Müslüman Olmak Alman Kalmak: Yeni Avrupa`da Millet, Din ve Din

advertisement
Müslüman Olmak Alman Kalmak:
Yeni Avrupa’da Millet, Din ve Din Değiştirme
İstanbul Politikalar Merkezi-Sabancı Üniversitesi-Stiftung Mercator Girişimi, 28 Eylül
2015 Pazartesi günü, moderatörlüğünü İPM Kıdemli Uzmanı ve Sabancı Üniversitesi
Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı Ayşe Kadıoğlu’nun üstlendiği, Esra
Özyürek’in (London School of Economics, European Institute, Contemporary Turkish
Studies Başkanı) “Müslüman Olmak Alman Kalmak: Yeni Avrupa’da Millet, Din ve
Din Değiştirme” isimli kitabının tanıtımını gerçekleştirmiştir. Kitap tanıtımında
mühtedi Almanların nasıl İslam’ı seçtiğini ve din değiştirmeleri ile oluşan toplumsal
değişiklik konuşuldu.
Ayşe Kadıoğlu kitap tanıtımına Esra Özyürek’i
tanıtarak başladı. 2013 yılından beri London
School of Economics Avrupa Enstitüsü’nde
Çağdaş Türkiye Araştırmaları başkanlığını
yürüten Esra Özyürek, Boğaziçi Üniversitesi,
Sosyoloji ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler bölümlerini bitirdikten sonra 2002
yılında Michigan Üniversitesi’nde Antropoloji
dalında doktorasını tamamladı. “Müslüman
Olmak Alman Kalmak: Yeni Avrupa’da
Millet, Din ve Din Değiştirme” kitabı ise 2014
yılında önce İngilizce olarak Princeton
University Press tarafından basıldı.
oluyor. Berlin’de 4,5 sene boyunca çalışıyor.
Berlin’de yaklaşık 100 cami varken sadece 2-3
tanesi Türkiye’de gördüğümüz camilere
benzediğini belirten Özyürek, bu camilerin 6
tanesinde her zaman olmasa da bazen Almanca
etkinlikler yapıldığını belirtiyor. Özyürek de
araştırması gereği bu 6 camiye daha sık
gitmeye başlıyor ve zamanla 2-3 camiye daha
sık gitmeyi sürdürüyor. Avrupa’da İslamofobi
artarken mühtedi Almanların İslam’a geçmesi
şaşırtıcı geliyor ve araştırmasının ilk
dönemlerinde tanıştığı Almanların neden
İslam’a geçtiğini anlamaya çalışıyor. Fakat
neden
sorusuna
daha
sonra
cevap
bulamayacağını fark edip bu soruyu bir kenara
bırakıyor.
Moderatör Ayşe Kadıoğlu, “Müslüman Olmak
Alman Kalmak: Yeni Avrupa’da Millet, Din
ve Din Değiştirme” kitabının arkasındaki
araştırmayı tetikleyen nedenleri sorarak sözü
Esra Özyürek’e bırakıyor. Özyürek, uzun
zamandır Türkiye hakkında çalıştığını ve bu
çalışmaları büyütmeye ve genişletmeyi
amaçladığını vurguladıktan sonra bu kitabın
aslında bir tesadüf eseri ortaya çıktığını
söylüyor. Amerika’da çalışırken rastladığı
“Academy
in
Berlin”
adlı
kuruma
Hristiyanlığa geçen Türkleri araştırmak için
başvuruyor fakat Almanya’da çalışırken küçük
bir merakı onun rotasını değiştiriyor.
Almanların
İslam’a
geçip
geçmediği
hakkındaki merakını bir arkadaşı yardımı ile
Almanların gittiği camilere giderek gidermeye
çalışıyor. İstanbul’daki camilerin aksine daha
değişik yapısı olan bu camilerde tanıştığı
insanlardan etkilenen Özyürek, araştırma
konusunu
mühtedi
Almanlar
olarak
değiştiriyor ve ilk işi Almanca öğrenmek
Neden sorusu yerine nasıl sorusuna
odaklanmaya başlayan Özyürek bu süreçte,
“Hem müslümanlara hem de İslam’a karşı
artan öfkenin olduğu bir yerde nasıl bu insanlar
İslam’ı seçiyordu?” ya da “ İslam’ı seçen
Almanların arkadaşları, yakınları veya yeni din
kardeşleri ile ilişkisi nasıl şekilleniyordu?” gibi
sorularla Avrupa’da var olan İslam’ın nasıl bir
İslam olduğunu anlamaya ve İslamofobi’nin
ırkla, dinle veya kültürle mi alakalı olup
olmadığını anlamaya odaklanıyor.
Özyürek’e göre din değiştirme Batı
toplumlarında kişisel bir karar olarak
görülüyor. Dünyanın başka yerlerinde din
değişik şekilde
benimsense
de
Batı
toplumunda din insanlar için açık bir pazar
haline gelmiş. İnsanlar istediklerini dini seçip
bunu kişisel bir süreç içinde yaşıyorlar.
Özyürek’in görüştüğü 100’den fazla kişi için
1
din değiştirme kişisel bir süreç olmuş. Aynı
zamanda İslam’ın Almanya’da azınlık dini
olması siyasi soruları da bu araştırmaya
getirmiş. Özyürek araştırma sürecinde bilinçsiz
olarak insanların din değiştirme süreçlerinde
siyasi bir taraf aradığını fakat göremediğini
söyledi. Fransa ve İngiltere’nin aksine
Almanya’da insanlar İslam’ı müslümanlar
ezildiği için ve onların yanında olmak
istedikleri için seçmiyorlar. İnsanlar siyasi bir
amaç gütmese de din değiştirirken Almanların
siyasi bir sürecin içine girdiğini belirten
Özyürek, şu an tahmini olarak sayıları 20.000
ile 100.000 arasında olan Almanların İslam’a
geçtiğini belirtiyor.
İslam’a geçen kısım daha çok Filistin’e gitme
imkânı olan, gezebilen ya da çok okuyanlar
oluyor. 1920’li yıllarda Ahmaddiya adlı
Hindistan’dan gelen bir cemaat Londra ve
Berlin’de iki cami açıyor. Bu cemaatin amacı
Avrupa’daki Hristiyanları İslam’a çağırmak.
Dönemin entelektüelleri ve edebiyattan
hoşlanan kesim bu camilere sık sık gidiyor ve
bazıları İslam’a geçiyor. Fakat İkinci Dünya
Savaşı’nın çıkması ile bu cemaatten gelenler
Hindistan’a geri dönüyor. İslam’a geçmiş olan
Avrupalıların bazıları Nazileri desteklerken
bazıları ise desteklemiyor. Bu dönemde
yaşayan ve Nazilerce Yahudi olduğu için
kampa götürülen Hamid Marcus müslüman
olsa da geçmişinden kaçamıyor. Fakat Hintli
müslüman arkadaşları Marcus’u kamptan
kurtarıp kaçırıyorlar. Marcus daha sonra
İsveç’e yerleşip eşcinsellik hareketinin öncüsü
oluyor.
Özyürek araştırma konusunun tarihsel sürecini
açıklarken birkaç önemli gelişmeye önem
veriyor. Öncelikle ünlü antropolog Talal
Asad’ın babası olan Muhammed Asad’ın
hikâyesi ile başlıyor bu sürece. Muhammed
Asad aslında Musevi bir ailenin çocuğu ve asıl
adı Leopold Weiss. Weiss çağdaşı Yahudilere
göre asimile olmuş ve pek de dindar olmayan
bir aileden geliyor. Filistin’deki dayısının
daveti ile Filistin’e yerleşen Weiss, bedevilerle
tanışıp onlardan İslam’ı öğreniyor. Bu
dönemde aynı zamanda Yahudiliğin özüne dair
tartışmalar var. Weiss da Yahudiliğin özünü
İslam’a inananların yaşadığını görüyor ve
bedevilerin yanında kalıp İslam’a geçiyor,
orada evleniyor ve bir çocuk sahibi oluyor. Bu
çocuk da ünlü antropolog Talal Asad.
Çocuğunu ve eşini daha sonra New York’a
gönderen Weiss (yeni ismiyle Muhammed
Asad), daha sonra müslüman olmuş Polonyalı
bir kadınla evlenip İspanya’ya yerleşiyor.
İspanya tercihinde elbette Endülüs tarihi etkili
olmuş. İspanya’ya yerleştikten sonra Asad,
Arapların petrolü bulması ile yozlaştığını ve
gerçek İslam’ı kaybettiklerini düşünüyor.
Sonradan müslüman olan kendisi gibi
Avrupalıların daha iyi müslüman olduğunu
iddia eden Asad daha sonra kendi Kur’an
tercümelerini yapıyor ve Avrupalı rasyonalite
uymayan kısımları (mesela cinlerle alakalı
kısımları)
çıkarıyor.
Özyürek,
koyu
müslümanlarca
bu çevirinin sık sık
eleştirildiğini belirtti.
Savaş ile Almanya’da bir dönem neredeyse hiç
müslüman kalmadığını belirten Özyürek bu
sürecin 1960’lı yıllarda işçilerin göçü ile
değiştiğini belirtiyor. Bu noktadan itibaren
hikâyemiz müslümanların kimlerle iletişim
kurduğu ile alakalı oluyor. İlk Alman
müslümanlar daha çok zengin, seyahat
edebilen kesimden gelirken, işçilerin varlığı ile
bu durum değişiyor ve müslüman olmaya
başlayan Almanlar daha çok orta sınıf
kadınlardan oluşuyor. Bunun nedeni de göç
için giden işçilerin erkek olması ve orada
tanıştıkları kadınlarla evlenmeleri ve onların
İslam’a geçmesi ile oluşuyor. Fakat zamanla
işçilerin durumu da değişiyor. Almanya’ya
gitmeye başlayan işçilerin çoğu işsiz kalmaya
başlıyor ve jenerasyonlar boyunca bu işsizlik
sürüp gidiyor. Müslümanlar şehrin dışına,
çeperlerine itilmeye başlıyor.
Almanya’daki sürecin yanı sıra İslam’ın da
yıllar içinde anlam değiştirdiğini belirten
Özyürek, 1970’li yıllarda egemen olan Sufi
akımın artık 2000’li yıllar ile Selefi akıma
yerini bıraktığını, İslam’ın artık dünyada
ezilenlerin sesi olmaya başladığını vurguluyor.
Bunun örneklerini ise ABD’de birçok siyahın
İslam’a geçmesi ve hip-hop müziğinin
İslam’dan
bahsetmesi
ile
örnekliyor.
Araştırmasında bu süreçte politik bir söylem
bulamayan Özyürek, İslam’a geçmenin yaş
Asad gibi İslam’a geçen Yahudi sayısı çok
olmasa da böyle bir grubun varlığı var. Fakat
2
ortalamasının 15-16’ya düştüğünü, kadınların
yanı sıra erkeklerin de artık İslam’a geçtiğini,
eskiye göre aşk gibi bir faktör yerine
arkadaşlık ve aynı ortamlarda bulunmanın da
yabancıların İslam’a geçmesini etkilediğini
belirtiyor. Aracı kişilerle olan ilişkileri,
ailelerin ve aile ilişkilerinin samimiyeti ve
destek ortamı çoğu yabancı için çok sıcak
geliyor ve İslam’ı araştırmaya başlıyorlar.
Özyürek, İslamofobi’nin sınırlarının nerede
başlayıp nerede bittiği sorusunu da Almanların,
göçmenlerin iyi müslüman olmadığını
düşünmesi ile ortaya çıktığını söylüyor. Yalan
söyleme veya sömürme gibi suçlamalar
İslamofobi içinde de yer aldığı için bu
söylemlerin ırkçılık olup olmadığı konusunu
düşünmek gerekiyor. İslam’a geçen Almanlar
işten atılmakla tehdit ediliyorsa bu ırkçılık mı
oluyor yoksa İslamofobi mi de başka bir soru.
İslam’a geçmeye çalışan ya da geçen kişilerde
bir ayrım olduğunu belirten Özyürek bunun
nedenini kişinin İslam ile tanışmasına neden
olan aracının İslam’la ilişkisinin etkili
olduğunu belirtiyor. İslam’a daha sonradan
geçen kişiler, aracılarının aslında İslam’ı çok
iyi takip etmediklerini ve sorularına cevap
alamadıklarını görüyor. İslam’ı araştırdıkça
Almanlar arkadaşlarının ya da bahsedilen
aracıların iyi müslümanlar olmadığını fark
ediyor. Bu durumda aracı ile olan arkadaşlık
devam ediyor ve aracı da İslam ile olan bağını
kuvvetlendiriyor ya da aracı ile İslam’ı yeni
benimseyen kişinin yolları ayrılıyor.
İslamofobi ile alakalı soruların temelinde
“seçme” kavramı yattığını düşünen Özyürek,
bunu güncel bir tartışma ile açıklıyor.
İslamofobi’nin
antisemitizm
ile
karşılaştırılmasında
ortaya
çıkan
fikir
ayrılığının aynı şekilde homofobi tartışmasında
da bulmak mümkün oluyor. Neoliberal
zamanlarda seçme ve seçen tüketici olma
kavramı bu tartışmaları açıklamakta önemli
hale gelmiştir. Artık seçimlerden doğan
sorumluluklar devlete ait değil, kişilere aittir.
Irkçılık ve ayrımcılık tartışması da bu noktada
alakalı oluyor çünkü birinin bir şeyi seçtiği için
ayrımcılığa uğramasının meşruluğu politik bir
tartışma haline geliyor.
Tarihsel süreci açıkladıktan sonra Özyürek
kitabın en önemli iddiasının İslam’a geçişin
kişiler üzerinden olması olarak gördüğünü
belirtiyor. Tarihsel sürece bakıldığında İslam’a
geçen inşaların sosyo-ekonomik durumunun
düştüğünü görmek mümkün. Kitaptaki diğer
bir
mesele
ise
mühtedi
Almanların
göçmenlerle ilişkisidir. Bu iki grup arasındaki
gerilimin varlığını cümle aralarında görmenin
rahat olduğunu belirten Özyürek, mühtedilerin
göçmenleri Arapça bilmemekle, devlete yalan
söylemek ve İslam’ın adını kötüye çıkartmakla
suçladıklarını belirtiyor. Türkler Almanya’da
olmasa zaten Almanların İslam’a geçeceğini
belirten Almanlar, İslam’ın bütün insanlara
geldiği hatta kendilerine daha uygun olduğunu
belirtiyor. Örnek olarak her şeyi vaktinde
yapmak, yalan söylememek gibi özelliklerin
hem Almanlarca hem de İslam tarafından
önem verildiğini belirten Özyürek, Türk
geleneklerinin, Türkleri İslam’la gerçek ilişki
kurmasını engellediğini belirtiyor. Almanlar
Türk kültürüne doğmadığı için İslam’ı daha iyi
anladıklarını
ve
adapte
olduklarını
belirtiyorlar.
Özyürek’in açıklamalarını Ayşe Kadıoğlu’nun
tespitleri ve soruları takip etti. Kadıoğlu,
kitabın dikkat çektiği en analitik noktanın bir
paradoks olduğunu belirtiyor. İslam’ın
Avrupa’ya ait olduğunu düşünen bir kesimin
oluşması ezber bozan bir söylem oluşturuyor
ve bu sefer de İslam’ı seçen Almanlar diğer
müslümanlara karşı bir ayrımcılık oluşturuyor.
Kadıoğlu, ikinci tespitinde ise İslamofobi
kavramına Özyürek’in katkısı olduğunu
düşünüyor. Üçüncü tespitinde ise mühtedi
Almanların
selefiliğe
yönelmesindeki
motivasyonun, müslümanları ırksal olarak
tanımlamaya ve marjinalleştirmeye yol açtığını
belirtiyor.
Kadıoğlu’nun
tespitlerinin
ardından,
Özyürek’e 2006 yılında gerçekleşen İslam
Konferası’nın önemini, queer etnisitenin etkili
bir kavram olup olmadığını, mühtedi Almanlar
arasında örüntü olarak bir farklılaşma olup
olmadığını ve İslam’a geçince isim değiştirme
âdetinin güncelliğini soruyor. Özyürek’e göre,
2000’li yıllarda üst üste gelişen olaylar
Almanya’daki
müslümanların
hayatını
3
değiştirmiş.
2002
yılında
göçmenlerin
vatandaşlık hakkı kazanması ile artık
göçmenlerden Türkler diye bahsedilmiyor,
müslümanlar diye bahsedilmeye başlanıyor.
İsim değiştirme konusunda eskiden herkes
ismini değiştirirken şimdi yeni bir akım ise
Selefiliği takip eden kesimin Alman ismini
tuttuğunu çünkü Selefiliğin herkesi İslam’a
davet ediyor olması etkilemiş. Ayrıca
Almanya’da isim değiştirmek kanunen çok zor
ancak din değiştirme ile bu süreç kolaylaşıyor.
Yine insanlar isim değiştirmeyi ve yeni bir dini
yeniden doğma olarak görüyorlar.
Konuklardan gelen bir soru ise din değiştirme
ile gelen radikalleşmenin varlığı ile alakalıydı.
Özyürek’e göre din değiştirenlerin kraldan
kralcı olma durumu aslında büyük bir
stereotip. İslam’ı benimsedikten sonra Türk
olmadığının bilincinde olan ve bu yüzden de
gelenekleri bir kenara bırakan Almanlar çoğu
zaman sadece Kur’an’ı ve hadisleri örnek
alarak yaşamak istiyorlar. Bunu hem biraz
ırkçılıkla hem de biraz Protestan eğitim ve
ahlakla alakalı olarak görüyor Özyürek.
Türk göçmenler arasında mühtedi Almanları
tam olarak müslüman görmeme durumuyla
alakalı olarak da birçok Alman’ın ilk başta bir
hayal kırıklığı yaşadığını belirten Özyürek,
dinler arası diyalog gibi kamusal alanlarda
Alman müslümanların çok etkili olduğunu
belirtiyor. Almanların müslümanlığa geçişte
Türkler yerine Arapları referans alması ile bir
hiyerarşi farkının olup olmadığını hakkında ise
Özyürek, Almanya’daki Arapların daha
eğitimli kesimden olması ve Türklere kıyasla
daha sıcak kanlı olmalarının Almanların
Arapları İslam konusunda daha yetkin olarak
görmesine neden olduğunu söylüyor. Özyürek,
Alman
müslümanların
din
değiştirme
sürecinde yaşadıkları hakkındaki soruya
yönelik ise kitabında Alman müslüman
olmanın zorluklarını pek fazla anlatmadığını
belirtiyor. Herkese rağmen ve yılmadan
müslüman olmakta kararlı olan bu Almanların
zorluğuna kitabının yeterince yer vermediği
düşünen Özyürek, kitap tanıtımına gelen
herkese teşekkür ediyor.
4
Download