Marx – Kilit Fikirler Gill Hands Çeviren: Melis İnan ISBN 978-605-5655-92-1 © 2011 Optimist Yayım ve Dağıtım Orijinal adı ve yayıncısı: Marx The Key Ideas, Hodder Teach Yourself Optimist Yay›nlar› Telefon : 0216 481 29 17-18 Faks : 0216 521 10 64 e-posta: optimist@optimistkitap.com www.optimistkitap.com facebook.com/optimistkitap twitter.com/optimistkitap Optimist yay›n no. Konu Yay›na haz›rlayan : 249 : Kişisel Gelişim : Zülfü Dicleli Bas›m Dü­zel­ti Düzenleme Bas­k› ve cilt : Haziran 2011, ‹stanbul : Esen Güray : Selim Talay : Tor Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Hadımköy Yolu Akçaburgaz Mah. 4. Bölge 9. Cadde 116. Sokak. No: 2 Esenyurt - ‹STANBUL Tel: 0212 886 34 74 Aileme ve arkadaşlar›ma. Ayr›ca harika karikatürlerinden ötürü çizere teşekkürlerimle. İçindekiler Yazarla tanışın Sadece bir dakikanız mı var? Sadece beş dakikanız mı var? Sadece on dakikanız mı var? Giriş ›x x x›› xv› xx› 1 Marx’ın hayatının ilk yılları Marx zamanında Avrupa Marx’ın hayatının ilk yılları Üniversite hayatı Gazetecilik hayatı Komünist Manifesto Sürgün 1 4 5 11 19 20 2 Marx’ın hayatının sonraki yılları Londra’ya taşınma Londra’daki aile hayatı Marx ve Engels Londra’daki çalışmaları Kapital Enternasyonal Son Yılları 25 26 32 35 36 39 43 3 Marx ve felsefe Kısa bir felsefe tarihi Marx’ı hangi filozoflar etkiledi? Antik Yunan filozofları 49 50 50 Avrupa felsefesi Ütopik sosyalistler Devrimciler ve anarşistler Hegel ve Feuerbach’ın önemi Marx kendinden önce gelenlerden nasıl ayrılır? Politik iktisat Engels’in rolü neydi? 4 Ekonomi kuramı Diyalektik materyalizm, tarihsel materyalizm ve ekonomi Kapitalist ekonomi Meta Artı değer kuramı Kâr ve işbölümü Krizdeki kapitalizm Ücret ve kârların düşmesi Toplumsal emek Birikim ve kriz Ekonominin merkezileşmesi Marx ekonomi konusunda haklı mıydı? 51 52 58 60 64 66 67 74 75 77 78 83 84 85 86 89 89 90 5 Ekonomi ve toplum Emperyalizm ve sömürgecilik Fetişizm Sömürü 95 100 108 6 Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim Giriş Kapitalist toplumun gelişimi Diyalektik materyalizm ve sınıfın yapısı Kapitalist toplumda sınıf İdeoloji 113 114 117 120 120 Sınıf mücadelesi İşçilerin gücü ve eğitimi Komünist Birlik ve sınıf mücadelesi Uluslararası İşçi Birliği Devrim kaçınılmaz mı? 123 124 126 128 132 7 Marksist düşüncenin başka yönleri Devrimden sonra Komünist toplum Din Kadın hakları ve aile Sanat ve kültür Özgürlük ve birey 138 141 144 147 150 151 8 Marx sonrası Marksizm - dünyayı değiştiren fikirler Marksist düşüncenin yayılması Sosyalizmin gelişimi Rus komünizmi Çin komünizmi Soğuk Savaş Komünizmin gerilemesi Marksizm başarısız mı oldu? 156 159 161 166 168 171 172 9 Marx sonrası Marksizm - Marksist düşüncenin gelişimi Marksizm türleri Marx nereye uygundur? Marksizm yirmi birinci yüzyılda geçerli midir? Gelecek 176 190 192 196 Kavram dizini Bir adım daha 201 211 Yazarlarla tanışın Marx – Kilit Fikirler kitabına hoş geldiniz! Wales’de doğdum ama hayatımın çoğunu Kuzey İngiltere’de geçirdim. Söylence ve folklor da dahil toplumsal tarihin bütün yönleri her zaman ilgimi çekmiştir. Viktorya Dönemi hakkında uzmanlığımı yaparak İngilizce ve Tarih öğretmenliği üzerine eğitim aldıktan sonra engelli yetişkinlere ve çeşitli nedenlerden ötürü örgün eğitim alamamış birçok yetişkine eğitim vermeye başladığım Yetişkinlere Eğitim’de çalıştım. Ayrıca, kırsal alanlardaki kadınların seslerini yükseltmeleri için üç kadın grubunun ve küçük bir basımevinin kurulmasına da yardımcı oldum. Karmaşık konuları kolay adımlara bölme ve zor kavramlara açıklık getirme becerisini, böylesi farklı türde insanlarla birlikte çalışmam sayesinde edindim. Yıllardır bağımsız yazar olarak çalışmaktayım ve gazetelerle dergiler için yazdığım çok sayıda makalenin, şiirin ve edebi yazının yanı sıra Marx ve Darwin’e Yeni Başlayacaklar için Kılavuzlar (Beginner’s Guides to Marx and Darwin) kitabını yazdım. Tıpkı Marx gibi ben de, bireyin özgürleşmesinin ilk adımının eğitim olduğuna inanıyorum. Gill Hands, 2010 IX Sadece bir dakikanız mı var? Karl Marx 1818 yılında, sanayileşme ve devrimin sonucu olarak Avrupa’nın büyük toplumsal değişimler yaşadığ› bir dönemde Almanya’da doğdu. Hukuk ve felsefe eğitimi aldıktan sonra Friedrich Engels’le tanıştığı Paris’e taşındı ve ikili birlikte, Komünist Birlik adına Komünist Manifesto’yu yazdılar. Daha sonra Marx Paris’ten sürüldü ve yıllarını, en önemli eseri olan Kapital’i yazarak geçirdiği Londra’ya taşındı. Marx, işçilerin (proletarya) kapitalist sınıf (burjuvazi) tarafından sömürüldüğü çevresindeki toplumun adaletsiz olduğunu gördü. Marx, bu iki karşıt grubun toplumu istikrarsızlaştırdığına ve bu istikrarsızlığın da kaçınılmaz bir şekilde devrime yol açacağına inanıyordu. Devrimden sonra daha adil bir komünist toplumun kurulacağını, sanayinin ve paranın merkezileştirileceğini ve sınıf ayrımlarının ortadan kalkacağını öngörüyordu. X Marx 1883 yılında öldü, ama fikirleri yaşamaya devam edip dünyada birçok değişime neden oldu. 1917 yılında yapılan devrimin ardından Rusya, dünyanın ilk komünist devleti haline geldi ve yirminci yüzyıl boyunca başka pek çok ülke onu takip etti. Ortaya çıkan komünist toplumlar çoğu kez Marx’ın ideallerinden çok uzaktı ve neticede komünizm birçok ülkede başarısız oldu. Marx’ın fikirlerinin revaçta olduğu ya da pek tutulmadığı zamanlar olsa da, bu fikirler bugün hâlâ önem taşıyor, çünkü Marx, kapitalistlerin neden olduğu sömürü ve yabancılaşmayı, tüketim odaklı toplumu inceleyen ilk insanlardan biridir. 2008’de başlayan küresel ekonomik durgunluktan dolayı Marx’ın ekonomi öngörülerine duyulan ilgi yeniden canlanmıştır. Sadece bir dakikanız mı var? ‹çindekiler XI 5 Sadece beş dakikanız mı var? Karl Marx 1818 yılında, sanayileşme ve devrimin sonucu olarak Avrupa’nın büyük toplumsal değişimler yaşadığı bir dönemde Almanya’da doğdu. Geleneksel bir orta sınıf ailede yetişti ve bir kasaba avukatı olan babasının mesleğini takip edeceği zannediliyordu. Marx başlangıçta üniversitede hukuk eğitimi alıyordu ama radikallerle kurduğu ilişki onu hukuk yerine felsefe çalışmaya yönlendirdi. Üniversiteden sonra gazeteciliğe yoğunlaştı ve köylülerin kötü durumları hakkındaki makaleleri kısa zamanda otoritelerin tepkisini çekti. Paris’te geçirdiği kısa süre, radikallerle ve devrimcilerle kaynaşmasını sağladı; burada hem Komünist Birlik’e katıldı, hem de hayatı boyunca arkadaşı ve eşyazarı olacak Friedrich Engels’le tanıştı. 1847 yılında beraberce Komünist Manifesto’yu yazdılar. Marx çocukluk aşkıyla evlenip büyük bir aile kurdu. Paris’ten sürüldü ve ailesiyle birlikte Londra’ya taşınıp burada Uluslararası İşçi Birliği’ne katıldı. Politika, ekonomi ve kapitalizm üzerine bilimsel bir çalışma girişimi olarak Kapital’i yazdı. Londra’daki yaşamının büyük bir kısmı yoksulluk içinde geçti ve maddi olarak Engels tarafından desteklendi. Kapital, Marx hayattayken pek anlaşılamadı ve Marx, 1883’te bilinmezlik içinde hayata gözlerini kapadı. Buna rağmen ölümünden sonra başlattığı fikirler zinciri devrime sebep olacak ve toplumu değiştirecekti. Felsefesi Marx, hem felsefeci hem de iktisatçıydı, ama felsefenin dünyayı değiştirmeye yetmeyeceğine inanıyordu. Felsefenin gelişimine yaptığı temel katkı, fikirler dünyasıyla maddi dünya arasındaki ilişkiyi incelemenin bir yolu olan tarihsel materyalizmdir. Felsefe ve tarih çalışması, toplumun bir dizi çelişki yoluyla geliştiğine inanmasına sebep olmuştur. XII Ekonomi ve Toplum Marx, toplumun kapitalist bir topluma dönüştüğüne dikkat çekmiştir. Bu toplum metaların üretimine odaklanır ve insanın emek gücünün kendisi de bir meta haline gelmiştir. Bu meta, kâr elde etmek için kapitalistler tarafından sömürülür. Kapitalistler (burjuvazi), fabrika ve makinelerin sahibi olacak kadar zengin olanlardır ama işçiler (proletarya) yaşamak için emek güçlerini satmak zorundadır. Marx, kapitalizmin para, sermaye ve meta fetişizmine (bir çeşit tapınmaya) yol açtığına ve bunun da insanları yabancılaştırdığına inanmıştır. Bu yabancılaşmanın sebebi, tüketicilerin, satın aldıkları ürünle onu yapmak için harcanan emek arasındaki ilişkiyi görmemeleridir. Sınıf mücadelesi ve devrim Marx, kapitalizmin toplumu iki karşıt kutba böldüğüne inanıyordu: Burjuvazi ve Proletarya. İnsanların ideoloji tarafından etkilendiklerini düşünüyordu; örneğin içinde yaşadıkları toplumun değişmesi mümkün olmayan adil bir toplum olduğuna, herkesin bir yerinin bulunduğuna ve işlerin hep böyle yürüdüğüne inanma yönündeki egemen toplum anlayışları. Marx, proletaryanın eğitimli hale gelip sömürüldüğünü fark ettiği anda bir devrimi başlatacağına inanmıştır. Marksist düşüncenin başka yönleri Marx, toplumdaki bütün adaletsizliklerin, kaçınılmaz devrimin sonucu olarak kurulacak komünist toplum tarafından iyileştirileceğine inanmıştır. Üretim araçları merkezileştirilecek, özel mülkiyet kaldırılacak ve paranın varlığına son verilecektir. Bunların yanı sıra, Marx’ın toplumların afyonu, yani yabancılaşma ve yoksulluktan acı çekenlere aldatıcı bir destek sunan bir şey olarak gördüğü din de kaldırılacaktır. Sadece beş dakikanız mı var? Önsöz XIII Marksizm dünyayı nasıl değiştirdi? Marx’ın ölümünden sonra Engels onun çalışmalarına devam etti ve Marx’ın fikirleri tüm dünyaya yayılmaya başladı. 1917 yılında yapılan devrimin ardından Rusya ilk komünist devlet oldu ve 1949 yılında Mao Zedung Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan edene dek tek başına kaldı. Ardından, ağırlıklı olarak gelişmekte olan dünyada başka ülkeler de onları takip etti. Bu devrimler sonucu ortaya çıkan komünist toplumlar çoğu kez Marx’ın ideallerinden çok uzaktı ve komünizm, büyük oranda ekonomik sorunlardan ötürü birçok ülkede başarısız oldu. Marx sonrası Marksizm Yirminci yüzyılda çok sayıda Marksizm ekolü gelişti ve akademik dünya, Marx’ın mirasının “doğru” anlamı üzerine heyecanlı tartışmalara girdi. Marx’ın 21. yüzyıldaki geçerliliği hakkında yoğun bir fikir çatışması yaşandı ve Marx akademik çevrede bir rağbet gördü, bir gözden düştü. Jean Baudrillard gibi postmodern kuramcılar, Marx’ın ekonomi teorilerinin kitle iletişim araçlarını ve modern tüketicilik akımını hesaba katmadığını öne sürmüştür. Jean-Francois Lyotard’ın felsefesini takip edenler, Marx’ın Kapital’de tarif ettiğine benzer, her şeye dair büyük teorilerin ve “büyük anlatıların” kusurlu olduğunu düşünürler. 2008’de başlayan dünya ekonomik krizinin ardından Marx’ın ekonomi öngörülerine duyulan ilgi yeniden canlanmıştır. Diğer yandan, kapitalizmi çevrenin baş düşmanı olarak gören yeşil hareketteki insanlar da, Marx’ın tüketicilik hareketine dair fikirlerine ilgi göstermektedir. XIV Marx’ın hayatının ilk yılları 10 Sadece on dakikanız mı var? Marx’ın hayatı Karl Marx 1818 yılında, Sanayi Devrimi ve Fransız Devriminin Avrupa’nın çehresini değiştirdiği bir dönemde Almanya’da doğdu. Üniversite yıllarında Marx, Georg Hegel’in felsefesine ve değişimin iki karşıt hareket arasındaki çatışmanın sonucu olarak ortaya çıktığına dair bir fikir olan diyalektik kuramına ilgi duydu. Üniversiteden sonra Paris’e taşınıp hayatı boyunca arkadaşı ve eşyazarı olacak Friedrich Engels’le işbirliği yapmaya başladı. 1847 yılında Komünist Manifesto’yu birlikte yazdılar. Marx ve ailesi Londra’da yaşadılar ve Marx burada Uluslararası İşçi Birliği’ne katıldı. Bu birlik, pek çok ülkenin sendikacılarının, bir araya gelmenin kendi çıkarlarına olacağına karar vermeleriyle 1864 yılında kurulmuştu. Marx’ın Londra’daki yaşamının büyük bir kısmı yoksulluk içinde geçti ve maddi olarak Engels tarafından desteklendi. Marx burada, politika, ekonomi ve kapitalizm üzerine bilimsel bir çalışma girişimi olarak Kapital’i yazdı. Bu kitap Marx hayattayken pek anlaşılamadı. Ne var ki Marx’ın 1883’te ölmesinin ardından, başlattığı fikirler zinciri en sonunda devrime sebep olacak ve toplumu değiştirecekti. Felsefesi Marx, hem felsefeci hem de iktisatçıydı. Felsefenin gelişimine yaptığı temel katkı da, fikirler dünyasıyla maddi dünya arasındaki ilişkiyi incelemenin bir yolu olan tarihsel materyalizmdir. Marx Berlin Üniversitesi’nde felsefe okudu ve antik Yunan filozofları Demokritos ve Epikuros’un çalışmalarıyla ilgilenmeye başladı. Marx iki filozofu daha çalıştı: Georg Wilhelm XVI Friedrich Hegel ve Ludwig Andreas Feuerbach. Hem Hegel hem de Feuerbach, insanların Tanrı’dan koparıldıkları için yabancılaştıklarına inanıyordu, ama Marx insanları toplum içinde yabancılaştıran şeyin para olduğunu fark etti. Ekonomi Marx, ekonomi kuramını Kapital, Ücretli Emek ve Sermaye ve Değer, Fiyat ve Kâr isimli çalışmalarında açıklamıştır. Sanayi Devriminden bu yana toplumun meta üretimine odaklandığını ve insanın emek gücünün kendisinin bir meta haline geldiğini görmüştü. Marx, sanayileşmiş toplumda işçilerin sömürüldüğünü ancak bu sömürünün gizli olduğunu anladı. Sadece sanayileşmiş kapitalist toplumda pahalı makine ve fabrikalara, diğer bir deyişle üretim araçlarına ürünlerin yapılmasından önce ihtiyaç vardır. Bu yolla kapitalistler veya burjuvazi, yani üretim araçlarına sahip olmaya yetecek kadar zengin olanlar, yeni yönetici sınıf olmuştur. Gitgide daha fazla insan, fabrikalarda çalışmak üzere topraklarını terk ettikçe, emek güçleri alınıp satılabilen bir meta haline gelmiştir. Marx, fabrika sahipleri kendi işçilerinden kâr elde edip sonra da bununla daha fazla kâr elde etmek üzere yatırım yaptığı için işçilerin sömürüldüğüne inanıyordu. Marx’ın artı değer kuramı denen şey de işte budur. Marx, bu kâr elde etme dürtüsünün ücretleri gittikçe daha aşağıya çekeceğine ve bu durumun, en sonunda küresel ekonomik krize yol açacak etmenlerden biri olduğuna; yüksek ücretlerin kapitalistin kârının azalması ama düşük ücretin de işçilerin, ekonomiyi yaşar durumda tutmaya yetecek kadar mal ve hizmet satın alamamaları anlamına geldiğine inanıyordu. Kapitalistler birbirleriyle rekabet halinde oldukları ve kimin ne ürettiğine dair bir düzenleme sistemi olmadığı için aşırı üretim tehlikesi vardır; fiyatlar düşer ve ekonomi durgunlaşır ya da çöker. Fabrika sahipleri aynı zamanda birbirlerine bağımlıdır, çünkü hiçbir üretici kendi ihtiyaçlarının Sadece on dakikanız mı var? XVII tümünü kendi fabrikasının ürünlerinden karşılayamaz ve bu yüzden ürünlerini, başka metalar almak için meta olarak satmak zorundadır. Marx bu unsurları, kapitalist toplumun doğasında var olan istikrarsızlıklar olarak düşündü ve bir dizi patlama ve periyodik bunalımlar yaşanacağını öngördü. Önerdiği çözüm, komünist bir hükümet çatısı altında üretimin ve ekonominin merkezileştirilmesiydi. Toplum Marx, kapitalizmin dünyanın dört bir yanına hızla yayılmasının, bir ülkenin başka bir ülkeyi kâr amacıyla sömürdüğü sömürgeciliğe nasıl yol açtığını anlamıştı. Dünya pazarlarının küreselleşmesinin kaçınılmaz olduğunu, çünkü yurt içi pazarlardaki kârlar düştükçe fabrika sahiplerinin denizaşırı yeni pazarları deneyip sömüreceğini görmüştü. Gelişmekte olan dünyanın oluşmasına katkıda bulunduğu düşünülen şey de bu sömürüdür. Marx, çalışmanın insanlık durumu için gerekli olduğunu düşünüyordu, fakat fabrika sisteminin insanları birbiriyle rekabete sokarak aralarındaki doğal ilişkileri çarpıklaştırdığına inanıyordu. Dahası, insanların ürettikleri ürünlerle “doğru ilişki” içinde olmadıklarını ve bu durumun toplum içinde insanların yabancılaşmasına sebep olduğunu düşünüyordu. Marx, kapitalizmin para, sermaye ve meta fetişizmine (bir çeşit tapınmaya) yol açtığına ve bu fetişizmin yabancılaşmanın bir parçası olduğuna inanıyordu. Bunun nedeni, tüketicilerin, satın aldıkları ürünle onu yapmak için harcanan emek arasındaki ilişkiyi görmemeleridir. Bu, toplumdaki insanlar için görünür olmayan sömürüyle bağlantılıdır. Sınıf mücadelesi ve devrim Marx, kapitalizmin toplumu iki karşıt kutba böldüğüne inanır: burjuvazi ve proletarya. XVIII Burjuvalar, üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emekçileri çalıştıran kapitalist sınıftır. Proletarya, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmayan ve emeklerini satmak zorunda kalan işçilerdir. İşçiler sömürülüyor olmalarına rağmen mevcut durumu kabullenirler, çünkü sömürülmekte olduklarını anlamazlar. Marx, bunu değiştirmenin tek yolunun, çalışan insanları eğitecek devrimci bir işçi partisi kurmak olduğuna inanmıştır. Komünist Birliğe katılıp Komünist Manifesto’yu yazmasının nedenlerinden biri de budur. Proletaryanın “kendisi için” sınıf haline gelmesinin ardından devrimin geleceğini düşünmüştür. Marksist düşüncenin başka yönleri Komünist bir toplumda özel mülkiyet kaldırılacak, sınıf ayrımları ortadan kalkacak ve en sonunda da toplum, kendi kendini yöneten bir topluluk haline gelecektir. Çalışma yine devam edecek ama yabancılaşma ya da sömürü olmayacaktır. Her ne kadar Komünist Manifesto, komünist bir toplumun nasıl yürütülebileceğine dair bazı yollar ileri sürse de, Marx’ın hiçbir yazısında bu konuda çok fazla ayrıntı bulunmaz. Bu konu hakkında bildiklerimizin çoğu Engels’in çalışmalarından, özellikle de 1847’de yazdığı Komünizmin İlkeleri kitabından alınmıştır. Engels bankalarla sanayinin kamulaştırılacağını, eğitimin ücretsiz olacağını, ortak konutların önünü açmak için gecekondu mahallelerinin yıkılacağını, özel mülkiyetin kaldırılacağını ve en nihayetinde de paranın varlığına son verileceğini ileri sürmüştür. Marksizm dünyayı nasıl değiştirdi? Marx’ın 1883 yılında ölümünden sonra Engels onun çalışmalarını sürdürdü. Marx’ın en genç kızı olan Eleanor Marx’ın yardımıyla Kapital’in sonraki bölümlerini basıma uygun bir hale getirmeye başladı. Marx’ın fikirleri, 1917’de Rusya’nın dünyadaki ilk Sadece on dakikanız mı var? XIX komünist ülke haline gelmesine yol açtı. Bunu takiben yaşanan içsavaş, ekonominin bir enkaz haline gelmesi ve hakiki bir komünist devletin ortaya çıkmaması sonucunu getirdi. Aksine Sovyetler Birliği, Josef Stalin’in liderliği altında fiili olarak bir diktatörlük haline geldi. Marx sonrası Marksizm Yirminci yüzyılda çok sayıda Marksizm ekolü gelişti ve bu esnada akademik dünya, Marx’ın mirasının “doğru” anlamı üzerine heyecanlı tartışmalara girdi. Klasik Marksizm, Marx ve Engels’in geliştirdiği Marksizm kuramıdır. Marx’ın söylediklerine veya yazdıklarına dayanır. Sovyetler Birliği’nde Lenin ve Stalin, Çin’de de Mao Zedung, komünizmin işlemesi için mücadele verirken kendi Marksizm biçimlerini geliştirdiler. Marx’ın fikirleri, ideoloji kuramının geliştirilmesiyle elde edilen hegemonya kuramını bu literatüre sunan İtalyan komünist Antonio Gramsci gibi düşünürler tarafından daha da geliştirildi. Frankfurt Okulu felsefecileri, kimi kez Batı Marksizmi olarak bilinen bir Marksizm biçimi geliştirmişlerdir. Arzu edilen değişiklikleri gerçekleştirmek için topluma bir bütün olarak eleştirel gözle bakmışlardır. Marx’ın yirmi birinci yüzyıldaki geçerliliği hakkında yoğun bir fikir çatışması yaşanmış ve Marx akademik çevre içinde bir rağbet görmüş, bir gözden düşmüştür. Jean Baudrillard gibi postmodern kuramcılar, Marx’ın ekonomi teorilerinin kitle iletişim araçlarını ve modern tüketicilik akımını hesaba katmadığını öne sürmüştür. Jean-Francois Lyotard’ın felsefesini takip edenler, Marx’ın Kapital’de tarif ettiğine benzer “büyük anlatıların” kusurlu olduğunu düşünürler. 2008’de başlayan dünya ekonomik krizinin ardından Marx’ın ekonomi öngörülerine duyulan ilgi yeniden canlanmıştır. Diğer bir yandan, kapitalizmi çevrenin baş düşmanı olarak gören yeşil hareketteki insanlar da, Marx’ın tüketicilik hareketine dair fikirlerine ilgi göstermektedirler. XX Giriş Karl Marx, son bin yılın en büyük düşünürlerinden biri olarak nitelendirilir. 1818 yılında Almanya’da doğan Marx büyük bir filozof, tarihçi, iktisatçı ve sosyal kuramcıydı. Bu uzmanlık alanlarının hiçbirinde uzman olmamasına rağmen yazılarının, devrime ve dünyanın politik yapısında topyekûn bir değişime neden olmasını hayranlık verici buluyorum. Marx Avrupa’da büyük toplumsal ve endüstriyel değişimlerin gerçekleştiği bir dönemde yaşadı. Bu kitap, Marx’ın yazılarını yazdığı tarihsel bağlamı, bu yazıların ölümünden sonra devrime nasıl yol açtığını ve komünist devletlerin yükselmesiyle düşüşlerini açıklayacaktır. Ben, toplumun, ahlakın ve âdetlerin yıllar içinde nasıl değiştikleriyle ilgileniyorum. Marx da bu unsurların birçoğuyla ilgileniyordu ve ideoloji analizi (toplumların her birinin dünyanın doğası hakkında yaptıkları varsayımlar) bugün bizim için gün gibi aşikârdır. Oysa o zamanlar, insanların sadece, kendi dillerinin ve onlara miras kalan kavramların müsaade ettiği yollarla düşünebileceğini söylemek radikal bir fikirdi. Marx, komünizm altında yaşayanlar için neredeyse bir tanrı haline gelmişti. “Dinin toplumların afyonu” olduğuna inandığı için bu durumu çok ironik buluyorum. Marx, komünist dünyanın içinde tanınmış biri haline gelmiş, bu yüzden de hayatının ayrıntılarıyla ilgili pek çok propaganda yapılmış, ama çalışmaları çoğu kez yanlış anlaşılmıştır. Bu unvanı kendisi koymamış olsa da “komünizmin babası” olarak bilinir. “Komünist” sözcüğü, Londra Komünist Propaganda Topluluğunun kurucusu olan Goodwyn Barmby tarafından icat edilip 1840 yılında İngilizce diline kazandırılmıştır. Barmby bu sözcüğü, Fransız Devriminin ardından toplumsal yapıyı tarif etmek için kullanılan Fransızca “komün” sözcüğünden türetmiştir. Buna rağmen herkesin kafasında bu sözcükle Marx’ın özdeşleştirilmesi, onun simgesel gücünü gösterir. Benzer şekilde Marx’ın sözlerinin çoğu çok iyi bilinir, ama genellikle yanlış aktarılır veya yanlış anlaşılır. İnsanlar “burjuvaziden” veya Giriş XXI “proletaryadan” çoğu kez bu terimlerin ne anlama geldiğini bilmeden bahsederler. Bu kitap Marx’ın düşüncesine bir giriş olduğundan dolayı bütün terimler ve jargon metin içinde açıklanacaktır. Simgesel bir figür olmasına rağmen Marx da insani zayıflıkları ve önyargılarıyla sadece bir insandı. Büyük bir zekâsı ve döneminin diğer düşünürleriyle çarpışan uçucu ve etkileyici bir kişiliği vardı, ama sevgi dolu bir aile babasıydı. Ailesiyle birlikte hayatlarının büyük kısmında yoksulluk içinde yaşadılar, çünkü Marx inandığı bir dava hakkında yazıp bu davayı desteklemeye devam etti. Fabrika sisteminin dehşet verici yanlarını canlı bir biçimde yazmasına rağmen, büyük şaheseri olarak addedilecek eserini yazmak için babası fabrikatör olan Engels’ten maddi destek aldı. Sınıf mücadelesi analizi ve endüstriyel kapitalist sistem analizi, çok uzun yıllarını aldı ve sağlığına büyük zararlar verdi. Marx cam bir fanusun içinde yaşamadı. Alman filozoflar Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Ludwig Feuerbach; politik iktisatçılar Adam Smith ve David Ricardo; ve Charles Fourier, Henri de Saint-Simon, Pierre-Joseph Proudhon ve Louis Blanc dahil olmak üzere Fransız sosyalistlerden büyük oranda etkilenmiştir. Bu kişilerin Marx üzerindeki etkileri, kendi düşünme sürecinin Marksist felsefeye doğru gelişiminin gösterildiği bu kitabın felsefe bölümünde ayrıntılarıyla açıklanacaktır. Marx, döneminin kabul edilen aklına meydan okuyup toplumların doğası ve sınıf mücadelesi hakkında soruları kışkırtmıştır. İnsanlık tarihinde gelişme modelleri aramış ve bunları, kapitalist sistemi anlayıp yorumlamak için kullanmıştır. Sanayi Devriminin yükselmesini ve kapitalist toplumun gücünü belgelemiştir. Modern sanayinin hayatı iyileştirmek yönünde büyük bir potansiyele sahip olduğunu, ama bunun yerine insanları ezip yoksullaştırdığını, çünkü kendisinin eleştirdiği kapitalist sistemin bir aracı olduğunu görmüştür. Kapitalist sistem altında yaşayan insanların bu sistem tarafından sömürülüp yabancılaştırıldığına, bu yüzden paranın hem zenginlerin hem de fakirlerin hayatlarını yönettiğine inanmıştır. XXII Marx, içinde yaşadığımız tüketim toplumunun esaslarını inceleyen ilk yazarlardan biridir ve bunun bütün dünyaya yayılacağını öngörmüştür. Marx’ın dünya görüşü, bir egemen sınıfın diğerini ezdiği toplumda sınıf mücadelesi verileceğini söyler. Marx, bu ilişkinin sonsuza dek böyle süremeyeceğine ve bunun dünya çapında kaçınılmaz bir devrime yol açacağına inanıyordu. Bu devrimi, komünizm altında eşitler toplumunun kurulması takip edecekti. Yirminci yüzyılda, gitgide daha fazla ülke komünist devlet haline geldikçe onun düşünceleri çok daha gerçekçi bir olasılık gibi göründü, ama Marx’ın tasavvur ettiği hakiki komünizm takip edilmedi ve komünist devletlerin çoğu, bu yüzyılın sonuna dek çöktü. Komünist rejimlerin birçok ülkede çökmesi, Marx’ın yirmi birinci yüzyılda geçerli olup olmadığına dair şüphelere yol açtı. Marx dünya çapında bir devrimi öngörmüştü, ama bu gerçekleşmedi ve bu olgular, kuramlarının geçerliliği konusunda büyük tartışmalara sebep oldu. Acaba Marx’ın kuramları sadece yazıldığı dönemde mi uygulanabilirdi yoksa hâlâ uygulanabilir mi? Devrim hâlâ bir olasılık olabilir mi? 2008’de başlayan dünya finans krizi, Marx’ın kapitalist sistemin istikrarsızlığı hakkında haklı olduğunu mu gösteriyor? Bu sorulara verilebilecek kolay yanıtlar yok, fakat bu kitap birçok kilit olgu ve fikir sunacak ve bu sayede okur, kendi fikrini oluşturmaya davet edilecektir. Piyasada Marx üzerine çok sayıda kitap var, ama hepsi de okurun ekonomi ve felsefe bildiğini varsayıyor. Birçok kitap, Marx’ın ne yazdığını zaten bilip fikirlerinin ince noktalarını ayrıntılarıyla tartışmak isteyen akademisyenler tarafından diğer akademisyenler için yazılmıştır. Bu kitap, Marx’ın hayatı ve dönemi hakkında bir arka plan ve Marx’ın düşüncelerinin kilit alanları hakkında bir kavrayış sunmayı ve ayrıca Marx’ın fikirlerinin bugün içinde yaşadığımız dünyayı nasıl etkilediğini göstermeyi hedeflemektedir. Bölümler ayrı ayrı okunabilir olsa da, Marx’ın düşüncesinin gelişimini takip ettiği için bölüm bölüm sırayla okunursa daha anlamlı olacaktır. Giriş XXIII Marx çok üretken bir yazardı ve onun kuramlarını tanıtan bir kitabın, Marx’ın değindiği bütün noktaları kapsaması veya inandığı şeylerin lehinde ve aleyhindeki bütün fikirleri analiz etme girişiminde bulunması mümkün değildir. Bu kitabın sonunda, Marx’ın söyledikleri hakkında daha derin bir anlayışa ve onun çalışmalarının son yüzyıl içerisinde ilham verdiği felsefi, politik ve akademik fikirler hakkında daha fazla kavrayışa sahip olmak isteyenler için bir okuma listesi bulunuyor. XXIV 1 Marx’ın hayatının ilk yılları Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • Marx’ın özel hayatı ve karakteri • içinde yaşadığı topluma dair bir arka plan • hayatının ilk yılları ve kariyeri hakkında kilit olgular • Komünist Manifesto üzerine çalışmaları • neden mülteci olduğu. Marx zamanında Avrupa Karl Marx, Avrupa’da hızlı toplumsal değişikliklerin olduğu bir dönemde, 5 Mayıs 1818’de dünyaya geldi. Bu hızlı değişimi tetikleyen iki ana kuvvet vardı. Bunlardan ilki, Britanya’da başlamış olan Sanayi Devrimi’ydi. Bu devrim, fabrika sisteminin bütün Avrupa’da büyümesine ve şehirlerin boyutlarıyla sayısında artış olmasına yol açtı. Buharlı motorun icat edilmesi ve fabrika sisteminin yayılması insanların, atalarından tamamen farklı şekillerde yaşamaya başlamaları anlamına geliyordu. Geçmişte insanlar, birbirine oldukça bağlı topluluklar içinde yaşayıp çalışıyor ve geleneksel olarak çiftçilik veya zanaatkârlık yapıyordu. Oysa bu devrimden sonra, kırsal alanlardan Avrupa’nın dört bir yanında belirmeye başlayan yeni büyük şehirlere göç etmeye başlamışlardı. Tarım reformları ve makineler, tarlalardaki verimliliği artırıp kırsal alanlarda işsizliğe sebep oldu. Buna ek olarak toprak sahipleri, ortak kullanım haklarını ve feodal sistem altındayken herkese ait olan otlakları kendilerine mal etti. Bu durum da kırsal kesimdeki yoksulluğu artırmıştı. Marx’ın hayatının ilk yılları 1 Yeni kasaba ve şehirler kısa zamanda, her koşul altınada çalışmaya çaresizce muhtaç olan yoksul çiftçiler, zanaatçılar ve onların aileleriyle dolup taşmıştı. Bu insanlar, tamamıyla kontrolsüz olan fabrika ve madenlerde geçimlik ücretler karşılığında uzun saatler boyunca çalışıyorlardı. Küçük çocuklar bile korunmasız olarak tehlikeli makinelerde saatlerce çalışıyorlardı. Bu talihsiz insanlar ağır şartlar altında yaşıyorlardı: sağlığa uygun olmayan koşullar içindeki, yiyeceklerin kıt olduğu ve temiz içme suyunun olmadığı gecekondu mahallelerine sıkıştırılmışlardı. Salgın hastalıklar kol geziyordu ve ölüm oranları çok yüksekti. İkinci olarak, 1789 yılındaki Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları (1799–1815) monarşinin yıkılmasına ve feodalizmin Avrupa’nın dört bir yanında lağvedilmesine yol açtı. Feodal sistem, yönetici sınıf veya aristokrasinin gücünün işlenebilir topraklar veya tımarlar üstündeki kontrolüne dayandığı bir toplumdu. Bu toplumların işleyiş tarzı ülkeden ülkeye değişirdi, ama genel olarak topraklar, aristokrasi adına toprak karşılığı askeri hizmet sunan vassallar (özgür erkekler) arasında bölünürdü. Topraklar daha sonra, özgür olmayan serf ve köylüler tarafından işlenirdi. Marx bunun, toprakları işleyen köylülerin sömürülmesine dayanan sınıflı bir topluma yol açtığına inanıyordu. Marx’ın bu konudaki görüşlerine kitabın ilerleyen bölümlerinde değinilecektir. Marx’ın doğum yeri, o zamanlar orta Avrupa’da yer alan Prusya’ya bağlı Rheinland’daki Trier kentiydi. Prusya, bugün Almanya olarak bilinen yerleri ve şimdiki Polonya ve İsveç’in bazı bölümlerini kapsayan büyük bir yarı feodal imparatorluktu. Prusya Fransızlar tarafından birçok kez istilaya uğradı ve Trier, Napolyon’un Rhein Konfederasyonu’nun bir parçası haline geldi. Napolyon en sonunda bozguna uğratılıp 1815’te sürüldüğünde, Prusya tekrar monarşiyle yönetilen bir dizi krallık ve beyliğe dönüştü. Napolyon savaşlarının sonunda devlet sınırları yeniden çizilmiş ve Prusya, Rusya ve Avusturya arasında “Kutsal İttifak” olarak bilinen bir anlaşma imzalanmıştı. Bu ittifak, yönetici sınıfın toplumsal düzeni koruma girişimiydi; aristokrasi ve toprak sahipleri, artık yeniden kazandıkları güce asılmayı kararlaştırmışlardı. 2 Aslında Prusya, dağınık ülkelerden meydana gelmiş gevşek bir yamalı bohça gibiydi. Bu yüzden düzeni korumak üzere büyük bir ordusu ve hükümet kontrolünde bir ekonomisi vardı. Devrimler Avrupa’nın büyük bir kısmını silip süpürüyordu ve bu değişimlerin korkusu Prusya devletinin aşırı bürokratik, geçmişe dönük ve ticaretle sanayiye dirençli hale gelmesine sebep oldu. Özellikle de polis çok güçlüydü, çünkü toprak sahipleri Fransız Devrimine yol açan demokratik ideallerden çok korkuyorlardı. Her türlü yeni fikre, özellikle de özgürlükçü gibi görünenlere derin bir şüpheyle bakılıyordu. Sanatçı, yazar ve şairler de dahil pek çok düşünür, baskıcı rejimden kaçmak için Paris’e veya İsviçre’ye taşınmıştı. Prusya’daki özgürlükçü düşünürlerin çoğu, demokratik bir anayasaya sahip birleşik bir Alman devleti görmek istiyordu. Bunun aksine o zamanın muhafazakârları, Almanya’nın Prusya İmparatorluğunun altında ayrı devletler halinde kalmasından yanaydı. Marx’ın babası Heinrich Marx bir avukattı. Yahudiydi ve tarihinde pek çok haham çıkarmış bir aileden geliyordu. Ne var ki Yahudilerin kamusal konumlara gelmesini engellemek için yasalar çıkarılınca Protestan Hıristiyan olarak kayıt yaptırdı. Marx’ın annesi Henriette de pek çok haham çıkarmış bir aileden gelen bir Hollanda Yahudisiydi. Marx’ın kendisi herhangi bir güçlü dini inanca sahip değildi ve hayatı sona erdiğinde de ateistti. Buna rağmen Rheinland’da gençliğinde şahit olduğu güçlü Yahudilik karşıtı duygular onu mutlaka etkilemiş olmalıdır. Prusya esasen bir tarım ülkesi olsa da Marx’ın büyüdüğü Rheinland bölgesi Prusya’nın en sanayileşmiş kesimiydi. Marx’ın hayatının burada geçen ilk yılları, tehdit altındaki kır hayatını gözlemlemesine, dini inançların bastırılmasını yaşamasına ve devletin ve özel mülkiyetin gücünü anlamasına ve bunların hepsini birinci elden deneyimlemesine yol açmıştır. Bu biçimlendirici deneyimler, sonraki felsefesini şekillendirmesinde rol oynayacaktır. Marx’ın hayatının ilk yılları 3 Marx’ın hayatının ilk yılları Marx orta sınıf bir ailede yetişti. Hayatının ilerleyen yıllarında ailesinden uzaklaştığından dolayı, ilk yılları hakkında çok fazla şey bilinmez. Hem erkek hem de kız kardeşlerin olduğu büyük bir aileden gelir. Marx en büyük erkek çocuktur ve ne yazık ki bütün erkek kardeşleri genç yaşta ölürler. Babasının iyi eğitim almış ama hiç hayalci olmayan ciddi bir adam olduğu söylenir. Çocuklarının çevrelerindeki topluma uymasını istemiş ve onları, devletin ve kilisenin iyi üyeleri olmaya cesaretlendirmeye çalışmıştır. Babası yüksek statülü insanların arasına girmeye çalışan biriydi ve Gazino Kulübüne üye olmuştu. 1816’da burada, aristokrat bir aileden gelen üst düzey bir devlet görevlisi olan Baron von Westphalen’le tanıştı. İki aile kısa sürede dost oldular. Marx’ın ablası Sophie, Baron’un kızı Jenny’yle yakın arkadaşlık kurdu; Karl da Baron’un oğullarından Edgar’la aynı okula gidiyordu. Marx’ın annesi örgün eğitim almamıştı ama bu o zamanki kadınlar için oldukça normal bir durumdu. Annesi bütün enerjisini ailesini yetiştirmeye adamış ve büyüyüp evi terk ettikleri zaman bile onlar için endişelenmekten hiç vazgeçmemiş bir kadındı. Genç Karl kısa zamanda güçlü ve yaratıcı bir zekâya sahip olduğunu gösterdi. Genç yaşlarından itibaren otoriter ve eleştirici kişiliğiyle bağımsız davranıyordu. Marx’ın kız kardeşlerinin, kızı Eleanor’a anlattıklarına göre Marx, kardeşlerini çamurdan pasta yemeye zorlarmış kızlar da dinlemekten çok hoşlandıkları hayali hikâyeler anlattığı için Marx’ın dediğini yaparlarmış. Marx’ın zekâsı kısa zamanda aile dostları Baron von Westphalen’in dikkatini çekti. Baron çok kültürlü ve eğitimli bir adamdı, görüşlerinde bir miktar radikaldi ve edebiyata, özellikle de orijinal İngilizce dilinden alıntılar yapmaktan hoşlandığı Shakespeare’e çok düşkündü. Baron genç Karl’la arkadaşlık kurdu ve onu çalışmalarında cesaretlendirdi; birlikte sık sık yürüyüşe çıkıp Yunan şiirinden bahsederlerdi. Baron, eğitimini ilerletebilsin diye kendi 4 kitaplarının çoğunu bu çocuğa ödünç verdi ve ilerleyen yıllarda Marx, doktora tezini minnettarlıkla ona ithaf etti. Marx’ın 1830 yılında 13 yaşındayken Trier Lisesine girene kadar evde özel eğitim aldığı sanılmaktadır. Okul kayıtları belli bir dehanın parıltılarını göstermiyordu, ama okulda devlet tarafından önemli bir göreve getirilen yeni müdürle konuşmayı reddederek bağımsız düşünme ve kalabalıkla birlikte gitme yanlısı olmamanın işaretlerini göstermişti. Eski müdür oldukça özgürlükçü düşünceleri olan bir adamdı ve bu yüzden 1832 yılında okula bir polis baskını düzenlenmişti: serbest konuşma özgürlüğüyle ilgili bir metnin okulda dolaştığı tespit edildi ve öğrencilerin elebaşlarından biri kovuldu. Müdür gözaltına alındı ve en sonunda otoriteler oldukça muhafazakâr olan diğer müdür yardımcısını göreve getirdi. Marx bu adamla hiç konuşmadı ve babasını çok utandırsa da okuldan mezun olduktan sonra onu ziyaret etmeyen birkaç kişiden biriydi. Entelektüel olarak güçlü olmasına rağmen Marx hiçbir zaman güçlü bir bünyeye sahip olmadı ve hayatının büyük çoğunluğunda hastalıklarla uğraştı. Zayıf bir göğsü vardı ve bu sebeple 1836 yılında askerliğe elverişsiz olduğu düşünüldü. 17 yaşında üniversite için Bonn’a gittiğinde, ailesi sürekli onun sağlığı için endişe etti. Onu, sağlığının elverdiğinden daha fazla çalışmamasını, sigara içmemesini, çok geç saatlere kadar ayakta kalmamasını, çok şarap içmemesini ve odasıyla kendisini temiz ve hijyenik tutmasını tavsiye eden mektup bombardımanına tuttular. Marx ailesinin tavsiyelerini hiçbir zaman fazla ciddiye almadı ve hayatının büyük bir kısmında düzensiz yaşadı, sigara ve çok fazla içki içti, çalışıp yazı yazarak geç saatlere kadar ayakta kaldı. Üniversite hayatı Marx 1835 yılında Bonn Üniversitesine hukuk öğrenimi maksadıyla girdi. Kısa sürede hukukun kendisine uygun olmadığını anlayıp Marx’ın hayatının ilk yılları 5 yılının çoğunu eskiden kalma öğrenci gelenekleriyle harcamaya başladı: borç kabartmak ve içmek. Onu uçarılıkla, bir sabahlık içinde ve darmadağınık saçlarla aylaklık yapmakla ve çalışmalarını yeterince ciddiye almamakla suçlayan babasının mektupları şikâyetlerle doluydu. İçkiliyken yaptığı davranışlar ve kavga etmesi yüzünden bir gece tutuklanıp gözaltına alınan öğrenci Marx’ın üstünde bir silah bulunduğundan (tamamen yasadışıydı ama babası araya girdiği için soruşturma görmeden kurtuldu) ve daha sonra da bir düelloda yaralandığından dolayı babasının böyle hissetmesi pek şaşırtıcı değildi. Düelloda aldığı yara sol gözünün üstündeydi ve kalıcı bir iz bıraktı. Karşısındaki kişi eğitimli bir asker olduğundan dolayı böyle hafif bir sıyrıkla kurtulduğu için şanslıydı. Marx, taranmamış koyu saçları, delici bakışları ve bir hayli geniş ve fazla olan sakallarıyla dikkat çekici biriydi. Esmer teni yüzünden bütün hayatı boyunca taşıdığı Moor (Mağripli) lakabını aldı. Bu lakap, kendi çocuklarının bile kullandığı özel bir aile ismi haline geldi. Sesi çok etkili olmasa bile (hafif peltek konuşuyordu) entelektüel yetenekleri ve kelimeleri hünerli kullanışı, daha yaşlı öğrencilerin onu dinlemesine ve ona saygı göstermesine yol açıyordu. Edebiyatın yanı sıra politik fikirlerin de tartışıldığı Şiir Kulübünde kendi fikirlerini ortaya serebiliyordu. Bu yüzden okuluna harcaması gereken zamanı harcamıyordu ve en sonunda babası da bu “deli divane yaşamı” bırakıp çok daha sıkı bir akademik atmosferin bulunduğu bir yere geçmesi konusunda ısrarlarını artırdı. Marx, 1836 yılının sonbaharında, yine hukuk öğrenimi maksadıyla Berlin Üniversitesine girdi. Berlin, Bonn’dan çok daha büyük bir şehirdi ve üniversitenin, cidden akademik ve oradaki “Genç Hegelciler” sayesinde radikal düşüncenin merkezi olduğu şeklinde bir şöhreti vardı. Genç Hegelciler, Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770–1831) fikirlerini tartışıp geliştiren akademisyen, entelektüel ve öğrencilerden oluşan bir gruptu. Hegel bu üniversitede rektörlük yapmıştı ve orada çok tanınıyordu. Hegel, Prusya İmparatorluğuna hizmetlerinden ötürü III. Friedrich 6 Wilhelm tarafından nişan takılmış, filozof olduğu yaşarken resmen kabul edilmeye en yakın olmuş biriydi. Takipçilerinin çoğu, devletin kontrolü altındaki üniversitelerde göreve getirilmişti. Hegel’in felsefesi bir hayli karışıktır ve 3. bölümde ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Ama esasından bahsetmek gerekirse, toplumun entelektüel gelişim veya “Akıl” yoluyla ilerlediğine ve Akıl’ın, “Mutlak” olarak adlandırdığı Tanrısal bir figürle belirlenebileceğine inanır. Hegel, Mutlak olanın tarih boyunca geliştiğini ama artık kendi bilincine vardığını ve Prusya devleti altında gelişiminin doruğuna ulaştığını ileri sürer. Mutlak olan, idealine ulaştığı için daha fazla ilerlemesi mümkün değildir. Genç Hegelciler, bir dereceye kadar Devlet’in Akıl’ın cisimleşmiş hali olduğuna katılıyorlardı, fakat Hegel’in kuramlarını gitgide daha radikal şekillerde yorumluyorlardı. Mutlak olanı Tanrısal bir figür olarak değil de insanlığın kendisi olarak görüyorlardı. Yirmi birinci yüzyılda yaşayan bir okur için bu pek şaşırtıcı olmayabilir, ama o zamanlar Kilise, toplum içinde çok güçlü bir kuvvetti. Evrenin merkezinde bir Tanrı veya Mutlak olanın değil de insanoğlunun olabileceğini iddia etmek cesaret isteyen bir şeydi. Charles Darwin’in evrim kuramını Türlerin Kökeni kitabıyla halka açması bundan çok sonra, ancak 1859’un Kasım ayında gerçekleşmişti. Ayrıca, bilimsel keşiflerin Batı toplumunu çok daha seküler bir hale getirdiğini gören ve bunun, dünyanın bir anlam taşımadığı nihilist bir bakış açısına sebep olabileceğini düşünen Nietzsche de, ancak 1882 yılında “Tanrı Öldü” diye ilan etmişti. Genel bakış Charles Darwin’in insanoğlunun maymundan geldiğine dair ileri sürdüğü fikir, zamanında, Marx’ın bütün çalışmalarından daha fazla kamuoyu itirazına neden olmuştur ve derin dini inançlara sahip bazı insanlar için hâlâ tartışmalı bir meseledir. Marx’ın hayatının ilk yılları 7 Genç Hegelciler, potansiyel olarak güçlü bir politik kuvvetti; birçoğu ateistti ve özgürlükçüydü. Prusya devletinin Akıl’ın eriştiği en son nokta ve Mutlak olanın ifadesi olmadığını iddia ediyorlardı. İşlerin değişebileceğine ve Almanya’nın daha demokratik bir hale gelebileceğine inanıyorlardı. Bu, otoritelerin onların faaliyetlerinden gitgide daha fazla endişe duymasına neden oldu ve Prusya devleti, büyük bir polis kuvvetinin yanı sıra ajan ve muhbirler tarafından iyi beslendiği için, gözünü Genç Hegelcilerin faaliyetlerinden ayırmadı. Bu faaliyetlerin çoğu kuramsaldı: sorunlar hakkında yazılar yazıyor, bunları birahanelerde tartışıyor ve felsefi noktaları akademik anlamda ayrıntılarıyla ele alıyorlardı. Ne var ki harekete geçmiyorlardı ve bu durum, Marx’ın en sonunda onlara tahammülünün kalmamasına neden oldu. Daha sonra Feuerbach Üzerine Tezler’de şöyle yazacaktı: “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar; sorun onu değiştirmektir.” Marx, Berlin Üniversitesine ilk geldiğinde, Hegel’in felsefesi üzerine pek düşünmüyordu. Aslına bakılırsa, her ne kadar derslerini pek ilgi çekici bulmamış olsa da bu üniversiteye hukuk okumak için geldiğinden dolayı bu felsefeyi hiç önemsemiyordu. Okuldaki ilk dönemini daha çok, çocukluk arkadaşı Jenny von Westphalen için romantik şiirler yazarak geçirdi. Jenny güzel, kültürlü ve akıllı bir genç kız olmuştu. Yaz tatilinde çok sık görüşmüşler ve gizlice birbirlerine söz vermişlerdi. Marx, Jenny’ye duyduğu aşkı ailesine anlatmıştı, ama bu durum bir yıldan uzun bir süre Jenny’nin ailesinden saklandı. Birbirlerine deli gibi âşıklardı ve çok romantik mektuplar yazıyorlardı. Jenny, Marx’a sevgiyle “küçük yabandomuzum” diye hitap ediyordu. Her ne kadar Baron von Westphalen Marx’a çok düşkün olsa da, Marx’ın ailesi genç bir hanımefendinin evlenip gitmeyi düşüneceği türde bir aile olmadığı için ikili, Baron’un bu evliliğe onay vermeyeceğini düşünüyordu. Von Westphalen ailesi, bir avukatın ailesinin ait olduğu sınıftan çok daha yüksek bir sınıftandı. Ayrıca Jenny, Marx’tan dört yaş büyüktü ve genç bir subayla resmen nişanlıydı. Jenny, babasıyla konuşmak için uygun bir zaman bulana kadar aşklarını saklamanın en iyisi olacağını düşünüyordu. 8 Akademik yıl devam ederken Marx, hukuk öğreniminin gitgide daha az ilgisini çektiğini anladı, ama hayatında ne yapacağı konusunda kararsızdı. Açgözlü bir şekilde okuyordu ve okuduğu her şey hakkında not alma alışkanlığı edindi; bu, hayatı boyunca devam edecekti. Bir hukuk felsefesi yazmaya çalıştı, bunun dışında şiirler, oyunlar ve kısa bir mizahi roman yazdı, fakat görünüşe göre birdenbire, asla istediği türde “gerçek” bir şair veya yazar olamayacağını fark etti. En sonunda ruhsal bir çöküntü yaşadı ve doktoru tarafından dinlenmek üzere taşraya gönderildi. Hegel’i okuyup uzun zamandır direndiği bir şey olan Hegelci bakış açısına yönelmesi burada gerçekleşti. Bu noktadan sonra Marx, Berlin’deki Hegelci toplulukların aktif bir üyesi haline geldi. 1837 yılında Doktorlar Kulübüne katıldı. Bu kulüp, teoloji dalında öğretim görevlisi olan Bruno Bauer ve radikal bir felsefeci olan Arnold Ruge’nin de dahil olduğu bir grup genç Hegelciden oluşuyordu. Babası bu tür radikal fikirleri onaylamıyor ve oğlunun, hukuk çalışmalarından kendisinin küçümsediği felsefe ve entelektüalizm dünyasına doğru çekildiğini gördüğü için bilhassa korkuyordu. Bir mektubunda bu çalışmaları “saçmalığın ve akılsız bilgeliğin atölyeleri” diye tarif etmişti. Bu, Marx’la ailesi arasındaki büyük ayrılığın başlangıcıydı, çünkü bir daha hiçbir zaman tatillerde eve, onların yanına dönmedi ve mektuplarına çok az yanıt verdi. O yılın sonlarında babası tüberkülozdan ölünce, işlerinin çok yoğun olduğunu söyleyerek cenazesine gitmedi. Ne var ki aslında ömrü boyunca babasının fotoğrafını yanında saklamış ve en sonunda öldüğünde o fotoğrafla birlikte gömülmüştü. Marx, Berlin Üniversitesindeki üç yıl boyunca çok az derse katıldı ve enerjisinin çoğunu felsefeye ayırdı. Zamanının çoğunu, orta sınıf ve taşraya özgü yetişme tarzından alışkın olduğundan daha bohem bir yaşam tarzına sahip özgür düşünen ve özgürce içen entelektüeller ve onların arkadaşlarıyla geçirdiği için nişanlısı Jenny’yi de bir hayli ihmal ediyordu. Marx’ın hayatının ilk yılları 9 Genel bakış Bohem yaşam tarzı, on dokuzuncu yüzyılın başlarında tarif edilmeye başlanan sanatsal yönlü bir özgürlük hayatıdır. Pek çok yaratıcı insan yoksulluğu genellikle kendisi tercih etmiş ve sınırlayıcı toplumsal kurallardan kaçmak için veya alışılmadık bir ahlaka ya da yerleşik olmayan bakış açılarına sahip olduğu için şehirlerin daha yoksul bölgelerine taşınmıştı. Marx, annesi yaşındaki ünlü bir şair olan Bettina von Armin’e geçici bir romantik ilgi bile duymuştu. Bu ilişkisi, onu bilhassa nişanlısıyla tanıştırmak üzere evine götürdükten sonra çok uzun sürmedi. O zamanlar en yakın arkadaşlarından biri olan Bruno Bauer, daha sonra düşmanlarından biri olacaktı. Marx, hayatı boyunca çok yakın arkadaşlıklar kurmuştu, ama kendi fikirleri ilerlemeye devam edip arkadaşlarınınki yerinde sayınca, her ne kadar bir zamanlar aynı fikirleri paylaşmış ve aynı ilkelere inanmış da olsa (hatta belki de bu yüzden), oldukça kişisel nedenlerle kendilerini iğneleyerek çoğu kez onlara tamamen düşman olma noktasına geliyordu. Bauer teoloji dalında öğretim görevlisiydi ve Genç Hegelcilerin önde gelenlerinden biriydi. Marx’ı hukuk öğrenimini bırakıp felsefeye yoğunlaşması için cesaretlendirdi. Marx’ın küçük bir kasabada avukat olmaktan çok akademik hayata uygun olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden Marx, “Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefelerindeki Ayrım” konulu tezi üzerinde çalışmaya başladı. Bunun, doktorasını alıp Berlin Üniversitesinde ders vermesine imkân sağlayacağını umuyordu. Bu tez, görünürde antik Yunan felsefesine dair bir tartışmaydı ama Marx, felsefenin dinden çıkarılması ve her türlü dogmadan özgürleştirilmesi gerektiğini ileri sürdüğünden dolayı o dönem için oldukça radikal bir çalışmaydı. 10 Ne yazık ki Marx, böylesi tartışmalı bir konuyu yazmak için kötü bir zaman seçmişti, çünkü o sıralar üniversitenin politikasında köklü değişiklikler yapılıyordu ve birçok Genç Hegelci işini kaybetmişti. Marx bu tezinin, muhtemelen kendisini başarısız bulacak çok tutucu ve gerici bir öğretim görevlisi tarafından damgalanacağını bildiği için, tezini hızlı ve kolay bir şekilde derece vermekle ünlü bir yer olan Jena Üniversitesine gönderdi. Nisan 1841’de buradan Doktora derecesini aldı ve sonra da o yazın büyük bir kısmını Bruno Bauer ile felsefe üzerine düşünüp içki içerek geçirdi. Birlikte her türlü muziplik ve şakayla uğraşıp durdular: mesela ana caddede dörtnala eşek koşturdular ve Hegel’in ateizminin kendilerini şoka uğrattığını ileri sürdükleri alaycı bir kitapçık kaleme aldılar. Bu son şakaları geri tepti. Bauer üniversitedeki görevinden atıldı ve onunla birlikte, Marx’ın da orada öğretim görevlisi olma şansı uçup gitti. Gazetecilik hayatı Marx hayal ettiği akademik görevi alma şansı artık kalmadığı için ne yapacağı konusunda kararsızlık çekiyordu. Babasının ölümünden sonra harçlıksız kalmıştı ve ziyaret etmediği annesi, aile varlığından ona düşen payı kendisine vermiyordu. İlk ve tek kariyerine koyulmadan önce birkaç ay amaçsızca seyahat etti. Her zaman açık ve berrak bir şekilde yazıyordu ve bu yüzden yazılarından bazılarını yayınlamaya başladı. Gazetecilik kariyerine, 1842’nin Şubat ayında Genç Hegelcilerin Deutsche Jahrbücher adlı bültenine sansür hakkında yazdığı bir makaleyle başladı. Makale ustalıklı bir biçimde yazılmıştı, fakat ne üzücü ki daha yayınlanmadan kaçınılmaz olarak sansüre uğradı. Buna rağmen bu bülten o tarihte çok radikaldi ve birkaç ay sonra da kapatıldı. Marx daha sonra Köln’e taşındı ve varlıklı fabrikatörlerle sanayicilerden oluşan bir konsorsiyum tarafından 1841’de Marx’ın hayatının ilk yılları 11 kurulmuş özgürlükçü bir gazete olan Rheinische Zeitung’da gazeteci olarak çalışmaya başladı. O dönemlerde Köln, Sanayi Devriminin kazandırdığı yeni teknolojik ve endüstriyel ilerlemelerin önde gelen şehirlerinden biriydi ve Rheinland’ın en büyük şehriydi. Daha demokratik veya birleşik bir Almanya arzusu taşıyan ve basın özgürlüğüyle konuşma özgürlüğüne inanan herkesi mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Sanayiciler ilerlemeye inanıyorlardı ve Alman toplumunda ilerlemeye yol açacak projeleri finanse etmek istiyorlardı. Gazetenin, bu amaçlarını desteklemenin iyi bir yolu olacağını düşünüyorlardı. Rheinische Zeitung’un yazı işleri müdürü Adolf Rutenberg, Marx’ı çok iyi tanıyordu. Marx’ın Doktorlar Kulübünden içki arkadaşıydı ve ayrıca Bruno Bauer’in kayınbiraderiydi. Marx’ın gazetedeki yardımcısı, kısa zamanda iyi bir arkadaşı olan Moses Hess’ti. Gerçi her zaman olduğu gibi daha sonraları araları bozuldu. Marx kısa süre sonra, hem hükümeti hem de hükümete yetersiz biçimde muhalefet eden bazı liberalleri eleştirdiği saldırgan makaleler yazmaya başladı. Etkileyici kişiliği sayesinde, Ekim 1842’de gazetenin yazı işleri müdürü oldu. Sorumluluğu alır almaz, çalışmalarının anlamsız olduğuna inandığı, gazeteye yazı vermekte olan insanların çoğunu küstürdü. Düzgün bir şekilde düşünülmemiş veya tartılmamış olduğunu hissettiği kuramları şiddetle eleştiriyordu. Sansür memuruyla da birçok kez ihtilafa düştü. Prusya’da çıkan her gazetenin, yayın izni almadan önce bir sansür memuru tarafından kontrol edilmesi gerekiyordu ve Marx, üstü kapalı göndermeler ve kelime oyunlarıyla sansür memuruna eziyet edip onu kızdırmaktan zevk alıyordu. Sansür memuru, bir şeyin basılmaya uygun olmadığına inandığında (ve bunu sık sık yapıyordu), Marx onunla saatlerce tartışıyordu. Marx, sansür memurunun fikrini değiştirmesi için etkileyici entelektüel gücünü kullanıyordu ve sansür memuru da çoğu kez, Marx’ın sonunda işini kaybetmesine yol açacağından endişe ediyordu. 12 Tipik kapitalist işte. Bize yardım etmek için hiçbir şey yapmıyor. Marx bu gazetede geçirdiği dönemde toplumsal ve ekonomik meselelerle ilgili bilgisinin çok engin olmadığını ve fazlasıyla kuramsal olduğunu fark etmişti. Ciddi bir şekilde politik iktisat çalışmaya girişti ve etrafındaki dünyaya daha nesnel ve materyalist bir ilgi duymaya başladı. Çok tartışmaya yol açan makalelerinden birini, odun hırsızlığıyla ilgili yeni bir yasanın çıkması üzerine köylülerin kötü durumu üzerine kaleme almıştı. Eski feodal yönetim sisteminde, köylülerin ormandan yakacak odun toplama hakları vardı. Ormanlar özel mülkiyete geçince, köylüler odun için para ödemek zorunda kaldı ve çoğu da bunu karşılayamadı. Yasalar o kadar katı ve mantıksızdı ki insanlar yere düşmüş çıraları toplamaktan ötürü bile ceza alabiliyorlardı. Marx, bu konuda sert bir makale yazmakta tereddüt etmedi. Gümrük vergilerinin konmasından ve gümrüksüz şarap ithalinden kötü yönde etkilenen Mosel bölgesindeki bağcıların kötü durumları hakkında da yazdı. Bunlar, belgesel habercilik yaptığı ilk vakalardan bazılarıydı ve Marx ilk kez bu zamanlar özel mülkiyet, ekonomi, sınıf mücadelesi ve devlet iktidarı meseleleri hakkında düşünüp yazmaya başladı. Marx’ın hayatının ilk yılları 13 Gazetenin okur sayısı Marx’ın yazı işleri müdürü olduğu dönemde çok arttı ve hükümet çevrelerinde şaşkınlık yaratmaya başladı. Ocak 1843’te gazeteye ve yazı işleri müdürüne köylülerin yakacak odunlarıyla ilgili makaleden dolayı dava açıldı ve gazete, Berlin hükümetinin talimatıyla kapatıldı. Gazetenin kapanması büyük oranda, yine Ocak ayında gazetede çıkan Rusya karşıtı bir makaleye itiraz eden Rusya Çarı I. Nicolas’ın müdahalesinden dolayıydı. Her ne kadar Marx tekrar işsiz kalsa da bu yüzden mutsuz olmadı, çünkü hükümet politikaları, sansürler ve resmi yetkilileri memnun etme ihtiyacı yüzünden sınırlandığını fark etmeye başlamıştı. Bauer’in ve Doktorlar Kulübündeki diğer eski arkadaşlarının entelektüel olarak yalnız kaldıklarını ve gereğinden fazla zamanı akademik fikirlere ve dinin kötü yanlarını açığa çıkarmaya harcayarak fazlasıyla kuramsal dünyaya sıkıştıklarını görüyordu. Marx bundan daha fazlasını yapmayı arzuluyordu. İnandığı şeyleri özgür bir şekilde ve tutkuyla yazabilmek istiyordu. Bunu Prusya’da yapmasının artık mümkün olmadığını bildiği için 1843’te Paris’e taşındı. Marx, yedi yıllık bir nişanlılık süresinden sonra en sonunda Jenny’yi eşi olarak kabul edip Paris’e evli bir adam olarak taşınmıştı. Baron von Westphalen nihayet bu evliliğe onay vermişti ama düğünden önce öldü. Mutlu çift Haziran 1843’te kibar bir kaplıca kasabası olan Kreuznach’ta evlendiler. Jenny’nin üvey kardeşi Ferdinand ailenin reisiydi ve bu evliliğe onay vermediğini düğüne katılmayarak gösterdi, fakat küçük kardeşi Edgar ve onlara bir ev kurmaları için büyük miktarda para veren annesi katıldılar. Bu parayı balaylarında iyi vakit geçirmek için harcayarak kısa zamanda bitirdiler. Hediye olarak, ailelerine ait eski bir gümüş çatal bıçak takımı da almışlardı. Bu hediye evliliklerinin ilerleyen zamanlarında onların çok işine yarayacaktı, ama muhtemelen Jenny’nin annesinin tasarladığı şekilde değil. Takım sık sık rehinci dükkânını boylayacaktı! 14 Marx balayında bile yazmaya devam etti ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi üzerinde çalıştı. Bu çalışması 1927’ye kadar basılmadı, ama bu kitapta Marx’ın, Alman toplumunda demokratik araçlar yoluyla radikal politik değişimin gerçekleşmesini umduğunu görebiliyoruz. Bu dönemde henüz, işçilerin devrimi üzerine herhangi bir kuramı net bir biçimde dile getirmiş değildi. Paris, Avrupa’nın devrimciler başkentiydi; binlerce Alman sürgün de dahil büyük bir mülteci nüfusuna sahipti. Her ne kadar Fransa tekrardan monarşiyle yönetilmeye başlamış olsa da, geçmişteki devrimlerin şöhreti muhalifleri bu şehre çekiyordu. Marx’ın sanatçılarla işçiler de dahil her kesimden çok sayıda üyeye sahip komünist ve devrimci hiziplerle tanışması burada gerçekleşti. Marx Paris’e, Berlin Üniversitesinden eski bir arkadaşı olan Arnold Ruge’nin kendisini ikna etmesi üzerine taşınmıştı. Ruge, kendi ailesinin, Marx’la Jenny’nin ve Alman şair Heine’yle karısının bir çeşit deney olarak komünal bir biçimde birlikte yaşayabileceklerini umuyordu. Heine’nin karısının böyle şeylere hiç ilgisi yoktu ve Ruge’yle karısı da Marx’ın dağınıklığına ve geceleri yazmasına tahammül edemedikleri için bu deney sadece iki haftada başarısızlıkla sonuçlandı. Marx ve Jenny kendi dairelerine taşındılar ve Jennychen olarak da bilinen ilk çocukları Jenny 1844 Mayısında dünyaya geldi. Marx, Ruge’nin kurduğu Deutsch-Französchische Jahrbücher adlı yeni derginin yazı işleri müdürü oldu. Her ne kadar sansür sorunlarından dolayı sadece bir sayısı çıkmış olsa da bu dergi Marx’ın düşünme süreçlerinin gelişiminin önemli bir parçasıydı, çünkü ilk kez entelektüellere değil işçilere yönelik bir şey yazıyordu. Marx’ın işçi sınıfıyla gerçekten yüz yüze gelmesi Paris’te gerçekleşmişti ve bu, komünizmin olanakları hakkındaki düşünme biçimini tamamen değiştirmişti. Marx’ın hayatının ilk yılları 15 Genel bakış Komünizmin, Fransız Devriminin ideallerinin gelişmesi sonucu, henüz Marx onun hakkında yazmadan önce de var olduğunu unutmamamız gerekir. Bununla beraber, bu terimi ilk yaygınlaştıranlar, Komünist Birlik’in önde gelen üyelerinden Marx ve Engels oldu. Marx öğrenciyken kuramsal ve soyut terimlerle yazıyordu; gazeteci olunca, yoksulların gerçekçi sorunları ve özel mülkiyete karşı mücadeleleri hakkında yazmaya başladı, ama hakiki anlamda onların arasına karışmadı. Buna rağmen en sonunda Paris’te işçilerle tanışmaya ve Adam Smith gibi politik iktisatçıları incelemeye başladı. Toplum ve ekonomi üzerine materyalist terimlerle, yani soyut bakışlarla değil hakiki terimlerle düşünmeye başladı. Silezyalı dokumacıların çıkardığı bir ayaklanma esnasında işçilerin toplumu değiştirme gücüne ikna oldu. Bu, dokumacıların isyanını çok eleştirel bir dille kaleme alan Ruge’yle arasında büyük bir tartışmaya yol açtı. Bu tartışma, arkadaşlıklarının ve Marx’ın Genç Hegelcilerle bağlantısının sonu oldu. Marx Paris’te pek çok devrimci ve özgürlükçü düşünürle tanıştı. Anarşist Pierre Joseph Proudhon ile Mikhail Bakunin ve Alman şair Heinrich Heine’yle çok iyi arkadaş olmuştu. Genel bakış Anarşistler, devletin bir hükümete ihtiyacı olmadığını savunurlar. On dokuzuncu yüzyılda anarşinin yükselmesi Fransız Devrimi neticesinde gelişti. Bu, anarşi teriminin politik ve toplumsal bir kaos durumunu tarif etmek üzere kullanılmasına yol açmıştır ki kelimenin asıl kullanımında kast edilen bu değildi. Jahrbücher dergisi kapanmış olmakla birlikte Almanya’da ve Alman sürgünler arasında geniş bir okur kitlesine sahip 16 olmuştu. Bunun sebeplerinden biri Marx’ın, Heine’yi hiciv dolu birkaç sosyalist şiir yazmaya ikna etmesiydi. Bu arada Heine, Marx’ın zaman içinde arasının açılmadığı birkaç arkadaşından biriydi, çünkü Marx, şairlere hoşgörülü davranmak gerektiğine inanıyordu. Kızı Eleanor’un söylediğine göre şairlerin, diğer insanların yargılandığı ölçülere göre yargılanmaması gerektiğine inanırdı. Kuşkusuz bu sebebin yanı sıra, küçük Jennychen havale geçirdiğinde onu soğuk suyun altına sokarak hayatını kurtardığına inandığı için Heine’ye duyduğu sonsuz minnettarlık da vardır. Marx’ın Paris’te uyandırdığı yeni etkiler onu, 1844 yılında Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nı yazmaya yönlendirmiştir. Her ne kadar bu çalışması 1932 yılına kadar yayınlanmamış olsa da bu eserde, tarihin materyalist bir bakış açısıyla incelenmesi ve işçilerin kapitalizm içindeki rolleri üzerine daha sonra geliştirdiği bazı kuramlara yaklaştığını görebiliyoruz. Marx’ın sözü geçen kuramları, kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılarıyla ele alınacaktır. O yıl içinde Marx, gazetecilik kariyerinin başlarında da kısa bir süreliğine yolunun kesişmiş olduğu Friedrich Engels’le tekrar bir araya gelme fırsatı yakaladı. Engels, radikal bir gazeteci ve genç bir Hegelci olarak nam salmıştı ve Jahrbücher’e katkıda bulunmak istiyordu. Engels önceden Rheinische Zeitung’da da yazmıştı, ama o zamanlar Marx, onun fazlasıyla teoriye kaçtığını düşünmüş ve fikirlerine pek güven duymamıştı. O dönemden sonra Engels babasının fabrikasında çalışmak üzere Manchester’a gitmişti. Şehirdeki dehşet verici yoksulluğa ve Sanayi Devrimine bizzat tanık olmuştu. Sendikacılığın ilk biçimi olan Chartist harekete katıldı ve sonradan birlikte yaşamaya başladığı fabrika kızı Mary Burns’le tanıştı. Bunlardan anlaşılabileceği gibi Engels, kendi sınıfından insanların normalde adım bile atmayacağı gecekondu bölgelerine sık sık gidiyordu. Bu deneyimlerinin sonucunda yoksulların hayatlarına dair korkunç raporların da yer aldığı sarsıcı kitabı İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nu kaleme aldı. Bu kitap Marx’ı gerçekten çok etkilemişti ve 1844’ün Ağustos ayında Engels Paris’i ziyaret ettiğinde onunla yeniden bir araya geldiği için çok memnun Marx’ın hayatının ilk yılları 17 olmuştu. Bu ziyaretinin büyük kısmını birlikte geçirdiler, kısa zamanda dost oldular ve yazdıkları makalelerde işbirliği yapmaya başladılar. Birlikte yazacakları ilk yazının, Bruno Bauer ve yandaşları hakkında kısa bir eleştiri olmasını planlamışlardı, ama bu makale büyük kısmını Marx’ın kaleme aldığı 200 sayfalık bir kitapçığa dönüştü. Kutsal Aile, felsefi ve edebi eleştiriler içeriyor ve işçilerin haklarını savunuyordu, ama aslında Marx’ın, Bauer ve yandaşlarına dair yüksek perdeden eleştirilerini de içeriyordu. Marx artık Almanya’nın yanı sıra Fransa’da da kötü bir şöhret kazanmaya ve Fransız otoritelerini endişelendirmeye başlamıştı. Marx’ın Fransa’dan sınır dışı edilmesi için Prusya hükümetinin çok çaba harcamasına gerek bile kalmamıştı. 1845 yılında buradan sınır dışı edildikten sonra Marx, Brüksel’e taşındı ve kısa süre sonra Engels de işini bırakıp onun ardından gitti. Birlikte, tarihsel materyalizmin ilk kez yapılandırılmış bir şekilde tanımlandığı Alman İdeolojisi üzerine çalıştılar. Bu kitap Marx’ın ölümünden önce basılamadı, ama Marx o zamanlar, bu kitabın asıl amacının kendi fikirlerini netleştirmesine yardımcı olmak olduğunu fark etmişti. Marx ve Engels burada, çok sayıda Alman üyeye sahip gizli bir devrimci topluluk olan Adiller Birliğine katıldılar. Bu sürgün kişilere öncülük yapan kişi, devrime inanan Fransız radikal Auguste Blanqui’yle aynı görüşleri paylaşan Alman terzi Wilhelm Weitling’di. Weitling, işçilerin çoğunluğunun komünizm tarafına çekilemeyeceğini ve azınlığın, onlar adına yönetimi ele geçirmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu Birlik Fransa’da yasaklanmıştı ve bu yüzden de genel merkezi Londra’daydı. Nihayetinde, Weitling’in fikirlerine inananlarla işçilerin eğitim yoluyla gitgide komünizm tarafına çekilebileceğine ve komünizme barış içinde geçiş yapılabileceğine inananlar arasında büyük bir ayrılık oluştu. 1847 yılında, Marx ve Engels Birlik’in başına geçtiler ve bu Birlik’i gizli bir topluluktan Komünist Birlik adında açık bir 18 örgüte dönüştürdüler. Yeni Birlik’in Aralık ayında yapılan ikinci toplantısında Marx ve Engels’ten, Birlik’in temel görüşlerini kaleme alıp bir ilkeler bildirisi yani bir manifesto yazmaları istendi. Komünist Birlik’in şimdiden bir sloganı vardı bile: “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” Komünist Manifesto Komünist Birlik’in hedefi, eski burjuva toplumunu alaşağı etmekti. Marx ve Engels’in, Birlik’in amaçlarını açıklığa kavuşturan bir belge hazırlamaları gerekiyordu. Ne yazık ki Marx, bu göreve hemen yoğunlaşamadı ve ancak komiteden, söz verdiği ürünü teslim etmediği takdirde “kendisine karşı birtakım tedbirler alınacağı” doğrultusunda tehdit yüklü bir mektup aldıktan sonra bu işin başına geçebildi. Belge Şubat 1848’de nihayet tamamlanabildi ve açılış cümlesi şöyleydi: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti.” Bu broşür, en eski sosyalist yazılardan biridir, ama bununla beraber, biçimsel anlamda zamanı geçmiş ve oldukça arkaik görünmesine rağmen, bugün hâlâ basımı yapılmaktadır ve günümüze uygun bölümleri bulunmaktadır. Her ne kadar Marx Manifesto’yu Engels’le önceden görüşmüş ve Engels de onu kaleme almak için birkaç girişimde bulunmuş olsa da, belgenin son hali neredeyse tamamen Marx’ın çalışmasıdır ve Marksizm’in henüz gelişmemiş ilk biçimi bu belgede görülebilir. Komünist Manifesto: • o zamanlar mevcut olan kapitalist sistemi tarif eder ve nasıl alaşağı edileceğini açıklar • proletaryayı ve nasıl ortaya çıktığını tarif eder • proletarya ve burjuvazi arasındaki çatışmayı inceler • devrim fikrini ortaya koyar • komünizmin uygulamada nasıl işleyeceğini açıklar Marx’ın hayatının ilk yılları 19 Manifesto şu sözlerle biter: “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa kazanacakları bir dünya var. Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” Bu söz, devrimci metinler arasında en meşhur sözlerden biridir. İşçilere çağrı yapmak amacıyla yazıldığı için propaganda hissi taşır. Manifesto içindeki fikirler, bu kitap boyunca çok daha ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Sürgün Marx, Almanya ve Fransa’dan zaten sürülmüştü. Komünist Manifesto’nun yayınlanmasının ardından şimdi de Belçika otoriteleri ona şüpheyle bakmaya başlamıştı. Buna rağmen 1848, Marx ve Engels için heyecan verici bir yıldı, çünkü Manifesto’nun yayınlanmasından kısa bir süre sonra, birçok Avrupa şehrinde devrimler ve ayaklanmalar baş göstermişti. Fransa’yı süpüren yeni huzursuzlukların sonucu olarak Şubat 1848’de Kral Louis Philippe tahttan çekildi. Yeni bir Fransa Cumhuriyeti ilan edildi. Bu, Marx ve Engels’in bekledikleri devrimlerin başlangıcı olabilir miydi? Prusyalı polis ajanları Marx’ı izlemeye devam ediyorlardı. Nisan 1847’de, Prusya’nın Brüksel elçisi, Marx’ın yazı işleri müdürü olduğu gazetenin basılmasını talep etmişti. Ve şimdi de, ayaklanmalar baş gösterdiği için otoriteler onun ülkeden atılmasını istiyordu. Mart 1848’de Belçika Kralı I. Leopold tarafından, Marx’ın bir daha asla geri dönmemek üzere ülkeden ayrılmasının istendiği bir ferman imzalandı. Marx, bir süredir Fransa’daki hayatına geri dönmeyi düşündüğü için bu karara pek üzülmedi. Bir zamanlar Marx’ın Paris’ten ihraç edilmesi emrini taşıyan formu imzalayan devlet görevlisi işinden atılmıştı ve şu anda geçici hükümetin üyesi olan eski sosyalist yoldaşlardan Ferdinand Flocon, Marx’ı ülkeye geri davet ediyordu. Ayrılmayı kendisinin de istemesine rağmen, uygun bir pasaport taşımama gibi uydurma sebeplerle tutuklandı ve bir hapishane 20 hücresine atıldı. Tutuklanmasının resmi sebebi bu olsa da asıl neden muhtemelen, Belçika’da çalışan muhalif Almanlara sağladığı finansman olmalıydı. Bu paranın bir kısmı, otoritelerin endişelenip endişelenmeyeceği önemsenmeden tüfek, bıçak ve başka silahlar almak üzere kullanılmıştı. Jenny Marx da geniş kapsamlı yersiz yurtsuzlar yasalarına dayanılarak tutuklandı, ama ertesi gün ikisi de jüri tarafından suçsuz bulundu. Onlara, ülkeyi terk etmeleri için sadece birkaç saat verildi. Polis eşliğinde Fransa sınırına götürülmeden önce bütün varlıklarını hızlı bir şekilde satmaları gerekiyordu. Marx, 5 Mart’ta Paris’e ulaştı. Kısa zamanda Fransızların örneğinden ilham alarak Engels’le birlikte bir Alman devrimi yolunda çalışmaya başladılar. Komünist Manifesto üzerinde değişiklik yapıp onu Almanya’daki Komünist Parti’nin Talepleri’ne dönüştürdüler ve dağıtabildikleri kadar dağıttılar. Marx, daha etkin olmak için Almanya’ya geri dönmesi gerektiğini fark etti ve bu yüzden tekrar Köln’e taşınmaya karar verdi. Orada hâlâ bağlantıda olduğu insanlar vardı ve bazılarının yeni uğraşında, adı Neue Rheinische Zeitung olacak gazetede kendisine yardım edeceklerini umuyordu. Köln’e ulaştığında otoritelere haber verip onlardan Prusya vatandaşlığını yenilemelerini istedi, ama bu isteği reddedildi. Engels de ailesini bu yeni girişime finans sağlama konusunda ikna etmeyi umarak ailesinin yanına döndü, ama o da başarısız olmuştu. Marx’ın aile mirası da dahil olmak üzere bütün paralarını ortaya koyarak Haziran 1848’de güçlüklerle ilk sayılarını çıkarmayı başardılar ve gazete, kısa zamanda büyük bir tiraja ulaştı. Bu başarının bir kısmını, gazetenin cesur ve çoğu kez nükteli tarzına borçluydular. Bu gazete, daha kuru ve tutarsız felsefelerle dolu olan diğer Alman gazetelerinin aksine bilgilendiriciydi ve asıl noktaları kaçırmıyordu. O sıralar Almanya’da da devrimci ayaklanmalar başladığı ve Berlin’de sokak çatışmaları gerçekleştiği için, bu gazete otoritelerin pek hoşuna gitmedi. Gazeteye ve editörlerine karşı polis zorbalığı başladı. Ekim 1848’de Engels Belçika’ya gitmek üzere Marx’ın hayatının ilk yılları 21 buradan ayrıldı ama orada tutuklanıp Fransa’ya sınır dışı edildi ve gazete de birkaç hafta basılmama cezası aldı. Engels döndükten sonra Marx’la birlikte “savcıya hakaret” suçuyla yargılandı. Çok sürmeden, Marx’ın zekice ve nükteli savunması sayesinde bu suçlamadan kurtuldular. Hemen ardından Marx, insanları vergi ödemeye gerekirse zor kullanarak direnmek konusunda cesaretlendirmek sebebiyle “isyana teşvik” suçlamasıyla tekrar tutuklandı. Ve tekrar beraat etti. Art arda iki kez beraat ettiği için yasaların üstünde olduğunu hissetmeye başlamıştı ve otoriteleri kızdırmaya devam eden makaleler yazmayı sürdürdü ve hatta daha da cüretkâr davrandı. Artık bu kadarı çok olmuştu ve otoriteler Mayıs 1848’de gazetenin üstüne atıldılar, onu kapattılar ve çalışanların tümüne dava açtılar. Prusyalı olmayanların hepsi sınır dışı edilecekti ve vatandaşlığını yenileyemediği için Marx da sınır dışı edilecekler arasında yer alıyordu. Her şeyini sattı, aile yadigârı gümüş takımlar rehin dükkânına gitti ve Marx’la ailesi Paris’e taşındı. Paris, bir zamanlar terk ettiği şehirden tamamen farklıydı. Devrime karşı kral taraftarı bir tepki büyümüştü ve yabancı devrimcilerin tümü tahliye edilmişti. Silahlı polisler, onu Brittany’nin kırsal bir bölgesine sürmek üzere kapısına dayandığında, Marx Paris’e daha yeni varmıştı. Jenny hamile olduğu için Marx’ın peşinden gitmeden önce ona bir ay mühlet verildi. Marx, hiçbir yerin ortasındaki bir bataklık olarak gördüğü bu yerde yaşamak istemiyordu. Almanya veya Belçika’ya geri dönemedi. İsviçre’ye gitmeye çalıştı ama pasaport vermediler. Bu yüzden İngiltere Dover’a giden ilk gemiye bindi. 22 BUNLARI UNUTMAYIN • Karl Marx 5 Mayıs 1818’de, Almanya’nın o zamanlar Prusya’ya ait olan Trier kentinde doğdu. • Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi yüzünden o dönemde Avrupa büyük toplumsal ve politik çalkantılar içindeydi. • Marx’ın çocukluğunun ilk yılları hakkında çok fazla şey bilinmemektedir. • Akıllıydı ve nükteci bir karakteri vardı, ama bazen karamsar ve hırçın olabiliyordu ve genellikle arkadaşlarıyla arası açılıyordu. • Üniversitede hukuk okuyordu, ama felsefe alanına geçti. • Üniversiteden ayrılması üzerine gazeteci olarak çalışmaya başladı ve köylülerin kötü durumu hakkında yazdığı tartışma yaratan yazılarla kısa zamanda otoritelerin dikkatini çekti. • Kültürlü ve aristokrat bir aile dostlarının kızı olan Jenny von Westphalen ile 1843 yılında evlendi. • Yine 1843’te, radikallerle devrimcilerin arasına karıştığı ve Komünist Birlik’e katıldığı Paris’e taşındı. • Hayatı boyunca arkadaşı ve eşyazarı olacak Friedrich Engels’le bu dönemde tanıştı ve 1847’de beraberce Komünist Manifesto’yu yazdılar. • Marx Fransa’dan, Prusya’dan ve Belçika’dan sürüldü ve bu yüzden İngiltere’ye taşındı. Marx’ın hayatının ilk yılları 23 2 Marx’ın hayatının sonraki yılları Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • Marx’ın hayatının sonraki yılları ve Londra’daki çalışmasının kilit olguları • Engels’le arkadaşlığı ve çalışma ortaklığı • Kapital üzerine ve Enternasyonal’daki çalışmaları • hayatının sonu. Londra’ya taşınma Marx 1849’da Londra’ya taşındığında, orada en fazla birkaç ay kalmayı umuyordu. Ancak her şey tersyüz olduğu için, 1883’te ölene dek yaklaşık 35 yıl boyunca orada yaşamak durumunda kaldı. Highgate mezarlığına gömüldüğü için Londra’dan bir daha asla ayrılmadığı da söylenebilir. Londra birçok göçmeni hoş karşılamış ve birçok politik muhalife barınak olmuştur. O zamanlar dünyanın en büyük şehriydi ve zenginlerle yoksulların yaşamları arasında belirgin bir karşıtlık bulunuyordu. Yoksulların dünyası; havaya yoğun dumanlar salan, Thames nehrine pis sularını akıtan fabrikalarla dolu ve insanların, temiz sularıyla doğru düzgün tuvaletleri bile olmayan sağlığa elverişsiz koşullara sahip gecekondularda tıklım tıkış yaşadıkları geniş bir Marx’ın hayatının sonraki yılları 25 vahşi endüstriyel doğa gibiydi. Hastalıklar kol geziyordu, kolera salgını çok yaygındı ve ölüm oranları çok yüksekti. Genel bakış Viktorya döneminde yaşayan yoksulların hayatlarıyla ilgili daha çok fikir sahibi olmak için Charles Dickens’ın romanlarına, özellikle de Oliver Twist, Küçük Dorrit ve Zor Zamanlar’a ve ayrıca Elizabeth Gaskell’in Kuzey ve Güney romanına bakılabilir. Marx, bu dünyayı bizzat gözlemledi. Londra’daki ilk yılları yoksulluk içinde geçti ve ne yazık ki bu durum aile hayatını da etkiledi. Biri yeni doğmuş bir bebek olan üç çocuğu burada hayatını kaybetti. Her ne kadar çocuk ölümleri o dönemde bütün toplumsal sınıflar arasında yaygın olsa da, genç yaşta ölenler genellikle yoksullardı. Marx’ın kendi hayatı ve etrafındakilerin hayatlarına dair gözlemleri, yoksulluğu işleyen yazılarının oldukça canlı ve insanları böylesi korkunç koşullarda yaşamak durumunda bırakan sisteme karşı nefret dolu olmasını getirmiştir. Hayat şartlarında böylesi bir düşüş yaşamak özellikle de, bolluk ve ayrıcalıklarla dolu aristokrat bir yaşamdan gelen karısı Jenny için zor olmuş olmalı. Jenny, Eylül 1849’da üç küçük çocuğuyla Londra’ya ulaşmıştı: Jenny (Jennychen), Laura ve Edgar. Dördüncü çocuğuna da hamileydi. Bu çocuk 5 Kasım’da Guy Fawkes gününde dünyaya geldi. Marx, oğlunun, Parlamento Binasının devrimciler tarafından havaya uçurulma girişiminin anıldığı bugün doğmasından çok hoşlanmıştı ve ona, suikastçıların önderi anısına Heinrich Guido adını verdi. Ama çocuğa aile içinde genellikle Fawkesy deniyordu. Londra’daki aile hayatı Marx o kadar ünlü bir simgedir ki onun da bir insan ve aile babası olduğunu unutmak çok kolaydır. Marx ve ailesi ilk başta, başka 26 pek çok mültecinin de yaşadığı Soho civarındaki kiralık evlerde kaldılar. Bir kez daha mahkemeye verildiler ve icraya düştüler. İcra memurları gelip zaten birkaç parça olan eşyalarını, hatta çocukların oyuncaklarını bile aldılar. Mobilyalarını dışarıdaki kaldırıma taşıyıp henüz küçük Fawkesy’yi emziren Jenny’yi boş zemin üstünde bıraktılar. Zavallı Fawkesy sağlıksız bir çocuktu, sürekli havale geçiriyordu ve Aralık 1850’de hayatını kaybetti. Bu esnada Jenny Marx yine hamileydi ve kızları Franziska Mart 1851’de dünyaya geldi. Franziska, ciddi bir bronşit nöbeti geçirdikten sonra daha bir yaşındayken öldü. Babası cenaze masraflarını bile karşılayamamıştı. En sonunda iyi niyetli bir Fransız komşuları, bir cenaze levazımatçısı tutup küçük kızın onuruyla ebedi istirahatine gittiğini görmeleri için aileye borç verdi. Aile, 1850’nin sonunda Dean Caddesi 28 numaradaki daha kalıcı bir eve taşındı. Bu ev bir apartmanın çatı katındaydı ve sadece iki odası vardı. Bir erkek ve karısı, çocukları, hizmetçileri (Helene Demuth) ve arada bir gelen kâtip (Wilhelm Pieper) için bu ev mengene gibi olmalıydı. Lenchen olarak bilinen Helene Demuth hamile kalmıştı. İddialara göre bu çocuğun babası da Marx’tır. Helene’in oğlu Haziran 1851’de dünyaya geldi ve Freddy Lewis Demuth ismini aldı. Evlatlık verildi ve hayatının büyük bir kısmını Londra’da Hackney semtinde geçirdi. Doğum belgesinde baba adı yazmıyordu ve her ne kadar söylentilere göre oğlan Marx’a çok benzese de o zamanlar birçok insan, çocuğun babasının Engels olduğuna inanıyordu. Engels hayatının ilerleyen döneminde, bu dedikoduya kendisinin müsaade ettiğini, çünkü Marx’ın ailesini utançtan kurtarmak istediğini söylemiştir. Bu konuda kesin bir kanıt olmasa da, bu çocuğun babası hakkında ipucu veren pek çok aile mektubu vardır ve bugün akademisyenlerin çoğu, Freddy’nin de Marx’ın oğlu olduğuna inanır. Pek tabii bu arada Prusyalı polis ajanlar Marx’ın “gerçek bir bohem” hayatı yaşadığını rapor etmişlerdir. Marx’ın hayatının sonraki yılları 27 Marx’ın ailesi, Prusya polisinin gizli ajanları tarafından düzenli olarak gözetleniyordu, çünkü pek çok Avrupa devletinin hükümetlerini alaşağı edip yönetici sınıflarıyla hükümdarlarını giyotine göndermek isteyen tehlikeli devrimciler olduklarına inanılıyordu. Jenny’nin üvey kardeşi Ferdinand von Westphalen Prusya’nın içişleri bakanı olduğu için, bu konuya kötü aile duyguları da bulaşmıştı. Ferdinand, kardeşinin Marx’la evliliğine en baştan beri karşıydı. Ne var ki bu ajanlar çok etkili değillerdi ve Marx’la Engels genelde kendilerini takip eden veya aylak aylak dolaşıp not alan ajanları tespit edebiliyorlardı. Kendilerini sahte komplolara çekme oyunlarına da gelmiyorlardı. Bununla beraber bir ajan evlerine sızmayı başarabilmiş ve evlerinin korkunç kirli hali ve özellikle de Marx hakkında bir rapor yazmıştı. Bu raporda Marx’ı yıkanmayan, çok sigara içen, çok içki içen ve düzensiz saatlerde yaşayan biri olarak tarif ediyordu. Evlerine gelen ziyaretçiler de, hepsinin üstü toz tabakasıyla kaplı kırık eşyalarla, her yere dağılmış kâğıtlar, kitaplar, pipolar ve tütünlerle, orada burada duran oyuncaklarla burada tam bir kaosun hâkim olduğunu söylüyorlardı. Evin bohem havasına, buraya gelen pek çok ziyaretçi ve Marx’la politik tartışmalar yapmak için gece gündüz demeden eve uğrayan Komünist Birlik üyeleri de katkıda bulunuyordu. Marx, çalışmalarını düzgün bir sırada tutması için bir kâtip tuttuğundan dolayı ev iyice tıkış tıkış olmuştu. Gerçi bu kâtibe ödeyecek pek fazla parası yoktu ve genç adam, Wilhelm Pieper da işinde pek etkili sayılmazdı. Pieper kendisini havalı bir Byroncu romantik olarak görüyordu. Marx için makaleler çevirmesi gerektiği halde çevirileri o kadar kötü oluyordu ki çoğu kez Engels bunları tekrar çeviriyordu. Jenny Marx onu pek önemsemiyor ve onun yaptığı işleri kendisinin kolaylıkla yapabileceğine ve böylece aileye para tasarrufu sağlayabileceğine inanıyordu. Ne var ki bu kâtip zaman zaman romantik maceralarından ötürü ortadan kaybolan faydasız biri de 28 olsa Marx kâtip fikrinden hoşlanıyordu. Pieper, birkaç yıl boyunca ara ara Marx ailesiyle birlikte yaşadı ve çoğu kez Marx’la aynı yatağı paylaştı, çünkü ev aşırı kalabalıktı. En sonunda öğretmen olmak üzere evi terk etti ve Jenny de nihayet mükemmel bir kâtip olabileceğini kanıtlama fırsatına erişti. İşte Marx’ın çocukları bu tuhaf evde, genellikle art arda günlerce sadece ekmek ve patates yiyerek büyüdüler. Marx neredeyse hiçbir zaman faturalarını ödeyemiyor ve ailesinden biri hastalanınca ilaç alamıyordu. O dönemler sosyal devlet diye bir şey olmadığı için, doktor faturalarının ve ilaçların parasının ödenmesi gerekiyordu. Kötü koşullar ve düzgün beslenmeme sonucu aile bireyleri sık sık hastalanıyordu. O dönemler antibiyotik de yoktu, bu yüzden enfeksiyonlar insanları çok çabuk etkisi altına alıyordu ve bugün kolaylıkla tedavi edilebilen hastalıklar yüzünden insanlar ölüyordu. Acaba rehincinin işareti neden üç top şeklinde? Marx’ın hayatının sonraki yılları 29 Marx, hayatı boyunca göğüs hastalığıyla mücadele etti ve yinelenen bronşit nöbetleri geçirdi. Çok fazla sigara içiyordu ve Kapital’den elde ettiği paranın, o kitabı yazarken içtiği sigaraların parasını bile çıkarmadığı konusunda sık sık espri yapıyordu. Mektuplaşmalarında sık sık şikâyet ettiği çıbanlar yüzünden sıkıntı çekiyordu. Bunlar, kızgın veya stresli olduğunda alevlenen kabarcıklardı ve bazen o kadar kötü oluyorlardı ki oturamıyordu. Muhtemelen zayıf beslenme yüzünden de kötüleşiyorlardı ve çok fazla içtiğinden dolayı karaciğer sorunları yaşıyordu. Ayrıca, bugün olsa stres diyeceğimiz sıkıntıyı da çekiyordu. Bir aileyi geçindirmeye, yazmaya ve politik bir hareketi örgütlemeye çalışmak sık sık nükseden uykusuzluk ve baş ağrısı krizlerine yol açıyordu. Marx, biraz para bulmak için eşine miras kalan gümüş takımı ve arada bir de sırtındaki paltoyu götürdüğü rehinci dükkânının müdavimi olmuştu. Bir keresinde bir gece boyunca gözaltında kalmıştı, çünkü rehinci dükkânına böyle güzel bir gümüş takımla gelen pejmürde bir mültecinin kesinlikle bunu çaldığını düşünmüşlerdi. Ancak Jenny polise gidip durumu açıklayınca serbest bırakılmıştı. Bu dönemlerde Engels onlara çok yardımcı oldu ve borçlarını ödeyebilmeleri için babasının fabrikasından sık sık para yolladı. Marx, alacaklılar ve öfkeli esnaf kapıya dayandığında, evde olmadığını söyletmek için genellikle çocuklarına kapıyı açtırıyordu. Özellikle küçük Edgar, onları uzaklaştırmak konusunda çok başarılıydı ve tek erkek çocuk olduğu için babasının gözdesiydi. Marx’ın aile hayatı biraz kaotikti, ama çocuklarını çok sevdiği ve o dönem için alışılmışın tersine onlarla çok zaman geçirdiği için çok sıcaktı. Hepsi de Marx’ı eski lakabı olan Moor (Mağribi) diye çağırırdı. Çocuklarına klasiklerle Shakespeare okur ve kötü efendilere karşı yoksulların zaferi hakkında peri masalları ve hikâyeler uydururdu. 1855 yılında bir çocuğu daha oldu. Eleanor adını alan bu kız çelimsiz ve hasta bir çocuktu. O doğduğunda Edgar henüz altı yaşındaydı ve o da ateşlenip hasta ve zayıf düştü. En sonunda 30 doktorlar, o zamanlar verem olarak adlandırılan tüberküloza yakalandığını teşhis ettiler. Bu, oldukça bulaşıcı bir hastalıktır ve o zamanlar tedavisi de yoktu. Ne yazık ki Edgar günden güne eriyip Nisan 1855’te öldü. Bütün aile büyük bir üzüntüye kapıldı, ama en çok da Marx, Edgar’ın ölümünü çok kötü karşıladı ve bir türlü avunamadı. Engels aileyi kısa bir tatile çıkardı, ama geri döndüklerinde Edgar’ın etrafa dağılmış oyuncaklarının görüntüsü Jenny ve Marx’ı çok daha fazla kederlendirdi. Üç çocuklarının hayata gözlerini yumduğu bu yerden taşınmaya karar verdiler. Bugün, Marx ve ailesinin o evdeki hayatları, oraya konmuş mavi bir plaketle anılmaktadır. Londra’nın daha iyi bir bölgesine, Hampstead Fundalıklarının yanında daha büyük bir eve taşındılar. Bu, Jenny’nin amcalarından biri ölüp de ona biraz para bıraktığı ve kısa süre sonra da annesi öldüğü için mümkün olmuştu. Böylelikle rehinci dükkânındaki eşyalarını kurtarıp daha rahat bir hayat yaşadılar. Kızların hepsi özel bir okula gidip o zamanki genç kızlara yaraşır şekilde dans dersleri aldılar. Çocuklar bu günlerini çok mutlu geçirdiler, çünkü bir bahçeleri vardı ve Marx at gibi yaparak çocuklarını sırtına alıp sık sık onlarla oynardı. Bazen piknik yapmak için fundalıklara giderlerdi ve Marx bir eşek kiralayıp parkta onunla gezerken çocukları ona kahkahalarla gülerdi. Buraya taşınmalarından kısa bir süre sonra Jenny Marx bir düşük yaptı. Bu evi, şehir merkezindeki keşmekeşe göre çok ıssız buluyordu. Özellikle büyük kızları artık okula gittiği için ve Marx da yazıları ve sosyalist toplantılarıyla meşgul olduğu için uzun süre kendini bitkin ve oldukça yalnız hissetti. Aile hâlâ borca batıp çıkıyordu ve bazen kızlar, kıyafetleri rehinci dükkânına bırakıldığı için okula gidemiyorlardı. Engels gönderebildiği kadar para göndererek geçinmelerini sağlıyordu. Jenny Marx onu pek tasvip etmese de, her zaman bu ailenin hakiki bir dostu olmuştu. Marx’ın hayatının sonraki yılları 31 Marx ve Engels Marx, 1849 yazında Prusya’dan sürgün edildiğinde, Engels’le arkadaşlığına giderek daha çok dayanmaya başlamıştı. Engels mükemmel bir dilbilimciydi; 12 dilde derdini anlatabileceğini iddia ediyordu ve Marx, onun çeviri konusundaki yardımlarına oldukça güveniyordu. Bu arkadaşlık, Marx’ın oynak karakteri göz önüne alındığında şaşırtıcı sayılabilecek bir süre boyunca, tam 40 yıl sürmüştür. Marx, çok yakın ahbapları olarak ilan ettiği kişilerle genellikle bozuşurdu, ama Engels onun biricik ve gerçek dostu olarak kaldı. Bu, Engels’in oldukça uyumlu doğası ve Marx’ı ve onun zekâsını idealleştirmesi sayesinde mümkün olmuştur. İlerleyen yıllarda bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Bir insanın nasıl olup da dehayı kıskanabileceğini hiç anlayamıyorum” diyordu. Kendisi de çok zeki olmasına rağmen Engels, Marx gibi yaratıcı bir yetenekle yazamıyordu ve ikisinin de inandığı davayı ilerletmek için elinden gelen her yolla ona yardımcı olmaktan mutluluk duyuyordu. Bununla beraber düzenli ve anlaşılır bir yazardı ve İngiltere’deki İşçi Sınıfının Durumu kitabı Marx’ta büyük bir iz bırakmış, onun bazı yazılarını etkilemişti. Çalışma ortaklıkları çok faydalıydı, çünkü Engels, Marx’ın tuhaf ve kaotik düşüncelerini daha basit ve düzenli bir hale sokmasını sağlıyordu. Engels, Marx’ın ailesine ve hayatındaki başka pek çok insana karşı cömert bir iyilikseverdi. Sözgelimi Marx’ın gayrimeşru oğlunun bakımı için para veriyordu. Kızıl saçlı güzel bir İrlandalı olan dostu Mary Burns ve onun kız kardeşi Lizzie’yle birlikte üçlü bir yaşam sürdürüyorlardı. Onların ailesine karşı da oldukça cömertti. Bu insanlara destek olmaktan, parasal sorumluluklarını yerine getirmek için şirketin kasasından para tırtıklamak zorunda kaldığında bile, asla şikâyet etmedi. Marx ile Engels’in arasına sadece Mary öldüğünde bir soğukluk girdi. Marx, taziye mektubunda bu ölüm karşısında anlayışsız davranıp iflasın eşiğinde olduğunu ileri sürüp Engels’ten para 32 istemişti. En hafif deyimiyle bu tam bir duyarsızlıktı, ama Marx kısa süre sonra özür dilemiş ve ikili tekrar arkadaş olmuştu. Engels’in parası, Ermen ve Engels adlı şirketi sanayinin geliştiği Kuzey İngiltere’nin kalbindeki Manchester’da bir şube sahibi zengin bir tekstil tüccarı olan babasından geliyordu. İlk başta, 1842’de kendisi de orada çalışmıştı. Chartist ve fabrika işçilerinin güçlü bir destekçisi olan Mary’yle de o zaman tanışmıştı. Genel bakış Chartizm, Britanya işçi sınıfının ilk kitlesel emekçi hareketlerinden biriydi. 1838 yılında Halk Bildirgesinin yayınlanmasının ardından popülerlik kazanmıştı. Bu bildirgeyle oy kullanma sisteminde, 21 yaşın üzerindeki bütün erkeklere oy verme hakkının verilmesi gibi değişiklikler talep edilmişti. Engels’in işçi sınıfının durumu hakkındaki yazılar yazmasına sebep olan da bir yerde Mary’yle bu beraberliğiydi. Engels 1850’de, Marx’a parasal olarak yardımcı olabilmek için çalışmak üzere gönülsüzce Manchester’a geri döndü. Fabrika kapanana kadar orada tam 20 yıl kaldı ve ancak bundan sonra temelli yaşamak üzere Londra’ya dönebildi. Sosyalist faaliyetlerinin ve “gizli” evinin büyük bir bölümünü ailesinden saklamayı başardı. Kendisini tanıyan birçok kişinin gözünde yerel bir işadamından başka bir şey değildi. Babası, eğlenmesi ve misafir ağırlaması için ona aylık veriyordu ve bu aylığın çoğu Marx’ın evine giriyordu. Bunun yanı sıra Engels, Cheshire’de ava gidiyor ve dostunun hiçbir zaman görülmediği saygıdeğer evinde misafir ağırlıyordu. Jenny Marx onun yaşam tarzını onaylamıyor ve Mary’den her zaman “senin karın” diye söz ediyor ve Lizzie’den ise hiç bahsetmiyordu. Marx’ın hayatının sonraki yılları 33 Marx ailesi Engels’e hep “General” diye hitap ederdi. Bu, askeri stratejilere duyduğu ilgi ve silahlı kuvvetlerde geçirdiği zamandan ötürü elde ettiği bir lakaptı. Sık sık birbirlerine mektup yazıyorlardı ve bu mektuplaşmalar, özel hayatlarına dair ilgi çekici olayları sergiliyordu. Marx ve Engels birbirlerinden hiç sır saklamadılar ve yazışmalarını polis ajanlarının meraklı gözlerinden uzak tutmak için kendilerine özgü şifreli bir dil bile oluşturdular. Mektupların çoğu, politik ayrıntıların yanı sıra kişisel ayrıntılar da taşıyordu, çünkü Engels bazen dedikodu yapıp en sevdiği hobilerinden bahsetmekten de hoşlanırdı: şarap, bira, kadınlar ve şarkılar! Engels, aile şirketinde çalışmanın yanı sıra Marx’ın, ABD’de yüksek tirajlı radikal bir gazete olan New York Tribune’de makale yazmasına da yardımcı oluyordu. Marx Londra’ya ilk geldiğinde İngilizce dilinde çok iyi yazamıyordu ve her zamanki gibi Engels imdadına yetişmişti. Çeviri konusunda Marx’a yardım ediyor, hatta bazen, özellikle askeri meselelerde uzmanlık gerektiren konulardaki Marx’ın makalelerini o yazıyordu. New York Tribune’ün yazı işleri müdürü tarafından ısmarlanan Yeni Amerikan Ansiklopedisi için Marx’ın yazması gereken başlıkların birçoğunu Engels yazmıştı. Bu iş, Engels hasta düşünce yavaşlamış ve Marx da sanki yazıların bir kısmı New York’a giderken postada kaybolmuş gibi yapmıştı. Engels, Marx’ın el yazısını okuyabilen birkaç kişiden biriydi ve bu sebeple doğal olarak, Marx öldükten sonra onun belgelerini kızı Eleanor’un yardımıyla düzenleyen de o oldu. Engels, komünizmle ilgili olarak artık kendisinin uzman sayıldığını gördü ve Kapital’in Marx’ın yazmaya niyetlendiği ama yazamadığı daha sonraki bölümlerini tamamlamak üzere çalışmaya devam etti. Marx’ın yazdığı veya söylediği her şeyin yorumcusu haline gelmişti. 1895 yılında ölene kadar muazzam bir yazışma sürdürdü. 34 Londra’daki çalışmaları Londra’da yaşadığı süre boyunca, zaman zaman ailesi çok muhtaç duruma düşse de Marx’ın hiç “doğru dürüst” bir işi olmadı. Bir keresinde tren memuru olmak için başvurdu, ama tamamen okunaksız olan el yazısı sebebiyle reddedildi. Zamanının çoğunu komünizm davasına ve sonradan Kapital haline gelecek olan kitabını yazmaya adamıştı. Zaten Engels de yapabildiği her durumda ona mali destek sunmaktan oldukça memnundu. Her ne kadar çalışmaların büyük kısmına Engels yardımda bulunmuş olsa da Marx, New York Tribune’e yazdığı her makale başına 1 sterlin aldığı dönemlerde (o zaman için iyi bir paraydı) düzenli bir gelire sahipti. Marx, Tribune’ün Amerikalı okurları arasında ünlü bir gazeteci haline gelmiş ve on yıl boyunca haftada bir bu gazeteye yazı yazmıştı. Makaleleri esprili ve kendisine saldıranlara karşı çoğu kez iğneleyiciydi. Marx, ateşli coşkusunu hayatının sonuna dek korumuş ve bunu da genellikle makalelerine yansıtmıştır. İngiliz politikası ve sosyal analiz konularında, örneğin Chartizm, dış politika, Hindistan ve İrlanda’daki İngiliz yönetimi, ekonomi, milliyetçilik ve İskoçya’da toprakların çitle çevrilmesi üzerine makaleler yazıyordu. Bunun yanı sıra, Almanya ve Londra’da satılan bir politik iktisat dergisi olan Neue Rheinische Zeitung için de yazılar kaleme aldı. Bu dergi, devrim davasının taraftarı bir başka Alman, Conrad Schramm tarafından yönetilip finanse ediliyordu. Dergi, sadece Alman devrimciler ve sürgünler arasında az bir dolaşıma sahip olduğu için çok satmıyordu ve yalnızca beş sayı çıktı. Marx, bu dergiden çok az para kazandı, ama Yeni Amerikan Ansiklopedisi için yazdığı başlıklardan, her ne kadar çalışmanın büyük kısmını Engels yapmış olsa da iyi para kazanmıştı. Marx, çalışmaları karşısında bir şey kazanamasa da her zaman çok meşguldü. Ücretsiz görevlerinden biri, Alman İşçileri Eğitim Topluluğuna yardımcı olmakla ilgiliydi. Bazı genç öğrencilerinin gözünü biraz korkutsa da ilham verici bir öğretmendi. Hitabetinden ve politik söyleminden etkilenen insanlarla tıka basa Marx’ın hayatının sonraki yılları 35 dolu olan dersler veriyordu. Sonuna kadar dolu geçen bir ders dizisi, “Burjuva mülkiyeti nedir?” konusu üzerineydi. Bunların yanı sıra, haftalık tartışma gruplarına ve ayrıca astronomiden dillere uzanan türlü konularda derslere katılıyordu. Alman İşçileri Eğitim Topluluğunun üyelerinin çoğunu oluşturan Alman mülteciler için şarkı söyleyip dans etme ve müzikli eğlence olanakları da vardı. Marx eskrime düşkündü ve kılıç kullanmada ustalaşmak üzere egzersiz yapabildiği, Fransız göçmenlere ait bir kulübe de katılmıştı. Belli ki hayatının önceki bir döneminde düelloda yara almış olması onu bundan alıkoymaya yetmemişti. Londra’ya geldikten sonra birkaç gün içinde diğer mültecilerle tanışıp Komünist Birlik’in Londra merkezini kurmaya girişti. Karizmatik ve etkileyici kişiliği sayesinde kısa zamanda bu merkezin en nüfuzlu üyelerinden bir haline geldi. Daha sonra Birlik içinde bir bölünme ortaya çıkmasının ve en sonunda da Birlik’in dağılmasının bir nedeni de buydu. Marx, kendi kontrolünde olmayan projelerde çalışmak zorunda kalmayı sevmezdi ve fikirleri başkalarının fikirleriyle çatıştığında, öfkelenip onları açıkça suçlardı. Zamanının mümkün olduğunca büyük bir kısmını Kapital üzerine çalışarak ve kendisine bir şekilde haksızlık ettiğini düşündüğü insanlara karşı uzun ve sert eleştiriler yazarak geçiriyordu. Buna verilebilecek bir örnek, Karl Vogt’a karşı başlattığı kampanyaydı. Vogt, Marx’ı, kişisel güçten başka hiçbir şey istemeyen aristokrasi âşığı biri olarak ilan ettiği bir kitap yazmıştı. Bu kitap Londra’da basılmadı, ama Marx çok büyük bir öfkeye kapıldı ve bir hakaret davası açmaya parası yetmeyeceği için karşılık olarak, Vogt’u ve onu destekleyen herkesi açıkça suçlayan bir kitap kaleme aldı. Dikkatini dağıtan bu gibi şeyler onu, gerçek amacı olduğuna inandığı Kapital’i yazmaktan alıkoyuyordu. Kapital Londra’daki hayatının neredeyse her gününde Marx, yazıları üzerine çalışmak için Britanya Kütüphanesi’nin okuma odasına 36 giderdi. Orada genellikle 12 saat kalırdı. Ayrıca sabahın erken saatlerinde evde de yazardı. Bu yazılar en sonunda, Das Kapital olarak da bilinen Kapital haline gelecekti. Kapital’in birinci cildi nihayet Ağustos 1867’de bitti, ama o zamandan sonra bile Marx, basmaya niyetlendiği sonraki ciltler için notlar alarak çalışmasını gözden geçirmeye ve düzeltmeler yapmaya devam etti. Mektupları, bu çalışmanın kendisine neye mal olduğuna dair referanslarla doludur. Devamlı olarak çalışmasını tamamlamak üzere olduğunu öngörüyor, ama sonra hakkında yazması gereken daha fazla şey olduğunu anlıyordu. Marx, Kapital’i kapitalizm, politika ve ekonomi üzerine bilimsel bir çalışma olarak düşünmüştü. Yoksulların kötü durumu hakkında ilk elden kanıtlar toplamak için hükümetin kütüphanede bulunan Mavi Kitaplarını kullandı. Bu kitaplar, fabrika ve kamu sağlığı müfettişlerinden gelen istatistikler, nüfus sayımı verilerini ve raporları içeriyordu. Engels bunları, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabı için kaynak olarak kullanmıştı. Marx, Engels’in çalışmasından çok etkilenmiş ve kendi şaheserinde de bu kitaplardan benzer şekilde yararlanmaya karar vermişti. Kapital’in erdemleri hakkında görüşler çeşitlidir. Pek çok kişi okunmasının güç olduğunu düşünür. Marx, hicivli söz oyunlarına çok düşkündü ve bunun yanı sıra bugünün genel okur kitlesi tarafından kolaylıkla anlaşılamayan pek çok edebi referans kullanmıştı. Genel bakış Kapital’in edebi arka planına dair bir değerlendirme, Francis Wheen’in Marx’ın Kapital’i: Bir Biyografi adlı kitabında bulunabilir. Kapital, kitabı ilk kez eline alan birisine itici gelebilecek birçok dipnotla birlikte oldukça uzun bir eserdir. Benim fikrime göre dipnotlar kitabın en ilginç kısımlarından biridir, çünkü Marx Marx’ın hayatının sonraki yılları 37 işçilerin hayatıyla ilgili ilk elden bazı anlatımlara burada yer verir. Bu anlatımlar endüstriyel geçmişimize dair etkileyici kısa bakışlar sunar. “Çocukların Çalıştırılmasıyla ilgili 1865 tarihli Komisyon Raporu”ndan alınan bir örnek, cam fabrikasında aralıksız çalışmasını sürdüren çocukların altı saatte 15-20 mile eşit bir mesafe kat etmesiyle ilgilidir. Büyük ocaklar soğumasın diye yemek arası vermelerine bile izin verilmez ve genellikle 14 ila 15 saatlik vardiyalar halinde çalışırlar. Engels, Kapital’in biçimini değiştirmesi için Marx’ı ikna etmeye çalışmıştı, çünkü kitabın anlaması zor soyut kavramlarla açıldığını fark etmişti. Provaları gördüğünde, “Fazlasıyla yorucu ve ayrıca kafa karıştırıcı” diye not düşmüştü. Marx’ın, bölümleri, kitabı okumayı kolaylaştırmak için başlıklarla birlikte çok daha kısa kesimlere bölmesi gerektiğini düşünmüştü. Ne var ki Marx, onun bu yorumlarını pek dikkate almadı. Kapital’in yayınlanması Marx’ı kişisel olarak çok sevindirdi, ama umduğu muazzam karşılığı göremedi. Her zaman hakiki bir dostu olan Engels, kamuoyunu biraz olsun kışkırtmak umuduyla Alman gazetelerine sahte eleştiri yazıları gönderdi, ama bunların da bir faydası olmadı. İngiliz basınında birkaç olumlu eleştiri yazısı çıktı, ama yine de kitap büyük bir satış yakalayamadı veya Marx’ın umduğu gibi işçilerden gelen herhangi bir politik eyleme yol açmadı. Kitabın ilk dokuz bölümü, Marx’ın ekonomi teorisinin soyut ifadelerle açıklanmasını içerirken, geri kalan bölümler kapitalistlerin işçileri nasıl sömürdüğünü gösteren kanıtları inceler. Marx kitapta pek çok tarihsel örnek kullanmıştır, çünkü kapitalizmin toplumsal tarihin ilerleyişi içinde kaçınılmaz ve nihai olarak kendi çöküşüne yol açacak bir aşama olduğuna inanıyordu. Kapital’i okumanın zor olduğunu düşünenler, Marx’ın ekonomi teorisinin esaslarını Değer, Fiyat ve Kâr ile Ücretli Emek ve Sermaye adlı kitaplarda bulabilir. Bu çalışmalar, işçi birliklerinde verdiği derslere dayanır ve çok daha kolay anlaşılır metinlerdir. Kapital’de yer alan fikirler, 5. Bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 38 Enternasyonal Marx’ı yazmaktan alıkoyan bir diğer şey de Uluslararası İşçi Birliğindeki çabalarıydı. Enternasyonal olarak bilinen bu Birlik, 1864 yılında Marx’ın da davet edildiği bir açık toplantıyla kurulmuştu. O zamana dek Avrupa ve Amerika’daki işçiler, dünyanın dört bir yanında kendileriyle benzer durumlarda olan başkalarını pek düşünmeden kendi mücadelelerine yoğunlaşıyorlardı. Birlikten kuvvet doğacağını ve birleştikleri takdirde hedeflerine çok daha sonuç alıcı bir biçimde ulaşacaklarını nihayet fark edenler Fransız ve İngiliz sendikacılardı. İlk toplantı Londra’da St Martin Salonunda gerçekleşti. Oturum başkanlığını eski çağ tarihi profesörü Edward Beesly yapıyordu. Beesly radikal bir kişiydi ve aynı zamanda bir sendika destekçisiydi. Toplantıda mevcut ekonomik ilişkiler sistemini yıkmak üzere çalışacak uluslararası bir federasyon tüzüğü oluşturma lehinde oylama yapıldı. Bu sistemi, üretim araçlarına işçilerin sahip olduğu, sömürüye son veren, kârların paylaşılmasını sağlayan ve özel mülkiyeti kaldıran bir sistemle değiştirmeyi hedefliyorlardı. Marx, Alman zanaatkârlarının temsilcisi olarak yürütme kuruluna seçildi ve ikinci toplantı yapılıp tüzük hazırlandığında, kontrolü etkin biçimde ele almıştı. Marx, kendisinin ön ayak olmadığı gruplarla bağlantılı gösterilmekten genelde hoşlanmazdı. Her şeyin kendi kontrolü altında olmasını tercih ettiği herkesçe bilinirdi ve sadece Edward Beesly’ye büyük bir saygı duyduğu için ilk toplantıya katılarak bir istisna yapmıştı. İşçilerin ilkelerine de fazlasıyla inanıyor ve onların, kendi yazılarından büyük oranda etkilendiğini görebiliyordu. Tüzüğü yazma görevini üstlenen delegeler iyi bir iş çıkarma konusunda başarısız oldukları için Marx büyük oranda kontrolü ele geçirip görevi kendisi üstlenmiş ve tüzükle açılış konuşmasını kaleme almıştı. Açılış konuşması, “İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendisi tarafından kazanılmalıdır” diye başlıyordu. Marx’ın hayatının sonraki yılları 39 Tüzük o zaman için oldukça cesur bir açıklamaydı. Tüzük, Enternasyonal üyelerine, “ortak durumlarını” iyileştirmek üzere birbirlerine yardım etme ve mevcut kapitalist rejime karşı çalışma ve mümkün olduğunda açık politik eylemle onu devirme görevi veriyordu. Bunu demokratik araçlarla, mümkün olan yerlerde parlamentoya girmeye çalışarak yapacaklardı. Her ne kadar Marx hayattayken hiçbirini görememiş olsa da İngiliz İşçi Partisinin ve pek çok Avrupalı sosyalist partinin temelleri, Enternasyonalin başlarındaki çalışmalara dek gider. Marx açılış konuşmasında, yönetici sınıfların işçileri diğer ülkelerin işçileriyle karşı karşıya getirerek yarar sağladığını gösteren ekonomik ve sosyal koşullarla ilgili kısa bir araştırmaya da yer vermişti. Savaşların sıradan insanlara değil yalnızca yönetici sınıflara yarar sağladığına işaret etmişti. Bu sistemde değişiklik yapabilmek için işçilerin kendi hükümetlerini protesto etmeleri, gösteriler düzenlemeleri ve tedirgin etmeleri gerektiğini söyleyerek konuşmasına devam etmişti. Mevcut toplumsal yapıda değişiklik yapmak sadece işçilerin elindeydi, çünkü bu değişiklikten fayda sağlayacak tek sınıf işçi sınıfıydı. Konuşmasını Komünist Manifesto’nun meşhur sözleriyle bitirmişti: “Dünyanın bütün işçileri, birleşin.” Enternasyonalin amaçları, o zamana dek genelde birbirlerine karşı çalışan çeşitli ülkelerdeki işçiler arasında yakın ilişkiler ve işbirlikleri geliştirmek ve değişik meslekler ve sendikalar arasında yakın ilişkiler kurmaktı. Bu, uygun istatistikleri toplayıp işçilerin koşulları, ihtiyaçları ve planlarıyla ilgili enformasyonu ülkeden ülkeye aktararak sağlanacaktı. Bunun yanı sıra, tartışma grupları olacak, düzenli raporlar yayınlanacak ve kriz dönemlerinde uluslararası işbirliği kurulacaktı. Demokratik yollarla seçilmiş bir konsey tarafından yıllık toplantılar düzenlenecekti. Marx, en azından sosyalist çevrelerde tanınan kamusal bir kişilik haline geldiğini gördü; kısa sürede zamanının çoğunu Enternasyonal almaya başladı. Enternasyonal, gitgide daha çok sendika katıldıkça hızla büyüyordu ve etkin olmasının yanı sıra 40 iyi örgütlenmişti. Enternasyonalin toplantı ve belgelerine, engin deneyimi ve etkileyici kişiliğinden ötürü Marx hâkimdi. Grupta, onun zekâsı ve idealizmiyle yarışabilecek başka kimse yoktu ve Marx, hiç para almamasına rağmen günler ve geceler boyu örgüt için çalışıyordu. Yazışmalarla ve yürütmeyle ilgilenmeyi ve faaliyetin merkezi olan Londra’da kalmayı tercih ettiği için kongrenin toplantılarına genellikle katılmıyordu. Bu durum sonunda, Rus anarşist lider Bakunin’le sürtüşmeye yol açtı. Marx ve Bakunin eski hasımlardı. Marx’ın, insanları coşkuyla kucaklamak, ama kendi teorisini paylaşmadıklarında onları tümüyle reddetmek gibi bir alışkanlığı vardı. İkisi birbirlerinin zekâsını isteksizce takdir etse de aralarında büyük bir kişisel husumet vardı. Daha sonra 3. Bölümde görülebileceği gibi, Bakunin, işçilerin kapitalizmin zincirlerinden kurtulmasının tek yolunun şiddet ve bütün hükümetlerin yıkılması olduğuna inanıyordu. Bakunin Enternasyonalin yarı bağımsız yerel kurullardan oluşan gevşek bir federasyon olarak yürütülmesini istiyordu ve İtalya’yla İsviçre’de yandaşları vardı. Bunlar sonuçta Enternasyonale gevşek bir şekilde bağlı olacak, kendi kurumsal yapısına sahip ayrı bir grup kurmaya karar verdiler. Bu, birleşik bir parti olması öngörülen Enternasyonalin ilkelerine aykırıydı. Marx sonunda Bakunin ve yandaşlarını, Rus terörist Neçayev ile ilişkiye geçtikleri gerekçesiyle Enternasyonalden çıkarttırdı. Marx, 1870’teki Fransa-Prusya Savaşı ve Paris Komünü zamanında Enternasyonalin birçok üyesinin gözünden düştü. Paris Komünü, gönüllü vatandaşlardan oluşan bir birlik olan Ulusal Muhafızların Paris’in yönetimini ele almasının ardından gerçekleşen bir devrimin sonucuydu. İsyancılar hükümet yetkililerini görevden uzaklaştırmış ve Fransa’nın gerçek hükümeti olduğunu söyledikleri devrimci bir komite seçmişlerdi. Marx’ın hayatının sonraki yılları 41 Genel bakış Paris, Prusya’yla yapılan savaşın sonucunda 1870 yılında kuşatma altına girmişti. Bu durum, korkunç zorluklara sebep olmuş ve Paris Komünü olarak bilinen kısa ömürlü bir halk iktidarına yol açmıştı. Bu hükümet 1871 yılının Mart ve Mayıs ayları arasında var oldu, ama sonra devrildi. Bu kısa sürede Komüncüler, kiliseyle devleti birbirinden ayırmak ve çalışanlara işletmeleri devralma hakkı vermek gibi sosyal politikalar uygulamaya başlamışlardı. Eğitim ve öğretimin bütün vatandaşlara ücretsiz sağlanmasını da planlamışlardı. Bu, komünist bir devrim değildi ama açık sınıf savaşının o zamana dek görülen ilk örneklerinden biriydi. İşçiler, askerler, sanatçılar, yazarlar, her türlü özgür düşünür, adaletsiz olarak gördükleri yönetimi devirmek için birliğe katılmıştı. Kitlesel bir histeri yaşanıyordu ve Komüncülerin, başlangıçta şiddet yoluyla devrimi gerçekleştirdikten sonra nasıl bir yönetim kuracaklarına dair belirli bir planları yoktu. Paris, askeri birlikler tarafından kuşatılmış durumdaydı ve bir terör dönemi başladı. Yiyecek tükendi, masum insanlar suçlandı ve Paris’in başpiskoposu da dahil olmak üzere tutsaklar giyotine gönderildi. Orta sınıfların çoğu, Komüncülerin cezai ehliyeti olmayan bir grup cani olduğuna inanıyordu. Komüncülerin eylemleri, Avrupa’nın burjuva vatandaşlarını, hatta devrimi hoş karşılayan Enternasyonaldekileri bile korkutmuştu. Ancak Marx, Komüncülerin aldığı tedbirlere alkış tutan ve yeterince ileriye gitmediklerini söyleyen Fransa’da İç Savaş adlı bir broşür yazdı. Bu broşür yüzünden Enternasyonal üyeleri kötü bir şöhret kazandı ve halkın gözünde şiddet ve aşırı davranışlarla özdeşleştiler. Bu, tüzüklerinde ifade edilen inançlarla tutarlılık içinde değildi ve pek çok üye, grubun itibarını zedelediği için Marx’ı suçladı. Grup içinde hizipleşmeler oldu ve grubun gücü zayıfladı. 42 Nihayet Enternasyonal, konsey, Marx’ın talebi üzerine ABD’ye nakledildikten sonra 1876’da fiyaskoyla sonuçlandı. Marx, Komün üzerine yazdıkları yüzünden kendisi hakkında çok fazla kötü duygular beslendiğini hissediyordu ve bu talebi getirerek somut bir şey yapmadan olayın üstünü giderek kapatmayı planlıyordu. Enternasyonalin meselelerini ve çatışan hiziplerini sonsuza dek kontrolü altında tutamayacağını biliyordu, ama kontrol kendisinde olmadığında orada yer almak niyetinde de değildi. Arkadaşlarına, artık yorulduğunu ve her şeyin onu yıprattığını söylemişti. Üyeler şaşırıp serseme dönseler de, küçük bir çoğunlukla genel merkezin ABD’ye taşınması yönünde oy verdiler. ABD’deki sosyalist hareket Avrupa’dakine uzaktı ve Avrupa’nın desteği olmayınca Enternasyonalin itibarı kalmadı. Enternasyonal, Marx’ın ölümünden sonra tekrar bir araya geldi, ama bu kez Marx’ın hayatta olduğu döneme kıyasla çok daha uzlaşmacı bir doğaya sahipti. Son yılları Marx, Enternasyonal feshedildikten sonra kamusal bir kişilik olmaktan büyük ölçüde çıktı. Zamanının çoğunu yazarak geçiriyordu. Engels’in Londra’ya taşınmasının ardından onunla sık sık görüşüyordu. İkisi artık, sosyalizm konusunda dünya otoritesi haline gelmişti. Genel bakış Marx ve Engels’in yazdıkları dönemde, sosyalizm ve komünizm terimleri neredeyse birbirinin yerine kullanılabiliyor ve mallar üstünde kolektif mülkiyetin ve herkes için eşitliğin olduğu bir toplum anlamına geliyordu. Marx’a göre sosyalizm, hakiki komünizmden bir önceki aşamaydı. Marx yaşlandıkça ateşli mizacı az da olsa duruldu ve karşıtlarına yönelik geçmişte yaptığı gibi iğneleyici saldırı yazıları yazmaktan Marx’ın hayatının sonraki yılları 43 vazgeçti. Onu görmeye gelen ziyaretçiler, bu kadar güler yüzlü birisini gördüklerine şaşırıyordu, çünkü kendisini aksi ve asabi bir canavar gibi gösteren bir şöhreti vardı. Marx, torunlarından büyük keyif alıyordu ve onlarla çok zaman geçiriyordu. Jennychen, Londra Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Fransız sosyalist Charles Longuet’le evlenmişti ve beş erkek çocukları olmuştu. Laura da bir başka Fransız sosyalist Paul Lafargue’la evlenmişti. Onların da üç çocuğu oldu ama üçü de öldü. Eleanor evlenmedi ve ailesiyle birlikte kaldı. O günlerde pek itibarlı bir meslek olmasa da aktris olmak istiyordu. Saygıdeğer genç bayanlara yaraşmasa da sigara içiyor ve insanların tepkisini çekiyordu. Koyu ve keskin bakışlarıyla mizaç ve görünüş olarak Marx’a en fazla benzeyen kızıydı. Babasının sinirsel sağlık sorunlarını da paylaşıyordu ve birlikte, cilt ve akciğer sorunlarına tedavi bulmak umuduyla Avrupa’daki kaplıcaları ziyaret ediyorlardı. Bu ziyaretleri muhtemelen işe yaramamıştır, çünkü ikisi de tedavi görürken bile sigarayı ağzından bırakmıyordu. Jenny Marx 1880 yılında ağır bir şekilde hastalandı ve o günlerde pek meşhur olduğu üzere aile, deniz kenarında tatil yapmak üzere Ramsgate’e gitti. Jenny’nin sağlığı düzelmedi ve korkunç bir şekilde zayıfladı. Kansere yakalandığı tespit edildi ve ne yazık ki 1881’in Aralık ayında ölene kadar korkunç acılar içinde yaşadı. Tam o günlerde bronşlarından çok hasta olduğu için Marx karısının cenazesine bile gidememişti. Engels, Jenny’nin ölümünün ardından Marx’ın da “fiilen öldüğünü” söylemişti. Yazı yazacak gücü yoktu ve bakıcısı olarak Eleanor’a bel bağlamıştı, ama Eleanor da engellenmiş arzularının sebep olduğu bir çeşit sinirsel bitkinlik yaşıyordu. Sahneye çıkmak için her şeyi göze alabilirdi, gene de babasıyla birlikte kaldı. Ama babası, kızının evlenmek istediği adamı onaylamadı. Bunun üzerine Eleanor bir çeşit ruhsal baskı altında yaşamaya başladı; çaydan başka hiçbir şey yiyip içmeyerek kendini aç bıraktığı bir dönem 44 geçirdi. Sonunda Marx, onun kendi hayatını yaşamasına izin vermesi gerektiğini fark etti ve bunun ardından zamanını, sağlığını iyileştirebilecek bir iklim bulmak için Avrupa ve Kuzey Afrika’yı ziyaret ederek geçirmeye başladı. Akciğerleri çok zayıf düşmüştü ve kronik bronşit teşhisi konmuştu. 1883 yılında artık çok zayıf ve yorgundu. En sevdiği kızı Jennychen mesane kanserinden ölünce, sonunda bütün yaşama isteğini yitirdi. Umduğu devrimci değişiklikleri görememişti ve bunların ileride gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini de bilmiyordu. Kendisini çalışmasının çoğu boşa gitmiş gibi ümitsiz hissediyordu. Eleanor, Longuet’in çocuklara bakmasına yardımcı olmak için Fransa’ya gittiğinde, babasının ölmek üzere eve gittiğine inandığını söylemişti. Marx’ta bronşit ve ciğerlerinde apseler yapan akciğer zarı iltihabı vardı ve okuyamayacak kadar bitap düşmüştü. Engels onun için çok endişeleniyor ve sık sık ziyaretine gidiyordu. Lenchen, 14 Mart 1883 günü yine ziyarete gelen Engels’e, Marx’ın yatak odasındaki ateşin önünde, en sevdiği koltuğunda şekerleme yaptığını söyledi. Engels yukarı çıktığında, Marx çoktan hayata gözlerini yummuştu. Highgate mezarlığına gömüldü. Cenaze töreninde sadece 11 kişi vardı ve The Times gazetesinin ölüm ilanları köşesinde bir paragraflık kısa bir duyuru yer alıyordu. Sosyalist çevreler dışında çok tanınan ve saygı gören biri değildi ve Marx’ın söylediği herhangi bir şeyin çevresindeki dünyayı etkileyeceğine inanan çok az insan vardı. Marx’ın hayatının sonraki yılları 45 BUNLARI UNUTMAYIN • Marx, 1849’da sürgün edilmesinden sonra sadece birkaç aylığına Londra’ya taşındı ama ölene dek orada yaşadı. • Marx ve ailesi burada uzun bir süre boyunca yoksulluk içinde yaşadılar ve meşru yedi çocuğundan sadece üçü yetişkinlik çağına kadar yaşadı. • Marx, hem maddi anlamda hem de yazılarında büyük oranda Engels’in desteğine dayandı. • Marx, günlerinin çoğunu Enternasyonal için çalışmanın yanı sıra Kapital üzerine çalışmak için Britanya Kütüphanesinde geçirdi. • Kapital, politika, ekonomi ve kapitalizm üzerine bilimsel bir çalışma yapma girişimiydi. O dönemde pek ilgi görmedi. • 1883 yılında bilinmezlik içinde öldü ve cenazesine sadece 11 kişi katıldı. 46 3 Marx ve felsefe Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • • • • Marx’tan önce gelen filozoflar politik iktisatçılar ve ütopik sosyalistler Marx’ın düşüncesini nasıl etkiledikleri Marx’ın onlardan hangi yönlerde ayrıldığı. Marx kimilerine göre büyük bir filozof, kimilerine göreyse büyük bir iktisatçıdır. Her ne kadar kendisinden önce gelen filozoflara ayıracak fazla zamanı olmadığını iddia etse de aslında hem filozof hem de iktisatçıdır. Marx, Alman filozof Feuerbach üzerine bir tezinde “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar; sorun onu değiştirmektir” diye yazmıştı. Bu kimi zaman, felsefe incelemelerine tümüyle karşı çıkan ve felsefeyi zaman kaybı olarak düşünen bir deyiş gibi görülür. Aslında Marx, felsefenin bilimsel çalışmalarla daha anlaşılır hale getirilip sonra da toplumsal değişimi gerçekleştirmek için kullanılması gerektiğine inanıyordu. Marx’ın felsefe çalışmalarına ciddi şekilde ilgi duyması Berlin’de üniversitedeyken başladı. Doktora tezi iki antik Yunan filozofunun—Demokritos ve Epikuros—karşılaştırılması üzerine yazılmıştı. Marx bu antik çağ filozoflarının düşünceleriyle Hegel felsefesinin yorumu arasında paralellikler görmüştü. Hegel, o zamanlar Almanya’da önemli bir kişilikti ve fikirleri, ortalıkta Marx ve felsefe 47 dolanıp dünyanın ne kötü bir durumda olduğunu ve bu durumu değiştirmekten ne kadar zevk alacaklarını konuşmaktan her zaman çok hoşlanan öğrenciler tarafından heyecanla tartışılıyordu. Babası Marx’ı, “robdöşambrlı sarhoş” diye itham ettiğinde, muhtemelen oğlunun dünyayı ciddi bir şekilde değiştirmeye kalkışacak birkaç öğrenciden biri olacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Saçlarını kestir ve kendine düzgün bir iş bul! O zamanın pek çok felsefecisi arasında ana tartışma, idealist ve materyalist filozoflar arasındaki farklar üzerine yoğunlaşmıştı. Basit bir şekilde açıklamak gerekirse, idealist filozoflar insanoğlunun fikir ve inançlarının gelişmesinden sorumlu olan bir tür kutsal kuvvetin bulunduğunu varsayarlar; buna karşılık materyalist filozoflar bütün fikir ve inançların herhangi bir kutsal varlık veya doğaüstü kuvvetten değil hayatın ve onun koşullarının içinden çıktığına inanırlar. İdealistler ve materyalistler arasındaki tartışma antik Yunan’dan beri sürmekteydi fakat Marx’ın öğrenci olduğu dönemde 48 Hegel’in Almanya’daki popülerliği sayesinde iyice alevlenmişti. Batı felsefesinin on dokuzuncu yüzyıla kadar geçirdiği gelişime bakarsak, bu tartışmanın ve Hegel’in felsefesinin Marx tarafından geliştirilmesinin önemini anlamak daha kolay olacaktır. (Psikolog Carl Jung’un [1875–1961] ve Friedrich Nietzsche’nin [1844–1900] çalışmalarıyla popüler hale gelen Doğu felsefesinin Avrupa düşüncesiyle kaynaşması, aslına bakılırsa ancak Marx’ın ölümünden sonra gündeme gelmiştir.) Kısa bir felsefe tarihi Felsefe, hayatın ardındaki hakikati açıklamaya çalıştığı için, insanoğlu var olduğundan bu yana var olmuştur. İlk insanların inandıkları şeyleri kaydetme araçları yoktu, bu yüzden yalnızca onların batıl inançlara sahip olduğunu, doğa olaylarını bazı kutsal kuvvetlerin eseri olarak açıklamaya çalıştıklarını varsayabiliriz. Ateş ve su gibi doğal elementlere tanrı gibi tapılıyordu ve örgütlü dinler de bundan gelişti. Batı dünyasının ilk filozofları (bugünün kavramlarıyla anladığımız biçimiyle) dini inançların eleştirisini başlatan antik Yunanlılardı. İçinde bulundukları dünyayı açıklamak için o dönemde ellerinde bulunan bilimsel bilgiyi kullandılar ve kimi zaman bu, örgütlü dinlerle ters düşüp zulüm görmelerine yol açtı. Örgütlü dinlerle özgür düşünürler arasındaki çatışma yüzlerce yıl sürdü. Avrupa’da Hıristiyan kilisesinin egemenliği, felsefi düşüncenin gelişimini cesaretlendirmedi. Ortodoks Hıristiyan öğretilerine katılmayan herhangi birisi büyük olasılıkla kâfir olarak damgalanıp ölene kadar işkence görüyordu. Daha özgür tartışmalar ancak on beşinci yüzyıldan sonra başladı ve Kilisenin, kitlelerin düşünceleri üstündeki egemenliğini kaybetmesiyse ancak on sekizinci yüzyılda, Fransız ve Amerikan Devrimleriyle gerçekleşti. Marx ve felsefe 49 On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların materyalist filozofları, Tanrının varlığını ve bunun bilimsel yöntemlerle kanıtlanıp kanıtlanamayacağını tartıştılar. O dönemde bilimsel gelişmeler matematik ve mekanik yasalar alanındaydı; örneğin Newton’un Hareket Yasaları. Bu, toplumu sabit ve değişmez gibi gören, toplumun kesin bilimsel kuralları takip ettiğine inanan filozofların dünya görüşünü etkiledi. Bu, insanların, toplumda asla değişmeyecek sabit bir yere sahip olduklarına inanmaları anlamına geliyordu. İnsanların hiçbir şeyin sabit olmadığını ve kendilerinin de tarihin akışını etkilemede oynayacak bir rollerinin olduğunu anlamaya başlamaları, ancak Hegel’in diyalektik fikrini geliştirmesiyle mümkün oldu. Marx’ı hangi filozoflar etkiledi? Marx kendi felsefesine elbette hiç çalışma yapmadan varmış değildir, kendinden önce gelen filozofları incelemiş ve onlardan etkilenmiştir. “Ne sınıfların varlığını…ne de onlar arasındaki mücadeleyi keşfetmenin itibarı bana ait değildir” diye yazmıştır. Aristoteles gibi çok eski filozoflar sınıfın etkisini görmüştü. Marx, bu antik çağ filozoflarının düşüncelerini analiz etti ve büyük bir istekle pek çok konu hakkında okumalar yaptı. Bunun yanı sıra Avrupa’da, toplumu değiştirmek isteyen birçok idealistle ve devrimciyle tanışmıştı. Onların söylediklerini okuyup sindirirken, belli düşünür grupları onun için daha önemli bir hale gelmeye ve politik ve ekonomik felsefesinin bir parçası olmaya başladı. Bu gruplar içinde bazı bireylerin, Marx’ın felsefesini kesinlikle etkilediği görülebilir. Antik Yunan filozofları Antik Yunan felsefesi üzerine çalışma, Marx’ın zamanında genç Avrupalıların eğitiminin önemli bir parçasıydı. Hatta Hegel’in etkisi altındaki Almanya’da çok daha popüler hale gelmişti. Marx’ın felsefesinin üzerinde başlıca üç antik Yunanlının etkisi vardır. 50 Demokritos (MÖ 460-370) her ne kadar yaşadığı dönemde bilim, teorisini kanıtlamasına imkân verecek kadar ilerlemiş olmasa da dünyanın bilimsel yasalarla açıklanabileceğine inanan Yunanlı bir materyalist filozoftu. Bunu kanıtlamasını sağlayacak hiçbir aracı olmamasına rağmen maddenin atomik parçacıklardan meydana geldiğine inanıyordu. Bu dünya görüşü, her şeyin hareket ve değişim içinde olduğunu gördüğü anlamına geliyordu. Diğer filozofların çoğu, maddeyi sabit ve değişmez olarak görüyorlardı. Evrene dair bu sabit düşünce, Hegel zamanına kadar felsefenin ana akımı olmaya devam etti ve Kilise ile Devlet gibi kurumlar da içinde olmak üzere dünyanın yapısı hakkında insanların düşünme biçimini belirledi. Epikuros (MÖ 341-271), eğer dünya mekanik ilkelere göre çalışıyorsa, o halde ölümden ve tanrılardan korkulmaması gerektiğine inanan Yunanlı bir filozoftu. Korkudan bu şekilde özgürleşmenin insanların haz almaya adanmış huzur dolu komünler içinde yaşamasını mümkün kılacağını düşünüyordu. Fikirleri hem Marx’ı hem de Nietzsche’yi etkilemiştir. Aristoteles (MÖ 384-322) Yunanlı filozof, bilimci ve öğretmendi. Çok çeşitli konular üzerinde okumalar yaptı ve çok sayıda felsefi çalışma kaleme aldı. Bütün bilgiyi birleşik bir felsefi sistem halinde bütünleştirmeye çalıştı. Hegel on dokuzuncu yüzyılda Mantık Bilimi’ni yazana dek başka hiç kimse, her şeyi felsefi bir sistemle sarmalamaya çalışmış değildi. Aristoteles evreni sabit ve değişmez olarak görüyordu; resmi Kilise tarafından kullanılan ve Ortaçağ’ın sonuna dek Batı felsefesine hâkim olan da onun görüşüydü. Bunun yanı sıra, bir toplumdaki çatışmaların genellikle ekonomik koşullardan ve toplumun yapısındaki eşitsizliklerden kaynaklandığını yazan ilk kişilerden biriydi; Marx daha sonra bu fikri geliştirecekti. Avrupa felsefesi Zaman içinde büyük bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlanan, her biri kendisinden önce gelenlerin fikirleri üzerine Marx ve felsefe 51 kendi fikirlerini inşa eden çok sayıda filozof vardır. Filozofların düşünceleri arasındaki bağlantıları ve her birinin bir diğerini nasıl etkilediğini anlatmak için büyük bir kitap yazmak gerekir; bu yüzden ben yalnızca, Marx’ın yazdıklarını ve bunların yazılmasını doğrudan etkilemiş gibi görünen birkaç filozofa değinebileceğim. René Descartes (1596-1650) Fransız filozof ve matematikçidir ve modern felsefenin babasıdır. Felsefe ve bilginin matematiksel araçlarla birleştirilip sınıflandırılabileceğine inanıyordu. Bu, Marx’ın tarihsel araştırmalarına uygulamaya çalıştığı bilimsel yöntemin esin kaynaklarından biriydi. John Locke (1632-1704) İngiliz filozof ve hekimdi. Dinin mutlak hakikati elinde tutmadığına ve bilginin “duyular üstüne kurulu olduğuna ve en nihayetinde duyulardan türediğine” inanıyordu. Toplumsal eşitliğe inancının—“Hepimiz eşitiz, aynı türdeniz ve aynı durumdayız… doğanın nimetlerinden yararlanmak için eşit haklara sahibiz”—ve doğal yasalara karşı geldiklerinde toplumun yöneticilerinin görevlerinden alınması gerektiğine dair inancının Amerikan ve Fransız Devrimleri üzerinde güçlü bir etkisi oldu. Thomas Hobbes (1588-1679) İngiliz filozof ve özel öğretmendi. 1651’de yayınlanan Leviathan kitabıyla toplumu bilimsel olarak incelemeye ilk çalışanlardan biri oldu. İnsan doğasıyla ona hükmeden yasaları anlamaya çalışıyordu ve evrenin hareket içinde olduğuna ve yerkürenin bu hareketin merkezi olmadığına inanan bilimciler Galileo ile Gassendi’nin görüşlerine katıldığı için Katolik Kilisesi tarafından şeytan olduğu ilan edildi. Toplum üzerine görüşleri otoriterdi: mutlak bir hükümdarın olması gerektiğine inanıyordu. Doğal halindeki yaşam (toplumlar var olmadan önce) “ıssız, yoksul, berbat, hayvani ve kısa” olduğu için insanların toplumsal bir yapıya ihtiyaç duyduklarını düşünüyordu. Ütopik Sosyalistler Kusursuz bir hayali yerle ilgili anlamına gelen “ütopik” kelimesi, İngiliz avukat, yazar ve devlet adamı olan Thomas More’un 52 Ütopya adlı kitabının basılmasının ardından 1515’te İngilizce diline girdi. Ütopya More’un hayalindeki özel mülkiyetin kaldırıldığı ve dini hoşgörünün yaşandığı ideal devletin adıydı. More, Ütopya’nın gerçekleşebileceğini düşünmüyordu; ona göre bu, dini hoşgörünün bulunmadığı bir çağda inançlara ters düşen tartışmalı düşünceleri tartışma özgürlüğüne sahip olduğunu gösteren edebi bir araçtı. Buna karşılık Ütopik Sosyalistler ideal toplumlarının gerçekten inşa edilebileceğine inanıyorlardı. Ütopik sosyalistler on dokuzuncu yüzyılın başlarında yaşayıp yazdılar ve etraflarında gerçekleşen toplumsal değişiklikleri gözlemlediler. O zamanlar pek çok kişi sanayileşmenin ve fabrika sisteminin toplumda kötü yönde değişimlere sebep olduğuna inanıyordu. Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau’nun düşüncelerini takip eden bu insanlar yaşamın daha iyi olduğu geçmişte kalan bir altın çağa geri dönmek istiyorlardı. Ütopistler onlara hiç katılmıyorlardı: En meşhur Ütopiklerden biri olan Saint-Simon, “insan ırkının altın çağı ardımızda değil önümüzde uzanıyor” diye yazmıştı. Kendisine Ütopik Sosyalizm adını veren belli bir hareket hiç olmamıştır—bu terimi ilk kez kullananlar Marx ve Engels’tir— fakat Ütopik Sosyalistlerin hepsi hemen hemen aynı dönemde yaşamıştır ve bazı düşünme biçimlerinde, onları tutarlı bir grup olarak ele almaya imkân veren benzerlikler bulunur. Marx ve Engels’i etkilemiş başlıca üç Ütopik Sosyalist Robert Owen, Charles Fourier ve Claude Henri de Saint-Simon’dur. Bu kişilerin her biri, kendi ideal toplumunu farklı bir şekilde tahayyül etmiştir. Bu toplumların nasıl hayata geçeceği konusunda kafaları her zaman net değildi, fakat hepsi de kendi dönemlerindeki toplumsal yapının adil olmadığı, eşitsizliklerle dolu olduğu ve değiştirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdi. Bu tümüyle hayırseverlik değildi; Ütopik Sosyalistlerin önerilerinin çoğu, Fransa’daki son ayaklanmaların deneyiminin ardından gerçek bir devrim korkusunun yaşanmış olmasının sonucuydu. Eğer toplumsal yapı iktidardakiler tarafından değiştirilmezse aşağıdan devrilebileceğini görmüşlerdi. Marx ve felsefe 53 Robert Owen (1771-1858), karakterin toplumsal koşullar tarafından biçimlendirildiğine ve azami sayıdaki kişinin azami mutluluğunun toplumun amacı olması gerektiğine inanan Galli bir sosyal reformcuydu. Her ne kadar başarılı bir pamuklu kumaş imalatçısı olsa da, yıkıcı rekabet olduğuna inandığı şeye yol açtığı için fabrika sisteminden nefret ediyordu. Tümüyle “köy kooperatiflerinden” oluşan bir toplum tahayyül ediyordu. 1800’de deney olarak İskoçya’nın New Lanark bölgesinde kendi imalathane işçileri için okulları ve güzel evleri olan model bir topluluk kurdu. Genel bakış New Lanark bugün bir dünya mirası sit alanıdır ve ziyarete değer bir yerdir. İşçiler kısa çalışma saatlerinden, çalışma saatleri dışındaki dinlenme imkânlarından, sigorta planlarından ve görece güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarından çok memnundu. Owen çocuk emeğinden de uzak durdu ve tüm bunlara rağmen yine de kâr etmeyi başarabildi. Bu, onu diğer sanayiciler karşısında oldukça popülerleştirdi ve dünyanın her yerinden çeşitli iş adamları New Lanark’ı ziyaret etti. Her şeye rağmen yine de fabrikanın sahibi Owen olduğu için ve işçilerin hayatını oldukça baskıcı ataerkil bir biçimde yönettiği için, işçiler yine de ona şüpheyle bakıyorlardı. Owen, insanlar bir kez onun modelini görünce, buna uygun köylerin bütün ülkeye hızla yayılacağına inanıyordu, fakat hiçbir özel mali destek veya hükümet desteği almadığı için bu deney sonuçta başarısız oldu. New Harmony’yi başka Owencı topluluklar kurarak ABD’de bir kez daha denedi, ama bu çabalarının hiçbiri birkaç yıldan uzun sürmedi ve ölümünün ardından da unutulup gitti. New Lanark kelimenin tam anlamıyla hakiki bir komünist toplum değildi, çünkü sahibi ve yöneticisi Owen ile ortaklarıydı; işçilerin 54 demokratik bir temsil hakları yoktu ve özel mülkiyet temelinde ve de kâr amaçlı olarak yürütülüyordu. Buna rağmen Owencı topluluklar, daha sonra komünizm için önemli hale gelecek olan paranın kaldırılması ve yerine emeğin değiş tokuşunun getirilmesi gibi ortaklaşa hayata ve merkezi örgütlenmeye dairbir takım ön girişimleri barındırıyordu. Charles Fourier (1772-1837) toplumun, zenginliğin yeniden bölüşümü için ortak mülkiyet temelinde ve tüketici kooperatifleriyle işleyen kendi kendine yeterli birimler ya da komünlerle yeniden örgütlenmesi gerektiğine inanan Fransız bir toplum teorisyeniydi. Sanayileşmeyi iyileştirmeye çalışan Owen’ın aksine bunu tümüyle reddediyordu. Fourier daha çok, bazı garip ve anlaşılmaz düşüncelere sahip tuhaf bir hayalperestti, fakat tüm bu düşüncelerinin içinde, insani koşullar ve toplumun doğası hakkında bazı özgün içgörüleri vardı. Fourier’in herhangi bir resmi akademik eğitim aldığına dair bir bilgi yoktur ve filozoflardan sıkıldığı iddia edilebilir. Kumaş tüccarı bir aileden gelmesine rağmen alçaltıcı bulduğu ticaretten nefret eder ve el emeğinin küçültücü olduğuna inanırdı. Fabrika sisteminin insanlık dışı olduğunu, doğal olmadığını ve eğer Tanrı bizim bu şekilde çalışmamızı tasarladıysa, sanayileşmeden zevk alacak şekilde karıncalar ve arılar gibi yaratılmış olmamız gerektiğini söylüyordu. Çalışmanın zevkli ve eğlenceli kılınması, böylelikle fiziksel ve ruhsal olarak tatmin edici hale gelmesi gerektiğini iddia ediyordu. Toplum, kimsenin üretmek ya da yapmak istemediği ürün ve hizmetler olmaksızın yaşamayı öğrenerek hoş olmayan bütün çalışma yerlerini tasfiye etmeye çalışmalıydı. Bu yaklaşım zamanında Engels’i etkilemişti ve hararetle onun hakkında Marx’a mektuplar yazmıştı. Fourier duygusal bağların da önemli olduğuna, insanların maddi servet ve doygunluk kadar aşka ve arkadaşlığa da ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Bu açıdan, daha sonra Hegel ve Marx tarafından geliştirilecek yabancılaşma hakkında ilk konuşanlardan biriydi. Marx ve felsefe 55 Fourier’in ideal toplumu, her birinde tam olarak 1620 kişinin yaşadığı ve kendisinin phalanstèries olarak adlandırdığı topluluklardan oluşuyordu. Bunun nedeni, kendi icat ettiği Tutkulu Cazibeler Yasası altında 810 tane olduğuna inandığı kişilik türünün uyumlu bir karışımının birlikte mutlu yaşayabileceğine inanmasıydı. İnsanların dini kurallar tarafından cinsel anlamda bastırıldığına inandığı için, onun toplulukları, cinsel özgürlük ve çok eşli ilişkiler de dahil olmak üzere daha “serbest bir toplumun” habercisiydi. Aynı zamanda da, on dokuzuncu yüzyıldaki kadınların kölelerden farksız olduğunu düşündüğü için bir feministti (bu sözcüğü o bulmuştu). Onun toplumunda kadınlar azat edilecekti ve bir kadının dört kocaya sahip olma hakkı olacaktı. Genel bakış Modern feministler dört kocaya sahip olmanın kadınlara herhangi bir fayda sağlayacağına katılmayacaklardır! Fourier bu toplumun nasıl gerçekleşeceği hakkında pek bir şey belirtmemişti, fakat Fransa’daki devrimin etkilerini bizzat gördüğü için devrime karşıydı. Her ne kadar “Ahenk” adını verdiği gelecek ütopyasıyla ilgili bazı görüşleri zorlama olsa da—örneğin dünyanın uydusu olan altı tane ayın olması ve denizlerin limonataya dönüştürülmesi— çalışmanın, toplumun ve yabancılaşmanın doğasına dair bugün halen geçerliliği olan psikolojik içgörüleri, o zamanlar için önemli buluşlardı. Claude Henri de Saint-Simon (1760-1825), Fransız devriminde giyotinden zor bela kurtulan Fransız bir aristokrattı. Bu onu, devrime ihtiyaç olmadan toplumsal ilerlemenin gerçekleşmesine ateşli bir şekilde inanan biri yapmıştı. Zamanının çoğunu daha yüksek toplumsal sınıfların, entelektüellerin ve sanatçıların arasında geçiren renkli bir kişilikti. Bir tür sinirsel çöküntünün 56 ardından bir süre akıl hastanesinde yattı. Sosyalist değildi fakat takipçilerinin çoğu böyle bilindiler. Toplumla ilgili derslerin sistemli bir biçimde tarih çalışarak çıkarılabileceğine inanıyordu ve tarih boyunca sınıf mücadelesinin öneminin farkındaydı. Her ne kadar Fransız devrimcilerinin amaçları “özgürlük, kardeşlik ve eşitlik” olsa da devrimin sonucu olarak zenginle fakir arasındaki uçurum iyice genişlediği için toplumdaki eşitliğin çok daha azaldığını görmüştü. Bu düşüncesini, endüstriyeller (işçiler) ile aylaklar (onların sırtından geçinen parazitler) arasında bölündüğünü düşündüğü toplum görüşüne yansıtmıştı. Saint-Simon krallar, soylular ve rahiplerden oluşan üst sınıfların, geçmişte belli işlevleri yerine getirdiğine fakat Sanayi Devriminin bu işlevleri geçersiz kıldığına inanıyordu. Toplumun büyümesinin anahtarı olduğuna inandığı büyük bilimsel ilerlemeleri sunduğundan dolayı kapitalizmi hoş karşılıyordu. Gerek Fourier gerekse Owen kapitalizmi ve Sanayi Devrimini, toplumu kötü yönde değiştiren bir musibet olarak görüyorlardı; onların ütopyaları, kırsal ve kolektif bir yaşam tarzını popüler hale getirme yönünde bir çabaydı. Buna karşılık Saint-Simon gerçekleşmekte olan teknolojik değişimleri hoş karşılıyordu ve bu değişimlerden faydalanmak istiyordu. Sıradan işçilere dair pek deneyimi olmadığı için onların toplumu yürütme yeteneğine sahip olmadığına inanıyordu ve gelecek önerisi, teknokrat seçkinlerin onların üstünde otorite sahibi olmasıydı. Teknokrasi, akıllı ve yaratıcı insanlardan oluşacaktı. Ölümünden sonra yandaşları çok sayıda fraksiyona bölündüler ve bazıları, işçileri çekebilmek için onun fikirlerini daha sosyalist bir hale getirmeye başladı: örneğin özel mülkiyetin miras kalmasının kaldırılmasını desteklediler. Seçkinciliğine rağmen Saint-Simon’un düşünceleri Marksizmin gelişiminde önemli bir adımdır, çünkü Saint-Simon, endüstriyel değişimin toplumu nasıl dönüştürdüğünü tam olarak kavrayan ve bunu, bütünsel tarihsel bakış açısının bir parçası olarak gören ilk kişiydi. Marx ve felsefe 57 Devrimciler ve anarşistler Marx, devrim zamanında yaşadı; Fransız devrimi (1789-99) Marx doğduğunda etkisini hâlâ sürdürüyordu ve bu, Avrupa tarihinin önemli bir dönemiydi. Devrimden sonra Fransız toplumu ve din radikal değişiklikler geçirdi ve bütün toplum yeniden yapılandı. Her ne kadar Marx’ın hayatı boyunca Fransa önce bir cumhuriyet olsa, sonra bir imparatorluk haline gelse ve nihayet monarşiye dönse de, aristokratlar çağının kapandığı ve artık dikkate alınması gereken politik gücün işçiler de dahil olmak üzere vatandaşlar olduğu açıktı. Marx devrimcilerin çalışmalarının çoğunu okudu ve Paris’te sürgündeyken onların birçoğuyla tanıştı. Marx, insanların devrime zorlanmaması gerektiğine ve devrimin zamanı gelince gerçekleşeceğine inandığı için, onlarla her zaman aynı görüşte olmuyordu. İşte bu inancı, aynı özgür sınıfsız toplum amacını taşımalarına rağmen, anarşistlerle ilişkisinde büyük bir sorundu. Anarşistler, kitlelerin yapacağı doğrudan eyleme ve hükümetin her biçiminin reddine inanıyorlardı. Louis Auguste Blanqui (1805-18) şiddet içeren devrime inanan Fransız bir devrimci ve radikaldi. Devrimci eylemlerinden dolayı ömrünün yarısını hapishanelerde geçirdi; Fransız devriminin sonuçlarından memnun değildi ve muhalefete rağmen toplumda değişim için çalışmayı sürdürdü. Marx’ın daha sonra biraz farklı bir biçimde kullanacağı “proletarya diktatörlüğü” terimini bulan oydu. Blanqui, profesyonel devrimciler işçiler adına harekete geçmeden gelecekteki devrimin asla gerçekleşmeyeceğine inanıyordu. Daha sonra ülkenin idaresini işçiler alacak ve yeni topluma giden yolda ilk adım olarak dini kaldıracaklardı. Marx, Blanqui’nin sahne arkasında gizlice çalışan seçkin devrimciler anlayışını kabul edemiyordu; toplumsal değişimlerin halkın genel isteği neticesinde ve kapitalist sisteminin çökmesinin doğal sonucu olarak gerçekleşeceğine inanıyordu. Pierre-Joseph Proudhon (1809–65) Fransız bir filozof ve iktisatçıydı ve kendisini anarşist olarak adlandıran ilk kişiydi. Az eğitimli bir dizgici ve gazeteciydi, fakat ailesinin kitaplara ödeyecek parası 58 yoktu. Yaşamının ilk dönemlerindeki bu yoksulluk, toprak sahibi zenginlerden nefret etmesine yol açtı. 1840’ta Mülkiyet Nedir? adlı kitabını yazmasının ardından Marx onunla yazışmaya başladı ve arkadaş oldular. Daha sonra Marx, Proudhon’un anarşizmini tasvip etmedi ve Proudhon’un Sefaletin Felsefesi kitabının bir eleştirisi olarak Felsefenin Sefaleti’ni yazarak ona sert eleştiriler yöneltti. Aralarındaki bu anlaşmazlık, Enternasyonalin bölünme nedenlerinden biriydi. Proudhon hem kapitalizmi hem de komünizmi reddediyordu ve karşılıkçılık (mutualizm) adını verdiği bir anarşizm biçimi icat etti. Bu düşüncesi, üretim araçlarının işçiler tarafından kontrol edilmesini ve faizsiz krediler verecek bir merkez bankasını kapsıyordu. İşçiler kooperatifler kuracak veya kendi hesaplarına çalışacaklar ve birbirleriyle özgürce ticaret yapacaklardı. Fabrikalar demokratik ilkelere dayalı işçi grupları tarafından yürütülecekti. Devlet ortadan kalkacak ve toplum bir “özgür komünler” federasyonu tarafından örgütlenecekti. Proudhon “mülkiyet hırsızlıktır” sözüyle ünlüdür. Bu slogan devrimci komünistler tarafından da kullanılmıştır, bu yüzden çoğu kez hatalı bir biçimde Marx’a mal edilir. Louis Blanc (1811-82) Fransız bir sosyalist ve politikacıydı. Toplumsal eşitliğin demokratik ve barışçıl araçlarla gerçekleşeceğine inanıyordu. Rekabetin toplumdaki en büyük kötülüklerden biri olduğunu düşünüp ücretlerin eşitlendiği ve işçilerin “sosyal atölyelerde” birleştiği bir toplum görmek istiyordu. Bu atölyeler sendikalar gibi bir şeydi. Britanya’ya sürülmüştü ve Marx gibi zamanının çoğunu İngiliz Kütüphanesi’nde okuyup yazarak geçiriyordu. Onun en iyi bilinen sözü olan, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre”, devrimci komünistler tarafından kullanılan bir başka slogandır ve yine çoğu kez hatalı bir biçimde Marx’a mal edilir. Mikhail Bakunin (1814-76) sonunda Marx’la ihtilafa düşen Rus anarşist liderdi. Marx gibi o da öğrenciyken felsefeyle ilgilenmişti; Hegel’i Rusçaya çevirip üniversitede onun altında çalışmak için Marx ve felsefe 59 ülkesinden ayrılıp Berlin’e gitmişti. 1844’te Paris’te Marx’la ve sonradan en yakın arkadaşlarından biri olan Proudhon’la tanıştı. Bakunin bir Slav ayaklanması başlatma çabasında oynadığı rolden ötürü hapse atıldı ve sonunda Sibirya’ya sürgün edildi. Japonya üzerinden ABD’ye kaçtı ve en sonunda Enternasyonale katıldı. Marx’la burada ihtilafa düştü: birbirlerine karşı kişisel bir nefret duyuyorlardı, ikisi de diğerinin kibirli olduğuna inanıyordu. Bakunin, Marx’ın sınıf sistemi analizine ve ekonomi kuramına katılabilirdi, fakat komünizmin yalnızca devrimle gerçekleşeceğine inanarak Marx’ın komünizm görüşüne tümüyle karşı çıkıyordu. Ona göre komünizm, yalnızca anarşizme giden yolda atılan ilk adım olabilirdi. Hegel ve Feuerbach’ın önemi Marx bir Almandı ve belli ki anavatanın filozoflarından etkilendi, fakat tarihin o döneminde Alman felsefesi tüm dünyaya yayılan köklü ve büyük bir geleneğe sahipti. Baskıcı ve otoriter Prusya rejimi her tür devrimci faaliyetin başını eziyordu, ama kahve ve barlarda yapılan konuşmaların önünü alamıyordu. Felsefe gelişti ve o dönemde felsefenin en ünlü ismi Georg Wilhelm Friedrich Hegel’di. Marx pek çok farklı filozof, düşünür ve sosyal reformcudan etkilenmişti, fakat içlerinde en önemlisi Hegel’di. Onun Marx üzerinde etkisi çok büyüktü. Lenin, önce Hegel’i okuyup anlamadan Kapital’in anlaşılmasının imkânsız olduğuna inanıyordu. Marx üniversiteye ilk girdiğinde Hegel’in fikirlerine direnmişti, fakat kısa süre sonra, ileride kendi fikirlerini geliştirdiğinde büyük kısmını reddedeceği Hegel’in felsefesine yönelmişti. Ne var ki hayatının sonlarına doğru, Hegel’in dehasına hâlâ çok şey borçlu olduğunu söylemiştir. GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) uygarlığın zihinsel gelişim sayesinde ilerlediğine inanan ve toplumsal tarihi bir dizi 60 çatışmanın veya “diyalektiğin” tarihi olarak gören bir Alman filozofuydu. Hegel’in felsefesini basit terimlerle anlatmak güçtür. Anlaşılması zordur ve gerçek dünyayla bağlantılı değildir. Marx, Hegel’in sözlerini çok mistik bulduğu ve yeterince akılcı görmediğinden, olağan düşünürler için birkaç sayfada Hegel’i anlaşılır ve rasyonel bir hale getirmeye niyetlendi, fakat bunu yapmak için hiç zamanı olmadı. Gerek Marx gerekse Engels, Hegel’in çalışmalarını boydan boya kapsayan tarihsel toplum perspektifinden etkilenmiştir. Hegel Lüteryen bir papaz olmak için bir teoloji yüksek okulunda okumuş ve en yakın arkadaşı olacak hayalperest şair Friedrich Hölderlin ile burada tanışmıştı. Hölderlin antik Yunan tutkunuydu ve Hegel’e onların felsefesini tanıttı. Hegel özel öğretmenlik yapmaya başladığında okuyup düşünmek için yeterince zaman buldu ve bu zamanını doğal dünyayı incelemeye harcayıp kendi felsefesini yazmaya başladı: Adam Smith ve diğer politik iktisatçıların çalışmalarını okuduğu için ilk çalışması serbest girişim, ekonomi ve emekle ilgili oldu. Marx’ın Hegel’in ilk çalışmasını okumuş olma ihtimali çok düşüktür, fakat ikisinin genç yaştaki düşüncelerinin gelişiminde tuhaf bir eşzamanlılık vardır: ikisi de şairlerle dostluk yapar ve edebiyatı severdi, fakat akıllarını, politik iktisatçıların çalışmalarına yoğunlaştırmışlardı. Hegel, geniş sınıflara felsefe öğretmeye yöneldi, bu yüzden felsefi düşüncenin anlaşılması için bilimsel bir biçim ya da şablon geliştirmeye başladı. Kendi içinde tamamlanmış olan ve her şeyi kapsayan büyük bir felsefe sistemi inşa etmeye çalışıyordu. Nihayet 1812’de başlayarak Mantık Bilimi üç cilt halinde basıldı. Hegel’in felsefi argümanları iki ana damardan oluşur. İlki, insan uygarlığının, ilahi bir müdahale yoluyla değil zihinsel ve ahlaki ilerleme yoluyla doğduğudur ve bu, insanoğlunun içinde mevcut olan bir tür akılsal ruha (evrensel akıl) bağlıdır. Tarih evrensel akıl tarafından yazılmış bir kitap ve insanlar da sadece yazılmış bu kitabın karakterleri gibidir. Bu o dönem insanlara çekici geldi: Marx ve felsefe 61 tarihi, planda her şeyin bir yerinin olduğu ve gelişigüzel ya da anlamsız olmayan tutarlı bir şeymiş gibi görebildiler. Uygarlık sabit bir sona doğru amaçlı bir ilerleyişti ve bu son da 1805’te Prusya toplumunda nihai haline ulaşmıştı. Genel bakış Bu hacimdeki bir kitapta, binlerce yıllık felsefe teorisini özetlemek çok zordur, fakat daha derin bir okuma yapmak isteyenler Felsefeyi Anlamak kitabıyla başlayabilirler. Argümanlarından ikincisi, diyalektiğin gelişimi yani değişimin iki karşıt hareket arasındaki çatışmanın sonucu olarak meydana geldiği fikridir. Hegel (spekülatif akıl olarak adlandırdığı) diyalektik felsefesinin, Aristotelesçi felsefenin mantıksal akıl yürütmesinden tümüyle farklı olduğunu görmüştü; her şeye uygulanamadığı ve basit terimlerle ifade edilemediği için Aristoteles’ten ayrılıyordu. Hegel şeylerin hakiki anlamlarını, ancak biz onları değişim sürecinin bir parçası olarak gördüğümüzde edinebileceğine ve “her şeyin kendi içinde çelişkiler barındırdığına” inanıyordu. Bu gelişmenin üç dinamik hareket aşamasından oluştuğunu düşünüyordu. Her ne kadar kendisi bu ifadeleri çok az kullanmış olsa da bu aşamalara kimi zaman tez, antitez ve sentez denilmektedir. Hegel’e göre gelişim şu şekilde meydana gelir: 1 Tez—orijinal fikir ya da biçim kurulur. Bu aynı zamanda “konum” olarak da bilinir. 2 Antitez—ikinci, çelişkili bakış açısı birincisiyle çelişir. Bu aynı zamanda “konumun olumsuzlanması” olarak da bilinir. 3 Sentez—iki zıt görüşün iç içe geçmesi gerçekleşir. “Olumsuzlamanın olumsuzlanması” meydana gelir fakat bir bütün oluştuğu için bir tasfiye olmaz. Bütün, tez ve antitezi 62 Üçümüz tekrar ne zaman bir araya geleceğiz? TEZ A NTİT E Z SE NT E Z aşarak biçimlenir, fakat yine de nihai biçiminin bir parçası olarak onları muhafaza eder. Hegel buna, kimi zaman kaldırma olarak çevrilen bir terimle “Aufhebung” adını verdi. Hegel’e göre fikirler çelişkiler yoluyla gelişir. Orijinal fikir, diğer deyişle tez kurulur fakat sonra antitezle çelişip onun tarafından reddedilir. En sonunda hem tezin hem de antitezin en iyi kısımları birleştirilebilir: buna sentez denir. Fikirlerin sentezi ilk iki aşamadan geçilmeden gerçekleşmez. Sentez, iki karşıt görüşün bileşiminden meydana geldiği için, ona da en sonunda karşı çıkılması veya reddedilmesi gerekir. Bunun ardından, tekrar çelişkiye düşülecek yeni bir fikir gelir. Genel bakış Marksist teorinin en önemli bölümlerinden biri, ekonomi ve toplumun doğası gereği istikrarsız olduğu, çünkü toplumun iki karşıt sınıfın sentezinden meydana geldiği fikridir. Marx ve felsefe 63 Hegel felsefesinde, fikirler çatışarak gelişmekte ve değişmektedir ve tarih, hatalarından ders çıkararak ilerleyen bir süreçtir. Bu, önceki materyalist filozofların inançlarına tersti: onlar insanı, asla etkileyemeyeceği bir makinenin dişlisi gibi görüyor ve her şeyin değişmez doğa yasalarını izlediğine inanıyorlardı. Marx daha sonra bu diyalektik fikrini alıp onu felsefi fikirler dünyası yerine toplum ve ekonominin gelişimine başarılı bir şekilde uyguladı. Hegel’in çalışmasında hakikatin kafası üstünde ters durduğunu, buna karşılık kendisinin fikirlerin maddi ekonomik dünyadan geliştiğini göstererek bu çalışmayı doğru bir şekilde ayakları üstüne oturttuğunu iddia ediyordu; diğer bir deyişle, insanın yaşadığı ve çalıştığı koşulların onun düşünme biçimini belirlediğini söylüyordu. Bu söylediği, bize bugün gayet açık görünüyor. LUDWIG ANDREAS FEUERBACH Ludwig Andreas Feuerbach (1804-72) Alman filozoftur, Hegel’in öğrencisidir ve Genç Hegelcilere katılmıştır. En ünlü çalışması olan Hıristiyanlığın Özü, dinin “insan aklının bir hayali” olduğunu ileri sürer, diğer bir deyişle insanoğlu, insani ideallerine ve deneyimlerine dayanarak hayali bir Tanrı yaratır. Feuerbach Tanrıyı insanoğlunun kendi içsel benliğinin bir izdüşümü olarak görür ve Tanrının her bir yönü—ahlak, aşk, kavrayış vb.—insan doğasının ihtiyaçlarına karşılık gelir. Bu bağlamda Tanrı insandan bağımsız veya onun üstünde değildir. Bu bakış açısı, bu bölümün önceki kısmında ele aldığımız Hegel’in evrensel akıl kuramının gelişiminden kaynaklanır. Marx ve Engels önceleri Feuerbach’ın kuramlarını heyecan verici buluyorlardı, fakat daha sonra Alman İdeolojisi ve Feuerbach Üzerine Tezler’de bunları reddettiler. Marx kendinden önce gelenlerden nasıl ayrılır? Hegel’in fikirleri önemliydi, fakat Marx onun yeterince ileri gitmediğini düşünüyordu. Hegel, uygarlığın Prusya 64 İmparatorluğunda son aşamasına ulaştığına ve daha fazla ilerlemesine ihtiyaç kalmadığına inanıyordu; Devletin toplumun en önemli parçası olduğuna inanıyordu. Prusya İmparatorluğundaki politik gelişmeleri ve dini görüşleri kabul ediyor, bu sebeple Devlet ile birey arasındaki herhangi bir çatışmada Devletin üstün gelmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun yanı sıra, insan bilincinin kendisini anlamaya ve özgürlüğe erişebileceğine dair daha aykırı bir görüşü de savunuyordu. Önceden gördüğümüz gibi Marx’ın felsefesini şekillendirmesinde tesirli olan Genç Hegelciler tarafından tartışılan şeyler işte bu bariz çelişkilerdi. Hegel, dini görüşler yüzünden insanların etraflarındaki dünyaya karşı yabancılaşma hissettiklerini, bunun da yalnızca öldükleri zaman yaşayabilecekleri ideal bir dünyada yaşamak için çabalayıp durmaları anlamına geldiğini söylemişti. Bauer ve Feuerbach dini eleştirmiş ve insanlara Tanrının kendi akıllarının bir ürünü olduğunu göstermeye çalışmışlardı, böylece kendini yabancılaşmış hissetmeye gerek kalmayacaktı. Hatta Feuerbach, Hegel’in evrensel akıl kavramının insanları yabancılaştırdığını ve felsefenin merkezinin insanın kendisinin olduğunu hissetmişti. Evrensel aklın, insanların içinde yaşadıkları koşulları değiştirebileceklerine inanmasını engelleyen bir kavram olduğunu görmüştü. Marx’ı bütün bu filozoflardan ayıran nokta, insanları yabancılaştıran şeyin “Tanrı” veya “Akıl” değil para olduğunu fark etmesiydi: “Para, insan emeğinin ve hayatının yabancılaşmış özüdür… insan ona taptıkça o insana hâkim olur.” İşte bunu fark ettikten sonra Marx, hayatını ekonomi ve onun toplumsal gelişmeyi nasıl etkilediğini araştırmaya adamaya karar vermiştir. Maddi dünyanın fikirler dünyasını nasıl etkilediğini araştırmanın bir yöntemi olarak tarihsel materyalizmi geliştirmesi de Hegel felsefesine duyduğu ilgiden gelir, fakat felsefesi aynı zamanda, büyük İngiliz politik iktisatçılarıyla ilgili çalışmalarından da etkilenmiştir. Marx ve felsefe 65 Politik iktisat Yazar ve tarihçi Thomas Carlyle, 1849 tarihli kölelik üzerine bir kitapçıkta, iktisadı “iç karartıcı bilim” olarak tarif etmiştir. Politik iktisat çalışmaları, Sanayi Devrimi esnasında oldukça yoğunlaşmaya başlamış ve bu konuda çok fazla şey yazılmıştır. Bu devrim esasen Britanya’da gerçekleştiği için büyük politik iktisatçıların çoğu İngiliz’di. Ticaret ve iş yapmanın toplumun yapısını etkileyen yeni biçimlerini analiz edip bunlar hakkında yorumlar yapıyorlardı. Nüfus üzerine Malthus’un ve kendine yardım üzerine Samuel Smiles’in çalışmaları gibi onların bazı yazıları, işgücüne kötü davranılmasının haklı gösterilmesine yönelik girişimlerdi. Genel bakış Samuel Smiles’in 1859’da yayınlanan Kendine Yardım kitabı Viktorya döneminin en çok satan kitapları arasındaydı. Bu kitap sıkı çalışmanın, azla yetinmenin ve azmin önemini vurgular ve yoksulluğun, bir bütün olarak toplumun değil bireyin kendisinin hatası olduğunu belirtir. Marx gazeteci olarak çalışmaya ve bağcıların ve Prusya köylülerinin sorunları hakkında yazmaya başladığında, pek fazla tanımadığı bir dünyanın pratik gerçekliklerini anlamak adına politik iktisatçıların çalışmalarını okumaya başlamıştı. Marx’ın ilgi duyduğu başlıca iki politik iktisatçı vardı. Adam Smith (1723-90) İskoçya’nın büyüyen sanayi merkezlerinden biri olan Glasgow’da yaşadı. İnsanın doğası hakkındaki görüşü, insanların “değiş tokuş ve takas” yapmak istemelerinin doğal olduğu yönündeydi ve bu nedenle, söz konusu ihtiyacın kapsanması anlamında kapitalist sistemin haklı gösterilebileceğine inanıyordu. Ekonomiye yapılan hükümet müdahalelerinin, şiddetle savunduğu ekonominin doğal dengesini bozacağını düşündüğü için zararlı olacağını tartıştığı Ulusların Zenginliği kitabını 1776’da 66 yazdı. Smith’in fikirleri, politik iktisadın ilerlemesinin önemli bir parçasıydı, çünkü o, kapitalistlerin kendilerine özgü bir sınıfa ait olduklarını fark eden ilk kişiydi. Bunun yanı sıra, bugün iktisat teorisinin önemli bir parçası olan arz ve talep fikirlerini de inceleyip tarif etti. David Ricardo (1772-1823) 1817’de Ekonomi Politiğin İlkeleri kitabını yazdı. İngiltere’ye göç etmiş İspanyol kökenli Yahudi bir ailedendi ve henüz 14 yaşında Londra Borsasında babasına eşlik ettiği için parasal işlemlerde çok büyük deneyime sahipti. Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabını okuyana kadar iktisat kuramıyla hiç ilgilenmemişti. Bu kitap ona kendi kuramı üzerine çalışmaya ve bu konuda yazmaya başlamak için ilham verdi. İlgilendiği konulardan biri metaların değeriydi ve Marx daha sonra onun kuramını emek değer kuramı olarak geliştirdi. (Bu konu hakkında 4. Bölümde daha çok ayrıntı bulabilirsiniz.) Ricardo kapitalist toplumu doğal bir şey olarak görüyordu, fakat toplumda kârın bölüşümü üzerine bir sınıf mücadelesinin olacağını da tespit etmişti. Engels’in rolü neydi? Engels’in Karl Marx’ın hayatında önemli bir kişilik olduğuna hiç şüphe yoktur. Marx bir mektubunda ona, “Her şeyi, tüm bunların mümkün olmasını sana borçluyum” diye yazmıştı. Zengin bir imalatçının oğlu olan Engels, Marx ailesini mali olarak destekleyebiliyor ve böylece Marx’ın kendi araştırmalarına ve yazılarına devam etmesine imkân sağlıyordu. Fakat Marx’ın felsefesini biçimlendirmede Engels’in oynadığı rol üzerine büyük bir akademik tartışma vardır. Marx’ın hayatı boyunca yayınladığı çalışmaların bütününe Engels’in tam olarak ne kadar katkıda bulunduğunu bilmemiz çok zordur. Marx, Engels’le Paris’te tanıştı ve büyük bir dostluk ve ortak yazarlık ilişkisi kurdular. Kutsal Aile’yi birlikte yazmaya başladılar. Bu kitap, sınıf mücadelesini inceleyen bir broşür olarak Marx ve felsefe 67 planlanmıştı, fakat sonunda 300 sayfalık bir kitap haline geldi. Engels toplamda kitabın sadece 15 sayfasını kaleme almıştı. İşbirliği yaptıkları diğer çalışmalar mevcut Alman felsefesinin eleştirisi olan Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto’ydu. Yine belgelenmiş olan kanıtlardan biliyoruz ki bu çalışmalara en büyük katkıyı Marx yapmıştır. Marx’ın kendi araştırmalarını yapmakla çok meşgul olduğu zamanlarda gazete makalelerini onun adına Engels’in yazdığı iddia edilir. Aynı zamanda çevirmen ve Marx, yabancı işçi liderleriyle buluştuğunda tercüman olarak da ona yardımcı olmuştur. Engels babasının Manchester’daki tekstil imalathanesinde bizzat deneyim kazandığı için daha çok bilim, iş hayatı ve sanayi faaliyetleri üzerine yazıyordu. Ayrıca savaş ve milliyetçilik meseleleri üzerine yazmada da uzmandı. Engels’in, Marx öldüğünde ardında bıraktığı yarım kalmış elyazmaları ve notlardan Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini tamamladığı bilinir. Marx el yazısının çok okunaksız olmasıyla ve dağınıklığıyla meşhurdu, bu yüzden çalışma heveslisi ve becerikli Engels’in kalan her şeyi düzenleyebilmesi büyük bir şanstı. Orijinal elyazmalarını ne kadar değiştirdiği veya Marx’ın çalışmalarına kendi yorumunu ne kadar kattığı ise şüpheye açıktır. Marx öldükten sonra Engels komünizm üzerine bilirkişi gibi bir konum kazandı ve bu fikrin bütün yandaşlarını doğru yolda tutmaya çalıştı. Marx’ın yazdığı veya söylediği her şeyin yorumcusu haline geldi ve 1895 yılında hayata veda edene kadar muazzam miktarda yazışma yaptı. 68 BUNLARI UNUTMAYIN • Marx hem filozof hem de iktisatçıydı, fakat o, felsefenin dünyanın durumunu değiştirmeye yeterli olmadığına inanıyordu. • Antik Yunan’a kadar geri giderek felsefe çalıştı. • Filozoflar dünyayı ya idealist ya da materyalist açıdan görürler. • Marx materyalistti ve Hegel, Bauer ve Feuerbach’ın fikirlerinden gelişmişti. • İngiliz politik iktisatçıların çalışmalarından da büyük oranda etkilenmişti. • Devrimcilerle, anarşistlerle ve Ütopik Sosyalistlerle bazı ilişkileri oldu, fakat onların kuramlarının çoğuna katılmadı. • Felsefenin gelişimine yaptığı temel katkı, maddi dünya ile fikirler dünyası arasındaki ilişkiyi incelemenin bir yöntemi olarak tarihsel materyalizmdi. • Friedrich Engels, Karl Marx’ın hayatında önemli bir kişidir, fakat akademisyenler onun Marx’ın felsefesine ne kadar katkıda bulunduğu konusunda fikir birliği içinde olmamışlardır. Marx ve felsefe 69 70 4 Ekonomi kuramı Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • • • • • • Marx’ın kapitalizme ilişkin ekonomik analizi tarihsel materyalizmle ekonomi arasındaki ilişki emek, emek gücü ve işbölümü hakkında kilit olgular meta, para ve sermaye kâr ve artı değeri Marx’ın neden kapitalizmin krizde olduğuna inandığı Marx’ın ekonomi üzerine başlıca çalışması, yazılması yıllar alan Kapital’di. Marx genelde, kitabı bitirmeden önce göz önünde bulundurması gereken son bir şey kaldığına inanıyor, bu da çoğu kez yayıncısını perişan ediyordu. Marx ekonomi çalışmalarıyla gazetecilik döneminde ilgilenmeye başladı. Köylülerin kötü durumu ve Avrupa’daki politik huzursuzluklar hakkında yazarken, Adam Smith ve David Ricardo gibi politik iktisatçıların yazılarını ciddi bir şekilde incelemeye başladı. O zamana kadar öğrenimi, filozofların fikirleri etrafında temellenmişti. Kapital, hem politik iktisat hem de İngiliz Hükümetinin fabrika ve nüfus istatistiklerini kaydettiği Mavi Kitaplar üzerinde uzun ve sistemli bir çalışmanın son ürünüydü. Mavi Kitaplar Marx’a, görüşlerini örneklerle açıklamak için birinci elden kanıtlar sunuyordu. Kapital üzerine çalışması aslında 1857’de, şimdilerde Grundrisse olarak adlandırılan bir belgeyle başladı. Grundrisse sözcüğü, Ekonomi kuramı 71 “temeller” veya “esaslar” sözcüğünün Almancasıdır ve orijinal belge, politik iktisadın belli başlı temellerinin bir incelemesidir. Orijinal belge, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve Kapital’e hazırlık için alınan notlardan oluşur ve basılma amacıyla yazılmamıştır. Esasında bitmiş kitabın ilk ve kaba taslağıydı. Bu notlarla Kapital’in sonunda yayınlanması arasında on yıl süren sıkı bir çalışma vardır. Hemen hemen aynı dönemler Marx, ekonomi ve iktisat kuramı üzerine, her biri son çalışmaya doğru bir sıçrama tahtası işlevi gören başka eserler de kaleme almıştı. • 1845-46—Alman İdeolojisi. Bu kitap, ölümünden önce yayınlanmamıştır ve Engels’le işbirliğinin ürünüdür. Materyalist tarih görüşü kuramını belirttiği için ve dahası, kapitalist bir dünyadaki yabancılaşmayı tartıştığı için önemlidir. • 1859—Ekonomi Politiğin Eleştirisi. Esasen tarihsel materyalizm kuramını özetlediği önsözünden ötürü önemli olan, ekonomi üzerine kısa bir eserdir. • 1861-63—Artı Değer Teorileri (Kimi zaman Kapital’in 4. cildi olarak da bilinir). Bu çalışma 23 büyük defterden oluşur ve 1906-08’e kadar basılmamıştır. Esasen Kapital için alınan notlardır ve iktisat kuramının tarihsel bakış açısıyla ilgilenir. Akademik çevrelerde kendi başına bir Marksist iktisat dalı gelişmiş ve Marx’ın kuramları kimi zaman rağbet görmüş kimi zaman gözden düşmüştür. Marx’ın ekonomi kuramları farklı şekillerde yorumlanabilir: Kuramlarını geliştirdikçe görüşleri kısmen değişime uğramıştır ve yabancı dillerdeki basımlar birbirlerinden biraz farklılaşır. Engels, Marx’ın çalışmalarının çoğunu İngilizceye çevirdi ve genel okur kitlesi için basitleştirdi. İşte bu noktada pek çok tartışma vardır. Kapital’in üç cildi vardır (ya da bazılarının yaptığı gibi, bir bütünün parçası olarak sayarsanız Marx’ın notlarından oluşan Artı Değer Teorileri ile birlikte dört). Bunun yanı sıra çok sayıda henüz basılmamış, notlardan oluşan kitabı da vardır. İlk ciltte Marx, kapitalist ekonominin aldığı biçimi inceler ve ekonomi kuramını ayrıntılarıyla açıklar. İlk dokuz bölüm ekonomi kuramının açıklamasıyla ilgilidir; kitabın diğer bölümleri, 72 kapitalistlerin işçileri nasıl sömürdüğünü gösteren kanıtları inceler. Kapital’in 2. ve 3. ciltleri Engels tarafından kaleme alınmış ve onun tarafından yayınlanmıştır, fakat Marx’ın ölmeden önce bıraktığı notlara dayanır. Kapital’in 2. cildi temel olarak paranın nasıl sermayeye dönüştüğünü ve sermaye ile kârın dolaşımının nasıl bir araya gelerek bir ekonomik sistem biçimlendirdiğini ele alır. Üçüncü cilt bir bütün olarak kapitalist üretimi ve rekabetin ekonomide oynaması gereken rolü ele alır. İlk cilt, akademi dışı okur için en ilginç olan cilttir. İkinci ve üçüncü ciltler daha kurudur ve daha çok politik iktisatla tarihsel materyalizm hakkında derin ve kuramsal bilgiye ilgi duyan okurlara hitap eder. Alandan olmayanlar için en ilginç cilt olmasına rağmen, birinci cildin okunması hiç de kolay değildir. Özellikle de günümüzde pek çok kişi Marx’ın kullandığı edebi göndermelerin çoğunu anlayamaz; Marx, o dönemlerde okuduğu kitaplarla ilgili kelime oyunları yapmayı ve onları ima etmeyi oldukça severdi. Ayrıca bir kitabı açıp neredeyse yüzde ellisinin minicik harflerle yazılmış dipnotlardan oluştuğunu görmek de oldukça rahatsız edicidir (Marx’ın ne söylemek istedikleriyle gerçekten ilgilenenler için birinci cilt okumaya değer ve dipnotlar da bu cildin en ilginç bölümlerindendir). Neyse ki uzun süreli bir okumaya zamanı olmayanlar için, Marx’ın iktisat kuramını açıklayan başka iki çalışması daha vardır. Bu çalışmalar, Marx’ın işçi birliklerinde verdiği derslere dayanarak hazırladığı kitapçıklardır. O nedenle burada çok daha basit terimlerle ifade etmiş olmakla birlikte, kuramını ayrıntılarıyla açıklamayı başarmıştır. Bu çalışmalar şunlardır: • Ücretli Emek ve Sermaye – 1847’de verilen derslere dayanır ve nihayet 1849’da basılmıştır. • Değer, Fiyat ve Kâr – 1847’de verilen derslere dayanır ve Marx’ın ölümünden önce keşfedilmemiştir. Ne var ki Kapital, yalnızca ekonomi üzerine bir kitap değildir. Tersine, tarih, toplum ve ekonominin bir karışımıdır; Marx Ekonomi kuramı 73 ekonomiyle, Adam Smith veya David Ricardo’nun kendi politik iktisat incelemelerinde yaptıkları gibi, sadece pazar fiyatlarını öngörmenin bir yolu olarak ilgilenmemiştir. Marx daha çok ekonominin konseptiyle ve ekonomi ile toplum arasındaki ilişkiyle ilgileniyordu. Kapitalist toplumu tarif etmeyi, bu toplumu neyin biçimlendirdiğini anlamayı, nasıl çalıştığını görmeyi ve kendi iç çelişkileri ya da diyalektikleri tarafından nasıl gelişeceğini veya yıkılacağını öngörebilmeyi istiyordu. Diyalektik materyalizm, tarihsel materyalizm ve ekonomi Diyalektik materyalizm genellikle Marx’la ve Marksist düşünceyle bağlantılı olarak kullanılan bir terimdir, fakat Marx’ın kendisinin kullandığı bir ifade değildir. Genel bakış Herhangi bir bilginin kaynağını incelemek ve Marx’ın gerçekten söylediği şeylerle bunlara dair yorumları birbirinden ayırmak her zaman önemlidir. Bu terim Marksist kurama büyük olasılıkla Rus sosyalist Georgi Plehanov’un yazıları aracılığıyla girmiş ve Lenin yönetimi altında Sovyetler Birliği’nde popülerleşmiştir. Diyalektik materyalizm, felsefi terimler olan diyalektik ile materyalizmin sentezidir. Diyalektik, filozoflar tarafından genelde farklı biçimlerde kullanılmıştır, fakat çoğu çatışmanın veya çelişkinin herhangi bir diyalektik sürecin gelişiminin bir parçası olduğunu kabul eder. Son bölümde Marx’ın Hegel’den ve Hegel’in diyalektik yorumundan büyük ölçüde etkilendiğini görmüştük: tezin her zaman antitezle çeliştiğine fakat nihai olarak Aufhebung ya da kaldırmaya doğru geliştiğine dair felsefi inanç. Hegel’in diyalektik görüşü, insanlık tarihinin ve düşüncesinin büyümesini ve gelişimini 74 açıklama girişimiydi; tarihsel gelişimin merkezinde ruhun olduğuna inanan felsefesi idealistti. Marx, diyalektiğin materyalist yorumunu aldı. Soyut felsefi kuramlar yerine hayatın gerçek, maddi çelişkilerine yoğunlaştı ve buradan, tarihin sınıflar mücadelesinin ürünü olduğu görüşünü geliştirdi. Marx, kuramını tarif etmek için “tarihin materyalist anlayışı” ifadesini kullandı ve Engels bu ifadeyi “tarihsel materyalizm” olarak kısalttı. Marx, kapitalizmi Hegel’in gördüğü gibi tarihsel gelişim sürecinin sonu ya da Adam Smith’in gördüğü biçimde insanların “değiş tokuş ve takas” yapma arzularının doğal sonucu olarak değil de tarihin ilerleyişinin geçici bir aşaması olarak gördü. Kendi çöküşüne neden olacak iç çelişkilerinden dolayı toplumun geçici bir durumuydu. Tarihe ve onun ekonomiyle ilişkisine dair bu materyalist bakış, Marksist düşüncenin önemli bir parçasıdır, çünkü kapitalist ekonominin sadece bir aşırı uçtan diğerine salınarak gelişebileceği ve içinde barındırdığı çelişkiler sonucunda nihai olarak çökeceği fikri diyalektik bakış açısına özgüdür. Dünyaya dair diyalektik bakışa göre her şey birbirine bağlıdır, toplum ve ekonomi de sürekli hareket ve değişim süreci içindedir. Kapital’i yazarken Marx’ın anlamaya ve açıklamaya çalıştığı şey işte buydu. Kapitalist ekonomi Kapital’de Marx, Avrupa’da feodalizmden geliştiğini gördüğü kapitalist sistemi tarif etmiştir. Marx’ın yazdığı dönemde, Avrupa’daki Sanayi Devrimi insanların yaşama ve çalışma biçimlerini kapitalist bir hale dönüştürüyordu. Her ne kadar kapitalist sanayi ve fabrika sistemi başta Britanya ve Fransa olmak üzere Avrupa’daki birkaç ülkede çok önemli olsa da, Avrupa’nın büyük bölümünün ve dünyanın geri kalan kısmının o tarihte henüz yarı feodal bir şekilde yaşadığını hatırlamamız önemlidir. Bugün kapitalist teknoloji, sanayi ve ekonomi, Marx’ın yazılarında öngördüğü gibi dünya çapında bir olgudur. Ekonomi kuramı 75 Marx’ın dünya ekonomisine dair tarihsel ve materyalist görüşü, ekonomi ve toplumun o güne kadarki gelişiminin kapitalizm de içinde dört ana aşamadan geçtiğini belirtir: • İlkel komünizm – Bu, doğanın sunduğu yiyecek ve hammaddelerden yararlanmak için insanların işbirliği içinde çalışmak zorunda olduğu ilkel avcı ve toplayıcılardan oluşan bir toplum türüdür. Marx bu toplumsal biçimi sınıfsız olarak görmüştür. • Köleci toplum – Bu toplum, genellikle savaşların sonucu olarak bazı insanların diğerleri üzerinde güç kazandığı ve dolayısıyla çalışanlardan ve özgür olmayanlardan oluşan bir alt sınıfla onları sömürenlerden oluşan bir üst sınıfın var olduğu bir toplumdur. • Feodalizm – Feodalizmde toprak, ülkenin yöneticisini desteklemek karşılığında soylular arasında bölüşülür. En üstte kraliyetten başlayarak aşağıya doğru soylular, ruhban, tüccarlar, esnaf loncası ve serfler olarak inen sıkı bir sınıf hiyerarşisi vardır. Serfler kendi toprakları üzerinde bazı haklara sahiptir, fakat emeklerinin çoğu lorda aittir ve soylulara ve Kiliseye vergi ödemek zorundadırlar. • Kapitalizm – Bu, Fransız Devriminden sonra gelişmiş ve iki ana sınıftan oluşan bir toplum biçimidir: burjuvazi ve proletarya. Bu sınıflar 6. Bölümde ayrıntılarıyla açıklanacaktır fakat temelde burjuvalar, zengin ve orta sınıflardır ve proletarya da işçilerdir. Bu ayrıca, üretim araçlarının çoğunlukla özel mülkiyette olduğu ve sermayenin kâr elde etmek üzere mal ve hizmetlere yatırıldığı bir ekonomik sistemdir. Bugün Batı dünyasında egemen olan ekonomik sistemdir, fakat Marx’ın yazdığı dönemde, Avrupa’daki Sanayi Devriminin sonucu olarak yayılmaya daha yeni başlıyordu. Kapitalizm sözcüğü Marksistler tarafından kullanılmaya başlandı ve popülerleştirildi. Marx’a atfedilen pek çok terim gibi bunu da kendisi kullanmamıştır. Genellikle Marx, ekonomik bağlamda konuşurken “kapitalist üretim tarzı” ya da daha toplumsal yönleri tarif ederken “burjuva toplumu” ifadesini kullanırdı. 76 Marx için kapitalist üretim tarzının başlangıç tarihi, on sekizinci yüzyılın son üçte birlik bölümüdür, çünkü bu dönemde endüstriyel gelişmeler imalatta fabrika sistemine yol açmıştı. Bundan önce, tüccarların ticaretine ve altın veya değerli metaller biçiminde zenginlik birikimine dayalı bir ticaret ekonomisi vardı. Tarım sistemi de değişiyordu. Britanya’daki “Çitle Çevirme Eylemleri”, ortak toprakların özel mülkiyete geçmesi anlamına geliyordu. Serfler, ortak topraklar üzerinde bazı haklara sahip olarak feodal lordun topraklarında yaşamlarını sürdürmeye yetecek bir geçim düzeyinde yaşamak yerine, açık pazarlarda satılmak üzere para getiren ekinler yetiştirmeye başladılar. Feodal sistemde emekçiler, hiç hakları olmadan toprak parçalarına bağlıydı. Bu yüzden artı ürün toprak sahibi aristokrat sınıfın mülkiyeti haline gelirdi. Kapitalist sistemin farklı bir ekonomik yapısı vardı, çünkü ürünler elde edilmeden önce gereken pahalı makinelere ve fabrikalara dayanıyordu. Sadece yatıracak parası olanlar bunlara sahip olmak için gereken parayı karşılayabiliyordu: Kapitalizm benzersizdir çünkü: • Kapitalizm altında insan emek gücü alınıp satılabilen bir meta haline gelmiştir. • Kapitalizm altında bütün üretim meta üretimidir. Meta Klasik iktisatçı Adam Smith metayı, pazarda satılmak için üretilen ürün olarak tanımladı. Para gibi meta da kapitalizmden önce vardı. Ne var ki kapitalizm altında ekonomi, kapitalizm öncesi toplumlarda olmayan bir biçimde meta üretimi tarafından belirlenir. Feodal veya köleci toplumlarda insanlar genelde ihtiyaç duydukları bir şeyi sağlamak için meta değiş tokuşu yapardı ve eğer kullanılıyorsa para, bu işlemin sadece bir ara evresiydi. Marx bu finansal döngüyü M-P-M olarak gösterdi; “M” meta, “P” de paradır. Üretici metayı para için satıp bu parayı ihtiyaç duyduğu başka bir metayı almak üzere kullanacaktır. Ekonomi kuramı 77 Kapitalizmde bu döngü biraz daha karmaşıktır ve P-M-P olarak gösterilebilir. Bu durumda para, kapitalist tarafından, ileride daha fazla para karşılığında değiştirilecek meta üretmek için yatırılır. Kapitalizmde son para miktarı, yatırılan ilk para miktarından daha büyüktür ve aradaki fark da kâr veya Marx’ın adlandırdığı şekliyle “artı değer”dir. Artı değer kuramı Kâr ve artı değer, Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçıların çalışmalarında kullanılan terimlerdi fakat sorgusuz sualsiz kabul edilmiş ve onlar tarafından ayrıntılarıyla incelenmiş terimler değildi. Görünürde, bir şeyi onun için ödediğinizden daha fazlasına satarsanız kâr edersiniz fakat bir şeyi başka bir şeyden daha değerli yapan nedir, buna kim ve nasıl karar verir? Marx, o zamanın iktisatçılarının kafasını karıştıran şu soruyu araştırmak istiyordu: artı değer nereden gelir? Bunu anlamak için, feodal ekonominin işleyiş biçimi olduğuna inandığı şeyle kapitalist üretim tarzı altındaki ekonominin işleyişini karşılaştırdı. Feodal sistemde toprak sahibi, ücretsiz çalışma veya kira ya da ikisinin birden karşılığında işçilerin toprağı ekip biçmelerine izin veriyordu. İlgili herkes için, artı ürünü toprak sahibinin alacağı açıktı. Kapitalizm altında bu olgu saklıdır. İşçiler, kendilerine en yüksek ücret veren kişiye emek güçlerini satmak konusunda özgür gibi görünürler. Bir günlük çalışma karşılığında adil bir günlük ücret alıyor gibi görünürler, fakat Marx’a göre işçiler sömürülmektedir. Bu sömürü, işçilerin ürettiği artıdan kapitalistlerin kazanç sağlamasına imkân veren ücretler tarafından gizlenmiştir. Bu artı değer kuramını geliştirmesi Marx’ın yıllarını almıştır. Bir kişinin emeğinin ya da çalışmasının gerçek değerinin ne olduğuna ve mallarla nasıl değiş tokuş edildiğine dayanan bu anlayış zor bir anlayıştır. Bunu açıklamak için, kapitalist ekonominin işleyiş biçimi hakkında ayrıntılara girmek gerekir. Marx’ın yaptığı gibi emek değer kuramıyla başlayıp ekonominin temellerine geri giderek çok daha kolay anlaşılır. 78 EMEK DEĞER TEORİSİ Kapitalizmde bütün ürünler metadır. Marx’a göre metaların iki farklı değer biçimi vardır: • Kullanım değeri – Bu, bir metanın, tüketicinin ihtiyaçlarını karşılayan “yararlılık” değeri olduğu anlamına gelir. Örneğin ayakkabı ayağınızı korur, şeker yiyecekleri tatlandırır vb. • Değişim değeri – Bu, farklı metaların farklı değerleri arasındaki ilişkiye işaret eder; bir meta herhangi bir diğer metanın başka bir miktarına eşittir. Örneğin bir fıçı şarap 10 fıçı balık, 50 kilo şeker veya on çift ayakkabı değerinde olabilir. Kullanım değerleri pazarlara veya başka herhangi bir değiş tokuş sistemine bağlı değildir: şeker tatlandırıcı olarak her zaman yararlı olacaktır. Değişim değeri pazar kuvvetlerine bağlıdır. Bir fıçı şarap, bir hafta dokuz fıçı balık değerindeyken diğer hafta 11 fıçı balık değerinde olabilir. Kapitalistin nasıl kâr ettiğini anlamak için Marx’ın her şeyden önce malların birbirleriyle değiş tokuşlarındaki oranları anlayıp açıklaması gerekiyordu. On çift ayakkabıyı bir fıçı şarap değerinde yapan şey nedir? Marx değişim değerini belirleyen şeyin ürünü yapmak için harcanan emek miktarı olduğuna inanıyordu. Herhangi bir metaya kullanım değeri vermek için ona emeğin uygulanması gerekiyordu: birinin balıkları tutması, onları tuzlayıp bir fıçıya doldurması gerekir; bir ayakkabı tamircisinin deri alıp onunla ayakkabıyı tamir etmesi gerekir. Marx’ın somut emek dediği şey işte budur. Her farklı metaya farklı miktarda somut emek harcanması gerekir: ayakkabıları yapmak on saat alabilir ya da bir fıçı dolusu balığı yakalayıp tuzlamak beş saat sürebilir. Metaların değiş tokuş edilmesi gerektiği için, bir tür ortak değerin, birbirlerine göre değerlerinin ne olduğunu hesaplamanın bir yolunun olması gerekir. Marx metalarda ortak olan şeye “değer” dedi. Değer metaların içindedir çünkü metaların hepsi insan emeğinin ürünleridir. O halde malların değişim değeri, bitmiş Ekonomi kuramı 79 ürünü yapmak için harcanan emek miktarıyla hesaplanabilir. Eğer bir ayakkabı tamircisi bir çift ayakkabı yapmak için on saat harcıyorsa ve bir balıkçının bir fıçı dolusu balık toplaması beş saat alıyorsa, o halde adil değişim oranı iki fıçı balığa karşı bir çift ayakkabı olacaktır. Genel bakış Marx moda konseptini veya daha modern kaygılar olan tasarımcı imzasını, hoşluğu ve tüketici arzusunun estetik yönlerini, bu değer konsepti içinde hesaba katmaz. Bu, hammaddelerin maliyetini, çalışmanın zorluğunu veya işçinin becerisini hesaba katmayan oldukça basit bir kuramdır. Sözgelimi bir ayakkabı tamircisi çırağının bir çift ayakkabı yapması 20 saat alabilir, fakat bu olgu ayakkabıyı daha değerli yapmaz. Emek değer teorisi, bir ürünü yapmak için ortalama ne kadar emek gerektiğine veya Marx’ın deyişiyle “toplumsal olarak gerekli” emek zamana bağlıdır. 80 PARA VE SERMAYE Kapitalist ekonomide mallar genellikle bu şekilde takas ya da değiş tokuş edilmez. Dükkân veya marketlerde ürün satın almak için parayı kullanırız. Para, malların değerini temsil eder ve kullanışlı bir değişim aracıdır. Para, kapitalizmden önce var olan toplumlarda belirmişti, bununla birlikte her para sermaye değildir. Sermaye, daha fazla para kazanmak için dolaşıma sokulan paradır. Marksist terimlerle söylemek gerekirse sermaye, artı değer olarak biriken paradır. Marx, kapitalistin bu artı değeri nasıl çıkardığı üzerine kafa patlatmıştır; diğer deyişle bir kapitalistin kâr etme araçları nedir? Emek de bir meta ise, o halde diğer metalar gibi kendi değerine uygun olarak değiştirilmelidir. Bir işçiyi bir gün için çalıştıran bir kapitalist, ona bir günlük emeğin ortalama karşılığını ödemelidir; bu da bir günlük emeğin maliyetini o ürünü üretmenin maliyetine ekleyecektir. Emeğin değişim değeri teorisini takip edersek, kapitalist metayı sadece, onu üretmek için kullanılan emeğin değerine karşılık gelen değişim oranında satabilir veya değiştirebilir. Buna göre kapitalistin kâr etmesi imkânsız gibi görünür, peki o zaman bunu nasıl yapıyor? Marx, kendinden önceki pek çok iktisatçının kafa patlattığı bu problemi çözmeyi başardı. Yanıt, emekle emek gücü arasındaki farkta yatar. EMEK VE EMEK GÜCÜ Bir meta imalatçısı bir zaman süresi içinde mallar üretebilmek için işçiden kas gücünü, kuvvetini ve becerisini satın almak zorundadır. İşte bu emek gücüdür. Emek gücü, değer içeren bir metadır. Eğer bir metanın değeri, onu üretmek için harcanan emek miktarı kadarsa, emek gücünün değeri ne kadardır? Emek gücü işçinin kuvveti ve becerisi olduğuna göre değeri de, işçiyi belli bir zaman boyunca çalışabilecek durumda tutmak için gereken yiyecek, barınma, giyim vb. şeylerin değeri kadar olmalıdır. Emek yapılan asıl çalışmadır—hammaddelere değer ekleyen faaliyet. Ekonomi kuramı 81 Kapitalist bir işçiyi kiraladığında, işçinin emek gücü, sonunda kapitaliste ait olan emek haline gelir. İşçiye emek gücü karşılığında saatlik bir para ödenir fakat aslında onun verdiği şey emektir. İşçinin emek gücü karşılığında aldığı ücretin değeriyle emeği tarafından yaratılmış olan değer arasında bir fark vardır. İşte bu fark, kapitaliste ait olan artı değerdir. ARTI DEĞER Sonunda Marx’ın keşfini açıklayacağımız noktaya geldik: kapitalist, işçilerinden nasıl kâr elde eder? Kapitalist, işçiye bir günlük emek gücü karşılığında ödeme yapar ve işçi emek gücüne karşılık, kapitalistin onun emeğinden ne kadar kâr ettiğinden bağımsız olarak her zaman sabit bir miktar aldığı için kapitalist zenginlik kazanır. Bu, bir örnekle çok daha kolay anlaşılacaktır. Eğer bir işçinin bir gün hayatta kalmasının maliyeti 10 sterlin ise ve çalışma günü de on saat ise, o halde on saatlik emeğin değişim değeri 10 sterlindir. Bir fabrikada bir işçi sekiz saat içinde hammaddelerin değerine 10 sterlin ekleyebilir. İşçi ücretini sekiz saat içinde kazanmış olur fakat kapitalist, on saatlik emek gücü satın almıştır, bu yüzden işçinin gününün son iki saatinden kâr elde edebilir. Bu kâr, fabrikadaki işçi sayısıyla çarpılır. Gerçekte kapitalist, işçinin emek gücünün kullanım değerini almış fakat karşılığında yalnızca değişim değeri ödemiştir; işçi, kendi emeğiyle gerçekte yarattığı değerden daha düşük değerde bir ücret almaktadır. Bu yalnızca, kapitalist ekonomik sistemin tarihteki benzersizliği sayesinde oluşabilmektedir: tarihsel ve toplumsal bir kaza sonucu “üretim araçları” tek bir sınıfın, burjuva kapitalistlerin eline geçmiştir. Bu durum kapitalistlere, yaşamak için serbest piyasada emeğini satmaya adeta zorlanan işçiler karşısında avantaj sağlamıştır. İşçilerin diğer tek alternatifleri açlıktan ölmektir. Her toplumda yaşamak için insanların bir çalışma yapması gerekmiştir, fakat yalnızca kapitalizmde bir sınıf artı değere bu şekilde el koyar. Uzun dönemde bunun, iş gününün uzunluğuyla da önemli bir bağlantısı olacaktır. 82 Marx iş gününün ikiye bölündüğünü gördü: • Gerekli emek – işçinin, ücret olarak ödenen miktarı kazanmak için gerçekte harcadığı zaman. Her toplumda işçi, ihtiyaç duyduğu yiyeceği, giyimi ve barınmayı sağlamak için belli bir süre için emeğini vermek zorundadır. Ancak bunun gerektirdiği zaman miktarı, işinde ona yardım etmeye uygun olan teknolojiye göre değişir. • Artı emek – kapitaliste artı değer üretmek için harcanan zaman. Kapitalist bu artı değeri şu şekillerde artırabilir: • iş gününü uzatarak • iş yerinde verimliliği artırarak; böylece işçi, ücretinin maliyetini daha kısa zamanda çıkarıp günün geriye kalan daha büyük kısmını artı değer üretmeye ayırır. Kâr ve işbölümü Kapitalizmin başlıca itici kuvveti kârdır. Kapitalistin işçilerinden kazandığı artı değerin hepsi kâr değildir, çünkü kapitalist makinelere, eğitime vb. para ödemek zorundadır. Kapitalistin elde ettiği kâr oranı değişkendir ve o her zaman bu oranı iyileştirmenin yollarını arar. Kapitalist sistem, işbölümü olarak adlandırılan bir çalışma biçimini kullandığı için geçmiş üretim yöntemlerinden farklılaşır. İşbölümü işyerinde, üretim sürecini bir dizi tekrarlanan görevlere bölen seri üretim sistemini kullanmak demektir. Eski dostumuz ayakkabı tamircisi, bir çift ayakkabıyı bitirene kadar deriyi her işlemden kendisi geçiriyordu. Bir fabrikada çok sayıda farklı evrede çalışmayı makineler yapar. Bir makine deriyi keser, diğeri diker, biri biçimlendirir vb. Bu, kapitalistin kârını iyileştirir: • Bir işçi çok sayıda diğer işçinin çalışmasını yapabilir. Bu, çalışma yeri için rekabeti artırır, böylece ücretler düşer. Ekonomi kuramı 83 • Bu, çalışmayı basit ve beceri gerektirmeyen bir hale getirir, böylece uzun süreli çıraklığa veya eğitime ihtiyaç kalmaz. • Küçük çaplı kapitalistler, büyük çaplı imalatçıların düşük fiyatlarıyla rekabet edemedikleri için işin dışına atılırlar. O zaman onlar da işçilere katılmak zorunda kalırlar. Ne var ki bu artan kâr yalnızca kısa vadede kazanılabilir. Kapitalistin daha verimli ve iyileştirilmiş üretim yöntemleri bir kez diğer imalatçılara da yayılınca, pazarda bu ürünün bolluğu oluşur. Bu, aşırı üretim olarak bilinir ve pazarda rekabet nihai olarak metanın fiyatını düşürecektir. Kapitalist bu sorununu kısa vadede şu şekilde çözebilir: • eski pazarı daha etkin bir şekilde sömürerek, örneğin reklam yaparak • yeni pazarlara açılarak, örneğin diğer ülkelere ihracat yaparak Marx, kâr oranlarının düşme eğiliminin her zaman var olduğunu belirtmişti. Buna sebep olan başlıca unsurlardan biri artan rekabettir, çünkü kapitalist, işine daha fazla miktarda sermaye yatırması gerektiğini görür. Genel bakış Marx’ın modelini takip ederek, modern ekonomik krizlerin tümünün genel olarak aşırı üretimin sonucu olacağına inanıldı, fakat 2008’de başlayan küresel durgunluk bankacılık, yatırımlar ve konut piyasası gibi unsurları da kapsıyordu. Krizdeki kapitalizm Marx, toplumun kapitalist yapısının kaçınılmaz biçimde krize yol açacağına ve iç çelişkilerin nihai olarak kendi çöküşünü 84 getireceğine inanıyordu. Marx’ın öngördüğü başlıca sorunlar şunlardı: • İşçilerin ücretleri asgari geçim düzeyine düşme eğilimi gösterecek. • Kârlar düşme eğilimi gösterecek. • Rekabet, büyük şirketlerin küçük şirketleri yutmasına yol açacak; gitgide artan sayıda işçi buna karşı çıkacak. • Daha fazla insan işçi sınıfına katılmaya zorlanacak. • Kapitalist sistem, toplumda daha büyük bölünmelere yol açacak. • Gitgide daha fazla ciddi ekonomik kriz olacak. • Kapitalizm işçileri alçaltılmış koşullara düşürecek ve en sonunda bu işçiler devrim için ayaklanıp sistemi alaşağı edecekler. Ücret ve kârların düşmesi Marx kapitalizmin krizde olduğuna ikna olmuştu. Ekonominin diyalektik analizine duyduğu güven, bu inancı destekliyordu. Bir bütün olarak kapitalizmi, yapısını oluşturan diyalektik karşıtlıklardan ötürü doğası gereği istikrarsız olarak görüyordu. Eğer bir ekonomik “patlama” yaşanıyorsa, bunu bir “iflasın” veya bunalımın takip edeceği kesindi. Bunun yanı sıra ücretlerin asgari geçim düzeyine ulaşana kadar gitgide daha fazla düşeceğine ve kapitalizmde malların fiyatıyla elde edilen kâr büyük ölçüde pazarlara ve ücretlere bağlı olduğundan dolayı kârların da düşmeye devam edeceğine ikna olmuştu: • İşçilere yüksek ücret ödenmesi metaların fiyatının yükselmesine yol açar, dolayısıyla fabrika sahipleri düşük kârlar elde eder. • İşçilere düşük ücret ödenmesi, ekonomiyi canlı tutmaya yetecek kadar mal ve hizmet satın alamamaları anlamına gelir ve bu da işsizliğe yol açar. Marx’ın önceden işaret etmiş olduğu kapitalizmin bir iç paradoksu, iktisatçı John Maynard Keynes’e (1883-1946) ün kazandırdı. Ekonomi kuramı 85 Her kapitalist işçilerine düşük ücret vermeyi, böylece kârını artırabilmeyi ister, fakat başka birisi için çalışan işçinin yüksek ücreti olmasını ister, böylece o işçiler kendi ürünlerini satın alabilirler. Gerçek dünyada bunun gerçekleşebilmesinin hiçbir yolu yoktur ve kapitalistlerin bu çelişkili arzuları, kapitalist sistemi istikrarsız kılan diyalektik paradoksun bir parçasıdır ve yinelenen ekonomik krizlere yol açabilir. Genel bakış Bu iki karşıt kuvveti dengelemek, her ekonomik krizin ardından canlanma için gereken önemli bir unsurdur. Harcamaları artırmak için ücretleri yükseltmek ve enflasyon riskini göze almak daha mı iyidir? Yoksa küresel rekabet baskıları yüzünden ücretler düşük mü tutulmalıdır? Toplumsal emek Kapitalist toplumda kârları etkileyen bir diğer sorun da, kimin ne yapacağına kimsenin karar vermemesidir. Kullanım değerinin Marx’ın ekonomi kuramının önemli bir parçası olduğunu gördük. Yapılan ürünlerin bazı insan ihtiyaçları için “yararlı” olması gerekir. Fakat aynı zamanda belli bir ihtiyaç için ve belli bir yerde yararlı olması gerekir: örneğin açsanız bir çift ayakkabı yiyemezsiniz. Bir toplumun işlemesi için hepimiz farklı türde metalara ihtiyaç duyarız. Sözgelimi herkes ayakkabı yapmaya karar verirse hepimiz aç kalırız. Bundan dolayı toplumların, doğru türde metalardan yeterince yapıldığını garanti etmek için kimin ne yapacağını düzenleme yollarının olması gerekir. Marx buna toplumsal üretim adını verdi ve bunun gerçekleşmesini garantiye almanın hiçbir yolu olmadığı için kapitalist toplumun bu açıdan köleci ya da feodal toplumlara benzemediğine işaret etti. Köleci veya feodal toplumlarda büyük ölçüde köle ya da toprak sahibi işbölümüne karar veriyordu. Ne istediklerine ve isteklerinin 86 karşılanması için bunu kimin yapacağına karar veriyorlardı. Kır ekonomisine sahip feodal bir toplumda işbölümünü toplumu oluşturan aileler düzenliyordu. Bazı üyeler buğday yetiştirir, bazıları dokumacılık yapar, bazıları ayakkabı üretir ve böylece emek, yaşa, cinsiyete ve mevsimlere vb. uygun olarak yeniden bölüştürülürdü. Kendi ihtiyaçları olan ve üstlerindeki yönetici sınıfların özel ihtiyaçlarını karşılayacak metaları üretirlerdi. Ne var ki kapitalizm, genelleşmiş meta üretimi sistemidir. Fabrikalar belli alanlarda uzmanlaşmıştır ve sadece tek bir çeşit ürün üretme eğilimindedirler. Hiçbir üretici, bütün ihtiyaçlarını kendi fabrikasının ürünlerinden karşılayamaz, bu yüzden ürünlerini meta olarak başka insanlara satmak zorundadır. Bu şekilde meta üreticileri birbirlerine bağımlıdır. Piyasa kuvvetlerinden başka kimin ne yaptığını düzenleyen hiçbir sistem olmadığı için bu durum şu sorunlara yol açabilir: Ekonomi kuramı 87 • Pazara gidene kadar bir ürünün “yararlı” olup olmadığını söylemek mümkün değildir. Üretici onları satamayabilir. Marx’a göre bu durumda, böyle ürünlere harcanan emek boşa gittiğinden dolayı toplumsal emek değildir. • İmalatçılar genelde oldukça benzer ürünler yaparak aynı pazarlar için rekabet ederler. En başarılı olanlar, bu ürünleri en ucuza yapabilenler olacaktır. İmalatçılar bunu etkin bir biçimde ancak üretkenliği artırarak ve birbirlerinin altını oyarak yapabilirler. Genel bakış Batı ekonomilerinde pazarlar, genellikle kendi seviyelerini bulmaları için serbest bırakılır, fakat ekonomik gerileme dönemlerinde işsizlikten kaçınmak için, belli türde büyük imalat sektörleri devlet desteğiyle cesaretlendirilebilir. İmalatçılar ürünlerinin bir toplumsal ihtiyacı karşılayıp karşılayamayacağını önceden bilmezler ve bunu, yalnızca onları satmaya çalışırken tespit edebilirler. Birbirlerine bağımlı oldukları ve aynı zamanda birbirleriyle rekabet halinde oldukları için, bu olgu pazar dalgalanmalarına yol açmak durumundadır. Bu bölümün başlarında, metaların fiyatının “toplumsal olarak gerekli” emek zaman miktarına bağlı olduğunu görmüştük. Yaygınlaştırılmış meta üretiminin olduğu bir pazarda, bir ürünü yapmak için ne kadar toplumsal olarak gerekli emek zaman harcandığını görmek zordur. Önceden verdiğimiz örneği hatırlarsak, ürünleri değiş tokuş etmenin adil oranının bir çift ayakkabıya karşı iki fıçı balık olduğunu söylemenin kolay bir yolu yoktur. İmalatçılar arasında rekabet ve artı değerin elde edilme yolu, emeğin soyut toplumsal emek haline gelip parayla ilişkilenmesi anlamına gelir. Bu, bir sonraki bölümde tartışılacak olan “meta fetişizmi” ile bağlantılıdır. 88 Birikim ve kriz Kapitalist ekonomide artı değerin işçilerden elde edildiğini ve kâr haline geldiğini görmüştük. Bu kâr kapitalist tarafından genellikle başka bir ürün satın almak için değil de daha fazla üretime yatırım yapmak için kullanılır. Böylece artı değer, daha fazla artı değer üretmeye gider. Marx buna sermayenin birikimi adını verdi ve bunun, kapitalist için neredeyse bir saplantı haline geldiğini düşünüyordu. Burjuva sınıfının sermaye yatırımı yapmak için kendi kendisini tüketimden yoksun bıraktığını söylüyordu, fakat onların sadece zenginlik uğruna istifçilik yapan pintiler olduğunu düşünüyor değildi. Yeniden yatırım yapmadıkları takdirde rakiplerinin gerisinde kalacakları için onların rekabet makinesinin dişlileri olduğunu düşünüyordu. Marx, ekonominin büyümesi için sermaye yatırımının önemli olduğunu fark etmişti; kapitalistler kârlarının bir bölümünü yeniden ekonomiye sürmek durumundadır, aksi halde ekonomi durgunluğa girecektir. Bununla birlikte pazar hiçbir biçimde kontrol edilemediği için, eğer kapitalist, talep olmadığından ürününü satamazsa ya da arz talebi aşarsa, ani bir düşüş yaşanır. Bu durumda insanlar, kârlar çok düşük hale geldiği için yeniden yatırım yapmak yerine paralarını biriktirmeye yönelirler. İşte bu durumda ani düşüş daha da büyük olur. Büyük miktarlarda meta satılamadan kalır ve bu yüzden kapitalist yatırımından kâr sağlayamaz. Bu, Marx’ın kapitalizme özgü olduğunu söylediği aşırı üretim krizidir. Oysa feodal sistemde ekonomik krizler genelde, kıtlığa yol açacak şekilde yetersiz üretim sonucunda çıkardı. Ekonominin merkezileşmesi Marx, rakip kapitalistler arasındaki rekabeti ekonominin başlıca sorunlarından biri olarak gördüğünden dolayı, ekonominin merkezi olarak yönetilmesi gerektiğine inanıyordu: • Önemli sanayiler merkezileşmeli, yalnızca yararlı mal ve hizmetler üretilmeli ve aşırı üretim durdurulmalıdır. Ekonomi kuramı 89 • Bankalar merkezileşmelidir. Sadece bu yolla toplum, doğru sektörlere yüksek düzeylerde yatırım yapıldığından emin olabilir. • İşsizlikle mücadele etmeye yardımcı olması için ithalat denetlenmelidir. Marx bu tedbirlerin ancak, kapitalist sistem içindeki tutarsızlıkların bir sonucu olarak kaçınılmaz biçimde gerçekleşecek olan komünist toplumda işe yarayabileceğine inanıyordu. Marx’ın görüşü, ekonomide “bırakınız yapsınlar” tutumunda olan Adam Smith’in görüşlerinin tam tersiydi. Smith, pazara yol gösteren “görünmez bir el” olduğuna ve serbest piyasada bireysel çıkar arayışlarının daha büyük toplumsal yarar yönünde ekonomiyi düzenleyeceğine inanıyordu. Ekonomiyi kendi dinamiklerine bırakmanın müdahaleci politikalar kullanmaktan daha iyi olduğunu düşünüyordu. Doğal olarak burjuva toplumu onun görüşlerini kabul etme eğiliminde oldu. Marx ekonomi konusunda haklı mıydı? Kapitalizmin, başlangıcından bu yana tekrarlanan krizler yaşadığına hiç şüphe yoktur. 1870’lerde ve 1880’lerde “Uzun Bunalım” yaşandı ve 1930’ların Büyük Bunalım’ı dünya çapında bir komünist devrimin başlamak üzere olduğu korkusunu artırarak kapitalist dünyanın büyük kısmını etkiledi. Görece bir patlama döneminin ardından, büyük oranda petrol fiyatlarındaki dalgalanmaların sonucu olarak 1970’lerde başlayan bir dizi kriz yaşandı. Yirmi birinci yüzyılın başlangıcında yaşanan dünya çapındaki ekonomik patlamayı 2008’de başlayan küresel finansal kriz takip etti. İleride daha fazla kriz olacağı öngörülüyor, fakat bunların kaçının kapitalizme içkin olan diyalektik aksaklıkların sonucu olduğu tartışmaya açıktır. Şikago Okulu’nun fikirlerini izleyen akademisyenler gibi modern neoklasik iktisatçılar ekonomideki patlama ve çöküşlerin, sadece ekonominin doğal çevriminin bir parçası olduğunu ileri 90 süreceklerdir. Bu iktisatçılar diyalektik istikrarsızlık fikrini reddeder ve pazar ekonomilerinin kendi dinamiklerine bırakılırsa doğaları gereği istikrarlı olacağını düşünürler. Hükümet müdahalesinin bunalımın nedeni olduğuna inanırlar. Değerin insandan insana ve hatta aynı insan için bir günden diğerine değişen öznel bir şey olduğuna inanarak Marx’ın emek değer teorisine katılmazlar. Aynı zamanda Marx’ın ekonomi görüşünün fazlasıyla basitleştirilmiş olduğuna ve şimdiye dek hiçbir ekonomik sistemin, bir grubun üretim araçlarını elinde tutup diğer grubun emeği sağladığı saf bir kapitalist sistem olmadığına inanırlar. Emeğin ekonomideki tek değer kaynağı ve kâr elde etmenin tek yolu olduğu iddiasına katılmazlar. Ayrıca 2008’deki dünya finansal krizinin nedeninin pazar kuvvetleri değil de bankacılık hizmetlerinin serbestleştirilmesi ve ABD konut piyasasındaki sıkıntılı dönemle birleşen dünya finans piyasasındaki haksız ticaret olduğunu iddia ederler. Radikal Marksist görüş bu argümanlara kuşkuyla bakar ve Batı’daki mevcut hâkim ekonomik sistem görüşü serbest girişimciliği vurgulayan neoklasik görüş olduğu için, kendilerine yarar sağlayan bir sistemi desteklemenin iktisatçıların çıkarına olduğunu söyler. Ayrıca her ne kadar 2008’deki küresel finansal krizin sebebi, dünya bankalarının ve finansörlerinin üzerine yıkılsa da, bunun sadece kısa vadeli sebep olduğuna inanırlar. Gerçek neden, kapitalizmin kendi içkin zaafıdır. Kâr ve ücretlerin Marx’ın öngördüğü şekilde düşüp düşmediği hakkında da pek çok tartışma vardır. Gerçek anlamda Batıdaki pek çok insan, Marx’ın döneminden çok daha iyi durumdadır ve gelirler arasındaki eşitsizliklerin azaldığı söylenmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde bile, yoksulluk göstergeleri olarak kullanılan yenidoğan ölüm oranlarında ve besin stokları üretiminde iyileşmeler olduğu yönünde kanıtlar vardır. İnsanların çoğunun işçi sınıfına katılmaya zorlanması yerine zenginle yoksul arasındaki boşluk, daha büyük ve zengin bir orta sınıfla doldurulmakta, ama zenginle yoksul yine de var olmaya devam etmektedir. Marx ekonomi üzerine çalışmasını hiçbir zaman tamamlamadı. Kapital’in 1. cildi tamamladığı tek ciltti ve bu yüzden, kuramlarını Ekonomi kuramı 91 düzgün bir şekilde formüle etmek için ölmeden önce gerçekten yeterince zamanı olamadı. Marx’ın görüşleri hayatı boyunca değiştiği için, ekonomiyle ilgili görüşlerini ele alırken hangi yazılarının göz önünde bulundurulması gerektiğiyle ilgili pek çok tartışma vardır. Marx’ın kuramları çok farklı argümanları desteklemek için seçmece bir şekilde kullanılabilir. Sözgelimi, ekonomiye müdahale etmek isteyen bir hükümet, çalışmalarında müdahalenin vurgulandığı bölümleri seçip diğer yazıları göz ardı edebilir. Hatta bazı Marksistler, diyalektik ekonomi görüşünün önceki yazarlar tarafından aşırı biçimde vurgulandığına, çünkü bunun Engels ve ekonomi üzerindeki kontrolü kazanmak isteyen diğer komünist liderler tarafından fazlasıyla vurgulandığına inanırlar. Marx’ın ekonomiyle ilgili öngörülerinin hepsi gerçekleşmedi: kârlar düşme eğilimi göstermedi, işçi ücretleri gerçek anlamda iyileşti ve insanların çoğu Marx’ın dönemine göre çok daha iyi durumda. Toplumda insanların çoğunluğu için sınıfsal bölünmelerin belirginliği çok azaldı. Devrimler yoluyla komünistlerin iktidara geldikleri yerlerde ülke ekonomileri, farklı nedenlerle de olsa en az kapitalist ülkeler kadar ekonomik krizler yaşadı. Ne var ki küçük şirketlerin büyükler tarafından ele geçirildiğine ve yüksek işsizlik dönemleriyle birlikte ekonomide çok sayıda bunalım yaşandığına da tanık olduk. Demek ki Marx tümüyle hatalı değildi ve her ne kadar iktisatçılar, ekonominin geleceğini öngörmeye çalışsalar da ileride ne olacağını asla gerçekten bilemezler. 92 BUNLARI UNUTMAYIN • Marx ekonomi kuramını Kapital’de açıkladı. Bunu ayrıca Ücretli Emek ve Sermaye ve Değer, Fiyat ve Kâr kitaplarında da anlattı. • Kapitalist ekonomi mal üretmek için pahalı makinelere ihtiyaç duyar. Ekonomide sadece sermaye yatırımı yapabilenler bundan kâr elde edebilir. • Kapitalizm altında bütün üretim meta üretimidir. • İnsan emek gücü kapitalizmde bir meta haline gelir. • Marx, işçilerin kapitalizm tarafından sömürüldüğüne fakat bunun farkında olmadıklarına inanıyordu. • Metaların iki tür değeri vardır: kullanım değeri ve değişim değeri. • Metaların birbirleriyle değişim oranı, onları yapmak için harcanan emek miktarına bağlıdır. • Kapitalist bir toplumda para, malları değiş tokuş etmenin dolaylı bir yoludur. Her para sermaye değildir. Sermaye, artı değer olarak biriken paradır. • Kapitalistler, kazandıkları kâr göz önünde bulundurulmaksızın işçilerine emek güçleri karşılığında sabit bir miktar ödeme yaparak artı değer kazanırlar. • Artı değer, iş gününün uzatılmasıyla veya üretkenliğin artırılmasıyla artırılabilir. • Her artı değer kâr değildir. • İşbölümü, kısa vadede kârı artırır. Ekonomi kuramı 93 • Aşırı üretim ve yatırımların artmasına yol açan büyüyen rekabet yüzünden uzun vadede kârlar düşer. • Marx kapitalizmin krizde olduğuna ve bunun nihai olarak devrimlere yol açacağına inanıyordu. • Marx, komünizm altında ekonominin merkezi olarak yönetilmesi gerektiğine inanıyordu. • Marx’ın ekonomik öngörülerinin hepsi gerçekleşmedi ve bugün, kuramlarının hepsi kabul görmemektedir. 94 5 Ekonomi ve toplum Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • • • • Marx’ın ekonominin toplumu nasıl belirlediğini düşündüğü sömürgecilik ve emperyalizm fetişizm, yabancılaşma ve sömürü Bunların farkına varmanın devrime nasıl yol açacağı Marx’a göre ekonomi sırf kendi başına incelenebilecek bir konu değildi, boşlukta var olmuyordu. Marx, toplumun ekonomik yapısının o toplumda yaşayan insanların hayatını nasıl etkilediğiyle ilgileniyordu. Kapitalist toplum Avrupa’da oldukça tedrici bir şekilde gelişmişti, fakat on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, teknolojik değişikliklerle birlikte çok hızlı bir biçimde gelişim göstermeye başladı. Marx bunun, hem zenginlerin hem de yoksulların hayatları üzerinde belli başlı etkileri olduğunu gördü. Aynı zamanda kapitalist ekonominin etkilerinin, sadece kendi üretim araçlarını geliştirmiş olan ülkelerde değil dünyanın dört bir yanında hissedilmeye başladığını da anladı. Emperyalizm ve sömürgecilik Marx Kapital’in birinci cildinde sömürgeciliğe değinmesine rağmen herhangi bir emperyalizm kuramı öne sürmedi. Emperyalizm ve sömürgecilik, bir ülkenin denetim veya otoritesini kendi sınırları dışındaki başka ülkelere uzatma politikasını açıklamak amacıyla Ekonomi ve toplum 95 zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılan sözcüklerdir. Sömürgecilik genelde, şu veya bu nedenle bir biçimde egemen iktidara “ait olan” sömürgelerin yönetimi olarak görülür. Örneğin Hindistan bir zamanlar İngiliz sömürgesiydi. Bugün Marksistler emperyalizm terimini, tarihsel bağlamdaki kullanımından biraz farklı bir biçimde kullanırlar. Genel olarak anlaşıldığı haliyle emperyalizm, imparatorlukları ele geçirip muhafaza ederek otoriteyi yabancı ülkeler üzerine genişletme politikasını tarif eder. Marksistlerse emperyalizmi, kapitalizmin sömürgecilik dünyaya egemen olduğunda gerçekleşen hali olarak görürler. Emperyalizmin bu tanımı esas olarak Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması çalışmasından çıkar. Bu kitapta Lenin, bir kez bütün gelişmemiş ülkeler daha gelişmiş olan ülkelerin sömürgesi haline geldiğinde, büyük güçler birbirlerinin sömürgelerini almaya çalışmadıkları sürece ele geçirebilecekleri hiçbir sömürge kalmayacağını belirtir. Aynı zamanda sermayenin “finans oligarşisi” elinde yoğunlaşacağını; bankaların ve finansın sanayi sermayesi üzerinde hâkimiyet kuracağını da iddia eder. Genel bakış Lenin’in öngörüsünü, 2008’de başlayan dünya finans krizi ve ekonominin küresel iflası ışığında not etmek oldukça ilginçtir. Bu süreç büyük oranda finans sektöründeki düzenlemelerin eksikliğine bağlandı. Emperyalizm aynı zamanda, daha çok modern Marksistler tarafından, kapitalist ticaret ve bankacılık sistemini tarif etmek için kullanılan bir terimdir ve genellikle daha büyük olan gücün daha küçük güce hâkim olup olmadığına bakılmaksızın, onun zararına davranmasını tarif eden aşağılayıcı bir terimdir. Sözgelimi Birleşik Devletler’e kimi zaman “Amerikan İmparatorluğu” denir, çünkü 96 gerçekte bir imparatorluk olmamasına rağmen dünyadaki hâkim ekonomik ve askeri güçtür. Emperyalizmin tüm bu tanımlarında ortak olan şey, bir sömürü biçiminin var olmasıdır. Emperyalistler genellikle ekonomik sömürüden dolayı eleştirilir. Hâkim güç diğer ülkelerden genelde, ucuz emek ve hammadde kaynağı olarak ve ürettikleri sanayi ürünleri için bir pazar olarak faydalanır. Sömürü anlamına gelen emperyalizm konseptinin izleri, Marx’ın sömürgecilik üzerine özgün düşüncesine dek sürülebilir. Marx, İngilizlerin sömürgelerini nasıl yürüttüklerini gözlemleyip bu konu hakkında yorumda bulunmak için en iyi yerde konumlanmıştı, çünkü Kapital’i Londra’da yazdı. Londra, Viktorya Çağı İngiliz İmparatorluğunun kalbinde yer alan dünya ticaretinin en büyük merkezlerinden biriydi. “İngiliz İmparatorluğu üzerinde güneş asla batmaz” diye bir söz vardı; çünkü ana kıtalarda yer alan o kadar çok ülkeyi kapsıyordu ki dünyanın bütün zaman dilimlerini aşıyordu. Bir zamanlar İngiliz İmparatorluğu o kadar genişti ki Kuzey Amerika kıtasını (Kanada dahil), Avustralya’yı ve Asya’yla Afrika’nın büyük bölümlerini kapsıyordu. On dokuzuncu yüzyılın başlarında imparatorluk neredeyse ortadan kalkmak üzereydi, ne var ki sanayileşme onu yeniden doğurdu. Tarihçiler emperyalizmi zaman dilimlerine veya devrelere ayırır: • Ticari kapitalizm – Bu, emperyalizmin ilk aşamasıdır. On altıncı yüzyılda kâşifler yeni kıtaları keşfedip onları talan etmeye giriştiğinde başladı. Büyük şirketler, yerleştikleri ülkelerde siyasal iktidar gücü haline geldiler. • Sömürgecilik – Bu, emperyalizmin ikinci aşamasıdır. Kapitalist ülkeler siyasal iktidarı, ticari kapitalizm altında oluşan büyük şirketlerin elinden aldı. Yerli halkın bu egemenliği kabul etmediği yerlerde silahlı kuvvetler kullanıldı. Marx ve Engels, en kârlı sömürgelerinden biri olan Hindistan’la ilişkisi bağlamında İngilizlerin konumu hakkında oldukça fazla şey Ekonomi ve toplum 97 yazdılar. 1857 ve 1858 arasında, Hindistan’daki sömürgecilik ve East India Company’nin hâkimiyeti üzerine New York Tribune’de düzenli olarak makaleler yazdılar. Bu şirket, Hint yarımadasının İngiliz İmparatorluğuna eklemlenmesinde oldukça başarılı bir rol oynamıştı. Şirket, kraliyet fermanı sayesinde Hindistan’da bir tekel olarak işe başladı fakat kısa zamanda, büyük bir özel ordunun yardımıyla sırf bir ticari şirket olmaktan çıkıp Hindistan’ın hâkim gücü oldu. 1858 Hint ayaklanmasının ardından bölgesel arazileri İngiliz hükümdarının mülkü haline geldi. Marx, Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin Hindistan’ın köy sistemine açgözlü ve yıkıcı bir zarar verdiğine inanıyordu, fakat her ne kadar yöntemin yanlış olduğunu kabul etse de, İngilizlerin farkında olmadan ilerleme sağladığını hissediyordu. Bunun sebebi, kapitalizmin eski sistemden daha üstün olduğuna inanması değil, bu durumun, sınıfların tamamen ortadan kaldırılacağı bir topluma giden yolun yalnızca ilk aşaması olduğuna inanmasıydı. Marx kapitalizmin küreselleşmesinin kaçınılmaz olduğunu görüyordu. Grundrisse’de “Dünya pazarı yaratma eğilimi, doğrudan sermaye kavramına içkindir” diye yazdı. Kapitalizmde kârların düşeceğine ve kârların düşme oranlarını yavaşlatmanın kısa vadeli bir yolunun yeni pazarlar açmak olduğuna inanıyordu. Bu, kapitalistlerin kendi mallarını başka ülkelere ihraç etmek zorunda olmaları anlamına geliyordu. Sömürgecilik de, işlenmiş ürünler için mükemmel şekilde korunan pazarlar anlamına gelmekteydi. Avustralya gibi kendi kendini yöneten ülkeler haline gelmiş eski sömürgelerde bile genelde, hâlâ Britanya’ya bağımlı olduklarını gösteren ekonomik ve ticari anlaşmalar geçerliydi. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Britanya gerçekten tamamıyla sanayileşmiş tek ülkeydi ve küresel sınai çıktının yüzde 30’unu ürettiği için “dünyanın işliği” olarak bilinirdi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru diğer Avrupa devletleri ve ABD de dünya kapitalist ihracatçıları arasına girebildi. İşleri oldukça verimli bir hale getirdiler ve ucuz mallarla dünya pazarlarına akın ettiler. Bu da her türlü direnişin altını oyabilmeleri anlamına geliyordu. Bu ucuz mallarla dolan pazarlar çoğu kez yerel endüstrilerin zararına 98 gelişiyordu. Tarihçiler, Lancashire’dan yapılan ucuz işlenmiş pamuk ithalatı yüzünden Hindistan’daki geleneksel tekstil sektörü iflas ettiği için milyonlarca köylünün açlıktan öldüğüne inanır. Hindistan ve diğer ülkeler, İngiliz sanayiinin ucuz hammadde kaynakları haline geldiler. Genel bakış Bu durumun tersine dönmesi sonucunda 1960’larda birçok işçi, Lancashire pamuk sanayiinde çalışmak üzere Hindistan’dan İngiltere’ye göç etmiştir. Kapitalizm bu ülkelerde, sömürülmelerinin ilk aşamalarında gelişemezdi, çünkü her türlü gelişmeden bilinçli olarak uzak tutuldular. Kapitalist sistemin kendisinin de ihraç edilmeye başlanması daha sonra, yirminci yüzyılın başlarında gerçekleşti. Sömürgelerde sanayi işçilerinin istihdamına yönelik yatırımlar vardı, fakat bunlar sadece, Britanya ve diğer emperyalist devletlerdeki sanayilerle çakışmadığında yapılıyordu. Bu yatırımlar ağırlıklı olarak hammaddelere oldukça yakın olan sektörlerde görülüyordu: madencilik, gıda işleme vb. Bu tarihsel dönemde Avrupa ulusları arasında Afrika kıtasında büyük bir güç kapışması yaşandı. Bazı modern Marksistler, bu etmenlerin gelişmekte olan dünyanın bu şekilde büyümesine ve emperyalizmin bugünkü aşamasına—yeni sömürgecilik—yol açtığına inanır. Marx, kapitalist sistemin ihraç edilmesinin ardından devrimin ancak dünya çapında gerçekleşeceğine inanıyordu. Devrimi başlatacak olan proletarya olduğu için, ancak toplumların, burjuvazi ve proletarya olarak sınıf ayrımına sahip olduğu kapitalist aşamaya gelmeleriyle devrimin gerçekleşebileceğine ikna olmuştu. Devrimci sürecin iki aşaması olacaktı: • İlk olarak emperyalizme karşı bir burjuva devrimi olacaktı. • İkinci olarak burjuvaziye karşı proletaryanın devrimi olacaktı. Ekonomi ve toplum 99 Marx, eğitim almış bir iktisatçı değildi ve her ne kadar kapitalist sistemin küreselleşmesi gerçekleşmiş olsa da, bu tümüyle onun öngördüğü biçimde olmadı. Marx, dünyanın ekonomik durumunu daha basit bir şekilde gördü, ama gerçekte sömürgeler çok daha farklı bir toplumsal yapıya sahipti. Onların gelişmekte olan ekonomileri, oldukça farklı ekonomik sistemlerin bir birleşimiydi; çok azının doğası tümüyle kapitalistti. Bazı eski sömürgelerde komünist devrimler gerçekleşti, fakat Marx’ın sözleri çoğu kez, ülkelerindeki politik sistemde bir değişiklik görmek isteyenlerin gereksinimlerini karşılayacak şekilde çarpıtıldı. Hiçbir zaman sonuç, sınıfların olmadığı hakiki bir komünist toplum olmadı. Genel bakış Komünist yönetim altına giren eski sömürgelere bir örnek, Fransız Çinhindi’nin bir parçası olan Kuzey Vietnam’dır. Bu durum sonunda, 1959-1975 Vietnam Savaşına yol açtı. Fetişizm İlkel toplumlarda ve bazı inanç biçimlerinde kimi zaman cansız nesnelerin doğaüstü güçlere sahip oldukları düşünülmüştür (örneğin vudu oyuncak bebekleri veya kutsal heykeller). Kapitalist toplumlarda insanlar, cansız para veya metaların da kendilerine özgü gücü ve tabiatı olduğuna dair yanılsamaların etkisine hedef olurlar. Fetiş, arzu, tapınma veya saplantı şeklindeki bir ilginin nesnesidir. Marx, kapitalist toplumda üç tür fetişizm görmüştür: • para fetişizmi • sermaye fetişizmi • meta fetişizmi 100 PARA FETİŞİZMİ Tarih boyunca para her zaman bir fetişizm unsuru olmuştur, özellikle de altın gibi değerli metaller biçiminde olduğunda. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Avrupalı tüccarlar altın ve gümüşü saplantı haline getirmişlerdi ve büyük miktarda değerli metale sahip olmanın bir ülkeye savaş kazandırmaya yeteceğine inanıyorlardı. Oysa altının kendisi değersizdir. Eğer R.L. Stevenson’un Define Adası kitabını okuduysanız, ıssız bir adada bir define sandığıyla mahsur kalmış Ben Gunn karakterini hatırlarsınız. Define hiçbir işine yaramıyordu, çünkü onu bir şeyler satın almak için kullanamıyordu, oysa gerçekten arzuladığı şeyse küçük bir parça peynirdi. Para fetişizmi işçileri yanıltan, emeklerinin amacının para olduğunu düşünmelerini sağlayan ve kendi değerlerini para bakımından düşündürten bir yanılsamadır. SERMAYE FETİŞİZMİ Sermaye fetişizmi sermayenin kendisinin değerli olduğuna ve onu üretmek için harcanan emeğe hiçbir şey borçlu olmadığına dair Ekonomi ve toplum 101 inançtır. Marx kapitalistlerin, işçilerin emeği sayesinde değil de kendi işlerine yatırdıkları sermaye sayesinde üretkenliğin arttığını düşündüklerini öne sürdü. Kapitalistler paralarının, bir bankada faiz kazanırken de üretken olduğuna inanıyorlardı. Oysa bu para her ne kadar onlara kâr getirse de gerçekte hiçbir şey üretmez. META FETİŞİZM Marksistler ve akademisyenler arasındaki en büyük anlaşmazlık noktalarından biri meta fetişizmi fikridir. Bu anlaşmazlığın sebebi büyük olasılıkla, Marx’ın bu konu hakkında yeterince açık yazmamış olması ve bu fikrin daha soyut görünmesidir. Bir düzeyde Marx, kapitalistler işçileri sömürdüğü için bir metanın gerçek değerinin kimsenin farkında olmadığı gizli bir yönü olduğunu, satın aldığımız ürünlerin hakiki ederleri üzerinde bir sır perdesinin olduğunu söylüyor gibidir. Buna verilebilecek günümüze ait bir örnek, gelişmekte olan dünyadaki ülkelerde ucuza mal edilen malların, ederleriyle ilgili bazı yanlış fikirler yüzünden oldukça fahiş fiyatlara satılmasına yol açan “markalar” olacaktır. Alıcıların malzemelerin kaça mal olduğunu, onları kimin yaptığını, işçilere ne kadar ücret ödendiğini vb. bilmesi çok zordur. Bir diğer düzeyde de, bazı metaların, onları diğer metalardan daha değerli yapan ve değişim değerine bağlı olmayan bir çeşit içkin değerinin olduğuna dair inanış vardır. Örneğin kutsal heykeller gibi bazı metalar, bizi onların gerçek değerine karşı kör yapan büyülü niteliklere sahipmiş gibi görünür ve böylelikle yabancılaşırız. Bu, anlaşılması çok daha zor olan bir fikirdir ve bazı Marksist eleştirmenler bunun, Marx’ın orijinal metinlerinde kastetmediği bir yorum olduğuna inanırlar. Fetişizm fikri üzerine hangi yorum eklenmiş olursa olsun Marx’ın, kapitalizmde insanların toplumsal ilişkileri şeyler arasındaki değer ilişkisi olarak yaşadığına ve bunun da yabancılaşmaya neden olduğuna inandığı açıktır. Ayakkabı örneğini tekrar alıp buna daha az soyut bir şekilde bakabiliriz. Bir kadın mağazada gördüğü pahalı bir çift ayakkabıyı arzu edebilir; bu ayakkabıyı satın almaya yetecek paraya sahip olmak için çalışacaktır. Kapitalist bir toplumda para ve ayakkabı toplumsal 102 açıdan birbirlerinden bağımsızdır. Ayakkabıyı yapan kişiler ve onları satın alan kadın birbirlerinin farkında değildir veya birbirlerinin arasında herhangi bir toplumsal ilişki yoktur. Marx, satın aldığımız ürünlerle doğrudan bir ilişki içinde olmadığımız için bunun toplumda yabancılaşmaya neden olduğuna inanıyordu. Daha sonra bu durum insanların, daha fazla tüketim eşyası satın alarak yabancılaşma sıkıntısını hafifletebileceklerine inandığı kısır bir döngüye yol açıyordu. Meta fetişizmi fikri büyük oranda emek değer teorisine ve sömürü ile yabancılaşma anlayışlarına dayanır. Bu yüzden bu anlayışları eleştirenler aynı şekilde fetişizmi de eleştirirler. Marx, fetişizmin üç türünün de, insanların toplumu anlayıp değiştirmelerini engelleyen kapitalist toplum özelliği olduğuna inanıyordu. Bunlar, kapitalizm altında insanoğlunun yabancılaşmasında rol oynayan yanılsamalardır. YABANCILAŞMA Marx yabancılaşma hakkında oldukça çok şey yazmıştır ve düşüncesinin bu alanı, bugün de geçerliliği olduğu halen kabul gören alanlardan biridir. Bugün “yabancılaşma” terimine çoğumuz aşinayız: kendini toplumun dışında ya da ondan uzaklaştırılmış hissetme duygusu. Bunun devamında hayatın değersizleştiği, amaçsızlaştığı veya yaşamaya değmez bir hale geldiği duygusu gelir. Marksist anlamda yabancılaşma bundan daha karmaşıktır. Çünkü Marx için yabancılaşma sadece bir duygu veya felsefi bir kavrayış değil, gerçek, somut bir şeydir: kapitalist bir toplumda yaşamanın sonucu olarak bir varoluş hali. Bunu anlamak için Marx’ın insanlığı ve toplumu nasıl gördüğüne bakmamız gerekir. Marx, 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda aldığı bazı orijinal notlardan başlayarak hayatının büyük kısmında yabancılaşma kuramını geliştirmeye çalıştı. Elyazmaları’ndaki notlar tamamlanmış değildir ve hayatının çok daha ileri bir döneminde yazdığı Kapital’de yabancılaşma fikri, fetişizm fikrine Ekonomi ve toplum 103 dönüşür. Bu, Marx’ın yabancılaşmayla gerçekte neyi kastettiği ve ilk dönem çalışmalarının hesaba katılıp katılmaması gerektiği hakkında pek çok tartışmaya neden olmuştur; bununla birlikte bu erken dönem çalışmaları Marksist yabancılaşma anlayışının ayrılmaz bir parçasıdır. Genel bakış 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları aynı zamanda Paris Elyazmaları olarak da bilinir çünkü her ne kadar ölümüne kadar yayınlanmamış olsa da Marx bunları Paris’te yaşarken yazmıştır. 1844 Elyazmaları’nın bir parçası olan “Yabancılaşmış Emek” başlıklı tamamlanmamış bir bölümde Marx, kapitalist toplumun üyelerinin tüm farklı yabancılaşma biçimlerini kapsayacak bütünsel bir yabancılaşma kuramı formüle etmeye çabalıyor gibi görünür. Birleştirici ve temel oluşturan bir sebep bulmaya çalışıyordu. Sonraki çalışmasında ağır basan kuram için bu girişiminden vazgeçer, fakat yabancılaşma yine de onun düşüncesinin önemli bir parçasını oluşturmaya devam eder. Marx’ın erken dönem çalışmalarının çoğu Hegel’e ve onun yabancılaşma kuramına çok şey borçludur ve bunun izleri Hegel’in felsefesinde ve bunun Feuerbach tarafından geliştirilmiş halinde sürülebilir. Hegel insanların yabancılaştığını gösterdi, fakat bunun evrensel aklın bir parçası olma arzusundan kaynaklandığını düşünüyordu. Ona göre yabancılaşma dinsel bir konseptti. İnsanlar doğaları gereği, birleştirici ve manevi bir öz olarak algıladıkları şeyin kendi içlerinde de olmasını arzular. Dinlerin çoğu (burada Hegel’in esas olarak Batı dininden bahsettiğini unutmamalıyız) bunun sadece gerçek dünyanın dışında yaşayan doğaüstü bir varlık tarafından elde edilebileceğini söyler ve insanoğlunun bunu elde edebilmesinin tek yolu bir düzeyde, genellikle ölümden sonra bu varlıkla birleşmektir. Hegel bunun, insanların ilahi olandan 104 ayrı veya ona karşı olduklarına inandığı bir tür yanlış bilince yol açtığına inanıyordu. İnsanlar maneviyattan uzaklaşıyor veya yabancılaşıyordu. Bu da, kendini değersiz hissetme duygusu içinde yabancılaşmaya neden oluyordu, çünkü etraflarındaki gerçek dünyanın bu ilahi deneyimin yerini alamayacağını hissediyorlardı. Hayatları, insan ruhunu ilahi olanla yeniden bağdaştırmaya çalışarak geçiyordu ve bu yüzden gerçek ve doğal dünyadan uzaklaşmış oluyorlardı. Feuerbach, “Tanrı”nın dışımızda değil de insan zihninin bir ürünü olduğuna inandığı için yabancılaşmayı daha az mistik bir şekilde gördü. “Tanrı”ya atfettiğimiz değerler, bizim kendimizin sahip olduğumuz değerlerdir, fakat biz onları Tanrıya yansıtırız. Bu şekilde kendi kendimize yabancılaşırız. Bunun anlamı, kendi hakiki özümüzden ve birbirimizden ayrılmamızdır. Feuerbach, eğer insanlar kendilerini dini yanılsamalardan kurtarabilirlerse birbirleriyle ve kendi hakiki doğalarıyla uyum içinde yaşayabileceklerine inanıyordu. Marx yabancılaşmayı pratik, ekonomik bir bağlamda gördü ve ona göre bir insanın kendini yabancılaşmış hissetmesi için yabancılaşmış olması bile gerekmiyordu. Yabancılaşma, kapitalist toplumda yaşamanın sonucu olarak geliyordu. Neden buna inandığını anlamak için Marx’ın insanlık durumunu nasıl algıladığına bakmamız gerekir. Marx, kendinden önceki filozofların yaptığı gibi insan doğasını soyut ve değişmez bir şey olarak görmedi. Toplumun ekonomisi üzerine tarihsel bir bağlamda çalışmasının ardından, insan doğasını toplumsal ilişkilerin bir ürünü olarak gördü. Tarihsel materyalizmi ona, insan doğasının sürekli bir gelişim süreci içinde olduğu ve toplumlar değiştikçe bu toplumlardaki insanların ihtiyaçlarının da değiştiği yönünde bir bakış verdi. Bu, bazı yazarlar tarafından iddia edildiği gibi, insan doğasını tümüyle soyut bir kavram olarak gördüğü anlamına gelmez. Marx, politik ve ekonomik sistemlerdeki farklılıklara rağmen tüm toplumlardaki insan doğasıyla ilgili ortak bir temel olduğunu gördü. Yazılarında insanlığın özü olarak “türün varlığından” söz eder, bu Feuerbach’ın fikirlerinin geliştirilmiş bir Ekonomi ve toplum 105 biçimidir. Feuerbach insanlığın hakiki özünün sevgi ve insanları toplumda bir araya getiren uyum olduğuna inanıyordu. Buna karşılık Marx “insanın özünün emek” olduğuna ve insanların çalışan varlıklar olduğuna inanıyordu; insanlar temel olarak üreticidir ve bir amaca yönelik yaratıcı faaliyetlerde çalışmak bizi hoşnut eder. Bu açıdan karınca veya arılara benzer gibi görünebiliriz, fakat Marx’a göre biz bu hayvanlardan çok farklıyız, çünkü bir bilince sahibiz. Marx, insanları da hayvanlar gibi doğanın bir parçası olarak gördü; benzer yiyecek, barınma ihtiyaçlarımız ve türümüzü devam ettirme arzumuz vardır, fakat bilincimizin varlığı, yaptığımız şeylerin farkında olduğumuz anlamına gelir. Kim olduğumuzun farkındayızdır ve kendimizi, türümüzün geri kalanıyla ilişki içinde görürüz. Bu düşünce, evvela bu şeylerin farkında olmadığımız sürece onlardan yabancılaşmış hissedemeyeceğimiz için önemlidir. Aslında bazı varoluşçu filozoflar yabancılaşmış hissetmemizin nedeninin asıl kendi kendimizi bilmek olduğunu savunacaktır; bunun, insanlık durumunun bir parçası olduğunu ve ne tür bir toplumda yaşadığımızın önem taşımadığını öne sürerler. Marx, bizi hayvanlardan ayıran tek şeyin bilinç olduğunu düşünmüyordu ve bu fikri Alman İdeolojisi’nde geliştirmiştir. Burada, bizi hayvanlardan ayıran tek şeyin bilinç ya da din olmadığını, insanoğlunun kendi “geçim araçlarını” üretmeye başlar başlamaz kendini hayvanlardan farklı kılmaya başladığını yazar. Anlamlı çalışma bütün insanlar için önemlidir. Marx için emek, toplumsal gelişmenin önemli bir parçasıdır ve insanlar için temeldir, çünkü onun aracılığıyla doğayı ve toplumu değiştirip bu süreç içinde kendimizi de değiştiririz. Yabancılaşmanın karşıtı kendini gerçekleştirme ya da olumlamadır. Marx, insanların bunu kendi bilinçlerini anlamlı bir şekilde kullanarak elde ettiklerine inanır. Marx, Ütopik Sosyalistlerin birçoğunun inandığının aksine, çalışmanın ortadan kaldırılması gereken bir angarya olması gerektiğine inanmıyordu. Çalışma, insanlığın ayrılmaz bir parçasıdır, insanlar onunla doğru bir ilişki kurmadıkça yabancılaşacaktır; Marx’a göre emek, insanın “türün 106 varlığı” olması için gereklidir, fakat yeni kapitalist sistem insanların çalışma biçimlerini değiştirdiği için insanlar kendi emekleriyle “doğru bir ilişki” içinde değildir. Fabrika sistemi ve onun çevresinde gelişen toplum, insanların kendi emeklerinin ürünleriyle ve birbirleriyle olan doğal ilişkilerini saptırır. Kapitalist çalışma sistemi, ister zengin ister yoksul olsun, içine giren herkesi yabancılaştırır. İşçiler yaptıkları üründen yabancılaşır, çünkü ondan bir fayda sağlamazlar. Emeklerinin ürünlerini “uzaylı ve kendilerinin dışında” gibi görürler. Marx, Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda, “Emek zengin için harika şeyler fakat yoksul için sefalet üretir” diye yazmıştı. Kapitalistlerin işçilerin emeğinden artı değer elde etmesinden ötürü işçiler kapitalist sistem tarafından yabancılaştırılır ve kişiliksizleştirilir. Kapitalist sistem ne zaman çalışacaklarının, nasıl çalışacaklarının emredilmesi anlamına da gelir ve işçiler kendi çalışmalarından oldukça az bir kişisel hoşnutluk duyarlar. Hayır! Ben yabancılaşma dedim, yabancı uzaylılar demedim. tü n D ü n y a n ın b ü şi n iş ç il e r i b ir le Ekonomi ve toplum 107 Kapitalist sistemde, fabrika sisteminin bazı bölümlerindeki çevre insanlık dışıdır: işçilere karşı düşmancadır ve onlara fiziksel ve zihinsel zararlar verir. Çalışmanın sürekli tekrar eden doğası, insan doğasıyla uyumlu değildir. Marx’a göre işbölümü ve fabrika sisteminin işleyiş biçimi de doğal değildir, çünkü işbirliğinin yerine rekabeti cesaretlendirir ve bu da insanları birbirlerine yabancılaştırır. Sömürü Yabancılaşma kapitalist tarafından sömürüye bağlanır. Marx, bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından sömürülmesini, sanayileşmiş bir kapitalist toplumun temel bir niteliği olarak gördü. Marx her zaman sömürünün var olduğuna fakat sadece kapitalist sistem altında başkalarını sömürmenin çalışmanın normal yolu haline geldiğine inanıyordu. 4. Bölümde kapitalistlerin güç dengelerini ellerinde tuttuğunu gördük. Üretim araçlarına sahip olduklarından dolayı artı değerden kâr elde edebiliyorlar. İşçiyse, sömürülmekte olduğu olgusunun farkında değildir. Üretilen artı değerin üzerinde kapitalistin hakkı olduğuna inanır, çünkü şeylerin böyle yürüdüğüne veya bunun insan doğasının bir parçası olduğuna inanır. Bu tür sömürü, insanların uzun süreler çalıştırılması, çocuk emeği ve de zor ve tehlikeli çalışma uygulamaları ve koşulları gibi daha yaygın sömürü biçimlerine kıyasla gerçekten de görünür değildir. Marx Kapital’in giriş bölümünde, kapitalistlerle toprak sahiplerini “tozpembe” göstermemiş olduğunu söyler. Kitapta, işçilerin açık sömürüsüne dair pek çok örnek vardır. “Çalışma Günü” başlıklı 10. Bölüm, Marx’ın raporlarla gazete makalelerinden topladığı dağlar kadar kanıt sunar. Bu kanıtlar arasında ağır şartlar altında madenlerde ve ağır sanayide çalışan çocuklar, 21 saatlik vardiyalar halinde çalışan makinistler ve aşırı kalabalık atölyelerde çalışmaya zorlanan ve havasızlıktan ölen tekstil işçileri vardır. Ve bu giriş bölümünde, sermaye “vampire benziyor” diye yazar Marx, “canlı emeği emiyor”. 108 Viktorya döneminde çalışan sınıflar içinde ortalama ölüm yaşı yalnızca 19’du. Marx Kapital’de İngiliz sanayi şehirlerindeki pek çok işçinin fiziksel durumunun tasvirini yapar; muayene yapan doktorların birçoğu çalışan sınıfların yetersiz beslendiğini ve giderek büyümelerinin durduğunu rapor eder. Marx daha kısa çalışma gününün bu insanlara çok büyük yararı olacağına inanıyordu. Bugün demokratik ülkelerin çoğunda insanların çalışmak zorunda oldukları saatleri düzenleyen yasalar vardır. Kapitalistlere karşı birleşerek çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele vermek zorunda kalan işçiler, esin kaynaklarını Marx’ın çalışmalarında bulmuşlardır. Marx kapitalistler hakkında açık ahlaki yargılarda bulunmamıştır; yazılarında her türlü ahlaki yorumla mesafe koymaya ve nesnel materyalizm fikrine sadık kalmaya çalışmıştır. Kapital’i bilimsel bir çalışma olarak görüyordu. Ne var ki kapitalistleri “kurt adamlara” ve “vampirlere” benzeterek Marx’ın (Kapital’de) yaptığı gibi heyecanlı bir dille yazan bir kişinin bir sistem olarak kapitalizmden yana olmasının ve ahlaki bir tavır takınmamasının mümkün olmayacağı da açıktır. Marx, çalışma koşullarını hafifletmek için ellerinden geleni yapanları alkışlamıştır, fakat hem işçilerin hem de kapitalistlerin benzer biçimde sistemin kurbanları olduğuna inanıyordu. Kapitalist, sadece içinde bulunduğu toplumun bir parçasıdır ve işleri her zamanki gibi yürütmekten başka şansı yoktur, çünkü fabrika sahibi mallarından ve fabrikasından vazgeçse bile başka biri onun yerini alacaktır. Grundrisse’de Marx, kapitalizm öncesi bazı illerde hayatın daha iyi olduğuna inanan romantik ideali kabul etmiyor gibi görünür. Marx kapitalizmi büyük bir uygarlaşma etkisi olarak görüyordu, fakat o dönem bazılarının inandığı gibi bunu gelişmenin son aşaması olarak değil, yalnızca tarihsel ilerlemenin bir parçası olarak kabul ediyordu. Marx bunun komünizme yol vereceğini ve sadece komünist bir sistemde sömürünün hiçbir biçiminin olmayacağını düşünüyordu. Bu toplumun yalnızca, insanlar toplumun ve yabancılaşmalarının hakiki doğasının farkına vardıklarında gerçekleşeceğine inanıyordu. Ekonomi ve toplum 109 Marx, tüketicilere onları köleleştiren arzular sunarak kapitalizmin onları baştan çıkardığına inanıyordu. Bir işçinin ürettiği mallar en sonunda onu köleleştirir, çünkü işçi, meta satın almak üzere para için çalışma döngüsünde kapana kısılmıştır; meta fetişizmi insanların daha fazla şey satın alıp tüketmeyi istemesi anlamına gelir. Para fetişizmi, insanların para elde etmek için kendilerini satmak zorunda olmaları ve sonra da parayı sırf kendisi için arzulamaları anlamına gelir. Özel mülkiyet de insanları yabancılaştırır, çünkü insanlar, eğer ona sahip olabiliyor veya onu kullanabiliyorlarsa bir nesnenin değeri olduğuna inanırlar. Hatta Marx, insanların nesneleri estetik güzellikleri için değil de sadece ticari değerleriyle ilişkili olarak beğendiklerini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Özel mülkiyet, ücretli emek, artı değer ve pazar kuvvetleri, toplumdaki insanlar tarafından kurulmuş olan yapılardır. Bu yapılar toplumdaki herkesi öyle incelikli bir şekilde yönlendirir ki, insanlar ne olduğunu bile anlamaz. İnsanlar ekonomi tarafından nasıl yönlendirildiklerinin farkında olmadıklarında kendilerini yabancılaşmış hissederler ve nedenini de bilmezler. Marx kapitalistlerin bile yabancılaştıklarına fakat onların “kendi yabancılaşmaları içinde mutlu olduklarına” inanıyordu. Güçleri, zenginlikleri ve ayrıcalıkları hakiki mutluluğun yerine geçer. Diğer yandan işçilerin yabancılaşması ezicidir. Ne üretim araçları ne de nihai ürünleri olduğu için, yani hiçbir şeye sahip olmadıkları için yabancılaşmadan hakikaten zarar görenler onlardır. Sahip oldukları tek şey emek güçleridir. Kapitalist, işçi olmadan var olamaz; oysa işçi, paranın ve ücretli emeğin kendi üzerindeki gücü yüzünden kapitalist olmaksızın hayatta kalamayacağını sanır. Alman İdeolojisi’nde Marx, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının ve emeğin düzenlenmesinin, emekçilerle ürettikleri ürünler arasındaki yabancılaşmayı nasıl ortadan kaldıracağını ve nasıl kendi hayatlarının kontrolünü tekrar ele almalarını sağlayacağını tarif eder. Marx yabancılaşmanın farkına varılmasının, komünizmi getirecek olan devrim yönünde atılan önemli bir adım olduğuna inanıyordu. Kapitalizm iç çatışmaları 110 yüzünden krizdeydi ve sonunda onu dizleri üzerine çöktürecek bir dizi krizin içinden geçecekti. İşçiler bir kez yabancılaşma ve sömürüyü anladıklarında ayaklanacaklar ve onun işinin bitmesine yardımcı olacaklardı. Devrim gerçekleşecekti. Ekonomi ve toplum 111 BUNLARI UNUTMAYIN • Marx ekonominin toplumu hangi yollarla etkilediğiyle ilgilendi. • Kapitalizm, emperyalizm yoluyla dünyanın her yerine yayılır. • Komünizm de dünyanın her yerine yayılabilir, fakat sömürgeler ancak sanayileşme gerçekleştikten devrime hazır olabilir. • Marx para, sermaye ve meta fetişizminin insanları nasıl yabancılaştırdığını tarif etti. • Yabancılaşma sömürüyle bağlantılıdır. • İnsanlar, kendi kurdukları toplum tarafından yabancılaştırılır, fakat bunun farkında değildirler. • Üretim araçlarına sahip olmadıklarından dolayı işçiler yabancılaşma yüzünden ezilirler. • Kapitalistler de yabancılaşmıştır, fakat kendi yabancılaşmaları içinde mutludurlar çünkü maddi mülklere sahiptirler. • Yabancılaşmanın farkına varılması sınıf mücadelesine ve devrime yol açacaktır. 112 6 Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • • • • • Marx’ın sınıfı nasıl tanımladığı kapitalist toplumun nasıl geliştiği ideoloji ve yanlış bilinç hakkında işçilerin gücü ve örgütlenmesi hakkında sınıf bilincinin devrime nasıl yol açtığı Giriş Marx’tan çok önce tarihçiler, toplumsal sınıfların varlığını keşfetmişti. Ne var ki Fransız Devriminin sonucunda on sekizinci yüzyıl sonlarında Avrupa’da sınıf farkındalığı ve sınıflandırma çok daha önem kazanmıştı. Adam Smith, Ulusların Zenginliği kitabında sınıfı ekonomik bakımdan inceleyen ilk İngiliz yazarlardan biriydi: Burada “efendilerle” “emekçiler” arasındaki sınıf çatışmasını tarif ediyordu. Bugün, toplumdaki sınıfı tanımlamanın birçok yolu vardır. Sosyologlar, sınıfı, toplumdaki insanların işlevlerine göre tanımlanmış olarak görebilir; örneğin yönetici işçiler, mavi yakalı işçiler vb. Veya sınıfı, gelire ya da kültürel beğeni ve alışkanlıklara göre tanımlayabilirler. Marx, hiçbir çalışmasında sınıf tanımı yapmış değildir; bu terimi, farklı zamanlarda farklı şeyleri ifade etmek için daha gevşek bir şekilde kullanmıştır, ama sınıfın sadece ekonomik faktörlere Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 113 göre tanımlandığına inanmıştır. Sınıfların, üretim araçlarıyla ortak ilişkiler paylaşan bireylerden meydana geldiğini görmüştür. Kendi yazdığı dönemde, kapitalist ekonominin toplumu iki karşıt kutba böldüğüne tanık olmuştur: “Birbirine karşıt olan iki büyük sınıf: Burjuvazi ve Proletarya.” Üretim araçlarının sahibi olanlar burjuvazi, hiçbir üretim aracına sahip olmayanlar da proletaryadır. Genel bakış Sınıfın modern tanımları, Marx’ın tanımından çok daha geniş kapsamlıdır ve sosyal meseleleri mi çalıştığınıza, ekonomik unsurlara mı baktığınıza, yoksa pazar araştırması mı yaptığınıza bağlı olarak toplum, farklı şekillerde yapılandırılmış olarak görülebilir. Marx, bu durumun nasıl meydana geldiğini anlamak istemiş ve Sanayi Devriminden sonra Avrupa’da palazlanan kapitalist sistemin gelişimini incelemek için yıllarını vermiştir. Toplumun gelişim yolları hakkında yapılacak bilimsel bir incelemenin, işçi sınıfına kendi konumunu tarihsel bir bakış açısından göstererek bu sınıfa sistemi alaşağı etmeye hazırlanmada yardım edeceğine inanmıştır. Kapitalizmin, tarih boyunca birbirini izleyen bir dizi baskıcı yönetim biçimi arasında sömürünün en son hali olduğuna ve bu kendilerine gösterildiğinde insanların baskı uygulayanlara karşı harekete geçmeye ikna edilebileceğine inanmıştır. Sonunda sınıfsız bir komünist toplumun ortaya çıkmasının tek yolu bu olabilirdi. Kapitalist toplumun gelişimi İnsanların avcı-toplayıcı olup, küçük ölçekli çiftçilik yaptığı erken toplumlarda, ortak emek ve karşılıklı koruma temelinde örgütlenildiğinden ve özel mülkiyet olmadığından gerçek sınıflar yoktu. İnsanlar asgari hayat düzeyinde bir varoluş gösteriyordu ve sadece hayatta kalmalarına yetecek kadar yiyecekleri vardı. Marksist kuramda bu tür toplumlar “ilkel komünizm” olarak bilinir. 114 Toplumlar yiyecek üretmek konusunda daha etkin hale gelince, fazla ürün genellikle yönetici elitlerin kontrolü altına girdi. Fazla ürün, yönetici elitin kendisi bir şey üretmeye gerek duymadan, sınıf yapısında kendi altında olan insanların emeğiyle geçinmesine imkân tanıdı. Bu elit genelde, toplumun bütünü içinde sadece bir azınlıktı. Tarih boyunca yönetici elit hep değişmiştir: köle sahipleri, her çeşit dini liderler, feodal beyler ve en sonunda da kapitalistler. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da kapitalistleri, üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emekçilerin patronları olarak tanımlarlar. Sanayi Devrimi’nden sonra türeyen fabrika sistemi büyük makinelerin satın alınmasına dayandığı için, bunlara yatırım yapmaya parası yetecek insanlar, toplumun ancak küçük bir kesimidir ve bu yüzden de bu kesim, yeni yönetici elit haline gelmiştir. Diyalektik materyalizm ve sınıfın yapısı Marx, tarihi bir dizi diyalektik çatışma olarak okumuştur. İster köleci, ister feodal isterse de kapitalist olsun, her tür toplum, kendi yapısı içinde, sadece çatışmalar yoluyla ifade edilebilen çelişkiler barındırır. Bu çatışmalar da, en sonunda sistemin çökmesine yol açar. Bu çöküşün ardından yeni bir sistem oluşur. Marx, bu çevrimin tüm tarih boyunca sergilendiğini söylemiştir. İlk avcı-toplayıcı toplumlarda gerçek bir işbölümü yoktu; yapılması gereken her işi herkes yapabiliyor ve mevcut her türlü aracı kullanabiliyordu. Bu toplumlar, Marksist bakımdan sınıfsız toplumlardır. Ne var ki daha sonra köleci toplumlara doğru gelişmişler ve sonunda bu toplumlar da iç çelişkileri yüzünden istikrarsızlaşıp çökmüştür. Köle sahibi olmak savaşa bağlıydı ve bu da ekonomi üzerinde baskı yapıyordu. En sonunda bu baskı, barbar istilalarına imkân verecek şekilde devletin gücünü sarstı ve bu da sistemin çökmesine yol açtı. Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 115 Genel bakış Bu, köleci toplumların düşüşü hakkındaki karmaşık Marksist kuramın basitleştirilmiş bir anlatımıdır. Daha fazla ayrıntı için Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabına bakabilirsiniz. Daha sonra feodalizm, Avrupa’daki kölelik düzeninin yerini aldı ve insanların, toprak sahibi soyluların himayesi altında beceri ve yetenekler geliştirmesine imkân verdi. Ancak feodalizm de en sonunda devrimci mücadeleler tarafından devrildi. Bu mücadeleler, kapitalizmin yükselişinin başladığı on dokuzuncu yüzyıla dek devam etti. Kapitalizm, fabrika sisteminin ve seri üretimin gelişimine olanak vermek açısından gerekliydi. İnsanların toprağa bağlanmak yerine çalışma yeri neredeyse oraya serbestçe gitmeleri yasal olmalıydı. Toprak sahipleri de servet biriktirmek ve kâr elde etmek için bu servetle yatırım yapmak konularında yasal olarak serbest olmalıydı. Marx’a göre hiçbir toplumsal sistem kazara oluşmamış, tarihsel olarak gerektiğinde ortaya çıkmıştır. Yeni her sistem, kullanışlılığına göre daha uzun yaşar. Bununla beraber, her yeni sürecin içinde, sistemi çökertecek iç çelişkiler vardır. Toplumsal yapı ekonomik temel üstüne oturduğu için hiçbir şey durağan kalamaz. İşte bu, diyalektik materyalizmin temel önermesidir. Genel bakış Herhangi bir toplumun ekonomik temeli demek, ekonomisinin yapılanma biçimi demektir. Marx’ın görüşüne göre bu, toplumun bütün yapısını etkiler. Marx, insan toplumlarının tarihini anlamak için gereken esas anahtarın sömürü olduğuna inanıyordu. Marx’a göre 116 sınıfsal bölünmeler basitçe zenginle yoksul arasında değildi. Sınıflar, insanların üretim araçlarıyla ilişkileri açısından nerede durduklarına göre tanımlanıyordu. Yiyecek, giyim, barınma ve benzerlerini üretenler her zaman sömürülmüştü. Onların ürettiği fazla ürün, ilkel toplumlar hariç her zaman üretici olmayan bir sınıf tarafından kontrol edilmişti. Sözgelimi ortaçağdaki feodal toplumlarda, herkesin ürettiği şeyin onda birini vergi olarak kiliseye vermesi gerekiyordu. Marx’a göre dünya tarihi sınıf savaşları tarihiydi. Sınıflar her zaman, kendilerinin üstündeki veya altındaki sınıflarla rekabet halinde olmak zorundaydı. Marx, toplumun diyalektik bir yapısı olduğuna inandığı için, toplumun her zaman çatışma içinde olan karşıtların bir oluşumu olduğuna inanıyordu. Sınıfların, sadece birbirlerine karşı antagonizmalarından dolayı gerçekten var olduğunu, bu antagonizmayla tanımlandıklarını ve böyle bir toplumda yaşayan insanların asla birlikte uyum içinde yaşayamayacaklarını varsayıyordu. Tarihin gidişatının ekonomik olarak belirlenmiş olduğuna ve kapitalizmin sadece devrimle son bulacağına inanıyordu. Kapitalist toplumda sınıf Marx, Komünist Manifesto’da kapitalizmin toplumu iki karşıt kutba nasıl böldüğünü tarif etmiştir: • Proletarya – Kendilerine ait bir sermayeleri veya üretim araçları olmayan işçiler. Yaşamak için kendi emek güçlerini satmaya indirgenmişlerdir. “Kısaca söylemek gerekirse proletarya, on dokuzuncu yüzyılın işçi sınıfıdır.” (Engels, Komünizmin İlkeleri) • Burjuvazi – Kapitalist sınıf. Üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emekçilerin patronları. Burjuvazi bugün genellikle, dar görüşlü orta sınıf zevklerine sahip insanları aşağılayıcı bir biçimde tarif etmek için kullanılıyor, ama Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 117 Marx, sınıf yapısını zevk veya alışkanlıklara değil asıl ekonomik faktörlere dayandırmıştır. Dilimizde kullanılan bu kelimenin kökeni muhtemelen Fransız Devrimidir, çünkü burjuvazi aslında, soyluluğun kitlelerin gözünden düşmesinden sonra çok daha güçlü hale gelen tacir ve küçük işadamlarından oluşan bir sınıf olan Fransız orta sınıfıdır. Marx, sabit sermaye varlıklarının sahipliği ya da alım satımı ya da meta veya hizmet alıp satmaktan gelir elde eden sınıfı tarif etmek için burjuvazi ve kapitalist kelimelerini birbirinin yerine kullanmıştır. Endüstrileri yöneten ve “işlevli kapitalistler” dedikleriyle hisselerinden veya mülklerinden gelen faizlerden yaşayan “salt kupon kesiciler” dedikleri arasında bir ayrım yapmamış, temelde hepsinin aynı sınıfa ait olduğunu söylemiştir. Bunlar, üretim araçlarına sahip oldukları ve fazla ürün oluşturmak ya da kâr elde etmek üzere işçilerin emeğini kullandıkları için üretim araçlarıyla aynı ilişkiler içindedir. Öte yandan proletarya veya işçiler üretim araçlarına sahip değildir ve yaşamak için emeklerini kapitalistlere satmak zorundadırlar. İşçilerin, kapitalist bir sistem altında hayatta kalmasının başka hiçbir yolu yoktur çünkü geçim araçlarını—gıda, giyim ve barınma—satın almak için ücretlerine bel bağlamış durumdadırlar. Marx, başka sınıflar olduğunu da kabul eder, ama bunların gitgide bu iki ana sınıfın parçaları haline geldiğini ve bu iki ana sınıfın da, kapitalizm ilerledikçe gitgide daha fazla kutuplaştığını ileri sürer. • Serbest meslek çalışanları veya “küçük burjuvalar” genelde, küçük aile firmaları olan, birkaç üretim aracına sahip olan ve kendileri için çalışan insanlardır. Rekabet sonucu giderek daha büyük firmalar tarafından devralınacak veya tamamen iş hayatının dışına itileceklerdir. Başarılı olanlar burjuvaların kademesine yükselecek, kalanlarsa proletaryaya doğru itilecektir. • Marx’ın zamanında, pek çok fabrika işçisinden daha iyi yaşam standartlarına sahip ve aile içinde hizmetçilik yapan büyük bir kitle de bulunuyordu. Ne var ki bu kişilerin yaşamları 118 efendilerinin yaşamına bağlıydı ve esasen onlar da emek güçlerini daha fazla ücret teklif eden kişiye satıyorlardı. Fabrika işçilerinden daha az bağımsız oldukları için herhangi bir sınıf antagonizmasında kaybedecek daha fazla şeyleri vardı. • Fabrika nezaretçileri gibi idari işçiler de ücretli emekçilerdi, ama sıradan işçilere göre biraz daha ayrıcalıklıydılar ve yine konumlarından ötürü kapitalistlerle çatışmaya girme ihtimalleri işçilere göre daha azdı. • Köylüler, yirminci yüzyıla kadar makinelerin pek girmediği topraklarda çalışıyordu ve Marx zamanında, Avrupa nüfusunun büyük bir kısmını temsil ediyordu. Marx, köylülerin ayrı bir sınıf olduğunu kabul eder, ama onların, herhangi bir sınıf mücadelesine katılmasının kolay olmayacağı görüşündedir. Bu konuyu, Fransa’da III. Napolyon’un köylülerce nasıl desteklendiğini incelediği Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitabında inceler. Köylüler, fabrika işçilerinin aksine birbirlerinden ayrılmış oldukları için örgütlenmeleri zor olacaktır, ama şehirli proletaryanın onların sınıf mücadelesine önderlik edebileceğine inanır. • Bunların yanı sıra, Marx’ın “durgun unsur” dediği “lümpen proletarya” vardır. Bunlar, topluma gerçekten hiç uymayan çalıştırılamaz kişilerden oluşan büyük bir kitledir: “Hırsızlar, başıboşlar… ahlaksızlar, pejmürdeler.” Marx, kapitalizm büyüdükçe bu sınıfın da büyüyeceğini ileri sürmüş, ama hiç güvenilmez olduğunu hissettiği için bu sınıfın herhangi bir sınıf mücadelesinde önem taşıyacağını düşünmemiştir. Marx, bu diğer sınıfların var olduğunun farkına varmış, ama sınıf yapısının kapitalizm altında daha basit ve aşırı uçlara doğru kutuplaşmış bir hale geldiğini görmüştür. Proletarya ihtiyacını burjuvazi yaratmıştır, ama şimdi kapitalizm açgözlü bir şekilde genişleyerek “kendi yarattığı şeytani güçlere artık hükmedemeyen büyücü” haline gelmiştir. Komünist Manifesto’da, burjuvazinin kendi mezar kazıcısı olacak sınıfı yarattığını söylemiştir. Marx, işçilerin sömürülmesinin ve ezilmesinin içinde yaşadığı toplumun normu olduğunu görmüş ve Komünist Manifesto’da Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 119 “politik iktidar, bir sınıfın diğerini ezmek üzere kullandığı örgütlü güçten başka bir şey değildir” diye yazmıştır. Proletarya sömürülüyordu, öyleyse niçin bu konuda bir şeyler yapmıyordu? Marx, bu sorunun yanıtının işçilerin yabancılaşmasında ve ideoloji dediği şeyde yattığına inanıyordu. İdeoloji Marx’a göre her toplum benzersizdir ve kendine özgü bir ideolojisi vardır: her toplumun insanlığın doğası hakkında kendine özgü varsayımları ve kendine özgü bir ahlakı ve değerleri vardır. Marx’ın yazdığı dönemlerde felsefecilerin çoğu, fikirlerin ve bilincin dünya tarihini biçimlendiren kuvvetler olduğuna inanıyordu. Marx’ın materyalist bakış açısı ise toplumu “ekonomik temel” ve “üstyapı” şeklinde ayırıyordu. Marx, insanların düşünme tarzının, içinde yaşadıkları ülkenin ekonomik temelinin yansıması olduğunu ileri sürdü. Ekonomik temel, aslında iki şeyin birleşimiydi: Marx’ın deyişiyle, “üretici kuvvetler” ile “üretim ilişkileri”. Üretici kuvvetler, meta üretmek için kullanılan maddi şeylerdir. Bunlar arasında hammaddeler, makineler ve bunları kullanan işçilerin emek gücü gibi şeyler vardır. Sözgelimi, feodal bir toplumda bir dokumacı, bir koyunun yününü giysiye çevirmek için dokuma tezgâhı kullanabilir. Bu durumda yün, dokuma tezgâhı ve bu kişinin onlarla yaptığı çalışma üretici kuvvetleri oluşturur. Üretim ilişkileriyse, insanlarla insanlar veya insanlarla şeyler arasındaki ilişkilerdir. Sözgelimi dokuma tezgâhı, zengin müşterilere satabilmek için giysi yapmak üzere onu kullanan bir dokumacı ailesine ait olabilir. Bu aile içindeki ilişkiler ve ailenin müşterileriyle ilişkileri, üretim ilişkileridir. Feodal bir toplumda, bu kitabın önceki bölümlerinde tarif edilen serf ile efendisi arasındaki ilişki de üretim ilişkilerine bir örnektir. Marx üretici kuvvetler 120 ve üretim ilişkileri tarafından biçimlendirilen bu ekonomik temeli, toplumun üstyapısının gelişiminin içkin bir unsuru olarak görüyordu. Toplumun üstyapısı, onun yasalarından, kültüründen, geleneklerinden, dinlerinden ve yönetim şeklinden meydana gelir. Feodal bir toplumda toplumun ekonomik temeli, onun hiyerarşik yapısına bağlıdır. Serfin efendisine bağlılığı, bu toplumun işlemesi için zorunludur. Bu yüzden bu toplumun üstyapısı ahlak ve din üzerinde, işbirliği, itaat ve bağlılık fikirleri üzerinde durur. Bu, kilise ahlakı ve mülkiyet yasalarıyla sağlamlaştırılır. İnsanlar, diğer insanlara ve üzerinde çalıştıkları topraklara “aittir” ve sınıf hiyerarşisinde, değiştirilmesi çok zor olan sabit bir yerleri vardır; kaz güden kızlar sadece peri masallarında prenslerle evlenebilir. Marx, ekonomik temelin üstyapının gelişimine yol açtığını ileri sürer; üstyapı, ekonomik temelden ötürü mevcut yapısıyla var olur. Sanayi Devrimi esnasında üretici kuvvetler radikal bir biçimde değişmiştir. Örneğin küçük el dokuma tezgâhlarının yerini büyük fabrikalara yerleştirilen ve yüzlerce işçiye gerek duyan buharla çalışan devasa tezgâhlar almıştır. Toplumun feodal bir düzen altında işlev görmesi artık mümkün değildir; işçilerin toprağa bağlı değil serbest pazarda ulaşılabilir olmaları gerekir. Yeni üretim ilişkileri patronlarla işçiler arasındadır ve bu yüzden politik ve yasal üstyapı, rekabete ve bireyin özgürlüğü fikirlerine uyum sağlamak üzere değişmelidir. Toplumsal bilinç, halkın fikirleri, varsayımları ve düşünme biçimleri, içinde yaşadıkları toplumu yansıtır. Bu sebeple toplum, o dönem için hâkim olan üretim tarzı tarafından biçimlendirilir. Marx, aynı ekonomik temelin tarihsel ve politik unsurlara bağlı olarak çok farklı toplumları sürdürebileceğini söyler. Birbirlerine oldukça benzeyen iki kapitalist ülke bile, farklı toplumsal değerlere sahip olabilir. Sözgelimi Britanya, Fransa ve Almanya her ne kadar Avrupa’daki kapitalist ülkeler olsalar da farklı kültürlere sahiptir. Marx, ekonomik temeldeki çelişkilerin tarihsel mücadelenin itici kuvveti olduğunu ileri sürmüştür. Ama bu noktada genelleştirmeler Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 121 yapmaktan yana olmamış ve hayatının birçok yılını çeşitli ülkelerin tarihindeki sınıf mücadeleleri hakkındaki politik ve ideolojik verileri araştırıp analiz ederek geçirmiştir. Marx, herhangi bir ülkeyi yöneten fikirlerin ve bu fikirlerden türeyen yasaların, yönetici sınıfın fikirleri olması gerektiğini düşünür. Toplum değiştikçe doğal olarak bu kurallar da gelişir. Bunlar önceden hazırlanmaz. Feodalizm kapitalizme dönüştüğünde kimse oturup, toprağa bağlı olmak yerine iş bulmak için ülke içinde serbest dolaşım hakkına sahip bir nüfusa ihtiyaç olacağını önceden hesaplamış değildir. Sadece hayatın yeni gereklilikleri, toplumun o şekilde gelişmesine neden olmuştur. İnsanların risk alması ve yeni ekonomik yapının ortaya çıkardığı yeni sorunlara çözüm üretmeleri gerekmiştir. İnsanların hakikaten nasıl düşündükleri, etraflarındaki toplum ve önceden var olan toplum tarafından etkilendiği için insanlar, tümüyle yeni fikirler geliştirmeyi zor bulur. Sadece dillerinin ve onlara devredilen görüşlerin izin verdiği ölçüde düşünebilirler. İnsanların inançlarının toplum tarafından yapay olarak inşa edildiğini görememesi, Marksist terimle söyleyecek olursak, yanlış bilinç diyebileceğimiz şeye yol açar. Genel bakış Yanlış bilinç, Marksist inancın önemli bir görüşüdür, ama Engels tarafından kullanılmış olsa da Marx, bu terimi hiçbir yazısında kullanmamıştır. İnsanların çoğu, etraflarındaki dünyanın değiştirilemeyecek, tamamlanmış, sabit olduğuna inanma eğilimindedir. Bu, sistemde yapılacak herhangi bir değişikliği tahayyül etmelerini zorlaştırır. Marx’ın yazdığı dönemde, kapitalistlerle işçiler arasındaki ayrım, insan doğasının ve toplumun doğal düzeninin bir parçası olarak görülüyordu. Kapitalistlerin bilgi, eğitim, din ve eğlencenin kontrolünü ellerinde tutmaları bunu pekiştiriyordu. Örneğin Viktorya döneminde insanların çoğu kiliseye giderdi. O dönem 122 çok popüler olan ilahilerden biri olan Her şey Parlak ve Güzel’e göz atarsak, şu satırları görürüz: “Zengin adam şatosunda, yoksul adam onun kapısında, Tanrı onları yüksek ya da aşağı yaratmış ve bu konumları onlara bahşetmiştir.” Marx’ın yaşadığı dönemin büyük kısmında işçi sınıfındaki insanların çoğunun eğitim almaya değer ve oy vermeye uygun olarak düşünülmemesi de söz konusudur. İnsanların kendilerini saygıdeğer vatandaşlar olarak görmemesi onların özlemlerini de etkilemiş olsa gerektir. Marx, bu düşünme biçimine karşı savaşmanın tek yolunun, işçileri eğitip nasıl sömürüldüklerini anlamalarını sağlayacak ve bu duruma başkaldırmalarına yardımcı olacak devrimci bir işçi partisi olduğuna inanmıştır. Bugün bizler, sırf Marx yüz yıldan uzun bir süre önce bu soruna dikkat çekmiş olduğu için, toplumun koşullandırılmasının ve medya yönlendirmesinin çok daha farkındayız. Sınıf mücadelesi On dokuzuncu yüzyılda herkes sınıf yapısını, sanki her zaman o sıradaki biçimiyle var olmuş gibi, hiç sorgulamadan verili kabul ediyordu. Marx, sınıfların, önceden hiçbir zaman o günkü gibi olmadığını, çünkü toplumun ekonomik yapısının daha önce hiç kapitalist biçimde var olmadığını ileri sürdü. Sınıf yapısının, aslında önceden olduğundan çok daha basit bir hale geldiğine ve işçi sınıfını doğuran şeyin aslında kapitalist sistemin ihtiyaçları olduğuna inanıyordu. Kapitalist sistem hayatta kalmak için ücretli emekçilere ihtiyaç duyuyordu, ama bu sınıfı yaratırken, kendi yıkımının tohumlarını da ekmişti. Burjuvaların veya kapitalist sınıfın amacı, mümkün olan her araçla kârını artırmaktı. Proletaryanın veya işçilerin amacıysa, yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirmekti. Marx, bu ihtiyaçların apaçık bir şekilde çatışma içinde olduğunu ve sınıf mücadelesiyle en nihayetinde devrime yol açacağını ileri sürdü. Sınıf mücadelesi, her ne kadar Marx böyle olacağına inanmış olsa da, mutlaka şiddet Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 123 içeren bir mücadele olmak zorunda değildir. Sınıf mücadelesi, sınıfların farklı çıkarları sonucu meydana gelen, sözgelimi gösteri yapmak veya protesto bildirisi yazmak gibi herhangi bir toplumsal eylem olabilir. Marksist kuramda, sınıf bilincinin gelişmesi zorunlu görülür. Marx sınıftan “kendinde” sınıf ve “kendisi için” sınıf olarak bahseder. • “Kendinde” sınıf, üretim araçlarıyla ilişkileri bakımından benzerlikler taşıyan ve ortak çıkarları olan bir grup bireydir. • “Kendisi için” sınıf, bu çıkarların bilincinde olan bir sınıftır; yabancılaştırıldığını keşfetmiş sınıftır. İşçilerin yabancılaştıklarını fark etmelerinin yolu, eğitimden ve politik araçlardan geçer. Marx, sınıf mücadelesinde yer alma davranışının kendisinin, işçi sınıfının bilinçlenmesine ve eğitilmesine imkân vereceğine ve onlar için büyük fayda sağlayacağına inanmıştır. Feuerbach Üzerine Tezler’de “Devrimci faaliyette kişinin kendini değiştirmesi, koşulları değiştirmekle eşanlamlıdır” diyordu. Marx, devrimi gerçekleştirebilecek tek sınıf olduğu için kapitalist sistemde işçilerin benzersiz bir konumu olduğunu düşünmüştür. Onlar, yeni bir toplum biçimini yani komünist toplumu elde edebilecek tek sınıftı. İşçilerin gücü ve eğitimi Her ne kadar diyalektik tarih anlayışı kapitalizmin nihai olarak kendi çöküşünü getireceğini söylese de, Marx bunun, hiç kimse bir şey yapmadan kendiliğinden gerçekleşecek bir şey olduğunu düşünmüyordu. Büyük bir filozof olmasına rağmen sadece boş boş sınıf mücadelesi hakkında konuşmamış, özellikle hayatının ilk dönemlerinde aktif olarak işçi hareketine katılmıştı. Paris’e sürüldüğünde işçilerle tanışmış ve onların karakterlerinden ve güçlerinden etkilenmişti; bu, Adiller Birliği’ne ve Komünist Birlik’e katılmasını getirmişti. 124 Marx Londra’ya taşındığında, burada düzgün bir şekilde örgütlenmiş çok az işçi grubu vardı. Çoğu, baskıya uğrama korkusundan çok gizli örgütlenmişti; işyerinde sorun çıkardığı düşünülen herkes, en azından işten çıkarılıyordu. Buna rağmen, toplumda değişim isteyen ve büyük oranda işçi katılımının sağlandığı bazı hareketler bulunuyordu. CHARTİSTLER Adını 1838’deki Halk Bildirgesi’nden (People’s Charter) alan bu hareket, Britanya’da politik değişim talep ediyordu. Reform Yasası Britanya’daki birçok insana oy hakkı vermişti, ama bu insanların çoğu orta sınıf mülk sahipleriydi. Mülk sahibi olmayanların oy verme hakkı yoktu. Günümüzün bakış açısından bu durum açıkça mantıksız görünür ve Britanya’da çok uzun yıllara dayanan bir demokrasi tarihi olduğu fikrinin yanlış olduğunu gösterir. Chartistler, erkekler için genel oy hakkını savunuyordu: 21 yaşın üzerindeki erkekler oy kullanabilmeliydi. Kadınlar seçmen olarak görülmüyordu. Bu da bugün çok mantıksız görünür. Ayrıca bu arada, Engels’in sevgilisi Mary Burns de dahil olmak üzere Chartistlerin birçoğu kadındı. Chartistler, birçok kuruluştan ve toplumun birçok alanından oluşan ama yine de çoğunluğu işçi olan çok farklı bir gruptu. Bir toplantılarına 300.000 kişinin katıldığı tahmin edilmektedir ve haftalık Kuzey Yıldızı dergilerinin her sayısı 30.000 adet satmaktaydı. Marx, hareketin liderlerinden biri olan Ernest Jones’tan çok etkilenmiş ve onun çıkardığı “Halkın Gazetesi”ne düzenli olarak yazmıştı. Chartizm sonunda yavaş yavaş yok olsa da, bu başkaldırı ve gösterilerin gerçekleşmiş olması, bu ülkedeki işçilerin duygularını ve sistemi değiştirme arzularını gözler önüne sermiştir. Sayıca çok olmanın gücünü ve bir dava uğruna birlikte çalışabilmenin değerini görebilmişlerdir. SENDİKALAR Sendikalar, ortaçağdaki esnaf loncalarından geliştiler, ama Sanayi Devrimi esnasında, güçlenmeye ve işgücünün daha geniş Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 125 bir bölümünü temsil etmeye başladılar. Sendikalar 1871’e kadar Britanya’da yasal değildi; bu yüzden işçilerin çoğu katılmaktan korktuğu için bu tarihe kadar çok güçlü bir kuvvet oluşturamamıştır. Bunun yanı sıra, sendikalar vasıfsız insanları değil zanaatçıları temsil ettiği için biraz seçkincidir. Avrupa kıtasında birçok sendika üyesi devrimciydi, ama Britanya’da üyeler daha ılımlıydı ve oy hakkını kazanmaya çalışmak için Chartistlerle yan yana çalışıyordu. Günümüzün Marksistlerinin pek çoğu, sendikaların sistemin bir parçası olduğuna, sadece daha yüksek ücretler için pazarlık yaptığına ve değişim için bir araç olmadığına inandıkları için sendikaları küçümser. Marx sendikalara karşı değildi, çünkü işçilerin “birleşmesinin” ilerlemenin yolu olduğuna inanıyordu; eğitilmeleri durumunda ücret sisteminin feshedilmesini talep ederek sistemi sadece iyileştirmekle kalmayıp değiştirmeye de yoğunlaşacaklarını umuyordu. Komünist Birlik ve sınıf mücadelesi Komünist Manifesto, 1848’de Marx ve Engels tarafından bir işçi birliği olan Komünist Birlik için bir platform olarak yazılmıştır. Komünist Birlik, Adiller Birliği’nden gelişmiştir; başlangıçta sadece Alman üyelerden oluşuyordu. Aynı zamanda, şiddet yoluyla fabrika sistemini yıkıp tarımla uğraşan ve küçük zanaatçılardan oluşan bir topluma geri dönme fikrini savunan çok sayıda anarşisti içinde barındırıyordu. Marx ve Engels Komünist Birlik’i yeniden örgütleme görevini üstlendiler; sonunda kendi örgütlerini kuracak olan anarşistlerle aralarında çok sayıda anlaşmazlık vardı. Marx, Birlik’in fikirlerinin dünyanın dört bir yanına yayılmasının önemli olduğunu düşünüyordu ve Komünist Manifesto zaman içinde birçok dile çevrildi. Komünist Manifesto işçilere sesleniyordu ve Marx’ın en doğrudan yazılarından biridir. Başlangıç bölümlerinde kapitalist sistemin nasıl yükseldiğini ve proletaryayla burjuvazi arasındaki sınıf 126 farklılıklarını anlatır. Marx daha sonra sınıf mücadelesinin geleceğini ve bunun işçinin özgürleşmesi açısından önemini tarif eder. Marx, çalışma koşullarından duyulan memnuniyetsizliğin ve düşük ücretlerin nasıl sendikalar oluşturmak, ücretleri yukarıda tutmak ve kapitalist hâkimiyete karşı başkaldırı planlamak için işçileri bir araya getirdiğini anlatır. Marx, bazen başkaldırıların, yerelde başarılı olmasına rağmen şiddet içeren ayaklanmalara dönüşmesinin bir sınıf olarak proletaryaya fayda getirmediğini belirtir. Bu başkaldırıların faydası, yapılan eylemin sonucunda değil işçilerin sendikalar oluşturmak için bir araya gelmesinde yatar. Marx, sendikaların genişlemeye devam edeceğini ve tren yolu gibi modern iletişim araçlarının buna yardımcı olacağını düşünmüştür. Genel bakış Marx, modern teknolojinin ve iletişimin devrimci dava için önemini anlama konusunda zamanının önündeydi. Bugün internet ve cep telefonları, düzen karşıtı her grubun örgütlenmesi için son derece önemli araçlardır. Marx’ın zamanında gruplar arasında bağlantılar kurulabilmiş ve nihayet çok sayıda yerel mücadele, sınıflar arasında ulusal bir mücadele haline gelecek şekilde merkezileşebilmiştir. En sonunda uluslararası bir mücadele de gerçekleşecekti. Proletaryanın daha iyi bir şekilde örgütlenmesi ve farklı fraksiyonlar arasındaki iç kavgaları durdurması gerekiyordu. Bu, onları daha güçlü yapacak ve burjuvazi içindeki bölünmelerden fayda sağlamalarına imkân verecekti. En nihayetinde devrim gerçekleşecekti, çünkü dokunaçlarını dünyanın dört bir yanına saran sistemi alaşağı edebilecek tek şey devrimdi. Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 127 Uluslararası İşçi Birliği 1864’te Uluslararası İşçi Birliği kurulana kadar, dünya genelindeki değişik kapitalist ekonomilerde yaşayan işçiler arasında gerçek bir koordinasyon yoktu. Birinci Enternasyonal olarak bilinen bu yapı, ortak bir dava için mücadele etmek üzere uluslararası anlamda tüm işçileri bir araya getirme yolundaki ilk girişimdi. Daha önce var olan işçi grupları, burjuva sınıfının baskısına hedef olmamak için gizli örgütlenme eğilimindeydi; bu yüzden daha çok radikal komplocuları kendine çekiyordu. Marx’ın da işaret ettiği gibi, işgücünün çoğunluğunun sömürülmeyi doğal karşıladığı da bir gerçekti. Bu nedenle işçilerin çoğunluğu, bırakın uluslararası birlikleri, kendi ülkelerindeki işçi birliklerine bile katılmıyordu. Uluslararası işbirliğinin önündeki bir diğer engel de, o zamanlar Avrupa’yı oluşturan ülkelerin vatandaşları arasında fazla dayanışma olmamasıydı. Büyük oranda Sanayi Devrimi yüzünden, Avrupa içindeki çeşitli ülkeler birbirleriyle savaş halindeydi veya içsavaş ya da devrimle uğraşıyordu. Mevcut işçi birlikleri yerel meselelere odaklanmıştı. Sözgelimi Almanya’da, Lassalle’in liderliği altında aktifleşmişler, ama protestolarını kendi ülkeleriyle sınırlı tutmuşlardı. Fransa’da devrim, hükümeti isteksizce de olsa işçilere karşı hoşgörülü olmak zorunda bırakmıştı; işçilerin hoşnutsuzluğu yüzünden gerçekleşebilecek başka bir devrimin korkusu meslek birliklerine izin verilmesini sağlamıştı. Bu birlikler hükümetin katı nezareti altındaydı ve çığrından çıkmasın diye çalışmaları polis tarafından denetleniyordu. İşte Enternasyonal’in kurulmasına yol açan zincirin ilk halkasını, bu Fransız meslek birlikleriyle İngiliz sendikacılarının toplantısı oluşturdu. 1863’teki Büyük Modern Sanayi Sergisi, İngiliz kapitalistlerinin çabalarını sergileyen bir vitrindi ve dünyanın dört bir yanından ziyaretçiler çekmişti. Bunlar arasında, Fransız imparatoru III. Napolyon tarafından gönderilen resmi bir heyette seçilmiş Fransız işçi liderleri de yer alıyordu. Bu liderler grevlerde 128 kullanılabilecek taktikler, dışarıdan getirilen grev kırıcıların nasıl kullanıldığı, ücretler, çalışma saatleri ve ödemeler gibi konuları tartışmak üzere Londra Sendikaları Konseyinden İngiliz işçi önderleriyle buluştular. Bu toplantıyı takiben, sadece tartışmaktan daha fazlasını yapacak, politik ve ekonomik meselelerle ilgili olarak aktif işbirliği içinde çalışmalarına imkân verecek bir birlik kurmaya karar verdiler. İlk toplantı 1864’ün Eylülünde gerçekleşti ve oturum başkanlığını aynı zamanda radikal biri olan eski çağ tarihi profesörü Edward Beesly yaptı. Marx da bu toplantıya katılmıştı, çünkü tanınmış bir Alman göçmen ve eylemciydi. Kendisine, Alman işçilerin sözcülüğünü yapacak birini tanıyıp tanımadığı sorulunca, Londra’daki dikimevlerinin çalışma koşulları üzerine yazdığı makalelerinin basılmasına yardımcı olduğu terzi George Eccarius’u önerdi. İlk toplantıya Eccarius’u desteklemek için katılan Marx, günün sonunda komiteye dahil edildi. Marx’ın işçilerin hayatının gerçekliğiyle ilgilenmediği ve kendi fildişi kulesinde oturmayı tercih ettiği, onu eleştirenler tarafından sık sık söylenir, ama Enternasyonale katılması, durumun hiç de eleştirildiği gibi olmadığını bize göstermektedir. Zor ve dayatmacı bir kişiliği olduğu ve birlikteki yoldaşlarıyla genelde arasının açıldığı doğrudur, ama Enternasyonalde geçirdiği zaman boyunca işçileri örgütleyip desteklemek için inanılmaz çaba göstermiştir. Ailesi için para kazanmasına katkısı olmayan bu çalışmaları Kapital için araştırma yapmaya ve kitabı yazmaya ek olarak yapıyordu. Bütün bu uğraşlar, sonunda fiziksel ve ruhsal yorgunluk yaşamasını getirdi. Marx ve Engels, her ikisi de Enternasyonale üyeydi, çünkü bu inandıkları bir davaydı; ama kendileri işçi olmadıkları için komitede görev alıp almama konusunda tereddüt yaşadılar. Ne var ki Marx, Enternasyonale önerilen tüzüğü gördüğünde, daha iyi bir metin çıkarabileceğine inandığı için daha fazla katılım göstermeye karar verdi. Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 129 Kural ve ilkeleri düzenleyip bir açılış konuşması yazdı. Bu, Komünist Manifesto’dan sonra işçilere yaptığı en büyük çağrılardan biriydi. Tüzük şöyle başlıyordu: …işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendisi tarafından elde edilmelidir. İşçi sınıfının kurtuluşu için verilen mücadele, sınıf ayrıcalıkları ve tekeller için değil, eşit hak ve yükümlülükler ve yöneten sınıfların ortadan kaldırılması için verilen bir mücadele anlamına gelir… Açılış konuşması, mülk sahiplerinin hayatlarıyla işçilerin hayatını karşılaştırarak 1848’den bu yana süregelen ekonomik ve toplumsal koşulların incelenmesiyle başlıyordu. Marx, kapitalistleri, çocukların kanını emen ve ekonomiyi sürdürmek için onları kurban eden vampirlere benzetiyor ve çalışan ailelerin, bolluğun ortasında nasıl açlıktan öldüğünü tasvir ediyordu. Her ne kadar 1848, Avrupa çapında devrimin gerçekleşebileceği bir yıl olmuş olsa da devrim önlenmişti, ama bu sayede o zamandan bu yana işçiler, kuvvet araçları olarak nasıl birlikte çalışmaları gerektiğini görmüşlerdir, diyordu. O zamandan bu yana iş gününün uzunluğunun sınırlanması için bir araya geldiler, ama bu yeterli değildir. Sadece işbirliği, kapitalizmin tekelciliğinin büyümesini durdurup kitleleri özgürleştirmek için yeterli olmayacaktır. Marx, tek başına büyük sayılara ulaşmanın bir fark yaratmaya yetmeyeceğini, “sadece örgütlenme içinde birleşip bilgi tarafından yön verildiğinde sayıların dengede bir ağırlık yaratacağını” fark etmeleri yönünde işçilere yaptığı bir çağrıyla konuşmasının sonuna gelmişti. Ve konuşması, Komünist Manifesto’nun son sözü olan şu güçlü cümleyle bitti, “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” Enternasyonalin amaçları şöyle düzenlenmişti: • Çeşitli ülke ve sendikalardaki işçiler arasında yakın ilişkiler kurmak. • İlgili istatistikleri toplamak. • Bir ülkedeki işçileri, başka ülkedeki işçilerin koşulları, ihtiyaçları ve planları hakkında bilgilendirmek. 130 • Ortak çıkarlarla ilgili soruları tartışmak. • Uluslararası bir kriz durumunda bütün ülkelerde eşzamanlı eylemler düzenlemek. • Olağan raporlar yayınlamak. Birinci Enternasyonal pek çok üye toplamış, İtalya ve İspanya’da şubeler kurmuştu, fakat en sonunda lağvedildi. Temel sorunlardan biri, farklı ülkelerin işçilerinin farklı şeyler talep etmesi ve farklı arka planlardan gelmesiydi. Ortak bir amaçları bile yoktu, çünkü her ne kadar bazı üyeler devrim istese de bazıları barışçıl araçlarla haklarını kazanmak istiyor ve işçilerin haklarıyla ilgili bir kampanyanın nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda anlaşamıyorlardı. Genel olarak Fransızlar çoğunlukla Ütopik Sosyalistlerdi ve sendikalardan hoşlanmıyorlardı. Diğer yandan İngiliz grubunun çoğunluğu, devrimle ilgilenmeyen sendikacılardan oluşuyordu. Aynı ülkeden gelen işçiler bile amaç ve hedefler üzerinde anlaşamıyordu; örneğin Fransızların çoğu Proudhon taraftarıydı, ama birçoğu da devrimciydi. Enternasyonalin Şişk o ke dile r dışarı! Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 131 çöküşünü hazırlayan nihai kriz, Marx ve Bakunin arasındaki kişisel bir husumet sonucu ortaya çıktı. Enternasyonalin kendi türündeki ilk örgütlenme olduğu ve vatanseverliğin birçok insanın taşıdığı güçlü bir duygu olduğu göz önünde bulundurulursa, bu kriz gerçekten kaçınılmazdı. Belki de bu, Marx’ın yazmaktan çok hoşlandığı iç çelişkilere bir örnekti. Devrim kaçınılmaz mı? Marx, devrim hakkındaki görüşlerini hayatı boyunca geliştirdi, ama mutlaka şiddet içermesi gerektiğine inanmasa da genel olarak devrimden yanaydı. Enternasyonal kongresinde, şu sözlerle hükümete seslenmişti: “Mümkün olan yerlerde barışçıl araçlarla ve gerektiğinde de silahlarla size karşı çıkacağız.” Toplumun diyalektik bir yolla incelenmesinden çıkardığı sonuç, devrimin sadece arzu edilen bir şey değil kapitalizmin doğasında var olan çatışmalar yüzünden aynı zamanda kaçınılmaz olduğudur. Marx’a göre bu karşıt kutuplar, istikrarlı bir toplumda bir arada bulunamazlar; diyalektik teori, proletaryanın burjuvaziyi alaşağı etmesi gerektiği anlamına gelir. Komünist Manifesto’da “Şimdiye kadar var olan bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” diyordu. Daha iyi bir toplumun, komünizmin ilkelerine dayanan bir toplumun ancak o zaman inşa edilebileceğine inanıyordu. Komünist bir toplum devrimin hemen ardından inşa edilemezdi, fakat sosyalizmin ilk aşamalarından sonra zaman içinde gelişecekti. Marx, toplumun iyileştirilmesi gerektiğine inanan ilk kişi değildi; fikirlerinin çoğu Owen ve Fourier gibi Ütopik Sosyalistlerin fikirlerinden gelişmişti. Ütopik Sosyalistler kapitalist sistemi eleştirip bu sistemin ne kadar insanlık dışı ve baskıcı olduğunu göstermişlerdi. Üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan sosyalist bir topluma inanmışlardı. Marx’ın onlardan farklılaştığı nokta, bu toplumu meydana getirecek yöntem tercihinde yatıyordu. 132 Ütopyacılar, toplumun bakış açısında bir değişime sebep olmanın en iyi yolunun akıl olduğuna inanıyorlardı. Saatlerin düzenlendiği, işçilere adil davranıldığı ve eğitim hakkı, iyi evler ve besleyici gıdaların verildiği topluluk ve fabrika modelleri kurdular. Bu hayırseverlik örneklerinin, toplumda değişime yol açmaya yeterli olacağına inandılar. Marx, yapılan insancıl değişimlere katılıyor, ama iyi barınma koşullarının, sağlık yardımının, eğitimin ve ücret reformlarının sorunun kökünde yatan bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından sömürülmesi meselesine inmediğini düşünüyordu. Eğer toplumdaki çatışmaların gerçek kaynağı toplumun ekonomik temeliyse, işçilere ne kadar yardım yapılırsa yapılsın bu sorun çözüme kavuşamazdı. Kapitalist sisteme içkin çelişkiler birikmeye devam edecekti. Değişim, yalnızca işçiler fabrikaları, madenleri ve bankaları zor yoluyla ele geçirdiğinde gerçekleşecekti: “Maddi kuvvet, yine maddi kuvvet tarafından alaşağı edilmelidir.” Marx’ın devrimin kaçınılmaz olduğuna inanmasının bir başka nedeni, devlete dair bakış açısıydı. Marx, “devletin” toplumdaki herkesin çıkarları için çalışan tarafsız bir organ olmadığını fark eden ilk kişiydi. Hegel de dahil olmak üzere materyalist filozofların çoğu, devleti, toplumun işlemesi için gerekli olan doğal düzenin bir parçası olarak görmüştü. Marx ise devletin, yönetici sınıfı korumak ve onlara servet üretenleri baskı altında tutmak için var olduğuna inanıyordu. Sözgelimi, feodal toplumlarda yasalar, toprak sahibi sınıfların lehinde oluşturuluyordu. Başkasının arazisine izinsiz girme ve bu arazilerde kaçak avlanma genellikle çok ağır biçimde, hatta ölümle cezalandırılıyordu. Kapitalist bir toplumda da, sendikaların ve basının gücünü dizginleyen yasaların çıkması zenginlerin denetimi altındaydı ve bu yasaları, statükoya karşı çıkan herkese saldırmak için kullanabiliyorlardı. Bu unsurlar, kapitalizmdeki yerleşik çıkarlara karşı devrimin gerçekleşmesi gereğini çok daha olası kılıyordu. Devlet, baskı gücünün altını oyan barışçıl veya çatışmacı olmayan her türlü değişimi engellemeye çalışacaktı. Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 133 Marx, erken dönemlerinde devrimin şöyle olacağına inanıyordu: • devrim, Britanya ve Prusya gibi sanayileşmiş kapitalist ülkelerde başlayacak • bütün ülkeler ekonomik olarak birbirlerine bağımlı hale geldikleri için dünyanın geri kalan kısmına hızlı bir şekilde yayılacak Ne var ki Marx, bazı fikirlerini hayatının ilerleyen dönemlerinde değiştirmiştir. O nedenle, ilk komünist devrim köylülüğe dayanan bir ekonomiye sahip olan Rusya’da gerçekleştiği için, geleceği öngörmek konusunda tümüyle yanılmış sayılmaz. Rusya, yaklaşık otuz yıl boyunca tek komünist ülke olarak kaldı. Marx, ölümünden kısa bir süre önce Avrupa’da gerçekleşecek bir devrimle birlikte Rusya’da da devrimin gerçekleşebileceğini ve bunun, Rusya’da zaten ortak toprak mülkiyetine dayalı bir sistem mevcut olduğundan dolayı başarılı olabileceğini öngörmüştü. Ayrıca, Rusya Devrimi sırasında sanayileşme de hızla genişlemeye başlamıştı. Marx, 1848’de Avrupa’nın her yerinde gerçekleşen çok sayıda eşzamanlı grev ve ayaklanmaya rağmen, öngördüğü devrim yaşadığı süre içinde gerçekleşmediği için hayal kırıklığına uğradı. Marx ve Engels, o yıl Almanya’da gerçekleşen burjuva devriminden çok heyecan duydular ve kısa zamanda bunun yayılacağını öngördüler, ama böyle bir şey olmadı. Bunun üzerine Marx, belki de zamanın tam doğru olmadığını düşündü. Sonraki yıllarda, koşullarını değiştirebilmek için işçilerin en az 50 yıllık bir mücadeleden geçmeleri gerekebileceği ve bunun uzun vadeli bir süreç olacağı gibi öngörülerde bulundu. Marx, Fransa’da yaşanan türde bir devrimci teröre her zaman karşıydı ve bunun, katılımcıların gelişmemişliğinin bir göstergesi olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle, insanlar değişim sürecinde uygun bir şekilde yer almalarına yetecek kadar eğitilmeden kısa süre içinde gerçekleşecek bir devrime karşıydı. 134 Bir filozof olarak Marx, devrimin bireye fayda sağlayacağını görmüştü: “Bir devrimde insanlar toplumu değiştirmek için kendilerini değiştirirler.” Böyle düşünmesinin sebebi, insanların, anlayamadıkları kuvvetlere tabi durumdayken gerçekten özgür olmadığına inanmasıydı. Yazılarının, insanların mevcut kuvvetleri ve bunların insan aklının ürünleri olduğunu fark etmelerine yardımcı olacağını umuyordu. Onları ezen ekonomiyi ve toplumsal yapıyı yaratan bir tanrı veya evrensel akıl değil insan aklıydı. İnsanlar bunu fark ettiklerinde, kendi eylemlerinin sorumluluğunu almak konusunda özgür olacak ve hem kendilerini hem de dünyayı değiştireceklerdi. Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim 135 BUNLARI UNUTMAYIN • Marx, tarihe ve ekonominin gelişimine diyalektik bakış teorisini geliştirmek için yıllarını vermiştir. • Topluma her zaman, üretim araçlarını ve işçilerin fazla ürünlerini kontrol eden bir yönetici elitin hâkim olduğuna inanmıştır. • Toplum tarihini, bir dizi diyalektik çatışma olarak okumuştur. Toplumlar sürekli iç çelişkiler tarafından yıkılmakta ve sonra yerine yenisi kurulmaktadır. • Tarih boyunca görülen bir dizi baskıcı yönetim içinde kapitalist sistem, sömürünün son halidir. • Devlet bağımsız bir organ değil, kapitalistlerin işçileri ezmek için kullandığı bir araçtır. • Proletarya ve burjuva, istikrarlı bir toplumda birlikte var olamayacağı için devrim kaçınılmazdır. 136 7 Marksist düşüncenin başka yönleri Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • Marx’ın devrimden sonra olabilecekler konusunda düşündükleri • proletarya diktatörlüğü • Marx ve Engels’in komünist bir toplumun nasıl çalışabileceği konusundaki düşünceleri • Marx’ın din, kadın hakları ve aile, sanat ve kültür, özgürlük ve birey hakkındaki görüşleri Her ne kadar Marx, toplumla ekonomi arasındaki ilişkinin tarih boyunca nasıl geliştiği üzerine çok fazla yazmış olsa da, bu ilişkinin öngördüğü devrimden sonra nasıl gelişeceği hakkında pek fazla yazmamıştır. Sınıfsız bir komünist toplumun devrimin sonucu olduğuna inanıyordu, fakat bu toplumun nasıl işleyebileceğini gerçekten tanımlamış değildi. Dünya görüşü materyalist olduğu için bu durum hiç de şaşırtıcı değildir; gelecekte gerçekleşebilecek herhangi bir şey bir varsayımdan ibarettir ve incelenemez. Toplumun yapısının o dönem mevcut olan ekonomik unsurlara dayanacağına inandığından dolayı bu yapının ileride nasıl olacağına dair herhangi bir ayrıntıyı önceden tahmin etmenin mümkün olmadığına inanıyordu. Neler olabileceğine dair birkaç tahminde bulunmuştu ve bunların bazıları, her ne kadar Marksist düşüncenin başka yönleri 137 Ütopik Sosyalistlerle Fransız komünistlerin daha romantik olan ideallerinin birçoğuna katılmasa da, onların fikirlerinden etkiler taşıyordu. Gelecekteki komünist toplumun yapısını ayrıntılarıyla yazmadı, ama bu toplumda yaşayacak insanların birbirleriyle ilişkileri üzerine derinlemesine düşündü. Yazılarında, dünyaya yeni bir şekilde baktı ve bireylerle içinde yaşadıkları toplum arasındaki ilişkilere yeni bir ışık tuttu. Fikirleri, o gün için son derece radikal olarak görülüyordu, ama bugün bu fikirlerin çoğunu, örneğin erkek, kadın ve çocukların eşit haklara sahip olmasını doğal karşılıyoruz. Devrimden sonra Marx, devrimden sonra toplumun alacağı biçim veya nasıl örgütleneceği hakkında pek fazla yazmamıştır. Uzun vadede toplumun komünistleşeceğine inanıyordu, ama bu gerçekleşmeden önce bir geçiş aşamasının yaşanması gerekiyordu. İlk olarak toplum, tıpkı annesinin karnından çıkan bir çocuk gibi içinden çıktığı eski kapitalist toplumun “doğum lekeleriyle damgalanmış” olacaktı. Marx, kapitalist toplumdan komünist topluma doğrudan geçmenin mümkün olduğuna inanmıyor ve bu ikisi arasında sosyalizm olarak bilinen bir ara aşama olması gerektiğini düşünüyordu. Marksist anlamda sosyalizm, kapitalizmle komünizm arasındaki ara aşamayı tarif eden bir kelimedir sadece. Bugünse sosyalizm, böyle kolay tanımlanamaz bir terim haline gelmiştir. Devlet kontrolünün, planlamasının ve üretim araçlarında devlet mülkiyetinin olduğu herhangi bir sistemi çağrıştırır. Hastaların, çocukların, yaşlıların ve son derece yoksul olanların sosyal bakımıyla ilgili bir yönü de vardır. (Pek çok kişi, komünist devlet olduğu sanılan ülkelerin aslında sadece sosyalizm aşamasında olduğunu iddia edebilir.) 138 Genel bakış Sosyalizm üzerine herhangi bir şey okurken, yazarın bu ifadeyi metinde nasıl tanımladığını anlamanız önem taşır. Sosyalizmde proletarya diktatörlüğü olacaktı. Marx bu konuya, 1850’de Neue Rheinische Zeitung için kaleme aldığı Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı kitabında değinmiştir. Burada, “proletaryanın sınıf diktatörlüğü ‘genel anlamda sınıf ayrımlarının ortadan kalkması’ için gerekli bir aşamadır” diyordu. Bunun yanı sıra Gotha Programının Eleştirisi’nde şöyle yazmıştı: “Kapitalist ve komünist toplumlar arasında, birinin diğerine devrimci dönüşümü aşaması yatar. Buna karşılık gelen şey aynı zamanda, devletin, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı politik bir dönüşüm dönemidir.” Genel bakış Gotha Program›n›n Eleştirisi, Gotha Konferans› üzerine yap›lm›ş bir eleştiridir ve Marx’›n ölümünden önce bas›lmam›şt›r. Bu, Marx’›n, gelecekteki komünist toplumun nas›l örgütlenebileceğini tart›şt›ğ› az say›daki metinden biridir. Proletarya diktatörlüğü, Marx’ın metinlerinde hemen hiç kullanmadığı bir terimdir, ama bu teori Rus komünist lider Lenin tarafından, ilk komünist devrimin başlangıcında geliştirilmiş ve yaygın bir dikkat çekmiştir. Proletarya diktatörlüğü, bugün insanların, hem Lenin hem de Stalin’in demokratik olmayan yöntemlerle Sovyetler Birliği’ni yönetme biçimleriyle ilişkilendirdikleri bir ifadedir. Marx diktatörlük kelimesini asıl anlamında kullanmıştır: bir despot yerine bir grup insan tarafından yönetilme. Bu, kriz zamanında bir elit tarafından yönetilme anlamına gelen, Roma’nın diktatorya modeline dayanır. Marksist düşüncenin başka yönleri 139 Marx, yasalar, eğitim ve ideoloji yoluyla toplumu kontrol ettikleri ve bundan da kolaylıkla vazgeçmeyecekleri için kapitalist toplumun aslında “burjuvazinin diktatörlüğü” olduğunu düşünüyordu. İşçilerin bir devrimden sonra gücü kendi ellerinde tutabilmelerinin tek yolunun devlet aygıtının yönetimini ele geçirmeleri ve kendi çıkarları içinde hüküm sürmeleri olduğuna inanıyordu. Paris komününü incelemiş ve genel seçim hakkıyla yargıçlar dahil olmak üzere bütün resmi görevlilerin oylanmasının önerilmesinden çok etkilenmişti. Bütün resmi görevlilere işçilerle aynı ücret verilecek ve daimi ordunun yerine sivil bir ordu getirilecekti. Polisin ve ruhban sınıfının siyasi makamlara gelmelerine izin verilmeyecekti. Bu yolla işçiler toplumun aygıtlarının—okulların, mahkemelerin, hapishanelerin, silahlı kuvvetlerin—kontrolünü açık ve demokratik bir yolla ellerinde tutacaklardı. Bu ayrıca, burjuvazinin karşı devrimi kolaylıkla örgütlemesini de önleyecekti. Lenin, 1917’de Devlet ve Devrim’de proletarya diktatörlüğü fikrini geliştirdi. Onun, “hukuk olmadan gücün uygulanması” şeklindeki diktatörlük tanımı, Marx’ın kullandığından çok farklıydı. Lenin, bu tanıma inanıyordu, çünkü ideoloji ve yanlış bilinç herkesin bilincini öylesine zapt etmişti ki Komünist Parti’nin belli seçilmiş üyelerinin proletaryanın öncüsü olarak davranması gerekiyordu. Bu kişiler toplumu, doğru komünizm anlayışına yönlendirecekti. Lenin, devrimden sonra bile burjuvazinin proletaryadan daha güçlü kalacağına inanıyordu, çünkü onların hâlâ paraları ve mülkleri, daha iyi bir eğitimleri ve bağlantıları olacaktı ve devlet daireleriyle “savaş sanatında” daha deneyimlilerdi. Rusya’da bir “sınıf diktatörlüğünün” gerekli olduğunu ve eski yönetici sınıfa karşı güç kullanılması gerektiğini ileri sürüyordu. Rusya’daki İç Savaş esnasında, Lenin’i destekleyen Bolşevikler hariç bütün politik partiler, çeşitli uydurma suçlamalarla tek tek kapatıldı. Bu sayede en sonunda tek bir parti kaldı: Bolşevikler. Lenin’in ölümünden sonra Bolşevikler arasındaki iç kavga en sonunda Stalin’in demir yumruk yönetimiyle aşıldı. Bu dönemde ifade özgürlüğü rafa kaldırıldı ve herhangi bir fikir ayrılığı acımasızca bastırıldı. Yöneten seçkin kesimin yerine bir 140 başkası gelmişti; bu, Marx’ın inandığı şeylerin tamamen saptırılmış bir biçimiydi. Genel bakış Bolşevikler, daha ılımlı olan Menşeviklerden 1903 yılında ayrılan Marksist Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin üyeleriydi. En sonunda, Sovyetler Birliği’ndeki komünist iktidar partisi haline geldiler. Komünist toplum Marx, proletarya bir kez devlet iktidarını elde edince, işçilerin üretim araçlarının kontrolünü ele geçirebileceğine ve en sonunda da sınıf ayrımlarının ortadan kalkmasıyla sınıfsız bir komünist toplumun gerçekleşeceğine inanıyordu. Toplum, bir sınıfın başka bir sınıfı sömürmesi üzerinde yükselmeyecekti; üretim araçlarının kontrolü işçilerde olacaktı ve onlar da üretilen zenginliği, tüm toplumun yararına kullanacaklardı. Toplum, kendi kendini yöneten bir topluluk olacaktı. Marx, toplumun nihai olarak devletsiz olacağına inanıyordu, çünkü devletin toplumun bir kolunun bir diğerini ezmesine imkân veren bir araç olduğunu düşünüyordu. Sınıflar en sonunda ortadan kalktığında, “üretenlerin büyük çoğunluğunu küçük bir sömürücü azınlığın boyunduruğu altında tutma işlevi gören devlet iktidarının yok olacağını ve hükümetin görevlerinin basit idari görevlere dönüşeceğini” düşünüyordu. Devrimden sonra, hiçbir baskı olmayacağı için devlet kendi kendine “çökecek” fakat bu biraz zaman alacaktı. Engels, “Proletarya politik iktidara el koyunca ilk önce üretim araçlarını devlet mülkiyetine çevirecektir. Ama bunu yaparken, proletarya olarak kendisini de ortadan kaldıracaktır” demişti. Bunu yapabilmek için toplumun, daha kısa çalışma günleri içinde daha üretken olması Marksist düşüncenin başka yönleri 141 gerekir, böylece insanların toplumun yönetimine katılmak için zamanları olacaktır. Sınıf sisteminin mülkiyete sahip olup olmamak tarafından tanımlandığına inandığı için, özel mülkiyetin kaldırılması Marx için çok önemliydi. Bu, sınıfların varlığının en sonunda ortadan kalkacağı ve böylelikle hiçbir eşitsizliğin kalmayacağı ve daha fazla sınıf mücadelesine ihtiyaç olmayacağı anlamına geliyordu. Marx ve Engels, devrimin kesinlikle uluslararası olacağına inanıyorlardı. Bu, ordunun yalnızca iç barışı koruma görevinin olacağı ve paranın savunmaya harcanmasına gerek kalmayacağı anlamına geliyordu. Komünist toplumun alacağı biçim hakkında var olan temel yazılar,1847’de Engels tarafından kaleme alınan Komünizmin İlkeleri kitabında yer almaktadır. Bu ilkeler, Marx’ın da üyesi olduğu Komünist Birlik’in bakışını ortaya serer. Aşağıda, bu belgenin ana hatlarını bulacaksınız: • Artan oranlı vergilendirme, veraset vergisi ve akrabaların miras haklarının kaldırılması yoluyla özel mülkiyetin sınırlandırılması. • Kısmen devlet işletmelerinin rekabeti, kısmen tazminat ödenmesi yoluyla kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi. • Bütün göçmenlerin ve halkın çoğunluğuna karşı başkaldıran isyancıların mülklerine el konulması. • Toprakta veya fabrikalarda çalışan işçilerin ücretlerinin merkezi olarak düzenlenmesi. İşçilerin kendi aralarındaki rekabete son verilmesi. • Özel mülkiyet tamamıyla kaldırılıncaya kadar, toplumun tüm üyeleri için eşit çalışma yükümlülüğü. Özellikle tarım için sanayi ordularının kurulması. • Özel bankaların faaliyetlerine son verilmesi ve para ve kredinin ulusal bankalarda merkezileştirilmesi. • Ekonomik anlamda elverişli olduğu sürece ulusal fabrikaların, atölyelerin vb. artırılması; tarımın iyileştirilmesi. 142 • Bütün çocukların devlet okullarında ve devlet hesabına eğitilmesi. • Kırsal ve kentsel yaşamın en iyi yanlarının birleştirilmesi için boş arazilerde komünal konutların inşası. • Sağlığa aykırı ve kötü inşa edilmiş gecekondu evlerinin yıkılması. • Evlilik dışı çocuklara eşit miras hakkı tanınması. • Ulaşımın kamusallaştırılması. Bütün bu değişikliklerin bir seferde gerçekleştirilmesi mümkün görünmüyordu. Bunun yerine, bir kez bir değişiklik yapıldığında diğerlerinin arkasından geleceği ve etkilerinin üst üste birikeceği düşünülüyordu. Özel mülkiyetin kaldırılması ilk adım olacak, ardından tarım, ulaşım ve ticaret merkezileştirilecekti. Marx ve Engels gelecekteki komünist toplumu bir ütopya veya ütopik ilkelere dayalı bir şey olarak düşünmüyorlardı. Komünist Manifesto’da “komünistlerin teorik sonuçları asla şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş fikir veya ilkelere dayanmaz” diye yazmışlardı. Gerçi Engels, kırsal ve kentsel yaşamı birleştiren komünal konutlar fikrinden de görülebileceği gibi, Fourier’in büyük bir hayranıydı. Marx, idealleştirilmiş bir kırsal topluma geri dönmekten yana değildi; teknolojik ilerlemenin, kapitalizmin topluma kazandırdığı başlıca faydalardan biri olduğunu görüyor ve bu teknolojinin gelişiminin toplumda büyük iyileştirmelerin önünü açacağına inanıyordu. Bu açıdan fikirleri, Saint Simon’un teknokrasisine daha yakındı. Marx, Grundrisse’de çalışmanın “makinelerin otomatik bir sistemi” haline geleceğini yazmıştır. El emeğinin, “bir sosyal birleşim” ile “doğa bilimlerinin teknik uygulamalarının” bir karışımıyla azalacağına inanıyordu. Bu, daha fazla boş zamana ve eğitim için zaman ayrılmasına imkân verecekti. Haftalık çalışma daha fazla kısalacağı ve böylece herkes, toplumun yönetimine katılabileceği için toplumun devletsizleşmesine yardım edecekti. Aynı zamanda herkes için maddi bolluğa yol açacaktı. Marksist düşüncenin başka yönleri 143 Fazla emek yine var olacaktı fakat artık, herhangi bir sömürü veya fetişizmle gizlenmeyecekti. Kapital’in üçüncü cildinde Marx, üretim fazlasının bir tür refah devleti içinde kullanılabileceği düşüncesini belirtmiştir. Çalışabilen herkes çalışmak zorunda olacaktı, ama fazla ürün bir kenara konulup kendi ihtiyaçlarını karşılayamayanlar arasında bölüştürülecekti. Bu kişiler, “henüz yaşı elvermeyenler veya artık üretimde yer alamayanlardı”. Bununla birlikte, başka hiç kimsenin devlet tarafından desteklenmesi gerekmediğine inanıyordu ve şöyle yazmıştı, “çalışmayanları desteklemek için kullanılan bütün emek ortadan kalkacaktır”. Komünist toplum çalışkan ve üretken bir yer olacaktı, fakat hem Marx hem de Engels, komünist bir toplumda çalışmanın, hayatta kalmak için bir baskı aracı değil zevk alınan bir şey olacağını umuyordu. İnsanların hâlâ kapitalist düşünme biçimlerine bağlı olacağı komünizmin ilk aşamalarından sonra, komünist toplumun insanların çeşitli ihtiyaç ve yeteneklerini göz önünde tutacağı umuluyordu. Marx, Gotha Programı’nda şöyle yazmıştı: Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve bununla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline geldikten sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici kuvvetlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra—ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacına göre! Din Marx’ın en ünlü sözlerinden biri, “Din, toplumların afyonudur!” sözüdür. Afyon, duyuları körelten bağımlılık yapıcı bir maddedir; 144 Marx, kapitalist toplumda dinin de benzer bir işlevi olduğuna inanıyordu. Marx, babası Yahudi inancını terk ettiğinde dinin kendi ailesinin başına açtığı bazı sorunlara şahit olmuştu. Prusya antisemitik bir ülkeydi ve Yahudilerin devlet memuriyetine gelmesine izin verilmiyordu. Marx, dinin, devlet sisteminin bir parçası olduğunu ve bir baskı biçimi ve halkın yabancılaştırılmasına katkıda bulunan yanlış bilincin bir parçası olarak kullanılabileceğini görmüştü. Marx ateistti ve dine karşı akılcı kanıtlar geliştirmeye yoğunlaşmış Hume ve Diderot gibi materyalist filozoflardan ve özgür düşünürlerden etkilenmişti. Bilimsel düzene ve rasyonalizme inanan bu kişiler, Tanrının olmadığını bilimsel araçlarla kanıtlayabileceklerini düşünüyorlardı. İnsanların çoğunun Tanrıya batıl bir şekilde inandığını ve bu inançlarının, aklın gücüyle aydınlandıklarında yok olacağını düşünüyorlardı. Marx, bu akılcı filozoflara bir ölçüde katılıyordu, fakat onun yabancılaşmayla ilgili görüşleri, dünyaya yalnızca akılcı bir gözle bakmanın onu değiştirmeye yetmeyeceğine inanmasına yol açıyordu. Marx, Hıristiyanlığın özünün, insanlığın kendi özü olduğunu söylemiş olan Feuerbach’tan çok etkilenmişti. Marx, Tanrının insan bilinci tarafından yaratıldığına ve insan aklının bir ürünü olduğuna inanıyor, ama bununla beraber, insanların neden Tanrı’ya taptıklarını ve neden dini inançlarının o günkü halini aldığını anlamak istiyordu. Her zamanki gibi yine, bu sefer din meselesiyle ilgili kanıtlar bulmak üzere, geçmiş ve o günkü toplumları araştırıp analiz etmek için yıllarını verdi. En sonunda dinin, toplumun ideolojik terkibinin bir parçası olduğu sonucuna ulaştı: • İnsanların hayatının doğayla olan ilişkilerine bağlı olduğu ilkel toplumlarda din, onları doğayla birleştirmeye yardım eder. Doğal güçlere tanrı gibi tapılır ve dünyalarının doğal çevrimi, dinin bir parçası haline gelir. Marksist düşüncenin başka yönleri 145 • Daha gelişmiş toplumlarda insanlar, teknolojiyi kullanarak doğaya bağımlılıklarından özgürleşirler, fakat gündelik yaşamları üstünde çok az kontrole sahip oldukları için toplumdan yabancılaştıklarını hissederler. O zaman da insanlar dini, düş kırıklıklarını ifade etmenin bir aracı olarak kullanırlar. Marx, insanların dinden elde ettikleri her tamamlanmış olma duygusunun aldatıcı olduğunu, çünkü dinin sadece yabancılaşmanın başka bir biçimi olduğunu düşünüyordu. İnsanlar özgür olmadıklarının farkında değildir ve fark etmeden de toplumu değiştiremezler, bu yüzden dinde bilim ve aklın eksik olduğuna işaret ederek pek fazla şey elde edilemez. Marx, kendisinden önce gelen filozoflardan, Hegel, Feuerbach ve diğer Genç Hegelcilerden işte böyle ayrılıyordu. Onlar, insanların hissettiği yabancılaşmanın sebebinin evrensel aklın ilerleyişini anlamamaları olduğuna ve felsefi aydınlanma yoluyla bir kez evrensel aklın içindeki yerlerini gördüklerinde, her şeyi hakikatte olduğu gibi apaçık ve dini bir yanlış bilinç olmadan göreceklerine inanıyorlardı. İnsanların hayatının işte o zaman bir anlamı olacaktı. Marx, insanların hayatlarını anlamsız hissetmesinin sebebinin gerçekten anlamsız olması olduğuna inanıyordu. Kapitalizm, insanoğlu olarak kendimizi gerçekleştiremediğimiz bir sosyal sistemdir. “Dinsel sefalet hem gerçek sefalettir hem de gerçek sefalete karşı çıkışın bir ifadesi. Din, bunalmış mahlûkun iç çekişi, vicdansız dünyanın vicdanı ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din, toplumların afyonudur.” Marx, dinin kapitalist toplumda çok önemli bir işlevi olduğunu görebiliyordu. Din, bireyin yabancılaşmasını kabul eder, fakat bunun sebebinin, insanların Tanrıdan kopmaları olduğunu söyler. Bu, insanların, kendi duygularının toplumun bu şekilde yapılanmış olmasından ötürü mü böyle olduğunu sorgulamasını durdurduğu için faydalı bir tezdir. Böylece yabancılaşmayı, doğal insanlık durumunun bir parçası olarak hissederler. 146 Din, insanları, çektikleri acıların onların anlayamayacağı bir amacı olduğuna inanmaya yönlendirir ve belli manevi pratikleri takip ederlerse bir ahiret vaadinde bulunur. Bireyin yabancılaşmasını iyice büyütür, ama aynı zamanda uzun vadeli bir şifa da sunar. Pek çok insan, acımasız bir çevre içinde bir dayanak ve huzur olarak dini yanılsamalara ihtiyaç duyduğu için bir güven de verir. Marx, bu sorunu sadece anlamanın yeterli olmadığını gördü; felsefe kendi başına dünyayı değiştiremez. Neden yabancılaştığınızı anlamak sadece başlangıçtır. Din, yalnızca yabancılaşma sona erdiğinde sona erecekti ve bu, belli sınıfların ezilmesi sona ermeden ve komünist bir toplumda herkes eşit hale gelmeden gerçekleşemezdi: “İnsanoğlunun aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, onun gerçek mutluluğu için bir taleptir. Koşullarıyla ilgili yanılsamalarını terk etme çağrısı, yanılsamaları gerektiren bir koşulu terk etme çağrısıdır.” Kadın hakları ve aile Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, komünistlerin “kadınların ortaklığını” ve ailenin dağıtılmasını getireceklerini ileri sürmediklerine dikkat çekmek için çok çaba sarf etmişlerdir. O yıl basında, bu iddialarla pek çok kez suçlandılar. Evlilik kurumu hakkındaki bazı özgürlükçü görüşleri ciddi Viktorya Britanya’sını şok etmişti. O zamanlar, kapitalist ülkelerin çoğunda kadınların oy hakkı yoktu ve yasaların gözünde, kocalarına ait mallar olarak görülüyorlardı. Kadınların ortaklığı, kendilerini cinsel olarak tercih ettikleri kişilere sunmakta özgür olacak kadınları çağrıştırıyordu. Komünist Manifesto’da Marx, burjuvaların kendi eşlerini bir üretim aracı olarak kullandığına, o nedenle üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyduklarında aynı kaderin kendi eşlerinin başına geleceğinden korktuklarına dikkat çekiyordu. Evliliğin, fuhşun yasallaştırılmış bir biçimi olarak düşünülebileceğini ileri sürüyordu. “Burjuva evliliği, Marksist düşüncenin başka yönleri 147 gerçekte bir ortak eşler sistemidir. Bu yüzden de komünistler olsa olsa, kadınların ortaklığını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşru bir şey haline getirmek istemekle suçlanabilirler.” Ardından da şöyle bir sonuç çıkarıyordu; “hem açık hem de gizli” fuhuş ancak sınıf sisteminin ortadan kaldırılmasıyla yok olacaktır. Kadınlar ve aileyle ilgili Marksist düşüncenin büyük kısmı, Engels’in çalışmalarından çıkar. O zamanlar, bütün bir sınıf olarak işçilerin haklarından ayrı olarak kadın hakları üzerine yazan başka bir komünist yazar yoktu. Genel bakış Engels, bu meselelerde muhtemelen Chartist sevgilisi Mary Burns’ten etkilenmişti. Engels, feminizm sözcüğünü icat eden ve komünlerden oluşan bir ütopyayla “serbest aşkı” ileri süren erken dönem kadın hakları savunucusu Fourier’in büyük bir hayranıydı. 1845’te Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabını yazdı. Bu kitapta, tekeşli evliliğin özel mülkiyetle ilişki içinde var olan sosyal bir kurum olduğunu ve kadınların, gerçekten özgür olmadan önce ekonomik olarak erkeklerden bağımsızlaşmaları gerektiğini ileri sürdü. Bu kitapta yer alan en bilinen ifadelerden biri şudur: “Modern tek eşli aile, kadının açık ya da gizli ev köleliği üzerine kurulmuştur.” Engels, proleter ya da burjuva bütün kadınların kapitalizm altında bir köle sınıfı olduğuna inanıyordu: Kadın ailesinin özel hizmetinde görevlerini yerine getirirse kamusal üretimin dışında kalır ve hiçbir şey kazanamaz; ve kamu sektörüne katılmak ve geçimini bağımsız bir şekilde kazanmak isterse, aile görevlerini yerine getirecek durumda olmaz. Fabrikada olduğu gibi, hekimlikten avukatlığa kadar bütün meslek dallarında kadının durumu böyledir. 148 Marx herkesin, erkeklerin, kadınların ve çocukların eşit olmasını istiyor ve bunu ancak özel mülkiyetin olmadığı komünist bir toplumun temin edeceğine inanıyordu. Cinsiyetler arasındaki ilişkilerin ve ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkilerin, ücretli emek ve özel mülkiyet tarafından yozlaştırıldığını düşünüyordu. Komünist Manifesto’da şöyle yazmıştı: “Proletaryanın arasındaki bütün aile bağları paramparça oldu, çocuklar basit ticaret nesnelerine ve emek araçlarına dönüştü.” O dönemdeki sınıf ayrımı, işçi sınıfından erkeklerin, kadınların ve çocukların fabrika ve madenlerde uzun saatler boyunca çalıştırılması anlamına geliyordu. Sağlık hizmeti veya eğitim konularında çok kısıtlı imkânlar vardı. Orta sınıf kadınlar ise evlendikten sonra dışarıda çalışmıyordu ve bu yüzden kızların eğitim alması her zaman gerekli görülmüyordu. Marx, kadınlara ikinci sınıf vatandaş gibi davranıldığı ve erkekler de evin direği olarak görüldüğü sürece evliliğin asla eşit bir ortaklık olamayacağına inanıyordu. Çünkü bu durumda kadınların, birey olarak gerçek potansiyellerine ulaşmaları engelleniyordu. Marx, ideal bir komünist toplumda herkesin çalışma ve eğitime eşit erişim imkânı olacağına inanıyordu. Yeterli miktarda çocuk bakım tesisinin olması, kadınların maddi bakımdan artık kocalarına bağımlı olmayacağı anlamına geliyordu. Çocukları dünyaya getirip onlara bakmak, artık onlar için mali anlamda bir dezavantaj olmayacaktı. Marx, bütün kadınları işyerine getirmenin, onlara eşitlik sağlamanın ilk adımı olduğuna inanıyordu. Bu, onları planlı ekonomiye dahil etmenin ve böylece toplumu değiştirmenin ilk adımı olacaktı. Bu ayrıca, Marx’ın, her şeyi maddi terimlerle gören kapitalist sistemin yan ürünü olarak düşündüğü fuhşun kaldırılmasının da ilk adımı olacaktı. Marx, her zaman, toplumun ve ekonominin bütün yapısının aynı kalması durumunda, azınlıklara haklar veren liberal yasaların geçmesinin yeterli olmadığını düşünmüştür. Kadınlara haklar vermek için yasalar geçebilir, fakat kadınların kurtuluşu ancak toplumun ideolojisi değiştiğinde, böylece kadınlar, gençlerle Marksist düşüncenin başka yönleri 149 yaşlıların bütün bakım yükünü üstlenmek zorunluluğundan kurtulduğunda gerçekleşecektir. Bu düşüncesinin doğruluğu, kadınların genellikle fiziksel güç gerektiren işlerde gündelik olarak çalıştıkları ama ev işiyle alışverişi yine kendilerinin yapmak zorunda kaldığı birçok sözde komünist toplumda görülmüştür. Modern kapitalist toplum da büyük oranda böyledir. Feminizm, on dokuzuncu yüzyıldaki küçük adımlarından sonra yirminci yüzyılda hızla gelişti. Her ne kadar günümüzde pek çok feminist Marx ve Engels’in görüşlerine ve kadının konumuyla ilgili analizlerine katılmasa da, onların, kadının toplumdaki konumuna sistematik bakan en erken sosyal reformculardan oldukları da inkâr edilemez. Marksist feminizm halen feminist hareketin bütününün önemli bir parçasıdır ve Marksist feminizmin vurguladığı nokta esasında, kadınların baskı altında olmasının kökeninin kapitalizmde yattığı ve kadınların tabi kılınmasının gerçekte sınıf baskısının bir biçimi olduğu inancıdır. Onların çalışmasının büyük kısmı işyerinin etrafına odaklanmıştır; Marksist feministler kadınların neden hâlâ düşük ücret aldığını ve ev işinin kapitalizm tarafından nasıl önemsizleştirildiğini incelerler. Pek çoğu Marx’ın toplumsal, ekonomik ve politik yapıların yabancılaşmaya nasıl sebep olduğunu ortaya koymuş olmasına hayranlıkla bakar. Genel bakış Marksist ve sosyalist feminizm, 1960’larda başlayan modern kadın hareketinin ilk yıllarında çok önem taşıyordu. ABD’deki Radikal Kadınlar ve Özgürlükçü Sosyalist Parti gibi gruplar kadınların sesi olmuş ve tabandan eylemler örgütlemiştir. Sanat ve kültür Marx, sanat ve kültürün her toplumun önemli bir parçası olduğuna inanıyordu. Sanat ve kültür, kendimizi anlamanın yanı sıra içinde yaşadığımız toplumu anlamamıza da yardımcı olduğu için, 150 bunların değerini bilmenin toplumdaki herkes için can alıcı öneme sahip olduğuna inanıyordu. Yazılarında Yunan edebiyatından ve Shakespeare’den alıntılar yapmaktan çok hoşlanırdı; Kapital, böyle referanslarla doludur. Bu tür referanslar, sıradan işçilerin yazılarını anlamasını zorlaştırıyordu; pek çoğu, daha anlaşılır bir dille yazan Engels’i okumayı tercih ediyordu. Kaldı ki o dönem birçok işçi, eğitimi olmadığı için okuma yazma bile bilmiyordu. Bu Marx’ın yukarıdaki önemsediği ilk konuya bir örnektir: • Sanat esasen azınlık içindir. Kapitalist sistemde sanat, bir azınlık tarafından seçilir. Onların tattığı sanattan zevk alma özgürlüğü, zenginlik üretmek için çalışan ve onlara sanattan zevk almaları için para ve boş zaman verenlerin sırtından elde edilir. Sanatçılar, bu azınlığın gereksinim ve beğenilerini tatmin edecek sanat ürünleri sunmak zorundadır. • Kapitalist toplum, her şeyi finansal terimlerle görme eğilimindedir. Her şeye finansal bir “değer” biçilir. İfade özgürlüğü, sanatkârlık ve şeyleri yapmak adına yapmak, zaman ve paraya bağımlı hale gelmiştir. Marx, toplum gibi sanatın da bir dizi diyalektik çelişkiyle geliştiğine inanmıştır. Toplumun bir üyesi olarak sanatçı, yazar ve müzisyenler de hâkim ideolojiden etkileniyor olmalılar. Ama kendisini yeni yollarla ifade etmek için mücadele eden, sanatsal ifadenin eski biçimleriyle çelişen birileri her zaman olacaktır. Bu şekilde sanat, kapitalist toplumda hâkim olan burjuva önyargılarını altüst edebilir. Marx’ın görüşüne göre, ideal bir komünist toplumda herkesin, toplumun kültürel mirasına eşit erişim hakkı olacaktır ve sanatsal uğraşlar, ayrıcalıklı bir azınlığın alanı olmaktan çıkacaktır. Özgürlük ve birey Marx bireyi, ait olduğu toplumun bir ürünü olarak görür. Her toplumun bireysellik hakkında kendine özgü bir görüşü vardır, Marksist düşüncenin başka yönleri 151 çünkü her toplumun kendine özgü bir ideolojisi vardır. Farklı toplumsal sistemler, bireyle toplum arasındaki ilişkiye farklı vurgular yaparlar. Belli toplumlarda, örneğin kapitalizmde, birey haklarına daha çok değer verilir. Diğer toplumlarda grubun hakları bireyin haklarından daha önemli görülür. Marx, bireyler arasında rekabetçi bir mücadeleye sebep olan kapitalist sistemdeki yabancılaşma üzerine yazmıştır. Bunun, yıkıcı bir rekabet olmadan insanların gerçek bireyselliklerini bulacağı komünizme giden yolda gerekli bir aşama olduğunu düşünmüştür. Marx, bireyin gerçek potansiyeline ulaşmasını engelleyen şeyin kapitalist çalışma sistemi olduğuna inandığı için, sadece proletaryanın yükselişinin ve komünist bir topluma doğru değişimin bireye bütün haklarını vereceğini düşünmüştür. Öngörülen komünist toplumda: • Emek, üzerinde anlaşmaya varılmış ihtiyaçlar doğrultusunda geçim araçlarını üretmek için planlanacaktır. • Emek zamanı, herkesin boş zamanını artırmak üzere azaltılacaktır. Bu, herkes için sanatsal ve bilimsel gelişmelere imkân verecek ve herkesin kendisini daha çok tanımasını sağlayacaktır. Marx, açgözlülüğün ve kıskançlığın insan doğasına içkin olduğunu düşünmüyordu ve özel mülkiyetle kapitalist çalışma tarzı ortak mülkiyet ve üretim araçlarının ortaklığı şeklinde değişirse, insanların artık birbiriyle rekabet etmeyeceğini ifade etmişti. Yanlış bilinç ve sömürü kalmayacaktı. Gotha Programı’nda komünizmin “bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesine” son vereceğini yazmıştır. Kapitalizmin insanları küçültücü işlere zorladığına ve konumlarını iyileştirmekten alıkoyduğuna inanıyordu. Şunu umuyordu: Hiç kimsenin tek bir faaliyet alanına hapsolmadığı, ama herkesin hoşuna giden herhangi bir dalda kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler ve bu da, bana, bugün bu şeyi, yarın başka bir şeyi 152 yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını verir. Marx’ın yazdığı dönemde, işçi grupları temel özgürlük hakları için mücadele ediyordu: • • • • • ifade özgürlüğü toplantı yapma özgürlüğü basın özgürlüğü yasalar karşısında eşitlik eşit oy hakkı Marx bunların hepsine katılıyordu, fakat toplumun ekonomik temeli kapitalist olduğu sürece, yasalarla haklarını kazansalar bile insanların özgür olamayacağına inanıyordu. Sözgelimi, her ne kadar yasaların gözünde herkes eşit olsa da, daha zengin olanlar mahkemede daha iyi bir şekilde temsil edilmeyi karşılayabilir; basın özgürlüğü olabilir, ama ancak çok zenginler büyük bir gazetenin sahibi olmayı karşılayabilir. Hakiki özgürlük ancak kapitalizm devrimle alaşağı edildiğinde gerçekleşecektir. Marksist düşüncenin başka yönleri 153 BUNLARI UNUTMAYIN • Devrimden sonra toplum, ilk sosyalizm aşamasının ardından nihai olarak komünist olacaktır. Üretim araçları merkezileştirilecek, özel mülkiyet kaldırılacak ve paranın varlığına son verilecektir. • Komünist devlet var olmadan önce, proletarya diktatörlüğü altında ara bir sosyalist devlet var olacaktır. • Din, toplumların afyonudur. İnsanların yabancılaşma duygularının üstesinden gelmesine ve hayal kırıklıklarını ifade etmelerine yardımcı olur, fakat sağladığı destek aldatıcıdır. • Toplumdaki herkesin eşit hakları olması gerekir. Kadınlar, çocuklarla yaşlıların bakımını üstlendikleri için çalışma hayatının dışında bırakılamazlar. • Sanat ve kültür, insanların, içinde yaşadıkları toplumu anlamasına imkân verdiği için önemlidir, ama kapitalizm altında bunlar, seçkinlere özgü bir azınlık ilgi alanıdır. • Sanat, toplumun ideolojisini altüst etmek için kullanılabilir. • Bireysellik, toplumun ideolojisine göre değişen bir kavramdır. • Kapitalist bir sistemde bireysellik önemlidir, ama yabancılaşma, insanların özgür olmadığı anlamına gelir. • Yukarıdaki adaletsizliklerin hepsi, ancak komünist bir sistemde iyileştirilebilir. • Kapitalist bir sistemde de insanlara haklar verilebilir, fakat toplumun yapısı değişmeden kazandıkları bu avantajlar gerçek haklar olamaz. 154 8 Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • • • • • Marksist düşüncenin yayılışı sosyalizmin nasıl komünizmden uzaklaşarak geliştiği Rusya ve Çin’deki devrimlere neyin yol açtığı Soğuk Savaş komünizmin düşüşü Marksizm, çok çeşitli şekillerde kullanılabilen bir terimdir. Marx’ın fikirlerini hayata geçirdiğini iddia eden politik sistemleri tarif etmek için kullanılır. Bunun yanı sıra, Marx’ın fikirlerine dayanan sosyal, felsefi ve politik kuramları tarif etmek için de kullanılır. Marx öleli yüz yıldan fazla oldu ve fikirleri, o zamandan bu yana çok tartışıldı ve pek çok farklı biçime büründü. Dünyanın dört bir yanında Marksist düşüncenin pek çok dalı gelişti ve akademik çevrelerde Marksizm okulları boy attı. Bu bölümde, Marx’ın fikirlerinin dünyaya nasıl yayıldığına ve politik sistemleri nasıl etkilediğine bakacağız. 1917’deki Rus Devrimiyle başlayarak komünizmin bir politik sistem olarak gelişmesi, Marx’ın fikirlerinin yirminci yüzyıl tarihinde başlıca itici kuvvet haline gelmesini sağladı. Bu fikirler, emek hareketinden çıkıp gelişen ilk dönem sosyalist hareketinin de önemli bir parçasıydı. Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 155 Birkaç kitabın yanı sıra Marx, ölümünden önce basılmayan çok sayıda makale, kitapçık ve söylev kaleme almıştır. Çalışmalarının engin hacmi ve karmaşıklığı sebebiyle, insanların onun fikirlerini kendi tarzlarına uygun bir şekilde yorumlamaları ve kendi yorumlarının Marksizm’in “hakiki” anlamı olduğunu iddia etmeleri çok kolaydır. Bazı yönlerden bu durum, İncil’in yorumlanmasına benzer; kendisine Hıristiyan diyen çok çeşitli kilise vardır, fakat hepsinin, Tanrıya ibadet etme tarzı kendisine özgüdür ve pek çoğu, kendi yolunun “doğru” yol olduğuna inanır. Pek çok farklı rejim de kendisine Marksist veya komünist der, ama mutlaka benzer ideolojilere veya politik sistemlere sahip olmak zorunda değildir. Aslına bakılırsa, onun ismini kullanmak dışında Marx’ın özgün fikirleriyle çok az ortak noktaları olabilir. Marx, zamanında fikirlerinin yanlış yorumlanmasına o kadar üzülmüştür ki bir seferinde, “Bildiğim tek şey Marksist olmadığımdır” dediği rivayet edilir. Yirminci yüzyıl boyunca pek çok ülke kendisini komünist, Marksist veya sosyalist olarak ilan etti: bazıları bir devrimin ardından, bazıları birbirini izleyen darbe ve devrimlerin ardından, bazılarıysa devrim bile yapmadan. Bu ülkelerin her biri hakkında yazılmış çok sayıda kitap vardır. Dünyadaki bütün komünist devletler ve bu devletlerin Marx’ın çalışmalarıyla ilişkisi hakkında ayrıntılara girmek kısa bir bölümde mümkün değildir. Buradaki niyetimiz, Marx’ın ölümünden sonra fikirlerinin belli başlı değişik yorumlanma ve yayılma biçimlerine ve bunların, dünyanın politik yapısında nasıl değişime yol açtığına bakmaktır. Marksist düşüncenin yayılması Karl Marx 1883’te öldü ama eseri devam etti. Ölümünden kısa bir süre önce Marx, yazmaya başlamış olduğu Kapital’in diğer ciltleri ne olacak diye endişelenmeye başladı ve belki de Engels’in bu belgelerle “bir şeyler yapabileceğini” söyledi. Engels, Marx’ın dehasıyla karşılaştırıldığında kendisini “sadece bir yetenek” olarak görüyordu; Marx’ın ölümünden sonra eski bir arkadaşı olan F.A. 156 Sorge’ye, “Proletarya hareketi devam edecektir ama merkezi artık yok” diye yazmıştı. İşte o tarihten sonra Engels, sözünü ettiği o merkez olmak durumunda kaldı. Marx, bir vasiyet hazırlamadan öldü, fakat yazışmalarının ve notlarının çoğu Engels’e geçti. Bunun üzerine Engels, kalan hayatının büyük bir kısmını bu çalışmaları düzenleyip yayınlanmaya uygun hale getirmeye adamaya karar verdi. Çalışmaların bir kısmını, Marx’ın en küçük kızı olan Eleanor’la (Tussy) paylaştı. Onlar, Marx’ın korkunç el yazısını okuyabilen ve notlarında kullandığı kendi icadı birtakım sembolleri anlayabilen birkaç kişiden biriydiler. Her ne kadar Kapital’in sonraki ciltlerini baskıya hazırlayıp yayınlayan kişi Engels olsa da, arka plan çalışmalarının çoğunu yürüten, yani araştırma yapan, kontrol eden ve referans notları ekleyen Eleanor’du. Bunlara ek olarak Eleanor pek çok çeviri çalışması da yürüttü. Kapital’in ikinci cildi ilk olarak 1885’te Almanya’da ve üçüncü cildi de 1894’te basıldı. Her ne kadar ilk İngilizce çevirisi kötü satsa da 1895’te çıkan ikinci baskı birkaç ay içinde tükendi; Marx ve Engels’in birlikte geliştirdikleri komünizm fikri, en başta emek hareketleri ve işçi grupları yoluyla dünyaya yayılmaya başladı. Engels, Marx’ın çalışmalarının çevrilmesi sonucunda ortaya çıkan yeni Marksist gruplar arasında sevilen bir sima haline geldi; emek hareketlerine ve yeni Uluslararası İşçi Birliğini örgütlemeye başlayanlara tavsiyeler verirdi. Alman, Avusturyalı ve Fransız yayınlarına makaleler yazdı ve İspanya, Danimarka, Bulgaristan ve Sırbistan’ın da üye olduğu Avrupa çapındaki işçi birliğine katıldı. Rusça bildiği için Alman ve Rus Marksistler arasındaki bağlantı öğesi haline geldi. 1889’da, bilhassa kendisini görmek için Londra’ya gelen Rus komünist lider Plekhanov’la tanışıp ilk Rus Marksist dergiye yazmaya başladı. İkinci Enternasyonal kurulduğunda Engels doğrudan içinde yer almadı, fakat danışman ve çevirmen olarak sahne ardında etkili oldu. Uluslararası emek hareketi hızlı bir şekilde büyüyordu ve Marx’ın fikirlerinin dünya çapında bütün işçiler arasında kök salmaya başlaması da bu yolla gerçekleşti. Marx’ın fikirleri, her ne kadar pek çoğu devrim taraftarı olmayıp reformlar yoluyla Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 157 toplumu değiştirmeyi tercih etse de Avrupa çapındaki pek çok sosyalist partinin temeli haline geldi. Marx’ın kapitalist sistem ve bu sistemin işçileri nasıl sömürdüğü üzerine analizleri, reform gerekçelerini yapılandırmada onlara bir temel sunuyordu. Marx’ın ölümünün ardından gelişen birbirinden çok farklı komünizm modelleri arasından iki ana akım ortaya çıkmıştır: • Evrimci komünizm—Evrimci komünistler, toplumun evrim gücüne inanırlar. Komünizm, toplumun doğal ilerleyişinin ve kapitalist sistemin kendi içindeki aksaklıklardan ötürü çözülüşünün içinden doğacaktır. Evrimci komünistler, devrim olmadan toplumun daha iyi bir yönde değişebileceğine dair inançları bakımından bir ölçüde Sosyal Ütopyacılara benzerler. Bu “reformistler”, mevcut politik sistemler içinde çalışmaktan yanadır. • Devrimci komünizm—Devrimci komünistler, toplumu değiştirmenin tek yolunun devrimin gücü olduğuna inanırlar. Komünizm sadece, terörizm de içinde olmak üzere şiddet içeren araçlarla burjuvazinin alaşağı edilmesiyle doğacaktır. Teröristler, devletin mutlaka kendi eylemleri sonucunda bozguna uğrayacağını düşünmezler, ama insanların manevi gücünü ve hükümete verdikleri desteği yıkıma uğratmayı umarlar. Engels, işçi gruplarına konuşmalar yapmak için Avrupa’da seyahat ederken, onu dinlemeye gelen kalabalıklar gitgide çoğaldı ve konuşmaları ayakta alkışlanmaya başladı. Komünist Manifesto’nun Almanca dördüncü baskısında, uluslararası emek hareketinin ne kadar büyüdüğünü Marx’ın görememiş olmasından derin bir keder duyduğunu ifade etmiştir. Engels, 75 yaşında Birinci Enternasyonalin tarihini yazmaya başladığında hastalandı. Ağustos 1895’te yemek borusu kanserinden öldü; bedeni yakıldı ve külleri İngiltere’nin güney sahilindeki Beachy Head’den denize savruldu. Engels’in ölümünün ardından Eleanor Marx ve sevgilisi Edward Aveling, Marx’ın bütün belgelerini aldılar ve onları düzenleyip sakladılar. Londra’daki sosyalist çevrelerde iyi tanınan simalardı 158 ve ikisi de, 1880’lerde Henry Hyndman tarafından yönetilen Demokratik Federasyonun üyesi oldu. Daha sonra William Morris’in öncülük ettiği Sosyalist Birlik’e katıldılar. Genel bakış William Morris bugün genellikle bir sanatçı ve ressam olarak hatırlanır, fakat o ve kızı May, Britanya’daki ilk sosyalistlerdendi. 1884’te Eleanor Marx’la birlikte Sosyalist Birlik’i kurmuş ve Engels tarafından onaylanmıştır. Eleanor Marx, sosyalist meseleler ve kadın hakları konularında popüler bir konuşmacıydı. Hyde Park’ta çalışma saatlerinin kısaltılmasıyla ilgili gösterilere öncülük etmiş ve kibrit fabrikasında çalışan kadınlar arasında grevler örgütlenmesinde aktif rol oynamıştı. Babası ve onun çalışmaları hakkında yazmış, Alman Sosyal Demokrat Partisi için ABD’de para toplamış ve 1889’da Paris’teki İkinci Enternasyonalin delegesi olmuştur. Ne yazık ki babasının fikirlerini yayma çalışması, 1898’de intihar etmesiyle kısa sürmüştür; bu intiharın sebebinin Edward Aveling’le ilişkisinde yaşadığı sorunlar olduğu düşünülür. Sosyalizmin gelişimi On dokuzuncu yüzyılın sonunda Avrupa’daki sosyalist ve komünist hareketler birbirleriyle iç içeydi. İlk başta ikisi de esas olarak işçi haklarına ve genel oy hakkına yoğunlaşmıştı. Her iki hareket de Marx’ın kuramlarına dayanıyordu, fakat zaman ilerledikçe, bazı insanların diğerlerinden daha ılımlı olduğu belirginleşti ve bu düşüncenin evrimci ve devrimci akımlarının taraftarları arasında bir ayrışma yaşanmaya başladı. Bu ayrışma en sonunda İkinci Enternasyonalin dağılmasına yol açtı. Marx’ı daha devrimci ve komünist yorumlayanlar Birinci Dünya Savaşı esnasında Üçüncü Enternasyonali kurmak üzere ayrılırken reformistler sosyal demokrasiyi ya da sosyalizmi geliştirdiler. Sosyalizm, Marksist Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 159 yazında kafa karıştırıcı olabilecek bir kelimedir, çünkü genel kullanımı Marksist terimden farklılaşır. Genel olarak üretim araçlarının mülkiyetinin bir tür devlette veya komünal olduğu bir sosyoekonomik inancı belirtmek için kullanılır, ama çok çeşitli hükümet türlerini kapsayan belirsiz bir terimdir. Temelde, genellikle tek partili totaliter bir devletle tanımlanan komünizmden farklılaşır. Klasik Marksizm’de Marx genelde “bilimsel sosyalist” olarak tarif edilir ve sosyalizm, gerçek komünizme ulaşılmadan önce devrimin hemen ardından gerçekleşen döneme tekabül eder. İşte bu sebeple anlam karışıklıkları ortaya çıkar. Sosyalist hareket komünist hareketten geliştiği için Marx’ın fikirleri, yirminci yüzyılın başında bu öğretinin önemli bir parçasıydı. Birinci Enternasyonal, sosyalist öğretinin uluslararası çapta tanıtıldığı ilk yerdi ve Marx’ın bu örgüte katılması, fikirlerinin dünyanın her yerindeki işçiler ama özellikle de Avrupa’dakiler tarafından kabul görmesini getirdi. Gitgide daha fazla ülkede genel oy hakkının kazanılmasıyla, hükümetlerde güçlü konumlara yükselen işçi sayısı arttı ve sosyalist fikirler daha çok hayata geçmeye başladı. Bu durum, sosyal devlet ve devrime gerek kalmadan sanayinin kamulaştırılması gibi birçok sosyalist fikrin gelişmesine yol açtı. İşçilerin koşulları iyileştikçe pek çoğu devrime hiç de gerek olmadığını düşünmeye başladı. Sözgelimi Britanya’da, Fabian Derneği’ndeki aydınların çalışmaları nihayet 1906’da İşçi Partisi’nin kurulmasına yol açtı; benzer bir parti de 1905’te Fransa’da kurulmuştu. Genel bakış Fabian Derneği, 1884’te faaliyete başladı ve bugün halen varlığını sürdürmektedir. Devrimden ziyade toplumda aşamalı bir değişimin gerçekleşmesi doğrultusunda entelektüel bir sosyalist harekettir. Almanya’da Karl Kautsky, Sosyal Demokrat İşçi Partisinin başını çekiyordu ve her ne kadar görünüşte Marksist ve devrimci olsa 160 da en sonunda reformist olmuştur. Partinin daha radikal üyeleri, 1919’da Berlin’de yapılan başarısız bir ayaklanma sonrasında polis tarafından dövülerek öldürülen Polonya doğumlu Marksist Rosa Luxemburg’u takip etmek üzere partiden ayrılmıştı. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönem, Almanya, Macaristan ve Finlandiya’da ayaklanmalar gerçekleştiği ve Avrupa devletlerinde pek çok komünist eylem gündeme geldiği için uluslararası bir komünist devrimin gerçekleşmesinin en mümkün gibi göründüğü bir dönemdi. Buna rağmen acımasız baskıcı rejimler komünist başkaldırıyı ezdi. Bazı tarihçiler bu dönemi faşizmin yükselişinin başlangıcı olarak okurlar. Genel bakış Faşizmin basit bir tanımı yoktur, ama genelde otoriter ve milliyetçi hükümet biçimi anlamına gelir. Genellikle, sınıf çatışmasının (ve dolayısıyla komünizmin) sakıncalı görüldüğü bir tek parti devletidir. Birinci Dünya Savaşı, sosyalistlerin enternasyonalist doğasına büyük oranda son vermişti. Çünkü reformistlerin çoğunun güçlü yurtsever eğilimleri vardı ve dünya çapında bir devrimi değil de kendi ülkelerini destekliyorlardı. Lenin, savaşın emperyalist bir çatışma olduğu hükmüne varmış ve gerçek komünistlerin hepsine, dünya çapında bir devrim yapma çağrısında bulunmuştu. Ne var ki Rusya’da devrimi gerçekleştirmek için çok fazla destek olmadan mücadele etmek zorunda kalmıştı. Rus komünizmi Rusya, dünyadaki ilk komünist ülkeydi. Burada komünizmin en sonunda evrildiği noktanın, devrimden sonra komünizmin nasıl gelişeceğine dair Marx’ın düşündükleriyle çok az ortak noktası vardı. Buna rağmen ilk komünist ülke olduğundan ve yıllarca da tek komünist ülke olarak kaldığından, insanlar genellikle Rus komünizminin “gerçek komünizm” olduğuna inanırlar. Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 161 İlk devrimci komünistler, Rusya’da Lenin’in öncülük ettiği Bolşeviklerdi. Üç yüz yıldır ülkeyi feodal bir şekilde yönetmiş olan Romanov hanedanını devirdiler. 1917’deki komünist ayaklanma, ne komünizm ne de Karl Marx adını hiç duymamış olan dünyanın büyük bir kısmı için sürpriz oldu. Marx, devrimi sanayide çalışan işçi sınıfının yani proletaryanın başlatacağını öngörmüştü. 1917’de Rusya’da böyle bir sınıf neredeyse yoktu. İlk komünist devrimin büyük bir köylü nüfusuna sahip olan (toplam nüfusun en az yüzde 80’i) bir ülkede gerçekleşmesi garip görünüyordu. Marx son yıllarında, benzersiz toplumsal yapısından ötürü ilk olarak bir kapitalist toplum döneminden geçmeden de Rusya’da devrimin olabileceği fikrini tümüyle reddetmiyordu. O dönemler Rus İmparatorluğu çok genişti ve Avrupa’nın büyük bölümüyle karşılaştırıldığında oldukça geri kalmıştı ve çok az sanayileşmişti. Nüfusun dörtte üçü geçimini topraktan sağlıyordu ve sert kışlardan dolayı zar zor geçiniyordu. Her ne kadar feodalizm resmi olarak 1861’de kaldırılmış olsa da serfler eskisinden çok daha kötü durumda olan toprak sahiplerine tazminat ödüyorlardı. Devrim zamanında Rusya’yı despot bir lider olan Çar II. Nikola yönetiyordu. Başlıca yönetim organı olan Devlet Konseyine arkadaşlarını ve ailesini atamıştı. Devletin yozlaştığı dışarıdan bakanlar için gün gibi açıktı, fakat devrimin gerçekleşebileceği hiç de öyle değildi. Her ne kadar büyük toprak sahipleri yoksullaştırılmış olsalar da çok pasiflerdi ve köylüler de çara bağlıydı. Şehirli işçi sınıfı, nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu ve çok zayıf örgütlenmişti. Hükümet, etkisiz bile olsa hükümet karşıtı faaliyetlerin her göstergesini ezmek konusunda çok acımasızdı. Basın sansürleniyordu ve karşıt görüşlüler Sibirya’nın sert bölgelerinde kimsesiz bir şekilde yaşamak üzere sürülüyorlardı; komünistler de iktidara gelince bu geleneği sürdürdüler. 162 Marksizm, Avrupa’ya göç etmiş bir toprak sahibinin oğlu olan Georgi Plehanov’un çalışmalarıyla Rusya’ya gelmişti. Plehanov, kendi anavatanına da uygulanacak şekilde Marksizm hakkında yazan ilk Rus’tu. Fikirleri, öğrenciler tarafından fabrika ve kasabalara taşındı. Onu kabul eden başlıca kişilerden biri, sonradan Lenin olarak bilinecek Vladimir İlyiç Ulyanov’du. Lenin, Marx’ın sözlerini fabrika işçilerine telkin ettiğinden dolayı üç yıllığına Sibirya’ya sürgüne gönderildi. İleride halkın acımasız bir lideri haline gelecek ve iktidarı ele geçirmek için ülkesinin yaşadığı karışıklıklardan faydalanacaktı. Her ne kadar Lenin karizmatik bir lider olsa da, devrime yol açan şey yalnızca onun Marx yorumları değildi. Devrimin katalizörü haline gelip ilk komünist devlete yol açan savaş, aslında Marx’ın öngörmüş olduğu bir savaş değildi. Rusya, Birinci Dünya Savaşı başladığında gerçekleşen endüstriyel huzursuzluk ve sosyal hoşnutsuzluklar yüzünden çoktan harap olmuş durumdaydı. Başlardaki yurtseverlik çok sayıda insan hayatı ve toprak kaybedildiğinde iyiden iyiye memnuniyetsizliğe dönüşmüştü. Artan sayıda mülteci barınma krizine sebep oldu, insanlar açlıktan ölüyordu ve fiyatlar yükseliyordu. Halkın morali çöktü ve savaş yorgunluğu başladı. Lenin, halk için barışın önemli olduğunu fark etmişti ve ancak kapitalizm alaşağı edilirse savaşın son bulacağında ısrar ediyordu. Toprakların köylülere dağıtılması ve iktidarın, bir tür yerel konsey olan Sovyetlere geçmesi için çağrı yaptı. Bolşevikler Ekim 1917’de iktidarı ele geçirdiler ve barış kararı verdiler. Lenin, halkın tümünün desteğine sahip olmayan Komünist Partinin rolünü gerekçelendirmek için proletarya diktatörlüğünü resmen başlattı. İnsanı yabancılaştıran yanlış bilinçten kurtulmuş hakiki bir “sosyalist insan” yaratmanın önemine inanıyordu. Bunun üzerine Bolşevikler devrimci partilerinin ismini Komünist Parti diye değiştirdiler ve sonunda Üçüncü Enternasyonal de Komintern adını aldı. Komünist ülkelerin bağımsız bir uluslararası örgütünden Sovyetler Birliğinin dünya komünizmini koordine eden bir kurumu haline geldi. Komünistler, Rusya örneğini takiben Avrupa çapında kendiliğinden devrimler gerçekleşeceğini umuyorlardı, fakat bu devrimler hiçbir Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 163 zaman gerçekleşmedi. Marx, eğer devrimden sonra komünist bir topluma dönüşecekse bunun Rus devleti için zorunlu olduğunu görmüştü, ama Rusya bir süre boyunca Avrupa’daki tek sosyalist devlet olarak kaldı. Rusya’da içsavaşla geçen uzun yılların ardından, en sonunda Marx ve Engels’in tahayyül ettiği toplumla hiç ilgisi olmayan sözde komünist bir devlet gelişti. İlk başta her şey olumlu görünüyordu: özel girişim kaldırıldı; toprak, bankalar, dış ticaret ve taşımacılık kamulaştırıldı. Bu önlemler, Marx’ın inandığı ideal komünist devletin başlangıcı olmalıydı. Ne var ki Rusya, gerçek komünizmin var olabilmesi için ekonomik anlamda yeterince gelişmiş değildi. Devrimden sonra Rusya’yı harabeye çeviren içsavaş ekonomiyi mahvetti ve ilk devrimin idealist liderleri en sonunda ya yerlerini başkalarına bırakmak durumunda kaldı ya da kimisi şüphe uyandırıcı şekillerde olmak üzere katledildi. Lenin’in ölümünün ardından Josef Stalin fiilen bir diktatör oldu ve “sönümlenmesi” gereken devlet çok güçlü bir hale geldi. Stalin, kendi etrafında bir kişi kültü inşa etti ve parti içinden gelse bile her türlü muhalefet acımasızca ezildi. Her ne kadar Stalin güçlü bir diktatör olsa da pek fazla şey yazmadı veya politikalarını Lenin’in yaptığı gibi formüle etmedi. Ne Marx’ın ne de Lenin’in tahayyül ettiği toplumla bir ilgisi olsa da Sovyetler Birliği, Stalin’in yönetimi altında görünüşte Marksist-Leninist bir rejimdi. Stalin, “tek ülkede sosyalizme” inanıyordu, oysa bu, Marksist-Leninist politikanın enternasyonalist ideallerine ters düşüyordu. Bu, Sovyetler Birliğinin ekonomik anlamda gitgide daha fazla tek başına kalmasına sebep oldu. Stalin’in Rusya’yı ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durabilir hale getirmesi gerekiyordu. Bu amaçla, oldukça geri kalmış olan köylü ekonomisini başlıca kapitalist ulusların ekonomisiyle aynı düzeye getirmeyi amaçlayan birçok talihsiz politikayı dayattı. TARIMIN KOLEKTİFLEŞTİRİLMESİ Tarımsal üretim verimsiz olduğundan dolayı çiftçiler, kolektifler halinde bir araya gelmeye ve toprakta ortaklaşa çalışmaya zorlandılar. Devlet üretim hedefleri koyuyor, ekin fiyatlarını belirliyor ve herhangi bir fazla ürünün tamamını satın alıyordu. 164 Teoride bu politikanın tutması gerekiyordu, ama pratikte başarısız oldu çünkü makineler ve taşımacılık uygun değildi. O zamanlar tarlalar verimsizdi. Devletin fazla ürün için koyduğu kota çok yüksekti, bu yüzden köylüler açlıktan ölüyor, hayvanları telef oluyor ve çoğu kez bir sonraki yıl ekmek için bile yeterince tohum ayrılamıyordu. İşte bu, Marksist kuramı hayata geçirmenin ne kadar zor olduğunun bir göstergesidir; özellikle de Marx’ın, devrim gerçekleşmeden önce erişilmiş olması gerektiğini düşündüğü gelişim seviyesine erişmemiş olan bir ülkede. ZORLAMA SANAYİLEŞME Stalin, Rusya’yı tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüştürmek istiyordu. Bunu, bütün endüstriyel üretimi merkezi bir şekilde planlayarak yapmaya çalıştı. Üretim hedefleri, politik ve ekonomik hayata egemen oldu. Tahsis edilen zamanın sonunda ulaşılacak hedeflerin konduğu beş yıllık planlar uygulandı. Sanayi bakımından bu planlar işe yaradı ve amaçlara erişildi. Rusya’nın sanayisi hızlı bir şekilde gelişti. On yıl içinde, bulundukları seviyeye çıkmaları yaklaşık iki yüzyıl süren kapitalist ülkelerin seviyesine çıktı. Ancak bu insani bakımdan halka büyük zorluklar yaşattı ve tüketimi azalttı. Tüketimin azalması en sonunda ekonomik bunalıma sebep oldu. Bu da yine, özellikle yanlış koşullar altında teoriyi pratiğe geçirmenin ne kadar zor olduğunu göstermektedir. TEMİZLİKLER Stalin mutlak iktidar istiyordu ve devlet sonunda onun aleti haline geldi. Muhalifleri yok etmek için orduyu ve gizli polisi kullandı. Binlerce kişi, halk düşmanı olarak göstermelik duruşmalarda yargılandı ve çalışma kamplarında ya da akıl hastanelerinde ömür boyu cezaya çarptırıldı. Stalin, Rusya’yı modern dünyayla yüzleştirmek istiyordu ve bunu yapmak için halka acı çektirmeye hazırdı. Stalin’in terör egemenliği altında 20 milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir. Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 165 STALİN’DEN SONRA Stalin, Sovyetler Birliğini totaliter bir devlet olarak yürüttü ve 1953’te ölümünün ardından yerine geçen Nikita Kruşçev onu diktatör ilan etti. Kruşçev, Marx ve Lenin’in ideallerine geri dönmeyi diliyordu. Ama bu, o zamana kadarki tek büyük müttefiki olan komünist Çin rejimiyle aralarındaki farklılıkları açığa çıkararak iki ülke arasında bir ayrışmaya sebep oldu. Sovyetler Birliği ekonomik anlamda dünyanın geri kalan kısmından daha da tecrit oldu ve politik anlamda da Soğuk Savaş gündeme gelmeye başladı. Rusya’da komünizmin nihai düşüşü, bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır. Çin komünizmi Rusya, Çin ona katılana kadar dünyadaki tek komünist ülke olarak kaldı. Rusya gibi Çin de, Marksist açıdan devrime hazır değildi, çünkü büyük bir kırsal ve eğitimsiz nüfusu vardı ve çok az sanayileşmişti. 1920’lerde, savaş beylerinden oluşan bir sınıf tarafından feodal bir biçimde yönetiliyordu. Bu sınıfı alaşağı etmek için milliyetçi ve komünist gruplar birleşik bir cephe kurdular, fakat Stalin ile Hitler’in müdahaleleri sonucunda bu ittifak dağıldı. Yıllarca süren mücadeleden sonra, Başkan Mao’nun liderliğindeki Halk Kurtuluş Ordusu, 1949’da Çin Halk Cumhuriyetini ilan etti. Mao, zeki bir askeri strateji ustasıydı ve gerilla savaşında uzmandı. Onun zaferi, tıpkı Rusya’daki Bolşeviklerin zaferi gibi, ülke içi çatışmaları etkileyen başka bir savaşın yardımıyla gerçekleşti. 1937’deki Çin-Japon savaşında Japon kuvvetler Çin’i istila edince, Japonlardan kaçmak için birçok insan komünistlere katılmıştı. Başkan Mao, köylülere komünizmi öğretmek istiyordu, bu yüzden genel hatlarıyla Marx’ın metinlerine dayanan pek çok metin kaleme aldı. Bu metinler, Maoizm ya da Mao Zedung düşüncesi olarak da bilinen Çin komünizminin temeli haline geldi ve en sonunda Batı’da da kötü şöhretli “Küçük Kırmızı Kitap” olarak basıldı. Bu kitap, 1960’larda dünyanın her yerinde çok ucuza satılırdı. 166 Maoizm, Marksist düşüncenin daha da geliştirilmiş halidir ve her ne kadar yirmi birinci yüzyıldaki Çin komünizminin resmen hâlâ bir parçası sayılsa da, 1976’da Başkan Mao’nun ölümünün ardından etkisini büyük oranda kaybetmiştir. Maocu düşünce, geleneksel Marksist-Leninist politikalardan farklıdır ve çok daha militaristtir. “Politik iktidar namlunun ucundadır” sözü Mao’nun en ünlü sözlerinden biridir. Mao, sınıf mücadelesinin, devrimin ardından gelen sosyalist dönem boyunca devam ettiğine inanıyordu, bu yüzden proletarya yönetime el koyduktan sonra bile burjuvazinin kontrolü geri kazanma ihtimali her zaman vardı. İşte Kızıl Muhafızların ve Kültür Devriminin ortaya çıkmasına yol açan bu anlayıştı. Başlangıçta Mao, Çin’in ilerlemesinin yolunun kırsal kalkınma olduğuna inanıyordu ve 1957’de başlayan “İleriye Doğru Büyük Hamle”ye kadar sanayileşmeyi büyük oranda göz ardı etti. Büyük Hamle, çelik üretimini artırmak ve tarımı güncelleştirmek için yapılan bir girişimdi. Ne var ki başarılı olamadı ve büyük ölçüde verimsizlik ve kötü iklim şartlarından ötürü başarısız oldu. Milyonlarca insanın öldüğü korkunç bir kıtlığa sebep oldu. Kültür Devrimi ise 1966’da başladı. Bazıları bunu, dikkatleri eski başarısızlıklardan uzaklaştırıp Çin’de komünizmin yüzleştiği sorunlar için bir günah keçisi bulma girişimi olarak okur. Mao, eğitimi, edebiyatı, sanatı ve sosyalist ekonomik temelle uyuşmayan üstyapının diğer tüm yönlerini dönüştürerek toplumun bütün zihinsel görünümünü değiştirmenin önemine vurgu yapıyordu. Sanki tek gerçek komünistler proleterleşmiş ve toplumun geri kalan kısmı “emperyalistlere” benziyormuş gibi. Büyük oranda öğrencilerden oluşan Kızıl Muhafızlar halka komünist düşünceyi aşılayan oldukça güçlü bir komünist milis kuvvetiydi. “Emperyalist” olduğu düşünülen herkes temizleniyordu; entelektüeller ve burjuva düşüncelere sahip olduğuna inanılan herkes hapse atılıyor, çalışma kamplarına sürülüyor veya yeniden eğitimden geçiriliyordu; birçok kişi de ortadan kayboldu. Geleneksel Çin kültürü göz ardı edildi ve Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 167 dindarlar eziyet gördü. Bunun uzun vadede sonuçları şöyle oldu: o dönem boyunca Çin’de ekonomik faaliyet devrimci faaliyetler yararına adeta durduruldu, yüksek eğitim göz ardı edildi ve pek çok genç, propaganda görevi için kırsal bölgelere taşındı. Kültür Devriminin etkileri, bugün Çin’deki Komünist Parti tarafından bile tam bir felaket olarak görülmektedir. Mao’nun ölümünden sonra Çin, Deng Siaoping’in yönetimi altında giderek serbest piyasa ekonomisine yönelmiş ve 1990’lardan bu yana büyük bir ekonomik büyüme yaşamıştır. Çin halen, otoriter bir tek parti sistemi altında resmi olarak bir komünist devlettir, ama birçok kişi komünistliğin sadece adında kaldığını söylemektedir. Şu anda Çin’de büyüyen bir orta sınıf ve çok daha serbest bir ticaret vardır ve daha önce yasaklanmış olan Konfüçyüs felsefesi, tekrar kültürün bir parçası haline gelmiştir. Soğuk Savaş Marx Komünist Manifesto’da “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” diye yazmıştı. İkinci Dünya Savaşından sonra, komünizm hayaleti bütün dünyada dolaşmaya başladı. Bu, herkesin “yatağın altındaki kızıllara” karşı tetikte olduğu bir dönemdi. Genel bakış Komünizm korkusu, 1950’lerde ABD’de komünist “cadı avı”na yol açmıştı. Bu cadı avını, FBI’ın ve Amerika karşıtı faaliyetlerden sorumlu parlamento komitesinin desteklediği senatör Joseph McCarthy yürütüyordu. Pek çok Hollywood aktörü, yazar ve müzisyen komünist olmakla suçlanıp kara listeye alındı, işkence gördü veya hapse atıldı. Soğuk Savaş, açık düşmanlıkların yaşandığı gerçek bir askeri savaşla sonuçlanmadı; bu, komünist ve kapitalist ülkeler arasında yaklaşık 45 yıl süren bir dizi uzatmalı politik, ideolojik ve ekonomik çatışmaydı. Büyük oranda ABD ve SSCB süper güçlerinin 168 arasındaki muazzam silahlanma yarışının çevresinde yoğunlaştı. Bunun, belki de milyonlarca insanın öleceği ve dünyanın tümden yıkıma uğrayacağı nükleer silahların da kullanılacağı kapsamlı bir çatışmaya yol açmasından korkuluyordu. Bu özellikle, Soğuk Savaşın en açık cepheleşme olayı olan 1962’deki Küba füze krizi esnasında çok haklı bir korkuydu. Genel bakış Küba füze krizi, ABD istihbarat teşkilatının, Sovyetler Birliği tarafından Küba’ya nükleer başlıklı füzeler yerleştirildiğini keşfetmesinin ardından patlak vermişti. Bu füzeler (ve karşılığında ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği füzeler - ç.n.) en sonunda tümüyle kaldırılmadan oldukça gergin birkaç müzakere gerçekleşmişti. Bu olay, Soğuk Savaşın gerçek bir nükleer savaşa dönüşmeye en yakın olduğu andı. Silahlanma yarışına ek olarak, casusluk ve ajan skandallarıyla dolu büyük bir propaganda savaşı, ablukalar ve ticaret ambargolarıyla dolu bir tür ekonomik savaş da yaşandı. Bunların yanı sıra, Kore ve Vietnam’daki gibi süper güçlerin içsavaşlar esnasında denizaşırı ülkelerin iç politikalarına karıştığı “vekil savaşlar” diye adlandırılan savaşlar da gerçekleşti. Soğuk Savaşın kökenleri tarihçiler arasında halen tartışmalı bir konudur. Bu savaş başladığında gerekçesi, Sovyetler Birliğindeki Stalin’in politikalarının yayılmacı olduğu ve yanı sıra Marksist öğreti dünya çapında bir devrim konusunda ısrarcı olduğu için, kapitalizmle komünizm arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğuydu. İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın bölünme şekli de, katılımcıların “bloklar” halinde yer almasında büyük rol oynamıştı. Savaş esnasında müttefik kuvvetler (Birleşik Krallık ve ABD), dünya faşizminin yükselişini engellemek için komünizmi desteklemeye hazırdı. Faşizm bozguna uğratıldıktan sonra komünizm, güç dengesi karşısındaki en büyük tehdit olarak görülmeye başlandı. Bugün Rusya dediğimiz Sovyetler Birliğinin Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 169 ve Çin’in çok daha güçlü bir hale geldiği görülüyordu. 1947’de ABD Başkanı Truman, ABD’nin bütün dünyada komünistlerin genişlemesine karşı koymaya hazır olduğunu ilan etti. ABD hükümeti, sadece devrimin sonucu olarak değil, aynı zamanda Dünya Savaşının çözüme kavuşma biçiminden dolayı da çok sayıda komünist devletin ortaya çıkmış olmasının etkilerinden endişe ediyordu. Savaş sonunda: • Avrupa, barış antlaşmasıyla bölünmüş ve bazı Avrupa ülkeleri, Sovyet blokunun bir parçası olarak komünistlerin kontrolü altına girmişti. Sovyetler Birliği artık en büyük güçlerden biriydi ve askeri ve ekonomik yardımlarla etrafındaki devletlerin hükümetlerini etkiliyordu. Berlin, Berlin Duvarıyla ortadan ikiye bölünmüştü. Doğu ve Batı Avrupa arasına bir “Demir Perde” indiği söyleniyordu. • Komünist Çin’in Güneydoğu Asya’ya hâkim olmasından korkuluyordu. “Çinhindi’nin kaybının, tıpkı bir dizi domino taşı gibi tüm Güneydoğu Asya’nın düşmesine sebep olacağı” hissediliyordu. Bu, Başkan Eisenhower’ın tarif ettiği domino teorisiydi ve ABD’nin Laos, Kamboçya, Kuzey Kore ve en sonunda da Vietnam Savaşlarına katılmasına yol açtı. • Güney Amerika ve Afrika’da sömürgeci baskıya karşı devrimler oluyordu. Bu devrimlere karışan ülkelerin birçoğu, bağımsızlık mücadeleleri için Komünist bloktan yardım alıyordu. Gelişmekte olan dünyadaki komünist hükümetler arasında Küba, Şili, Angola ve Mozambik yer alıyordu; bunların hepsinin farklı bir sömürge tarihi vardı fakat komünist ülkelerden yardım ve silah aldılar. Marksistler ise, İkinci Dünya Savaşında atom silahları kullanarak ABD’nin Soğuk Savaşı tırmandırdığını ve nükleer tehdidin, kapitalizmi genişletmenin bir yolu olarak kullanıldığını iddia ediyorlardı. Başlangıç sebebi ne olursa olsun, Soğuk Savaş büyük oranda, komünist ve kapitalist bloklar arasındaki derin ideolojik farklardan kaynaklanan korku ve güvensizliğe dayalı hayali bir savaştı. Büyük ölçüde Sovyetler Birliğindeki ve Çin Halk Cumhuriyetindeki komünist ekonominin gerilemesi sonucunda 1980’lerde sona erdi. 170 Komünizmin gerilemesi Yirminci yüzyılın başları, dünya komünizminde bir yükselişe şahit olmuştu, ama bu yüzyılın sonunda yaşanan gerileme oldu. Doruk noktası olan 1980’lerin başında, dünya nüfusunun üçte birinin bir tür komünist hükümet altında yaşadığı tahmin edilmekteydi. Şu anda sadece birkaç komünist ülke kalmıştır: Çin Halk Cumhuriyeti, Küba, Laos, Kuzey Kore ve Vietnam, tek parti sistemi altında kalan birkaç komünist rejimdir. Çin’in nüfusu çok büyük olduğu için halen çok sayıda insan komünist yönetim altında yaşamaktadır. Ne var ki 1991’de Sovyetler Birliği dağıldığı için pek çok kişi bunu, komünizmin sonunun başlangıcı ve Marx’ın fikirlerinin işe yaramadığının bir kanıtı olarak görmüştür. Tarihçiler hâlâ Sovyetler Birliğinin dağılmasının sebepleri üzerine tartışmaktadır ve birçoğu, Soğuk Savaşın sonucunda ortaya çıkan silahlanma yarışını sorumlu tutar. Bu yarış, zaten ekonomik ve teknolojik olarak geri ve politik olarak yalnızlaştırılmış bir ülke için felç ediciydi. Sebebi ne olursa olsun düşüş, Mihail Gorbaçov’un iktidara gelip glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılandırma) politikalarını uygulamaya sokmasıyla birlikte 1985’te başladı. Ülke fiili olarak iflas ettiği ve teknolojik bakımdan Batının çok gerisinde olduğu için bu politikalar çok önemliydi. Sovyetler Birliğinin gücünü kaybetmekte olduğu gitgide daha açık bir hale gelmeye başlayınca, sınırları çevresindeki uydu komünist ülkelerin vatandaşları, hükümetlerine karşı görece barışçıl gösteriler düzenlemeye başladılar. 1980’lerde Batı Avrupa Komünist devletleri birbiri ardına düştü ve 1989’da, bir zamanlar Soğuk Savaşın en büyük sembolü olan Berlin Duvarı yıkıldı. Sovyetler Birliği’ndeki cumhuriyetlerin çoğu bağımsızlık talep etmeye başladı ve nihayet 1991 yazında Gorbaçov’a karşı bir darbe girişimi düzenlendi. Bu olaylardan bir süre sonra Boris Yeltsin lider oldu ve Sovyetler Birliği Bağımsız Devletler Topluluğu haline geldi. Yüksek Sovyet, diğer deyişle yönetim organı Aralık 1991’de çözüldü ve bu, Sovyetler Birliğinin resmen sona ermesi olarak görüldü. Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 171 Marksizm başarısız mı oldu? Sovyetler Birliğinin gerilemesi, Marksizmin sonunun başlangıcı mıdır? Pek çok kişi, durumun böyle olduğunu iddia edecektir, fakat pek çok Marksistin buna vereceği cevap da, Sovyetler Birliğindeki rejimin Marx’ın adını kullanmak dışında onunla hiç ilgisi olmadığını söylemek olacaktır. Sovyetler Birliğini, bürokratların bir tür burjuva gibi hareket ettiği bir devlet kapitalizmi biçimi olarak tarif edeceklerdir. Sovyetler Birliği’nin düşüşü, Sovyet hükümetini takip edilecek bir model olarak gören diğer komünist ülkelerde büyük bir güven krizine sebep oldu. Bunun yanı sıra ticari pazarlarını ve askeri desteklerini de kaybettiler. Eleştirmenler, Çin’in artık büyük bir serbest piyasa ekonomisi olduğuna ve hiçbir yönüyle komünist bir devlet olmadığına işaret edip, Çinhindi ve Küba’daki komünist hükümetler Çin’in ekonomik desteğine bağımlı oldukları için aslında onların da komünist olarak tarif edilemeyeceğini söylemektedir. Her ne kadar Kuzey Kore (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) resmi olarak sosyalist bir cumhuriyet olsa da, muhalifleri tarafından bir diktatörlük olarak tarif edilmektedir. Fidel Castro’nun liderliği sona erdikten sonra Küba’daki komünizmin geleceği hakkında da tartışmalar başlamıştır. Castro’nun yaşı ve hastalığı, 2008’de hükümetin kontrolünü küçük kardeşine bırakmasına sebep oldu. Köylü ekonomilerinden gelişen bütün komünist devletlerde kişi kültü önemli olduğu için, liderlikteki bu değişim, komünist hükümetin popülerliğini etkileyebilir. Küba’da komünizmin gelecekte nasıl gelişebileceğine dair pek çok spekülasyon yürütülmektedir. Her ne kadar pek çok yerde komünizmin sonu gelmiş gibi görünse de bu, gelişmekte olan dünyada, özellikle Hindistan ve Nepal’de iktidar için çalışan Marksistleri durdurmamıştır. Gelecekte neler olabileceğini söylemek imkânsızdır; bu konuya, bu kitabın son bölümünde daha ayrıntılı bakılacaktır. 172 BUNLARI UNUTMAYIN • Marx 1883’te öldü fakat Engels, Marx’ın el yazmaları üzerinde çalışmaya devam etti. • Marx’ın fikirleri, emek hareketi ve işçi grupları yoluyla dünyanın her yerine yayıldı. • Marx, birbirinden çok farklı şekillerde yorumlanan muazzam bir eser bıraktı. • 1917 devriminden sonra Rusya ilk komünist ülke haline geldi. • Rusya ve Çin’de komünizm, Marx’ın onaylamayacak olduğu bir şekilde gelişti. • Soğuk Savaş, komünizmin Batıya yayılması korkusuna dayanıyordu. • Ekonomik sorunlardan ötürü komünizm birçok ülkede başarısız oldu. Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler 173 9 Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi Bu bölümde şunları öğreneceksiniz: • Marksist teorinin yirminci yüzyılda nasıl geliştiği • post modernizm ve post-Marksist düşünce • Marx’ın yirmi birinci yüzyılda geçerli olup olmadığına dair tartışma Marx’ın fikirlerinin dünyayı değiştirdiğine hiç şüphe yok. Onun adına devrimler gerçekleşti ve komünist toplumlar var oldu. Birbirimize ve dünyaya bakma biçimimizi değiştirdiği için fikirleri, toplumun ve insanoğlunun doğası hakkında da büyük tartışmalara yol açtı. Akademik çevrelerde bir yüzyıldan uzun bir süredir fikirleri üzerine çekişme ve tartışmalar sürmektedir. Bu tartışmalar, Marksist fikirlere dayanan ve onları daha da geliştiren farklı düşünce okullarının ayrışmasına yol açtı. Sovyetler Birliğinin çökmesinden bu yana, Marx’ın çalışmalarına duyulan akademik ilgi azaldı; özellikle de akademik dünya postmodern kurama yöneldiği için onun çalışmaları “demode” sayılmaya başladı. Buna rağmen eko-sosyalist hareket de dahil olmak üzere, antikapitalist ve küreselleşme karşıtı kampanyaların yükselmesiyle, kapitalizmin “yıkıcı” yayılışına ve ekolojiyle ilişkisini ele alan Marx’ın çalışmalarının farklı yönlerinde gelecekte gelişmeler olabileceğinin işaretleri de vardır. Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 175 Bu bölüm, Marx’ın çalışmalarından geliştirilmiş birçok karmaşık ve çelişkili kuramın arka planına dair bir miktar kavrayış ve yapı kazandırmayı hedefliyor. Bazıları akademik olarak rağbet görmüş ama sonra tekrar bu ilgiyi kaybetmişken bazıları da her zaman tartışmalı olmuştur. Bununla birlikte bu konular hakkında en azından temel bir kavrayışa sahip olmak önemlidir, çünkü Marx hakkındaki kitapların çoğu bunlar hakkında bilgi sahibi olunduğunu varsayar. Marx’ın kuramlarına, özellikle zaman ilerledikçe çok sayıda eleştiri de getirilmiştir. Öngörülerinin çoğu gerçekleşmemiş gibi görünür ve bu bölümün ilerleyen kısımlarında bu konu da ele alınacaktır. Buna ek olarak, Marx’ın bugüne, içinde yaşadığımız postmodern çağa ne kadar uygun olduğuna dair bir inceleme de bulacaksınız. Marksizm türleri Marx çok şey yazmış ve onun hakkında da çok şey yazılmıştır, bu sebeple birisi Marksist olduğunu iddia ettiğinde sorulacak bir sonraki soru genellikle “Hangi tür?” olur. Marx’ın yazdıklarını en doğru şekilde kimin yorumladığına dair çok sayıda tartışma olduğu için ve Marksizmin birçok akademik ekolü bulunduğu için, bu soruyu yanıtlamak pek kolay değildir. Bunun yanı sıra Marksçı kelimesi de çok kafa karıştırır. Marksçı deyişi genelde, Marx’ın yöntembiliminin büyük kısmına katılan fakat ulaştığı sonuçlara ya da gelecekteki topluma dair öngörülerine katılmayan akademisyenler tarafından kullanılır. Bu genellikle, politik ve ekonomik sistemlerin incelenmesiyle ilişkili olarak kullanılır. Sözgelimi Marksçı iktisatçılar, Marx’ın “üretim araçları”, “artı değer” vb. terimleri kullanma biçimini benimserler. Ne var ki bu terimleri kullananlar, Marx’ın ulaştığı yabancılaşma, sömürü ve devrim ihtiyacı gibi sonuçları kabul etmek zorunda değildir. Başlıca Marksizm türleri ve Marx’ın çalışmalarına karşılık olarak gelişen düşünce okulları şunlardır: 176 KLASİK MARKSİZM Klasik Marksizm, Marx ve Engels’in geliştirdiği Marksizm kuramıdır. Marx’ın söylediği veya yazdığı şeylere dayanır. Bu kitapta, kapitalist toplum ve tarihsel materyalizme dair, sınıf mücadelesi, yabancılaşma, sömürü, devrim ve komünizm meseleleriyle ilgili Marx’ın yaptığı tüm tanımlar da içinde, şimdiye dek yazılmış olan şeylerin çoğu, klasik Marksizm başlığı altında toplanır. Bununla birlikte Marx, çok sayıda eser yazmıştır ve insanların, Marx’ın bir şeyi söylerken ne kastettiği konusunda veya bu konuyla ilgili zaman içinde fikrini değiştirip değiştirmediği hakkında burada yazılanlara yine de karşı çıkmalarına müsaade eden geniş bir kapsam vardır. Buna ek olarak pek çok Marksist, politik çıkarımlarını kanıtlamak için Marx’tan bazı parçalar alıp bağlam dışına çıkarabilir. Klasik Marksizmdeki bir diğer sorun, bazı konular hakkında Marx’ın sonradan fikir değiştirmiş olmasıdır; bazen, özellikle düşünme süreci olgunlaştıkça, önceden yazdığı bir şeyi geliştirmiş, bazen de o yazdıklarının aksini ispat etmiştir. Bazı Marksistler Marx’ın çalışmalarını “genç Marx” ve “olgun Marx” olarak iki genel kategoriye ayırır. Hangi çalışmalarının hangi kategoride değerlendirileceğine ve genç düşünüşle olgun düşünüş arasındaki ayrım çizgisinin nerede olduğuna dair anlaşmazlıklar vardır. Felsefe çalıştığı ve halen Feuerbach’ın etkisi altında olduğu için erken dönem çalışmalarının birçoğunun doğasının felsefi olduğu gözlemlenir. Sonraki çalışmaları daha çok ekonomik kuramla ve tarihsel materyalizm görüşüyle ilgilidir. Bu ayrım birçok Marksist için önem taşır, çünkü ilerlemeci türde bir bilimsel sosyalizm doğrultusunda bir değişimin izini taşır gibi görünmektedir ve bu da, erken dönem çalışmalarının çoğunun burjuva felsefesinden etkilendiğini söyleyip bu çalışmalara ilgi gösterilmemesi anlamına gelir. Lenin, 1917’de basılan Devlet ve Devrim kitabında, Felsefenin Sefaleti kitabının olgun Marx’ın ilk çalışması olduğunu iddia eder. 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları 1932 yılında basıldığında, Marx’ın hümanist bir Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 177 yorumunu arayanlar tarafından sahip çıkılmıştır, ancak Sovyetler Birliğinde bu yorum bastırılmıştır. Bu fikir ayrılığına dair daha yakın tarihli tartışmaların birçoğu, Louis Althusser’in (1918-90) çalışmalarına kadar uzanır. Yapısalcı Marksist olan Althusser, daha çok ideoloji üzerine yazmıştır ve 1965’te kaleme aldığı Marx İçin çalışmasında genç ve olgun Marx arasındaki ayrımdan belirli bir şekilde söz eder. Althusser, 1845 tarihli Alman İdeolojisi’nin, Marx’ın daha hümanist felsefi fikirlerden kopup daha bilimsel ve materyalist bir bakış açısına geçtiği noktayı işaretlediğini iddia eder. Ne var ki, 1991’de Marx’ın Felsefesi kitabını yazmış olan Etienne Balibar gibi kendisine karşı çıkanlar da olmuştur. Genç ve olgun Marx arasındaki ayrımın büyük ölçüde öznel bir şekilde ve o dönemde kanıtlanmaya çalışılan bir şeye bağlı olarak yapıldığı görülmektedir. Marx’ın çalışmaları, zaman içinde gelişen bir ilerleme mi gösterir ya da erken dönem çalışmalarını, sonraki çalışmalarının bunlarla çelişeceğini bilerek ayrı bir şekilde okuyabilir miyiz? Akademik çevrelerde, bu sorulara verilen kesin bir yanıt yoktur. GRAMSCI VE HEGEMONYA Klasik Marksizmi geliştiren başlıca düşünürlerden biri, İtalyan komünist Antonio Gramsci’dir (1891-1937). Gramsci, 1926’da İtalya’daki faşist rejim tarafından hapse atıldı ve orada Marksist komünizmin başarısızlığı olarak gördüğü şey hakkında yazmaya başladı. Marx, işçi devriminin kaçınılmaz olduğunu öngörmüştü, o halde neden vaat ettiği devrim gerçekleşmemişti? Gramsci, sınıf mücadelesine duyulan ihtiyaç konusunda Marx’a katılıyordu, fakat birçok Avrupalı işçinin komünizm yerine faşizme yöneldiğini görmüştü ve neden böyle olduğunu merak ediyordu. Kapitalizm neden topluma derin bir şekilde yerleşmişti? Gramsci’nin hapisliği sekiz yıl sürdü ve bu dönem boyunca yoğun olarak bu sorular hakkında düşünüp yazdı; otuzdan fazla defteri ve tarih ile milliyetçilik hakkında yazdığı binlerce sayfa, daha sonra Hapishane Defterleri olarak basılacaktı. 178 Marx, ekonomik temelin her zaman değişimin itici kuvveti olduğunu yazmıştı; hukuk, kültür ve din üstyapıları ekonomiye tabiydi. Bu, ekonomik determinizm kuramı olarak bilinir. Marx, ekonomiye dair yanlış bilinç aşılamak için üstyapının ideolojiye dayandığını göstermişti. Genel bakış Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi Marx, her üretim biçiminin kendi benzersiz ideolojisini yarattığına inanıyordu. Gramsci, bir noktaya kadar buna katılıyordu, fakat topluma dair bu bakışın çok basit olduğunu düşünüyordu. Toplumun itici kuvvetinin ekonomi olmadığına, bunun üstyapıdan kaynaklanan fikirlerin yayılmasında yattığına inanıyordu. Aslına bakılırsa ideoloji, sınıf sisteminin önemli ve özerk bir bölümüydü, toplumun genel kültürünün parçasıydı. Gramsci ideoloji fikrini hegemonya anlayışına doğru daha da geliştirdi. Hâlâ “egemen” bir sınıf olduğuna ve bunun egemenliğini korumak için de, yaptığı şeylerin doğru, adil ve olması gerektiği gibi olduğu konusunda toplumla anlaşmaya ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Sınıfın, “kendiliğinden rıza” adını verdiği şeyi kurması gerekiyordu, böylelikle yönetici sınıfın baskı yapmasına veya yönetmek için politik ya da ekonomik zor kullanmasına ihtiyaç kalmayacaktı. Bu sınıfın yapması gereken tek şey, din, eğitim ve medya yoluyla işçilerin kendi bakış açısına inanmasını sağlamaktı. Bu yolla ortak bir inanç sistemi bir tür sınıf egemenliğinin temeli haline gelecektir. Gramsci, hegemonyanın tepeden işçilerin üzerine zorlanan bütünleşik bir baskı sistemi olduğunu düşünmüyordu, onu, bir bütün olarak toplumun içinde işleyen çok katmanlı karmaşık bir sistem olarak görüyordu. Toplumdaki insanlar kendi hayatlarını yaşar, fakat etraflarında kurulu küçük bir yapının da parçasıdır; hayatlarının, etraflarındaki yapıya nasıl uyduğunu ve bunun, bir bütün olarak toplumun yapısına nasıl oturduğunu görmezler. Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 179 İnsanlar, özgür iradeleri ve bağımsızlıkları olduğunu sanırlar, ama Gramsci’ye göre, burjuvazinin değerlerinin toplumdaki insanların çoğunluğunun değerleri haline geldiği bir mutabakat kültürü gelişmiştir. Bir anlamda, yöneticilerle yönetenler arasında yapılan ve herkesin hiç düşünmeden kabul ettiği bir çeşit zihinsel veya ahlaki bir sözleşme vardır. Bu, dünyaya dair doğal ve sağduyulu bir bakış gibi görünür, ama aslında egemen sınıfın bakışıdır. Her ne kadar insanların azınlığı bu bakışa itiraz edebilse de, nüfusun çoğunluğu bunu kabul ettiği sürece ve gerekli olduğunda zor yoluyla bu azınlıkların üstesinden gelinebilir. Gramsci, bütün kültürel kurumların şüpheli olduğuna ve bütün kültürel faaliyet ve inançlara eleştirel bir gözle bakılıp topluma egemen olma konusunda oynadıkları rolün incelenmesi gerektiğine inanıyordu. Gramsci, faşizmin yükselişinin sebebinin, insanların, kendilerine hakikaten fayda sağlayacak bir devrim doğrultusunda çalışmak yerine orta sınıf statüsünü ve tüketici toplumu benimsemekle daha fazla ilgilenmeleri olduğuna inanıyordu. Burjuvazinin inanç sisteminin öğretileriyle birleşen faşist liderlerin etkili konuşmaları, Se lam s an a şişk o ke di! KEDİ 180 hakiki ihtiyaçlarına karşı onları kör etmiş ve birbirleriyle rekabet halinde olan birey kültürünün doğal olduğuna inanmalarını sağlamıştır. Dolayısıyla, Gramsci’nin bakış açısına göre toplumun kültürü, ahlaken tarafsız bir sistem değil yönetici sınıfın bakış açısını desteklemek için kullanılan ideolojinin bir ifadesidir. Burjuvazi; din, eğitim ve diğer kültürel sistemler yoluyla sosyal bilinci yönlendirip proletaryaya egemen olabilir. Bugün, televizyon, radyo, gazeteler ve web sayfaları gibi kitle iletişim araçlarını da hegemonyanın bir parçası olarak kabul edebiliriz, çünkü bunlar Gramsci’nin yaşadığı döneme kıyasla üstyapının çok daha önemli parçalarıdır. Gramsci hegemonyanın koşullar değiştikçe zamanla değiştiğini ve toplumdaki diğer kişilerden yeterince destek alabilirse proletaryanın bu hegemonyayı kendi yararına kullanmasının her zaman mümkün olduğunu görmüştü. Dünyaya dair alternatif bir bakış açısı ileri sürmek için hegemonyayı kullanmak mümkündür; örneğin komünistler, bir devrimin istenilir ve mümkün olduğu fikrini yayabilirler. Bunun, rağbet görmeyen bir diktatörlükte yapılmasının, kültürün çok karışık ve insanlarla kurumlar arasındaki ilişkilerin karmaşık olduğu bir sosyal demokraside yapılmasından daha kolay olduğunu görmüştü. Eğitimin son derece önemli olduğuna inanmasının nedeni de buydu. Herhangi bir sınıftan herhangi bir kişinin okuma şansı verildiğinde entelektüel olabileceğine ve kitlelerin ihtiyaçlarını açık bir şekilde ifade etmek için bir işçi sınıfı “kültürü” oluşturmanın önemli olduğuna da inanıyordu. Gramsci, gündelik kültürün, politik eylemin başlayabileceği yer olduğunu gördüğü için ve kitle iletişim araçlarının gücünü fark eden ilk Marksistlerden biri olduğu için önemlidir. Yaklaşık aynı dönemlerde Marksist düşünceyi geliştirmiş olan Frankfurt Okulu’nun düşünürlerini de etkilemiştir. Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 181 FRANKFURT OKULU Frankfurt Okulu daha çok, Almanya Frankfurt’ta bulunan Toplumsal Araştırma Enstitüsünde felsefe, sosyal teori ve toplumsal araştırma çalışmalarından gelişen Marksist bir okulu tarif etmek için kullanılan resmi olmayan bir ifadedir. Bu ifade, her ne kadar onlar kendilerini bu şekilde tarif etmeseler de Enstitüyle gerçekten bir bağlantısı olanları ve bu kişilerden etkilenenleri belirtir. Frankfurt Okulu, Sovyetler Birliği ve Çin’de geliştirilen Marksist düşünceden farklılaştırmak adına zaman zaman Batı Marksizmi de denilen teorinin ilk örneklerinden biridir. Frankfurt Okulu 1920’lerde kurulmuştu, fakat Max Horkheimer 1930’da enstitü yöneticisi olduğunda çok daha önemli bir hale geldi ve karşıt görüşlü Marksistlerin ilgi merkezi oldu. Frankfurt Okulu düşünürleri, kendi dönemlerindeki Marksistlerin çoğunun, ortodoks Marksist-Leninist fikirleri kanıtlamak için yalnızca Marx’ın fikirlerinin dar bir kapsamını papağan gibi tekrarlayıp durduğu ve Marx’ın asıl çalışma ve fikirlerinin pek çoğunu göz ardı ettiği görüşündeydi. Almanya’da ve Avrupa’nın çoğu kısmında büyük sosyalist hareketler olmasına rağmen öngörülen devrimin gerçekleşmemesinden, bunun yerine faşizmin popüler hale gelmesinden oldukça etkilenmişlerdi. Gerçekleşmekte olan koşulları Marx’ın önceden göremediğine inanıyorlardı ve Marx’ın düşüncesindeki boşlukları doldurmak için başka düşünürlerin çalışmalarından yararlanıyorlardı. Ancak çok yakın bir zamanda basılmış olan Marx’ın Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları adlı çalışmasından da çok etkilenmişlerdi. Nazilerin yükselişiyle, 1930’larda Frankfurt Okulunun birçok filozofu Almanya’yı terk etmeye zorlanıp New York’a taşındı ve ancak İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya’ya geri dönebildi. Frankfurt Okulu filozofları, Horkheimer’ın 1937 tarihli “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” makalesinde tanımladığı eleştirel kuramı kullanmalarıyla tanınırlar. Özgün halinde bu kuram, 182 arzu edilen değişiklikleri gerçekleştirmek için toplumun bir bütün olarak eleştirilmesine yönelen bir toplumsal kuramdı ve Marksist tarihsel materyalizm fikrinin geliştirilmesi üzerine kuruluydu. Ekonominin, sosyal bilimlerin, tarihin, politikanın, antropolojinin ve psikolojinin farklı yönlerini bütünleştirme girişiminde bulundu. Frankfurt Okulu filozofları, ideolojinin, hegemonyanın ve yanlış bilincin toplumdaki rolüyle ve kapitalizm kültürünün medya yoluyla kendisini nasıl sürekli kıldığıyla ilgileniyorlardı. Bu bağlamda, dilin rolüyle özellikle ilgileniyorlardı. Medya, sanat, sinema ve diğer kültürel sistemlerin Marksist bir bakış açısından incelenmesine genellikle kültürel Marksizm denir ve Frankfurt Okulunun çalışmalarının bu yönü, 1960’larda ve 70’lerde etkili olan Birmingham’daki Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezinin düşünürlerini de etkilemiştir. Marx üzerine kapsamlı bir şekilde yazmış Frankfurt Okulunun en tanınmış filozofları şunlardır: Max Horkheimer (1895-1973), Theodor Adorno (1903-69) ile birlikte 1944’te Aydınlanmanın Diyalektiği’ni yazdılar. Bu kitapta, kapitalist idealleri toplumun bilinçsiz zihnine sokmanın bir yolu olarak kitle kültürünün kapitalist toplum tarafından kullanıldığı fikrini ileri sürdüler. Böylece toplumun üyeleri pasif tüketiciler haline gelip bireyselliklerini kaybediyorlardı. Toplum homojenleştirilmiş bir kitle haline geliyordu. Herbert Marcuse (1898-1979) 1955’te, Marx’ın fikirlerini psikanalizin babası kabul edilen Sigmund Freud’un fikirleriyle sentezlemeye çalıştığı Eros ve Uygarlık kitabını yazdı. Bunun yanı sıra 1964’te Tek Boyutlu İnsan’ı kaleme aldı. Marcuse, kitle iletişim araçlarının ve tüketimciliğin insanların zihnini sinsi bir şekilde zapt ettiğine ve bunun da bir çeşit totaliterlik anlamına geldiğine inanıyordu. Reklamlar yoluyla tüketim toplumu tarafından “yanlış ihtiyaçlar” oluşturulur ve sonra da hepimiz, düşüncelerimize nüfuz etmiş ve bizi kapitalist makinenin dişlileri haline getirmiş güçlü bir tüketim devletinin hâkimiyetine gireriz. Marcuse, bu araçlarla işçi sınıfının üretim ve tüketim döngüsünün Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 183 içine çekildiğine ve bunun da kapitalist statükoyu desteklemek için çalıştığı olgusuna karşı onu kör eden ideolojik bir kuvvet olarak işlediğini söylüyordu. Kitabının başlığı Marcuse’nin, tüketim toplumu eleştirel düşünmeyi ve direnişi silip süpürdüğü için düşünmenin tek boyuta indiğine dair inancını yansıtıyordu. Jürgen Habermas (1929- ) 1950’lerde Frankfurt Okulunda Adorno ve Horkheimer’ın altında çalışan Alman bir filozoftur. Daha sonraları bu okulun kuramlarının modern kültüre karşı çok eleştirel, aşırı şüpheci ve karamsar olduğuna inanarak bu kuramların çoğuna katılmadığını belirtmiştir. Onun görüşleri genellikle neo-Marksist olarak nitelendirilir ve eleştirel kuram geleneğinden kaynaklanır. Esas olarak, modern toplumun kamusal alanının hakiki bir demokratik fikir çatışmasına imkân vermediği fikrine dair tartışmasıyla bilinir. Bu düşüncesini ilk olarak 1981 tarihli İletişimsel Eylem Kuramı çalışmasıyla açıklamıştır. Modern toplumu eleştirmekle birlikte, dünyayı parçalara ayrılmış bir şekilde gören birçok postmodern düşünürle anlaşmazlık içindedir. PRAKSİS OKULU Praksis Okulu, 1960’larda Yugoslavya’da başlayan Marksist, hümanist felsefe ekolüydü ve Marksist düşünceyi, o dönemin hükümeti tarafından vurgulanan Marksist-Leninist-Stalinist düşüncenin dar sınırlarından kurtarma girişimi olarak yola çıkmıştı. Bu düşünce ekolünün başlıca simaları, 1960’larda ve 70’lerde Marksist dergi Praxis’i yayınlayan Milan Kangrga, Gajo Petroviç ve Mihailo Markoviç’ti. Bu yayın, Marksist kuramın önde gelen dergilerinden biri olduğu için uluslararası akademik Marksist toplulukta tanınmıştır. Leninizm’in ve Stalinizm’in Marx’ın özgün çalışmalarına sadık kalmadığına ve politik amaçlar yüzünden bu çalışmaların çarpıtıldığına inanıyorlardı. Hümanizmin vurgulandığı genç Marx’ın çalışmalarının üstünde duruyor ve bunların, Marx’ın “gerçek” çalışmaları olduğuna inanıyorlardı. Mevcut komünist 184 rejimlere karşı eleştirel tutum alıyorlardı ve Marx’ın hümanist yönlerini vurgulayarak Batı Marksizmini etkilediler. ANALİTİK MARKSİZM “Zırva olmayan” Marksizm olarak bilinen Analitik Marksizm, Gerald Allan Cohen’in 1978 tarihli Karl Marx’ın Tarih Kuramı: Bir Savunma kitabının sonucu olarak doğan bir düşünce ekolüdür. Bu kitap, tarihsel materyalizmin geçerli bir sistem olduğuna dair modası geçmiş akademik görüşü alır, ama yapısöküm ile elde edilen teknikleri kullanarak buna yeni bir yolla bakar. Analitik Marksizm, 1980’lerde popüler bir düşünce ekolüydü ve Cohen iki kitap daha yayınladı: 1988’de Tarih, Emek ve Özgürlük ve 2000’de de Eğer Eşitlikçiyseniz Nasıl Olur da Bu Kadar Zengin Olursunuz? YAPISAL MARKSİZM Yapısal Marksizm, Fransız felsefe profesörü Louis Althusser’in (1918-90) ileri sürdüğü Marksizm yaklaşımının tanımıdır. Althusser, Fransa’da büyük siyasal altüstlüklerin yaşandığı 1960’larda ve 70’lerde oldukça etkili bir isimdi. Toplumsal değişimi açıklayabilecek sabit insan doğası diye bir şeyin veya Marx’ın söylediği gibi “türsel varlığın” olduğuna inanmıyordu. Gramsci’nin fikirlerinin bir uzantısı olarak, toplumda, insanların riayet ettiği ideolojik yapılar olduğunu ileri sürdü. Ancak Gramsci’den ayrıldığı nokta şuydu; o, bu kuvvetlerin mutlaka kapitalizmin araçları olmadığına, özerk bir maddi varlığa sahip olduğuna inanıyordu. Postmodernist ve post-Marksist düşünürler şimdiye kadar özetlediğimiz ideoloji konseptini ve onunla bağlantılı olan hegemonya fikrini çok basit bularak büyük oranda reddetmektedir. Bu düşünürler postmodern dünyada insanların, medyanın manipülasyonunu doğrudan görebildiğine ve medyanın ürünlerini kendi yorumları üzerinden düşünebildiğine inanır. Peki ama postmodern dünya tam olarak nedir ve Marx’ın felsefesiyle nasıl bir ilgisi vardır? Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 185 POSTMODERN VE POST-MARKSİST DÜŞÜNCE Postmodernizm, çok sık kullanılan bir terimdir, fakat basit bir açıklamasını yapmak çok zordur; postmodernist düşünürler olarak tarif edilen kişiler bile bu kavramın tam olarak ne anlama geldiği üzerinde anlaşamazlar. Postmodernist düşüncenin temel çekirdeği, modern dünyanın karmaşıklığını kavrama girişimi olarak düşünülebilir: • • • • şüphecidir mutlak bilgi ve mutlak hakikat fikirlerini sorgular dünyayı “parçalanmış” olarak görür dilin anlamına çok güvenir Birçok postmodern düşünür, yirmi birinci yüzyılda yeni bir tür dünyada yaşadığımızı öne sürecektir. Akılcılık, nesnellik ve ilerleme inançlarına sahip aydınlanma fikirlerinden gelişen “modernist” dünya görüşünün çok ötesine geçtik. Genel bakış Kültürel bir hareket olarak modernizm, Sanayi Devriminden sonra sanat, mimari, edebiyat ve dini inanç da dahil olmak üzere aydınlanma çağının fikir, gelenekleri ve akılcı kesinliği sorgulanmaya başladığında doğmuştur. Yeni teknolojinin hızlı yükselişi ve çağımızın ekonomik koşulları, toplumun merkezsizleşmesi ve kitle iletişim araçlarının hâkimiyeti altına girmesi anlamına gelmektedir. Bu dünya, modernin ötesine, postmodern âleme geçmiş bir dünya haline gelmiştir. Genel bakış Postmodern kurama dair daha derin bir kavrayış için Postmodernizmi Anlamak kitabını okumanızı tavsiye ederim. 186 Postmodernizmi çevreleyen bütün çelişen kuramları bu bölümde ayrıntılarıyla anlatmak mümkün değil, ancak aşağıda Marx ve Marksizmin postmodern dünyada nasıl algılandıklarıyla ilgili felsefecilerin bazı temel kuramlarının özetini bulacaksınız. Jacques Derrida (1930-2004) Fransız bir edebiyat eleştirmeni ve filozoftur. Yazıları, anlaşılmalarının zor olmasıyla tanınır ve en iyi, yapısöküm fikrini geliştirmesiyle bilinir: Felsefe, dilbilimsel ve edebi analizlerin harmanlanması. Bu, metinlerin hakiki anlamını sorgular ve onların içkin istikrarsızlığını gösterir. Dilin “hakikati” asla temsil edemeyecek kaygan ve şüpheli bir vasıta olduğuna ve ister ekonomik, ister politik isterse de felsefi olsun, hiçbir türde akademik analizde hakikatin gerçek biçiminin bulunmadığına inanır. Bütün yorumların ve anlatıların eşit geçerliliği vardır. 1994’te basılan Marx’ın Hayaletleri kitabında, Marx’ın fikirlerine bilimsel bir sistem olarak değil de ahlaki bir sistem olarak bakılması gerektiği fikrini ileri sürmüştür. Jean Baudrillard (1929-2007) Fransız bir kültür kuramcısı ve filozoftur. Erken dönem çalışmaları Marx’tan çok etkilenmiştir ve temel Marksist kuramların bazılarının uzantısıdır. Kapitalizmin genişlemesinin beraberinde toplumsal değişimi getirdiğine katılır, fakat tüketim toplumunun nasıl değiştiğini hesaba katmak için Marx’ın güncelleştirilmesi gerektiğine inanır. Dünyanın artık üretimden ziyade yeniden üretim toplumu olduğuna inanır. Bunun anlamı, imge ve enformasyonun ekonomi için tıpkı metalar gibi önem taşımasıdır. Gramsci gibi o da kültürel üstyapının, ekonomik temelde gerçekleşen şeylerin bir yansıması olduğuna değil kendine ait bir gücü olduğuna inanıyordu. Bunun yanı sıra, Marx’ın üretim biçimleri ve ilişkileriyle ilgili kuramlarının, modern tüketimciliğin yükselişini göz önünde bulundurmadığı görüşündeydi. Jean-Francois Lyotard (1924-98) Fransız bir filozof ve edebiyat kuramcısıdır. 1979’da Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor kitabını yazmıştır. Bu kitapta, postmodern dünyada kimsenin büyük anlatılara veya kimi zaman dendiği şekliyle metaanlatılara inanmadığı fikrini ileri sürmüştür. Büyük anlatılara Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 187 örnekler arasında, büyük ölçekli kuramlar veya dünya felsefeleri, tarihe tutarlı bir ilerleme olarak bakılması veya bilimin her şeyi bilebileceği ya da her şeye dair büyük bir birleşik kuram formüle edebileceği bulunur. Marx’ın tarihsel materyalizmi ve ekonomik determinizmi de büyük anlatılardır ve bu sebeple, Lyotard’ın postmodern dünya anlayışını kullanırsak, insanlar Marx’ın felsefesine inanıp onu takip etmeye daha az eğilim göstermektedir. Gilles Deleuze (1925-95) ve Felix Guattari (1930-92) 1972’de bir kitap yazdılar: Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni. Bu kitapta kapitalizmin bireyleri baskı altında tuttuğunu ve onlara, metaların üretim ve tüketimiyle bağlantılı yanlış “dolayımlı” arzular verdiğini iddia ettiler; bu, Frankfurt Okulunun kanaatlerinin bir uzantısıdır. Her ne kadar Marksist olsalar da, işçi sınıfının farklı türde insanların değişik bir karışımı olduğuna inanarak sınıfı bir tür efsane olarak gördükleri için görüşleri, klasik Marksist görüşten farklılaşır. Devrimi gerçekleştirmek için bir araya gelecek tek tip bir işçi sınıfına inanmazlar ve klasik Marksist sınıf görüşünün yanlış olduğunu düşünürler. Klasik Marksizmde kadınların ve etnik azınlıkların genellikle marjinalleştirildiğine inanırlar ve onlara göre sınıf mücadelesi, oldukça karmaşık olan toplumsal yapının temeli değil sadece bir akımıdır. Frankfurt Okulu düşünürleri, devleti tekil bir monolitik varlık olarak görüyor ve toplumun, pasif tüketicilerden oluşan homojen bir kitle haline geldiğine inanıyorlardı. Deleuze ve Guattari bu bakış açısına katılmıyorlardı; onlara göre toplum karmaşık bireylerin farklı bir karışımıydı ve bu çeşitliliğinden ötürü kapitalizmin istikrarsızlaştığını düşünüyorlardı. “Kendilik” görüşleri de oldukça postmoderndir. Tek bir kimliğe veya sabit bir kendiliğe saplanmanın gerekli olmadığına, insanların farklı “hayatlar” yaşama ve kendilerini yeniden icat etme tercihlerinin olduğuna inanıyorlardı; insanlar sosyal “kuralları” takip etmek zorunda değillerdi. Francis Fukuyama (1952– ) 1992’de basılan Tarihin Sonu ve Son İnsan kitabında “tarihin sonuna” ulaştığımız fikrini ileri süren Amerikan siyaset bilimcisidir. Bu kitapta, Birleşik Devletler’de ve Britanya’da uygulanan liberal demokrasinin 188 toplumun son biçimi olduğunu ileri sürmüştür. Bu düşüncesi, Hegel’in on dokuzuncu yüzyılda Prusya toplumuna bakışına bazı yönlerden çok benzemektedir. Fukuyama, toplumumuzu “evrensel aklın” son ürünü olarak görmez; liberal demokratik değerlere dayanan Batı medeniyetinin ekonomik anlamda insanoğlunun ihtiyaçlarını karşıladığını ve özsaygı ve tanınma ihtiyaçlarımızı tatmin ettiğini, dolayısıyla kendimizi “gerçekleştirdiğimizi” iddia eder. Beşinci bölümde gördüğümüz gibi “gerçekleştirme” genellikle yabancılaşmanın tersini belirtmek için kullanılan bir terimdir; bu yüzden Fukuyama’ya göre modern Batı toplumunda yaşamak, Marx’ın öyle olacağına inandığı gibi, bir yabancılaşma deneyimi değildir. Fukuyama’nın kuramının özünde, insan doğasına tanınma, kabul görme arzusunun hükmettiğine dair inanç yatar. Komünizmin çökmesinden ve Soğuk Savaşın bitmesinden sonra ideolojik mücadeleye ihtiyaç kalmadığına inanır. Ne var ki, bilimsel ve teknolojik değişimlerin tarihte gelişmelere yol açabileceğini yazdığından dolayı, neticede her şeyin sonu gelmiş değildir. Onun kuramını eleştirenler, Soğuk Savaş bitmiş olmasına rağmen ideolojiler arasındaki çatışmanın sonunun gelmediğine işaret ederler. Komünist Kuzey Kore ve Batı dünyası arasında yeni bir Soğuk Savaş’tan ve yeni bir nükleer silahlanma yarışından bahsedilmektedir. Şu anda bile, çok sayıda ideolojik çarpışma sürmektedir. Bunlar arasında dini gruplar arasındakiler de bulunur: Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan gruplar. Bu çarpışmalar terörist eylemlerle alevlenmektedir ve şu anda ideolojik çatışma hiç de bitiyor gibi görünmemektedir. POST-MARKSİZM Post-Marksizm, Marx’ın kuramları üzerine kendi kuramlarını inşa eden fakat çok daha ileriye giden, bu yüzden de Marksist düşünce olarak düşünülenlerin dışında veya ötesinde olan düşünürleri tarif etmek için kullanılan bir terimdir. Post-Marksistler Marx’ın çalışmalarına içkin olan ekonomik determinizmden uzaklaşmışlardır ve onun sınıf kavramına katılmazlar, ama toplumun üyeleri arasında bir dayanışma olması gerektiğine inanırlar. Ernesto Laclau (1939- ) ve Chantal Mouffe (1943- ), Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 189 1985’te Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru kitaplarının yayınlanmasının ardından en tanınan post-Marksistler haline geldiler. Bu kitapta, klasik Marksizmi analiz ettiler, fakat Derrida’nın dil ve yapısöküm kuramından yararlanıp aynı zamanda Gramsci’nin hegemonya kuramını da inceleyerek daha postmodern bakış açıları getirdiler. Toplumsal çatışmaların, toplumun ve kişiliklerin karmaşıklığından ötürü anlaşılması güç olan hegemonya içindeki “antagonizmalardan” çıktığına inanıyorlardı. Postmodern düşünce bireyi bir dizi anlatı olarak görür; örneğin Laclau ve Mouffe işçi sınıfından bir kişinin hiçbir zaman sadece “işçi sınıfından” bir kişi olmadığı görüşündedirler. Bu kişi aynı anda hem yalnız bir ebeveyn, hem etnik bir azınlık, hem bir kadın hem de işçi sınıfından biri olabilir. Laclau ve Mouffe’e göre kişiliğin bu farklı yönlerinin her biri antagonizma ya da çatışma içinde olabilir. Sınıf, hiç de birleştirici bir yapı değildir. Herkesin, kendi deneyimlerine dayanan öznel bir toplum görüşü vardır; sınıf kimliği bunun sadece küçük bir parçasıdır ve bu yüzden sınıfa dayalı bir devrim başarısızlığa mahkûmdur. Çatışmalar her zaman toplumun bir parçası olacaktır ve toplum da her zaman istikrarsız ve değiştirilebilir olacaktır, fakat antagonizmalara rağmen insanlar yerel düzeylerde harekete geçmek için bir araya gelebilirler. Post-Marksistler basmakalıp demokratik süreçlerin aslında birçok insanı yabancılaştırdığına ve de komünizm altında bile devletin her zaman yozlaşmaya açık olduğuna inanırlar. İnsanların kendi çıkarlarını piyasada yükseltip yerel mücadeleler için bir araya gelerek değişim sağladığı bir tür “sivil toplumu” ileri giden yol olarak görürler. Marx nereye uygundur? Toplumun, yeni postmodern bir çağa doğru ileri mi itildiğine yoksa hâlâ modernist dünyanın bir parçası mı olduğuna dair oldukça fazla sav bulunur. Jürgen Habermas halen son aydınlanma çağında yaşadığımız fikrini ileri sürerken bazı insanlar postmodern 190 dünyanın bile bittiğini ve post-postmodern bir dünyada yaşadığımızı iddia eder. Peki, tüm bunların Marx’la ilişkisi nedir? Marx, “modernlik” hakkında yapılandırılmış bir biçimde yazan ilk kişilerden biriydi, teknolojinin yükselişini ve Sanayi Devriminin etkilerini belgeledi. Toplumun her zaman göründüğü gibi olmadığını fark etmemize de yardımcı oldu. Bu yolla postmodern dünyanın pek çok düşünürüne ilham verdi, fakat bu kişilerin düşünceleri Marx’ın çok ötesine geçti ve birçoğu onun felsefesinin belli bölümlerine, özellikle de dünya tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi olduğu yönündeki görüşüne karşı çıktı. Bugünün dünyasında sınıfların rolüne dair büyük bir tartışma vardır. Sözgelimi etnik kimlik, cinsiyet ya da yaş gibi hatlar üzerindeki diğer insan grupları da en az sınıf kadar önemli görülmektedir. Eğer Marx’ın tanımladığı şekliyle sınıf diye bir şey ve bunun başka bir sınıf tarafından ezilmesi yoksa, bunun işçi sınıfı dayanışması üzerinde nasıl bir anlamı olacaktır? Toplum, ortak değerleri olmayan çeşitli parçalanmış benliklerden meydana geliyor gibi göründüğünde devrimin gerçekleşebilmesinin bir yolu var mıdır? Dünyanın tüm sorunlarına bir çözüm getirme girişiminde bulunan bir inanç sistemiyle dünya dönüştürülebilir mi? Postmodern düşünürler “her şeyin kuramı” diye bir şeyin olduğuna inanmazlar; Marksizm, dünyaya bakmanın çok sayıda farklı yolundan sadece birisidir —öznel ve büyük bir anlatıdır. Ne var ki Radikal Marksistler buna katılmaz. Postmodern kuramın sadece hegemonyanın başka bir biçimi ve insanları, geç kapitalist dünyadaki gerçek sorunlardan uzaklaştırma girişimi olduğuna inanırlar. Postmodernistlerin, popüler kültürü kutsamakla ve Batı dünyasında bile halen, kapitalist sistem alaşağı edilmeden sona ermeyecek, yoksulluk içinde yaşayan birçok aile olduğunu göz ardı etmekle uğraştığına inanırlar. Postmodernizm, evrensel veya mutlak hakikatlerin olmadığı yönündeki felsefi bir inanç olan kültürel göreceliğin bir biçimi olarak görülebilir. Hakikat sadece belli bir referans sistemine —bu örnekte kültüre—göre olabilir. Bu durum adaletsizliğe karşı Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 191 mücadele etmek isteyenler için bir sorun olarak görülür. Çünkü bir şeyin adaletsiz olup olmadığına nasıl karar vereceksiniz ve herhangi bir şey hakkında ahlaki ve etik yargılara nasıl varacaksınız? İnsanlar baskıya ve sömürüye ne kadar tahammül etmeliler? Postmodernizmin bu sorulara yanıtı yoktur. O, bu soruları sormaz bile. Marksizm yirmi birinci yüzyılda geçerli midir? Pek çok insan, komünizmin çöküşünü Marx’ın bugünün dünyasında geçerli olmadığının bir kanıtı olarak görür. Sovyetler Birliği çöktükten ve Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Komünist Çin, Batı’nın etkisine ve ekonomisi de özel girişime daha açık bir hale geldi. Her ne kadar Marx’ın tahayyül ettiği komünizm hiçbir zaman var olmamış olsa da, insanlar komünizmin başarısızlığını Marx’ın başarısızlığı olarak kabul ettiler. Yirminci yüzyıl tarihinin bize gösterdiği şey, Marx’ın fikirlerinin, bütün dünyanın yoksulları ve ezilenlerinin imgelemini yakalama gücüdür. Onun veya diğer insanların inançlarının, bunlara dair yorumların dünya tarihini değiştirdiğine hiç şüphe yoktur. Marx’ın bugünün toplumunda geçerli olup olmadığı, ateşli Marksistler, öğrenciler ve sarhoş meyhane filozoflarının yanı sıra birçok felsefeci, iktisatçı, tarihçi ve başka disiplinlerden akademisyenler tarafından düşünülüp tartışılmaktadır. Hemen herkesin, özellikle bilgi dolu olmasa da Marx’a dair bir fikri vardır. Bu konu hakkında üç temel argüman söz konusudur: • Marksizm bugün geçerli değildir, çünkü hiçbir zaman geçerli bir düşünce olmadı. Marx’ın bilimsel yöntemi kusurluydu ve ekonomi kuramı tamamen hatalıydı. • Marksizm bugün geçerli değildir, çünkü kendi zamanının bir ürünüdür. Marx’ın yazdığı dönemde var olan kapitalist toplum artık yok. Artık proletarya diye bir şey kalmadı, bu yüzden devrim de olmayacak. Bizler, on dokuzuncu yüzyıla hiç 192 benzemeyen postmodern bir dünyada yaşıyoruz. Artık sınıf diye bir şey yok; her şeyle ilgili büyük kuramlar yanlıştır. • Marksizm hâlâ geçerlidir. Komünizmin bazı ülkelerdeki başarısızlığı, Marx’ın hatalı olduğunu göstermez. Aslına bakılırsa o, kendi kuramlarından uzaklaşan bir salınım olacağını ve kapitalizmin, en sonunda bozguna uğramadan önce karşı koymaya çalışacağını öngörmüştür. Dünya değişmiş olabilir, fakat ekonomi halen kapitalist olduğuna göre onun kuramları hâlâ geçerlidir. Postmodern kültür hegemonyanın bir parçasıdır ve insanları pasif, herhangi bir şeyi analiz etmekle değil de yalnızca şöhretle ilgilenen kimseler haline getirme girişimidir. Yukarıdaki kuramlardan birincisinin yanlış olduğu çok bellidir, çünkü Marx her şey hakkında tamamen yanılmış da olsa birçok insan onun söylediği şeye göre hareket etmiştir, bu yüzden de mutlaka biraz geçerli olması gerekir. Komünizmin çökmesine rağmen halen komünist ülkelerde yaşayan milyonlarca insan vardır. Derrida, Marx’ın Hayaletleri’nde, geçmişten veya ona dair yorumlardan asla kurtulamayacağımızı, bu sebeple de Marksizmin artık bilincimizin bir parçası olduğunu yazmıştır. Derrida, Marksizmin tarihsel materyalizmine katılmasa bile, ekonomik baskıdan kaynaklanan adaletsizliğin ve yoksulluğun halen var olduğunu kabul eder. Marx, dikkatimizi buna çeken kişidir ve söz konusu sorun ortadan kalkmamıştır. Marx’ın yöntemlerinin geçerliliği hakkındaki tartışma, hiçbir şeyi çözmez. İkinci ve üçüncü kuramların her ikisi de, Marx’ın eserinin geniş hacminden ötürü, bir ölçüde doğru olarak görülebilir; bu doğruluk, çalışmalarının hangi yönünün incelendiğine bağlıdır. TARİH Marx’ın tarih çalışırken kullandığı “bilimsel yöntem”, modern standartlar tarafından bilimsel olmamakla eleştirilir. Yirminci yüzyıl filozofu olan Karl Popper, düzgün bir bilimsel çalışmada yapabileceğiniz şekilde Marx’ın savlarının doğru veya yanlış olup Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 193 olmadığını kanıtlamanın etkin bir yolu olmadığına inanır. Ne var ki Marx, eski toplumlar hakkında oldukça fazla veri toplayıp sınıflandırmıştır ve modern sosyal bilimler, onun tekniklerinden ortaya çıkmıştır. Marx, şeylerin sınıflandırılmasıyla ilgili kendi döneminin bilimsel yöntemlerini kullanmaya çalışarak oldukça yapılandırılmış bir şekilde yazmış ve araştırma yapmıştır. EKONOMİ Marx, eğitim almış bir iktisatçı değildi. Ekonomiyle ilgili öngörülerinden bazılarının yanlış olduğu kanıtlandı; örneğin ücretlerin asgari geçim düzeyine düşürüleceği. Bu düşüncesinin aksine birçok insan, gerçek anlamda yüz yıl önce olduğundan çok daha iyi durumda. Marx’ın diğer savlarıysa doğrudur. Büyük şirketlerin dünya piyasalarına hâkim olacağını öngörmüştür. Yirminci yüzyılın sonunda, bankalar, yayınevleri ve bilgisayar yazılımı şirketleri de içinde, gitgide daha fazla şirket büyük şirket grupları oluşturmak için birleşiyor. Yirmi birinci yüzyılda, birbirlerini devralan, mülkleri satın alan ve küçük dükkânları iş hayatından çıkmaya zorlayan büyük süpermarket zincirleriyle bu akım devam ediyor. Marx, sanayinin teknolojiye gitgide daha fazla dayanacağını ve durgunluk dönemlerinin yaşanacağını da öngörmüştü. Bu öngörülerin her ikisi de doğru çıkmıştır. Genel bakış 2008’de başlayan son ekonomik durgunluk küresel çapta gerçekleşmiştir ve kısmen, büyük ölçekli bankacılık şirketlerini düzenlemedeki başarısızlığa atfedilmektedir. SINIF VE TOPLUM Toplum iyiye doğru değişti; Batı dünyasında birçok eşitsizlik ortadan kalktı. Genel oy hakkı, Marx’ın zamanından bu yana toplumun yapısını değiştirdi. Britanya’da, ihtiyacı olan herkese üniversite seviyesine kadar ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti 194 veriliyor. Gerçi bunu, zenginlerin daha iyi bir özel tedavinin ve eğitimin masraflarını karşılayabildiği iki kesimli bir sistem olarak görenler de var. Buna rağmen yine de bu, Viktorya çağına göre büyük bir ilerlemedir ve sonuç olarak Britanya’daki insanların çoğunun hayatları ve sağlığı daha iyi durumdadır. Feodal Lordlar Kamarası yeniden düzenlenmiştir, artık kalıtım bu kanun yapıcı organa uygun olmanın tek kıstası değildir. Bununla birlikte Marksistler “onur parası” skandalının, bir politik sistemi değiştirmek için sadece bir yasada düzenlemeler yapmanın yeterli olmadığını gösterdiğini iddia edeceklerdir. Genel bakış 2006/7’de Birleşik Krallık’ta yaşanan “onur parası skandalı”, “asalet parası” skandalı olarak da bilinir. İddialara göre belli işadamları, başbakan tarafından soyluluğa aday gösterilmek karşılığında iktidardaki İşçi Partisi’ne büyük krediler açmıştır. Her ne kadar Marx’ın tarif ettiği şekliyle bir proletarya bugün var olmasa da, insanlar hâlâ kendilerine “ücretli köleler” diyor ve kredi kartı şirketlerine borçlarını ödemek için çok fazla çalışıyorlar. Gitgide daha fazla insan kendini tüketim toplumuna kaptırdığı için Britanya’da borçlanma, büyük bir sorun haline gelmeye başladı. Marx’ın öngördüğü gibi halen evsiz ve işsizlerden oluşan büyük bir alt sınıf bulunuyor. FELSEFE Felsefesine baktığımızda Marx, bugünün dünyasına çok daha uygun görünür. Göz önünde bulundurulması gereken iki temel felsefi nokta vardır: • İnsan doğası sabit bir şey değildir, ancak toplumsal ve ekonomik koşullara göre değişir. Bu, ekonomik sistemin Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 195 değişmesiyle toplumun da değişebileceği anlamına gelir. Marx, dikkatimizi bu fikre çekmeden önce kimse bunun farkında değildi. Bununla birlikte, yirminci yüzyıl tarihi, Marx’ın gelişebileceğini düşündüğü eşitler toplumunu yaratmanın onun inandığı kadar kolay olmadığını da göstermiştir. Komünist devletlerin eşitsizliklerle dolu olması, Marx’ın tümüyle yanıldığı anlamına gelmez, ama belki de onun, insan doğasının esnekliği konusunda birçok kişiden daha iyimser olduğunu gösterir. • Marx’ın felsefesinin en önemli kısmı, özgürlüğün doğası hakkında bize kazandırdığı kavrayıştır. Kapitalizm altında özgür gibi görünebiliriz, fakat ekonomik koşullar işimizi, dinimizi, politikamızı ve fikirlerimizi kontrol ettiği için hayatlarımızı ya da toplumumuzu kontrol edemeyiz. İngiltere’de işe devamsızlığın en önemli üç nedeninden biri depresyondur. Acaba bu, yabancılaşmanın bir işareti olabilir mi? Elbette bu, kolay kanıtlanamayacak bir varsayımdır, ama NOP’nin 2006’da yürüttüğü araştırmalara göre şu anda İngilizlerin sadece yüzde 36’sı kendisini “çok mutlu” hissediyor; oysa 1957’de bu rakam yüzde 52’ydi. Maddi sahipliklerindeki artışa rağmen insanlar 50 yıl önce olduklarından daha az mutlular. Bu yabancılaşma olasılığını kabul edebiliyor olmamız bile, Marx’ın bu fikri tanıtmış olması sayesindedir. Artık insanlar, hayatlarını şekillendiren toplumsal ve ekonomik etkilerin çok daha fazla farkındadır ve bu da kısmen, dikkatimizi bu fikre ilk çeken kişi olan Marx’ın sayesindedir. Gelecek Sadece 100 yıl içinde dünya, Marx’ın öngöremeyeceği bir şekilde gelişmiştir. 1980’lerin başlarında çok az insan ev bilgisayarlarının, cep telefonlarının, internetin gücünün olağanüstü yükselişini, hangi teknolojik ilerlemelerin kısa sürede toplumumuzun hangi yönlerini ne kadar değiştireceğini önceden görebilmişti. Müzik sektöründe ve yayıncılıkta, insanların üretim araçlarını kendi ellerine aldıklarının işaretleri bulunuyor; Batı dünyasındaki teknoloji, hepimizin kendi müziğimizi kaydedebileceğimiz ve kendi kitabımızı hazırlayabileceğimiz anlamına geliyor. Bunlar da bir kez 196 daha toplumun yapısını, hemen şimdiden emin olamayacağımız şekillerde etkileyecektir. Sanayinin küreselleşmesine ve gelişmekte olan ülkelerin çalışanlarının sömürülmesine karşı da büyüyen bir hareket vardır. Kapitalizm, “dünyanın her yerine peşinden yoksulluğu götürmekle” suçlanıyor; bir ülkede işçiler adil ücret ve haklar elde eder etmez ürünlerin fiyatı hemen artmaya başlar ve bu yüzden üretim dünyanın başka bir yerine taşınır. Şu anda İngiltere’de birçok mamul ürünü Çin ve Laos’tan alıyoruz. Bu, proletaryanın bizim kültür ve toplumumuzun dışında var olduğu ve neredeyse görünmez bir hale geldiği anlamına geliyor. Birçok Marksist, dini ve ekolojik grupların da dahil olduğu küreselleşme karşıtı kampanyaların bir parçasıdır. Bunun, uzun vadede toplumumuzu nasıl etkileyeceği belli değildir. Önümüzdeki 100 yıl içinde Marksizmin nasıl gelişeceğine bakmaya çalışmak, bilim-kurgu egzersizi yapmak gibi olur. Teknolojinin toplumumuzu nasıl değiştireceğini öngöremeyiz. Belki teknolojik Yab ancıları k as te di yorduk . Ölüm ışınını ak t if leşt i r ! Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 197 ilerlemeler sonucu çalışma ortadan kalkacak, belki de bir felaket yüzünden toplum yıkılacak ve ilkel komünizme geri döneceğiz. Marx’ın öngördüğü devrim şimdiye dek gerçekleşmedi, ama bu hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği anlamına mı geliyor? Marksistler, nüfusun yüzde onu zenginliğin yüzde 99’una sahip olduğu sürece eşitlik diye bir şeyin olmayacağını iddia ediyor. Halen dünyada, toplum kapitalizmin egemenliği altında olduğu sürece bir devrimin zorunlu olduğuna inanan çok sayıda Marksist grup bulunuyor. Marx’ın fikirleri dünyanın dört bir tarafındaki insanların aklında hâlâ canlı kaldığı sürece, bu da bir olasılık olarak kalacaktır. 198 BUNLARI UNUTMAYIN • Yirminci yüzyılda çok sayıda Marksizm ekolü gelişmiştir. • Akademik çevrelerde Marksizm kimi zaman rağbet görmüş kimi zaman görmemiştir. • Birçok insan Marx’ın modasının geçtiğini ve bugünün postmodern dünyasına uygun olmadığını düşünür. • Başkaları, toplumdaki eşitsizlikler yüzünden Marx’ın geçerli olduğuna ve devrimin hâlâ gerçekleşebileceğine inanır. • Marx’ın yaptığı en büyük katkı, insan doğasının sabit olmadığını ve insanlar özgür olduklarına inandıklarında bile çeşitli dış etkiler tarafından kontrol edildiklerini bize göstermesidir. • Toplum, Marx’ın asla öngöremeyeceği bir şekilde hızla değişmektedir ve teknolojik ilerlemeler ileride nelerin gerçekleşeceğini öngörmemizi çok zorlaştırmaktadır. Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi 199 200 Kavram dizini Anarşistler Toplumun bir hükümete ihtiyacı olmadığı kuramına inananlar. Antitez Antik Yunan’dan gelir ve anlamı olumsuzlamaktır. Antitez Hegel’in diyalektik gelişme görüşünün ikinci aşamasıdır; ilk aşama olan tezin karşıtıdır. Artı değer kuramı Kapitalistlerin işçilerinin emek gücünden nasıl kâr elde edebildiğini açıklayan Marksist kuram. Batı Marksizmi Sovyetler Birliği ve Çin’de Marx’a dair yapılan yorumlara katılmayan, Batı dünyasındaki kuramsal Marksistlerin geniş grubu. Bolşevikler Devrimci hareketin bir koludur. Aslen Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin bir parçasıdır. Burjuvazi Kapitalizmi geliştirip iktidarı aristokratlardan alan orta sınıf. Çar 1917’deki Komünist Devrimden önce var olan yarı feodal sistemdeki Rus imparatoru veya lideri. Değişim değeri Metaların birbirleriyle ilişkiye girdiklerinde sahip oldukları değer. Demokrasi Bütünün, erişkin nüfusun istekleriyle yönetilen ve hiçbir küçük grubun yönetme hakkının olmadığı bir devlet. Antik Yunan’dan gelir; demos (halk) ve kratos (güç). Kavram dizini 201 Devrim Toplumun yapısında büyük değişimlerle sonuçlanacak şekilde bir yönetici sınıfın bir başkası tarafından devrilmesi. Devrimci komünizm Komünist bir devletin sadece devrimle yaratılabileceğine dair inanç. Diyalektik Çelişki ve değişimin felsefi kuramı. Diyalektik materyalizm Gerçek dünya ile fikirler dünyası arasındaki ilişkiyi incelemenin Marksist yolu. Domino teorisi Komünistlerin ülkeleri ele geçirmesiyle ilgili ABD teorisi ve aynı zamanda Güneydoğu Asya politikalarına müdahale gerekçesi. Ekonomik determinizm Ekonomik yapının toplumun, politikanın ve tarihin gelişimini yönettiğine dair kuram. Ekonomik temel Ekonominin toplumdaki yapılanma şekli. Eleştirel kuram Marksist terimlerle bu, Marx’ın eserine ve geleneğine bakarak ve onun yöntemleriyle Marksizmden üretilen çeşitli eleştirileri göz önünde bulundurmanın bir yoludur. Emek gücü İşçinin gücü ve becerisi. Emek Hammaddelere değer katmak için yapılan çalışma. Emperyalizm Bir toplumun, başka bir toplumun ekonomik ve politik egemenliği altında olması. Engels, Friedrich Zengin bir tekstil imalatçısının oğlu. İşçi sınıfının zor durumu hakkında yazmıştır ve Marx’ın en yakın arkadaşıdır. 202 Evrensel akıl Hegel’in felsefesine göre bu, insan ruhuyla aynı olmamakla birlikte insanların içinde yaşayan, kendi hedef ve amaçları olan akılcı tindir. Evrensel Tin olarak da bilinir (Almancada Geist, İngilizcede spirit). Evrimci komünizm Komünist sistemin, devrime gerek olmadan kapitalist sistemin doğal çözülüşü yoluyla oluşacağına dair inanç. Fabian Topluluğu İngiliz İşçi Partisi’yle bağları olan 1884’te kurulmuş bir sosyalist örgüt. Faşizm Otoriter ve militarist bir politik ideoloji. Fazla ürün Üreticilerin temel ihtiyaçlarını karşılayan ürünlerin fazlası olarak arta kalan ürünler. Feodalizm Soylulara toprak üzerinde haklar tanıyan, onların da bu toprakları hizmetleri karşılığında kendi serflerine tahsis ettiği bir toprak sahipliği sistemi. Fetişizm Cansız nesneleri arzu etmek, onları taparcasına sevmek veya onlara aşırı ilgi göstermek; Marksist terimlerle meta, para ve sermaye bu tür nesnelerdir. Filozof Hakikati ve bilgiyi aramak için aklı ve düşünceyi kullanan kişi. Frankfurt Okulu Frankfurt’ta kurulmuş ve Sovyetler Birliğinde savunulan ortodoks Marksist düşünceyi eleştiren bir toplumsal kuram ekolü. Fransız Devrimi (1789-94) Halkın, Fransız aristokrasisine karşı yaptığı devrim. Kanlı bir ayaklanmanın ardından soyluluk devrilmiş ve yerine burjuva demokrasisi gelmiştir. Kavram dizini 203 Gelişmekte olan dünya Yoksul, az sanayileşmiş ve gelişmemiş ve de genellikle eskiden sömürge olan ülkeler. Genç Hegelciler Hegel ve Feuerbach’ın fikirlerini tartışmış olan bir grup radikal düşünür. Marx da öğrencilik yıllarında bu grubun önde gelen bir üyesiydi. Genelleşmiş meta üretimi Kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisi altında kimin ne yaptığına dair hiçbir düzenlemenin olmadığı üretim biçimi. Görecelik Bilginin ve değerlerin mutlak değil göreli olduğuna dair inanç. Diğer bir deyişle, bir şeyin doğruluğu sadece başka bir şeyle ilişkisi içinde ilan edilebilir. Hegel, Georg Alman filozof. Medeniyetin ilerlemesi hakkındaki yazıları Marx’ı etkilemiştir. Hegemonya Yönetici sınıfın, kendi dünya görüşünü doğru ve doğal olarak kabul etmesi için toplumu ikna etmesinin algılanması güç bir yolu. İdealist filozof İnsanoğlunun fikir ve inançlarının gelişiminden sorumlu olan bir tür ilahi bir kuvvetin var olduğuna inanan kişi. İdeoloji Dünya görüşü. İnsanların, etraflarındaki dünyaya dair algıları. İktisatçı Üretim bilimini ve zenginliğin paylaşımını çalışan kişi. İlkel komünizm İnsanların avcı-toplayıcı olduğu uzak geçmişte var olan sınıfsız bir toplum türü. Kamulaştırma Devlet mülkiyeti haline getirme. 204 Kapitalizm Özel mülkiyetin ve malların kâr amacıyla satıldığı görece serbest pazarların var olduğu bir ekonomik sistem. Kızıl Muhafızlar Çin’deki kültür devrimi esnasında çoğunlukla öğrencilerden oluşan komünist milis kuvveti. Komünizm Özel mülkiyetin kaldırıldığı, sınıflar ya da toplumsal bölünmeler olmadan insanların eşitlik içinde yaşadığı bir devlet. Köle toplumu El çalışmasının büyük kısmının özgür olmayan ücretsiz işçiler tarafından yapıldığı bir toplum. Kullanım değeri Bir metanın “yararlılığına” göre sahip olduğu içkin değer. Küçük Kırmızı Kitap Başkan Mao’nun Düşünceleri’nin popüler ismi. Bu kitabın ayırt edici kırmızı bir kapağa sahip milyonlarca kopyası dünyanın her yerine dağıtılmıştır. Kültür Devrimi Çin komünizminde, üstyapıyı dönüştürmeyi amaçlayan bir devrim. Kültürel Marksizm Toplumun analizinde medyanın, sanatın ve kültürün rolünü hesaba katan bir Marksizm türü. Laissez-faire Hiçbir devlet müdahalesi olmaksızın, planlanmayan ve denetlenmeyen kapitalizm. Lenin Rus Komünist lider. Proletarya diktatörlüğünü resmen başlatmıştır. Manifesto Amaçların ve politikanın kamuoyuna açıklanması. Kavram dizini 205 Mao Zedung (1893-1976) Çin Komünist Partisinin kurucu üyesi, 1949’da devlet reisi diğer deyişle başkan olmuştur. Maoizm Mao Zedung tarafından komünist Çin’de icat edilen komünizm türü. Marksçı Genellikle ekonomiye göndermeyle kullanılan bu ifade, Marx’ın ekonomiyi analiz etme yolunun geçerli olduğuna inanan ve devrim ya da sınıf değişimi ihtiyacından bağımsız olan bir düşünce ekolüdür. Materyalist filozof Bütün fikir ve inançların ilahi veya doğaüstü bir kuvvetin müdahalesinin sonucu olduğuna değil de maddi dünyadaki hayatın sonucu olduğuna inanan kişi. Meta Satmak için üretilen bir kullanım nesnesi. Postmodern Kelime anlamı “modern sonrası” olan ama birçok uygulaması olan esnek bir terim. Teknolojik ilerlemeler, toplu iletişim araçları ve tüketim toplumu sebebiyle gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri göz önünde bulundurarak dünyaya bakma yöntemi. Praksis Okulu Marksist düşüncenin Yugoslavya’da kurulan hümanist bir ekolü. Proletarya diktatörlüğü Komünist Devrimden sonra zorunlu hale gelen demokratik olmayan kaçınılmaz devlet. Proletarya Kapitalist sistemdeki mülksüz işçi sınıfı. Proletaryanın öncüsü Proletaryayı eğitmeyi amaçlayan komünist hareketin liderleri. 206 Radikal Genellikle toplumun temelinde değişiklik yaparak politik sistemde köklü bir değişim isteyen kişi. Sanayi Devrimi Sanayinin gelişimini ve 1750’lerde Britanya çevresinde başlayan fabrika sistemini tarif etmek için tarihçilerin kullandığı bir terim. Sentez Antik Yunan’dan gelir ve anlamı birleşme ya da karışmadır. Hegel’in diyalektiğinin, tezle antitezin bir araya geldiği son üçüncü aşamasıdır. Sermaye Artı değerin paraya dönüşmüş hali. Sermaye birikimi Kârın daha fazla ürün almak yerine gelecekteki üretime yatırılması. Soğuk Savaş Gerçek savaşa girişemeyen ülkeler arasında karşılıklı alınan düşmanca önlemler. Somut emek Bir ürüne değer katmak için uygulanan emek. Sosyalizm Marksist kuramda bu, devrimle gerçek komünizm arasındaki aşamadır. Sosyoloji Toplumla ve toplumsal sorunlarla ilgili çalışmalar. Sovyetler Komünist Rusya’da bölgesel olarak seçilen konseyler. Soyut toplumsal emek Kapitalizmin, emeğe bir meta gibi davranan ve onu günlük hayattan ayıran ekonomik bir niteliği. Sömürgecilik Siyasal iktidarların ülkeler tarafından ele geçirildiği emperyalizmin ikinci aşaması. Kavram dizini 207 Sömürü Bir kişinin kendi amaçları için bir şeyden veya birisinden yarar sağlaması. Stalin Sonunda diktatör haline gelen Rus köylüsü. Şikago Okulu ekonomik sistemlerde laissez-faire tutumunu savunan ve 1950’lerde Şikago Üniversitesinin çevresine dayanan bir iktisat okulu. Terörizm İnsanların, radikal toplumsal ve politik değişimleri kabul etmelerini sağlamak için şiddetin kullanılması. Tez Antik Yunan’dan gelir ve anlamı olumlamaktır. Hegel’in diyalektiğinde, asıl kuramın veya diğer deyişle bakış açısının tasarlandığı ilk aşamadır. Toplumsal emek Feodal dönemde bu, özel girişimlerden çok toplumun yararına harcanan emekti. Toplumsal üretim Çalışmanın toplum içinde adil bir şekilde dağılacağı şekilde örgütlenmesinin bir yolu. Üretici kuvvetler Üretim araçlarının bir birleşimi, ör. emek gücüyle birlikte fabrikalar ve makineler. Üretim araçları Üretimin gerçekleşmesine imkân veren hammaddeler, makineler ve toprak. Üstyapı Toplumda bir iktidar yapısı oluşturan kültürel kurumlar. Ütopik Sosyalistler Efsanevi bir mükemmel devlete inananlar. 208 Varoluşçuluk İnsanın özgür iradesinin önemli bir unsur olduğu, saçma ya da anlamsız bir evren anlayışına dayanan felsefi bir hareket. Yabancılaşma Tecrit edilmiş veya toplumdan uzaklaşmış olma duygusu. Yanlış bilinç Kültür ya da toplum tarafından yaratılmış yanlış inanç veya değerler. Yapısalcı Marksist Marksizmde Louis Althusser’in tasarladığı şekilde yapısal bir yol izleyen Marksist. Yapısöküm Derrida’nın kuramlarına dayanan bir metin okuma yöntemi. Yazılan şeydeki tutarsızlıklara bakıp yazılanın hakiki anlamını ortaya çıkarma yaklaşımı. Kavram dizini 209 210 Bir adım daha 1750 - 1917 Dünya tarihindeki olaylar Sanayi Devriminin Britanya’da başlaması. 1775-83 Amerikan Bağımsızlık Savaşı. 1789-94 Fransız Devrimi. 1799-1815 Napolyon Savaşları. 1830 Avrupa’nın sanayileşmesi başlar. Marx’ın hayatındaki olaylar 1750 1848 Paris’te, Viyana’da ve Almanya’yla İtalya’nın bazı bölgelerinde ayaklanmalar olur. 1818 Karl Marx doğar. 1835 Bonn Üniversitesine girer. 1836 Berlin Üniversitesine girer. 1841 Jena Üniversitesinde tezi kabul edilir. 1842 Gazeteci olarak çalışır. 1843 Jenny von Westphalen ile evlenip Paris’e taşınır. Komünist olur. 1845 Fransa’dan sürülüp Belçika’ya taşınır. 1848 Komünist Manifesto basılır. 1849 Almanya’dan sürgüne gönderilip Londra’ya taşınır. Bir adım daha 211 1851-52 Louis Napolyon İkinci Fransa Cumhuriyetini ilan eder. 1859 Politik Ekonominin Eleştirisi Üzerine basılır. 1861-65 Amerikan İçsavaşı. 1870 Fransa-Almanya Savaşı. Paris Komünü ilan edilir. Üçüncü Fransa Cumhuriyeti kurulur. 1871 1864 Uluslararası İşçi Birliği kurulur. 1867 Kapital’in birinci cildi basılır. 1881 Karısı Jenny ölür. 1883 Karl Marx ölür. 1905 1914 1917 Birinci Rus Devrimi Birinci Dünya Savaşı başlar. Bolşevik devrimi, o zamana kadarki ilk Komünist devlete Rusya’da öncülük eder. Marx’ın hayatının özeti 1818 Karl Heinrich Marx 5 Mayıs’ta şimdiki Almanya olan Prusya’nın Ren bölgesinde doğdu. Babası Heinrich Marx başarılı bir avukattı ve Henrietta Pressburg olarak doğan annesi Hollandalıydı. Anne 212 ve babası Yahudiydi, fakat muhtemelen Yahudi düşmanlığından ötürü, daha Karl doğmadan babası Hıristiyan olarak vaftiz edilmişti. 1830-35 Marx, Trier’deki bir okulda okudu ve öğrenimine Baron von Westphalen tarafından yardım edildi. Kendisinden dört yaş büyük olan Baron’un güzel ve zeki kızı Jenny’yle tanıştı. 1835 Marx, Ekim ayında, Yunan ve Roma Mitolojisiyle Sanat Tarihi derslerini takip etmesi gerektiğ halde zamanının çoğunu içerek ve düellolara katılarak geçirdiği Bonn Üniversitesi’nde öğrenime başladı. 1836 Heinrich Marx, oğlunun Berlin Üniversitesine geçmesi ve kendisini öğrenimine daha ciddi bir şekilde adaması konusunda ısrarcı oldu. Marx, Hukuk ve Felsefe dersleri almak için Ekimde bu okula yazıldı. Jenny von Westphalen ile nişanlandı. 1836-39 Marx, Hegel’in felsefesinden etkilenmişti fakat yine de görüşleri daha materyalist olan radikal Genç Hegelciler grubunun üyesi haline geldi. Ateist görüşlere sahip olduğu için 1839’da görevinden atılan bir teoloji öğretim görevlisi olan Bruno Bauer’den çok etkilendi. Marx, bu sefer politikaya aktif bir şekilde katıldığı için, bir kez daha öğrenimini ihmal etti. 1841 Tezini, kabul edilme olasılığının Berlin’den daha yüksek olduğunu düşünen arkadaşlarının tavsiyesi üzerine, Jena Üniversitesine sundu. O yıl Ludwig Feuerbach tarafından yayınlanan Hıristiyanlığın Özü eserinden oldukça etkilendi. 1842 Ocak ayında radikal bir gazete olan Rheinische Zeitung’a yazmaya başladı ve Ekimde bu gazetenin editörü oldu. Onun liderliği altında Bir adım daha 213 gazete tirajını çok artırdı fakat hükümete yaptığı eleştiriler ve toplumsal meselelerle ilgili içeriği sebebiyle otoriteler tarafından kapatıldı. 1843 Yedi yıl süren bir nişanlılığın ardından Haziranda Jenny’yle evlendi. Jenny’nin babası Marx’a onay vermişti, fakat ailesinin geri kalanı bu evliliğe tamamen karşıydı. Kışın çift beraberce Paris’e taşındı ve burada Marx komünist oldu ve işçi topluluklarıyla daha fazla bağlantı kurmaya başladı. Arnold Ruge’nin kurduğu yeni bir dergi olan Deutsch-Französische Jahrbücher’de çalıştı. 1844 Jahrbücher kapatıldı ama onun sayesinde Marx, ömür boyu arkadaşı olacak Friedrich Engels’le tanışmış oldu. Bu yıl içinde, her ne kadar daha 100 yıl basılmayacak olsa da Ekonomik ve Toplumsal Elyazmaları’nı ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’yı yazdı. 1845-47 Marx Fransa’dan sürüldü ve 1845’te Jenny’yle birlikte Brüksel’e taşındı. Engels’le daha yakın bir şekilde çalışmaya başladı ve birlikte Bruno Bauer’le yandaşlarının eleştirisi olan Kutsal Aile’yi ve Alman İdeolojisi’ni yazdılar. 1847-48 Bu senenin büyük bir kısmını Engels’le birlikte Komünist Manifesto’yu yazmakla geçirdi. Bu kitap, Adiller Birliği’nden gelişen Komünist Birlik adına yazılmıştı. 1848-49 Fransa, İtalya ve Avusturya’da devrimler başladı. Marx Paris’e ve sonra da Ocak 1849’da Neue Rheinische Zeitung için yazmaya başladığı Rheinland’a geri taşındı. Prusya’da anayasal bir monarşinin kurulmasını talep eden çok sayıda makale yazdı. Bunlar hükümet tarafından tehlikeli bulundu ve Mayıs 1849’da bir yabancı gibi Prusya’dan kovuldu. Ağustosta Londra’ya taşındı ve 214 Komünist Birlik’e tekrar katıldı, fakat Londra’daki komünistlerden hoşnut değildi. İnsanları, henüz hazır değilken devrim girişiminde bulunmaya zorladıklarını düşünüyordu. 1850-64 Marx ve ailesi bu yılları, Soho’daki iki odalı evde yoksulluk içinde geçirdiler. Engels bu aileyi maddi olarak destekliyordu, fakat 1864’te babasına ait şirketin ortağı oluncaya kadar, katkıda bulunabileceği fazla bir kaynağı yoktu. Marx parasının çoğunu New York Tribune için Avrupa muhabiri olarak makaleler yazarak kazandı. 1859’da ilk kitabı basıldı: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Zamanının çoğunu en büyük çalışması olan Kapital için araştırma yaptığı Britanya Müzesi Kütüphanesi’nde geçirdi. 1864-67 1864’te Uluslararası İşçi Birliği kuruldu, Marx her ne kadar lideri olmasa da önemli bir üyesiydi ve tüzüğünü o tasarladı. Haftada birkaç kez, Alman konseyinin temsilcisi olarak toplantılara katılıyordu. 1865’te, Brüksel’deki bir toplantı için konuşma olarak Ücret, Fiyat ve Kâr yazıldı. Ekonomik ve toplumsal tarih araştırmaları için Britanya Müzesi Kütüphanesinde bir hayli zaman geçiriyordu. 1867 Kapital’in 1. cildi uzun yıllar süren çalışmaların ardından nihayet basıldı. 1868-70 Bu yılları toplantılara katılarak, Uluslararası İşçi Birliği için çalışarak ve Kapital’in sonraki ciltleri üzerinde çalışarak geçirdi. 1871 Nisanda Paris Komünü ilan edildi. Bu, devrimden sonra sol kanat politikacıların, işçilerin ve radikal aydınların kurduğu bir meclisti. Komüncülerin yönetimi yozlaşarak terörün egemenliğine dönüştü ve uzun süren kanlı çatışmaların ardından yenilgi geldi. Marx, komünizme giden yolda ilerlediğini düşünerek komüne destek Bir adım daha 215 vermişti; bu desteği, Uluslararası İşçi Birliğinde tartışmalara sebep oldu. Birlik’in birçok üyesi ılımlıydı ve işçilerin haklarını hükümetle işbirliği içinde kazanmak istiyordu. Radikal olduğu için Marx’a sırtlarını döndüler. Anarşist Mikhail Bakunin’in öncülüğündeki bir diğer fraksiyonsa, Marx’a yeterince radikal olmadığı için karşı çıkıyordu. Marx sonu gelmeyen iç tartışmalara girmek istemiyordu; böyle şeylerin onu çalışmalarından uzaklaştırdığını hissediyordu. En sonunda Enternasyonal New York’a taşındı ve 1876’da feshedildi. 1871-83 Marx, sosyal hayatında gitgide daha fazla hayal kırıklığına uğrayıp hasta ve keyifsiz düştü. Kapital’in sonraki ciltleri üzerinde çalışmaya hâlâ devam ediyordu. Karısı 1881’de ve en büyük kızı Jenny 1883’te öldüler. Marx da kızından birkaç ay sonra akciğer hastalığından öldü. Londra’daki Highgate mezarlığına gömüldü. Belgeleri miras olarak Engels’e kaldı ve Engels onun çalışmalarını sürdürdü. Karl Marx’ın yazıları Marx hayatı boyunca çok sayıda makale, deneme ve kitap yazmıştır. Bunlar, en önemli düşüncelerini barındıran başlıca çalışmalardır. Her ne kadar birçoğunun okunması yeni başlayanlar için kolay olmasa da ve her ne kadar tümü sıradan kitapçılarda bulunmasa da, daha derinlikli bir şekilde Marx çalışmak isteyenler, Marx’ın orijinal eserlerinin mümkün olduğunca çoğunu okumalıdır. • Yahudi Sorunu Üzerine (1844). Daha çok Yahudi karşıtı bir deneme fakat Marx’ın insan hakları görüşüne biraz ışık tutar. • Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı (1844). Bunun, Hegel’in Hukuk Felsefesinin tam bir eleştirisi olması planlanıyordu, fakat tamamlanan tek kısmı giriş bölümüydü. Bu önemli bir çalışmaydı, çünkü Marx proletaryanın özgürleşmesinin öneminden ilk kez burada bahsetmiştir. 216 • 1844 Ekonomi ve Felsefi Elyazmaları (1844). Paris Elyazmaları olarak da bilinir. Ancak Marx öldükten sonra yayınlanmıştır. Bu elyazmalarının ana teması, kapitalist bir toplumda insanların yaşadığı yabancılaşmadır. • Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi (1844). Bu, Engels’le birlikte, Genç Hegelcilerin fikirlerinin eleştirisi olarak yazılmıştır. Başlığı, Bauer ailesine alaycı bir gönderme yapar. İlk kez Almanya’da basılmıştır. • Feuerbach Üzerine Tezler (1845). Bunlar, Marx’ın kendi materyalist felsefesinin Feuerbach’ın felsefesinden nasıl farklılaştığını göstermek için yazdığı kısa açıklamalardır. Engels tarafından 1888’de basılmıştır. Feuerbach üzerine on birinci tez, Marx’ın mezar taşına kazınmıştır. • Alman İdeolojisi (1845-46). Bu kitap, ölümünden önce yayınlanmamıştır ve Engels’le işbirliğinin ürünüdür. Materyalist tarih görüşü kuramını belirttiği için ve dahası, kapitalist bir dünyadaki yabancılaşmayı tartıştığı için önemlidir. • Komünist Manifesto (1848). Komünist Birlik için Engels’le birlikte yazılan bu eser, Marx’ın en önemli ve en bilinen çalışmalarından biridir. İlk İngilizce çevirisi 1850’de yapılmıştır. Doğrudan işçilere çağrı niteliğinde yazılmıştır, bu yüzden propaganda hissi uyandırır. Kapitalist sistemi ve burjuvaziyle proletarya sınıflarının yaratılmasını tarif eder. Sınıf çatışması fikrini inceler ve işçileri devrime çağırır. Komünizmin nasıl hayata geçirilebileceğine dair bazı fikirler de getirir. • Ücretli Emek ve Sermaye (1849). Marx’ın 1847’de Belçika’daki Alman işçi kulüplerinde verdiği derslerden üretilmiştir. Bu dersler daha sonra Neue Rheinische Zeitung’da sonunun hiçbir zaman getirilemediği bir dizi olarak yayınlanmıştır. Marx öldükten sonra Engels, kendi çevirisini yayınlamadan önce bu çalışmayı güncellemiş ve yeniden gözden geçirmiştir. Bu çalışma, kapitalizmin büyümesi, ücret ve kârın nasıl belirlendiği ve bunun işçileri nasıl etkilediği gibi Marx’ın ekonomik kuramlarını açıklar. • Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i (1852). Bu aslen, New York’ta Almanca dilinde basılan bir gazete olan Die Revolution’da yayınlanmıştır. On Sekiz Brumaire, Fransız Bir adım daha 217 • • • • • • 218 devrim takviminde Napolyon Bonapart’ın kendisini diktatör ilan ettiği tarihe gönderme yapar. 1852’de yeğeni Louis Bonapart kendisini İmparator Üçüncü Napolyon olarak ilan etmiştir. Bu makalede Marx, Fransa’da politikanın 1848 ile 1851 arasındaki tarihini ve Louis’i iktidara getiren darbenin arka planını tartışır. Kitap, kapitalist devlete dair kuramlarını açıkladığı için önemlidir. Grundrisse (1857-58). Bunlar, Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı ve Kapital kitaplarının hazırlanması esnasında çıkarılan notlardır ve basılma niyetiyle yazılmamıştır. İlk kez 1931-41’de Moskova’da basılmıştır ve 1953’te çevirileri çıkmıştır. Marx’ın ekonomik felsefe ve tarih fikirlerini nasıl geliştirdiğini gösterdiği için bunları çalışmak oldukça ilginçtir. Ekonomi Politiğin Eleştirisi (1859). Esasen tarihsel materyalizm kuramını özetlediği önsözünden ötürü önemli olan, ekonomi üzerine kısa bir eserdir. Artı Değer Teorileri (1861-63). Bunlar Marx’ın defterlerinde bulunuyordu ve 1906-08’e kadar basılmadı. Esasen Kapital için, ekonomik kuramın tarihsel bakış açısıyla ilgilenen notlardır. Değer, Fiyat ve Kâr (1865). Birinci Uluslararası İşçi Birliği’ne verilen ve Marx’ın ölümünün ardından basılan bir söylevdir. Artı değer teorisi de dahil olmak üzere Marx’ın ekonomik kuramının büyük kısmını Kapital’dekinden daha basit terimlerle açıklar. Kapital, 1. Cilt (1867). Marx’ın en önemli çalışmasıdır. Ekonomiye ve bunun tarih ve toplumla ilişkisine dair uzun ve ayrıntılı bir çalışmadır. Kapitalistlerin işçileri nasıl sömürdüğüne dair ipuçları da verir. Gotha Programının Eleştirisi (1875). Bu, iki Alman sosyalist partinin birleştiği Gotha konferansı esnasında yazılan belgeye dair bir yorumdur. Marx, Gotha programının, bilimsel sosyalizmin öğretilerine bağlı kalmadığını hissediyordu. Bu eleştiriyi bir cevap olarak yazdı ve bunu Alman sosyalist liderlere gönderdi, fakat gerçekleşen birleşme üzerinde pek bir etkisi olmadı. Bu yazı, Marx’ın ölümünden sonra yayınlandı; gelecekteki komünist toplumun nasıl örgütlenebileceğine dair yolları tartıştığı birkaç yazıdan biridir. • Kapital, 2. Cilt (1885). Bu kitap Engels tarafından yayınlanmıştır ve Marx’ın ölmeden önce arkasında bıraktığı notlara dayanır. Ekonomik kuram hakkında çok daha fazla ayrıntı verir ama görece daha kurudur. Marx’ın ekonomisine büyük ilgi duyan bir akademisyen olmadığınız sürece muhtemelen okumanıza değmeyecektir. • Kapital, 3. Cilt (1894). Bu, Engels’in Marx’ın notlarından yararlanarak yayınladığı bir diğer çalışmadır. 2. Ciltten biraz daha ilgi çekicidir, fakat yine de yeni başlayanlardan çok akademisyenlerin kullanımına daha uygundur. Marx diyor ki… Komünist Manifesto’dan bazı alıntılar. KOMÜNİZM Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti. * Bu anlamda komünistler, kuramlarını tek bir sözle özetleyebilirler: özel mülkiyetin kaldırılması. * Komünizm, kimsenin toplumun ürünlerini mülk edinme gücünü elinden almaz; yalnızca o mülkiyet yoluyla başkasının emeğini boyunduruğu altına alma gücünü alır. * Sınıflarıyla ve sınıf çelişkileriyle birlikte eski burjuva toplumunun yerini, her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır. SINIF Bugüne kadar var olan toplumun tüm tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Bir adım daha 219 Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak—kısacası, ezen ile ezilenler birbirleriyle sürekli karşıtlık içinde olmuş, birbirlerine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş ve bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çökmesiyle sonuçlanmıştır. * Feodal toplumun çökmesiyle oluşan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlığını ortadan kaldırmış değildir. Yalnızca, eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, yeni mücadele biçimleri getirmiştir. * Giderek tüm toplum birbirine düşman iki safa, birbirine doğrudan karşıt iki büyük sınıfa ayrılıyor: Burjuvazi ile proletarya. * Her çağın egemen fikirleri yalnızca egemen sınıfın fikirleri olmuştur. BURJUVAZİ İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, ataerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları “doğal efendilerine” düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. * Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü geçirmiştir. Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir. * Burjuva üretim ve değişim koşullarını, burjuva mülkiyet ilişkilerini, böylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü başarmış o modern burjuva toplumu, sonunda yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan büyücüye dönüşmüş durumda. 220 Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla tüm faaliyetin duracağı, genel bir tembelliğin ortalığı kaplayacağı ileri sürülüyor. Öyle olsaydı burjuva toplumu aylaklık yüzünden çoktan çökmüş olurdu. * Sosyalist burjuvazi, modern toplumun koşullarını arzu eder, ama bizzat o koşullardan kaynaklanan mücadeleler ve tehlikeler olmasın ister. Mevcut toplumu, onu devrimci dönüşüme uğratacak ve çözecek unsurlar kesilip atılmış olarak ister. Burjuvazi olsun ama proletarya olmasın. * Böylece apaçık ortaya çıkıyor ki, burjuvazi daha uzun süre toplumun egemen sınıfı olarak kalma ve kendi varoluş koşullarını topluma düzenleyici yasa olarak dayatma yeteneğinde değil. Burjuvazi egemenliğini sürdürme yeteneğinde değil, çünkü kölesine köle olarak bile var olma güvencesi veremiyor, çünkü köleyi, elinde olmaksızın, onun kendisini besleyeceği yerde kendisinin onu beslemek zorunda olduğu bir duruma düşürüyor. * Toplum artık burjuvazinin sultasında yaşayamaz, yani, burjuvazinin varlığı toplum tarafından taşınabilir gibi değil. PROLETARYA Proletarya, yani modern işçi sınıfı, ancak iş buldukları sürece yaşar ve ancak emekleriyle sermayeyi artırdıkları sürece iş bulur. Kendilerini parça başı satışa sunmak zorunda olan bu işçiler, herhangi bir başka ticari eşya gibi bir metadır. * Buna karşılık modern işçi, endüstrinin ilerlemesiyle kalkınacağına, sürekli kendi sınıfının koşullarının da daha altına düşmektedir. İşçi sefilleşiyor ve sefalet, toplumdan ve zenginlikten daha hızla gelişiyor. * Ne var ki sanayinin gelişmesiyle proletarya yalnızca çoğalmakla kalmaz; giderek daha büyük kitleler halinde yoğunlaşır, gücü artar ve gücünü daha fazla hissetmeye başlar. * Bir adım daha 221 Proleterlerin bir sınıf olarak ve böylece bir siyasal parti olarak örgütlenmesi, işçilerin kendi aralarındaki rekabet yüzünden her an yeniden parçalanıyor. Ama her seferinde yine oluşuyor, daha güçlü, daha sıkı ve daha büyük çapta. * Günümüzde burjuvazinin karşısında yer alan tüm sınıflar içinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci sınıftır. Öteki sınıflar göçüp gitmekte ve büyük sanayinin gelişimiyle çökmektedir; proletarya ise büyük sanayinin en kendine özgü ürünüdür. ÜTOPİK SOSYALİSTLER En başta devrimci eylemler olmak üzere tüm siyasal eylemleri kınarlar, amaçlarına barışçı yollardan ulaşmak isterler, ama bu kaçınılmaz olarak başarısızlığa mahkûmdur; ve örnek göstermenin kuvvetine dayanarak, yeni toplumsal dua kitabının yolunu döşemeye çalışırlar. Geleceğin toplumunun fantastik tasviri, proletaryanın henüz gelişmemiş olduğu, dolayısıyla toplumu genel olarak dönüştürmek adına ilk anlamlı çıkışı için kendi konumunu da fantastik olarak kavradığı bir zamanda ortaya çıkmıştır. SANAYİLEŞME Buhar ve makineleşme sanayi üretimine devrim getirdi. Küçük imalatın yerini büyük MODERN SANAYİ aldı. * Toplum bir anda kendini barbarlık durumuna düşmüş buluyor; bir kıtlık, genel bir yok etme savaşı, tüm yaşamsal maddeleri toplumun elinden almış görünüyor; sanayi, ticaret yok edilmiş görünüyor, niçin? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret var. * Proleterlerin yaptığı çalışma, makineleşmenin genişlemesi ve işbölümü sonucu, işçiler için her türlü özerk karakterini ve dolayısıyla her türlü çekiciliğini yitirmiştir. Proleter, makinenin bir eklentisi haline gelmiştir. 222 EMPERYALİZM Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, tüm yerküreye el atıyor. Her yerde yuvalanması, her yerde yerleşik hale gelmesi, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor. * Burjuvazi, tüm ulusları, eğer yok olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ihraç etmeye, onları burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle, kendine istediği gibi bir dünya yaratıyor. KADINLAR Kol emeği daha az ustalık ve daha az güç kullanımı ister hale geldikçe, yani modern sanayi geliştikçe, kadın emeği de erkek emeğini aynı ölçüde geriletmektedir. Cinsiyet ve yaş farklarının işçi sınıfı için artık sosyal bir geçerliliği yoktur. Yaşa ve cinsiyete göre maliyeti değişen iş araçları vardır, o kadar. * Burjuva, kendi karısını salt bir üretim aracı olarak görür. Dolayısıyla, “üretim araçları ortaklaşa kullanılmalıdır”, sözünü duyduğunda, bu ortaklaşalık kaderinin aynı şekilde kadınları da kapsayacağından başka bir şey düşünemiyor. * Tam tersine gerçek hedefin kadınların salt üretim aracı olarak kullanılma durumunu ortadan kaldırmak olduğunu, bir an için bile aklından geçiremiyor. * Bizim burjuvazi, genel fahişeler bir yana, çalıştırdıkları proleterlerin karılarının ve kızlarının ellerinin altında olmasıyla da yetinmeyip, en büyük zevki karşılıklı birbirlerinin karılarını ayartmaktan alır. Burjuva evliliği aslında kadınların ortaklaşalığına dayalı bir sistemdir. Bir adım daha 223 AİLE Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir. * Büyük sanayi yüzünden proleterlerin tüm aile bağları parçalanıyor ve çocukları sıradan ticari bir mala ve çalışma araçlarına dönüşüyor. DEVRİM Böylece burjuvazi, kendi ölümünü getirecek silahları imal etmekle kalmayıp, o silahları kullanacak insanları da yaratmıştır -modern işçileri, proleterleri! * Tüm öteki proletarya partileri gibi komünistlerin de ilk amacı: proletaryanın sınıf düzeyinde oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi. * Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça ifade ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa kazanacakları bir dünya var. Dünyanın bütün işçileri, birleşin! Daha fazla okuma KİTAPLAR Karl Marx’ın çalışmaları Karl Marx ve Friedrich Engels’in Toplu Eserlerinin Almancası Dietz Verlag, İngilizcesi ise Lawrence & Wishart tarafından yayınlanmıştır. 224 Karl Marx’ın eserlerinin büyük çoğunluğu Türkçeye çevrilmiştir. Sol Yayınları, Marx’ın neredeyse bütün kitaplarını yayınlamıştır. Yordam Kitap, bazı nitelikli Marx çevirilerinin yanı sıra Kapital’i manga olarak da yayınlamaktadır. Marx ve Marksizm üzerine çalışmalar Karl Marx’ın Hayaleti, Donatien Mary, Ronan de Calan, Metis Yayınları Karl Marx, Jacques Attali, Turkuvaz Kitap Karl Marx, Edward Hallett Carr, İletişim Yayınevi Karl Marx, Francis Wheen, E Yayınları Karl Marx Marksist Kuram ve Sınıf Hareketi, Karl Korsch, Doruk Yayınları Kapitali Okumak, Etienne Balibar, Jacques Ranciere, Louis Althusser, Pierre Macherey, Roger Establet, İthaki Yayınları Karl Marx Biyografisi, SSCB Marksizm-Leninizm Enstitüsü Bilimler Akademisi, Sorun Yayınları Marx’ların Öyküsü, Juan Goytisolo, İletişim Yayınevi Marx ve Mahdumları, Jacques Derrida, Ayrıntı Yayınları Marx’ın Hayaletleri, Jacques Derrida, Ayrıntı Yayınları Marksist Düşünce Sözlüğü, Bottomore, T. (ed.), İletişim Yayınları Bir adım daha 225 WEB SİTELERİ Marksist İnternet Arşivi www.marxist.org Marx ve Engels’in yazılarının neredeyse hepsini, birçok bilgi ve bağlantıyı kapsayan bu site muhtemelen en iyi online kaynaktır. Liberter Komünist www.libcom.org Çok iyi bir kütüphane bölümü var. Marksizm Posta Listesi www.marxmail.org Aktivistler ve akademisyenler için ılımlı bir forum. Ayrıca pek çok bağlantısı da var. Marksizmin Savunması Adına www.marxist.com Uluslararası Marksist Eğilimin websitesi: tartışmalar, eylem çağrıları ve bazı faydalı bağlantılar. Marksist.net www.marxist.net İşçi Enternasyonali için Komite’nin websitesi. Faydalı bağlantılar içeriyor. Viktorya dönemi Web www.victorianweb.org Marx’ın yaşadığı zamanlara dair tarihsel bir bakış açısı sergileyen ilginç bir kaynak. Uluslararası Soğuk Savaş Arşivi www.cwihp.org Pek çok orijinal belge. 226