Bakir tebessümler Yaşanmışlık, hele bir de zengin deneyimlere sahip yaşanmışlık, öyle bir şeydir ki; seni filozof yapar, eğer yorumlamasını bilirsen. İyi şeyler yanında, o kadar çok kötü şey yaşarsın ki; insan denen varlığın bu kadar da aşağılaşmasına ve bayağılaşmasına şaşar da kalırsın… Acı, acı gülümsersin ve dersin ki iç sesinle; "bakireliği bozulmamış birkaç tebessüm kaldı yüzümde, hadi hayat beline kuvvet yaparsın sen”. Evet, o acı gülümsemeler; kötü yaşam deneyimlerinin, benzersiz kötülüklere şahit olmanın, sayısız ihanetlerle karşılaşmanın, bekaretini aldığı tebessümlerdir… Masumiyeti ve içtenliği çalınan tebessümlerdir, neşe içeremezler doğal olarak… Yüzünde bakir gülümsemesi kalmamış insanlara, yaşam o kadar çok vurmuştur ki; artık kaybedecek bir şeyleri kalmamıştır ve yaşamla oynamaya başlamışlardır… Bu oyunun kurallarına göre oynanıp oynanmayacağına da, genetik mayaları karar verecektir çoğunlukla… Acılar, uğranılan kötülükler, ihanetler insanı olgunlaştırır derler ya; genetik mayan uygunsa olgunlaşırsın da, ya uygun değilse? İşte o zaman, kötü yaşam deneyimleri, bu oyunda kuralsızlıklara iter seni. Eğer, yorumlayabilirsen ve ders almasını becerebilirsen acı deneyimlerden ve de iyi bir genetik mayan varsa; yüzünde kalmıştır az da olsa masum bakir tebessümler… Hatta yaşamla dalga geçmeye bile başlamışsındır felsefi olarak… Misal, gittiğin bir içkili restoranda garsona sipariş verirsin. “Bir yetmişlik rakı, yanında da bir yasam getir” dersin... “Anlamadım abi” der garson doğal olarak… “Ortaya karışık, acılı olsun” dersin inadına... Garson “hasbinallah” der ve gider genellikle… Ama bilgeyse eğer garson, der ki; “yanına acısız, az tuzlu yaşam mezelerim var, onları getiriyorum” der. Sen şaşırıp kalırsın bu defa, garsondaki felsefe algılamasına… Senin ruh halini çözümlemiş, yaptığın metaforu anlamış ve çok basit, yalın bir cümleyle, hem sana çözüm önermiş, hem de kafana kocaman bir taş atmıştır. Sen, acıların sadece senin yaşamını şekillendirdiğini sanarken ve dünyadaki nadir filozoflardan biri olduğunu düşünürken; hiç ummadığın kişilerin de, ne tür yaşam deneyimlerine sahip olduğunu ve ne derece bir felsefi olgunluğa geldiklerini görünce de, apışıp kalırsın öylece… Yaşam bilgesi olmanın eğitim ve konumla ilgili olmadığını, çoktandır öğretti hayat bana… Evet, gerçekten de insanı yontan, bir çeşit bilge haline getiren yaşanmışlıklar, genellikle acıları ve hüzünleri barındırır. Bunlardan ders almanın ve olgunlaşmanın ise eğitim ve statüden çok, insanın kişiliğiyle ilgisi vardır… “Yontulmak” adlı yazı dizimde söyle anlatmıştım, zengin yaşanmışlık deneyimlerine sahip olmak için gerekenleri; “Doğrusu, yaşamdaki bir çok kavramı çözebilmek için, çok yaşanmışlık gerekiyor. Çok şey yaşayabilmek için de, hem bireysel hem de çevresel bir çok faktör gerekiyor. Bireysel olarak; bilgi, ekonomik güç, zeka özellikle de sosyal zeka, toplumun diğer katmanlarıyla ilişki kurabilme güç ve becerisi, makam, felsefe merakı, evrensel olma çabası, gibi bir çok faktörün bir araya gelmesi gerekiyor. Bunlara sayısız maddeler ekleyebiliriz ama özellikle yaşamla ilgili her şeye değebilme, her şeyi yaşayabilme çabası da gerekir tabii ki. Çevresel olarak da, yaşam mücadelesinin amansız olduğu, büyük ve hareketli bir şehir, o şehrin evrensel entegrasyonu, toplumun küçük ölçekli bir aynası olabilmesi gibi faktörler gerekiyor. Ancak bu tür faktörlerin bileşkesinden doğan yaşam kesitleri, zengin deneyimler kazandırabiliyor insana.” Ve, devam etmiştim aynı yazı dizisinde; “Yaşadığımız toplumun ve dolayısıyla onu oluşturan diğer insanların, bazen nasıl da canavarlaştığını görmüşüzdür her birimiz… Hele bir marjinalleş, hele bir aykırılaş, hele bir kökü dışarıda ağaç ol da, gör bakalım! Sana uzak olanlar cellatlığına, yakın olanlar ise yok edilişinin sessiz şahitliğine soyunurlar. Ya da, çıkarlar çatıştığında neler olacağını bir düşün bakalım. Veya, yaşamı 100 metrelik bir yürüyüş olarak düşünelim bir an. Doksan metre sırtında taşıdığın birine, “çok yoruldum, şurada oturup biraz soluklanalım” dediğinde, o anda oradan geçen biri “gel şu son 10 metrede seni ben götüreyim” dediğinde; sırtında taşıdığın kişinin değerlerinin nasıl değiştiğini fark edersin. Yani demem odur ki, insanlığa ait diken hikayeleri, hiç de az değildir. Ama bazen, marjinalleştiğinde, aykırılaştığında, herkes cellatın olmuşken, aniden bir ses duyarsın. Andersen’in masalındaki “kral çıplak” diye bağıran çocuk gibi haykıran. Safça, bilgece, dürüstçe, korkusuzca gerçeği haykıran bir ses. ”Bırakın onu, ben de öyleyim, var mı bir diyeceğiniz” diye haykıran. İşte o haykırış, insanlık var oldukça olacak umudun haykırışıdır. Ya da, çıkarlar çatıştığında, “önemli olan senin mutluluğun” diyen bir dost üfleyişi. İşte o üfleyiş, insanlık var oldukça olacak sevgi ve şevkatin üfleyişidir... Ya da, son on metrede sırtından indirdiğin insanoğlunun, kendine son yürüyüşü teklif edene “hayır benim yoldaşımla gidecek yolum var daha” diyen bir vefa dersi. İşte o vefa dersi, insanlık var oldukça olacak güvenin öğretisidir... “ Tıpkı yukarıdaki verilen örneklere benzer, o garson gibiler de… Ne kadar kötü yaşam deneyimlerin olursa olsun, istersen hiçbir bakir tebessüm kalmasın yüzünde; o garson gibi, yaşamda süzülmüş, demlenmiş dostlara ihtiyacın olacak her zaman… Çünkü, bir yudum kırmızı şarabını, hüznünü, sevincini, umudunu paylaşacağın; tüm zaaflarınla, çırılçıplak kendini bırakabileceğin dostlarınla kavuşabileceksin yeni masum tebessümlere… Ve asla unutma; “Yaşam, kış anılarından tomurcuklanan bir yaz çiçeğidir.”