ve Türkiye... Önsöz 5 Kont Otani Kozui 6 ve Türkiye... ÖNSÖZ Otani Araştırma Ekibi ve İpek Yolu (Prof.) Takashi Irisawa (Ryukoku Üniversitesi Öğretim Üyesi) 20.yüzyılın ilk yarısında Otani Kozui adlı bir Budist rahibinin Türk sanayisinin gelişmesine katkıda bulunduğu maalesef pek bilinmeyen bir gerçektir. Boğaziçi Üniversitesi’nden Erdal Küçükyalçın son birkaç yıldır Otani Kozui konusuna eğilmeye başlamış bulunmaktadır. Kyoto Ryukoku Üniversitesi’nden kendisinin yürüttüğü çalışmalar dikkate değer olup Otani Kozui ile Türkiye’nin ilişkisini detaylı bir şekilde incelemektedir. Bu yıl (2010) “Türkiye’de Japonya Yılı” olması nedeniyle hafızalarda yer edecek bir yıldır. Erdal Küçükyalçın’ın araştırma sonuçlarının kamuoyuna duyurulması için Japonya yılının çok uygun olduğunu düşünüyorum. Japonya’da Otani Kozui “Otani Araştırma Ekibi”nin lideri olarak tanınmaktadır. Otani Ekibi 1902 ile 1914 yılları arasında üç defa olmak üzere “İpek Yolu” adıyla bilinen “Türkistan” bölgesine araştırma gezileri yapan ekibe verilen addır. Burada öncelikle Otani Kozui’nin hayatının ilk yarısında yaptığı işlerden olan Otani Araştırma Ekibi’ni tanıtarak sayın Küçükyalçın’ın eserine yazmış olduğum bu önsöze başlamak istiyorum. Japon-Rus savaşının (1904) başlamasından iki yıl kadar önce, 1902’de bir Japon ekibi Budizm’in doğuya ulaştığı yolu açıklığa kavuşturmak için Hindistan ve Orta Asya’ya yönelmişti. O ekip “Otani Araştırma Ekibi” idi. Meiji döneminin “Zengin Ülke, Güçlü Ordu” politikasına uygun olarak Japonya’nın Batılı ülkeler gibi güçlenmeye çalıştığı bu dönemde Londra’da Otani Araştırma Ekibi doğmuştur. Genç Budist rahiplerden oluşan bir gruptu. Merkezinde Otani Kozui yeralıyordu. Sonradan Honganji tapınağının 22. Başrahibi olacak kişiydi. (fig.1) Otani Kozui (1876 – 1948) 7 Kont Otani Kozui Sven Hedin (1865 -1952) Orta Asya Keşif gezilerinden birinde 19.yüzyılın sonundan 20.yüzyılın başına kadar geçen sürede güçlü ülkeler Orta Asya’ya ardı ardına araştırma gezileri düzenlemekteydi. Modern devletler açısından bakıldığında Avrasya kıtasının orta kısmı coğrafi olarak bir boşluk bölgesi yani tümüyle bilinmezlik arzeden bir dünyaydı. İsveç Sven Hedin, Rusya Pyotr Kuzmich Kozlov, E.N.Klementz, Sergei Oldenburg; İngiltere Macar asıllı Marc Aurel Stein; Fransa Paul Pelliot, Almanya Albert von le Coq, Albert Grünwedel adlı araştırmacıları Orta Asya’ya göndermiştir. Ve Japonya’dan Otani Ekibi. Ancak Otani Ekibi’nin gelişmiş ülkelerden giden benzerlerinden farkı devlet tarafından gönderilmiş olmamasıydı. Sonuna kadar Batı Honganji’nin bir girişimi olmuştur. Peki bu ekibin merkezinde yeralan Otani Kozui nasıl bir insandı? Otani Kozui 1876 yılında Jödö Shinshu mezhebi, Honganji kolunun 21. Ruhani lideri Otani Köson’un (Myönyö) en büyük oğlu olarak doğmuştur. Kozui merak duygusunun çok güçlü olmasından olsa gerek normal okul eğitimine alışamadı, Tokyo’daki Gakushuin okulunu yarıda bırakarak değişik öğretmenlerden özel dersler aldı ve kendini geliştirerek geniş perspektifli bir öğrenim görme fırsatı yakalamış oldu. Hristiyanlığı ve tabii ki Budizm’i öğrendiği gibi dünyanın içinde bulunduğu şartları da çalıştı. 1898 yılında Kujö Michitaka’nın üçüncü kızı Kazuko ile evlendi. Kazuko’nun kardeşi Sadako sonraları İmparator Taisho’nun eşi olmuş ve Otani ailesi Japon imparatorluk ailesiyle akrabalık ilişkisi kurmuştur. 1899 yılında Kozui’nin hayatında önemli dönüşüm olacaktı. O yıl Çin’i (Qing hanedanı) ziyaret eden Kozui ülkenin yıkılmakta olduğunu görmüştü. Güçlü devletler tarafından işgal edilmiş olan Çin’in durumunu yazdığı bir raporda ayrıntılarıyla anlatmış ve bu raporu İngiliz Kraliyet Coğraf ya Cemiyeti (Royal Geographic Society)’ne yollamıştı. Raporu kabul görmüş ve Kozui bu cemiyete üye olarak kaydedilen ilk Asyalı olmuştu. Kozui’nin coğrafyaya olan bu ilgisi ve Kraliyet Coğrafya Cemiyeti üyeliği daha sonra araştırma ekibini organize etmesinde de etken olacaktı. Çin’i ziyaret ettiği aynı yıl Aralık ayında Hindistan yoluyla İngiltere’ye doğru yola çıkar. Çoğunlukla Londra’yı merkez alan bu Avrupa ziyareti, 1902 Ağustos’unda keşif ekibi yola çıkana kadar iki yıldan fazla sürmüştür. Babası Otani Köson hastalığı nedeniyle şahsen gerçekleştiremediği Avrupa ziyareti hayalini oğluna havale etmişti. Değişik ülkelerin dini durumlarını gözlemlemek bu yurtdışı eğitim gezisinin ana amacıydı. Bundan sonra “Din ve Toplum” teması Kozui’nin hayatının sonuna kadar sürdüreceği bir alan olmuştur. Avrupa’da kaldığı iki buçuk yıl zarfında gerçekten büyük bir enerjiyle hareket etmiştir. Danimarka’ya gittiğinde hemen Viggo Fausböll ve Dines Andersen ile görüşmüştür. Bu iki bilim adamı Pâli dili ve Pâli Budizmi konusunda dünyanın bir numaralı isimleriydi. Paris’e gittiğinde ise İndoloji ve Budizm uzmanı Sylvain Lévi’yi ziyaret etti. Sonraları Sylvain Lévi benim şu anda çalışmakta olduğum Ryukoku Üniversitesi’nde konferanslar vermiştir. Kozui, yine Paris’te Uzak Doğu tarihi uzmanı Édouard Chavannes’la da görüşmüştür. Büyük ilgi duyduğu coğrafya alanında ise Viyana Üniversitesi’nden Albrech Penck ile yakın dostluk kurmuştur. Bundan başka yine ünlü coğrafyacı Milne’i araştırma merkezinde ziyaret etmişti. Bu şekilde kurmuş olduğu akademik bağlantılar yoluyla uluslararası bir network inşa etmekteydi ve bu ağ onun İpek Yolu keşif gezileri için gereken temeli oluşturacaktı. 8 ve Türkiye... Kozui Avrupa’dayken onun heyecanlandıran şey Orta Asya araştırma gezi raporlarıydı. İsveçli coğrafyacı Sven Hedin 1893 ile 1897 yılları arasında Orta Asya’ya araştırma gezileri yapmıştı. Pamir zirvelerinden Mustag Ata’nın buzul incelemesi, Hotan çevresinin harabe araştırması, Lob bölgesinde yaptığı bir dizi araştırmaların ardından 1898’de Paris’te incelemelerinin sonuçlarını anlattığı bir konferans vermiş ve aynı yıl “Asya’nın Kesiti” (En Färd Asien 1893-1897) adını verdiği iki cildlik çalışmasını yayınlamıştır. Hedin’in bu raporu Kozui’yi ve beraberindeki Hori Kenyu’yu derinden etkilemişti. Kozui henüz Avrupa’dayken, Hedin 2. Orta Asya keşif gezisi esnasında Loulan’da bulunan antik şehir kalıntılarını bulduğunda takvimler Mart 1901’i gösteriyordu. Otani Kozui ve arkadaşlarına en büyük etkiyi yapan Aurel Stein olmuştur. Hint ve Orta Asya tarihlerini çok iyi bilen Stein, Hindistan’daki Budist kalıntıları inceledikten sonra 1900 yılında Orta Asya’ya yöneldi. Srinagar’dan Gilgit, Taşkurgan’ı geçip Kaşgar’a ve Hotan’a ulaştı. Hotan’da yapmış olduğu kazılar iyi sonuçlar verdi. Ardından batıya yönelerek Niya harabelerinde kazı yaptı. Elde ettiği çok sayıda bulguyla Londra’ya dönüşü Kozui’nin eğitim için Londra’da bulunduğu 2 Temmuz 1901 tarihine rastlar. Aynı yıl Stein’ın “Orta Asya İncelemeleri Özet Raporu” yayınlanır. 1. Otani Araştırma gezisine katılan Watanabe Tesshin ve Hori Kenyu ellerinde işte bu raporla İpek Yolu’na yönelmişlerdi. O dönemde çoğu Japon Orta Asya denen bölgeyi bilmiyordu. Kozui’nin bu büyük projesinin anlamını kavrayabilecek insanların sayısı gerçekten azdı. Kozui’yi anlayabilen nadir insanlardan ikisini tanıtmak isterim. Ogawa Takuji (1870 -1941) Birincisi Ogawa Takuji’dir. (fig. 3) Ogawa, Nobel ödülünü alan ilk Japon olan fizikçi Yukawa Hideki hocanın babasıdır. O bir coğrafyacıydı. Kyoto üniversitesinin ilk coğrafya sınıfının hocasıydı. Kozui gibi o da Londra’ya eğitim için gitmişti. Kozui ile dost olup Hindistan ve Orta Asya’ya gitme planlarını duyduğunda bizzat katılmak istediğini söylemişti. Ancak Japon devlet bursuyla okumakta olduğundan Kozui ile birlikte hareket etmesine izin verilmemişti. Ogawa Japonya’ya döndükten sonra da Kozui ile samimiyetini sürdürdü. Kozui’nin başrahipliğini üstlendiği Batı Honganji’nin sahip olduğu 1402 yılında Kore yarımadasında hazırlanan dünya haritasını kopyalamak istediğini Kozui’ye iletmiş ve izin alınca da çıkarmış olduğu kopya şu anda Kyoto üniversitesi arşivlerinde bulunmaktadır. Orjinali ise Ryukoku üniversitesi koleksiyonundadır. Yukarıda bahsedildiği gibi Kozui’nin coğrafyaya büyük bir ilgisi vardı. Çok sayıda dünya haritası toplamaktaydı. Vakit buldukça haritalara bakmayı sevdiği anlatılır. “Harita Delisi” olarak gazetelere çıktığı bile olmuştu. Sıradan insanlara “Harita Delisi” olarak görünmüş olabilir ancak o dünyanın ne durumda olduğunu bilmek isterken dünya bilinci diğer insanlardan kat be kat güçlüydü. Araştırma gezisine çıkması da, başrahipliği bıraktıktan sonra çok sayıda ülkeyi gezmesi de hep bu “dünya” algılayışının sonucuydu. Ayrıca Ogawa’nın kopyaladığı haritada Çin, Kore, Hindistan, Avrasya kıtası ve Türkiye de tabii ki yeralmaktadır. Hatta Afrika ve Japonya dahi çizilmiştir. Avrasya kıtası, Afrika ve 1402 tarihli Moğol dünya haritası 9 Kont Otani Kozui Japonya’yı da içeren dünyanın en eski haritasıdır. Bu Moğolların dünya algısını ortaya koyan bir belge olup orijinali Moğol dönemi Çin’inde hazırlanmış ve Kore yarımadasında tamamlanmıştır. Japonya’ya ne zaman geçtiği ise bilinmemektedir. Kozui’yi anlayanlardan ikincisi İtö Chuta’dır. Japonya’yı temsil eden mimarlık bilimcisi İtö Chuta birinci Otani Araştırma ekibinin güney Çin keşif grubuyla karşılaşmış, Otani Kozui’nin bu büyük projesinden haberdar olmuş ve hayrete düşmüştür. Çin’de Guizhou eyaletinin Agematsu şehrinde Otani Ekibiyle tesadüfen karşılaşmasını günlüğünde şöyle anlatır: “....Yeni başrahip Kozui cesur planlarını ayrıntılarıyla bu iki kişiden duyduğumda heyecanımı kontrol edemedim. Her geçen saniye benim niyetlendiğim gezinin sıradanlığına ve projemin küçüklüğüne hayıflanmaktan kendimi alamıyordum.” (İtö Chuta, Çin Gezisi Sohbetleri, İtö Chuta Toplu Yazıları, Cild. 5, s. 310) Ito Chuta (1867 – 1954) Japon mimar ve mimarlık tarihçisi İtö Japonya’da Höryu-ji tapınağında görülen sütunların antik Yunan tarzı sütunlardan (Entasis) geldiğini kanıtlamak için Çin, Hindistan yoluyla Yunanistan ve Türkiye’ye yönelmişti. Ancak Kozui’nin büyük planlarını öğrendiğinde kendisinin ne kadar küçük düşündüğünü farketmişti. İtö’nun Kozui’ye hayranlığının kökeninde bu vardır. Keşif gezisinin içeriğine gelecek olursak. 1. Gezi Hindistan ve Orta Asya’yı kapsıyordu. Bu ilk araştırmanın odağında Hindistan vardı. Kozui Hindistan’a yöneldi. Hindistan’daki araştırmalar toplam on bir kişiyle yürütüldü. 1903 yılı Ocağında babasının vefat haberini Hindistan’dayken aldı. Hemen Japonya’ya döndü ancak yolda Burma’ya uğrayarak Japonya’dan gelen destek ekibine talimatlar vererek Çin’in güneybatısında incelemeler yapmak üzere yolladı. Birinci gezide Orta Asya’ya girenler Watanabe Tesshin ve Hori Kenyu ikilisiydi. İkinci ve Üçüncü geziler de yine Orta Asya’ya yapılmıştır. Otani Araştırma gezileri Orta Asya’ya derinlemesine odaklanacaktı. Tibet yaylaları yönünden Doğu Türkistan (Çin Uygur Özerk Bölgesi) Orta Asya ve İpek Yolu terimlerinin ifade ettiği bölge “Türkistan”dır. “Türklerin Yurdu” anlamına gelir. Bu nedenle Türklerle ilişkisi derindir. Genelde Türkistan, “Dünyanın çatısı” adı verilen Pamir yaylalarını sınır alarak Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılır. Batı Türkistan günümüzde Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’dan oluşur. Doğu Türkistan ise Çin Halk Cumhuriyeti’nin Uygur Özerk Bölgesi’dir. En önemlisi de Türkistan deyimi 9.yüzyıldan itibaren Türk ulusunun doğu ve batıda çok güçlenmesiyle ilişkilidir. Otani Araştırma ekiplerinin yoğunlaştığı bölge Doğu Türkistan yani Uygur Özerk Bölgesiydi. İpek Yolu Doğu ve Batı kültürlerinin etkileşim içinde oldukları hattır. Tek bir hattan ibaret de değildir. Çok sayıda ticaret yolundan oluşmaktadır. Çöl çevresinde vahaları birbirine bağlayan bu yollardan çok sayıda halk, kültür ve din geçmiştir. Burada bi hikayeyi zikretmek isterim: Ünlü Aurel Stein Miran adlı vaha şehrindeki Budist kalıntılarında kazılar yapmaktaydı. Toprağın altından batı toplumlarında çok iyi bilinen kanatlı bir melek figürü çıkıvermişti. Uzakdoğu dini olan Budizme ait kalıntıların arasından Uzakbatı’ya ait bir melek bulunmuş ve Stein bu keşfini “Orta Asya araştırmalarımAurel Stein 10 ve Türkiye... Miran’da bulunan bir kanatlı melek tasviri da beni en çok hayrete düşüren şey” diye adlandırarak raporuna not edecekti. Miran kazılarından çıkan Budist resimleri Hindistan’dakilerden farklıdır. Doğu-Batı ekseninde gerçekleşen kültür etkileşiminin ürünü olan özgün şekillerdir. Birinci Otani ekibindeki iki kişi Stein’ın izinden önce Hotan’a yöneldiler. Bronz Buda başını o sırada bulmuşlardı. Bu araştırmanın kendine has rengini veren ise Kuça incelemesidir. Burada Alman keşif ekibine rastgeldiler. Kuça yakınlarında Kızıl adıyla bilinen, Orta Asya’nın en büyük çaplı mağara yerleşimleri olup Otani araştırma ekibi burada çalışmışlardır. Kızıl Budist mabedlerinde buldukları duvar resimlerinden birini tanıtmak isterim. Bu duvar resmi Budizmin kurucusu Şakyamuni Buda’nın vefatından sonra onun küllerini dağıtmakla sorumlu Do- Hori Kenyu ve Watanabe Tesshin Hotan’da bulunan Buda başı 11 224 No’lu mağarada bulunan duvar resmi (Drona, Kızıl) Kont Otani Kozui Kuça’da bir pazar yeri (1902) Kuça’da Subaşı kazıları Kızıl mağara yerleşimi röna adındaki bir adamı resmetmektedir. Bu adamın yüzüne dikkatle bakılacak olursa tam anlamıyla bir Bizans eserinde görünebilecek bir figür olduğu kolayca anlaşılabilir. Bu resmin de yine Doğu-Batı etkileşiminin bir ürünü olduğunu söylemek mümkün olsa gerek. Kumtura mağara yerleşimi Kumtura’da bulunan bir Bodisattva başı (Tokyo Ulusal Müzesi) Watanabe Tesshin ve Hori Kenyu Grünwedel’den Alman ekibi yoluyla Kumtura mağaralarını duyarlar. 9 Mayıs 1903’te ikili Alman ekibinden bir ay sonra Kumtura’ya varırlar. (fig.15) O sırada Alman ekip Kumtura’da sadece konaklamış ve derinlemesine bir inceleme yapmamış bulunmaktaydı. Kumtura mağaralarının ilk gerçek incelemesini Otani Araştırma ekibinin yapmış olduğunu söyleyebiliriz. (fig.16) Aslında Grünwedel’den haber almadan önce Kumtura Budist mağara tapınaklarının öneminin farkına varmışlardı. Peki Kumtura’nın önemini nasıl farketmişlerdi? Onlar için önemli bir bilgi kaynağı Çin karakterleriyle yazılmış belgelerdi. Çinli, Qing hanedanına bağlı bir bilim adamı olan Xu Song’un yazdığı “Batı Bölgesi Su Yolları Kayıtları” (Xi yu Shui dao ji) adlı kitap asıl kaynaklarıydı. Otani ekibinin genç üyeleri Xu Song’un kitabını ellerinden düşürmeyerek Kumtura mağaralarının ayrıntılı bir incelemesini yapmak imkanı bulmuşlardı. Bu fotoğraf Watanabe Tesshin’in çok beğendiği bir eseri göstermektedir. (fig.17) Buldukları yerde bırakacak olsalar kesinlikle zarar göreceğini düşünerek bir yolunu bulup Japonya’ya götürerek muhafaza etmek istedilerse de taşıyabilecekleri yükün sınırına gelmişlerdi. Bırakmak zorunda kaldılar. Watanabe’nin tahmin ettiği gibi bu heykel artık yeryüzünde bulunmamaktadır. İki gezgin Kuça çevresindeki incelemelerini tamamlayarak Turfan’a gidip oradan da Urumçi’ye geçerek Çin’in iç bölgelerine doğru ilerliyorlardı ancak aslında bu sırada Dun Huang’a gitmeyi planlıyorlardı. Ama kalan günlerini ve paralarını hesaplamak zorundaydılar. Yukarıda bahsettiğim “Batı Bölgesi Su Yolları Kayıtları” kitabında yazılanlardan Dun Huang’ın yerini öğrenmişlerdi ve parlak güzellikteki duvar resimlerinin varlığından haberdardılar. Sonraki yıllarda Watanabe Tesshin “Orta Asya Araştırmalarından Anılar” başlıklı bir konferansında Stein ve Pelliot’dan önce Dun Huang’a gitme imkanı varken yapamadıkları için hayıflanıyordu. (Gendai Bukkyo/ Günümüz Budizmi, Kumtura’da bir kabartma parçası 12 ve Türkiye... Temmuz 1933) Dun Huang Mogao mağaralarının dünya çapında ün kazanması 1907 yılında Aurel Stein sayesinde olmuştur. Stein’ın araştırmalarını vesilesiyle Dun Huang dikkatleri üzerine çekmiştir. Fransız Pelliot’un Dun Huang’a girişi ise 1908 yılına rastlar. Avrupa’da Dunhuangoloji’nin gelişmesine bu iki bilim adamı sebep olmuştur. 1908 yılında 2. Otani Araştırma Gezisi başlar. Bu kez Tachibana Zuichö ve Nomura Eizaburö ikilisi İpek Yolu’na gönderilir. İkinci ekibin odaklandığı nokta Moğolistan araştırmalarıdır. O dönemde Budizm’in doğuya geçiş rotasını ararken Moğolistan’a ayak basmak az bir öngörü değildir. Otani Kozui’nin vizyonuna hayret etmemek elde değil doğrusu. W. Radloff’un editörlüğünü yaptığı “Moğol Eski Kalıntıları” veya Qing dönemi tarih incelemecisi bilim adamlarının yazdıklarını Kozui okumuş ve Tachibana ile Nomura’ya Moğolistan’a gitmeleri talimatını vermiş olmalıdır. İkili Pekin’den Ulan Batur’a giderek eskiden Moğol imparatorluğunun başkenti olmuş Kara Kurum’u hedeflemişlerdi. Günümüzde Moğolistan’ın en eski Budist mabedi olan Erdenezu mabedinde Nomura yazıtları incelemiş, yazıtların mabedin nerelerinde yeraldığını gösteren krokiler çizmiştir. Bu yazıtların kayıplara karıştığı günümüzde büyük öneme sahip bilgiler bırakmıştır. Nomura Eizaburo Moğol Budizmi araştırmalarının temelini atmıştır. Moğolistan’daki incelemelerini tamamlayan ikili daha sonra Turfan’a geçmiştir. Korla’da ikiye ayrıldılar. Nomura Kaşgar’a, Tachibana ise Loulan’a yöneldi. Yani Tachibana Taklamakan çölünün güneyinden, Nomura ise kuzeyinden gidiyordu. Nihayet Kaşgar’da buluşarak birlikte Hindistan’a gittiler. Bu sıralarda Tachibana henüz yirmi yaşında bile değildi. Tachibana’nın Loulan’a yöneldiği dönemde hiçbir Japon buranın nerede olduğunu bilmiyordu. Nerede olduğunu bilmeden bir yeri aramak ölümcül riskler taşımaktaydı. Aslında Hedin Loulan’a daha önce gitmiş ve stupa başta olmak üzere birçok Budist kalıntısını gün ışığına çıkarmış bulunuyordu. Hedin’den bilgi edinmek gerektiğini Japonya’da bulunan Kozui çok iyi biliyordu. Hedin 1908’de Hindistan’daydı. Bu sırada Kozui onu Loulan harabeleri 13 Kont Otani Kozui Sven Hedin Batı Honganji tapınağında Otani Kozui’nin misafiri olduğu sırada çekilen bir hatıra fotoğrafı Li Bai (Li Bo) belgeleri Li Bai (Li Bo) belgeleri Japonya’ya davet etme planını hayata geçirdi. Tokyo’daki Coğrafya Cemiyeti ev sahipliğinde Hedin Tokyo’da bir konferans verdi. Ardından Kyoto’ya yönelerek Batı Honganji’ye davet edildi. O dönemden bir fotoğraf kalmıştır. Fotoğrafta Otani Kozui ve Hedin’in haricinde Kozui’nin kızkardeşi Kujö Takeko, Birinci Gezi ekibinin üyelerinden Sonoda Shue ve Hori Kenyu görülüyor. Bu hatıra fotoğrafı çekildikten sonra Kozui Hedin’e Loulan’ın yerini sormuştur. Ardından da Turfan’da olan Tachibana’ya telgraf yollayarak Loulan’ın enlem ve boylamlarını iletmiştir. Böylelikle Tachibana Loulan’a kazasız belasız ulaşabilmiştir. Loulan’da büyük bir keşif onu bekliyordu. “Li bai chi du gao” veya kısaca “Li bai Metni” denilen bir yazma. Günümüzde bu yazma Ryukoku Üniversitesi’nin hazinelerinden biridir. 4.yüzyılın başlarına tarihlenen eser Batı Bölgesi’nden (Orta Asya) Li Bai isimli bir adamın yazdığı bir mektubun müsveddesidir. Tachibana Zuicho bu metni bulduğunda yazının değerini farketmişti. Avrupa’ya hızla rapor edilince bütün Avrupa’da Li Bai metni kısa sürede bilinir hale geldi. Yazının uzunluğu 29.8cm. olup kadim Çin ölçüsüyle 1 shaku’dur. Köken olarak mektuplar tahtalara yazılırdı. Zamanla kağıda dönüşmüştür. Li Bai metni ise tam da bu dönüşüm sürecinde yazılmıştır. O döneme ait kağıt bel14 ve Türkiye... ge Çin’in iç bölgelerinde kalmamıştır.İşte Ryukoku Üniversitesi arşivnde bulunan metin böyle bir metindir. Kaligrafi sanatı açısından da çok değerli bir belge niteliği taşımaktadır. Ayrıca metinden mektup düzeninin o dönemde nasıl olduğu da anlaşılır. 1953 yılında Li Bai metni Japonya’nın önemli kültür miraslarına dahil edilmiştir. Bezeklik Budist mağara yerleşimi (Courtesy NHK) Şimdi de Nomura’nın girdiği Turfan’a odaklanalım Turfan’da Bezeklik adı verilen bir mağara yerleşimi vardır. Alman ekibi burayı ayrıntılı bir incelemeye tabi tutmuştu. Mağaralar 6.yüzyıl civarında hazırlanmış ancak 9.yüzyılda Türki bir halk olan Uygurlar’ın Turfan’a gelişiyle 11.yüzyıl civarında çok güzel Budist duvar resimleri yapılmıştır. Önceleri Mani dinine mensup olan Uygurlar Turfan’a ulaşmış olan Budizmi benimsemiş Budizm’le ilgili hikayeleri duvarlara resmetmişlerdir. 21.yüzyıla gelindiğinde Amerika Afganistan ve Irak’a girmiş, çok sayıda müslüman çıkan kargaşa ortamından zarar görmüştür. Genel olarak bu tip durumlarda yerel inançlara yeterli saygı gösterildiği söylenemez. Fakat Türk olan Uygurlar başkadır. Sahip oldukları dini bir kenara bırakacak kadar yerel inançlara uyum göstermişlerdir. İşte bu yüzdendir ki Turfan’a hakim olabilmişlerdi. Ryukoku Üniversitesi’nde kaybolmuş olan Budist duvar resimlerini restore etme işlemleri yapılmaktadır. Uygurlar’ın nasıl bir ruhani yapıya, nasıl bir dünya görüşüne sahip olduklarına dair bu duvar resimlerinde zengin bilgiler mevcuttur. Türk kavminin ilk dönemlerine ait sanatın günün birinde tam olarak aydınlığa kavuşturulabileceğini ümit ediyor ve diliyorum. Bizlere böyle bir konuyla ilgilenebilme şansını veren Otani araştırma ekibinin çabalarıdır. Bezeklik’teki bir mağaradan duvar resmi detayı Bezeklik’te 15 No’lu mağarada bulunan bir duvar resminden detay (Dīpamkara Jātaka) Bezeklik’ten bir duvar resmi Bezeklik Bin Buda mağaralarını gösteren bir CG (Courtesy NHK) 15 Kont Otani Kozui Tachibana Zuicho ikinci inceleme gezisini bitirdikten sonra Hindistan’da İngiliz Denison Ross’tan Uygurca öğrenmiştir. Bu kişi Japonya’da hemen hiç tanınmamakla birlikte Irak devletinin kuruluşunda rol alan kadın arkeolog Gertrude Bell ile yakın dost olan bir Uzak Doğu uzmanıydı. Her halükarda Japonya’da ilk Uygurca öğrenen kişi Otani Araştırma Ekibi üyesiydi. Tachibana sonraki yıllarda Orta Asya’da kendi bulduğu Budist yazmaları üzerinde bizzat çalışmaya başlamıştır. Bu Budist yazma araştırmalarının başlangış noktası ise Kozui’nin Kobe, Okamoto’daki villası, Nirakusö olmuştur. 3. Otani Araştırma Ekibi’ne gelecek olursak. Tachibana Hindistan üzerinden İngiltere’ye gittikten sonra bir kez daha Çin’in Uygur bölgesine (Doğu Türkistan) gitmek üzere hazırlıklara başladı. Aurel Stein ile de doğrudan görüşerek bilgi edindi. Üçüncü gezi Tachibana’nın tek başına harekete geçmesiyle başlar. Sibirya demiryolunu kullanarak Urumçi’ye ulaşmış, Turfan, Loulan, Çarıklık’a Tachibana Zuicho (1890 – 1968) doğru devam etmiş, Stein’dan aldığı tavsiye üzerine Taklamakan’ın güney tarafındaki Miran’ı tercih etmişti. Bu üçüncü gezide Tachibana çığır açan hareketleriyle takdir toplamıştır. O zamana kadar kimsenin yapmamış olduğu Taklamakan çölü dikey geçişini gerçekleştirdi. 20’li yaşlarının başındaki bir genç adam bunu başarmıştı. Tachibana’nın karşı durulmaz keşif azmi imkansız gibi görünen bu işi mümkün kılmıştı. Taklamakan çölünün güneyinden kuzeyine. Yerlilerin bile korkup denemekten çekinecekleri bir işti. Keşif gezisi demek normalde kimsenin gitmediği yerlere gitmekten ibaret olmayıp insanın özünü araması, tarihin özünü araması demektir. Nasıl şartlarda, ne tür bir ortamda Budist kültürünün yeşerdiğini ve yıkılıp yokolduğunu araştıran Otani Araştırma Ekibiydi. Çöl boşluğunun nasıl birşey olduğunu bizzat bedeniyle orada bulunarak gözlemlemiş, şahsen ayak basarak incelemiştir. Tachibana’nın geçtiği hat hala daha Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’nde “Tachibana Hattı” olarak anılmaktadır. O dönemde coğrafya bilimi Otani Ekibi için büüyük öneme sahipti. Başta belirtmiş olduğum gibi Otani Kozui coğrafya uzmanı olarak Avrupa’da kabul görmüştü. Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’nin emperyalizmin sopasını taşıdığı bir yanıyla doğru olmakla birlikte dünyaya yönelik bilimsel azim ruhu da bir o kadar yüksektir. O dönemde Afrika ile birlikte Orta Asya araştırmaları bu cemiyetin dünya çapında gururla gösterebileceği üstün işlerdir. Nirakuso Villası (Ashiya ilçesi, Rokko dağı) Nirakuso Villası ana binasının bahçeden görünümü 16 ve Türkiye... Otani Araştırma Ekibi’nin Taklamakan çölünde seyir halindeki kervanı Otani Ekibi ise Budizm’in yayıldığı rotayı arıyordu. Bu sadece Budizm’in hangi yoldan geçerek Japonya’ya ulaştığını açıklığa kavuşturmaktan ibaret bir girişim olmayıp Budizm’in geçtiği bölgelerin nasıl yerler olduğunu da içermekte yani tam anlamıyla coğrafya bilimi bakış açısıyla gerçekleştirilmiş araştırmaydı. İklim, toprak özellikleri, bitki ve hayvanların yaşam zincirleri gibi yerel yaşamı devam ettirebilmek için insanın ihtiyaç duyduğu şartlara büyük bir ilgi duyuyorlardı. Bunun Otani Kozui’nin ilgisinden kaynaklandığı açıktır. Tachibana daha sonra Hotan’dan Tibet yaylalarına geçmeye çalışır ancak orada kendisiyle iletişim kesilir. Tachibanayı bulmak üzere Yoshikawa Koichiro görevlendirilir. İkisi Dun Huang’da dramatik bir şekilde buluşurlar. Şimdi Ryukoku üniversitesinde bulunan Dun Huang Mogao fotoğrafları o sırada Yoshikawa tarafından çekilmiştir. İkili Hami, Turfan çevresini inceledikten sonra Tachibana tek başına dönüş yolunu tutar. Yoshikawa ise sonraki iki yıl boyunca Taklamakan çölünün güney tarafındaki kalıntıları araştırmıştır. Yoshikawa’nın Dun Huang’da aldığı sutra yazmaları ve Buda resimleri Tanrı Dağları (Tien Shan)’da bulduğu bitkilerin sonunda 145 develik büyük bir kervan oluşturduğu söylenir. Otani araştırma ekiplerinin topladığı yazmalara ne oldu acaba? Çoğunluğu Nirakuso’ya taşınmıştı. Nirakuso’da buluntuların sergilemesi de yapılmış, dönem dönem bazıları gazetelerde yeralmıştır. Japonya’da ilk İpek Yolu modası dönemiydi. Nirakuso’da Muko Ortaokulu adında bir okul da kurulmuştu. Kozui insan yetiştirmeye büyük önem veriyordu. Bu ortaokulun ilk müdürü araştırma gezisinden dönen Tachibana Zuicho olmuştur. Gençlere yönelik dergilerde gençlere hitaben İpek Yolu’nu tanıtan ateşli yazılar yazmıştır. Tachibana bir saha işçisi olduğu kadar bir eğitimci ve hatırlanması gereken ve alanında öncü bir Budist yazma okuma uzmanıydı. Müdürlük görevini yürütürken bir yandan da İpek Yolu’nda bizzat bulduğu Budist yazmalarını araştırmaktaydı. Yukarıda bahsetmiş olduğum gibi Tachibana Japonya’nın ilk Uygurca araştırmacısıdır. Nirakuso’da bir de akademik dergi yayınlanır. Derginin adı “Niraku Sosho”dur. Maalesef ancak dördüncü sayıya kadar çıkabilmştir. Tachibana bu dergide Uygurca dua metinlerini tanıtmıştır. Araştırmalarında ulaştığı seviye Niraku Sosho’nun sayfalarında görülebilir. Otani Araştırma Gezileri Batı Honganji’de çıkan finansal sorunlar nedeniyle aniden kesilivermiştir. 1914 yılında Otani Kozui’nin başrahiplik makamından ayrılması olayı meydana gelmiş ve geziler de yarıda kesilmiştir. Yani I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıl olan 1914’te Otani gezileri de bitmiştir. Toplanan eserlere daha sonra ne olduğuna bakılacak olursa; Nirakuso’da bulunan Budist duvar resimleri başta olmak üzere diğer güzel sanat eserleri işadamı Kuhara Fusanosuke’ye geçmiştir. Kuhara bir holding yöneticisi olup sonradan siyasete atılmıştır. Eserler daha sonra Kuhara’dan onun gibi Yamaguchi vilayetinden gelen Nirakuso’da yayınlanan “Niraku Sosho” dergisi 17 Kont Otani Kozui Terauchi Masatake’ye geçmiştir. Sonradan başbakan olacak olan Terauchi o sıralarda ilk Kore genel valisiydi. Genel valilik binası eski Kore Ulusal Merkez Müzesiydi. Otani koleksiyonu neden Kore’de bulunuyor sorusuyla sık sık karşılaşıyorum ve cevabı da anlattığım gibidir. Lüshun müzesinde (Çin) bulunan Budist yazmalar Ayrıca Nirakuso mimari olarak da oldukça özgün olup Japonya’da bir benzeri olmadığı söylenirdi ama maalesef bir yangın sonucunda yokolup gitmiştir. Otani Kozui başrahiplik makamını bıraktıktan sonra kıtaya yöneldi. Çin’e geçen Kozui Şanghay ve Lüshun’da yerleşti. İpek Yolu yazmalarının çoğunu bırakmıştı ama yanından ayırmadıkları da vardı. Sutra dua yazmaları. Kozui’nin Lüshun’da yerleştiği villa hala durmaktadır. Tachibana Zuicho bu villada da metin okuma çalışmalarına devam etmiştir. Günümüzde Lüshun Müzesi’nde çok sayıda yazma parçası bulunmakta olup iyi bir şekilde korunmaktadırlar. 2002 yılına kadar tamamının ne durumda olduğunu kimse bilmiyordu. 2002’de Lüshun Müzesi Ryukoku Üniversitesi ile işbirliğine giderek koleksiyonundaki yazma parçalarının Çinli araştırmacılarla birlikte incelenmesi ortak projesi start aldı. Tachibana’nın azminin miras alındığı bir girişim böylece başlamış oldu. Defterlere yerleştirilmiş çok sayıda yazma parçasının haricinde zarflarda tutulan yazma parçası yığınları bulunmaktadır. Çerçöple karışık olsa bile Otani Ekipleri için çok değerli parçalardı bunlar. Bu müzede Otani ekipleri tarafından toplanmış Buda heykelleri ve Turfan’da bulunan bir mumya da bulunmaktadır. Budist yazma parçaları Yazmaların çoğu Çin’de Lüshun müzesi, Kore’de Merkezi Ulusal Müzesi, Japonya’da Tokyo Devlet Müzesi, Kyoto Ryukoku Üniversitesi olmak üzere Çin, Kore ve Japonya’da dağınık haldedir. Tamamının durumu henüz bilinmemektedir. Batıda henüz medeniyet yeşermemişken Orta Asya’da Budizm’i merkez alan bir uygarlık vardı. Budizm’den sonra İslam’ı merkez alan bir uygarlığa dönüşmüştür. 19.yüzyıldan 20.yüzyıla geçerken Avrupa medeniyeti baskın çıkmış ve Asyalı toplumlar Avrupa tarafından çağdışı kabul edilmişlerdir. Kozui ise bir yandan Avrupa’nın modern medeniyetini benimsemiş ancak diğer yandan da Asya’da da insa- Antik Budist yazmalardan küçük parçalar toplu halde 18 ve Türkiye... Kont Otani’nin yerel kalkınmaya destek amacıyla Java, Endonezya’da yaptırdığı çiftlikte çekilen bir hatıra fotoğrafı noğlunun tanıması gereken medeniyetlerin varolduğunu araştırmaları yoluyla kanıtlamış ve Asya’nın yeniden doğuşunun hayalini kurmuştu. Bu hayali sonunda Endonezya, Türkiye gibi ülkelerde sanayilerin geliştirilmesine destek olmasına kadar bağlanmaktadır. Eski bir Çin metninde “hiçbir şeyi olmayanın ruhu da olmaz” (Mencius; M.Ö. 372-289) deyişi yeralmaktadır. “Ekonomik olarak güvenin olmadığı yerde ahlak da gelişmez” anlamına gelmektedir. Kozui’nin hedefinin de Asya toplumlarının ekonomik olarak geliştirilmesi ile okul eğitimi yoluyla insanlarının yetiştirilmesiydi denebilir. Avrupa ve Asya diyerek bizler kolaylıkla ayırdedici çizgiler çekebiliyoruz. Ancak Kozui’nin Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan bir düşünce sistemine sahip olduğu bilinmelidir. O bu sayede Avrupa ve Asya’yı kucaklayan “Avrasya Ruhu” diyebileceğimiz bir düşünceyi anlatıyordu. Söyleminin ardında ise küçüklüğünden beri duymuş olduğu “tüm varlıkların faydası ve refahı”nı isteyen bir yürek olduğu açıktır. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz Bezeklik’teki Uygur Budist sanatının işaret ettiği de yine Buda’nın “tüm varlıkların faydası ve refahı”nı isteyişini gösteren sahnedir. İpek Yolu’nda Budizm, yaşayan herşeyi kucaklamayı ve farklı olanla birlikte yaşamanın önemini anlatmaktaydı. 19 Kont Otani Kozui 20 ve Türkiye... Başlarken... 21 Kont Otani Kozui Başlarken.... Kont Otani Kozui 20.yüzyıl Japon tarihinin en önemli figürlerinden biridir. On milyona varan üyesiyle Japonya’nın en büyük ve en eski Budist kurumlarından olan Batı Honganji tapınağının 22.Başrahibi, İmparator Hirohito’nun eniştesi, ünlü kadın şair Kujö Takeko’nun ağabeyi, Batılı bilim adamları haricinde Orta Asya’ya araştırma gezileri ilk Asyalı araştırmacı, Güneydoğu Asya’da tarım yatırımları yapan bir yatırımcı, Japon iş dünyasına yön gösteren bir vizyoner, 1940-41 yılları arası bir süre başbakan danışmanlığı yapmış bir siyaset adamı, verdiği sayısız konferansla halkını aydınlatmaya çalışan bir kamuoyu önderi, binlerce öğrenci yetiştiren bir öğretmen, kendi adıyla anılan bir kiraz çiçeği ağacı yetirecek kadar bilgili bir botanikçi, on cildlik “Asya’nın İnşası” başta olmak üzere çok sayıda eser vermiş bir yazardı. Son eseri hayatının son yıllarını geçirdiği Beppu şehri ve çevresi için hazırladığı bir kalkınma planıydı. Hepsinden önemlisi Kont Otani öğrenmeye ve öğretmeye doymayan özgür bir ruhtu. İşte bu Otani Kozui’nin Kuşimoto Ertuğrul Şehitleri Anıtı’nda bir taş kitabenin üzerinde adını görmek bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için şaşırtıcı bir deneyimdir. Şehitlerimizin aziz hatırasını ebediyete taşımak üzere taşa nakşedilmiş bu “Kozui Kitabesi” iki ülke ilişkileri tarihinde çok önemli bir rol üstlenmiş olmasına rağmen her iki toplumun hafızasından da silinmiş olan Kont Otani’yi hatırlatan yegane kanıttır. Bu izin peşinden gidildiğinde cumhuriyet dönemi Türk-Japon ticari ilişkilerinin geliştirilmesinde onun vizyon ve dostane gayretinin aldığı rol anlaşılır. Kont Otani cumhuriyet kurulur kurulmaz daha 1924 yılı başında tüm Japon iş dünyasını Türkiye’ye yatırım yapmaya davet eden ilk Japon ve hatta ilk yabancıdır. İki ülke arasındaki ilk dostluk ve iletişim kuruluşu olup 1925 yılında Osaka’da kurulan Japon-Türk Dış Ticaret Derneği’nin ve 1926 yılında Tokyo’da kurulan Japon-Türk Derneği’nin yani günümüzdeki adıyla “Japonya- Türkiye Cemiyeti”nin de kurucularındandır. Otani 1927 yılında Gazi Çiftliği projesinde yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile ortaklık kurmuş ve ülkemize yönelik ilk doğrudan yabancı sermaye yatırımını yapmış kişidir. Ayrıca 1929’da Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan ilk yabancı sanayi yatırımı olan “Bursa Türk-Japon İpek Dokuma Fabrikası”nı kuran da yine Otani Kozui’dir. Yine aynı yıl içerisinde İstanbul Karaköy’de bir “Japon Malları Mağazası” açılmasında da, Ertuğrul anıtındaki “Kozui Kitabesi”nin yazarı Kont Otani’nin katkıları olduğu görülür. Dönemin Japon gazetelerine verdiği demeçlerde ve ülke çapında yaptığı söyleşilerde iki ülke ticari ilişkilerinin geliştirilmesini, Japon işadamlarının yatırım ve ithalat yaparak yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmasına yardımcı olmalarını istemiştir. Bu kitap Kont Otani Kozui’yi ve Türk-Japon ticari ilişkilerinin kurulmasına yaptığı katkıyı ele alarak ortak tarihimizin unutulmuş bir kişiliğine hakettiği değerin verilmesi yönünde atılmış bir adım olarak düşünülmelidir. İyi niyetle, samimi duygularla hareket edenler günün birinde mutlaka hatırlanacaklardır.... 22 ve Türkiye... I- ÖTANİ KÖZUİ Otani Közui (1876-1948) 27 Aralık 1876’da Kyoto’da dünyaya gelmiştir. Doğumunda verilen ismi Toshimaro’dur. Babası Japonya’nın en büyük Budist mezheplerinden biri olan Jödö Şinşu’nun Baş Tapınağı Batı Honganji’nin yirmi birinci ruhani lideri olan Otani Köson’dur (1850-1902). İçine doğduğu Japonya, tarihinin en derin değişikliklerine sahne olmakta, şogun idaresi son bularak ülke modernleşme ve yenilenme yönünde evrilmekteydi. Siyasi erkin imparatora “iade edildiği” düşüncesinden hareketle “Meiji Restorasyonu” adını da alan bu dönemde Tokugawa şogunluğu ile imparator yandaşları arasında çok şiddetli çatışmalar yaşanmıştı. İmparatorun Satsuma ve Chöshu vilayetlerinin de katısıyla gücü ele geçirmesi sürecinde en büyük destekçilerinden biri olmasına rağmen Köson ve lideri olduğu Batı Honganji, bu devrimin beklenmedik bir sonucu ile karşılaşmışlardı. İmparatoru davasında askeri açıdan desteklemiş olarak yeni yönetimde söz sahibi olan bazı samuraylar dini açıdan yüzyıllardır içiçe geçmiş Şintoizm ile Budizmin (Şinbutsu shügö) birbirinden ayrılması gerektiğini söylüyorlardı. Onlara göre Şintoist inancın yerli, Budizm ise “yabancı” bir inanç sistemiydi. Otani Koson (Aziz Myonyo) Batı Honganji’nin 21. Başrahibi Japon Takımadaları’nın yaratıcısı kabul edilen Tanrıça Amaterasu’nun neslinden olduğuna inandıkları imparatorun şahsına kutsal bir merkezi rol biçiyorlar ve Hıristiyanlarla birlikte Budistleri de kovuşturmaya başlıyorlardı. Bu dönemde çok sayıda Budist tapınağı kapatılmış veya Şintoist tapınağa dönüştürülmüştür. Budizm’in Japonya’daki en büyük temsilcilerinden biri olma sıfatıyla Köson bu çalkantılı ortamda başında bulunduğu kurumu ustalıkla yeni dönemin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürerek devletle ilişkilerini sağlıklı bir temele oturtmayı başarmıştır. Arkasındaki halk desteğini göstermek için her tapınaktan bir temsilcinin katılımyla Batı Honganji’de bir meclis kurmuş, geleneksel olarak sahip olduğu birçok idari yetkiyi bu meclise devrederek otoritesini kendi eliyle ruhani alanla sınırlamıştır. Bu demokratik hareketi dönemin Japonya’sı için devrimsel nitelikte olup ülke idaresi açısında bir örnek oluşturmuştu. Onun döneminde Batı Honganji’nin ülke sistemine yapmış olduğu katkı bununla sınırlı kalmamış ve ünlü İwakura Misyonu’yla batılı dini kurumları incelemesi için Avrupa’ya yolladığı rahip Shimaji Mokurai (1838 – 1911), dönüşünde yazdıklarıyla Batılı anlamda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını talep etmiş ve Japonya’nın laikleşmesini sağlamıştır. Mokurai aynı zamanda Türkiye’yi ziyaret eden ilk Japondur. Otani Kozui işte böyle bir dönemde Köson’un en büyük oğlu olarak doğmuş olduğu için babasının ardından kurumun başına geçerek 22. Başrahip olması onun kaderiydi. Bu konumun Japonya için neyi ifade ettiğini anlayabilmek için Honganji’nin tarihini daha yakından tanımak gerekir. 23 Kont Otani Kozui i- HONGANJI Kyoto merkez istasyonun kuzey çıkışından çıkıldığında biraz ileride birbirinden birkaç yüz metre ara ile kurulmuş iki devasa Budist tapınağı karşılar ziyaretçileri. Mimari olarak ikiz iki kardeş kadar birbirine benzeyen bu tapınaklar Japonya’nın en büyük dini kurumu olan Jödö Shinshü mezhebinin “Honzan” adı verilen ana tapınaklarıdır. Batıdaki ve daha eski olan Nishi Honganji (Batı Honganji) veya Honpa Honganji, doğudaki ise Higashi Honganji (Doğu Honganji) veya Ötani-ha Honganji’dir. Belli bir inancı temsil eden iki ana tapınak olması ve bunların birbirlerine bu kadar benzer ve bu kadar yakın olması başlı başına ilginç bir durumdur. Her biri dört yüz yıldan fazladır şimdiki yerlerinde duran dünyanın bu en büyük ahşap binaları ve onları süsleyen bahçeler Kyoto ve Japonya tarihinin yaşayan tanıkları gibidir. 1994’ten beri Unesco Dünya Mirası listesinde yeralan Batı Honganji’ye yaklaşıldığında yüksek duvarlar ve önündeki hendek benzeri kanal, bir kaleye giriyormuş hissi yaratır ziyaretçide. Ana kapıdan geçildiğinde ise çok geniş bir dış avlunun ardında yükselen tapınak binası görülür. Binanın boyutlarına rağmen yıllanmış ahşabın da etkisiyle görkemli bir katedralden ziyade büyükçe bir Japon evi havası vardır. Yine duvarlarla ayrılmış olan bahçesine girildiğinde de aynı etki devam eder. Bahçe, Japonya’nın en eski Nö tiyatrosu sahnesinin arkasında yeralır. Ayrıca yine gölün karşı kıyısında kalan ve 16. yüzyılın sonunda Honganji’nin burada yaptırılabilmesi için bu geniş araziyi bağışlayan Şogun Toyotomi Hideyoshi’nin (1536-1598) istirahati için inşa edilen köşk ve hamam binası görülür. Jōdō Shinshu Budist Mezhebinin merkezi Batı Honganji Tapınağı (Kyoto)Başrahibi Batı Honganji’nin bahçesinde 17.yüzyılın başına tarihlenen Hideyoshi köşkü Toyotomi Hideyoshi adı 15. Yüzyılın sonunda başlayarak 16. Yüzyılın sonuna kadar süren Kyoto başta olmak üzere tüm Japonya’yı kasıp kavuran “Savaşan Beylikler” dönemini hatırlatır. Bu bahçe bir anlamda o fırtınalı dönemin sonunda yakalanan huzuru temsil eder. Honganji tapınağının buradaki varlığı, boyutlarının büyüklüğü, takipçilerinin çokluğu, ikiye ayrılmış olmasının sebepleri gibi soruların yanıtları da yine kaosla geçen o yüz yılın derinliklerinde yatmaktadır. Savaşan Beylikler Dönemi’nin sonu ve Honganji Şogun Ashikaga Takauji’nin 1345 yılında İmparator Go-Daigo’nun anısına kurdurduğu Tenryuji tapınağı ile meşruiyetini ilan ederek başlattığı ve Ashikaga şogunları dönemi olarak da anılan Muromachi dönemi 1573 yılına kadar sürecekti. Üçüncü nesil Ashikaga şogunu Yoshimitsu, dedesinin kurduğu düzeni perçinlemiş ve başarılarını yine Kyoto’ya hediye ettiği Altın kaplı bir tapınak (Kinkakuji) ve bahçe ile süslemişti. Şehir nadir huzurlu dönemlerinden birini yaşıyor, uzun süren savaşların yaralarını sararak yenileniyordu. Ancak barış uzun sürmeyecekti ve Japonya, başkentini küle çevirerek yerle bir edecek bir yangın 24 Ashikaga şogunları dönemini başlatan Ashikaga Takauji (1305 – 1358) ve Türkiye... yerine dönmek üzereydi. Yaklaşmakta olan büyük fırtınanın ilk belirtileri 1460 yılında meydana gelen ve tanıklık edenlerin “Beşyüz yılda bir olabilecek boyutta” diye niteledikleri büyük kuraklık ve neticesinde meydana gelen açlık ve hastalık sebebiyle toplu ölümler olarak görünmeye başlamıştı. Bir yıl içerisinde 82.000 kişinin açlıktan öldüğü kayıtlara geçen bu dönemde bunalan kitleler kuzey bölgelerinden Kyoto’ya akın etmeye başladılar. Hızla artan nüfus başkentte asayişin sağlanmasını giderek daha zorlaştırıyordu. İşte bu ortamda 1467 yılı birinci ayı on yedinci günü patlak veren ve sonradan başladığı dönemin adını alarak “Onin no ran” (Onin Kargaşası) olarak anılacak çatışma, “Sengoku Jidai”ı (Savaşan Beylikler Dönemi) başlatacak bir iç savaşı tetikleyecekti. 14671477 yılları arasında on bir yıl kadar süren bu kargaşa dönemi görünürde sekizinci Ashikaga şogunu olan Yoshimasa’nın (1435-1490; şogunluğu: 1449-1473) halefinin kim olacağı hakkındaki belirsizlik yüzünden başlamıştı. Uzun süre oğlu olmayan Yoshimasa, kendine halef olmak üzere kardeşini evlat edinerek yetiştirmiş ancak sonradan bir oğlu olunca bu projesinden vazgeçerek öz oğlunu veliaht Şogun Ashikaga Yoshimasa (1435 -1490) ilan etmişti. İki adayın destekçileri kıyasıya bir mücadelenin içine girerek başkent başta olmak üzere her yerde savaşırlarken Şogun Yoshimasa, Higashiyama’da (Doğu Dağı) yaptırdığı villasında, binayı kuşatan harikulade bahçe içerisinde inzivaya çekilmiş, dönemin en büyük sanatçılarının hamiliğini yaparak yaşamakta ısrar etmekteydi. Duvarlarını gümüş varaklarla kaplatmayı planladığı ancak bu projesini gerçekleştirmek için ne yeterli kaynağı ne de zamanı olmadığı anlaşılıyor. O günlerin Kyoto’sundan kalan yegane bina olan köşk, Ginkakuji yani ‘Gümüş Tapınak’ olarak anılmasına rağmen hala gümüşle kaplanmış değildir ve bu hali Yoshimasa’nın gerçekleşmeyen hayalini hatırlatır gibidir. Yine de bu devir, günümüz Japonya’sının sadö (çay seremonisi), ikebana (çiçek düzenleme sanatı), Nö tiyatrosu, teien (bahçe düzenleme sanatı), sumie (mürekkeple yapılan minimalist Japon resmi) gibi hemen tüm geleneksel sanatlarının kurallarının belirlenerek sağlam temellere oturtulduğu Doğu Dağı Kültürü’nün (Higashiyama Bunka) doğmasına neden olduğu için hatırlanmaya değer. Başkenti Kyoto alevlere teslim olur, ülke açlık, hastalık ve savaşlarla dolu bir yüzyıla savrulurken Şogun Yoshimasa ünlü ressam Söami (1472-1525) ile birlikte Kinkakuji’nin bahçesini tasarlamakla meşgul olmaktaydı. Şogunun kayıtsızlığı Ashikaga ailesi tarafından atanmış valilerin merkeze yabancılaşarak özerk beyler (daimyo) haline gelmelerine ve aralarında bölünerek üstünlük mücadelesine girmelerine yolaçmıştı. Yüzyıldan fazla sürecek bu iç savaş ancak 16.yüzyılın sonunda üç karizmatik liderin, sırasıyla Oda Nobunaga (1534-1582), Toyotomi Hideyoshi (1536-1598) ve TokuGinkakuji Tapınağından (Gümüş Tapınak) bir görüntü 25 Kont Otani Kozui gawa Ieyasu’nun(1543-1616) ortaya çıkışıyla bir son bulacak ve Japonya tekrar birleşerek huzura kavuşabilecekti. İşte Kyoto’nun merkezinde tüm heybetleriyle yükselen Batı ve Doğu Honganji (Kök Yemin) tapınakları, onları süsleyen bahçeler ve temsil ettikleri Jödö Shinsü (Hakiki Cennet) mezhebinin tarihi, başlangıcından sonuna Sengoku Jidai (Savaşan Beylikler Dönemi) adı verilen bu dönemin hikayesini günümüze taşımaktadır. Mezhebin ikinci kurucusu sayılan Rennyö Shönin tarafından bu dönemin başında Osaka’da kurulmuş olan Honganji tapınağı, dönemin sonunda yukarıda adı geçen Nobunaga tarafından kuşatılarak yakılmış (1581), halefi Hideyoshi tarafından Kyoto merkezinde tekrar inşa ettirilmiş (1591) ve onun halefi Tokugawa tarafından kendi içinde ikiye bölünmeye zorlanarak Batı ve Doğu Honganji olarak yeniden yapılandırılmıştır (1602). Soami (1472-1525) Rennyo ve Honganji Honganji tapınağının temsil ettiği geleneğin temelleri Hönen Shönin (11331212) tarafından atılarak Jödöshü (Cennet tarikatı) kurulmuştu. Hemen ardından gelen takipçilerinden Shinran Shönin (1173-1262) ise Hönen’in öğretilerini daha kolay anlaşılır hale getirerek yaygınlaştırmıştı. 1262 yılında Shinran öldüğünde müridleri örgütlenerek “İkkö-shü” (Tek yöne yönelenler) adını aldılar. Bundan iki yıl sonra da kızı Kakushinni (1222-1281) babasının mezarının bulunduğu yerde bir mozole yaptırarak tarikatın kurumsallaşması yönünde ilk adımı atmış oldu. Shinran Shõnin (1173-1262) ve Rennyo Shõnin (1415-1499) Shinran’ın öğretilerine dayanan bu yeni disiplinin içinden çıktığı Tendai ekolünden ayrışarak tümüyle özerk bir yapıya kavuşması süreci ancak Rennyo (1415-1499 )ile tamamlanacaktı. Kakushinni’nin yaptırdığı mozole, torunu Kakunyo (öl.1351) tarafından küçük ölçekli bir tapınağa dönüştürülerek “Honganji” (Kök Yemin Tapınağı) adını almıştı. Böylelikle 15.yüzyılın sonu ile 16. Yüzyılın sonu arasındaki çalkantılı “Savaşan Beylikler Dönemi” boyunca Japon tarihinde önemli bir rol oynayacak olan Honganji doğmuş oluyordu. Rennyo, Honganji tapınağının sekizinci başrahipliğini (monshu) 1457 yılında 43 yaşında üstlendiğinde ilk iş olarak tapınak dahilinde bulunan Tendai mezhebine ait sembol ve işaretleri kaldırtarak Jödö Shinshü’nun artık Hiei Dağı’ndaki Enryakuji tapınağından kopma zamanın geldiğini ilan etmiş oldu. Ancak Enryakuji’nin tepkisi Rennyo’nun beklediğinden daha sertti. Dağdan süratle inen savaşçı rahipler (söhei) Honganji’ye saldırarak yokettiler. Bu darbe bir yandan Rennyo’yu sürgünlerle geçecek fırtınalı bir hayata doğru savururken bir yandan da hayalini kurduğu gibi yerleşik Budist kurumlarından özerkleşecekse kendisini destekleyecek bir cemaate ihtiyacı olduğunu anlamasını sağlamıştı. Asiller ve aristokratlar yerleşik Tendai veya Shingon ekollerine, samuray sınıfı ise bir önceki dönemde Musö Söseki tarafından yaygınlaştırılan Rinzai Zen ekolüne bağlıydılar. O da öğretilerine derinden bağlı olduğu Shinran Shönin’in izinden gidip halka, köylülere yönelmeye karar vererek Shinran’ın ölümünden sonra kurulan “İk- 26 ve Türkiye... köshü” takipçilerinin yoğun olarak bulunduğu kuzey vilayetlerine yöneldi. Rennyo için kaos içinde sükunet arayışı başlamıştı. Tarikat hızla yayıldı, zira Rennyo’nun hiyerarşiyi reddeden, eşitliğe dayalı öğretisi üretim yaptıkları topraklar üzerinde hiçbir hak iddia edemeyen ve mahsülleri doğrudan saraylarda yaşayan shöen (Arazi gelirlerinden alınacak hakları gösteren bir çeşit tımar ) hak sahiplerine vermek zorunda kalan köylüler için devrimsel nitelikteydi. Rennyo diğer rahiplerden farklı olarak onlarla yaşıyor, sefaletlerini ve acılarını paylaşıyor ve kendilerine “Gomontö” (saygıdeğer inananlar) diye hitap ediyordu. Ayrıca Budizm’in öğretisini okur-yazar olmayan sıradan insan için anlaması zor, Sanksritçe terimlerle yüklü, karmaşık yapısından kurtararak sadeleştiriyordu. Üstelik öğretinin kendisinde de kökten bir değişikliğe giderek yerleşik “jiriki” (öz-güç) prensibini yıkarak yerine sıradan halkı kendini dine adamış rahipler gibi düzenli ibadet etme zorunluluğundan kurtaran “tariki” (diğer-güç) prensibini getiriyordu. Öğretileri 1467 yılında başlayan “Önin Kargaşası”na girilirken yukarıda bahsedilen kuraklık ve açlıktan en çok etkilenen kuzey vilayetleri (Echizen, Kaga, Noto, Etchü, Echigo ve Sado) başta olmak üzere tüm taşra vilayetlerinde, merkezinRenyo öğretisini anlatırken de Rennyo’nun bulunduğu halkalar halinde yayılmış, köylüler o zamana kadarki izole yaşam tarzlarını aşarak birbirleriyle iletişime geçmiş, köyler arası konfederasyonlar kurmuş ve İkköshü bir çeşit yaygın kardeşlik örgütüne dönüşmüştü. Kurdukları bu birlik sayesinde kendilerine güvenleri artan köylüler, arazi haklarını elinde bulunduran shöen sahiplerine karşı ayaklanmaya başladılar. 1473-88 yılları arasında fasılalarla meydana gelen ve sonraları “İkkö İkki” (İkkö İsyanları) olarak adlandırılacak olan bu ayaklanmalar sonucunda daha da güçlenen monto konfederasyonları 1488 yılının sekizinci ayında yerel derebeyi Masachika’yı altederek Kaga vilayetinde yönetimi tamamen ele geçirdiler. Artık Kaga’ya “Çiftçilerin Ülkesi” deniyordu. Bu, bir vilayetin doğrudan halk tarafından yönetildiği Japonya tarihindeki tek örnektir. Ōnin Kargaşası (1467-1467) sırasında yapılan bir çarpışma 27 İkkō İkki isyanlarında (1473-1488) birlikte hareket etmeye başlayan köylüler Kont Otani Kozui Olayların Rennyo’nun öngörebildiği boyutları da aştığı anlaşılıyor. Zira öğretilerinin ana kaynaklarından olan ve torunu Ennyo(1491-1521) tarafından “Öfumi” adıyla derlenen vaazlarında Rennyo montolara dünyevi ve ruhani kanunlara eşit derecede uyulması gerektiğini, kişinin iç dünyası ile kamu alanı arasında bir denge kurması gerektiğini söyleyerek şöyle seslenmektedir: Buda’nın kanunlarına tabi olduğunuzu yahut inandığınızı söyleyerek vilayetlerinizdeki valilere veya diğer devlet görevlilerine karşı görevlerinizi kesinlikle ihmal etmemelisiniz. Aslında ne yaptığını bilen insanlar olarak kendinizi daha da çok kamu işlerine adamalı ve davranışlarınızla örnek olmalısınız...Yani hem Buda’nın hem de hükümdarın seküler kanunlarına uyanlar olarak parmakla gösterilmelisiniz. Rennyo’nun kurduğu tapınaklardan biri diğer mezhepler tarafından saldırıya uğrayarak yanarken Rennyo bu kaos ortamında sükunet ararken 1466 yılında Kyoto Honganji’nin Enryakuji savaşçı rahipleri tarafından yıkılması üzerine 1471’de Yoshizaki’de, 1477’de Osaka Deguchi’de kurduğu tapınaklar her seferinde saldırıya uğrayarak yıkılmış ve nihayet 1478’de Kyoto’nun banliyölerinden Yamashina’da kurduğu tapınakla aradığı huzuru bulabilmişti. 85 yaşında ölmeden dört yıl önce ise sonraları ünlü Osaka şehrine dönüşecek olan deniz kenarında ıssız bir yeri seçerek inziva içinde yaşamak üzere “İshiyama Honganji”yi kurmuştu(1495). “Göğün Altında Birlik” (Tenka Töitsu) ve Honganji Savaşan Beylikler dönemi (Sengoku jidai) ayakların baş olduğu bir dönem (gekokujö) olarak da anılır. Yalnızca nöhei (savaşçı köylüler) değil aynı zamanda adı sanı duyulmamış çok sayıda yetenekli ancak soylu olmayan samurayın yükselişine de tanıklık etmişti bu dönem. İç savaşı bitirerek ülkeyi birleştiren üç liderden ilki olan Oda Nobunaga da bunlardan biriydi. Owari vilayetinin vali vekilliğini yürüten görece önemsiz bir aileden geliyordu. Ancak akıllı manevraları, sürati ve acımasızlığı sayesinde hızla yükselmiş, 16.yüzyılın ortalarından itibaren Japonya’ya gelmeye başlayan Portekizliler başta olmak üzere diğer Avrupa’lı tüccar ve misyonerlerle iyi ilişkiler geliştirerek onlardan tüfek ve top gibi savaşın gidişatını değiştirecek silahlar elde etmiş ve süvari olmakla övünen samurayların geleneksel savaş tarzlarına karşı piyade sınıfını geliştirerek eşitliği bozmayı başarmıştı. 28 Savaşan Beylikler döneminin ünlü beylerinden Takeda Shingen ve Türkiye... 1560’ta kendi klanındaki fraksiyonları dize getirdikten sonra 1567’de komşu Mino beyliğini işgal etmiş, bir yıl sonra da Şogun adaylarından birinin hamiliğini üstlenerek Kyoto’ya girmişti. Nobunaga önceleri, Kai beyi Takeda Shingen ya da Echizen beyi Uesugi Kenshin gibi kendinden güçlü daimyö’lardan ya da organize ve silahlı çiftçiler olan İkkö güçlerinden uzak durmuş ve hem beyler arası hem de mezhepler arası rekabetleri kendi lehine kullanarak hızla büyümüştü. 1570’e gelindiğinde artık yeterince güçlendiğini ve İkköshü’nun savaşçı köylüleri ile çatışmaya hazır olduğunu düşünerek Osaka’daki İshiyama Honganji’yi kuşattı. Bu arada 1571’de rahip savaşçıları ile ünlü Hiei Dağı’ndaki Enryakuji’yi yerle bir ederek, tüm ahaliyi kılıçtan geçirdi. Bu hamlesinin Ishiyama Honganji’yi yıldıracağını hesap etmiş olmalıdır ancak işler planladığı gibi gitmeyecek savaşçı köylüler (nöhei), savaşçı rahipler (söhei) kadar çabuk vazgeçmeyeceklerini göstereceklerdi. Rennyo tarafından 1495 yılında inzivaya çekilmek için kurulan bu küçük tapınak, 1532 yılında Yamashina Honganji’nin diğer bir yeni mezhep olan Nichiren tarikatı müridlerince yokedilmesi üzerine Jödö Shinshü cemaatinin yeni merkezi olmuş ve jinai machi adı verilen, Honganji etrafında gelişen koca bir kale-şehire dönüşmüştü. Şehir kendine yeterli bir yapıya sahip olup hem denizden hem karadan yardım alabildiği için bir türlü düşürülememiş, on bir yıl süren kuşatma 1580 yılında nihayet Nobunaga’nın İmparator Ogimachi’yi aracı olarak araya koyması ile dönemin başrahibi Kennyo (1543-1592) tarafından şehrin sulhen teslim edilmesiyle bitebilmişti. Ancak ahali şehri terk eder etmez gizemli bir yangın tapınakla birlikte tüm şehri yoketmişti. Savaşan Beylikler döneminde yerel derebeyler Takeda Shingen ve Uesugi Kenshin arasında 1553-1564 yılları arasında yaşanan savaştan bir görüntü. İshiyama Honganji çevresinde oluşan şehrin Honganji’nin de ele geçirilmesi ile Nobunaga tüm ülkeyi kılıcı altında birdöneme ait bir haritası (Modern Osaka şehri bu leştirme hayaline bir adım daha yaklaşmıştı ancak tadını çıkarmaya faz- tapınağın yerine kurulan Osaka kalesi etrafında gelişmiştir.) la vakti olmayacaktı. Bir yıl sonra gücünün zirvesindeyken en yakın generallerinden Akechi Mitsuhide (1528?-1582) Nobunaga’yı yeni bir sefere çıkmadan önce dinlendiği Kyoto’daki küçük Honnöji tapınağında savunmasız yakalayarak, “seppuku” (Popüler olarak “harakiri” adıyla bilinen onurlu intihar şekli.) yapmaya zorlamış ve 21 Haziran 1582 sabahı Nobunaga dönemini bitirmişti. Nobunaga’nın intikamını (dolayısıyla da şogunluk tahtını) almak için iki yakın generali olan Toyotomi Hideyoshi ve Togugawa Ieyasu birbirleri ile yarışmış, olayın on bir sonrasında zafer Hideyoshi’nin olmuş Honnōji Vakası. General Oda Nobunaga’nın 21 Haziran 1582’de Kyoto’da dinlenmekte ve Mitsuhide ortadan kaldırılmıştı. olduğu Honnōji tapınağında yakın adamlarından Akechi Mitsuhide tarafından kurulan bir komplo ile öldürülüşü. (Meiji dönemi resmi, Nagoya Şehir Koleksiyonu) 29 Kont Otani Kozui Honganji’nin Kyoto’ya Dönüşü Hideyoshi, belki de kendisi de bir köylü çocuğu olduğu ve soylu bir samuray ailesinden gelmediği için şogunluğu boyunca meşruiyeti sürekli sorgulandığından olsa gerek Jödö Shinshü mezhebine, Ikkö hareketine ve Honganji kurumuna selefi Nobunaga’dan çok daha olumlu bakmaktaydı. Sempatisini 1591 yılında Kyoto’nun merkezi bir yerinde onun hediye ettiği bir araziye heybetli bir Honganji yapılmasına izin vermesinde görmek mümkündür. (fig. 18) Tabii politik olarak yeni isyanlara sebep olmadan iç savaşı bitirmek istemesinin de, Kore’den başlayarak Çin’i fethetme planları kurduğu için iç barışı bir an önce sağlamaya çalışmasının da payı olduğunu hesaba katmak gerek. Yine de Hideyoshi’nin tüm iyi niyet gösterilerine rağmen Honganji için seçtiği yerin savunulması imkansız bir düzlükte yeralması dikkate değer. Üstelik aynı HideyosSavaşan Beylikler döneminin sonunda hi 1588 yılında yayınladığı ve “Kılıç Avı” olarak bilinen genelgesinde bir yandan ülkeyi birleştiren üç liderden biri, ToyoHongaji’ye bağlı çiftçilerin elinde bulunan tüm silahların yetkililere teslim ediltomi Hideyoshi (1536-1598) mesini emreder, toplanan silahların eritilerek büyük bir Buda heykeli yapılmak üzere hayırlı bir amaca hizmet edileceğini ilan ederken, diğer yandan da Honganji’nin destekçi grubunu oluşturan köylülerin konfederasyonlar (ikki) halinde birlikte hareket etmelerini yasaklamıştı. Honganji’nin kaderi Hideyoshi’nin ölümü (1598) üzerine Tokugawa Ieyasu’nun 1600 yılında yapılan ve Savaşan Beylikler çağının kapanışını simgeleyen ünlü Sekigahara savaşından zaferle çıkarak mutlak hakimiyeti eline alması ile bir kez daha değişecekti. (fig. 19) İki yüz elli yıl sürecek Tokugawa şogunları dönemini başlatan Ieyasu’nun ilk işlerinden biri vesayet anlaşmazlığını bahane ederek Honganji’yi Batı ve Doğu olarak ikiye bölecek projesini hayata geçirmek olacaktı. Batı Honganji’nin simetrik ikizi gibi duran Doğu Honganji inşa edildi ve yüzyıllarca sürecek yeni bir denge kuruldu (1602). Otani Kozui 22. Başrahip olarak 1903 yılında bu kurumun başına geçecekti. Savaşan Beylikler dönemini sonlandıran Sekigahara savaşı (21 Ekim 1600) 30 ve Türkiye... II- AİLE 1876’da Koson ve Fujiko’nun ilk çocukları olarak doğan Kozui, 16 Eylül 1890’da Ertuğrul faciası meydana geldiğinde 14 yaşındaydı. Köklü bir dini kurumun geleneklerine uygun olarak yetiştirilmiş ve mutlu bir çocukluk dönemi geçirmişti. Ancak sonraları Kyoto ve Tokyo’da değişik okullara gönderilmiş olmasına rağmen uyum göstermekte zorlanıyor, özgür ruhu kalıplara sığmayı reddediyordu. Dolayısıyla özel öğretmenler tarafından yetiştirilmeye başlamıştı. 4 Ocak 1892’de yapılan bir törenle doğumundan sonra verilen adı Toshimaro’yu bırakarak yetişkinlik adı olan “Közui”yi aldı. Yeni evli Kozui-Kazuko çifti Otani Kazuko Hindistan seyahati sırasında Genç Otani Kozui Otani Kazuko (1882-1911)sırasında 1897 yılında aile içinde yapılan bir törenle Kujö Michitaka’nın üçüncü kızı olan Kazuko ile evlenmiş, 31 Ocak 1898’de Batı Honganji’de yapılan nikahla da bu evlilik halka duyurulmuştu. Kont Otani’nin Londra’ya lisan eğitimine gittiği sırada Kazuko da onunla birlikteydi. Dönemin şartları gereği aileler tarafından evlendirilen bu iki gencin Avrupa ve Hindistan’ı birlikte dolaştıkları ve birbirlerini çok sevdikleri anlaşılıyor. Zira Kazuko’nun 1911 yılında, henüz 30 yaşındayken hayata veda etmesinden sonra Kozui bir daha hiç evlenmemiş, eşinin hatırasını yaşatmıştı. Kazuko kısa hayatı süresince kadınların eğitimi üzerine çalışmalar yapmış, Batı tarzı eğitim veren kız liseleri açılmasında önayak olmuştur. Kazuko ayrıca Budist Kadınlar Birliği ile Japonya’nın en eski kız liselerinden olan Joshi Bungei Gakuen (şimdiki Chiyoda Kız Lisesi) okulunu da kurmuştur. Kazuko’nun kızkardeşi Sadako (1884-1951) tahta çıkış töreni sırasında (1912) Kozui’nin Sonju (Kömyo; 1885-1961), Sonyu (1886-1930) adlı iki erkek ve Takeko (1887-1928) adında bir de kız kardeşi vardı. Bunlardan Sonju yine Kujö Michitaka’nın kızı Kinuko (1893 -1974) ile ve Takeko da oğlu Kujö Yoshimune ile evlenmişler, Otani ve Kujö aileleri yakın akrabalık bağları kurarak neredeyse içiçe geçmişlerdir. Bu evliliklerin önemi ise Kujö ailesinin kendine has karakterinde yatmaktadır. Zira bu aile 12-19. Yüzyıllar arasında Japon imparatorlarının evlilik yapabileceği “Beş Naip Hanesi”nden (Go-Sekke) biridir. Geleneksel olarak imparatorluk ailesi üyeleri ve özellikle de veliaht şehzadeler, Fujiwara klanından gelen bu beş aileden başkasından birisiyle evlenemezlerdi. Bu da bu aileleri Japon asil sınıfı içerisinde özel bir konuma getiriyordu. Nitekim Kozui’nin 31 Kont Otani Kozui İmparatoriçe Sadako’nun 1923 Tokyo depremi sonrası bir aileyi ziyareti evlendiği Kazuko’nun kızkardeşi Sadako (1884 - 1951) da İmparator Meiji tarafından veliahtı Yoshihito (1879 – 1926) ile evlenmesi için seçilmiştir. Böylelikle 1912 yılında tahta çıkan İmparator Taisho’nun eşi olarak Sadako Japon İmparatoriçesi olmuştur. Üstelik eşinin vefatı üzerine oğlu Hirohito yani İmparator Shöwa’nın (1901 -1989) tahta çıktığı 1926 yılından başlayarak vefat ettiği 1951 yılına kadar “İmparator Validesi” (Teimei Kögö) sıfatıyla Japonya’nın en saygıdeğer ve güçlü kadını olmuştur. Aile bağlarının çok önemli olduğu bir ortamda eşinin Japon imparatoriçesinin ablası olması Otani Kozui’nin de imparator Hirohito’nun eniştesi olması anlamına geliyordu ki bu akrabalık bağı da Jödo Shinshu mezhebinin liderliğine ek bir yeni saygınlık kazandırıyordu. Kozui’nin diğer kardeşleri de hayatları boyunca aktif olarak Japon toplumunda öncü roller üstlenmişlerdir. Örneğin Otani Komyo (Sonju), günümüzde Japonya’da çok yaygın bir spor olan golf sporunu ülkeye getiren ve kurallarını tanıtan ilk kişidir. 22 yaşında İngiltere’ye eğitim için giden Komyo; Japonya’nın aralarında Kawana, Oshima, Nagoya, Wago, Chiba – Kashiwa, Chichibu’nun da bulunduğu ilk golf sahalarının tasarımını bizzat yapmıştır. Komyo ayrıca Tokyo Shinjuku Gyöen parkında imparatorluk ailesi mensuplarının kullanımı için bir golf sahası da tasarlayarak yaptırmış ve imparator Hirohito’nun golf öğretmenliğini üstlenmiştir. 1914 yılında ağabeyi Otani Kozui’nin ayrılmasıyla boşalan Batı Honganji başrahipliği makamına bir müddet Komyo nezaret etmişse de Kozui’nin çocuğu olmadığı için nihayet 1927’de onun oğlu Köshö (1911 – 2002) tapınağın 23. ruhani lideri ilan edilmiştir. İmparator Validesi (Teimei Kōgō) Sadako, oğlu İmparator Shōwa ile birlikte Galler Prensini ağırlarken Öte yandan Kozui’nin kızkardeşi Takeko ise Japon kadın hareketinin öncülerinden olup ünlü bir kadın şairdir. Kozui’nin eşi Kazuko ile çok yakın olarak onunla birlikte kadınların eğitimi için çalışan Takeko, onun ölümünden sonra da faaliyetlerine devam etmiştir. 1 Eylül 1923’te meydana gelen büyük Tokyo depremi sonrasında yardım faaliyetlerini organize etmek için Budist Kadınları Cemiyetini (Fujinkai) ve Japonya’nın ilk modern tam teşekküllü hastahanelerinden olan Ashoka Hastahanesi’ni kurmuştur. Eşi Kujö Yoshimune’nin İngiltere’de bulunması sebebiyle uzun yıllar ayrı yaşamak zorunda kalmasının verdiği yalnızlık ve hasret duygusu Takeko’nun Japon waka tarzı şiirlerinde görülür. Takeko dönemin ünlü şairi Sasaki Nobutsuna’nın (1872-1963) öğrencisiydi. 1920 yılında ilk şiir kitabı olan “Kinrei”i (Zil) yayınladı. 1925’te yazdığı “Rakuhoku no Aki” (Rakuhoku’da Sonbahar) adlı tiyatro eseri sahnelendi. 1928’de ise “Kunzen” (Güzel Kokulu Soluş) adıyla bir şiir kitabı daha çıkardı. Ölümünden sonra 1930 yılında ise “Shirokujaku” (Beyaz Tavus kuşu) adlı otobiyog- 32 ve Türkiye... Otani Kozui’nin erkek kardeşi Otani Komyo (Sonju; 1885-1961) Otani Kozui’nin kız kardeşi ve ünlü şair Takeko Kujō (1887-1928) rafik tiyatro eseri yayınlanmıştır. Ayrıca 1985 yılında Los Angeles’ta “Muyuge” (Hüzünsüz Çiçek) adlı bir eseri İngilizce olarak yayınlanmıştır. Kozui’ye en yakın olan kardeşi Sonyu ise uzun süre Batı Honganji’nin idari sekreteryasını üstlendikten sonra 1928 yılında Asiller Meclisi üyesi olmuş, 1937’de birinci Konoe hükümetinde yurtdışındaki Japon yerleşimlerinden ve Güney Mançurya Demiryolu’ndan sorumlu bakan olarak görev almış ve aynı zamanda Kuzey Çin İktisadi Kalkınma direktörlüğünün de başına geçmiştir. (fig. 13) 1939’da Asya’nın İnşası projesinin yönetim kurulu üyesi olan Sonyu 1 Ağustos 1939 tarihinde Çin’in Kalgan şehrinde 41 yaşında vefat etmiştir. Sonyu’nun 1922’de yayınladığı “Shakuson kara Shinran e” (Shakyamuni’den Shinran’a) ve “Shinran Shönin no Tadashii Mikata” (Aziz Shinran’ı Doğru Tanımanın Yolu) adlı iki dini içerikli kitabı bulunmaktadır. Şair Lady Takeko ile ilgili bir gazete haberi Japon yakın tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Otani Kozui işte böyle bir aile içerisinden yetişmişti. Kozui’nin erkek kardeşi Otani Sonyu (1886-1930) Otani ailesi toplu halde 33 Kozui ve Takeko (solda) (1906) Kont Otani Kozui III- ORTA ASYA ARAŞTIRMA GEZİLERİ 1899 yılı sonunda yaşlandığının ve sağlığının iyiye gitmediğinin farkında olan babası Köson, Közui’nin görevine tam olarak hazır olması için yurtdışını tanıması ve yeni dönemin gereklerine uygun olarak bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine karar vererek onu İngiltere’ye yolladı. Kozui Mart 1900’de Londra’ya vardı ve İngilizce öğrenmek için çalışmaya başladı. Ancak dünyanın her yerine yapılan keşif gezilerinden dönenlerin toplanma yeri olan şehirde sürekli olarak çeşitli etkinlikler yapılıyor ve bulunan bilgi ve eserler büyük ilgi topluyordu. Katıldığı etkinlikler sayesinde bu keşif gezilerinden haberdar olan genç Otani’yi özgür ruhu yine rahat bırakmıyordu. Özellikle Armin Vambery (1832-1913), Nikolai Mikhailovich Przevalsky (1839-88), Ferdinand von Richthofen (1833-1905), Sven Hedin(1865-1952), Teğmen Colonel Francis Younghusband (1863-1942), Sir Marc Aurel Stein (1862-1943) gibi kaşiflerin Orta Asya’ya yaptıkları ekspedisyonları öğrenen Kozui kısa sürede babasının öngördüğü gibi Londra’da rahat içinde dil öğrenmektense bizzat bir keşif gezisi düzenlemek istediğini anlamıştı. İngiltere yolunda eşi Kazuko, Kozui ve diğer ekip üyeleri (Kalkütta, Hindistan) Sonraki yılı Avrupa’nın Paris, Marsilya, Viyana, İstanbul gibi çeşitli yerlerini gezerek geçirdi. Bir yandan da Orta asya’ya gidip gelmiş insanlarla konuşuyor, bilgi topluyor ve sonradan 1. Otani Ekspedisyonu olarak anılacak olan keşif gezisini planlamakla ve hazırlık yapmakla meşgul oluyordu. 3 Mayıs 1902’de İngiliz resmi ve akademik çevreleriyle sıkı bağlantıları olan dostu John Milne ile onun White Island’daki deprem izleme merkezinde bir görüşme yaparak planlarının nihai detayları hakkında görüş alışverişinde bulundu. 16 Ağustos’ta Londra’dan hareket eden Kozui, ekip arkadaşlarının da katılımıyla ilk keşif gezisini 21 Ağustos, 1902’de St. Petersburg’dan başlattı. Mensubu olduğu dinin tarihini iyi bilen Kozui, Budizm’in Mahayana Londra günleri sırasında çekilmiş bir hatıra fotoğrafı. (Kujō Yoshimune ve eşi Takeko, Otani Kozui ve eşi Kazuko 34 ve Türkiye... Kaşgar’da Albay Miles, Kozui ve araştırma ekibi üyeleri toplu halde (Ekim 1902) Dostu John Milne’in White Island’daki evinde kolunun Hindistan’da doğduktan sonra Afganistan’a yayıldığını ve Orta Asya üzerinden önce Çin’e sonra da Japonya’ya ulaşmış olması gerektiğini düşünüyordu. Batılı araştırmacıların bölgeden getirdikleri ilk bulgular çok cesaret vericiydi. Böylelikle Japon keşif gezisi akademik olmanın yanında dini bir hüvviyet kazanıyordu. Kozui genç Jödö Shinshu rahiplerinden oluşan ekibiyle öncelikle Bakü’ye yöneldi. Ekip 4 Eylül’de Türkistan demiryolunun doğu ucu olan Oş’a ulaştı. Burada hazırlıklarını tamamladıktan sonra atlarla devam ederek 3.800m. rakımlı Derek Geçidini aşıp 21 Ekim1902’de Batı Çin’deki kabul edilen Doğu Türkistan Bölgesi’nin en Batı ucundaki yerleşim yeri olan Kaşgar’a varmayı başardılar. İlk geceyi şehirdeki Rus konsolun evinde geçirdiler. Ertesi gün Büyük Britanya’nın Kaşgar konsolosu Albay Miles ile tanışarak onun yanında kalmalarına yönelik davetini kabul ettiler. Albay Miles onları yaklaşan kış hakkında uyardı. Srinagar’dan Girgit’e ulaşan posta yolunun yakın zamanda yağan kar nedeniyle kapanacağını öğrendiler. Bu nedenle Kozui ekibini ikiye ayırmaya karar verdi. Bir grup Hindistan’a yönelirken diğeri de Taklamakan Çölü’nün çevresini dolaşacaktı. 27 Eylül’de ekip toplu halde Kaşgar’dan ayrılarak Doğu Türkistan’ın güney rotasından geçerek Yarkend üzerinden Taşkurgan’a ulaştı. Burada 14 Ekim günü ekip planlandığı gibi ikiye ayrıldı. Kozui yanındaki bir kişi ile birlikte güneye Hindistan’a doğru yönelirken diğer ekip ise kuzeye doru yola çıktı. Hindistan ekibi Girgit’teki Mintaka Geçidinden geçerek Kaşmir’e girdi ve 2 Kasım 1902’de Srinagar’a vardı. Doğu Türkistan ekibiyse kuzeye Yarkend’e dönüp ardından da Taklamakan Çölünün güneyinden geçen hat üzerinden Hotan’a gitti. Kırk gün kadar burada kalan ekip Hotan çevresinde araştırmalar yaptı. Yeni yılın gelişiyle, 2 Ocak’ta Hotan’dan ayrılan ekip çöl yollarını takip ederek kuzey Taklamakan’a Taklamakan çölü civarında bir mola yeri 35 Kont Otani Kozui Bölgede bulunan bir mağara tapınağın görünümü Batı Honganji Başrahibi sıfatıyla eşi Kazuko ile birlikte yaptığı resmi bir ziyarette çifti karşılamak için düzenlenen tören (1906) geçti. Aksu, Uş ve Turfan’da geniş çaplı incelemeler yaptıktan sonra Kaşgar’a döndüler. Bir sonraki rotaları Maralbaşı – Tumsuk – Aksu – Bay – Kuça’dı ve nihayet 10 Nisan 1903’te Kızıl’a vardılar. Bu bölgede dört aydan fazla kalmaları yaptıkları kazılarda çok önemli bulgulara rastladıklarını gösteriyor. Araştırma faaliyetlerini Doldolakol, Kızıl Bin Buda Mağaraları ve Kumtura Bin Buda Mağaraları üzerinde yoğunlaştırmışlardı. Bölgeden 11 Ağustos 1903’te ayrılan ekip Japonya’ya Urumçi, Hami ve Çin’in iç kısımlarından geçerek dönmüşlerdi. Otani Kozui’nin dahil olduğu Hindistan ekibinin gezileri ise Japonya’dan gelen bir haberle aniden durmak zorunda kalmıştı. Babası Köson (Aziz Myönyö) 18 Ocak 1903’te vefat etmişti ve Kozui’nin vakit geçirmeden Kyoto’ya dönerek Batı Honganji başrahipliği görevini üstlenmesi gerekiyordu. 12 Mart’ta Nagasaki’ye varan Kozui 25 Mart 1903’te Jödö Shinshu mezhebinin başrahibi sıfatıyla ilk resmi konuşmasını yapmıştır. 28 yaşındaki genç Kozui ülke çapında milyonlarca Japon’un üyesi olduğu bir kurumun liderlik makamının ağır sorumluluğu altına girmişti. Ancak Orta Asya keşiflerine duyduğu ilgi hiç azalmayacak hatta günün birinde makamını bırakmasına bile yolaçacaktı. Rus-Japon savaşının (10 Şubat 1904 – 5 Eylül 1905) bitiminden hemen sonra Kozui kendisinden öncekilerden farklı olduğunu bir kez daha kanıtlamak istercesine Doğu Rusya’ya bizzat katıldığı bir seyahat düzenledi. Bu seyahat 29 Temmuz – 25 Ağustos 1906 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Ertesi yıl ise Kobe yakınlarındaki Ashiya şehrinde, Rokkö dağının eteklerinde “Nirakusö” (İki Keyif Villası) adını verdiği bir köşk inşa ettirmeye karar verdi. 17 Mart 1908’de başlayarak 20 Eylül 1909’da tamamlanan bina yalnızca bir köşk olmanın ötesine geçerek bir eğitim kompleksine dönüşmüştü. Kozui tarafından bizzat tasarlanarak Ukai Chözaburö tarafından gerçekleştirilen ve türünün ilk örneklerinden olan Nirakusö dahilinde spor sahaları, bahçeler, seralar, laboratuvarlar, arkeolojik malzemenin sergilendiği ve depolandığı alanlar, arşivler, büyük bir kütüphane ile birlikte bir de “Mukö”adını verdiği bir ortaokul bulunuyordu. (fig. 08) Nirakusö projesi Kozui’nin kafasındaki Asya düşüncesinin kristalize olmuş haliydi. Bu açıdan bakıldığında köşkün inşası için seçtiği yer yani Aşiya’nın fonetik olarak Asya’nın Japonca’daki okunuşu olan “Ajia”ya benzerli- 36 ve Türkiye... Nirakuso eğitim kompleksinin ana binası ve spor sahası ği anlamlıdır. Değişik mimari üslupların meczedildiği eklektik dış görünümünün yanından bina içerisinde Hind, Çin, Arap ve İngiliz tarzında döşenmiş salonlar bulunmaktaydı. Düzenlemeye devam ettiği Orta Asya keşif gezilerinden gelen eserler burada depolanıyor, tasnif ve incelemeleri yapılarak sergileniyordu. Bulunan Budist metinleri ise tercüme ediliyordu. Kozui kendisi katılamasa da 1908 yılında Orta Asya’ya ikinci bir keşif gezisi daha düzenledi. Bu kez keşif ekibine Zuichö Tachibana and Nomura Eizaburö önderlik ediyorlardı. Haziran 1908 – Ekim 1909 tarihleri arasında Japon ekibi Pekin – Kulon -Ergenichao – Uriastai – Kobt – Urumchi – Turfan – Karaşahr – Korla – Lob Nor – Hotan – Yarkend – Kuça – Kaşgar rotasını izleyerek Hindistan üzerinde Japonya’ya dönmüştür. Bu geziden de Budizm’in tarihine ait çok sayıda eserle geri dönmüşler ve bunlar Nirakusö’ya yerleştirilmişlerdir. Orta Asya Doğu Türkistan bölgesinde bulunan Budist yazma ruloları 37 Kont Otani Kozui Dun Huang Kütüphanesinin Keşfi 1907 Mayıs’ının son günlerinden birinde Macar asıllı İngiliz kaşif Sir Marc Aurel Stein tarafından Batı Çin’in ücra bir köşesinde bulunan Dun Huang’daki bir mağarada muhteşem bir keşif yapılmıştı. Stein bu bölgeye Taklamakan üzerinden yaptığı ve çölün yabancı gözlerden sakladığı çok sayıda arkeolojik hazinesine rastladığı zorlu bir yolculuktan sonra ulaşmıştı. Aslında oraya vardığında zaten develerinin sırtında dünyadaki tüm arkeologları kıskandıracak nitelikte, dünya tarihinin bilinmeyen kısımlarına ışık tutacak sayısız antik eser ve malzeme yüklüydü. Ancak kısa süre sonra hayatının en büyük keşfini yapmak üzereydi. Dostu ve vatandaşı olan Prof. L. De Loczy’den Dun Huang adlı küçük bir kasabanın yakınlarında çok sayıda mağaradan oluşan bir Budist manastırı olduğunu duymuştu. O devirde Macaristan Coğrafya Araştırmaları Kurumu ve Coğrafya Cemiyeti’nin başkanı olan De Loczy tarihte “Bin Buda Salonları” adı verilen alanı daha 1879 gibi erken bir ziyaret etmişti. Bu ilgi çekici bilgiyi duyduktan beş yıl sonra Stein nihayet oraya giderek saha incelemesi yapma fırsatı bulabilmişti. İngiltere Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’ne gönderdiği 8 Mart 1909 tarihli raporunda o gün gördüklerini şöyle anlatmaktaydı: Vahanın 12 mil güneydoğusunda çıplak vadinin ağzında yeralan yarları oluşturan yumuşak toprak oyularak yapılmış mağaralara uçarcasına giderek ilk ziyaretimi yaptım. Beklentilerim tam anlamıyla karşılanmıştı. Daha yakından incelenmeyi bekleyen zengin bir sanat hazinesi bulduğum düşüncesiyle kalakalmıştım. Kayaların üzerine karmaşık bir şekilde yerleşmiş küçüklü büyüklü yüzlerce mağara vardı. Aceleyle yaptığım ilk inceleme hemen hepsinin duvarları çok güzel ve az çok iyi korunmuş duvar resimleri ile kaplıydı. Kompozisyon ve tarzları Hotan çölündeki tapınak harabelerinden aşina olduğum Hindistan’dan Doğu Türkistan’a uzanan Budist resim sanatı kalıntılarıyla büyük yakınlık arzediyordu. Stein’ın heyecanını artıran birşey de bölgeye varmadan iki ay önce bir Taoist rahibin iki yıl kadar önce bir tapınağı tamir etmeye çalışırken tesadüfen orada gizli bir antik yazma deposu bulduğuna dair bir rivayetti. İçgüdülerine ve tecrübesine güvenen Stein bahsi geçen rahibi bularak söylentisi dolaşan gizli hazinenin hiç olmazsa bir kısmını göstermesi için ikna etmek üzere onunla uzun görüşmeler yaptı. Rahibin direnci nihayet kırılıp Stein ve Çinli yardımcısı Chiang-ssu-yieh’i bir mağaraya götürdü ve Stein’in rüyalarını dahi aşan birşey gösterdi. Adam elinde ünlü Çinli gezgin-rahip Hsüeng Tsang tarafından 7. Yüzyılda tercüme edilen bir Budist metni içeren Çince orjinal yazma rulosunu tutmaktaydı. Stein’ın yaptığı keşfi anlattığı şu satırlar heyecanını paylaşmamızı sağlamaktadır: Dun Huang Mogao Bin Buda mağaralarının bekçisi Çinli Taoist rahip Wang’ın Otani ekibi tarafından çekilmiş fotoğrafı Sonra Tao-shih girişi kapatan kaba kapıyı bana göstermeden önce cesaretini topladı. Kayaya oyulmuş mağaranın geniş girişinin yanında yeralıyordu. Bir çatlak sayesinde tesadüfen keşfedilmeden önce üzerindeki freskli duvar tarafından gizlendiği anlaşılıyordu. Gösterdiği küçük odadaki gördüklerim gözlerimi faltaşı gibi açmama sebep oldu. Rahibin tuttuğu yağ lambasının zayıf ışığında yerden 10 ft. yüksekliğe kadar ulaşan katmanlar ha- 38 ve Türkiye... Aurel Stein’ın hazırladığı Doğu Türkistan haritası linde ancak düzensizce yığılmış yazma desteleri görülüyordu. Sonradan yaptığım hesaba göre 500 kübik fit’i dolduruyorlardı. O “kara delik”te hiçbirşeyi incelemek mümkün değildi. Ama rahip birkaç tanesini taraçanın yanındaki yeni yapılmış bir odaya getirip hızlıca bakmamıza izin verdiğinde memnuniyetim katlanmıştı. Yazmalarla bu ilk karşılaşmasından sonra Stein’ın 17 Nolu mağaradaki diğer ruloları da görmek konusundaki ısrarlı talepleri sonunda işe yaramış ve 14.000 rulo ve rulo parçasını yanına alarak İngiltere’ye dönmüştü. Stein rahibi Hsüen Tsang’ın batılı bir re-enkarnasyonu olduğuna inandırmıştı. Rakibi Aurel Stein’ın yaptığı bu büyük keşfi duyan ancak ayrıntılarını bilmeyen Fransız Paul Pelliot (1878-1945) bir yıl içerisinde Mart 1909’da Dun Huang’a vararak rahip Wang’ı buldu. Gördüklerinden çok etkilenen Pelliot tüm gayretlerine rağmen Wang’ı içerideki tüm yazmaları almak konusunda ikna etmeyi başaramadı. Sonunda 90 paund karşılığında iki deste rulo alması konusunda anlaştılar ve on gün boyunca ruloları inceleyen Pelliot alacağı yazmaları seçme fırsatı bulmuştu. Stein’dan farklı olarak Pelliot Çince okuyabildiği için Dun Huang’dan götürülen on binlerce yazma içerisinde en değerlileri onun getirdiği koleksiyona ev sahipliği yapan Biblioteque National’de bulunmaktadır. Pelliot rahibe verdiği sözü tutmamış ve henüz Çin’deyken bazı Çinli arkadaşlarına bulduğu hazineden bahsetmişti. Çinli memurlar onun neşesini paylaşmamış ve yazmaların daha fazla yağmalanmasını engellemek amacıyla başkente taşınmalarına karar vermişlerdi. Rahip Wang kurtarabildiği bir kısım yazmayı yanına alarak hemen ortadan kaybolmuş ve Çinli görevliler de kendi koleksiyonları için bir bölümünü almış oldukları için o büyük yığınlardan Pekin kütüphanesine ancak 8.697 tanesi ulaşabilmişti. Çin hükümeti 17 nolu mağarayı mühürletmiş olsa da uluslararası akademik çevrelerin ilgisi hız Mum ışığında antik yazmaları inceleyen Paul Pelliot kesmedi. 39 Kont Otani Kozui III. Otani Ekspedisyonu Dun Huang’ın bir sonraki ziyaretçileri Zuichö Tachibana ve Yoshikawa Koichirö’dan oluşan Japon ekibiydi. Aurel Stein’ın yaptığı keşfi öğrenen Otani Kozui’nin bölgeye yeni bir ekip göndermesi doğaldı. Kasım 1908’de ünlü kaşif Sven Hedin’in Japonya’ya davet etmiş ve Honganji’deki evinde misafir etmişti. Hedin’den aldığı son bilgiler ışığında yeni bir keşif gezisi planlamış ancak bu kez Budist yazmaları bulmaya odaklanmıştı. Bu nedenle bizzat Hindistan’a ve Londra’ya giderek ilk elden bilgi toplamaya karar verdi. 24 Ekim Kont Otani’nin Şanghay’daki evi: Muyūen 1909’da Hindistan’a gitmek üzere Kobe’den hareket etti. 30 Ekim’de Srinagar’da Francis Younghusband’la görüştükten sonra Zuichö Tachibana ile birlikte İngiltere’ye yöneldi. Londra’da edindiği bilgilerden sonra muhtemelen başkaları ulaşmadan önce Dun Huang’a varabilmesi için Tachibana’nın hızla bölgeye doğru yola çıkardı. Bu seyahatte Tachibana’nın yanında bir de Hobbes adında genç bir İngiliz vardı. Hobbes Taklamakan çölünü geçemeyerek yolda öldü ancak Tachibana Dun Huang’a ulaşmayı başardı. Burada ekip arkadaşı Yoshikawa Koichiro ile buluştu. İkisi Wang’ı bularak Çince, Uygurca, Tibetçe, Toharca ve başka dillerde yazılmış 400 Budist sutra rulosunu ondan satın aldılar. Ancak ekibin Çin’deki ikameti yaşadığı parasal problemler nedeniyle uzadı ve nihayet 1914 yılında yanlarında bölgeden topladıkları binlerce Budist eser ve yazmalarla Japonya’ya döndüler. Kozui’nin bu adanmışlığı Batı Honganji’deki herkes tarafından hoş karşılanmıyordu. Bazıları başrahibin faaliyetlerini giderek yüksek sesle eleştirmeye başlamışlardı. Eleştiriler Orta Asya ekspedisyonlarını desteklemek için kullandığı bütçeye yoğunlaşmaktaydı. İnançlı bir Budist olarak yaptığı girişimin öneminden emin olan Kozui bir kez daha onu acımasızca eleştirenler de dahil herkesi şaşırtan bir karar vererek 12 Mayıs 1914 tarihinde başrahiplik makamından ayrıldı. Bu hareketiyle karakterini belirleyenin makam olmadığını gösteriyordu. Nirakusö’yu ve diğer şahsi mallarını satarak Şanghay’a yerleşti. Vizyonunu paylaşmayan insanlarla birlikte olmamaya karar vermiş, bir kez daha özgürlüğü seçmişti. Hayatının geri kalanını dini bir lider değil saygın bir kamuoyu önderi olarak büyük oranda Çin’de geçirecekti. Dünyayı gezmeye devam etti. Otani koleksiyonundan Uygurca bir sutra metni Keşif gezilerinden getirilen paha biçilmez eserlerden oluşan Otani Koleksiyonu ise maalesef yıllar içinde dağıldı. Bir kısmı Ryukoku Üniversitesi, Otani Üniversitesi, Tokyo Ulusal Müzesi, Lü Shun Müzesi ve Seul Müzesi koleksiyonlarında yeralmakta olmasına rağmen diğer bir kısmı ise kaybolmuştur. 40 ve Türkiye... IV- KAMUOYU ÖNDERİ KONT OTANİ Şanghay’da ziyaretine gelen “Kozui Sevenleri Topluluğu” üyeleri ile Muyuen köşkü önünde Böylece Közui dini kimliğini ardında bırakarak kendisini öğrenmeye, araştırmaya ve yazmaya adayacağı yeni bir hayata başlamış oluyordu. Ama bu kararı ona duyulan saygıyı azaltmamış, çok sayıda öğrenci yetiştirmeye ve kamuoyunu aydınlatmaya devam etmiştir. Araştırmacı, düşünür, botanikçi, gezgin, tarihçi, siyasetçi gibi birçok sıfatı kimliğinde barındıran ancak kendisine çiftçi denmesini tercih eden Közui, ardında “Shinsaiiki-ki”den (Yeni Orta Asya Kayıtları) “Köa Keikaku”ya (Asya’nın İnşası Projesi) kadar çeşitli konularda yayınladığı kitaplarla ciltler dolusu bilgi ve düşünce bırakmıştır. Daha 1902 yılında yaptığı Orta Asya gezisinden itibaren yerel bitkilerin incelenmesine ilgi duyan Közui, çok sayıda numune toplamış ve bahsi geçen Nirakusö villasında bir sera yaptırarak bu bitkileri çalışmaya başlamıştı.Çin’deki günlerinde bu ilgisi daha da derinleşecek ve giderek onu insanoğlunun geleceğinin tarımda olduğuna ikna edecekti. Çalışmalarının sonuçlarını Şanghay’da çıkardığı “Daijö” adlı dergide açıklıyordu. Ancak zamanla bu çalışmaların teoride kalmadan hayata geçebildiğini göstermek için Java ve Endonezya’da yerel şartlara uygun bitkilerin yetiştirilmesi yoluyla o ülkelerin tarımsal ve dolayısıyla da ekonomik gelişmelerine önayak olmak üzere yatırımlar yapmaya başladı. Közui’ye göre Asya’nın kurtuluşu ekonomik bağımsızlıktaydı ve refaha giden yol tarımdan geçiyordu. Otani ekibinin derlediği Orta Asya endemik bitkilerinden örnekler Kont Otani’nin Endonezya Java’daki Shuranzero çiftliğinden bir görüntü 41 Kont Otani Kozui V- ...Ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti Otani Közui’nin faaliyetlerine ait kayıtları içeren “Kyonyo Shonin Nenpu” (Aziz Kyonyo Yıllığı) adlı esere bakıldığında İstanbul’a ilk gelişinin Temmuz 1901’e rastladığı anlaşılır. O yıl içerisinde babası Köson tarafından öğrenim için yollandığı Londra’dan ayrılarak Avrupa’yı tanımak üzere bir seyahate çıkmış ve önce Fransa’da Montrö, Cannes gibi şehirleri gördükten sonra Avusturya ve Macaristan’ı gezerek İstanbul’a gelmişti. Viyana- Budapeşte- İstanbul yolculuğunu o dönemde en kullanışlı seyahat yöntemi olan Orient Ekspres’le yapmış olduğunu tahmin etmek zor değil. (Orient Ekpres’in 1883 ile 1914 arasındaki rotası Paris- Strazburg- Münih- Viyana- Budapeşte- Bükreş olup nihai varış noktası İstanbul Sirkeci istasyonuydu. Bu rota mükemmelen Közui’nin rotasına uymaktadır.) Bu seyahat hakkında elimizde fazla bilgi olmamasına rağmen 1895 yılında Orient Ekspres yolcularının konaklaması için inşa edilmiş olan Pera Palas Oteli’nde kaldığı düşünülebilir. 26 yaşındaki genç Közui bu seyahatinde Sultan Abdülhamid’in ve Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu duruma bizzat şahit olmuştu. Onun sonraları Türkiye’ye ilgi duymasında, o ziyarete ait hatıralarının ne kadar etkili olduğunu bilmek imkansız olsa da 11 Nisan 1926 sabah saat on sularında ikinci kez İstanbul’a girerken, limana yanaşmakta olan gemisinin kamarasında günlüğüne düştüğü notta “on küsur yıl önceki ziyaretimden hatırladığım manzarada büyük bir değişiklik yok desem de sanki karşı kıyıdaki Üsküdar’da evlerin sayısı artmış gibi” dediği ve “şehirde de on küsur yıl öncesiyle karşılaştırıldığında fazla bir değişiklik yok” diye eklediğine bakılırsa İstanbul’un hafızasında yer etmiş olduğu anlaşılıyor. Aradan geçen yirmi beş yıl içerisinde Otani Közui’nin hayatında yukarıda bahsi geçen çok sayıda önemli değişiklik olmuş, Hakuşaku yani Kont ünvanına sahip olan Közui Japonya’nın en saygın Asya uzmanlarından ve sözü dinlenen kamuoyu önderlerinden biri haline gelmişti. Bu nedenle etki gücünün zirvesindeyken, 14 Şubat 1924 tarihinde Tokyo Teikoku Oteli’nde Japon sanayi ve ticaret dünyasının liderlerine verdiği bir konferans sırasında onları tarıma ve tarıma dayalı sanayilere öncelik vermeleri hususunda teşvik ettikten sonra özel olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne yatırıma yönlendirmesi herkesi şaşırtmıştı. Bu konuşmanın yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan takriben üç ay sonra yapılmış olması dikkat çekicidir: “Kaigai Toshi ni Tsuite”, (Yurtdışında yatırım hakkında), Kokumin Shimbun, 4-20 Mart, 1924. Kozui’nin 14 Şubat 1924’te Japon iş dünyasını Türkiye Cumhuriyeti’ne yatırıma çağırdığı Teikoku Otel konferansının metni Şahsen gelecekte Avrupa ve Balkanların birçok yeri gibi Anadolu Türkiye’sinin çok ilgi çekici olacağını düşünüyorum. Japon işadamları bu bölgeyle ilgileniyorlar mı diye araştırdığımda her zamanki gibi Osakalıların erken davrandıklarını gördüm. Çoktan o bölgeye girmişler bile. Bunu nasıl öğrendiğime gelince; Şanghay’daki Shökin Bankası’na gittiğimde o bölgenin (Türkiye) parasının hareket edip etmediğini sordum ve etmekte olduğunu öğrendim. Hatta böyle devam ederse Shökin Bankası İstanbul’da bir şube açmak zorunda kalabilirmiş... (“Kaigai Toshi ni Tsuite”, Kokumin Shimbun, 4-20 Mart, 1924) Sonradan Közui’nin Türkiye’deki temsilcisi olan öğren42 ve Türkiye... Uemura Tatsumi’nin 1924’te İstanbul’daki elçilik yetkililerine verdiği isim kartı. Latin harfli bu kartta adını açıkça “Uyemura” olarak belirtmekte ve kendisini Kont Kozui Otani’nin sekreteri olarak tanıtmaktadır. Kartta Kont Otani’nin Şanghay’daki köşkünün adresi görülebiliyor. cisi Uemura Tatsumi’nin Zuimonkaishi ( Kozui Sevenler Topluluğu) Dergisi’nde yayınlanan bir yazısında Közui’nin daha 1925 baharında Türkiye Cumhuriyeti’ne bizzat yatırım yapmaya karar vermiş olduğu görülür. Közui aynı yılın Eylül ayında Uemura’yı yeni cumhuriyetin dış ticaret rejimini ve yatırım şartlarını öğrenmesi için Türkiye’ye yollamıştır. (Bu gerçeği İstanbul’da yeni kurulmuş olan Japon Elçiliğinin Dışişlerine yazdığı 1 Eylül 1925 tarihli mektuptan anlıyoruz. Japon Dışişleri Ülke Bazında Gümrük İlişkileri Belgeleri- Türkiye Bölümü, Japon Dışişleri Diplomasi Arşivi, Belge No: 3.14.3.18-25, ss. 75-76. Uemura ilk kez Nisan 1924’te henüz Gümüşsuyu’ndaki elçilik binası faaliyete geçmemişken İstanbul ve Ankara’yı ziyaret etmişti. Bu bilgiyi ise bizzat kendi tanıklığından öğreniyoruz. Uemura Tatsumi, “Ajia Toruko Junreiki” (Anadolu Hac Günlüğü), Daijo, No: 5-10, ss. 83-91. Bu da henüz yatırıma karar vermemiş olsa bile Közui’nin daha o tarihte Türkiye Cumhuriyeti ile ilgilenmeye başladığını göstermektedir.) Uemura Tatsumi’nin Japonca kartı. Üzerinde aynı bilgilerle birlikte Taisho 11 yılı, 1. Ay, 11.gün (11 Ocak, 1924) tarihi düşülmüştür. Bu tarihlerde Tatsumi sık sık elçiliği ziyaret ederek bilgi talep etmiş ve nihayet 4 Mayıs’ta dış ticaret ve gümrük rejimini gösteren belgeleri elçilikten alabilmiştir. (Yukarıdaki aynı belgede Tatsumi’nin dilekçesindeki Batı Honganji logosu açık olarak görülür.) Tam bu sıralarda Közui’nin Türkçe öğrenmesi için yolladığı 14 yaşındaki Goto Satoru da İstanbul’a varmış ve hemen Galatasaray Lisesi’ne kayıt olmuştu. Bu arada Otani Közui Türkiye’ye yatırım yapılması, ticari ilişkilerin geliştirilmesi için Japon iş dünyasında yürüttüğü kulis faaliyetlerine devam ediyordu. Büyükelçi vekili Hulusi Fuad (Tugay)’ın Tokyo’ya gelişi ve 17 Temmuz 1925’te Türki43 14 yaşındaki Gotoh Satoru’nun Galatasaray Lisesi’nde okumak üzere Otani Kozui tarafından gönderilerek okula kaydettirildiğine dair Hariciye Nezareti’ne ait Fransızca bilgi notu (Aslı Osmanlıca); Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Belge: HR-İM, 174-66 Kont Otani Kozui “Nichi-Do Bōeki Kyōkai Setsuritsu” (Japon-Türk Dış Ticaret Derneği kuruldu), Osaka Mainichi Gazetesi, 17 Kasım 1925. Haberde Hulusi Fuad Bey’in Osaka’ya teşrifleri ile derneğin Osaka Sanayi ve Ticaret Odası önderliğinde, Oda başkanı Inahata Katsutaro başkanlığında kurulduğu bildiriliyor. “Umareta Nichi-Do Bōeki Kyōkai” (Japon-Türk Dış Ticaret Derneği doğdu), Osaka Mainichi Gazetesi, 4 Mart,1925. Derneğin açılış töreni ve Otani Kozui’nin Japon işadamlarını Türkiye’den mal ithal etmeye teşvik ettiği konuşması. Birkaç gün sonra bizzat yatırım yapma kararıyla Türkiye’ye doğru yola çıkar. ye Büyükelçiliği’nin resmen açılışı ile birlikte bu faaliyetler hız kazanmış, Közui’nin bahsettiği Osaka’lı işadamları hareketlenmişlerdi. Hulusi Bey’in Osaka Sanayi ve Ticaret Odası’nı ziyaretinde iki ülke arasındaki ticari ve dostluk ilişkilerinin geliştirilmesi için bir kurum ihtiyacından bahsedilmesi üzerine “Osaka Nichi-Do Böeki Kyökai” (Osaka Japon-Türk Dış Ticaret Derneği) 16 Kasım 1925’te resmen kurulmuştur. Bu dernek bu alanda kurulmuş ilk kurumdur. Kuruluşunda Yamada Torajiro ve Otani Közui aktif rol almışlardır. Derneğin açılış törenine Türkiye’ye doğru yola çıkmak üzere olan Otani Közui de katılmış, Hulusi Fuad ve Osaka Sanayi ve Ticaret Odası başkanı İnahata Katsutaro’nun da hazır bulunduğu topluluğa Japonya için Türkiye’nin öneminden bahsettiği bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında “Sizler [Türkiye’ye] satmayı düşünüyorsunuz. Oysa ben [Türkiye’den] satın almayı düşünüyorum. Şimdi almak istediğim pamuk ve yünü görmek için Türkiye’ye gideceğim. Çünkü birşey satın almak istiyorsanız dost bir ülkeden almak en doğrusudur...” diyerek Japon işadamlarından ihracatttan ziyade Türkiye’den ithalat yapmalarını istiyordu . Herkesin ihracata yöneldiği bir ortamda Közui’nin bu tavrıyla yeni cumhuriyetin kalkınmasına katkıda bulunmayı amaçladığı açıktır. Bu toplantıdan beş gün sonra 8 Şubat’ta Kobe limanından Türkiye’ye doğru hareket etmiştir. i- ANKARA GAZİ ÇİFTLİĞİ: Yeni Cumhuriyete İlk Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımı Otani Közui Kobe’den Fransız Uzakdoğu hattında çalışan “Dartagnan” gemisiyle Hong Kong- Saigon- Pnom Penh- Kolombo- Aden- Cibuti- Süveyş üzerinden 27 Şubat’ta Port Said’e ulaşmıştır. Burada İtalyan Lloyd Triestino firmasının “Baraski” gemisine geçerek Hayfa- Beyrut- Tripoli- Aleksandrietta üzerinden Mersin’e vardığında geminin birkaç gün bu limanda kalmasından istifade ederek hemen bir araba kiralamış ve Çukurova’da incelemeler yapmıştır. Güneydoğu Asya’da sahip olduğu geniş zırai işletmelerdeki tecrübesi ve yaptığı araştırmalar sayesinde toprağın önemini çok iyi biliyordu. Gördüklerinden etkilendiğini saklamayan Közui, Çukurova’nın tarımsal potansiyeli hakkında şunları söylemişti: “Nil nehri deltasıyla karşılaştırıldığında kumu az toprağı bol. Hakikaten en iyi cins ve verimli toprak. Çiftçilerin söylediğine bakılırsa kışın başka ürünler alıyor, yazın pamuk üretiyorlarmış. Bu bölge büyük bir pamuk havzası....Bu bölge tam anlamıyla işlenecek olsa [kaliteli pamuğu ile ünlü] Mısır’ı geride bırakabilir...” (Otani Közui, Akdeniz Seyahati Günlüğü) Anadolu topraklarını henüz görmeden yatırım yapma kararıyla gelmiş olmasına rağmen kararında haklı olduğunu anlamıştı. Ortadoğu’da Türkiye’nin konumunu ve Otani’nin güzergahını gösterir harita 44 ve Türkiye... Mersin’den ayrıldıktan sonra gemisi Antalya, Rodos, Midilli limanlarına uğrayarak İzmir’e vardığında hemen Nif’e (günümüzde Kemal Paşa) giderek buradaki verimli tarım alanlarını da incelemiştir. Gemisi nihayet 9 Nisan 1926’da İstanbul limanına yanaşırken Közui günlüğüne uzun ve yorucu yolculuğun bitmesinden memnuniyetini yansıtan şu satırları yazıyordu: “Öğleden sonra İstanbul’a çıkacağız. Kobe’den hareketimizden altmış gün sonra bugün birinci aşamayı bitirmiş oluyoruz.” (Akdeniz Seyahati Günlüğü) O gün Tokatlıyan Oteline yerleşir. Burada yazdığı ve Temmuz sayısında Şanghay’da çıkan Daijö dergisinde yayınlanan 18 Nisan tarihli mektubunda Közui, Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu iktisadi şartlar ile ilgili derinlemesine bir analiz yapmaktadır. Ona göre İstanbul bir ara liman olarak büyük bir potansiyele sahip olup ulaşım imkanları geliştirilecek olursa Türkiye Doğu-Batı ticareti üzerindeki kavşak noktalarından biri haline gelebilir ve konumunun verdiği avantajla hızlı bir büyüme yakalayabilirdi. Mektubunda Türk hükümeti ve halkına olduğu gibi Japon hükümeti ve halkına da daha yakın işbirliği çağrısı yaparak şunları söylemekteydi: İçinde bulunduğu doğal şartlar gereği [bu şehir] Kobe gibi, Şanghay gibi önemli bir konuma sahip olma potansiyeline sahiptir.... [Hatta]Karadeniz ve Ege Denizi arasında yeralması vasfıyla hem Şanghay’dan hem de Kobe’den üstündür. Ancak Türkiye yönetimi böyle bir görüşe sahip değilmiş gibi bir kavşak limanın gerektirdiği tesisleri yapmak bir yana herhangi bir hazırlık yapıyormuş gibi değil. Ülke için üretimin ihracat limanı olma işlevini uzaktaki İzmir limanı üstlenmiş durumda.Türkiye hükümetleri doğanın bahşettiği bu üstünlüğü kullanacak olsa ülkelerinin refahını mutlaka artıracaklardır... Bugün ülkemizde Ortadoğu’nun kalkınmasından bahsedenler bu bölgeye [bizzat] gelmek zorundadırlar. İlerleme isteniyorsa Japonlar Anadolu’yu gezmelidirler... Bu bölgenin dış ticaretinin gelişmesi gerçek derslerle doludur... Dışişleri bakanlığı buraya bir elçi atayıp diplomatik ilişkiler kurulmuş olmakla birlikte ticaretle ilgili olarak ne bir ataşe ne de bir konsolos görevlendirilmemiştir... [Samimi olarak] bir iktisadi kalkınmadan bahsedilecekse, bunun gerçekleşeceği yerde, iktisadi kalkınmaya yardım edilmezse bunun hiçbir zaman gerşekleşemeyeceği görülmüyor mu? (Akdeniz Seyahati Günlüğü) Közui bunları söyledikten sonra bütün Japon işadamlarını henüz ekonomik gücü fazla olmayan Türkiye’ye mal satmak yerine Türk ürünlerini satın alarak katkıda bulunmaya teşvik ediyordu. Amacı bizzat yatırım yaparak örnek oluşturmaktı. Planladıklarını gerçekleştirmek için kısa süre sonra Ankara’ya yöneldi. Ankara Garı’nda onları Ticaret Lisesi müdür Münir Bey karşıladı. Münir Bey mükemmelen Japonca konuşabiliyordu. Tatsumi “Özgeçmişim” yazısında ondan bahisle “Garda Münir Bey bizi karşıladı. Waseda Üniversitesi’nde hukuk bölümünde okumuş olan bu adam şimdi burada Ticaret Lisesi müdürlüğü yapıyor… Münir Bey mükemmelen Tokyo lehçesi ile konuşuyordu.”demektedir. Münir Bey Abdürreşid İbrahim’in (1857-1944) oğludur. Her ne kadar o dönemde böylesine iyi Japonca konuşan birinin Ankara’da olması büyük kolaylık sağlasa da babasının siyasi faaliyetlerini duyduğundan olsa gerek Közui Münir Bey’le daha sonra iletişim kurmamıştır. Közui dönemin Tarım Bakanı Sabri Bey (Mehmet Sabri Toprak (1877-1938): Üçüncü İnönü hükümetinde (3 Mart 1925 – 27 Kasım 1927) tarım bakanı. Atatürk’ün yakın arkadaşı) ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Tevfik Rüştü Aras (1883-1972): 1923-1939 yılları arasında Dışişleri bakanlığı yapan politikacı) ile görüştükten sonra tarım arazilerini yakından görmek ve yatırım yapacağı yeri seçmek üzere Konya ve Adana’ya gitti. Sabri Bey’in talimatı doğrultusunda gittikleri yerlerde tarım bakanlığı yetkilileri tarafından ağırlanan Közui ve ekibi toprak numuneleri toplayarak Ankara’ya geri döndü. Gezisinin sonuçlarını 4 Mayıs’ta Sabri Bey’le yaptığı toplantıda paylaşan Közui bakanın teklifi üzerine Bursa’ya gitmeye karar verdi. Hızla İstanbul’a dönerek 7 Mayıs’ta Mudanya üzerinden Bursa’ya ulaştı. Burada ziraat okulunu, ipekçilik araştırma merkezini ve Karacabey çiftli- 45 Kont Otani Kozui Otani Kozui’nin Türkiye gezisi (9/4- 13/5, 1926) rotasını gösterir harita. Uemura Tatsumi, Daijō Dergisi, No:5-10, Şanghay. ğini gezdi. Artık yeterli bilgi toplamış olduğuna kanaat getirerek hem aldığı numuneleri analiz ettirmek hem de yatırım yapacağı yere karar vermek için sonbaharda geri dönmek üzere 13 Mayıs 1926’da Türkiye’den ayrılarak Avrupa’ya geçti. Bu yolculuk sırasında Adriyatik denizinde seyrederken Uemura Tatsumi Türkiye’de gördükleri ilgiden ve Közui’nin heyecanından etkilenmiş olarak günlüğüne “Haydi bütün mutluluklar! Parlayın Türkiye’nin üzerinde!” (Uemura Tatsumi, Anadolu Hac Günlüğü ) diye yazacaktı. Közui’nin bu ikinci Türkiye ziyareti ile ilgili izlenimlerini Paris’ten yolladığı ve 20-22 Temmuz arasında Osaka Mainichi Gazetesi’nde “Japonların Odaklanması Gereken Ülke: Türkiye” başlığıyla yayınlanan mektuplarından takip edebiliyoruz. Yazılarında tutarlı bir şekilde Türkiye’ye yatırım yapılması ve ihracat yerine ithalat yapılması gerektiğini yineliyor, özellikle Adana’ya yeni tarım teknolojileri götürülecek olursa çok kazançlı çıkılacağını söylüyordu. Ayrıca Türkçe’nin Japonca’ya yakınlığı nedeniyle Japonların zorlanmadan bu dili öğrenebileceklerini ekliyordu. “Hōjin no chumoku subeki Toruko no Nōsangyō” (Japonların odaklanması gereken Türkiye’nin tarıma dayalı sanayi sektörü), Osaka Asahi Shimbun, 20-22 Temmuz 1926 (Üç günlük yazı dizisi olarak yayınlanmıştır.) Közui’nin Türkiye konusunda kamuoyu oluşturma yönündeki faaliyetleri yavaş yavaş etkisini göstermeye başlıyordu. Osaka’da kurulan derneğin ardından Tokyo’da da bir dernek kurulmasına karar verildi. Günümüzde “Nihon-Toruko Kyökai” adıyla etkinliğini sürdürmekte olan “Nichi-Do Kyökai” (JaponTürk Derneği) 15 Haziran 1926 tarihinde işte böyle bir ortamda kurulmuştur. Otani Közui’nin adı bu derneğin kurucuları arasında da yeralmaktaydı. 3 Kasım’da planladığı gibi Türkiye’ye döndüğünde doğrudan Bursa’ya giderek on gün kadar kalmıştır. Bu kadar uzun süre Bursa’da kalması buraya yatırım yapmakla ilgilendiğini gösteriyor. Ancak daha sonra aldığı davet üzerine hızla Ankara’ya geçOtani Kozui’nin 1940 tarihli pasaportunun meslek hanesindeki “Agriculture” (Ziraat) yazısı; Nimoto Shoe Koleksiyonu, Aomori miş ve Sabri Bey’le görüşmüştür. Bu görüşmede Atatürk’ün yaKogyo-ji Tapınağı (Ryukoku Üniversitesi Eski Yazamalar Dijital kın arkadaşı olan Sabri Bey’in Közui’ye Gazi Çiftliği’nde cumArşivi Araştırma Merkezi) (Mitani Mazumi’den) hurbaşkanıyla işbirliği teklif ettiği anlaşılıyor. Közui Atatürk’ün Ankara’nın yakınındaki kıraç toprakları ihya etmeye adanmış bu projesini duyduğunda hiç tereddüt etmeden tüm bilgi birikimi ile yardımcı olmaya karar vermişti. Böylelikle insanoğlunun geleceğinin tarımda ve tarıma dayalı sanayilerde olduğunu öngören iki vizyon buluşmuş oluyordu. Zorlukları aşmayı düstur edinen bu iki kişi Gazi Çiftliği’nde ortak olmaya karar verdiler. Pasaportundaki meslek hanesine “Çiftçi” yazdıracak kadar tarım konusuna önem veren Közui ile kendisini “Çiftçi” olarak adlandırmayı seven cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal artık birlikte çalışacaklardı. 46 ve Türkiye... “Toruko ni Okeru Watashitachi no Nōen Seikatsu Kata Gata” (Türkiye’deki Çiftlik Hayatımızdan Kesitler), Daijō 7-1, Şanghay, Ocak 1928. Uemura Tatsumi’nin Ankara Atatürk Orman Çiftliği’ndeki yaşantılarını anlattığı mektup. “Kiwamete Yūryō na Toruko no Menka” (Tartışmasız En İyisi Türk Pamuğu”, Osaka Mainichi Shimbun, 5 Ocak 1927. Kozui Japonya’ya döner dönmez verdiği bu röportajda Türkiye’nin tarıma dayalı sanayilerle kalkınmaya öncelik vermekte olduğunu ve Türk pamuğunu ithal etmesi halinde Japon tekstilinin İngiliz üretim kalitesini yakalayabileceğini belirtiyor. Bu karardan sonra arayışı sona eren Közui, 23 Kasım’da İstanbul’a dönmüş ve ertesi gün Uemura Tatsumi’yi geride bırakarak Japonya’ya dönüş yolculuğuna çıkmıştır. Tatsumi, Közui’nin vekili olarak yatırım için gerekli hazırlıkları yürütecekti. 4 Ocak 1927’de Kobe limanına varışında Osaka Mainichi gazetesine verdiği röportajda Atatürk ve arkadaşlarının kurmaya çalıştıkları yeni Türkiye’den bahisle “tarımı merkez alan bir sanayileşmeyi gerçekleştirebilmek için tüm güçleriyle çalışıyorlar. Tarım ayağa kaldırılmaz ise hiçbir sanayinin geliştirilmesi mümkün olamaz diyorlar...” demişti. Nōgyō Rikkoku Toruko” (Tarımla İnşa Edilen Ülke Türkiye), 7 Ocak 1927 Yine ertesi gün Kyoto Miyako Oteli’nde yaptığı söyleşide Batılı devletlerin işgalinden kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını koruyan Türkiye’nin Meiji dönemindeki Japonya gibi çok sayıda devrimsel nitelikte değişikliği gerçekleştirerek dönüşmekte olduğunu söylüyor ve bu yeni cumhuriyetin tarım politikalarını övüyordu. Tabii tüm Japon iş dünyasını Türkiye’ye yatırım yapmaya çağırmayı unutmadan. Büyükelçi Obata Yukichi’nin bizzat kaleme alarak Japon Dışişlerine yolladığı 28 Mart 1927 tarihli bir mektup Mustafa Kemal Atatürk ile Otani Közui arasında Gazi Çiftliği’ndeki ortak çalışma için yapılan sözleşmenin ayrıntılarını vermektedir. Japon Dışişlerinde büyük ilgi uyandırdığı üzerindeki damgaların çokluğundan anlaşılan bu mektupta yapılan sözleşmenin maddeleri not edilmiştir. Buna göre: 1- Cumhurbaşkanı Kemal Paşa ile Otani Közui Ankara yakınlarındaki “Ahi Mesud Çiftliği”nde ortak çalışmak üzere anlaşmaya varmışlardır. 2- Bu amaçla 22 Şubat 1927’de Ankara’da bir sözleşme imzalanmıştır. 3- Sözleşmeye cumhurbaşkanı ve Otani Közui adına vekilleri ile İş Bankası Genel Müdürü Celal (Bayar) imza atmışlardır. 4- Çiftlikte yapılacak yatırımlar için kurulan şirkete Kemal Paşa 51.000Lira ve Otani Közui 50.000Lira koyacaklardır. 47 Kont Otani Kozui 5- Otani Közui 17 Mart’a kadar 25.000Lira ödeyecek ve bakiyeyi ise Nisan ayı içerisinde yurtdışından İş Bankası’na transfer edecektir. 6- Kurulacak işletmede azami 8 Japon çalışacak, geriye kalanlar Türk olacaktır. (Japon Dışişleri Belge No: 120E4.3.1.161, Ulusal Resmi Yazışmalar Arşivi Asya Belgeleri Merkezi, No: E 1888.) İki taraf arasında akdedilmiş olan bu sözleşmeye dair bir başka kanıt da yakın zamanda İş Bankası arşivlerinde bulunmuştur. İş Bankası yönetiminden cumhurbaşkanlığı özel kalemine gönderilmiş 9 Haziran 1931 tarihli mektupta yukarıda bahsi geçen şirketin “Ankara Sanayii Zıraiye Limitet Şirketi” olduğu ve 20 Nisan 1927’de kurulmuş olduğu yeralmaktadır. (Istanbul İş Bankası Arşivi, Belge no: 480/32433, Tarih: 1931/6/9) Otani Közui’nin yaptığı bu yatırım Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan ilk doğrudan yabancı sermaye Ahi Mesud Çiftliği (Günümüzde Atatürk Orman) yönünden yatırımını teşkil etmektedir. Sözleşmeye imza koyan Celal Bayar’ın Ankara’nın görünümü. Uemura Tatsumi, Daijō 7-1 kurmuş olduğu İş Bankası’nın kuruluş tarihinin 26 Ağustos 1924 olduğu ve ilk sermayesinin 250.000Lira olduğu düşünülürse 50.000Liralık bu yatırımın önemi ve büyüklüğü daha iyi anlaşılabilecektir. Uemura Tatsumi o günlere ait anılarını Şanghay’da yayınlanan Daijö dergisinde şöyle aktarmaktadır: “Nihayet Mart ayında Cumhurbaşkanı Kemal Paşa ile aramızdaki sözleşme tamamlandı. Ankara’nın batısında, 25km. uzaklıktaki Ahi Mesud Çiftliğindeki ortak işletmemizde çiftçilik yapmak üzere artık sahneye çıkmaya hazırız.” (Uemura Tatsumi, Türkiye’deki Çiftlik Hayatımız) Otani Közui de ortaklığın kesinleşmesinin ardından 23 Mayıs’ta verdiği bir beyanda bu yatırımı Kyoto’daki iş çevrelerine ilan etmişti. Böylelikle Tatsumi önderliğinde birkaç genç Japon’un su kıtlığı ve ayazla mücadele ettikleri Ankara macerası başlamış oluyordu. Çalışmaları ve kalmaları için inşa edilen atölye aynı yılın Ekim ayı sonunda hazırdı. Katma değeri yüksek ürünler üretmeyi hedefliyorlardı. Bunun için bir yandan gül yağı ve gül suyu üretimi için hazırlık yapılırken diğer yandan da çiftliğin verimliliğinin gösterilmesi amacıyla başka sebzeler yetiştirilerek Ankara pazarında halka sunuldu. Ankara’nın o dönem içinde bulunduğu heyecanlı ortamdan da etkilenerek büyük bir şevk ile çalışan bu Japon gençleri duygularını Daijö dergisine gönderdikleri mektuplarda açığa vuruyorlardı. Ancak yeni başkentin dışındaki çorak topraklarda başarılı olmak için çabalamalarına rağmen çok zorlandıkları anlaşılıyor. ii: BURSA TÜRK-JAPON İPEK DOKUMA FABRİKASI: Türkiye Cumhuriyeti’ne İlk Yabancı Sanayi Yatırımı Bir kazanç beklentisinden çok iki ülke işadamları için örnek oluşturma düşüncesiyle hareket eden Közui ise Türkiye’ye yatırım yapmaya devam etmeye kararlıydı. Bir sonraki yatırım için daha önce on gün kalarak incelemeler yaptığı Bursa’yı seçti. Bu kez Bursa’nın önde gelen işadamlarından Mehmet Memduh (Gökçen) Bey (1877-1932) ile ortak olacaktı. Çoğunluğu Japonya’dan gönderilen son teknoloji ürünü makinaların yerleştirilmesi ile hazırlığı ta- 48 Otani Kozui ve ortağı Mehmet Memduh (Gökçen) Bey Kozui’nin Türkiye faaliyetlerinde görev alan Japon gençlerle (Bursa; Ocak sonu, 1929) (Otani Müzesi Koleksiyonu) ve Türkiye... Türk-Japon Dokuma Fabrikası’nın içten görünümü, 1931 (Şükûfe Gökçen Koleksiyonu) mamlanan “Türk-Japon İpek Dokuma Fabrikası”, 1 Nisan 1929 tarihinde Cumhuriyet Caddesi’nde faaliyete geçmiştir. Közui aslında bu fabrikanın açılışına katılmak üzere 18 Aralık 1928’de dördüncü kez Türkiye’ye gelmiştir. Ancak İstanbul’a vardığında ağır bir hastalık geçirdiği ve günlerdir yemek yiyemediği için hemen Fransız La Paix Hastanesi’ne yatırılması gerekmişti. Bir süre sonra kendini biraz toparlayarak elçilikteki yıl sonu partisine katıldıysa da ancak Osmanbey’deki bir evde geçirdiği uzunca bir nekahat döneminden sonra eski sağlığına kavuşabilmişti. 20 Ocak’ta haMemduh Bey ve fabrikanın Japon çalışanları. (Bursa, 1929) (Şükûfe Gökçen Koleksiyonu) rekete geçerek Ankara’ya gitti. Gazi Çiftliğini gezip Celal Bayar’la görüştükten sonra Bursa’ya giderek Memduh Bey’le buluştu ve fabrikanın hazırlık çalışmaları hakkında bilgi aldı. Ocak ayında planlanan fabrika açılışı makinalarının gelişindeki gecikme nedeniyle Nisan’a ertelenmişti. 3 Şubat 1929 itibarıyle trenle Suriye’ye geçtiğinde dördüncü ziyareti de sona ermiş oluyordu. Hastalığına, Ankara Gazi Çiftliğinde çalışan gençlerin çektikleri zorlukları öğrenmesine ve Bursa fabrikasının açılışının gecikmesine rağmen Közui artık 1924’te gördüğü rüyanın gerçekleşmekte olduğunu biliyordu. Biri 49 Kont Otani Kozui Bursa Türk- Japon İpek Dokuma Fabrikası çalışanları toplu halde (1931) (Şükûfe Gökçen Koleksiyonu) başkentte Cumhurbaşkanı Kemal Paşa ile diğeri de Bursa’da Memduh Bey’le olmak üzere iki önemli yatırım başarıya doğru ilerlemekteydi. O zamanki duygularını Japonya’ya döner dönmez Kyoto’daki evi Sanyaso’da buluştuğu yakın dostu Tokutomi Soho’ya aktarmış ve heyecanı Soho’yu çok etkilemişti Odada Közui’den başka Türkiye’deki faaliyetlerinden sorumlu Uemura Bey, Kobe’den Morimoto Zuimyö, Nagoya’dan Tachibana Zuichö da vardı.... Keyifle anlattıklarını dinledik...Türkiye’de sarılığa yakalandığını, bir süre hastahaneye yattığını duymuştum ama o anda tamamen iyileşmişti. Hatta daha önceki görüşmemizdeki haliyle karşılaştırıldığında bir kat daha sağlıklı olduğunu hatırlıyorum. Fransa, Marsilya’dan Türkiye’deki ipekçilik işine herbirini ilk defa duyduğum şeyler anlatıp duruyordu...( Tokutomi Soho, “Otani Közui-shi no Shögai” (Öğretmen Otani Közui’nin Hayatı), (Tokyo, Otani Közui Geika Kinenkai, 1956), s. 127. iii- Kushimoto Ertuğrul Anıtı “Kozui Kitabesi” 1929 yılı Mart ayının 14’ündeki bu neşeli toplantıdan birkaç hafta sonra Yamada Torajiro’nun öncülüğünde Kushimoto’da yapılan bir törenle Ertuğrul Fırkateyni’de hayatını kaybeden Türk denizcilerin aziz hatıralarını yadetmek üzere bir anıt taşı dikildi. “Közui Kitabesi” adı verilen bu taşta Otani Közui’nin Türkiye’ye yönelik hislerinden ve sevgisinden izler bulmak mümkündür. Bu kitabeyi şehitlerin hatırasını ebediyete taşıyan Közui’nin şu sözleri süslemektedir: 16 Eylül 1890 tarihinde Türk devletinin savaş gemisi Ertuğrul, özel yetkili elçi Emin Osman Paşa komutasındaki 650 kişilik mürettebatıyla birlikte Yokohama limanından hareketle Kobe’ye doğru yol alırken Kumanooki’de fırtınaya tutulmuş ve ne yazıktır ki Kaşino Burnu kayalıklarına temas ederek batmış, özel yet- 50 Kozui Kitabesi, Kuşimoto Ertuğrul Şehitleri Anıtı. Otani Kozui tarafından yazılmış ve 5 Nisan 1929’da törenle açılmıştır. Yazarın arşivi, 2009 ve Türkiye... kili elçi başta olmak üzere 581 mürettebat denize düşerek hayatını kaybetmiş, cesur ruhlarını azgın dalgalara teslim etmişlerdir. Ardlarında hakikaten sonsuza kadar sürecek bir hüzün bıraktıklarını söylemek gerek. Japon-Türk Dış Ticaret Derneği; Japonya ve Türkiye olarak iki ülkenin arasındaki dostluk gün be gün güçlenerek derinleşirken o zamanı layıkıyla hatırlamanın önemli olduğunu düşünmektedir. 1928 yılı 5 Ağustos’unda Oşima ve Kaşino’da anma törenleri gerçekleştirilmiş, törenleri Türkiye Cumhuriyeti’nin saygıdeğer geçici büyükelçisi Hulusi Kozui Kitabesi detayı Fuad Bey şereflendirmişlerdir. İşte buraya dikilen bu taşın, hayatlarını kaybeden askerlerin kahraman ruhlarının her daim hatırlanmasına vesile olmasını ve bu derneğin düzenlediği anma törenini sonsuza kadar yaşatmasını temenni ediyoruz. 5 Nisan 1929 Otani Közui (Mori Osamu (ed.), “Toruko Gunkan Ertuğrul-go Sönan” (Türk Fırkateyni Ertuğrul Faciası), (Tokyo, Wakayama Vilayeti Kushimoto Lisesi Tarih Topluluğu, Japonya-Türkiye Derneği, 1990). Yazarın tercümesi. Ertuğrul’un mürettebatı Közui’nin gayreti meyvelerini vermeye ve iki ülke ilişkileri sağlam bir temele oturmaya başlıyordu. Artık Japonya’da yeni Türkiye Cumhuriyeti farkedilir olmaya başlamıştı. Bunun en önemli işaretlerinden biri imparator Hirohito’nun aynı yıl 3 Haziran’da Kushimoto Ertuğrul Anıtı’nı ziyaret etmesidir. Bu alışılmadık ziyaretin gerçekleşmesinde düğününe katılacak kadar ona yakın olan eniştesi Otani Közui’nin ricasının etkili olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu yöndeki bir başka gelişme de İstanbul’da Japon ürünlerinin sergilendiği bir mağazanın açılmasıydı. Yine Osaka Japonİmparator Shōwa’nın Ertuğrul Şehitleri Anıtını ziyareti. (3 Türk Dış Ticaret Derneği’nin Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın Haziran 1929) desteğini alarak gerçekleştirdiği bu proje 1 Eylül 1929’da hayata geçmiştir. Karaköy’de Galata köprüsü yakınlarında “İstanbul Nihon Shöhinkan” (Japon Malları Mağazası) adıyla açılan bu mağaza 1937’de kapanana kadar iki ülke ticari ilişkilerinde merkezi rol üstlenmiştir. Ardından 12-19 Ocak 1931 tarihleri arasında Prens Takamatsu no Miya Türkiye’yi ziyaret etti ve Atatürk’le görüştü. Cumhurbaşkanının artık “Atatürk Orman Çiftliği” olarak anılan Gazi Çiftliği’nde prens onuruna verdiği bir akşam yemeğinde bir araya gelen taraflar ilişkilerin geliştirilmesi yönünde dileklerini belirtmişlerdi. Herşey Otani Közui’nin öngördüğü yönde ilerliyor gibiydi. Ancak kısa süre sonra dünyada meydana gelen ekonomik ve siyasi gelişmeler bu dostane ilişkilerin kesilmese bile durağan bir döneme girmesine neden olacaktı. Önce 29 Ekim 1929’da Amerika’da başlayan ekonomik kriz büyük ümitlerle açılan Bursa fabrikasını vurdu. İhracata yönelik olarak yapılanan bu fabrikanın ürünlerine olan talep tüm dünyada tüketimin hızla daralması sonucu istenen düzeylere bir türlü ulaşmayınca ortaklar arasında sorunlar yaşanmaya başlamış ve Uemura 51 Kont Otani Kozui Tatsumi’nin (kullanmaya başladığı anlaşılan Kamimura adıyla) 14 Mayıs 1930 tarihinde İstanbul’daki ofisinden fabrikaya yazdığı mektubundan şirket yapısının daha o sırada değişmiş olduğu ve ortaklığın zora girdiği anlaşılıyor. Aynı şekilde, Gazi Çiftliği’ndeki faaliyetlerin de istendiği gibi gitmediği ve ortaklığın sona erdirilmek üzere olduğu, yukarıda bahsedildiği gibi İş Bankası’ndan cumhurbaşkanlığı özel kalemi olan Hasan Rıza Soyak’a gönderilen 9 Haziran 1931 tarihli mektupta açıkça yazılıydı. Karaköy’de Galata Köprüsü civarında açılan “Japon Malları Mağazası” Mağaza Osaka Japon-Türk Dış Ticaret Derneği tarafından iki ülke ticari ilişkilerini geliştirmek amacıyla kurulmuştur. (Misawa Nobuo Koleksiyonu) Otani Közui’nin Atatürk Orman Çiftliği’nde Ankara’nın kıraç topraklarının ihya edilmesi için Atatürk’le yapmış olduğu bu işbirliğinin sona ermesinin ekonomik nedenleri olabileceği gibi, Orman Çiftliğinin her yıl muntazaman kar ettiği düşünüldüğünde ortaklığın bitmesinde siyasi nedenlerin rol oynamış olabileceği akla geliyor. Zira Japon hükümetinin Çin ve Mançurya üzerinde uygulamaya başladığı yayılmacı politikalar ve zamanla Tatarlar üzerinden Orta Asya müslümanlarını etkileme çabalarının hilafeti kaldırarak laik bir düzeni yerleştirmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarını rahatsız etmeye başladığı açıktır. Aslında bu gelişmeler kuruluşundan itibaren yeni cumhuriyeti ve gerçekleştirmekte olduğu devrimleri hararetle destekleyen Közui’yi de aynı şekilde rahatsız ediyordu. Közui’nin aklında tarıma dayalı sanayilerle kalkınan, müreffeh bir Asya hayali vardı. Oysa Japon merkezi hükümetinde giderek savaş yanlılarının düşünceleri ağır basmaya başlıyor ve yine Japonya’da gelişerek Asya’yı batılı emperyalist devletlerin boyunduruğundan kurtarmayı hedefleyen “Asya Asyalılarındır” düşüncesi, adım adım “Asya Japonya’nındır”ı temel alan bir pan-Asyacılığa dönüşüyordu. Bu durum teknolojik ve ekonomik açıdan hızla gelişmekte olan Japonya’nın da batılı anlamda bir emperyalist devlete dönüşmesi potansiyelini işaret ediyordu. Buna bir de dünya ekonomik krizi nedeniyle diğer birçok devlet gibi korumacı ve ithal ikameci politikalara yönelen Türkiye’nin iktisat siyaseti de eklenince iki ülke arasındaki işbirliği giderek Otani Közui’nin hayal ettiği yönden uzaklaşmaya başlamıştı. Kont Otani’nin Ankara ve Bursa yatırımlarındaki aktif katılımı 1931 Haziran’ından sonra büyük oranda bitmiş olmakla birlikte (artık Kamimura ismini kullanan) Uemura Tatsumi faaliyetlerini İstanbul Galata, Assicurazioni Generali Han, Kat:4, No:85 adresinde, Bankalar Caddesi üzerinde Karaköy tarafında yeraOtani Kozui’nin Türkiye’deki faaliyetleri sona ermeden önceki lan bir ofisten yürütmüştür. “Kont Otani’nin Türkiye Girişimleridönemde kullanılan antetli kağıt (Şükûfe Gökçen Koleksiyonu) nin Merkez Ofisi” adı altında faaliyet gösteren bu ofisin de kapanmasıyla, Otani Kozui Yıllığına (Kyonyo Shonin Nenpu) göre 1933 yılında Kont Otani’nin Türkiye’deki faaliyetlerinin resmen sona ermiş olduğu anlaşılıyor. (fig. 24) 52 ve Türkiye... Biterken... 1929 yılında patlak veren ekonomik kriz, sonrasında meydana gelecek ve dünyayı felakete doğru sürükleyecek olan bir dizi siyasi çalkantının ilk işareti gibidir. Uzakdoğu’da Japonya da bu çalkantılardan nasibini almış ve 18 Eylül 1931’deki “Mançurya Vakası” ile başlayarak II. Dünya savaşının sonuna kadar devam edecek uzun bir savaş dönemine girmişti. Vakanın ertesi günü Mançurya’ya yayılan Japon ordusu beş ay sonra 18 Şubat 1932’de “Mançuko” adıyla yeni bir devletin kurulduğunu ilan edecekti. Aynı yıl 18 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk başkanlığındaki Türkiye Cumhuriyeti Milletler Cemiyeti’ne üye olurken, Japonya, Mançuko’nun Milletler Cemiyeti tarafından tanınmayacağının anlaşılması üzerine, cemiyet nezdindeki baş delegesi sıfatına sahip Matsuoka Yösuke’nin yaptığı ateşli bir konuşma neticesinde 24 Şubat 1933 tarihinde üyelikten çekilmiştir. Ayrıca daha sonra Dışişleri Bakanı olacak olan Matsuoka’nın 25 Aralık 1932’de Türkiye’yi ziyareti sırasında Pera Palas Oteli’nde bir basın konferansı düzenlemesine rağmen yalnızca İstanbul’da kalarak başkente nezaketen dahi gitmemesi Ankara hükümetini rahatsız etmişti. Dönemin dışişleri bakanı Tevfik Rüştü’nün (Aras) bu rahatsızlığı beyan etmesinin ardından Matsuoka ziyaretinin resmi değil şahsi olduğunu vurgulamak ihtiyacı hissetmiş ve Pertev Demirhan Paşa ile görüşerek ülkeden ayrılmıştır. 1933 Mayıs’ında Şehzade Abdülkerim Efendi’nin Japonya’ya davet edilmesi ve Japon hükümeti tarafından devlet erkanındanmış gibi ihtimamla misafir edilmesi de iki ülke ilişkileri herşeyin yolunda gitmekte olduğunun düşünüldüğü bir dönemde aniden farklı bir seyir izlemeye başlamıştır. Bu dönüşümün birçok sebebi olmakla birlikte en önemlisinin Japonya’nın Mançuko devletinin kuruluşu ile birlikte, bu devletin ve kendisinin güvenlik ihtiyaçlarının Japon siyasetindeki öncelik sırasının yükselmesi olduğu söylenebilir. Zira bu yeni devletin özellikle Rusya’ya karşı korunması büyük önem arzediyor ve bu amaçla Bolşevik devriminden kaçan özellikle Tatarlar başta olmak üzere diğer müslümanları kendi yanına çekebilmek için yeni bir İslam siyaseti kurgulamaya ve uygulamaya başlıyordu. Japonya’nın bu siyaseti hilafetin kaldırılması başta olmak üzere bir dizi devrimle laik bir ülke yaratmaya çalışan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin vizyonuyla tam olarak uyuşmamaktaydı. Tokyo hükümetinin politikalarından ilk etkilenenlerden biri de yeni cumhuriyete destek olmaya çalışan Kont Otani olmuştur. Siyasetten özenle uzak durmaya çalışan Kont Otani, kendisi de Çin’de yaşamakta olan bir Japon olarak merkezi hükümet politikalarından etkilenmeye devam etmiş ve nihayet 3 Ekim 1940’ta Fumimaro Konoe hükümetinin danışmanlar konseyine girmeyi kabul etmiştir. Ancak olumlu bir katkıda bulunamayacağını ve olayların gidişatının kontrolden çıkmakta olduğunu görerek 16 Ekim 1941’de bu görevinden ayrılmıştır. Zaten yeni hükümet bir savaş kabinesi olarak General Hideki Töjö tarafından kurulmuş ve barışçıl bir siyaset ümitleri II. Dünya savaşının kaosunda kaybolup gitmiştir. 1940 yılında on cildlik “Asya’nın İnOtani Kozui’nin başbakan danışmanı olarak atandığına dair bakanlar şası Projesi” adlı devasa eserini yayınlamış olan Kozui, kurulu kararnamesi (3 Kasım 1940) (Japan Center for Asian Historical Records) Asya toplumlarının refaha ulaşabilmesi için yerel kaynakların nasıl kullanılabileceğini yıllardır sürdürdüğü araştırmalara dayanan bilgileri eşiliğinde müthiş bir detaycılıkla gözler önüne sermektedir. Madenlerin işletilmesi, yerel bitkilerin ekonomiye kazandırılması, ulaştırma yöntemlerinin geliştirilmesi, ticaretin canlandırılması için yapılabilecek liman ve demiryollarının planlanması gibi 53 Kont Otani Kozui büyük çaplı ve gerçekçi projeleri içeren bu kapsamlı çalışması ölümünden altmış yıl sonra, şimdi bile güncelliğini korumaktadır. Savaşın bitiminden sonra uzun yıllar yaşadığı Çin’den Japonya’ya dönen Kozui artık tecrübeli bir bilgeydi. Son günlerini geçirerek 5 Ekim 1948’de hayata gözlerini yumduğu Oita, Beppu şehrindeki mütevazi Otani Müzesi gezildiğinde ilk göze çarpan şey kitaplarıdır. 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından Şanghay’dan Japonya’ya döndüğünde yanında getirebildiği az Tokyo ile İstanbul’u Çin-Pakistan-Afganistan-İran üzerinden Bağdad demiryolu sayıda şahsi eşyasının çoğunluğunu kitaplar oluşvasıtasıyla bağlamayı tasarladığı demiryolu hattı projesi (Asya’nın İnşası Projesi, cild. 4) turmaktadır. Kitapların konuları ise Közui’nin hayatı boyunca neleri önemsediğini göstermesi açısından ilginçtir. Bu kitaplar üç ana başlık altında toplanabilir: Budizm, Asya ve Tarım. Orta Asya’ya düzenlediği araştırma gezileriyle inancının kökenlerini araştırırken, uçsuz bucaksız kıtada kervanlarla gezerken Asya’yı yakından tanıma fırsatını bulmuştu. Sonra da halklarının esaret altında olduğunu görmüş ve bu esaretten kurtulmanın barışçıl yollarını aramıştı. Bulduğu cevap Japon çiftçiler arasında kök salmış olan inancına uygundu: “Tarımsal gelişme refahı, refah özgürlüğü getirir.” Ekim 1948’de hayata gözlerini yumduğu Oita vilayeti Beppu şehrinde bulunan ve Kozui’nin son ana kadar yanından ayırmadığı özel eşyası ve kitaplarının sergilendiği Otani Müzesi’nden bir görüntü. ( Yazarın arşivi, 2009) 54 ve Türkiye... Müzedeki bir başka önemli detay, kendi kartının yanıbaşında sergilenen bir kart da hem kafasındaki Asya düşüncesi hem de o kadar erken bir dönemde Türkiye’ye yönelmesinin ardında yatan sebepler hakkında ipuçları içerir. Şahsi eşyalarıyla birlikte son ana kadar yanında taşıdığı bu kart Çin’in kurucu babası sayılan Sun Yat Sen’e (18661925) aittir. Otani Közui’nin gençliğinden beri arkadaşı olan Sun Yat Sen 24 Kasım 1924’te yaptığı “Asyacılık” başlıklı ünlü Kobe konuşmasında şöyle söylemekteydi: Otani Kozui ve Sun Yat-Sen’e ait kartlar. (Otani Müzesi Koleksiyonu) Japonya Asya’nın doğusunda tam bağımsız bir ülkedir. Bizim Asyamızda Japonya’dan başka, önceleri ittifak yapmış olmalarına rağmen Avrupa Savaşı’ndaki (I.Dünya Savaşı) yenilgisi üzerine Avrupalılar tarafından işgal edilerek parçalanmış ancak onları kovarak tekrar bağımsızlığını kazanmış bir ülke daha var. O ülke Türkiye’dir. Günümüzde Asya’nın en büyük iki bağımsız ülkesi vardır. Doğuda Japonya ve Batıda ise Türkiye. Japonya ve Türkiye Asya’nın doğudaki ve batıdaki iki büyük seddidir. (Horikawa Tetsuo, “Son Bun” (Sun Yat Sen), (Tokyo, Kodansha, 1983), s. 333.) Közui’nin Türkiye’ye yönelişinde bu konuşmanın etkisi olup olmadığını bilmek mümkün olmasa da Sun Yat Sen gibi işgalcilere karşı Kurtuluş Savaşı vererek bağımsızlığını kazanmış Asyalı bir halk olarak gördüğü Türklerin ve liderleri Kemal Paşa’nın bu başarısından etkilenmiş olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Başka türlü, diğer tüm faaliyetlerini bir yana bırakarak yeni cumhuriyete yoğunlaşmasını açıklama imkanı yoktur. Daha cumhuriyet ilan edilir edilmez tüm Japonya’ya Türkiye’yi işaret eden ilk Japon, belki de ilk yabancı olan, Ankara Gazi Çiftliği’nde Atatürk’le kurduğu ortaklıkla Türkiye Cumhuriyeti’ne ilk yabancı sermaye yatırımını, Bursa’da Memduh Gökçen’le kurduğu ortaklıkla ilk yabancı sanayi yatırımını gerçekleştiren, Osaka Japon- Türk Dış Ticaret Derneği ve Japon-Türk Derneği’nin kurucularından olan Sun Yat-Sen (1866-1925) Hem Otani Közui, hatırlanmayı haketmektedir. TürkTayvan hem de Çin Halk Cumhuriyeti tarafından cumhuriyetçi Çin’in kurucu Japon ilişkileri tarihinden ve ortak hafızamızdan babası ve ilk cumhurbaşkanı kabul edilen lider. tamamen silinerek unutulan Közui’nin geliştirdiği vizyon ve attığı adımların anlaşılması, zorlu siyasi ve ekonomik sorunların yaşandığı günümüzde hem iki ülke, hem Asya, hem de insanlık açısından büyük önem taşımaktadır. Otani Kozui, kalkınmış, barış içinde bir Asya için, bir ucundaki Japonya ile diğer ucundaki Türkiye arasında güçlü bir bağ kurulmasının önemine dair bir rüya görmüştü. Tokyo ve İstanbul’u demiryoluyla birbirine bağlamayı tasarladığı “Asya’nın İnşası Projesi”nde öngördüğü vizyonun gerçekleşeceği “gelecek” acaba bugün olabilir mi? 55 Kont Otani Kozui (1930) (Otani Müzesi Koleksiyonu) Kont Otani Kozui 56 ve Türkiye... Ekler 57 Kont Otani Kozui ANKARA’DAN ŞANGHAY’A MEKTUPLAR (Atatürk Orman Çiftliği’nde çalışan genç Japonların gözünden insan manzaraları) Türkiye’deki Okul Hayatım (Goto Satoru) Türkiye’deki Çiftlik Hayatımızdan Kesitler (Uemura Tatsumi) Türkiye’ye Gidiş (Itö Kenzö) Ankara Ahi Mesud’un Türküsü (Tokketsu Hösha) Türkiye’deki Çiftlik Hayatımızdan Kesitler -II (Uemura Tatsumi) Ankara’daki Tarla İşlerimiz (Shiojiri Hikoichi) Asya’nın Batısından Doğusuna Doğru (Uemura Tatsumi) Türkiye’deki Okul Hayatım (Istanbul’dan) Goto Satoru (Daijö, 5-7, Şanghay, Temmuz 1926 sayısı, ss.95-97) A. hocamız İstanbul’a geldiğinden beri hızla bir ayın günleri akıp geçti. Sonra da soğuk sulukarlı günlerin ardından söğütlerin incecik yapraklarından başlayarak usulca baharın sükuneti etrafı sardı. Bugün bayram olduğundan okul tatil. Uzun zamandır haber vermediğim için Türkiye’deki okulumun içini sizlere anlatayım diye düşündüm. A hocam beni bırakıp döndü. Imperial Lycee de Galata Serai tüm Kun-pu (İstanbul)’daki okullar içerisinde ortaokul olarak bir numara. O kadar iyi bir okul. Öğrenci sayısı lise hariç 1500 civarında. Bunun yarısı da yatılı öğrencilerden oluşuyor. Birinci sınıftan başlayarak dört yıl orta kısımda okunuyor. Her sabah altı buçukta sabah zilinin sesiyle uyanılır, yüzünü yıkayanlar, elbiselerini giyenler, şakalaşanların oluşturduğu şamata arasında hızla aşağıya inip sıra olunuyor, yedi çeyrek ziliyle birlikte sıralar halinde koşturarak merdivenlerin altındaki yemekhanede kahvaltıya gidiliyor. Herkese bir ekmek ve çay veriliyor. Burada da birisi konuşurken ekmeğini alıp mideye indirenler, sessiz sedasız yiyenlerle sıradan bir kahvaltı manzarası olur. Sabahki birinci ders bitince sekiz buçuktan dokuza kadar spo sahasına gidiyoruz. Bu sırada okula evlerinden gelen öğrenciler teker teker okulun kapısından giriyorlar. Spor sahasında son zamanlarda üst sınıflardaki öğrenciler futbola merak sardıkları için futbol oynuyor, alt sınıflardaki öğrencilerse bilardo veya demir para oyunu oynuyorlar. Başka oyunlara pek rastlamadım. Fakat toprak üzerinde bilardo oynanmaz deyip bir hafta önce yasakladılar. Sonra dokuzdaki zilde yapılan sıralarla okulun içine giriyoruz. Sonra da on beşer dakikalık teneffüsler vererek üç saat ders yapılıyor. Derslerde herkes çok hevesle ders yapıyor ama on beş dakikalık teneffüs zilini duymayan kimse olmuyor. Saat on ikide Türk yemeklerinden üç çeşit çıkıyor. Okula ilk girdiğimde yemeklerde koyun eti tadı vardı ve kesinlikle yiyemiyordum ama şimdi hiçbir sorunum yok. Öğleden sonra yine üç saat ders var. Yakındaki bir kiliseden gelen çan sesiyle beraber saat dörtte zil çalınca herkes aceleyle dağılır. Böylece dersler biter. Yatılı öğrencilerse çay içip saat beşe kadar spor yapar sonra da sekizdeki akşam yemeğine kadar etüt sınıflarına girerler. Burada da herkesten sakladığı bon bon yada çukulataları yiyenler, öğretmenin dikkatini çekmeye 58 ve Türkiye... çalışanlar görülür. Sekizdeki yemek bitince üçüncü kattaki “de trois”ya girilir. Bizim de trois (yatakhane) da iki yüz elli kadar yatak bunlunmakta olup hem üst sınıflardan hem de alt sınıflardan öğrenciler vardır. Kitap okunmasını istemediklerinden olsa gerek fazla aydınlık olmuyor. O ışıkta gezinen beyaz pijamalı öğrencileri gördüğümde adını koyamadığım bir duyguya kapılıyorum. Bir günüm böylece bitmiş oluyor. Ancak yukarıda bahsettiklerim olurken öğretmenlerin keskin bakışları hep üzerimizde oluyor. Bir gece uyanıp tuvalete gittim, içeride bir öğretme duruyordu. Tuvaletin birinden de dalga dalga bir duman yükseliyordu. Sigara içenler hep tuvalete kaçarlar. Bütün Türkler nazik ve yardımseverler. Daha okula girdiğim ilk günden itibaren bunu hissettim. Ancak bu nezaketlerinin özellikle bana yönelik olduğunu da anladım. Bunun sebebinin sadece Asyalı halk olmamız değil aynı zamanda gelişmiş bir ülke olan imparatorluğumuza duydukları samimiyet olduğunu düşünüyorum. Küçük bir halk olmamıza rağmen yüzümüzde Japonya İmparatorluğunun gücünün yansıdığı görülüyor. Şu anda öğrenmekte olduğum dil Ural-Altayik olup bu dilin kökeni Orta Asya’daki Türkistan’mış. Göçlerle adım adım batıya gelirken Farsça ve Arapça’yı da içine alarak şimdi konuşulmakta olan dil haline gelmiş. Bu nedenle günlük konuşmada çok sayıda Farsça ve Arapça kelimelere rastgelinmektedir. Dilbilgisi Fransızca ile Japonca arasında gibidir. İkisini birden öğrenmek bizler için oldukça kolaydır. Tabii kelimeler tamamen farklı olduğu için zor ama bir kısmı hariç çabuk öğrenilebilir. Bir de bildiğiniz gibi Türkçe’nin harfleri Çin’in ve bizim harflerimiz gibi el yazısını öğrenmek zor olsa da Japonlar için bu da kolay. Gelecek hafta Pazar günü saygıdeğer Otani Bey ile Küçük Asya’yı gezmeye çıkacağım. İzlenimlerimi yine bildiririm. Lütfen kendinize iyi bakın, ağabeylerime selam ederim. Türkiye’den Haberler -I Türkiye’deki Çiftlik Hayatımızdan Kesitler (Ankara’dan) Uemura Tatsumi (Daijö 7-1, Şanghay, Ocak 1928, ss.42-51) Düşününce geçen yılın baharı, Çin’den ayrıldıktan sonra Fransa hakimiyetindeki Hindiçin’e oradan da Port Said’den Suriye, Filistin’i geçerek camilerle süslü Haliç’e vardık. Anadolu’nun iç kısımlarına inceleme gezisini bitirdikten sonra ise İsviçre, Fransa, İngiltere, Batı Macaristan, İtalya’ya uğradık ancak fazla oyalanmadan Ekim ayı ortalarında yine Osmanlı ülkesine döndük. Ardından da Ankara’da kalarak bir yılın günlerini burada geçirdik. Fransa merkezli olarak Orta Avrupa’ya yaptığımız gezi ile ilgili dergimize yazdığım yazıyı okumuş olanlar görmüşlerdir, o zaman bile seyahatin ağırlığını ve yorgunluğunu vücudumuzda ve yüreğimizde hissediyorduk. 1924 yılında ilk defa Avrupa’yı gezdiğimde Rusya, üç Baltık ülkesi, Batı Macaristan, Bulgaristan dışında kalan diğer ülkeleri dolaşmıştım ama biraz bile yorgunluk hissetmemiştim. Bunun bir sebebi seyahatin çoğu kısmını uçakla yapmış olmamadı. Gerçek anlamda gökyüzünde geçirmiş olmam nedeniyle olsa gerek ancak bu kez herşeyin daha farklı olduğu sınırları geçmek bana farklı geldi. Bu yıl Türkiye’ye girer girmez kurluacak şirketin hazırlıklarına başladım koşu atı gibi bir programla aniden çıkıveren işler ardı ardına geldi ve nihayet bu Mart 59 Kont Otani Kozui ayında Cumhurbaşkanı Kemal Paşa ile aramızda sözleşme imzalanarak Ankara’nın batısında 25km. ötede yeralan kendisine ait Ahi Mesud Çiftliği ortaklaşa işletmek üzere çiftçilik yapmamıza karar verildiğinden işe koyulduk. Bu derginin okuyucularıyla paylaşmak istediğim çok şey olmasına rağmen sahneye çıkıp başrol oynamak durumunda olmamın verdiği yorgunluk ve karşılaştığımız zorluklar nedeniyle elime kalem almak istemedim ve aldığımdaysa yazdıklarımı attım. Ne diyeyim Türkiye’deki yaşamım henüz bir yılı ancak doldurdu. Okuyanlara az da olsa Türkiye’nin durumundan bahsedeyim desem günler alır. Kendi tecrübelerimden bahsedeyim desem birşeyler anlatabilecek kadar uzun yaşamadım. İşe başlama arabası da ağır zorluk dumanları atarak harekete geçtiğinden nihayet başlayabiliyorum. Okuyuculara öncelikle göstermek istediğim şeyleri aşağıda yazacağım ve Daijö’nun isteği üzerine Ahi Mesud çiftliğindeki hayatımızı ele alarak kulaklarımıza ve gözlerimize ilişerek kalplerimize yansıyan şeyleri aktaracağım. Kesin kararlı olarak bu mektubu yazmak üzere penceremin önüne oturup dışarı baktığımda Ankara’nın rüzgarına dönüşüp yalnızlaşmakta olan sonbaharın ardından hüzünleniyormuş gibi yağmur çiseliyor, damlalar çaprazlama düşmeye başlıyor. Evin ardında bin kuş yalnızca Çin’de değil burada da ötüyor. İnce bir sızı göğsümün derinliklerinden halka halka yayılmakta. Çiftlikte gece belirsizlik ve sonsuz sükunetle yüklü. İnsanın içi donuyormuş gibi bir üşüme hissi, tırnak uçlarından itibaren bir karıncalanma başladığında sanki yüreğim donuyormuş gibi canım acıyor. Yine de insanı sürekli düşünmeye sevkeden çiftlik hayatıma müteşekkir olduğumu ekleyerek mektubuma devam ediyorum. Mayıs ayında başlayan yatakhanemizi ve atölyemizi içeren binanın inşaatı nihayet bittiği için bizler de rahatlayarak oraya taşındık. Bu sevinçli günde keyifle yeni yerimizi incelerken burada en samimi olduğum Türk dostlarımdan bir teğmen çıkageldi. Cumhurbaşkanlığının merkez bahçesi ile bizim çiftliğin güvenliğinden o sorumlu. Bayağıdır gröüşmemiş olduğumuz için sohbet akıp gitti. Akşam yemeğinde de konuğumuz oldu. Sonra da saatin kaç olduğunu umursamadan sürekli konuştuk. Masallarda görülen türden bir sohbete dalmıştık. Ona “Japonya’da düşman saflarına ilk saldırıyı yapmakla görevli olanlar genç teğmenlerdir. Senin şahsında onların seher vakti geldiğinde en önde atılarak solup dağılan çiçekleri utandıracakmış gibi hayatını feda edenlerin göz yaşartıcı cesaretini hissediyorum.”dedim. Benim konuşmamı sessizce dinleyen teğmen acı bir tebessümle dudaklarını aralayarak “Ben sizlerin vatanınızdan ayrılarak Türkiye’ye gelmenize, Asya’nın topraklarını tüm samimiyetinizle işleme gayretinize bakarak asıl sizlerin ancak o bahsettiğin gençlerin gücüyle gerçekleştirilebilecek bir girişimi varetmeye çalıştığınızı görüyorum ve yüreğim sıkışıyor.”diyerek oldukça ağır bir cevap verdi. Bu sözlerini duyduğumda onun ne kadar iyi bir asker olduğunu düşündüm. Hayatımız mutluluk dolu bir sabahla başlayıp şükran dolu bir geceyle bitiyor. Kısacası, tüm varlığıyla yaşamak denen o duyguyu tadıyoruz. Ama bu halimizi yaşamakta olduğumuz gündelik hayatı yaşamamış insanlar çoğunlukla gözlerinin önünde canlandıramayacaklardır. Ben sürekli gençlerin gençliğin verdiği mutlulukla yaşamaları gerektiğini söyleyip duruyorum. Bu heyecanımız akla gelmeyecek hataların sebebi de olup bizi derin kuyulara düşmüşüz gibi bunaltsa bile ne gam? İnsan bunalması gereken zamanda bunaldığında bu dünyada yürümesi gereken yolu gösteren işaretler bulmalıdır. Yaşlıların söylediklerini reddetmek ya da tersini söylemek gibi bir niyetim yok ama duyduğum herşeyi de olduğu gibi kabul edemem. Gençler tabii ki yaşlıların tecrübelerini dinleyip faydalanmalıdırlar. Ancak sadece bunla yetinen gençler gerçekten olgunlaşabilirler mi? Bir de tehlikelerle dolu gençliği sğukkanlılıkla atlatabilene ne mutlu diyenler vardır. Ama kim ne derse desin hem çiçek hem de meyve hali görünmeyen insan nasıl kemale 60 ve Türkiye... erebilir ki? Benim bahsettiğim heyecan, mutluluk dolu hayat erkekçe bir gücü önemli saymak zorundadır. Kızlar gibi gözyaşı dolu kelimeleri sıralayıp sonra da kötülükten geri kalmayanlar insanın işini yapmasını engelleyebilirler. Ne olursa olsun bu gibiler gençlik heyecandan uzak tutulmalıdırlar. Onlar azıcık bile dünyayı bir erkek gibi yaşamaktan kaçınanlardır. Benim dostum olan bu genç teğmen de kesinlikle erkekçe bir heyecana sahip olanlardan biri. Görünüşü kibar ancak sert bir tarafı da var. Türk Kurtuluş savaşı sırasında sınır savunmasında görevliymiş. Oradayken memleketindeki annesini sükunet içinde görme fırsatı bulduğunu söyledi. Çok ve çeşitli duygularla yüklü gençliğinin onu mutluluğa doğru taşımakta olduğunu kendisine söyledim. Bizler onun sayesinde çiftliğin arkasında yeralan bir tepede yalnızca beş yüz yıl önceki bir tarihte Timur ile Bayezid arasındaki savaşa katılan üç kahramana ait mezarların olduğunu öğrendik iki km. kadar yürüyerek ziyaret ettik. Sadece yağmur ve karlarla temizlenmiş üç dikdörtgen taş konmuştu. Bir kitabe bulabilmek ümidiyle etrafı ne kadar ararsak arayalım hiçbir şey göremedik. Ancak yüzyıllar sonraki yıldızların göğü aydınlattığı bugün, An-pu (Ankara) savaş alanı başkent olmuş ve onların sahip olduğu Anadolu merkezcilik düşüncesinin vatanlarına geri döndüğünü görerek o kahramanlar kıvançla gülümsüyorlardır. Ankara topraklarında yaşayanlar Osmanlı hanedanı varolduğundan beri bu duyguya sahiptiler. Üstelik Sultan I. Murad’ın oğlu Bayezid birçok ülkenin sahibi Timur ile çarpışıp dillere destan olacak bir savaş verdi ancak zafer ondan yana olmayıp kendisi de esir düştü. Ankara’nın savaşçıları bozkırın yağmurlarıyla silinip giderken Türkiye’nn kurtuluş tarihine kanlarıyla yazdıkları bir sayfa açıyorlardı. Aslında Türk halkı önceleri Moğol halkıyla bir olup zamanla ayrılmış ve sulak otlaklarda hayvanlarını besleyerek Hazar denizinin doğusunda yaşamaktaydılar. Ancak daha sonra Moğol kabilesi gelince onların önünden çekilen Türkler on üçüncü yüzyılda Küçük Asya’ya yerleşmeye başladılar. 1299 yılında Osman Bey Bitinya’da ortaya çıkarak Bursa’yı başkent yaptı ve zayıf haldeki Doğu Roma imparatorluğunu ve Batı Avrupalı orduları yenerek sultan olduktan sonra Asya (Anadolu) Türkiye’sinin temeli atılmış oldu. Bu halk İslamı seçmiş olup Hristiyanlığa mensup olanlarla sürekli savaşmış olduklarından şimdi bile saç rengi biraz değişik olanlara şüphe ile bakmaktadırlar. Örneğin Avrupa Savaşı’nın (I. Dünya Savaşı) öncesi ve sonrasında Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın işgaliyle karanlık zamanların girdabının acılarını yaşayan bu halk için imkansız yoktur ve herşeyin bir sırası vardır. Bu halk her ne kadar karışmış olsalar da uzak Asya özelliklerini hala taşımaktadır. Son savaşlarında (Kurtuluş Savaşı) önderlik rolünü üstlenen hiç kuşkusuz Kemal Paşa idi. Tek başına onun sayesinde bu toplum huzur bulmuştur demek yanlış olmaz. Fakat bu büyük işin arkasında halkının iradesi ve gücünün olduğunu unutmamak lazımdır. Bizim çiftliğin işçileri de duygusal bir karaktere sahip olduklarından onlara iş yaptırmak oldukça zor olabiliyor. Ama son zamanlarda karşılıklı olarak kızgınlıklarımızı bir kenara bıraktıktan sonra işlerin yürüyüşü de düzeliverdi. Artık onlar bana sevimli ve cana yakın geliyor. Tatili fırsat bilip dere kenarına gezmeye gittik. Biz siyah ekmekle su götürdük ve onların getirdikleri yemeklerle hep birlikte karnımızı doyurduk. Bu, kelimelerin ifade etmeye yetmeyeceği bir saflığın ve tertemiz hayatları birbirine bağlayan zincirin hikayesidir. Gece olunca çadırlarının etrafında dolaşarak memleket özlemiyle yüklü türküler söylüyorlar. Türkiye’nin türküleri Çin’dekilere çok benziyor. Sessizce sanki vatanlarını kaybetmişçesine hüzünlü sözleri ve bir o kadar hüzünlü melodiler eşliğinde söylüyorlar. Bazen türkülerine banjo ya da mandoline benzer bir saz da katılıyor ama en yakışanı öküz boynuzundan yapılan çoban kavalı. Ben gecenin kırılma anını sarsar gibi sessizliğin en di- 61 Kont Otani Kozui binden çıkıp gelen çobanın çaldığı kavalı bazen yattığım yerden dinliyorum. Böyle zamanlarda aklımdan bu halkın batıya doğru yürüdüğü sonsuz uzunluktaki yollar canlanıyor ve yolculukları bir resim rulosuna bakıyormuşum gibi gözümün önüne geliyor. Karamsarlığını bitirmiş bir sonbahar göğü altında binlerce koyundan oluşan sürülerinin perşinde bir bozkırdan başka bir bozkıra geçen bu insanları o uçsuz yollarda hayal etmekten kendimi alamam. Taze ekmeklerini ve sularını koydukları heybeyi sırtlanıp batan güneşi izler ve kendileri de birer koyuna dönüşürken dağın ardına saklanır giderler. Bu manzara ister istemez bir ulusun göçünü hatırlatır. Yalnızlığın hüznü işte böyle birşeydir. Geniş toprakların sonsuz uzaklığı budur. Bir kaç gün önce sonbaharın derinliği geride kaldı ve gökyüzü bölük bölük bulutlarla doldu. Gökyüzünün ırmağında maviliğin tadı görülmez oldu. Yıldız kümeleri alçak bulutların ardında kaldı. O sevimli koyunlar, yaşlı çoban ve güçlü köpeği yavaş yavaş görünmez oldu. Kış yaklaştıkça yeşil çimenler azaldığı için dağa gidiyorlarmış. Üç dört ay boyunca bizim dünyamızda görünmeyecekler. Çiftlik hayatımızdaki yalnızlığımız biraz daha arttı. Kuşlar da uçup gittiği için hareketlilik iyice azalıyor. Kuş sürüleri aceleleri varmış gibi hızla ayrılıyorlar. Bugün de suyu kurumuş olan kaynakta bir tavşan çoban köpeği tarafından kovalandı. Hayatını kurtarabilmek için kaçıyor, köpekse yakalayabilmek için var gücüyle çabalıyordu. Bir an bile duraklamıyorlardı ve sonunda köprünün altındaki otların arasında ikisi de görünmez oldular. Biraz sonra köpek kuyruğu inmiş halde geri döndü. Avını kaçırdığına hayıflanıyor olsa gerek.Fakat ben zavallı tarla tavşanının kurtulabilmiş olmasına sevindim. Umarım tarlamdaki deliğine geri döner. Türkiye’ye Gidiş (Ankara’dan) İtö Kenzö (Daijö 7-1, Şanghay, Ocak 1928, ss.52-58) Eskiden Sibirya’da ulaşım atlı arabalarla köprüler üzerinden yapılırdı ve bu hat önemliydi. Buharlı gemiler büyük nehirleri geçerken ulaşımın durması nedeniyle bu hat çok kullanışsızdı. Ancak son zamanlarda Sibirya demiryolunun açılmasıyla ülkemizden Avrupa’ya ulaşmak iki hafta kadar sürer bir hale geldi. Buna karşılık Hindistan üzerinden deniz yoluyla gidildiğinde Avrupa’ya varabilmek için yaklaşık iki ay gerekiyor. Bu uzunluktaki Sibirya demiryolunun açılmasıyla bu hattın en kısa süreli ve en ekonomik yöntem olduğunu çoğu gezgin anlamış bulunmaktadır. Ben de bu en kısa yolu kullanarak Balkan ülkeleri üzerinden Türkiye’ye girdim. Japon Turist Bürosu’nun Moskova’ya kadar bağlantılı biletlerini aldım 17 Haziran sabahı erkenden kalkıp saat sekiz buçukta Chöshun’a giden trene binmek üzere valizim yanımda Dairen istasyonuna yöneldim. İstasyonda Honganji’den gelenleri ve okuldan bazı arkadaşlarımı bekler buldum. O kadar erken bir saatte beni uğurlamaya gelmiş oldukları için onlara teşekkürlerimi ifade ettim, birbirimize ayrılık sözleri söyledik ve karşılıklı olarak sağlık ve esenlik diledik. Bizler en kısa zamanda tekrar görüşeceğimize dair sözler verirken kısa bir süre sonra trenin düdüğü yüksek perdeden çalmaya başladı ve tren yavaşça hareket etti. Bir müddet üzerinde sayaht etmekte olduğum Mançurya’ya bakarak ve ayrılık anını, uğurlamaya gelenler gözden kayboluncaya dek mendil sallayışımı hatırlayarak öylece pencerede kalakaldım. Sonra kendimi koltuğa bırakıp ondan sonraki seyahatim hakkında düşüncelere daldım. Eski ülke (Çin)’den çıkmadan önce Rusya üzerinden yapılan seyahatlerin zorlukları hakkında çok şey duymuş olmamdan mı, yoksa seyahat etmeye alışkın olmayışım nedeniyle yabancılar arasında tek başıma bulunmamdan mıdır nedir müthiş bir güvensizlik hissediyordum. Ama değişik ülkeler görebileceğimi düşününce güvensizliğimin yerini kararlılık almaya başlıyordu. 62 ve Türkiye... Henüz kalkışımızdan itibaren dört saat geçmişti ki bir görevli yemeğin hazır olduğunu duyurmaya geldi. Erkenden yemek vagonuna gidince uzun süre Japon yemeği yiyemeyeceğimi düşünüp Japon yemeği ısmarladım. Akşam sekizde Mançurya Demiryolu’nun son durağı olan Chöshun’a vardık. Bu istasyon Doğu Demiryolu’nun başlangıcıdır. Turist Bürosu’nun temsilcisinin tavsiyesine uyarak hemen Harbin’e giden trene bindim. Ertesi sabah yedi buçukta Harbin’e vardık. İstasyona Oshino Bey beni karşılamaya gelme nezaketini göstermişti. Oshino Bey’in sıcak misafirperverleiği sayesinde Harbin şehrini gezme fırsatı buldum. Akşam saat sekiz onda ise Vladivostok’tan uzun yol yolcularıyla dolu olarak gelen Mançurya Ekspresi Harbin’den kalktı. Makkae’nin demir köprüsünü geçip şehir ışıkları ardımızda kaldığında artık arasıra duyulan tren düdüğü sesleri arasında sadece yolalmaya başlamıştık. Ertesi akşam saat sekizde Sibirya Demiryolu’na bağlantı yapacağım Manshuri istasyonuna geldik. Burada da beni taşımacılık temsilcisi Kajima Bey karşıladı ve eşyaarımla ilgilendi. Böylelikle hiçbir sorun yaşanmadan saat onda hareket edecek Moskova trenine binebildim. Ancak saat on olmasına rağmen tren bir türlü hareket etmiyordu. Neler oluyor acaba diye düşünürken Kajima Bey göründü ve Çıta Baykal’la aramızda yeralan bir köprünün yıkılmış olduğunu ve trenin hareket etmesinin imkansız hale geldiğini söyledi. Üç gün Manshuri’de kalmam gerekiyormuş. Yirmi üçünde nihayet Manshusato’yu arkamda bırakarak Moskova’ya doğru yola çıkabildim. Manshuri’den ayrıldıktan on dakika sonra üniformalı bir asker ve bir kondüktör pasaportlarımızı ve eşyalarımızı incelemek için geldi. Yine bir sorun çıkmadı. Fakat incelemeleri bayağı detaylıydı ve pek konuşmuyorlardı. Gerekli olmadığını düşündükleri herşeyi sordular. Kompartmanımızdaki Amerikalı kondüktörle anlamadığım birşeyler konuşuyor gibiydi. Ulaşım açısından tahminimden çok daha rahat olmasına rağmen sınır geçişi kontrolün sıkılığı nedeniyle hiç de kolay olmayacağa benziyordu. Ertesi sabah Çita’ya vardık. Çita, Çita nehrinin kıyısındadır. Manzarasını pek sevdiğim bu yer Baykal bölgesinin ilk şehridir. Nüfusu yaklaşık yetmiş binin üzerindedir. Çita hükümetinin bulunduğu yer olduğu düşünülür. Takriben bir saat kadar durduktan sonra trenin düdüğü ile birlikte Sibirya düzlüklerinde yolalmaya başladık. Ertesi gün Baykal gölünü sağımızda görüp sabah dört gibi İrkutsk’a vardık. İrkutsk şehri temiz akan Angara nehrinin sağ kıyısında İrkut nehrinin ağzında yeralır. Angara ırmağının 660 yardalık bir genişliği olup Baykal gölüne 44 mil uzaklıktadır. Şehir ise 1652 yılında kurulmuş olup nüfusu 110 bini aşkındır ve Rus Ortodoks kilisesinin önemli merkezlerinden biridir. Bu şekilde hergün büyük bir istasyondan geçiyor olmak çok ilginç doğrusu. Biraz da Sibirya’nın ikliminden bahsedeyim. Sibirya bir bölge sayılmak için fazla büyük olduğundan kışın ısı farkları da heryerinde aynı değildir. Bu ülkenin tam bir kış ülkesi olduğu herkesin bildiği birşeydir ya orta bölgeleri en soğuk kısmıdır. Moskova çevresinin yıllık en düşük ve en yüksek sıcaklıkları arasındaki fark 60 derecedir . Böyle bakıldığında sıcak-soğuk farkının ne kadar şiddetli olduğu kolayca anlaşılabilir. Kuzey kesimlerinde ise bütün yıl boyunca yeraltında buzlanma devam ettiği için herhangi bir şey yetiştirmek mümkün değildir ancak son yıllarda daha yumuşak ve verimli olan akarsu kıyılarında zırai üretim yapılmaktadır. Eskiden beri Rusya tarımı ülkenin ana ekonomik kaynaklarından biri kabul ettiği için topraklarının çoğu kara verimli toprak olduğundan halkın yüzde doksanı tarımla meşgul olmaktadır. Ürünlerinin büyük kısmı buğdaydır ama bu alanda Amerika en büyük üretici olduğundan arpa ve diğer tahıl ürünlerinde Rusya en önemli üretici konumundadır. Asıl konumuza dönecek olursak; İrkutsk’tan hareketle çok sayıda istasyonu geçtik. Geçtiğimiz yerlerde görülen harabe halindeki opera binaları ve yıkılmış mezarlar devrim sırasında yaşanan savaşın izlerini taşıyor. Novo 63 Kont Otani Kozui Nikolayeusk, Omsk gibi şehirleri ve geceleyin Ural sıradağlarını geçerek sekizinci gün Moskova’ya vardık. Burada Enoki Bey’in rehberliğinde bir gün boyunca şehri gezdim. Şehirde ilk göze çarpan yollarının bozukluğu ve şehri gezen çok sayıda çeşitli ırklardan insanlar olmasıydı. Merkezde yüksek kuleleriyle kiliseler, manastır binaları ve altın renkleri parlayan görmeye değer eserleri vardı. Şehri gezmenin haricinde sekiz günlük yolculukta yorgun düşen bedenimi bir yatakta dinlendirme fırsatı da bulmuş oldum. Ertesi sabah Berlin’e giden trene bilet aldım ve öğleden sonra saat dörtte şehrin kuzeydoğusundaki Aleksander garından Varşova üzerinden Berlin’e giden trene bindim. Ertesi sabah dokuz buşuk sularında sınıra vardık, gümrük işlemlerinden sonra yaklaşık iki mil ötedeki Strobus istasyonunda Berlin-Paris trenine transfer olmak üzere eşyalarımızı toparladık. Strobus yalnızca bir sınır istasyonundan ibaret olduğu için yerleşim merkezinde birkaç evden başka bir şey yok. Bu istasyonda biraz para bozdurup sabah saat on birde Berlin’e doğru hareket ettik. Aynı günün akşamı beş buşukta Varşova’daydık. Önceden burada tren değiştirmek gerekiyormuş ama artık böyle bir işlem gerekmediğinden sadece hat değiştirmek için üç saat kadar durakladık. Bu aradan yararlanarak Varşova şehrini görme fırsatım oldu. Akşam saat dokuzda tren kalktı ve ertesi sabah saat 9:26’da Berlin’deydik. Öncelikle Balkan ülkelerinin konsolosluklarına gittim. İşlemler tahminimden çok vakit aldı ve üç gün kadar şehirde kaldım. O arada şehri gezdim. İlk dikkatimi çeken Moskova’dan farklı olarak yolların çok düzgün oluşuydu. Ayrıca meclis , müze binaları gibi ünlü yerleri ziyaret ettikten sonra dördüncü gün seyahat biletlerini alabildim ve öğleden sonra 1:28’de Belgra’a giden trene bindim. Çekoslovakya, Macaristan (Budapeşte)’ı geçip ikinci gün Belgrad’a vardık. Bu istasyon Yugoslavya’nın başkentidir. Savaştan yeni çıktığı için şehir oldukça düzensiz. Fakat Türklerin söylediklerine göre çoğu yer yeniden inşa edilmiş. Beş saatlik bir moladan sonra tekrar hareket ettik, Yugoslavya’dan çıkarak Bulgaristan’a girdik. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’ya öğleden sonra birde vardık. Sofya dört yanı dağlarla çevrili bir şehir, Tuna’nın bir kolu olan İsker nehrinin üst kısmında yeralıyor. Konstantinopol’den batıya giden yol üzerinde yeni inşa edilmiş bir şehir görünümündedir, nüfusu yüz bin kadardır. Ertesi sabah Türkiye sınırına girdik. İstasyonda Türkiye devlet demiryollarının trenini gördük. Amacım olan Türkiye’nin sınırlarında bulunmak bana belli belirsiz bir güven veriyor. Aynı akşam 6:20’de İstanbul’a vardım. Haliç’i gördüm. Altın Boynuz suları derin ve durgun çok güzel bir liman. Büyük çaplı gemiler limana yanaşmışlar. Öncelikle Galata köprüsünü geçip elçiliğimize gittim. Bugün uzun yolculuktan yorgun düşmüş halde dinlenmek üzere otelime kayıt yaptırdım. Şehri görmeyi ertesi güne bırakıp rüya yolculuğuna çıktım. Bugünlük de bu kadar deyip sözlerimi burda bitiriyorum. Ankara Ahi Mesud’un Türküsü (Ankara’dan) Tokketsu Hösha (Türk Hayranı) (Daijö 7-1, Şanghay, Ocak 1928, ss.59-60) Başkent Ankara’nın uzağındaki bu yerin manzarası büyük bir dalganın yayılışı gibi tepelerle dokunmuş, göz alabildiğine uzanan ağaçsız topraklar ve sararmış otları yiyen koyunların görüntüsü ile birleşerek insana yumuşak bir hüzün duygusu veriyor. Gökyüzünde güz bulutları yere yakın ve dağınık duruyorlar. Yer yer yükselen toz bulutları arasında, at arabalarına binmiş tarladan dönmekte olan köylüler etraflarındaki sürülerle ayırdedilemez bir şekilde içiçe geçmekte. Çubuk deresi resim çizermiş gibi akıyor ve kıyısındaki söğüt yapraklarında duran çiy damlalarını sarıya boyuyor. Mektubumda değil ama göklerde dolanıyor kuş sürüleri ve tarla yollarındaki taş gölgelerinde oynuyor tavşanlar. Akşam gökyüzüne koyu kızıllığını yayıyor, köylerde köpekler havlıyor 64 ve Türkiye... ve isimsiz bir çiçekte bir çiy damlası oluşuyorken kuş sesleri memleketi düşündüren sesler gibi mi geliyor acaba? Gece, akıntıda sürüklenen taşlarıyla hilal ve yıldızın ülkesidir şimdi. Açılmakta olan gökyüzünde ilk parlayan Venüs dedikleri yıldız olsa gerek. İnsan daha bu görüntünün güzelliğini hazmetmeye çalışırken hava kararıyor. Sonsuzlukta parıltıları soğuyarak dünyaya varan yıldızlar güzel kokulu çiçeklere ulaşmak ister gibiler. Gece rüzgarıyla hava soğuyor, böcek seslerinin bile duyulamaz olması ne kadar üzücü. Şafak vaktinde yürüyen develerin çıngıraklarının seslerini duymak bile ne güzel. Günler geçerken gönlümde yankılanan türküler dışarı çıkmak ister gibidir. Yazabileceğimden çok daha fazlası var. Şehir ışıklarının vurduğu tarlaların üzerinde Yenilenir gökyüzü, sonbahar gülümserse açar yıldız çiçekleri Türklerin develeriyle gittikleri dağlarda parlar sabahın kızıl yaprakları, Çorak topraklarda geceleyin uykuya dalan develer görür o kızıl yaprakları Gök tarlasını gökkuşağıyla bağlayan tepelerin ardında bir köy var mı acaba Çubuk deresinde açan isimsiz otlar boyunlarını bükerken eflatun olur hüzünleri (Çubuk yerel lehçede Türk kavalı anlamına gelmekte olup bu adla bir de köy vardır. Bundan hareketle buraya bu ismi verdiklerini öğrendim.) Sonbahar rüzgarını bulutlarda bırakıp güne başlayan Çubuk deresine sürülerle kuşlar konar, Yavaş yavaş düşer Ahi Mesud’un güz rüzgarıyla Kuyruklu çiçekler, alçaktan uçar kuşları Eflatundur kuyruklarının üzeri, Gece, kokusuyla inerken tarlaların ucunda koyunların peşinde Çobanın aşıp geçtiği tepelerde, yeni güne girerken Hafiftir hilali Ankara topraklarının. Ekim bulutlarıyla rüzgar Ankara’nın topraklarında Tozlar çıkararak eser ve uçuşur keklikler Rüzgarı sert olur Ahi Mesud’un, Eflatuna dönüşür koyunları uzaklara giderler Ağır ağır giden bir tahtırevan gibi Tepelerin ardından bir türkü gelir Dağlar, tepeler açılır Ekim rüzgarının önünde, Eser üstüne kim kalmışsa ayakta, yükselir kuşlar, Ankara’da Ahi Mesud tepesini geçince Görülür tarlaları aydınlatan yıldızlar, Türklerin çektiği yay sesleri duyulur gecede Ve soğuk havalarda yenilenir hilal ile yıldız... 65 Kont Otani Kozui Türkiye’den Haberler –II Türkiye’deki Çiftlik Hayatımızdan Kesitler (Ankara’dan) Uemura Tatsumi (Daijö 7-2, Şanghay, Şubat 1928, ss.63-74 Bu aralar cumhurbaşkanı yazı geçirdiği Kun-pu’dan (İstanbul) döndü. İstanbul izlenimlerinin gönlünde derin izler bıraktığı söyleniyor. Tabii ki Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında sultan hanedanına karşı güçlenip Ankara hükümetini kurduktan sonra tam dört yıl Ankara dışına bir adım bile atmamıştı. Bu hareketinin çeşitli sebepleri vardı. Şehirde kalarak Ankara hükümetini sağlam bir zemine oturtmak bunlardan biriydi. İngiltere’nin yardım ettiği sultan hanedanının bir karşı saldırısına hazırlıklı olmak ise bir diğeriydi. Bir başkası Avrupa Savaşı’nda (I. Dünya Savaşı) neredeyse hayat hakkını kaybedecek kadar ağır bir yenilgiye uğramış Türkiye’nin gerileyişini durdurarak katı bir şekilde Anadolu merkezciliği yerleştirmekti. İşgal kuvvetlerinin çekilmesi ve Türk ordusunun şehre girmesine rağmen o İstanbul’a gitmedi. Sultan ve ailesini sınırdışı etmekle saltanata bağlı olanların düşmanlığını kazanmış olduğundan onların kalesine girmekten imtina etmişti. İstanbul’da hala iki yüzbin kadar saltanat yanlısı olduğu tahmin edildiğinden her an bir suikast girişimi olabileceği öngörülüyor. Nedeni ne olursa olsun İstanbul’a bir daha gitmemeye kararlı görünüyordu ancak geçen yıl meydana gelen İzmir suikastı girişimi olayında muhalif liderlerin çoğu yakalandı. Böylece uzun bir aradan sonra o da İstanbul’u ziyaret etti. Kalp rahatsızlığı nedeniyle Ankara’nın sıcağına tahammül edemiyordu. Sevgili karısının kendisini terk etmesinin üzerinden iki yıl geçmiş ve kahramanın kalbi ıssızlaşmıştı. İşte o sıralarda Başbakan İsmet Paşa’nın ve çevresindekilerin ısrarı üzerine Dünya Savaşının ardından ilk defa İstanbul’a gitmeye karar verdi. Tam o sıralarda ben de Berlin’e fabrikamızın makina aksamını görmek üzere yola çıkmış olduğumdan sayın cumhurbaşkanıyla görüşme iznine mazhar oldum. Görüşmemiz esnasında lutfedip “Ben de bu kez iki üç ay kadar dinlenmek üzere İstanbul’a gidiyorum. Sen de bu arada rahat edersin.” dedi. O sırada Kemal Paşa’nın çocuksu tarafını görme şansına eriştim. Ne kadar saf ve temiz bir insan. Dört yıl sonra İstanbul’a gidiyor olmak onu bir çocuk gibi mutlu etmişti. Pek kimseye söylediğini sanmıyorum ama İstanbul’dan yayılan ışık sanki onu başka bir aleme götürüyor gibiydi. İnsan Ankara gibi yarı çöl sayılabilecek bir yeri gördükten sonra Chöan kuşatmasından sonra nihayet zaferle şehre giren komutandan bile daha mutlu olduğunu anlayabilir. Üstelik bu kez İstanbul’a girerken saltanat hazine ve hatıralarıyla dolu Dolmabahçe sarayında sanki yeni kralmış gibi karşılanacaktı. İstanbul’a girişi seyirlik büyük bir olay haline gelmişti. Öncelikle İzmit limanında Ankara’dan geldiği trenden inerek bir yata bindi. İrili ufaklı on kadar savaş gemisi sağında ve solunda giderek yata eşlik ettiler. Törenle Haliç limanına girdiler. Boğazın iki yakasındaki İstanbul ve Asya yönündeki Üsküdar tarafları iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık, bir insan ormanına dönmüştü. İki taraftaki tepelerde dalgalanan çok sayıda ay-yıldızlı bayraklardan hoşnut bir halde sahildeki beyaz boyalı görkemli bina Dolmabahçe sarayına adımını attı. Şimdi o toprağa ayak bastığı şu anda, baştan ayağa bir şimşek gibi görünüyor, mutluluk, memnuniyet ve cesaret dolu olarak yürüken tek bir kelime etmiyordu. Koruma 66 ve Türkiye... kıtasını selamladıktan sonra büyük sarayın derinliklerine girerek gözden kayboldu. Şenlik halindeki Pera caddesi çelenkler, rengarek flamalarla süslenmiş taklardan sayısız ama sayısız insan kalabalıklarının aktığı görülüyordu. Bu gece sarayın önünde demirli savaş gemilerinden atılan havai fişek seslerine karşılık gibi yükselen “Yaşasın Gazi!” sesleritüm şehri dolduruyordu. Halkın iktidarı gerçekleştiğinde iradesi kesinlikle heryere hakim oluyor.İçlerinden muhalefete ahdetmiş olanlar dahi bu adamın yiğitliğine hayranlıklarını ifade etmekten kendilerini alamıyorlardı. Ben Kemal Paşa’nın İstanbul’a girişine şahit olmuşlardanım. Belki de dört yıl boyunca Ankara’dan çıkmayarak sıkıca koruma düşüncesi onunsiyaseti açısından isabetliydi, ama Türkiye’nin politikalarının iç ve dışta istikrar kazandığı bugün neden veya kimden çekinerek İstanbul’a girişini geciktirsin ki? Hem bu kimin İstanbul’udur? Türkiye’nin değil mi? Daha da ötesini söyleyerek olsak “Kemal’in İstanbul’u” değil mi? İstanbul’a gitme kararını vermesinden önce dava arkadaşlarıyla uzun uzadıya bu konuyu tartışmışlar. Buna karşı çıkanların görüşlerinin darlığına üzülüyorum. Bu tavırları ne pahasına olursa olsun Kemal’i korumak amacını güderek temiz bir kalple yapılmış olsa bile, artık Ankara hükümeti sultan hanedanına karşı bir hükümet değil ki. O tüm ülkenin merkezi hükümetidir. Onun lideri de kendi yönetimi altındaki bir şehir olan İstanbul’a gitmeyecek olursa nasıl tüm ülkenin başı olsun ki? O muhteşem bir şekilde işleri ele almalı. Ona yakışan da budur. Bu sayededir ki Türkler “İstanbul bizimdir” diyebilecekler, herşey yerli yerine oturacaktır. “Anadolu Merkezcilik” tabii ki iyi birşeydir ancak bir müddet sonra Ankara hükümetinin yönü ve politikalarının uygulanış şekli bu eksenden kayabilir. Bu imkansız mıdır? Türkler değişik milletlerden insanların İstanbul’da yaşamasını teşvik ederek onları kucaklamalı, bunu sorumlulukları kabul etmelidir. Tam bu Ağustos ortasında Berlin’deki işlerimi bitirip İstanbul’a döndüğümde Dolmabahçe sarayına planlarımızı anlatmak üzere uğradım. O sırada özel kalem müdürü vasıtasıyla “kendisinin de Eylül sonunda Ankara’ya döneceği için fırsatını bulup çiftliği ziyaret etmek istediğini” iletti. O içki içmenin inceliklerini çok iyi bilen birisi. Genç bir teğmen olduğu dönemden itibaren tanıtırken de başarılarında olduğu gibi başarısızlıklarında da içki ona eşlik edegelmişti. İstanbul’da kaldığı müddet boyunca da hastalığı için iyi olmayacağını söyleyen doktorların uyarılarına rağmen lezzetli bir Türk içkisi olan rakıyı içmeye devam etmiş ve başka hanımlarla sohbet ederek güzel karısından ayrılmanın verdiği acıyı dindirmeye çalışmış olsa gerek. Ancak bülbülü altın kafese koyduklarında “vatanım” dediği gibi o da bir müddet sonra Ankara’yı özlemeye başladı. Haydi! İstanbul’da oyalanmak yeter, Ankara’ya dönmeli! Bu niyetini özel kalemiyle görüşmemde hissetmiştim. İstanbul’da çok sayıda taklar yapıldı. Bana kalırsa bu kadar zengin bir şehir daha da ihtişamlı taklar yapmalıydı. Nihayet hızla şehrine döndüğünde ödülünü aldı. Ankara’lılarsa ihtişamlı taklar inşa etmek için masraflar ettiler, böyle şeylere gerek olmadığını söylerek onlara kızdığında ise gözyaşı döken arılar gibiydiler. Ardından seçimler bittiğinde meclisteki bütün milletvekillerine hitaben 1200 sayfaya ulaşan büyük nutkunu verdi. Bu nutkunda özellikle Avrupa büyük savaşından sonra meydana gelen olaylarla , Türk Kurtuluş savaşının neden gerekli olduğunu anlatıyor ve yeni kurulan Türkiye’nin inşasını gençlere emanet ettiğini söylüyordu. Bu bittikten sonra ise cumhuriyetin ilan edildiği gün olan 29 Ekim’de devletin tüm ileri gelenlerinin ve diplomatik temsilcilerin katıldığı bir balo düzenletti. Büyükelçimiz Obata da elçilik çalışanlarıyla birlikte oradaydı. Daha sonra ise tekrar Çankaya’daki dağ evine kapanarak düşünce üretmekle meşgul olmaya devam etti. Fakat sık sık çiftliğe ziyaretimize geliyor. Yanında tek bir yakın koruması olduğu halde günlük kıyafetleri içinde gelip samimi olduğu yaşlı bir köylü ile konuşmaktan hoşlanıyor. Bazen de hükümetten önemli isimleri davet 67 Kont Otani Kozui ederek içkili yemekler düzenliyor. Arasıra da bir bayan yardımcısıyla bizleri görmeye geliveriyor. Bunlar manastır hayatı yaşamakta olan bizler için oldukça neşeli günler oluyor. Bu arada Türk kadınlarının son zamanlardaki modern saç kesimleri görmeye değer doğrusu. Bir de nedendir bilmem onlarda uzakdoğu kadınlarına benzer sevimli bir taraf var. Gözlerinde bile, söyledikleri sözlerde bile, hatta başlarını Balkan tarzında örttüklerinde bile Orta Avrupalı kadınlardan daha sevecen ve iyiler. Bu tarzları far gibi makyaj malzemeleri kullanmalarından çok daha iyi. Cumhurbaşkanı tarımın anlamını ve çiftlik hayatının güzelliklerini çok iyi biliyor. Bu nedenle kendisine karşı tüm varlığımla saygı ve teşekkür duygularıyla doluyum. “Fabrikanın makinaları yerleşince mutlaka gelip ziyaret edeceğim” diye tam o sıralarda bize haber yolladı. Bu parlak haber alan bizler artık nihayet herşeyi çalıştırabilecek güçte hissediyoruz kendimizi. Şöyle bir düşününce bu Nisan ayında çiftlik işletmesi için yaptığımız sözleşmenin imzalanmasıyla Bursa’dan gönderilen tarım aletlerinin gelmesi ve kamp kurarak tarlada çalışmaya başlamamızın üzerinden yarım sene geçirvermiş olduğunu görüyor insan. Çiftlik arazisi yaklaşık 1.500 çöbu (15 bin dönüm) genişliğinde. Bunun içerisinden bizim üstlendiğimiz alan ise 100 çöbu (Bin dönüm). Ankara’nın pazarlarına da ulaşıyoruz. Börülce, turp, havuç gibi ürünler çıkardık. Türklere beğendirdik. Bunların haricinde de kokulu bitkilerden gül başta olmak üzere anason, rezene, kişniş, Dalmaçya Pire Otu gibi ürünlerimiz arasında ilk kez hasadını yaptıklarımız da var. Bu ay ektiğimiz lavanta, melek otu gibi faydalı bitki köklerini de yakın zamanda alabilmeyi umuyoruz. Bir yağmur daha bekleyip ekmek istediğimiz daha birçok şey var. Çiftliğin ortasından Ankara-İstanbul demiryolu geçiyor. Günde üç ila beş sefer trenler cumhurbaşkanının çiftliği denen bu yerden geçerken saygı dolu olarak küçük bir kulübeye benzeyen istasyonda üç dakika kadar beklediklerini görmeyi özlüyor insan. Bu Eylül başından itibaren çiftliğin içerisindeki derenin suru tamamıyla kurudu, şu anda sadece kumlu dere yatağı kalmış durumda. Yetiştirdiğimiz bitkiler bol suya ihtiyaç duyduğundan bu durum bizi çok büyük sıkıntıya sokuyor. Üstelik yıllık 9.27 inçlik yağış miktarının yetmesi de mümkün değil. Yakın zamanda mutlaka evimizin yakınlarında, dere tarafında bir kuyu açmamız gerektiğini düşünüyoruz. İklim kıtasal olduğundan sıcak-soğuk farkı çok yüksek. Genellikle bahar ile sonbaharın arası çok kısa. Üstelik yakınlardaki yaşlı bir köylü baharın on üç senedir ilk defa bu kadar çabuk bittiğini söyledi. Şimdi bizler Ekim’in sonundan itibaren erken gelecek olan kara kışın soğuklarını titreyerek düşünüyoruz. Yazın sıcağına dayanamadığımız düşünürken soğukların başlamasıyla ayazın bitmesi için günün ağarmasını, Ankara’nın havasının aydınlanarak biraz olsun ısının artmasını diler halde, çadırımızın dışında ayın gözden kayboluşunu beklediğimizi bugün gibi hatırlıyorum. Göktaşları ayın ülkesine ait ya, sanki bu sene ay da bir garip. Bembeyaz soğukluğuyla ayışığının hakim olduğu gecenin bir yarısında, dalgalanan tepelerin şekilleri uzun kılıçlarını kuşanmış, yaylarını elllerine almış halde bir kaleye saldırırmış gibi tozu dumana katarak gelen Osmanlı sipahilerini hatırlatıyor. Kısmetlerine bu kadar elverişsiz hava şartları ve topraklar düşen bu insanların, rahat nedir bilmeden, zorluklara karşı “Haydi bakalım! Yapalım şu işi!” diyerek erkekçe bir metanetle yapageldikleri işler nasıl da normal görünüyor. 68 ve Türkiye... Çiftliğimize gökten düşen kısmetler yavaş yavaş azalıyor sanki. Ürün alabilmek için bayağı yeni yöntemler kullanmak zorunda kalıyoruz. Ama çiftçilerin neden tüccarlardan bu kadar farklı olduğunu fazla önemseyerek isyan etmeye hiç gerek yok. Dünya sükunet ve huzurla dönmektedir. Onda rahat da zorluk da vardır. Bizler fiziksel şartlar olarak şanslı olmayabiliriz ancak ruhsal açıdan karşılaştığımız zorlukların bizi daha güçlü kıldığı düşüncesiyle teselli buluyoruz. Alt katta atölyede ayrılan bir odaya bir kaynatıcı düzenek kurulacak. Karışım odası ve laboratuvarda ise her gün dolap ve tezgahları hazırlamakta olan marangozun çıkardığı testere veya hızar sesleri üst katta benim kafamda yankılanıp duruyor. Kemal Paşa’nın beğeneceği etiketlerin losyon ve gülsuyu şişelerinin üzerlerine yapıştırılarak fabrikanın kapısından çıkarılıp götüreleceği günler uzak değil artık. Ben sessiz kalbimden bunun gerçekleşmesi için dua ediyorum. Açılışa doğru vargücümüzle yürüyoruz. Uzayıp giden çiftçilik yeminimiz bize yine meşguliyet dolu, koşuşturmalı günler getiriyor. Ankara’lı Türkler gibi yabancı elçilik çalışanları da Ahi Mesud Çiftliği’ndeki Japon kolonisi adını verdikleri bizim çalışmalarımızı yakından izliyorlar. Bizler tam anlamıyla Asya’nın bir ucunda ayaklarımızı sağlamca yere basarak Avrupa’ya karşı meydan okumaya başladık. Bundan sonra perde yırtılacak ve düşecek!! Bu ilk savaşımızdır, alalım zayıflığımıza ilk yaralarımızı. Ancak Japon ruhuna hiçbir zarar gelmemeli. Yüreklerinde aynı kan dolaşan Türkler’den bize destek sesleri yükseliyor. Haydi öyleyse savaşalım!! Kış iyice yaklaştı. Yaşadığımız ev sonunda derin karların içinde kalacak gibi görünüyor. İçine kapanan bizlerse baharın bizi çağıran sesiyle birlikte teker teker fırlayacak ve mücadele edeceğiz. (Kasım 1927) Ankara’daki Tarla İşlerimiz Shiojiri Hikoichi (Daijö 7-2, Şanghay, Şubat 1928, ss.83-84) Yuvalarına dönmek için acele eden karga sürüleri çadırın ardındaki dağa doğru uçup giderlerken hindi ise sükunet içinde yürüyor. Bizlerse uyuşmuş vücudlarımızı canlandırmak amacıyla tarlaya çıkıp temiz hava alalım diyerek gelmiştik. Havanın kemiklerimize işlediğini hissediyorduk. Derenin öte tarafındaki otlak bu aralar çöl gibi olup ot kalmadığı için koyun sürüsü çobanın bakışlarından çekine çekine bizim yanımıza gelip otluyorlardı. Otlar bitince belli belirsiz sesler çıkarıp meleyerek yürüdüler. Çoban eşeği ve köpeğiyle birlikte ve elinde kamçısıyla sürüsünü yönlendiriyordu. Otlardan yükselen toz dumanın içinde bağırıp duruyordu. Sonra dere kenarına gelip kavalını çalmaya başladı ve koyunlara bakmaya devam etti. Akşam güneşini görüp karşılıklı selamlaştıktan sonra sohbete başladık. Koyunlar da çobanın etrafında toplanıp sanki konuştuklarımızı dinlermiş gibi, ya da otlaktan otlağa yürümekten yorulmuşlar gibi görünüyorlardı. Derenin ötesindeki küçük köy görülmez olmaya başladığı sıralarda yaz günlerinde olduğu gibi Eskişehir’den gelen saat altı treni istasyona girerken güneş güney yönünden ilerliyordu. Batıdaki dağın ucundan görüntüsü kayboluyor ve kayboldu. Bütün günün zorluklarını unutmuş gibi hala çalışmakta olan birinin göstermekte olduğu gayrete hayran olup diğerlerinin nasıl çalıştığını hatırladım. Sonra hiç akıllarına gelmemişken “Mola!” sesini duyuverdiklerini. Yüz ifadelerine bile yansıma- 69 Kont Otani Kozui mıştı. Tek bir kelime etmeden memnuniyeti kabullendiler. Yakın zamanda bir ineğin yaraladığı eşeğine sefkatle davranarak ekmek heybesini yükleyip evinin yolunu tutmaya hazırlandı. Derenin ilerilerinde uzak bir yerlerden av isteyen kurt ulumaları duyuluyor. İnsanın hissettiği zorluklar bile ürkmüş gibi kaçıp gidiyor. İki kişi “Memleket” türküsü söyleyerek çadıra doğru acele ediyor. Gecenin ayazı inceden esmeye başlayarak sükuneti bozuyor ve uzak sesleri yanımıza taşıyor. Koyun sürüsü de görünmez oldu. Yalnızca açmış gibi ötüp duran kuşların sesleri, ses-karanlığının içinden duyuluyor. Gökyüzünde sayısız yıldızlar güneşli bir günün hikayesini anlatıyorlar. Asya’nın Batısından Doğusuna Doğru (Sanyasö, Kyoto) Uemura Tatsumi (Daijö 7-4, Şanghay, Nisan 1928, ss. 57-64) (Bu yazıyı Ankara’daki ağabeylerime ithaf ediyorum.) Ben bu aralar görevli olduğum Türkiye’den ayrılıp Balkanları geçip Aurora’nın altından koşa koşa bu ayın beşinde Kyoto dışında Fushimi’deki Sanyasö’ya (Üç Gece Villası) vardım. Böylece uzun zamandır ilk defa (Otani) hocamızın evinde sıcak bir banyo yapma eski arkadaşlarımla görüşme fırsatı buldum. Anılarımızı birbirimize anlatırken benim Türkiye’deki hayatımın pek de verimli geçmediğine dair rivayetlerin buruk tadı da buna eklendi. Çok meşgul olmam ve kendime çeki düzen vermeye çalışmama rağmen ruhuma yapışıp kalan Sibirya karları, Balkanlar’da çektiğim acıların hepsini unutturan baharın sıcağı ile birlikte nemi ve şu yapış yapış havalar oldu. İki yıldır ilk defa vatan toprağına adım atmanın en iyi tarafı da buydu. Her neyse, Uji kalesinin tepesinde bile kardan eser kalmamış. Bahar Sanyasö’yu çevreleyerek usulca güzelliğini anlatmaya başladı. Aşağıdaki Uji deresi bile kışın yaptığı gibi coşarak akmak yerine usul usul bir bahar deresi gibi akmaya başlamadı mı işte? Yine de ben yolculuğun sessiz duygularından tam olarak kurtulamıyorum. Yolculuk anılarım ot yastığım olmuş gibi. Kyoto’nın içi de dışı da baharın güzel ışıklarıyla donanmış gibi. Japonya’nın kuşlarına eşlik edip insanlar şarkılar söylüyor sanki. Yer-gök neşeli bir hava ile kaplı. Ancak gizlenmiş güzelliklerle buluşabilmeyi bekleyen kendi görüntümü baharın içinde resmedemiyorum. Vatanımda yaşamadığım için vatanımın baharına ait biri gibi hissedememem normal olsa gerek. Sanki dışarıdan biriymişim gibi objektif bir gözle baharı görmek zorundayım. Aslında bu bir yolcunun varmak istediği yer değil. Gittiği her yerin baharına ait biri olmak sonbaharına ait biri olmak insanın isteyebileceği en iyi şeydir. Ama yolcu için yolculuğun sıkıntıları, yalnızlık dolu yürek sızıları da kaçınılmaz güzel duygulardır. Hayatın kendisi bir yolculuğu resmeden uzun bir resim rulosundan ibaret olduğuna göre, ölüm denen an geldiğinde yaşanacak bir anlık giysi değişimini sonsuz rahattan ibaret bir kurtuluş sayanlar gerçek iyi insanlar olamaz. Ben hayatın başlangıcından sonuna kadar uzanan ve üzerinde tespih taneleri gibi durakları olan bir uzun ip gibi olduğunu düşünüyorum. Cennetin sınırı aşıldığında sınırın olmadığı anlaşılacaktır.... Burada benim söylemek istediğim bu hayatın yeryüzünde bir yolculuktan başka birşey olmadığı ve cennetin bizzat bu yolculuk olduğudur, yaptıklarımız bir vagonun içinde yürümekten ibarettir. Yolculuğun zorluklarını veya yalnızlıklarını hissetmesek bile olur. Hayatta budur zaten. Baştan itibaren bize verilen bir görev değil. Bu dünya geçici olduğu içindir ki birşeylere bağlanarak, gördüklerimizden etkilenerek gerçek anlamda bir giysi değişimi duygusu ediniriz. İşte bu uzun yolculukta hareketsizlikten bunalıp vagon içinde yürümenin anlamı bizim grubumuz için önemli bir 70 ve Türkiye... hayat dersi olan “Bir şemsiye bir baston” düşüncesinin aydınlattığı yol başlar. Bu zorlu konuları bırakıp dünyevi yolculuğa ait duygularıma dönmek istiyorum. Seyahat! Seyahat! Seyahat! Seyahat kavramını düşüneyim. Seyahatin anlamı nerededir? Seyahat edip seyahate dair duyguları tatmakta. Anlamı budur. Ama ya varış noktasından dönüş? Bu da yoksayılması zor bir konudur. Şimdiden sonra buraya kadar geldiğim yolu yani Sibirya, Balkanlar yolunu hatırlamaya çalışacağım. Tam anlamıyla niyetlerimi gösteren bir arabaya oturmuşum da ayaklarımın dibinden çıkıp uzanıp giden iki ayrı yol görüyormuşum gibi bir duygu! Ankara’dan çıkışım 3 Ocak günüydü. Japonya ile yapmış olduğumuz telgraf yazışmaları sonucunda benim bizzat Japonya’ya gelmem gerektiği kararına varılarak harekete geçtim. Arkadaşlarımı söylemeye bile gerek yok ama Türk hizmetlimiz, 50 yaşını devirmiş olan aşçımız da, bizim çiftlik için inşa edilmiş olan istasyona beni uğurlamaya gelmişti. Bugün sahiplerinin seyahat hazırlığının her zamankinden farklı olduğunu hisseden baştan beri evimize alışıp kendiliğinden bizimle yaşamaya başlamış olan “Karabaş”, bizim sevgili köpeğimiz, iki yavrusunu yanına almış arkamızdan geliyor. İnsanın geçici bir süreliğine bile olsa yaşadığı yer, damı olmasa dahi yuvası olarak anlamı derindir. İçindeki herşey ona sevimli gelir. Sadece öyle olması bile ufak tefek kusurlarını örter. İstanbul yönüne giden tren hiç şaşmadan akşam saat tam 8:40’ta çiftliğin köşesini döndü. Önce yaşlı aşçımız, iyi bir müslüman olarak elini alnından göğsüne götürüp “Yolculuğun kazasız belasız geçsin” diyerek benim için Tanrı’ya dua ediyor. İstasyon şefi veya makasçı, oradaki herkes bir kere mutlaka bu duaya katıldı. Tren yavaşça hareket edince Karabaş havlamaya başladı. O da kıpkırmızı kesilen benim gibi ayrılık sözlerini söylemekte zorlananlardan olsa gerek. Bu, Ahi Mesud çiftliğinde nefes alan bizlerin hiç kimse hakkında kötü düşünmememiz, hiçkimseye kin tutmadan birbirimize karşı aynı duygularla bağlanmış olmamız nedeniyle burada birbiri içinde eriyen ruhlardan oluşan sıcak ve ferah bir dünyanın oluşması şaşırtıcı değil. Bu gece sıfırın altında dokuz derece olacakmış ama ay inanılmaz bir güzellikle parlıyor. Sanki gökyüzünün ortasına takılmış da oradan hiç ayrılmayacakmış gibi görünüyor. Yıldızlar da bir buz hazinesi gibi soğuğu hissetttiriyorlar. Bu soğuğun sessizliği ile çevrelendiğimde yatağıma uzanıp işlerimizin geçmişini ve geleceğini düşünmeye başladım. Sanki kafama güçlü bir darbe almışım da bıynumdan yukarısı bir havluyla siliniyormuş gibi hissediyorum. Saç diplerime kadar ürperiyorum. Elimi başıma atınca gerçekten de soğuktan oluşmuş bir şişkinliği hissettim. Ben aslında sakin bir hayat istemiyor değilim ama bir tohum makinası daha eklenip o da işlemeye başlayınca, bu makinanın meydana getirdiği sorunlar merkezinde örümcek ağı gibi bir sorun yumağı oluşuvermişti. Ertesi sabah Haydarpaşa’ya vardığımda yine buz gibi soğuk bir hava vardı. Büyük kar fırtınası benden önce buraya da ulaşmıştı. Hangi saatte olursa olsun insanı şaşırtacak kadar masmavi olan Boğaz’ın suları o gün karanlık görünüyordu. Adına layık Kara Deniz’den akıp gelmiş gibiydiler. Dolmabahçe Sarayı da geçen yaz yeni sahibini karşılamasının üzerinden bir müddet geçip tekrar Ankara’ya uğurladıktan sonra, üzerine yalnızlığın hüznü çökmüş gibi görünüyor. Takeko Hanım’ın kaleminden alıntı yapacak olursam: “Şefkate doyuran bahar sabahını göstermeye gücü kalmayan o lekesiz aynanın sahibi olan adam” Dermanım kalmamış gibi. Asya yakasında da mavinin kazandığı hiçbir şey göremiyorum. Camiler de ince bir sis perdesiyle sarılmış olduğundan mıdır nedir, her zaman beni ferahlatan minareler bile birazcık olsun görünüp beni karşılamıyor. Ama 71 Kont Otani Kozui herşey baharın gelişiyle düzelecek. Hele bir bahar gelsin boğazın suları nasıl da masmavi olur göreceksiniz. Dolmabahçe Sarayı da yine süslenip yeni sahibini karşılayacaktır kuşkusuz. Asya yakasının küçük tepelerinde yine kuşlar cıvıldaşacak, dağların dalgaları gibi zarafet dolu güzellikleri de dönecektir mutlaka. Camilerin minareleri apaçık göğe doğru yükselecekler yine. Böylece katılacaktır hayatlarımız yenilenen doğaya. 72 ve Türkiye... TEŞEKKÜR Türk-Japon dostluğuna katkıda bulunmasını ümit ettiğim bu kitabı mümkün kılan DEİK Genel Sekreteri Sayın Ufuk Yılmaz’ın şahsında tüm DEİK çalışanlarına ve Başkan Sayın Tuncay Özilhan’ın şahsında Türk-Japon İş Konseyi üyelerine teşekkürü bir borç biliyorum. Ayrıca işbirliği ve desteklerini esirgemeyen Sayın Şükufe Gökçen, Ryukoku Üniversitesi’nden Sayın İrisawa Takashi, Mitani Mazumi, Beppu Otani Müzesi müdürü Sayın Kikuzuki Seijo’ya ve bu önemli konuyu çalışmam konusunda beni teşvik eden Sayın Selçuk Esenbel’e yürekten teşekkür ediyorum. Erdal Küçükyalçın 73