Girit`i nasıl kaybettik? - herkes fenerbahçe`li doğar

advertisement
GİRİT’İ NASIL KAYBETTİK
Girit adasının fethine Sultan İbrahim zamanında başlanmış, Avcı Sultan Mehmet
zamanında tamamlanmıştı. 1821'de Yunan istiklâlini hazırlayan Heten'a Cemiyeti
elini buraya da atmış, Rumların ayaklanması sağlanmış ve Türklerin can ve mal
emniyeti son bulmuştu. Açıkgöz Rumlar, bunu Avrupa basınına kendi lehlerine
ulaştırmayı başarmışlar ve Türklerin katliâma giriştiği propagandasını yaymışlardı.
1825'te yapılan Girit ve Sisam ayaklanmaları çok kanlı olmuştu. 1866'da birçok
Avrupa devletinden para ve silâh yardımı sağlayan bir ihtilâl hareketi meydana
getirmişlerdi...
Bu sırada Avrupalılar araya girerek, Girit için bir özel idarenin kurulmasını istediler.
Bu yeni idare bugün Kıbrıs'ta olduğu gibi, Rumların gelişip teşkilâtlanmasına yardım
etti. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!)
Yunanistan'a öğrenim için giden Giritliler, Yunanlılar tarafından teşkilâtlandırılmış,
halkı kandırmak için köy köy dolaşarak, nutuklar vererek, kilise ise gizli gizli halkı
kışkırtmaya başlamıştı.
İsyanların ve şikâyetlerin önü alınmayınca da Avrupalılar, Babıâli'yi aralıksız
sıkıştırmakta olduğundan II. Abdülhamid olayı yerinde incelemek üzere Gazi Ahmet
Muhtar Paşa'yı oraya gönderdi. Paşa, Hanya yakınındaki Halpa köyünde isyancı
başlarıyla bir anlaşma yaptı.
Bu sırada Girit'te vali olarak Kostaki Adanidis adlı biri bulunmaktaydı. Yunan
kilisesinin adamı olan vali, açıktan açığa ayaklananları korumakta, adalıların kalbini
kazanarak, millî bir lider olmak hevesindeydi. Valinin yardımcıları da Kasımzâde
Hamdi, Kaurzâde Hasan Bey’lerdi. Aynen bugün Kıbrıs'ta başkanın Rum, muavinin
Türk olduğu gibi. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!)
İngiliz konsolosu Tomas Sandoviç de valiyi korumakta ve Türk yardımcıların
yetkilerini kullanmalarını önlemekteydi. Halpa anlaşmasından sonra valiliğe getirilen
Fotiyadis, Yunanlılık gayretkeşliği içinde kendi adamlarını iş başına getiriyor, gizlice
asîleri koruyor, Türklerin katledilmesine teşvik edici yollar tutuyordu.
Valilikte müddeti dolan Fotiyadis, bu görevde kalmak için bir hayli uğraştıysa da,
Babıâli kararında ısrar ederek görevinden uzaklaştırdı. Yerine geçen Sava,
isyancıların direnmesiyle görevinden alınmış, yerine Londra sefaretinde bulunan
Kostaki Antapulos getirilmişti. Mutedil hareketlerle Girit'te düzeni sağlamak kolay
değildi. Atina ve Patrikhane, buradaki fesat tohumunu aralıksız geliştiriyordu, ilk
patlak Hanya'da oldu. İleri gelen birkaç Türk, Rumlar tarafından öldürüldü. Ordu ve
valinin şiddet tedbirleri bir fayda sağlayamadı. İkinci defa durumu incelemek için
gönderilen Mahmut Celâledin ve Ahmet Ratip Paşalar'ın tavsiyeleri de Rumların işine
gelmedi.
Sebrona'da genel bir ayaklanma yaratarak birçok Türk'ün kanına girdiler. Bu durum
karşısında başarısızlığa uğradığını gören Kostaki Paşa, istifa etti, yerine Nikolaki
Sartinski getirildi. Yeni vali, muvaffak olmak için, mutedil Rumları tutmak yolunu
izleyince, Yunan taraftarları ayaklanarak 1889 ihtilâlini meydana getirdiler.
RUMLARIN FESAT MAKİNESİ
Nikola Zoridis, Yani Mihaki, Aristidi Kiriari, Anderya Kakori, Mennos Isihakis gibi
sergerdeler, Kakori'nin başkanlığında toplanarak adanın Yunanistan’a katılması
isteğini ileri sürdüler. Köy köy dolaşarak cahil halkı ayaklandırdılar. Dini
inançlarından faydalandılar. Köylerde, şehirlerde silâhlanan Rumlar, ansızın Türklerin
üstüne atılarak binlerce Türk'ü öldürüp, evlerini yaktılar, yiyeceklerini yağma ettiler.
Duruma bir türlü mani olunamıyordu. Nikolaki de azledilerek Ali Rıza Paşa bu
göreve getirildi. Ali Rıza Paşa bir askerî valinin bu göreve atanmasını isteyerek
çekilince, yerine Müşir Şâkir Paşa'yı gönderdiler. Şâkir Paşa'nın aldığı tedbirler, kısa
zamanda Rumları sindirdi, adaya sulh ve sükûn güneşi doğdu. Fakat bu durum
Atina'nın işine gelmiyordu. Onun amacı Girit'i ele geçirmekti. Bunun için orada
durmadan ayaklanmalar, huzursuzluklar olmalı, Türkler öldürülmeli, adadan
kaçırılmalı, mal ve mülküne el konulmalıydı. Ancak ada, Rum ekseriyeti sağlanırsa
Yunanistan'ın olabilirdi. Ayrıca gizli gizli göçmen sokmak yolu da tutturulmuştu.
Fesat makinesi bütün gücüyle Türkler aleyhine işliyordu. Mahmut Celâleddin
Paşa'nın valiliği devresinde de idare normale dönmüşse de ortalığı bulandırmak
isteyenler, bir komite kurarak, ada Türkleri'ni öldürmek yurtlarını, mallarını yağma
etmek amacıyla harekete geçtiler. Bahane olarak da jandarmaların Arnavut oluşunu,
insafsız hareket ettiklerini ileri sürüyorlardı. Jandarma çavuşu Zekeriya ile bir
jandarma ve dokuz yaşındaki kız çocuğunu öldürerek ayaklanmanın ilk kanını
akıttılar.
Önceden hazırlıklı olan başkaldırma kadrosu, kısa zamanda 1.500'e yükselmişti.
Papazlar, din işlerini bırakmışlardı. Fener kilisesiyle el ele veren Atina metropoliti,
durmadan kiliselere gönderdiği emirle, halkın isyancılara karışmasını ve her türlü
yardımda bulunmasını istemekteydi. Birçok papaz da silâhlanarak bu ayaklanmaya
katılmış, isyancılar için Yunanistan'dan bir hayli para ve silâh da getirmişlerdi.
Epitropi komitasının başkanı, Heybeliada papaz okulundan yetişen Malako idi.
Ayaklanma genişledikçe, durum bir Haçlı görünüşü göstermeye başlamış,
Hıristiyanlığın İslâm'ı Girit'te yok etme dâvası hâlini almıştı. Kısa zamanda
isyancıların toplamı 5.000'i bulmuştu.
Atina, propaganda yönünden kuvvetli bir kozu eline geçirmiş, Türklerin mazlum
Rumlara zulmettiğini gösteren resimler yaptırmaya, yazılar yazdırmaya memur ettiği
adamlarını Avrupa başkentlerine yaymaya başlamıştı. Avrupalı koruyucularını,
adanın kurtarılması hakkında yardıma çağırıyor, İngiliz ve Ruslar bu yardıma çoktan
hazır bulunuyorlardı. Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan gazete ve dergileri bu yılki
yayınlarında hep Rumları koruyan ve haklı gösteren yazılarla doluydu.
Durumun oradaki kuvvetle bastırılması imkânsız hâle gelmişti. Bu yönden kuvvetli
bir birliğin orada görev alması gerekiyordu. Neticede, Abdullah Paşa kumandasındaki
isyanı bastırma ekibi, 29 mayısta Suda limanına çıkarıldı. Vamos'ta Rumların
kuşattığı Türkleri kurtarmak için Kalive kasabasına da bir birlik gönderilmişti. 18
günlük çetin bir hareket sonu Sebrona ve Romata da kuşatılmış, Türkler aç ve silâhsız
bırakılmış, Türkler, 7 haziranda asilerin ezilmesi üzerine kurtarılmıştı.
Rumların Türklere karşı gösterdikleri kötü ve insafsız hareketlere aynı şekilde karşı
koymaktan başka çare kalmadığını gören Provliyalı Türkler de , kendilerini yakalayıp
yakmak isteyen asilerden bir kısmını yakalamış, fakat bunların, kendilerini
isyancıların zorla ayaklandırdığını iddia etmeleri ve yalvarmaları sonucu bırakmıştı.
Rumlar ise, Türklere eziyet ve hakaretten geri kalmıyor, çocukları bile aç bırakmak
için fırınları, un depolarını, tarladaki ekinleri yakıyorlardı.
AVRUPA'NIN KARARI
Yunanlıların hem silâhla, hem de propaganda yönüyle çalışmaları boşa gitmiyordu.
Koruyucuları olan Avrupalılar işe burunlarını sokarak Bâbıali ile 1896 yılı 25
ağustosunda büyükelçiler seviyesindeki toplantıda şu karara vardılar:
• Girit valisi Hıristiyan olacak, devletlerin tasdiki ile Babıâli'ce beş yıl için atanacak,
• Vali, genel meclis tarafından kabul edilen kanunları reddetmek yetkisini taşıyacak,
• Adada bir karışıklık çıkması hâlinde silâh ve asker yardımı isteyebilecek,
• Memurların üçte biri Hıristiyanlardan seçilecek,
• Avrupalı hukukçuların yöneteceği bir adli ıslahat komisyonu teşkil edilecek,
• Bingazili Araplar, valinin izini olmadıkça Adaya yerleştirilemiyecek, vali, asayiş
yönünden bulunmalarını istemediği kişileri adadan çıkarabilecekti.
Buna rağmen Atina bu durumu kendi çıkarlarını baltalamış kabul ederek kolları
sıvamaya, ajanlarını sokarak Spitropi kuruluşlarıyla anlaşmaya vararak onları
papazlar yoluyla harekete geçirmeye girişti. Köy köy kıpırdamalar ve katiller, ırz ve
mallara el atmalar başladı. Yunanlılar yayma geçmek için bunu beklemekteydiler.
Yayınlanan bir tebliğde: insanlık, medeniyet âlemi!... Biçâre Giritlilere yardım elinizi
uzatınız!... O zavallıların mal ve can emniyeti tehlikeler altındadır. Her gün binlerce
Hıristiyan öldürülüyor. Eğer Girit Hıristiyanlarının nasıl bir sefalet, nasıl bir felâket
içinde bulunduğunu görürseniz, merhametli kalbiniz kanlanır, göz yaşlarınız damlar.
Şimdi, türlü işkence altında can çekişen ve hayatlarını feda ile hepimiz için kutsal
olan Yunanlılığın vefalı kucağına can atmak isteyen Hıristiyan kardeşlerimize imdat
ve yardım edelim!... deniyordu.
Olayları tamamen ters aksettiriyorlardı. Oysa ölen, öldürülen Türkler, öldüren, mal ve
cana el uzatan Rumlardı. Propaganda, Hıristiyanlık dâvasının altında yavuz hırsız, ev
sahibini bastırıyordu. Bu durum karşısında artık pasif kalınamazdı. Aynı şekilde
durumun bütün açıklığıyla dünyaya anlatılması gerekiyordu. 25 temmuz 1896'da
valiye ve Avrupalı devlet konsolosluklarına Rum kötülüklerini anlatan bir tamim
yayınlandı. Bunda özetle şöyle denmekteydi:
«Birçok imkânlar sağlanması dolayısıyla bir refah içinde bulunulması gereken
adamızda, sükûn ve huzuru Rum vatandaşlarımız bozmaktadır. Karışıklık ve
eşkıyalık, adayı bir harabeye çevirmiş, oturmayı adada imkânsız hâle getirmiş,
Türkler için hiç bir yönden huzur ve sükûn kalmamıştır.
RUM MEZÂLİMİ
«Bir yıldan beri Rum vatandaşlarımız, Türk köy ve evlerini yakmakta, mallarını
yağma etmekte, sonra da bunu Türkler, Hıristiyanlara yapıyormuş gibi göstererek,
bunu Yunan basınına da aktarmakta, dünyayı aldatmaktadır. Hıyanetin bu derecesine
tahammül insan gücü dışındadır. Rum tebliğinin yalanlığını şöylece ispatlayabiliriz:
«Hanya'ya bağlı Gidanya ilçesinde Psatoyano, Babilo, Vatolakos, Alikiyano, Konfo,
Gorano, Strine, Pisires, Romata, Sebrona, Lotraki, Pisikopi, Modi, Limnidre, Valeşero
Nitissa, Sirili, Pirgo köylerinde bütün Türklerin evleri, yağhaneleri, zeytinliklerinin
büyük bir kısmı Rumlar tarafından yakılmış, bütün araç ve gereciyle birçok hayvanlar
alınarak 24 erkek, 4 kadın, 8 çocuk en adi işkencelerle öldürülmüştür.
«Kisamo, Samino, Isvakiye bağlı Apkorona, Ayosvasilis ilçesiyle Resino
nahiyelerinde, Milyopotamo, Aman, Kandiye'ye bağlı Pribaniçe, köyleri Rum
eşkiyaları tarafından tahrip edildi, evler, yağhaneler yakıldı, hayvanlar alınarak dağa
götürüldü, yüze yakın erkek, işkencelerle öldürüldüğü gibi, bir kısmı camilere
konarak yakıldı.
«Prolya ilçesinde on beş gündür emniyette bulundurulan yetmiş Rum, sağlam olarak
hükümete teslim edilmiş, bu çetecilere hiç bit" işkence ve zulüm yapılmamıştır.
Halbuki bunlar, yüzlerce Türk'ün icarıma girmiş kimselerdi.
«Rumlar tarafından oğlu öldürülen, damadı ağır yaralanan Hüseyin Ağa adlı bir
ihtiyar, Hanya yakınlarında eline geçirdiği iki Rum'u hiç bir şey yapmadan bir gece
evinde ağırladığı gibi, ertesi gün hükümete teslim etmiştir. Bunun gibi binlerce insanî
hareketler Türkler tarafından Rum hemşehrilerinden esirgenmemişken, Rumların
yaptıkları adî hareket, bütün insanlığın yüzünü kızartacak durumdadır.
«Yunanlılar'ın aralıksız bir çalışma ile silâh, gönüllü ve cephane, erzak göndererek
Adadaki isyancıları kışkırtmaya devam etmesi, adada huzur ve asayişi sağlamayı, can
ve mal emniyetinin korunmasını imkânsız hâle koymuş olduğundan, can, mal
korunmasının sağlanılarak, asayişsizliğe son verilmesini istemekteyiz.»
YUNAN TAŞKINLIKLARI
Yabancı devletlerin, bilhassa Rusların kışkırtmasıyla Türk sınırında, Karanya Grabena
bölgelerinde de çeteler kurarak Rumeli'ye sokmak, Makedonya, Tesalya, Epir'deki
Rumları ayaklandırmak, Girit’te de yaptıklarını daha ileriye götürmek yolunu
denemeye başladılar. Güya bu olayları önlemek üzere Avrupalılar Girit sularına
donanma da göndermişlerdi. Bu donanma, asayişe yardım edecek yerde, başta Ruslar
olmak üzere gizli gizli Rumlara yardım ederek bir ihanet filosu haline gelmişti. (not:
1990'lı yıllarda Sırplara karşı silahsız kalan Bosnalıları denizden ablukaya alıp
ambargo uygulayan ve bunu Bosnalıları korumak için yapıyoruz diyen Nato donaması
gibi!)
Bu durumu yaratan Yunanlılar, Hidra ve Alfeyon savaş gemileriyle adaya asker
göndermeye, güya oradaki asayişsizliği önlemeye de kalkıştılar.
Ocak ayına kadar süren huzursuzluk, 29 ocakta son kertesine vardı. Adaya sokulan
birkaç bin Yunan askeri ve gönüllüsü ile subaylar, eşkıyaların arasına girerek, onları
teşkilâtlandırdılar. Yangınlar, soygunlar, öldürmeler artık saklanmaz duruma geldi.
Olayların bu kerteye gelişi, büyük devletlerin Hanya konsoloslarını kendi
hükümetlerine baş vurarak gerekli tedbirin alınması mecburiyetinde bıraktı. Bu da bir
oyundu. Bu oyunla ada, Yunanlılara verilecekti. Türk askerini çıkarmak suretiyle
adada asayiş sağlanabilirdi. Ama bu, onların işine gelmiyordu. Konsoloslardan yalnız
Fransız Konsolosu Blan, adadaki durumdan özellikle Yunan hükümetinin sorumlu
olduğunu 7 şubat tarihli raporu ile hükümetine bildirmişti ki bu da, Fransız sarı
kitabında açıkça yazılı bulunmaktadır.
Bu arada ada halkının, güya toplanarak Yunanistan'a katılma yolunda müracaat ettiği
ve Yunan Kralı Yorgi'yi, adayı işgale davet ettiği öğrenildi. Yunanlılar bu kararı
Avrupa'ya bildirerek büyük devletlerin yardımını istedi, gizli gizli temaslar yapmak
üzere Yunan devlet adamlarını Avrupa başkentlerine gönderdiler. O zaman hariciye
müsteşarı olan Curzon, Avam Kamarası'nda şöyle konuştu:
«Girit'teki son olayların Türkler tarafından yapılmamış olduğuna dair Hanya
konsolosu ile Akdeniz'de bulunan amiralimizden yeterli bilgi aldık. Girit hareketinin
başkanları Yunanistan'a davet edilmişti. Bunların ne şekilde geldikleri bilinemez.
Bunlar bir müddet sonra da geri gitmişlerdir. Bunlarla Giritli reisler arasındaki
konuşmalar sonucu bazı şehirler civarındaki Rum aileleri, ev eşyaları ve sürüleriyle
dağlara çekilmişlerdir. Böylece Kandiye'de isyan başlamış, birçok Türk aileleri
şehirlere sığınarak canlarını kurtarmak istemişlerdir, işte Yunan hükümetinin şikâyet
ettiği karışıklık, kendilerinin yarattığı olaylardan başka bir şey değildir.
Zulüm ve fenalık o kadar ileri gitmişti ki, Yunanlılara yardım eden ve Türkler'i
sevmeyen Lord Curzon bile gerçeği saklayamamış, bu kadarcık olsun bir itirafta
bulunarak günahlarının kefaretini vermişti. Times gazetesi de şöyle yazıyordu:
Tarafsız bir görüşle söylemek gerekirse. Türkiye kadar birçok dinden vatandaşı olan
bir Yurtta kendi yurttaşlarına eşit muamele eden, milliyet, lisan ve dinlerine
dokunmayan bir büyük devlete Yunan gazetelerinde uzatılan dil, hiç de insafa ve
akıllıca bir harekete yakışmaz. Zalimce hareket ettikleri halde, mazlum rolüne
bürünmek çok hayret edilecek bir şeydir. Paris, Viyana, Berlin gazete ve
mecmualarının da aynı yolda yayın yapmalarına karşı Atina çizmiş olduğu
programdan dönmüyor, Yunan başbakanı Deli Yani, millet meclisinde açıkça Girit'in
Yunanlıların olacağını söylüyor, Atina basını da bu tezi savunan yazılarına devam
ediyordu.
YUNANLILAR ADA'YA ÇIKIYOR
Yunan Kralı Yorgi, ikinci oğlu Prens Yorgi'yi altı torpido ile Girit'e yollamak kararını
almıştı. Büyük devletler güya bunu önlemek için çabalar sarfetmekteydi. Atina'da
yapılan büyük bir törenden sonra albay Vasos bir alay piyade ve istihkâm taburu, bir
batarya ile Pire’den hareket ederek, şubatın 15'inde Hanya yakınlarındaki Platonya'da
kıyıya çıktılar. Yunan gazeteleri:
Bunca yıldır beklenen şafak söktü, emellerimize kavuştuk, Girit'e ulaştık diye
yazmakta. Kral Yorgi ise albay Vasos'a verdiği emirde:
Girit'in sizce gerekli olan yerinde çıkarak adayı oğlum adına ele geçirecek, bundan
sonra bütün muameleleri Yunan kanunlarına göre, kral namına yapacaksınız, oraya
varınca adanın Yunan hükümetince işgal edildiğini halka bildiriniz diyordu.
Adaya çıkan Yunanlılar, 15 mayıs 1919' da İzmir'de yaptıklarının aynını
uygulamaktan geri kalmadılar. Olayları önlemek isteyen Avrupalı devletlerin
amiralleri, Yunan hareketlerini kısıtlamak için kordonu sıklaştırdılarsa da Rum
korsanlar gecelerden faydalanarak bildikleri gibi oynamaktan geri kalmadılar. Albay
Vasos'un söz dinlememesi karşısında, adayı bombardıman bile ettiler ama, bir fayda
vermedi. Yunanlılar ise, Atina'da düzenledikleri törenlerle Girit adasının kendilerine
katıldığını yaymaktaydılar.
Avrupalı devletler 2 martta Atina'ya verdikleri notada şunları istemişlerdi:
a) Girit, hiç bir suretle Yunanistan'a verilmiyecektir.
b) Osmanlı İmparatorluğu'nun mülki tamamlılığı Avrupalılarca garanti edilmiştir.
Girit için özel bir idare kurulacaktır.
c) Yunanlılar, Girit'ten deniz ve kara birliklerini çekeceklerdir.
d) Bu kuvvetlerin çekilmediği görülürse zor kullanılacaktır.
SAVAŞ BAŞLIYOR
Yunanlılar, verdikleri cevapta, bu kararlara uyacaklarını, ancak adada bulunan
Rumların da fikirlerinin alınmasını istediler. İçerdeki fesat yine kışkırtmalarla
harekete geçerek Ekrâtori tepesinde bulunan Yunan çeteleri 9 mart gecesi Türklere
saldırıya geçtiler. Olayları izleyen Fransız konsolosu Blanc, hükümetine Türklerin
haklı olduğunu, zulmün Yunanlılar tarafından insafsızca kullanıldığını, birçok
Türk'ün tuğla fırınlarında yakıldığını bildirdi. Olaylarda eli olan Yunan konsolosluğu
memurları, Avrupalılar tarafından zor kullanılarak adadan uzaklaştırıldı. Bunu Yunan
donanması izledi. Durumu Yunanistan'dan idare eden Etniki Heten'a, halkı heyecana
vererek bir savaş havası yaratmıştı. Devletler Girit ablukasını sıklaştırmışlar, denizden
yardım yapılmasını engellemişlerdi.
Yunan kralı Girit'te kazanılan basanların etkisiyle Tesalya’ya kadar gitmiş, askerlerini
denetleyerek bir savaşın başlamak üzere olduğunu 27 martta açıklamıştı. Bütün
hazırlıklarını tamamlayan Yunan ordusu, 1897 yılı 3 nisanında sınırlarımızı aşmak
cesaretini gösterdiler. Bu büyük şımarıklığa, Edhem Paşa kumandasındaki Türk
orduları Dömeke'de gereken dersi verdi. Kuvvetlerinin çoğunu kaybeden kral,
çemberden zor kurtuldu. Türk orduları Atina yolundaydı ki, mazlum pozuna
bürünerek büyük devletlere yalvarmaya başladılar. Zaten aracı olacaklarını
biliyorlardı. Savaş az bir tazminat, ufak bir sınır değişikliğiyle son bulunca Yunanlılar
gözlerini tekrar Girit'e çevirdiler. Buraya bir muhtariyet verilmesi esasen kabul
edilmişti. Yalnız bir vali bulmak mesele oluyordu. Etniki Heten'a bunda da başarı
kazanarak, genellikle Rusların yardımıyla Prens Yorgi'yi vali yaptı. Kandiya'da çıkan
bir karışıklıkta Heten’a nın bir oyunu ile Türk askerleriyle İngilizler çarpışmak
zorunda kaldılar. Bunun üzerine de askerimizi çekmemizi istediler. Esasen maksatları
da buydu, oyunu iyi hazırlamışlardı. Güya şimdi devletler adayı koruyacaklardı. 21
kasımda prens Yorgi'nin valiliğe başlaması’nı Bâbıali protesto ettiyse de hiç bir sonuç
alınamadı. Balkan Savaşı'na kadar da Girit, güya muhtar bir idare altında kaldı.
http://f16.parsimony.net/forum28507/messages/57165.htm
KIBRIS, GİRİT OLABİLİR Mİ?*
Doç. Dr. A. Nükhet ADIYEKE
Mersin Üniversitesi
Tarih Bölümü
Son yıllarda Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan önemli sorunlardan
birisi de Kıbrıs'ın statüsüdür. Kıbrıs ile ilgili konuların her tartışılmasında,
aşamalara dikkat çekilmesinde de yine her zaman Girit örneği kullanılır. Bu
iki adanın kaderinin benzeşmesinden ya da coğrafi olarak aynı bölgede yer
almalarından ziyade her ikisi üzerinde de oynanan uluslararası politik
oyunların ve "Megali İdea"nın hedefleri içinde yer almalarının bir sonucudur.
Zira 1830'da kurulan Yunanistan'ın Megali İdea politikasının ilk hedeflerinden
biri Girit idi. Akdeniz içindeki adaların ve bunun tamamlayıcısı olan Kıbrıs
Adası'nın da bu hedefin bir parçası olduğu anlaşılıyor.
Girit ve Kıbrıs Doğu Akdeniz'in tarihsel süreçte kilit özelliği gösteren iki
adasıdır. En eski dönemlerden beri her iki adanın kaderi biri birine
benzetilmiştir. Girit'te oluşan ve Antik Anadolu uygarlıkları ile önemli
kültürel alış verişlerde bulunan Girit medeniyetinin dışında, her iki ada da
tarih boyunca varlıklarını başka devletlere bağlı olarak sürdürmüştür.
Dolayısıyla adalar üzerindeki egemenlik kurma mücadeleleri genellikle
birlikte yürümüştür. Adalardan birisine sahip olan güç, hemen diğerine
yönelmiştir.
Ancak adaların kaderlerinin birbirine benzemesi onların aynı tarihsel geçmişe
sahip oldukları anlamına gelmez. Zira tarihte ne aynılık vardır ne de tekrar söz
konusudur. Kıbrıs sorunu XIX. yüzyıl başlarından, XXI. yüzyıla ulaşan
kesintisiz bir sorundur. Girit sorunu ise Türkiye için XIX. yüzyılda başlamış
ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde bitmiştir. Dolayısıyla geniş perspektifte
benzerlikleri incelerken anakronizme kapılmadan süreçleri kendi koşulları
içinde değerlendirmek gerekir. Zira XX. yüzyıl olaylarını ve gelişmelerini
XIX. yüzyıldaki bir olayla aynı koşullar içinde görmek bizi yanlış sonuçlara
götürür.
Türk tarihi açısından iki adanın bir başka karşılaştırılabilirliği ise Megali İdea
hedefleri içindeki önemleri göz önüne alınarak mümkün olabilir.
A-Tarihsel Süreç İçinde Girit ve Kıbrıs
Her iki ada stratejik bütünün bir parçası gibidir. Dolayısıyla adalardan birisini
elde eden güç, gözünü hemen diğerine çevirmektedir. 648 yılında Kıbrıs
Adası'nı ele geçiren Araplar, Girit'e yönelmişler ve 826 yılında Girit'i
almışlardır. Ardından 760 yılında Kıbrıs'ı geri alan Bizanslılar 960 yılında
Girit'i almışlardır. 1192 yılında Kıbrıs'ı ele geçiren Venedikliler, 1204 yılında
da Girit'i elde etmişlerdir. Son olarak 1571 yılında Kıbrıs Osmanlılar
tarafından alınmış, 1669 yılında da Girit'in fethi tamamlanmıştır. Görüldüğü
gibi Doğu Akdeniz egemenliğinde ilk alınan ada hep Kıbrıs olmuştur. Girit'in
bütün el değiştirmeleri çok kanlı savaşlarla olmuştur. Bunun en önemli nedeni
Girit'in coğrafi konumu ve Giritlilerin farklı yapısında saklıdır. Adalılık
sendromu Girit'te çok yoğun bir şekilde kendisini hissettirmiştir.
Tarihsel süreçte Kıbrıs Adası'nda ciddi baş başkaldırılar görülmezken, Girit
adasında Venedik yönetimi zamanında Venediklilere karşı, Osmanlı
döneminde Osmanlılara karşı ayaklanmalar hiç eksik olmamıştır. Kıbrıs'ta
böylesine süreklilik gösteren ayaklanmalara rastlanmaz.
Ortaçağlar içinde korsanların sığınağı olan her iki adanın yerli halkı da
Ortodoks'tur. Ne var ki Latin Venedik egemenliği dönemi adalar halkı için bir
dinsel baskı dönemi olmuştur. Katolik öğretisi adalarda egemenlik kurmuş,
Ortodoks kilisesini baskı altına alınmıştır. Bu adalar Venedik için ekonomik
olarak da tam bir "sağman inek -une ferme d'exploitation-" olmuştur.(1) Bu
yüzdendir ki her iki ada Osmanlılar tarafından alındığında yerli halk tepki
göstermedi. Tam tersi her iki adada da Osmanlı egemenliği Ortodoksluk için
yeniden doğuş oldu.
Osmanlı yönetimi Kıbrıs'ta 1571'de Girit'te de 1645'de başladı. Her iki adada
da Katolik baskısı sona erdi. Daha önemlisi yine her iki adada yerli halka
toprak üzerinde mülkiyet hakkı tanındı. Bu özellik Osmanlı genel sistemi
içinde pek yaygın değildir. Yine her iki ada halkı millet sistemi içinde
Venedik dönemine göre çok daha özgür bir hayat alanına kavuştular. Hatta iki
adada da Müslümanlarla ilişkilere girdikleri, ticaret yaptıkları görülmektedir.
Ne var ki her iki ada arasında Osmanlı yönetimi açısından çok bariz
farklılıklar da vardır. Bu farklılıklar, Girit'in Osmanlıların elinden hemen
çıkıvermesinin de etmenlerinden birisidir.
Girit'in fethi Osmanlılar için yirmi beş yıl süren zorluklar mücadelesi oldu.
Osmanlı fetihlerinin hemen hemen durduğu bir zamanda ele geçirilmiş olması
Girit'in fethine farklı bir destanlaştırma sağladı. Kıbrıs için böyle bir yaklaşım
söz konusu değildir. Kıbrıs Adası Osmanlı büyümekte olduğu bir dönemde
alındı. Bunun çok önemli bir sonucu olarak da Osmanlı idaresi Kıbrıs'ta klasik
kurumlarını çok rahat uygulamıştır. Dolayısıyla Kıbrıs, Osmanlının diğer
coğrafyalarından farklı olmayan bir tarzda yapılandırılmıştır. Fakat Girit,
Osmanlı yönetiminin klasik kurumlarının değişmeye başladığı, toplumsal
yapıda çok ciddi sorunların kendisini hissettirdiği, ekonomik sorunların
yaşandığı bir dönemde fethedilmiştir. Bu nedenle Girit'te Osmanlı yönetimi
gevşek veya oldukça farklı bir şekilde örgütlenmiştir. Girit ele geçirildiği
andan itibaren ayrıcalıklı bir yapıya sahip olmuştur. Bir başka deyişle Girit
Osmanlı için "farklı" olmuştur. İki ada açısından bu farkların tespiti önemlidir.
Kıbrıs Adası alındıktan sonra eyalet haline getirilmiştir. Kıbrıs Eyaleti içinde
Tarsus, Alaiye (Alanya) Sis ve İçel sancakları bulunmaktadır. Başka bir
deyimle Kıbrıs Adası alındıktan sonra idari olarak Anadolu'ya bağlanmıştır.
Sonraki dönemlerde de başka adalar ile birlikte mütalaa edilmiştir. Halbuki
Girit hiçbir zaman ne Anadolu ile ne de diğer adalarla birliktelik
oluşturmamıştır. Fethedildiği andan, elden çıktığı ana değin bağımsız bir
eyalet olarak örgütlenmiştir. İdari açıdan bu farklılık kilise örgütlenmesinde
tersi bir şekilde kendisini göstermiştir. Girit'te var olan Ortodoks kilisesi
bağımsız bir dini otorite değil, Fener Patrikhanesi'ne bağlı bir kilisedir.
Girit'teki metropolitlik her zaman Fener Patrikhanesi'nin ve İstanbul'un
kontrolü altındadır. Zaten dinsel yapı olarak da Giritlilerin diğer coğrafyalara
göre farklı oldukları söylenebilir. Osmanlı yönetiminin kurulduğu anda çok
sayıda Giritlinin Müslümanlığa geçmesi(2) metropolitliğin etkisinin az
olduğuna bir başka işarettir. Bu çerçevede Kıbrıs'ta ortaçağlardan beri önemli
bir Ortodoks kilisesi vardır. Her ne kadar Venedik döneminde bu kilise
etkisizleştirilmeye çalışılmışsa da Osmanlı döneminde tekrar ihya edilmiştir.
Osmanlı döneminde sadece dini açıdan değil yönetsel açıdan da güçlü bir
Kıbrıs Başpiskoposluğu vardır. Bu başpiskoposluk Osmanlı yönetimince,
tarihsel misyonuna uygun olarak Fener Patrikhanesi'nden bağımsız
addedilmiştir. Balkanlar'da Sırpların ve Bulgarların milliyetçililik
mücadelelerini Fener Patrikhanesi'nden kopma ve bağımsız kilise kurma
mücadelesine paralel yürüttükleri düşünülürse Kıbrıs kilisesinin bu ayrıcalıklı
yapısının önemi daha kolay anlaşılır.
Adalardaki nüfus oranları hemen hemen birbirine yakındır. XIX. yüzyıl
öncesinde her iki adada da Rum nüfusun Müslüman nüfustan biraz fazla
olduğu görülmektedir. Ne var ki adalardaki toplumsal yapının oluşum şekli
her iki adada çok farklı olmuştur. Osmanlı yönetimi Kıbrıs'ı aldıktan sonra
Ada'ya Anadolu'dan çok sayıda Türk göç ettirmiştir. Bu, Ada'da güçlü bir
Türk kültürünün doğmasına da yol açmıştır. Hatta bu göç ettirilenler
mahallelerde karışık olarak ikamet etmişlerdir.(3) Bu, Kıbrıs Türk halkının
Ada'daki varlığını her şeye rağmen bu günlere dek koruyabilmesinde önemli
bir faktördür. Nitekim Kıbrıs Türk folkloru incelendiği zaman Anadolu ile
bağlantısı açıkça görülebilmektedir.
Girit Adası için bu gelişmeler geçerli olmamaktadır. Girit fethedildikten sonra,
Kıbrıs'a olduğu gibi Anadolu'dan büyük çaplı göçürme yapılmamıştır.(4)
Girit'teki etnik dönüşüm yerli ahalide yaşandı. Anadolu'dan giden yönetici ve
Bektaşilerin yanı sıra Ada'da birkaç kurum işletildi. Bunlar yerli yeniçerilik,
ihtida ve evliliklerdir. Bu üç kurum Ada'da bir dönem sonra önemli oranda bir
Müslüman kitle oluşmasını sağladı. Girit'teki bu oluşumlar buraya özgü
özellikler ortaya çıkardı. Örneğin Müslümanlar Rumca konuşuyorlar ve
lakapları yarı Türkçe yarı Rumca telaffuz ediliyordu. Hasanaki, Halilaki,
Monolaki gibi isimler kaynaklarda sıkça karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla
yukarıda anılan Adalılık Girit'te Anadolu'dan pek de unsurlar taşımıyordu.
Girit'te, Kıbrıs'ta görüldüğü gibi bir Anadolu kültür öğesine pek
rastlanmıyordu. Bunda da en önemli faktör Ada'daki Türkler arasında
Türkçe'nin değil Rumca'nın konuşuluyor olması idi.
Girit Adası'nda, Kıbrıs'ta olduğu gibi kültürel ve etnik açıdan Anadolu'ya
bağlılık olmamıştır. Dolayısıyla Yunan propagandasının Girit'te toplumsal bir
taban bulması çok kolay olmuştur. Hatta Yunan isyanı sırasında Ada'da az
sayıda da olsa irtidat (İslam'dan çıkma) olayları yaşanmıştır.(5)
Tüm bu gelişmeler göstermektedir ki Girit, yeni kurulan Yunanistan için daha
rahat elde edilebilecek bir konumdadır. 1821 Yunan isyanı sırasında her iki
adada da isyanlar çıkmış, Kıbrıs'ta ayaklanmalar bastırıldıktan sonra 1878'e
kadar ciddi bir olaya rastlanmazken Girit'te olayların ardı arkası hiç
kesilmemiştir. 1831 yılında bütün Osmanlı topraklarında nüfus sayımları
yapılmış ancak Girit bu sayımlar arasında yer almamıştır. Tanzimat
düzenlemeleri Osmanlı topraklarının genelini kapsayacak şekilde planlanmış
ve Kıbrıs'ta da uygulanmış olmasına karşın Girit'te uygulanmamıştır.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki adanın kaderi yine birbirine
yaklaşmaya başlamıştır. Yeni kurulan Yunanistan'ın büyüme hedefleri diğer
adalar gibi Girit ve Kıbrıs'ı da içine almıştır.
B- Megali İdea Hedefleri İçinde Girit ve Kıbrıs
Megali İdea hedefleri arasında Teselya, Epir, Adalar, Girit, Batı Trakya'dan
başka Kıbrıs ve Batı Anadolu'da yer almaktadır. Teselya, Epir, Adalar, Girit
ve Batı Trakya bu sınırlar içine alınabilmiştir. Kıbrıs ve Batı Anadolu, Megali
İdea'nın başarısız olduğu yerlerdir. Yunanistan'ın Küçük Asya macerası bu
ülkenin reel politikasından Batı Anadolu'yu çıkarmıştır. Fakat, Kıbrıs için aynı
şeyi söylemek pek de mümkün görünmemektedir. Başka bir deyişle Kıbrıs
Yunanistan'ın reel politikasından çıkmamıştır. Dolayısıyla Kıbrıs politik
olarak, Teselya, Epir, Adalar Girit ve Batı Trakya politik gelişmelerinin sanki
bir devamı imiş gibi görünmektedir. Nitekim hem Yunan söylemlerinde hem
de Türk söylemlerinde, özellikle Adalar, Girit ve Batı Trakya, Kıbrıs için
örnek olarak veya ibret olarak hep anılmaktadır. Anılan bu bölgeler Osmanlı
İmparatorluğu'ndan koparılıp, Yunanistan'a katıldıkça Kıbrıs Rum kilisesi ve
liderleri de Kıbrıs'ın da aynı yöntemlerle bir gün Yunanistan'a ilhak
edileceğini düşündüler.(6) Nitekim 1821 ayaklanmasında idam edilen
Başpiskopos Kiprianos'u anma vesilesi ile 7 Temmuz 1963 tarihli Eleftheria
gazetesinde şöyle yazıyordu:
"Kıbrıs her ne kadar ana vatanın kurtuluş mücadelesine katılmışsa da yine
sultanların ve daha sonra da İngilizlerin boyunduruğu altında yaşaması
mukadder olmuş, anavatan Girit'i, Ege Adaları'nı ve Oniki adaları kurtardığı
gibi onu da kurtarmağa muvaffak olamamıştır."(7)
Tersi bir yaklaşımla Türk toplumu da Teselya'yı, Epir'i, Adaları ve Girit'i
örnek alıp Kıbrıs'ta da aynı gelişmelerin yaşanmasına engel olma mücadelesi
vermiştir. Temel kaygı, enosis gerçekleşirse Kıbrıslı Türklerin yazgısının
Girit, Oniki Adalar ve Batı Trakya'daki Türklerle aynı olacağı idi.
Yunanistan'ın Megali İdea coğrafyası içinde iki farklı alan bulunmaktadır.
Birinci grupta Adalar, ikinci grupta ana karalar yer alır. Bu açıdan Teselya,
Epir ve Batı Trakya ana karalarında uygulanan politika ile Yedi Ada, Oniki
Ada, Girit ve Kıbrıs'ta uygulanan lojistik farklılıklar gösterir. Adalar'da Yunan
politikaları daha rahat zemin bulabilmekte ve Osmanlı'nın müdahalesi de daha
geç olmaktaydı. Dolayısıyla Adalar, Kıbrıslı Rumlar için önemle izleniyordu.
Örneğin; 1914 yılında Yedi Ada'nın Yunanistan'a ilhakının ellinci yıl dönümü
törenlerinde Kıbrıslı Rumlar Yunanistan kralına kutlama telgrafı çekerek en
kısa zamanda kendilerinin de Yunanistan'a katılmak istediklerini
bildirmişlerdir.(8) Rum cemaat bununla da yetinmemiş, Yedi Ada'nın
Yunanistan'a katılışının ellinci yılı törenleri için Korfu'da düzenlenen resmi
şenliklere Kıbrıslı Rumlar adına Yasama Meclisi üyesi Avukat Paskal
Efendi'yi göndermiştir.(9)
Girit'te de, Kıbrıs'ta da enosisçilerin tek bir idealleri vardı, o da Büyük
Yunanistan'ın kurulmasıydı. Her iki adada da başlatılan enosis kampanyasının
ardında Yunan ve Rum Ortodoks kilisesi ve Atina'da öğrenim görmüş avukat,
doktor, öğretmenler vardı. Bu kitleler her iki Ada'da da aynı yöntemi
uygulamaya çalışıyorlardı. Dikkati çeken önemli bir nokta da Girit'in ileride
Yunanistan'ın iç ve dış politikalarına yön verecek Venizelos, Miçotakis gibi
isimler yetiştirmiş olmasıdır. Bu isimler Girit'te yaşadıkları deneyimlerle
Yunanistan'ın siyasasına şekil vermişlerdir. Ancak Yunanistan'ın politik
yaşamında Kıbrıs'tan aynı etkiyi izlemek mümkün değil.
Her iki adada da gerilimin sürekli diri tutulması, tedhiş, Türklerin kaçırılması
ve Yunanistan ile birlikte uluslararası propaganda hep benzer çizgilerde
gelişti. Nitekim bu yöntemlerin Girit'te kendilerince başarılı olduğu da
görüldü. Bunun için özellikle Girit isyanları Kıbrıslı Rumlar için çok önemli
kabul edilmiş ve yakından izlenmiştir. Girit'te enosis adına başarı olarak kabul
edilen yöntemlerin Kıbrıs'ta da uygulanmasının koşulları araştırılmıştır.
Aynı coğrafya ve yayılma hedefinde olan Girit ve Kıbrıs adalarının toplumsal
yapısında kurumlarında da ciddi benzerlikler vardır. Örneğin; Rum nüfusun
çoğunluğu, oranları ne olursa olsun her iki adadaki genel meclislerde 1/3 oranı
ile ifade edilmiştir. Bu oransal benzerlikten daha önemlisi Girit Meclisi'nde
alınan enosis kararları aynen Kıbrıs Meclisi'nin de gündemine girmiştir.
Kıbrıs Rum cemaati, Girit'teki gelişmeleri oldukça dikkatli bir şekilde
izliyordu. Bu çerçevede Girit ayaklanmacıları için yardım hatta gönüllü dahi
gönderiyorlardı.(10)
Girit için dönüm noktası olan muhtariyet, Kıbrıs için de yeni bir dönemin
başlangıcı oldu. Zira Girit'teki politikalar Yunanistan için başarılı idi, Kıbrıs'ta
da uygulanabilirdi. Enosisçiler Girit'e Yunanistan'la birleşmiş gözüyle
bakmaya başlamışlardı. Bu çerçevede 1898 yılından itibaren Kıbrıs'ta da
enosis faaliyetleri hızlandı. Bu yıl George Phrankoudes adlı biri "Yurtsever
Kıbrıs Birliği" adı altında bir enosis örgütü kurdu.
Aynı dönemde Girit'in Avrupa devletleri tarafından Osmanlı egemenliği
altında muhtariyet idareye sahip olması ve muhtariyetin uygulanmasının
Yunan Kralı'nın oğlu Prens Georges'e verilmesi, Kıbrıs'taki Rumlar arasında
coşkuyla karşılandı. Patris gazetesinde Girit'in Yunanistan'a verilmesinden
sonra Kıbrıs'ın da aynı prensin yönetimine verilmesini isteyen yazılar
yayınlanıyordu. 1902 yılında adı anılan bu kulübün organizasyonunda Girit ve
Yunanistan'dan gelen bazı kişiler Rum halkı silahlandırma çalışmasına
başlamışlardı. Buradaki amaç, Girit'tekine benzer bir organizasyon
gerçekleştirmektir.
Girit'te Rum çetecilerin, Müslüman Türk halkına karşı giriştiği tedhiş
hareketleri Kıbrıslı enosisçiler için de uygulanabilir bir politika olmuştur.
Nitekim Girit'te yaşanan kıyımlar Kıbrıslı Türkler ve Rumlar tarafından farklı
amaçlarla dikkatlice izleniyordu. Yunanistan tarafından hem Girit'e hem de
Kıbrıs'a gönderilen silahlar ve provokatör ajanlar her iki adada da Müslüman
halka terör yaşatıyorlardı. Buna paralel Rum basını Ermeni olaylarını da
anarak Girit'te Rumların Türkler tarafından katledildiklerine dair haberler
yayıyorlardı. Batılı devletlerin Girit'i Osmanlı Devleti'nin yönetiminden
koparmakla yetinmeyip burada Rumların Müslüman Türk azınlığa karşı
giriştiği katliama da seyirci kaldıklarını gören Kıbrıslı Türkler'in tedirginlikleri
daha da artıyordu. Osmanlı Hükümeti de hukuksal olarak egemenliği altında
olduğu halde Büyük Devletlerin baskısı ve politikaları nedeniyle katliama
karşı uluslararası platformlarda protesto etmekten başka bir şey yapamıyordu.
Tedhiş olayları Büyük Devletlerin müdahalesini kolaylaştırması açısından da
önemliydi. Hem uluslararası politika açısından hem de cemaatlerin iç talepleri
açısından uluslararası müdahale meşrulaşmış oluyordu. Tedhiş olaylarının bir
diğer önemli sonucu da Girit'te de, Kıbrıs'ta da tedhişten yılan Müslümanlar
mallarını terk edip göçe başlıyorlar veya göçe zorlanıyorlardı. Öncelikle
köylerden kasaba ve kentlere ardından da her iki adadan da Anadolu'ya göç
yaşanmıştır. Bu göç enosis taraftarlarını memnun ediyordu. Zira Türkler ne
kadar azalırsa Girit'in ve Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşme istekleri o kadar
haklı görülebilirdi. Osmanlılar Girit'ten Anadolu'ya yaşanan göçleri
engellemek için çaba gösterdi. Bu çaba Giritlilere Osmanlılık bilinci
kazandırmak ve bu bilinç etrafında Ada'da var olma mücadelesi
aşılamaktı.(11) Ancak bu çaba da Büyük Devletlerce hazırlanan senaryonun
uygulanmasını engelleyemedi. Özellikle Girit'ten Osmanlı askerlerinin de
çıkarılmasıyla yaşanan baskılar ve katliamlar karşısında Müslüman nüfusun
kaçışı devam etti. Bir süre sonra da Ada'daki Müslüman nüfus oldukça azaldı.
Keza Kıbrıs'tan da göçler yaşandıysa da yeni zamanlarda bu tehlike
anlaşıldığından Müslüman nüfus her şeye rağmen Kıbrıs'ta kalmanın yollarını
aradı, kalmak için direndi.
Girit Adası'nda Müslüman halkın güvenliğinden sorumlu olan İngiltere,
Avusturya, Fransa ve Rusya, Yunanlıların ilhak faaliyetlerine gözlerini
kapatmışlardır. Girit'te tansiyonun yükselmesine paralel Kıbrıs'ın Girit'e ilgisi
de değişiyordu. 1912 yılında Girit'tekine benzer hareketlerin Kıbrıs'ta da
yaşandığı gözlenmektedir. Kıbrıs Yasama Meclisi'ndeki Rum milletvekilleri
tıpkı Girit'te olduğu gibi İngiliz yönetiminden daha fazla yetki ve ayrıcalık
verilmesini talep etmeye başladılar.(12) Balkan Savaşı sırasında Kıbrıs'ta
yaşanan Türklere karşı terör hareketlerini, Türk halkı Girit katliamının bir
benzeri olarak nitelendirilmişti.
Sonunda 1913 yılında Yunanlılar, Girit'i ilhak ettiler. "Bundan sonra Rumlar,
tüm dünyanın kendilerine saygı borçlu olduğu, seçilmiş insanlar olduklarına
inandılar."(13) Bu saygıya bedel olarak da Girit gibi Kıbrıs'ın da kendilerine
verilmesini istediler. Zira Venizelos, tıpkı Girit gibi Kıbrıs üzerinde de
Yunanistan'ın doğal hakları olduğuna inanmıştı. Fakat hesaba katmadıkları
konu İngiltere'nin bir takım stratejik nedenlerden dolayı Ada'ya ihtiyacı vardı.
Nitekim başka sebeplerin de yanı sıra, benzeri bir oldu bitti (Kıbrıs'ın da Girit
gibi Yunanistan'a ilhakı) ile karşı karşıya kalmak istemeyen İngiltere Kasım
1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. Bu duruma Rumların oldukça sevindikleri görülür.
Çünkü onlar Yunan dostu olan, Adalar'ı ve Girit'i Yunanistan'a kazandıran
İngilizler'in eninde sonunda Kıbrıs'ı da Yunanistan'a vereceğine inanıyorlardı.
Üstelik Kıbrıs konusunda artık Osmanlı devleti de olayın resmen tarafı
olmaktan çıkmıştı.
C- Son Evre
Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde Girit, Yunanistan'a katılmıştı fakat çeşitli
sebeplerden dolayı Kıbrıs'ta enosis geçekleşmemişti. Kıbrıs'ta enosis
faaliyetleri 1931 isyanı ile tekrar gündeme geldiyse de İkinci Dünya Savaşı
içinde her hangi bir faaliyet olamamış, savaştan sonra ise her şey kaldığı
yerden tekrar başlamıştır. Ne var ki artık bütün şartlar ve dengeler değişmiştir.
Değişen şartların ilki Girit artık tamamen bir Yunan toprağıdır. Bu enosisçiler
için bir başarıdır. Girit'teki politikaların Kıbrıs'a uygulanması mümkündür. Bu
çerçevede Girit ve Kıbrıs'ta XIX. yüzyılda görülen tedhiş, İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra Kıbrıs'ta planlı bir imha hareketine dönüşür. 1955-59
EOKA tedhişi, 1963-74 yıllarında Türk toplumunu imha hareketleri ve Akritas
Planı hep Girit'teki uygulamaların adeta birer tekrarıdır. Tedhişin çarpıtılarak
propaganda haline getirilmesinde de aynı yöntem izlenmektedir. Örneğin,
Girit'te Rumlar işledikleri cinayetlerin ve Ada'daki karışıklıkların nedeni
olarak Osmanlı ordusunun Girit'te bulunmasının, Girit Rumlarını tahrik
etmesine bağlayarak, Türk askeri adadan çekildiği takdirde adanın huzura
kavuşacağını öne sürmekteydiler. Tıpkı Kıbrıs'taki Türkleri yok olmaktan
kurtaran Türk ordusunun geri çekilmesini çeşitli anlaşmalarda ön koşul olarak
ileri sürdükleri gibi.(14)
1960'da bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti'nin oluşumunu Rumlar, Girit'teki özerk
yönetim dönemini örnek alarak enosisin bir aşaması olarak görmüşlerdir. Girit
özerk bir statüye kavuştuğunda ayrı bir bayrağı, pulu, parası ve polisi vardı.
1960 yılında da Kıbrıs Cumhuriyeti'nin de ayrı bir bayrağı, pulu, parası ve
polisi vardı. Türklerle Rumların ortak bir Meclisi ve hükümeti vardı. Fakat
Rumlara göre bunların hepsi Girit'te olduğu gibi enosise geçmek için bir
adımdı. Zira bu politikalar Girit'te başarılı olmuştu. Unutmamak gerekir ki bu
cumhuriyetin cumhurbaşkanı olan Makarios, Girit'teki Yunan başarısını her
zaman örnek almıştı.
Girit için II. Meşrutiyet döneminde büyük mitingler yapıldı. "Girit bizim
canımız, feda olsun kanımız" diyerek sloganlar atıldı. Keza 1950'li yılların
sonlarında da büyük mitingler düzenlenip "Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır"
sloganları atıldı. Bunlar Anadolu-Türk kamuoyunun benzer duyarlılıklarını
gösterse de arada farklılıklar vardır. Hasan Ali Yücel'in deyimiyle "Girit bizim
canımız, feda olsun kanımız" derken düşünülen daha çok fetihti, topraktı.
Kıbrıs için ne fetih hakkı, ne toprak düşünülüyordu.(15) Kıbrıs'ta düşünülen
oradaki Türk toplumunun barış ve huzur içinde yaşamlarının sağlanmasıydı.
Yukarıdaki yaklaşımlar çok önemli farklılıkları da içine alıyordu. Girit olayları
I. Dünya Savaşı öncesinde yoğunlaştı. Ada'daki Müslüman unsurun
savunucusu Osmanlı İmparatorluğu idi. Osmanlı İmparatorluğu ise artık
uluslararası politikanın "hasta adamı" idi. Dolayısıyla "hasta adamın" Girit
için, önceden uluslararası platformda belirlenen sürecin önüne geçmede
yapabileceği fazla bir şey yoktu. Kıbrıs Adası I. Dünya Savaşı'ndan önce fiili
olarak İngiliz egemenliğinde olduğu için, Rum toplumunun rahat hareket
kabiliyeti ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra olabilmiştir. Bu dönemde de
Kıbrıs Türkleri'nin hakkını savunmak, Girit'te olduğu gibi siyasi ve ekonomik
anlamda yarı sömürge olan "hasta adama" değil, genç ve güçlü Türkiye
Cumhuriyeti'ne kalmıştır. Dolayısıyla gerek uluslararası politik görüşmelerde
gerekse fiili durumlarda Türkiye, Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarını her
şekilde savunmuş ve korumuştur.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Girit için yapamadığı bir şey daha yapılmış,
Kıbrıs konusunda farklı dönemlerde Kıbrıs Türk toplumu ile birlikte
politikalar üretilmiştir. Bu önceleri Cumhuriyet'te birlikte yaşama ve
garantörlük, sonraları taksim, daha sonra Federe Devlet ve son olarak da
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti politikaları olmuştur. Tüm bu oluşumlar
uluslararası politika meydanlarında Türkiye Cumhuriyeti ve Kıbrıs Türk
Toplumu/Yönetimi ile birlikte savunulmuştur.
Girit ve Kıbrıs sorunlarının uluslararası tartışmalardaki bir başka farklılığı da
XX. yüzyılda tüm dünyada sivil inisiyatiflerin etkinliklerinin ve kabul
edilebilirliklerinin artmasıdır. Bu oluşum Kıbrıs'taki Türk toplumu açısından
kimi zaman olumlu bir gelişme, kimi zaman da Rumların tersi propagandaları
ile olumsuz gelişmeler doğurdu. Örneğin Birleşmiş Milletler ilkeleri Kıbrıs
için bir garanti teşkil ederken Girit için böyle bir şey söz konusu olmadı.
Tersine 1897 başında Girit'te fiilen yönetimi ele alan Büyük Devletler, her
daim Osmanlı'nın "hakk-ı hakimiyeti"ni vurgularken Yunanistan'ın enosis
faaliyetlerine seyirci kaldılar. Konuyu Avrupa hükümetleri ve politikaları
açısından değerlendirirken Avrupa devletlerinin XIX. yüzyıl sonunda Osmanlı
İmparatorluğu'na bakış açılarını da göz önüne almak gerekir. Çünkü XIX.
yüzyıl sonunda Avrupa, Balkanlar'da "hasta adam" olarak tabir ettiği
Osmanlı'nın varlığını sürdürmesini sağlamak yerine, söz konusu bölgede
Rusya'ya karşı piyon olarak kullanabilecekleri bağımlı bir Yunanistan'ı
güçlendirmek konusunda hemfikir görünüyordu.
Birleşmiş Milletler'in Kıbrıs konusunda müdahil olmasının yanı sıra, XIX.
yüzyılda henüz bir güç olmayan Amerika Birleşik Devletleri de Kıbrıs
sorununda etkin olmaya ve varlık göstermeye başlamıştır. XIX. yüzyılda Girit
bir Avrupa sorunu olduğu halde, XX. yüzyılda Kıbrıs, bir dünya sorunu
olmuştur. Ne var ki Kıbrıs'ta, Girit'te hiçbir zaman var olmayan, kendi
toprakları üzerinde egemen, çağdaş, bağımsız ve demokratik Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti adında bir Türk Yönetimi ve Kıbrıs Türk toplumu vardır.
Artık Kıbrıs'ta tartışılan bir cemaatin, bir topluluğun hayatiyeti değil, kendi
devletine ve egemenlik hakkına sahip bir toplumun kabulüdür.
D- Sonuç
Osmanlı İmparatorluğu Girit'te sadece kağıt üzerinde "hakk-ı hakimiyet"
ibaresinin kullanılması adına masa başında bir çok tavizler vermiştir. Hatta
Girit için girişmeyi göze aldığı 1897 savaşından galip çıktığı halde, barış
masasında Ada'da uluslararası yönetimin temsilcisi sıfatıyla Yunan Prensinin
hakimiyetine izin vererek kendi egemenlik haklarını bir anlamda kendi eliyle
ipotek altına koymuştur.
Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslararası anlaşmalarla garantörlük
yetkisini aldığı ve uluslararası platformlarda Kıbrıs Türk halkının egemenlik
haklarını daima savunduğu Kıbrıs'ı hiçbir pazarlığın ya da tavizin konusu
yapmamıştır. Hatta 1974 Kıbrıs Barış harekatında mali yükümlülüğü ve
ambargoları dahi göze aldığı halde asla Ada'da yaşayan Türk halkının
güvenliğini ve egemenlik hakkını taviz ve pazarlık konusu etmemiştir. Ancak
Avrupa devletleri için asıl sorun bölünmüş bir Kıbrıs'ın bu haliyle AB'ye üye
edilmesi sorunudur. Buna pek de sıcak bakmayan AB ülkeleri Kıbrıs
konusunu Türkiye'nin AB'ye üyeliği sürecinde pazarlık konusu haline
getirmeye çalışmaktadırlar. Çünkü tek başına GKRY'nin AB'ye kabulü
Avrupa Devletleri için önceden kabul edilmiş olan Garanti ve İttifak
anlaşmalarını uluslararası zeminde hükümsüz kılacak ve ciddi uluslararası
hukuksal sorunlar doğmasına yol açacaktır.
http://www.stradigma.com/turkce/nisan2003/makale_10.html
GİRİT NASIL
KAYBEDİLDİ?
Sabahattin İSMAİL
Girit Nasıl Kaybedildi?
İsyanlar
ENOSİS’in İlanı
Girit’e Muhtariyet Veriliyor
Yunan Vali Geliyor
Batı’nın Oyunu
Megali İdea Hedefleri
INAF Araştırma Ekim 1997 Kıbrıs Dosyası: 2 GİRİT’TEN KIBRIS’A
GİRİT-KIBRIS-ENOSİS (Erçin TEKAKPINAR)
Bugün Akdeniz'de, Yunanistan'a bağlı bir ada olan ve Muğla Deveboyunu Burnu'ndan 180 km
uzakta bulunan GİRİT'te yaşayan halkın kökeninin, Finikeliler olduğu bilinmektedir.
En eski tarihlerden beri Akdeniz'de bir ticaret merkezi olan GİRİT, önce Bizans egemenliğine
geçti. 823 yılında Müslüman Araplar tarafından fethedilen Girit, 961 yılında yeniden Bizans
egemenliğine girdi.
Daha sonra Ceneviz hakimiyetine giren Girit, 15 kilo altın karşılığında Venediklilere satıldı.
Venedikliler adada katı bir Katolik idaresi kurdu. Ortodoks kilisesini kapattı.
Türkler, Girit'e ilk kez 1341 yılında ayak bastı. 1427'de Girit'e saldıran Osmanlı Donanması,
bu saldırılarını 1538'de Barbaros Hayrettin Paşa komutasında sürdürdü. 1567'de Türk akınları
tekrarlandı. 1645'de Girit'i tümü ile fethetme harekatı başladı. Önceleri sadece Hanya ve
Retimno gibi şehirlerde kurulan Türk hakimiyeti, zaman içinde Kandiye dışında tüm adaya
yayıldı.
Batı, Kandiye'nin da, Türklerin eline geçmesini önlemek için, Fransa, Malta Şövayeleri,
Venedik, Almanya, İngiltere, İspanya ve Papalığın da desteğiyle oluşturduğu bir Haçlılar
Ordusu sayesinde, bu şehri yıllarca savundu. Girit savaşı 24 yıl, 4 ay 16 gün sürdü.
Venedikliler daha fazla direnemeyerek teslim oldular. Böylece Kandiye, onbinlerce Türk
askerinin canı pahasına 27 Eylül 1669'da fethedildi. Böylece tüm Girit kesinlikle Türk
hakimiyetine girmiş oldu. Türklerin adayı Venediklilerden alması, aynen Kıbrıs'ta olduğu gibi
adada yaşayan Rumlar tarafından büyük sevinçle karşılandı. Kapatılan Ortodoks kiliseleri
açıldı.
Türkler, aynen Kıbrıs'ta yaptıkları gibi, Girit'in boş topraklarının işlenmesi, üretimin artması,
ticaret ve zanaatın gelişmesi için adaya çiftçi ve esnaf Türk aileleri yerleştirdi. Ülkeyi yeni
baştan imar etti. Camiler, medreseler, köprüler, kütüphaneler, çeşmeler yaptı.
Ada denizcilik ve ticaret bakımından çok elverişli olduğu için, o zaman Türk hakimiyetinde
olan Yunanistan'dan birçok Yunanlı da gelip adaya yerleşti. Girit, Türk yönetiminde gelişip
zenginleşti.
İSYANLAR
1791 yılında ilk Megali-İdea haritasının çizilmesinden ve bu hari-tanın 1796 yılında
yayınlanmasından sonra Rus Çarı'nın teşvikiyle kurulan Filiki Eterya ve Ethniki Eterya gibi
örgütler, Rus ve İngiliz emperyalizminin desteği ile yoğun isyan hazırlıklarına başlamışlardı:
Bu çerçevede 1821 yılında başlayan Yunan isyanının etkileri, Megali İdeacı
propagandistlerinin faaliyetleri sonucu, Yunanca konuşulan ve Megali-İdea sınırları içinde
gösterilen tüm bölgelerde yayılmaya başladı.
İngiltere ve Rusya desteğindeki Megali İdeacıların başlattığı isyanın başarılı olmasından
sonra, Yunanlı yayılmacılar bu kez gözlerini Ege adaları ile Kıbrıs'a diktiler.
Bilindiği gibi Yunan isyanının başladığı 1821 yılında, Kıbrıs'ta da Başpiskopos Kiprianos
yönetiminde "tüm Türkleri katletmeyi hedef-leyen" bir isyan girişimi ortaya çıkarılmıştı.
Dönemin Valisi Küçük Mehmet'in isyan girişimini erken haber alarak başta Kiprianos olmak
üzere, ayaklanmanın elebaşlarını tutuklaması, bir kısmını idam edip, bir kısmını da adadan
sürmesi, Kıbrıs'taki Enosis faaliyetlerini İngiliz yönetiminin başlangıcına kadar durdurmuştu.
Girit'e yönelik Yunan propagandası da, enosis (ilhak) teması üzerinde yürütülmüştü.
1760 yılında Girit'te 200.000 Müslümana karşı 60 bin Hıristiyan yaşamaktaydı.
İlk Girit isyanı 1770 yılında Rusların tahrikleri sonucu başladı ancak isyan kısa sürede
bastırıldı.
1821 Yunan isyanına paralel olarak Girit'te yeni bir ayaklanma başladı. Bu isyan sırasında
binlerce Türk ve Müslüman katledildi.
İsyan, 1825 yılında 60 gemi ve 16 bin askerle adaya gelen İbrahim Paşa tarafından bastırıldı.
Mora ve Girit isyanlarının bastırılmasından sonra Yunanistan'a bağımsızlık verilmesini isteyen
Rus-İngiliz ve Fransız donanmaları, savaş ilan etmeden ani bir baskınla, Navarin'de Türk
donanmasına saldırdılar. 1827 yılında gerçekleştirilen bu saldırıda 57 Türk gemisi batırıldı,
8000 asker öldürüldü.
Bunun ardından 8 Mayıs 1828'de Rusya, Osmanlılara savaş ilan etti. Savaş sonunda 1830
yılında imzalanan Londra protokolü ile Batılı devletlerin himayesinde Bağımsız Yunanistan
kuruldu.
Hemen sonra Girit'te ayaklanma başlatıldı. İlhak amaçlı isyan kısa sürede bastırılmasına
karşın, 1841 yılında yeni bir isyan başladı. Bu isyanın da bastırılmasından sonra, bu kez 1859
yılında enosis amaçlı yeni bir ayaklanma çıktı; ancak bu da bastırıldı. Bütün bu isyanlarda
perde gerisindeki kışkırtıcı güç İngiltere, Rusya, Fransa desteğindeki Yunanistan'dı.
ENOSİS’İN İLANI
1864 yılında İngiltere tarafından Yedi Ada'nın Yunanistan'a ve-rilmesinden sonra, enosis
hevesleri artan Girit Rumları, Yunanistan, Rusya, İngiltere ve Fransa'dan gördükleri silah ve
para yardımına güvenerek, 1866 yılında yeniden ayaklandılar.
Bu sırada Batılı devletler bugün aynen Kıbrıs için yaptıkları gibi konuyu bir Avrupa sorunu
haline getirdiler. Batı basınında Osmanlılar aleyhinde yazılar yayınlanmaya başladı. Batılı
devletleri, Osmanlı devletine protesto notaları vermek için sıraya girdiler.
Bugün hepsi de BM Güvenlik Konseyi'nde karşımızda olan Rusya, İngiltere ve Fransa'nın
desteğine güvenen Girit Rumları, Yunanistan'dan aldıkları güçle 16 Ağustos 1866 gecesi
Selino kazası müslümanlarını kılıçtan geçirdiler.
Batılı ülkelerin bu katliam karşısında kılları bile kıpırdamadı. Buna güvenen ada Rumları
topladıkları bir Meclis aracılığı ile 2 Eylül 1866'da enosisi ilan ederek Girit'in, Yunanistan'a
bağlandığını açıkladılar.
Bu esnada Girit'te 16 tabur Türk askeri olmasına karşın, Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin
müdahalesinden çekindiği için bu askerleri kullanmadı.
Bu durumdan daha da cesaretlenen Girit Rumları, Hacı Mihail adlı çetecinin başkanlığında 12
bin kişilik bir kuvvet oluşturarak, Türk halkını katletmeye, etrafı yakıp yıkmaya başladılar. Bu
sırada Yunanistan da aynen, Albay Grivas'ı Kıbrıs'a gönderdiği gibi, Albay Koreneos adlı bir
gerilla uzmanını ve birçok Yunanlı subayı Girit'e göndererek, çetecileri organize etti. Yunan
gemileri adaya silah ve cephane taşımaya başladı.
Barbarlık derecesine varan katliamlardan kaçan Türkler, Kandiya kalesine sığınmaya başladı.
Eylül 1866 sonunda kaleye sığınanların sayısı 50 bini bulmuştu. Bu arada 60 bin civarında
Türk ise Anadolu'ya göç etmişti.
Bu gelişmeler karşısında artık daha fazla suskun kalmayan Osmanlı Devleti, Yunanistan'a bir
protesto notası vererek, 40 bin askerini Girit'e gönderdi. Bu arada Yunanistan'dan yapılan
silah, cephane, gönüllü sevkini durdurmak için adayı donanma ile ablukaya aldı. Batılıları
kızdırmamak için ilk aylar sertlikle değil, yumuşak yöntemlerle çetecileri durdurmaya çalışan
Osmanlı Devleti, 1866 yılı sonuna doğru sert önlemlere başvurarak ayaklanmayı bastırdı.
GİRİT’E MUHTARİYET VERİLİYOR
1867'de Fransız amiral Simon komutasındaki Fransa donanması, dağlara kaçan çetecileri
adadan kaçırmak için Girit'e geldi. Diğer yandan Fransa ve Rusya, Girit'te plebisit yapılması
için Osmanlılara baskı yapmaya başladılar. Osmanlı Devleti bu baskılar karşısında, 6 Ekim
1867'de Girit'e muhtariyet vermeyi kararlaştırdı. Rumlar ise bunu kabul etmeyip enosis
istediler.
Bu arada, halktan vergi toplanmasına son veren Osmanlı yönetimi, Müslüman ve
Hristiyanların eşit şekilde katılacağı bir yerel yönetim oluşturdu.
Yunanistan ise ada halkının Osmanlı Devleti ile ilişkilerini düzeltmesini önlemek için yeni
tahriklerde bulunmaya ve dağılan çeteleri yeniden organize etmeye başladı.
Satın aldığı 3 gemiye ENOSİS, GİRİT, HELEN isimlerini veren Yunanistan'ın yeni isyan
hazırlıkları karşısında padişah, 11 Aralık 1868'de bu ülkeye sert bir nota vererek, tahriklerine
son vermemesi halinde tüm ilişkilerini keseceğini bildirdi.
Yunan tahriklerinin sürmesi üzerine iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler kesildi.
Ocak 1868'de ise Girit'te idari ve adli yapıda yeni reformlar yapıldı.
İsyanın basıtılmasına karşın, başta Fransa olmak üzere Batılı devletlerin baskılarına boyun
eğen Osmanlı Devleti, Şubat 1869'da Girit sorunu hakkında Paris Konferansı diye bir
konferans toplanmasını ve bu konferansa katılmayı kabul etti.
Konferansın 18 Şubat 1869'da aldığı kararlara göre, Yunanistan ile Osmanlılar arasında
yeniden diplomatik ilişkiler kuruldu ve Girit'e verilen muhtariyet, Batılı devletler tarafından
biraz daha genişletildi. Ne ki, Batılı devletlerin baskıları bitmek bilmedi. Ba?ta Fransa olmak
üzere Avrupalı devletler, muhtar idarenin başına bir Rumun getiril-mesini istemekteydiler.
Ekim 1878'de varılan bir anlaşmaya göre adanın valisinin bir Rum olması kabul edildi.
1960'da aynen Kıbrıs'ta kabul edildiği gibi, Vali muavini de bir Türk olacaktı.
Yine 1960 anlaşmalarında olduğu gibi Meclis'teki Türk oranı da yaklaşık Rumların üçte biri
olacaktı. Buna göre Meclis'te 80 Rum üyeye karşılık, 30 Türk üye bulunacaktı.
Türkçe yanında Rumca da resmi dil olacak, cinayetler işleyen isyancılar için af ilan edilecek
ve ada gelirleri ikiye bölünecekti.
Batılı devletlerin baskıları ile getirilen bu düzen ancak 10 yıl yaşayabildi.
Bu süre içinde ada Rumları, Kıbrıs'ta 1974 öncesinde Makariosçular ve Grivasçılar olarak
görülen bölünmenin bir benzeri olarak, muhafazakarlar ve liberaller olarak ikiye bölündüler.
İki grup arasında çıkan çatışmaları gerekçe gösteren Yunanistan 1889 yılında Enosisçileri
desteklemek için müdahale hazırlıklarına başladı.
Saldırıların Türklere yönelmesi üzerine adaya 40 bin asker gönderen Osmanlı yönetimi,
ayaklanmayı bastırdı.
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra çeşitli önlemler alan Osmanlı yönetimi, 1 Aralık
1889'da Girit Meclisi'ni tatil etti.
1895 yılında Osmanlı Devleti'nin çeşitli iç ve dış sorunlarını fırsat bilen Yunanistan, Girit
Rumlarını ENOSİS için yeniden ayaklanmaya teşvik etti.
Osmanlı Devleti, 1895 sonbaharında başlayan ayaklanmayı bastırmak için uğraşırken,
Yunanistan, ada Rumlarının istekleri yerine getirilmediği takdirde müdahale edeceğini
açıkladı.
Osmanlı devletinin ayaklanmayı bastırmak üzere olduğunu gören Batılı devletler olaya
müdahale ederek, GİRİT için bir reform paketi hazırladılar.
Osmanlı Devleti, Batılı devletlerin baskılarına karşı daha fazla direnemeyerek, Batı tarafından
hazırlanan önerileri 4 Eylül 1896'da kabul etti.
Yapılan reformları fırsat bilen Enosisçi Rumlar kısa sürede toparlanarak, 1897 Ocak ayında
yeni bir ayaklanma başlattılar. Ocak ayının 28'inden başlayarak 15 gün devam eden
katliamda binlerce Türk kadını, çocuğu, genci, yaşlısı vahşice katledilerek tuğla fırınlarında
yakıldı. Sikya ve Etya köyleri Türkleri toptan katledildi (1974'de Atlılar-Muratağa-Sandallar
katliamları gibi). Bu Enosisçi hareketin gerisindeki esas güç olan Yunanistan, 10 Şubat
1897'de donanmasını Girit'e gönderdi. 14 Şubat'ta karaya çıkan Albay Vassos komutasındaki
Yunan birlikleri adayı Yunanistan'a ilhak için işgale başladı. Batılı devletler ise Osmanlı
Devleti'nden Girit'e asker göndermemesi ricasında bulundular. Buna karşılık Girit'te bulunan
askerlerinin Müslüman halkı koruyacakları konusunda söz verdiler. Ancak bu sözlerini
tutmayacaklar ve adadaki Türk halkının katledilmesine seyirci kalacaklardı.
Bu arada Osmanlı Devleti'nin harekete geçmesini önlemek isteyen Batılı devletler, Girit'e tam
bir muhtariyet verilmesi için padişaha baskı yaptılar. Buna karşılık adanın hiçbir zaman
Yunanistan'a bağlanmayacağına dair güvence verdiler. Bu konuda verdikleri güvenceyi
sağlamak için İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya askerleri de Girit'e üsleneceklerdi. Bu
çerçevede 18 Aralık 1897'de Batılı devletler Girit'e özerklik verdiler. Böylece Türkler, 1897
savaşını kazanmalarına karşın Girit'i kaybetti.
Bir padişah fermanı olarak yayınlanan Haleba Mukavelenamesine göre 80 üyeden oluşan bir
meclis olacaktı. Bu meclisin 49 üyesi Hristiyan, 31 üyesi de Türk olacaktı. Rum bölgelerini
Rum kaymakamlar yönetecekti. Vali, Rum olduğunda muavini Türk, vali Türk olduğunda
muavini Rum olacaktı. Meclis ve mahkemelerde konuşmalar Rumca olacaktı. Jandarmaya
Rumlar da alınacak ve Rumlar da subay ve astsubay olabilecekti. Girit'te, Rumca gazeteler
yayınlana-bilecekti. Af ilan edilecek ve Rumların silahlarını yanında bulundurulmasına izin
verilecekti.
YUNAN VALİ GELİYOR
Bundan sonra Ethniki Eteriya Örgütü'nün yönetimindeki Yunanistan'ın ana hedefi, Enosisci
birini vali seçtirmekti.
İngiltere ve Rusya bu konuda yine devreye girerek, Prens Yorgi'nin vali olarak atanmasını
istedi.
İngilizlerin Rum yanlısı tutumları üzerine Kandiye şehrinde, İngiliz askerleri ile Müslüman halk
arasında çatışma çıktı. Bu olayı bahane eden İngiltere, Osmanlı Devleti'nin adadaki
askerlerini çekmesini ve adanın İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya'nın ortak işgali altına
alınması için İstanbul üzerine büyük baskılar yaptı.
Baskılar altına gerileyen Osmanlı Devleti, Girit'ten Türk askerlerini çekti. Durumdan
yararlanan İngiltere ve Rusya, Osmanlı Devleti'nin itirazlarına rağmen 21 Kasım 1897'de
Prens Yorgi'yi Girit'e getirterek vali yaptılar.
İngiltere, Rusya ve Fransa'nın girişimleri ve Osmanlı Devleti'ne yaptıkları baskılar sonucu
Girit'e vali yaptırılan Prens Yorgi'nin esas amacı, enosisi gerçekleştirmekti.
Yorgi'nin Vali yapılması birinci aşamaydı.
Böylece Yunanistan ile ada Rumları hedefleri olan enosise bir adım daha yaklaşarak,
egemenlik Osmanlı Devleti'nde kalmak koşulu ile, ada yönetimini ele geçirerek tam
muhtariyet elde etmiş oldular. Bundan sonraki adım, enosisi ilan edip, sadece kağıt üzerinde
kalan Osmanlı egemenliğine son vermekti.
Bu son adımı atmak için fırsat kollayan Girit Rumları ile Yunanistan, bekledikleri fırsatı 1909
yılında yakaladılar.
1909'da, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak ettiğini açıklamasını fırsat bilen ada Rumları,
Girit'in de Yunanistan'a ilhak edildiğini açıkladılar. Yunanistan da ilhak kararını kabul ederek
Girit'i sınırları içine aldı.
Osmanlı Devleti, muhtar Girit yönetiminin bu kararını protesto etti. İstanbul'da ilhak aleyhine
büyük protesto gösterileri yapıldı ama sonuç değişmedi. Adadaki Osmanlı egemenliğine
dayalı muhtar idarenin garantörü olan Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya ise, enosis girişimine
karşı çıkacakları yerde, adadaki askerlerini geri çekerek ilhakın gerçekleşmesine olanak
sağladılar.
Bu arada, Girit Muhtar Meclisi'ndeki Rum milletvekilleri, Yunan Meclisi'ne katıldı.
13 Ekim 1912'de Balkan savaşının başlaması ile birlikte, Ege'deki adaları bir bir ele geçiren
Yunanistan, Girit'e de asker çıkararak ilhak kararını hayata geçirdi.
Böylece Yunan isyanının başlamasından 91, ilk Girit isyanının başlamasından (1770) 142 yıl
sonra enosis gerçekleşmi? oluyordu.
BATI’NIN OYUNU
Bu sonuca ulaşılmasında başta İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, Batılı
devletlerin büyük rolü oldu.
Batılı devletler, Osmanlı Devleti'nin zayıf anlarında bazen yüzüne gülerek, bazen sahtekarlık
yaparak, bazen de tehdit, şantaj ve baskı yoluna başvurarak, ama her zaman Yunanlıları
silahlandırarak Türklerin üzerine saldırtmışlardır. Eğer Batı'nın bu desteği olmasaydı,
onbinlerce Türk katledilmeyecek, yüz yıllarca Türk olan topraklar Yunan işgaline
uğramaycaktı.
Girit'te ayaklanmaların başlamasından ve ilhakın gerçekleşmesinden sonra ada Türklerinin
sayılarında katliamlar ve göçler sonucu büyük düşüşler olmuştur. Bugün ise Girit'te Türk
kalmamıştır.
1760'ta Girit'te 200 bin Türk, 60 bin de Rum vardı. Göçler ve katliamlar yüzünden 40 yılda bu
sayı 33 bine düştü. 1909 yılından sonra adada kalan Türkler de öldürülmü?lerdi.
MEGALİ İDEA HEDEFLERİ
1791 yılında çizilen ve 1796 yılında basılan Megali İdea haritasındaki hedefler yayılmacı Filiki
Eteriya ve Ethniki Eteriya'nın programını oluşturmuştur.
Bu program, ?u hedeflerin gerçekle?tirilmesini öngörmekteydi.
1. Yunanistan'ın bağımsızlığı
2. Batı-Doğu Trakya ve Selanik'in ilhakı
3. Kuzey Epir'in ilhakı
4. Ege adalarının ilhakı
5. Oniki adanın ilhakı
6. Girit'in ve Rodos'un ilhakı
7. Batı Anadolu'nun ilhakı
8. Kıbrıs'ın ilhakı
9. İmroz ve Bozcaada'nın ilhakı
10. Pontus Rum Devleti'nin kurulması
11. İstanbul'un işgal edilerek Bizans İmparatorluğu'nun kurulması.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra 30 Aralık 1918'de Paris'te toplanan Barış Konferansı'na bir
muhtıra veren Yunan Başbakanı Venizelos da, Kuzey Epir, Trakya, Batı Anadolu, Rodos,
Oniki Ada ve Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi ve Pontus Rum Devleti'nin kurulmasını
istiyordu.
O günlerden bu yana Yunanistan, Megali İdea hedefleri içinde bulunan birçok toprağı ele
geçirdi.
1829'da Mora'yı
1864'de Yedi Ada'yı
1881'de Teselya'yı
1897'de fiili olarak, 1913'de hukuken Girit'i
Balkan Savaşı sonunda Ege Adaları'nı, Makedonya'yı, Epir'i (Yanya)
1.Dünya Savaşı sonunda
- Trakya'yı, Dedeağacı, (Lozan anlaşması ile Doğu Trakya'yı geri aldık)
2. Dünya Savaşı sonunda
- Oniki Adayı
(Kıbrıs'ın bir bölümü 1974'de kurtarıldı).
- Ege'de deniz ve hava kontrolu fiilen gasbedildi. Kıta sahanlığı ve FIR hattı tartışmaları var.
Yunanistan 1830'da bağımsız olduğunda nüfusu 1 milyondan azdı. Yüzölçümü ise 50 bin
kilometrekare idi. Yüzyıldan az sürede, Türkler aleyhine genişlettiği topraklarını 3 kat
büyütmüştür.
Tamamı ile İngiltere, Rusya ve Fransa'nın politik-askeri desteğiyle sağlanan bu yayılmanın
şimdiki hedefi KKTC'dir.
Ve, tarihi boyunca Yunanistan'a arka çıkıp, bu devletin yayılma stratejisine destek veren
Rusya, İngiltere ve Fransa, bugün BM Güvenlik Konseyi'nin üyesidirler. Üstelik kendilerine
ABD gibi, Türk düşmanı lobilerin çok etkin olduğu bir ülke de katılmıştır.
Oynanan oyun, Girit oyunudur.
1963'de yapılamayan şimdi yapılmak istenmektedir.
Kıbrıs'ta yapılmak istenen, önce tüm adada Rum egemenliğinde federal bir devlet
kurdurtmak, daha sonra uygun koşullar geldiği zaman, Rum çoğunluğun kararı ile adayı
Yunanistan'a bağlamaktır.
Bu hedefleri doğrultusunda bugün Güvenlik Konseyi üyesi olan aynı devletlerden
yararlanmaktadırlar.
Rusya, İngiltere, Fransa ve ABD'nin çıkarttıkları birçok BM ve AB Kararı, bu yönde atılmış
adımlardır.
Girit örneğinden ders almayıp Güvenlik Konseyi'nin, AB'ın, ABD veya İngiltere'nin verdiği
"güvencelere" inanır veya onların baskılarına boyun eğersek, sonumuz Girit Türklerinin
sonlarından farklı olmayacaktır.
Bu senaryoyu bozacak tek olgu, iki devletli bir anla?ma ve KKTC'nin sonsuza dek
yaşatılmasıdır.
TC-KKTC Cumhurbaşkanları arasında 23 Nisan 1998 tarihinde imzalanan Ortak Deklerasyon
bunun güvencesidir.
Bu deklerasyonda belirtilen Milli politikadan geri dönü?, Girit oyununa prim vermektir ve bu,
asla gerçekle?meyecektir.
INAF Araştırma Ekim 1997 KIBRIS DOSYASI :2
GİRİT'TEN KIBRIS'A
Türkiye, Yunanistan gibi bir komşusu olduğu için talihsiz bir ülke sayılabilir. Önce Osmanlı
İmparatorluğu, daha sonra bu İmparatorluğun varisi olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetenler,
bütün hırçınlığına ve düşmanca davranışlarına rağmen Yunanistan'a karşı daima hoşgörülü
davranmış, ona dostluk eli uzatmış, ama o, bu eli hiçbir zaman sıkmamıştır.
Yunanistan hakkında doğru bir değerlendirme yapabilmemiz için önce, "Yunanlı'nın kim
olduğunu, ne olduğunu?" bilmek gerekir.
"Yunanlı" dendiği zaman bir Avrupalı ya da Amerikalı'nın aklına ilk gelen "Eski Yunan
medeniyeti ve soyluluğu" oluyor. Oysa Yunanlı Tarihçi Paparigopulos, çağımız Yunanlıları'nı
şöyle belirler:
"Gerçek Yunanlılar, Milattan Sonra 146'da, Romalılar'ın, Korent'i işgal ve tahrip etmeleriyle
yeryüzünden silinmişlerdir. Milattan Sonra 6. Yüzyılda, Kuzeyden ve Batıdan, Yunan
Yarımadasına akan "Slav", "Arnavut" ve "Ulah"lar bu topraklara yayılarak yerleşmişler ve
"Yeni Yunanistan"ı yaratmışlardır."
İşte bugün dünya sahnesinde, "Soylu Yunanlı"ların torunları olduklarını iddia eden "Yeni
Yunanlı"lar melezleşmiş bir ırkın torunlarıdır.
"Yeni Yunanlı"ları yaratan, Çarlık Rusya’sıdır. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak
için Ortodoks Kilisesini kullanarak İmparatorluk sınırları içinde yaşayan Osmanlı vatandaşı
Ortodoks halkı, kilise kanalıyla örgütlemiş, devlete karşı isyana teşvik etmiştir.
Yunanistan her fırsatta, Rumların, Makedonların, Giritlilerin, Ege Adaları ile Korfu’da yaşayan
halkın ve daha birçok milletin Yunan kökenli olduğunu öne sürerek bu insanların yaşadıkları
topraklar üzerinde hak iddia etmiştir ve etmektedir. Hiçbir hakkı olmadığı halde değişik kökenli
insanların bir bölümü binlerce yıl üzerinde yaşadıkları toprakları oldu bittilerle sınırlarına
katmıştır.
Bu Yunanlılaştırma hareketinde ise, 19. Yüzyılda "Ellenizm"in Avrupa ve Rusya'daki
yaratıcıları ile Ortodoks Kilisesinin rolü büyük olmuştur.
Yunanistan'ı yönetenler her dönemde, "Büyük Yunanistan"ı yaratmak amacıyla Balkanlar'da
ve Anadolu'da Ortodoks Kilisesi’ni amaçlarına alet etmişlerdir.
Yunanistan, bir Krallık olarak sahneye çıktıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde
yaşayan ve Ortodoks dininden olan her Osmanlı vatandaşına Kilisenin zoru ve
Konsoloslukları kanalıyla Yunan pasaportu vermiş ve bu pasaporta sahip olanları Yunanlı
saymıştır.
Giritlilere gelince, Girit Adası insanları kendilerini hiçbir zaman bir Yunanlı gibi hissetmemişler
ve Yunanistan'ı bir işgalci olarak kabul etmişlerdir. Onların tek arzuları Yunan
boyundurluğundan kurtulup, bağımsız bir devlet olarak yaşamaktır.
"Yeni Yunanlı"ların psikolojik yapısına gelince. Yunanlı Teorisyen Vezanis, günümüzün
Yunanlı'sını şöyle tanıtır:
"Yunan Filotimo'su (onuru) her?eyden çok kendimize saygı duymamız anlamına gelir. Başka
hiçkimsenin bizden üstün olabileceğini kabul edemeyiz. Bu bizi alındırır ve bizden üstün
olanları hiçbir şe-kilde affedemeyiz. Bize karşı her türlü üstünlüğü yok etmek için,
onurluluğumuzun içine düşmanlık ve bilgiçlik girer. Asıl inanılmaz olan, yalancılığın her
yanımızı sarmış olmasıdır. Her şeye karşı süphe duyarız. İşimize gelmeyen herşey bizim için
yalandır. Karşımızdakinin dürüst ve iyi niyetli olduğunu hiçbir zaman kabul etmeyiz. Kabul
eden olsa bile onu "aptal" hatta "hain" ilan ederiz."
Her Yunanlının yaşamında iki yüzü vardır. Bunlar, gerçek dünya ile düşler dünyasıdır. Gerçek
dünya, onun bedeni ile yaşadığı dünyadır. Hayal dünyası ise "Elenizm"in ölçüleri içinde
yaratılan yaşamıdır.
Yunanlı, herkesin içinde yaşadığı ve bildiği olayları göz göre göre kabul etmeyip, böyle bir
şeyin hiçbir zaman olmadığını iddia edebilecek bir yapıya sahiptir. Yunan hayranı olarak
tanınan İngiliz şair Lord Byron bile onları bir kitabında "Yunan milleti, gerçeği kavrama
yeteneğinden yoksundur." şeklinde tanımlamıştır.
Yunanistan 1832'de bir Krallık olarak dünya üzerindeki yerini aldığı zaman sınırlarının
yüzölçümü, 47.516 Km2'lik bir alanı kapsıyordu. Bugünkü sınırları ise, 131.990 Km2'dir. Bütün
bu topraklar bir damla Yunan kanı dökülmeden diplomatik entrikalarla ele geçirmiş, adeta
gasp etmiştir.
Bugün Yunanıstan'ı oluşturan toprakların, Korfu Adası hariç, tümü bir Türk devleti olan
Osmanlı İmparatorluğu'na aitti.
Yunan Krallığı'nın kurulması için Londra'da imzalanan protokolde, Osmanlı İmparatorluğu ile
Yunan Krallığı arasındaki sınırlar belirlenmiş olduğu halde, Yunanlılar daha ilk kuruluş
yıllarında yarattıkları sınır olayları ile Osmanlı İmparatorluğu'na ve dolayısıyla Türk milletine
ciddi problemler yaratmışlardır.
Böylece Türkler 450 yıl üzerinde yaşadıkları toprakları, kurulan Yunan Krallığı'na terkedip
gitmek zorunda kalmışlardı ama, "Yunan Varlığı"nın sahneye çıkmasıyla, bir bela halini alan
problemleri bitmemiş, bilakis artmış, tırmanmış ve bir çıkmaza girerek bugünkü duruma
gelinmi?tir.
Yunan Devleti'nin kuruluşundan bu yana tam 177 yıl geçtiği halde Yunanlıların Türklere karşı
hislerinde en ufak bir değişiklik olmadı. 1919'da "Büyük Yunanistan"ı yaratmak için
Anadolu'yu işgal etmeye teşebbüs eden Yunanlılar'ın, hamile Türk kadınlarını süngüleyerek
doğmamış yavrularını karınlarında öldürürken, "Bir Türk piçini doğmadan öldürdük.." diye
naralar attıklarına tanık olanlardan hala yaşıyanlar var. 1974'den önce aynı "Yunan
Barbarlığı" Kıbrıs Adası'nda da yaşandı.
1963-1974 yılları arasında Kıbrıs'ta yaşananlar ile Girit'in Yunan topraklarına alınması
sürecinde yaşanmış olaylar arasında büyük benzerlikler vardır. Kıbrıs'ta da, Türk oldukları için
kadın, çocuk, ihtiyar ayırt edilmeden yüzlerce kişiyi acımasızca öldüren, sonra da üzerleri-ne
benzin döküp yakanların başında Yunanlı subayların bulunduğunu bütün dünya biliyor. Bunlar
İnsanlık tarihine mal olmuş acı olaylardır.
Yunanistan, 1840 yılının başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan Girit Adası'nı
da sınırlarının içine almak amacıyla hazırlık yapmaya başlamıştı. Atina'daki Osmanlı Elçisi
Musuros, Yunan Hükümeti'nin Girit'te başlattığı ayaklanmaya katılmaları için Ada'ya gizlice
asker ve silah yolladığını ortaya çıkararak bu durumu protesto etmi?ti. Yunan Dışişleri, Türk
elçisinin protestosunu kabul etmemiş, iddiayı asılsız olarak nitelemişti.
Oysa, Yunan milli ar?ivinde bulunan bir belgede, 20 Haziran 1841 günü Poros Adasındaki
deniz üssünden 2.000 adet silah ile 1035 okka barut çalındığı belirtilmektedir. Yıllar sonra
çalınan bu malzemenin Girit'e gönderildiği gerçeği ortaya çıkmıştır.
Bunun bir tekrarı 1956'da kaydedildi. Yunanistan'ın eski Dışişleri Bakanlarından Evangelos
Averof, "Kaybolmuş Fırsatlar" adlı kitabında, 1956'da Dışişleri Bakanı olduğu dönemde,
Yunan Hükümeti'nin Kıbrıs'ta EOKA terör örgütünü nasıl beslediğini, Türkler'i ve İngiliz-ler'i
öldürmeleri için hangi yollardan silah verdiğini, "Birleşmiş Milletler"i nasıl kandırdıklarını,
kelimesi kelimesine şöyle anlatır:
"1956 yılı başlarında Andreas Azinas ile Makarios'un yakın çevresinden Papaz
Papamiltiyadis'in kızı Marula, Atina'ya gelerek yerleştiler. Bunlar, Kıbrıs'a gönderilecek silah
ve cephaneyi sağlayacak ekibi oluşturacaklardı. Bütün bu operasyonun en güç yanı, gizlilik
konusunda gösterdiğim hassasiyet ve ısrarımdı. Kıbrıs'a gönderilen silahların kaynağının
tesbit edilmesi halinde doğacak en ufak bir şüphenin ortalığı karıştıracağını bildiğim için, böyle
bir durumda, sevkiyatın derhal anında durdurulmasında ısrar ediyordum. KIBRIS'A SİLAH
GÖNDERDİĞİMİZİN ÖĞRENİLMESİ, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN, KAPILARINI
YUNANİSTAN'A VE KIBRIS'A KAPATMASI DEMEKTİ Yasal olmayan yollardan silah
sağlamak kolay birşey değildi. Bu silah ve cephanelerin, ordu depolarından gizlice alınması
mümkün olamazdı. General Grivas'ın, (Kıbrıs'ta EOKA terör örgütünü kuran Yunan subayı)
Azinas'a tanıştırdığı üç subay bu operasyonda çok önemli rol oynamışlardı. Bunlar Albay
Eksindaris, Binbaşı Gramatikos ve Yüzbaşı Stavros'dan kurulu bir hücreydi. BU ÜÇ YUNAN
SUBAYI ELLERİNDEKİ OLANAKLARI KULLANARAK YUNAN ORDUSUNUN YENİ
SİLAHLARINI KULLANILMIŞ MİADI DOLMUŞ, CEPHANELERİ DE YAKILMIŞ
GÖSTEREREK KA-YITLARDAN DÜŞÜRMEK SURETİYLE KIBRIS'A GÖNDERMESİ İÇİN
AZINAS'A TESLİM EDİYORLARDI."
Yunanistan, ordusuna ait silahları "çalınmış" ya da "hurdaya" çıkmış göstererek, 1841'de Girit
Adası'na olduğu gibi 1956'da da Kıbrıs Adası'na, Türkler'i öldürmeleri için gizlice kurduğu,
terör örgütlerine göndermişti. Bugün ise yıl 1997, Yunanistan gene aynı oyunu yeni bir
görünümle sürdürmeye devam ediyor. Atina bu kez dünya'yı "silahlar çalındı", "hurdaya çıktı"
şeklinde değil de, "Güney Kıbrıs Rum Toplumuna eski silahlarımızı sattık, Kıbrıs’a gidenler
paralı askerlerdir" şeklinde kandırıyor. Bu görünüm altında Yunanlılar, Kıbrıs'a, Türkler'e karşı
kullanmaları için 50 Adet AMX tank'ı, "Leonidas" zırhlı araçları ve daha başka silah ve
cephane gönderdiler. Kısacası, devlet olarak dünya üzerinde yerini aldığından bu yana 163 yıl
geçmiş olmasına rağmen Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik melanetlerinde değişen birşey yok,
dün ne ise bugün de aynı, hatta daha da tırmanarak bu kirli oyunlarını sürdürmeye devam
ediyor.
Biz şimdi tekrar 1841'e dönelim. Osmanlı Hükümeti, Yunanlılar'ın Girit Adasında yaşayan
Ortodokslar'ı ayaklandırmak için silahlandırdığını öğrenince, Ada'daki Türkler'i korumak için
asker yolladı.
Atina'nın dayanılmaz tahriklerine rağmen, Türk tarafı serinkanlılığını kaybetmemeye
çalışıyordu. O devrin büyük devletleri bir patlamanın her an yaklaşmakta olduğunu sezmişler,
ipin ucunu fazla çekmemesi için Yunanistan'a baskı yapmaya başlamışlardı. Tıpkı bugün
olduğu gibi.. Yunanlı politikacıların Arnavutluk, Makedonya, Ege ve Kıbrıs'a yönelik akıl almaz
davranı?ları, bugün de Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, ABD ve dünya üzerinde söz sahibi
ülkeler tarafından hoş karşılanmıyor, sık sık kendilerini toparlamaları ve saldırganlığı
bırakmaları için ısrarla uyarılıyorlar.
Avusturya ve İngiliz elçileri, Yunanlı Bakan'ın önüne, Girit'e hangi tarihte, sivil kıyafetle kaç
subay ve asker ile ne kadar silah ve cephane yolladıklarını gösteren belgeleri
koyuvermişlerdi. Yunan Kral'ı buna rağmen "Yabancı dostlarımız bizi korurlar," inancıyla
Girit'e asker yollamaya devam etmişti. Girit'teki Yunan Konsolosluğu ihtilalcilerin karargahı
durumundaydı.
Yunanistan, Girit'te olduğu gibi Kıbrıs'ta da Konsoloslarını halkı Türkler'e karşı ayaklandırmak
için kullanmıştı. Yunanlı Araştırmacı-Yazar Vasos Mathiopulos, "Kıbrıs'ı Kayıp mi Edeceğiz?"
adlı kitabında bu konuya şöyle değinir:
"1931'de Lefko?a'daki Yunan Konsolos'u Aleksi Kiru'nun tohumlarını serptiği Enosis'in en
ateşli destekleyicisi Ortodoks Kilisesiydi. Din adamlarının parolası, `Enosis ve yalnızca
Enosis' idi."
Girit'teki olayların gitgide tehlikeli boyutlara ulaştığı günlerde Osmanlı Dışişleri Bakanı Rıfat
Paşa, İstanbul'daki Yunan Elçiliği Maslahatgüzarını çağırarak, diplomatik bir dille; "Eğer
Yunanistan bir devleti savaşa tahrik etmek istiyorsa oraya Girit'teki Konsolosu Peroğlu'nu
atasın. O, savaş başlatmak için ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyor.." demiş ve bu şekilde
bir savaşın eşiğine gelindiğini imalı bir şekilde anlatmıştı.
İngiltere, önceleri Girit Adası'nın Yunanistan'a bağlanmasına karşıydı. İlk başlarda onun
politikası, Ada'nın otonom bir devlet olarak yönetilmesi şeklindeydi. İngiltere Başbakanı
Palmerston, İstanbul'daki İngiliz Elçisine, Bağımsız Girit konusunda Osmanlı çevrelerinin
görüşünü alması için talimat vermişti. Yunanistan, İngiltere'nin Girit'in Bağımsız bir devlet
olmasını istemesini ve bu yöndeki çabalarını kızgınlıkla karşılamıştı. Atina bu gelişmeler
üzeri-ne Girit'teki Ortodoks çetecilerden, İngilizlerden uzak durmalarını ve otonomiyi bir yana
bırakarak zaman kaybetmeden "ENOSİS"i ilan etmelerini istedi. Atina'dan gelen bu istek,
çetecileri "OTONOMİ" ve "ENOSİS" isteyenler olarak ikiye ayırmıştı.
Bu arada Yunanistan'daki muhalif partiler, Türklerin, "Giritli kardeşlerini" zorla adaya
yolladıklarını iddia ederek bunu bir sorun haline getirince, Başbakan Koletis, siyasi
muhalifleriyle takışmamak için Türk Elçisi Musuros'a bir yazı yollayarak ondan Giritli
Ortodokslar'ın Ada'ya zorla gönderilmemelerini istedi. Bu gülünç ve sahtekarlık dolu bir
hareketti. Yunanistan bir devletti ve bu devlet sınırları içinde görev yapan yabancı bir
diplomatın, o ülkede yaşayan ve himaye edilen bir kişiyi zorla istemediği bir yere göndermesi
mümkün değildi. Bu meselenin arkasında yatan gerçek bir Yunan diplomasi düzenbazlığıydı.
Amaç, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaşmak için Atina'da toplanan Ortodoks Giritliler’in,
savaş olmayınca Girit'teki Enosisçi çetelere katılmaları için geri gönderil-melerine zemin
hazırlamaktı. Osmanlı diplomatları, Yunan yanlısı bu Giritli Ortodoks gönüllülerin Adaya
dönmeleri halinde isyancılara katılacaklarını bildikleri için, onları zorla geri göndermeleri söz
konusu değildi, aksine bunların Yunanistan'da kalmalarını tercih ediyorlardı.
Yunanlılar'ın, "Türkler, Giritli Hristiyanları zorla Adaya yollu-yorlar" şeklinde bir yaygara ile
ortalığı ayağa kaldırmalarının bir diğer nedeni de, Enosis'çi çetelere katılmaları için Adaya
kaçak sokma hazırlığı yaptıkları Giritliler'in yakalanmalarını ve cezalandırılmalarını sağlayarak
"Türkler, Girit Hristiyan halkına işkence ediyor, öldürüyorlar" şeklinde bir propagandaya zemin
hazırlamak ve yabancı ülkeleri Türk devletine karşı kışkırtmaktı. Bu akıl almaz bir davranıştı.
Yunanistan, Türkiye aleyhine propaganda yapabilme uğruna, kendi adamlarını kurban
etmekten kaçınmıyordu.
Yunanistan'ın, bir oldu bittiyle sınırları içine aldığı Girit’te oynadığı oyunun bir eşini bugün
Kıbrıs üzerinde oynadığını görü-yoruz. Kıbrıs konusuna çözüm arayan Uluslararası güçler ve
temsilcileri "Kıbrıs Meselesi"nin gerçek yüzünü bilmedikleri için Yunan-Kıbrıs Rum
Yönetimi'nin sergiledikleri duygu sömürüsü ve benzeri propagandalarının etkisi altında
kalarak, Kıbrıs Adası'na bir Yunan Adası gözüyle bakmaya meyilli gözüküyorlar.
Oysa ipleri, Atina'nın elinde bulunan Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, İngiltere'ye karşı izlediği politika
bir "Şantaj Diplomasi"si şeklinde geliştiği artık çok açık bir şekilde görülüyor. Özellikle 1997
yılı başından beri Güney Kıbrıs'ta Rumlar, Adadaki İngiliz Üslerine karşı şantaj amaçlı bir
saldırı politikası izlemektedirler.
Yunanistan'ın, bugün, PKK ve "İnsan Hakları" konusunu, Avrupa Birliği içinde kullanarak,
Türkiye'yi yıpratmaya çalışması da, komşusuna karşı sürdürdüğü "kirli diplomasi"nin bir diğer
yüzüdür. Görüldüğü gibi Türk-Yunan ilişkilerinde değişen birşey yok.
1858'de Yunanistan tarafından beslenen ve kışkırtılarak yönlendirilen Giritli Ortodokslar, Vali
Mustafa Paşa'ya baş kaldırdılar. İsyanı bastıracak kadar askeri bulunmayan Vali, zaman
kazanmak için asileri yatıştırmaya çalışmış, İstanbul'dan asker gönderilmesini istemişti.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Başkenti olan İstanbul'dan gelen cevap: "Problemlerimiz yeteri
kadar fazla, Girit'te olay yaratmayalım, yumuşak davranmaya gayret edin." şeklindeydi. Hatta
Mustafa Paşa görevinden alınarak, yerine yumuşak mizaçlı bir kişi olan Sami Pa?a
gönderilmi?ti.
Adada gergin hava yatışmak üzereyken, 18 Haziran 1858 gecesi bir Ortodoks Girit'li, bir Türk
bakkalı öldürünce, Türk halkı vali ko-nağının önünde toplanarak, katili linç etmek için
kendilerine veril-mesini istemişti. Jandarmalar galeyana gelen Türkleri durduramıyacaklarını
anlayınca, alelacele kurulan bir mahkeme katili idama mahkum etmişti. Bu defa Giritli
Ortodokslar kızmış, silahlarını kapıp dağa çıkmışlardı. Girit'in Yunanistan'a bağlanmasını
isteyen çeteler gene eskisi gibi Türk köylerini basarak soyuyor, önlerine çıkan Türkleri
öldürüyorlardı.
Sami Pa?a Ada'ya geldikten sonra durum biraz sakinleşmişti. Bu arada Osmanlı Hükümeti,
Hanya şehrindeki Yunan konsolosunun, Ortodoks halkı Türklere karşı isyana teşvik ediyor
gerekçesiyle geri alınmasını istedi. Yunanlılar onu geri çekmediler yalnızca süresiz izin
verdiler.
Adayı yöneten Türkler, ortalığı sakinleştirmeye çalışırlarken, Yunanlı ajanlar ve Kilise,
Ortodoks halkı kışkırtmaya devam ediyorlardı. Yunan konsolosluğunda Girit lehçesiyle
yazılmış Türkleri hedef alan bir bildiri havayı bir anda gene elektriklendirmişti. Bu bildiride;
“MÜSLÜMAN OLAN TÜRKLERİN GİRİT ADASINDA YAŞAYABİLMELERİ İÇİN
ORTODOKSLUĞU KABUL ETMELERİ, AKSİ HALDE ADADA TEK TÜRK KALMAYINCAYA
KADAR ÖLDÜRÜLECEKLERİ” belirtiliyordu.
1965'te Kıbrıs'ta da Ada Türklerine karşı bir soykırıma girişen EOKA terör örgütünün başında
bulunan Yunanlı General Grivas da buna benzer birçok bildirilerle Ada Türklerini, EOKA
çetecilerinin öldürmeleri için birer canlı hedef haline getirmi?ti.
Yunanistan, 1860'lı yıllarda Osmanlı İmparatorluğunu parçalamaya yönelik faaliyetlerini
hızlandırmıştı. Bulgar ve Sırp gençleri, Atina'daki Harp okulunda eğitip subay yetiştiriliyor,
İtalya'dan topladığı işsiz güçsüzleri, katil ve sabıkalı canileri paralı asker olarak Girit'e
yolluyordu. Yunan Harp Okulundan çıkan Bulgar ve Sırp su-baylarla, İtalyan paralı askerler,
Girit'te sözde bağımsızlık savaşı veren "çete"ler olarak cinayetler işliyorlar, soygunlar
yapıyorlardı.
Türk askerleri bu çetecileri yakaladıkları zaman İtalyan, Bulgar ya da Sırp vatandaşı oldukları
için, bunlarla Yunanistan arasında bir bağlantı kurulamıyordu.
Bu gelişmeler 1860'larda kaydedilmiştir. 1997'de ise aynı oyunun Güney Kıbrıs'ta
sahnelendiğini görmekteyiz. Ada Türklerini saf dışı bırakarak bütün Kıbrıs Adası'nı büyük bir
inatla sınırları içine alma çabası içinde bulunan Yunanistan’ın, Sırp ve Ortodoks Arnavut subayları ile PKK terör örgütünün militanlarını paralı asker olarak Türklere karşı savaşmaları için
Güney Kıbrıs'a yolladığını da Güney Kıbrıs'ta görevli bütün yabancı diplomatlar görüyor
biliyorlar.
Bu gelişmeler kaydedilirken, Yunanistan'dan Girit'e büyük bir parti silah gönderildi. Osmanlı
yönetimi buna büyük tepki gösterdi ve Atina'dan, Girit üzerindeki oyunlarına son vermesi
istendi. Yunanistan’ı yönetenler her zamanki pişkinlikleri ile "Biz barışsever bir milletiz, Girit'e
silah göndermiş değiliz, yanlışınız var." şeklinde bir açıklamada bulunmuşlardı.
Bu açıklamadan iki gün sonra Atina, Türklerle alay edercesine Girit'e bir parti silah daha
yollamıştı.
Osmanlı devleti oynanan oyunun farkındaydı, Girit'e savaş gemileri ve asker gönderdi. Bu
müdahele sonucu isyancılar 2-3 hafta içinde dağıtılmışlardı.
İsyan'ın bastırılmasından kısa bir süre sonra Yunanistan gene "Panellinion" adlı gemi ile
Girit'e gönüllüler, silah, cephane ve para yolladı. Ayrıca Kralın Yaverlerinden Zervudakis ile
ihtilalcileri yeniden örgütleyecek yüksek rütbeli Yunanlı subaylar da gizlice Adaya
gönderilmişlerdi. Yunanistan'ın tüm çabalarına rağmen, Türk Kuvvetleri, ihtilali bir kez daha
bastırmış, Girit'te ihtilal yapmaya çalışan subayları yakalayarak cezalandırmak yerine
Yunanistan'a iade etmişti.
Yunanistan, "GİRİT BENZERİ" bir entrika dizisini yıllar sonra Kıbrıs Adasında da oynamaya
kalkışmış, Türkiye, bu tahrik edici oyunu yıllarca serinkanlılıkla izlemiş, ancak Kıbrıs Türk
halkının can güvenliği söz konusu olunca 1974'de Hukuki Garantörlük hakkını kullanarak
Adayı Yunanistana bağlamak amacıyla darbe yapan Yunan subaylarına karşı müdahelede
bulunmuştur.
TÜRKİYE, YUNANİSTAN'IN KIBRIS ADASI ÜZERİNDEKİ EMELLERİNİ ÇOK İYİ BİLMEKTE
VE YENİ BİR "GİRİT OLAYI"NIN YAŞANMAMASI İÇİN BUGÜN ÇOK HASSAS VE KARARLI
DAVRANMAKTADIR.
Yunan Kralı, Girit fiyaskosunun faturasını, dönemin Başbakanına ödetmiş onu azlederek
yerine Kumuduros'u getirmişti. Yeni Başbakan kurduğu hükümet'te "Meğali İdea"cı olarak
tanınan politikacılara özellikle yer vermişti. Bu yeni Hükümetin aldığı ilk karar Girit
İhtilalcilerine destek vermek için bir yardım kampanyası açmak olmuştu. Dış ülkelerde
yaşayan Yunanlılarla İstanbul'da yaşayan Osmanlı vatandaşı Rum kökenli Yunanlılardan 28
milyon drahmi toplanmıştı. Bu para ile satın alınan silahlar alelacele Girit'e gönde-rilmişti.
Ayrıca Adaya gizlice yollanan Yunanlı subaylar, çetecileri yeniden örgütlemeye ve eğitmeye
başlamışlardı.
Kumuduros'un iktidarı çok kısa sürmüştü. Kral onu görevden aldı ve yerine Anayasa
Mahkemesi'nin Başkanı olan Moraitini'yi atadı. Yunanistan'ın Girit Adası üzerindeki tahrik
edici faaliyetleri Osmanlı yönetimini ciddi şekilde sinirlendiriyordu. Kral George, Türk tarafını
sakinleştirmek için her zaman yaptığı gibi yabancı ülkelerin elçile-rine sığınıyor, Yunanistan'ı
Türklerden korumalarını istiyordu.
NE GARİPTİR Kİ ŞİMDİ DE YUNANİSTAN BAŞBAKANI, TÜRKİYE'Yİ HEM TAHRİK
EDİYOR, HEM DE TÜRKİYE'NİN YUNANİSTAN'A SALDIRACAĞINI İDDİA EDEREK,
DÜNYAYI AYAKLANDIRIYOR, ONLARDAN YUNANİSTAN'I TÜRK TEHLİKESİNDEN
KORUMALARINI İSTİYOR.
Yunan Parlamentosu, politikacı olmadığı için Moraitini'ye güvenoyu vermedi, bu yüzden
hükümeti kurma görevi Vulgaris'e ve-rildi.
Vulgaris, Girit konusunu bir politika malzemesi olarak kullandığı halde, bunun kendisine
problemler yaratacağını da çok iyi biliyordu. Hükümetin Dışişleri Bakanı Deliyanis ise onun
aksine, Girit'teki ihtilalin körüklenerek, Türk tarafı için “KANAYAN YARA” haline geti-rilmesi
gerektiğini meclis konuşmalarında tekrarlayıp duruyordu.
Yıllar sonra 1974'de Yunanlılar, Türk müdahalesi yüzünden Kıbrıs'ı sınırları içine alamayınca
ülkenin Başbakanı Konstantin Karamanlis aynı yılın sonlarında Selanik Fuarının açılışında
yaptığı bir konuşmada kelimesi kelimesine "KIBRIS'I, TÜRKİYE'YE KANAYAN BİR YARA
HALİNE GETİRECEĞİZ" demişti.
Başbakan Vulgaris, şimşekleri üzerinden atmak için Girit konusunda Dışişleri Bakanı
Deliyanis'e geniş yetki tanımıştı. Yeni Yunan Hükümeti iktidara gelir gelmez Girit konusunda
Osmanlı devletini tahrik edici faaliyetlerin içine girince, Türk tarafı 29 Kasım 1868'de Yunan
Hükümetine bir Nota verdi. Notada “5 gün içinde, Girit'teki çetelerin dağıtılması, Yunan
subaylarının geri alınarak cezalandırılmaları, ayrıca bir daha Girit'te Türk devletine karşı
eylem düzenlenmeyeceği konusunda söz verilmesi” isteniyordu.
20 Ocak 1869'da, Büyük devletler Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginliği görüşmek üzere
Paris'te bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda alınan karar, “TÜRKİYE'NİN HAKLI OLDUĞU VE
YUNANİSTAN'IN GİRİT KONUSUNDA KIŞKIRTMACI OLMAKTAN KAÇINMASI GEREKTİĞİ”
şeklindeydi.
Ne var ki, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu çok ciddi problemlerle yüzyüze bulunuyordu.
Balkanlar bölgesinin halkları Rusya'nın kışkırtmalarıyla, İmparatorluğa karşı ayaklanmışlardı.
Balkanlardaki isyanlar çığ gibi yayılmıştı. Osmanlı ordusu isyanları bastırmak için birkaç
cephede birden savaşıyordu.
Osmanlı Devleti sınırlarını korumaya çalışırken, İsviçre'nin Cenevre şehrinde bir örgüt
sahneye çıkmıştı. Bu örgütün adı "DEMOKRATİK DOĞU FEDERASYONU" idi. Örgüt Rum,
Bulgar, Sırp ve Romanyalılar tarafından kurulmuştu. Yunanlılar dikkatleri üzerlerine
çekmemek için örgütte “Rum” adı arkasında yerlerini almışlardı. Örgüte maddi destek verenler
Yunanlı ve Ermeni zenginlerdi. Örgütün amacı Balkan ülkelerinin bir Federasyon çatısı altında
toplanmalarıydı. Bu federasyon kuruluncaya kadar da örgüt Balkan bölgesinde Osmanlı
İmparatorluğu'na karşı başlayan ayaklanmaları besleyecekti.
Yunanlı politikacılar, Balkan bölgesini Türk devleti için bir yara haline dönüştüreceklerinden,
bu arada Ermeni ve Kürtlerin de Doğu Anadolu'da ayaklanacaklarından emindiler ve bu
yönde faaliyetlerde bulunuyorlardı. Böylece Girit'i ve Anadolu'da göz diktikleri Türk
topraklarını sınırları içine alarak "Büyük Yunanistan"ı yaratacaklarına inanıyorlardı.
Ne gariptir ki, Yunanistan bugün bile yine aynı oyunu oynamaya devam ediyor. İşte bunun en
açık bir kanıtı 1995 Mart ayı sonlarında Türkiye ve dünya basınında yayınlanan "Uluslararası
İlişkiler Ajansı"nın aşağıdaki haberidir.
"Yunanistan, Türkiye'yi Parçalamak için Güney Kıbrıs'ı Üs Olarak Kullanıyor" başlıklı haberin
tam metni şöyledir:
"Güney Kıbrıs'ı Türkiye'ye yönelik yıkıcı faaliyetlerin üssü haline getiren Yunanistan,
Lefkoşa'da Türkiye'yi parçalamayı hedef alan bir toplantı düzenledi. "KÜÇÜK ASYA
HALKLARI TOPLANTISI" adını taşıyan bu toplantının amacının, Türkiye Cumhuriyetini 47
parçaya bölmek olduğu ilan edildi.
Türkiye'den suç i?leyerek kaçan Ermeni, Kürt, Suriyeli, Arap ve Komünist teröristleri Atina'da
toplayıp, Türkiye'deki bağımsızlık hareketlerinin temsilcileri olarak Güney Kıbrıs'a götüren
Yunanlılar'ın başında bulunan iki isim dikkati çekiyor. Bunlardan biri kendisini PKK'nın çete
başı çocuk katili Abdullah Öcalan'ın Yunanistan'daki temsilcisi olarak tanıtan Yunanlı Emekli
Amiral Andonis Naksakis ile, Yunanistan'da iktidarda bulunan Sosyalist PASOK Partisi'nin
Merkez Komitesi üyesi Mihalis Haralambidis'dir.
Toplantının bir diğer ilginç yanı da sözde parçalanacak Türkiye Cumhuriyeti toprakları
üzerinde kurulacak hayali Rum, Kürt, Arap, Ermeni devletlerinin uydurma bayraklarının
asılmış olmasıydı. Bu toplantıya Yunanlı Milletvekilleri de katıldılar ve konuşmalar yaptılar.
Yunan anamuhalefet "Yeni Demokrasi" partisi milletvekili Panayotis Kamenos'un konuşması
şöyleydi: "Bugün burada toplanan bizler, Türkler'e karşı tarihte yerini alacak ortak bir
mücadeleyi başlatmak için toplanmış bulunuyoruz. Bizi birleştiren, bütünleştiren ortak bir
düşmanımız var. BU DÜŞMANIMIZ TÜRKİYE'DİR.. İşgal edilmiş topraklarımızı Türkiye'nin
elinden kurtarmak için ortak bir mücadele başlatmamızın artık zamanı gelmiştir."
Türkiye'yi "İnsan Hakları" ve "Demokrasi" konusunda yargılayan yabancıların adil olabilmeleri
için bu gerçekleri ve "Türkiye üzerinde oynanan oyunları" çok iyi bilmeleri gerekir.
1870'lerde Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalayarak toprakları üzerinde Balkan Federasyonu
kurma faaliyetleri içine giren Yunanistan'ın, 1998'de Anadolu'yu parçalayarak üzerinde Kürt,
Ermeni, Arap, Rum Cumhuriyetleri Federasyonu kurmaya çalıştığını görüyoruz.
Biz gene gerilere 1870'li yıllara dönelim. Osmanlı Ordusu Balkanlardaki ayaklanmaları
bastırınca "DEMOKRATİK DOĞU FEDERASYONU" ortadan kayboldu.
Yunanlılar hiçbirşey olmamış gibi gene Girit'te yeni bir isyanı kışkırtmaya başladılar. 15 Eylül
1877'de, 700 kadar Giritli silahlarıyla Atina'da tarihi stadyumda toplanarak, Girit'i Türkler'den
almak için yemin ettiler.
Bu arada Girit'teki Enosis'çi ihtilalcileri eğitecek olan Yunan subayları da, 1878'de Pire
Limanı’ndan Girit'e hareket ettiler. Ada'da yaşayan Yunanistan yanlısı Ortodoks halk, yine
yollara dökülmüş, Türkler aleyhine gösteriler yapıyorlardı.
Silahlar patlamadan önce "Girit İhtilal Komitesi" Osmanlı yönetimine bir mesaj yolladı. Bu
mesajda, Yunan yanlısı Ortodoks halkın, Osmanlı devletinden, adanın bağımsızlığını
tanımasını, kendi yöneticilerini kendi aralarında seçmesini kabul etmesini, Otonom yönetime
yılda 500 kuruş vergi ödemesini ve yabancı ülkelerin garantörlüğünü kabul etmelerini
istiyordu. Osmanlı Devleti bu isteklere cevap dahi vermeyince, çeteler dağa çıkıp saldırı
hazırlığı yapmaya başladılar.
Girit Adasındaki Türk Kuvvetleri'nin komutanı İstanbul'lu bir Rum olan Adosidis Paşa idi.
Adosidis Paşa Ortodoks halk'a karşı yumuşak davranıyor, onlara yakın olmaya çalışıyordu.
Bunun nedeni onlara kendisinin de Ortodoks olması değil, onları kontrolü altında tutmak
istemesi idi. Asilerin arasında ona bilgi taşıyan ajanları vardı. Bu şekilde onların bütün
hareketlerini izleyerek önlemlerini alıyordu.
Adosidis Pa?a, ajanlarından, ihtilalcilerin “Bağımsız Girit” görünümü ile Avrupa ülkelerinin
sempatisini kazanmaya çalıştıklarını, asıl amaçları'nın "Enosis" olduğunu öğrenmişti. Elinde
bunu doğrulayacak belgeler de vardı. Bu sayede, Yunanistan'ın kont-rolünde bulunan
ihtilalciler etkisiz hale getirildiler.
1889'un Kasım ayında Girit'teki Yunan yanlısı Ortodokslar yine ayaklandılar. Yunanistan'ın
Adaya yolladığı ajanlar, Ortodoks halkı, kiliseyi de devreye sokarak "Enosis"i ilan etmeleri için
zorlamaya başlamışlardı. Hatta Atina'da hazırlanan bir bildiri ile Girit Ortodoks halkının kendi
iradesiyle Yunanistan'a bağlanması konusunda karar aldığını açıklamıştı.
Yunanistan, aynı oyunu 1950'de Kıbrıs'ta oynadı. Bir oldu bitti ile kilisenin içinde düzenlenen
hile dolu bir plebisitle Adada yaşayan Ortodokslar'ın Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanmasını
istedikleri açıklandı. Girit'te olduğu gibi, Kıbrıs'ta yaşayan Türkler, tanınmak istenmemiş, insan
yerine konmamışlardı.
Atina'da hazırlanan Girit Adasının Yunanistan'a bağlanmasıyla ilgili açıklama üzerine,
Osmanlı Devleti duruma el koymuş ve Mahmut Celalettin Paşa'yı Adaya yollamıştı. Paşa
ihtilalcilere önce yumuşak muamele etti. Onlar ise aksine kan dökmeye başlayınca, Celalettin
Paşa sertleşmek zorunda kaldı.
Ba?bakan Trikupis, Yunanistan savaşa hazır olmadığı için Girit ihtilalcilerini durdurdu.
Türk-Yunan ilişkilerinin 1896-1897 bölümü, Yunanlı tarihçi Yorgo Kordatos'un "Yunan Tarihi"
adlı kitabında şöyle yer alır:
"31 Mayıs 1895'de seçimleri kazanan Deliyanis Başbakan olur olmaz, her şeyi bir yana
bırakarak ülkenin çok bozuk olan ekonomik durumunu düzeltmek için dış krediler sağlamaya
ağırlık verdi. Bu arada Doğu Anadolu'da Ermeniler'in Osmanlı Devleti'ne baş kaldırdıkları
haberi Atina'ya geldi. Bu haberin duyulmasından onbeş gün sonra Girit'teki Rumlar gene
ayaklanmışlardı.
Ermeniler Berlin Anlaşmasının 61. maddesinden kendilerine de pay çıkararak, Anadolu'da
toprak talebinde bulunuyorlardı.
Ermeni ihtilali, Avrupa'daki Türk düşmanları tarafından bir propaganda konusu haline
getirilmişti. Yunanlılar, Türkler'i dünyaya "Barbar caniler.." olarak tanıtmaya çalışıyorlardı."
Bugün de Yunanistan'ın, Türkiye'ye yönelik yüzü aynı çirkinliği koruyor. Değişen hiçbir şey
yok. Hatta propaganda malzemesi olarak kullanılan sözcükler bile aynı. Yunanlılar'a göre
"Türkler, barbardır", "İnsan haklarını çiğniyorlar", "Yunanistan'ı, Ege'yi, Kıbrıs'ı işgale
hazırlanıyorlar.." ve buna benzer daha bir çok hezeyanları dünyaya yayıp duruyorlar.
Türkiye'yi parçalamak, Anadolu'yu yağmalamak için PKK ve benzeri kanlı terör örgütlerini
topraklarında barındırdıkları gerçeği ortaya çıktığı zaman ise, İnsan Hakları savunucuları
olarak ortaya çıkıveriyorlar.
Osmanlı Devleti, Ermeniler'le uğraşırken, Girit'te de bir isyanla karşı karşıya gelmek
istemiyordu. Bu yüzden, kendi yöneticilerini seçmelerı için seçim yapmalarına izin vermişti. 8
Nisan 1895'de seçimler yapıldı. Atina, Girit'li Ortodokslar'ın yatışmasını istemiyordu. Türklere
problemler yaratmaları için onları kışkırtmayı hızlandırdı.
Girit'e dağıtılan Atina'da hızırlanmış bildirilerde "Ermeniler Türklere karşı isyan ettiler.
Bağımsızlık savaşı veriyorlar. Giritli kardeşlerimiz siz de Türklere karşı savaşın, onları
adanızdan atın." deniliyordu.
Girit Adasındaki Osmanlı kuvvetlerinin Genel Komutanı olan İstanbul'lu gerçek Rum kökenli
Karatodori Paşa, Adadaki Yunan Konsolos'u Yennadi'nin, Ortodoks halkı isyana teşvik ettiği
ortaya çıkınca, seçim sonuçlarını iptal etti ve yönetim meclisini kapattı. 7 Mayıs 1896'da
Ortodoks halk, Yunanlı ajanların ve papazların kışkırtmalarıyla Türk askerlerine saldırdılar,
silahlar patlamaya başlayınca 12 Mayıs'ta Yunan Başbakanı Adaya savaş gemileri
göndereceklerini açıkladı. 15 Mayıs'ta Atina'da Girit için bir miting düzenlendi. 20 Mayıs'ta
yapılan daha görkemli mitingde, Girit'in Türklerden kurtarılması için bir "Savaş Komitesi"nin
kurulduğu açıklandı. Komite'nin başına Yunanlı General Koroneos getirilmişti. Ayrıca bir de
"Giritliler Merkez Komitesi" kurulmuştu. Bu komite Girit İhtilalcilerinin propagandasını
yapacak, yardım toplayacaktı.
Yunanistan'da Girit ile ilgili örgütlenmiş faaliyetler başlayınca, Yunanistan'ın dostu olan
yabancı ülkelerden bazılarının İstanbul'daki elçileri, Padişah Abdülhamid'e Girit'te İsyanı
bastıran Turhan ve Hasan Paşa'ları geri alması için baskı yaptılar.
Bu iki paşa, Yunanlıların örgütlediği Enosisçi asilere nefes aldırtmadıkları için Ada'da
görevlerini sürdürmeleri işlerine gelmiyordu. Onları Ada'dan uzaklaştırmak için yabancı
dostlarını kullanmışlardı. Padişah Abdülhamid, yeni problemlerle karşı karşıya kalmamak için
bu iki paşayı Girit'ten geri çekmişti.
Osmanlı yönetimi Adadaki, bütün görevlilerini değiştirdi. Genel Komutan olarak Osmanlı
vatandaşı İstanbullu bir Rum olan Yorgo Virovitis Paşayı tayin etti. Asiler yatışmak üzereyken
Atina her zaman olduğu gibi ateşi körükledi. 27 Temmuz 1896'da Yunan ordusundan çok
sayıda subay ve assubay "Mina" gemisiyle ihtilale katılmak amacıyla Girit'e gittiler.
Aynı tarihlerde Kıbrıs'ta da Yunan faaliyetleri doruğa ulaşmaştı. İngiliz Milli Arşivinde 883/6
numaralı dosyada bulunan belge bu faaliyetler hakkında bilgi veren bir istihbarat raporudur.
Limasol'da bir üst düzey İngiliz görevlisi tarafından hazırlanan raporda şöyle deniliyor:
"Toplantılarda, gösterilerde, sıradan olaylarda, festivallerde, ku-lüplerde ve oyun alanlarında
Yunan bayrağı taşınıyor veya asılıyor.
Her ne kadar Kıbrıs İngiliz yönetimi altında, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olsa da,
genelde belirgin bir şekilde görülen Yunan bayrağıdır.
Bu tahriklere Müslüman nüfus geçen yıl anlayışlı ve ılımlı davrandı. Eğer, Osmanlı Türkleri
de, Ortodoks Hristiyanları örnek almış olsalardı, onlar da kötü niyet gösterip taşkınlıklar
yapabilirlerdi. Osmanlı bayrağı hemen hemen hiç kullanılmıyor ve arada bir Vali konağında
asılan küçük sancaktan başka İngiliz yönetiminin hiçbir amblemi görülmüyor.
Bu aralarda, ?ehrin ucunda sahilde, neredeyse evimin kar?ısında bulunan lisede sık sık çok
büyük bir Yunan bayrağı yükseliyor. Bu ve diğer bayraklar limana giren ve oradan geçen
gemiler tarafından görülebiliyor. Bu konuyla ilgili herhangi bir önlem almadım. Ancak durumu
bilgi için size aktarıyorum."
1897 Ocak ayında, Yunanistan "Meğali İdea" arzularını açığa vurmuştu. Girit'teki Yunan
yanlısı Ortodoks çeteciler, silaha sarılmışlardı. Osmanlı Devletinin yeni maceralara
sürüklenecek gücü kalmamıştı. En ufak ayaklanmayı yayılmadan anında bastırması
gerekiyordu. Girit'teki bu ayaklanma da böyle hassas bir ortamda bastırılmıştı. Örgütlenmiş
Yunan propagandası, Avrupalıları, "Türkler Girit'te Hristiyan kardeşlerinizi öldürüyorlar."
diyerek Türkler aleyhine kışkırtıyordu.
Yunanistan'ın silahlandırarak, Türklere saldırttığı çetecilerle, Yunanistan'dan Ada'ya kaçak
giden Yunanlı subay ve askerlerin Ada Türklerini öldürüp mallarını çalmalarına verdikleri isim
"Bağımsızlık savaşı"ydı. Tıpkı l963-1974 yılları arasında Kıbrıs'ta olduğu gibi, Türk halkını
Yunanlı eşkiyalardan korumaya çalışan devletin bu katilleri durdurmaya çalışması ise, "Türk
Barbarlığı" oluyordu. Yunan propagandası, yabancıları yalanlarıyla etkilemekte ustadır.
Avrupa ülkeleri hükümetleri de, o dönemde Osmanlı devletiyle olan diplomatik ilişkilerine göre
Yunan propagandasını ya sahipleniyor ya da dikkate almıyordu.
Ne yazık ki 2000 yılına yaklaşırken Türk devleti benzeri bir durumla gene yüzyüzedir. Yunan
propagandasını kendi diplomatik ve iç siyasi politikalarına alet eden bazı ülkelerin, 19.
yüzyılda olduğu gibi Türkiye'ye karşı cephe almış bulundukları görülüyor.
Girit’e dönelim:
Yeni problemler istemediği için Girit konusunu kapatmaya çalışan Sultan Abdülhamid,
Giritliler'e Bağımsızlık vermeyi kabul etmişti. İngilizler de Girit Rumlarına bağımsızlık
verilmesini istiyordu. Yunanlılar ise "Enosis"ten başka hiçbir çözümü kabul etmiyorlardı.
28 Ocak 1897'de, Yunan savaş filosu Girit'e doğru hareket etti. Yunan Veliahdı Yorgo,
gemilerden birinin komutanı olarak sefere katılmıştı.
31 Ocak 1897'de Yunan Kralı, büyük devletlere bir çağrıda bulundu. Çağrı şöyleydi:
"Yunanistan, ‘Girit Yunanlıları'nı (Ortodokslar) koruması altına almıştır. Siz Avrupa
ülkelerinden, Türklerin Girit'e asker göndermelerini önlemeniz için savaş filolarınızı Ada
sularına göndermenizi istiyoruz."
Yunanlılar, bir yandan Adaya saldırıp "Enosis" ilan ederken, öte yandan Avrupalılara emrivaki
ile savaş filolarını Girit'e yollamaları için adeta emir veriyorlardı.
Yunan gemileri 1 Şubat'ta Suda limanını abluka altına almış, Hanya'ya asker çıkararak adayı
işgal harekatına başlamışlardı. 25 Şubat'ta Atina, Girit Adasını Yunanistan'a bağladığını
dünyaya ilan etti.
Yunanistan'ın adayı işgale kalkışmasına ve "Enosis"i ilan etmesine karşı, Osmanlı devleti'nin
gösterdiği tepki, Yunanistan'ın Avrupa ülkeleri nezdinde kınanması ve Anadolu'da asker
toplanmaya başlanması şeklinde olmuştu.
Yunanistan'ın bu hareketi "savaş ilanı" anlamına geliyordu. Buna rağmen, Yunanlılar'ın Girit'i
işgal etmeye kalkışmalarını sempatiyle karşılayan Avrupa ülkeleri de vardı. Bunlar, Yunan
Kralı'na kutlama telgrafları yolluyor, onu adeta kışkırtıyorlardı. Bu ilgiden cesaret alan Kral,
yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde: "İstediğim anda 300 bin kişilik bir ordu çıkarır,
Osmanlı Devleti'ni yeryüzünden sile-rim. Bu, hedefimize ulaşmamız için yeterli bir güçtür."
diyordu.
Yunan Kralı bir yandan, Türkiye'ye karşı savaş kışkırtmacılığı yaparken, öte yandan Rusya,
Fransa, İngiltere, Almanya ile gizli diplomatik temaslar sürdürüyordu. Bu ülkelerin birbirleriyle
olan diplomatik ilişkileri toprak ve ekonomik çıkarlara dayanıyordu. Kral Yorgo, desteklerini
kazanmak için hepsine aynı şeyleri vaad edince oynadığı oyun ortaya çıkmıştı. Yunan
Kralı'nın iki yüzlülüğünü ortaya çıkaran Rus Çar'ı idi. Oyuna getirilmeye çalışıldığını anlayınca
Almanlarla birleşti ve Yorgo'yu tek başına bıraktı. Bu gelişmelerin sonucunda Avusturya,
Rusya, Fransa ve Almanya 1 Şubat'ta Yunanistan'a birer Nota verdiler, Nota şöyleydi: "Girit
Adasını işgal etme teşebbüsünüz barışı tehlikeye düşürmü?tür. Bundan doğacak
sorumluluklar Yunan hükümetine aittir."
Durum böyle olunca İngiltere de buna benzer bir Nota'yı Yunanistan'a vermek mecburiyetinde
kalmıştı.
Atina'daki Türk elçisi Asım Bey de, Yunan hükümetini, ileride doğabilecek olaylardan sorumlu
tutulacağı konusunda uyarmıştı. Yunan Dışişleri Bakanı Skuzes'in Türk elçisine verdiği cevap
terbiye ölçülerini çok aşmıştı. Yunanlı bakan ses tonunu yükselterek Türk elçisine şöyle
demişti: "Sizin ne düşündüğünüz benim için önemli değil. Biz kararlarımızın hesabını kimseye
verecek değiliz."
Yunan Devleti bu davranışlarıyla boğazına kadar batağa batmıştı. Geriye dönüş yapması için
zaman çok geçti.
Osmanlı devleti, Yunanistan'a karşı izlediği "hoşgörü" ve "serinkanlılık" politikasını bir yana
bırakarak, artık ona bir ders verme zamanının geldiğine karar vermişti.
2 Şubat'ta, Girit'teki Türk kuvvetleri harekete geçtiler, yakaladıkları ihtilalcileri anında
yargılayarak idam ettiler.
Osmanlı yönetimi, Girit ihtilaline son vermek için adaya asker yolladı. Yunanistan buna büyük
tepki gösterdi ve bir Nota verdi. Nota ?öyleydi:
"Girit Adasındaki Yunan halkının (Ortodokslar) can güvenliğini korumak için, Türk askerinin
adaya ayak basmasına izin vermeyeceğiz."
Yunanistan'ın, bağımsızlık yıldönümü olan 25 Mart 1897'de, Atina'da savaş isterisi doruğuna
ulaşmıştı. O gün, Türk topraklarına saldırıya geçildiği söylentisi etrafa yayıldı. Bu söylenti iki
gün sonra gerçekleşti. 27 Mart'ta, Yunanlı subaylar Epir ve Makedonya'ya giderek, orada
faaliyet gösteren çetelerin başına geçtiler ve Osmanlı devletine saldırdılar.
Türk-Yunan savaşı başlamıştı.
Türk ordusu aynı gün harekete geçerek stratejik mevkileri ele geçirdi. Yunan ordusunun
Başkomutanı Kral Yorgo idi. Türk-Yunan savaşının başladığını duyan Kıbrıs'lı, Girit'li,
İstanbul'lu ve İzmir'li olan ancak Ortodoks oldukları için kendilerinin Yunanlı olduklarına
inandırılan çoğu Osmanlı vatandaşı binlerce kişi gönüllü olarak Yunan ordusuna katılmışlardı.
Avrupa ve Rusya'dan gelip Yunan ordusuna katılanlar da vardı. Yunanistan bu savaş için
yıllarca hazırlanmıştı. Avrupa'da eğitilmiş kurmay subayları, bol silah ve cephanesi vardı.
Yunan ordusu savaşın daha ilk gününde bir sabun köpüğü gibi eriyip yok olmuştu. Paniğe
kapılan Yunanlı subay ve erler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Türk ordusu 21 gün içinde
bütün Thesalya'yı işgal etmiş, Başkent Atina'nın kapılarına dayanmıştı.
Türkiye, 20 Temmuz l974'de de Kıbrıs Adasını bir darbe ile sınırları içine almak istemesi
yüzünden Yunanistan ile savaşacak duruma gelmişti. Yunan yönetiminin emriyle Kıbrıs'ta
terör örgütü EOKA ile birlikte Kıbrıs devletini yıkan Yunanlı subaylar, Adada çok kan dökünce
Türkiye bir "Garantör" olarak müdahele etmek mecburiyetinde kalmıştı. İşte bu yüzden
Türkiye ile Yunanistan 1897'de olduğu gibi bir kez daha savaş ortamına girmişlerdi. Ama ne
var ki tarih boyu Türkiye'ye tehditler savuran Yunan ordusu, tek mermi atılmadan savaşı
kaybettiğini kabullendi. Yunanistan'da seferberlik ilan edildiği anda tam bir kaos yaşandı.
Yedeklerin yüzde 60'ı firar etti. Silah kasaları açıldığında içinden tüfek yerine taşlar çıktı.
Türkiye'nin, Batı Anadolu sahilindeki Rodos, Sakız, Midilli gibi adaları işgal edeceğinden
kesinlikle emin olan Yunanlılar Adadaki değerli eşyaları alelacele önce Atina'ya ve hemen
sonra Girit Adasına kaçırdılar. Girit Adasına kaçırmalarının nedeni ise bir Türk saldırısına
karşı Yunan savunmasının üç kademede geri çekilmesinden kaynaklanır. Türk kuvvetleri
Trakya'daki Yunan sınırını aştıkları anda Yunan ordusunun ikinci savunma hattı, Selanik
şehrinin güneyinde bulunan Larisa şehridir. Türk Kuvvetleri Selaniği almaları halinde ise
Yunanistan'ın son savunma hattı Girit Adası'dır. Kısacası Türk Ordusu Atina'yı alırsa,
Yunanistan devlet olarak varlığını Girit Adası üzerinde sürdürecek. Bu gelişmelerin en ilginç
yanı, o günlerde (1974) Girit Halkı'nın da bağımsızlık için Yunanistan'a karşı baş kaldırmış
olmasıdır. Rodos'ta yaşayan halk ise Ada'daki Türk Konsolosu ile bağlantı kurarak,
“Adalarının Yunan işgali altında bulunduğunu belirtmişler ve Türk Ordusu adayı
bombalamazsa Rodos Adasını Türk Askerlerine en ufak bir çatışmaya meydan vermeden
teslim etmeye hazır olduklarını” bildirmişlerdi.
25 Mayıs 1898'de Türk Ordusu Thesalya'dan çekilmişti. Yunanistan'ın büyük bir bölümü bir yıl
Osmanlı ordusu'nun denetimi altında kalmıştı. Eğer Türk tarafı, Yunanistan'ın bunca yıl onlara
karşı sürdürdüğü düşmanlığın intikamını almak isteseydi, kuvvetlerini geri çekmeden önce
Atina'ya girip bir resmi geçit yapabilir, hatta Akropol'e Türk bayrağını bile çekebilirdi. Bu,
savaş galiplerine tanınan bir haktı. Büyük devletler bile Türk ordusuna bu hakkı tanımışlardı.
Ama gerçek şu ki, düşmanı bile olsa, Türk milleti, savaşta mağlup olmuş bir milletin onurunu
çiğnemeyi düşünmeyecek kadar soyludur.
İngiltere Başbakanı Salisbury o günlerde "Skrip" dergisine verdiği bir mülakatta bu savaşı
yorumlarken, "Yunanistan'ın bir deli gömleğine ihtiyacı var.." demişti.
Türk ordusunun karşısındaki hezimete rağmen Yunanistan akıllanmayı bilmiyor, Girit
konusunda bildiğini okuyordu.
Yunanistan, o tarihlerde Girit üzerinde oynadığı oyunun bir benzerini de Kıbrıs Adası üzerinde
sahneliyordu. Sadece Girit Adasını değil, Kıbrıs Adasını da sınırları içine almaya çalışıyordu.
İngiliz Devlet Arşivlerinde 883/6 numaralı dosyada bulunan 14 Nisan 1899'da tarihli belge,
Kıbrıs'ta görevli Yüksek Komiseri Sir W.F.Haynes Smith'in, Londra'da Sömürgeler Bakanı
Chamberlain'e gönderdiği bir rapordur. Bu tarihi belgede Kıbrıs'taki Yunan faaliyetleri
Londra'ya şöyle aktarılıyordu.
"Geçen Kasım ayında Atina'da kurulan ve adı "Vatanseverler" olan bu örgütün hazırladığı bir
plan ile Kıbrıs'ta yönetime karşı tahriklerin başlayacağını ve hedefin Kıbrıs Adası'nın
Yunanistan'a bağlanması olduğunu bilgilerinize sunarım. Bu örgütün hedefleri ve örgütlenme
şekli Kıbrıs'ın tüm kasaba ve köylerine yayılacak. Bunların sloganı "Ion Adaları, Thesalya,
Girit'ten sonra şimdi sıra Kıbrıs'ta.
Yunanistan, Thesalya'yı ve Girit'i Türk hakimiyetinden alarak sınırlarına kattı. 1998'de aynı
doyumsuzluğu Kıbrıs Türkleri'ni dışlayıp AB’a tam üye olarak dolaylı Enosis’i
gerçekleştirmeye çalışmakla sergiliyor. Kıbrıs Türkleri'nin Rumlar'la anlaşma konusunda
gösterdikleri hassasiyetin nedeni de budur. Kıbrıs Türk İnsanı hakkında karar alacak olanların
adil olabilmeleri için, herşeyden önce Yeni Yunan tarihini ve "Elenizm'in İçyüzünü" çok iyi
bilmeleri gerekir.
İngiliz Yüksek Komiseri'nin raporu şöyle devam ediyor:
"Bilindiği gibi Yunanlılar "Vatanseverlik duygusu" diye adlandırdıkları Elenizmi yaymak için
okulları kullanıyorlar. Böylece Romanya'da, Bulgaristan'da, Mısır'da ve Doğu'da bu konuda
faaliyetlerde bulunuyorlar. Kimse onları, kendi dinlerinden olan insanları Elen fikirleri ile
yetiştirdikleri için suçlayamaz. Ancak onlar çok ileriye gidiyorlar ve bu okulları propaganda
amacıyla kullanıyorlar. Buna rağmen, kendi silahları başka milletler tarafından kendileri-ne
karşı kullanıldığı zaman, Bulgaristan ve Romanya'da olduğu gibi çok hiddetleniyorlar."
Yunanlılar, göz diktikleri ülkeleri ele geçirmek için o ülkelerde yaşayan Ortodoksları kullanmış,
Ortodoks kilisesinin de yardımlarıyla kurduğu okullar vasıtasıyla, "Elenizm"i yaymış, böylelikle
parçalayacağı ülkelerin topraklarını ele geçirmeye, "Büyük Yunanistan" hayalini
gerçekleştirmeye çalışmıştır. Atina, Güney Kıbrıs'ta olduğu gibi, aynı yayılma faaliyetlerini
Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan'da da sürdürmektedir.
Yunanlılar, Türkiye'deki Rum okullarında da bu tür eğitim faaliyetlerini yıllarca sürdürmüş ve
Rum okullarından mezun olanlar birer "Türk düşmanı" olarak ortaya çıkmışlardı.
1901-1908 yılları Yunanistan için bunalımlı bir dönemdi. Türkler'e karşı savaş çığlıkları
atamadıkları için, politikacılarla askerler, aralarında iktidar savaşı veriyorlardı.
Osmanlı Devleti'nde İkinci Meşrutiyetin ilanıyla birlikte, Yunanistan'da "Meğali İdea"
hortlayıvermişti. Diğer taraftan Türk subaylarının Girit'ten Osmanlı İmparatorluğu'nun bir
parçası olarak bahsetmeleri Yunanlıları kızdırıyordu. Oysa Girit Adası Türklere aitti. Adayı
kontrolleri altına alanlar ise Yunanistan'ın yönlendirdiği ve kontrolü altına aldığı Ortodoks
Enosis yanlılarıydı.
Meşrutiyetin ilan edildiği günlerde, Yunanistan'ın Girit'teki temsilcisi Zaimis idi. Ada'nın Türk
yöneticileri bulunmasına rağmen, Yunanistan Zaimis'i Ada'ya Genel Vali olarak yollamıştı. Bu,
Yunanistan'ın devlet olarak var olduğundan beri Türk tarafını nasıl tahrik ettiğini gösteren
yalnızca bir örnektir. Bu tahrik örnekleri yüzlerce hatta binlercedir.
Zaimis, Yunan hükümetinin onayı ve Ruslarla, Avusturyalıların da desteği ile Girit'in tamamen
Yunanistan'a bağlanması için bir tezgah kurmuştu. Her şey hazırlandıktan sonra, "Ben
Avrupa'ya, kaplıcalara gidiyorum.." diyen Zaimis'in, Ada'dan ayrılmasından birkaç gün sonra
24 Eylül'de Atina'ya bağlı Girit'li Enosisçi Ortodoks liderler, Osmanlı Devleti'nin karşısına
çıkarak "Enosis"i ilan ettiklerini açıkladılar. İlk yaptıkları da "Yunanistan Krallığı" mühürünü ve
Yunan Anayasasını kullanmak olmuştu. Bu arada Türk yönetim hiçe sayılarak Türk bayrakları
toplanıp yakılmış, yerine Yunan bayrakları çekilmişti.
O dönemin gelişmelerini Yunanlı Tarihçi Kordatos, "Yunanistan Tarihi" adlı kitabında şöyle
anlatır:
"Türkiye'de bir gericilik hareketinin patlak vermesi sadece Yunanistan'da Theotokis
hükümetini düşmekten değil, Yunanistan'ı büyük bir felaketten kurtarmıştı. İttihatçılar,
Yunanistan'a savaş ilan etmeye hazırlanıyorlardı. 31 Mart olayı, Milliyetçi Türklerin içindeki bu
ateşi söndürmüştü. Türkler ilk defa aralarında bölünmüşlerdi."
Türklerin bölünmesi Yunanistan'ı yok olmaktan kurtarmıştı. O dönemde ortam buna çok
müsait idi. Yunanistan'ı yaratan ve her zaman ona arka çıkan Büyük devletlerin o günlerdeki
problemleri oldukça fazlaydı. Rusya'da Çar'a karşı ayaklanmalar başlamış, İngiltere, Fransa,
Almanya, İtalya, esmekte olan savaş rüzgarlarına kapılmış bir yandan savaş hazırlığı yapıyor,
öte yandan gelişmelere yalnızca seyirci kalıyorlardı. Yunanistan uğruna kimse parmağını
oynatacak durumda değildi. Tek yaptıkları hareket, Yunanistan'a, "Ortalığı bulandırma, rahat
dur, bize problem yaratma..." şeklinde bir uyarıda bulunmaları olmuştu.
Türkler arasındaki bölünme Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'daki topraklarını, Girit ve
Ege'de bazı adaları kaybetmesine neden olmuştu. 24 Eylül'de Yunan yanlısı Ortodoksların
Girit Adasını Yunanistan'a bağladıklarının duyulmasından hemen sonra, Atina'daki Türk elçisi
Nabi Bey, Yunan Dışişlerine Türkiye adına verdiği Nota'da, “Osmanlı hükümeti'nin bütün
hoşgörülü davranışına ve iyi komşuluk ilişkilerini problemsiz sürdürmek istemesine rağmen
Girit'te "Enosis" ilan edilmesinin hoş karşılanmadığını ve bu davranışın tehlike yarattığını”
belirtiyordu. Nota'da ayrıca “Girit'teki Yunan subaylarının Türk bayrağına karşı yakışıksız
davranışları” da kınanıyordu. Osmanlı yönetimi, Yunan hükümetinden bir açıklama yaparak,
"Enosis"in ilanını tanımadığını dünyaya ilan etmesini istemişti.
Girit'in bir oldu bitti ile Yunanistan'a bağlanmak istenmesine Osmanlı Devleti'nin gösterdiği
tepki, yalnızca diplomatik yollardan olmadı. Türk savaş gemileri Girit'e doğru yola çıkmışlardı.
Bu savaş demekti. Yunanistan paniğe kapılmıştı.
Paris'teki Yunan elçisi Deliyanis, Başbakan Clemanseau'ya giderek, Fransa'nın Yunanistan'a
yardım etmesini istedi. Fransa Başbakanı'nın verdiği cevap "Sizin için yapabilecek birşeyimiz
yok." şeklinde olmuştu. İngiltere Başbakanı'nın da verdiği cevap Fransa’nın yanıtından farksız
idi.
Yunan Kralı Yorgo, Fransız ve İngilizlerin, Yunanistan'a ihtiyaçları olduğunu ve onu kolay
harcayamayacaklarını bildiği için, usta bir kumarbaz gibi blöf yaptı ve oyunu kazandı.
Yunan Kral'ı İngiliz ve Fransız Hükümetlerine yolladığı mektupta "Girit'in Yunanistan'a
bağlanması kabul edilmez ve Türklere, Girit'e müdaheleye izin verilirse istifa edeceğim."
diyordu.
Kral'ın istifasının, Yunanistan'ın parçalanmasına yol açacağını bilen Fransa ve İngiltere, böyle
bir durumun kendi politikalarına da problemler yaratacağını bildikleri için diplomatik
girişimlerle Osmanlı Yönetimi'ni Girit'e müdahelede bulunmaktan caydırmışlardı.
Yunanlı tarihçiler bu durumu ?öyle yorumluyorlar:
"Türklerin karşısında bir defa daha küçülmüş, rezil olmuştuk. Bu son haysiyetsizlik damlaları
bardağı taşırmıştı. Yabancı ülkeler araya girmeseydiler, durumumuz ne olurdu?"
Yunan Kralı'nın istifa etmemesi için Türk ordusunun Girit'e ayak basması engellenmişti ama,
askeri bir darbe ile Kral Yorgo'nun sürgün edilmesini kimse engelleyememişti. 1909'da bir
darbe daha oldu. Bu, "Denizciler Darbesi"ydi. 1909 Aralık ayında ülkeyi yöneten ihtilalci
subaylar, Giritli politikacı Venizelos'u kendilerine danışmanlık etmesi için Atina'ya çağırdılar.
Yunanlı tarihçi ve araştırmacılar, Venizelos'un bir İngiliz ajanı olduğunu iddia ederler.
Venizelos'un, Girit'te görevli İngiliz Başkonsolos'u Elliot ile yakın ilişki içinde olması ve
Atina'da göreve başladıktan sonra İngiliz Hükümeti'nin Konsolos Elliot'u, Atina'ya Büyükelçi
atamasını kimse bir tesadüf olarak kabul etmiyor.
Yunan tarihi bu ülkenin Başbakanlarının İngiliz, Amerikan ajanları olduklarına dair
suçlamalarla doludur. Hatta bu iddiaların en son kahramanı Andreas Papandreu'dur.
Andreas Papandreu'yu zirveye CIA'nın getirdiğini iddia eden kaynaklar onun hakkında şu
bilgileri verirler:
"BARKLEY üniversitesi İktisat Fakültesi Rektörlüğü görevinden istifa ederek Atina'ya giden
Andreas Papandreu ile Yunanistan'da dikkati çekecek kadar fazla ilgilenen ABD'nin Atina
Elçisi Hanry Lambois ile Elçilik Müsteşarı Leaflin Campbell oldu. Bu iki Amerikalı diplomat,
dönemin Başbakanı Konstantin Karamanlis'i ziyaret ederek (Karamanlis'in de CIA'nın adamı
olduğu iddia edili-yor.) Andreas ile ilgili bir görüşme yaptılar. Bir "İktisadi Araştırma Merkezi"
kurmayı planlayan Yunanistan Başbakanı, Amerikalılarla görüştükten sonra Merkezi kurma
görevini Andreas'a verdi. Genç Papandreu ile Leaflin Campbell ve Amerikan elçiliği'nin genç
siyasi danışmanı Monteagle Stearns arasında o tarihte kurulan ilişkiler, bir dostluktan öteydi.
Campbell CIA'nın, Yunanistan, Türkiye ve Yugoslavya'yı içine alan bölge'nin istasyon şefiydi.
Stearns ise CIA ile Yunan İstihbarat Örgütü (EIP) arasında irtibatı sağlayan kişiydi. Bu üç
sözde eski dostun sık sık Atina'nın kuytu bölgelerinde buluşmaları siyasi çevrelerde
dedikodulara yol açmıştı.
Papandreu, 1981 yılı sonlarında Başbakan olur olmaz, Başkan Reagan'ın yardımcısı olan,
CIA'nın eski Başkanlarından George Bush, alelacele Papandreu'nun eski dostu Monteagle
Stearns'ı bu defa Elçi olarak Atina'ya gönderdi. 1966'lı yıllarda elçiliğin siyasi danışmanı
hüviyetiyle CIA ile KIP arasında irtibatı sağlayan Stearns bu defa Papandreu ile ABD Elçisi
olarak temas edecekti.
Stearns, Atina'da bulunduğu sürece Yunan Başbakanına arka çıkmış, onu korumuştu.
Venizelos ile Papandreu'nun İngiliz ve Amerikan İstihbarat örgütleriyle diplomatik kanallar
aracılığıyla olan ilişkileri, derinlemesine incelendiğinde Yunanistan'ın karanlık bir yüzü daha
ortaya çıkmaktadır.
1911'de Giritli Ortodoks Enosis'çiler, Yunan parlamentosuna temsilci yollamak istiyorlardı.
Venizelos, Girit temsilcilerinin Yunan Millet Meclisine kabul edilmelerinin, Enosis'i
pekleştirmek anlamına geleceğini ve böyle bir hareketin, Türkleri kışkırtmaktan başka bir işe
yaramayacağını bildiği için, sabırlı olmalarını istemişti.
Muhalif politikacılarla, basının büyük bölümü Girit nedeniyle Venizelos'a ateş püskürüyor,
"Megali İdea"yı öldürmekle suçluyorlardı.
Venizelos bütün bu saldırılara direndi, görmemezlikten, duymamazlıktan geldi. O başka türlü
düşünüyordu. Eğer Giritliler Yunan Meclisine girerlerse, Türkiye'nin, Yunanistan'a savaş ilan
etmesinin ihtimali fazlaydı. Oysa Venizelos, Türkler aleyhine bir cephe oluşturmak için Bulgar
ve Sırplar'la gizli görüşmeler yapıyordu. Bu görüşmelerin sonuç getirmesi için bir yıla daha
ihtiyaç vardı. Cephe oluşturuluncaya kadar, Türk tarafının tahrik edilmemesi ve bir savaş
ortamı yaratılmaması gerekiyordu.
Buna rağmen, Giritli temsilciler, muhalefetin, basının ve halkın tahrikleriyle, polisin
engellemesine rağmen, zorla götürülüp meclise sokulunca, Venizelos çok zor durumda
kalmıştı.
Yunanistan'ı, Türklerle bir savaştan kurtaran, İtalyanların, Trablus'u almak için, Osmanlı
Devleti'ne savaş ilan etmesi olmuştu.
Büyük devletler, Türkiye'nin müdahelede bulunmaları yönündeki çağrısını duymazlıktan
gelince, daha da cesaretlenen İtalyanlar, Beyrut limanını bombalamış, 4 Mayıs 1912'de Oniki
Ada'yı işgal etmişlerdi.
Osmanlı Devleti'nin, İtalya ile savaşması, Yunanlılar'ın bekledikleri fırsattı. Venizelos, Sırp ve
Bulgarlarla yaptığı görüşmelere hız vermiş, onları Balkanlar'dan söküp atmak için en uygun
zamanın gelmiş olduğuna inandırmıştı.
İtalyanların, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmesi, Sırp ve Bulgarların, Makedonya'yı
aralarında paylaşma konusunda Yunanistan'dan gizli bir anlaşma imzalamaları, İngilizleri
endişelendirmişti. Ege'de limanı bulunan, kontrol altında bir Bulgaristan, Rus politikasının ana
hedeflerindendi.
Balkanlar'da, İngiltere'ye yakın tek ülke Yunanistan'dı. Sırp ve Bulgarlar arasındaki gizli
anlaşma, Yunanistan'ın bölgedeki varlığını tehlikeye düşürüyordu. İngilizler, Yunanistan'ı da
Bulgar-Sırp ittifakına sokmak için devreye girmi?lerdi.
Londra, Yunanistan'ın, Bulgar-Sırp ittifakına alınması için faaliyet göstermesi görevini "London
Times" gazetesinin muhabiri Batser'e verdi. İngiliz gazeteci 1912 Mart ayında Atina, Sofya,
Belgrad arasında mekik dokudu. Bulgar ve Sırp Başbakanlarına Venizelos'un mesajlarını
taşıdı. Sonuçta gizli bir anlaşma ile Yunanistan da pakta kabul edilmişti.
Yunanistan, savaş hazırlıklarını yaparken, dikkati çekmemek için Thesalya'da bir askeri
tatbikat yapacağını açıklamıştı.
Balkan ülkeleri arasındaki gizli anlaşma Bulgar ve Yunan Kralları tarafından 15 Haziran
1912'de resmen açıklandı.
Temmuz ayı ortalarında Bulgaristan Başbakanı Gosov, Sofya'daki Yunan elçisini davet
ederek, "Türkler en zayıf dönemlerini yaşıyorlar. Yunan parlamentosu, Giritli milletvekillerini
Ada'nın temsilcileri olarak kabul etsin, böylece Türkler'i tahrik etmiş oluruz. Savaşı onların
başlatması bizim işimizi kolaylaştırır." demişti.
Yunanlılar, Bulgarlara fazla güvenmedikleri için bu öneriyi duymazlıktan gelmişlerdi. Türklerle
tek başlarına karşı karşıya kalmaktan korkuyorlardı.
Bu defa, Bulgar Genel Kurmay Başkanı General Fitsef, Yunan elçisiyle konuştu ve şöyle dedi:
"Bulgaristan, Sırp ve Karadağlılarla birlikte Türklere karşı savaşmaya kararlıdır. Bu savaşa
500 bin asker 1500 top ile başlayacağız. Türklerin 300 bin askeri ve 850 topları var. Bulgar
askerleri Meriç'te toplanıp Türk topraklarına saldıracaklar." Yunan elçisi, Bulgar Genel kurmay
Başkanı ile görüştükten 48 saat sonra, Yunanistan seferberlik hazırlıkları yapmaya başladı.
Osmanlı yönetimi de bu arada Sofya ve Atina'daki ajanlarından aleyhine yapılan hazırlıkları
öğrenmiş, 14 Eylül 1912'de seferberlek ilan etmişti.
Yunanlılar, Bulgarların isteklerine uyarak, Girit milletvekillerini meclise kabul ettiler. Ekim
ayının ilk haftası içinde Giritli milletvekillerin, Yunan meclisine katılmaları nedeniyle Meclis
Başkanı yaptığı konuşmada şöyle demişti:
"Balkanlar'ın dört hristiyan ülkesi, soydaşlarını Türk mezaliminden kurtarmak için
birleşmişlerdir. Girit Adası şu andan itibaren Yunanistan'ın bölünmez bir parçasıdır." Böylece
Girit oyunu tamamlanmış, Girit, nihayet 80 yılda Yunan yapılmıştı.
Ardından 4 ülke Osmanlı devletine saldırarak Balkan savaşını başlattılar. Milyonlarca Türk, bu
savaşta katledildi, göçe zorlandı. Edirne’ye kadar Türk toprakları işgal edildi.
1910-1920 yılları döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamayı hedef alan bir dizi
faaliyet gözlenmişti. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Ortodoks azınlıklar,
Yunanistan'ın, Rusya'nın ve bazı dış güçlerin kışkırtmalarıyla ayaklanmış bir "Ortodoks İttifak"
oluşturarak Türk Devleti'nden bağımsızlık istiyorlardı. Bu arada Anadolu'da yaşayan
Ermeniler de devlete isyan etmişler, Doğu Anadolu'da katliamlar, başkent İstanbul'da ise
terörle devleti yıpratı-yorlardı. Osmanlı Devleti'nin bu ayaklanmaları bastırmak istemesini ise
Batı dünyasının bir bölümü ile Avrupa Basınının bir bölümünü verdiği büyük paralarla tarafına
alan Yunanistan'ın kışkırtmaları ile "Soykırım" şeklinde Türkler aleyhine propaganda
malzemesi olarak kullanıyorlardı. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu yıpratıldı, toprakları
işgal edildi ve parçalanıp yok edilmek istendi. Bu durumdan en çok yararlanan ve en fazla
Türk toprağını sınırlarına katan Yunanistan olmuştu.
Şimdi 1998 yılındayız. Osmanlı İmparatorluğu'nun varisi olan Türkiye Cumhuriyeti toprakları
gene 1910-1920'li yıllarda olduğu gibi parçalanmak isteniyor. Balkanlar bölgesi gene
kaynıyor. Yunanistan, Rusya, Sırplar ve Kıbrıslı Ortodokslar bir "Ortodoks İttifak" oluşturdular.
Bu kez Anadolu'da Ermenilerin yerini çocuk, kadın demeden binlerce masum insanı vahşice
öldüren Komünist bir Kürt terör örgütü olan PKK aldı. PKK, Türkiye'yi parçalamak isteyen
Yunanistan ve diğer güçlerin taşeronluğunu yapıyor. Yunanistan, PKK terör örgütünün
katillerini beslediği yetmiyormuş gibi, Avrupa'da da onların "İnsan Hakları"nın savunuculuğuna
soyunmuş bulunuyor. Bütün bu gelişmelerin yanısıra Atina, Kıbrıs üzerindeki oyununu da
hızlandırılmış bir şekilde sürdürmeye devam ediyor. Savunma Doktrini çerçevesi içinde
Güney Kıbrıs'ta Hava ve Deniz üsleri kuruyor, S-300 füzeleri alınıyor, Yunan askerleri adaya
geti-riliyor, Rumları silahlandırıyor ve Kıbrıs Türklerine saldırmaları için kışkırtıyor.
Bir hayal aleminde ya?ayan Yunanistan, ayaklanmalar yaratarak Türkiye'yi parçalayacağına
ve bundan yararlanarak Kıbrıs'ı da, Girit gibi sınırlarına katacağına inanıyor.
Kıbrıs'ta çözüm arayanlar, tarihin sayfalarında yer alan yukarıda saydığımız gerçekleri göz
ardı ederek Rum-Yunan tarafının ada üzerindeki yayılmacı emellerini ciddiye almazlarsa,
tarihe olduğu kadar insanlığa da ihanet etmiş olacaklar.
GİRİT-KIBRIS-ENOSİS
Erçin TEKAKPINAR
Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin bugün Kıbrıs Sorunu konusunda kararlı davranmasının çok
önemli bir nedeni vardır. Bu Girit adasının kaybediliş şeklinde saklıdır. Tarih sayfalarını
karıştıracak olursak, Girit ve Kıbrıs adaları üzerinde oynanan Yunan oyunlarının hiç
değişmediğini görürüz.
Oyunun adı ENOSİS. Başaktörleri. YUNANİSTAN, RUSYA, İNGİLTERE, FRANSA. Girit'te
sahneye konan bu oyun başarılı olur. Bugün ise aynı oyunu, ayni aktörler Kıbrıs üzerinde
oynamak istemektedirler. Değişen tek şey zaman ve mekan.
Girit adası, Ege'nin en büyük adası olup 8.850 kilometre kara yüzölçümüne sahiptir. 1715
yılından itibaren ada Osmanlı devleti egemenliğine girmiştir.
Girit'e yönelik Yunan propagandası da tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi enosis teması üzerinde
yürütülmüştü.
Yunanistan'ın 1821 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Girit'de enosis faaliyetleri hız
kazanır. Bu dönemde adada sürekli enosis amaçlı isyanlar birbiri ardına patlak verir.
Yunanistan ise adaya sürekli silah ve cephane göndererek oradaki çetelere destek verir. Çok
sayıda Yunanlı subay Girit'e gönderilir. Tıpkı Albay Girivas'ın Kıbrıs'a gönderildiği gibi. Ancak
Girit'deki tüm bu isyanlar bastırılır.
Bu sırada Batılı devletler bugün aynen Kıbrıs için yaptıkları gibi konuyu bir Avrupa sorunu
haline getirir. Batı basınında Osmanlılar aleyhine yazılar yayınlanmaya başlar. Batılı devletler,
Osmanlı devletine protesto notaları vermek için sıraya girerler. Tüm bu protestolardan amaç,
Girit adasının Yunanistan'a verilmesini sağlamaktı. Tezgahlanan oyun yavaşça belli oluyordu.
Bugün hepsi de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde karşımızda olan Rusya, İngiltere ve
Fransa'nın desteğine güvenen Girit Rumları, Yunanistan'dan aldıkları güçle 16 Ağustos 1866
gecesi Türklere karşı büyük bir saldırıya geçtiler. Adadaki Türklerin çok büyük bir bölümü,
Yunanlı subayların gözetiminde kılıçtan geçirildi. Tıpkı 21 Aralık 1963 gecesi Kıbrıs'ta
yaşananlar gibi.
Batılı ülkelerin bu katliam karşısında kılları bile kıpırdamadı. Buna güvenen Girit Hiristiyanları
topladıkları bir meclis aracılığı ile 2 Eylül 1866'da enosis ilan ederek, Girit'in Yunanistan'a
bağlandığını açıkladılar. Aynı oyun 1950'de Kıbrıs'ta da oynandı. Bir oldu bitti ile Kilisenin
önderliğinde bir halkoylaması yapılarak "Kıbrıslıların" Yunanistan'a bağlanmak istedikleri
açıklanmıştı.
1866 yılında Osmanlı devleti, Avrupalı devletlerinin baskısı ile çoğunluğu Rumlardan oluşan
bir meclis kurulmasını çaresiz kabul etti. 1877-1878 anlaşmalarıyla Ada'ya atanacak Valinin
Rum, yardımcısının Türk olması, 80 üyeli meclisin 50'sinin ada Hristiyanlarından, 30'unun da
ada Türklerinden seçilmesi, Rumcanın resmi dil olarak kabul edilmesi gibi siyasal ayrıcalıklar
tanındı. Tıpkı Kıbrıs'ta ada Rumlarına 1960 yılında kurulan Cumhuriyet'te verilen ayrıcalıklar
gibi.
Buraya kadar Girit'te olanlarla Kıbrıs'ta olanlar ne kadar da çok birbirlerine benziyorlar. Girit'te
olanları sanki bizler Kıbrıs'ta yaşamış gibiyiz.
Kıbrıs'ta da oyun enosis temeli üzerine kurulmadı mı?
Kıbrıs'ta da Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte Yunanistan'ın kışkırtmaları ve
Avrupalı devletlerin desteği ile enosis amaçlı isyanlar çıkmadı mı?
Avrupalı devletler özellikle 1963-1974 arası dönemde Kıbrıs'ta olanları, Türklerin
öldürülmelerini görmezlikten gelmedi mi?
1897 yılında Girit sorunu Osmanlı devletinin vermiş olduğu tüm ayrıcalıklara rağmen yeniden
alevlendi. Bu arada Yunanistan yine sahneye çıkarak Girit'e asker çıkardı. 1964 yılında bu
oyunu Yunanistan Kıbrıs'ta da oynamış ve adaya 20 bin asker çıkarmıştı. Ancak Türkiye ve
Kıbrıs Türklerinin kararlı tutumu Yunanistan'ın askerlerini Kıbrıs'tan çekmesini sağlamıştı.
Fakat Girit'te bu olmaz. Avrupalı devletlerin desteğini hisseden Yunanistan, askerlerini
Girit'ten çekmez.
Osmanlı Devleti'nin siyasi girişimlerinin bir sonuç vermemesi üzerine Osmanlı ordusu
harekete geçer. "Dömeke" meydan savaşında Osmanlı ordusu Yunan kuvvetlerini yenilgiye
uğratır ve Atina kapılarına dayanır. Ne var ki batılı devletler şımarık çocukları Yunanistan'ı
yalnız bırakmadılar. Yapılan anlaşma ile Osmanlı devleti masa başında mağlup edildi ve Rus
Çarlığı, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın himayesinde Girit'e özerklik verildi. Bu 3 ülke Girit
Türklerinin garantörlüğünü de üstlendi. Yunan Kralının oğlu da adaya komiser olarak atandı.
1912 yılında Osmanlı devletinin çok güçsüz düştüğü Balkan harbi sonunda da Girit resmen
Yunanistan'a bağlandı. Kısaca Osmanlı devleti savaşta kan dökerek elde ettiğini, Batılı
Devletlerin araya girmesi sonucu masa başında kaybetti. Girit Türkleri ise, Batılı garantörlerin
gözü önünde katledildi.
Bugün ise Girit'te oynanan oyunun Kıbrıs'ta tekrarlanmak istendiğine şahit olmaktayız. Tarih
boyunca Yunanistan'a arka çıkıp bu devletin yayılma stratejisine destek veren Rusya,
İngiltere ve Fransa bugün yine karşımızdadır.
1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti'ni, 1963 yılında Akritas planı doğrultusunda yıkarak,
1974 yılına kadar Kıbrıs Türklerine her çeşit insanlık dışı muameleyi yapan Kıbrıs Rumları ve
Yunanistan, Avrupalı devletleri de arkasına alarak Girit'te olduğu gibi Kıbrıs'ta da Enosis'i
gerçekleştirmek istemi?ti.
Türkiye ise Yunanistan'ın adayı ilhak etmesini uluslararası hukukun kendisine verdiği haklarla
engellemiştir.
Ancak bugün Türkiye ve Kıbrıs Türkleri çeşitli "barış planı" adlı oyunlarla masa başında
mağlup edilmek istenmektedir. Oynanan oyun Girit oyunudur.
Kıbrıs'ta da yapılmak istenen batılı devletlerin desteği ile önce Rum egemenliğinde bir devlet
kurdurtmak, daha sonra uygun koşullar geldiği zaman Türk halkını toptan katlederek Rum
çoğunluğun kararı ile adayı Yunanistan'a bağlamaktır.
Bu oyunu bozmanın tek yolu Türkiye'nin garantörlüğünde bağımsız, egemen, güçlü bir
KKTC'nin varlığıdır.
http://www.pubinfo.gov.nc.tr/girit1.htm
GİRİT ADASI YUNANLILARIN ELİNE NASIL GEÇMİŞTİR?
Girit, Osmanlılar devrinde Girit adası halkının önce bağımsızlık, sonra Yunanistan'a katılma
amacıyla ayaklanması, bu yüzden doğan olaylara verilen ad. Girit'in Rum asıllı halkı ilk olarak
1821'de Osmanlı yönetimine başkaldırdı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa bu ayaklanmayı
bastırmakla görevlendirildi.
Yunanistan'ın Osmanlı devletinden ayrılarak bağımsızlık bir krallık oluşundan sonra Girit'te
ikinci bir ayaklanma oldu. (1830), Mehmet Ali Paşa bunu da bastırdı (1831). Ancak, adadaki
milliyetçilik akımının gelişmesi ve Yunanistan'ın giriştiği yoğun propaganda sebebiyle Girit'te
huzur bir türlü sağlanamadı. 1840 Londra Antlaşmasından sonra burasının yönetimi Mısır
Valisi Mehmet Ali Paşa'dan alındı. Yunan mültecileri tarafından çıkartılan bir isyan da Mustafa
Naili Paşa tarafından kolaylıkla bastırıldı (1841).
En önemli ayaklanma 1866'da oldu. Asiler, Yunanistan'a katıldıklarını ilan ettiler. Osmanlılar
bunu kabul etmediler. Sadrazan Ali Paşa işe el koydu. Sonunda üye çoğunluğunu Rumların
teşkil ettiği bir meclisin kurulmasıyla ayaklanma bastırıldı. Daha sonra adanın Rum halkı
çeşitli haklar istemeğe başladı. 1877-1878'de yapılan antlaşmalarla ada valisinin Rum,
yardımcısının Türk olması, 80 üyelik meclise 50 Rum üyenin seçilmesi, resmi işlem ve
yazışmaların hepsinde Rumca'nın kullanılması kabul edildi.
Girit meselesi 1897'de yeniden alevlendi. Yunan hükümeti ve Etniki Eterya cemiyetinin açık
ve gizli kışkırtmaları sonucunda adada geniş bir çete faaliyeti başladı. Bu arada Yunanlılar
Girit'e 1500 kişilik bir askeri kuvvet çıkardılar. İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'nın desteğini
kazanmak için her türlü yola başvurdular. Ancak Osmanlı hükümetinin iç işlerine yabancıların
karıştırmamak konusundaki kararlı tutumu karşısında batılı devletler, Yunanlıların adadan
kuvvetlerini çekmesi için donanmalarıyla Girit'i abluka altına aldılar.
Yunan hükümeti bu ablukaya da aldırmayınca Ethem Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu
Makedonya, Alasonya üzerinden saldırıya geçerek Dömeke meydan savaşından Yunan
ordusunu yenilgiye uğrattı, Atina'ya doğru ilerlemeye başladı. Ancak batılı devletlerin işe
karışmaları sonucu bu harekat durduruldu.
Girit'te Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın korumasında bir yönetim kurularak Yunan
kralının oğlu Georgios, komiser olarak tayin edildi. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra (1908)
Girit Meclisi Yunanistan'a katıldığını resmen ilan etti. 26 Temmuz 1909'da Rumlar Hanya
kalesine Yunan bayrağını çektiler. 1911'de 25 Girit Rum milletvekili Yunan parlamentosu
toplantılarına katılmak amacıyla Pire'ye doğru yola çıktılar. Fakat İngiliz donanmasına bağlı
savaş gemileri bunu önleyerek Giritli milletvekillerini tutukladı.
Balkan savaşından sonra Londra ve Bükreş Antlaşmalarıyla Girit'in Yunanistan'a ilhakı
Osmanlı devleti tarafından resmen kabul edildi, böylece Girit sorunu kapandı.
http://www.turk-yunan.gen.tr/turkce/sorular_yanitlar/girit_adasi.html
1904 Olayları ve Girit Korkuları
1904 yılına gelindiğinde, Yunanistan'ın ENOSİS tahriklerini daha da yoğunlaştırdığı, hatta
adaya silah göndermeye başladığı görülmektedir. 1904 yılı Nisan ayında "Pan Helen Eğitim
Kongresi" toplanmıştır. Kongrede konuşma yapan Yunan Kralı, "ENOSİS'in bütün
Kıbrıslıların ruhlarını saran bir istek olduğunu" belirterek yeni bir provokasyon dönemi
başlatır.
Kıbrıslı Rumlara Yunanistan'dan silah gönderildiğini belirleyen İngiliz Yüksek Komiseri
Haynes Smith, 21 Nisan 1904'te İngiliz hükümetine gönderdiği raporda bu bilgileri
vermektedir:
"Brindizi'den Kıbrıs'a doğru yola çıkarılan silah ve cephaneyi bildiren 8 Nisan tarihli özel
yazınızı aldım. (...) Her geçen gün örgütlerini güçlendirerek daha da cüretkar
davranıyorlar. Majestelerinin hükümetinin izin vereceği son noktaya kadar
gideceklerdir(1)."
1900'lerde Türk halkının ENOSİS'e karşı gösterdiği tepki sadece protesto telgraflara ile
sınırlı kalmıyordu. Buna paralel olarak siyasi platformlarda ve hayatın her alanında Türk ve
Rumlara eşitlik tanınması isteniyordu.
İngiliz sömürge yönetiminin başta tapu ve vergi daireleri olmak üzere çeşitli dairelerde
değişik nedenlerle işten ayrılan Türklerin yerine Rumları alması, kamu görevindeki dengeyi
Türkler aleyhine bozuyordu. Türk mahalleleri her bakımdan ihmal edilirken, Rum
mahalleleri el üstünde tutuluyordu. Belediyeler, Türk mahallelerinin sorunlarına karşı
duyarsız kalırken, Rum mahallelerine büyük yatırımlar yapıyorlardı. Türk mahallelerinin
güvenliğini sağlamak için polis görevlendirmezken, Rum mahallelerinde çok sayıda polis
görev yapıyordu(2). Türk mahallelerine ve camilere su verilmezken ve aydınlatma
yapılmazken, Rum mahallelerine bol su verildiğinden şikayet ediliyordu(3).
Bütün bu uygulamalar, Girit örneğini çok iyi bilen Kıbrıs Türk halkı üzerinde olumsuz
çağrışımlar yaptırıyordu. O günlerde Girit olaylarının nasıl geliştiği ve Türk halkının ilhaka
karşı çıkışını anlatan en özlü bilgiler Mir'at-ı Zaman gazetesinin Kandiye eski muhabiri
Mustafa Fehmi tarafından gönderilen mektuplarla bildiriliyordu. Örneğin, gazetenin 24
Eylül 1906 tarihli nüshasında Girit'teki gelişmeler hakkında ayrıntılı bilgiler veriliyordu(4).
KAYNAK: İsmail, Sabahattin-; Kıbrıs Sorununun Kökleri (İngiliz Yönetiminde Türk-Rum
İlişkileri ve İlk Türk-Rum Kavgaları), Akdeniz Haber Ajansı Yayınları, İstanbul 2000.
http://www.kibris.gen.tr/turkce/sorun/ingiliz_1904_olaylari.html
Girit'i Nasıl Kaybettik
Aşağıdaki yazı Sayın İhsan Ilgar tarafından kaleme alınan ve 1969 senesinde Hayat
Tarih Mecmuasında yayınlanan yazının bir özetidir. Avrupa tarafından geçmişte
üzerimizde uygulanan yöntemlerin bugün yaşananlarla da tamamen aynı olduğunun
açıkça ispatıdır. Eğer biz bu olanlardan halâ ibret almamaya devam edersek pek
yakında başımıza geleceklerin de bir aynasıdır! Azerbeycan, Bosna, Çeçenistan,
Kıbrıs, Türkiye... aşağıdaki yöntem aynen uygulanıyor, bizim ise umurumuzda değil.
Girit adasının fethine Sultan İbrahim zamanında başlanmış, Avcı Sultan Mehmet
zamanında tamamlanmıştı. 1821'de Yunan istiklâlini hazırlayan Heten'a Cemiyeti
elini buraya da atmış, Rumların ayaklanması sağlanmış ve Türklerin can ve mal
emniyeti son bulmuştu. Açıkgöz Rumlar, bunu Avrupa basınına kendi lehlerine
ulaştırmayı başarmışlar ve Türklerin katliâma giriştiği propagandasını yaymışlardı.
1825'te yapılan Girit ve Sisam ayaklanmaları çok kanlı olmuştu. 1866'da birçok
Avrupa devletinden para ve silâh yardımı sağlayan bir ihtilâl hareketi meydana
getirmişlerdi...
Bu sırada Avrupalılar araya girerek, Girit için bir özel idarenin kurulmasını istediler.
Bu yeni idare bugün Kıbrıs'ta olduğu gibi, Rumların gelişip teşkilâtlanmasına yardım
etti. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!)
Yunanistan'a öğrenim için giden Giritliler, Yunanlılar tarafından teşkilâtlandırılmış,
halkı kandırmak için köy köy dolaşarak, nutuklar vererek, kilise ise gizli gizli halkı
kışkırtmaya başlamıştı.
İsyanların ve şikâyetlerin önü alınmayınca da Avrupalılar, Babıâli'yi aralıksız
sıkıştırmakta olduğundan II. Abdülhamid olayı yerinde incelemek üzere Gazi Ahmet
Muhtar Paşa'yı oraya gönderdi. Paşa, Hanya yakınındaki Halpa köyünde isyancı
başlarıyla bir anlaşma yaptı.
Bu sırada Girit'te vali olarak Kostaki Adanidis adlı biri bulunmaktaydı. Yunan
kilisesinin adamı olan vali, açıktan açığa ayaklananları korumakta, adalıların kalbini
kazanarak, millî bir lider olmak hevesindeydi. Valinin yardımcıları da Kasımzâde
Hamdi, Kaurzâde Hasan Bey’lerdi. Aynen bugün Kıbrıs'ta başkanın Rum, muavinin
Türk olduğu gibi. (not: bu yazının kaleme alındığı tarih 1969’dur!)
İngiliz konsolosu Tomas Sandoviç de valiyi korumakta ve Türk yardımcıların
yetkilerini kullanmalarını önlemekteydi. Halpa anlaşmasından sonra valiliğe
getirilen Fotiyadis, Yunanlılık gayretkeşliği içinde kendi adamlarını iş başına
getiriyor, gizlice asîleri koruyor, Türklerin katledilmesine teşvik edici yollar
tutuyordu.
Valilikte müddeti dolan Fotiyadis, bu görevde kalmak için bir hayli uğraştıysa da,
Babıâli kararında ısrar ederek görevinden uzaklaştırdı. Yerine geçen Sava,
isyancıların direnmesiyle görevinden alınmış, yerine Londra sefaretinde bulunan
Kostaki Antapulos getirilmişti. Mutedil hareketlerle Girit'te düzeni sağlamak kolay
değildi. Atina ve Patrikhane, buradaki fesat tohumunu aralıksız geliştiriyordu, ilk
patlak Hanya'da oldu. İleri gelen birkaç Türk, Rumlar tarafından öldürüldü. Ordu ve
valinin şiddet tedbirleri bir fayda sağlayamadı. İkinci defa durumu incelemek için
gönderilen Mahmut Celâledin ve Ahmet Ratip Paşalar'ın tavsiyeleri de Rumların işine
gelmedi.
Sebrona'da genel bir ayaklanma yaratarak birçok Türk'ün kanına girdiler. Bu durum
karşısında başarısızlığa uğradığını gören Kostaki Paşa, istifa etti, yerine Nikolaki
Sartinski getirildi. Yeni vali, muvaffak olmak için, mutedil Rumları tutmak yolunu
izleyince, Yunan taraftarları ayaklanarak 1889 ihtilâlini meydana getirdiler.
RUMLARIN FESAT MAKİNESİ
Nikola Zoridis, Yani Mihaki, Aristidi Kiriari, Anderya Kakori, Mennos Isihakis gibi
sergerdeler, Kakori'nin başkanlığında toplanarak adanın Yunanistan’a katılması
isteğini ileri sürdüler. Köy köy dolaşarak cahil halkı ayaklandırdılar. Dini
inançlarından faydalandılar. Köylerde, şehirlerde silâhlanan Rumlar, ansızın
Türklerin üstüne atılarak binlerce Türk'ü öldürüp, evlerini yaktılar,
yiyeceklerini yağma ettiler. Duruma bir türlü mani olunamıyordu. Nikolaki de
azledilerek Ali Rıza Paşa bu göreve getirildi. Ali Rıza Paşa bir askerî valinin bu
göreve atanmasını isteyerek çekilince, yerine Müşir Şâkir Paşa'yı gönderdiler. Şâkir
Paşa'nın aldığı tedbirler, kısa zamanda Rumları sindirdi, adaya sulh ve sükûn güneşi
doğdu. Fakat bu durum Atina'nın işine gelmiyordu. Onun amacı Girit'i ele
geçirmekti. Bunun için orada durmadan ayaklanmalar, huzursuzluklar olmalı,
Türkler öldürülmeli, adadan kaçırılmalı, mal ve mülküne el konulmalıydı.
Ancak ada, Rum ekseriyeti sağlanırsa Yunanistan'ın olabilirdi. Ayrıca gizli gizli
göçmen sokmak yolu da tutturulmuştu.
Fesat makinesi bütün gücüyle Türkler aleyhine işliyordu. Mahmut Celâleddin
Paşa'nın valiliği devresinde de idare normale dönmüşse de ortalığı bulandırmak
isteyenler, bir komite kurarak, ada Türkleri'ni öldürmek yurtlarını, mallarını yağma
etmek amacıyla harekete geçtiler. Bahane olarak da jandarmaların Arnavut oluşunu,
insafsız hareket ettiklerini ileri sürüyorlardı. Jandarma çavuşu Zekeriya ile bir
jandarma ve dokuz yaşındaki kız çocuğunu öldürerek ayaklanmanın ilk kanını
akıttılar.
Önceden hazırlıklı olan başkaldırma kadrosu, kısa zamanda 1.500'e yükselmişti.
Papazlar, din işlerini bırakmışlardı. Fener kilisesiyle el ele veren Atina metropoliti,
durmadan kiliselere gönderdiği emirle, halkın isyancılara karışmasını ve her türlü
yardımda bulunmasını istemekteydi. Birçok papaz da silâhlanarak bu ayaklanmaya
katılmış, isyancılar için Yunanistan'dan bir hayli para ve silâh da getirmişlerdi.
Epitropi komitasının başkanı, Heybeliada papaz okulundan yetişen Malako idi.
Ayaklanma genişledikçe, durum bir Haçlı görünüşü göstermeye başlamış,
Hıristiyanlığın İslâm'ı Girit'te yok etme dâvası hâlini almıştı. Kısa zamanda
isyancıların toplamı 5.000'i bulmuştu.
Atina, propaganda yönünden kuvvetli bir kozu eline geçirmiş, Türklerin mazlum
Rumlara zulmettiğini gösteren resimler yaptırmaya, yazılar yazdırmaya memur ettiği
adamlarını Avrupa başkentlerine yaymaya başlamıştı. Avrupalı koruyucularını,
adanın kurtarılması hakkında yardıma çağırıyor, İngiliz ve Ruslar bu yardıma çoktan
hazır bulunuyorlardı. Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan gazete ve dergileri bu yılki
yayınlarında hep Rumları koruyan ve haklı gösteren yazılarla doluydu.
Durumun oradaki kuvvetle bastırılması imkânsız hâle gelmişti. Bu yönden kuvvetli
bir birliğin orada görev alması gerekiyordu. Neticede, Abdullah Paşa kumandasındaki
isyanı bastırma ekibi, 29 mayısta Suda limanına çıkarıldı. Vamos'ta Rumların
kuşattığı Türkleri kurtarmak için Kalive kasabasına da bir birlik gönderilmişti. 18
günlük çetin bir hareket sonu Sebrona ve Romata da kuşatılmış, Türkler aç ve silâhsız
bırakılmış, Türkler, 7 haziranda asilerin ezilmesi üzerine kurtarılmıştı.
Rumların Türklere karşı gösterdikleri kötü ve insafsız hareketlere aynı şekilde karşı
koymaktan başka çare kalmadığını gören Provliyalı Türkler de , kendilerini yakalayıp
yakmak isteyen asilerden bir kısmını yakalamış, fakat bunların, kendilerini
isyancıların zorla ayaklandırdığını iddia etmeleri ve yalvarmaları sonucu bırakmıştı.
Rumlar ise, Türklere eziyet ve hakaretten geri kalmıyor, çocukları bile aç bırakmak
için fırınları, un depolarını, tarladaki ekinleri yakıyorlardı.
AVRUPA'NIN KARARI
Yunanlıların hem silâhla, hem de propaganda yönüyle çalışmaları boşa gitmiyordu.
Koruyucuları olan Avrupalılar işe burunlarını sokarak Bâbıali ile 1896 yılı 25
ağustosunda büyükelçiler seviyesindeki toplantıda şu karara vardılar:
• Girit valisi Hıristiyan olacak, devletlerin tasdiki ile Babıâli'ce beş yıl için atanacak,
• Vali, genel meclis tarafından kabul edilen kanunları reddetmek yetkisini taşıyacak,
• Adada bir karışıklık çıkması hâlinde silâh ve asker yardımı isteyebilecek,
• Memurların üçte biri Hıristiyanlardan seçilecek,
• Avrupalı hukukçuların yöneteceği bir adli ıslahat komisyonu teşkil edilecek,
• Bingazili Araplar, valinin izini olmadıkça Adaya yerleştirilemiyecek, vali, asayiş
yönünden bulunmalarını istemediği kişileri adadan çıkarabilecekti.
Buna rağmen Atina bu durumu kendi çıkarlarını baltalamış kabul ederek kolları
sıvamaya, ajanlarını sokarak Spitropi kuruluşlarıyla anlaşmaya vararak onları
papazlar yoluyla harekete geçirmeye girişti. Köy köy kıpırdamalar ve katiller, ırz ve
mallara el atmalar başladı. Yunanlılar yayma geçmek için bunu beklemekteydiler.
Yayınlanan bir tebliğde: insanlık, medeniyet âlemi!... Biçâre Giritlilere yardım elinizi
uzatınız!... O zavallıların mal ve can emniyeti tehlikeler altındadır. Her gün binlerce
Hıristiyan öldürülüyor. Eğer Girit Hıristiyanlarının nasıl bir sefalet, nasıl bir felâket
içinde bulunduğunu görürseniz, merhametli kalbiniz kanlanır, göz yaşlarınız damlar.
Şimdi, türlü işkence altında can çekişen ve hayatlarını feda ile hepimiz için kutsal
olan Yunanlılığın vefalı kucağına can atmak isteyen Hıristiyan kardeşlerimize imdat
ve yardım edelim!... deniyordu.
Olayları tamamen ters aksettiriyorlardı. Oysa ölen, öldürülen Türkler, öldüren, mal ve
cana el uzatan Rumlardı. Propaganda, Hıristiyanlık dâvasının altında yavuz hırsız, ev
sahibini bastırıyordu. Bu durum karşısında artık pasif kalınamazdı. Aynı şekilde
durumun bütün açıklığıyla dünyaya anlatılması gerekiyordu. 25 temmuz 1896'da
valiye ve Avrupalı devlet konsolosluklarına Rum kötülüklerini anlatan bir tamim
yayınlandı. Bunda özetle şöyle denmekteydi:
«Birçok imkânlar sağlanması dolayısıyla bir refah içinde bulunulması gereken
adamızda, sükûn ve huzuru Rum vatandaşlarımız bozmaktadır. Karışıklık ve
eşkıyalık, adayı bir harabeye çevirmiş, oturmayı adada imkânsız hâle getirmiş,
Türkler için hiç bir yönden huzur ve sükûn kalmamıştır.
RUM MEZÂLİMİ
«Bir yıldan beri Rum vatandaşlarımız, Türk köy ve evlerini yakmakta, mallarını
yağma etmekte, sonra da bunu Türkler, Hıristiyanlara yapıyormuş gibi göstererek,
bunu Yunan basınına da aktarmakta, dünyayı aldatmaktadır. Hıyanetin bu derecesine
tahammül insan gücü dışındadır. Rum tebliğinin yalanlığını şöylece ispatlayabiliriz:
«Hanya'ya bağlı Gidanya ilçesinde Psatoyano, Babilo, Vatolakos, Alikiyano, Konfo,
Gorano, Strine, Pisires, Romata, Sebrona, Lotraki, Pisikopi, Modi, Limnidre, Valeşero
Nitissa, Sirili, Pirgo köylerinde bütün Türklerin evleri, yağhaneleri, zeytinliklerinin
büyük bir kısmı Rumlar tarafından yakılmış, bütün araç ve gereciyle birçok hayvanlar
alınarak 24 erkek, 4 kadın, 8 çocuk en adi işkencelerle öldürülmüştür.
«Kisamo, Samino, Isvakiye bağlı Apkorona, Ayosvasilis ilçesiyle Resino
nahiyelerinde, Milyopotamo, Aman, Kandiye'ye bağlı Pribaniçe, köyleri Rum
eşkiyaları tarafından tahrip edildi, evler, yağhaneler yakıldı, hayvanlar alınarak dağa
götürüldü, yüze yakın erkek, işkencelerle öldürüldüğü gibi, bir kısmı camilere
konarak yakıldı.
«Prolya ilçesinde on beş gündür emniyette bulundurulan yetmiş Rum, sağlam olarak
hükümete teslim edilmiş, bu çetecilere hiç bit" işkence ve zulüm yapılmamıştır.
Halbuki bunlar, yüzlerce Türk'ün icarıma girmiş kimselerdi.
«Rumlar tarafından oğlu öldürülen, damadı ağır yaralanan Hüseyin Ağa adlı bir
ihtiyar, Hanya yakınlarında eline geçirdiği iki Rum'u hiç bir şey yapmadan bir gece
evinde ağırladığı gibi, ertesi gün hükümete teslim etmiştir. Bunun gibi binlerce insanî
hareketler Türkler tarafından Rum hemşehrilerinden esirgenmemişken, Rumların
yaptıkları adî hareket, bütün insanlığın yüzünü kızartacak durumdadır.
«Yunanlılar'ın aralıksız bir çalışma ile silâh, gönüllü ve cephane, erzak göndererek
Adadaki isyancıları kışkırtmaya devam etmesi, adada huzur ve asayişi sağlamayı, can
ve mal emniyetinin korunmasını imkânsız hâle koymuş olduğundan, can, mal
korunmasının sağlanılarak, asayişsizliğe son verilmesini istemekteyiz.»
YUNAN TAŞKINLIKLARI
Yabancı devletlerin, bilhassa Rusların kışkırtmasıyla Türk sınırında, Karanya Grabena
bölgelerinde de çeteler kurarak Rumeli'ye sokmak, Makedonya, Tesalya, Epir'deki
Rumları ayaklandırmak, Girit’te de yaptıklarını daha ileriye götürmek yolunu
denemeye başladılar. Güya bu olayları önlemek üzere Avrupalılar Girit sularına
donanma da göndermişlerdi. Bu donanma, asayişe yardım edecek yerde, başta
Ruslar olmak üzere gizli gizli Rumlara yardım ederek bir ihanet filosu haline
gelmişti. (not: 1990'lı yıllarda Sırplara karşı silahsız kalan Bosnalıları denizden
ablukaya alıp ambargo uygulayan ve bunu Bosnalıları korumak için yapıyoruz diyen
Nato donaması gibi!)
Bu durumu yaratan Yunanlılar, Hidra ve Alfeyon savaş gemileriyle adaya asker
göndermeye, güya oradaki asayişsizliği önlemeye de kalkıştılar.
Ocak ayına kadar süren huzursuzluk, 29 ocakta son kertesine vardı. Adaya sokulan
birkaç bin Yunan askeri ve gönüllüsü ile subaylar, eşkıyaların arasına girerek, onları
teşkilâtlandırdılar. Yangınlar, soygunlar, öldürmeler artık saklanmaz duruma geldi.
Olayların bu kerteye gelişi, büyük devletlerin Hanya konsoloslarını kendi
hükümetlerine baş vurarak gerekli tedbirin alınması mecburiyetinde bıraktı. Bu da bir
oyundu. Bu oyunla ada, Yunanlılara verilecekti. Türk askerini çıkarmak suretiyle
adada asayiş sağlanabilirdi. Ama bu, onların işine gelmiyordu. Konsoloslardan yalnız
Fransız Konsolosu Blan, adadaki durumdan özellikle Yunan hükümetinin sorumlu
olduğunu 7 şubat tarihli raporu ile hükümetine bildirmişti ki bu da, Fransız sarı
kitabında açıkça yazılı bulunmaktadır.
Bu arada ada halkının, güya toplanarak Yunanistan'a katılma yolunda müracaat ettiği
ve Yunan Kralı Yorgi'yi, adayı işgale davet ettiği öğrenildi. Yunanlılar bu kararı
Avrupa'ya bildirerek büyük devletlerin yardımını istedi, gizli gizli temaslar yapmak
üzere Yunan devlet adamlarını Avrupa başkentlerine gönderdiler. O zaman hariciye
müsteşarı olan Curzon, Avam Kamarası'nda şöyle konuştu:
«Girit'teki son olayların Türkler tarafından yapılmamış olduğuna dair Hanya
konsolosu ile Akdeniz'de bulunan amiralimizden yeterli bilgi aldık. Girit hareketinin
başkanları Yunanistan'a davet edilmişti. Bunların ne şekilde geldikleri bilinemez.
Bunlar bir müddet sonra da geri gitmişlerdir. Bunlarla Giritli reisler arasındaki
konuşmalar sonucu bazı şehirler civarındaki Rum aileleri, ev eşyaları ve sürüleriyle
dağlara çekilmişlerdir. Böylece Kandiye'de isyan başlamış, birçok Türk aileleri
şehirlere sığınarak canlarını kurtarmak istemişlerdir, işte Yunan hükümetinin şikâyet
ettiği karışıklık, kendilerinin yarattığı olaylardan başka bir şey değildir.
Zulüm ve fenalık o kadar ileri gitmişti ki, Yunanlılara yardım eden ve Türkler'i
sevmeyen Lord Curzon bile gerçeği saklayamamış, bu kadarcık olsun bir itirafta
bulunarak günahlarının kefaretini vermişti. Times gazetesi de şöyle yazıyordu:
Tarafsız bir görüşle söylemek gerekirse. Türkiye kadar birçok dinden vatandaşı olan
bir Yurtta kendi yurttaşlarına eşit muamele eden, milliyet, lisan ve dinlerine
dokunmayan bir büyük devlete Yunan gazetelerinde uzatılan dil, hiç de insafa ve
akıllıca bir harekete yakışmaz. Zalimce hareket ettikleri halde, mazlum rolüne
bürünmek çok hayret edilecek bir şeydir. Paris, Viyana, Berlin gazete ve
mecmualarının da aynı yolda yayın yapmalarına karşı Atina çizmiş olduğu
programdan dönmüyor, Yunan başbakanı Deli Yani, millet meclisinde açıkça Girit'in
Yunanlıların olacağını söylüyor, Atina basını da bu tezi savunan yazılarına devam
ediyordu.
YUNANLILAR ADA'YA ÇIKIYOR
Yunan Kralı Yorgi, ikinci oğlu Prens Yorgi'yi altı torpido ile Girit'e yollamak kararını
almıştı. Büyük devletler güya bunu önlemek için çabalar sarfetmekteydi. Atina'da
yapılan büyük bir törenden sonra albay Vasos bir alay piyade ve istihkâm taburu, bir
batarya ile Pire’den hareket ederek, şubatın 15'inde Hanya yakınlarındaki Platonya'da
kıyıya çıktılar. Yunan gazeteleri:
Bunca yıldır beklenen şafak söktü, emellerimize kavuştuk, Girit'e ulaştık diye
yazmakta. Kral Yorgi ise albay Vasos'a verdiği emirde:
Girit'in sizce gerekli olan yerinde çıkarak adayı oğlum adına ele geçirecek, bundan
sonra bütün muameleleri Yunan kanunlarına göre, kral namına yapacaksınız, oraya
varınca adanın Yunan hükümetince işgal edildiğini halka bildiriniz diyordu.
Adaya çıkan Yunanlılar, 15 mayıs 1919' da İzmir'de yaptıklarının aynını
uygulamaktan geri kalmadılar. Olayları önlemek isteyen Avrupalı devletlerin
amiralleri, Yunan hareketlerini kısıtlamak için kordonu sıklaştırdılarsa da Rum
korsanlar gecelerden faydalanarak bildikleri gibi oynamaktan geri kalmadılar. Albay
Vasos'un söz dinlememesi karşısında, adayı bombardıman bile ettiler ama, bir fayda
vermedi. Yunanlılar ise, Atina'da düzenledikleri törenlerle Girit adasının kendilerine
katıldığını yaymaktaydılar.
Avrupalı devletler 2 martta Atina'ya verdikleri notada şunları istemişlerdi:
a) Girit, hiç bir suretle Yunanistan'a verilmiyecektir.
b) Osmanlı İmparatorluğu'nun mülki tamamlılığı Avrupalılarca garanti edilmiştir.
Girit için özel bir idare kurulacaktır.
c) Yunanlılar, Girit'ten deniz ve kara birliklerini çekeceklerdir.
d) Bu kuvvetlerin çekilmediği görülürse zor kullanılacaktır.
SAVAŞ BAŞLIYOR
Yunanlılar, verdikleri cevapta, bu kararlara uyacaklarını, ancak adada bulunan
Rumların da fikirlerinin alınmasını istediler. İçerdeki fesat yine kışkırtmalarla
harekete geçerek Ekrâtori tepesinde bulunan Yunan çeteleri 9 mart gecesi Türklere
saldırıya geçtiler. Olayları izleyen Fransız konsolosu Blanc, hükümetine Türklerin
haklı olduğunu, zulmün Yunanlılar tarafından insafsızca kullanıldığını, birçok
Türk'ün tuğla fırınlarında yakıldığını bildirdi. Olaylarda eli olan Yunan konsolosluğu
memurları, Avrupalılar tarafından zor kullanılarak adadan uzaklaştırıldı. Bunu Yunan
donanması izledi. Durumu Yunanistan'dan idare eden Etniki Heten'a, halkı heyecana
vererek bir savaş havası yaratmıştı. Devletler Girit ablukasını sıklaştırmışlar, denizden
yardım yapılmasını engellemişlerdi.
Yunan kralı Girit'te kazanılan basanların etkisiyle Tesalya’ya kadar gitmiş, askerlerini
denetleyerek bir savaşın başlamak üzere olduğunu 27 martta açıklamıştı. Bütün
hazırlıklarını tamamlayan Yunan ordusu, 1897 yılı 3 nisanında sınırlarımızı aşmak
cesaretini gösterdiler. Bu büyük şımarıklığa, Edhem Paşa kumandasındaki Türk
orduları Dömeke'de gereken dersi verdi. Kuvvetlerinin çoğunu kaybeden kral,
çemberden zor kurtuldu. Türk orduları Atina yolundaydı ki, mazlum pozuna
bürünerek büyük devletlere yalvarmaya başladılar. Zaten aracı olacaklarını
biliyorlardı. Savaş az bir tazminat, ufak bir sınır değişikliğiyle son bulunca Yunanlılar
gözlerini tekrar Girit'e çevirdiler. Buraya bir muhtariyet verilmesi esasen kabul
edilmişti. Yalnız bir vali bulmak mesele oluyordu. Etniki Heten'a bunda da başarı
kazanarak, genellikle Rusların yardımıyla Prens Yorgi'yi vali yaptı. Kandiya'da çıkan
bir karışıklıkta Heten’a nın bir oyunu ile Türk askerleriyle İngilizler çarpışmak
zorunda kaldılar. Bunun üzerine de askerimizi çekmemizi istediler. Esasen maksatları
da buydu, oyunu iyi hazırlamışlardı. Güya şimdi devletler adayı koruyacaklardı. 21
kasımda prens Yorgi'nin valiliğe başlaması’nı Bâbıali protesto ettiyse de hiç bir sonuç
alınamadı. Balkan Savaşı'na kadar da Girit, güya muhtar bir idare altında kaldı.
Yazan: İhsan Ilgar
Hayat Tarih Mecmuası - 1969
http://www.bodrum-bodrum.com/vorteks/denizciler/girit.htm
Kıbrıs ve Girit
Alparslan Türkeş
Kıbrıs Adası hepimiz biliyoruz ki, 1571 yılında Türkler'in idaresine geçmiş ve
1914 yılına kadar, hukuken de 1923 lozan Antlaşması yürürlüğe girdiği tarihe
kadar Türkler'e ait bulunmuştur. 1879'da Kıbrıs'ta İngilizler tarafından
yapılmış olan nüfus sayımına ait istatistikler elimizdedir. Bu sayıma göre o
zaman Kıbrıs'da Türk nüfusu çoğunluktadır. Rum nüfusu azınlıktır. Kıbrıs,
1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde İngilizler'e "geçici olarak işgal etme"
müsaadesi ile işgal altına verilmiş bir adadır. İşgal müsaademizin de dayandığı
mucip sebep Ruslar, İskenderun istikametinde Osmanlı topraklarına bir taarruz
yapacak olurlarsa, yakın mesafeden, yakın bir üsten Osmanlılar'a yardım
etmelerini mümkün kılmak için bu ada geçici olarak İngiltere'ye işgale verilmiş,
müsaade edilmiştir. Veriliş sebebi de budur. İngilizler oradan hemen
İskenderun'a; bize yardım edecekler. Bundan sonra adaya her iki yılda, üç yılda
yeni İngiliz valisi tayin olup geldiği zaman adanın Rum ruhani reisi, yahut işte o
Arşbişop dedikleri metropoliti gider, valiyi karşılar ve valiye bir dilekçe, bir
arzını sunardı. 1878'den itibaren bu dilekçede papaz, Kıbrıs'ın Yunan olduğunu,
ve Kıbrıs Adası'nın Yunanistan'a verilmesini rica ederdi. Yunan hükümeti,
Yunan devleti de bu istikamette devamlı olarak ada Rumları ile irtibatta
bulunur, Yunanistan'dan öğretmen yardımcı her şey gönderilirdi.
Kültür münasebetleri, kültür birliği temin edilmiş bir durumda, bir şekilde işler
yürütülürdü. Osmanlı Devleti çeşitli gailelerle yuvarlanırken tabii bunlarla
uğraşma imkanını bulamamıştır. Fakat Lozan Antlaşması'ndan sonra da biz,
tamamıyla kabuğumuza çekilmiş durumda bulunduk ve oradaki Türkler'le ve
adanın durumu ile de faal bir şekilde ilgilenemedik. Lozan Antlaşması gereğince
adadaki Türkler'e üç yıl müsaade tanındı. Bu müsaade gereğince; Türkiye'ye
gitmek ve Türk vatandaşı olarak yaşamak isteyenlerin malını mülkünü satıp, göç
etmesi gerektiği, gitmek istemeyenlerin de İngiliz teb'alı olacağı bildirildi ve
Lozan Antlaşması gereğince Türkiye'den çıkarılan Rum göçmenler Kıbrıs'a sevk
edildi.
Anadolu'dan çıkarılan Rumlar Kıbrıs'a sevk edildi. Ve Kıbrıs'a getirilerek
yerleştirildi. Bunlar Anadolu'dan hınçla Kıbrıs'a gelmişler ve orada yerli
Rumlar'ı da azdırarak Türkler'e karşı her fırsatta çeşit çeşit taşkınlıklar, çeşit
çeşit tazyiklere, tecavüzlere de girişmişlerdir. Zaten hassas olan ve yabancı
boyunduruğundan hoşlanmayan Türkler, kendilerine tanınmış olan bu üç yılı
kullanmak için adeta birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Rum muhacir akını
karşısında da adada oturmak arzusunu iyice kaybetmişler ve adaya Rum
muhacirleri gelirken, adadan Türk muhacirleri çıkmış, Türkiye'ye göç etmiştir.
Bugün yakın kabul edeceğimiz bir tahmine göre Mersin'den Mersin dahil
İzmir'e kadar olan kıyı bölgemizde, Kıbrıs'tan gelmiş göçmenlerden en az, 250 300 bin insan bulunmaktadır. Bundan sonra zaman akmış, Rumlar ve
Yunanlılar bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Nihayet İkinci Cihan
Savaşı'ndan çıkılmış ve Yunanlılar on iki adaya talip olmuşlardır.
Harp esnasında bize işgal teklif edilmiş fakat buna yanaşmamışızdır. "Ne bir
karış toprak veririz, ne bir karış toprak alırız". "Aman etmeyin, gitmeyin, alın
şunu işgal edin". "Yok, hayır efendim, ne olur ne olmaz". Yunanlılar buna talip
çıkmışlar.
Yunanistan'a bu on iki ada 1947 Paris Antlaşması'yla verilmiştir ve Türk
hükümetinden bir söz dahi çıkmamıştır. Ey Allah'ın kulu, ağzını aç, de ki :
"Efendiler, kimin malını kime veriyorsunuz, bunlar bize aittir. Şimdi bizi
dinlemezsiniz, ama bu antlaşmayı kabul etmem, saymam, söz hakkımı mahfuz
tutuyorum", de... On iki ada gitti, bundan sonra artık bütün faaliyetler Kıbrıs'a
doğru döndü. Şimdi, Kıbrıs'la birlikte bütün adaların durumunu kısaca gözden
geçirmemiz icab etmektedir.
Yunanistan istiklal alıp bir mikrobik devlet halinde yeryüzüne doğduğu andan
itibaren kendinden çok çok büyük hülyalar, davalarla uğraşmıştır. Çok büyük...
Ama böyle yapması, acaba kendisi için zararlı mı olmuş? Böyle hareket etmesi
acaba hatalı mı olmuş?
Şunu söylemek isterim ki, her hakikat evvela beyinlerde, kafalarda bir nazlı
hayal olarak doğar ve yaşar.
Osman Gazi, Osmanlı Beyliği'nin başına geçtiğinde İstanbul'u, Rumeli'yi,
Suriye'yi, Irak'ı düşündüğü zaman bunlar onun kafasında birer hayaldi.
Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçmeğe hazırlanır. Kendisine sorarlar : "Devlet
mağlup, ordu dağılmış, para yok, halk; Anadolu halkı bitmiş, yorgun sen neden
bahsediyorsun?" O der ki : "Misak-ı Milli hudutları içinde bağımsız, şerefli bir
Türk devleti". "Bu nasıl olur?" O gün için kendisiyle konuşan meşhur bir
gazeteci var. Pera Palas otelinde, yanından ayrıldıktan sonra "Bu bir deli" der.
"Bu bir çılgın" der. Çünkü o gün, o anda Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız,
şerefli bir Türk devleti sadece bir hayaldir. Amma, bu güzel, bu nazlı hayal, ona
gönül verenlerin azmi, can fedası ve iradesi sayesinde bugün bir hakikattir.
İşte Yunan mikrobik devleti meydana geldiği andan itibaren büyük Bizans
İmparatorluğu'nun varisi ve onu ihya etmek davacısıdır. Bu faaliyetlerin de
kaynadığı kazan, sevk-ü İdare edildiği yer, Yunan Kilisesi'dir. Yunanistan'da
Yunan Kilisesi'ni, Yunan politikasından ayıramazsınız. Bütün ihtilallerini, bütün
isyanlarını Yunan Kilisesi hazırlamış, o sevk-ü idare etmiştir. Hatta, o kadar ki,
Mora isyanı başladığı zaman, işte ilk defa bağımsızlık almak için ayaklandıkları
zaman, Sultan Mahmut zamanı, bu zamanı biliyoruz, Etnik-i Eterya denen,
cemiyet idare ediyor. Bu cemiyeti sevk-ü idare eden de patriktir. İstanbul'daki
patrik. Öyle de bir suikast hazırlıyor ki, Türk askeri üniformalı Rum kuvvetleri,
Yunan kuvvetleri hazırlanıyor. Bir taraftan Mora kıyımı olacak, bir taraftan da
bunlar İstanbul'da ayaklanacaklar. Ve İstanbul'u işgal edecekler. Bizans ihya
edilecekti. Tabii bu durum zamanında haber alınıyordu. Bunlar bastırılıyor ve
patriği, işte o orta kapı dediğimiz ki, ördüler onu, bugün hala örülü, açmıyorlar,
orada asıyorlar. Asılması gayet tabiidir. Bana bir devlet gösterin ki, o devlette, o
devletin bir vatandaşı, bir teb'ası kendi devletine karşı hiyanet eder, isyana
kalkışır ve buna mukabil o devlet ona "aferin, iyi ettin" der. Böyle bir devlet var
mı yeryüzünde? Eeee, bundan dolayı niye Osmanlı Devleti'ni suçluyorlar? Onun
yerinde kim olsa yapması icab eden hareket buydu.
Bundan sonra daima bu devlet, bu fikri, bu hayali takib etmiştir. Ve üzülerek
ifade etmek lazımdır ki, bu hayalin Rumeli tarafından kısmını büyük ölçüde ve
Ege Denizi'ndeki adalar kısmını baştan aşağı gerçekleştirmişlerdir. Bizim
tedbirsizliğimizden, başımızdaki devlet adamlarımızın idaresizliğinden ve
liyakatsizliğinden dolayı, bunlardan faydalanmışlar, zaman zaman, safha safha
bunu gerçekleştirmişler, hatta İstiklal Savaşımız sırasında Anadolu'nun da bir
parçasına sahiplenmeğe çalışarak iyice bunu kurmak durumuna girmişlerdir.
Şimdi haritaya baktığımız zaman, dedik ya dış politikaya tesir eden, güven veren
önemli esaslardan birisi de, o memleketin coğrafyasıdır. Jeopolitik durumudur.
Evet, haritaya baktığımız zaman Çanakkale boğazının ağzında Midilli adası,
diğer Yunan işgalindeki adalar, aşağıya doğru Ayvalık'ın karşısı, Burhaniye'nin
karşısı, daha aşağı Foça, İzmir, İzmir'in karşısı, Kuşadası, daha aşağısı Bodrum,
Küllük v.s. ... böyle. Bütün Türk kıyıları Yunanlılar'ın ele geçirdikleri adalarla
tıkanmış vaziyette. Türkiye'nin neresi var? Akdeniz kıyıları var, Akdeniz bölgesi
var ki orada nisbeten serbest. Kıbrıs? Kıbrıs İngilizler'in elinde, başka bir
devletin elinde, Şimdi bunlar uzun zamandan beri bu adayı hedef almışlar. Ve
diyorlar ki:
"Burasını alacağız ve Yunanistan üç kıt'a üzerinde bir devlet haline gelecektir.
Aynı zamanda hem Balkan memleketi, hem Orta Doğu memleketi olacağız"
diyorlar. Ne ile? Kıbrıs'la. Kıbrıs'ın öneminin çok kimseler henüz tam farkında
değil. Memleketimizde onu, sadece orada bulunan 150.000 Türk'ün durumuna
bağlıyoruz. Hayır beyler, orada hiçbir Türk bulunmasa da Kıbrıs davası vardır.
Türkiye için. Bunu coğrafya zorunlu kılıyor. Türkiye'nin kendi varlığını
korumak, kendi güvenliği bunu zorunlu kılıyor. Kaldı ki, orada 150.000 Türk'ün
bulunuşu bu durumu bir kat daha önemli hale getiriyor. Şimdi Yunanistan bu
mes'elede de diğer mes'elelerinde olduğu gibi bize kıyasla çok ustaca, planlı ve
uzağı görerek hareket etmiştir. Dünyanın her tarafına serilmiş olan Yunan
propaganda ağı, Yunan diplomatik faaliyetleriyle elele beraber olarak işlemiştir.
Bunlar olurken biz ne yaptık acaba? Cevap tek kelime, bir ? Hiç! Onlar
İngilizler'e karşı evvela bir mücadele açmışlardır. İngilizler'le bu mücadeleleri
onların, işte şöyle bir danışıklı doğuş gibi bir şeydir. Çünkü zaten onu besleyen,
onu himaye eden, onu pohpohlayan İngilizler olmuştur. Bugüne kadar tarihi bir
olaya göz atarsak Kıbrıs mes'elesini daha iyi canlandırmak, anlamak mümkün
olur. Bu olay Girit olayıdır. Girit de bundan 100 yıl önce bir Türk adaşıydı. Ve
adada en az Rumlar'a denk sayıda Türk nüfusu vardı. Fakat böyle bir böceğin
yaprağı kemirmesi gibi, kemirmeye başlamış oraya da el atmıştır. Girit'te de
aynı Kıbrıs'ta olduğu gibi faaliyetlere girişmişlerdir. Orada da evvela çeteler
faaliyete geçmiş, çeteleri bastırmak için nizamı, asayişi, kanunu korumak için,
biz oraya kuvvet gönderince de "Eyvah! Türkler bize zulmediyor, Türkler
Rumlar'ı katliam ediyor, kesiyor, yetişin!" diye yaygarayı basmışlardır. Hemen
o zamanın büyük devletleri dediğimiz İngiltere, Fransa v.s. gelmişler, Ruslar,
Rusya da beraber, adaya asker çıkarmışlar ,adayı işgal etmişler ve işi, pek
benzeyiş var arada, onun için söylüyorum evirmişler, çevirmişler, demişler ki :
"Burası muhtariyet olsun..." "Yani gene sizin olsun ama, Rum halkı kendi
toplum işlerinde, kendi cemaat işlerinde, bağımsız olsunlar. Bir de Yunanlı bir
vali bulunsun adada, sizin valiniz, size rapor versin..." Sizin valiniz Yunanlı.
Kim olacak bu? Yunan krallık ailesinden olsun, bir prens... Böylece Girit Adası
muhtariyetle idare edilen bir ada oldu. Yani Kıbrıs'ın bağımsız cumhuriyet
olması gibi. Bunlar adımlardır. Yunanistan'a doğru gidiş adımları. Şimdi
bunları ortaya koyunca Türk devlet adamlarını daha iyi tartabileceğiz. Eh, olan
oldu. Girit adası muhtar oldu. Yunan krallık ailesinden bir prens de Osmanlı
valisi oldu. Kime hizmet ediyor?!... Osmanlılar'a değil mi?! Osmanlılar'a hizmet
ediyor ! ... Ve, Girit günün birinde gitti. Ne zaman gitti? Bizim muzaffer
olduğumuz; galibiyetle muzafferiyetle bitirdiğimiz bir harbin sonunda. O da
1897 Türk-Yunan Harbi'nin sonunda. Biliyorsunuz, 1897 Türk-Yunan Harbi
Yunanlılar'ın taşkınlığı ile, münasebetsizliği ile patlak vermişti. Onlar ve
Avrupalılar zannetmişlerdi ki, Yunanlılar muvaffak olacaklar ve Osmanlı
ordusunu yenecekler; Selaniği melaniği alacaklar... Fakat müthiş bir bozguna
uğramışlardır. Ve Türk ordusunun Atina'ya girmesine ramak kalmıştır. Hemen
araya yine büyük devletler girdi : "Aman barışı koruyacağız, barış elden
gitmesin, falan" diye bizi durdurdular. Yunanlılar'la aramıza girdiler. Ondan
sonra da o zamana kadar sözde bizim olan Girit adası, temelli olarak
Yunanistan'ın oldu ve bu güne gelindiğinde ise Türkiye, Yunanistan'a gayet iyi
tesir edecek kozlara, tedbirlere sahiptir. Geç kalmış olmakla beraber, planlı bir
propaganda faaliyetine girişmek ve yine planlı bir diplomatik faaliyete girişmek
lazımdır. Uyuşukluk, durgunluk çıkar yol değildir. Türk milleti, Türkiye'nin
gelecekteki evlatları bunu bir an akıldan çıkarmamalıdırlar. Yunanlılar
aleyhimizde faaliyetler gösterdikçe, okul kitaplarında topraklarımız üzerinde
hak iddia eden fikirler, yazılar bulunup, çocuklarına bunları telkin etmeğe
devam ettikleri müddetçe, basınında daima aleyhimizde ve kendi vatanımız
üzerinde iştiha ve hak belirten davranışlarda bulunmağa devam ettiği müddetçe
Türk milletinin hedefi; Selanik, Batı Trakya ve Anadolu'nun parçaları olan
adalardır.
http://www.geocities.com/alpertungam/kibrisvegirit.htm
4- Girit'i Yunanistan'a Bağlama Girişimleri
Türk-Yunan savaşı, Girit meselesi yüzünden çıkmış, buna rağmen barış antlaşmasının
hiçbir yerinde Girit anlaşmazlığından ve hal şeklinden bahsedil­memişti. Barışın
imzalanmasından iki hafta sonra da 18 Aralık 1897 tarihinde büyük devletler, Girit'in
özerkliğini ilan ettiler. Buna göre Girit adası Osmanlı Devleti'nin hakimiyetinde
tarafsız ve muhtariyete sahip bir eyalet oluyordu. Adaya, ilgili devletlerin de onayı ile
Sultan tarafından beş yıl için Hıristiyan bir vali tayin edilecekti. Türklerin de temsil
edildiği seçilmiş bir yasama meclisi bulunacak, onun kararları Osmanlı Devleti'nin
müdahalesi olmadan valinin onayıyla yürürlüğe girecekti. Türklerin can güvenliği ve
mal emniyeti temin olunduktan sonra Türk askeri adadan çekilecekti. Girit idaresi,
Osmanlı Devleti hazinesine yıllık maktu bir vergi ödeyecekti[1].
18 Aralık 1897'de büyük devletler Girit'in Osmanlı hakimiyetinde özerk hale
getirildiğini açıkladıkları sırada adanın dağlık bölgelerinde Türk ve Rum halkları
arasında çatışmalar devam ediyordu. Osmanlı Hükûmeti adaya eski sadrazamlardan
Cevat Paşa'yı göndererek duruma hakim olmaya çalıştı. Cevat Paşa'nın varlığı
Türklerin moralini yükselttiğinden kırsal bölgelerde Rum baskı­sına dayanamayarak
Kandiye'ye sığınan Türklerle şehrin Türk unsuru birleşerek Rumlara karşı koydular.
Çıkan olaylarda İngiliz konsolosu da öldürüldü. İngiliz amirali şehrin Osmanlı
komutanından, silah kullananların kendisine teslimini istedi. Evler aranarak birçok
kişi tevkif edilip İngiliz gemilerinde hapsedildi.
4 Ekim 1898'de adayı işgal eden büyük devletlerin Girit'teki karışık­lıklardan,
Osmanlı yönetimini sorumlu tutan ortak notası, Fransız elçisi tara­fından Babıâli'ye
verildi. Bu notaya göre:
1- Dört devlet Girit adasında sultanın hukukunu koruyacak,
2- Osmanlı Hükûmeti adadaki kuvvetlerini bir ay içinde çekecek,
3- Ada'da çoğunluğun arzusuna uygun yönetim kurulacaktır.
Osmanlı Devleti egemenlik haklarına ters düştüğü gerekçesiyle notayı reddettiyse de
dört büyük devletin isteklerini zorla yerine getirmek mecbu­riyetinde kaldı. 19
Ekim'den itibaren Osmanlı askerleri Ada'dan çıkarılmaya başlandı. İngiliz, Fransız,
Rus ve İtalyan birliklerinin Osmanlı askerlerinin bo­şalttığı stratejik noktaları
işgaliyle, Girit fiilen dört büyük devletin hakimiyetine geçti.
Ada'da sözde Osmanlı egemenliğinde özerk bir yönetim kurularak başına da vali
olarak Yunan Prensi Yorgi'nin getirilmesine karar verildi. Çar ortak kararı II.
Abdülhamit'e bildirdi. Avusturya, Almanya ve Osmanlı Devleti'nin karşı çıkmasına
rağmen savaşta yenilen Yunanlılar, Yunan Prensi Yorgi'nin adaya vali yapılması
suretiyle mükâfatlandırılmış oldu. Babıâli, işgalci dört büyük devletin baskısı üzerine,
Prens Yorgi'yi Girit Genel Valiliği'ne atamak zorunda kalmıştı. Yorgi'nin 21 Aralık
1898'de Girit'e giderek adanın yönetimini eline almasından sonra büyük devletlerin
askeri birliklerinin ve donanmalarının büyük kısmı Girit'i terketti.
1899'da Giritli hukukçu Elefterios Venizelos tarafından hazırlanan anayasa Girit
Kurucu Meclisi tarafından kabul edildi. Prense yardımcı olmak üzere dört Rumla bir
Türkten meydana gelen danışma kurulu ile bir meclis kuruldu[2]. Bu suretle Girit'in,
Osmanlı Devleti ile bağları kopartılarak, adada Yunanistan'ın etkisi altında adeta
bağımsız bir devlet kuruldu.
1901 yılında Prens Yorgi, Girit'i resmen Yunanistan'a bağlamak istedi, fakat Avrupa
devletleri buna engel oldular. 1905'de ise Yorgi, yönetiminden memnun olmayan
halkın baskısı üzerine, valilikten çekilmek zorunda kaldı. Büyük devletlerin, Yunan
kralından, Girit için yeni bir vali seçmesini istemeleri üzerine, eski başbakanlardan
Zaimis bu göreve atandı. Böylece, tamamen bir Yunan adası haline gelmiş bulunan
Girit, görünüşte de olsa bir müddet daha Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmakta devam
etti[3].
5 Ekim 1908'de Girit Meclisi, adanın Yunanistan'a bağlandığını ilan etti. Osmanlı
Devleti bu ilhâka karşı çıktığı gibi büyük devletler de Bosna-Hersek ve Bulgaristan
bunalımlarının sürmekte olduğu sırada yeni bir meselenin daha çıkmasını
istemediklerinden bu oldu-bittiyi tanımadılar. Bununla beraber İngiltere, Fransa,
Rusya ve İtalya, Girit adasında bulunan askerlerini geri çekme­ye karar verdiler.
Osmanlı Devleti ise 30 Mart ve 27 Haziran 1909'da İngiltere, Fransa, Rusya ve
İtalya'ya başvurarak, askerlerinin tahliyesini geri bırakmalarını istedi. Bu istek kabul
edilmedi[4].
Girit'in tahliyesi demek, Yunanistan'a bırakılması demekti. Bu tahliye nihayet 27
Temmuz 1909 Salı günü tamamlanmış ve sadece Suda limanında hâtıra kabilinden bir
Türk bayrağı ile muhafız olarak birkaç büyük savaş gemisi bırakılmıştır[5].
Devletler askerlerini tamamen çektikleri gün Hanya kalesine Yunan bayrağı
çekildi[6]. Osmanlı Devleti'nde Girit'teki gelişmelere karşı büyük bir tepki doğmuş ve
mesele bir Osmanlı-Yunan anlaşmazlığı halini almıştı. Büyük devletlerin baskısıyla
olayların daha fazla büyümesi önlendi. Osmanlı Devleti, 3 Kasım 1909'da büyük
devletlere bir defa daha başvurarak, Girit meselesinin kesin olarak çözümlenmesini
istedi, fakat bu konuda zamanın daha gelmediği cevabını aldı. Bundan sonra Girit,
1912 yılına kadar, hukuk yönünden Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmaya devam etti[7].
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/yunan/III-4GiritiYunanistanaBaglamaGirismleri.htm
1- Girit Meselesi
Doğu Akdeniz'in Kıbrıs'tan sonraki en büyük adası olan Girit, XVII. yüzyılın
ortalarında Osmanlı hakimiyeti altına girmiştir. Osmanlı Devleti yönettiği her bölgede
uyguladığı adâletli ve hoşgörülü idâre tarzını Girit'te de icrâ etmiştir.
Kandiye'nin fethinden Mora ihtilalinin başlangıcına kadar Osmanlı hakimi­yeti
altında geçen zaman zarfında Girit'te gözlenen sükûnet devresi, Osmanlı idâresinin
özenli iç politika uygulamalarına rağmen devam edeme­miştir. Mora ve adalarda
Rumlar tarafından çıkarılan isyanlar Girit adasına da sıçradı. 1821 yılında başlayan bu
ilk isyanın bastırılması için II. Mahmut, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'yı
görevlendirmiş ve isyanı bastırmıştır[1].
1830 yılında Yunanistan devleti kurulduğunda, Girit Rumları adanın bu devlete
bağlanmasını sağlamak için yeniden isyan ettiler. Bu isyan da Mehmet Ali Paşa
tarafından 1831 yılında bastırıldı. Ancak kendisine Girit valiliği de verilmiş olan ve
kuvvetleri de adada bulunan Mehmet Ali Paşa Girit'i, buradan bir çıkarı olmayacağını
anladığı için, 15 Temmuz 1840 tarihli Londra Antlaşması'ndan sonra boşaltmıştır[2].
Girit'in Mehmet Ali Paşa'nın çekilme­sinden sonra yeniden doğrudan Osmanlı
idaresine geçmesinden az bir zaman sonra, Rumlar buraya tekrar dönmüş olan Yunan
mültecileri tarafından isyana teşvik edildiler. Bu ayaklanma da, Osmanlı Devleti
tarafından 1841 yılının ilk aylarında bastırıldı[3].
Bu arada, yeni kurulmuş olan Yunan Devleti de Girit'teki Rumları isyana teşvik
etmekte ve asilere her çeşit yardımı yapmaktaydı. Yunanistan, Mısır bunalımı
sırasında Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu zor durumdan yararlanmak için, 10
Ağustos 1839'da koruyucusu olan üç büyük devlete bir muhtıra göndererek, Girit'in
kendisine verilmesini istemiştir. Diğer taraftan da Teselya'ya çeteler göndererek,
Makedonya ve Epir'de karışıklıklar çıkartmıştır. Ancak İngiltere, Yunanistan üzerinde
Rusya'nın nüfûz kazanacağı endişesi ile Yunanistan'ın bu genişleme politikasını
önlemiştir. Kırım Savaşı sırasında da, Yunanistan'ın Osmanlı Devleti'ne savaş açmak
istemesi, İngiltere ve Fransa tarafından engellenmiştir[4].
Yunanlıların ümit ve arzuları, 1864 yılında Yedi Ada'nın kendilerine verilmesi
üzerine tekrar uyanmıştır. Rumların bulunduğu Ege'deki bütün adaları ele geçirerek
büyük bir Yunanistan kurmak isteyen Yunanlılar, Girit'i de Osmanlı Devleti'nden
kopartmak için tekrar harekete geçmişlerdir. Adaya gönderilen papaz ve
öğretmenlerle Rum halkını isyana teşvik edilmiş ve 1866 Ağustos ayında Girit ilk
defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne olmuştur. Rumlar kendi kendilerine geçici
bir hükûmet kurarak, Girit'in Yunanistan'a ilhâk edildiğini ilân ettiler.
Osmanlı Devleti, isyanı bastırmak üzere harekete geçti. Fakat Avrupa devletleri bu
defa da işe karıştı. Fransa ve Rusya'nın Girit'in Yunanistan'a terki veya özerklik
verilmesi önerisi Babıâli tarafından reddedildi. Asilere, Yunanistan ve diğer
ülkelerden gönüllü ve yardım gelmekteydi.
1867 Mayıs'ında Rusya'nın da onayını alan Fransa, Girit halkının şikâyet ve isteklerini
belirlemek üzere, adaya milletlerarası bir komisyon gönderilmesini teklif etti. Fakat,
Osmanlı Devleti ile İngiltere ve Avusturya bu teklife karşı çıktılar. Bunun üzerine
Fransa, tasarıda, gönderilecek komisyona Osmanlı Devleti'nin de bir heyet ile dahil
edilmesi şeklinde değişiklik yaptı. Buna mütareke talebini de ilave ederek Rusya,
İtalya ve Prusya ile müştereken, Osmanlı Devleti nezdinde yeni bir teşebbüste
bulundu. Ancak Osmanlı Devleti bu teklifi de içişlerine karışma sayarak reddetti[5].
İngiltere ise Girit meselesinin, Osmanlı Devleti'nin yerel bir problemi olarak
kalmasını istiyordu. Bu arada yapımı sürdürülen Süveyş Kanalı açılınca, Hindistan
yolu üzerinde bulunan Girit'in önemi bir kat daha artacaktı. Bu bakımdan da adanın
statükosunun devamında yarar görüyordu[6].
Avrupa devletlerinin devam eden baskısı sonucunda Babıâli 12 Eylül 1867'de Girit'te
genel af ilan etmeye razı oldu. 28 Ekim'de Fuat Paşa, Sadrazam Âli Paşa'nın Girit'te
tatbik edeceği tafsilatlı ıslahat programını ilgili devletlere gönderdi. Ancak tatbike
konulması düşünülen program Fransa'yı memnun etmedi. Bunun üzerine Fransa,
Rusya, Prusya ve İtalya, Babıâli'ye verdikleri notada, Osmanlı Devleti'nin
İngiltere'nin tutumundan cesaret alıp, diğer devletlerin fikirlerini gözönünde
tutmadığını, kendi teklif ettikleri ıslahat programlarını uygulamadığını ve bundan
meydana gelebilecek hiçbir şeyin sorumluluğunu kabul etmediklerini bildirmişlerdir.
Londra Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarından Kenneth Bourne nota hakkında; "Bu
nota vaziyeti olduğu gibi bırakmak şöyle dursun adeta bir afetin kapısını açıyordu".
yorumunu yapmıştır[7].
Bu şartlar altında Sadrazam Âli Paşa 6 Ekim 1867'de Girit'e vardı ve hazırlanan
ıslahat programını açıkladı. Buna göre: "Vergiler önemli ölçüde azaltılacak; valinin
yanında biri Müslüman, diğeri Hıristiyan olmak üzere iki danışman bulunacak; yerel
ve genel meclisler kurulacak, bunların üyeleri Müslüman ve Hıristiyanlardan
seçilecek; ada gerektiği kadar sancaklara ayrılacak ve bunların başına getirileceklerin
yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan olacak; adada resmî yazışmalar Türkçe ve Rumca
olmak üzere iki dilde yapılacaktı".
Böylece Girit'e özerklik veren bir yönetim şekli getirilmiş ve Girit isyanı da
yatışmaya başlamıştı. Girit'teki durumun sâkinleşmesinden hoşlanmayan Yunanistan
bu kez de Yunanistan'a gelen Girit göçmenlerinin adaya dönmesini devletlerarası bir
mesele haline getirmeye çalıştı. Ancak, göçmenlerin Yunanistan'da karşılaştıkları
kötü şartlar, Yunanistan'ın aleyhinde bir durum oluşturdu. Göçmenler Girit'e dönmek
istiyor, fakat anlaşmazlık çıkartacak bir kozdan yoksun kalmak istemeyen Yunanistan
buna izin vermiyordu. Babıâli, 1868 Kasım ayı sonlarına doğru göçmenlerin Girit'e
serbestçe dönmesini istedi. Osmanlı Devleti, 11 Aralık 1868'de Yunanistan'a verdiği
notanın reddedilmesi üzerine de Yunanistan ile ilişkilerini kesti. Ortaya çıkan savaş
durumunu gidermek için harekete geçen büyük devletler, 9 Ocak 1869'da Paris'te bir
konferans topladılar[8].
Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya, Prusya, Avusturya ve Osmanlı Devleti'nin katılımıyla
gerçekleşen konferansa Yunanistan katılmadı. Uzun süren müzâkerelerden sonra,
Paris Konferansı'nın resmi bildirisi 20 Ocak 1869'da kabul edildi. Bu bildiri
Yunanistan Hükûmeti'nin Osmanlı Devleti'ne karşı çeteler toplamasını ve Yunanistan
limanlarından Giritli âsîlere malzeme taşıyan gemilerin donatımını yasak edip
mültecilerin de Girit'e dönmelerine mani olunmamasını talep ediyordu[9].
Büyük devletler bu bildiri ile Yunanistan'ı hareketlerinden dolayı suçladıklarını açıkça
belli etmişlerdir. Yunanistan'a bildiriye ek olarak verilen notada da bildiride ifade
edilen maddelerin en geç bir hafta içinde kabul edilmemesi halinde, Yunanistan'ın
hareketlerinden doğacak sonuçlar karşısında yalnız bırakılacağını ihtar etmişlerdi.
Yunanistan hükûmeti, konferansa katılan devletlerin bu baskısı karşısında, 6 Şubat
1869'da bildiriyi kabul etmek zorunda kaldı. Böylece, İngiltere'nin isteği
doğrultusunda statükonun korunması esas alınarak Doğu Akdeniz bunalımı önlenmiş
ve Osmanlı-Yunan anlaşmazlığı ile Girit meselesi geçici de olsa sona ermiştir[10].
Girit Rumları, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında, Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü
zor durumdan yararlanmak amacıyla, Yunanistan'ın da teşviki sonucu yeniden isyan
etmişlerdir. Rusya da, Ayastefanos Antlaşması'na, Girit adasında ıslahat yapılmasını
ve uygulanmasını isteyen bir madde koyarak, konunun devletlerarası bir nitelik
almasına sebep olmuştur. İngiltere ise Rusya'nın adaya tek taraflı olarak müdahalesini
önlemek üzere, Girit meselesini Berlin Konferansı'na getirdi. Kongre, Berlin
Antlaşması'nın 23. maddesine; Girit'te 1868 nizamnâmesi esaslarına göre ıslahat
yapılmasını ve Osmanlı Devleti'nin bu konuda Avrupa devletlerine bilgi vermesi
kaydını koydu[11].
Bu madde Osmanlı Devleti'nin Girit üzerindeki hâkimiyetini biraz daha kaybetmesine
yol açtı. Nitekim sonradan büyük devletler, Osmanlı Devleti tarafından verilen bu
vaadin yerine getirilmesini istediler. Bu vazife ile Girit'e gönderilen Gazi Ahmet
Muhtar Paşa ile âsîler arasında, konsolosların kontrolü altında, Hanya'ya yakın Halepa
mevkiinde müzakereler yapılarak, 23 Ekim 1878'de bir mukavelenâme imzalandı[12].
"Halepa Mukavelenamesi"'nin başlıca hükümleri şunlardır:
1- Girit genel valisi, beş yıl müddetle tayin edilecektir; genel vali, Müslüman veya
Hıristiyan olabilecektir. Müslüman olduğu takdirde Hıristiyan, Hıristiyan olduğu
takdirde, Müslüman bir yardımcısı bulunacaktır.
2- Vilâyet Genel Meclisi 80 üyeden oluşacak; bunlardan 49'u Hıristiyan, 31'i
Müslüman olacaktır. Meclis yılda bir defa toplanacak, mahallî ihtiyaçlar hakkında
karar verecektir.
3- Memurlar öncelikli olarak yerliler arasından seçilecektir.
4- Rumca, Türkçe gibi resmî dil olarak kabul edilecektir.
5- Vergi gelirlerinin fazlası adanın amme hizmetleri için kullanılacaktır.
6- Kâğıt paranın tedavülü yasak olacak, basın hürriyeti sağlanacaktır[13].
Böylece, Halepa Mukavelenamesi ile verilen yeni haklar ve getirilen düzenle, Rum
halkın Girit'in yönetiminde daha etkili olması sağlanmıştır.
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/yunan/III-1-GiritMeselesi.htm
Osmanlının Girit'i Türkiye'nin Kıbrıs'ı
Gazeteci Tahsin, İngilizlerin 1931'de Kıbrıs Meclis'ini kapatmasını, Özel Harp Dairesi'nin
provokasyonlarını, Kıbrıs'ta ilk eylemi yapan TMT'yi ve bugün gelinen süreci
değerlendirdi. Türkiye mi Denktaş'ı, Denktaş mı Türkiye'yi sürükledi?
Bia Haber Merkezi
16/04/2003 Nuh KÖKLÜ
BİA (Lefkoşa) - Gazeteci Arif Hasan Tahsin gelinen süreci "Biz de, Türkiye'de yenildi" diye
özetliyor. Tahsin'e göre Türk askerinin sorunu Osmanlı kılıcıyla çözmeye çalışması sorunun
çıkmaza girmesine neden oldu.
Bütün yaşananlardan sonra Denktaş'ın mı Türkiye'yi, Türkiye'nin mi Denktaş'ı sürüklediğini
soruyor Tahsin...
"İngilizlerin 1931'de provokasyon yarattı"
"Bir Kıbrıs Sorunu"ndan bahsedebilir miyiz? Böyle bir "sorun" nasıl ortaya çıktı?
Bir Kıbrıs sorunu var aslında. 1821'den beri, Yunanistan'ın bağımsızlığını ilanından bu yana
gelen bir sorundur bu.
Yunanistan kendi topraklarını belirlerken Kıbrıs'ı da dahil etti.Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurulması, Türkiye'nin Osmanlı topraklarındaki haklarından feragat etmesi süreci geldi
arkasından.
İngilizler o yıllarda bir denge kurmuştu, İngiliz ve Türk oyları Rum oylarından fazlaydı 1930
seçiminde seçilen bir Türk Rumlarla birlikte oy kullanınca denge bozuldu. 1931 isyanı
bahanesiyle İngilizler meclisi kapattı ve bir daha açmadı. Bu isyanlar hakkındaki belgeler 100
yıl ambargoludur, onlar açılınca meselenin özü de ortaya çıkar.
Türk hükümeti, Kıbrıslı Türklerin Anadolu'ya göç etmesini istiyordu, gönderdikleri Konsolos
Asaf bu işi başaramayınca, Türk milliyetçiliğini yaymaya başladı. O tarihten sonra Kıbrıslı
Türklerin liderleri Ankara'dan tayin edilmeye başladı. Birincisi Necati Özkan, ikincisi Fazıl
Küçük, üçüncüsü de Raif Rauf Denktaş'tır...
2. Dünya savaşından sonra Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) bastırmasıyla sömürgeciliğin lağv edilmesi söz konusu
olunca, İngilizler 1947’de Kıbrıs'a bir anayasa önerdiler. Buna göre, Mecliste büyük çoğunluk
Rumlardan oluşacak, Kıbrıslı Türklere azınlık hakkı verilecek, savunma ve dış işleri bir süre
İngilizlerin elinde olacaktı.
"Türkiye 1955'de Kıbrıs kavgasına girdi"
Aslında o dönemki sorun, İngiliz nüfuz bölgelerinin ABD denetimine geçmesiyle ilgilidir.
Ortadoğu'daki bütün politik değişimlerin altında da bu nüfuz sorunu yatar.
O dönem Kıbrıslı Türklerin temsilcisi olarak atanan Rauf Denktaş azınlık hakkını
savunuyordu. Rum solcular bunu kabul etmek meylindeydi ama, kilisenin önderliğindeki
sağcı hareket bunu engellemek istiyordu.
Rumlar 1950 Ocak ayında bir plebisit yaptılar orada Rumlar Yunanistan'a bağlanmak
istediklerini belirtti. Yunanistan 1954'de Birleşmiş Milletler'e (BM) başvurarak self
determinasyon hakkını tanınmasını istedi.
Türkiye daha önce "Bizim Kıbrıs davamız yok" derken birden “Kıbrıs eski sahibine iade
edilmeli" demeye başladı. 1955'le birlikte yer altı faaliyetleri başladı.
Yeni araştırmalarla ABD'nin teşvikiyle Yunan Özel Harp Dairesi'ne bağlı EOKA'nın 1957'de de
Türk Özel Harp Dairesi'ne bağlı TMT'nin kurulduğu belgelendi.
Celal Bayar Atina ziyaretinde Yunanlılara "Bu sorun sizinle İngilizler arasında” dedi ve asıl
olarak İngilizlerin Kıbrıs’ta kalmasını istiyordu.
Türkiye açısından sorunun başlangıcı olarak 1929 tarihini verirsek, esas olarak kavgaya girişi
1954-55 yıllarıdır. Londra'ya taraf olarak Türkiye gitti. Enteresandır, Türkiye Kıbrıs için
kavgaya girdi, ardından 6-7 Eylül olayları gündeme geldi...
Şunu söylemek lazım; ilk kez biz Rumlara saldırdık. 7 Haziran 1958'de Türkiye Haberler
Bürosu'na bomba koyduk ve ondan sonra Rumlar katliam yapıyor dedik. 1.5 ay süren
olaylarda 110 sivil öldü. Olayların ardından İngiltere ile ABD uzlaşmaya varınca Eisonhover,
Yunanistan ve Türkiye'ye Kıbrıs'ın bağımsız devlet olacağını söyledi.
Türkiye Taksim'den yana değildi
Türkiye Taksim'den yana değildi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yanaydı ama Denktaş
buna direndi, İsmet İnönü'yü de dinlemedi. Şunu not etmek lazım; İsmet Paşa Özel Harp
Dairesi'ne meramını anlatamadı. Gerçek şu ki; Yunanistan da Kıbrıs Cumhuriyetinden
yanaydı, iki tarafın özel harp daireleri bu sürecin sorumlularıdır. Kıbrıs'ta kavgayı onlar
çıkardı.
Bizim devlet adamı diyebileceğimiz kimsemiz olmadı, İsmet İnönü dışında Kıbrıslı Türkleri
kimse savunmadı, O zamanlar Kıbrıslı Türk yargıçlar İnönü'nün ricasıyla Rumlarla birlikte
çalışırdı.
1974'de bozulan anayasal düzeni yeniden kurmak için Türkiye Kıbrıs'a müdahale etti, 30
Temmuz'da Cenevre'de bozulan anayasal nizamı kurmak için taraflar anlaştılar Ecevit ve
Kissinger'in desteğiyle bugünkü sınırları çizdi 29 sene bu işi böyle götürdük ne kanun, ne
nizam hiçbir şey dinlemedik. Kıbrıs Cumhuriyeti bütün adanın temsilcisi. Sonuç biz yenildik.
Türkiye de yenildi.
Bundan sonra neler olabilir?
Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşıydık, Avrupa Birliği (AB) vatandaşı da olacağız. Kuzey için BM,
Türkiye ve AB pazarlık yapıp meseleyi çözmeye çalışacak. Türkiye Kıbrıs'ı kendi malı saydı,
kullanamadığımız Kıbrıs Cumhuriyeti haklarımızı da kaybettik. Türkiye Cumhuriyeti derken
askerlerden bahsediyorum. Türkiye'de sivillere hak tanınmamıştır. Bugün Kıbrıs Türkü üzgün,
toplum öldürüldü.
Türk hükümeti başlangıçta statükonun karşısında tavır koyuyordu...
Hükümetten hiçbir zaman umutlanmamıştık ki. Yaşayarak şunu öğrendik; siviller Türkiye de
söz sahibi olamadı 1963'de İsmet İnönü adaya özel bir gazeteci bile gönderdi. Bugün 500
bin Rum AB’de oy hakkına sahip oldular. Böyle bir durumda memleketin bir kısmı da işgal
altında...
Ne olmalıydı sizce?
Bizim hatamız başından belliydi, İsmet İnönü yasal zemini terk etmeyin demişti. Biz sorunu
Osmanlı kılıcıyla halletmeye çalıştık. Hele Irak'dan sonra başımıza ne gelecek bilmiyorum ...
ABD Türkiye'yi destekliyor, Annan Planı ABD, İngliz planıdır... Denktaş'ın önerilerine de çok
yakındır. 29 yıllık yasadışı durumun yasallaştırılmasıydı Annan Planı, Zaman içerisinde özel
çıkarlar bir yana bir de milliyetçilerin provokasyonlarıyla çözümsüzlük oldu. Adalet ve
Kalkınma Partisi (AKP) bir takım laflar etti, ama ciddiye alınacak sözler değildi bunlar.
16 Nisan'da Ortaklık Belgesi imzalanıyor ama 2004 Mayıs'ına kadar da bir sürecin
olduğu söyleniyor...
Aslında o süreç Kıbrıs'ın kendine ilişkin değil. Diğer üye devletler yeni devletleri oylamasıyla
ilişkili bu tarih. Bu süre içerisinde çözümden yanayız diyecekler ama Rumların ne mecburiyeti
var ki. Eğer biz bu süreci kabul etseydik Rumların birşeyler düşünmesi gerekecekti.
Bir bölgeyi işgal edip ondan da yetinmeyip sivil insanlar getirip nüfus yaratmak savaş
suçudur, bir de üzerine Rumların tapulu mallarına sahip çıkılmış. Çok acıdır ama defaaten bu
konuda yazılarla uyardım., neyle karşılaştık Osmanlının Girit olayıyla. Kimin hatırına;
Denktaş mı Türkiye yi Türkiye mi Denktaş'ı sürükledi? (NK/BB)
Konu ile bağlantılı önceki yazılar:
/2003/04/16/18258.htmİstanbul: "Kıbrıslı Türk ve Rumların Ortak Vatanı"
http://www.bianet.org/2003/04/24/18249.htm
Girit'i Yunanistan'a Baglama Girisimleri
Türk-Yunan savasi, Girit meselesi yüzünden çikmis, buna ragmen baris antlasmasinin
hiçbir yerinde Girit anlasmazligindan ve hal seklinden bahsedilmemisti. Barisin
imzalanmasindan iki hafta sonra da 18 Aralik 1897 tarihinde büyük devletler, Girit'in
özerkligini ilan ettiler. Buna göre Girit adasi Osmanli Devleti'nin hakimiyetinde
tarafsiz ve muhtariyete sahip bir eyalet oluyordu. Adaya, ilgili devletlerin de onayi ile
Sultan tarafindan bes yil için Hiristiyan bir vali tayin edilecekti. Türklerin de temsil
edildigi seçilmis bir yasama meclisi bulunacak, onun kararlari Osmanli Devleti'nin
müdahalesi olmadan valinin onayiyla yürürlüge girecekti. Türklerin can güvenligi ve
mal emniyeti temin olunduktan sonra Türk askeri adadan çekilecekti. Girit idaresi,
Osmanli Devleti hazinesine yillik maktu bir vergi ödeyecekti.
18 Aralik 1897'de büyük devletler Girit'in Osmanli hakimiyetinde özerk hale
getirildigini açikladiklari sirada adanin daglik bölgelerinde Türk ve Rum halklari
arasinda çatismalar devam ediyordu. Osmanli Hükûmeti adaya eski sadrazamlardan
Cevat Pasa'yi göndererek duruma hakim olmaya çalisti. Cevat Pasa'nin varligi
Türklerin moralini yükselttiginden kirsal bölgelerde Rum baskisina dayanamayarak
Kandiye'ye siginan Türklerle sehrin Türk unsuru birleserek Rumlara karsi koydular.
Çikan olaylarda Ingiliz konsolosu da öldürüldü. Ingiliz amirali sehrin Osmanli
komutanindan, silah kullananlarin kendisine teslimini istedi. Evler aranarak birçok
kisi tevkif edilip Ingiliz gemilerinde hapsedildi.
4 Ekim 1898'de adayi isgal eden büyük devletlerin Girit'teki karisikliklardan, Osmanli
yönetimini sorumlu tutan ortak notasi, Fransiz elçisi tarafindan Babiâli'ye verildi. Bu
notaya göre:
1- Dört devlet Girit adasinda sultanin hukukunu koruyacak,
2- Osmanli Hükûmeti adadaki kuvvetlerini bir ay içinde çekecek,
3- Ada'da çogunlugun arzusuna uygun yönetim kurulacaktir.
Osmanli Devleti egemenlik haklarina ters düstügü gerekçesiyle notayi reddettiyse de
dört büyük devletin isteklerini zorla yerine getirmek mecburiyetinde kaldi. 19
Ekim'den itibaren Osmanli askerleri Ada'dan çikarilmaya baslandi. Ingiliz, Fransiz,
Rus ve Italyan birliklerinin Osmanli askerlerinin bosalttigi stratejik noktalari isgaliyle,
Girit fiilen dört büyük devletin hakimiyetine geçti.
Ada'da sözde Osmanli egemenliginde özerk bir yönetim kurularak basina da vali
olarak Yunan Prensi Yorgi'nin getirilmesine karar verildi. Çar ortak karari II.
Abdülhamit'e bildirdi. Avusturya, Almanya ve Osmanli Devleti'nin karsi çikmasina
ragmen savasta yenilen Yunanlilar, Yunan Prensi Yorgi'nin adaya vali yapilmasi
suretiyle mükâfatlandirilmis oldu. Babiâli, isgalci dört büyük devletin baskisi üzerine,
Prens Yorgi'yi Girit Genel Valiligi'ne atamak zorunda kalmisti. Yorgi'nin 21 Aralik
1898'de Girit'e giderek adanin yönetimini eline almasindan sonra büyük devletlerin
askeri birliklerinin ve donanmalarinin büyük kismi Girit'i terketti.
1899'da Giritli hukukçu Elefterios Venizelos tarafindan hazirlanan anayasa Girit
Kurucu Meclisi tarafindan kabul edildi. Prense yardimci olmak üzere dört Rumla bir
Türkten meydana gelen danisma kurulu ile bir meclis kuruldu. Bu suretle Girit'in,
Osmanli Devleti ile baglari kopartilarak, adada Yunanistan'in etkisi altinda adeta
bagimsiz bir devlet kuruldu.
1901 yilinda Prens Yorgi, Girit'i resmen Yunanistan'a baglamak istedi, fakat Avrupa
devletleri buna engel oldular. 1905'de ise Yorgi, yönetiminden memnun olmayan
halkin baskisi üzerine, valilikten çekilmek zorunda kaldi. Büyük devletlerin, Yunan
kralindan, Girit için yeni bir vali seçmesini istemeleri üzerine, eski basbakanlardan
Zaimis bu göreve atandi. Böylece, tamamen bir Yunan adasi haline gelmis bulunan
Girit, görünüste de olsa bir müddet daha Osmanli Devleti'ne bagli kalmakta devam
etti.
5 Ekim 1908'de Girit Meclisi, adanin Yunanistan'a baglandigini ilan etti. Osmanli
Devleti bu ilhâka karsi çiktigi gibi büyük devletler de Bosna-Hersek ve Bulgaristan
bunalimlarinin sürmekte oldugu sirada yeni bir meselenin daha çikmasini
istemediklerinden bu oldu-bittiyi tanimadilar. Bununla beraber Ingiltere, Fransa,
Rusya ve Italya, Girit adasinda bulunan askerlerini geri çekmeye karar verdiler.
Osmanli Devleti ise 30 Mart ve 27 Haziran 1909'da Ingiltere, Fransa, Rusya ve
Italya'ya basvurarak, askerlerinin tahliyesini geri birakmalarini istedi. Bu istek kabul
edilmedi.
Girit'in tahliyesi demek, Yunanistan'a birakilmasi demekti. Bu tahliye nihayet 27
Temmuz 1909 Sali günü tamamlanmis ve sadece Suda limaninda hâtira kabilinden bir
Türk bayragi ile muhafiz olarak birkaç büyük savas gemisi birakilmistir.
Devletler askerlerini tamamen çektikleri gün Hanya kalesine Yunan bayragi çekildi.
Osmanli Devleti'nde Girit'teki gelismelere karsi büyük bir tepki dogmus ve mesele bir
Osmanli-Yunan anlasmazligi halini almisti. Büyük devletlerin baskisiyla olaylarin
daha fazla büyümesi önlendi. Osmanli Devleti, 3 Kasim 1909'da büyük devletlere bir
defa daha basvurarak, Girit meselesinin kesin olarak çözümlenmesini istedi, fakat bu
konuda zamanin daha gelmedigi cevabini aldi. Bundan sonra Girit, 1912 yilina kadar,
hukuk yönünden Osmanli Devleti'ne bagli kalmaya devam etti.
http://www.mfa.gov.tr/turkce/gruph/hg/hgb/19.htm
GİRİT’TE HANYA’YI KONYA’YI ANLAMAK…
8 Mayıs 2003
*Ta çoçukluk çağlarımızdan başlayarak Girit; hep bir “Türklüğün mahvolması” ve
“Rum-Yunan oyunu” olarak öğretildi bizlere… Yüreklerimize “Girit gibi, biz de
yokoluruz ha” korkuları salındı... Hele son günlerde, Rauf Bey’e destek veren
büyük medyada bazı isimler Girit’in adını sık sık kullanmaya başladılar. Gerçekten
Girit’teki Türk varlığının yok oluşu bizim varoluş öykümüze benziyor mu? Orada
yaşananlar, Kıbrıs’taki gerçeklerle ne kadar örtüşüyor? Hanya’da en çok bu
“soru”lara yanıt aradım.
Girit adasının, “Hanya” limanında bir akşamüstü...
Ne kadar da Girne’ye benziyor...
Deniz; pırıl pırıl ve dalgasız...
Kıyıda yürüyenler, taştan yapılmış sıra sıra hanların, kocaman “kubbe”lerinden,
hangi kültüre ait olduklarını çıkarmaya çalışıyorlar....
Adanın yerlileri “Hanya”nın Rumcada “hanlar” anlamına geldiğini, bu taştan
binaların Osmanlı döneminden kaldığını anlatıyor..
Karşıda; Venedikliler döneminde yapılmış deniz feneri, onun hemen ötesinde
“Küçük Hasan Paşa Camisi” yer alıyor...
Ta uzaklarda, üst tarafı tamamen yıkılmış, şerefeleri yerinde bir minare, adeta
“ben buralarda neler gördüm neler” der gibi, yaşamın içinde dimdik duruyor....
Her biri dev bir konser salonuna dönüştürülmüş “han”ların ötesinde “Türk
hamamları” uzanıyor...
Daracık sokakların limana uzanan kıvrımlarında ise balkon keyfi yapanların
masalarında “uzo” ile “rakı” yan yana duruyor...
Biraz ötede, folklor müzesinin yanındaki Sinagog, bu kültür mozayiği Akdeniz
kasabasında diğer kültürlerle yan yana yaşayan “Yahudi” kimliğini temsil ediyor..
Kaleler, kuleler, manastırlar, hanlar, hamamlar, Girit adasının tarih boyunca ev
sahipliği yaptığı farklı kültürlerin bu insanlara birer hediyesi…
Savaşların, isyanların, kanlı çatışmaların, hiç rahat yüzü görmemiş bu adası, şimdi
tarih ve kültürünün zenginliklerinin sefasını sürüyor...
Turistler, Osmanlı’nın mirası çok kubbeli, taştan “han”ların akustik ortamında
Mısır müziği dinliyor, camide batılı sanatçıların sergisini izliyor, hamamda
pandomim gösterisinde kahkahalar atıyor...
Bizler de; Avrupa-Akdeniz-Afrika üçgenindeki otuz kadar ülkeden gelenler; bu
kültürel mozayiğin büyüsünden sıyrılmadan kenti tanımaya çalışıyoruz. Ancak
galiba benimki, Türk resmi tarihinin yalanlarını anlamaya yönelik farklı bir tarihsel
merağı da içeriyor...
Sadece “Hanya’yı Konya’yı anlamak” bana yetmiyor...
Ta çoçukluk çağlarımızdan başlayarak Girit; hep bir “Türklüğün mahvolması” ve
“Rum-Yunan oyunu” olarak öğretildi bizlere…
Yüreklerimize “Girit gibi, biz de yokoluruz ha” korkuları salındı...
Hele son günlerde, Rauf Bey’e destek veren büyük medyada bazı isimler Girit’in
adını sık sık kullanmaya başladılar.
Gerçekten Girit’teki Türk varlığının yok oluşu bizim varoluş öykümüze benziyor
mu?
Orada yaşananlar, Kıbrıs’taki gerçeklerle ne kadar örtüşüyor?
Hanya’da en çok bu “soru”lara yanıt aradım.
Altmış bin nüfuslu bu küçücük Akdeniz kasabasında, çok iyi düzenlenmiş müzeleri
adım adım gezerken 2. dünya savaşı sonrasına kadar uzanan çok kanlı bir
“tarih”ten etkilenmemek olanaksız...
Arapların, Bizanslıların, Venediklilerin ardından Osmanlılar 1645 – 1897 yılları
arasında adayı yönetmişler. Bu dönemde Girit adasında 233 Osmanlı paşası görev
yapmış.
1898’de Girit devleti ilan edilmiş. Hanya da bu devletin başkenti olmuş. 1 Aralık
1913’te ise “Enosis” gerçekleştirilmiş ve Girit adası “Anavatan” Yunanistan ile
birleşmiş.
Hanya limanında, ilk Yunan bayrağının çekildiği yerde şimdi kocaman bir plaket
var. Üzerinde enosis törenine Kral Konstantin’in ve Başbakan Venizelos’un da
katıldığı anlatılıyor.
Peki bu “yakın tarih öyküsü”nden “korku” üretmek olası mı?
Korku üretmek yerine “dersler” çıkarmak galiba daha gerçekçi..
1912-1922 yılları arasında Balkanlar, Ege adaları ve Anadolu’da yaşanan acılar,
büyük nüfus hareketlerine, göçmen sorunlarına yol açmiş…
Osmanlı savaşta yenik düşünce, yüzbinlerce Müslüman, korku ve panik içinde
doğduğu mekanları terkedip Anadolu’ya sığınmış…
Yunanlılar, Anadolu’da yenilince, Ortodoks Rumlar Yunanistan’a kaçmışlar...
Müthiş bir nüfus ve göç hareketi yaşanmış.
Sonuçta; 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında “Türk ve Yunan
halklarının zorunlu mübadelesi” anlaşması yapılmış.
Buna göre; Türk topraklarında yerleşmiş Rumlar ile Yunan topraklarında yerleşmiş
Türkler zorunlu olarak “anavatan”larına gönderilmişler…
Bu anlaşma ile 1,5 milyon Yunanlı Türkiye’den atılırken, 500 bin Türk de
Yunanistan’dan ve Girit’ten atılmış...
Ancak anlaşmada “Türk ve Yunan göçmenlerin mülkiyet haklarına hiçbir zarar
verilmeyeceği” güvence altına alınmış…
Mübadele anlaşması ile “etnik” temelde yaratılan bu düzenleme ile göçmen
durumuna düşenlere “mübadil” deniyor...
Resmi tarihimiz bu “mubadil” olayını bizlerden pek de güzel gizlemiş…
Ancak günümüzde; mübadiller sivil insiyatif olarak örgütlenmişler ve kafileler
halinde doğdukları toprakları gezerek, çekilen eski “acı”ların bir daha
tekrarlanmaması için Türk ve Yunan yetkililere çağrılar yapıyorlar.
Girit tarihinde, Osmanlı dönemi “Türk işgali” olarak yer alıyor…
Orada “Mübadele anlaşması”na kadar yaşamış Türkler ise, Osmanlının “nüfus”
politikası gereği oraya yerleştirilen göçmenler olarak nitelendiriliyor.
Onlara göre “bağımsızlık savaşı” sonunda “işgal” ortadan kaldırılmış ve “Enosis”
gerçekleştirilmiştir.
Girit’e taşınan “nufüs” da, Atatürk döneminde imzalanan Lozan anlaşması ile geri
gönderilmiştir.
Hanya limanında yürürken, caddenin adını taşıyan tabelaya bakıyorum:
-Enosis meydanı...
Hemen dönüp, yanımdaki Rumlara takılıyorum...
-Aşkolsun, bizi Enosis meydanında yürütüyorsunuz...
Yanıt hiç gecikmeden geliyor:
-Siz de bizi Taksim Meydanında yürütmüştünüz...
Taksimler, enosisler, göçmenler, mülteciler, mübadiller...
Türk-Yunan kavgalarının bitmez tükenmez sonuçları...
Daha “barış”ın zamanı gelmedi mi?
http://www.north-cyprus.net/basin/yazarlarimiz/serbest/hkahveci/arsiv/8_mayis_2003.htm
Girit Meselesi
a- Girit Isyanlari (1821-1877)
Dogu Akdeniz'in Kibris'tan sonraki en büyük adasi olan Girit, XVII. yüzyilin ortalarinda Osmanli
hakimiyeti altina girmistir. Osmanli Devleti yönettigi her bölgede uyguladigi adâletli
ve hosgörülü idâre tarzini Girit'te de icrâ etmistir.
Kandiye'nin fethinden Mora ihtilalinin baslangicina kadar Osmanli hakimiyeti altinda
geçen zaman zarfinda Girit'te gözlenen sükûnet devresi, Osmanli idâresinin özenli iç
politika uygulamalarina ragmen devam edememistir. Mora ve adalarda Rumlar
tarafindan çikarilan isyanlar Girit adasina da siçradi. 1821 yilinda baslayan bu ilk
isyanin bastirilmasi için II. Mahmut, Misir Valisi Mehmet Ali Pasa'yi görevlendirmis
ve isyani bastirmistir.
1830 yilinda Yunanistan devleti kuruldugunda, Girit Rumlari adanin bu devlete
baglanmasini saglamak için yeniden isyan ettiler. Bu isyan da Mehmet Ali Pasa
tarafindan 1831 yilinda bastirildi. Ancak kendisine Girit valiligi de verilmis olan ve
kuvvetleri de adada bulunan Mehmet Ali Pasa Girit'i, buradan bir çikari olmayacagini
anladigi için, 15 Temmuz 1840 tarihli Londra Antlasmasi'ndan sonra bosaltmistir.
Girit'in Mehmet Ali Pasa'nin çekilmesinden sonra yeniden dogrudan Osmanli
idaresine geçmesinden az bir zaman sonra, Rumlar buraya tekrar dönmüs olan Yunan
mültecileri tarafindan isyana tesvik edildiler. Bu ayaklanma da, Osmanli Devleti
tarafindan 1841 yilinin ilk aylarinda bastirildi.
Bu arada, yeni kurulmus olan Yunan Devleti de Girit'teki Rumlari isyana tesvik
etmekte ve asilere her çesit yardimi yapmaktaydi. Yunanistan, Misir bunalimi
sirasinda Osmanli Devleti'nin içinde bulundugu zor durumdan yararlanmak için, 10
Agustos 1839'da koruyucusu olan üç büyük devlete bir muhtira göndererek, Girit'in
kendisine verilmesini istemistir. Diger taraftan da Teselya'ya çeteler göndererek,
Makedonya ve Epir'de karisikliklar çikartmistir. Ancak Ingiltere, Yunanistan üzerinde
Rusya'nin nüfûz kazanacagi endisesi ile Yunanistan'in bu genisleme politikasini
önlemistir. Kirim Savasi sirasinda da, Yunanistan'in Osmanli Devleti'ne savas açmak
istemesi, Ingiltere ve Fransa tarafindan engellenmistir.
Yunanlilarin ümit ve arzulari, 1864 yilinda Yedi Ada'nin kendilerine verilmesi
üzerine tekrar uyanmistir. Rumlarin bulundugu Ege'deki bütün adalari ele geçirerek
büyük bir Yunanistan kurmak isteyen Yunanlilar, Girit'i de Osmanli Devleti'nden
kopartmak için tekrar harekete geçmislerdir. Adaya gönderilen papaz ve
ögretmenlerle Rum halkini isyana tesvik edilmis ve 1866 Agustos ayinda Girit ilk
defa genis ölçüde bir ayaklanmaya sahne olmustur. Rumlar kendi kendilerine geçici
bir hükûmet kurarak, Girit'in Yunanistan'a ilhâk edildigini ilân ettiler.
Osmanli Devleti, isyani bastirmak üzere harekete geçti. Fakat Avrupa devletleri bu
defa da ise karisti. Fransa ve Rusya'nin Girit'in Yunanistan'a terki veya özerklik
verilmesi önerisi Babiâli tarafindan reddedildi. Asilere, Yunanistan ve diger
ülkelerden gönüllü ve yardim gelmekteydi.
1867 Mayis'inda Rusya'nin da onayini alan Fransa, Girit halkinin sikâyet ve isteklerini
belirlemek üzere, adaya milletlerarasi bir komisyon gönderilmesini teklif etti. Fakat,
Osmanli Devleti ile Ingiltere ve Avusturya bu teklife karsi çiktilar. Bunun üzerine
Fransa, tasarida, gönderilecek komisyona Osmanli Devleti'nin de bir heyet ile dahil
edilmesi seklinde degisiklik yapti. Buna mütareke talebini de ilave ederek Rusya,
Italya ve Prusya ile müstereken, Osmanli Devleti nezdinde yeni bir tesebbüste
bulundu. Ancak Osmanli Devleti bu teklifi de içislerine karisma sayarak reddetti.
Ingiltere ise Girit meselesinin, Osmanli Devleti'nin yerel bir problemi olarak
kalmasini istiyordu. Bu arada yapimi sürdürülen Süveys Kanali açilinca, Hindistan
yolu üzerinde bulunan Girit'in önemi bir kat daha artacakti. Bu bakimdan da adanin
statükosunun devaminda yarar görüyordu.
Avrupa devletlerinin devam eden baskisi sonucunda Babiâli 12 Eylül 1867'de Girit'te
genel af ilan etmeye razi oldu. 28 Ekim'de Fuat Pasa, Sadrazam Âli Pasa'nin Girit'te
tatbik edecegi tafsilatli islahat programini ilgili devletlere gönderdi. Ancak tatbike
konulmasi düsünülen program Fransa'yi memnun etmedi. Bunun üzerine Fransa,
Rusya, Prusya ve Italya, Babiâli'ye verdikleri notada, Osmanli Devleti'nin
Ingiltere'nin tutumundan cesaret alip, diger devletlerin fikirlerini gözönünde
tutmadigini, kendi teklif ettikleri islahat programlarini uygulamadigini ve bundan
meydana gelebilecek hiçbir seyin sorumlulugunu kabul etmediklerini bildirmislerdir.
Londra Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarindan Kenneth Bourne nota hakkinda; "Bu
nota vaziyeti oldugu gibi birakmak söyle dursun adeta bir afetin kapisini açiyordu".
yorumunu yapmistir.
Bu sartlar altinda Sadrazam Âli Pasa 6 Ekim 1867'de Girit'e vardi ve hazirlanan
islahat programini açikladi. Buna göre: "Vergiler önemli ölçüde azaltilacak; valinin
yaninda biri Müslüman, digeri Hiristiyan olmak üzere iki danisman bulunacak; yerel
ve genel meclisler kurulacak, bunlarin üyeleri Müslüman ve Hiristiyanlardan
seçilecek; ada gerektigi kadar sancaklara ayrilacak ve bunlarin basina getirileceklerin
yarisi Müslüman, yarisi Hiristiyan olacak; adada resmî yazismalar Türkçe ve Rumca
olmak üzere iki dilde yapilacakti".
Böylece Girit'e özerklik veren bir yönetim sekli getirilmis ve Girit isyani da
yatismaya baslamisti. Girit'teki durumun sâkinlesmesinden hoslanmayan Yunanistan
bu kez de Yunanistan'a gelen Girit göçmenlerinin adaya dönmesini devletlerarasi bir
mesele haline getirmeye çalisti. Ancak, göçmenlerin Yunanistan'da karsilastiklari
kötü sartlar, Yunanistan'in aleyhinde bir durum olusturdu. Göçmenler Girit'e dönmek
istiyor, fakat anlasmazlik çikartacak bir kozdan yoksun kalmak istemeyen Yunanistan
buna izin vermiyordu. Babiâli, 1868 Kasim ayi sonlarina dogru göçmenlerin Girit'e
serbestçe dönmesini istedi. Osmanli Devleti, 11 Aralik 1868'de Yunanistan'a verdigi
notanin reddedilmesi üzerine de Yunanistan ile iliskilerini kesti. Ortaya çikan savas
durumunu gidermek için harekete geçen büyük devletler, 9 Ocak 1869'da Paris'te bir
konferans topladilar.
Fransa, Ingiltere, Rusya, Italya, Prusya, Avusturya ve Osmanli Devleti'nin katilimiyla
gerçeklesen konferansa Yunanistan katilmadi. Uzun süren müzâkerelerden sonra,
Paris Konferansi'nin resmi bildirisi 20 Ocak 1869'da kabul edildi. Bu bildiri
Yunanistan Hükûmeti'nin Osmanli Devleti'ne karsi çeteler toplamasini ve Yunanistan
limanlarindan Giritli âsîlere malzeme tasiyan gemilerin donatimini yasak edip
mültecilerin de Girit'e dönmelerine mani olunmamasini talep ediyordu.
Büyük devletler bu bildiri ile Yunanistan'i hareketlerinden dolayi suçladiklarini açikça
belli etmislerdir. Yunanistan'a bildiriye ek olarak verilen notada da bildiride ifade
edilen maddelerin en geç bir hafta içinde kabul edilmemesi halinde, Yunanistan'in
hareketlerinden dogacak sonuçlar karsisinda yalniz birakilacagini ihtar etmislerdi.
Yunanistan hükûmeti, konferansa katilan devletlerin bu baskisi karsisinda, 6 Subat
1869'da bildiriyi kabul etmek zorunda kaldi. Böylece, Ingiltere'nin istegi
dogrultusunda statükonun korunmasi esas alinarak Dogu Akdeniz bunalimi önlenmis
ve Osmanli-Yunan anlasmazligi ile Girit meselesi geçici de olsa sona ermistir.
http://www.mfa.gov.tr/turkce/gruph/hg/hgb/13.htm
Atina'nın Girit ayıbı
Adada başlayan Avrupa-Akdeniz süreci toplantısı nedeniyle hazırlanan Girit tarihini
anlatan broşürde 'Türk tehdidi, Türk işgali' gibi ifadeler hayal kırıklığı yarattı
Yunanistan, Girit'te başlayan Avrupa-Akdeniz süreci toplantısında Türkiye'yi, AB'ye
katılacak ülkeler değil, Filistin, Suriye, Lübnan gibi Akdeniz'e komşu Ortadoğu
ülkeleri arasında gösterdi. Katılımcılar için hazırlanan, Girit ve tarihini tanıtan
broşürlerde de ''Türk tehdidi, Türk işgali'' gibi dostluğu gölgede bırakan ifadelerin
kullanılması hayal kırıklığı yarattı. Girit'te Türkiye ile Yunanistan arasında 3
maddelik bir anlaşma imzalandı.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 'ün Türkiye'yi temsil ettiği, Avrupa Birliği (AB) ile
Akdeniz ülkelerini bir araya getiren Girit toplantısı programı, şaşkınlığa neden oldu.
Türkiye Ortadoğu ülkeleri arasında gösterildi
Türkiye'nin AB üyeliği için sürekli desteğini açıklayan Yunanistan, Girit Zirvesi'ne
yönelik hazırladığı programda Türkiye'ye, aralarında Cezayir, Mısır, İsrail, Filistin
yönetimi, Lübnan, Fas, Suriye, Tunus gibi Akdeniz'e komşu Afrika ve Ortadoğu
ülkelerinin olduğu grupta yer verdi. 15 AB üyesi ülke ile 10 ''katılımcı ülke'' ise ayrı
grupta sıralandı.Benzer AB platformlarında Türkiye, ''AB adayı ülkeler'' başlığı
altında yer alıyordu.
Yunanistan'ın katılımcılar için hazırladığı Girit'i tanıtıcı broşürler de sıkıntı yarattı.
Adanın tarihi anlatılırken ''Türk tehdidi, Türk işgali'' gibi ifadeler kullanıldı.
Toplantıya katılan Abdullah Gül ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu
ikili görüşme yaptı.
Yunanistan'la anlaşma
Bakanlar, görüşme çerçevesinde 3 maddelik bir güven arttırıcı önlemler paketi
üzerinde uzlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Uzlaşmaya göre, iki ülke üst düzey kara,
deniz ve hava kuvvetleri kurmay subayları arasında düzenli karşılıklı ziyaretler, iki
ülke harp akademileri arasında karşılıklı ve düzenli olarak öğrenci değişimi ve iki
ülke askeri hastaneleri arasında uzaktan teşhis ve tedavi konularında işbirliği
yapılacak.
Temaslarını değerlendiren Gül, Papandreu'yla görüşmesinde KKTC'ye yönelik
ambargonun kalkması gerektiğini aktardığını belirtti. Gül, bu gelişmeden sonra
Türkiye'nin olumlu adımlar atmayı sürdüreceğini söyledi.
KAYNAK: Cumhuriyet
http://haber.superonline.com/haber/arsiv/haberler/0,1106,86259_6_9306,00.html
GIRITI NASIL KAYBETTIK
Girit adasının fethine Sultan İbrahim zamanında başlanmış, Avcı Sultan Mehmet
zamanında tamamlanmıştı. 1821'de Yunan istiklalini hazırlayan Heten'a Cemiyeti
elini buraya da atmış, Rumların ayaklanması sağlanmış ve Türklerin can ve mal
emniyeti son bulmuştu. Açıkgöz Rumlar, bunu Avrupa basınına kendi lehlerine
ulaştırmayı başarmışlar ve Türklerin katliama giriştiği propagandasını yaymışlardı.
1825'te yapılan Girit ve Sisam ayaklanmaları çok kanlı olmuştu. 1866'da birçok
Avrupa devletinden para ve silah yardımı sağlayan bir ihtilal hareketi meydana
getirmişlerdi...
Bu sırada Avrupalılar araya girerek, Girit için bir özel idarenin kurulmasını istediler.
Bu yeni idare bugün Kıbrıs'ta olduğu gibi, Rumların gelişip teşkilatlanmasına yardım
etti.
Yunanistan'a öğrenim için giden Giritliler, Yunanlılar tarafından teşkilatlandırılmış,
halkı kandırmak için köy köy dolaşarak, nutuklar vererek, kilise ise gizli gizli halkı
kışkırtmaya başlamıştı.
İsyanların ve şikayetlerin önü alınmayınca da Avrupalılar, Babıali'yi aralıksız
sıkıştırmakta olduğundan II. Abdülhamid olayı yerinde incelemek üzere Gazi Ahmet
Muhtar Paşa'yı oraya gönderdi. Paşa, Hanya yakınındaki Halpa köyünde isyancı
başlarıyla bir anlaşma yaptı.
Bu sırada Girit'te vali olarak Kostaki Adanidis adlı biri bulunmaktaydı. Yunan
kilisesinin adamı olan vali, açıktan açığa ayaklananları korumakta, adalıların kalbini
kazanarak, milli bir lider olmak hevesindeydi. Valinin yardımcıları da Kasımzade
Hamdi, Kaurzade Hasan Bey’lerdi. Aynen bugün Kıbrıs'ta başkanın Rum, muavinin
Türk olduğu gibi.
İngiliz konsolosu Tomas Sandoviç de valiyi korumakta ve Türk yardımcıların
yetkilerini kullanmalarını önlemekteydi. Halpa anlaşmasından sonra valiliğe getirilen
Fotiyadis, Yunanlılık gayretkeşliği içinde kendi adamlarını iş başına getiriyor, gizlice
asileri koruyor, Türklerin katledilmesine teşvik edici yollar tutuyordu.
Valilikte müddeti dolan Fotiyadis, bu görevde kalmak için bir hayli uğraştıysa da,
Babıali kararında ısrar ederek görevinden uzaklaştırdı. Yerine geçen Sava,
isyancıların direnmesiyle görevinden alınmış, yerine Londra sefaretinde bulunan
Kostaki Antapulos getirilmişti. Mutedil hareketlerle Girit'te düzeni sağlamak kolay
değildi. Atina ve Patrikhane, buradaki fesat tohumunu aralıksız geliştiriyordu, ilk
patlak Hanya'da oldu. İleri gelen birkaç Türk, Rumlar tarafından öldürüldü. Ordu ve
valinin şiddet tedbirleri bir fayda sağlayamadı. İkinci defa durumu incelemek için
gönderilen Mahmut Celaledin ve Ahmet Ratip Paşalar'ın tavsiyeleri de Rumların işine
gelmedi.
Sebrona'da genel bir ayaklanma yaratarak birçok Türk'ün kanına girdiler. Bu durum
karşısında başarısızlığa uğradığını gören Kostaki Paşa, istifa etti, yerine Nikolaki
Sartinski getirildi. Yeni vali, muvaffak olmak için, mutedil Rumları tutmak yolunu
izleyince, Yunan taraftarları ayaklanarak 1889 ihtilalini meydana getirdiler.
Rumların Fesat Makinesi
Nikola Zoridis, Yani Mihaki, Aristidi Kiriari, Anderya Kakori, Mennos Isihakis gibi
sergerdeler, Kakori'nin başkanlığında toplanarak adanın Yunanistan’a katılması
isteğini ileri sürdüler. Köy köy dolaşarak cahil halkı ayaklandırdılar. Dini
inançlarından faydalandılar. Köylerde, şehirlerde silahlanan Rumlar, ansızın Türklerin
üstüne atılarak binlerce Türk'ü öldürüp, evlerini yaktılar, yiyeceklerini yağma ettiler.
Duruma bir türlü mani olunamıyordu. Nikolaki de azledilerek Ali Rıza Paşa bu
göreve getirildi. Ali Rıza Paşa bir askeri valinin bu göreve atanmasını isteyerek
çekilince, yerine Müşir Şakir Paşa'yı gönderdiler. Şakir Paşa'nın aldığı tedbirler, kısa
zamanda Rumları sindirdi, adaya sulh ve sükun güneşi doğdu. Fakat bu durum
Atina'nın işine gelmiyordu. Onun amacı Girit'i ele geçirmekti. Bunun için orada
durmadan ayaklanmalar, huzursuzluklar olmalı, Türkler öldürülmeli, adadan
kaçırılmalı, mal ve mülküne el konulmalıydı. Ancak ada, Rum ekseriyeti sağlanırsa
Yunanistan'ın olabilirdi. Ayrıca gizli gizli göçmen sokmak yolu da tutturulmuştu.
Fesat makinesi bütün gücüyle Türkler aleyhine işliyordu. Mahmut Celaleddin
Paşa'nın valiliği devresinde de idare normale dönmüşse de ortalığı bulandırmak
isteyenler, bir komite kurarak, ada Türkleri'ni öldürmek yurtlarını, mallarını yağma
etmek amacıyla harekete geçtiler. Bahane olarak da jandarmaların Arnavut oluşunu,
insafsız hareket ettiklerini ileri sürüyorlardı. Jandarma çavuşu Zekeriya ile bir
jandarma ve dokuz yaşındaki kız çocuğunu öldürerek ayaklanmanın ilk kanını
akıttılar.
Önceden hazırlıklı olan başkaldırma kadrosu, kısa zamanda 1.500'e yükselmişti.
Papazlar, din işlerini bırakmışlardı. Fener kilisesiyle el ele veren Atina metropoliti,
durmadan kiliselere gönderdiği emirle, halkın isyancılara karışmasını ve her türlü
yardımda bulunmasını istemekteydi. Birçok papaz da silahlanarak bu ayaklanmaya
katılmış, isyancılar için Yunanistan'dan bir hayli para ve silah da getirmişlerdi.
Epitropi komitasının başkanı, Heybeliada papaz okulundan yetişen Malako idi.
Ayaklanma genişledikçe, durum bir Haçlı görünüşü göstermeye başlamış,
Hıristiyanlığın İslam'ı Girit'te yok etme davası halini almıştı. Kısa zamanda
isyancıların toplamı 5.000'i bulmuştu.
Atina, propaganda yönünden kuvvetli bir kozu eline geçirmiş, Türklerin mazlum
Rumlara zulmettiğini gösteren resimler yaptırmaya, yazılar yazdırmaya memur ettiği
adamlarını Avrupa başkentlerine yaymaya başlamıştı. Avrupalı koruyucularını,
adanın kurtarılması hakkında yardıma çağırıyor, İngiliz ve Ruslar bu yardıma çoktan
hazır bulunuyorlardı. Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan gazete ve dergileri bu yılki
yayınlarında hep Rumları koruyan ve haklı gösteren yazılarla doluydu.
Durumun oradaki kuvvetle bastırılması imkansız hale gelmişti. Bu yönden kuvvetli
bir birliğin orada görev alması gerekiyordu. Neticede, Abdullah Paşa kumandasındaki
isyanı bastırma ekibi, 29 mayısta Suda limanına çıkarıldı. Vamos'ta Rumların
kuşattığı Türkleri kurtarmak için Kalive kasabasına da bir birlik gönderilmişti. 18
günlük çetin bir hareket sonu Sebrona ve Romata da kuşatılmış, Türkler aç ve silahsız
bırakılmış, Türkler, 7 haziranda asilerin ezilmesi üzerine kurtarılmıştı.
Rumların Türklere karşı gösterdikleri kötü ve insafsız hareketlere aynı şekilde karşı
koymaktan başka çare kalmadığını gören Provliyalı Türkler de, kendilerini yakalayıp
yakmak isteyen asilerden bir kısmını yakalamış, fakat bunların, kendilerini
isyancıların zorla ayaklandırdığını iddia etmeleri ve yalvarmaları sonucu bırakmıştı.
Rumlar ise, Türklere eziyet ve hakaretten geri kalmıyor, çocukları bile aç bırakmak
için fırınları, un depolarını, tarladaki ekinleri yakıyorlardı.
Avrupa'nın Kararı
Yunanlıların hem silahla, hem de propaganda yönüyle çalışmaları boşa gitmiyordu.
Koruyucuları olan Avrupalılar işe burunlarını sokarak Babıali ile 1896 yılı 25
Ağustosunda büyükelçiler seviyesindeki toplantıda şu karara vardılar:
 Girit valisi Hıristiyan olacak, devletlerin tasdiki ile Babıali'ce beş yıl için
atanacak,
 Vali, genel meclis tarafından kabul edilen kanunları reddetmek yetkisini
taşıyacak,
 Adada bir karışıklık çıkması halinde silah ve asker yardımı isteyebilecek,
 Memurların üçte biri Hıristiyanlardan seçilecek,
 Avrupalı hukukçuların yöneteceği bir adli ıslahat komisyonu teşkil edilecek,
 Bingazili Araplar, valinin izni olmadıkça Adaya yerleştirilemiyecek, vali,
asayiş yönünden bulunmalarını istemediği kişileri adadan çıkarabilecekti.
Buna rağmen Atina bu durumu kendi çıkarlarını baltalamış kabul ederek kolları
sıvamaya, ajanlarını sokarak Spitropi kuruluşlarıyla anlaşmaya vararak onları
papazlar yoluyla harekete geçirmeye girişti. Köy köy kıpırdamalar ve katiller, ırz ve
mallara el atmalar başladı. Yunanlılar yayına geçmek için bunu beklemekteydiler.
Yayınlanan bir tebliğde: insanlık, medeniyet alemi!... Biçare Giritlilere yardım elinizi
uzatınız!... O zavallıların mal ve can emniyeti tehlikeler altındadır. Her gün binlerce
Hıristiyan öldürülüyor. Eğer Girit Hıristiyanlarının nasıl bir sefalet, nasıl bir felaket
içinde bulunduğunu görürseniz, merhametli kalbiniz kanlanır, göz yaşlarınız damlar.
Şimdi, türlü işkence altında can çekişen ve hayatlarını feda ile hepimiz için kutsal
olan Yunanlılığın vefalı kucağına can atmak isteyen Hıristiyan kardeşlerimize imdat
ve yardım edelim!... deniyordu.
Olayları tamamen ters aksettiriyorlardı. Oysa ölen, öldürülen Türkler, öldüren, mal ve
cana el uzatan Rumlardı. Propaganda, Hıristiyanlık davasının altında yavuz hırsız, ev
sahibini bastırıyordu. Bu durum karşısında artık pasif kalınamazdı. Aynı şekilde
durumun bütün açıklığıyla dünyaya anlatılması gerekiyordu. 25 temmuz 1896'da
valiye ve Avrupalı devlet konsolosluklarına Rum kötülüklerini anlatan bir tamim
yayınlandı. Bunda özetle şöyle denmekteydi:
«Birçok imkanlar sağlanması dolayısıyla bir refah içinde bulunulması gereken
adamızda, sükûn ve huzuru Rum vatandaşlarımız bozmaktadır. Karışıklık ve
eşkıyalık, adayı bir harabeye çevirmiş, oturmayı adada imkansız hale getirmiş,
Türkler için hiç bir yönden huzur ve sükun kalmamıştır.
Rum Mezalimi
«Bir yıldan beri Rum vatandaşlarımız, Türk köy ve evlerini yakmakta, mallarını
yağma etmekte, sonra da bunu Türkler, Hıristiyanlara yapıyormuş gibi göstererek,
bunu Yunan basınına da aktarmakta, dünyayı aldatmaktadır. Hıyanetin bu derecesine
tahammül insan gücü dışındadır. Rum tebliğinin yalanlığını şöylece ispatlayabiliriz:
«Hanya'ya bağlı Gidanya ilçesinde Psatoyano, Babilo, Vatolakos, Alikiyano, Konfo,
Gorano, Strine, Pisires, Romata, Sebrona, Lotraki, Pisikopi, Modi, Limnidre, Valeşero
Nitissa, Sirili, Pirgo köylerinde bütün Türklerin evleri, yağhaneleri, zeytinliklerinin
büyük bir kısmı Rumlar tarafından yakılmış, bütün araç ve gereciyle birçok hayvanlar
alınarak 24 erkek, 4 kadın, 8 çocuk en adi işkencelerle öldürülmüştür.
«Kisamo, Samino, Isvakiye bağlı Apkorona, Ayosvasilis ilçesiyle Resino
nahiyelerinde, Milyopotamo, Aman, Kandiye'ye bağlı Pribaniçe, köyleri Rum
eşkiyaları tarafından tahrip edildi, evler, yağhaneler yakıldı, hayvanlar alınarak dağa
götürüldü, yüze yakın erkek, işkencelerle öldürüldüğü gibi, bir kısmı camilere
konarak yakıldı.
«Prolya ilçesinde on beş gündür emniyette bulundurulan yetmiş Rum, sağlam olarak
hükümete teslim edilmiş, bu çetecilere hiç bir işkence ve zulüm yapılmamıştır.
Halbuki bunlar, yüzlerce Türk'ün icarıma girmiş kimselerdi.
«Rumlar tarafından oğlu öldürülen, damadı ağır yaralanan Hüseyin Ağa adlı bir
ihtiyar, Hanya yakınlarında eline geçirdiği iki Rum'u hiç bir şey yapmadan bir gece
evinde ağırladığı gibi, ertesi gün hükümete teslim etmiştir. Bunun gibi binlerce insani
hareketler Türkler tarafından Rum hemşehrilerinden esirgenmemişken, Rumların
yaptıkları adi hareket, bütün insanlığın yüzünü kızartacak durumdadır.
«Yunanlılar'ın aralıksız bir çalışma ile silah, gönüllü ve cephane, erzak göndererek
Adadaki isyancıları kışkırtmaya devam etmesi, adada huzur ve asayişi sağlamayı, can
ve mal emniyetinin korunmasını imkansız hale koymuş olduğundan, can, mal
korunmasının sağlanılarak, asayişsizliğe son verilmesini istemekteyiz.»
Yunan
Taşkınlıkları
Yabancı devletlerin, bilhassa Rusların kışkırtmasıyla Türk sınırında, Karanya Grabena
bölgelerinde de çeteler kurarak Rumeli'ye sokmak, Makedonya, Tesalya, Epir'deki
Rumları ayaklandırmak, Girit’te de yaptıklarını daha ileriye götürmek yolunu
denemeye başladılar. Güya bu olayları önlemek üzere Avrupalılar Girit sularına
donanma da göndermişlerdi. Bu donanma, asayişe yardım edecek yerde, başta Ruslar
olmak üzere gizli gizli Rumlara yardım ederek bir ihanet filosu haline gelmişti.
Bu durumu yaratan Yunanlılar, Hidra ve Alfeyon savaş gemileriyle adaya asker
göndermeye, güya oradaki asayişsizliği önlemeye de kalkıştılar.
Ocak ayına kadar süren huzursuzluk, 29 Ocakta son kertesine vardı. Adaya sokulan
birkaç bin Yunan askeri ve gönüllüsü ile subaylar, eşkıyaların arasına girerek, onları
teşkilatlandırdılar. Yangınlar, soygunlar, öldürmeler artık saklanmaz duruma geldi.
Olayların bu kerteye gelişi, büyük devletlerin Hanya konsoloslarını kendi
hükümetlerine baş vurarak gerekli tedbirin alınması mecburiyetinde bıraktı. Bu da bir
oyundu. Bu oyunla ada, Yunanlılara verilecekti. Türk askerini çıkarmak suretiyle
adada asayiş sağlanabilirdi. Ama bu, onların işine gelmiyordu. Konsoloslardan yalnız
Fransız Konsolosu Blan, adadaki durumdan özellikle Yunan hükümetinin sorumlu
olduğunu 7 Şubat tarihli raporu ile hükümetine bildirmişti ki bu da, Fransız sarı
kitabında açıkça yazılı bulunmaktadır.
Bu arada ada halkının, güya toplanarak Yunanistan'a katılma yolunda müracaat ettiği
ve Yunan Kralı Yorgi'yi, adayı işgale davet ettiği öğrenildi. Yunanlılar bu kararı
Avrupa'ya bildirerek büyük devletlerin yardımını istedi, gizli gizli temaslar yapmak
üzere Yunan devlet adamlarını Avrupa başkentlerine gönderdiler. O zaman hariciye
müsteşarı olan Curzon, Avam Kamarası'nda şöyle konuştu:
«Girit'teki son olayların Türkler tarafından yapılmamış olduğuna dair Hanya
konsolosu ile Akdeniz'de bulunan amiralimizden yeterli bilgi aldık. Girit hareketinin
başkanları Yunanistan'a davet edilmişti. Bunların ne şekilde geldikleri bilinemez.
Bunlar bir müddet sonra da geri gitmişlerdir. Bunlarla Giritli reisler arasındaki
konuşmalar sonucu bazı şehirler civarındaki Rum aileleri, ev eşyaları ve sürüleriyle
dağlara çekilmişlerdir. Böylece Kandiye'de isyan başlamış, birçok Türk aileleri
şehirlere sığınarak canlarını kurtarmak istemişlerdir, işte Yunan hükümetinin şikayet
ettiği karışıklık, kendilerinin yarattığı olaylardan başka bir şey değildir.
Zulüm ve fenalık o kadar ileri gitmişti ki, Yunanlılara yardım eden ve Türkler'i
sevmeyen Lord Curzon bile gerçeği saklayamamış, bu kadarcık olsun bir itirafta
bulunarak günahlarının kefaretini vermişti. Times gazetesi de şöyle yazıyordu:
"Tarafsız bir görüşle söylemek gerekirse. Türkiye kadar birçok dinden vatandaşı olan
bir Yurtta kendi yurttaşlarına eşit muamele eden, milliyet, lisan ve dinlerine
dokunmayan bir büyük devlete Yunan gazetelerinde uzatılan dil, hiç de insafa ve
akıllıca bir harekete yakışmaz. Zalimce hareket ettikleri halde, mazlum rolüne
bürünmek çok hayret edilecek bir şeydir. Paris, Viyana, Berlin gazete ve
mecmualarının da aynı yolda yayın yapmalarına karşı Atina çizmiş olduğu
programdan dönmüyor, Yunan başbakanı Deli Yani, millet meclisinde açıkça Girit'in
Yunanlıların olacağını söylüyor, Atina basını da bu tezi savunan yazılarına devam
ediyordu."
Yunanlılar Ada'ya Çıkıyor
Yunan Kralı Yorgi, ikinci oğlu Prens Yorgi'yi altı torpido ile Girit'e yollamak kararını
almıştı. Büyük devletler güya bunu önlemek için çabalar sarfetmekteydi. Atina'da
yapılan büyük bir törenden sonra albay Vasos bir alay piyade ve istihkam taburu, bir
batarya ile Pire’den hareket ederek, Şubatın 15'inde Hanya yakınlarındaki Platonya'da
kıyıya çıktılar. Yunan gazeteleri:
"Bunca yıldır beklenen şafak söktü, emellerimize kavuştuk, Girit'e ulaştık" diye
yazmakta. Kral Yorgi ise albay Vasos'a verdiği emirde:
Girit'in sizce gerekli olan yerinde çıkarak adayı oğlum adına ele geçirecek, bundan
sonra bütün muameleleri Yunan kanunlarına göre, kral namına yapacaksınız, oraya
varınca adanın Yunan hükümetince işgal edildiğini halka bildiriniz diyordu.
Adaya çıkan Yunanlılar, 15 Mayıs 1919'da İzmir'de yaptıklarının aynını
uygulamaktan geri kalmadılar. Olayları önlemek isteyen Avrupalı devletlerin
amiralleri, Yunan hareketlerini kısıtlamak için kordonu sıklaştırdılarsa da Rum
korsanlar gecelerden faydalanarak bildikleri gibi oynamaktan geri kalmadılar. Albay
Vasos'un söz dinlememesi karşısında, adayı bombardıman bile ettiler ama, bir fayda
vermedi. Yunanlılar ise, Atina'da düzenledikleri törenlerle Girit adasının kendilerine
katıldığını yaymaktaydılar.
Avrupalı devletler 2 Martta Atina'ya verdikleri notada şunları istemişlerdi:
a) Girit, hiç bir suretle Yunanistan'a verilmiyecektir.
b) Osmanlı İmparatorluğu'nun mülki tamamlılığı Avrupalılarca garanti edilmiştir.
Girit için özel bir idare kurulacaktır.
c) Yunanlılar, Girit'ten deniz ve kara birliklerini çekeceklerdir.
d) Bu kuvvetlerin çekilmediği görülürse zor kullanılacaktır.
Savaş Başlıyor
Yunanlılar, verdikleri cevapta, bu kararlara uyacaklarını, ancak adada bulunan
Rumların da fikirlerinin alınmasını istediler. İçerdeki fesat yine kışkırtmalarla
harekete geçerek Ekratori tepesinde bulunan Yunan çeteleri 9 Mart gecesi Türklere
saldırıya geçtiler. Olayları izleyen Fransız konsolosu Blanc, hükümetine Türklerin
haklı olduğunu, zulmün Yunanlılar tarafından insafsızca kullanıldığını, birçok
Türk'ün tuğla fırınlarında yakıldığını bildirdi. Olaylarda eli olan Yunan konsolosluğu
memurları, Avrupalılar tarafından zor kullanılarak adadan uzaklaştırıldı. Bunu Yunan
donanması izledi. Durumu Yunanistan'dan idare eden Etniki Heten'a, halkı heyecana
vererek bir savaş havası yaratmıştı. Devletler Girit ablukasını sıklaştırmışlar, denizden
yardım yapılmasını engellemişlerdi.
Yunan kralı Girit'te kazanılan başarıların etkisiyle Tesalya’ya kadar gitmiş, askerlerini
denetleyerek bir savaşın başlamak üzere olduğunu 27 Martta açıklamıştı. Bütün
hazırlıklarını tamamlayan Yunan ordusu, 1897 yılı 3 Nisanında sınırlarımızı aşmak
cesaretini gösterdiler. Bu büyük şımarıklığa, Edhem Paşa kumandasındaki Türk
orduları Dömeke'de gereken dersi verdi. Kuvvetlerinin çoğunu kaybeden kral,
çemberden zor kurtuldu. Türk orduları Atina yolundaydı ki, mazlum pozuna
bürünerek büyük devletlere yalvarmaya başladılar. Zaten aracı olacaklarını
biliyorlardı. Savaş az bir tazminat, ufak bir sınır değişikliğiyle son bulunca Yunanlılar
gözlerini tekrar Girit'e çevirdiler. Buraya bir muhtariyet verilmesi esasen kabul
edilmişti. Yalnız bir vali bulmak mesele oluyordu. Etniki Heten'a bunda da başarı
kazanarak, genellikle Rusların yardımıyla Prens Yorgi'yi vali yaptı. Kandiya'da çıkan
bir karışıklıkta Heten’a nın bir oyunu ile Türk askerleriyle İngilizler çarpışmak
zorunda kaldılar. Bunun üzerine de askerimizi çekmemizi istediler. Esasen maksatları
da buydu, oyunu iyi hazırlamışlardı. Güya şimdi devletler adayı koruyacaklardı. 21
Kasımda prens Yorgi'nin valiliğe başlamasını Babıali protesto ettiyse de hiç bir sonuç
alınamadı. Balkan Savaşı'na kadar da Girit, güya muhtar bir idare altında kaldı.
Yazan: İhsan Ilgar
Hayat Tarih Mecmuası - 1969
Kaynakça: Bodrum-Bodrum.com
http://www.denizce.com/girit.asp
Girit... Gir..It...
Mustafa BALBAY
Cumhuriyet - 16/12/2001
1990'larin basinda Abdi Ipekçi Baris Ödülü'nü almak için Atina'ya gittigimizde Aziz
Nesin 'den dinlemistim. Plaka semti yakinlarindaki bir restoranda, tören bitimi
Türkiye'ye dönmeyecegimi, Girit'ten baslamak üzere genis bir daire çizecegimi
söyledigimde, ''Girit'in gidisi Osmanli'yi yürekten sarsmisti'' deyip devam etmisti:
''Balkan Savasi'nin ardindan Girit'in kaybedilisi kesinlesince, saray erkâni bunu
padisaha söyleyecek kisi aramis. Belki de haberi verenin kellesi eline verilecek.
Sonunda sarayin soytarisinin söylemesinde karar kiliyorlar. Çagirip emri
veriyorlar:
- Ne yap et, padisaha Girit'i kaybettigimizi söyle!
Soytari elinde bir tencere suyla huzura çikmis. Padisah, 'Bu ne' diye bagirinca
soytari ses vermis:
- Padisahim bu, sade suya tirit, elden gitti Girit!''
KKTC Cumhurbaskani Rauf Denktas , geçen aksamki yemekte ''Kibris, Girit
olabilir'' deyince, Girit izlenimlerim bir kez daha gözümün önüne geldi... Özetini
paylasalim...
Geziyi planli yaptigimiz için hazirlikliydim. Pire Limani'ndan feribota bindigimde
notlarima göz attim... Osmanli'nin ''Girit sorunu'' 1821'de basliyor, 1913'e kadar
sürüyor. 1821 Mora Ayaklanmasi hemen Girit'te de yankilaniyor. 1830'da
Yunanistan'in kurulmasiyla Girit'in de bu ülke topraklarina katilmasi girisimleri
basliyor. 1840 Londra Antlasmasi'yla Osmanli'da kaliyor, valilige Mehmet Ali Pasa
getiriliyor. 1866 isyani... 1868'de yayimlanan Girit Nizamnamesi'yle Rumlarin ve
Türklerin yerel çogunluguna dayali meclis öngörülüyor. 1878'de meclise 49 Rum,
31 Türk girdigine göre nüfus, birinin ötekini yok sayamayacagi bir dengede...
1897'de Yunanistan adaya bir tümen çikariyor. Osmanli da Makedonya üzerinden
asker gönderiyor. Büyük devletler Girit'i kendi korumalarina aldiklarini
açikliyorlar. Yunan Prensi Georgios 'u da Girit Komiseri yapiyorlar. Yani adayi
korumalarina alip Yunanistan'a veriyorlar. Balkan bozgununun ardindan 30 Mayis
1913 Londra Antlasmasi'yla Girit kesin olarak Yunanistan topraklarina katiliyor ve
Osmanli'nin Girit sorunu bitiyor!
Hanya'yi görürken!
Öteki Ege adalarindaki durum da Girit sürecinden çok farkli degil. Yunanistan önce
konuya ''gir'' mis, zamanla Türkleri ''it'' mis, uluslararasi antlasmalarla
topraklarina katmis... Bu sürecin Kibris'la karsilastirmasini okur gözlügüne
birakip, Girit izlenimlerine geçelim...
Feribot Girit'in en büyük kenti Iraklion'a yanasti. Burada fazla oyalanmadan
hemen Hanya'ya giden otobüse bindim. ''Görürsün Hanya'yi Konya'yi''
deyimimizin Konya'si Anadolu'da, Hanya'si Girit adasinda... Daglarin eteklerine
tutuna tutuna güzel bir yolculuktan sonra, Hanya körfezinin kiyisinda kurulu kente
geldim. Eski Hanya'ya hâkim küçük bir tepeye çiktim. Kilise sayisi kadar minare
saydim. Minarelerin hemen tümünün serefelerinden sonrasi yikilmisti. Bakimsiz
ama ayakta görünüyorlardi.
Ara sokaklarina girip uzun süre kayboldum. Minarelerin dibindeki camilerin tümü
kapali. Olaganüstü bir saldiriya ugramamis ama, zaman denen celladin önüne
konup seyrine bakilmis. Haa, Balkan camileri son dönemdeki büyük kent
camilerimiz gibi yari ranta dönük yapilar degil. Mimarisi güzel, çogunun
duvarlarinda doga resimleri de var.
Çarsida 80'in biraz üzerinde, mübadelede Istanbul'dan gelmis bir biçak saticisiyla
sohbet ettim. Türkçe biliyor. Besiktasliymis, durumunu sordu.
Hanya Körfezi'nin hemen kiyisinda, girisi, ara duvarlari Osmanlica yazilarla dolu
bir barda lacivert denizi kaç saat seyrettigimi animsiyorum...
Ertesi sabah, Venizelos 'un sade mezarinin bulundugu seyrek çam agaçli tepeyi
gezdikten sonra ögleyin Girit otlariyla deniz ürünlerinin karisimi güzel bir ögle
yemegi yedim. Anadolu'da hâlâ Giritliler için söyle denir:
Bahçene bir Giritli bir de keçi daldiysa, önce Giritliyi kovala!
Iraklion'a dönüste, kafe yapilmis bir sadirvanin önünden yürüyüp Kazancakis 'in
mezarinin bulundugu tepecige gittim. Mezarinin basina bir siirini yazmislar:
Hayallerim ve umutlarim yok / Ben özgürüm!
http://www.ataturquie.asso.fr/informations_presse%20turque%2008.htm
Yolculuk:
Maria MAVRIKOU ile...
Cagla MENDERES
(Atina) "To Taxidi", Türkçe adiyla "Yolculuk" Yunanli
yönetmen Maria Mavrikou'ya Türk-Yunan barisini
desteklemesi ile Ipekçi ödülü kazandiran tarihi bir çalisma.
Belgesel, 1922 yilinda Kurtulus Savas'indan sonra imzalanan
Lozan Antlasmasi ile yer degistiren Girit'li Türkler ile Ayvalik'li
Rumlarin, dogup büyüdükleri topraklarina 77 yil sonra
yaptiklari yolculugu konu aliyor.
Atina'daki evinde yaptigimiz söyleside Mavrikou filminde konu
edilen sahislarla ilk tanismasini ve bu filmin ortaya çikisinin
ilginç hikayesini söyle anlatiyor:
ATINA-- "Türkiye'nin Bati kiyilarina yaptigim daha onceki seyyahatlerimde Ayvalik
yakinlarindan gecmeme ragmen Ayvalik'in artik, cok sevdigim Ayvalik'li yazar Fotis
Kontoglou'nun kitaplarinda tasvir ettigi gibi olmadigini bildigimden gitmek istemedim. Egitimim
Arkeoloji oldugu ve Yunan tarihini sanli ve parlak oldugu antik donemleri ile hatirlamak
istedigimden Ayvalik'a o sene ugramaktan kaçindim. Daha sonraki yil , yani 1996 senesinde
gene Pergamum yakinlarinda iken bu sefer Ayvalik'a ugramadan donmemin hata olacagini
düsündüm. Kimseyi tanimiyordum ve ne bulacagimi bilmiyordum. Sadece Fotos
Kontoglou'nun satirlarini takip ediyor ve eski sehri bulmaya çalisiyordum. O donemde
Ayvalik'in çogunlugu Rum idi. Mimarinin degisimi ile aradigima yaklasmakta oldugumu
hissettim. Gunlerden Persembe idi, pazar kurulmustu. Taptaze meyve ve sebzelerin renk
cümbüsü arasinda dolasirrken iki bayanin Yunanca konustugunu duydum. Ilgimi çekti. Insan
yabanci bir ülkede kendi dilini konusanlarin kim oldugunu merak ediyor. Yaz aylarinda günde
bir Midilli adasindan teknelerin geldigini bildigim için bu bayanlarin Yunanli turist oldugunu
düsündüm. Ancak bir sure sonra yasli, ama dinç yüzlü, sarikli manavla koyu sohbete
daldiklarini görünce ilgim daha da artti. Hadi bayanlar turistti ama manav Yunanistan'dan
kalkip meyve, sebzesini satmaya Türkiye'ye gelmemisti herhalde. Üstelek Girit aksani ile
konusuyorlardi.
Dayanamadim, Yunanca sordum:
-Giritli misiniz?
-Evet Giritliyiz, dedi yasli bayanlardan biri.
Ben Giritli turist misiniz demek istemistim aslinda. Gene basini sallayarak Giritli aksani ile;
-Evet, evet dedi gene Giritliyiz.
-Peki, dedim. Ne zaman geldiniz?
Bize okullarda ögretilmeyen tarihi boyle ogrendim. Manav da bana sordu merakla Giritli
miyim, diye!
-Hayir dedim, Atina'liyim.
-Yunanli! dedi Turkce ve heyecanla gulumseyerek.
-Sen de Yunanli degilmisin, dedim. Hala saskinlikla, nereli olduklarini tam anlamayarak.
Gülüstüler, beni kucakladilar, Giritlilere özgü siirsel, uzun atismalarina basladilar. Evlerine
davet edildim. Bütün Giritliler geldi. Gene Girit'e özgü raki ve kuru incir esliginde bana Girit'in
meshur "Erotokritos" siirini söylediler. Bir kaç kelime ile bütün hayat hikayelerini anlattilar.
Girit'te dogup buyuduklerini, komsulari Yunanli Giritliler ile olan baris icindeki günlük
yasantilarini, sonra bir gün evlerini, özel esyalarini, dostlarini birakarak çok sevdikleri Girit
adasini nasil terk etmek zorunda kaldiklarini...
Bende Ege'nin obur yakasinda ayni hikayeleri Rumlardan dinlemiitim. Ayni sene gene Fotis
Kontoglou'nun satirlari beni Ayvalik aciklarindaki Yunanca "Moschonissi" yani kokulu ada,
Türkçe adiyla Cunta adasina goturdu. Ben Giritli Turklerin sadece Ayvalik'ta oldugunu
dusunurken tesadufen tanistigim bir coban ve balikci bunun yanlis oldugunu kanitladilar.
Cunta'da da ayni sicaklik ve sevgi ile karsilastim. Ayvalik'tan ayrlirrken bu insanlarla ilgili bir
film yapmaya çoktan karar vermistim. Ancak yasanan acilar ortakti. Mübadele hem Rumlarin,
hem de Türklerin kapisini çalmisti. Filmin çekimlerine 1997 yilinda baslamama ragmen daha
once pek çok kereler Ayvalik ve Cunta adasina gidip bu kisileri ziyaret ederek önce güven ve
dostluklarini kazanmaya çalisitim. Yunanistan'da ise daha onceden tanidigim Ayvalik'li iki
kardes Makis ve Antigoni'nin Ayvaligi tekrar ziyaret etmek istediklerini biliyordum. Makis cok
yakinda bir açik kalp ameliyati geçirmisti ve bu seyyahate dayanip dayanamayacagini bile
bilmiyorduk. Turk yetkili makamlarinin iznini almanin uzun surecegini hatta eski tecrubelerime
dayanarak zor olacagini dusunup kaygilaniyordum. Boylece Ayvalik'taki cekimleri daha
amatör bir çerçevede gerçeklestirmeye karar verdim. Filmde'de gorulecegi gibi Makis ve
Antigoni'nin evlerini bulduk ancak yeni ev sahibi onlari iceri almak istemedi. Bu duygusal
seyahate Makis daha fazla dayanamadi, yarida kesip Atina'ya döndü. Bir kaç ay sonra da
vefat etti. Makis ve Antigoni'nin ailesi avci idi. Yillar boyunca avcilik nesilden nesile gecmisti.
O donemde Ayvalik'in onemli ailelerindendiler. Onlara Kocabas denilirdi. Ayvalik'li yazarlardan
Fotis Kontoglou, Ilias Venezis ve Stratis Doukas kitaplarina konu edinmislerdir bu aileleri.
Makis'in hayali eskiden oldugu gibi Cunta adasinda arkadaslari ile avlanmakti.
Cekimler dort yilimi aldi. Elimde dogru malzeme yoktu. Kimse ne yaptigimi bilsin
istemiyordum. Filmi engellemelerinden korkuyordum. Nihayet film icin mali yardim
buldugumuzda Giritli Turkleri de Girit'e goturmeye karar verdim.
Saat sabah 5.30 sularinda feribot Girit limanina yaklasirken ayni korkuyu gene içimde
hissettim. Bu sefer Türkleri getirmistim Yunanistan'a. Nasil tepki gösterecekler hiç bir fikrim
yoktu. Limana vardigimizda bir beyin beni görmek istedigini söylediler. Heyecanla gittim.
Yunanistan'daki Küçük Asya Mülteciler Dernegi'nin baskani idi. Bizi büyük bir cosku ile
karsiladilar ve Girit'teki konaklamamiz süresince diger bazi yerel kuruluslarla birlikte bizi
misafir ettiler. Girit'te kaldigimiz süre icinde Turklerin Girit halkindan gördügü ilgi, iki halkin
yakinligi ve benzerligi kelimelerle anlatilamaz. Çok duygusal anlar yasadik. Sarkilarin ve
danslarin hiç eksik olmadigi toplantilardan birinde genç bir çocuk yanima geldi ve sordu:
-Bayan Mavrikou, bunlardan hangisi Turk, hangisi Yunanli?
Iste o zaman bu film ile baris mozaigine küçük bir tasi da benim koyabildigime inandim.
Yunan televizyonlarinda çoktan yayina giren bu film büyük ilgi ile karsilandi. Filmin Turkiye'de
gösterimi icin Bogazici ve Ankara Üniversitelerinden davet alan Mavrikou filmin ayrica gelecek
sene Istanbul Film Festival'inde yabanci filmler kategorisinde sergilenecegini de açikladi.
Ancak arzusu daha genis kitleye yayin yapan televizyon kanallarindan birinde göstermek
"Yolculugunu" . Her sene dönüsümlü olarak verilen "Abdi Ipekçi Baris Odülü"nü bu yil alan
Maria Mavrikou 50`ye yakin film gerceklestirmis. Maria, Türkiye'yi konu alacak diger kitap ve
film çalismalarina destek olmasi açisindan Ipekçi ödülünün onemli bir katki saglayacagina
inaniyor.
Maria, Izmir'in tam paralelinde yer alan Yunan adasi Skiros`lu ,ilk filmi de gene bu adaya özel
geleneksel bir dügün töreni. 16 yasinda ailesi ile birlikte Amerika'ya gidiyor. Arkeoloji ve
Yunan edebiyati tahsili goruyor. Ancak daha sonra çagdas Yunanistan, insani ve sorunlari ile
daha çok ilgileniyor ve sinemaya, özellikle belgeselcilige yöneliyor. UCLA ve Berkeley gibi
Amerika'nin önemli üniversitelerinde Etnografik film uzerine de egitim goren Maria, esinin isi
dolayisiyla kisa bir sure için Yunanistan'a yaptigi donusu hem kariyeri hem de hayati icin
onemli bir donum noktasi olarak animsiyor. Ilk filmi "Skiros Dügünü" ilk defa Selanik Film
Festivali'nde oy çogunlugu ile birinciligi aliyor. Daha sonraki sene ise Istanbul'da Balkan odulu
gene "Skiros Dügünü" icin.
Yeni Çalismalar: Türkiye hep ön planda
Maria'nin yolu tekrar ve pek çok kez geçecek Türkiye'den. Baharda cekimi baslamasi
planlanan yeni bir belgeselin calismalari icinde. Konusu Izmir bölgesinden gelen Yunanli bir
yazarin portresi. Maria bir anda birkaç proje üzerinde birden çalisiyor. Bu tür çalismanin
kendisini daha çok motive ettigini belirtiyor. Sürekli seyyahat ediyor ve tanistigi insanlarin
hikayelerini kaydediyor. Yunanistan, Turkiye ve Balkanlar ilgi alani icinde. Yeni bitirdigi kitap
projelerinden bir tanesi 1809'dan 1923 yilina kadar Amerika'ya göç eden Yunanli mültecilerin
agizdan agiza, nesilden nesile dolasan hikayeleri. Balkan savaslari ve Küçük Asya felaketini
yasayan Yunanistan'in ve Yunanlilarin hikayesi. Yunan azinliginin çogunlukta oldugu
Arnavutluk da Maria'nin uzun zaman harcadigi ve arastirmalar yaptigi bir ülke. "Arnavutluk
hosuma gidiyor" diyor, "ama daha cok insanini ve dogasini seviyorum. Geçtigimiz üç seneyi
orada geçirdim. Pek çok film yaptim ve çok iyi elestiriler aldim. Ancak son derece üzücü
görüntülerle karsilastim. Insanlari sistem tarafindan hirpalanmisti. 50 yil boyunca kendi
topraklarinda hapis hayati yasadilar. Arnavutluk'un neredeyse yari nüfusunu teskil eden
Yunanlilar ise yillarca kendilerine ozgu aksanlarini, törelerini hatta bir kisim mimarilerini bile
koruyabilmislerdi. Bunlari kaybolmadan kaydetmek istedim. 1992'den 1994-95 yilina kadar bu
insanlarin dillerini, geleneklerini, essiz Balkan mimarisini ve hayat hikayelerini
kaydedebildigim icin cok sansliyim."
TR'>Diger bir proje ise Maria'nin ilk uzun metrajli, konulu filmi olacak. Senaryosu hazir olan
filmin cekimlerine onumuzdeki sene baslamayi planliyor. Kapadokya, Romanya, Yugoslavya,
Üsgüp ve Yunanistan'da cekilecek filmin konusu bir Balkan Mitolojisi. Mavrikou bu film ile, her
ne kadar Balkan ülkeleri içinde ve arasinda anlasmazliklar yasaniyorsa da ortak bir tarihin ve
kulturun bulundugunu ve filmin bu noktalarda yogunlastigini belirtiyor.
Geçen seneki çalismalarinin içinde bir kitabin da yer aldigini belirten Mavrikou bu sene kitabi
hem Yunanca, hem Turkce bastirmayi hedefliyor. Kitabin simdilik adi "Ölümcül bir aska
inlemek". Bir Turk erkek ile Yunanli kadin arasinda dis engellerden dolayi yasanilamayan aski
anlatiyor ve Mavrikou bu hikayeyi Turkiye ve Yunanistan arasindaki iliskiye benzetiyor. Her ne
kadar birlikte olmak isteseler dahi, iliskileri, kendi cikarlarini on planda tutan daha buyuk
güçler tarafindan engelleniyor. "Erkek kitapta zayif bir karakter" diyor Mavrikou ve devam
ediyor:" Turkiye'de aile yapisinda kadinin, özellikle ana olarak sözü degerli. Erkek karakterin
babasi yok. Dolayisiyla surekli anne ve kiz kardeslerini memnun etmeye calisiyor. Anlasilacagi
üzere Yunanli kadini ogullarina istemiyorlar. Ancak ayni durum bir Yunanli aile icin soz konusu
olsaydi farkli olurdu. Yuzyillar boyunca bu iki kultur birlikte, iç içe yasadilar. Birbirlerinden alip,
verdiler. Evlilikler oldu, kan zaten karisti. Daha sonra tarihte yasanan acilar daha çok Yunan
halki için agirlikta olmasina ragmen gene de Yunanli bir aile bir Turk`u daha kolay kabul eder
hanesine. Bu da bazi seyleri asabilmeyi, ileri bir dusunce tarzini gosterir."
Buyuk asklarin devam etmedigine inanan Maria Mavrikou Turk-Yunan askini anlatan kitabini
Nobel ödüllü Elitis'in su dizeleri ile noktaliyor:
"Perimeno, ta pento, ya panda
"M'akus
Monimu, stin paradiso"
"Bekliyorum, yastayim, sonsuza kadar
Duyuyor musun
Cennette tek basima"
E-mail: cmenderes@hotmail.com
Not: Bu roportaj, Isik Binyili Sonbahar 2001 sayisinda yayinlanmistir. Konu itibariyle amac'a
destek veren bir ornek olmasi itibariyle, ayni zamanda Turkish & Greek Synergy sitesinde de
ilginize sunuyoruz.
Maria Mavrikou, "To Taxido" (Yolculuk) adli belgeseli
ile ABDI IPEKCI BARIS ODULU'nu aldi, 2001.
http://www.turkishgreeksynergy.net/may_02/cmenderes_yolculuk.html
İÇİMİZDEN BİRİ ALİ ONAY
Sabahları şarkıyla uyanıyordum
Anılarla dolu bir ev… Aile yadigarı fotoğraflar ve eşyalarla bezenmiş eski, şirin bir Ayvalık
evindeyiz. 2003 yazının en sıcak günlerinden biri yaşanıyor. Karşımızda 85 yaşında gözlerinde ve
sözlerinde Büyük Mübadele'nin izlerini taşıyan Ali Onay... Duvar saatinin gongları eşlik ediyor
yaşam anlatısına. Her gongun vuruşuyla tersine akıyor zaman. 22 Mayıs 1924 günü Girit Resmo
Limanı'ndan kalkan Türkiye Gemisi'nin güvertesinde buluveriyoruz kendimizi, 6 yaşlarında
küçük bir çocuk ilişiyor gözümüze…
Tarihe 1000 canlı tanık / 30
1918 yılı Girit-Resmo doğumlu Ali Onay ,1924 yılında Büyük Mübadele ile gelip
yerleştikleri Ayvalık Cunda (Alibey) Adası'nda yaşıyor. Çocuk yaşlarda babasının
kurduğu yağhanede başlar çalışmaya. Askerlik sonrası yağ fabrikasını kurar, maden
işletmeciliğiyle uğraşır bir süre. 1942 yılında Fatma hanımla evlenir. Bu evlilikten üç
çocuğu olur. Fatma hanımın ölümünün ardından derin bir yalnızlık hissettiği AyvalıkCunda'daki evinde görüştük kendisiyle…
Girit Adası Yunanistan'a ilhak olduktan sonra oradaki halk himayesiz, ortada kaldı.
Ticaret hayatı sona erdi, baskılar arttı. Babam 1896 ve 1906 yılında iki sefer Ayvalık'a
gelmişti ve bilhassa adaya (Cunda Adası) geleceğimizi haber aldığı zaman çok
sevindi." 1923 Lozan Antlaşması'ndan sonra yaşanan Büyük Mübadele ile pek çok
insanın hayatı değişir. Yunanistan'da yaşayan Türkler buraya, burada yaşayan Rumlar
da Yunanistan'a gönderilirler. İşte onlardan biri de o tarihlerde beş-altı yaşında olan
Ali Onay ve ailesidir:
"O zaman Girit'te komisyonlar kuruldu. Herkesin malları ve bu malların değerleri
tespit edildi. Sefere çıkacağımız zaman hazırlıklar yapıldı, denkler toplandı, sandıklar
tanzim edildi. O arada babamın paraları nasıl geçireceği endişesi başladı. Bizim çok
yüksek bir karyolamız vardı, hiç unutmam sarıydı rengi, ayakları bu kadar (eliyle
karyola ayaklarının genişliğini göstererek). Babam onların alt tekerleklerini çıkardı ve
bunların içine altınları doldurdu. Karyola ayaklarını hususi bir kasa yaptı, çemberlerle
bağladı, çaktı. Onları hep yanında taşıdı Türkiye'ye gelene kadar. Annem, babam, iki
kardeş, halam, halamın eşi ve kızı; yedi kişi Cunda'ya geldik. Yolculuk iki-üç gün
sürdü. Türkiye sahillerinde ışıklar göründüğünde, herkes geminin sahil tarafına
hücum edince gemi yalpaladı. Kaptanın yolcuları uyardığını hatırlıyorum.(*) Adaya
ayak bastığımızda 1924 yılının mayıs ayı cumartesi günüydü, ikinci Türkiye
Vapuru'yla geldik. Adaya geldiğimizde, bizden altı ay evvel birinci Türkiye seferiyle
gelenler ve Midilli'den göçenler bizi rıhtımda davullarla karşıladılar. Ve dediler ki:
'Siz 15 gün karantina altına alınacaksınız.' Sahilde o zaman ayakta duran bir fabrika
vardı, Rumlardan kalma, papazın sarayı denen metruk bir bina. Bütün mübadillerin
eşyaları oraya kondu. Babam o dört karyola ayağını en dibe sakladı ve sandıkları
onların üzerine yığdı. Orada 15 gün kaldık. Ondan sonra bize bir ev verdiler. Öyle bir
ev verdiler ki sandıklarımız bile sığmadı eve."
Bir türlü sığdıramazlar eşyalarını bu yeni eve. Kısa bir süre sonra yola çıkmadan
doldurdukları mal beyanlarının ışığında verilen yeni evlerine taşınırlar: "Hükümet
oradaki mallarımızı beyan ettiğimiz formüllere (belgelere) bakıp bin kök zeytin ağacı,
beş-altı dönüm arazi ve hâlâ oturduğumuz evi uygun gördü. Tüm bunlar Girit'te
bıraktığımız malların yüzde 40'ı kadardır. Kalanı devletin uhdesinde, devletin
kasasına kaldı."
Yağhaneden fabrikaya
Babası Hasan bey Girit'teki gibi ticaretle uğraşmaya karar verir burada da. Kurduğu
sabunhanede dönemin en iyi ustalarını bir araya getirir. Bir süre sonra da yağhanesini
kurar: "O zaman yağhanede atla dönüyordu taşlar." Binayı Maliye Bakanlığı'ndan
satın alan Hasan bey makinelerini de dışarıdan getirtir. Bu arada babasıyla çalışmaya
başlayan Ali Onay eğitimine devam edemez: "İlkokulu bitirdim, paralı ortaokula
gittim ama babam okulu bırakmamı istedi. Çünkü yaşlıydı. 'İşlerimizi kim idare
edecek?' dedi ama çok iyi yetiştim onun yanında. Piyasa adamı oldum." 1938 yılında
babasını kaybeder Ali Onay. "O günlerde babam çağırdı, 'Bak oğlum ben öleceğim.
Annen, kardeşin sana emanet, sen evin büyüğüsün' dedi ve vefat etti. Tabii annem çok
akıllı bir insan, hemen bize sarıldı ve ondan sonra 1940'ta benim askerliğim başladı. O
zaman işin başına (babasından kalma yağhane) bir müdür koydum ve askere gittim."
Askerlik dönüşünde zeytinyağı fabrikası kurar ve kardeşini de yanına alır.
Bozulan ekonomi
"Efendim, ben Cumhuriyet Halk Partisi'ne 1944 yılında iktisap ettim, başkan
seçildim. Ama 1946 yılından sonra, İnönü'nün verdiği kararla Demokrat Parti
kuruldu. Memleket demokrasiye kapıyı aralamaya başladı." İkinci Dünya Savaşı
yıllarının ardından bir türlü düzelmeyen ülke ekonomisinin olumsuz gidişinden Ali
Onay da etkilenir. "İşimizi çeviremedik. Bizim evde olaylar ancak yemekten sonra
gündeme gelirdi, Masada annem 'Çocuklar dikkat ediyorum, sizin bu şartlarda
borçlarınıza son vermeniz mümkün değil. Onun için mal satacağız ve borçlarınızı
ödeyeceksiniz. Bir insanın onuru zedelenirse piyasada bir daha tutunamaz' dedi. Ve
anneciğim hiçbir şey demeden, tıkır tıkır malını sattı ve biz borçlarımızı kapattık. O
zamanın parasıyla 350 bin liraydı borcumuz. Şimdi bir ayakkabıcıya versen almaz. O
zaman büyük bir servetti." Yine bu tarihlerde madencilikle de ilgilenir Ali bey:
"Yine işlerimiz tıkandı. 1949'la 1951 arasında bir ortak bulduk ve haksızlığa uğradım.
Madencilikten vazgeçtim." 1999 yılında doğduğu topraklara, Girit'e gider Ali bey:
"Doğduğum evi, çiftliği aradım, Resmo'da çocukluğuma ait iz bulamadım. Bu beni
çok üzdü. Doğrusu doğduğum evi görmek istiyordum. Lozan'da Nüfus Mübadelesi
Sözleşmesi imzalandıktan sonra benim orada bir hakkım olmadığını anlayan biriyim.
Girit benim doğduğum anam, ama yine de Girit'e en ufak bir nostalji duymuyorum."
(**)
(*), (**) Bu iki bölüm Ali Onay'la yapılan bir söyleşinin de yer aldığı, İskender
Özsoy'un derlediği Bağlam Yayınları'ndan çıkan "İki Vatan Yorgunları" kitabından
alınmıştır.
"Girit göçü hakkında bir şey yazmadı eskiler"
"Girit'in Rumu, kemençe yapmasını bilmezdi. Bütün kemençeler Türkler tarafından
yapılıyordu, bir sürü kemençeci geldi buraya. Uuu, şarkılar, efendim sirtolar, oyunlar
neler neler... Ama herkes yokluğun içinde, herkes sabahı nasıl çıkaracağını
düşünüyordu ilkin. Onun için o kültür devam etmedi. Girit'ten gelen Türklerin yüzde
sekseni Türkçe bilmiyordu. Babam biliyordu, annem çat pat konuşuyordu. Ve ben
şuna hayret ediyorum, bu kadar kültürlü insanlarımız vardı, Girit göçü hakkında bir
şey yazmadı eskiler. Yazmadılar maalesef...
"Giritliler daha medeniydi..."
"Zirvede yaşadık biz çocukluğumuzu. Mesela karşı komşularımız vardı karşımızda.
Babam hususi çinko tabaklar aldı ve anneme yemek pişirtiyordu, onlara her gün
yemek veriyordu. Eğlenceler tertip edilirdi. Vals, polka, sirto, bunları hep Girit'ten
getirdik biz. Bu kültürleri İtalyanlar bizimkilere öğretti Girit'te. Biz çok medeniydik.
Mesele buraya gelen, Midillililerden yalnız bir aile pantolonluydu, diğerleri poturlu
(yöresel özellikler taşıyan şalvar). Mesela Birinci Büyük Meclis'te çok Giritli vardı.
Neden? Medeniydiler, yüksek tahsilleri vardı. Şimdi bakınız, ben hep şunu müdafaa
ediyorum, Yunanlar ve Türkler aynı bölgede yaşadıkları için, biz aynı tabiiyete
mensup insanlarız. Kanlarımız karışık, bütün huylarımız benziyor, suratlarımız
benziyor. Onun için bu bölgenin insanları, mutlaka aralarındaki ihtilafları halledip
kardeş gibi geçinmek zorundadırlar. Ve bakınız eğer kardeş gibi geçinmeyi
sağlarlarsa harp malzemesine verdikleri trilyonlar halka kalacaktır, bünyede kalacaktır
ve bölgenin en, en kuvvetli iki halkı olacaktır."
"Hayatımın en isabetli kararı"
"22 Nisan 1942 yılında düğünümüz oldu. İşte hayatımın en isabetli kararıydı bu.
Karım buraya geldiği zaman büyük bir zenginliğin içine girdi tabii. Ama ondan sonra
politikayla işlerim bozuldu. Ama o hep yanımda, arkamda, önümde, her yerdeydi.
Bütün hayatımız böyle geçti. Üç çocuğumuz oldu. Sabahları şarkıyla uyanıyordum.
Belki sizin tuhafınıza gidecek şarkıyla uyanmak! Gidip yüzümü yıkıyordum, hemen
kahvaltı masasına oturuyorduk şarkıyla, anlıyor musunuz? 55 senelik evliliğimde, her
sabah şarkıyla uyandım. Fatma hanım beni balkonda, pencerede beklerdi hep, şimdi
geliyorum, beni bekleyen kimse yok. Çocuklarım çok iyi, gelinlerim iyi ama herkes
kendi hayatını yaşıyor. Ve benim bir iddiam yok, hayır, normalini yapıyor çocuklar
ama ben kendi yalnızlığıma bakıyorum, kendi durumumu nasıl tanzim edeceğimi
bilemiyorum. Hiçbir şeyden şikayetim yok, tek şikayetim yalnızlığım."
GELECEK HAFTA: Nebahat Arıca, Fırat'ı anlatıyor...
TARİH VAKFI
Tarih Vakfı sözlü tarih arşivi oluşturmak için tanıklıklarınızı kaydediyor. 70 yaş üzeri
1000 kaynak kişiye ulaşmayı hedefliyor. Ünlülerle değil, içimizden birileriyle... Sizin
önereceğiniz kişilerle, dedelerimiz, ninelerimizle... Köylerde, kasabalarda,
fabrikalarda geçen hayatlar... Hasatlar, vardiyalar, düğünler, seçimler, yemekler,
camiler, kadın matineleri... Tarihe Bin Canlı Tanık Projesi, sözlü tarih görüşmeleri ile,
günlük yaşamın, toplumsal geçmişin belleklerde kalmış ayrıntılarını içeren yaşam
öykülerini kaydetmeyi hedefliyor. Bugüne kadar projeye destek olan Türk Tabipler
Birliği'ne, İnşaat Mühendisleri Odası'na ve Kayseri Ticaret Odası'na maddi
desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Siz de projeye destek olun, tarihe katkı da
bulunun: Telefon: 0212 327 86 58
Faks : 0212 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr
Danışmanlar: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu-Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Proje
koordinatörü: Gülay Kayacan Görüşmeyi yapan: Hakan Koçak n Görüşme kayıt
süresi: 4 saat n Deşifre ve redaksiyon: Sevil Üzrek Görüntü kaydı: Tamer Üstel
Yayına hazırlayan: Tuba Çameli
Projeye katkılarınızı bekliyoruz:
Telefon: (0212) 327 86 58
Faks: (0212) 227 37 32
e-posta:mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr
www.tarihvakfi.org.tr
http://www.milliyet.com.tr/2003/09/10/pazar/paz13.html
114 yıl önce Girit’i verdik ama Avrupalı olamadık
Murat BARDAKÇI
Avrupa, Kıbrıs sorununu Avrupalılaşmamızın önündeki ilk engellerden biri olarak önümüze
resmen koydu ve Kıbrıs bu hafta açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi'nde ‘‘kısa vadeli
beklentiler’’ arasında yer aldı. İşin bu hali alması bana 19. yüzyılda çektiğimiz bir başka ada
derdini, Girit meselesini hatırlattı. Bugün ‘‘Önce Kıbrıs'ı halledin’’ diyen Avrupa o
zamanlarda ‘‘Aramıza girecekseniz Girit işini çözün’’ diye diline dolamıştı. Bize Girit
oyununda ofsayt yapılmamış, birdenbire sert bir gol atılmış, bu golden sonra adayı
Yunanistan'a vermiş ama gene de Avrupalı olamamıştık.
Avrupalılaşma yolunda azimle ilerlediğimiz sırada önümüze birdenbire Kıbrıs engeli
çıkıverdi ve Kıbrıs işi Katılım Ortaklığı Belgesi'nde ‘‘kısa vadeli beklentiler’’ arasında yer
aldı.
Moralimizin bozulduğunu gören Dışişleri Bakanı İsmail Cem işin ‘‘gol değil ofsayt’’
olduğunu söyleyip hepimizi rahatlattı ama ben gene de bundan yüz küsur sene önce de
yaşadığımız aynı Avrupalılaşma maceramız sırasında başımıza dert olan bir başka adanın,
Girit'in hikáyesini düşünmeden edemedim.
İşte, bizim şimdi Kazancakis'in ‘‘Zorba’’sından ve Teodorakis'in müziğinden tanıdığımız
o zamanki Girit tartışmasının ve yediğimiz golün kısa öyküsü:
SUÇLU GENE BİZ OLDUK
Yunanistan 19. asrın başında bağımsızlık sevdasına düşüp isyan bayrağını açmış,
Avrupa ‘‘ara bulma’’ bahanesiyle var gücüyle Atina'yı destekleyince 1830'un 24
Nisan'ında ortaya bağımsız bir Yunanistan çıkmıştı.
İş bu kadarla kalmadı. Yunanistan'ın ‘‘Yunanca konuşulan her yeri sınırları içine
katma’’ sevdası yüzünden Balkanlar'daki Osmanlı topraklarında peşpeşe
huzursuzluklar yaşandı. Asıl büyük sıkıntı, nüfusunun üçte biri Müslüman, geri kalanı
Ortodoks olan Girit'teydi: Hacı Mihail önderliğindeki Giritli isyancılar, 1886'nın 2
Eylül'ünde adayı ‘‘Yunanistan'a ilhak ettiklerini’’ açıkladılar.
Türkiye isyana karşı askeri ve idari tedbirler almaya çalıştıysa da Avrupa'nın baskısı
yüzünden işi bir türlü halledemedi. İsyancılar Girit'in Müslüman halkını kılıçtan
geçirmeye başladılar ama hadise dünyaya ‘‘Türkler Hristiyanları kesiyorlar’’ diye
yansıdı.
Biz o sıralarda da ‘‘Avrupalı olmaya çalışmakla’’ meşguldük. 1856'nın 30 Mart'ında
imzalanan Paris Andlaşması'nın yedinci maddesi bizi gerçi káğıt üzerinde de olsa
‘‘Avrupalı’’ yapıp toprak bütünlüğümüzü garanti altına alıyordu ama herşey láftaydı.
İngiltere Lübnan'daki Dürziler'i, Fransa Maruniler'i, Avusturya Bosna-Hersek'i, Rusya
ise Türklerle Müslümanlar dışında kalan kim varsa hepsini kışkırtmakla meşguldü.
Avrupa, Avrupalılaşma çabamızın her aşamasında Girit meselesini önümüze sürdü ve
tek bir çözüm gösterdi: ‘‘Verip, kurtulmak!..’’. Onlar ‘‘Girit'i bırakın’’ diye
dayatıyor, biz ise ‘‘Vermeyiz!.. Hani toprak bütünlüğümüzü garanti etmiştiniz?’’
diyorduk.
Mücadele seneler boyu devam etti, Girit dünya gündeminin hep ilk sırasında yer aldı.
Yunanistan'ın isyancılara açıkça verdiği destek Atina'yla Babıali arasındaki ipleri
gerdikçe geriyordu. Atina'ya yapılan ihtarlar ve yollanan notalar cevapsız kalınca,
Türkiye 1897'nin 18 Nisan'ında Yunanistan'a savaş ilán etti. Yunan ordusu her
cephede yenildi, Atina'yı almamıza ramak kalmışken Avrupa devreye girdi.
Hatta Rus Çarı İkinci Nikola bile bizzat zamanın hükümdarı Abdülhamid'e telgraf
gönderip ‘‘daha fazla kan dökülmesine mani olmasını insaniyet adına’’ rica etti ve
çarpışmalar bir anda sona erdi.
Babıali kırık dökük bir barış andlaşmasıyla yetinmek zorunda kalırken asıl gariplik
birkaç ay sonra yaşandı: İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya, Girit'e özerklik
veriverdiler. Girit resmen Osmanlı toprağıydı ama bağımsızlığın ilk adımı olan
özerklik Türkiye'nin toprak bütünlüğünü garanti etmiş olan Avrupa'dan geliyordu.
Güçsüz ve çaresiz İstanbul kararı kabullenmek zorunda kaldı. Yunanistan'ı savaşta
perişan eden Türkiye ‘‘Türk yenilirse çok şey verir ama kazanırsa hiçbir şey
alamaz’’ sözünü doğrulamıştı.
ÖYLE BİR GOL YEDİK Kİ...
İşin bir sonraki aşaması adanın Yunanistan'la birleşmesiydi ve 6 Kasım 1908'de o da
oldu; Girit Meclisi ‘‘Yunanistan'a ilhak’’ kararı verdi. Türkiye ise arkasına bütün
Avrupa'yı almış olan Yunanistan'a karşı sadece birkaç protesto mitingi düzenlemekle
yetindi. Bu mitinglerde atılan ‘‘Ya Girit, ya ölüm’’ yahut ‘‘Girit bizim canımız,
fedá olsun kanımız’’ gibisinden sloganlar yarım asır boyunca hafızalarda kalacak,
1950'lere gelindiğinde sloganlardaki ‘‘Girit’’ sözünün yerini ‘‘Kıbrıs’’ alacaktı...
Neticede biz ‘‘Ha bugün, ha yarın Avrupalı oluyoruz’’ hayaline dalmış giderken,
Girit'te sert bir gol yedik. Sonra benzer gollerle başka topraklar da elimizden gitti,
çekmediğimiz kalmadı, herşeyi yaşadık ama tek bir şeyi hariç: Bir türlü Avrupalı
olamadık...
Türkiye o devirlerde Avrupa'nın gözünde ‘‘Şark meselesi’’ydi. Aynı Avrupa bize
bugün hangi gözle bakıyor dersiniz?
Ayamama’daki iki barakaya 3 trilyonu kim yatırdı?
Haftalardır yazdığım Osmanlı Arşivleri'nin, altından Ayamama Daresi’nin
aktığıİkitelli Çayırı'ndaki SEKA barakalarına nakledilmesi işinin gerisinden garip
ilişkiler çıktı: Barakaları boyayıp ‘‘arşive benzetmeye’’ çalışacak olan şirketleri
Başbakanlık görevlileri davet yoluyla seçmişler ve iş aynı kişiye ait olan ama káğıt
üzerinde ayrı görünen iki müteahhitlik şirketine verilmiş. Acaba neden dersiniz?
Ermeni tasarısı Fransız Senatosu'ndan sessiz sadasız geçiverdi, hemen arkasından da
Papa hazretleri Ermeni iddialarına destek veren bir bildiri yayınladı.
Bütün bunlar olup biterken Türkiye ‘‘Ermeni sorununun çözümü Osmanlı
Arşivleri'ndedir’’ diyordu ama birileri dünyanın bu en zengin arşivini yüz küsur
senelik mekánından alıp İkitelli'de altından derelerin aktığı bir çayıra nakletmekle
meşguldü.
Haftalardır yazıyorum: Osmanlı Arşivleri elden gidiyor! Birileri 600 senelik arşivi her
ne hikmetse Bayezid'deki, Süleymaniye'deki ve Sultanahmet'teki asırlık depolardan
çıkartıp İkitelli'de altından derelerin aktığı, etrafında keçilerin otladığı bir çayıra
taşımaya tam gaz devam ediyor.
Bu tarih cinayetini belgeler kurtuluncaya kadar yazmaya devam edeceğim ve şimdilik
şu sorulara cevap bekliyorum:
1. Başbakanlık, İkitelli çayırındaki SEKA barakalarının ‘‘arşiv deposu’’ görüntüsünü
kazanabilmesi için gereken tadilátı yapacak olan şirketleri açık ihaleyle değil, davet
usulüyle belirlemiştir. Yapılan iş aslında kılıfına uygundur, zira yasalar güvenlik
yahut gizlilik gerektiren durumlarda bu yola başvurmaya imkán tanımaktadırlar. Ama
sadece adı ‘‘arşiv’’ olan ve topu topu iki barakadan oluşan çayırdaki mekánın ihalesi
niçin tek bir firmaya değil de, káğıt üzerinde ayrı gözükmesine rağmen aslında aynı
kişiye ait olan iki farklı firmaya verilmiştir? Başbakanlık'taki arşivden sorumlu
müsteşar yardımcısı devletin hangi ‘‘álî menfaatini koruma’’ düşüncesiyle böyle bir
karara imza koymuştur ve barakaların yeni imajı kaç paraya malolacaktır?
2. Arşiv belgesi dünyanın hiçbir yerinde yerinde dijital ortama alınmaz. Belge
mikrofilme çekilir, bilgisayara kaydedilen ise arşivin kataloğudur. Unutmayın:
Osmanlı Arşivleri gibi on milyonlarca belgeye sahip bir arşivi hálá bitmemiş tasnifi
bir yana bırakarak dijitalleştirmeye kalkışmak gereksiziği bir yana tamamlanması
seneler boyu mümkün olamayacak bir iştir ve birilerini vergilerimizle zengin etmeye
yarayan ham bir hayaldir. Hal böyle iken pusuda bekleyen ve basına ‘‘Bu işi biz
yaparız’’ diye demeçler veren bilgisayar şirketlerini kimler, niçin
ümitlendirmektedirler?
Evet efendim... Arşiv konusunu yüzlerce senelik evrakın çayırda tuş edilmesine mani
olana, bu kış sular ltında kalmasını önlemeye, hatta devletin denetleme kurullarıyla
yetkili makamları işe müdahale edene kadar yazmaya devam edeceğim. Neticede
ortaya 32 kısım tekmili birden güzel bir hikáye çıkacak, inanın...
mbardakci@hurriyet.com.tr
12 Kasım 2000, Pazar hurriyet
http://www.turksforum.nl/informatie/cyprus/cyprus_11.htm
KIBRIS'TAN ÖNCE GİRİT VARDI
MEHMET ALİ EREN
İstanbul'da "Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!" diye bağırırlarken o tarihte yanında
çalıştığım matbaacı Vladimiros, bir plak gibi şunu yineleyip duruyordu bana; "Hasanaki
inanma sakın, Girit gitti, gider... Sizinkiler bizim kiliseyle politikacıları tanımıyorlar.
Bunların ikisinin yapamayacakları yoktur; dünya alemi kandıracaklar, sizi buradan
çıkaracaklardır. Bak zamanı gelecek, Vladimiros Usta söylemişti diyeceksin!" Girit'ten
Anadolu'ya göç etmek zorunda kalan bir Türk'ün hatıra defterlerinden derlenerek kaleme
alınan "Savaşın Çocukları-Hanya'dan Ayvalık'a" romanında Ahmet Yorulmaz bunları
yazıyor.
Bugün Kıbrıs dış politikamızın en önemli maddesi olmaya devam ediyor. 1877-78 Rusya ile
savaşı sonunda uluslararası sorun haline gelen Kıbrıs 1878 tarihinde İngiltere'ye geçici üs
olarak verildi. Böylece Kıbrıs için bir dönem kapandı. Türkiye yaklaşık yüz yıl sonra Kıbrıs
konusunda ikinci perdeyi açtı. Türkiye Kıbrıs'a giderek sorunu en zor olan askeri açıdan
çözdü. Geriye uluslararası anlaşmalar ile siyasi çözüm kaldı. 1974'ten bugüne kadar
Kıbrıs'ta yaşanan çözümsüzlük Türkiye'den kaynaklanmıyor. Türkiye'nin dışındaki dünya
Türk dış politikasının Kıbrıs problematiğinden kurtulmasını istemiyor. Çünkü bu camiadaki
esas soru 'Türk dış politikası Kıbrıs'ı çözerse sıra nereye gelecek?'
İmparatorluk Türkiyesinin Kıbrıs meselesinden önce başlayıp Kıbrıs'ın birinci dönem geçici
çözümünden sonra biten bir başka konusu Girit idi. Milletlerarası literatüre Girit Meselesi
olarak geçen olayların yaşandığı süreç 1821-1913 arasında cereyan etti. Türkiye'nin
Girit'ten askerini çektiği tarih ise 1898'dir. Yani bundan 99 sene evvel.
Endülüs'ten Girit'e
Kıbrıs ile Girit olayları arasında kronolojik takip olduğu gibi iki adanın yüzölçümü de
birbirini takip ediyor. Kıbrıs Akdeniz'in en büyük adası olma özelliğini taşırken Girit ikinci
büyük ada.
Girit'in ilk sakinleri Anadolu'dan geçip M.Ö. 3000 ila 1400 yılları arasında Avrupa
kültürünün temelleri arasında sayılan Minos Medeniyeti'ni kurdular. M.Ö. II. bin yılda Girit
Mısır medeniyetinin tesirinde parlak bir döneme ulaşır. Daha sonraları sırasıyla adaya
Akkalar, Dorlar ve Yunanlılar istila etmek için gelir. Girit'in siyasi önemi M.Ö. II. yüzyılda
biter.
Roma İmparatorluğu Yunanistan'ı alınca Girit tam bir korsan yatağı olur. Romalılar
korsanlığı önlemek için M.Ö. 69'da adayı zaptederler. Artık Girit Roma'nın tahıl ambarıdır.
Girit ilk Müslümanları Hz. Muaviye zamanında görür. 673'te Cünabe b. Ebu Ümeyye elEzdi komutasındaki Arap donanması Akdeniz'e sefere çıkar. 8259 kilometrekarelik adayı
bir çırpıda ele geçirmek mümkün olmaz. Girit'in tam fethi ise Halife Me'mun zamanında
olur. Endülüs Emevi hükümdarı Hakim b. Hişam devrinde Kurtuba'da bir isyana karışan
binlerce kişi Endülüs'ten çıkartılmıştı. Mısır'ın yeni valisi İbn Tahir İskenderiye'ye sığınan
bu mültecilerin şehri terketmelerini ister. Endülüs kökenli Müslümanlar reisleri Ebu Hafs
Ömer b. Şuayb el-Belluti komutasında 40 parça gemi ile Girit'e giderler ve adayı kademe
kademe zapt ederler. Girit'e yerleşen Endülüslü Arap Müslümanlar Rabazulhandek şehrini
kurarlar. Osmanlılar bu şehre Kandiye, şimdi ise Yunanlılar Heraklion diyorlar. 827'den
961 yılına kadar Girit'i Ebu Hafs Ömer ve ailesi yönetir. Kendi adlarına para basarlar. Son
Emir Abdülaziz b. Şuayb Girit'in tekrar Bizans'ın eline geçmesine mani olamaz ve
İstanbul'a götürülür.
İslam hakimiyetinde Girit ile Endülüs arasında ekonomik ve kültürel münasebetler
kurulmuş ve Kandiye önemli bir kültür ve ilim merkezi haline gelmişti.
150 sene sonra tekrar Hıristiyanların eline düşen Girit'teki Müslümanların bir bölümü adayı
terk etmiş, edemeyenler ise din değiştirmeye zorlanmıştı. George I.Panagiotakis, Crete
kitabında bu harp sırasında 200 bin Müslümanın öldürüldüğünden bahseder.
Girit Bizans'ın eline geçer ama IV. Haçlı Seferleri sırasında imparatorluk arazisi taksim
edilirken Girit Montferrot Markisi Baniface'ye düşer ve o da adayı 100 bin gümüş karşılığı
Venediklilere satar.
Girit'te Türkler
Girit'teki Venedikliler, Menteşeoğulları ve Aydınoğulları beyliği ile ticari ilişkiler kurarlar.
Yıldırım Bayezit zamanında Osmanlılarla başlayan iyi ilişkiler 1449-50 yıllarına kadar
devam eder. Bu tarihten sonra zaman zaman Girit sahilleri Osmanlı donanmaları tarafından
vurulur. Genişleyen imparatorluk coğrafyasının ortasında Girit'in Venediklilerin elinde
bulunması büyük bir tehdit oluşturur. Son olarak Sultan İbrahim döneminde Sünbül Ağa'yı
Mısır'a götüren küçük bir geminin Malta korsanlarınca saldırıya uğraması ve gemiden
gaspedilen eşyaların Girit'te satılması Osmanlı Venedik savaşının başlamasına sebep olur.
Çeyrek asır devam eden Girit Savaşı Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa komutasında Osmanlı
Ordusu'nun Hanya civarında karaya çıkmasıyla başlar. Hanya 54 gün süren kuşatma
sonunda teslim olur. Adanın bütününü almak için ise uzun zaman gerekir. Venediklilerin
Çanakkale Boğazı'nı ablukaya almaları ile Girit'e yardım gelmesini önleme gayretleri sonuç
vermiş ve savaş uzamış, Girit Adası 'Devlet-i Aliyye'nin talimhane-i harbisi' haline
gelmiştir. Hanya Fatihi Yusuf Paşa'dan sonra Girit kuvvetlerinin başına Deli Hüseyin Paşa
getirilir. Girit Harbi Kandiye kuşatmasında kilitlenir. Kuşatmanın uzaması üzerine Osmanlı
kuvvetleri Kandiye yakınlarına İnadiye denilen büyük kale yaparlar.
Osmanlı Devleti Avusturya ve Erdel meselesini hallettikten sonra çok uzayan Girit Harbini
bitirmek için Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa komutasında büyük bir kuvveti adaya gönderir.
Problem 1669'da imzalanan 18 maddelik teslim anlaşması ile sona erer.
Kandiye'nin fethinden sonra yürürlüğe konan yeni vergi sistemi Venedik zamanındaki ağır
vergileri kaldırdı. Girit'te yapılan ilk tahrire göre, ki vergiler buna göre tesbit edilmekteydi,
12.700 zengin, 9850 orta kazançlı ve 4170 dar gelirli olmak üzere 26 bin 700 kişi yaşıyordu.
Osmanlı coğrafyası içinde İstanbul-Mısır yolu üzerinde bulunan Girit limanları önemli
uğrak yeri haline geldi. Anadolu'dan iskan edilen Müslüman nüfusu ile kalabalıklaşan ada
bir kültür canlanması yaşadı. Giritli pekçok şair, yazar, sanatkar, devlet adamı yetişti.
Girit'in mesele oluşu
Girit Adası Osmanlı hakimiyeti altında yaşadığı ilk 150 senede hemen hiçbir kayda değer
vukuatın olmadığı bir beldedir. Ancak dünya değişmektedir. Osmanlı ülkesi içinde bulunan
gayrimüslim teb'a artık bütün anti Osmanlı propaganda faaliyetlerinin odağındadır. Girit de
bundan nasibini alır. Rumların kurduğu Heteria Cemiyeti'nin Girit'te başlattığı sistemli
propaganda faaliyetleri adada yaşanan 150 senelik sükun ve huzur devrinin de sonu
anlamına gelir. 1821 Mora isyanı kısa süre sonra Girit'e sıçrar. Aynı yılın ramazan
bayramında Girit'in dağ köylerindeki Rumlar Müslüman köylerine baskın yaparlar. İsyanı
bastırma görevi Babıali tarafından Mehmet Ali Paşa'ya verilir ve isyan bastırılır. Ancak
1830 senesinde üç koruyucu devlet tarafından kurulan Yunan Krallığı'na Girit'in ilhakı için
tekrar gayrimüslim ahali ayaklanır fakat Mehmet Ali Paşa bu isyanı da bastırmayı başarır.
Girit artık durulmamaktadır. 1841'de tekrar bir ayaklanma başgösterir. Asıl büyük
ayaklanma ise 1866'da görülür. Girit gayrimüslimleri kendilerince geçici hükümet kurarak
adanın 1 Eylül 1866 tarihinde Yunanistan'a ilhakını ilan ederler.
Rusya ve Fransa Girit'in Yunanistan'a bırakılmasını, hiç olmazsa Girit'e muhtariyet
verilmesini tavsiye ederler. Babıali, Girit Valisi Naili Paşa'ya yolladığı fermanla müzakere
için her nahiyeden Müslüman ve Hıristiyan birer adam seçerek İstanbul'a göndermesini
ister. İsyancılar buna karşı çıkarlar. Bu durumda isyanın bastırılmasına Ömer Paşa memur
edilir. Asilerin tenkili için harekete geçen Ömer Paşa beklemedik bir taktikle karşılaşır.
Yunanistan'dan idare edilen isyanın bu safhasında köylerdeki sivil halk sahillere inerek
adayı terk etmek, 'Türk zulmünden kaçmak' isterler. Sahil ve limanlarda tam bir hürc ü merc
yaşanır. Batılı büyük devletlerin gemileri de bölgeye gelmiş hem asilere yardım etmekte,
hem de Hıristiyan aileleri Yunanistan'a taşımaktadırlar. Yunanistan'dan da gönüllüler gelip
asilere katılır.
Gittikçe genişleyen ihtilal yabancı devletlere Osmanlı devletinin iç işlerine karışma fırsatı
vermişti. Rusya, İtalya ve Prusya'nın desteklediği bir teklifi Fransa Babıali'ye verir ve
mütareke ilan edilmesini ister. Babıali mütarekeyi kabul eder ve Sadrazam Ali Paşa'yı
Girit'e gönderir. Girit'te gayrimüslim Giritliler için yeni hakları ihtiva eden nizamname ve
umumi af ilan edilerek Hanya'da asilerin temsilcileri ile görüşülür. Osmanlı Devleti hemen
bütün istekleri kabul etmesine rağmen Girit durulmadı. Yunanistan adayı silahlandırmaktan
geri durmadı. Osmanlı Devleti Aralık 1868'de Yunanistan'a nota göndererek gönüllü
kıtaların kaldırılmasını ve korsan gemilerinin silahsızlandırılmasını istedi. Prusya'nın teklifi
ile Paris'te toplanan konferanstan Yunanistan'a şiddetli bir ihtarname gönderildi. Yunanistan
Babıali'nin teklifini kabul etti ve böylece Türk-Yunan savaşı önlendi.
Hazırlanan yeni nizamname de Girit'te sükunet sağlamadı. Karışıklıklar, kışkırtmalar devam
etti. Durumun düzeltilmesi için Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Şakir Paşa gibi şöhretli paşalar
adaya gönderildi. Ama sonuç alınamadı. Atina'da faaliyet gösteren ihtilal komitesi Girit'i
sürekli kışkırtıyor, Yunanistan Girit'i topraklarına katmak istiyordu. Bu maksatla 10 Şubat
1897 tarihinde Yunan Prensi George'un kumandasında Girit'e asker çıkarttı. Osmanlı
Devleti Yunanistan'ı protesto etti. Fransız, İngiliz, Rus, İtalyan, Avusturya ve Almanya
zırhlılarından askerler de Girit'e çıkıp Yunanistan'a ortak nota verdiler. Yunanistan'ın
askerlerini çekmemesi üzerine Girit ablukaya alındı. Bir buçuk sene devam eden abluka
kaldırıldı. Ancak büyük devletler Osmanlı Devletine verdikleri takrirde Girit'e idari
muhtariyet verilmesini istediler. Muhtariyetin olabilmesi için de adadaki Türk askerinin
yavaş yavaş azaltılması gereğini öne sürdüler. Babıali buna direniyordu.
Kaçınılmaz hale gelen Osmanlı-Yunan harbinden Osmanlı Devleti 19 Mayıs 1897'de
zaferle çıkmasına rağmen İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya 18 Aralık 1897 tarihinde
Girit'in muhtariyetini ilan etti. Yunan kralının ikinci oğlu Prens George fevkalade komiser
olarak Girit'in başına getirildi. Prens George 1906'da görevinden ayrıldıktan sonra yerine
yine dış baskılarla Zaimis getirildi. Girit artık Yunanistan'a ilhak olmak için bahane
arıyordu. Bu bahaneyi bulması zor olmadı. Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu tarafından ilhakı ve Bulgaristan'ın istiklalini ilan etmesi üzerine harekete
geçen Girit Milli Meclisi adanın Yunanistan Krallığına bağlandığını resmen ilan etti. Bu
bütün Osmanlı topraklarında protesto mitingleriyle karşılandı. Ancak devletin fiilen
yapacak bir şeyi yoktu. Balkan Harbi'nin başlangıcında Yunan hükümeti 10 Ekim 1912'de
Girit Meclisi ile birleşme kararı aldı. 26 Ekim 1912'de Yunan Umumi Valisi Dragumis,
Girit'in idaresini ele aldı. Osmanlı Devleti bu durumu hami devletler nezdinde protesto etti
ve Atina'dan elçisini çekti. Balkan Harbi'nin ardından Londra ve Bükreş muahedeleriyle
Girit Osmanlı Devletinin elinden çıktı. 1924'te de nüfus mübadelesi sonunda Girit'te kalan
Müslümanlar Anadolu'ya geldiler. Fethi zor ve uzun zaman alan Girit adasının elden
çıkması da çok zor ve uzun zaman aldı. Yaklaşık 250 sene Osmanlı idaresinde yaşayan
Girit'te bugün bir tek Müslüman yaşamıyor. Osmanlı eserleri yok denecek kadar az. Birkaç
minare, çeşme, bir miktar mezar taşı.
Sonu çok kötü bir hikaye. Bu hikaye böyle bitmemeliydi.
http://arsiv.aksiyon.com.tr/arsiv/148/pages/dosyalar/dos10.html
1897 TÜRK - YUNAN SAVAŞI
Girit adasında, Halepa Sözleşmesi ile oluşturulan statüde, Rumlara geniş haklar verilmiş,
ancak bu durum da onları memnun etmemişti. Rumlar, adanın yönetiminde daha etkili
olabilmek ve adayı Yunanistan'a bağlamak amacın­daydılar. 1878'den itibaren, bu amaçlarına
ulaşabilmek için uygun bir ortamın çıkmasını beklemeye başlamışlar ve bu arada bazı
girişimlerde bulunmuşlardı.
Nitekim, Girit Rumları 1885'de Bulgaristan ile Şarkî Rumeli'nin birleşmesi üzerine doğan
Balkan bunalımından yararlanarak harekete geçtiler. Girit'in Yunanistan'a bağlanmasını, bu
olmaz ise Halepa Sözleşmesi'nin kapsamının genişletilmesini istediler. Yunanistan da
büyüyen Bulgaristan'a karşı dengeyi sağlamak gerekçesiyle, Girit'i ele geçirmeye kalkıştı ve
ada Rumlarını isyan için kışkırtmaya başladı.
Girit Rumları, Halepa Sözleşmesi'nin iyi uygulanmadığını ileri sürerek 1888'de yeniden
ayaklandılar ve adanın Yunanistan'a bağlanmasına karşı çıkan Türklere saldırılara başladılar.
Bunun üzerine Babıâli, Girit'e asker gönderdi ve isyanı bastırdı(1). 26 Ekim 1889'da
yayınlanan bir fermanla Girit valisine olağanüstü yetkiler verilerek yanına bir de komutan
atandı. Valinin yetkileri şöyleydi:
1- Girit meclisine başkanlık yapmak ve görüşmeleri yönetmek,
2- Meclisin aldığı kararları onaylamak veya reddetmek,
3- Meclisin çalışmalarına son verebilmek(2). Daha evvel adaya verilmiş olan imtiyazlar da
bazı sınırlamalara tabi tutuldu(3).
Girit adasında bu gelişmeler olurken, Yunanistan da Bulgaristan olaylarını fırsat bilerek Girit,
Epir ve Güney Makedonya'yı kendisine katmak amacıyla Osmanlı sınırlarında bazı askerî
hazırlıklara başladı. Bunun üzerine, Balkanlar'da yeni bir bunalımın çıkmasını kendi
çıkarlarına aykırı bulan büyük devletler, İngiltere'nin önerisi üzerine Yunanistan'a baskı
yaparak, askerî girişimlerine son vermesini istediler. Yunanistan'ın buna karşı çıkması üzerine
de, Fransa dışındaki beş büyük devletin ortak donanması Yunanistan'ı kuşattı. Teselya'ya
hücum eden bir Yunan askerî birliği de Osmanlılar tarafından püskürtüldü. Bunun üzerine
Yunanistan, büyük devletlerin de isteğine uyarak bir kısım askeri terhis ederken büyük
devletler de Haziran 1889'da deniz kuşatmasını kaldırdı. Böylece, Yunan emelleri bir süre
frenlenmiş ve yeni bir Osmanlı-Yunan çatışmasının çıkması önlenmiş oldu(4).
1894 Haziran'ında ise Rumlar Halepa Sözleşmesi'nin uygulanmasını ve adaya Hıristiyan vali
atanmasını istediler. Osmanlı Devleti, 1895 Mayısı'nda Kara Todori Paşa'yı adaya vali olarak
atadı(5). Fakat bu Hıristiyan vali, selefi gibi azimli olmadığı için adadaki karışıklığı gideremedi.
Ertesi yıl, onun yerine Girit valiliğine getirilen Turhan Paşa da bu hususta büyük bir başarı
sağlayamadı(6). Bütün bu çabalara rağmen, Hanya, Kandiye ve Resmo'da olaylar
önlenemedi. Rum çetelerinin saldırılarına karşı korumasız kalan Türkler için kırsal bölgelerde
yaşama imkânı kalmamıştı. Sahillerdeki kasaba ve limanlarda Türkler, iç bölgelerde ise
Rumlar çoğunluğu oluşturmaya başladılar(7).
Rumlar, Türklere karşı vahşi bir terör uygulamasına girişmişlerdi. Yunanistan'dan yardım
gören çeteler Türk köylerini ve hatta kasabalarını basarak Müslüman halkı kadın, erkek,
çocuk, genç, ihtiyar ayırt etmeden öldürüyor, mallarını yağmalıyor, evlerini barklarını yerle bir
ediyorlardı. Çok geçmeden, Türkler de teşkilatlanarak kendilerini savunmaya ve çetelerin
yuvalandıkları yerlere karşı saldırılarda bulunmaya başladılar(8). Girit'teki konsoloslar,
Türklerin varolma savaşını her zamanki gibi tek yanlı olarak değerlendirerek duruma
müdahale edilmezse Hıristiyanların yok edileceğini bildirdiler. Fransa ve İtalya ada sularına
gönderdikleri savaş gemileriyle Girit olaylarına müdahale etme girişimlerinde bulunurken, bu
davranış diğer devletlerce benimsenmedi. Bu arada, Sultan II. Abdülhamid asilere karşı
harekete geçerek, Avrupalı büyük devletler müdahale etmeden olayların bastırılması için
adaya on altı tabur asker gönderdi.
Büyük devletlerin elçileri de kendi aralarında anlaşarak Osmanlı Hükümeti'nden Halepa
Sözleşmesi'nin uygulanmasını ve Ada Genel Meclisi'nin toplanmasını istediler. Sultan bunun
üzerine Avrupa devletlerinin baskısı üzerine, Halepa Sözleşmesi'nde tespit edilmiş olan bütün
maddeleri uygula­maya hazır olduğunu ifade ederek adada genel af ilan etti. Sisam'ın eski
prensi Georgis Beroviç'i de vali olarak atadı(9).
Ancak Rumlar, bununla da yetinmeyerek yeniden ayaklandılar. Girit'teki Türkler de Rumlara
verilen imtiyazları kabul etmeyerek Babıâli'nin bu tutumunu protesto için 4 Şubat 1897'de
ayaklandılar; böylece Girit adasında bir iç savaş başlamış oldu. Osmanlı Devleti, büyük
devletlerin karşı çıkması üzerine adaya yeni askeri birlikler gönderemediğinden olayları
kontrol altına alamadı.
Bu arada, Balkanlar'da yeni bir bunalımın çıkmasını istemeyen Avrupa devletleri, İstanbul ve
Atina'ya bir savaşa yol açmamaları için baskı yapıyorlardı. Fakat Yunanistan bir yandan Girit'e
asker gönderirken, bir yandan da Yunan ordusunu seferber hale getirmekte ve Teselya
sınırına yığınak yapmaktaydı. Buna karşılık Osmanlı Devleti de askerî hazırlıklarını
tamamlamaya çalışıyordu. OsmanlıYunan ilişkilerinin bu şekilde gerginleşmesi üzerine
İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya devletleri, Girit'e ortak bir donanma göndermeye karar
verdiler(10).
14 Şubat 1897'de Albay Timalen Vasos komutasındaki bir Yunan birliği Yunan kralı adına
işgal için Girit'e çıktı. Albay Türklere her türlü vahşeti yaparak kendisine verilen görevin
icaplarını yerine getirmeye çalıştı(11). Vasos, 16 Şubat 1897'de Yunan kralı adına adayı
Yunanistan'a ilhak ettiğini bildiren bir beyannâme yayınladı. Yunan Başbakanı Deliyanis de
Yunan Meclisinde Girit'in Yunanistan'a ait olduğunu resmen açıklamıştı(12).
Osmanlı Devleti, olayı şiddetle protesto etti. Büyük devletler de 2 Mart 1897'de Yunan
Hükûmeti'ne müşterek bir nota vererek, 6 gün zarfında Girit'ten askerini ve harp gemilerini
geri çekmesini, aksi takdirde şiddetli tedbirlere başvurulacağını bildirdiler(13). Yunan
Hükûmeti ada sularındaki savaş gemilerinin bir kısmını geri aldı ise de Rumları "Türklerin
fanatizmi"ne terk edemeyeceği için adadan askerlerini çekemeyeceğini açıkladı(14). Bunun
üzerine büyük devletler, 21 Mart 1897'de Girit'i kuşatarak adada özerk bir yönetim
kurulduğunu açıkladılar. Ertesi günü de adaya asker çıkartıp Girit'i geçici olarak işgal ettiler.
Bu durum Yunan kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı. Etniki Eterya'nın etkisi altında bulunan
Yunan Hükümeti ve kamuoyu, Osmanlı Devleti'ne savaş açılmasını istemeye başladı(15).
Girit'teki hareket serbestisi kısıtlanan Yunanlılar bu sefer Teselya sınırında ihlal ve tahrik
eylemlerine başvurarak, Osmanlı Devleti'yle harp isteyen kamuoyunun Makedonya'ya dönük
ihtiraslarını gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlardı. Etniki Eterya'nın ajanları vasıtasıyla
ayaklandırılacak olan Makedonya Rumlarının yanı sıra Balkanlar'da bulunan diğer topluluklar
da Osmanlı Devleti'ne savaş açacaklar, Yunanistan da bu yolla zafer elde edebilecekti(16).
Bu planı gerçekleştirmek için Yunan subayları komutasındaki çeteler, Osmanlı sınırına
tecavüze başladı. 9-10 Nisan 1897'de Kalabaka'da Osmanlı sınırını on beş kilometre kadar
geçtiler. Ancak Osmanlı kuvvetleri karşısında tutunamayarak Yunanistan topraklarına geri
çekilmek zorunda kaldılar.
Yunan saldırılarının devamı üzerine Yıldız Sarayı'nda toplanan meclis savaşa karar verdi. On
beş dakika sonra da padişahın, meclisin kararını onaylaması üzerine orduya savaş emri
verildi. Bu sırada Yunan ordusunun eşkıya saldırısı süsü vererek hududu geçtiği haberi geldi.
Böylece 17 Nisan 1897'de Osmanlı-Yunan savaşı başladı(17).
Savaş başladığı sıralarda devletlerarası politik durum Osmanlı Devleti'nin lehineydi.
Yunanistan, büyük devletlerin uyarılarını dinlememiş ve barışı bozan taraf olmuştu.
Makedonya'da büyük bir Yunanistan devletinin kurulması, öteki Balkan devletlerinin
çıkarlarına ters düşüyordu. Bu sebeple Bulgaristan, Sırbistan ve Avusturya, bu arada
Yunanistan'ın o tarihlerde daha fazla büyüme­sini istemediklerinden İngiltere ve Fransa
tarafsız kalacaklarını bildirmişlerdi. Almanya da yeni yeni politik ve ekonomik ilişkilerini
geliştirdiği Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünden yanaydı. Rusya ise bütün bu devletlere
karşı çıkarak Yunanistan'a tek başına yardım edemezdi. Böylece Osmanlı Devleti ile
Yunanistan yalnız olarak karşı karşıya kalmışlardı.
Türk-Yunan savaşı, bu ortam içerisinde 18 Nisan 1897'de fiilen başladı. Ethem Paşa
komutasındaki Osmanlı ordusu, Yunanlıları, arka arkaya yenilgiye uğratarak Yenişehir ve
Tırhala'yı ele geçirerek geri çekilmeye mecbur bıraktı. Sonucu kesin olarak tayin eden savaş
ise, 15-17 Mayıs 1897'de Dömeke'de yapıldı. Burada Türk ordusu Yunanlıları kesin ve ağır bir
yenilgiye uğrattı(18). Bu yenilgiden sonra Yunan ordusu hızla geri çekilmeye başlamış, halk
dehşet içinde kalmış, hükümet ise ne yapacağını şaşırmıştı. Önünde artık ordu diye bir şey
kalmamış olan Türk askerinin Yunanistan'ı baştan başa işgal etmesine ve başkent Atina'yı ele
geçirmesine hiçbir engel kalmamıştı(19).
Yunanlıların bu kadar ağır yenilgi almasından hoşlanmayan Avrupalı devletler, savaşı bir an
önce bitirmek için Osmanlı Devleti'ne müdahâle etmeye başladılar. Bu arada Yunanistan'da
da iktidar değişikliği olmuş, yeni Yunan Hükümeti de Avrupalı devletlere ve sonra da Rusya'ya
başvurarak mütareke yapılmasının sağlanmasını istemeye başlamıştı. Bunun üzerine, Rus
Çarı, Sultan II. Abdülhamid'e telgraf göndererek savaşın durdurulmasını istedi. Abdülhamid
ise ateşkes şartlarının oluştuğuna kanaat ederek, Türk ordusunun nihâî taarruza hazırlandığı
sırada (20 Mayıs 1897) mütareke yapılması için emir verdi(20). Yunanlıları kendi elleriyle
hazırladıkları kötü durumdan yine büyük devletlerin müdahaleleri kurtarmış oldu.
Avrupalı devletler ve Rusya, Babıâli ile Yunanistan'ı harp hususunda başbaşa bıraktıkları
halde barış şartlarının tespiti için devletlerarası bir konferansın toplanmasını istediler. Bu
maksatla 3 Haziran 1897'de toplanan "İstanbul Konferansı"'na, Osmanlı Devleti'nin temsilcisi
ile Yunanistan adına hareket eden Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya'nın
İstanbul elçileri katıldılar. Dört ay süren görüşmelerden sonra 18 Eylül 1897'de, Teselya
sınırındaki bazı düzeltmeler dışında genel hatlarıyla savaştan önceki statüyü esas alan bir
önbarış imzalandı(21).
Yunanistan'ın bu esasları kabul etmesi üzerine de Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 21
Ekim 1897'de İstanbul'da ikili barış görüşmelerine baş­landı. Kesin barış antlaşması ise 4
Aralık 1897'de imzalandı. On altı maddeden meydana gelen İstanbul Antlaşması'na göre(22):
1- Türk ordusu tarafından ele geçirilmiş olan Teselya, küçük sınır değişik­likleri yapılmak
şartıyla, Yunanistan'a geri verilecek, sınır savaştan önceki duruma getirilecektir.
2- Yunanistan, Osmanlı Devleti'ne 4 milyon lira savaş tazminatı, ayrıca savaş sırasında halka
verdiği zararlara karşılık 100 bin lira tazminat ödeyecektir.
3- Osmanlı Devleti, savaş tazminatının ödenmeye başlanmasından bir ay sonra Teselya'yı
boşaltacaktır.
Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin baskısıyla yapılan bu anlaşmayla savaş meydanında
göstermiş olduğu büyük başarıdan yararlanamamış, masabaşı diplomasisinde kazandıklarını
kaybetmiştir.
http://www.turk-yunan.gen.tr/turkce/savas_barislari/turk_yunan_savasi.html
Download