*W* olmad*, *Testere* verelim

advertisement
2013 yılında 'hızlı büyüme' yerine, 'istikrarı koruma' öne çıkmalı
Dünya ekonomisinde sürdürülebilir büyümeye dönük tartışmalar tüm heyecanıyla
sürmekte. Gelişmekte olan ekonomilerin ortalama yüzde 5,5 büyüme ile
sırtladıkları dünya ekonomisinde, gelişmiş ekonomilerin yüzde 3'ün altında
beklenen büyüme performansları, istihdam ve kamu borçlarının döndürülmesine
yönelik endişeleri de hızlandırıyor. Gelişmiş ekonomiler önümüzdeki 10 yılı yüzde
3 düzeyindeki potansiyel büyümelerinin 1 puan altında bir büyümeyle
tamamlarlar ise, G-7 ekonomilerinde kamu kesimi borç stokunun GSYH'ya oranı
yüzde 400'ü aşıyor. Bu oran ekonomik felaket anlamına gelmekte.
Türkiye'nin ise, bu tablo çerçevesinde, gelişmekte olan ekonomilerde yüzde 5'in
üzerinde seyreden ortalama büyümeden daha kötü performans göstermeyeceği
bir oranla büyümesini sürdürmesi gerekiyor. Ancak, küresel krizin sebep olduğu
kritik düzeydeki sıkıntılar atlatılamadığından ve yapısal sorunlar devam
ettiğinden, Türkiye'nin, 'dünya ekonomisi sırat köprüsünden geçerken', yoluna
kontrollü bir büyümeyle devam etmesi gerekmekte.
2012 büyümesine yönelik tartışmalar 2013'ü riske atmamalı
Kalkınma Bakanlığı'nın kamuoyu ile paylaştığı 2013 Yılı Programı içerisinde yer
alan ve aşağıda paylaştığımız grafikte, düzeltilmiş 2012 yılı tahminlerine göre,
tüketim harcamalarının büyümeye katkısı 0,8 puan olarak öngörülmüş.
Ekonomistler ise, 1 Nisan'da açıklanacak olan resmi verilerde, 2012 büyümesine
tüketim harcamalarının katkısının -0,3 puan olabileceğini düşünüyorlar. Yatırım
harcamalarının katkısı ise -0,9 puan olarak öngörülmüş. Yatırım harcamalarının
katkısının ise -1,5 puana ulaşabileceği düşünülüyor. Bu durumda, net ihracatın
2012 yılı büyümesine katkısı 3,3 puan beklenirken, 3,8 puana çıksa bile, 2012
büyümesi en iyi yüzde 2,5 çıkabilir.
14.0
12.0
10.0
8.0
6.0
4.0
2.0
0.0
-2.0
-4.0
-6.0
-8.0
2010
2011
2012 (1)
2013 (2)
Net İhracat
-4.4
Yatırım
8.9
-1.5
3.3
0.0
4.0
-0.9
Tüketim
1.6
4.7
6.0
0.8
2.4
GSYH
9.2
8.5
3.2
4.0
Kaynak: Kalkınma Bakanlığı 2013 Yılı Programı
2012 yılı ile ilgili tablo bu şekilde netleştiğinde, 2012 yıl başında yüzde 4 olacağı
konuşulan ve sonradan yüzde 3,2 olarak revize edilen büyüme oranının yüzde
2,5 olarak gerçekleşmesi, 'yumuşak iniş' tedbirlerinin dozajı kaçtığına dair
tartışmaları alevlendirebilir.
Ancak, bu konuda tartışmaların alevlenmesi, 2013 yılını da yüzde 4 veya bir
miktar altında büyümeyle tamamlaması gereken Türkiye'nin, 2013 yılında yüzde
5 ve üzerinde büyümeye kitlenmesi benzeri arayışları öne çıkarmamalı. Çünkü,
yüzde 5 ve üzerinde büyüme çabaları, Türkiye'nin bugün var olan tasarruf açığı
sorunu ile, dünya ekonomisinden ciddi kaynak bulunmasını gerektiren, hane
halkı ve özel sektör borç yükünü daha hızlı arttıracak, Türkiye'nin dış ticaret ve
cari işlemler açığını yeniden hızlandıracak bir gelişme olacak.
Bu durum, Türkiye'nin uluslararası ekonomi çevrelerinde var olan kredibilitesini
sıkıntıya sokan, kredibiliteyi kırılganlaştıran bir tabloya sebep olur ise,
uluslararası derecelendirme kuruluşu Fitch'in arttırdığı notu gözden geçirmesi,
Moody's ve s&P'nin not arttırımlarının ise bir başka bahara kalması gibi bir
sonucu beraberinde getirebilir.
Ocak ayı dış ticaret verilerinden ilk sinyal geldi.
Bu noktada, bu yılın ilk dış ticaret verileri, 14 ay sonra ilk kez dış ticaret açığının
artması yönünde bir kıpırdamaya sebep oldu. İthalatın geçen yılın ocak ayına
göre yüzde 7,6 artması ve ihracatın ithalatı karşılama oranının yüzde 61,2'ye
gerilemesi not edildi. Bu durumda, iç talebin toparlanmaya başlamasıyla, cari
açık ve enflasyonla ilgili beklenenden hızlı bozulur ise, Türkiye için uluslararası
piyasalarda gözlenecek algı kırılması kurlar üzerinde baskıyı arttırabilir. Nitekim,
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası üst yönetimi de, iç talep ve özellikle özel
kesim tüketim harcamalarındaki hareketlenmeyi dikkatle takip ettiğini belirtti.
'Yumuşak İniş'te en zayıf halka 'selektif kredi uygulaması'
Gerek Başbakan Yardımcısı Babacan, gerekse de Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Öztekin'in ifadeleri, Türkiye Cumhuriyet
Merkez Bankası'nın (TCMB) raporlarında ve sunumlarda vurgulanan hususlar
açısından, ihtiyaç kredilerindeki artış oranına yönelik eleştiri ve dikkat çekme,
'Yumuşak İniş' sürecinin başından bu yana, önemli bir eksikliği tekrar
zihinlerimize getiriyor.
Söz konusu eksik olan başlık, bankacılığa yönelik temel derslerde, para politikası
araçları anlatılırken, 'selektif kredi uygulaması' olarak geçer. Selektif kredi
uygulaması, en az zorunlu karşılık oranı (mevduat munzam karşılık oranı) ve
açık piyasa işlemleri (APİ) kadar vurgulanan bir araçtır. Para politikasına yönelik
temel eserlerde, Merkez Bankası'nın, geniş anlamda kamu otoritesinin kredi
türlerinin cazibesine yönelik farklı uygulamalara yönelmesi temel araçlardan birisi
olarak tanımlanır.
Yani, Merkez Bankası veya ilgili bankacılık otoritesi, kredilere uygulanan kamu
kesintileri ve temel para politikası araçlarına yönelik oranları kredi türlerine göre
çeşitlendirerek, bankaları belirli kredi türlerine daha fazla ağırlık vermeye
özendirebilir. Ekonomi Yönetimimizin, Finansal İstikrar Komitesi'nin üyesi olan
kuruluşlarımızın, en azından 2011 yılı yaz sonundan bu yana bu konuyu hiç
gündemlerine almamış olmalarını alanın akademisyeni olarak anlamakta
zorlanıyorum.
Karar bankacılık sektörünü bırakıldığında, doğal olarak 'en karlı' olanı seçer
Kamu otoritesinin, ilgili kurumlarımızın, aralık 2010'da başlayıp, etkisi 2011 yılı
temmuz ayından itibaren güçlendirilmiş olan 'Yumuşak İniş' sürecinde, kredi
türleri arasında hiç ayrım yapmaksızın, bankacılık sektörünü genel bir kredi artış
oranı ile sınırlaması, bu sınırlama çerçevesinde hangi kredi türüne ne kadar
ağırlık vereceklerinin bankalara bırakılmış olması, şahsi akademik
değerlendirmem itibariyle, eksik kalmış bir konu olarak, bazı makro sonuçlara da
sebep olmuştur. Özel sektör yatırım harcamaları ve KOBİ'ler bu dönemde hak
ettikleri ölçüde kredi pastasından gereken payı alamamıştır.
Son 1,5 yıldır bir çok sivil toplum kuruluşunun ekonomik değerlendirme
raporlarında bu konuya bir çok kez işaret edildi ve bu eksiklik eleştirildi. Ancak,
ekonomi yönetimi ve ilgili kurumlarımız bu hususu gündemlerine almadılar. Bu
durumda, bir yandan Basel II ve yakın bir gelecekte yürürlüğe girecek olan Basel
III kriterleri açısından, sermaye yeterliliğine yönelik pozisyon alan bankalarımız,
bir yandan da büyük ve küçük ortaklarına yönelik olarak, belirli bir kar marjını
tutturabilmek adına, ihtiyaç kredilerine, tüketici kredilerine ağırlık vermeyi tercih
ettiler. Oysa, alınacak ek tedbirler ile, bankalarımız için proje kredilerinin ve KOBİ
kredilerinin karlılığı daha cazip hale getirilebilirdi.
KOBİ ve proje kredilerine öncelik verilmemesi, Türkiye'nin büyüme motifini
de riskli alana zorluyor
Kredi türleri arasında, proje kredileri ve KOBİ kredileri lehine, bu tür kredilerin
karlılığını ve bankacılık sektörü açısından cazibesini arttıracak tedbirlere
yönelmemiş olmanın, bu tür bir 'selektif kredi uygulaması'nın tercih edilmemiş
olmasının bir diğer sebep olduğu sonuç ise, net ihracat ve özel sektör yatırımları
bazlı büyümesi gereken Türk ekonomisinde, 2010 ve özellikle 2011 yılı
büyümesinde tüketim harcamalarının ağırlığını ölçüsüz arttırması oldu.
Bunun en net sonucu ise, hane halkı borçlanmasında ciddi artış, tasarruf
oranında gerileme ve rekor düzeyde sıçrayan cari açık oldu. Ekonomi
Yönetimi'nin bir yandan ihtiyaç kredilerindeki hızlanmaya yönelik uyarıda
bulunurken, bir yandan Türk halkının çok hızlı borçlanmaması gerektiğini
vurgularken, tüketim harcamalarının büyümedeki rolünü finansal istikrar riski
açısından riski bulduğunu ifade ederken, bir yandan da 'selektif kredi
uygulaması'nı hiç gündeme almamasını, önümüzdeki günler için önemli bir risk
olarak görüyorum.
Dünya ekonomisi 'sırat köprüsü'nden geçerken, istikrara ağırlık vermeliyiz.
Geçen yıl bu tarihlerde, küresel aktörler dört temel riski, 'Mahşerin 4 Atlısı'
formatı ile dillendirmekteydi. Tam bir yıl sonra, hala küresel ekonomiye yönelik
tartışmalarda, dört başlığın dördü de masada durmaya devam ediyor. Euro
Bölgesi'ne yönelik endişeler, küresel petrol fiyatlarının seyri, ABD'de 'Mali
Uçurum' tartışmaları ve Çin ekonomisinde durgunluk riski; işte 'Mahşerin 4 Atlısı'.
Bu dört risk başlığından sadece biri, Çin ekonomisinin durgunluk riski, geçtiğimiz
kasım ayı itibariyle gündemden düşme izlenimi verirken, Çin Hizmet Sektörü
verileri endişeleri tekrar depreştirmiş gözüküyor. İtalya'daki genel seçimlerden
çıkan belirsizliğin sebep olduğu huzursuzluğu, bilmem hatırlamaya gerek var mı
zaten?
Çin Ulusal İstatistik Ofisi'nin verileri, geçtiğimiz sonbahardan bu yana hizmet
sektörünün en düşük siparişle çalıştığına işaret ederken, Çin'in imalat sanayi PMI
(Satın Alma Yöneticileri) Endeksi de, 2013 yılının ilk ayındaki düzeyi olan 56.2
puana göre, şubat ayında 54.5 puana geriledi. Zaten, Çin'in imalat verileri
geçtiğimiz hafta düşüşe işaret etmişti ve üstüne de hizmet sektörü keyifsizliği
geldi. İtalya'daki seçimlerden kaynaklanan huzursuzluk yetmezmiş gibi, bu hafta
gelecek Euro Bölgesi büyüme verileri de endişeleri besliyor. Tüm bu tablonun
anlamı şu; küresel ekonomide tartışmalar ve endişeler kaynıyor ve Türkiye'nin
'bir iki kablosu ha koptu, ha kopacak' gibi gözüken bu 'sırat köprüsü'nden çok
itinalı geçmesi gerekiyor.
Yumuşak iniş tedbirleri bir 6 ay daha uzayabilir.
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, küresel ekonomiyle ilgili belirsizliklerin
sürmekte olduğu, küresel aktörlerin radarında risk olarak artık Japonya'nın da yer
aldığı ve bu genel küresel atmosfer içerisinde Türkiye'de üretici ve tüketicilerin
piyasa güvenini en iyi noktada tutmaya çalıştıkları yönünde uyarılarını
sürdürmekte.
Mevcut tablo, 2010 yılının aralık ayından itibaren sinyalleri başlamış ve 2011
yılının haziran ayı ortasından itibaren, çapı ve etkisi güçlendirilmiş olan 'Yumuşak
İniş' sürecine bir müddet daha devam etmemize işaret ediyor. Yani, Türk
ekonomisini 2013 yılında yüzde 5 büyütme çabaları, beklenenin aksine sonuçlar
verebilir. Ekonomi Yönetimi'nin kanımca TÜFE ile ÜFE arasında açılan makasa
odaklanması daha yararlı olabilir.
Dünya merkez bankaları zorda, küresel belirsizlik sürüyor
Bir çeyrek dönem içerisinde, piyasaların merkez bankalarının açıklamalarına
göre pozisyon alıp, bu derece zihin karışıklığı ile karşı karşıya kaldıkları bir tablo
görülmemişti. Eylül, ekim ayında ABD Merkez Bankası FED'in önderliğinden,
dünyanın önde gelen merkez bankalarının, parasal genişlemenin 2013 yılı
sonuna kadar devam edeceği yönündeki kuvvetli mesajlarına şahit olduk.
Uluslararası yatırımcılar, küresel ölçekte piyasa profesyonelleri, parasal
genişlemenin devam etmesine bağlı olarak, paritelerde, emtia fiyatlarında ve
dünya borsalarında yönün ne olabileceğini tartışarak ve değerlendirerek pozisyon
aldılar.
Şubat ayı başından bu yana, bu defa FED'den sinyaller farklı gelmeye başladı.
Küresel piyasa profesyonelleri 'kandırıldık mı' yönünde bir fikre dahi kapılmaya
başlamış gözüküyorlar. Daha bir kaç ay önce, FED Başkanı Bernanke,
enflasyon yüzde 2,5'i geçmediği müddetçe, ABD'de işsizlik verileri yüzde 6,5'i
görene kadar parasal genişlemenin devam edeceğini ifade etmişti. Bugün için
ise, 29-30 Ocak FED Açık Piyasa Komitesi Toplantısı (FOMC) tutanakları, komite
üyeleri arasında tahvil alım programına daha ne kadar ve ne miktarda devam
edileceği konusundaki tartışmanın ciddi boyutlara geldiğine işaret ediyor.
'Merkez bankaları politize mi oluyor' tartışması alevlendi
Küresel piyasa profesyonelleri FED tutanaklarının detaylarını gördükten sonra,
'FED'de mi politize oluyor' tartışmaları alevlendi. Küresel piyasa profesyonelleri
arasında 'FED sonbaharda Obama'ya başkanlığı bir kez daha kazandırmak
adına mı, piyasayı bu derece gaza getiren bir tutum sergiledi; şimdi, o
pozisyondan çark mı ediyor? Biz ters köşeye mi yattık' türünden bir tartışmanın
kabardığı da gözlenebilir. Her ne olursa olsun, 3-4 ay önce FED'in ve Başkanı
Bernanke'nin verdiği mesajlarla, bugünkü mesajlar arasında ciddi bir farklılık
olduğu aşikar.
İşin ilginç yanı, bu durum, tam da Japon Merkez Bankası (BOJ) ve İngiltere
Merkez Bankası (BoE) üzerinde siyasi baskıların arttığına yönelik tartışmaların
alevlendiği, BoE'nin yeni başkan adayının büyümeyi desteklemek adına, bir
miktar enflasyon artışını göze alabileceği yönünde mesajlar verdiği bir döneme
rastlıyor. Avrupa Merkez Bankası (ECB), belirli ölçüde Almanya'nın desteği ile bu
toplara girmemeye çalışsa da, bir önceki Başkan Trichet dönemine göre, Draghi
döneminde ECB'nin de eski duruşunu koruyamadığı söylenebilir.
Türkiye kendi finansal istikrar riskine ve cari açığın finansmanına dikkatli
olmalı
Küresel piyasalar tüm bu tablodan etkilenmiş gözüküyor. Petrol başta olmak
üzere emtia fiyatlarında düşüşün yanı sıra, dünya borsaları da FED tutanakları ile
birlikte, açıklanan kimi makro verilerin de sebep olduğu keyifsizlikle yükseliş
trendini kaybetti. Bu nedenle, gerek İMKB, gerekse de diğer yurtiçi piyasa yatırım
araçları açısından, bu küresel havanın bizim piyasalar üzerindeki etkisini dikkatle
takip etmeliyiz.
Özellikle, küresel parasal genişlemenin beklenenden daha erken sona
erebileceği yönündeki endişeler artmaya başlarsa, Türkiye cari açığın finansmanı
için uzun vadeli ve kalıcı döviz girişine konu olmakta zorlanmaya başlayabilir.
Türk ekonomisini 2013 yılında geçen yıla göre daha iyi büyütelim ve ekonomiyi
hareketlendirelim derken, eğer cari açıktaki hareketlenme hızlanırsa ve cari
açığın finansmanı da kısa vadeye yoğunlaşmaya başlarsa, ağzımın tadı kaçabilir.
Büyük ekonomiler arasındaki kur savaşları zarar veriyor
Japon yeninin geçen sonbahardan bu yana, dolar karşısında yüzde 16, euro
karşısında ise yüzde 19 değer yitirmesiyle alevlenen 'Kur Savaşları'na yönelik
tartışma ve spekülasyonlar, doğal olarak, bu dönem Rusya Federasyonu'nun ev
sahibi olması nedeniyle, Moskova'da gerçekleşen G-20 maliye bakanları ve
merkez bankası başkanları toplantısına da yansıdı.
16 Şubat Cumartesi günü Moskova'da sona eren toplantıda, bakanlar ve merkez
bankası başkanları Japonya'ya doğrudan atıfta veya eleştiride bulunmadan,
kurlarda rekabetçi amaçlar için hedefleme yapmayacakları yönünde ortak karar
aldılar. 'Kur Savaşları'na yönelik tartışma, Avrupa Merkez Bankası (ECB)
Yönetim Konseyi üyesi Ewald Nowotny'nin, euronun değerini düşürmek için
döviz piyasalarına acil bir müdahaleye ihtiyaç duymadıkları yönündeki açıklaması
ile devam etti.
Küresel kriz patlak verdikten sonra, 2009 sonbaharından itibaren gelişmekte olan
ekonomiler ağırlıklı olarak alevlenen 'Kur Savaşları' tartışması, 2010
sonbaharında unutulmuştu. Ama, ne zaman ki 2012 yılı mart ayında, sadece Çin
değil, ABD'nin de Almanya'yı dünya mal ihracatında geçtiği görüldü; bu defa
ABD, AB ve Japonya arasında yeni bir 'Kur Savaşları' kavgası başladı. 2012 yaz
başına doğru 1,22 doların dahi altını test eden euro-dolar paritesi, ABD'nin 3.
parasal genişleme kararı sonrası, bu defa 2013 başında 1,37 doları da gördü ve
şimdilerde 1,30 doların altında seyrediyor.
Almanya, dolaylı olarak, pariteyi bir kez daha 1,30 doların altına indirmenin
arayışı içerisinde. Tüm bu tablo, 'aramızda kur savaşı' yok açıklaması yapan
önde gelen ekonomilerin siyasetçilerine ve merkez bankası yönetimlerine karşı,
küresel piyasalardaki öfke ve kırgınlığın artmasına sebep oluyor. Çünkü, para
birimlerine piyasa dışı yöntemlerle değer kaybettirme, küresel aktörlerin tümüne
para kaybettirmeye başladı.
Sorun TL'nin dolar ve euro karşısındaki değeri değil, enflasyondaki
dalgalanma
Küresel ölçekte, ülkelerin para birimleri arasında değer mekanizmasına yönelik
tartışmalar bu yönde devam ederken, TCMB'nin Tartılı Efektif Reel Kur
Endeksi'nin 120 puanı geçmesi, TL'nin küresel rekabetteki konumuna yönelik
tartışmaları da yoğunlaştırdı. Bu nedenle, sırf reel kur endeksindeki genel tablo
çerçevesinde, piyasa bugünkü TCMB Para Politikası Kurulu toplantısından, faiz
koridorunu aşağı çekeceğini, eş zamanlı olarak da zorunlu karşılıklar aracılığı ile
bir kademe daha sıkılaştırıcı tedbir alacağı yönünde karar bekliyor.
Ancak, 'Kur Savaşları' veya 'Tartılı Efektif Reel Kur' derken, sepet kur ile, hem
dolar-TL, hem de euro-TL makul düzeylerdeyken, Türkiye'nin esas enflasyondan
yana sorun yaşamakta olduğu sanki göz ardı ediliyor. Sorun TL'nin diğer paralar
karşısındaki değerinden çok, TL'nin enflasyondan dolayı değer kaybı,
enflasyondaki dalgalanma. Bu konuda da, Merkez Bankası'nın yapabilecekleri
sınırlı. Çünkü, esas Türk Ekonomi Yönetimi'nin fiyat endekslerini ciddi ölçüde
etkileyen sektörlerdeki fiyat belirleme çarpıklıklarını masaya yatırması gerekiyor.
Türkiye enflasyon kadar, 'hukuki mevzuatının oturmamışlığı'yla da sıkıntı
çekiyor
Enflasyondaki volatilitenin sebep olduğu yapısal sorunların yanı sıra, bir diğer
sıkıntımız da Türkiye'deki iş dünyasına, sektörlere yönelik hukuki altyapıda
gözlenen volatilite. Türkiye'nin 'orta gelir tuzağı'ndan kurtulması için iyi işleyen
hukuk sistemi ve eğitim sisteminden söz ediyoruz. Demokrasiden söz ediyoruz.
Ama, 'antidemokratik' Çin neden bu kadar doğrudan yabancı sermaye yatırımı
çekiyor, yeterince konuşmuyoruz.
Çünkü Çin, merkezi ve yerel yönetimleri aracılığı ile, gelen yabancı sermayeye,
en az 10 yıl değişmeyecek, veya değişse bile, alınan yatırım kararının
etkilenmeyeceği mevzuat garantisi veriyor. Biz ise, sıklıkla, ya o sektöre yönelik
teşvik uygulamasının koşullarını değiştiriyoruz, ya da o sektöre yönelik vergi
avantajlarını veya muafiyetini kaldırıyoruz. Makro alandaki reformlar, mikro alana
yansımıyor. Ekonomi Yönetimi'nin ve Merkez Bankası'nın başarıları gölgede
kalma riskiyle karşı karşıya.
Download