freud`çu, liberal ve marksist kişilik kuramlarının türevi

advertisement
Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (11) 2006, 1-23
FREUD’ÇU, LİBERAL VE MARKSİST KİŞİLİK KURAMLARININ
TÜREVİ OLARAK TOPLUM, İKTİSAT VE SİYASET
TEORİLERİ
SOCIAL, ECONOMIC AND POLITICAL THEORIES AS
DERIVATIONS OF FREUDIAN, LIBERAL AND MARXIST HUMAN
NOTIONS
Hüseyin AKYILDIZ•
ÖZET
Farklı kişilik kuramlarının, farklı toplum, iktisat ve siyaset teorilerine yol
açtığı ifade edilebilir. Bu bağlamda Freud’un kişilik kuramının klasik ve neoklasik iktisadın yanı sıra totaliter ve otoriter rejimlere kaynaklık ettiği
söylenebilir. Diğer yandan, “doğal haklar” teorisinden özgürlükçü, “homo
economicus”ın farklı yorumlarından hem “laissez faire”ci hem de kolektivist
eğilimlerin türetildiği ifade edilebilir. Ayrıca, insanı irrasyonel varlık olarak ele
alan bazı liberal düşünürler “sosyal seleksiyon” sürecinden, liberal toplum
düzenini; buna karşın, insanı toplumsal varlık olarak ele alan Marx, kapitalist
süreçte insanın yabancılaşmasından proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmi
üretmektedir. Diğer yandan, aynı tarihsel süreçte bir birleriyle çelişmeleri ve
uygulamada kuramsal öngörülerine aykırı sonuçlar üretmelerine rağmen, bu
teorilerin taraftar kitleler bulduğu görülmektedir. Bu olgunun psikolojik nedeni
ise, insanların teorik olguları dogmatik inançlara dönüştürmesidir.
Anahtar Sözcükler: Freud’çu kişilik teorisi, kişilik kuramları, doğal haklar, rasyonel
insan, liberal iktisat, refah devleti, anayasal iktisat, Marxist iktisat, sosyalizm.
ABSTRACT
It may be said that different human theories have caused the different
theories in the field of society, economics and politics. It may be argued that
Freudian thought was the inspiration for the totalitarian and authoritarian
regimes as well as classic and neo-classic economics. It could be thought that
liberal approaches were drived from the theory of natural rights. Also, it may
be contended that the different interpretations of “homo economicus”
inspired both “laisez faire”-based and collectivist ideologies. On the other
hand, some liberal thinkers who regard the human being as irrational, have
developed liberal society order from “social selection” process. On the
contrary to all of these, Marx drived the proletarian dictatorship and socialism
from human alienation caused by the capitalist system. In addition, it seems
that each of these theories has found the mass of people in favor of itself
although they have contradicted each other in the same historical process and
produced the results against their theoretical explanation in practise. The cause
of this fact is that people have transformed them into dogmas.
Keywords: Freudian humanity theory, human conception, natural rights, homo
economicus, liberal economics, welfare state, constitutional economics, Marxist economics,
socialism.
•
Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Bölümü Öğretim Üyesi.
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
GİRİŞ
Toplum, iktisat ve siyaset, bireylerin yaşamı yansıtan üç boyutu
oluşturmaktadır. Bu olguların tümü sonuçta, bireylerin kişilik
mekanizmalarının ürettiği süreçlerdir. Ancak bireysel kişilikler de bu üç
olgudan etkilenmektedir. Bu bağlamda, bireyler, bir yandan sosyolojik,
iktisadi ve siyasal koşulların biçimlediği varlık olarak gerçekleşir, diğer
yandan da, doğalarıyla çelişen toplumsal, iktisadi ve siyasal koşulları
değiştirip dönüştürürler. Bu iki olgu insanlığın yaşadığı diyalektiğin tez ve
antitezini oluşturur. Bu dönüşümlerde temel gerekçe, bireylerin doğasına
uygun daha mutlu bir toplum düzeninin gerçekleşmesidir. Bu nedenle ortaya
atılan her toplum, iktisat ve siyaset teorisinin temelinde, insanın şu ya da bu
şekilde bir varlık olduğuna ilişkin temel varsayım bulunmaktadır. Yani,
toplum, iktisat ve siyaset teorilerinin ortak iz düşümleri alındığında, ortaya
“kişilik” tasarımları çıkmaktadır. Bu bağlamda, toplum, iktisat ve siyaset
teorilerinin, varsaydıkları “kişilik” kurgularının bir türevi olarak biçimlendiği
ifade edilebilir. Diğer bir boyutuyla, her ne kadar psikoloji ekollerindeki
“birey” ve “kişilik mekanizmaları” bire bir esas alınarak modellenmiş olmasa
da, farklı kişilik algı ve kurgularının farklı toplum, iktisat ve siyaset teorilerine
yol açtığı ileri sürülebilir. Ayrıca, bir biriyle çelişen bu teorilerin aynı tarihsel
süreçte, büyük kitleler içerisinde nasıl taraftar bulduğu ve teorik
öngörüleriyle çelişen sonuçlar yaratmalarına rağmen varlıklarını nasıl
sürdürdüğü sorgulanabilir. Burada da yine kişilik kuramlarına bakmak
gerekir. İşte, bu çalışmada, kişilik kuramları ile toplum, iktisat ve siyaset
teorileri arasındaki ilişkinin açığa kavuşturulması; toplum, iktisat ve siyaset
teorilerinin psikolojik kökenlerine ışık tutulması amaçlanmaktadır. Şüphesiz,
kişilik kuramları ile toplum, iktisat ve siyaset teorileri arasındaki ilişki,
Freud’çu, liberal ve Marxist kişilik kuramlarıyla sınırlı değildir. Kaldı ki, bu
üç kuramın türevi olarak ele alınan olgulara ilişkin başka verilerin analize
dahil edilmesi halinde dahi, pek çok yeni türevin ortaya çıkacağı açıktır.
Ancak bu durumda yapılan çalışmanın alanı fazla genişleyeceğinden, bu üç
ana kuramla sınırlandırılmıştır.
Çalışma beş bölüm olarak tasarlanmıştır. Birinci bölümde kişilik
kuramlarına genel olarak ele değinilmiş; izleyen bölümlerde kişilik kuramları
ile toplum, iktisat ve siyaset teorileri arasındaki ilişki ortaya konarak, kişilik
kuramları ışığında, toplum, iktisat ve siyaset teorilerinin psikolojik
kökenlerine inilmeye çalışılmıştır. Son bölümde ise, anılan teorilerin, bir
birleriyle çelişmelerine ve uygulamada kuramsal öngörülere aykırı sonuçlar
üretmelerine rağmen, toplumlarda nasıl tutunduklarına ilişkin psikolojik
sürecin nasıl işlediği açıklığa kavuşturulmaya çalışılarak, sonuca gidilmiştir.
2
Hüseyin AKYILDIZ
KİŞİLİK KURAMLARI: İNSAN DOĞASINDAN
İKTİSAT VE SİYASET TEORİLERİNE
TOPLUM,
Kişilik, bireyin bilinç ve bilinçdışı hafızalarını içeren, çevre koşullarının
etkisi altında kendi psikolojik süreçlerinde tutum ve davranışlarını üreten
kendine özgü dinamik bir yapıdır (Morgan, 2004:318, 363; Jung, 1982: 66,9398; Yoshino, Kimura vd., 2005: 1). Kişilik, bireyin doğuştan (nature) sahip
oldukları donanımları (temperament dimentions) ile sonradan edindikleri
(nurture) donanımları (charecter dimentions) kapsamaktadır. Birincisi bireyin
psiko-varlığının biyolojik içeriğine, ikincisi ise sosyal boyutuna vurgu
yapmaktadır. Bireyin kendine özgü tutum ve davranışları tamamen bu
donanımların bir bütün olarak ürettiği süreçlerdir. Diğer deyişle kişilik,
biyolojik ve sosyolojik nitelikleriyle, psikolojik bilinç ve bilinçdışı
mekanizmaların aracılığıyla sürekli yeniden kurulum içerisinde olan dinamik
bir yapıdır (Yoshino, Kimura vd., 2005:1 ; Morgan, 2004: 43-44). İşte
kişiliğin bu dinamik yapısı ile biyolojik ve sosyolojik içeriğindeki belirsizlik
farklı kişilik tasarımlarına neden olmaktadır.
İnsan, doğası itibariyle, mutlak biyolojik determinizme göre, genetik
olarak sıkı sıkıya programlanmış (Douglas, 1989: 308), yeni biyolojik teoriye
göre, kısmen özgürlüğe açık bir yapı (Douglas, 1989: 309); rasyonalist
kültürel deterministlere göre, kültürün ve uzmanların belirlediği (Douglas,
1989: 297, 310-311), Dewey’e göre alışkanlıkların tanımladığı (White, 2003:
236), Bentham’a göre “homo economicus” (Yayla, 1992: 80), Hume, Smith
ve Hayek’e göre “irrasyonel” (Yayla, 1993: 105); Freud’a göre cinsel
eğilimlerin güdümlediği vahşi (Fromm, 1998: 42; Horney, 1980: 14 ), Marx’a
göre ise “doğa”sını özgürce dışsallaştırması gereken olumlu bir varlığa
(Fromm, 1998: 79-80) karşılık gelmektedir.
Görüldüğü üzere, her düşünür farklı bir “insan” tasarımında
bulunmaktadır. Her “insan” tasarımı da farklı toplum, iktisat ve siyaset
kurgularına yol açmaktadır. Hatta aynı “insan kuramı”ndan farklı yorumlarla
bir birine zıt toplum, iktisat ve siyaset teorileri ortaya çıkmaktadır. Bu
nedenle toplum, iktisat ve siyaset teorileri temelde kişilik kuramlarının
türevleri olarak ele alınabilir. (Yayla, 1992: 14, 28, 117).
FREUD’CU KİŞİLİK KURAMI: TOPLUM, İKTİSAT VE SİYASET
TEORİLERİ
Freudizm ve onun türevleri cinsellik üzerine kurulmuş basit bir insan
doğası varsayımını içermektedir (Douglas, 1989: 297). Freud’a göre kişilik
“id”, “ego” ve “super-ego”dan oluşmaktadır. Bunlardan “id” (ilkel benlik) iç
güdüsel isteklerin tümünü temsil etmekte ve bilinçlilik düzeyine erişimine
izin verilmediği için bilinç-dışı ile özdeşleştirilmektedir. “Ego” (benlik) ise,
yaşama ilişkin gerçekçi yorum yapma işlevini icra eden örgütlenmiş kişilik’i;
yani bilinçliliği; buna karşın, hem bilinç ve hem de bilinç-dışındaki kökleriyle
3
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
“süper-ego”
(üst benlik), toplumsal buyruk ve yasaklamaların
içselleştirilmesini temsil etmektedir (Debray, 1991: XII-XIII, 72-73;
Akyıldız, 1998: 167-168). Freud’a göre, insanı cinsellik ile saldırganlık
eğilimleri arasındaki çelişki güdümlemekte ve üçüncü taraf olarak toplumsal
kurallar ve otoriteyi temsil eden super-ego bu çatışmaya dahil olmaktadır.
Kişilik, cinsellik ve saldırganlık güdülerinin çeşitli biçimlerde yüceltilmeleri
yada bunlara karşı tepki düzenlerinden oluşmaktadır (Debray, 1991: 77;
Akyıldız, 1998: 167). Ego’nun gerçekçi yorum işleviyle katıldığı bu süreçte,
süper-ego’nun temsil ettiği kurallara uymayan cinsel ve saldırgan eğilimler
şiddetle bastırılarak bilinç altına itilmektedir. Freud’a göre baskı altına alınan
bu eğilimler, insanın uygarlık karşıtı karanlık yanını temsil etmektedir.
İnsanın tabiatı genellikle vahşi ve kötüdür. Toplum onu uygarlaştırmaya
çalışır. Bu nedenle uygarlıkla baskı arasında doğru bir orantı vardır (Debray,
1991: 61-63, 111-117; Fromm, 1998:105-108; Horney, 1980: 14; Akyıldız,
1998: 167).
Freud’un yaklaşımının kökeni Auguistinist teoriye götürülmektedir.
Anılan teoriye göre, insanların içinde kötülük olduğu için, kendi hallerine
bırakıldıklarında sürekli fenalık işleyeceklerinden, Tanrı onlara kendilerini
kötülüklerden alıkoyacak kurallar koyan kilise ve devleti armağan ettiği ileri
sürülmektedir. Bu durumda monarklar ve kiliseyi temsil edenlerin de insan
olduğu düşünülebilir. Ancak bu kez de monarklar ve kiliseyi temsil edenlerin
doğrudan İsa’dan geldikleri ve kötü insanlar üzerinde sadece Tanrının
kurallarını uygulayan kimseler olduğu varsayılmaktadır (Douglas, 1989: 302303).
Benzer bir yaklaşımla, Freud’çu düşünceyle faşist devlet modeli
arasında bağ kurulabilir. Bireylerin üzerinde kutsal varlığı temsil eden baskıcı
faşist devlet modeli ile Freud’un “id” üzerinde uygarlaştırıcı baskısını temsil
eden “süper-ego”nun bir biriyle örtüştüğü görülmektedir (Tura, 2003: 222).
Aynı yaklaşım daha hafif tonlarıyla Keynesyen teori için de uygulanabilir.
Keynes’in “bireylerin spekülasyon güdüsüyle para talebinde bulunması yada
sendikalar yoluyla yüksek ücret artışı elde etmeleri nedeniyle ekonomide tam
istihdamın sağlanamaması; bu nedenle, devletin ekonomiye para
politikalarının yanı sıra açık bütçe ve maliye politikalarıyla müdahale etmesi
gerektiği” yaklaşımı (Öcal, 1981: 282-283, 310,311; Smith, 1994: 204-206;
Dornbusch ve Fisher, 1990: 141-142) ile Freud’un “id” ve “süper-ego”ya
yüklediği anlam ve fonksiyonlar arasındaki benzerlik kolaylıkla görülebilir.
Bu bağlamda, Keynes’in “devlet müdahalesi” yoluyla ekonomik sistemi
denetimlerinde tutan kamu görevlilerinin, bencil ve spekülatif amaçlarla
kamu zararına ekonomik faaliyetlerde bulunabilen toplum bireylerinden
daha erdemli ve akıllı davranacaklarına ilişkin örtülü varsayımı (Hirsch,
1978: 127-128) ile Freud’un “süper-ego”nun “id” üzerindeki uygarlaştırıcı
baskısına ilişkin yaklaşımının örtüştüğü söylenebilir. Buradan da siyasal,
sosyal ve iktisadi bir kavram olan refah devleti ortaya çıkmaktadır.
4
Hüseyin AKYILDIZ
Freud’un “bastırma mekanizması” ve “psişik ekonomi” fikri üç metapsikolojik hipotezinden ikisini oluşturmaktadır. Freud’a göre tatmin
(pleasure) sinir sisteminin boşalımı, acı ise enerji birikimidir. Yaşamın
gerekleri her zaman hemen enerji boşalımına imkan vermez. Bu nedenle
sinir sitemi elde edebileceği tatmini erteleyebilir. Ancak organizma sinir
sistemindeki enerjiyi boşalmak eğilimindedir. İşte organizma bunu
gerçekleştirirken sinir sisteminde en kısa yol kullanılır. Bu nedenle Freud’a
göre, bireyler psişik maliyeti minimize etme eğilimi içerisinde olan, “psişik
enerji ekonomileri”ni içeren varlıklardır. Diğer yandan, tatmine giden yolda,
tatmini güvenceye almak daha fazla zamanı gerektirebilir. Bu durumda
organizma, boşalımı erteleme yoluyla enerji yatırımında bulunabilir. Burada
Freud’çu yaklaşım ile klasik iktisadın “faizin tüketimden vazgeçmenin ya da
beklemenin karşılığı” olduğuna ilişkin yaklaşım bire bir örtüşmektedir. Diğer
yandan, Freud’un“psişik ekonomi” fikri marjinalist doktrini andırmaktadır.
Buna göre, ihtiyaç, ekonominin kendi kendine ürettiği bir şey olmayıp;
bireylerin iç güdülerinden kaynaklanan bir olgudur. Psiko-analiz malları nötr
objeler olarak ele almaktadır. Bu mallar, ancak istek alanına girdiğinde,
kendilerine değer atfedilen kıt mallardır. Bu nedenle, Freud’un 19. yüzyılın
kıtlık ekonomisi ile Maltusian korkuların etkisinde kaldığı; “psişik ekonomi”
fikrinin politik iktisadın semantik bir benzetimi olduğu ileri sürülmektedir.
Diğer yandan, psiko-analitik teorinin, insan yerine, “bireyin çıkar
optimizasyonu peşinde koşan varlık” olduğuna ilişkin inanca yapışmış
olduğu ifade edilmektedir. Gerçekten de, Freudçu düşünceden, “bilinçdışının gizlice bireysel tercihleri belirlediği”ne ilişkin bireyin kendi kendine
“öz aldatma”sı çıkarıldığında, geriye kalan yaklaşımların neo-klasik iktisatla
örtüştüğü görülmektedir (Birken, 1999: 331 vd).
Kaldı ki,
klasik ve neo-klasik iktisadın “ihtiyaçların sonsuz”,
“kaynakların kıt” ve “insanın elemden kaçan ve haz arayan varlık (homo
economicus)” olduğuna ilişkin varsayımları ile Freud’çu psikanalizin “insan
arzularının sonsuzluğu ve tamamen karşılanamayacağı”na ilişkin varsayımı
arasında uyum olduğu ifade edilmekte; kaygı, haz ve rekabet üçgeninde fayda
maksimizasyonunu içeren “homo economicus” ile psikanalizin cinsellik ve
saldırganlık güdülerinin çeşitli biçimlerde yüceltimlerini içeren “id” ve ego”
süreci arasında güçlü bir bağ kurulmaktadır (Tura, 2003: 221-222).
LİBERAL KİŞİLİK KURAMI: TOPLUM, İKTİSAT VE SİYASET
TEORİLERİ
Liberalizm toplumsal, siyasal ve ekonomik bir kavramı temsil
etmektedir. Genel olarak, temelini doğal hukuk, doğal insan hakları ya da
Bentham’cı faydacılık gibi teoriler oluşturmaktadır (Yayla, 1992: 25; Yayla,
1993: 96; Friedman, 1988: 23-24).
5
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
Doğal İnsan Hakları Teorileri
Doğal hukuk ve insan hakları teorilerine göre, doğal (tabi) hukuk
daimi, değişmez, kökünü insan doğasından alan yasalardır. Burada, doğa
(tabiat) akıl hakimiyetinin yasasını ifade etmektedir. Temelinde, insan aklının,
bütün sosyal, siyasal ve ekonomik ilişkileri düzenleyen doğal yasaları
bulmaya ve uygulamaya muktedir olduğu varsayımı bulunmaktadır (Yayla,
1992: 29-30).
Locke’a göre, insan, doğuştan tabiatı icabı bir takım haklara (yaşam,
özgürlük ve mülkiyet) sahip olan bir varlıktır. Siyasal örgütlenme insanların
doğa durumundan uygarlığa geçmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Locke’un doğa
durumunda insanlar özgürlük ve eşitlik içerisinde yaşarlar. Doğa durumunda
herkesi bağlayan ve yöneten doğa yasası vardır. İnsanlar akıl yoluyla
kimsenin başkasının yaşamına, özgürlüğüne ve mallarına zarar vermemesi
gerektiğini öğrenir. Ancak, yine de insanın doğa halinde başkalarının
saldırılarına maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle insanlar
hayatlarını, özgürlüklerini ve mallarını korumak için doğa durumundan uygar
topluma geçerler. Bu bağlamda, insanlar kendilerinin ve başkalarının
korunması görev ve yetkilerini kısmen, yasalara karşı işlenen suçların
cezalandırılması yetkisini tamamen kendi rızalarıyla (toplumsal sözleşme)
siyasal iktidara devreder. Burada temel hakların sahibi olanlar bireyler, temel
hakların koruyucusu ise devlettir (Yayla, 1992: 31-32, 34-35, 43). Böylece
siyasal güç ortaya çıkar. Siyasal güç ise, “kamu yararı”na yasa koyma, iç ve
dış tehlikelerde toplumsal güç kullanma hakkını içermektedir. Siyasal güç
mukavele ile yaratıldığı için, yönetilenlerin rızasına dayanması gerekir. Bu
nedenle, siyasal güç yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını ortadan
kaldıramaz. Siyasal gücün böyle bir şeye teşebbüs etmesi halinde toplumsal
sözleşme bozulur ve siyasi otorite meşruiyetini kaybeder (Yayla, 1992: 43).
Bu durumda, Locke’un siyaset teorisinde, klasik liberalizmin savunduğu
“negatif özgürlük” ilkesine dayanan “minimal devlet” anlayışının izleri açıkça
görülmektedir (Yayla, 1992: 20-21, 43). Ancak Locke’un, rasyonalist bir
teori geliştirmesi, siyasal gücün oluşumunda toplumsal sözleşme yoluyla
yönetilenlerin rızasının alınmasında çoğunluğun kararının benimsenmesine
ve siyasal gücün “kamu yararı” ile yetkilendirilmesine eğilimli olması klasik
liberaller tarafından kuşkuyla karşılanmıştır (Yayla, 1992: 45).
Smith’in Doğal Haklar ve Kazanılmış Haklar Yaklaşımı
Smith, hakları, doğal haklar (yaşam ve özgürlük) ve kazanılmış haklar
(mülkiyet) olarak ikiye ayırarak, sitemini doğal özgürlük anlayışı üzerine
kurmaktadır. Smith, bir taraftan, insan doğasında, “kendini düşünme ve
sempati”, “özgürlük arzusu ve topluma uyum”, “çalışma ve mübadele”
eğilimlerinin bulunduğunu, bu eğilimlerin toplum içinde birbirini etkileyerek
denge ve ahenk meydana getirdiğini, bu süreçte bireylerin kendi istek ve
çıkarları peşinde koşarken diğerlerinin de iyiliğine sonuçlar yarattığını; diğer
6
Hüseyin AKYILDIZ
taraftan da, insanın, doğası icabı, tembel, müsrif ve tedbirsiz olduğunu,
piyasada, ancak koşulların zorlamasıyla ekonomik davrandığını ifade ederek,
adeta “görünmez el” tarafından yönetilen klasik liberal ekonomi düzenine
ulaşmaktadır (Yayla, 1992: 63-78; Yayla, 1993: 98). Smith, insan doğasının
bir kısım özelliklerinin geliştirilirken, diğerlerinin kontrol edilmesi gereğine
değinerek, bunun bireylerin kendi kendilerine getirdikleri kısıtlamalar yoluyla
mümkün olacağına işaret etmekte ve toplum düzeninin ancak böyle
işleyeceğini belirtmektedir (Smith 1974: 17). Smith, “insan”ı kendi yararının
yanı sıra, diğer insanların da yararını gözeten, diğer insanlarla duygudaşlık
eğilimi olan varlık olarak tasavvur ettiği için, buradan görünmez el tarafından
düzenlenen insancıl bir ekonomi düzenine ulaşmaktadır (Smith 1974: 17-18,
44, 75). Dolayısıyla Smith’in ekonomi dünyasında varsaydığı harmoni,
devlet müdahalesini gereksiz hale getirmekte ve doğal özgürlük doktrini
olarak, liberel ekonomi düşüncesine yol açmaktadır (Ekelund and Hébert:
100). Böylece temel görevleri “adalet” ve “ulusal güvenlik”in sağlanması ile
karsız olduğu için özel teşebbüsün girmediği alanlarda kamu yararına
işletmeler kurmakla sınırlanan liberal devlet sistemi ortaya çıkmaktadır
(Ekelund and Hebert: 119). Smith’ in yaklaşımında görüldüğü üzere,
bireylerin duygudaşlığı sayesinde kendiliğinden adil bir sosyal düzenin
çıkacağına ilişkin bir anlayış bulunmaktadır. Ancak gerek liberal kapitalizmin
sık sık içerisine girdiği iktisadi krizler, gerekse toplumda ortaya çıkan sosyal
bunalımlar Smith’in tasavvur ettiği toplum düzeninin gerçekleşmediğini
göstermiştir. Bu nedenle, bu süreç daha sonra Keynesyen refah devleti
modeline yol açmıştır (Flora ve Heidenheimer: 22; Hirsch, 1978: 126; Helm,
1989: 26, 28).
Sosyal Seleksiyon Teorileri
Bu yaklaşım, liberalizmin temel kurumları olan kişilik ve mülkiyet
haklarına ilişkin düzenlemeleri, toplumların kendiliğinden geliştirdiği kurallar
olarak ele almaktadır. Örf adet hukuku (Anglo-Sakson Common Law) buna
örnek olarak verilmektedir (Yayla, 1992: 30-31). Bu bağlamda Hume’a göre,
liberal toplum düzenin, moral değerlerin yaratılmasında kapasitesi sınırlı,
bencil ve miyopik varlık olan insan aklının icadı değil, tersine, sosyal evrim
sürecinin ürünü olduğu ifade edilmektedir (Yayla, 1992: 54-62). Hayek de
aynı yaklaşım içerisindedir. Hayek’e göre, bireyin bencil ya da alturist olması
önemli değildir. Kaldı ki, birey rasyonel bir varlık da değildir. Önemli olan
bireylerin kendi arzuladığı şeyleri yapabileceği ve sonuçlarını görebileceği bir
sürecin oluşturulmasıdır. Bu süreç rekabetin serbest olduğu piyasa
ekonomisidir. Piyasada rekabet rasyonel davranışı üreten süreçtir. Rekabet,
pazar sürecine katılan ve irrasyonel davranan bireylerin, varlıklarını
sürdürebilmek için, az sayıda rasyonel davranan ve rasyonel davrandıkları
için de avantaj sağlayan diğer insanları taklit etmeye sürüklendiği, bu nedenle
de rasyonel yöntemlerin yaygınlaştığı bir süreçtir. Hayek buradan, faydalı
bulduğu ve temelini hukukun üstünlüğü, bireysel özgürlük, özel mülkiyet ve
7
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
rekabet kurumlarının oluşturduğu kendiliğinden doğan bir düzene, yani
piyasa ekonomisi ve liberal sosyal düzene ulaşmaktadır (Yayla, 1992: 30-31,
188-192; Yayla, 1993: 52, 98-106, 137-148, 153). Hayek özel mülkiyeti
özgürlüğün temel koşulu saymaktadır. Hayek’e göre özel mülkiyet
olmaksızın özgürlük olmaz (Yayla, 1993: 146-147). Ancak burada bir sorun
ortaya çıkmaktadır. Bu, mülkü olmayanlar için özgür olmanın mümkün olup
olmayacağı sorunudur. Mülk özgürlüğün koşulu olarak ele alındığında pozitif
özgürlük kavramına geçilerek liberalizme aykırı bir durum ortaya
çıkmaktadır. Bu durum da özel mülkiyet hakkının tanındığı ülkelerdeki
özgürlüğün, özel mülkiyet hakkının tanınmadığı ülkelerden daha gerçek ve
geniş olduğu gerekçesiyle savunulmaktadır (Yayla, 1993: 148). Ancak sorun
bununla çözümlenememektedir. Çünkü pozitif özgürlük kavramına
dayanarak, bireysel özgürlük ve özel mülkiyete yapılan eleştiriler, hukuki ve
etik pozitivizme yol açarak refah devletçi sosyal teorilerden radikal totaliter
teorilere kadar kaynaklık etmektedir (Yayla, 1992: 148-152; Yayla, 1993:
130). Liberalizmin bu zayıf noktasıdır ki, dogmatik olarak savunma ihtiyacı
ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, J. S. Mill ve Hayek, liberal sosyal düzenin
yaşaması için yasal düzenlemelerin yanı sıra toplumun liberal değerlerin
faydasına inanmış olmasını da gerekli görmektedir (Yayla, 1993: 53). Aklı
psikolojik bir varlık olarak tanımlayan Hayek (Yayla, 1993: 58-65), bireylerin
içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların bireylerde özgürlük ve özel
mülkiyete ilişkin farklı inanç ve değerlere yol açacağını görmüş olmalı ki,
özgürlüğü, dogmatik ve doktriner biçimde savunulması gereken politik bir
“ahlak ilkesi” olarak ele almaktadır (Yayla, 1993: 53). Halbuki dogmatik ve
doktriner olan şey, çoğu zaman gerçeğin ta kendisi değil; sadece mutlak ve
son gerçeğin kendisi olduğuna ve kendisinin dışında başka bir gerçeğin ve
kesinliğin bulunmadığına ilişkin telkine dayanan bir inançtır. Gücünü hayal,
fantezi ve umutlardan alır. Çünkü, gerçek olmayan şeyler olan şeylerden
daha yücedir (Hoffer, 1980: 54, 56). Bu anlamda Hayek’in dogmatik ve
doktriner bireysel özgürlük ekonomisi, gerçek olduğu oranda güçsüz, güçlü
olduğu oranda da gerçek dışı değerlendirilebilir. Son yıllarda, liberal
düşüncenin global popülaritesine rağmen, halen uygulamada rağbet
görmemesi bu düşünceyi doğrulamaktadır.
Bentham’cı Faydacılık- Homo Economicus
Liberalizmin insan tasavvurlarından en önemlisi, rasyonalist faydacılığın
kurucusu Jeremy Bentham’ın insanı, tabi hukuk ve doğal hakların dışında,
“haz arayan ve elemden kaçan bir varlık” (homo economicus) olarak
tanımladığı psikolojik aksiyomudur (Yayla, 1992: 80). Bentham’a göre asıl
olan haz ve ıstırap hisleri olup; tabiî hukuk, tabiî haklar ve sosyal mukavele
teorisi temelden yoksun kurgulardır. Bir eylem mutluluk ürettiği için
meşrudur. Devlete itaatin nedeni faydadır. Devlet hukukun kaynağıdır.
Hukuk ise, devlet otoritesi ile müeyyideye bağlanmış; ancak hukukun kaynağı
olarak devleti bağlamayan kurallar toplamıdır. Böylece, kuvvetler ayrılığının
8
Hüseyin AKYILDIZ
dışlanması ve siyasal iktidarın hukuken sınırlanması imkanının ortadan
kalkmasıyla sonuçlanan bu yaklaşım, aslında “metodolojik bireyci” ve
“laissez faire”ci olan Bentham’ın teorisine otoriter bir nitelik kazandırmıştır.
Bu bağlamda, “sosyal fayda”nın devlet müdahalesiyle artırılması yoluyla
bireysel özgürlük ve hakların ihmal edilebileceğine ilişkin kolektivist anlayış
bu eğilimin totaliter özünü temsil etmektedir (Yayla, 1992: 79-83).
Yukarıdaki çıkarsamaların temelinde siyasal özgürlük ile ekonomik
özgürlük arasında kurulan bağ bulunmaktadır. Bentham ve felsefeci
radikallerin siyasal özgürlüğü ekonomik özgürlüğün aracı olarak görme
eğilimleri böyle bir sonuca götürmekteydi. Bentham ve felsefeci radikaller,
siyasal reform yoluyla, büyük kitlelere oy hakkının verilmesi halinde,
çoğunluğun kendileri için iyi olanı tercih ederek, “laissez faire” lehine oy
kullanacaklarına inanıyorlardı. Böyle bir yaklaşımın toplumsal psikolojik
gerekçesi de mevcuttu. Çünkü “laissez faire” doğrultusunda gelişen
ekonomik reform eğilimi siyasal reforma eşlik etmekteydi. Ancak, anılan
süreçte, negatif özgürlüğün yerine refah özgürlüğünün (pozitif özgürlük)
baskın çıktığı, kolektivizm eğilimlerinin hız kazandığı ve devletin
ekonomiye müdahalesinin arttığı bir gelişme ortaya çıktı (Friedman, 1988:
27-28). Halbuki, Friedman’ın (1988: 24) ileri sürdüğüne göre, ekonomik
özgürlük, daha geniş anlamdaki özgürlüğün bileşeni; bu nedenle kendi başına
amaç ve siyasal özgürlüğe ulaşmak için zorunlu bir araçtır. Ekonomik
özgürlüğü sağlayan örgütlenme biçimi serbest piyasa ekonomisidir. Yani
rekabetçi kapitalizm. Tarih, kapitalizmin siyasal özgürlüğün gerekli, ancak
yeterli olmayan bir koşulu olduğunu söylemektedir. Kapitalist düzenlemeler
ile özgürlükçü olmayan siyasal rejimler bir arada bulunabilir; ancak kapitalist
olmayan düzenlemelerle siyasal özgürlükçü rejimlerin bir arada bulunması
mümkün değildir (Friedman, 1988: 26-27). Mises’e göre piyasa ekonomisi,
bütün siyasi özgürlükler ve hakları yaratan süreçtir (Yayla, 1992: 164-166).
Buradaki özgürlük, Smith’in “doğal özgürlük sistemi”, Bastiat’ın “doğal
ahenk düzeni” ve Spencer’in “eşit özgürlük kanunu”nun da temelini
oluşturan negatif özgürlüktür (Yayla, 1992: 167). Bu bağlamda, temel
ilkelerini, bireycilik, özgürlük, piyasa ekonomisi ve minimal devletin
oluşturduğu klasik liberalizm ortaya çıkmaktadır (Yayla, 1992: 135-136;
Aktan a: 2).
Homo Economicus’dan Sapma-Keynesyen Yaklaşım
Klasik ve neo-klasik iktisat kuramlarının temel varsayımını oluşturan
“homo economicus” (Ryan, 2003: 245; Üstünel, 1988: 91, 102; Tura, 2003:
221-222) metodolojik bireycilik ve ekonomide genel denge düşüncesini de
beraberinde getirmektedir (Yayla, 1992: 142; Üstünel, 1988: 90, 101-102,
104; Öcal, 1981: 165-180; Aktan a :7-8). Ancak, Keynes’in toplam talebin
yetersizliği nedeniyle ekonominin eksik istihdamda dengeye gelebileceğine
ilişkin modeli bu yaklaşımın gözden düşmesine neden olmuştur. Keynesin
9
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
modelinde emek talebi reel ücretlerin, emek arzı ise nominal ücretlerin
fonksiyonu olarak ele alınarak; ekonominin eksik istihdamdan tam istihdama
geçişinin sağlanabilmesi için emek talebinin artırılması; bunun için de reel
ücretlerin düşürülmesi önerilmektedir. Bu süreçte, nominal ücretlerin
düşürülmesine çalışanların ve sendikaların karşı koyması nedeniyle; hatta
nominal ücretlerin düşürülmesi halinde dahi istihdam artışının sağlamayacağı
gerekçesiyle, devletin enflasyonist para ve bütçe politikalarıyla ekonomiye
müdahale etmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır (Öcal, 1981: 272-311;
Smith, 1994: 204-206; Dornbusch ve Fisher, 1990: 141-142; Wachtel, 1989:
93-107, 120-130, 338-340). Burada Keynes, örtülü olarak, toplumda alturist
duyguların güçlü olduğunu ve kamu görevlilerinin piyasada faaliyette
bulunan müteşebbislerden daha rasyonel ve erdemli davranarak kamu
yararını maksimize edeceklerini varsaymaktadır (Taylor-Gooby, 1998: 215).
Ayrıca, Keynes, emek talebini reel ücretlerin, emek arzını nominal ücretlerin
fonksiyonu olarak ele alarak, istihdam konusunda işverenlerin rasyonel
davranacağına, buna karşın çalışanların para yanılgısına kapılacağına ilişkin
diğer bir varsayımda daha bulunmaktadır (Berberoğlu, 1995: 70-71). Bu
varsayımlar “homo economicus”dan sapmalar olarak ele alınabilir. Keza,
modern ekonominin kurucusu Keynes, genelde, yapısal ya da holistik
iktisatçı olarak kabul edilmektedir (Zafirovski, 2000:569-570).Keynesyen
yaklaşım daha sonra negatif eğimli Philips ilişkisi ile daha da netleşmiştir
(Dornbusch Ve Fisher, 1990: 475-479; Smith, 1994: 206-209; Wachtel, 1989:
142-146). Siyasal gücün izlediği para ve maliye politikalarıyla enflasyonun
sürekli olarak bireylerin beklentilerinin üzerinde gerçekleştirilmesi bireylerin
sürekli yanıltılması anlamına gelmektedir. Böylece para ve maliye
politikalarını üretenlerin toplum yararına rasyonel davrandıkları, diğer
bireylerin ise rasyonel davranmadıkları varsayılmaktadır. Yani Keynesyen
yaklaşımda “homo economicus”dan sapılmakta ve buradan da devletin
ekonomiye müdahale ederek, bütün makro-ekonomik büyüklükleri
belirlemesi politikaları türetilmektedir (Taylor-Gooby, 1981: 72-73; Foster,
1989: 92-93). Diğer deyişle, buradan siyasal gücün kamu yararına ekonomiye
müdahale ederek baştan aşağı biçimlendirdiği rasyonalist bir yaklaşım
(Yayla, 1992: 20-23, 98; Yayla, 1993: 65-67) ortaya çıkmaktadır.
Tekrar Homo Economicus’a Dönüş-Liberalizmim Yeni Versiyonları
Keynesyen politikaların stagflasyonla sonuçlanması (Buchanan a: 2-4;
Smith, 1994: 213) klasik liberalizmin yeni türevleri olan monetarist ve arzyönlü iktisat yaklaşımlarının popüler hale gelmesiyle neticelenmiştir. Bu
kapsamda, monetarist iktisatçılardan, Milton Friedman ve Edmund
Phelps’in, “adaptif beklentiler” ve “doğal işsizlik oranı” hipotezlerinde
iktisadi birimlerin, enflasyonist politikalarla kısa dönemlerde yanıltılsalar
dahi, uzun dönemde rasyonel davranacaklarını varsayarak, uzun dönemde
devlet müdahalelerinin işsizliği azaltmak bir yana sadece enflasyonu
artıracağını, bu nedenle de devletin ekonomiye müdahaleden vazgeçmesi
10
Hüseyin AKYILDIZ
gerektiğine ilişkin yaklaşımları (Smith, 1994 : 209-212, 217-219; Foster, 1989:
40-53), uzun dönemde bireylerin “homo economicus” olarak davrandığı
anlamına gelmektedir. Friedman ve Phelps’in monetarizminin ötesine geçen
rasyonel beklentiler teorisinin, adaptif beklentiler analizinde yer alan
“enflasyon beklentilerinde sürekli sistematik hata” unsurunun yerine
“rasyonel beklentiler”i ikame ederek, kısa dönemde dahi Philips ilişkisinin
mevcut olmadığını (Smith, 1994: 213-216; Foster, 1989: 45-53; Canaktan
a:14-15); dolayısıyla ortalama bireylerin kısa dönemde dahi rasyonel
davrandığını ileri sürmesi, bireylerin kısa dönemde de homo economicus”
olduğu varsayımına geri dönüşü temsil etmektedir. Sonuçta da, bu
teorilerden, temelini bireyci metodoloji ve “homo economicus” ilkesinin
oluşturduğu klasik liberalizmin yeni versiyonları türetilmektedir.
Bu bağlamda, metodolojisini “bireycilik” ve “homo economicus” ilkesi
üzerine kurmuş olan Virginia Politik İktisat Okulu, kamu tercihi ve anayasal
iktisat teorisiyle, siyasi otoritenin anayasal kurallarla sınırlandırılması yoluyla,
yeniden 18. Yüzyıl klasik liberalizmine dönüşü önermektedir (Buchanan b: 5;
c: 2; Aktan b:19). Bu yaklaşıma göre, devlet müdahalesini üreten siyasal ve
bürokratik süreçler ile siyasal süreçlerde rol oynayan baskı ve çıkar grupları
arasındaki ilişkiler, “kamu yararı” yerine “bireysel yarar” tarafından
biçimlendirilmektedir. Bu bağlamda, siyasal ve toplumsal süreçler bireylerin
rasyonel tercihleri sonucu ortaya çıkmaktadır (Buchanan ve Brennan, 1989:
3, 12-18; Buchanan, 1989a: 25; 1989b: 37; Aktan b: 19; c: 2-3 ). Birey,
Hume’un belirttiği gibi, kamusal ilişkilerde çıkarından başka bir şey
düşünmeyen bir varlığı temsil etmektedir (Taylor-Gooby, 1998: 215).
Böylece, birey “homo economicus” olarak tanımlandıktan sonra, kamu
ekonomisinin düzen içinde işleyebilmesi için, siyasal iktidarların ekonomik
güç ve yetkilerinin anayasal düzeyde sınırlandırılması ve rekabete işlerlik
kazandıracak temel kuralların anayasada yer alması önerilmektedir. Bu
bağlamda devletin ekonomik alandaki fonksiyonlarının; vergileme, harcama,
borçlanma ve para basma yetkilerinin sınırlandırılması, kamu ekonomisinin
mümkün mertebe küçültülmesi ve özel sektörle rekabete açılması,
özelleştirme, çıkar ve baskı gruplarının siyasal etkinliklerinin azaltılması ile
bireyciliğin esas alınması önerilmektedir (Buchanan b: 8-9; d: 8-11; e:1-7; f:
6-11; Tullock: 6-7; Aktan b: 20, 22, 52; d: 2; Savaş, 1997: 33-39; Arın, 1997:
80-81, 88). Diğer deyişle, Virginia Politik İktisat Okulunun yaklaşımında,
klasik liberal devlet ve liberal ekonomi yaklaşımına geri dönülmektedir.
Ancak, bu yaklaşıma önemli katkılarda bulunmuş olan Buchanan,
“homo economicus” ve “bireycilik” metodolojisiyle piyasaların ve siyasal
süreçlerin yeterince modellenemeyeceğini, bu tür modellerde “kamu
yararı”nın asla analize giremeyeceğini ve bireyci metodolojiden bir anayasal
iktisat türetiminin zor olduğunu; çünkü değerin kaynağı olarak birey
alındığında, bireysel çıkar dışında “kamu yararı” ve kolektiviteyi var eden
normatif değerlerin ve kuralların üretilmesinin mümkün olmayacağını ifade
11
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
etmektedir (Buchanan, 1989a: 32; 1989c: 60-63). Ayrıca belirtmek gerekirse,
aynı tarihsel dönemde aynı üretim biçiminin farklı toplum düzenlerine yol
açması, kurumların da bireysel tercihler üzerinde belirleyici rolünün
olduğunu göstermektedir (Dulupçu, 2003: 52; Jessop, 2001:215-216; North,
1-2;, Buchanan, 1989b: 41-42; Taylor-Gooby, 1998:: 221-222; Lewis vd.,
1998: 173-180).
MARKSİST KİŞİLİK KURAMI: TOPLUM, İKTİSAT VE SİYASET
TEORİSİ
Marx, insan kavramını ele alırken, insan “doğa”sı ile “varlığı” arasında
bir ayrıma gitmektedir. Marx’ın insan doğasına ilişkin tanımı, kökleri
itibariyle Spinoza, Goethe ve Hegel tarafından geliştirilmiş olan hümanistik
insan tasarımına dayanmaktadır. Marx’a göre, kendi “varlığı”nı özgürce
kendisi yaratarak, kendi “doğa”sını dışsallaştıran kimse sağlıklı bir insan
olarak tanımlanmaktadır (Fromm, 1998: 79-80). Marx, “doğa”sı itibariyle,
her bireyi insan “tür”ünü temsil eden evrensel bir varlık olarak
düşünmektedir. İnsanın “tür” varlığı (doğasına uygun kişiliği), onun doğa
üstündeki bağımsız etkin tür yaşamıyla gerçekleşir. Bu süreç, bireyin üretim
yoluyla kendi eserlerini yaratarak türsel yaşamını nesnelleştirmesidir. Anılan
süreçte, birey özgürce etkinlikte bulunarak “doğa”sına uygun bir kişilik
kurulumunu gerçekleştirmiş olur. (Tolan, 1980: 147). Ancak, Marx’a göre,
insanın kişiliği (varlığı), insanın “doğa”sına (özü) uygun olarak
gerçekleşmemektedir. Çünkü, özel mülkiyet ve iş bölümü geliştiği oranda,
insan kendi dışındaki güçlerin belirlediği “varlık” haline dönüşerek, özgürce
kendi “doğa”sını gerçekleştirme imkanından yoksun kalmaktadır. Dolayısıyla
Marx’a göre insanın somut varlığı (kişiliği) “doğa”sına yabancılaşmış olarak
gerçekleşmektedir (Tolan, 1980: 145).
Feuerbach’ın “Tanrı’nın insanı değil, insanın Tanrı’yı yarattığı ve
insanın kendi gücünü aktararak yarattığı Tanrı ile tapınarak kurduğu ilişkide
ne kadar çok şeyi Tanrı’ya izafe ederse o ölçüde kendisine az şey bırakarak
yabancılaştığı”na ilişkin yaklaşımını emeğe uygulayan Marx, kapitalist
kurum ve kuralların tümünü ve siyasi erk’i emeğin kendisini köleleştirdiği bir
yabancılaşma olgusu olarak ele almaktadır. (Marx, 1971: 141-142; Fromm,
1998: 56-57). Orta çağ’a ilişkin “insanların kötülüğe eğilimli varlıklar olduğu
ve Tanrının monarklar ile kiliseyi insanları kötülüklerden alıkoymakla
görevlendirdiği”ne ilişkin Auguistinist yaklaşım (Douglas, 1989: 302-303) ve
sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan burjuva hakimiyetine duyulan tepki,
Marx’ın böyle bir yaklaşım üretmesinin psikolojik tabanını oluşturmuş
olabilir.
Görüldüğü üzere, Marx, insan doğası ve kişilik kurgusunun orijinine
“emek” olgusunu koymaktadır. Ona göre, emek, insanın doğa ile ilişkisinde
özgürce yeni bir evren yaratarak kendisini gerçekleştirme sürecidir. Ancak
özel mülkiyet ve iş bölümüne dayanan üretim düzeninde, emek, bu niteliğini
12
Hüseyin AKYILDIZ
kaybederek, yarattığı ürünlerin, yabancı bir güç olarak, kendisini köleleştirdiği
bir süreç olarak ortaya çıkar. Emekçilerin kendi ürünleri olan makinelerin
dişlisi konumuna indirgendiği bu süreçte, “özgür bilinçli etkinlik” yerini
“yanılsamalı bilinçli etkinlik”e bırakarak, emekçilerin kendi yaşamlarının
amacı olmaktan çıkarak varlıklarının aracı haline dönüştüğü bir olgu ortaya
çıkar. Yabancılaşma olarak tanımlanan bu süreçte emekçiler daha çok
ürettikçe, kendilerini belirleyen objeler gittikçe güçlenmekte; dolayısıyla
emekçilerin içsel yaşamı gittikçe yoksullaşmaktadır (Tolan, 1980: 145, 147;
Fromm, 1998: 58,60; Marx, 1971: 141-142).
Marx’a göre, insanların bilinçleri öznel olarak kendi öz güçleri yerine,
üretim biçiminin ortaya çıkardığı tarihsel-toplumsal yaşam uygulaması
tarafından belirlenmektedir. Yani üretim biçimi yaşam biçimini; yaşam biçimi
de insan düşüncesi ve siyasal ve sosyal toplum yapısını belirlemektedir. Diğer
deyişle bilinç öznel bir etken olmak yerine sosyo-ekonomik bir olgu olarak
ortaya çıkmaktadır (Marx, 1971: 31-39; Fromm, 1998: 52,132; Akyıldız,
1998:164 ). Dolayısıyla, insanın bilinci yanılsamalı ve varlığı özüne yabancı
olarak gerçekleşmektedir. Bu nedenle, özel mülkiyet, devlet, servet ve para;
bunların hepsi insanlığın yabancılaşmasının ürünleridir (Marx, 1971: 137148, 195-199; Akyıldız, 2000: 3; Ulutan, 1980: 36-37; Esin, 1982: 35-36,39).
Bu çerçevede, insanlar sadece kendi yarattıkları nesneler evreni tarafından
değil; aynı zamanda toplumsal ve siyasal koşullar tarafından yönetilmektedir.
Sonuçta, kendilerini doğanın efendisi sanan yabancılaşmış insanların,
gerçekte kendi öz güçlerinin somutlaştığı şeyler ve koşullar evreninde güçsüz
ve edilgen varlıklar olarak köleleştiği bir süreç ortaya çıkmaktadır (Tolan,
1980: 149; Fromm, 1998: 58-59; Akyıldız, 1998:164-165). Bu nedenle, Marx
kapitalist toplumda sahip olmak (mülkiyet) ve kullanmak isteğine yenilmiş
olan edilgen yozlaşmış insan yerine, insansal özünü gerçekleştirerek kendisi
bir şey olan öznel insana imkan sağlayacağına inandığı alternatif bir toplum
düzenin kaçınılmaz olduğunu ileri sürmektedir (Fromm, 1998: 53; Tolan,
1980: 148).
Marx’a göre tarihi süreçte, kapitalizm yabancılaşmanın ulaştığı en ileri
aşamayı temsil etmektedir. Kapitalist toplum düzeninde sadece emekçiler
değil herkes yabancılaşmıştır. Bu süreçte kapitalistler memnun olup; benlik
yabancılaşmasının kendi güçlerinden kaynaklandığı yanılgısı içerisindedirler.
Buna karşın emekçiler benlik yabancılaşmasının altında ezilmekte ve
insanlığa aykırı bir durumun yaşandığının farkındadır. Bu nedenle
yabancılaşma sürecinde kapitalistler (mülk sahipleri) tutucu emekçiler
(proletarya) ise yıkıcı tarafı oluşturmaktadır. Proletarya özel mülkiyet
düzeninin kaçınılmaz olarak yarattığı, kendi tasfiyesini gerçekleştirecek karşı
gücü temsil etmektedir (Tolan, 1980: 147; Marx, 1971: 214).
Yabancılaşmanın her türünü, özel mülkiyet ve yabancılaşmış emek
ilişkisinin türevi olarak ele alan Marx, işçi sınıfının kölelikten kurtuluşunu
13
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
bütün insanlığın kurtuluşu olarak ele almaktadır. Çünkü, Marx’a göre, işçi
sınıfının kurtuluşu bütün insanlığın kurtuluşunu içermektedir (Marx, 1971:
149). İşçi sınıfının varoluş koşullarında insanlıkla ilgili ne varsa koparılıp
alınmış; toplumsal varoluşun insanlığa aykırı bütün özellikleri işçi sınıfında
yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, işçi sınıfı teorik olarak toplum düzeninin
bilincine varmanın ötesinde içinde bulunduğu insanlığa aykırı durumdan
dolayı ayaklanmaya zorlanan bir gücü temsil etmektedir (Marx, 1971: 214215; Akyıldız, 2000 : 4; Tolan, 1980: 198). Bu süreçte proleterler, hem
yabancılaşmış hem de ruhsal sağlığı yerinde birileri olarak yaşamını
sürdüremeyeceği için, tarihin ve kendi güçlerinin bilinçli öznesi olarak,
kapitalizme karşı gerçekleştirecekleri bir başkaldırıyla, doğanın kör güçleri
yerine kendi aralarında akıllı şekilde planlamaya giderek doğayı ortak
denetimleri altına aldıkları kolektif mülkiyet düzenine (sosyalizm-komünizm)
geçeceklerdir. Artık yeni toplum düzeninde gerçek anlamda siyasal erk
olmayacaktır. Çünkü siyasal erk uygar toplumdaki çatışmanın (egemen
sınıfın) ifadesidir (Fromm, 1998: 60-61; Tolan, 1980: 198; Marx, 1971: 213216, 222-223, 230). Ancak; Marx’a göre, kapitalist toplum düzeninden
komünizme doğru devrimci dönüşümün aşamaları söz konusudur. Birincisi,
proletarya devriminden sonra kapitalizmin kalıntılarının tasfiye edildiği
siyasal geçiş dönemini içeren devrimci proletarya diktatörlüğü aşamasıdır.
Daha sonra proletarya diktatörlüğünün ve herkesin üretime katkısı kadar
üretimden pay almaya devam ettiği sosyalizm aşaması gelmektedir. Son
aşama ise, emeğin yabancılaşmadan kurtulduğu, üretici güçlerin ve zenginlik
kaynaklarının bollaştığı, “herkesin gücüne göre çalışıp ihtiyacına göre
tükettiği” ileri komünist toplum aşamasıdır (Marx, 1971: 245-248; Ulutan,
1980: 244-245; Akyıldız, 2000: 5).
Marx’a göre sosyalizm-komünizm yabancılaşmanın ortadan kalkması,
insanın toplumsal olarak kendi doğasına geri dönmesi, kendi doğasının
(özünün) gerçekleşmesi ve doğayla birliğinin kurulması anlamına
gelmektedir. Bu manada sosyalizm-komünizm tam bir hümanizm olarak
ortaya çıkmaktadır (Marx, 1971: 230-233; Fromm, 1998: 85). Freud’un “id”
ve “süper-ego”ya yüklediği anlamlar, Marx’ın yaklaşımında adeta tersine
dönmüştür. Freud’a göre, “id” insanın uygarlık karşıtı vahşi yanını; “süperego”ise, “ego” aracılığıyla, “id”i bastırarak insanı uygarlaştıran toplumsal
kural ve yasaklamaları temsil ederken; Marx’a göre, insan doğası olumluluğu
ve insanlığı; toplumsal kural ve yasaklamalar (kapitalist kurum ve kuralların
tümü, özel mülkiyet, devlet, servet ve para) ise insan doğasını baskılayan ve
köleleştiren unsurları temsil etmektedir. (Marx, 1971: 137-148, 195-199, 230233; Fromm, 1998: 85; Akyıldız, 2000:3; Ulutan, 1980: 36-37; Esin, 1982:
35-36,39). Ancak, tarih, Marx’ın, insanın toplumsal varlık olarak kendi
olumlu doğasına geri dönüşü olarak tanımladığı sosyalizmin de insanı
köleleştiren totaliter bir rejim olarak gerçekleştiğine tanıklık etmiştir. Marx’ın
hümanist insan kuramı, gerçekte, sosyalizmle çelişen düşünce, tutum ve
14
Hüseyin AKYILDIZ
davranışların tümünün, insan doğasına aykırı sayılarak, şiddetle
bastırılmasının meşruiyet kaynağını oluşturmuştur. Marx’ın insan kurgusu,
insanın özgürleştirildiği bir sürece değil; tersine katı disipline dayanan
merkezi totaliter örgütlenme içerisinde insanların özgürlüğünü kısıtlayarak,
kendi varlıklarını gerçek eğilimlerine göre gerçekleştirmelerini engelleyerek,
yeni bir yabancılaşma, yeni bir kölelik sürecine yol açmıştır (Tolan,
1980:142, 150; Akyıldız, 2000: 6).
TOPLUM, İKTİSAT VE SİYASET TEORİLERİNİN TUTUNMA
DİNAMİĞİ
Sosyal, iktisadi ve siyasal teorilerinin temelinde insan davranışlarına
ilişkin varsayımlar bulunmaktadır. Bu nedenle, bu alanlarda teori geliştirmeye
çalışan her düşünür, teorisini olumlu ya da olumsuz yönde idealize ettiği bir
insan doğası üzerine kurmaktadır (Yayla, 1992: 14, 28, 117). İnsan doğasına
ilişkin her bir varsayım insanın belirli bir özelliğini ön plana çıkarıp diğer
özelliklerini ihmal ettiği için, kendi mantığı içinde tutarlı ve güçlü, ancak bir
takım sonuçları gerçek yaşamla çelişen farklı teorilerin ortaya çıkmasına
neden olmaktadır. İnsan tanımları kısmen yanlış ya da eksik olduğu için,
bunlara dayanarak geliştirilen teoriler gerçek yaşamda öngörülen sonuçları
doğurmamaktadır. Buna ilişkin bir tanıyı Robert Solow’da (1983) görüyoruz.
Solow, “Bana öyle geliyor ki, denge teorisyenleri, sahip olduğumuz model
Walrasyan model olduğu için, dünyanın Walrasyan modeldeki gibi olması
gerektiğini söylüyorlar. Geçek yaşamın içinde olanlar ise dünyanın Walrasyan
modeldeki gibi olmadığını... ifade ediyor... Gerçek süreç budur. Biraz daha
düşünüldüğünde, dünyanın Walrasyan olmaması için nedenlerin olduğunu
ileri sürmek istiyorum.” diyor (Foster, 1989: 58).
Buna karşın, anılan teorilerin bir kısmının 18. ve 19. yüzyıl liberalizmini,
diğer bir kısmının da 20. yüzyıl totalitarizmini ürettiği görülmektedir (Yayla,
1993: 3). Peki, gerçek yaşamla çelişen sonuçlarına rağmen, bu soyut fikirlerin
gücü nereden gelmektedir? Hayek’e göre, “soyut fikirlerin gücü, çoğu
kimseler tarafından bilinçli biçimde sadece teoriler olarak kabul edilmemesi,
zımni faraziyeler olarak hareket eden kendiliğinden doğru gerçekler olarak
muamele görmesi gerçeğine dayanmaktadır” (Yayla, 1993: 3). Bu fikirlerin
gücü, insan psikolojisinde dogmatik inançlara dönüşmesinden gelmektedir.
İnsanlar, inançlarına dayanak olacak gerekçeleri, kendi gözlem ve
deneyimlerinden değil dogmatik telkinlerden çıkarma eğilimindedir.
Luther’in içinde bulunduğu psikoloji bu duruma örnek olarak verilebilir.
Luther, “İncil’in dünyasına öyle sarılmalıyız ki, eğer Tanrı’nın bütün
meleklerinin bana inancımdan farklı şeyler söylemek üzere geldiğini görsem,
inancımın bir hecesinden bile şüphe etmeyi aklımdan geçirmeyeceğim gibi
gözlerimi kapar ve kulaklarımı tıkarım, çünkü onlar görülmeye ve duyulmaya
layık değildir.” demektedir. Ona göre aklın ve duyguların bulgularına
dayanmak ihanet ve kafirliktir (Hoffer, 1980: 56). Hoffer bu olguyu, "bir
15
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
inancı mümkün kılmak için ne kadar inançsızlık gerektiğini görmek dehşet
vericidir” diyerek ifade etmektedir. Bir şeyin toplumda tutunması için
anlaşılmaz, ancak inanılır olması gerekir. Çünkü, anlaşılır olan her şey
kuvvetten yoksun hale gelmektedir. İnsanlar bir şeyi anladıkları vakit, onun
doğruluğu ve kesinliği gözlerinden düşmektedir. Bergson’un işaret ettiği gibi,
bir inancın kuvveti, dağları yerinden oynatmasından değil, tersine yerinden
oynatılacak dağların görülmemesinden kaynaklanmaktadır (Hoffer, 1980: 5657).
Soyut fikirlerin kendiliğinden doğru gerçekler (dogmalar) olarak
tutunmasının bilinç ve bilinç-dışını kapsayan psikolojik ve sosyolojik
dinamikleri vardır. Bu olgu tesadüfi değildir. Bireylerin psikolojik ve sosyal
varlık olmasından kaynaklanır. Bireylerin içerisinde yaşadığı sosyo-ekonomik
koşullarda ortaya çıkan ihtiyaçları bilişsel süreçlerini, bilişsel süreçte kişilik
kurulumlarını ve kişilikleri de tekrar düşünce ve inançlarını etkiler. Yani
bireyler objektif değil sübjektif varlıklardır. İhtiyaçlarına uygun cevaplar
üreten teoriler doğru, diğerleri ise yanlıştır. Örneğin, aileden ya da piyasanın
sunduğu fırsatlardan yararlanarak zengin olan birinin özel mülkiyeti
meşruiyeti olan bir hak, buna karşın aileden fakir ya da piyasada her şeyini
kaybetmiş bir diğerinin haksızlık olarak algılaması gayet normal bir olgudur.
Bu çözümlemeye ilişkin olarak, Bireysel Psikolojinin kurucusu Adler,
bireylerin tüm deneyim ve sorunlarını kendi anlayışlarına göre
değerlendirdiklerini, bu anlayışın çoğu zaman gizli bir varsayım olduğunu,
bireylerin kendilerinin dahi bu varsayımın farkında olmadığını ve bilim
adamlarının, özellikle düşünür, psikolog ve sosyologların da bu ağın
kapsamına dahil olduklarını ifade etmektedir (Adler, 1983: 35-36).
Bilişsel süreç, bireysel süreçte olduğu gibi toplumsal süreçte de objektif
değil sübjektiftir. Bilişsel süreç, algı, sezgi ve duygunun tesiri altındadır.
Dogmaların en büyük kaynağı bilinmezliktir. Aklın sınırlarının olması
dogmalara, dogmalar da bilişsel sürecin sübjektif olmasına yol açmaktadır.
Bu süreçte her soyo-ekonomik koşul kendi dogmatik varsayımlarını
yaratmakta; bu varsayımların etkisi altında her birey kendi bilinç ve bilinçdışı ihtiyaç ve beklentilerine uygun olarak bilişsel donanımlarını ve kişilik
kurulumlarını gerçekleştirmektedirler. Adler’in “toplum yaşamının demir
mantığı” bu bağlamda büyük anlam ifade etmektedir (Adler, 1983: 19). Bu
nedenle, her biri farklı bir insan doğası varsayımı üzerine inşa edilmiş olan
biri diğerine zıt toplum, iktisat ve siyaset teorileriyle idealize edilmiş toplum
düzenleri insanlar arasında taraftar bulmakta ve büyük kitlelere mal
olabilmektedirler.
Gerçekte, toplumsal, siyasal ve iktisadi teorilerin temelinde rasyonalist
determinizm ya da dogmatizm bulunmaktadır. Rasyonalist determinizm,
insan doğasını daima değişmez iç güdüler ve bu iç güdülere bağlı fikir ve
davranışlar dizgesi ile anlamlandırma eğilimindedir (Douglas, 1989: 308).
16
Hüseyin AKYILDIZ
Buna karşın, Hume ve Hayek’in “sosyal evrim içerisinde kendiliğinden
ortaya çıkan kurallara, kısa vadeli çıkarlarıyla çelişse dahi, herkesin uyması
gerektiği”ne ilişkin dogmatizmi, anti-rasyonalist ve şüpheci temeller üzerinde
başka bir rasyonel determinizm inşa etmektedir (Yayla, 1992: 30-31, 61-62).
Kapitalizme meşruiyet kazandıran rasyonalist determinizm, “genellik”,
“rekabet” ve “özel mülkiyet”i insan doğasının bir parçası olarak
tanımlamakta ya da bireysel özgürlüğü kendi başına dogmatik değer olarak
ele almaktadır. Buna karşın, sosyalizme yol açan rasyonalist determinizm ise,
alturizm, komünal mülkiyet ve planlı ortak faaliyetleri insan doğasının birer
gereği sayarak, sosyalizmi tarihin zorunlu bir vargısı olarak görmektedir
(Douglas, 1989: 308; Yayla, 1993: 53)
Burada rasyonalist bilimsel tekniklerin işleyip işlemediği sorgulanması
gereken bir husustur. Douglas’a göre, rasyonel-bilimsel tekniklerin modern
formları beklenenden daha fazla yaşamamaktadır. Bunların işlevi
muhtemelen, teknisizmin eski formları olan büyü ve sihirden daha fazla
değildir. Bu durum psikoterapi tekniklerinde açıkça görülmektedir. Bu
tekniklerin kullanıldığı tedavilerde alınan olumlu sonuçlar, kendiliğinden
iyileşmeden daha yaygın değildir. Ayrıca iddia edilen çözümlerin çoğunda bir
iç çelişki de mevcuttur. Örneğin, başkalarını zengin edecek garantili bir
formülü olduğunu iddia eden bir kimsenin kendisi zengin olmaya muktedir
değil. Toplum hayatına hükümet müdahalelerini azalacağını vadeden
politikacı bunu güçlü bir eğitim ve enerji bürokrasisi aracılığıyla
gerçekleştireceğini iddia ediyor. Yani, yeni bir rasyonalist yöntem sunuyor.
Halbuki, rasyonalist teknikler insan problemlerini çözmekte daima
başarısızdır. Çünkü rasyonalist tekniklerin insana ilişkin örtülü varsayımları
yanlıştır (Douglas, 1989: 296- 297).
SONUÇ
Kişilik, çevre koşullarının etkisi altında, bilinç ve bilinçdışı hafızalarıyla,
insan doğasını içeren dinamik bir yapıdır. Bir yaklaşıma göre sıkı sıkıya
programlanmış, başka bir yaklaşıma göre kısmen dışa açık bir genetik
yapıdır. Diğer bir yaklaşıma göre, rasyonalist toplum mühendisliği sürecinde
baştan sona inşa edilen varlıktır. Birey, Freud’a göre ilkel güdülerin
baskılanması sürecinin, Dewey’e göre alışkanlıkların ve Bentham’a göre haz
arayışının tanımladığı bir olguyu temsil etmektedir. Bu yaklaşımları
biçimleyen üç temel değişken, akıl, güdüler ve kültürdür. Bu değişkenlere
yüklenen anlam ve işlevler değiştikçe farklı kişilik kuramları ortaya
çıkmaktadır. Farklı kişilik kuramları da farklı toplum, iktisat ve siyaset
teorilerine yol açmaktadır.
Bu bağlamda, refah devleti modeli Freud’un “süper-ego”nun “id”
üzerindeki uygarlaştırıcı rolünü temsil etmektedir. İnsanı doğuştan tabiatı
icabı bir takım doğal haklara sahip bir varlık olarak ele alan Locke
özgürlükçü bir siyasal modele ulaşmaktadır. Bastiat, insanda hakim olan
17
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
bireysel çıkar ve altruzim eğilimlerinden; Hume, Smith ve Hayek de,
“irrasyonel insan”ın içgüdüsel özellikleri sınırlayan kuralları üreten “sosyal
seleksiyon” sürecinden, negatif özgürlük ve özel mülkiyete dayanan bir
liberal toplum düzeni türetmektedir.
Bentham’ın “homo economicus” aksiyomundan bir taraftan
“metodolojik bireycilik” ve“laissez faire”ci ekonomik ve sosyal düzen; diğer
taraftan “sosyal fayda”nın artırılması amacıyla “devlet müdahalesi”ni
öngören kolektivist düzen üretilmektedir. Öte yandan “homo economicus”
Keynes, Buchanan hem de neo-klasik iktisatçılar tarafından eleştirilmektedir.
Marx, insanı, “doğa”sı itibariyle, kendini gerçekleştirme ihtiyacı içinde
olan etkin bir varlık olarak ele alarak, edilgen olduğu ölçüde insanın doğasına
yabancılaştığı sonucuna varmaktadır. Freud’un kişilik kuramı, Marx’ın
yaklaşımında adeta tersine dönmüştür. Freud’a göre, “id” insanın vahşi
yanını; “super-ego”ise, insanı uygarlaştıran toplumsal kural, kurum ve
yasaklamaları temsil ederken; Marx’a göre, insan doğası olumluluğu;
toplumsal kural, kurum ve yasaklamalar insanı köleleştiren düzenlemeleri
temsil etmektedir. Marx, buradan, kapitalist düzenin özellikle emekçileri
makinelerin dişlisi konumuna indirgeyerek emekçilerin yabancılaşmasına yol
açtığından hareketle, emekçilerin yabancılaşmadan kurtulmak için,
kapitalizme karşı ayaklanarak kolektif mülkiyet ve planlama düzenine
geçecekleri sonucunu çıkarmaktadır.
Sonuçta her bir kişilik tasarımı (insan tanımı) farklı bir toplum, iktisat
ve siyaset teorisine yol açmaktadır. Hatta belirli bir kişilik tasarımından farklı
gerekçelerle bir birine zıt sonuçlara ulaşılmaktadır. İnsana ilişkin her tasarım
insanın belirli bir niteliğini ön plana çıkardığından, kendi mantığı içinde
tutarlı, ancak sonuçları itibariyle gerçek yaşamla çelişen farklı teorilerin
ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu teorilerin bir kısmının liberal, diğer
bir kısmının da totaliter toplum düzenlerine kaynaklık ettiği görülmektedir.
Bu teorilerin gerçek yaşama ilişkin yanlış sonuçlarına rağmen taraftar kitleler
bulabilmesi, bunların insan psikolojisinde dogmatik inançlara
dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bilişsel süreçler hem bireysel
hem de toplumsal düzeyde sübjektiftir. Bu nedenle, her birinin temelinde
farklı bir insan tasarımı bulunan, rasyonel determinist ya da dogmatik
niteliklere sahip, toplum, iktisat ve siyaset teorileri sosyal süreçte
tutunabilmekte ve aynı tarihsel süreç içerisinde dahi farklı toplum, iktisat ve
siyaset rejimlerine yol açabilmektedirler.
KAYNAKÇA
ADLER, A. (1983), Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, (Çev.) Belkıs
Çorakçı, Say Yayınları, İstanbul.
18
Hüseyin AKYILDIZ
AKTAN, C. C., a,
Monetarizm
Ve Rasyonel Beklentiler Teorisi,
http://www.canaktan.org/ekonomi/anayasal_iktisat/monetarizm/akta
n-monetarizm.htm (Erişim: 25.03.2005).
AKTAN, C. C., b, Ekonomik Anayasa, TİSK Yayını, No: 162.
AKTAN, C. C., c, Kamu Tercihi Teorisi, http://www.Canaktan.org/ekonomi
/anayasal _iktisat /kamu-tercihi.htm (Erişim:10.03.2005).
AKTAN, C. C., d, Anayasal İktisat ve Kural ve Kurumlar Önemi,
http://www.canaktan.org/ekonomi/kurumsal-iktisat/makaleler/aktankurallar.htm (Erişim:16.03.2005).
AKYILDIZ, H. (1998), Bireysel ve Toplumsal Boyutlarıyla Yabancılaşma,
Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, S. 3, 163-176.
AKYILDIZ, H (2000), Yabancılaşmadan Kurtuluş Çabaları ve Sonuçları,
Porf. Dr. Adnan Tezel’e Armağan, Marmara Üniversitesi Yayın No: 600,
İstanbul.
ARIN, T. (1997), Anayasal İktisat ve Refah Devleti: TİSK ve TÜSİAD’ın
Asgari Devlet Raporlarının Eleştirisi, Ekonomide Durum, TÜRK-İŞ
Yayını, Bahar-Yaz Sayısı, Ankara, 41-106.
BERBEROĞLU, N. (1995), Çalışma Ekonomisi, Ant Matbaacılık-Yayıncılık,
Eskişehir.
BIRKEN, L. (1999), Freud’s “Economic Hypothesis”: From Homo
Economicus to Homo Sexuals, American Imago 56.4, The Johns
Hopkins University Press, 311-330.
BUCHANAN, J. (1989a), “The Achievement and Limits of Publich Choise
in Diagnosing Government Failure and in Offering Bases for
Constructive Reform”, Exploration into Constitutional Economics,
(Compiled by Robert D. Tollison and Victor J. VANBERG), Texas
A&M University Pres, Texas, 24-35.
BUCHANAN, J. M. (1989b), “Rational Choice Models in the Social
Sciences”, Exploration into Constitutional Economics, Compiled by Robert
D. Tollison and Victor J. VANBERG, Texas A&M University Pres,
Texas, 37-50.
BUCHANAN, J. M. (1989c), “Constitutional Economics”, Exploration into
Constitutional Economics, (Compiled by Robert D. Tollison and Victor J.
VANBERG), Texas A&M University Pres, Texas , 57-67.
BUCHANAN, J. M., a, Keynezyen Yanlışlar, (çev.) Mutlu Yalçınkaya,
http://www.canaktan.org/ekonomi/anayasal_iktisat/diger_yazilar1/ya
lcinkaya-keynezyen.htm (Erişim:10.03.2005).
19
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
BUCHANAN, J. M., b, Pozitif Kamu Tercihi Teorisi ve Normatif Temelleri, (çev.)
Coşkun
Can
AKTAN),
http://www.canaktan.org/ekonomi/
anayasal_iktisat/diger_yazilar1/aktan-buchanan-pozitif-kamutercihi.pdf (Erişim: 10.03.2005).
BUCHANAN, J. M., c, Liberal Anayasa Üzerine, (çev.) İrfan KALFALI,
http://www.canaktan.org/ekonomi/anayasal_iktisat/diger_yazilar1/ka
lpali-buchanan -liberal-anayasa.pdf (Erişim:10.03.2005).
BUCHANAN, J. M., d, Post Keynezyenlerde Bütçe Politikası ve Mali Normların
Erozyonu, (çev.) Ersan Öz, http://www. canaktan.org/ekonomi/
anayasal_iktisat /diger_yazilar1/oz-post-keynesyenlerde -butce.pdf
(Erişim:10.03.2005).
BUCHANAN, J. M., e, Mali Sürece İlişkin Kuralların İyileştirilmesi Amacıyla
Vergi ve Harcama Yetkilerinin Çerçevesinin Belirlenmesi, (çev.) Ferhat B.
ÖZGEN), http://www.canaktan .org/ekonomi /anayasal_iktisat/
diger_yazilar/ozgen-mali-surece-iliskin.pdf (Erişim:10.03.2005).
BUCHANAN J. M., f, Anayasal Demokrasi, Birey Özgürlüğü ve Politik Eşitlik,
(Çev.) Hakkı Odabaş ve Abdülkadir Gülşen, http://www.canaktan.org
/ekonomi/anayasal_iktisat/diger_yazilar1/kalpali-buchanan-liberalanayasa.pdf (Erişim:10.03.2005)
BUCHANAN, J. M.; BRENNAN G. (1989), “Predictive Power and the
Choise Among Regimes, Exploration into Constitutional Economics,
(Compiled by Robert D. Tollison and Victor J. VANBERG), Texas
A&M Univercity Pres, Texas, 3-23.
DEBRAY, P. (1991), Freud Skolastiği, (Çev.) A. Fikret Gökdemir, A. Çetin
Ertürk, Emel Matbaası, Ankara.
DORNBUSCH, R.; FISHER, S. (1990), Macroeconomics, Fifth Edition,
Pressed by McGraw-Hill Inc., USA.
DOUGLAS, J. D. (1989), The Myth of the Welfare State, Published by
Transaction Publishers, New-Jersey.
DULUPÇU, M. A. (2003), “Americanismo e Fordismo” ve “Yeni”
Kapitalist Gelişme: Düzenleme Perspektifi, İktisat Dergisi, Eylül-Aralık
Sayısı, 52-62.
EKELUND, R. B., Jr.; HÉBERT, ROBERT F. (1997), A History Of
Economic Theory And Method, Fourth Edition, Published by McGraw-Hill
Companies, United States of America.
ESİN, P. (1982), İş Bölümü, Yabancılaşma Ve Sosyal Politika, Ankara.
FLORA, P. and HEIDENHEIMER, A. J., The Historical Core and Changing
Borders of Walfare State.
20
Hüseyin AKYILDIZ
FOSTER, J. (1989), Evolutionary Macroeconomics, New in Paperback,
Published by the Academic Division of Unwin Hyman Ltd, London.
FRIEDMAN, M. (1988), Kapitalizm ve Özgürlük, (çev.) Doğan Erberk ve
Nilgün Himmetoğlu, Birinci Baskı, Altın Kitaplar Matbaası, İstanbul.
FROMM, E. (1998), Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, (çev.) Necla Arat,
Yedinci Baskı, Say Yayınları, İstanbul.
HELM, D. (1989), The Economic Borders of the State, The Economic
Borders of the State, Edited by Dieter Helm, Oxford University Pres,
New-York, 9-45.
HIRSCH, F. (1978), Social Limits to Growth, Pressed by Routledge and Kegan
Paul, London.
HOFFER, E. (1980), Kesin İnançlılar, Kitle Hareketlerinin Anatomisi, (Çev.)
Erkıl Günur, Yüksel Matbaası, İstanbul.
HORNEY, K. (1980), Çağımızın Tedirgin İnsanı, (Çev.) Ayda Yörükan Yüksel
Matbaası, İstanbul.
JESSOP, B. (2001), Regulationist and Autpoietcist Reflections on Polanyi’s
Account of Market Economies and the Market Society, New Political
Economy, Vol. 6, No: 2, 213-232.
JUNG, C. G. (1982), Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi, Birinci Baskı, (Çev.) Engin
Büyükinal, Onur Basımevi, İstanbul.
LEWIS, A.; WEBLEY, P. ; WINNETT, A. ; MACKENZIE, C. (1998),
Morals and Markets: Some Theoretical and Policy Implications of
Ethical Investing, Choice and Public Policy, Edited by Peter TaylorGooby, Macmillian Pres Ltd., London, 164-182.
MARX, K. (1971), Marx’ın Toplum Kuramı, Seçme Metinler, (Çev.) Özer
Ozankaya (İlk üç bölüm) ve Mete Tunçay (Dördüncü ve beşinci
bölüm), Sevinç Matbaası, Ankara.
MORGAN, T. C. (2004), Psikolojiye Giriş, (Çev) Hüsnü Arıcı, İffet Dinç,
Giray Uraz,15. Baskı, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayını,
No:1, Ankara.
NORTH, D. C., Kurumlar ve Kurumsal Değişim, (Çev) Bernur Açıkgöz,
http://www.canaktan.org/ekonomi/kurumsal-iktisat/makaleler/
kurumsal-north.htm Erişim:16.03.2005.
ÖCAL, T. (1981), Para Teorisi, Gözden Geçirilmiş Üçüncü Baskı, Çağ
Matbaası.
RAND, A. (2004), Kapitalizm Bilinmeyen İdeal, (Çev.) Nejdet Kandemir, 1.
Baskı, PlatoFilm Production Co. Yayını, İstanbul.
21
Freud’çu Liberal ve Marksist Kişilik Kuramlarının Türevi Olarak
Toplum, İktisat ve Siyaset Teorileri
RYAN, F. X. (2003), Values as Consequences of Transaction:Commentary
on Reconciling Homo Economicus and John Dewey’s Ethics, Journal of
Economic Methodology 10:2, UK, 245-257.
SAVAŞ, V. F. (1997), Anayasal Ekonomi, Ekonomide Durum, TÜRK-İŞ
Yayını, Bahar-Yaz Sayısı, 26-40.
SMITH, S. W. (1994), Labour Economics, Printed by T. J. Pres Ltd., Cornwall.
SMITH, A. (1974), The Wealth of Nations, Edited by Andrew Skinner,
United Kingdom.
TALAS, C. (1980), Ekonomik Sistemler, Gözden Geçirilmiş Dördüncü Baskı,
Sevinç Matbaası, Ankara.
TAYLOR-GOOBY, P. (1981), Part I: Approuches to Welfare State, Social
Theory and Social Welfare, Written by Peter Taylor-Gooby and Jennifer
Dale (Part I and Part II by Jennifer Dale), First Published by Edward
Arnold (Publishers) Ltd, London, 1-141.
TAYLOR-GOOBY, P., (1998), Choice and the New Paradigm in Policy,
Choice and Public Policy, (Edited by Peter Taylor-Gooby), Macmillian
Pres Ltd., London, 201-222.
TOLAN, B. (1980), Çağdaş Toplumun Bunalımı, Anomi Ve Yabancılaşma, Kalite
Matbaası, Ankara.
TULLOCK, G, Kamu Tercihi, (Çev.) Çoşkun Can Aktan,
http://www.canaktan .org/canaktan_ personal/canaktan-arastirmalari/
anayasal-iktisat/aktan-tullock-kamu-tercihi.pdf (Erişim: 0.03.2005).
TURA, A. R. (2003), Psikanalitik Açıdan Homo Economicus, İktisat’ın Dama
Taşları Ekoller-Kavramlar İz Bırakanlar III, Kurtiş Matbaacılık, İstanbul,
221-235.
ULUTAN, B. (1980), Marxizm ve Leninizm, Yüksel Matbaası, İstanbul.
ÜSTÜNEL, B. (1988), Ekonominin Temelleri, Beşinci Baskı, Ankara.
WACHTEL, P. (1989), Macroeconomics From Theory To Practice, Pressed by
McGraw-Hill Inc., USA.
WHITE M. D. (2003), Reconciling Homo Economicus And John Dewey’s
Ethics, Journal of Economic Methodology 10:2,UK, 223–243.
YAYLA, A. (1992), Liberalizm, Ankara.
YAYLA, A. (1993), Özgürlük Yolu, Hayek’in Sosyal Teorisi, Ankara.
YOSHINO, A.; KIMURA, Y.; YOSHIDA, T., TAKASHI, Y., NOMURA
S. (2005), Relationships Between Temperament Dimensions In
22
Hüseyin AKYILDIZ
Personality and Unconcious Emotional Responses, Biol Psychiatry, Society
of Biolgical Psychiatry, Vol.57, Saitama, 1-6.
ZAFIROVSKI, M. Z. (2000), Spencer is Dead, Long Live Spencer:
Individualism, Holism, And The Problem of Norms, British Journal of
Sociology, Vol. No. 51, Issue No. 3, London, 553–579.
23
Download