyla ayaklanma bastırıldı. Daha sonra adanın Rum halkı çeşitli haklar istemeğe başladı. 1877-1878'de yapılan antlaşmalarla ada valisinin Rum, yardımcısının Türk olması, 80 üyelik meclise 50 Rum üyenin seçilmesi, resmi işlem ve yazışmaların hepsinde Rumca'nın kullanılması kabul edildi. Girit meselesi 1897'de yeniden alevlendi. Yunan hükümeti ve Etniki Eterya cemiyetinin açık ve gizli kışkırtmaları sonucunda adada geniş bir çete faaliyeti başladı. Bu arada Yunanlılar Girit'e 1500 kişilik bir askeri kuvvet çıkardılar. İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'nın desteğini kazanmak için her türlü yola başvurdular. Ancak Osmanlı hükümetinin iç işlerine yabancıların karıştırmamak konusundaki kararlı tutumu karşısında batılı devletler, Yunanlıların adadan kuvvetlerini çekmesi için donanmalarıyla Girit'i abluka altına aldılar. Yunan hükümeti bu ablukaya da aldırmayınca Ethem Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu Makedonya, Alasonya üzerinden saldırıya geçerek Dömeke meydan savaşından Yunan ordusunu yenilgiye uğrattı, Atina'ya doğru ilerlemeye başladı. Ancak batılı devletlerin işe karışmaları sonucu bu harekat durduruldu. Girit'te Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın korumasında bir yönetim kurularak Yunan kralının oğlu Georgios, komiser olarak tayin edildi. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra (1908) Girit Meclisi Yunanistan'a katıldığını resmen ilan etti. 26 Temmuz 1909'da Rumlar Hanya kalesine Yunan bayrağını çektiler. 1911'de 25 Girit Rum milletvekili Yunan parlamentosu toplantılarına katılmak amacıyla Pire'ye doğru yola çıktılar. Fakat İngiliz donanmasına bağlı savaş gemileri bunu önleyerek Giritli milletvekillerini tutukladı. Balkan savaşından sonra Londra ve Bükreş Antlaşmalarıyla Girit'in Yunanistan'a ilhakı Osmanlı devleti tarafından resmen kabul edildi, böylece Girit sorunu kapandı. http://www.turk-yunan.gen.tr/turkce/sorular_yanitlar/girit_adasi.html 1904 Olayları ve Girit Korkuları 1904 yılına gelindiğinde, Yunanistan'ın ENOSİS tahriklerini daha da yoğunlaştırdığı, hatta adaya silah göndermeye başladığı görülmektedir. 1904 yılı Nisan ayında "Pan Helen Eğitim Kongresi" toplanmıştır. Kongrede konuşma yapan Yunan Kralı, "ENOSİS'in bütün Kıbrıslıların ruhlarını saran bir istek olduğunu" belirterek yeni bir provokasyon dönemi başlatır. Kıbrıslı Rumlara Yunanistan'dan silah gönderildiğini belirleyen İngiliz Yüksek Komiseri Haynes Smith, 21 Nisan 1904'te İngiliz hükümetine gönderdiği raporda bu bilgileri vermektedir: "Brindizi'den Kıbrıs'a doğru yola çıkarılan silah ve cephaneyi bildiren 8 Nisan tarihli özel yazınızı aldım. (...) Her geçen gün örgütlerini güçlendirerek daha da cüretkar davranıyorlar. Majestelerinin hükümetinin izin vereceği son noktaya kadar gideceklerdir(1)." 1900'lerde Türk halkının ENOSİS'e karşı gösterdiği tepki sadece protesto telgraflara ile sınırlı kalmıyordu. Buna paralel olarak siyasi platformlarda ve hayatın her alanında Türk ve Rumlara eşitlik tanınması isteniyordu. İngiliz sömürge yönetiminin başta tapu ve vergi daireleri olmak üzere çeşitli dairelerde değişik nedenlerle işten ayrılan Türklerin yerine Rumları alması, kamu görevindeki dengeyi Türkler aleyhine bozuyordu. Türk mahalleleri her bakımdan ihmal edilirken, Rum mahalleleri el üstünde tutuluyordu. Belediyeler, Türk mahallelerinin sorunlarına karşı duyarsız kalırken, Rum mahallelerine büyük yatırımlar yapıyorlardı. Türk mahallelerinin güvenliğini sağlamak için polis görevlendirmezken, Rum mahallelerinde çok sayıda polis görev yapıyordu(2). Türk mahallelerine ve camilere su verilmezken ve aydınlatma yapılmazken, Rum mahallelerine bol su verildiğinden şikayet ediliyordu(3). Bütün bu uygulamalar, Girit örneğini çok iyi bilen Kıbrıs Türk halkı üzerinde olumsuz çağrışımlar yaptırıyordu. O günlerde Girit olaylarının nasıl geliştiği ve Türk halkının ilhaka karşı çıkışını anlatan en özlü bilgiler Mir'at-ı Zaman gazetesinin Kandiye eski muhabiri Mustafa Fehmi tarafından gönderilen mektuplarla bildiriliyordu. Örneğin, gazetenin 24 Eylül 1906 tarihli nüshasında Girit'teki gelişmeler hakkında ayrıntılı bilgiler veriliyordu(4). KAYNAK: İsmail, Sabahattin-; Kıbrıs Sorununun Kökleri (İngiliz Yönetiminde Türk-Rum İlişkileri ve İlk Türk-Rum Kavgaları), Akdeniz Haber Ajansı Yayınları, İstanbul 2000. http://www.kibris.gen.tr/turkce/sorun/ingiliz_1904_olaylari.html Girit'i Nasıl Kaybettik Aşağıdaki yazı Sayın İhsan Ilgar tarafından kaleme alınan ve 1969 senesinde Hayat Tarih Mecmuasında yayınlanan yazının bir özetidir. Avrupa tarafından geçmişte üzerimizde uygulanan yöntemlerin bugün yaşananlarla da tamamen aynı olduğunun açıkça ispatıdır. Eğer biz bu olanlardan halâ ibret almamaya devam edersek pek yakında başımıza geleceklerin de bir aynasıdır! Azerbeycan, Bosna, Çeçenistan, Kıbrıs, Türkiye... aşağıdaki yöntem aynen uygulanıyor, bizim ise umurumuzda değil. Girit adasının fethine Sultan İbrahim zamanında başlanmış, Avcı Sultan Mehmet zamanında tamamlanmıştı. 1821'de Yunan istiklâlini hazırlayan Heten'a Cemiyeti elini buraya da atmış, Rumların ayaklanması sağlanmış ve Türklerin can ve mal emniyeti son bulmuştu. Açıkgöz Rumlar, bunu Avrupa basınına kendi lehlerine ulaştırmayı başarmışlar ve Türklerin katliâma giriştiği propagandasını yaymışlardı. 1825'te yapılan Girit ve Sisam ayaklanmaları çok kanlı olmuştu. 1866'da birçok Avrupa devletinden para ve silâh yardımı sağlayan bir ihtilâl hareketi meydana getirmişlerdi... Bu sırada Avrupalılar araya girerek, Girit için bir özel idarenin kurulmasını istediler. Bu yeni idare bugün Kıbrıs'ta olduğu gibi, Rumların gelişip teşkilâtlanmasına yardım etti. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!) Yunanistan'a öğrenim için giden Giritliler, Yunanlılar tarafından teşkilâtlandırılmış, halkı kandırmak için köy köy dolaşarak, nutuklar vererek, kilise ise gizli gizli halkı kışkırtmaya başlamıştı. İsyanların ve şikâyetlerin önü alınmayınca da Avrupalılar, Babıâli'yi aralıksız sıkıştırmakta olduğundan II. Abdülhamid olayı yerinde incelemek üzere Gazi Ahmet Muhtar Paşa'yı oraya gönderdi. Paşa, Hanya yakınındaki Halpa köyünde isyancı başlarıyla bir anlaşma yaptı. Bu sırada Girit'te vali olarak Kostaki Adanidis adlı biri bulunmaktaydı. Yunan kilisesinin adamı olan vali, açıktan açığa ayaklananları korumakta, adalıların kalbini kazanarak, millî bir lider olmak hevesindeydi. Valinin yardımcıları da Kasımzâde Hamdi, Kaurzâde Hasan Bey’lerdi. Aynen bugün Kıbrıs'ta başkanın Rum, muavinin Türk olduğu gibi. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!) İngiliz konsolosu Tomas Sandoviç de valiyi korumakta ve Türk yardımcıların yetkilerini kullanmalarını önlemekteydi. Halpa anlaşmasından sonra valiliğe getirilen Fotiyadis, Yunanlılık gayretkeşliği içinde kendi adamlarını iş başına getiriyor, gizlice asîleri koruyor, Türklerin katledilmesine teşvik edici yollar tutuyordu. Valilikte müddeti dolan Fotiyadis, bu görevde kalmak için bir hayli uğraştıysa da, Babıâli kararında ısrar ederek görevinden uzaklaştırdı. Yerine geçen Sava, isyancıların direnmesiyle görevinden alınmış, yerine Londra sefaretinde bulunan Kostaki Antapulos getirilmişti. Mutedil hareketlerle Girit'te düzeni sağlamak kolay değildi. Atina ve Patrikhane, buradaki fesat tohumunu aralıksız geliştiriyordu, ilk patlak Hanya'da oldu. İleri gelen birkaç Türk, Rumlar tarafından öldürüldü. Ordu ve valinin şiddet tedbirleri bir fayda sağlayamadı. İkinci defa durumu incelemek için gönderilen Mahmut Celâledin ve Ahmet Ratip Paşalar'ın tavsiyeleri de Rumların işine gelmedi. Sebrona'da genel bir ayaklanma yaratarak birçok Türk'ün kanına girdiler. Bu durum karşısında başarısızlığa uğradığını gören Kostaki Paşa, istifa etti, yerine Nikolaki Sartinski getirildi. Yeni vali, muvaffak olmak için, mutedil Rumları tutmak yolunu izleyince, Yunan taraftarları ayaklanarak 1889 ihtilâlini meydana getirdiler. RUMLARIN FESAT MAKİNESİ Nikola Zoridis, Yani Mihaki, Aristidi Kiriari, Anderya Kakori, Mennos Isihakis gibi sergerdeler, Kakori'nin başkanlığında toplanarak adanın Yunanistan’a katılması isteğini ileri sürdüler. Köy köy dolaşarak cahil halkı ayaklandırdılar. Dini inançlarından faydalandılar. Köylerde, şehirlerde silâhlanan Rumlar, ansızın Türklerin üstüne atılarak binlerce Türk'ü öldürüp, evlerini yaktılar, yiyeceklerini yağma ettiler. Duruma bir türlü mani olunamıyordu. Nikolaki de azledilerek Ali Rıza Paşa bu göreve getirildi. Ali Rıza Paşa bir askerî valinin bu göreve atanmasını isteyerek çekilince, yerine Müşir Şâkir Paşa'yı gönderdiler. Şâkir Paşa'nın aldığı tedbirler, kısa zamanda Rumları sindirdi, adaya sulh ve sükûn güneşi doğdu. Fakat bu durum Atina'nın işine gelmiyordu. Onun amacı Girit'i ele geçirmekti. Bunun için orada durmadan ayaklanmalar, huzursuzluklar olmalı, Türkler öldürülmeli, adadan kaçırılmalı, mal ve mülküne el konulmalıydı. Ancak ada, Rum ekseriyeti sağlanırsa Yunanistan'ın olabilirdi. Ayrıca gizli gizli göçmen sokmak yolu da tutturulmuştu. Fesat makinesi bütün gücüyle Türkler aleyhine işliyordu. Mahmut Celâleddin Paşa'nın valiliği devresinde de idare normale dönmüşse de ortalığı bulandırmak isteyenler, bir komite kurarak, ada Türkleri'ni öldürmek yurtlarını, mallarını yağma etmek amacıyla harekete geçtiler. Bahane olarak da jandarmaların Arnavut oluşunu, insafsız hareket ettiklerini ileri sürüyorlardı. Jandarma çavuşu Zekeriya ile bir jandarma ve dokuz yaşındaki kız çocuğunu öldürerek ayaklanmanın ilk kanını akıttılar. Önceden hazırlıklı olan başkaldırma kadrosu, kısa zamanda 1.500'e yükselmişti. Papazlar, din işlerini bırakmışlardı. Fener kilisesiyle el ele veren Atina metropoliti, durmadan kiliselere gönderdiği emirle, halkın isyancılara karışmasını ve her türlü yardımda bulunmasını istemekteydi. Birçok papaz da silâhlanarak bu ayaklanmaya katılmış, isyancılar için Yunanistan'dan bir hayli para ve silâh da getirmişlerdi. Epitropi komitasının başkanı, Heybeliada papaz okulundan yetişen Malako idi. Ayaklanma genişledikçe, durum bir Haçlı görünüşü göstermeye başlamış, Hıristiyanlığın İslâm'ı Girit'te yok etme dâvası hâlini almıştı. Kısa zamanda isyancıların toplamı 5.000'i bulmuştu. Atina, propaganda yönünden kuvvetli bir kozu eline geçirmiş, Türklerin mazlum Rumlara zulmettiğini gösteren resimler yaptırmaya, yazılar yazdırmaya memur ettiği adamlarını Avrupa başkentlerine yaymaya başlamıştı. Avrupalı koruyucularını, adanın kurtarılması hakkında yardıma çağırıyor, İngiliz ve Ruslar bu yardıma çoktan hazır bulunuyorlardı. Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan gazete ve dergileri bu yılki yayınlarında hep Rumları koruyan ve haklı gösteren yazılarla doluydu. Durumun oradaki kuvvetle bastırılması imkânsız hâle gelmişti. Bu yönden kuvvetli bir birliğin orada görev alması gerekiyordu. Neticede, Abdullah Paşa kumandasındaki isyanı bastırma ekibi, 29 mayısta Suda limanına çıkarıldı. Vamos'ta Rumların kuşattığı Türkleri kurtarmak için Kalive kasabasına da bir birlik gönderilmişti. 18 günlük çetin bir hareket sonu Sebrona ve Romata da kuşatılmış, Türkler aç ve silâhsız bırakılmış, Türkler, 7 haziranda asilerin ezilmesi üzerine kurtarılmıştı. Rumların Türklere karşı gösterdikleri kötü ve insafsız hareketlere aynı şekilde karşı koymaktan başka çare kalmadığını gören Provliyalı Türkler de , kendilerini yakalayıp yakmak isteyen asilerden bir kısmını yakalamış, fakat bunların, kendilerini isyancıların zorla ayaklandırdığını iddia etmeleri ve yalvarmaları sonucu bırakmıştı. Rumlar ise, Türklere eziyet ve hakaretten geri kalmıyor, çocukları bile aç bırakmak için fırınları, un depolarını, tarladaki ekinleri yakıyorlardı. AVRUPA'NIN KARARI Yunanlıların hem silâhla, hem de propaganda yönüyle çalışmaları boşa gitmiyordu. Koruyucuları olan Avrupalılar işe burunlarını sokarak Bâbıali ile 1896 yılı 25 ağustosunda büyükelçiler seviyesindeki toplantıda şu karara vardılar: • Girit valisi Hıristiyan olacak, devletlerin tasdiki ile Babıâli'ce beş yıl için atanacak, • Vali, genel meclis tarafından kabul edilen kanunları reddetmek yetkisini taşıyacak, • Adada bir karışıklık çıkması hâlinde silâh ve asker yardımı isteyebilecek, • Memurların üçte biri Hıristiyanlardan seçilecek, • Avrupalı hukukçuların yöneteceği bir adli ıslahat komisyonu teşkil edilecek, • Bingazili Araplar, valinin izini olmadıkça Adaya yerleştirilemiyecek, vali, asayiş yönünden bulunmalarını istemediği kişileri adadan çıkarabilecekti. Buna rağmen Atina bu durumu kendi çıkarlarını baltalamış kabul ederek kolları sıvamaya, ajanlarını sokarak Spitropi kuruluşlarıyla anlaşmaya vararak onları papazlar yoluyla harekete geçirmeye girişti. Köy köy kıpırdamalar ve katiller, ırz ve mallara el atmalar başladı. Yunanlılar yayma geçmek için bunu beklemekteydiler. Yayınlanan bir tebliğde: insanlık, medeniyet âlemi!... Biçâre Giritlilere yardım elinizi uzatınız!... O zavallıların mal ve can emniyeti tehlikeler altındadır. Her gün binlerce Hıristiyan öldürülüyor. Eğer Girit Hıristiyanlarının nasıl bir sefalet, nasıl bir felâket içinde bulunduğunu görürseniz, merhametli kalbiniz kanlanır, göz yaşlarınız damlar. Şimdi, türlü işkence altında can çekişen ve hayatlarını feda ile hepimiz için kutsal olan Yunanlılığın vefalı kucağına can atmak isteyen Hıristiyan kardeşlerimize imdat ve yardım edelim!... deniyordu. Olayları tamamen ters aksettiriyorlardı. Oysa ölen, öldürülen Türkler, öldüren, mal ve cana el uzatan Rumlardı. Propaganda, Hıristiyanlık dâvasının altında yavuz hırsız, ev sahibini bastırıyordu. Bu durum karşısında artık pasif kalınamazdı. Aynı şekilde durumun bütün açıklığıyla dünyaya anlatılması gerekiyordu. 25 temmuz 1896'da valiye ve Avrupalı devlet konsolosluklarına Rum kötülüklerini anlatan bir tamim yayınlandı. Bunda özetle şöyle denmekteydi: «Birçok imkânlar sağlanması dolayısıyla bir refah içinde bulunulması gereken adamızda, sükûn ve huzuru Rum vatandaşlarımız bozmaktadır. Karışıklık ve eşkıyalık, adayı bir harabeye çevirmiş, oturmayı adada imkânsız hâle getirmiş, Türkler için hiç bir yönden huzur ve sükûn kalmamıştır. RUM MEZÂLİMİ «Bir yıldan beri Rum vatandaşlarımız, Türk köy ve evlerini yakmakta, mallarını yağma etmekte, sonra da bunu Türkler, Hıristiyanlara yapıyormuş gibi göstererek, bunu Yunan basınına da aktarmakta, dünyayı aldatmaktadır. Hıyanetin bu derecesine tahammül insan gücü dışındadır. Rum tebliğinin yalanlığını şöylece ispatlayabiliriz: «Hanya'ya bağlı Gidanya ilçesinde Psatoyano, Babilo, Vatolakos, Alikiyano, Konfo, Gorano, Strine, Pisires, Romata, Sebrona, Lotraki, Pisikopi, Modi, Limnidre, Valeşero Nitissa, Sirili, Pirgo köylerinde bütün Türklerin evleri, yağhaneleri, zeytinliklerinin büyük bir kısmı Rumlar tarafından yakılmış, bütün araç ve gereciyle birçok hayvanlar alınarak 24 erkek, 4 kadın, 8 çocuk en adi işkencelerle öldürülmüştür. «Kisamo, Samino, Isvakiye bağlı Apkorona, Ayosvasilis ilçesiyle Resino nahiyelerinde, Milyopotamo, Aman, Kandiye'ye bağlı Pribaniçe, köyleri Rum eşkiyaları tarafından tahrip edildi, evler, yağhaneler yakıldı, hayvanlar alınarak dağa götürüldü, yüze yakın erkek, işkencelerle öldürüldüğü gibi, bir kısmı camilere konarak yakıldı. «Prolya ilçesinde on beş gündür emniyette bulundurulan yetmiş Rum, sağlam olarak hükümete teslim edilmiş, bu çetecilere hiç bit" işkence ve zulüm yapılmamıştır. Halbuki bunlar, yüzlerce Türk'ün icarıma girmiş kimselerdi. «Rumlar tarafından oğlu öldürülen, damadı ağır yaralanan Hüseyin Ağa adlı bir ihtiyar, Hanya yakınlarında eline geçirdiği iki Rum'u hiç bir şey yapmadan bir gece evinde ağırladığı gibi, ertesi gün hükümete teslim etmiştir. Bunun gibi binlerce insanî hareketler Türkler tarafından Rum hemşehrilerinden esirgenmemişken, Rumların yaptıkları adî hareket, bütün insanlığın yüzünü kızartacak durumdadır. «Yunanlılar'ın aralıksız bir çalışma ile silâh, gönüllü ve cephane, erzak göndererek Adadaki isyancıları kışkırtmaya devam etmesi, adada huzur ve asayişi sağlamayı, can ve mal emniyetinin korunmasını imkânsız hâle koymuş olduğundan, can, mal korunmasının sağlanılarak, asayişsizliğe son verilmesini istemekteyiz.» YUNAN TAŞKINLIKLARI Yabancı devletlerin, bilhassa Rusların kışkırtmasıyla Türk sınırında, Karanya Grabena bölgelerinde de çeteler kurarak Rumeli'ye sokmak, Makedonya, Tesalya, Epir'deki Rumları ayaklandırmak, Girit’te de yaptıklarını daha ileriye götürmek yolunu denemeye başladılar. Güya bu olayları önlemek üzere Avrupalılar Girit sularına donanma da göndermişlerdi. Bu donanma, asayişe yardım edecek yerde, başta Ruslar olmak üzere gizli gizli Rumlara yardım ederek bir ihanet filosu haline gelmişti. (not: 1990'lı yıllarda Sırplara karşı silahsız kalan Bosnalıları denizden ablukaya alıp ambargo uygulayan ve bunu Bosnalıları korumak için yapıyoruz diyen Nato donaması gibi!) Bu durumu yaratan Yunanlılar, Hidra ve Alfeyon savaş gemileriyle adaya asker göndermeye, güya oradaki asayişsizliği önlemeye de kalkıştılar. Ocak ayına kadar süren huzursuzluk, 29 ocakta son kertesine vardı. Adaya sokulan birkaç bin Yunan askeri ve gönüllüsü ile subaylar, eşkıyaların arasına girerek, onları teşkilâtlandırdılar. Yangınlar, soygunlar, öldürmeler artık saklanmaz duruma geldi. Olayların bu kerteye gelişi, büyük devletlerin Hanya konsoloslarını kendi hükümetlerine baş vurarak gerekli tedbirin alınması mecburiyetinde bıraktı. Bu da bir oyundu. Bu oyunla ada, Yunanlılara verilecekti. Türk askerini çıkarmak suretiyle adada asayiş sağlanabilirdi. Ama bu, onların işine gelmiyordu. Konsoloslardan yalnız Fransız Konsolosu Blan, adadaki durumdan özellikle Yunan hükümetinin sorumlu olduğunu 7 şubat tarihli raporu ile hükümetine bildirmişti ki bu da, Fransız sarı kitabında açıkça yazılı bulunmaktadır. Bu arada ada halkının, güya toplanarak Yunanistan'a katılma yolunda müracaat ettiği ve Yunan Kralı Yorgi'yi, adayı işgale davet ettiği öğrenildi. Yunanlılar bu kararı Avrupa'ya bildirerek büyük devletlerin yardımını istedi, gizli gizli temaslar yapmak üzere Yunan devlet adamlarını Avrupa başkentlerine gönderdiler. O zaman hariciye müsteşarı olan Curzon, Avam Kamarası'nda şöyle konuştu: «Girit'teki son olayların Türkler tarafından yapılmamış olduğuna dair Hanya konsolosu ile Akdeniz'de bulunan amiralimizden yeterli bilgi aldık. Girit hareketinin başkanları Yunanistan'a davet edilmişti. Bunların ne şekilde geldikleri bilinemez. Bunlar bir müddet sonra da geri gitmişlerdir. Bunlarla Giritli reisler arasındaki konuşmalar sonucu bazı şehirler civarındaki Rum aileleri, ev eşyaları ve sürüleriyle dağlara çekilmişlerdir. Böylece Kandiye'de isyan başlamış, birçok Türk aileleri şehirlere sığınarak canlarını kurtarmak istemişlerdir, işte Yunan hükümetinin şikâyet ettiği karışıklık, kendilerinin yarattığı olaylardan başka bir şey değildir. Zulüm ve fenalık o kadar ileri gitmişti ki, Yunanlılara yardım eden ve Türkler'i sevmeyen Lord Curzon bile gerçeği saklayamamış, bu kadarcık olsun bir itirafta bulunarak günahlarının kefaretini vermişti. Times gazetesi de şöyle yazıyordu: Tarafsız bir görüşle söylemek gerekirse. Türkiye kadar birçok dinden vatandaşı olan bir Yurtta kendi yurttaşlarına eşit muamele eden, milliyet, lisan ve dinlerine dokunmayan bir büyük devlete Yunan gazetelerinde uzatılan dil, hiç de insafa ve akıllıca bir harekete yakışmaz. Zalimce hareket ettikleri halde, mazlum rolüne bürünmek çok hayret edilecek bir şeydir. Paris, Viyana, Berlin gazete ve mecmualarının da aynı yolda yayın yapmalarına karşı Atina çizmiş olduğu programdan dönmüyor, Yunan başbakanı Deli Yani, millet meclisinde açıkça Girit'in Yunanlıların olacağını söylüyor, Atina basını da bu tezi savunan yazılarına devam ediyordu. YUNANLILAR ADA'YA ÇIKIYOR Yunan Kralı Yorgi, ikinci oğlu Prens Yorgi'yi altı torpido ile Girit'e yollamak kararını almıştı. Büyük devletler güya bunu önlemek için çabalar sarfetmekteydi. Atina'da yapılan büyük bir törenden sonra albay Vasos bir alay piyade ve istihkâm taburu, bir batarya ile Pire’den hareket ederek, şubatın 15'inde Hanya yakınlarındaki Platonya'da kıyıya çıktılar. Yunan gazeteleri: Bunca yıldır beklenen şafak söktü, emellerimize kavuştuk, Girit'e ulaştık diye yazmakta. Kral Yorgi ise albay Vasos'a verdiği emirde: Girit'in sizce gerekli olan yerinde çıkarak adayı oğlum adına ele geçirecek, bundan sonra bütün muameleleri Yunan kanunlarına göre, kral namına yapacaksınız, oraya varınca adanın Yunan hükümetince işgal edildiğini halka bildiriniz diyordu. Adaya çıkan Yunanlılar, 15 mayıs 1919' da İzmir'de yaptıklarının aynını uygulamaktan geri kalmadılar. Olayları önlemek isteyen Avrupalı devletlerin amiralleri, Yunan hareketlerini kısıtlamak için kordonu sıklaştırdılarsa da Rum korsanlar gecelerden faydalanarak bildikleri gibi oynamaktan geri kalmadılar. Albay Vasos'un söz dinlememesi karşısında, adayı bombardıman bile ettiler ama, bir fayda vermedi. Yunanlılar ise, Atina'da düzenledikleri törenlerle Girit adasının kendilerine katıldığını yaymaktaydılar. Avrupalı devletler 2 martta Atina'ya verdikleri notada şunları istemişlerdi: a) Girit, hiç bir suretle Yunanistan'a verilmiyecektir. b) Osmanlı İmparatorluğu'nun mülki tamamlılığı Avrupalılarca garanti edilmiştir. Girit için özel bir idare kurulacaktır. c) Yunanlılar, Girit'ten deniz ve kara birliklerini çekeceklerdir. d) Bu kuvvetlerin çekilmediği görülürse zor kullanılacaktır. SAVAŞ BAŞLIYOR Yunanlılar, verdikleri cevapta, bu kararlara uyacaklarını, ancak adada bulunan Rumların da fikirlerinin alınmasını istediler. İçerdeki fesat yine kışkırtmalarla harekete geçerek Ekrâtori tepesinde bulunan Yunan çeteleri 9 mart gecesi Türklere saldırıya geçtiler. Olayları izleyen Fransız konsolosu Blanc, hükümetine Türklerin haklı olduğunu, zulmün Yunanlılar tarafından insafsızca kullanıldığını, birçok Türk'ün tuğla fırınlarında yakıldığını bildirdi. Olaylarda eli olan Yunan konsolosluğu memurları, Avrupalılar tarafından zor kullanılarak adadan uzaklaştırıldı. Bunu Yunan donanması izledi. Durumu Yunanistan'dan idare eden Etniki Heten'a, halkı heyecana vererek bir savaş havası yaratmıştı. Devletler Girit ablukasını sıklaştırmışlar, denizden yardım yapılmasını engellemişlerdi. Yunan kralı Girit'te kazanılan basanların etkisiyle Tesalya’ya kadar gitmiş, askerlerini denetleyerek bir savaşın başlamak üzere olduğunu 27 martta açıklamıştı. Bütün hazırlıklarını tamamlayan Yunan ordusu, 1897 yılı 3 nisanında sınırlarımızı aşmak cesaretini gösterdiler. Bu büyük şımarıklığa, Edhem Paşa kumandasındaki Türk orduları Dömeke'de gereken dersi verdi. Kuvvetlerinin çoğunu kaybeden kral, çemberden zor kurtuldu. Türk orduları Atina yolundaydı ki, mazlum pozuna bürünerek büyük devletlere yalvarmaya başladılar. Zaten aracı olacaklarını biliyorlardı. Savaş az bir tazminat, ufak bir sınır değişikliğiyle son bulunca Yunanlılar gözlerini tekrar Girit'e çevirdiler. Buraya bir muhtariyet verilmesi esasen kabul edilmişti. Yalnız bir vali bulmak mesele oluyordu. Etniki Heten'a bunda da başarı kazanarak, genellikle Rusların yardımıyla Prens Yorgi'yi vali yaptı. Kandiya'da çıkan bir karışıklıkta Heten’a nın bir oyunu ile Türk askerleriyle İngilizler çarpışmak zorunda kaldılar. Bunun üzerine de askerimizi çekmemizi istediler. Esasen maksatları da buydu, oyunu iyi hazırlamışlardı. Güya şimdi devletler adayı koruyacaklardı. 21 kasımda prens Yorgi'nin valiliğe başlaması’nı Bâbıali protesto ettiyse de hiç bir sonuç alınamadı. Balkan Savaşı'na kadar da Girit, güya muhtar bir idare altında kaldı. Yazan: İhsan Ilgar Hayat Tarih Mecmuası - 1969 http://www.bodrum-bodrum.com/vorteks/denizciler/girit.htm Kıbrıs ve Girit Alparslan Türkeş Kıbrıs Adası hepimiz biliyoruz ki, 1571 yılında Türkler'in idaresine geçmiş ve 1914 yılına kadar, hukuken de 1923 lozan Antlaşması yürürlüğe girdiği tarihe kadar Türkler'e ait bulunmuştur. 1879'da Kıbrıs'ta İngilizler tarafından yapılmış olan nüfus sayımına ait istatistikler elimizdedir. Bu sayıma göre o zaman Kıbrıs'da Türk nüfusu çoğunluktadır. Rum nüfusu azınlıktır. Kıbrıs, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde İngilizler'e "geçici olarak işgal etme" müsaadesi ile işgal altına verilmiş bir adadır. İşgal müsaademizin de dayandığı mucip sebep Ruslar, İskenderun istikametinde Osmanlı topraklarına bir taarruz yapacak olurlarsa, yakın mesafeden, yakın bir üsten Osmanlılar'a yardım etmelerini mümkün kılmak için bu ada geçici olarak İngiltere'ye işgale verilmiş, müsaade edilmiştir. Veriliş sebebi de budur. İngilizler oradan hemen İskenderun'a; bize yardım edecekler. Bundan sonra adaya her iki yılda, üç yılda yeni İngiliz valisi tayin olup geldiği zaman adanın Rum ruhani reisi, yahut işte o Arşbişop dedikleri metropoliti gider, valiyi karşılar ve valiye bir dilekçe, bir arzını sunardı. 1878'den itibaren bu dilekçede papaz, Kıbrıs'ın Yunan olduğunu, ve Kıbrıs Adası'nın Yunanistan'a verilmesini rica ederdi. Yunan hükümeti, Yunan devleti de bu istikamette devamlı olarak ada Rumları ile irtibatta bulunur, Yunanistan'dan öğretmen yardımcı her şey gönderilirdi. Kültür münasebetleri, kültür birliği temin edilmiş bir durumda, bir şekilde işler yürütülürdü. Osmanlı Devleti çeşitli gailelerle yuvarlanırken tabii bunlarla uğraşma imkanını bulamamıştır. Fakat Lozan Antlaşması'ndan sonra da biz, tamamıyla kabuğumuza çekilmiş durumda bulunduk ve oradaki Türkler'le ve adanın durumu ile de faal bir şekilde ilgilenemedik. Lozan Antlaşması gereğince adadaki Türkler'e üç yıl müsaade tanındı. Bu müsaade gereğince; Türkiye'ye gitmek ve Türk vatandaşı olarak yaşamak isteyenlerin malını mülkünü satıp, göç etmesi gerektiği, gitmek istemeyenlerin de İngiliz teb'alı olacağı bildirildi ve Lozan Antlaşması gereğince Türkiye'den çıkarılan Rum göçmenler Kıbrıs'a sevk edildi. Anadolu'dan çıkarılan Rumlar Kıbrıs'a sevk edildi. Ve Kıbrıs'a getirilerek yerleştirildi. Bunlar Anadolu'dan hınçla Kıbrıs'a gelmişler ve orada yerli Rumlar'ı da azdırarak Türkler'e karşı her fırsatta çeşit çeşit taşkınlıklar, çeşit çeşit tazyiklere, tecavüzlere de girişmişlerdir. Zaten hassas olan ve yabancı boyunduruğundan hoşlanmayan Türkler, kendilerine tanınmış olan bu üç yılı kullanmak için adeta birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Rum muhacir akını karşısında da adada oturmak arzusunu iyice kaybetmişler ve adaya Rum muhacirleri gelirken, adadan Türk muhacirleri çıkmış, Türkiye'ye göç etmiştir. Bugün yakın kabul edeceğimiz bir tahmine göre Mersin'den Mersin dahil İzmir'e kadar olan kıyı bölgemizde, Kıbrıs'tan gelmiş göçmenlerden en az, 250 300 bin insan bulunmaktadır. Bundan sonra zaman akmış, Rumlar ve Yunanlılar bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Nihayet İkinci Cihan Savaşı'ndan çıkılmış ve Yunanlılar on iki adaya talip olmuşlardır. Harp esnasında bize işgal teklif edilmiş fakat buna yanaşmamışızdır. "Ne bir karış toprak veririz, ne bir karış toprak alırız". "Aman etmeyin, gitmeyin, alın şunu işgal edin". "Yok, hayır efendim, ne olur ne olmaz". Yunanlılar buna talip çıkmışlar. Yunanistan'a bu on iki ada 1947 Paris Antlaşması'yla verilmiştir ve Türk hükümetinden bir söz dahi çıkmamıştır. Ey Allah'ın kulu, ağzını aç, de ki : "Efendiler, kimin malını kime veriyorsunuz, bunlar bize aittir. Şimdi bizi dinlemezsiniz, ama bu antlaşmayı kabul etmem, saymam, söz hakkımı mahfuz tutuyorum", de... On iki ada gitti, bundan sonra artık bütün faaliyetler Kıbrıs'a doğru döndü. Şimdi, Kıbrıs'la birlikte bütün adaların durumunu kısaca gözden geçirmemiz icab etmektedir. Yunanistan istiklal alıp bir mikrobik devlet halinde yeryüzüne doğduğu andan itibaren kendinden çok çok büyük hülyalar, davalarla uğraşmıştır. Çok büyük... Ama böyle yapması, acaba kendisi için zararlı mı olmuş? Böyle hareket etmesi acaba hatalı mı olmuş? Şunu söylemek isterim ki, her hakikat evvela beyinlerde, kafalarda bir nazlı hayal olarak doğar ve yaşar. Osman Gazi, Osmanlı Beyliği'nin başına geçtiğinde İstanbul'u, Rumeli'yi, Suriye'yi, Irak'ı düşündüğü zaman bunlar onun kafasında birer hayaldi. Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçmeğe hazırlanır. Kendisine sorarlar : "Devlet mağlup, ordu dağılmış, para yok, halk; Anadolu halkı bitmiş, yorgun sen neden bahsediyorsun?" O der ki : "Misak-ı Milli hudutları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti". "Bu nasıl olur?" O gün için kendisiyle konuşan meşhur bir gazeteci var. Pera Palas otelinde, yanından ayrıldıktan sonra "Bu bir deli" der. "Bu bir çılgın" der. Çünkü o gün, o anda Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti sadece bir hayaldir. Amma, bu güzel, bu nazlı hayal, ona gönül verenlerin azmi, can fedası ve iradesi sayesinde bugün bir hakikattir. İşte Yunan mikrobik devleti meydana geldiği andan itibaren büyük Bizans İmparatorluğu'nun varisi ve onu ihya etmek davacısıdır. Bu faaliyetlerin de kaynadığı kazan, sevk-ü İdare edildiği yer, Yunan Kilisesi'dir. Yunanistan'da Yunan Kilisesi'ni, Yunan politikasından ayıramazsınız. Bütün ihtilallerini, bütün isyanlarını Yunan Kilisesi hazırlamış, o sevk-ü idare etmiştir. Hatta, o kadar ki, Mora isyanı başladığı zaman, işte ilk defa bağımsızlık almak için ayaklandıkları zaman, Sultan Mahmut zamanı, bu zamanı biliyoruz, Etnik-i Eterya denen, cemiyet idare ediyor. Bu cemiyeti sevk-ü idare eden de patriktir. İstanbul'daki patrik. Öyle de bir suikast hazırlıyor ki, Türk askeri üniformalı Rum kuvvetleri, Yunan kuvvetleri hazırlanıyor. Bir taraftan Mora kıyımı olacak, bir taraftan da bunlar İstanbul'da ayaklanacaklar. Ve İstanbul'u işgal edecekler. Bizans ihya edilecekti. Tabii bu durum zamanında haber alınıyordu. Bunlar bastırılıyor ve patriği, işte o orta kapı dediğimiz ki, ördüler onu, bugün hala örülü, açmıyorlar, orada asıyorlar. Asılması gayet tabiidir. Bana bir devlet gösterin ki, o devlette, o devletin bir vatandaşı, bir teb'ası kendi devletine karşı hiyanet eder, isyana kalkışır ve buna mukabil o devlet ona "aferin, iyi ettin" der. Böyle bir devlet var mı yeryüzünde? Eeee, bundan dolayı niye Osmanlı Devleti'ni suçluyorlar? Onun yerinde kim olsa yapması icab eden hareket buydu. Bundan sonra daima bu devlet, bu fikri, bu hayali takib etmiştir. Ve üzülerek ifade etmek lazımdır ki, bu hayalin Rumeli tarafından kısmını büyük ölçüde ve Ege Denizi'ndeki adalar kısmını baştan aşağı gerçekleştirmişlerdir. Bizim tedbirsizliğimizden, başımızdaki devlet adamlarımızın idaresizliğinden ve liyakatsizliğinden dolayı, bunlardan faydalanmışlar, zaman zaman, safha safha bunu gerçekleştirmişler, hatta İstiklal Savaşımız sırasında Anadolu'nun da bir parçasına sahiplenmeğe çalışarak iyice bunu kurmak durumuna girmişlerdir. Şimdi haritaya baktığımız zaman, dedik ya dış politikaya tesir eden, güven veren önemli esaslardan birisi de, o memleketin coğrafyasıdır. Jeopolitik durumudur. Evet, haritaya baktığımız zaman Çanakkale boğazının ağzında Midilli adası, diğer Yunan işgalindeki adalar, aşağıya doğru Ayvalık'ın karşısı, Burhaniye'nin karşısı, daha aşağı Foça, İzmir, İzmir'in karşısı, Kuşadası, daha aşağısı Bodrum, Küllük v.s. ... böyle. Bütün Türk kıyıları Yunanlılar'ın ele geçirdikleri adalarla tıkanmış vaziyette. Türkiye'nin neresi var? Akdeniz kıyıları var, Akdeniz bölgesi var ki orada nisbeten serbest. Kıbrıs? Kıbrıs İngilizler'in elinde, başka bir devletin elinde, Şimdi bunlar uzun zamandan beri bu adayı hedef almışlar. Ve diyorlar ki: "Burasını alacağız ve Yunanistan üç kıt'a üzerinde bir devlet haline gelecektir. Aynı zamanda hem Balkan memleketi, hem Orta Doğu memleketi olacağız" diyorlar. Ne ile? Kıbrıs'la. Kıbrıs'ın öneminin çok kimseler henüz tam farkında değil. Memleketimizde onu, sadece orada bulunan 150.000 Türk'ün durumuna bağlıyoruz. Hayır beyler, orada hiçbir Türk bulunmasa da Kıbrıs davası vardır. Türkiye için. Bunu coğrafya zorunlu kılıyor. Türkiye'nin kendi varlığını korumak, kendi güvenliği bunu zorunlu kılıyor. Kaldı ki, orada 150.000 Türk'ün bulunuşu bu durumu bir kat daha önemli hale getiriyor. Şimdi Yunanistan bu mes'elede de diğer mes'elelerinde olduğu gibi bize kıyasla çok ustaca, planlı ve uzağı görerek hareket etmiştir. Dünyanın her tarafına serilmiş olan Yunan propaganda ağı, Yunan diplomatik faaliyetleriyle elele beraber olarak işlemiştir. Bunlar olurken biz ne yaptık acaba? Cevap tek kelime, bir ? Hiç! Onlar İngilizler'e karşı evvela bir mücadele açmışlardır. İngilizler'le bu mücadeleleri onların, işte şöyle bir danışıklı doğuş gibi bir şeydir. Çünkü zaten onu besleyen, onu himaye eden, onu pohpohlayan İngilizler olmuştur. Bugüne kadar tarihi bir olaya göz atarsak Kıbrıs mes'elesini daha iyi canlandırmak, anlamak mümkün olur. Bu olay Girit olayıdır. Girit de bundan 100 yıl önce bir Türk adaşıydı. Ve adada en az Rumlar'a denk sayıda Türk nüfusu vardı. Fakat böyle bir böceğin yaprağı kemirmesi gibi, kemirmeye başlamış oraya da el atmıştır. Girit'te de aynı Kıbrıs'ta olduğu gibi faaliyetlere girişmişlerdir. Orada da evvela çeteler faaliyete geçmiş, çeteleri bastırmak için nizamı, asayişi, kanunu korumak için, biz oraya kuvvet gönderince de "Eyvah! Türkler bize zulmediyor, Türkler Rumlar'ı katliam ediyor, kesiyor, yetişin!" diye yaygarayı basmışlardır. Hemen o zamanın büyük devletleri dediğimiz İngiltere, Fransa v.s. gelmişler, Ruslar, Rusya da beraber, adaya asker çıkarmışlar ,adayı işgal etmişler ve işi, pek benzeyiş var arada, onun için söylüyorum evirmişler, çevirmişler, demişler ki : "Burası muhtariyet olsun..." "Yani gene sizin olsun ama, Rum halkı kendi toplum işlerinde, kendi cemaat işlerinde, bağımsız olsunlar. Bir de Yunanlı bir vali bulunsun adada, sizin valiniz, size rapor versin..." Sizin valiniz Yunanlı. Kim olacak bu? Yunan krallık ailesinden olsun, bir prens... Böylece Girit Adası muhtariyetle idare edilen bir ada oldu. Yani Kıbrıs'ın bağımsız cumhuriyet olması gibi. Bunlar adımlardır. Yunanistan'a doğru gidiş adımları. Şimdi bunları ortaya koyunca Türk devlet adamlarını daha iyi tartabileceğiz. Eh, olan oldu. Girit adası muhtar oldu. Yunan krallık ailesinden bir prens de Osmanlı valisi oldu. Kime hizmet ediyor?!... Osmanlılar'a değil mi?! Osmanlılar'a hizmet ediyor ! ... Ve, Girit günün birinde gitti. Ne zaman gitti? Bizim muzaffer olduğumuz; galibiyetle muzafferiyetle bitirdiğimiz bir harbin sonunda. O da 1897 Türk-Yunan Harbi'nin sonunda. Biliyorsunuz, 1897 Türk-Yunan Harbi Yunanlılar'ın taşkınlığı ile, münasebetsizliği ile patlak vermişti. Onlar ve Avrupalılar zannetmişlerdi ki, Yunanlılar muvaffak olacaklar ve Osmanlı ordusunu yenecekler; Selaniği melaniği alacaklar... Fakat müthiş bir bozguna uğramışlardır. Ve Türk ordusunun Atina'ya girmesine ramak kalmıştır. Hemen araya yine büyük devletler girdi : "Aman barışı koruyacağız, barış elden gitmesin, falan" diye bizi durdurdular. Yunanlılar'la aramıza girdiler. Ondan sonra da o zamana kadar sözde bizim olan Girit adası, temelli olarak Yunanistan'ın oldu ve bu güne gelindiğinde ise Türkiye, Yunanistan'a gayet iyi tesir edecek kozlara, tedbirlere sahiptir. Geç kalmış olmakla beraber, planlı bir propaganda faaliyetine girişmek ve yine planlı bir diplomatik faaliyete girişmek lazımdır. Uyuşukluk, durgunluk çıkar yol değildir. Türk milleti, Türkiye'nin gelecekteki evlatları bunu bir an akıldan çıkarmamalıdırlar. Yunanlılar aleyhimizde faaliyetler gösterdikçe, okul kitaplarında topraklarımız üzerinde hak iddia eden fikirler, yazılar bulunup, çocuklarına bunları telkin etmeğe devam ettikleri müddetçe, basınında daima aleyhimizde ve kendi vatanımız üzerinde iştiha ve hak belirten davranışlarda bulunmağa devam ettiği müddetçe Türk milletinin hedefi; Selanik, Batı Trakya ve Anadolu'nun parçaları olan adalardır. http://www.geocities.com/alpertungam/kibrisvegirit.htm 4- Girit'i Yunanistan'a Bağlama Girişimleri Türk-Yunan savaşı, Girit meselesi yüzünden çıkmış, buna rağmen barış antlaşmasının hiçbir yerinde Girit anlaşmazlığından ve hal şeklinden bahsedil­memişti. Barışın imzalanmasından iki hafta sonra da 18 Aralık 1897 tarihinde büyük devletler, Girit'in özerkliğini ilan ettiler. Buna göre Girit adası Osmanlı Devleti'nin hakimiyetinde tarafsız ve muhtariyete sahip bir eyalet oluyordu. Adaya, ilgili devletlerin de onayı ile Sultan tarafından beş yıl için Hıristiyan bir vali tayin edilecekti. Türklerin de temsil edildiği seçilmiş bir yasama meclisi bulunacak, onun kararları Osmanlı Devleti'nin müdahalesi olmadan valinin onayıyla yürürlüğe girecekti. Türklerin can güvenliği ve mal emniyeti temin olunduktan sonra Türk askeri adadan çekilecekti. Girit idaresi, Osmanlı Devleti hazinesine yıllık maktu bir vergi ödeyecekti[1]. 18 Aralık 1897'de büyük devletler Girit'in Osmanlı hakimiyetinde özerk hale getirildiğini açıkladıkları sırada adanın dağlık bölgelerinde Türk ve Rum halkları arasında çatışmalar devam ediyordu. Osmanlı Hükûmeti adaya eski sadrazamlardan Cevat Paşa'yı göndererek duruma hakim olmaya çalıştı. Cevat Paşa'nın varlığı Türklerin moralini yükselttiğinden kırsal bölgelerde Rum baskı­sına dayanamayarak Kandiye'ye sığınan Türklerle şehrin Türk unsuru birleşerek Rumlara karşı koydular. Çıkan olaylarda İngiliz konsolosu da öldürüldü. İngiliz amirali şehrin Osmanlı komutanından, silah kullananların kendisine teslimini istedi. Evler aranarak birçok kişi tevkif edilip İngiliz gemilerinde hapsedildi. 4 Ekim 1898'de adayı işgal eden büyük devletlerin Girit'teki karışık­lıklardan, Osmanlı yönetimini sorumlu tutan ortak notası, Fransız elçisi tara­fından Babıâli'ye verildi. Bu notaya göre: 1- Dört devlet Girit adasında sultanın hukukunu koruyacak, 2- Osmanlı Hükûmeti adadaki kuvvetlerini bir ay içinde çekecek, 3- Ada'da çoğunluğun arzusuna uygun yönetim kurulacaktır. Osmanlı Devleti egemenlik haklarına ters düştüğü gerekçesiyle notayı reddettiyse de dört büyük devletin isteklerini zorla yerine getirmek mecbu­riyetinde kaldı. 19 Ekim'den itibaren Osmanlı askerleri Ada'dan çıkarılmaya başlandı. İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan birliklerinin Osmanlı askerlerinin bo­şalttığı stratejik noktaları işgaliyle, Girit fiilen dört büyük devletin hakimiyetine geçti. Ada'da sözde Osmanlı egemenliğinde özerk bir yönetim kurularak başına da vali olarak Yunan Prensi Yorgi'nin getirilmesine karar verildi. Çar ortak kararı II. Abdülhamit'e bildirdi. Avusturya, Almanya ve Osmanlı Devleti'nin karşı çıkmasına rağmen savaşta yenilen Yunanlılar, Yunan Prensi Yorgi'nin adaya vali yapılması suretiyle mükâfatlandırılmış oldu. Babıâli, işgalci dört büyük devletin baskısı üzerine, Prens Yorgi'yi Girit Genel Valiliği'ne atamak zorunda kalmıştı. Yorgi'nin 21 Aralık 1898'de Girit'e giderek adanın yönetimini eline almasından sonra büyük devletlerin askeri birliklerinin ve donanmalarının büyük kısmı Girit'i terketti. 1899'da Giritli hukukçu Elefterios Venizelos tarafından hazırlanan anayasa Girit Kurucu Meclisi tarafından kabul edildi. Prense yardımcı olmak üzere dört Rumla bir Türkten meydana gelen danışma kurulu ile bir meclis kuruldu[2]. Bu suretle Girit'in, Osmanlı Devleti ile bağları kopartılarak, adada Yunanistan'ın etkisi altında adeta bağımsız bir devlet kuruldu. 1901 yılında Prens Yorgi, Girit'i resmen Yunanistan'a bağlamak istedi, fakat Avrupa devletleri buna engel oldular. 1905'de ise Yorgi, yönetiminden memnun olmayan halkın baskısı üzerine, valilikten çekilmek zorunda kaldı. Büyük devletlerin, Yunan kralından, Girit için yeni bir vali seçmesini istemeleri üzerine, eski başbakanlardan Zaimis bu göreve atandı. Böylece, tamamen bir Yunan adası haline gelmiş bulunan Girit, görünüşte de olsa bir müddet daha Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmakta devam etti[3]. 5 Ekim 1908'de Girit Meclisi, adanın Yunanistan'a bağlandığını ilan etti. Osmanlı Devleti bu ilhâka karşı çıktığı gibi büyük devletler de Bosna-Hersek ve Bulgaristan bunalımlarının sürmekte olduğu sırada yeni bir meselenin daha çıkmasını istemediklerinden bu oldu-bittiyi tanımadılar. Bununla beraber İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, Girit adasında bulunan askerlerini geri çekme­ye karar verdiler. Osmanlı Devleti ise 30 Mart ve 27 Haziran 1909'da İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'ya başvurarak, askerlerinin tahliyesini geri bırakmalarını istedi. Bu istek kabul edilmedi[4]. Girit'in tahliyesi demek, Yunanistan'a bırakılması demekti. Bu tahliye nihayet 27 Temmuz 1909 Salı günü tamamlanmış ve sadece Suda limanında hâtıra kabilinden bir Türk bayrağı ile muhafız olarak birkaç büyük savaş gemisi bırakılmıştır[5]. Devletler askerlerini tamamen çektikleri gün Hanya kalesine Yunan bayrağı çekildi[6]. Osmanlı Devleti'nde Girit'teki gelişmelere karşı büyük bir tepki doğmuş ve mesele bir Osmanlı-Yunan anlaşmazlığı halini almıştı. Büyük devletlerin baskısıyla olayların daha fazla büyümesi önlendi. Osmanlı Devleti, 3 Kasım 1909'da büyük devletlere bir defa daha başvurarak, Girit meselesinin kesin olarak çözümlenmesini istedi, fakat bu konuda zamanın daha gelmediği cevabını aldı. Bundan sonra Girit, 1912 yılına kadar, hukuk yönünden Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmaya devam etti[7]. http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/yunan/III-4GiritiYunanistanaBaglamaGirismleri.htm 1- Girit Meselesi Doğu Akdeniz'in Kıbrıs'tan sonraki en büyük adası olan Girit, XVII. yüzyılın ortalarında Osmanlı hakimiyeti altına girmiştir. Osmanlı Devleti yönettiği her bölgede uyguladığı adâletli ve hoşgörülü idâre tarzını Girit'te de icrâ etmiştir. Kandiye'nin fethinden Mora ihtilalinin başlangıcına kadar Osmanlı hakimi­yeti altında geçen zaman zarfında Girit'te gözlenen sükûnet devresi, Osmanlı idâresinin özenli iç politika uygulamalarına rağmen devam edeme­miştir. Mora ve adalarda Rumlar tarafından çıkarılan isyanlar Girit adasına da sıçradı. 1821 yılında başlayan bu ilk isyanın bastırılması için II. Mahmut, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'yı görevlendirmiş ve isyanı bastırmıştır[1]. 1830 yılında Yunanistan devleti kurulduğunda, Girit Rumları adanın bu devlete bağlanmasını sağlamak için yeniden isyan ettiler. Bu isyan da Mehmet Ali Paşa tarafından 1831 yılında bastırıldı. Ancak kendisine Girit valiliği de verilmiş olan ve kuvvetleri de adada bulunan Mehmet Ali Paşa Girit'i, buradan bir çıkarı olmayacağını anladığı için, 15 Temmuz 1840 tarihli Londra Antlaşması'ndan sonra boşaltmıştır[2]. Girit'in Mehmet Ali Paşa'nın çekilme­sinden sonra yeniden doğrudan Osmanlı idaresine geçmesinden az bir zaman sonra, Rumlar buraya tekrar dönmüş olan Yunan mültecileri tarafından isyana teşvik edildiler. Bu ayaklanma da, Osmanlı Devleti tarafından 1841 yılının ilk aylarında bastırıldı[3]. Bu arada, yeni kurulmuş olan Yunan Devleti de Girit'teki Rumları isyana teşvik etmekte ve asilere her çeşit yardımı yapmaktaydı. Yunanistan, Mısır bunalımı sırasında Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu zor durumdan yararlanmak için, 10 Ağustos 1839'da koruyucusu olan üç büyük devlete bir muhtıra göndererek, Girit'in kendisine verilmesini istemiştir. Diğer taraftan da Teselya'ya çeteler göndererek, Makedonya ve Epir'de karışıklıklar çıkartmıştır. Ancak İngiltere, Yunanistan üzerinde Rusya'nın nüfûz kazanacağı endişesi ile Yunanistan'ın bu genişleme politikasını önlemiştir. Kırım Savaşı sırasında da, Yunanistan'ın Osmanlı Devleti'ne savaş açmak istemesi, İngiltere ve Fransa tarafından engellenmiştir[4]. Yunanlıların ümit ve arzuları, 1864 yılında Yedi Ada'nın kendilerine verilmesi üzerine tekrar uyanmıştır. Rumların bulunduğu Ege'deki bütün adaları ele geçirerek büyük bir Yunanistan kurmak isteyen Yunanlılar, Girit'i de Osmanlı Devleti'nden kopartmak için tekrar harekete geçmişlerdir. Adaya gönderilen papaz ve öğretmenlerle Rum halkını isyana teşvik edilmiş ve 1866 Ağustos ayında Girit ilk defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne olmuştur. Rumlar kendi kendilerine geçici bir hükûmet kurarak, Girit'in Yunanistan'a ilhâk edildiğini ilân ettiler. Osmanlı Devleti, isyanı bastırmak üzere harekete geçti. Fakat Avrupa devletleri bu defa da işe karıştı. Fransa ve Rusya'nın Girit'in Yunanistan'a terki veya özerklik verilmesi önerisi Babıâli tarafından reddedildi. Asilere, Yunanistan ve diğer ülkelerden gönüllü ve yardım gelmekteydi. 1867 Mayıs'ında Rusya'nın da onayını alan Fransa, Girit halkının şikâyet ve isteklerini belirlemek üzere, adaya milletlerarası bir komisyon gönderilmesini teklif etti. Fakat, Osmanlı Devleti ile İngiltere ve Avusturya bu teklife karşı çıktılar. Bunun üzerine Fransa, tasarıda, gönderilecek komisyona Osmanlı Devleti'nin de bir heyet ile dahil edilmesi şeklinde değişiklik yaptı. Buna mütareke talebini de ilave ederek Rusya, İtalya ve Prusya ile müştereken, Osmanlı Devleti nezdinde yeni bir teşebbüste bulundu. Ancak Osmanlı Devleti bu teklifi de içişlerine karışma sayarak reddetti[5]. İngiltere ise Girit meselesinin, Osmanlı Devleti'nin yerel bir problemi olarak kalmasını istiyordu. Bu arada yapımı sürdürülen Süveyş Kanalı açılınca, Hindistan yolu üzerinde bulunan Girit'in önemi bir kat daha artacaktı. Bu bakımdan da adanın statükosunun devamında yarar görüyordu[6]. Avrupa devletlerinin devam eden baskısı sonucunda Babıâli 12 Eylül 1867'de Girit'te genel af ilan etmeye razı oldu. 28 Ekim'de Fuat Paşa, Sadrazam Âli Paşa'nın Girit'te tatbik edeceği tafsilatlı ıslahat programını ilgili devletlere gönderdi. Ancak tatbike konulması düşünülen program Fransa'yı memnun etmedi. Bunun üzerine Fransa, Rusya, Prusya ve İtalya, Babıâli'ye verdikleri notada, Osmanlı Devleti'nin İngiltere'nin tutumundan cesaret alıp, diğer devletlerin fikirlerini gözönünde tutmadığını, kendi teklif ettikleri ıslahat programlarını uygulamadığını ve bundan meydana gelebilecek hiçbir şeyin sorumluluğunu kabul etmediklerini bildirmişlerdir. Londra Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarından Kenneth Bourne nota hakkında; "Bu nota vaziyeti olduğu gibi bırakmak şöyle dursun adeta bir afetin kapısını açıyordu". yorumunu yapmıştır[7]. Bu şartlar altında Sadrazam Âli Paşa 6 Ekim 1867'de Girit'e vardı ve hazırlanan ıslahat programını açıkladı. Buna göre: "Vergiler önemli ölçüde azaltılacak; valinin yanında biri Müslüman, diğeri Hıristiyan olmak üzere iki danışman bulunacak; yerel ve genel meclisler kurulacak, bunların üyeleri Müslüman ve Hıristiyanlardan seçilecek; ada gerektiği kadar sancaklara ayrılacak ve bunların başına getirileceklerin yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan olacak; adada resmî yazışmalar Türkçe ve Rumca olmak üzere iki dilde yapılacaktı". Böylece Girit'e özerklik veren bir yönetim şekli getirilmiş ve Girit isyanı da yatışmaya başlamıştı. Girit'teki durumun sâkinleşmesinden hoşlanmayan Yunanistan bu kez de Yunanistan'a gelen Girit göçmenlerinin adaya dönmesini devletlerarası bir mesele haline getirmeye çalıştı. Ancak, göçmenlerin Yunanistan'da karşılaştıkları kötü şartlar, Yunanistan'ın aleyhinde bir durum oluşturdu. Göçmenler Girit'e dönmek istiyor, fakat anlaşmazlık çıkartacak bir kozdan yoksun kalmak istemeyen Yunanistan buna izin vermiyordu. Babıâli, 1868 Kasım ayı sonlarına doğru göçmenlerin Girit'e serbestçe dönmesini istedi. Osmanlı Devleti, 11 Aralık 1868'de Yunanistan'a verdiği notanın reddedilmesi üzerine de Yunanistan ile ilişkilerini kesti. Ortaya çıkan savaş durumunu gidermek için harekete geçen büyük devletler, 9 Ocak 1869'da Paris'te bir konferans topladılar[8]. Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya, Prusya, Avusturya ve Osmanlı Devleti'nin katılımıyla gerçekleşen konferansa Yunanistan katılmadı. Uzun süren müzâkerelerden sonra, Paris Konferansı'nın resmi bildirisi 20 Ocak 1869'da kabul edildi. Bu bildiri Yunanistan Hükûmeti'nin Osmanlı Devleti'ne karşı çeteler toplamasını ve Yunanistan limanlarından Giritli âsîlere malzeme taşıyan gemilerin donatımını yasak edip mültecilerin de Girit'e dönmelerine mani olunmamasını talep ediyordu[9]. Büyük devletler bu bildiri ile Yunanistan'ı hareketlerinden dolayı suçladıklarını açıkça belli etmişlerdir. Yunanistan'a bildiriye ek olarak verilen notada da bildiride ifade edilen maddelerin en geç bir hafta içinde kabul edilmemesi halinde, Yunanistan'ın hareketlerinden doğacak sonuçlar karşısında yalnız bırakılacağını ihtar etmişlerdi. Yunanistan hükûmeti, konferansa katılan devletlerin bu baskısı karşısında, 6 Şubat 1869'da bildiriyi kabul etmek zorunda kaldı. Böylece, İngiltere'nin isteği doğrultusunda statükonun korunması esas alınarak Doğu Akdeniz bunalımı önlenmiş ve Osmanlı-Yunan anlaşmazlığı ile Girit meselesi geçici de olsa sona ermiştir[10]. Girit Rumları, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında, Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü zor durumdan yararlanmak amacıyla, Yunanistan'ın da teşviki sonucu yeniden isyan etmişlerdir. Rusya da, Ayastefanos Antlaşması'na, Girit adasında ıslahat yapılmasını ve uygulanmasını isteyen bir madde koyarak, konunun devletlerarası bir nitelik almasına sebep olmuştur. İngiltere ise Rusya'nın adaya tek taraflı olarak müdahalesini önlemek üzere, Girit meselesini Berlin Konferansı'na getirdi. Kongre, Berlin Antlaşması'nın 23. maddesine; Girit'te 1868 nizamnâmesi esaslarına göre ıslahat yapılmasını ve Osmanlı Devleti'nin bu konuda Avrupa devletlerine bilgi vermesi kaydını koydu[11]. Bu madde Osmanlı Devleti'nin Girit üzerindeki hâkimiyetini biraz daha kaybetmesine yol açtı. Nitekim sonradan büyük devletler, Osmanlı Devleti tarafından verilen bu vaadin yerine getirilmesini istediler. Bu vazife ile Girit'e gönderilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa ile âsîler arasında, konsolosların kontrolü altında, Hanya'ya yakın Halepa mevkiinde müzakereler yapılarak, 23 Ekim 1878'de bir mukavelenâme imzalandı[12]. "Halepa Mukavelenamesi"'nin başlıca hükümleri şunlardır: 1- Girit genel valisi, beş yıl müddetle tayin edilecektir; genel vali, Müslüman veya Hıristiyan olabilecektir. Müslüman olduğu takdirde Hıristiyan, Hıristiyan olduğu takdirde, Müslüman bir yardımcısı bulunacaktır. 2- Vilâyet Genel Meclisi 80 üyeden oluşacak; bunlardan 49'u Hıristiyan, 31'i Müslüman olacaktır. Meclis yılda bir defa toplanacak, mahallî ihtiyaçlar hakkında karar verecektir. 3- Memurlar öncelikli olarak yerliler arasından seçilecektir. 4- Rumca, Türkçe gibi resmî dil olarak kabul edilecektir. 5- Vergi gelirlerinin fazlası adanın amme hizmetleri için kullanılacaktır. 6- Kâğıt paranın tedavülü yasak olacak, basın hürriyeti sağlanacaktır[13]. Böylece, Halepa Mukavelenamesi ile verilen yeni haklar ve getirilen düzenle, Rum halkın Girit'in yönetiminde daha etkili olması sağlanmıştır. http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/yunan/III-1-GiritMeselesi.htm Osmanlının Girit'i Türkiye'nin Kıbrıs'ı Gazeteci Tahsin, İngilizlerin 1931'de Kıbrıs Meclis'ini kapatmasını, Özel Harp Dairesi'nin provokasyonlarını, Kıbrıs'ta ilk eylemi yapan TMT'yi ve bugün gelinen süreci değerlendirdi. Türkiye mi Denktaş'ı, Denktaş mı Türkiye'yi sürükledi? Bia Haber Merkezi 16/04/2003 Nuh KÖKLÜ BİA (Lefkoşa) - Gazeteci Arif Hasan Tahsin gelinen süreci "Biz de, Türkiye'de yenildi" diye özetliyor. Tahsin'e göre Türk askerinin sorunu Osmanlı kılıcıyla çözmeye çalışması sorunun çıkmaza girmesine neden oldu. Bütün yaşananlardan sonra Denktaş'ın mı Türkiye'yi, Türkiye'nin mi Denktaş'ı sürüklediğini soruyor Tahsin... "İngilizlerin 1931'de provokasyon yarattı" "Bir Kıbrıs Sorunu"ndan bahsedebilir miyiz? Böyle bir "sorun" nasıl ortaya çıktı? Bir Kıbrıs sorunu var aslında. 1821'den beri, Yunanistan'ın bağımsızlığını ilanından bu yana gelen bir sorundur bu. Yunanistan kendi topraklarını belirlerken Kıbrıs'ı da dahil etti.Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması, Türkiye'nin Osmanlı topraklarındaki haklarından feragat etmesi süreci geldi arkasından. İngilizler o yıllarda bir denge kurmuştu, İngiliz ve Türk oyları Rum oylarından fazlaydı 1930 seçiminde seçilen bir Türk Rumlarla birlikte oy kullanınca denge bozuldu. 1931 isyanı bahanesiyle İngilizler meclisi kapattı ve bir daha açmadı. Bu isyanlar hakkındaki belgeler 100 yıl ambargoludur, onlar açılınca meselenin özü de ortaya çıkar. Türk hükümeti, Kıbrıslı Türklerin Anadolu'ya göç etmesini istiyordu, gönderdikleri Konsolos Asaf bu işi başaramayınca, Türk milliyetçiliğini yaymaya başladı. O tarihten sonra Kıbrıslı Türklerin liderleri Ankara'dan tayin edilmeye başladı. Birincisi Necati Özkan, ikincisi Fazıl Küçük, üçüncüsü de Raif Rauf Denktaş'tır... 2. Dünya savaşından sonra Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) bastırmasıyla sömürgeciliğin lağv edilmesi söz konusu olunca, İngilizler 1947’de Kıbrıs'a bir anayasa önerdiler. Buna göre, Mecliste büyük çoğunluk Rumlardan oluşacak, Kıbrıslı Türklere azınlık hakkı verilecek, savunma ve dış işleri bir süre İngilizlerin elinde olacaktı. "Türkiye 1955'de Kıbrıs kavgasına girdi" Aslında o dönemki sorun, İngiliz nüfuz bölgelerinin ABD denetimine geçmesiyle ilgilidir. Ortadoğu'daki bütün politik değişimlerin altında da bu nüfuz sorunu yatar. O dönem Kıbrıslı Türklerin temsilcisi olarak atanan Rauf Denktaş azınlık hakkını savunuyordu. Rum solcular bunu kabul etmek meylindeydi ama, kilisenin önderliğindeki sağcı hareket bunu engellemek istiyordu. Rumlar 1950 Ocak ayında bir plebisit yaptılar orada Rumlar Yunanistan'a bağlanmak istediklerini belirtti. Yunanistan 1954'de Birleşmiş Milletler'e (BM) başvurarak self determinasyon hakkını tanınmasını istedi. Türkiye daha önce "Bizim Kıbrıs davamız yok" derken birden “Kıbrıs eski sahibine iade edilmeli" demeye başladı. 1955'le birlikte yer altı faaliyetleri başladı. Yeni araştırmalarla ABD'nin teşvikiyle Yunan Özel Harp Dairesi'ne bağlı EOKA'nın 1957'de de Türk Özel Harp Dairesi'ne bağlı TMT'nin kurulduğu belgelendi. Celal Bayar Atina ziyaretinde Yunanlılara "Bu sorun sizinle İngilizler arasında” dedi ve asıl olarak İngilizlerin Kıbrıs’ta kalmasını istiyordu. Türkiye açısından sorunun başlangıcı olarak 1929 tarihini verirsek, esas olarak kavgaya girişi 1954-55 yıllarıdır. Londra'ya taraf olarak Türkiye gitti. Enteresandır, Türkiye Kıbrıs için kavgaya girdi, ardından 6-7 Eylül olayları gündeme geldi... Şunu söylemek lazım; ilk kez biz Rumlara saldırdık. 7 Haziran 1958'de Türkiye Haberler Bürosu'na bomba koyduk ve ondan sonra Rumlar katliam yapıyor dedik. 1.5 ay süren olaylarda 110 sivil öldü. Olayların ardından İngiltere ile ABD uzlaşmaya varınca Eisonhover, Yunanistan ve Türkiye'ye Kıbrıs'ın bağımsız devlet olacağını söyledi. Türkiye Taksim'den yana değildi Türkiye Taksim'den yana değildi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yanaydı ama Denktaş buna direndi, İsmet İnönü'yü de dinlemedi. Şunu not etmek lazım; İsmet Paşa Özel Harp Dairesi'ne meramını anlatamadı. Gerçek şu ki; Yunanistan da Kıbrıs Cumhuriyetinden yanaydı, iki tarafın özel harp daireleri bu sürecin sorumlularıdır. Kıbrıs'ta kavgayı onlar çıkardı. Bizim devlet adamı diyebileceğimiz kimsemiz olmadı, İsmet İnönü dışında Kıbrıslı Türkleri kimse savunmadı, O zamanlar Kıbrıslı Türk yargıçlar İnönü'nün ricasıyla Rumlarla birlikte çalışırdı. 1974'de bozulan anayasal düzeni yeniden kurmak için Türkiye Kıbrıs'a müdahale etti, 30 Temmuz'da Cenevre'de bozulan anayasal nizamı kurmak için taraflar anlaştılar Ecevit ve Kissinger'in desteğiyle bugünkü sınırları çizdi 29 sene bu işi böyle götürdük ne kanun, ne nizam hiçbir şey dinlemedik. Kıbrıs Cumhuriyeti bütün adanın temsilcisi. Sonuç biz yenildik. Türkiye de yenildi. Bundan sonra neler olabilir? Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşıydık, Avrupa Birliği (AB) vatandaşı da olacağız. Kuzey için BM, Türkiye ve AB pazarlık yapıp meseleyi çözmeye çalışacak. Türkiye Kıbrıs'ı kendi malı saydı, kullanamadığımız Kıbrıs Cumhuriyeti haklarımızı da kaybettik. Türkiye Cumhuriyeti derken askerlerden bahsediyorum. Türkiye'de sivillere hak tanınmamıştır. Bugün Kıbrıs Türkü üzgün, toplum öldürüldü. Türk hükümeti başlangıçta statükonun karşısında tavır koyuyordu... Hükümetten hiçbir zaman umutlanmamıştık ki. Yaşayarak şunu öğrendik; siviller Türkiye de söz sahibi olamadı 1963'de İsmet İnönü adaya özel bir gazeteci bile gönderdi. Bugün 500 bin Rum AB’de oy hakkına sahip oldular. Böyle bir durumda memleketin bir kısmı da işgal altında... Ne olmalıydı sizce? Bizim hatamız başından belliydi, İsmet İnönü yasal zemini terk etmeyin demişti. Biz sorunu Osmanlı kılıcıyla halletmeye çalıştık. Hele Irak'dan sonra başımıza ne gelecek bilmiyorum ... ABD Türkiye'yi destekliyor, Annan Planı ABD, İngliz planıdır... Denktaş'ın önerilerine de çok yakındır. 29 yıllık yasadışı durumun yasallaştırılmasıydı Annan Planı, Zaman içerisinde özel çıkarlar bir yana bir de milliyetçilerin provokasyonlarıyla çözümsüzlük oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bir takım laflar etti, ama ciddiye alınacak sözler değildi bunlar. 16 Nisan'da Ortaklık Belgesi imzalanıyor ama 2004 Mayıs'ına kadar da bir sürecin olduğu söyleniyor... Aslında o süreç Kıbrıs'ın kendine ilişkin değil. Diğer üye devletler yeni devletleri oylamasıyla ilişkili bu tarih. Bu süre içerisinde çözümden yanayız diyecekler ama Rumların ne mecburiyeti var ki. Eğer biz bu süreci kabul etseydik Rumların birşeyler düşünmesi gerekecekti. Bir bölgeyi işgal edip ondan da yetinmeyip sivil insanlar getirip nüfus yaratmak savaş suçudur, bir de üzerine Rumların tapulu mallarına sahip çıkılmış. Çok acıdır ama defaaten bu konuda yazılarla uyardım., neyle karşılaştık Osmanlının Girit olayıyla. Kimin hatırına; Denktaş mı Türkiye yi Türkiye mi Denktaş'ı sürükledi? (NK/BB) Konu ile bağlantılı önceki yazılar: /2003/04/16/18258.htmİstanbul: "Kıbrıslı Türk ve Rumların Ortak Vatanı" http://www.bianet.org/2003/04/24/18249.htm Girit'i Yunanistan'a Baglama Girisimleri Türk-Yunan savasi, Girit meselesi yüzünden çikmis, buna ragmen baris antlasmasinin hiçbir yerinde Girit anlasmazligindan ve hal seklinden bahsedilmemisti. Barisin imzalanmasindan iki hafta sonra da 18 Aralik 1897 tarihinde büyük devletler, Girit'in özerkligini ilan ettiler. Buna göre Girit adasi Osmanli Devleti'nin hakimiyetinde tarafsiz ve muhtariyete sahip bir eyalet oluyordu. Adaya, ilgili devletlerin de onayi ile Sultan tarafindan bes yil için Hiristiyan bir vali tayin edilecekti. Türklerin de temsil edildigi seçilmis bir yasama meclisi bulunacak, onun kararlari Osmanli Devleti'nin müdahalesi olmadan valinin onayiyla yürürlüge girecekti. Türklerin can güvenligi ve mal emniyeti temin olunduktan sonra Türk askeri adadan çekilecekti. Girit idaresi, Osmanli Devleti hazinesine yillik maktu bir vergi ödeyecekti. 18 Aralik 1897'de büyük devletler Girit'in Osmanli hakimiyetinde özerk hale getirildigini açikladiklari sirada adanin daglik bölgelerinde Türk ve Rum halklari arasinda çatismalar devam ediyordu. Osmanli Hükûmeti adaya eski sadrazamlardan Cevat Pasa'yi göndererek duruma hakim olmaya çalisti. Cevat Pasa'nin varligi Türklerin moralini yükselttiginden kirsal bölgelerde Rum baskisina dayanamayarak Kandiye'ye siginan Türklerle sehrin Türk unsuru birleserek Rumlara karsi koydular. Çikan olaylarda Ingiliz konsolosu da öldürüldü. Ingiliz amirali sehrin Osmanli komutanindan, silah kullananlarin kendisine teslimini istedi. Evler aranarak birçok kisi tevkif edilip Ingiliz gemilerinde hapsedildi. 4 Ekim 1898'de adayi isgal eden büyük devletlerin Girit'teki karisikliklardan, Osmanli yönetimini sorumlu tutan ortak notasi, Fransiz elçisi tarafindan Babiâli'ye verildi. Bu notaya göre: 1- Dört devlet Girit adasinda sultanin hukukunu koruyacak, 2- Osmanli Hükûmeti adadaki kuvvetlerini bir ay içinde çekecek, 3- Ada'da çogunlugun arzusuna uygun yönetim kurulacaktir. Osmanli Devleti egemenlik haklarina ters düstügü gerekçesiyle notayi reddettiyse de dört büyük devletin isteklerini zorla yerine getirmek mecburiyetinde kaldi. 19 Ekim'den itibaren Osmanli askerleri Ada'dan çikarilmaya baslandi. Ingiliz, Fransiz, Rus ve Italyan birliklerinin Osmanli askerlerinin bosalttigi stratejik noktalari isgaliyle, Girit fiilen dört büyük devletin hakimiyetine geçti. Ada'da sözde Osmanli egemenliginde özerk bir yönetim kurularak basina da vali olarak Yunan Prensi Yorgi'nin getirilmesine karar verildi. Çar ortak karari II. Abdülhamit'e bildirdi. Avusturya, Almanya ve Osmanli Devleti'nin karsi çikmasina ragmen savasta yenilen Yunanlilar, Yunan Prensi Yorgi'nin adaya vali yapilmasi suretiyle mükâfatlandirilmis oldu. Babiâli, isgalci dört büyük devletin baskisi üzerine, Prens Yorgi'yi Girit Genel Valiligi'ne atamak zorunda kalmisti. Yorgi'nin 21 Aralik 1898'de Girit'e giderek adanin yönetimini eline almasindan sonra büyük devletlerin askeri birliklerinin ve donanmalarinin büyük kismi Girit'i terketti. 1899'da Giritli hukukçu Elefterios Venizelos tarafindan hazirlanan anayasa Girit Kurucu Meclisi tarafindan kabul edildi. Prense yardimci olmak üzere dört Rumla bir Türkten meydana gelen danisma kurulu ile bir meclis kuruldu. Bu suretle Girit'in, Osmanli Devleti ile baglari kopartilarak, adada Yunanistan'in etkisi altinda adeta bagimsiz bir devlet kuruldu. 1901 yilinda Prens Yorgi, Girit'i resmen Yunanistan'a baglamak istedi, fakat Avrupa devletleri buna engel oldular. 1905'de ise Yorgi, yönetiminden memnun olmayan halkin baskisi üzerine, valilikten çekilmek zorunda kaldi. Büyük devletlerin, Yunan kralindan, Girit için yeni bir vali seçmesini istemeleri üzerine, eski basbakanlardan Zaimis bu göreve atandi. Böylece, tamamen bir Yunan adasi haline gelmis bulunan Girit, görünüste de olsa bir müddet daha Osmanli Devleti'ne bagli kalmakta devam etti. 5 Ekim 1908'de Girit Meclisi, adanin Yunanistan'a baglandigini ilan etti. Osmanli Devleti bu ilhâka karsi çiktigi gibi büyük devletler de Bosna-Hersek ve Bulgaristan bunalimlarinin sürmekte oldugu sirada yeni bir meselenin daha çikmasini istemediklerinden bu oldu-bittiyi tanimadilar. Bununla beraber Ingiltere, Fransa, Rusya ve Italya, Girit adasinda bulunan askerlerini geri çekmeye karar verdiler. Osmanli Devleti ise 30 Mart ve 27 Haziran 1909'da Ingiltere, Fransa, Rusya ve Italya'ya basvurarak, askerlerinin tahliyesini geri birakmalarini istedi. Bu istek kabul edilmedi. Girit'in tahliyesi demek, Yunanistan'a birakilmasi demekti. Bu tahliye nihayet 27 Temmuz 1909 Sali günü tamamlanmis ve sadece Suda limaninda hâtira kabilinden bir Türk bayragi ile muhafiz olarak birkaç büyük savas gemisi birakilmistir. Devletler askerlerini tamamen çektikleri gün Hanya kalesine Yunan bayragi çekildi. Osmanli Devleti'nde Girit'teki gelismelere karsi büyük bir tepki dogmus ve mesele bir Osmanli-Yunan anlasmazligi halini almisti. Büyük devletlerin baskisiyla olaylarin daha fazla büyümesi önlendi. Osmanli Devleti, 3 Kasim 1909'da büyük devletlere bir defa daha basvurarak, Girit meselesinin kesin olarak çözümlenmesini istedi, fakat bu konuda zamanin daha gelmedigi cevabini aldi. Bundan sonra Girit, 1912 yilina kadar, hukuk yönünden Osmanli Devleti'ne bagli kalmaya devam etti. http://www.mfa.gov.tr/turkce/gruph/hg/hgb/19.htm GİRİT’TE HANYA’YI KONYA’YI ANLAMAK… 8 Mayıs 2003 *Ta çoçukluk çağlarımızdan başlayarak Girit; hep bir “Türklüğün mahvolması” ve “Rum-Yunan oyunu” olarak öğretildi bizlere… Yüreklerimize “Girit gibi, biz de yokoluruz ha” korkuları salındı... Hele son günlerde, Rauf Bey’e destek veren büyük medyada bazı isimler Girit’in adını sık sık kullanmaya başladılar. Gerçekten Girit’teki Türk varlığının yok oluşu bizim varoluş öykümüze benziyor mu? Orada yaşananlar, Kıbrıs’taki gerçeklerle ne kadar örtüşüyor? Hanya’da en çok bu “soru”lara yanıt aradım. Girit adasının, “Hanya” limanında bir akşamüstü... Ne kadar da Girne’ye benziyor... Deniz; pırıl pırıl ve dalgasız... Kıyıda yürüyenler, taştan yapılmış sıra sıra hanların, kocaman “kubbe”lerinden, hangi kültüre ait olduklarını çıkarmaya çalışıyorlar.... Adanın yerlileri “Hanya”nın Rumcada “hanlar” anlamına geldiğini, bu taştan binaların Osmanlı döneminden kaldığını anlatıyor.. Karşıda; Venedikliler döneminde yapılmış deniz feneri, onun hemen ötesinde “Küçük Hasan Paşa Camisi” yer alıyor... Ta uzaklarda, üst tarafı tamamen yıkılmış, şerefeleri yerinde bir minare, adeta “ben buralarda neler gördüm neler” der gibi, yaşamın içinde dimdik duruyor.... Her biri dev bir konser salonuna dönüştürülmüş “han”ların ötesinde “Türk hamamları” uzanıyor... Daracık sokakların limana uzanan kıvrımlarında ise balkon keyfi yapanların masalarında “uzo” ile “rakı” yan yana duruyor... Biraz ötede, folklor müzesinin yanındaki Sinagog, bu kültür mozayiği Akdeniz kasabasında diğer kültürlerle yan yana yaşayan “Yahudi” kimliğini temsil ediyor.. Kaleler, kuleler, manastırlar, hanlar, hamamlar, Girit adasının tarih boyunca ev sahipliği yaptığı farklı kültürlerin bu insanlara birer hediyesi… Savaşların, isyanların, kanlı çatışmaların, hiç rahat yüzü görmemiş bu adası, şimdi tarih ve kültürünün zenginliklerinin sefasını sürüyor... Turistler, Osmanlı’nın mirası çok kubbeli, taştan “han”ların akustik ortamında Mısır müziği dinliyor, camide batılı sanatçıların sergisini izliyor, hamamda pandomim gösterisinde kahkahalar atıyor... Bizler de; Avrupa-Akdeniz-Afrika üçgenindeki otuz kadar ülkeden gelenler; bu kültürel mozayiğin büyüsünden sıyrılmadan kenti tanımaya çalışıyoruz. Ancak galiba benimki, Türk resmi tarihinin yalanlarını anlamaya yönelik farklı bir tarihsel merağı da içeriyor... Sadece “Hanya’yı Konya’yı anlamak” bana yetmiyor... Ta çoçukluk çağlarımızdan başlayarak Girit; hep bir “Türklüğün mahvolması” ve “Rum-Yunan oyunu” olarak öğretildi bizlere… Yüreklerimize “Girit gibi, biz de yokoluruz ha” korkuları salındı... Hele son günlerde, Rauf Bey’e destek veren büyük medyada bazı isimler Girit’in adını sık sık kullanmaya başladılar. Gerçekten Girit’teki Türk varlığının yok oluşu bizim varoluş öykümüze benziyor mu? Orada yaşananlar, Kıbrıs’taki gerçeklerle ne kadar örtüşüyor? Hanya’da en çok bu “soru”lara yanıt aradım. Altmış bin nüfuslu bu küçücük Akdeniz kasabasında, çok iyi düzenlenmiş müzeleri adım adım gezerken 2. dünya savaşı sonrasına kadar uzanan çok kanlı bir “tarih”ten etkilenmemek olanaksız... Arapların, Bizanslıların, Venediklilerin ardından Osmanlılar 1645 – 1897 yılları arasında adayı yönetmişler. Bu dönemde Girit adasında 233 Osmanlı paşası görev yapmış. 1898’de Girit devleti ilan edilmiş. Hanya da bu devletin başkenti olmuş. 1 Aralık 1913’te ise “Enosis” gerçekleştirilmiş ve Girit adası “Anavatan” Yunanistan ile birleşmiş. Hanya limanında, ilk Yunan bayrağının çekildiği yerde şimdi kocaman bir plaket var. Üzerinde enosis törenine Kral Konstantin’in ve Başbakan Venizelos’un da katıldığı anlatılıyor. Peki bu “yakın tarih öyküsü”nden “korku” üretmek olası mı? Korku üretmek yerine “dersler” çıkarmak galiba daha gerçekçi.. 1912-1922 yılları arasında Balkanlar, Ege adaları ve Anadolu’da yaşanan acılar, büyük nüfus hareketlerine, göçmen sorunlarına yol açmiş… Osmanlı savaşta yenik düşünce, yüzbinlerce Müslüman, korku ve panik içinde doğduğu mekanları terkedip Anadolu’ya sığınmış… Yunanlılar, Anadolu’da yenilince, Ortodoks Rumlar Yunanistan’a kaçmışlar... Müthiş bir nüfus ve göç hareketi yaşanmış. Sonuçta; 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında “Türk ve Yunan halklarının zorunlu mübadelesi” anlaşması yapılmış. Buna göre; Türk topraklarında yerleşmiş Rumlar ile Yunan topraklarında yerleşmiş Türkler zorunlu olarak “anavatan”larına gönderilmişler… Bu anlaşma ile 1,5 milyon Yunanlı Türkiye’den atılırken, 500 bin Türk de Yunanistan’dan ve Girit’ten atılmış... Ancak anlaşmada “Türk ve Yunan göçmenlerin mülkiyet haklarına hiçbir zarar verilmeyeceği” güvence altına alınmış… Mübadele anlaşması ile “etnik” temelde yaratılan bu düzenleme ile göçmen durumuna düşenlere “mübadil” deniyor... Resmi tarihimiz bu “mubadil” olayını bizlerden pek de güzel gizlemiş… Ancak günümüzde; mübadiller sivil insiyatif olarak örgütlenmişler ve kafileler halinde doğdukları toprakları gezerek, çekilen eski “acı”ların bir daha tekrarlanmaması için Türk ve Yunan yetkililere çağrılar yapıyorlar. Girit tarihinde, Osmanlı dönemi “Türk işgali” olarak yer alıyor… Orada “Mübadele anlaşması”na kadar yaşamış Türkler ise, Osmanlının “nüfus” politikası gereği oraya yerleştirilen göçmenler olarak nitelendiriliyor. Onlara göre “bağımsızlık savaşı” sonunda “işgal” ortadan kaldırılmış ve “Enosis” gerçekleştirilmiştir. Girit’e taşınan “nufüs” da, Atatürk döneminde imzalanan Lozan anlaşması ile geri gönderilmiştir. Hanya limanında yürürken, caddenin adını taşıyan tabelaya bakıyorum: -Enosis meydanı... Hemen dönüp, yanımdaki Rumlara takılıyorum... -Aşkolsun, bizi Enosis meydanında yürütüyorsunuz... Yanıt hiç gecikmeden geliyor: -Siz de bizi Taksim Meydanında yürütmüştünüz... Taksimler, enosisler, göçmenler, mülteciler, mübadiller... Türk-Yunan kavgalarının bitmez tükenmez sonuçları... Daha “barış”ın zamanı gelmedi mi? http://www.north-cyprus.net/basin/yazarlarimiz/serbest/hkahveci/arsiv/8_mayis_2003.htm Girit Meselesi a- Girit Isyanlari (1821-1877) Dogu Akdeniz'in Kibris'tan sonraki en büyük adasi olan Girit, XVII. yüzyilin ortalarinda Osmanli hakimiyeti altina girmistir. Osmanli Devleti yönettigi her bölgede uyguladigi adâletli ve hosgörülü idâre tarzini Girit'te de icrâ etmistir. Kandiye'nin fethinden Mora ihtilalinin baslangicina kadar Osmanli hakimiyeti altinda geçen zaman zarfinda Girit'te gözlenen sükûnet devresi, Osmanli idâresinin özenli iç politika uygulamalarina ragmen devam edememistir. Mora ve adalarda Rumlar tarafindan çikarilan isyanlar Girit adasina da siçradi. 1821 yilinda baslayan bu ilk isyanin bastirilmasi için II. Mahmut, Misir Valisi Mehmet Ali Pasa'yi görevlendirmis ve isyani bastirmistir. 1830 yilinda Yunanistan devleti kuruldugunda, Girit Rumlari adanin bu devlete baglanmasini saglamak için yeniden isyan ettiler. Bu isyan da Mehmet Ali Pasa tarafindan 1831 yilinda bastirildi. Ancak kendisine Girit valiligi de verilmis olan ve kuvvetleri de adada bulunan Mehmet Ali Pasa Girit'i, buradan bir çikari olmayacagini anladigi için, 15 Temmuz 1840 tarihli Londra Antlasmasi'ndan sonra bosaltmistir. Girit'in Mehmet Ali Pasa'nin çekilmesinden sonra yeniden dogrudan Osmanli idaresine geçmesinden az bir zaman sonra, Rumlar buraya tekrar dönmüs olan Yunan mültecileri tarafindan isyana tesvik edildiler. Bu ayaklanma da, Osmanli Devleti tarafindan 1841 yilinin ilk aylarinda bastirildi. Bu arada, yeni kurulmus olan Yunan Devleti de Girit'teki Rumlari isyana tesvik etmekte ve asilere her çesit yardimi yapmaktaydi. Yunanistan, Misir bunalimi sirasinda Osmanli Devleti'nin içinde bulundugu zor durumdan yararlanmak için, 10 Agustos 1839'da koruyucusu olan üç büyük devlete bir muhtira göndererek, Girit'in kendisine verilmesini istemistir. Diger taraftan da Teselya'ya çeteler göndererek, Makedonya ve Epir'de karisikliklar çikartmistir. Ancak Ingiltere, Yunanistan üzerinde Rusya'nin nüfûz kazanacagi endisesi ile Yunanistan'in bu genisleme politikasini önlemistir. Kirim Savasi sirasinda da, Yunanistan'in Osmanli Devleti'ne savas açmak istemesi, Ingiltere ve Fransa tarafindan engellenmistir. Yunanlilarin ümit ve arzulari, 1864 yilinda Yedi Ada'nin kendilerine verilmesi üzerine tekrar uyanmistir. Rumlarin bulundugu Ege'deki bütün adalari ele geçirerek büyük bir Yunanistan kurmak isteyen Yunanlilar, Girit'i de Osmanli Devleti'nden kopartmak için tekrar harekete geçmislerdir. Adaya gönderilen papaz ve ögretmenlerle Rum halkini isyana tesvik edilmis ve 1866 Agustos ayinda Girit ilk defa genis ölçüde bir ayaklanmaya sahne olmustur. Rumlar kendi kendilerine geçici bir hükûmet kurarak, Girit'in Yunanistan'a ilhâk edildigini ilân ettiler. Osmanli Devleti, isyani bastirmak üzere harekete geçti. Fakat Avrupa devletleri bu defa da ise karisti. Fransa ve Rusya'nin Girit'in Yunanistan'a terki veya özerklik verilmesi önerisi Babiâli tarafindan reddedildi. Asilere, Yunanistan ve diger ülkelerden gönüllü ve yardim gelmekteydi. 1867 Mayis'inda Rusya'nin da onayini alan Fransa, Girit halkinin sikâyet ve isteklerini belirlemek üzere, adaya milletlerarasi bir komisyon gönderilmesini teklif etti. Fakat, Osmanli Devleti ile Ingiltere ve Avusturya bu teklife karsi çiktilar. Bunun üzerine Fransa, tasarida, gönderilecek komisyona Osmanli Devleti'nin de bir heyet ile dahil edilmesi seklinde degisiklik yapti. Buna mütareke talebini de ilave ederek Rusya, Italya ve Prusya ile müstereken, Osmanli Devleti nezdinde yeni bir tesebbüste bulundu. Ancak Osmanli Devleti bu teklifi de içislerine karisma sayarak reddetti. Ingiltere ise Girit meselesinin, Osmanli Devleti'nin yerel bir problemi olarak kalmasini istiyordu. Bu arada yapimi sürdürülen Süveys Kanali açilinca, Hindistan yolu üzerinde bulunan Girit'in önemi bir kat daha artacakti. Bu bakimdan da adanin statükosunun devaminda yarar görüyordu. Avrupa devletlerinin devam eden baskisi sonucunda Babiâli 12 Eylül 1867'de Girit'te genel af ilan etmeye razi oldu. 28 Ekim'de Fuat Pasa, Sadrazam Âli Pasa'nin Girit'te tatbik edecegi tafsilatli islahat programini ilgili devletlere gönderdi. Ancak tatbike konulmasi düsünülen program Fransa'yi memnun etmedi. Bunun üzerine Fransa, Rusya, Prusya ve Italya, Babiâli'ye verdikleri notada, Osmanli Devleti'nin Ingiltere'nin tutumundan cesaret alip, diger devletlerin fikirlerini gözönünde tutmadigini, kendi teklif ettikleri islahat programlarini uygulamadigini ve bundan meydana gelebilecek hiçbir seyin sorumlulugunu kabul etmediklerini bildirmislerdir. Londra Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarindan Kenneth Bourne nota hakkinda; "Bu nota vaziyeti oldugu gibi birakmak söyle dursun adeta bir afetin kapisini açiyordu". yorumunu yapmistir. Bu sartlar altinda Sadrazam Âli Pasa 6 Ekim 1867'de Girit'e vardi ve hazirlanan islahat programini açikladi. Buna göre: "Vergiler önemli ölçüde azaltilacak; valinin yaninda biri Müslüman, digeri Hiristiyan olmak üzere iki danisman bulunacak; yerel ve genel meclisler kurulacak, bunlarin üyeleri Müslüman ve Hiristiyanlardan seçilecek; ada gerektigi kadar sancaklara ayrilacak ve bunlarin basina getirileceklerin yarisi Müslüman, yarisi Hiristiyan olacak; adada resmî yazismalar Türkçe ve Rumca olmak üzere iki dilde yapilacakti". Böylece Girit'e özerklik veren bir yönetim sekli getirilmis ve Girit isyani da yatismaya baslamisti. Girit'teki durumun sâkinlesmesinden hoslanmayan Yunanistan bu kez de Yunanistan'a gelen Girit göçmenlerinin adaya dönmesini devletlerarasi bir mesele haline getirmeye çalisti. Ancak, göçmenlerin Yunanistan'da karsilastiklari kötü sartlar, Yunanistan'in aleyhinde bir durum olusturdu. Göçmenler Girit'e dönmek istiyor, fakat anlasmazlik çikartacak bir kozdan yoksun kalmak istemeyen Yunanistan buna izin vermiyordu. Babiâli, 1868 Kasim ayi sonlarina dogru göçmenlerin Girit'e serbestçe dönmesini istedi. Osmanli Devleti, 11 Aralik 1868'de Yunanistan'a verdigi notanin reddedilmesi üzerine de Yunanistan ile iliskilerini kesti. Ortaya çikan savas durumunu gidermek için harekete geçen büyük devletler, 9 Ocak 1869'da Paris'te bir konferans topladilar. Fransa, Ingiltere, Rusya, Italya, Prusya, Avusturya ve Osmanli Devleti'nin katilimiyla gerçeklesen konferansa Yunanistan katilmadi. Uzun süren müzâkerelerden sonra, Paris Konferansi'nin resmi bildirisi 20 Ocak 1869'da kabul edildi. Bu bildiri Yunanistan Hükûmeti'nin Osmanli Devleti'ne karsi çeteler toplamasini ve Yunanistan limanlarindan Giritli âsîlere malzeme tasiyan gemilerin donatimini yasak edip mültecilerin de Girit'e dönmelerine mani olunmamasini talep ediyordu. Büyük devletler bu bildiri ile Yunanistan'i hareketlerinden dolayi suçladiklarini açikça belli etmislerdir. Yunanistan'a bildiriye ek olarak verilen notada da bildiride ifade edilen maddelerin en geç bir hafta içinde kabul edilmemesi halinde, Yunanistan'in hareketlerinden dogacak sonuçlar karsisinda yalniz birakilacagini ihtar etmislerdi. Yunanistan hükûmeti, konferansa katilan devletlerin bu baskisi karsisinda, 6 Subat 1869'da bildiriyi kabul etmek zorunda kaldi. Böylece, Ingiltere'nin istegi dogrultusunda statükonun korunmasi esas alinarak Dogu Akdeniz bunalimi önlenmis ve Osmanli-Yunan anlasmazligi ile Girit meselesi geçici de olsa sona ermistir. http://www.mfa.gov.tr/turkce/gruph/hg/hgb/13.htm Atina'nın Girit ayıbı Adada başlayan Avrupa-Akdeniz süreci toplantısı nedeniyle hazırlanan Girit tarihini anlatan broşürde 'Türk tehdidi, Türk işgali' gibi ifadeler hayal kırıklığı yarattı Yunanistan, Girit'te başlayan Avrupa-Akdeniz süreci toplantısında Türkiye'yi, AB'ye katılacak ülkeler değil, Filistin, Suriye, Lübnan gibi Akdeniz'e komşu Ortadoğu ülkeleri arasında gösterdi. Katılımcılar için hazırlanan, Girit ve tarihini tanıtan broşürlerde de ''Türk tehdidi, Türk işgali'' gibi dostluğu gölgede bırakan ifadelerin kullanılması hayal kırıklığı yarattı. Girit'te Türkiye ile Yunanistan arasında 3 maddelik bir anlaşma imzalandı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 'ün Türkiye'yi temsil ettiği, Avrupa Birliği (AB) ile Akdeniz ülkelerini bir araya getiren Girit toplantısı programı, şaşkınlığa neden oldu. Türkiye Ortadoğu ülkeleri arasında gösterildi Türkiye'nin AB üyeliği için sürekli desteğini açıklayan Yunanistan, Girit Zirvesi'ne yönelik hazırladığı programda Türkiye'ye, aralarında Cezayir, Mısır, İsrail, Filistin yönetimi, Lübnan, Fas, Suriye, Tunus gibi Akdeniz'e komşu Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin olduğu grupta yer verdi. 15 AB üyesi ülke ile 10 ''katılımcı ülke'' ise ayrı grupta sıralandı.Benzer AB platformlarında Türkiye, ''AB adayı ülkeler'' başlığı altında yer alıyordu. Yunanistan'ın katılımcılar için hazırladığı Girit'i tanıtıcı broşürler de sıkıntı yarattı. Adanın tarihi anlatılırken ''Türk tehdidi, Türk işgali'' gibi ifadeler kullanıldı. Toplantıya katılan Abdullah Gül ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ikili görüşme yaptı. Yunanistan'la anlaşma Bakanlar, görüşme çerçevesinde 3 maddelik bir güven arttırıcı önlemler paketi üzerinde uzlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Uzlaşmaya göre, iki ülke üst düzey kara, deniz ve hava kuvvetleri kurmay subayları arasında düzenli karşılıklı ziyaretler, iki ülke harp akademileri arasında karşılıklı ve düzenli olarak öğrenci değişimi ve iki ülke askeri hastaneleri arasında uzaktan teşhis ve tedavi konularında işbirliği yapılacak. Temaslarını değerlendiren Gül, Papandreu'yla görüşmesinde KKTC'ye yönelik ambargonun kalkması gerektiğini aktardığını belirtti. Gül, bu gelişmeden sonra Türkiye'nin olumlu adımlar atmayı sürdüreceğini söyledi. KAYNAK: Cumhuriyet http://haber.superonline.com/haber/arsiv/haberler/0,1106,86259_6_9306,00.html GIRITI NASIL KAYBETTIK Girit adasının fethine Sultan İbrahim zamanında başlanmış, Avcı Sultan Mehmet zamanında tamamlanmıştı. 1821'de Yunan istiklalini hazırlayan Heten'a Cemiyeti elini buraya da atmış, Rumların ayaklanması sağlanmış ve Türklerin can ve mal emniyeti son bulmuştu. Açıkgöz Rumlar, bunu Avrupa basınına kendi lehlerine ulaştırmayı başarmışlar ve Türklerin katliama giriştiği propagandasını yaymışlardı. 1825'te yapılan Girit ve Sisam ayaklanmaları çok kanlı olmuştu. 1866'da birçok Avrupa devletinden para ve silah yardımı sağlayan bir ihtilal hareketi meydana getirmişlerdi... Bu sırada Avrupalılar araya girerek, Girit için bir özel idarenin kurulmasını istediler. Bu yeni idare bugün Kıbrıs'ta olduğu gibi, Rumların gelişip teşkilatlanmasına yardım etti. Yunanistan'a öğrenim için giden Giritliler, Yunanlılar tarafından teşkilatlandırılmış, halkı kandırmak için köy köy dolaşarak, nutuklar vererek, kilise ise gizli gizli halkı kışkırtmaya başlamıştı. İsyanların ve şikayetlerin önü alınmayınca da Avrupalılar, Babıali'yi aralıksız sıkıştırmakta olduğundan II. Abdülhamid olayı yerinde incelemek üzere Gazi Ahmet Muhtar Paşa'yı oraya gönderdi. Paşa, Hanya yakınındaki Halpa köyünde isyancı başlarıyla bir anlaşma yaptı. Bu sırada Girit'te vali olarak Kostaki Adanidis adlı biri bulunmaktaydı. Yunan kilisesinin adamı olan vali, açıktan açığa ayaklananları korumakta, adalıların kalbini kazanarak, milli bir lider olmak hevesindeydi. Valinin yardımcıları da Kasımzade Hamdi, Kaurzade Hasan Bey’lerdi. Aynen bugün Kıbrıs'ta başkanın Rum, muavinin Türk olduğu gibi. İngiliz konsolosu Tomas Sandoviç de valiyi korumakta ve Türk yardımcıların yetkilerini kullanmalarını önlemekteydi. Halpa anlaşmasından sonra valiliğe getirilen Fotiyadis, Yunanlılık gayretkeşliği içinde kendi adamlarını iş başına getiriyor, gizlice asileri koruyor, Türklerin katledilmesine teşvik edici yollar tutuyordu. Valilikte müddeti dolan Fotiyadis, bu görevde kalmak için bir hayli uğraştıysa da, Babıali kararında ısrar ederek görevinden uzaklaştırdı. Yerine geçen Sava, isyancıların direnmesiyle görevinden alınmış, yerine Londra sefaretinde bulunan Kostaki Antapulos getirilmişti. Mutedil hareketlerle Girit'te düzeni sağlamak kolay değildi. Atina ve Patrikhane, buradaki fesat tohumunu aralıksız geliştiriyordu, ilk patlak Hanya'da oldu. İleri gelen birkaç Türk, Rumlar tarafından öldürüldü. Ordu ve valinin şiddet tedbirleri bir fayda sağlayamadı. İkinci defa durumu incelemek için gönderilen Mahmut Celaledin ve Ahmet Ratip Paşalar'ın tavsiyeleri de Rumların işine gelmedi. Sebrona'da genel bir ayaklanma yaratarak birçok Türk'ün kanına girdiler. Bu durum karşısında başarısızlığa uğradığını gören Kostaki Paşa, istifa etti, yerine Nikolaki Sartinski getirildi. Yeni vali, muvaffak olmak için, mutedil Rumları tutmak yolunu izleyince, Yunan taraftarları ayaklanarak 1889 ihtilalini meydana getirdiler. Rumların Fesat Makinesi Nikola Zoridis, Yani Mihaki, Aristidi Kiriari, Anderya Kakori, Mennos Isihakis gibi sergerdeler, Kakori'nin başkanlığında toplanarak adanın Yunanistan’a katılması isteğini ileri sürdüler. Köy köy dolaşarak cahil halkı ayaklandırdılar. Dini inançlarından faydalandılar. Köylerde, şehirlerde silahlanan Rumlar, ansızın Türklerin üstüne atılarak binlerce Türk'ü öldürüp, evlerini yaktılar, yiyeceklerini yağma ettiler. Duruma bir türlü mani olunamıyordu. Nikolaki de azledilerek Ali Rıza Paşa bu göreve getirildi. Ali Rıza Paşa bir askeri valinin bu göreve atanmasını isteyerek çekilince, yerine Müşir Şakir Paşa'yı gönderdiler. Şakir Paşa'nın aldığı tedbirler, kısa zamanda Rumları sindirdi, adaya sulh ve sükun güneşi doğdu. Fakat bu durum Atina'nın işine gelmiyordu. Onun amacı Girit'i ele geçirmekti. Bunun için orada durmadan ayaklanmalar, huzursuzluklar olmalı, Türkler öldürülmeli, adadan kaçırılmalı, mal ve mülküne el konulmalıydı. Ancak ada, Rum ekseriyeti sağlanırsa Yunanistan'ın olabilirdi. Ayrıca gizli gizli göçmen sokmak yolu da tutturulmuştu. Fesat makinesi bütün gücüyle Türkler aleyhine işliyordu. Mahmut Celaleddin Paşa'nın valiliği devresinde de idare normale dönmüşse de ortalığı bulandırmak isteyenler, bir komite kurarak, ada Türkleri'ni öldürmek yurtlarını, mallarını yağma etmek amacıyla harekete geçtiler. Bahane olarak da jandarmaların Arnavut oluşunu, insafsız hareket ettiklerini ileri sürüyorlardı. Jandarma çavuşu Zekeriya ile bir jandarma ve dokuz yaşındaki kız çocuğunu öldürerek ayaklanmanın ilk kanını akıttılar. Önceden hazırlıklı olan başkaldırma kadrosu, kısa zamanda 1.500'e yükselmişti. Papazlar, din işlerini bırakmışlardı. Fener kilisesiyle el ele veren Atina metropoliti, durmadan kiliselere gönderdiği emirle, halkın isyancılara karışmasını ve her türlü yardımda bulunmasını istemekteydi. Birçok papaz da silahlanarak bu ayaklanmaya katılmış, isyancılar için Yunanistan'dan bir hayli para ve silah da getirmişlerdi. Epitropi komitasının başkanı, Heybeliada papaz okulundan yetişen Malako idi. Ayaklanma genişledikçe, durum bir Haçlı görünüşü göstermeye başlamış, Hıristiyanlığın İslam'ı Girit'te yok etme davası halini almıştı. Kısa zamanda isyancıların toplamı 5.000'i bulmuştu. Atina, propaganda yönünden kuvvetli bir kozu eline geçirmiş, Türklerin mazlum Rumlara zulmettiğini gösteren resimler yaptırmaya, yazılar yazdırmaya memur ettiği adamlarını Avrupa başkentlerine yaymaya başlamıştı. Avrupalı koruyucularını, adanın kurtarılması hakkında yardıma çağırıyor, İngiliz ve Ruslar bu yardıma çoktan hazır bulunuyorlardı. Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan gazete ve dergileri bu yılki yayınlarında hep Rumları koruyan ve haklı gösteren yazılarla doluydu. Durumun oradaki kuvvetle bastırılması imkansız hale gelmişti. Bu yönden kuvvetli bir birliğin orada görev alması gerekiyordu. Neticede, Abdullah Paşa kumandasındaki isyanı bastırma ekibi, 29 mayısta Suda limanına çıkarıldı. Vamos'ta Rumların kuşattığı Türkleri kurtarmak için Kalive kasabasına da bir birlik gönderilmişti. 18 günlük çetin bir hareket sonu Sebrona ve Romata da kuşatılmış, Türkler aç ve silahsız bırakılmış, Türkler, 7 haziranda asilerin ezilmesi üzerine kurtarılmıştı. Rumların Türklere karşı gösterdikleri kötü ve insafsız hareketlere aynı şekilde karşı koymaktan başka çare kalmadığını gören Provliyalı Türkler de, kendilerini yakalayıp yakmak isteyen asilerden bir kısmını yakalamış, fakat bunların, kendilerini isyancıların zorla ayaklandırdığını iddia etmeleri ve yalvarmaları sonucu bırakmıştı. Rumlar ise, Türklere eziyet ve hakaretten geri kalmıyor, çocukları bile aç bırakmak için fırınları, un depolarını, tarladaki ekinleri yakıyorlardı. Avrupa'nın Kararı Yunanlıların hem silahla, hem de propaganda yönüyle çalışmaları boşa gitmiyordu. Koruyucuları olan Avrupalılar işe burunlarını sokarak Babıali ile 1896 yılı 25 Ağustosunda büyükelçiler seviyesindeki toplantıda şu karara vardılar: Girit valisi Hıristiyan olacak, devletlerin tasdiki ile Babıali'ce beş yıl için atanacak, Vali, genel meclis tarafından kabul edilen kanunları reddetmek yetkisini taşıyacak, Adada bir karışıklık çıkması halinde silah ve asker yardımı isteyebilecek, Memurların üçte biri Hıristiyanlardan seçilecek, Avrupalı hukukçuların yöneteceği bir adli ıslahat komisyonu teşkil edilecek, Bingazili Araplar, valinin izni olmadıkça Adaya yerleştirilemiyecek, vali, asayiş yönünden bulunmalarını istemediği kişileri adadan çıkarabilecekti. Buna rağmen Atina bu durumu kendi çıkarlarını baltalamış kabul ederek kolları sıvamaya, ajanlarını sokarak Spitropi kuruluşlarıyla anlaşmaya vararak onları papazlar yoluyla harekete geçirmeye girişti. Köy köy kıpırdamalar ve katiller, ırz ve mallara el atmalar başladı. Yunanlılar yayına geçmek için bunu beklemekteydiler. Yayınlanan bir tebliğde: insanlık, medeniyet alemi!... Biçare Giritlilere yardım elinizi uzatınız!... O zavallıların mal ve can emniyeti tehlikeler altındadır. Her gün binlerce Hıristiyan öldürülüyor. Eğer Girit Hıristiyanlarının nasıl bir sefalet, nasıl bir felaket içinde bulunduğunu görürseniz, merhametli kalbiniz kanlanır, göz yaşlarınız damlar. Şimdi, türlü işkence altında can çekişen ve hayatlarını feda ile hepimiz için kutsal olan Yunanlılığın vefalı kucağına can atmak isteyen Hıristiyan kardeşlerimize imdat ve yardım edelim!... deniyordu. Olayları tamamen ters aksettiriyorlardı. Oysa ölen, öldürülen Türkler, öldüren, mal ve cana el uzatan Rumlardı. Propaganda, Hıristiyanlık davasının altında yavuz hırsız, ev sahibini bastırıyordu. Bu durum karşısında artık pasif kalınamazdı. Aynı şekilde durumun bütün açıklığıyla dünyaya anlatılması gerekiyordu. 25 temmuz 1896'da valiye ve Avrupalı devlet konsolosluklarına Rum kötülüklerini anlatan bir tamim yayınlandı. Bunda özetle şöyle denmekteydi: «Birçok imkanlar sağlanması dolayısıyla bir refah içinde bulunulması gereken adamızda, sükûn ve huzuru Rum vatandaşlarımız bozmaktadır. Karışıklık ve eşkıyalık, adayı bir harabeye çevirmiş, oturmayı adada imkansız hale getirmiş, Türkler için hiç bir yönden huzur ve sükun kalmamıştır. Rum Mezalimi «Bir yıldan beri Rum vatandaşlarımız, Türk köy ve evlerini yakmakta, mallarını yağma etmekte, sonra da bunu Türkler, Hıristiyanlara yapıyormuş gibi göstererek, bunu Yunan basınına da aktarmakta, dünyayı aldatmaktadır. Hıyanetin bu derecesine tahammül insan gücü dışındadır. Rum tebliğinin yalanlığını şöylece ispatlayabiliriz: «Hanya'ya bağlı Gidanya ilçesinde Psatoyano, Babilo, Vatolakos, Alikiyano, Konfo, Gorano, Strine, Pisires, Romata, Sebrona, Lotraki, Pisikopi, Modi, Limnidre, Valeşero Nitissa, Sirili, Pirgo köylerinde bütün Türklerin evleri, yağhaneleri, zeytinliklerinin büyük bir kısmı Rumlar tarafından yakılmış, bütün araç ve gereciyle birçok hayvanlar alınarak 24 erkek, 4 kadın, 8 çocuk en adi işkencelerle öldürülmüştür. «Kisamo, Samino, Isvakiye bağlı Apkorona, Ayosvasilis ilçesiyle Resino nahiyelerinde, Milyopotamo, Aman, Kandiye'ye bağlı Pribaniçe, köyleri Rum eşkiyaları tarafından tahrip edildi, evler, yağhaneler yakıldı, hayvanlar alınarak dağa götürüldü, yüze yakın erkek, işkencelerle öldürüldüğü gibi, bir kısmı camilere konarak yakıldı. «Prolya ilçesinde on beş gündür emniyette bulundurulan yetmiş Rum, sağlam olarak hükümete teslim edilmiş, bu çetecilere hiç bir işkence ve zulüm yapılmamıştır. Halbuki bunlar, yüzlerce Türk'ün icarıma girmiş kimselerdi. «Rumlar tarafından oğlu öldürülen, damadı ağır yaralanan Hüseyin Ağa adlı bir ihtiyar, Hanya yakınlarında eline geçirdiği iki Rum'u hiç bir şey yapmadan bir gece evinde ağırladığı gibi, ertesi gün hükümete teslim etmiştir. Bunun gibi binlerce insani hareketler Türkler tarafından Rum hemşehrilerinden esirgenmemişken, Rumların yaptıkları adi hareket, bütün insanlığın yüzünü kızartacak durumdadır. «Yunanlılar'ın aralıksız bir çalışma ile silah, gönüllü ve cephane, erzak göndererek Adadaki isyancıları kışkırtmaya devam etmesi, adada huzur ve asayişi sağlamayı, can ve mal emniyetinin korunmasını imkansız hale koymuş olduğundan, can, mal korunmasının sağlanılarak, asayişsizliğe son verilmesini istemekteyiz.» Yunan Taşkınlıkları Yabancı devletlerin, bilhassa Rusların kışkırtmasıyla Türk sınırında, Karanya Grabena bölgelerinde de çeteler kurarak Rumeli'ye sokmak, Makedonya, Tesalya, Epir'deki Rumları ayaklandırmak, Girit’te de yaptıklarını daha ileriye götürmek yolunu denemeye başladılar. Güya bu olayları önlemek üzere Avrupalılar Girit sularına donanma da göndermişlerdi. Bu donanma, asayişe yardım edecek yerde, başta Ruslar olmak üzere gizli gizli Rumlara yardım ederek bir ihanet filosu haline gelmişti. Bu durumu yaratan Yunanlılar, Hidra ve Alfeyon savaş gemileriyle adaya asker göndermeye, güya oradaki asayişsizliği önlemeye de kalkıştılar. Ocak ayına kadar süren huzursuzluk, 29 Ocakta son kertesine vardı. Adaya sokulan birkaç bin Yunan askeri ve gönüllüsü ile subaylar, eşkıyaların arasına girerek, onları teşkilatlandırdılar. Yangınlar, soygunlar, öldürmeler artık saklanmaz duruma geldi. Olayların bu kerteye gelişi, büyük devletlerin Hanya konsoloslarını kendi hükümetlerine baş vurarak gerekli tedbirin alınması mecburiyetinde bıraktı. Bu da bir oyundu. Bu oyunla ada, Yunanlılara verilecekti. Türk askerini çıkarmak suretiyle adada asayiş sağlanabilirdi. Ama bu, onların işine gelmiyordu. Konsoloslardan yalnız Fransız Konsolosu Blan, adadaki durumdan özellikle Yunan hükümetinin sorumlu olduğunu 7 Şubat tarihli raporu ile hükümetine bildirmişti ki bu da, Fransız sarı kitabında açıkça yazılı bulunmaktadır. Bu arada ada halkının, güya toplanarak Yunanistan'a katılma yolunda müracaat ettiği ve Yunan Kralı Yorgi'yi, adayı işgale davet ettiği öğrenildi. Yunanlılar bu kararı Avrupa'ya bildirerek büyük devletlerin yardımını istedi, gizli gizli temaslar yapmak üzere Yunan devlet adamlarını Avrupa başkentlerine gönderdiler. O zaman hariciye müsteşarı olan Curzon, Avam Kamarası'nda şöyle konuştu: «Girit'teki son olayların Türkler tarafından yapılmamış olduğuna dair Hanya konsolosu ile Akdeniz'de bulunan amiralimizden yeterli bilgi aldık. Girit hareketinin başkanları Yunanistan'a davet edilmişti. Bunların ne şekilde geldikleri bilinemez. Bunlar bir müddet sonra da geri gitmişlerdir. Bunlarla Giritli reisler arasındaki konuşmalar sonucu bazı şehirler civarındaki Rum aileleri, ev eşyaları ve sürüleriyle dağlara çekilmişlerdir. Böylece Kandiye'de isyan başlamış, birçok Türk aileleri şehirlere sığınarak canlarını kurtarmak istemişlerdir, işte Yunan hükümetinin şikayet ettiği karışıklık, kendilerinin yarattığı olaylardan başka bir şey değildir. Zulüm ve fenalık o kadar ileri gitmişti ki, Yunanlılara yardım eden ve Türkler'i sevmeyen Lord Curzon bile gerçeği saklayamamış, bu kadarcık olsun bir itirafta bulunarak günahlarının kefaretini vermişti. Times gazetesi de şöyle yazıyordu: "Tarafsız bir görüşle söylemek gerekirse. Türkiye kadar birçok dinden vatandaşı olan bir Yurtta kendi yurttaşlarına eşit muamele eden, milliyet, lisan ve dinlerine dokunmayan bir büyük devlete Yunan gazetelerinde uzatılan dil, hiç de insafa ve akıllıca bir harekete yakışmaz. Zalimce hareket ettikleri halde, mazlum rolüne bürünmek çok hayret edilecek bir şeydir. Paris, Viyana, Berlin gazete ve mecmualarının da aynı yolda yayın yapmalarına karşı Atina çizmiş olduğu programdan dönmüyor, Yunan başbakanı Deli Yani, millet meclisinde açıkça Girit'in Yunanlıların olacağını söylüyor, Atina basını da bu tezi savunan yazılarına devam ediyordu." Yunanlılar Ada'ya Çıkıyor Yunan Kralı Yorgi, ikinci oğlu Prens Yorgi'yi altı torpido ile Girit'e yollamak kararını almıştı. Büyük devletler güya bunu önlemek için çabalar sarfetmekteydi. Atina'da yapılan büyük bir törenden sonra albay Vasos bir alay piyade ve istihkam taburu, bir batarya ile Pire’den hareket ederek, Şubatın 15'inde Hanya yakınlarındaki Platonya'da kıyıya çıktılar. Yunan gazeteleri: "Bunca yıldır beklenen şafak söktü, emellerimize kavuştuk, Girit'e ulaştık" diye yazmakta. Kral Yorgi ise albay Vasos'a verdiği emirde: Girit'in sizce gerekli olan yerinde çıkarak adayı oğlum adına ele geçirecek, bundan sonra bütün muameleleri Yunan kanunlarına göre, kral namına yapacaksınız, oraya varınca adanın Yunan hükümetince işgal edildiğini halka bildiriniz diyordu. Adaya çıkan Yunanlılar, 15 Mayıs 1919'da İzmir'de yaptıklarının aynını uygulamaktan geri kalmadılar. Olayları önlemek isteyen Avrupalı devletlerin amiralleri, Yunan hareketlerini kısıtlamak için kordonu sıklaştırdılarsa da Rum korsanlar gecelerden faydalanarak bildikleri gibi oynamaktan geri kalmadılar. Albay Vasos'un söz dinlememesi karşısında, adayı bombardıman bile ettiler ama, bir fayda vermedi. Yunanlılar ise, Atina'da düzenledikleri törenlerle Girit adasının kendilerine katıldığını yaymaktaydılar. Avrupalı devletler 2 Martta Atina'ya verdikleri notada şunları istemişlerdi: a) Girit, hiç bir suretle Yunanistan'a verilmiyecektir. b) Osmanlı İmparatorluğu'nun mülki tamamlılığı Avrupalılarca garanti edilmiştir. Girit için özel bir idare kurulacaktır. c) Yunanlılar, Girit'ten deniz ve kara birliklerini çekeceklerdir. d) Bu kuvvetlerin çekilmediği görülürse zor kullanılacaktır. Savaş Başlıyor Yunanlılar, verdikleri cevapta, bu kararlara uyacaklarını, ancak adada bulunan Rumların da fikirlerinin alınmasını istediler. İçerdeki fesat yine kışkırtmalarla harekete geçerek Ekratori tepesinde bulunan Yunan çeteleri 9 Mart gecesi Türklere saldırıya geçtiler. Olayları izleyen Fransız konsolosu Blanc, hükümetine Türklerin haklı olduğunu, zulmün Yunanlılar tarafından insafsızca kullanıldığını, birçok Türk'ün tuğla fırınlarında yakıldığını bildirdi. Olaylarda eli olan Yunan konsolosluğu memurları, Avrupalılar tarafından zor kullanılarak adadan uzaklaştırıldı. Bunu Yunan donanması izledi. Durumu Yunanistan'dan idare eden Etniki Heten'a, halkı heyecana vererek bir savaş havası yaratmıştı. Devletler Girit ablukasını sıklaştırmışlar, denizden yardım yapılmasını engellemişlerdi. Yunan kralı Girit'te kazanılan başarıların etkisiyle Tesalya’ya kadar gitmiş, askerlerini denetleyerek bir savaşın başlamak üzere olduğunu 27 Martta açıklamıştı. Bütün hazırlıklarını tamamlayan Yunan ordusu, 1897 yılı 3 Nisanında sınırlarımızı aşmak cesaretini gösterdiler. Bu büyük şımarıklığa, Edhem Paşa kumandasındaki Türk orduları Dömeke'de gereken dersi verdi. Kuvvetlerinin çoğunu kaybeden kral, çemberden zor kurtuldu. Türk orduları Atina yolundaydı ki, mazlum pozuna bürünerek büyük devletlere yalvarmaya başladılar. Zaten aracı olacaklarını biliyorlardı. Savaş az bir tazminat, ufak bir sınır değişikliğiyle son bulunca Yunanlılar gözlerini tekrar Girit'e çevirdiler. Buraya bir muhtariyet verilmesi esasen kabul edilmişti. Yalnız bir vali bulmak mesele oluyordu. Etniki Heten'a bunda da başarı kazanarak, genellikle Rusların yardımıyla Prens Yorgi'yi vali yaptı. Kandiya'da çıkan bir karışıklıkta Heten’a nın bir oyunu ile Türk askerleriyle İngilizler çarpışmak zorunda kaldılar. Bunun üzerine de askerimizi çekmemizi istediler. Esasen maksatları da buydu, oyunu iyi hazırlamışlardı. Güya şimdi devletler adayı koruyacaklardı. 21 Kasımda prens Yorgi'nin valiliğe başlamasını Babıali protesto ettiyse de hiç bir sonuç alınamadı. Balkan Savaşı'na kadar da Girit, güya muhtar bir idare altında kaldı. Yazan: İhsan Ilgar Hayat Tarih Mecmuası - 1969 Kaynakça: Bodrum-Bodrum.com http://www.denizce.com/girit.asp Girit... Gir..It... Mustafa BALBAY Cumhuriyet - 16/12/2001 1990'larin basinda Abdi Ipekçi Baris Ödülü'nü almak için Atina'ya gittigimizde Aziz Nesin 'den dinlemistim. Plaka semti yakinlarindaki bir restoranda, tören bitimi Türkiye'ye dönmeyecegimi, Girit'ten baslamak üzere genis bir daire çizecegimi söyledigimde, ''Girit'in gidisi Osmanli'yi yürekten sarsmisti'' deyip devam etmisti: ''Balkan Savasi'nin ardindan Girit'in kaybedilisi kesinlesince, saray erkâni bunu padisaha söyleyecek kisi aramis. Belki de haberi verenin kellesi eline verilecek. Sonunda sarayin soytarisinin söylemesinde karar kiliyorlar. Çagirip emri veriyorlar: - Ne yap et, padisaha Girit'i kaybettigimizi söyle! Soytari elinde bir tencere suyla huzura çikmis. Padisah, 'Bu ne' diye bagirinca soytari ses vermis: - Padisahim bu, sade suya tirit, elden gitti Girit!'' KKTC Cumhurbaskani Rauf Denktas , geçen aksamki yemekte ''Kibris, Girit olabilir'' deyince, Girit izlenimlerim bir kez daha gözümün önüne geldi... Özetini paylasalim... Geziyi planli yaptigimiz için hazirlikliydim. Pire Limani'ndan feribota bindigimde notlarima göz attim... Osmanli'nin ''Girit sorunu'' 1821'de basliyor, 1913'e kadar sürüyor. 1821 Mora Ayaklanmasi hemen Girit'te de yankilaniyor. 1830'da Yunanistan'in kurulmasiyla Girit'in de bu ülke topraklarina katilmasi girisimleri basliyor. 1840 Londra Antlasmasi'yla Osmanli'da kaliyor, valilige Mehmet Ali Pasa getiriliyor. 1866 isyani... 1868'de yayimlanan Girit Nizamnamesi'yle Rumlarin ve Türklerin yerel çogunluguna dayali meclis öngörülüyor. 1878'de meclise 49 Rum, 31 Türk girdigine göre nüfus, birinin ötekini yok sayamayacagi bir dengede... 1897'de Yunanistan adaya bir tümen çikariyor. Osmanli da Makedonya üzerinden asker gönderiyor. Büyük devletler Girit'i kendi korumalarina aldiklarini açikliyorlar. Yunan Prensi Georgios 'u da Girit Komiseri yapiyorlar. Yani adayi korumalarina alip Yunanistan'a veriyorlar. Balkan bozgununun ardindan 30 Mayis 1913 Londra Antlasmasi'yla Girit kesin olarak Yunanistan topraklarina katiliyor ve Osmanli'nin Girit sorunu bitiyor! Hanya'yi görürken! Öteki Ege adalarindaki durum da Girit sürecinden çok farkli degil. Yunanistan önce konuya ''gir'' mis, zamanla Türkleri ''it'' mis, uluslararasi antlasmalarla topraklarina katmis... Bu sürecin Kibris'la karsilastirmasini okur gözlügüne birakip, Girit izlenimlerine geçelim... Feribot Girit'in en büyük kenti Iraklion'a yanasti. Burada fazla oyalanmadan hemen Hanya'ya giden otobüse bindim. ''Görürsün Hanya'yi Konya'yi'' deyimimizin Konya'si Anadolu'da, Hanya'si Girit adasinda... Daglarin eteklerine tutuna tutuna güzel bir yolculuktan sonra, Hanya körfezinin kiyisinda kurulu kente geldim. Eski Hanya'ya hâkim küçük bir tepeye çiktim. Kilise sayisi kadar minare saydim. Minarelerin hemen tümünün serefelerinden sonrasi yikilmisti. Bakimsiz ama ayakta görünüyorlardi. Ara sokaklarina girip uzun süre kayboldum. Minarelerin dibindeki camilerin tümü kapali. Olaganüstü bir saldiriya ugramamis ama, zaman denen celladin önüne konup seyrine bakilmis. Haa, Balkan camileri son dönemdeki büyük kent camilerimiz gibi yari ranta dönük yapilar degil. Mimarisi güzel, çogunun duvarlarinda doga resimleri de var. Çarsida 80'in biraz üzerinde, mübadelede Istanbul'dan gelmis bir biçak saticisiyla sohbet ettim. Türkçe biliyor. Besiktasliymis, durumunu sordu. Hanya Körfezi'nin hemen kiyisinda, girisi, ara duvarlari Osmanlica yazilarla dolu bir barda lacivert denizi kaç saat seyrettigimi animsiyorum... Ertesi sabah, Venizelos 'un sade mezarinin bulundugu seyrek çam agaçli tepeyi gezdikten sonra ögleyin Girit otlariyla deniz ürünlerinin karisimi güzel bir ögle yemegi yedim. Anadolu'da hâlâ Giritliler için söyle denir: Bahçene bir Giritli bir de keçi daldiysa, önce Giritliyi kovala! Iraklion'a dönüste, kafe yapilmis bir sadirvanin önünden yürüyüp Kazancakis 'in mezarinin bulundugu tepecige gittim. Mezarinin basina bir siirini yazmislar: Hayallerim ve umutlarim yok / Ben özgürüm! http://www.ataturquie.asso.fr/informations_presse%20turque%2008.htm Yolculuk: Maria MAVRIKOU ile... Cagla MENDERES (Atina) "To Taxidi", Türkçe adiyla "Yolculuk" Yunanli yönetmen Maria Mavrikou'ya Türk-Yunan barisini desteklemesi ile Ipekçi ödülü kazandiran tarihi bir çalisma. Belgesel, 1922 yilinda Kurtulus Savas'indan sonra imzalanan Lozan Antlasmasi ile yer degistiren Girit'li Türkler ile Ayvalik'li Rumlarin, dogup büyüdükleri topraklarina 77 yil sonra yaptiklari yolculugu konu aliyor. Atina'daki evinde yaptigimiz söyleside Mavrikou filminde konu edilen sahislarla ilk tanismasini ve bu filmin ortaya çikisinin ilginç hikayesini söyle anlatiyor: ATINA-- "Türkiye'nin Bati kiyilarina yaptigim daha onceki seyyahatlerimde Ayvalik yakinlarindan gecmeme ragmen Ayvalik'in artik, cok sevdigim Ayvalik'li yazar Fotis Kontoglou'nun kitaplarinda tasvir ettigi gibi olmadigini bildigimden gitmek istemedim. Egitimim Arkeoloji oldugu ve Yunan tarihini sanli ve parlak oldugu antik donemleri ile hatirlamak istedigimden Ayvalik'a o sene ugramaktan kaçindim. Daha sonraki yil , yani 1996 senesinde gene Pergamum yakinlarinda iken bu sefer Ayvalik'a ugramadan donmemin hata olacagini düsündüm. Kimseyi tanimiyordum ve ne bulacagimi bilmiyordum. Sadece Fotos Kontoglou'nun satirlarini takip ediyor ve eski sehri bulmaya çalisiyordum. O donemde Ayvalik'in çogunlugu Rum idi. Mimarinin degisimi ile aradigima yaklasmakta oldugumu hissettim. Gunlerden Persembe idi, pazar kurulmustu. Taptaze meyve ve sebzelerin renk cümbüsü arasinda dolasirrken iki bayanin Yunanca konustugunu duydum. Ilgimi çekti. Insan yabanci bir ülkede kendi dilini konusanlarin kim oldugunu merak ediyor. Yaz aylarinda günde bir Midilli adasindan teknelerin geldigini bildigim için bu bayanlarin Yunanli turist oldugunu düsündüm. Ancak bir sure sonra yasli, ama dinç yüzlü, sarikli manavla koyu sohbete daldiklarini görünce ilgim daha da artti. Hadi bayanlar turistti ama manav Yunanistan'dan kalkip meyve, sebzesini satmaya Türkiye'ye gelmemisti herhalde. Üstelek Girit aksani ile konusuyorlardi. Dayanamadim, Yunanca sordum: -Giritli misiniz? -Evet Giritliyiz, dedi yasli bayanlardan biri. Ben Giritli turist misiniz demek istemistim aslinda. Gene basini sallayarak Giritli aksani ile; -Evet, evet dedi gene Giritliyiz. -Peki, dedim. Ne zaman geldiniz? Bize okullarda ögretilmeyen tarihi boyle ogrendim. Manav da bana sordu merakla Giritli miyim, diye! -Hayir dedim, Atina'liyim. -Yunanli! dedi Turkce ve heyecanla gulumseyerek. -Sen de Yunanli degilmisin, dedim. Hala saskinlikla, nereli olduklarini tam anlamayarak. Gülüstüler, beni kucakladilar, Giritlilere özgü siirsel, uzun atismalarina basladilar. Evlerine davet edildim. Bütün Giritliler geldi. Gene Girit'e özgü raki ve kuru incir esliginde bana Girit'in meshur "Erotokritos" siirini söylediler. Bir kaç kelime ile bütün hayat hikayelerini anlattilar. Girit'te dogup buyuduklerini, komsulari Yunanli Giritliler ile olan baris icindeki günlük yasantilarini, sonra bir gün evlerini, özel esyalarini, dostlarini birakarak çok sevdikleri Girit adasini nasil terk etmek zorunda kaldiklarini... Bende Ege'nin obur yakasinda ayni hikayeleri Rumlardan dinlemiitim. Ayni sene gene Fotis Kontoglou'nun satirlari beni Ayvalik aciklarindaki Yunanca "Moschonissi" yani kokulu ada, Türkçe adiyla Cunta adasina goturdu. Ben Giritli Turklerin sadece Ayvalik'ta oldugunu dusunurken tesadufen tanistigim bir coban ve balikci bunun yanlis oldugunu kanitladilar. Cunta'da da ayni sicaklik ve sevgi ile karsilastim. Ayvalik'tan ayrlirrken bu insanlarla ilgili bir film yapmaya çoktan karar vermistim. Ancak yasanan acilar ortakti. Mübadele hem Rumlarin, hem de Türklerin kapisini çalmisti. Filmin çekimlerine 1997 yilinda baslamama ragmen daha once pek çok kereler Ayvalik ve Cunta adasina gidip bu kisileri ziyaret ederek önce güven ve dostluklarini kazanmaya çalisitim. Yunanistan'da ise daha onceden tanidigim Ayvalik'li iki kardes Makis ve Antigoni'nin Ayvaligi tekrar ziyaret etmek istediklerini biliyordum. Makis cok yakinda bir açik kalp ameliyati geçirmisti ve bu seyyahate dayanip dayanamayacagini bile bilmiyorduk. Turk yetkili makamlarinin iznini almanin uzun surecegini hatta eski tecrubelerime dayanarak zor olacagini dusunup kaygilaniyordum. Boylece Ayvalik'taki cekimleri daha amatör bir çerçevede gerçeklestirmeye karar verdim. Filmde'de gorulecegi gibi Makis ve Antigoni'nin evlerini bulduk ancak yeni ev sahibi onlari iceri almak istemedi. Bu duygusal seyahate Makis daha fazla dayanamadi, yarida kesip Atina'ya döndü. Bir kaç ay sonra da vefat etti. Makis ve Antigoni'nin ailesi avci idi. Yillar boyunca avcilik nesilden nesile gecmisti. O donemde Ayvalik'in onemli ailelerindendiler. Onlara Kocabas denilirdi. Ayvalik'li yazarlardan Fotis Kontoglou, Ilias Venezis ve Stratis Doukas kitaplarina konu edinmislerdir bu aileleri. Makis'in hayali eskiden oldugu gibi Cunta adasinda arkadaslari ile avlanmakti. Cekimler dort yilimi aldi. Elimde dogru malzeme yoktu. Kimse ne yaptigimi bilsin istemiyordum. Filmi engellemelerinden korkuyordum. Nihayet film icin mali yardim buldugumuzda Giritli Turkleri de Girit'e goturmeye karar verdim. Saat sabah 5.30 sularinda feribot Girit limanina yaklasirken ayni korkuyu gene içimde hissettim. Bu sefer Türkleri getirmistim Yunanistan'a. Nasil tepki gösterecekler hiç bir fikrim yoktu. Limana vardigimizda bir beyin beni görmek istedigini söylediler. Heyecanla gittim. Yunanistan'daki Küçük Asya Mülteciler Dernegi'nin baskani idi. Bizi büyük bir cosku ile karsiladilar ve Girit'teki konaklamamiz süresince diger bazi yerel kuruluslarla birlikte bizi misafir ettiler. Girit'te kaldigimiz süre icinde Turklerin Girit halkindan gördügü ilgi, iki halkin yakinligi ve benzerligi kelimelerle anlatilamaz. Çok duygusal anlar yasadik. Sarkilarin ve danslarin hiç eksik olmadigi toplantilardan birinde genç bir çocuk yanima geldi ve sordu: -Bayan Mavrikou, bunlardan hangisi Turk, hangisi Yunanli? Iste o zaman bu film ile baris mozaigine küçük bir tasi da benim koyabildigime inandim. Yunan televizyonlarinda çoktan yayina giren bu film büyük ilgi ile karsilandi. Filmin Turkiye'de gösterimi icin Bogazici ve Ankara Üniversitelerinden davet alan Mavrikou filmin ayrica gelecek sene Istanbul Film Festival'inde yabanci filmler kategorisinde sergilenecegini de açikladi. Ancak arzusu daha genis kitleye yayin yapan televizyon kanallarindan birinde göstermek "Yolculugunu" . Her sene dönüsümlü olarak verilen "Abdi Ipekçi Baris Odülü"nü bu yil alan Maria Mavrikou 50`ye yakin film gerceklestirmis. Maria, Türkiye'yi konu alacak diger kitap ve film çalismalarina destek olmasi açisindan Ipekçi ödülünün onemli bir katki saglayacagina inaniyor. Maria, Izmir'in tam paralelinde yer alan Yunan adasi Skiros`lu ,ilk filmi de gene bu adaya özel geleneksel bir dügün töreni. 16 yasinda ailesi ile birlikte Amerika'ya gidiyor. Arkeoloji ve Yunan edebiyati tahsili goruyor. Ancak daha sonra çagdas Yunanistan, insani ve sorunlari ile daha çok ilgileniyor ve sinemaya, özellikle belgeselcilige yöneliyor. UCLA ve Berkeley gibi Amerika'nin önemli üniversitelerinde Etnografik film uzerine de egitim goren Maria, esinin isi dolayisiyla kisa bir sure için Yunanistan'a yaptigi donusu hem kariyeri hem de hayati icin onemli bir donum noktasi olarak animsiyor. Ilk filmi "Skiros Dügünü" ilk defa Selanik Film Festivali'nde oy çogunlugu ile birinciligi aliyor. Daha sonraki sene ise Istanbul'da Balkan odulu gene "Skiros Dügünü" icin. Yeni Çalismalar: Türkiye hep ön planda Maria'nin yolu tekrar ve pek çok kez geçecek Türkiye'den. Baharda cekimi baslamasi planlanan yeni bir belgeselin calismalari icinde. Konusu Izmir bölgesinden gelen Yunanli bir yazarin portresi. Maria bir anda birkaç proje üzerinde birden çalisiyor. Bu tür çalismanin kendisini daha çok motive ettigini belirtiyor. Sürekli seyyahat ediyor ve tanistigi insanlarin hikayelerini kaydediyor. Yunanistan, Turkiye ve Balkanlar ilgi alani icinde. Yeni bitirdigi kitap projelerinden bir tanesi 1809'dan 1923 yilina kadar Amerika'ya göç eden Yunanli mültecilerin agizdan agiza, nesilden nesile dolasan hikayeleri. Balkan savaslari ve Küçük Asya felaketini yasayan Yunanistan'in ve Yunanlilarin hikayesi. Yunan azinliginin çogunlukta oldugu Arnavutluk da Maria'nin uzun zaman harcadigi ve arastirmalar yaptigi bir ülke. "Arnavutluk hosuma gidiyor" diyor, "ama daha cok insanini ve dogasini seviyorum. Geçtigimiz üç seneyi orada geçirdim. Pek çok film yaptim ve çok iyi elestiriler aldim. Ancak son derece üzücü görüntülerle karsilastim. Insanlari sistem tarafindan hirpalanmisti. 50 yil boyunca kendi topraklarinda hapis hayati yasadilar. Arnavutluk'un neredeyse yari nüfusunu teskil eden Yunanlilar ise yillarca kendilerine ozgu aksanlarini, törelerini hatta bir kisim mimarilerini bile koruyabilmislerdi. Bunlari kaybolmadan kaydetmek istedim. 1992'den 1994-95 yilina kadar bu insanlarin dillerini, geleneklerini, essiz Balkan mimarisini ve hayat hikayelerini kaydedebildigim icin cok sansliyim." TR'>Diger bir proje ise Maria'nin ilk uzun metrajli, konulu filmi olacak. Senaryosu hazir olan filmin cekimlerine onumuzdeki sene baslamayi planliyor. Kapadokya, Romanya, Yugoslavya, Üsgüp ve Yunanistan'da cekilecek filmin konusu bir Balkan Mitolojisi. Mavrikou bu film ile, her ne kadar Balkan ülkeleri içinde ve arasinda anlasmazliklar yasaniyorsa da ortak bir tarihin ve kulturun bulundugunu ve filmin bu noktalarda yogunlastigini belirtiyor. Geçen seneki çalismalarinin içinde bir kitabin da yer aldigini belirten Mavrikou bu sene kitabi hem Yunanca, hem Turkce bastirmayi hedefliyor. Kitabin simdilik adi "Ölümcül bir aska inlemek". Bir Turk erkek ile Yunanli kadin arasinda dis engellerden dolayi yasanilamayan aski anlatiyor ve Mavrikou bu hikayeyi Turkiye ve Yunanistan arasindaki iliskiye benzetiyor. Her ne kadar birlikte olmak isteseler dahi, iliskileri, kendi cikarlarini on planda tutan daha buyuk güçler tarafindan engelleniyor. "Erkek kitapta zayif bir karakter" diyor Mavrikou ve devam ediyor:" Turkiye'de aile yapisinda kadinin, özellikle ana olarak sözü degerli. Erkek karakterin babasi yok. Dolayisiyla surekli anne ve kiz kardeslerini memnun etmeye calisiyor. Anlasilacagi üzere Yunanli kadini ogullarina istemiyorlar. Ancak ayni durum bir Yunanli aile icin soz konusu olsaydi farkli olurdu. Yuzyillar boyunca bu iki kultur birlikte, iç içe yasadilar. Birbirlerinden alip, verdiler. Evlilikler oldu, kan zaten karisti. Daha sonra tarihte yasanan acilar daha çok Yunan halki için agirlikta olmasina ragmen gene de Yunanli bir aile bir Turk`u daha kolay kabul eder hanesine. Bu da bazi seyleri asabilmeyi, ileri bir dusunce tarzini gosterir." Buyuk asklarin devam etmedigine inanan Maria Mavrikou Turk-Yunan askini anlatan kitabini Nobel ödüllü Elitis'in su dizeleri ile noktaliyor: "Perimeno, ta pento, ya panda "M'akus Monimu, stin paradiso" "Bekliyorum, yastayim, sonsuza kadar Duyuyor musun Cennette tek basima" E-mail: cmenderes@hotmail.com Not: Bu roportaj, Isik Binyili Sonbahar 2001 sayisinda yayinlanmistir. Konu itibariyle amac'a destek veren bir ornek olmasi itibariyle, ayni zamanda Turkish & Greek Synergy sitesinde de ilginize sunuyoruz. Maria Mavrikou, "To Taxido" (Yolculuk) adli belgeseli ile ABDI IPEKCI BARIS ODULU'nu aldi, 2001. http://www.turkishgreeksynergy.net/may_02/cmenderes_yolculuk.html İÇİMİZDEN BİRİ ALİ ONAY Sabahları şarkıyla uyanıyordum Anılarla dolu bir ev… Aile yadigarı fotoğraflar ve eşyalarla bezenmiş eski, şirin bir Ayvalık evindeyiz. 2003 yazının en sıcak günlerinden biri yaşanıyor. Karşımızda 85 yaşında gözlerinde ve sözlerinde Büyük Mübadele'nin izlerini taşıyan Ali Onay... Duvar saatinin gongları eşlik ediyor yaşam anlatısına. Her gongun vuruşuyla tersine akıyor zaman. 22 Mayıs 1924 günü Girit Resmo Limanı'ndan kalkan Türkiye Gemisi'nin güvertesinde buluveriyoruz kendimizi, 6 yaşlarında küçük bir çocuk ilişiyor gözümüze… Tarihe 1000 canlı tanık / 30 1918 yılı Girit-Resmo doğumlu Ali Onay ,1924 yılında Büyük Mübadele ile gelip yerleştikleri Ayvalık Cunda (Alibey) Adası'nda yaşıyor. Çocuk yaşlarda babasının kurduğu yağhanede başlar çalışmaya. Askerlik sonrası yağ fabrikasını kurar, maden işletmeciliğiyle uğraşır bir süre. 1942 yılında Fatma hanımla evlenir. Bu evlilikten üç çocuğu olur. Fatma hanımın ölümünün ardından derin bir yalnızlık hissettiği AyvalıkCunda'daki evinde görüştük kendisiyle… Girit Adası Yunanistan'a ilhak olduktan sonra oradaki halk himayesiz, ortada kaldı. Ticaret hayatı sona erdi, baskılar arttı. Babam 1896 ve 1906 yılında iki sefer Ayvalık'a gelmişti ve bilhassa adaya (Cunda Adası) geleceğimizi haber aldığı zaman çok sevindi." 1923 Lozan Antlaşması'ndan sonra yaşanan Büyük Mübadele ile pek çok insanın hayatı değişir. Yunanistan'da yaşayan Türkler buraya, burada yaşayan Rumlar da Yunanistan'a gönderilirler. İşte onlardan biri de o tarihlerde beş-altı yaşında olan Ali Onay ve ailesidir: "O zaman Girit'te komisyonlar kuruldu. Herkesin malları ve bu malların değerleri tespit edildi. Sefere çıkacağımız zaman hazırlıklar yapıldı, denkler toplandı, sandıklar tanzim edildi. O arada babamın paraları nasıl geçireceği endişesi başladı. Bizim çok yüksek bir karyolamız vardı, hiç unutmam sarıydı rengi, ayakları bu kadar (eliyle karyola ayaklarının genişliğini göstererek). Babam onların alt tekerleklerini çıkardı ve bunların içine altınları doldurdu. Karyola ayaklarını hususi bir kasa yaptı, çemberlerle bağladı, çaktı. Onları hep yanında taşıdı Türkiye'ye gelene kadar. Annem, babam, iki kardeş, halam, halamın eşi ve kızı; yedi kişi Cunda'ya geldik. Yolculuk iki-üç gün sürdü. Türkiye sahillerinde ışıklar göründüğünde, herkes geminin sahil tarafına hücum edince gemi yalpaladı. Kaptanın yolcuları uyardığını hatırlıyorum.(*) Adaya ayak bastığımızda 1924 yılının mayıs ayı cumartesi günüydü, ikinci Türkiye Vapuru'yla geldik. Adaya geldiğimizde, bizden altı ay evvel birinci Türkiye seferiyle gelenler ve Midilli'den göçenler bizi rıhtımda davullarla karşıladılar. Ve dediler ki: 'Siz 15 gün karantina altına alınacaksınız.' Sahilde o zaman ayakta duran bir fabrika vardı, Rumlardan kalma, papazın sarayı denen metruk bir bina. Bütün mübadillerin eşyaları oraya kondu. Babam o dört karyola ayağını en dibe sakladı ve sandıkları onların üzerine yığdı. Orada 15 gün kaldık. Ondan sonra bize bir ev verdiler. Öyle bir ev verdiler ki sandıklarımız bile sığmadı eve." Bir türlü sığdıramazlar eşyalarını bu yeni eve. Kısa bir süre sonra yola çıkmadan doldurdukları mal beyanlarının ışığında verilen yeni evlerine taşınırlar: "Hükümet oradaki mallarımızı beyan ettiğimiz formüllere (belgelere) bakıp bin kök zeytin ağacı, beş-altı dönüm arazi ve hâlâ oturduğumuz evi uygun gördü. Tüm bunlar Girit'te bıraktığımız malların yüzde 40'ı kadardır. Kalanı devletin uhdesinde, devletin kasasına kaldı." Yağhaneden fabrikaya Babası Hasan bey Girit'teki gibi ticaretle uğraşmaya karar verir burada da. Kurduğu sabunhanede dönemin en iyi ustalarını bir araya getirir. Bir süre sonra da yağhanesini kurar: "O zaman yağhanede atla dönüyordu taşlar." Binayı Maliye Bakanlığı'ndan satın alan Hasan bey makinelerini de dışarıdan getirtir. Bu arada babasıyla çalışmaya başlayan Ali Onay eğitimine devam edemez: "İlkokulu bitirdim, paralı ortaokula gittim ama babam okulu bırakmamı istedi. Çünkü yaşlıydı. 'İşlerimizi kim idare edecek?' dedi ama çok iyi yetiştim onun yanında. Piyasa adamı oldum." 1938 yılında babasını kaybeder Ali Onay. "O günlerde babam çağırdı, 'Bak oğlum ben öleceğim. Annen, kardeşin sana emanet, sen evin büyüğüsün' dedi ve vefat etti. Tabii annem çok akıllı bir insan, hemen bize sarıldı ve ondan sonra 1940'ta benim askerliğim başladı. O zaman işin başına (babasından kalma yağhane) bir müdür koydum ve askere gittim." Askerlik dönüşünde zeytinyağı fabrikası kurar ve kardeşini de yanına alır. Bozulan ekonomi "Efendim, ben Cumhuriyet Halk Partisi'ne 1944 yılında iktisap ettim, başkan seçildim. Ama 1946 yılından sonra, İnönü'nün verdiği kararla Demokrat Parti kuruldu. Memleket demokrasiye kapıyı aralamaya başladı." İkinci Dünya Savaşı yıllarının ardından bir türlü düzelmeyen ülke ekonomisinin olumsuz gidişinden Ali Onay da etkilenir. "İşimizi çeviremedik. Bizim evde olaylar ancak yemekten sonra gündeme gelirdi, Masada annem 'Çocuklar dikkat ediyorum, sizin bu şartlarda borçlarınıza son vermeniz mümkün değil. Onun için mal satacağız ve borçlarınızı ödeyeceksiniz. Bir insanın onuru zedelenirse piyasada bir daha tutunamaz' dedi. Ve anneciğim hiçbir şey demeden, tıkır tıkır malını sattı ve biz borçlarımızı kapattık. O zamanın parasıyla 350 bin liraydı borcumuz. Şimdi bir ayakkabıcıya versen almaz. O zaman büyük bir servetti." Yine bu tarihlerde madencilikle de ilgilenir Ali bey: "Yine işlerimiz tıkandı. 1949'la 1951 arasında bir ortak bulduk ve haksızlığa uğradım. Madencilikten vazgeçtim." 1999 yılında doğduğu topraklara, Girit'e gider Ali bey: "Doğduğum evi, çiftliği aradım, Resmo'da çocukluğuma ait iz bulamadım. Bu beni çok üzdü. Doğrusu doğduğum evi görmek istiyordum. Lozan'da Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi imzalandıktan sonra benim orada bir hakkım olmadığını anlayan biriyim. Girit benim doğduğum anam, ama yine de Girit'e en ufak bir nostalji duymuyorum." (**) (*), (**) Bu iki bölüm Ali Onay'la yapılan bir söyleşinin de yer aldığı, İskender Özsoy'un derlediği Bağlam Yayınları'ndan çıkan "İki Vatan Yorgunları" kitabından alınmıştır. "Girit göçü hakkında bir şey yazmadı eskiler" "Girit'in Rumu, kemençe yapmasını bilmezdi. Bütün kemençeler Türkler tarafından yapılıyordu, bir sürü kemençeci geldi buraya. Uuu, şarkılar, efendim sirtolar, oyunlar neler neler... Ama herkes yokluğun içinde, herkes sabahı nasıl çıkaracağını düşünüyordu ilkin. Onun için o kültür devam etmedi. Girit'ten gelen Türklerin yüzde sekseni Türkçe bilmiyordu. Babam biliyordu, annem çat pat konuşuyordu. Ve ben şuna hayret ediyorum, bu kadar kültürlü insanlarımız vardı, Girit göçü hakkında bir şey yazmadı eskiler. Yazmadılar maalesef... "Giritliler daha medeniydi..." "Zirvede yaşadık biz çocukluğumuzu. Mesela karşı komşularımız vardı karşımızda. Babam hususi çinko tabaklar aldı ve anneme yemek pişirtiyordu, onlara her gün yemek veriyordu. Eğlenceler tertip edilirdi. Vals, polka, sirto, bunları hep Girit'ten getirdik biz. Bu kültürleri İtalyanlar bizimkilere öğretti Girit'te. Biz çok medeniydik. Mesele buraya gelen, Midillililerden yalnız bir aile pantolonluydu, diğerleri poturlu (yöresel özellikler taşıyan şalvar). Mesela Birinci Büyük Meclis'te çok Giritli vardı. Neden? Medeniydiler, yüksek tahsilleri vardı. Şimdi bakınız, ben hep şunu müdafaa ediyorum, Yunanlar ve Türkler aynı bölgede yaşadıkları için, biz aynı tabiiyete mensup insanlarız. Kanlarımız karışık, bütün huylarımız benziyor, suratlarımız benziyor. Onun için bu bölgenin insanları, mutlaka aralarındaki ihtilafları halledip kardeş gibi geçinmek zorundadırlar. Ve bakınız eğer kardeş gibi geçinmeyi sağlarlarsa harp malzemesine verdikleri trilyonlar halka kalacaktır, bünyede kalacaktır ve bölgenin en, en kuvvetli iki halkı olacaktır." "Hayatımın en isabetli kararı" "22 Nisan 1942 yılında düğünümüz oldu. İşte hayatımın en isabetli kararıydı bu. Karım buraya geldiği zaman büyük bir zenginliğin içine girdi tabii. Ama ondan sonra politikayla işlerim bozuldu. Ama o hep yanımda, arkamda, önümde, her yerdeydi. Bütün hayatımız böyle geçti. Üç çocuğumuz oldu. Sabahları şarkıyla uyanıyordum. Belki sizin tuhafınıza gidecek şarkıyla uyanmak! Gidip yüzümü yıkıyordum, hemen kahvaltı masasına oturuyorduk şarkıyla, anlıyor musunuz? 55 senelik evliliğimde, her sabah şarkıyla uyandım. Fatma hanım beni balkonda, pencerede beklerdi hep, şimdi geliyorum, beni bekleyen kimse yok. Çocuklarım çok iyi, gelinlerim iyi ama herkes kendi hayatını yaşıyor. Ve benim bir iddiam yok, hayır, normalini yapıyor çocuklar ama ben kendi yalnızlığıma bakıyorum, kendi durumumu nasıl tanzim edeceğimi bilemiyorum. Hiçbir şeyden şikayetim yok, tek şikayetim yalnızlığım." GELECEK HAFTA: Nebahat Arıca, Fırat'ı anlatıyor... TARİH VAKFI Tarih Vakfı sözlü tarih arşivi oluşturmak için tanıklıklarınızı kaydediyor. 70 yaş üzeri 1000 kaynak kişiye ulaşmayı hedefliyor. Ünlülerle değil, içimizden birileriyle... Sizin önereceğiniz kişilerle, dedelerimiz, ninelerimizle... Köylerde, kasabalarda, fabrikalarda geçen hayatlar... Hasatlar, vardiyalar, düğünler, seçimler, yemekler, camiler, kadın matineleri... Tarihe Bin Canlı Tanık Projesi, sözlü tarih görüşmeleri ile, günlük yaşamın, toplumsal geçmişin belleklerde kalmış ayrıntılarını içeren yaşam öykülerini kaydetmeyi hedefliyor. Bugüne kadar projeye destek olan Türk Tabipler Birliği'ne, İnşaat Mühendisleri Odası'na ve Kayseri Ticaret Odası'na maddi desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Siz de projeye destek olun, tarihe katkı da bulunun: Telefon: 0212 327 86 58 Faks : 0212 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr Danışmanlar: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu-Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Proje koordinatörü: Gülay Kayacan Görüşmeyi yapan: Hakan Koçak n Görüşme kayıt süresi: 4 saat n Deşifre ve redaksiyon: Sevil Üzrek Görüntü kaydı: Tamer Üstel Yayına hazırlayan: Tuba Çameli Projeye katkılarınızı bekliyoruz: Telefon: (0212) 327 86 58 Faks: (0212) 227 37 32 e-posta:mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr www.tarihvakfi.org.tr http://www.milliyet.com.tr/2003/09/10/pazar/paz13.html 114 yıl önce Girit’i verdik ama Avrupalı olamadık Murat BARDAKÇI Avrupa, Kıbrıs sorununu Avrupalılaşmamızın önündeki ilk engellerden biri olarak önümüze resmen koydu ve Kıbrıs bu hafta açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi'nde ‘‘kısa vadeli beklentiler’’ arasında yer aldı. İşin bu hali alması bana 19. yüzyılda çektiğimiz bir başka ada derdini, Girit meselesini hatırlattı. Bugün ‘‘Önce Kıbrıs'ı halledin’’ diyen Avrupa o zamanlarda ‘‘Aramıza girecekseniz Girit işini çözün’’ diye diline dolamıştı. Bize Girit oyununda ofsayt yapılmamış, birdenbire sert bir gol atılmış, bu golden sonra adayı Yunanistan'a vermiş ama gene de Avrupalı olamamıştık. Avrupalılaşma yolunda azimle ilerlediğimiz sırada önümüze birdenbire Kıbrıs engeli çıkıverdi ve Kıbrıs işi Katılım Ortaklığı Belgesi'nde ‘‘kısa vadeli beklentiler’’ arasında yer aldı. Moralimizin bozulduğunu gören Dışişleri Bakanı İsmail Cem işin ‘‘gol değil ofsayt’’ olduğunu söyleyip hepimizi rahatlattı ama ben gene de bundan yüz küsur sene önce de yaşadığımız aynı Avrupalılaşma maceramız sırasında başımıza dert olan bir başka adanın, Girit'in hikáyesini düşünmeden edemedim. İşte, bizim şimdi Kazancakis'in ‘‘Zorba’’sından ve Teodorakis'in müziğinden tanıdığımız o zamanki Girit tartışmasının ve yediğimiz golün kısa öyküsü: SUÇLU GENE BİZ OLDUK Yunanistan 19. asrın başında bağımsızlık sevdasına düşüp isyan bayrağını açmış, Avrupa ‘‘ara bulma’’ bahanesiyle var gücüyle Atina'yı destekleyince 1830'un 24 Nisan'ında ortaya bağımsız bir Yunanistan çıkmıştı. İş bu kadarla kalmadı. Yunanistan'ın ‘‘Yunanca konuşulan her yeri sınırları içine katma’’ sevdası yüzünden Balkanlar'daki Osmanlı topraklarında peşpeşe huzursuzluklar yaşandı. Asıl büyük sıkıntı, nüfusunun üçte biri Müslüman, geri kalanı Ortodoks olan Girit'teydi: Hacı Mihail önderliğindeki Giritli isyancılar, 1886'nın 2 Eylül'ünde adayı ‘‘Yunanistan'a ilhak ettiklerini’’ açıkladılar. Türkiye isyana karşı askeri ve idari tedbirler almaya çalıştıysa da Avrupa'nın baskısı yüzünden işi bir türlü halledemedi. İsyancılar Girit'in Müslüman halkını kılıçtan geçirmeye başladılar ama hadise dünyaya ‘‘Türkler Hristiyanları kesiyorlar’’ diye yansıdı. Biz o sıralarda da ‘‘Avrupalı olmaya çalışmakla’’ meşguldük. 1856'nın 30 Mart'ında imzalanan Paris Andlaşması'nın yedinci maddesi bizi gerçi káğıt üzerinde de olsa ‘‘Avrupalı’’ yapıp toprak bütünlüğümüzü garanti altına alıyordu ama herşey láftaydı. İngiltere Lübnan'daki Dürziler'i, Fransa Maruniler'i, Avusturya Bosna-Hersek'i, Rusya ise Türklerle Müslümanlar dışında kalan kim varsa hepsini kışkırtmakla meşguldü. Avrupa, Avrupalılaşma çabamızın her aşamasında Girit meselesini önümüze sürdü ve tek bir çözüm gösterdi: ‘‘Verip, kurtulmak!..’’. Onlar ‘‘Girit'i bırakın’’ diye dayatıyor, biz ise ‘‘Vermeyiz!.. Hani toprak bütünlüğümüzü garanti etmiştiniz?’’ diyorduk. Mücadele seneler boyu devam etti, Girit dünya gündeminin hep ilk sırasında yer aldı. Yunanistan'ın isyancılara açıkça verdiği destek Atina'yla Babıali arasındaki ipleri gerdikçe geriyordu. Atina'ya yapılan ihtarlar ve yollanan notalar cevapsız kalınca, Türkiye 1897'nin 18 Nisan'ında Yunanistan'a savaş ilán etti. Yunan ordusu her cephede yenildi, Atina'yı almamıza ramak kalmışken Avrupa devreye girdi. Hatta Rus Çarı İkinci Nikola bile bizzat zamanın hükümdarı Abdülhamid'e telgraf gönderip ‘‘daha fazla kan dökülmesine mani olmasını insaniyet adına’’ rica etti ve çarpışmalar bir anda sona erdi. Babıali kırık dökük bir barış andlaşmasıyla yetinmek zorunda kalırken asıl gariplik birkaç ay sonra yaşandı: İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya, Girit'e özerklik veriverdiler. Girit resmen Osmanlı toprağıydı ama bağımsızlığın ilk adımı olan özerklik Türkiye'nin toprak bütünlüğünü garanti etmiş olan Avrupa'dan geliyordu. Güçsüz ve çaresiz İstanbul kararı kabullenmek zorunda kaldı. Yunanistan'ı savaşta perişan eden Türkiye ‘‘Türk yenilirse çok şey verir ama kazanırsa hiçbir şey alamaz’’ sözünü doğrulamıştı. ÖYLE BİR GOL YEDİK Kİ... İşin bir sonraki aşaması adanın Yunanistan'la birleşmesiydi ve 6 Kasım 1908'de o da oldu; Girit Meclisi ‘‘Yunanistan'a ilhak’’ kararı verdi. Türkiye ise arkasına bütün Avrupa'yı almış olan Yunanistan'a karşı sadece birkaç protesto mitingi düzenlemekle yetindi. Bu mitinglerde atılan ‘‘Ya Girit, ya ölüm’’ yahut ‘‘Girit bizim canımız, fedá olsun kanımız’’ gibisinden sloganlar yarım asır boyunca hafızalarda kalacak, 1950'lere gelindiğinde sloganlardaki ‘‘Girit’’ sözünün yerini ‘‘Kıbrıs’’ alacaktı... Neticede biz ‘‘Ha bugün, ha yarın Avrupalı oluyoruz’’ hayaline dalmış giderken, Girit'te sert bir gol yedik. Sonra benzer gollerle başka topraklar da elimizden gitti, çekmediğimiz kalmadı, herşeyi yaşadık ama tek bir şeyi hariç: Bir türlü Avrupalı olamadık... Türkiye o devirlerde Avrupa'nın gözünde ‘‘Şark meselesi’’ydi. Aynı Avrupa bize bugün hangi gözle bakıyor dersiniz? Ayamama’daki iki barakaya 3 trilyonu kim yatırdı? Haftalardır yazdığım Osmanlı Arşivleri'nin, altından Ayamama Daresi’nin aktığıİkitelli Çayırı'ndaki SEKA barakalarına nakledilmesi işinin gerisinden garip ilişkiler çıktı: Barakaları boyayıp ‘‘arşive benzetmeye’’ çalışacak olan şirketleri Başbakanlık görevlileri davet yoluyla seçmişler ve iş aynı kişiye ait olan ama káğıt üzerinde ayrı görünen iki müteahhitlik şirketine verilmiş. Acaba neden dersiniz? Ermeni tasarısı Fransız Senatosu'ndan sessiz sadasız geçiverdi, hemen arkasından da Papa hazretleri Ermeni iddialarına destek veren bir bildiri yayınladı. Bütün bunlar olup biterken Türkiye ‘‘Ermeni sorununun çözümü Osmanlı Arşivleri'ndedir’’ diyordu ama birileri dünyanın bu en zengin arşivini yüz küsur senelik mekánından alıp İkitelli'de altından derelerin aktığı bir çayıra nakletmekle meşguldü. Haftalardır yazıyorum: Osmanlı Arşivleri elden gidiyor! Birileri 600 senelik arşivi her ne hikmetse Bayezid'deki, Süleymaniye'deki ve Sultanahmet'teki asırlık depolardan çıkartıp İkitelli'de altından derelerin aktığı, etrafında keçilerin otladığı bir çayıra taşımaya tam gaz devam ediyor. Bu tarih cinayetini belgeler kurtuluncaya kadar yazmaya devam edeceğim ve şimdilik şu sorulara cevap bekliyorum: 1. Başbakanlık, İkitelli çayırındaki SEKA barakalarının ‘‘arşiv deposu’’ görüntüsünü kazanabilmesi için gereken tadilátı yapacak olan şirketleri açık ihaleyle değil, davet usulüyle belirlemiştir. Yapılan iş aslında kılıfına uygundur, zira yasalar güvenlik yahut gizlilik gerektiren durumlarda bu yola başvurmaya imkán tanımaktadırlar. Ama sadece adı ‘‘arşiv’’ olan ve topu topu iki barakadan oluşan çayırdaki mekánın ihalesi niçin tek bir firmaya değil de, káğıt üzerinde ayrı gözükmesine rağmen aslında aynı kişiye ait olan iki farklı firmaya verilmiştir? Başbakanlık'taki arşivden sorumlu müsteşar yardımcısı devletin hangi ‘‘álî menfaatini koruma’’ düşüncesiyle böyle bir karara imza koymuştur ve barakaların yeni imajı kaç paraya malolacaktır? 2. Arşiv belgesi dünyanın hiçbir yerinde yerinde dijital ortama alınmaz. Belge mikrofilme çekilir, bilgisayara kaydedilen ise arşivin kataloğudur. Unutmayın: Osmanlı Arşivleri gibi on milyonlarca belgeye sahip bir arşivi hálá bitmemiş tasnifi bir yana bırakarak dijitalleştirmeye kalkışmak gereksiziği bir yana tamamlanması seneler boyu mümkün olamayacak bir iştir ve birilerini vergilerimizle zengin etmeye yarayan ham bir hayaldir. Hal böyle iken pusuda bekleyen ve basına ‘‘Bu işi biz yaparız’’ diye demeçler veren bilgisayar şirketlerini kimler, niçin ümitlendirmektedirler? Evet efendim... Arşiv konusunu yüzlerce senelik evrakın çayırda tuş edilmesine mani olana, bu kış sular ltında kalmasını önlemeye, hatta devletin denetleme kurullarıyla yetkili makamları işe müdahale edene kadar yazmaya devam edeceğim. Neticede ortaya 32 kısım tekmili birden güzel bir hikáye çıkacak, inanın... mbardakci@hurriyet.com.tr 12 Kasım 2000, Pazar hurriyet http://www.turksforum.nl/informatie/cyprus/cyprus_11.htm KIBRIS'TAN ÖNCE GİRİT VARDI MEHMET ALİ EREN İstanbul'da "Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!" diye bağırırlarken o tarihte yanında çalıştığım matbaacı Vladimiros, bir plak gibi şunu yineleyip duruyordu bana; "Hasanaki inanma sakın, Girit gitti, gider... Sizinkiler bizim kiliseyle politikacıları tanımıyorlar. Bunların ikisinin yapamayacakları yoktur; dünya alemi kandıracaklar, sizi buradan çıkaracaklardır. Bak zamanı gelecek, Vladimiros Usta söylemişti diyeceksin!" Girit'ten Anadolu'ya göç etmek zorunda kalan bir Türk'ün hatıra defterlerinden derlenerek kaleme alınan "Savaşın Çocukları-Hanya'dan Ayvalık'a" romanında Ahmet Yorulmaz bunları yazıyor. Bugün Kıbrıs dış politikamızın en önemli maddesi olmaya devam ediyor. 1877-78 Rusya ile savaşı sonunda uluslararası sorun haline gelen Kıbrıs 1878 tarihinde İngiltere'ye geçici üs olarak verildi. Böylece Kıbrıs için bir dönem kapandı. Türkiye yaklaşık yüz yıl sonra Kıbrıs konusunda ikinci perdeyi açtı. Türkiye Kıbrıs'a giderek sorunu en zor olan askeri açıdan çözdü. Geriye uluslararası anlaşmalar ile siyasi çözüm kaldı. 1974'ten bugüne kadar Kıbrıs'ta yaşanan çözümsüzlük Türkiye'den kaynaklanmıyor. Türkiye'nin dışındaki dünya Türk dış politikasının Kıbrıs problematiğinden kurtulmasını istemiyor. Çünkü bu camiadaki esas soru 'Türk dış politikası Kıbrıs'ı çözerse sıra nereye gelecek?' İmparatorluk Türkiyesinin Kıbrıs meselesinden önce başlayıp Kıbrıs'ın birinci dönem geçici çözümünden sonra biten bir başka konusu Girit idi. Milletlerarası literatüre Girit Meselesi olarak geçen olayların yaşandığı süreç 1821-1913 arasında cereyan etti. Türkiye'nin Girit'ten askerini çektiği tarih ise 1898'dir. Yani bundan 99 sene evvel. Endülüs'ten Girit'e Kıbrıs ile Girit olayları arasında kronolojik takip olduğu gibi iki adanın yüzölçümü de birbirini takip ediyor. Kıbrıs Akdeniz'in en büyük adası olma özelliğini taşırken Girit ikinci büyük ada. Girit'in ilk sakinleri Anadolu'dan geçip M.Ö. 3000 ila 1400 yılları arasında Avrupa kültürünün temelleri arasında sayılan Minos Medeniyeti'ni kurdular. M.Ö. II. bin yılda Girit Mısır medeniyetinin tesirinde parlak bir döneme ulaşır. Daha sonraları sırasıyla adaya Akkalar, Dorlar ve Yunanlılar istila etmek için gelir. Girit'in siyasi önemi M.Ö. II. yüzyılda biter. Roma İmparatorluğu Yunanistan'ı alınca Girit tam bir korsan yatağı olur. Romalılar korsanlığı önlemek için M.Ö. 69'da adayı zaptederler. Artık Girit Roma'nın tahıl ambarıdır. Girit ilk Müslümanları Hz. Muaviye zamanında görür. 673'te Cünabe b. Ebu Ümeyye elEzdi komutasındaki Arap donanması Akdeniz'e sefere çıkar. 8259 kilometrekarelik adayı bir çırpıda ele geçirmek mümkün olmaz. Girit'in tam fethi ise Halife Me'mun zamanında olur. Endülüs Emevi hükümdarı Hakim b. Hişam devrinde Kurtuba'da bir isyana karışan binlerce kişi Endülüs'ten çıkartılmıştı. Mısır'ın yeni valisi İbn Tahir İskenderiye'ye sığınan bu mültecilerin şehri terketmelerini ister. Endülüs kökenli Müslümanlar reisleri Ebu Hafs Ömer b. Şuayb el-Belluti komutasında 40 parça gemi ile Girit'e giderler ve adayı kademe kademe zapt ederler. Girit'e yerleşen Endülüslü Arap Müslümanlar Rabazulhandek şehrini kurarlar. Osmanlılar bu şehre Kandiye, şimdi ise Yunanlılar Heraklion diyorlar. 827'den 961 yılına kadar Girit'i Ebu Hafs Ömer ve ailesi yönetir. Kendi adlarına para basarlar. Son Emir Abdülaziz b. Şuayb Girit'in tekrar Bizans'ın eline geçmesine mani olamaz ve İstanbul'a götürülür. İslam hakimiyetinde Girit ile Endülüs arasında ekonomik ve kültürel münasebetler kurulmuş ve Kandiye önemli bir kültür ve ilim merkezi haline gelmişti. 150 sene sonra tekrar Hıristiyanların eline düşen Girit'teki Müslümanların bir bölümü adayı terk etmiş, edemeyenler ise din değiştirmeye zorlanmıştı. George I.Panagiotakis, Crete kitabında bu harp sırasında 200 bin Müslümanın öldürüldüğünden bahseder. Girit Bizans'ın eline geçer ama IV. Haçlı Seferleri sırasında imparatorluk arazisi taksim edilirken Girit Montferrot Markisi Baniface'ye düşer ve o da adayı 100 bin gümüş karşılığı Venediklilere satar. Girit'te Türkler Girit'teki Venedikliler, Menteşeoğulları ve Aydınoğulları beyliği ile ticari ilişkiler kurarlar. Yıldırım Bayezit zamanında Osmanlılarla başlayan iyi ilişkiler 1449-50 yıllarına kadar devam eder. Bu tarihten sonra zaman zaman Girit sahilleri Osmanlı donanmaları tarafından vurulur. Genişleyen imparatorluk coğrafyasının ortasında Girit'in Venediklilerin elinde bulunması büyük bir tehdit oluşturur. Son olarak Sultan İbrahim döneminde Sünbül Ağa'yı Mısır'a götüren küçük bir geminin Malta korsanlarınca saldırıya uğraması ve gemiden gaspedilen eşyaların Girit'te satılması Osmanlı Venedik savaşının başlamasına sebep olur. Çeyrek asır devam eden Girit Savaşı Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa komutasında Osmanlı Ordusu'nun Hanya civarında karaya çıkmasıyla başlar. Hanya 54 gün süren kuşatma sonunda teslim olur. Adanın bütününü almak için ise uzun zaman gerekir. Venediklilerin Çanakkale Boğazı'nı ablukaya almaları ile Girit'e yardım gelmesini önleme gayretleri sonuç vermiş ve savaş uzamış, Girit Adası 'Devlet-i Aliyye'nin talimhane-i harbisi' haline gelmiştir. Hanya Fatihi Yusuf Paşa'dan sonra Girit kuvvetlerinin başına Deli Hüseyin Paşa getirilir. Girit Harbi Kandiye kuşatmasında kilitlenir. Kuşatmanın uzaması üzerine Osmanlı kuvvetleri Kandiye yakınlarına İnadiye denilen büyük kale yaparlar. Osmanlı Devleti Avusturya ve Erdel meselesini hallettikten sonra çok uzayan Girit Harbini bitirmek için Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa komutasında büyük bir kuvveti adaya gönderir. Problem 1669'da imzalanan 18 maddelik teslim anlaşması ile sona erer. Kandiye'nin fethinden sonra yürürlüğe konan yeni vergi sistemi Venedik zamanındaki ağır vergileri kaldırdı. Girit'te yapılan ilk tahrire göre, ki vergiler buna göre tesbit edilmekteydi, 12.700 zengin, 9850 orta kazançlı ve 4170 dar gelirli olmak üzere 26 bin 700 kişi yaşıyordu. Osmanlı coğrafyası içinde İstanbul-Mısır yolu üzerinde bulunan Girit limanları önemli uğrak yeri haline geldi. Anadolu'dan iskan edilen Müslüman nüfusu ile kalabalıklaşan ada bir kültür canlanması yaşadı. Giritli pekçok şair, yazar, sanatkar, devlet adamı yetişti. Girit'in mesele oluşu Girit Adası Osmanlı hakimiyeti altında yaşadığı ilk 150 senede hemen hiçbir kayda değer vukuatın olmadığı bir beldedir. Ancak dünya değişmektedir. Osmanlı ülkesi içinde bulunan gayrimüslim teb'a artık bütün anti Osmanlı propaganda faaliyetlerinin odağındadır. Girit de bundan nasibini alır. Rumların kurduğu Heteria Cemiyeti'nin Girit'te başlattığı sistemli propaganda faaliyetleri adada yaşanan 150 senelik sükun ve huzur devrinin de sonu anlamına gelir. 1821 Mora isyanı kısa süre sonra Girit'e sıçrar. Aynı yılın ramazan bayramında Girit'in dağ köylerindeki Rumlar Müslüman köylerine baskın yaparlar. İsyanı bastırma görevi Babıali tarafından Mehmet Ali Paşa'ya verilir ve isyan bastırılır. Ancak 1830 senesinde üç koruyucu devlet tarafından kurulan Yunan Krallığı'na Girit'in ilhakı için tekrar gayrimüslim ahali ayaklanır fakat Mehmet Ali Paşa bu isyanı da bastırmayı başarır. Girit artık durulmamaktadır. 1841'de tekrar bir ayaklanma başgösterir. Asıl büyük ayaklanma ise 1866'da görülür. Girit gayrimüslimleri kendilerince geçici hükümet kurarak adanın 1 Eylül 1866 tarihinde Yunanistan'a ilhakını ilan ederler. Rusya ve Fransa Girit'in Yunanistan'a bırakılmasını, hiç olmazsa Girit'e muhtariyet verilmesini tavsiye ederler. Babıali, Girit Valisi Naili Paşa'ya yolladığı fermanla müzakere için her nahiyeden Müslüman ve Hıristiyan birer adam seçerek İstanbul'a göndermesini ister. İsyancılar buna karşı çıkarlar. Bu durumda isyanın bastırılmasına Ömer Paşa memur edilir. Asilerin tenkili için harekete geçen Ömer Paşa beklemedik bir taktikle karşılaşır. Yunanistan'dan idare edilen isyanın bu safhasında köylerdeki sivil halk sahillere inerek adayı terk etmek, 'Türk zulmünden kaçmak' isterler. Sahil ve limanlarda tam bir hürc ü merc yaşanır. Batılı büyük devletlerin gemileri de bölgeye gelmiş hem asilere yardım etmekte, hem de Hıristiyan aileleri Yunanistan'a taşımaktadırlar. Yunanistan'dan da gönüllüler gelip asilere katılır. Gittikçe genişleyen ihtilal yabancı devletlere Osmanlı devletinin iç işlerine karışma fırsatı vermişti. Rusya, İtalya ve Prusya'nın desteklediği bir teklifi Fransa Babıali'ye verir ve mütareke ilan edilmesini ister. Babıali mütarekeyi kabul eder ve Sadrazam Ali Paşa'yı Girit'e gönderir. Girit'te gayrimüslim Giritliler için yeni hakları ihtiva eden nizamname ve umumi af ilan edilerek Hanya'da asilerin temsilcileri ile görüşülür. Osmanlı Devleti hemen bütün istekleri kabul etmesine rağmen Girit durulmadı. Yunanistan adayı silahlandırmaktan geri durmadı. Osmanlı Devleti Aralık 1868'de Yunanistan'a nota göndererek gönüllü kıtaların kaldırılmasını ve korsan gemilerinin silahsızlandırılmasını istedi. Prusya'nın teklifi ile Paris'te toplanan konferanstan Yunanistan'a şiddetli bir ihtarname gönderildi. Yunanistan Babıali'nin teklifini kabul etti ve böylece Türk-Yunan savaşı önlendi. Hazırlanan yeni nizamname de Girit'te sükunet sağlamadı. Karışıklıklar, kışkırtmalar devam etti. Durumun düzeltilmesi için Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Şakir Paşa gibi şöhretli paşalar adaya gönderildi. Ama sonuç alınamadı. Atina'da faaliyet gösteren ihtilal komitesi Girit'i sürekli kışkırtıyor, Yunanistan Girit'i topraklarına katmak istiyordu. Bu maksatla 10 Şubat 1897 tarihinde Yunan Prensi George'un kumandasında Girit'e asker çıkarttı. Osmanlı Devleti Yunanistan'ı protesto etti. Fransız, İngiliz, Rus, İtalyan, Avusturya ve Almanya zırhlılarından askerler de Girit'e çıkıp Yunanistan'a ortak nota verdiler. Yunanistan'ın askerlerini çekmemesi üzerine Girit ablukaya alındı. Bir buçuk sene devam eden abluka kaldırıldı. Ancak büyük devletler Osmanlı Devletine verdikleri takrirde Girit'e idari muhtariyet verilmesini istediler. Muhtariyetin olabilmesi için de adadaki Türk askerinin yavaş yavaş azaltılması gereğini öne sürdüler. Babıali buna direniyordu. Kaçınılmaz hale gelen Osmanlı-Yunan harbinden Osmanlı Devleti 19 Mayıs 1897'de zaferle çıkmasına rağmen İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya 18 Aralık 1897 tarihinde Girit'in muhtariyetini ilan etti. Yunan kralının ikinci oğlu Prens George fevkalade komiser olarak Girit'in başına getirildi. Prens George 1906'da görevinden ayrıldıktan sonra yerine yine dış baskılarla Zaimis getirildi. Girit artık Yunanistan'a ilhak olmak için bahane arıyordu. Bu bahaneyi bulması zor olmadı. Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhakı ve Bulgaristan'ın istiklalini ilan etmesi üzerine harekete geçen Girit Milli Meclisi adanın Yunanistan Krallığına bağlandığını resmen ilan etti. Bu bütün Osmanlı topraklarında protesto mitingleriyle karşılandı. Ancak devletin fiilen yapacak bir şeyi yoktu. Balkan Harbi'nin başlangıcında Yunan hükümeti 10 Ekim 1912'de Girit Meclisi ile birleşme kararı aldı. 26 Ekim 1912'de Yunan Umumi Valisi Dragumis, Girit'in idaresini ele aldı. Osmanlı Devleti bu durumu hami devletler nezdinde protesto etti ve Atina'dan elçisini çekti. Balkan Harbi'nin ardından Londra ve Bükreş muahedeleriyle Girit Osmanlı Devletinin elinden çıktı. 1924'te de nüfus mübadelesi sonunda Girit'te kalan Müslümanlar Anadolu'ya geldiler. Fethi zor ve uzun zaman alan Girit adasının elden çıkması da çok zor ve uzun zaman aldı. Yaklaşık 250 sene Osmanlı idaresinde yaşayan Girit'te bugün bir tek Müslüman yaşamıyor. Osmanlı eserleri yok denecek kadar az. Birkaç minare, çeşme, bir miktar mezar taşı. Sonu çok kötü bir hikaye. Bu hikaye böyle bitmemeliydi. http://arsiv.aksiyon.com.tr/arsiv/148/pages/dosyalar/dos10.html 1897 TÜRK - YUNAN SAVAŞI Girit adasında, Halepa Sözleşmesi ile oluşturulan statüde, Rumlara geniş haklar verilmiş, ancak bu durum da onları memnun etmemişti. Rumlar, adanın yönetiminde daha etkili olabilmek ve adayı Yunanistan'a bağlamak amacın­daydılar. 1878'den itibaren, bu amaçlarına ulaşabilmek için uygun bir ortamın çıkmasını beklemeye başlamışlar ve bu arada bazı girişimlerde bulunmuşlardı. Nitekim, Girit Rumları 1885'de Bulgaristan ile Şarkî Rumeli'nin birleşmesi üzerine doğan Balkan bunalımından yararlanarak harekete geçtiler. Girit'in Yunanistan'a bağlanmasını, bu olmaz ise Halepa Sözleşmesi'nin kapsamının genişletilmesini istediler. Yunanistan da büyüyen Bulgaristan'a karşı dengeyi sağlamak gerekçesiyle, Girit'i ele geçirmeye kalkıştı ve ada Rumlarını isyan için kışkırtmaya başladı. Girit Rumları, Halepa Sözleşmesi'nin iyi uygulanmadığını ileri sürerek 1888'de yeniden ayaklandılar ve adanın Yunanistan'a bağlanmasına karşı çıkan Türklere saldırılara başladılar. Bunun üzerine Babıâli, Girit'e asker gönderdi ve isyanı bastırdı(1). 26 Ekim 1889'da yayınlanan bir fermanla Girit valisine olağanüstü yetkiler verilerek yanına bir de komutan atandı. Valinin yetkileri şöyleydi: 1- Girit meclisine başkanlık yapmak ve görüşmeleri yönetmek, 2- Meclisin aldığı kararları onaylamak veya reddetmek, 3- Meclisin çalışmalarına son verebilmek(2). Daha evvel adaya verilmiş olan imtiyazlar da bazı sınırlamalara tabi tutuldu(3). Girit adasında bu gelişmeler olurken, Yunanistan da Bulgaristan olaylarını fırsat bilerek Girit, Epir ve Güney Makedonya'yı kendisine katmak amacıyla Osmanlı sınırlarında bazı askerî hazırlıklara başladı. Bunun üzerine, Balkanlar'da yeni bir bunalımın çıkmasını kendi çıkarlarına aykırı bulan büyük devletler, İngiltere'nin önerisi üzerine Yunanistan'a baskı yaparak, askerî girişimlerine son vermesini istediler. Yunanistan'ın buna karşı çıkması üzerine de, Fransa dışındaki beş büyük devletin ortak donanması Yunanistan'ı kuşattı. Teselya'ya hücum eden bir Yunan askerî birliği de Osmanlılar tarafından püskürtüldü. Bunun üzerine Yunanistan, büyük devletlerin de isteğine uyarak bir kısım askeri terhis ederken büyük devletler de Haziran 1889'da deniz kuşatmasını kaldırdı. Böylece, Yunan emelleri bir süre frenlenmiş ve yeni bir Osmanlı-Yunan çatışmasının çıkması önlenmiş oldu(4). 1894 Haziran'ında ise Rumlar Halepa Sözleşmesi'nin uygulanmasını ve adaya Hıristiyan vali atanmasını istediler. Osmanlı Devleti, 1895 Mayısı'nda Kara Todori Paşa'yı adaya vali olarak atadı(5). Fakat bu Hıristiyan vali, selefi gibi azimli olmadığı için adadaki karışıklığı gideremedi. Ertesi yıl, onun yerine Girit valiliğine getirilen Turhan Paşa da bu hususta büyük bir başarı sağlayamadı(6). Bütün bu çabalara rağmen, Hanya, Kandiye ve Resmo'da olaylar önlenemedi. Rum çetelerinin saldırılarına karşı korumasız kalan Türkler için kırsal bölgelerde yaşama imkânı kalmamıştı. Sahillerdeki kasaba ve limanlarda Türkler, iç bölgelerde ise Rumlar çoğunluğu oluşturmaya başladılar(7). Rumlar, Türklere karşı vahşi bir terör uygulamasına girişmişlerdi. Yunanistan'dan yardım gören çeteler Türk köylerini ve hatta kasabalarını basarak Müslüman halkı kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar ayırt etmeden öldürüyor, mallarını yağmalıyor, evlerini barklarını yerle bir ediyorlardı. Çok geçmeden, Türkler de teşkilatlanarak kendilerini savunmaya ve çetelerin yuvalandıkları yerlere karşı saldırılarda bulunmaya başladılar(8). Girit'teki konsoloslar, Türklerin varolma savaşını her zamanki gibi tek yanlı olarak değerlendirerek duruma müdahale edilmezse Hıristiyanların yok edileceğini bildirdiler. Fransa ve İtalya ada sularına gönderdikleri savaş gemileriyle Girit olaylarına müdahale etme girişimlerinde bulunurken, bu davranış diğer devletlerce benimsenmedi. Bu arada, Sultan II. Abdülhamid asilere karşı harekete geçerek, Avrupalı büyük devletler müdahale etmeden olayların bastırılması için adaya on altı tabur asker gönderdi. Büyük devletlerin elçileri de kendi aralarında anlaşarak Osmanlı Hükümeti'nden Halepa Sözleşmesi'nin uygulanmasını ve Ada Genel Meclisi'nin toplanmasını istediler. Sultan bunun üzerine Avrupa devletlerinin baskısı üzerine, Halepa Sözleşmesi'nde tespit edilmiş olan bütün maddeleri uygula­maya hazır olduğunu ifade ederek adada genel af ilan etti. Sisam'ın eski prensi Georgis Beroviç'i de vali olarak atadı(9). Ancak Rumlar, bununla da yetinmeyerek yeniden ayaklandılar. Girit'teki Türkler de Rumlara verilen imtiyazları kabul etmeyerek Babıâli'nin bu tutumunu protesto için 4 Şubat 1897'de ayaklandılar; böylece Girit adasında bir iç savaş başlamış oldu. Osmanlı Devleti, büyük devletlerin karşı çıkması üzerine adaya yeni askeri birlikler gönderemediğinden olayları kontrol altına alamadı. Bu arada, Balkanlar'da yeni bir bunalımın çıkmasını istemeyen Avrupa devletleri, İstanbul ve Atina'ya bir savaşa yol açmamaları için baskı yapıyorlardı. Fakat Yunanistan bir yandan Girit'e asker gönderirken, bir yandan da Yunan ordusunu seferber hale getirmekte ve Teselya sınırına yığınak yapmaktaydı. Buna karşılık Osmanlı Devleti de askerî hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu. OsmanlıYunan ilişkilerinin bu şekilde gerginleşmesi üzerine İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya devletleri, Girit'e ortak bir donanma göndermeye karar verdiler(10). 14 Şubat 1897'de Albay Timalen Vasos komutasındaki bir Yunan birliği Yunan kralı adına işgal için Girit'e çıktı. Albay Türklere her türlü vahşeti yaparak kendisine verilen görevin icaplarını yerine getirmeye çalıştı(11). Vasos, 16 Şubat 1897'de Yunan kralı adına adayı Yunanistan'a ilhak ettiğini bildiren bir beyannâme yayınladı. Yunan Başbakanı Deliyanis de Yunan Meclisinde Girit'in Yunanistan'a ait olduğunu resmen açıklamıştı(12). Osmanlı Devleti, olayı şiddetle protesto etti. Büyük devletler de 2 Mart 1897'de Yunan Hükûmeti'ne müşterek bir nota vererek, 6 gün zarfında Girit'ten askerini ve harp gemilerini geri çekmesini, aksi takdirde şiddetli tedbirlere başvurulacağını bildirdiler(13). Yunan Hükûmeti ada sularındaki savaş gemilerinin bir kısmını geri aldı ise de Rumları "Türklerin fanatizmi"ne terk edemeyeceği için adadan askerlerini çekemeyeceğini açıkladı(14). Bunun üzerine büyük devletler, 21 Mart 1897'de Girit'i kuşatarak adada özerk bir yönetim kurulduğunu açıkladılar. Ertesi günü de adaya asker çıkartıp Girit'i geçici olarak işgal ettiler. Bu durum Yunan kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı. Etniki Eterya'nın etkisi altında bulunan Yunan Hükümeti ve kamuoyu, Osmanlı Devleti'ne savaş açılmasını istemeye başladı(15). Girit'teki hareket serbestisi kısıtlanan Yunanlılar bu sefer Teselya sınırında ihlal ve tahrik eylemlerine başvurarak, Osmanlı Devleti'yle harp isteyen kamuoyunun Makedonya'ya dönük ihtiraslarını gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlardı. Etniki Eterya'nın ajanları vasıtasıyla ayaklandırılacak olan Makedonya Rumlarının yanı sıra Balkanlar'da bulunan diğer topluluklar da Osmanlı Devleti'ne savaş açacaklar, Yunanistan da bu yolla zafer elde edebilecekti(16). Bu planı gerçekleştirmek için Yunan subayları komutasındaki çeteler, Osmanlı sınırına tecavüze başladı. 9-10 Nisan 1897'de Kalabaka'da Osmanlı sınırını on beş kilometre kadar geçtiler. Ancak Osmanlı kuvvetleri karşısında tutunamayarak Yunanistan topraklarına geri çekilmek zorunda kaldılar. Yunan saldırılarının devamı üzerine Yıldız Sarayı'nda toplanan meclis savaşa karar verdi. On beş dakika sonra da padişahın, meclisin kararını onaylaması üzerine orduya savaş emri verildi. Bu sırada Yunan ordusunun eşkıya saldırısı süsü vererek hududu geçtiği haberi geldi. Böylece 17 Nisan 1897'de Osmanlı-Yunan savaşı başladı(17). Savaş başladığı sıralarda devletlerarası politik durum Osmanlı Devleti'nin lehineydi. Yunanistan, büyük devletlerin uyarılarını dinlememiş ve barışı bozan taraf olmuştu. Makedonya'da büyük bir Yunanistan devletinin kurulması, öteki Balkan devletlerinin çıkarlarına ters düşüyordu. Bu sebeple Bulgaristan, Sırbistan ve Avusturya, bu arada Yunanistan'ın o tarihlerde daha fazla büyüme­sini istemediklerinden İngiltere ve Fransa tarafsız kalacaklarını bildirmişlerdi. Almanya da yeni yeni politik ve ekonomik ilişkilerini geliştirdiği Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünden yanaydı. Rusya ise bütün bu devletlere karşı çıkarak Yunanistan'a tek başına yardım edemezdi. Böylece Osmanlı Devleti ile Yunanistan yalnız olarak karşı karşıya kalmışlardı. Türk-Yunan savaşı, bu ortam içerisinde 18 Nisan 1897'de fiilen başladı. Ethem Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Yunanlıları, arka arkaya yenilgiye uğratarak Yenişehir ve Tırhala'yı ele geçirerek geri çekilmeye mecbur bıraktı. Sonucu kesin olarak tayin eden savaş ise, 15-17 Mayıs 1897'de Dömeke'de yapıldı. Burada Türk ordusu Yunanlıları kesin ve ağır bir yenilgiye uğrattı(18). Bu yenilgiden sonra Yunan ordusu hızla geri çekilmeye başlamış, halk dehşet içinde kalmış, hükümet ise ne yapacağını şaşırmıştı. Önünde artık ordu diye bir şey kalmamış olan Türk askerinin Yunanistan'ı baştan başa işgal etmesine ve başkent Atina'yı ele geçirmesine hiçbir engel kalmamıştı(19). Yunanlıların bu kadar ağır yenilgi almasından hoşlanmayan Avrupalı devletler, savaşı bir an önce bitirmek için Osmanlı Devleti'ne müdahâle etmeye başladılar. Bu arada Yunanistan'da da iktidar değişikliği olmuş, yeni Yunan Hükümeti de Avrupalı devletlere ve sonra da Rusya'ya başvurarak mütareke yapılmasının sağlanmasını istemeye başlamıştı. Bunun üzerine, Rus Çarı, Sultan II. Abdülhamid'e telgraf göndererek savaşın durdurulmasını istedi. Abdülhamid ise ateşkes şartlarının oluştuğuna kanaat ederek, Türk ordusunun nihâî taarruza hazırlandığı sırada (20 Mayıs 1897) mütareke yapılması için emir verdi(20). Yunanlıları kendi elleriyle hazırladıkları kötü durumdan yine büyük devletlerin müdahaleleri kurtarmış oldu. Avrupalı devletler ve Rusya, Babıâli ile Yunanistan'ı harp hususunda başbaşa bıraktıkları halde barış şartlarının tespiti için devletlerarası bir konferansın toplanmasını istediler. Bu maksatla 3 Haziran 1897'de toplanan "İstanbul Konferansı"'na, Osmanlı Devleti'nin temsilcisi ile Yunanistan adına hareket eden Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya'nın İstanbul elçileri katıldılar. Dört ay süren görüşmelerden sonra 18 Eylül 1897'de, Teselya sınırındaki bazı düzeltmeler dışında genel hatlarıyla savaştan önceki statüyü esas alan bir önbarış imzalandı(21). Yunanistan'ın bu esasları kabul etmesi üzerine de Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 21 Ekim 1897'de İstanbul'da ikili barış görüşmelerine baş­landı. Kesin barış antlaşması ise 4 Aralık 1897'de imzalandı. On altı maddeden meydana gelen İstanbul Antlaşması'na göre(22): 1- Türk ordusu tarafından ele geçirilmiş olan Teselya, küçük sınır değişik­likleri yapılmak şartıyla, Yunanistan'a geri verilecek, sınır savaştan önceki duruma getirilecektir. 2- Yunanistan, Osmanlı Devleti'ne 4 milyon lira savaş tazminatı, ayrıca savaş sırasında halka verdiği zararlara karşılık 100 bin lira tazminat ödeyecektir. 3- Osmanlı Devleti, savaş tazminatının ödenmeye başlanmasından bir ay sonra Teselya'yı boşaltacaktır. Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin baskısıyla yapılan bu anlaşmayla savaş meydanında göstermiş olduğu büyük başarıdan yararlanamamış, masabaşı diplomasisinde kazandıklarını kaybetmiştir. http://www.turk-yunan.gen.tr/turkce/savas_barislari/turk_yunan_savasi.html