Martin Heidegger, 26 Eylül 1889 tarihinde Almanya`nın Baden

advertisement
1
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
EĞİTİM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ
EĞİTİM YÖNETİMİ TEFTİŞİ EKONOMİSİ VE PLANLAMASI
ANABİLİMDALI
HEİDEGGER DÜŞÜNCESİ VE TEKNİK
EĞİTİM ÖRGÜTLENMESİ VE TEKNOLOJİ DERSİ ÖDEVİ
Tarık SOYDAN
DERSİN ÖĞRETİM ÜYESİ: Yrd. Doç. Dr. Hasan Hüseyin AKSOY
ANKARA - 2007
2
Giriş
Martin Heidegger, 26 Eylül 1889 tarihinde Almanya'nın Baden eyaletinin
Messkirch kasabasında bir Katolik zangocun (Kilisede çan çalan görevli) oğlu olarak
dünyaya gelmiştir. Küçüklüğünde dine ve felsefeye olan ilgisi dolayısıyla liseden
sonra rahip adayı olarak Cizvitlere katılmış ve teoloji eğitimi almış daha sonra da
Freiburg Üniversitesi'nde Katolik İlahiyatı ve Hıristiyan felsefesi okumuştur.
Heidegger,
1889-1976
yılları
arasında
yaşamış
ve
varoluşçuluk,
postyapısalcılık, postmodernizm, frankfurt okulu ve yapıbozumculuk üzerinde çok
kalıcı etkiler bırakmış olan ünlü alman düşünürüdür. Birçok bakımdan çok etkili bir
düşünür olan Heidegger'in temel eserleri şunlardır: Über den humanismus (İnsanlık
Üzerine), Einführung in die Metaphysik (Metafiziğe Giriş), Was ist das, die
Philosophie? (Felsefe Nedir?), Identitat und Differenz (Özdeşlik ve Farklılık), Zeit und
Sein (Varlık ve Zaman) (Cevizcioğlu,1999).
1914 yılında "Psikolojizmde Yargı Kuramı" adlı doktora tezini yayımlayan
Heidegger bu tezde insana ilişkin temel araştırma alanlarında felsefeye karşı
psikolojinin
etkili
olması
gerektiğini
savunmuştur.
Bu
konuda
hocası
ve
Fenomenolojinin kurucusu olan Edmund Husserl'den etkilenerek kaygı, düşünme,
merak, sıkıntı, saygı gibi durumlar üzerine yazdıklarını psikolojik değil felsefi düzeyde
ele almıştır. 1923 yılında Marburg'da profesör olan düşünür 1927 yılında da en ünlü
yapıtı ve tek derli toplu kitabı olan Sein und Zeit (Varlık ve Zaman)ı yayımlamıştır.
Varlık ve Zaman yayımlandıktan birkaç yıl sonra Heidegger'in düşüncelerinde
dönüş (kehre) adı verilen bir değişme gerçekleşmiş ve düşünür 1933 yılında siyasal
olayların rüzgarına kapılarak Nazi Partisi'ne girmiş ve aynı yılın Nisan ayında
Freiburg Üniversitesi'ne rektör olarak atanmıştır. Rektörlüğü bir sene sonra, 1934
Nisan’ında, bırakmış olsa da, II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Nazi Partisinin bir
üyesi olarak kalmıştır. Rektör olarak ilk icraatı kendisini Rektör seçen yapılar da dahil
olmak üzere tüm demokratik yapıları ortadan kaldırmak olmuştur. Kampüsünde üç
kez kitap yakma vakası gerçekleşmiş ve öğrencilere şiddet uygulanmıştır (Vikipedia,
2007).
Batı felsefesinde varlık konusunun Platon'dan beri unutulmuş olduğunu, oysa
varlığın birincil ve temel konu olup, epistemolojinin değil de, ontolojinin temel
olduğunu öne süren Hediegger, bilimsel akıl ve teknolojinin batı kültürüne çok zarar
3
veren
yoğun
etkisinden,
batı
metafiziksel
düşüncesinin
sorumlu
olduğunu
savunmuştur.
Heidegger’e göre, Batı metafiziğin temelinde, onun ontoteolojik töz dediği şeyle
belirlenen bir varlık anlayışı bulunmaktadır. Düşünüre göre, batı metafizik felsefi
yaklaşımlarının başarısızlığı sonucu bilimsel aklın karşı koyuşu ortaya çıkmıştır.
Bununla birlikte, bilimsel akıl da söz konusu temel metafiziksel inancı korumuştur:
Mutlak ya da koşulsuz bir biçimde gerçek olan şeylerin nedensel temellerinden,
zihinden bağımsız nesnelerin nedensel ilişkilerinden söz etmek anlamlıdır. Bu
bilimsel ontolojinin ayrıcalıklı bir yere oturması, Heidegger'e göre batı kültürünün tek
gerçek bilgi türü olarak bilime ve dolayısıyla bilimsel yönteme itibar etmesi sonucunu
doğurmuştur. Öyleyse, bilimsel aklın egemenliğine karşı çıkabilmek için, öncelikle
batı metafiziğinin temel kabullerini yıkmak gerekmektedir (Cevizci, 1999).
Bu çalışmada ana hatlarıyla Heidegger düşüncesi gözden geçirilmiş ve
Heidegger’in bilime ve tekniğe ilişkin düşünceleri ele alınmıştır. Konu işlenirken
öncelikle Heidegger’in bir bütün olarak Batı metafiziği olarak kabul ettiği ve aşılmasını
salık verdiği epistemoloji sorunlarına ilişkin kısa bir tartışmaya yer verilmiş, sonra
Heidegger düşüncesinin kaynağını oluşturan Husserl, fenemonoloji, Nietzsche ve
Heidegger düşüncesinin sıklıkla içinde konumlandırıldığı yorumsamacı yaklaşım
anahatları ile ele alınarak bir zemin oluşturulmuştur. Çalışmanın ana bölümünde ise
Heidegger ve teknik konusu ele alınmıştır.
Epistemolojik Yaklaşımlar Bağlamında Felsefede
Gerçekçilik ve düşüncülük (idealizm) insan toplumlarının evrim süreci içinde,
yerine ve koşullara göre ya da ideolojik gereksinimlere bağlı olarak zaman zaman
yeni görünüşler altında egemenlik kazanmışlardır. Bu yaklaşımlar, salt birer düşünsel
öğreti ya da felsefe dizgesi değil, nesnel koşullardan kaynaklanan bir dünya görüşü
bir yaşam anlayışı ve dünyayı kavrama yolu olarak insan düşüncesine yön veren
temel öğeler olmuştur.1
Epistemoloji (bilgi kuramı) insanın bilme ediminin konusu, kaynağı ve
sınırlarıyla bilme sürecinin niteliğini açıklayan bir felsefe yaklaşımıdır. “Neyi, nasıl, ne
kadar biliriz?” sorusu epistemolojinin temel sorusudur. Gerçekçilik (realizm) bu
Elbette düşünsel öğretiler kendilerini oluşturan koşullardan bir ölçüde bağımsızlaşabilir, bu koşullar
üzerinde etkili olabilirler. Ancak ideolojiyi son tahlilde nesnel koşullardan koparmak idealizmin tipik bir
özelliğidir.
1
4
soruya bilgimizin konusunun bilinçten ya da özneden bağımsız (nesnel) olarak
varolan dış dünya olduğu ve bu gerçekliğin maddi ve tözel bir nitelik taşıdığı şeklinde
yanıt verir. Düşüncülüğe (idealizme) göre ise tüm varlık özce tinsel (spiritüel) ya da
düşüncüldür. Gerçeklik ya da varlık düşüncenin kendisi ya da onun ürünüdür
(Sencer,1989).
İki tür idealizmden bahsedilebilir. Nesnel idealizme göre varlıksal töz ya da
tinsel gerçeklik, tek tek bireysel özne ya da bilinçlerin dışında nesnel olarak vardır.
Öznel idealizme göre ise gerçeklik ya da dış dünya bireysel bilincin ürünü olan ya da
bireysel bilince göre biçimlenen öznel bir olaydır. “(Başka bir deyişle), bireysel bilinç
ya da öznelerden bağımsız bir dış dünyadan söz etmeye ya da böyle bir töz varsa
bile onu saltık olarak bilmeye olanak yoktur”(Sencer, 1989).
Epistemolojinin, yukarıda ifade edilen sorusunun ikinci kısmına yani “nasıl”a da
iki karşıt cevap verilmiştir. Bunlar, gerçekliği ya da dış dünyayı ilkece us yoluyla
bildiğimizi söyleyen ussallık (rasyonalizm) ve gerçekliğe ya da dış dünyaya ilişkin
bilgimizin kaynağını ilkece gözlem ve deneye dayandıran görgülcülük (amprizm)tür.
Başlangıçtaki vurguya geri dönülecek olursa (felsefe öğretilerinin toplumların
gelişimine bağlı olarak belli çıkarlara ve gereksinimlere uygun olarak geliştiği,
düşüncenin kendi içindeki hareketi ile belirlenmediği vurgusu) 18. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Batı düşüncesi, gerçekçi yaklaşımın karşısında düşüncü
yaklaşımın gelişimine sahne olmuştur.
“Kapitalist toplumun giderek yerleşen ilişkileri aynı yüzyılda Endüstri
Devrimiyle Batı toplumunda nitel bir dönüşümü belirlemiştir. Artık
topluma kök salmış olan kapitalist ilişkilerden kaynaklanan ve onların
sözcüsü olan yeni ideoloji, değişme ve ilerlemeden yana değil,
yürürlükteki ilişkilerden ve düzenden yanadır...”(Sencer,1989,36).
Bu dönemde artık insan ve doğaya ilişkin bilgilerden “kuşku” duyulmakta, doğa
ve topluma ilişkin genel geçerlikler insan zihninin gerçeğe yüklediği ilişki biçimleri
sayılmakta, giderek idealist motifler gerçekliğin üzerine çıkarılarak evrimci bir
yaklaşımla Batı toplumlarının vardığı aşama son ve en ileri aşama (Tinin kendini
gerçekleştirdiği en mükemmel biçim) olarak değerlendirilmektedir. Örneğin Hegel için
bu Prusya örneğidir. Bu mantık Descartes, Berkeley, Hume ve en iyi ifade ediliş
biçimiyle Kant’ta örneğini bulur.
Kant’a göre nesnel gerçekliğe ilişkin bilgimiz onun saltık töz (numen) olarak
kendisine değil, ancak apriori zihin kategorilerine göre algıladığımız görünüşlere
5
(fenomenlere) ilişkindir. Nesnel gerçeklik, Kantça söylersek “kendinde nesne”,
bilinemez. Kant’ta ifadesini bulan bu yeni düşüncülük nesnel düşüncülüğe kadar
gidecektir. Sencer (1989) ’e göre Kant düşüncesinin etkileri iki farklı yoldan izlenebilir.
Bu düşüncenin birinci yolu Klasik Alman felsefesinde nesnel düşüncülüğe varırken,
ikinci yol Fransız ve Anglo-Amerikan düşüncesinde pozitivizme varır. Pozitivizm,
insan zihni için ancak olaylara ilişkin bilgi edinmenin olanaklı olduğunu, gözlenir
olaylar dışında bir gerçeklik arayışınınsa metafizik olduğunu iddia eder.
“Bu özelliğiyle pozitivizm, bilgiyi doğrudan deney ve gözlemle
sınırlandırılan olaycılık (fenomenizm) olarak öznel bir düşüncülük
biçiminde belirmiş ve bilimi gözlemsel veriler ya da tanıtlamanın
üstüne çıkan kuramsal yaklaşımdan yoksun bıraktığı gibi, bilimsel
yansızlık görüşüyle topluma yön verici çıkarımları bilim dışı olarak
nitelemiştir”(Sencer, 1989 ,37).
Hegel’e göre, tüm varlık biçimleri saltık bir tinsel varlığın (geist) ya da saltık
düşüncenin diyalektik bir süreçle kendini gerçekleştirmesidir. Bu çalışmada Hegel
felsefesinin “neden-sonuç”a karşı “sebep-erek” yönlü bilgi kuramsal açıklamasını
incelemekle yetinilmiştir. Böylelikle günümüz yorumsamacı, postmodern vs. açıklama
biçimlerinin köklerini bir ölçüde sergilemek mümkün olmuştur.
Stace(1986)’e göre, dünyayı gerçekten anlayacak bir felsefe, ilk ilke olarak bir
nedenden değil, bir sebepten yola çıkmalıdır. Bu ilk sebepten başlayarak dünyayı, bir
etki değil, mantıki bir erek olarak çıkarsamalıyız. “O zaman sadece şeylerin oldukları
gibi olduğunu değil, niçin böyle olduklarını da anlarız.”
Bu açıklama biçimine göre “neden” fikri sorunludur. Bir kere evrenin bir nedeni
olduğu söylenebilirse, o zaman o neden ya daha önceki bir nedenin sonucudur ya da
değildir. Ya nedenler zinciri bitimsiz bir dizi halinde geriye uzanmaktadır, ki bu halde
kesin ve nihai bir açıklama yapılamaz, ya da önceki bir nedenin sonucu olmayan bir
“ilk neden” vardır. Bu ilk neden açıklanmamış bir olgudur. Bunlar gösterir ki
nedensellik tikel olguları açıklayabilen ancak evreni bir bütün olarak açıklayamayan
bir ilkedir. Biraz daha derinlemesine bakılacak olursa; nedensellik tikel olguları da
açıklayamaz. Stace (1986, 97)’in ifadesiyle; “soğuk, suyu katılaştırır, soğuk nedendir
(ya da nedenin parçasıdır); buz ise etkidir. Ama soğuğun niçin katılaşmaya yol
açtığını anlamak imkansızdır. Neden ve etki birbirlerine hiçbir şekilde benzemezler ve
aralarında bir bağlantı görülemez...” Oysa sebep-erek dizisine bakılacak olursa,
(Stace’e göre belirli bir nedeni niçin belirli bir etkinin izlediği anlaşılamamıştı) sebep
6
kendisi bize sebebi verir. Sebep fikri, erek fikrini içerir. “Bu ereğin şu sebebi izlediğini
söylerken bunu anlatmak isteriz.”
Belge (1986)’nin belirttiği gibi, bu açıklamada bir dönem doğa olayları için
filozofların kullandığı “sebep-erek” dizisinin doğa bilimlerinin gelişimi ardından yerini
“neden-etki” dizisine bıraktığından söz edilmeyip sebep-erek dizisi birçok bilinmeyenli
bir alan olan felsefede geçerli mantık sayılmıştır. Daha sonra bu mantık “doğa
bilimlerinde paradigma değişimi” gibi ifadelerle yeniden ortaya çıkmıştır.
Hegel’in bilgi görüşü bilenle bilinen, ya da bilen özne ile bilinen nesne arasında
bir özdeşlik olduğu fikrine dayanır. Eğer bunun tersi düşünülürse, bilinçle nesneler
dünyası arasında, Kant düşüncesinde savunulduğu türden bir uçurum doğar, bilgi
mümkün olmaz. Hegelci nesnel idealizme göre gerçeklik son analizde akıl ya da
ruhtur. Dolayısıyla özne-nesne özdeşliği bu felsefeye göre zorunludur. Özne,
bilinciyle, akılla bilebilir. “Ama bileceği nesne de, rastlantısal maddi kabuğundan
soyulduğunda, zaten düşüncedir. Dolayısıyla özne ile nesne arasındaki ilişki, öznel
düşünce
ile
nesnel
düşünce
arasındaki
ilişkidir;
dolayısıyla
her
ikisi
de
özdeştir”(Stace,1986,200).
İlk bakışta amprizmin Hegelci çıkarımlara karşıt olduğu düşünülebilir. Ancak
Belge(1986)’nin de belirttiği gibi, amprizm de bir tür özne-nesne özdeşliğine varır.
Şöyle ki; amprizmin çeşitleri olmakla birlikte, amprizmde bilgi sürecinde verili bir özne
ile verili bir nesne vardır. Bunlar, tarihi olarak, bilgi sürecinden öncedirler. “Bilgi
süreci, nesnenin özünün nesneden soyutlanarak çıkarılmasıdır.” Bu öz bizim o nesne
hakkındaki bilgimizdir.
“Bir nesnenin bilgisi, o nesnenin özü olarak, gene o nesnenin bir
parçası ise, o nesne içinde içerilmiş ise ve bu bilgi, bilen özneye
açık ise, gene idealizmin özne/nesne özdeşliğinde son buluyor
demektir... İdealizm de amprizm de bilgi teorisi sorununu ancak bir
özne/nesne özdeşliği çerçevesinde çözebilmeleri bakımından
birleşir (Belge,1986,2001).
Bu sonuç pozitivizm genel başlığı ile “düşüşteki paradigma” sınıflandırmasına
sokulan Marksizmin özgünlüğünü/alternatifliğini gösterir. Marksizme göre, nesnenin
tarihi ile bilginin tarihi birbirinden ayrıdır. Belge (1986)’nin aktarımıyla Marx bunu
Grundrisse’de şöyle açıklar: “... soyuttan somuta yükselme yöntemi, düşüncenin
somutu kendine temellükünün, onu zihindeki somut olarak yeniden üretmesinin tek
yoludur. Ama, bu, hiçbir şekilde, somutun kendisinin ortaya çıkış süreci değildir.”
7
Marx, nesnenin kendisiyle nesnenin bilgisinin süreçleri arasındaki ayrılığı
belirtir. Devam edilecek olursa; “... Onun için, kavramsal düşünceyi gerçek insanla
bir tutan, dolayısıyla kavramsal dünyayı da bu haliyle tek gerçeklik olarak gören
çeşitten bir bilinçlilik için, kavramların hareketi gerçek üretim eylemi gibi görünür- ama
bu da ne yazık ki, dışarıdan bir muşta yer- çünkü dışarının ürünü dünyadır...”
Marx, gerçeklikle zihnimizdeki kavramları özdeşleyen kişinin, sonunda dış
dünyadan muşta yiyeceğinden bahseder. Çünkü zihnin ürünü kavramlarken dışarının
ürünü ise dış dünyadır. Kavramlarla gerçeklik özdeş olmadığı gibi, ikisinin oluşma
süreçleri de farklıdır. Ancak “somut bütünlük” Marx’ın ifadesiyle “hiçbir şekilde,
gözlem ve kavrayışın dışında ya da üstünde düşünen ve kendini doğuran kavramın
bir ürünü değildir... aslında, gözlem ve kavrayışın kavramlar halinde işlenmesinin bir
ürünüdür.”
Maddeci diyalektik anlayışına göre, madde bilinçten bağımsız ve bilincin
dışında ve aynı zamanda bilincin belirleyicisidir.
Ancak nesnenin düşüncede
yansıması hiçbir zaman dolaysız değildir. Bu açıdan bilgi hiçbir zaman katıksız
algıdan doğmaz.
Son olarak “görecelilik” konusuna bakılacak olursa; bilgi mutlak değildir ve
pratik de bilginin doğruluğunun mutlak ölçütü olamaz. “Ancak bu bilgi görecedir
demek, ya da bilgi mümkün değildir demek değildir... bilginin bu anlamda bir
göreliliğinden söz edilebilir, ama bu tarihi bir göreliliktir; aynı anda doğru bilgi olma
iddiası taşıyan düşünceler arasında seçme yapmamızı imkansızlaştıran bir görelilik
yoktur. Bilgiler ancak zamanla değiştirilebilir ve düzeltilebilir”(Belge,1986,2007).
Bilinçle nesne arasında hiçbir zaman birebir bir tekabüliyet yoktur. Bilgiler toplumun
bilinci içinde oluşur veya toplumun bilinci içinde yer alır. Bilgi sürecinde diyalektik
etkileşim vardır.
Bu bölüm uzunca da olsa yukarıda anlatılanları özce içeren bir Lenin
alıntısıyla bitirilebilir (Belge,1986):
“Görece doğru ile mutlak doğru arasındaki ayrımın belirsiz olduğunu
söyleyeceksiniz. Ben de size şu cevabı vereceğim: bilimin, terimin kötü
anlamında bir dogma haline gelmesini önlemeye, ölü, donuk
kemikleşmiş birşey olmasını önlemeye yetecek kadar ‘belirsiz’; ama
buna karşılık, kendimize imancılık ve bilinemezcilik, kendimizle felsefi
idealizm ve Hume ile Kant’ın müritlerinin safsataları arasına en kesin
ve değişmez bir ayırıcı çizgi çizmeye yetecek kadar da ‘belirli’.
8
Şüphesiz eşyanın tabiatına göre, pratik ölçütünün herhangi bir insani
fikri tamamen pekiştiremeyeceğini ya da tamamen çürütemeyeceğini
unutmamalıyız. Bu ölçüt de, yeterince ‘belirsiz’ olduğu için insan bilgisi
‘mutlak’ olamıyor, ama idealizmin ve bilinemezciliğin her çeşidine karşı
amansız bir savaş açmamıza elverecek kadar da belirli.” 2
Fenomonoloji ve Husserl
Hegelcilik‘in etkisini yitirdiği ve Yeni-Kantçılık‘ın etkili olduğu dönemlerde
felsefeye yeni bir yön verme çabasında olan Husserl’in amacı her şeyden önce,
felsefeyi bağıntılarından kurtarıp özgül bir araştırma yapısına kavuşturmak olmuştur.
Bu yaklaşıma uygun olarak, kendisinden önce aynı fikre sahip olan düşünürler gibi,
belirli bir özgül yöntemle ”felsefenin bağımsız bir varlık alanına” sahip olduğu
fikrinden hareket etmiştir.
Bu ”özgül varlık alanı fenomenlerden oluşmaktadır, ki
bunlar bilinen anlamda nesneler değildir. Felsefenin görevi, fenomenler dünyasına
girmek ve orada gerçekliği görüp anlamaktır. Dolayısıyla, özgül bir felsefe disiplini
olarak fenomenoloji’nin kurucusu Husserl’dir ve Heidegger, Marlau-Ponty ve Sartre
gibi felsefecileri derinden etkilemiş olmanın yanı sıra, daha sonradan Foucault ve
Jacques Derrida gibi postmodern felsefeciler üzerinde de önemli bir rol oynamıştır
(http://mutlaktoz.wordpress.com/edmund-husserl/, 2007).
Fenomonoloji, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde görüldüğü söylenen bilimlerdeki ve
düşüncedeki genel bunalım içinde doğup gelişen bir felsefe akımıdır. Husserlci
fenomenoloji, bu bağlamda, Metafiziği sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve
böylece tıkanmış olan felsefeye yeni bir başlangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Fenomonoloji aslında bir felsefe akımı olmaktan çok bir yöntem olarak
anlaşılabilir. Bu açıdan, fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani dolaysız
olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir. Öte yandan, fenomenoloji,
bu yöntem üzerinden kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe akımı da
meydana getirir.
Fenomonoloji (Görüngübilim) genel felsefe akımlarında olduğu gibi özne-nesne
ilişkisini konu edinir. Nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu
ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği şeyler olarak görmesiyle pozitivizm ve
ampirizm’le aynı noktada dursa da, temelde fenomonoloji bu iki felsefe akımına karşı
çıkar. Bu karşı çıkış en başta, tek tek nesnelerin ele alınması konusunda belirir. Tek
2
Marx ve Lenin alıntıları Belge’den yapılmış olup Belge referans belirtmediği için sayfa verilememiştir.
9
tek nesneler, fenomonolojiye göre, belirli genel yasalara bağlı şeyler değil, varlıkları
yalnız raslantı kavramıyla açıklanabilir olan şeylerdir. Ayrıca, dolaysız olarak verilmiş
olanı betimlemeye dayalı bir yöntem olmasıyla ilkin doğa bilimini dışta bırakır ve
böylece her iki teorik eğilimi yadsır. Fenomonoloji, yaygın olarak kullanılan deyişle,
öz’lerin araştırılması konusudur. Çünkü, bütün sorunlar sonunda özlerin betimlenmesi
sorununa geri götürülebilir. Ancak, bu noktada ayrımı belirginleştirmek gerekir;
Fenomonoloji, öz’lerin bilimi değil, öz’ü görüleyen Bilinç’in bilimidir aslında. Algının ya
da bilincin özü’nün betimlenmesi sorunu, fenomenolojinin ana konusunu oluşturur.
(http://mutlaktoz.wordpress.com/fenomenoloji/, 2007).
Fenomonolojik bakışa göre, gerçekliğin kendiliği diye bir şey olamaz. Çünkü,
gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir Bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir.
Yani kendisine yönelen bilinç tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir
şeydir. Öyle ise, dünya deneyimlerimizin tamamı, bilinç tarafından kurulmuştur, en
somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Bu nedenle fenomenoloji,
Bilinç’in
sistematik
incelemesini
hedefler.
Hareket
noktası
olarak
belli
bir
epistemolojiye dayanma düşüncesinden uzak durur. Böylece “fenomenojik yöntem”
denilen nokta öne çıkar. Buna göre, hem bildiklerimiz hem de gerçeklik dışta
bırakılarak, bilginin nasıl ve hangi süreçlerde oluşturulduğu/oluştuğu anlaşılmaya
çalışılır. Böylelikle özgün yöntemsel kategoriler geliştirilir.
(http://mutlaktoz.wordpress.com/fenomenoloji/, 2007).
Nietzsche ve Perspektivizm
Nietzsche’nin dönemi kapitalizmin ve modern kültürün-değerlerin eski kültürel
yapıları ve değerleri hızla çözdüğü, bu hızlı dönüşümden dolayı sosyo-kültürel yaşam
değerlerinin kayganlık ve değişkenlikle belirlendiği bir dönemdir. Aristokratik değerler
ve aristokrasinin doğal hak olarak kendini temellendirdiği gerekçeler hızla
çözülmekte, her şey kapitalist üretim tarzının ihtiyaç duyduğu niteliğe, meta
kategorisine dönüşmektedir.
Nietzsche, döneminin kültürüne ve değerlerine, Eski Yunan trajik çağına
duyduğu
özlemle
hedeflemektedir.
karsı
Oysa
çeviremeyeceklerinin,
çıkmakta
kendisiyle
insan
ve
yeni
ayni
toplumlarının
seçkinci
dönemde
tarihine
bir
tarihin
salt
kültür
yaratmayı
akısını
iradeci
bir
geriye
bakışla
yaklaşamayacaklarının farkında olan birileri “büyük insanlığın teorik inşasına
girişmişlerdi. Nietzsche’ye göre ise, modern dönemin düşünce akımları genel bir
10
“sürü kültürü” değerlendirmesi dışında anlamlı olmayıp tümünü belirleyen Batı
metafizik geleneği, özelinde ise Hıristiyanlıktı. Mevcut kültür insanın “doğal”
gelişiminin engeliydi. İlahi fikirler ve Hıristiyanlığın temelini oluşturduğu ahlâk anlayışı
belirleyiciliğini yitirdiği, tanrı öldüğü oranda, yine bu değerlerden kaynağını alan
sekülarize olmuş sürü ahlâki kendini modern kültür olarak üretiyor ve “içgüdülerin”,
“yapı”nın temelinde olduğu insan yaratıcılığını engelliyordu. Tanrının ölümü ortaya
nihilizmi çıkarmıştı. Modern değerler ortaya çıkan nihilizm krizini çözmüyor sadece bir
dönem için yönetiyordu. Modern kültürün çöküşü yeni bir nihilizm krizi yaratabilirdi.
Bu koşullarda yaşamı “içgüdüleriyle”, “yapı”sından kaynaklı özgün nitelikleriyle
yorumlayacak ve yaratacak üstinsan ya da üstinsanlara gerek vardı. Diğer insanlar
“tesadüfen” daha önce de ortaya çıkmış olan üst insanların yeniden ortaya çıkıp tüm
değerleri yeniden değerlemesi için araç oldukları oranda değer kazanırdı.
Nietzsche’nin hakikat ve bilgiye ilişkin kökten yıkıcı fikirleri vardı. Felsefeyi
epistemoloji
sorunlarına
indirgemek
onu
kötürümleştirmek
anlamına
gelirdi.
Rasyonalizmin ve amprizmin ve de bunların sentezi olarak değerlendirilebilecek Kant
felsefesinin gerçeklik algısı ve epistemolojik duruşu (insan bilgisinin kaynağı, sınırları,
yeterliliği gibi konulardaki fikirleri) asılmalıydı. İnsanın dille anlamlandırdığı, yarattığı
gerçek dısında, bulunması, farkına varılması mümkün dışsal bir gerçeklik mümkün
değildi. İnsanın bilgisinin gelişimini ise güç isteminde bulmalıydık.
Bu fikirleriyle Nietzsche günümüzün yorumsamacı, post- modern düşünceleri
için önemli bir referans olmuştur. Perspektivizm anlayışını incelemek bu nedenle
açıklayıcı olacaktır.
Nietzsche, Kant’ın dünyaya ilişkin deneyimlerimizi anlaşılabilir ve hesaplanabilir
kılma amacıyla dünyaya kategoriler dayattığımız görüsünü paylaşıyor ancak burada
durmuyordu. Pozitivizm olarak bilinen ve dünyaya ilişkin olgulara duyusal deneyim ve
amprik yollarla ulaşabileceğimizi savunan akimi reddediyordu. Diğer yandan,
“neden ve sonuç, özne ve nesne gibi kategoriler ve hukuk
devleti, özgürlük ve güdü gibi nasyonların adlandırma ve iletişim
kurmaya yönelik - açıklamaya yönelik değil - uzlaşımsal
kurmacalar olarak görülmesi gerektiğini savunuyordu” (Ansell,
1998, 34).
İnsan bilgisinin gelişimi ise insanın dışsal dünya üzerindeki denetim ve
hakimiyetini arttırmasını sağlayan bir “güç istemi” nin sonucuydu. O’na göre, gerçek,
bulunacak ya da keşfedilecek bir şey değil “yaratılması gereken ve bir süreci
11
adlandıran” bir şeydir. “Hakikat güç isteminin dile getirilmesidir”. Dünyaya ilişkin
yargılarımızı “yaşamı ilerletmeye “, “türü korumaya” dönük olarak değerlendiririz. Bu
açıdan bakıldığında kendi başına bir iyi ya da kötüden ziyade yaşamı ilerleten
düşüncelerin değerli oluşundan bahsedebiliriz. Aynı bakışı Nietzsche ahlaki değerler
ve ahlaki yargılar için de uygular. Bu yargı ve değerlerin böyle değerlendirilmesini
“perspektivizm” kapsamında “iyinin ve kötünün ötesinde” bir bakış açısından
hareketle düşünmek anlamına gelir. Böylelikle insanın bilgi biçimlerinin koşulluluğu
kabul edilir ve mutlak bilgi ile ilgilenilmez (Ansell, 1998).
Eğer felsefe sistematik ve rasyonel bir düşünme etkinliği olarak tanımlanırsa
Nietzsche tehlikeli bir irrasyonalizme kapı aralar. Nietzsche hem rasyonalizmin hem
de amprizmin düşünsel geleneğinin dışında yer alır. Diğer yandan bu iki felsefeyi
sentezleyen Kant felsefesi de Nietzsche’ye uzak kalır. O’na göre bilgimiz insani
ihtiyaçlar ve arzular tarafından yönlendirilmektedir. Her türlü bilgi iddiası belli bir
perspektif
doğrultusunda
yapılmış
değerlendirmelerden
ibarettir.
Böylelikle
Aydınlanmanın nesnel bilgi ve gerçek anlayışlarının yerine perspektivizm düşüncesi
geçer. Aydınlanmanın iddiaları belli bir perspektifin değerlendirme tarzıdır. Oysa çok
sayıda perspektif olabilir. Perspektivizm düşüncesi en saf haliyle dikkate alındığında
“gerçek”e ulaşmanın imkansız olduğu anlamına gelir. Söyle ki; “olgu denilen bir şey
yoksa ve olgular da yorumlardan ibaret şeylerse, geriye kalan tek şey, yorumlarımıza
kaynaklık edecek bir perspektifler çokluğudur (Danto, 2002, 21).
Nietzsche felsefeyi geleneksel epistemolojik indirgemecilikten kurtarma ve
yerine “Oluş Felsefesi”ni geçirme iddiasındadır! Çağın felsefesi bilimlere metot,
sanatlara ise kural vermeye çalısmakta “mutlak bilgi nedir”, “iyi nedir” gibi sorular
etrafında dönmektedir. Bunlar tanımlanır ve bu tanımlara uygun değer yargıları
üretilir. Bu değerler çağın moralini oluşturur ve Hırıstiyanlık değerlerinin yerini alırlar.
Felsefe, bilgi teorisine indirgendiği takdirde “çekingen bir çağlar bilimi ve kendi
düşüncesini dile getirememe görüsü”nden başka bir şey olmaz. Bu durumda yansıtıcı
bir
kişi,
kendi
eseriyle
felsefeyi
yeniden
değerlendirmelidir.
değerlendirmeler şunlardır (Kuçuradi,1999,115):
“moral
değerlerin
tabiileştirilmesi.
yerine
sadece
Sosyolojinin
tabii
yerine,
bir
değerleri.
Moralin
kuvvet
yapıları
görünüşünü, Toplum yerine ben’i öncelikle ilgilendiren şey olarak
(bölümleriyle ilgili bir bütün olarak) kültür örgütünü, Bilgi teorisinin
yerine, bir duygu perspektifleri görüsünü... Metafizik ve dinin
yerine, edebi dönüş görüsünü...” koymak.
Başlıca
yeni
12
Nietzsche koşulsuz ve mutlak gerçek istemine yönelik eleştirilerini özne
nasyonuna da yöneltir. Descartes “düşünüyorum, öyleyse varım” diyerek bir özneden
çıkışla kesin bilginin temellerini atmaya çalışmıştı. Nietzsche’ye göre ise bu öznenin
varoluşu
mitolojiktir.
Çünkü
“ben”
in
varoluşunun
basitçe
doğru
olduğu
varsayılmaktadır. Dilbilgisel kategoriler bizi özne ile nesne arasındaki ilişkilerle
belirlenen bir dünya gördüğümüz inancına sevkeder. “Dilbilgisine inandığımız sürece
tanrıdan kurtulamayız.” Dilin şeyleştirmeleri bizi gerçekliğin süreçlerden oluştuğu,
sürekli değişim tarafından belirlendiği gerçeğinden uzaklaştırır. Diğer yandan,
Nietzsche’ye göre özgür istem, özne ve ruh nasyonları güçsüz ve ezilmiş insan
grupları tarafından icat edilmiş kurmacalardır. Bu kişiler düşsel bir özgürlük
peşindedirler.
“Özgürce isteyen bir öznenin icat edilmesiyle birlikte zayıflar, güçlü
olanları eylemlerinden ötürü sorumlu tutabilir ve güçlerinden dolayı
suçluluk duymalarına yol açabilir ve güçlerinden dolayı suçluluk
duymalarına yol açabilirler (güçlü olduğun için kötüsün) ve aynı
zamanda, kendilerinin güçten yoksun olmalarını da manevi
özgürlüğün bir koşulu olarak yüceltebilirler”(Ansell, 1998, 36).
“Böyle Buyurdu Zerdüşt” ün “Binbir Erek Üstüne” adli bölümünde Nietzsche
perspektivizm öğretisine açıklık getirir. Zerdüşt nice ülkeler gezmiş, nice uluslar ve bu
ulusların değer yargılarını görmüştür. Her ulus farklı değerlere, değerlendirme
tarzlarına sahiptir. Gördüğü her değer bir değerlendirme tarzı, farklı bir perspektif
yaklaşımıyla oluşturulmuştur. Bu yaklaşımların temelinde yatan ise güç istemidir. Her
ulusun üzerinde bir iyilik levhası asılıdir. “Onlardaki güç isteminin sesidir bu”.
Nietzsche düşüncesi belli öğeleri ya da bir yönüyle “yıkıcı” bir nitelik barındırır.
Değerlerin yeniden değerlendirilmesi aşamasına kadar sürünün değerleri tümüyle
aşılmalıdır. Nihilizm bunun için önemli bir işlev görürken perspektivizim bunu
mümkün kılacak temel yaklaşımdır. Üstinsan düşüncesi ise Nietzsche öğretisinin
“yapıcı” yanını oluşturur.
Nietzsche
düşüncesi
kısaca
değerlendirilecek
olursa;
öncelikle,
kategorilerimizden bağımsız bir gerçekliğe ulaşmamız mümkün değilse Nietzsche’nin
değişmez bir gerçeklik olarak “güç istemi”ni ortaya koymuş olması ne kadar
anlamlıdır? Diğer yandan geleneksel epistemoloji fikirleri yanında diyalektik bir
yöntemle özne-nesne ilişkilerini gündeme getiren Marksist epistemoloji hiç bahis
konusu değildir.
13
Nietzsche’nin perspektivizm öğretisi birkaç yönüyle eleştirilebilir. Öğreti
yorumsal çoğulculuğu, yani dünyada tek bir hakikat bulunmadığını, yalnızca yükselen
ve alçalan yasam biçimlerinin ihtiyacına hizmet eden farklı yorumlar bulunduğunu,
savunuyor görünmektedir. Bu düşünceyi bir veri olarak alırsak, kolaylıkla, tüm hakikat
iddialarının eşit geçerliliğe sahip onaylayıcı bir güç isteminin dışavurumu olduğundan
çıkışla teorik bir anarşizme varabiliriz (Ansell, 1998).
Diğer yandan, yeni değerleri değerleme yoluyla yaratacak üstinsanın metafizik
bir belirlenime sahip olması yani onu üstinsan yapanın “yapı” özellikleri “içgüdüleri”
oluşu, diğer insanlarınsa yeni değerler yaratma ehliyetine ve özgünlüğüne sahip
olmayışı Nietzsche’nin perspektivizm öğretisinin hiç de yorumsal çoğulculuğu
savunmadığı; daha çok belli bir elitin insanlığa yön vererek kendi değerlerini
yaratacağı ve bu yaratımda “aristokratik doğal hak” dolayısıyla ehliyetli olacağı
anlamına gelmektedir. Benzer biçimde “içgüdüsel” olarak yasama yön verme ehliyeti
olan üstinsan tasviri insanların üstinsan ereğine yönelik çabalarını da geçersiz kılar.
Çünkü o insan beşer dışı, “içgüdünün” ortaya çıkardığı insandır. Fazla fazla içgüdüsel
olarak ortaya çıkanın yolunu açmak bir sıradan insan ereği olabilir ki bu aristokratların
düşünmeleri ve ince sanatsal zevklerle yüce şeyler yaratmaları için bos zaman
sağlayacak köle etkinliği olmasın? Ya da onun çağdaş görünümleri!
Yorumsamacı Düşünce
Yorumsama (hermeneutic) kavramı etimolojik olarak tanrılarla insanlar
arasında aracılık yapan Hermes’e kadar götürülür; Hermes’in bu görevi yerine
getirirken ise kendi yorumlarını da kattığı için bu kavramın türemiş olabileceği
düşünülür. Kavram, daha sonraları 17. Yy’da Kitab-i Mukaddes metinlerinde
bulunduğu varsayılan Tanrı mesajlarının örtüsünün kaldırılmasını hedefleyen bir
disiplin için kullanılmıştır. Yorumsamayı ilk kez epistemolojik değerlendirmeler
yapabilmek için bir yöntemsel tartışmaya sokan kişi ise Schleiermacher olmuştur
(Göka, 1999, 29).
Beşeri bilimlerde pozitivist anlayışa (ve Marksist anlayışa) karsı önerilen yeni,
“alternatif” anlayış olarak yorumsama tek bir kişi veya felsefeye değil birçok
düşünürün katkısına dayandırılmaktadır. Nietzsche, Heidegger, Gadamer, Ricaeur,
Derrida bu düşünürlerden bazılarıdır. Diğer yandan, bugün yorumsama terimi,
1960’larda olduğu gibi yalnızca edebiyat, hukuk, ilahiyat ve erekbilim (teleology) gibi
alanlardaki metinlerin yorumlanmasıyla ilgilenen özelleşmiş bir disiplini anlatan teknik
14
bir terim değil, hem kuramsal bir yönelimi, hem felsefi bir disiplini hem de bir akımı
anlatmak için kullanılan bir terimdir (Göka, 1999).
Üç
temel
yorumsamacı
akımdan
sözedilebilir:
1-
Dilbilimsel-
tarihsel
hermeneutik (metinlerin yorumu ile ilgilenir) 2- Teolojik hermeneutik (Kutsal sayılan
kitapların yorumu) 3- Adli Hermeneutik (Önceden verilen kuralların somut durumlara
uygulanması) (Danner, 2000, 110). Diğer yandan yorumsamanın bir başka açıdan üç
sınıfta incelenebileceğinden sözedilebilir: a) Yorumsamacı kuram (hermeneutical
theory),
b)
Yorumsamacı
felsefe
(hermeneutic
philosophy),
c)
Eleştirel
yorumsamacılık (critical hermeneutic) (Göka, 1999, 27).
Yorumsamacı düşüncenin neye Karşılık geldiğine ilişkin bir özet çabasına
girişilecek olursa; bu akım içerisinde genel olarak iki farklı toplum modelinden
bahsedilir. Bunlar sembolik ve doğal modellerdir. Aralarındaki temel fark toplumsal
gerçekliğin niteliği ile ilgilidir. “Toplumsal gerçekliğin kültürel bir kuruluş dışında
varolamayacağını öne süren sembolik görüşe karsı doğalcı yaklaşım gerçekliği doğal
bir olgu olarak yorumlamaktadır”(Sunar, 1999, 273). Doğa da kavramsal bir
kuruluştan bağımsız olarak ele alınamaz.
Ülkemizde
yorumsamacı
düşüncenin
tanınmış
ismi
Doğan
Özlem’in
çalısmalarında da görüldüğü gibi, yorumsamacı eleştiride önce pozitivist anlayışa
dayalı bir doğa ve toplumbilimleri tasviri yapılır. Örneğin olgusallık, mantıksallık,
genelleştiricilik, eleştirellik, nedensellik nitelikleri sıralanır ve özellikle nedensellik
Hegelci yöntemle değerlendirilir ve aşılır. Bilim mutlak sonuçlara ulaşamamakla
yargılanır ve nihayet herhangi bir bilme etkinliği derekesinde bilimden bahsedilir.
Özlem(1996)’e göre, “bilimin amacı, tekil olgular arasında tekrar, süreklilik ve
türdeşlikten hareketle, o tekil olgular kümesinin tümü için geçerli ifadelere
ulaşmaktır.” Oysa böyle ifadelere ulaşılamaz. Örneğin “havaya bırakılan tüm cisimler
düşer” önermesini ele alalım. Bu önermenin sonucunu tespit etmek mümkün değildir.
Çünkü “cisimlerin her zaman (geçmiş, simdi, gelecek) ve her yerde (uzamda)
düştüklerini tüketesiye gözlemiş olmamız gerekirdi”(Özlem, 1996, 19)
Yorumsayıcı yaklaşımda bilgi ile dünya, pozitivist kurgunun “yansımacı”
tasavvuru dışında değerlendirilir. Yorumsamacılara göre bilgi ile dünya çok farklı bir
ilişki içindedir. “Dil dünyadan, teori doğadan, söz olaydan türetilmez veya dünya
düşüncede yansımaz. Aradaki ilişki bir denklik ilişkisi değil bir kuruluş ilişkisidir.
Dünya bilginin dışında varolmasına rağmen, bilgi aracılığıyla dışarıdaki dünyanın
düzeni kurulur”(Sunar, 1999, 15).
15
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı gibi, yorumsama, belli bir konuyu, durumu
ya da olguyu ele alırken öznenin nesneyi algılamada ve anlamada etkin olması ya da
semboller (dil, kavramlar) dünyasının gerçekliği algılamadaki rolünün göz önünde
tutulması demek değildir. Dil ya da semboller gerçekliği anlama ya da algılamanın
değil onu kurmanın anahtarlarıdır. Dil ya da semboller dünyası toplumsal koşullara,
ekonomik altyapıya göre bağımsızdır. Sosyo-ekonomik koşullar dilin belirlenimini ya
da dönüşümünü beraberinde getirmez. Dil (söylem) “bağımsız değişken” olup
herşeyin içinde anlam bulduğu, inşa edildiği alandır. Özne dışında olup da kendini
özneye dayatan bir nesnellik ise yoktur.
Heidegger Düşüncesi ve Teknik
Heidegger temsil edilebilir, ölçülebilir, kanıtlanabilir, yararlı ve kullanışlı olanın
dünyayı hakimiyetine aldığı bir çağda; birşeylerin eksikliğini hissedenlerin, Varlık
nedir?, hakikat nedir?, ben kimim?, Nasıl kendim olurum?, gibi sorulara aklını ve
ruhunu kapamayanların düşünürü olmuştur (Akçan,1995, 66).
Heidegger’e göre insan yersiz yurtsuz kalmıştır. İnsandaki yersiz yurtsuzluğun
nedeni Varlıktan uzaklaşmış olmaktır. Apar topar basıma hazırlanmış, ikinci kısmı
hiçbir zaman yazılamamış olsa da, ilk büyük ve en etkin çalışmalarından biri olan
Varlık ve Zaman kitabında Heidegger Varlık sorusunu her şeyin özünde yatan ana
soru olarak görmüş ve hayatı boyunca bilim, teknoloji, sanat gibi olgular hakkındaki
düşüncelerini hep bu soru ışığında geliştirmiştir.
Heidegger, varlık problemine bir yanıt getirmeye çalışırken, ontik olanla tarihsel
olanı, nesnel ya da olgusal olanla öznel olanı uzlaştırmaya çalışır. Ona göre, yaşama
ilişkin doğru ve sağlam bir kavrayış, ontik olana ilişkin, bilim öncesi gündelik bilgiyle
doğa bilimlerinin sağladığı bilgiyi içeren olgusal bilgimize ek yapmaktan oluşmaz.
Yaşama ilişkin sağlam bir kavrayış, yaşamı anlama, ancak ontik olanla tarihsel olanı
bir ilk ve temel birlikte bir araya getirmek suretiyle elde edilebilir. Heidegger, işte bu
amaca ulaşmak için bir şeyin var olmasının ne anlama geldiğini belirleme çabası
içinde olmuştur. Bu soruya o, varlık sorusu adını vermiştir. Varlık sorusu, ona varlığa
ilişkin araştırmanın ontik ve tarihsel boyutlarını uygun bir biçimde birbirine bağlama
olanağı verdiği için büyük bir önem taşımaktadır. Zira varlık düşüncesi, ona göre hem
ontik olanı ve hem de tarihsel olanı kucaklar (Cevizci, 1999 ).
Heidegger düşüncesinin hangi felsefi amaçlarla ilgili olduğu ve hangi başlık
altında toplanacağı konusunda birlik olduğu söylenemez. Ancak Heidegger’in
16
kendisini
Husserl
tarafından
başlatılan
fenomoloji
geleneği
içinde
gördüğü
söylenebilir (Allemann; Pöggeler, 1994).
Heidegger’in amacı Varlık’ın anlamını yeniden sorgulamaktır. Böyle bir soruya
gidecek yol ise, ancak zamanın yorumuyla ortaya çıkacaktır.
Heidegger’in önemli kavramlarından biri Dasein’dir. Dasein “temel insanlık hali”
olarak çevrilebilir. Heidegger’e göre insan ortaya çıkabilecek Dasein hallerinden
yalnızca bir tanesidir. Dasein insanı da kapsayan temel insani haldir (Tekelioğlu,
1995 ,40,41). Bir başka yaklaşımla Dasein, günlük Almanca’da insan varlığı ve orada
varlık anlamına gelmektedir. Ancak Heidegger’in sıradan kelimelere farklı ve özgün
anlamlar yüklediği düşünüldüğünde ise Dasein, Varlık anlamını kendinde, kendisi
olmayanda ve dünyada sorabilen varlık olarak kullanmıştır. Başka bir söylemle
Dasein, varlığın analitik çözümlemesinin ve yapısının ortaya konulduğu ontolojik
gerçekliktir (Çüçen, 2000, 26,27,28).
Heidegger’e göre, insanların şeylerin efendisi olma guruna tümüyle kapıldığı
Descartes sonrası insanlık dönemi, giderek soyut bir özne çevresinde dönmeye
başlamıştır. Varlık sorusuna hükmedilebilir ve yararcı bir doğrultuda verilen yanıt onu
“doğa ve insan/toplum gerçekliğine” indirgeme ve bunda bilimi kullanma yönüyle bir
çerçeveleme yaratmıştır (Nalbantoğlu, 1995,34,35).
Dünya kendini özne olarak konumlandıran insanın önünde bir inceleme nesnesi
haline gelmiştir. İnsan teknoloji ve bilim aracılığıyla elde ettiği devasa gücü
varolanların
hesaplanmasına,
planlanmasına
ve
yeniden
şekillendirilmesine
harcamaktadır. Ancak butür bir özneleşme ve yaklaşımda bulunma kişi ile kişinin
yaşadığı dünyayı birbirinden koparmaktadır (Dikmen, 1997,98)
Varlık sorusuyla bağıntılı bir şekilde, Heidegger’in temasının Batı metafiziğinin
eleştirisi olduğu söylenebilir. Çağımız metafizik üzerine kuruludur ve metafizik
varolanın belirli bir yorumu ve belirli bir gerçek anlayışı yoluyla, bu çağa üzerinde
şekillendiği temeli vermektedir.
Heidegger’in inceleme konusu Batı metafiziği olduğundan eleştirisi de Batı
metafiziğine yönelmiştir. Varlık konusundaki çağrısı adına felsefe geleneğine, modern
dünyaya, bilim ve teknolojiye en etkin eleştirileri yöneltmesi, onun Nietszche gibi,
modern sonrası düşüncenin ilham kaynağı olmasını da beraberinde getirmiştir.
(Akçan,1995,67-68).
Heidegger Nietzsche’nin güç istencinin karşısına istençsizlik – istencini,
yakalamanın ve kapmanın karşısına özgür ve oluşuna bırakmayı hırsın karşısına
17
sükuneti koymuş, teknobilimsel hükmetmenin karşısına da sanatı ve şiiri koymuştur
(Akçan,1995, 69-70).
Metafizik varolanı varolan olarak sorguladığı için varolanda takılıp kalır ve
varlık olarak varlığa yönelmez. Ağacın kökü olarak metafizik, bütün özsu ve güçleri
gövdeye ve dallara gönderir. Ağacın büyüyebilmesi, yükselip kökü terk edebilmesi
için kök temelin ve toprağın içinde saçaklanır. Böylelikle felsefe ağacı metafiziğin
köklü topraklarından çıkarak büyür (Heidegger, 1991,8).
Modern bilim metafiziğinin en son, en yeni biçimidir. Onu yeni, modern yapan
ve öncekilerden ayıran esas ise, Heidegger’e göre, modern bilimin doğa hakkında
kesin bir plana yönelik şekilde bilginin araştırmaya dönüştürülmesidir. Modern bilimin
esası, temeli araştırmadır ve bu esas Antik Yunan’ın kesin olma ihtiyacı bulunmayan
ve yalnızca şeylerin gözlenmesinin belirli bir plana dayalı olmayan niteliğinden
farklıdır. Yine modern bilim, Kilise doktrini ve metinlerin bilgi edinmek için tek geçerli
yol olduğu Ortaçağ biliminden de farklıdır (Tarhan,1995, 89,90).
Heidegger modern bilim ve teknoloji arasındaki ilişkiye de dikkati çeker. Ancak
bu konudaki düşünceleri teknolojiyi bilimin pratik sorunlarına uyarlanması şeklinde
gören klasik anlayışın çok uzağındadır. Ona göre teknolojinin esası teknolojik bir şey
değildir. Teknolojinin esası çerçeveleme(Ge-stell)dir ve bu esas Bilimsel Devrimi bile
önceler. Heidegger kronolojik olarak modern fizik biliminin teknolojiden daha önce
geldiği fikrini kabul eder ama, bu esasın tarihsel olarak önceleyen olduğunu ileri
sürer. Varlığın çerçevelenme yoluyla kendini ortaya koyması, onu diğer tüm kendini
ortaya koyma, ifade etme olasılıklarından mahrum kılar. Diğer deyişle, kendini
öylece, olduğu gibi ortaya koyacak yer bulamayan Varlık yersiz yurtsuz kalır
(Tarhan,1995, 90).
Bu nitelikleriyle modern bilim ve teknoloji çağımızı niteleyen en önemli
fenomenler arasında bulunur ve temsil edilme (vorstellen) yoluyla algılanışı öyle bir
noktadadır ki dünyanın kendisi bir resme dönüşmüştür; modern çağı diğerlerinden
ayıran esas ta budur. Düşünür, varolanın, insanın ölçme hesaba vurma yoluyla onu
önüne
koyup,
ondan
emin
olacağı
biçiminde
temsil
edilmesiyle
herşeyin
nesneleştirildiğini belirtirken, gerçeğin de bu temsil edişin tarafsızlığı, kesinliği
aracılığıyla bir yoruma kavuştuğunu ifade eder. Bu yorumda varolan herşeyi
nesneleştiren insan ise, Özne halini alır. Heidegger subiectum sözcüğünü Grekler
deki hypokeimenon’un bir uzantısı olarak anlamamız gerektiğini, bu anlamıyla
sözcüğün temel olanı, herşeyi kendi üstünde toplayanı isimlendirdiğini; dolayısıyla
18
artık özne halini alan insanın diğer var olanların Varlık ve gerçeğinin temellendiği
varolan durumuna dönüştüğünü işaretler. Modern insan her şeyi nesnesi haline
getirmekte; her şeyi elinin altında, gözünün önünde ve emrine amade bekler
görülmektedir (Tarhan, 1995,91).
Heidegger teknoloji karşıtı değildir, kendisi de teknoloji karşıtı olmadığını
açıkça söylemiş, poiesis yani geniş anlamı ile şiirinde ait olduğu techne sözcüğü ile
ilgili olmasından ötürü, teknolojinin aslında içinde büyük bir ışıltı taşıdığını anlatmıştır.
Heideggerin tehlikeli bulduğu bilim ya da teknoloji değil, onların çerçeveleme
metaforu ile açıklanabilecek halleri ve bunun sonucunda modern insanın dünyayı
görüşüne, hayat sürüşüne damgaladıkları indirgemeciliktir (Akçan,1995,70).
Bugünün araştırmaya dönüşmüş bilimin üstüne oturduğu, bünyesinde yapılan
herşeyin uyması gereken sabit bir zemin planı vardır. Araştırmanın özünü oluşturan
bu sabit plan aynı zamanda modern bilimin katılığını da oluşturur. Çünkü adeta her
şeyi kendi üstüne çekip donduran bir yapıştırıcı gibi çalışan zemin planı, değişmez
hakikatleri bulma, gerçeği sabit bir biçimde temsil etme ve yaptığı bu temsilin
doğruluğunu kabul ettirme peşinde koşar. Bu plan, araştırma yöntemini usulü ile
koruma altına alınmıştır. İster deney olsun, ister farklı bir gözlem, bu yöntemde bir
bilinmeyen bir bilinenin aracılığıyla açıklanır, böylece bilinen bilinmeyenin aracılığıyla
tekrar doğrulanır. Üstelik bu araştırmalar, tanrının ölümünden sonra insanlığın
kendini güvende hissetmek için dayanacağı objektiflik itibarını da kapmışlardır.
Araştırmaya dönüşmüş bilimin işleme usulünde, zemin planı ve yöntemi koruma
altına alan bir de kurumsallaşma vardır. Bu kurumsallaşma ise, işgüzarlığa ve sürekli
faal olmaya dayanır (Akçan,1995,70-71).
Özünde araçsallık yatan modern teknolojinin işleyiş sisteminde ise doğada gizli
duran enerji meydana çıkarılır, dönüştürülür, bir yerlerde depolanır ve daha sonra da
dağıtılır. Diğer bir deyişle, her şey vakti geldiğinde kullanılmak üzere ısmarlanır. İşte
bu, doğayı ve şeyleri olduğu kadar bu işleyişin sürdürülmesini sağladıkları için bizzat
insanları da, Heidegger in ünlü terimiyle hazırda- yedeğe (Bestand) dönüştürür. Hem
doğa hem insanla, belirli bir amaç için ayrılan bölgede beklerler. Şeyleri ve insanları
hazırda- yedeğe dönüştürmek, “çerçevelemenin” bir şeklidir. “Dünyanın tablolaştığı”
çağda insanlar özne, olan şeyler nesne olur. Özne merkezde, nesneler çevrededir.
Yani insan kendini tüm dünyanın merkezi zanneder. Özne nesneye bakar. Onu kendi
önüne koyar, kendine göre tanımlar. Açıklar, ölçer, denetler, vakti geldiğinde kullanılır
kılar. Yaptığı bu temsilin olan şeylerin hakikati, Varlığın ölçüsü olduğunu iddia eder.
19
Hakikati ise doğruluk ve kesinlik ile karıştırır. Varlığın açılabilmesi, oluşun meydana
çıkabilmesi zorlaşır. Şeylerin özgürlükleri içinde oluşuna bırakılmaları imkansızlaşır.
Zaten dünyanın tablolaştığı çağdaki tehlike de buradadır (Akçan,1995,71).
Heidegger’in aşmaya çalıştığı Batı Metafiziği ise, hakikati, maddenin bilgiye ya
da bilginin maddeye tekabül etmesi olarak görür. Bu görüş hakikatin doğruluk ve
kesinlik ile özdeşleştirilmesine neden olmuştur. Çağımızda ise çerçeveleme
olgusunun olan-şeyleri ifade ederkenki indirgemeciliğiyle doğrudan ilgili olan bu
görüş, merkezdeki öznenin nesneye bakış ve onu temsil ediş şeklini hakikatin kendisi
sandığından, hakikati inşanın tüketimine bırakmıştır. Böyle bir anlayışta hakikat zaten
– olmuş- olan olarak dondurulur. Oysa Heidegger için hakikatin kökeninde böyle bir
çerçeveleme değil, özgürlük yatar- buradaki özgürlüğün insan kaprisi ile alakası
yoktur. Bu özgürlük oluşuna- bırakmak, meydana gelişine bırakmak, olanların
kendileri gibi olmalarına müsaade etmek demektir. Bu ancak açıklığa açılmak, açık
topraklarda yer tutmakla mümkün olabilir; “Hakikat bir açıklık ortaya çıkaracak
şekilde, varolanların ifşa edilmesidir”. Sanat ise aletheia anlamıyla hakikatin
oluşması, meydana gelmesi, hakikatin kendini çalışmada açığa çıkarmasıdır. Açıklığa
açılmak, zaten elde-hazır- olanların, tanınan, bilinen, aşina olanların dünyasında
gezmek değildir (Akçan, 1995, 80).
Sonuç
Heidegger uzun süre Fransız varoluşçuluğunun etkisiyle bir varoluşçu hatta 20.
yüzyıl varoluşçuluğunun babası olarak görülmüştür. Ancak kendisi varoluşçu
olmadığını belirtmiştir. Heidegger’in kendisi hakkındaki yargısı Batı Metafiziğine karşı
özgün fikirler üreten ve Batı Metafiziğinin bir diğer sıkı muarızı Nietzsche ve
fenomonolojinin kurucusu Husserl’in içinde olduğu bir düşünce
geleneği içinde
olduğudur (Heiddeger, 1998).
Heidegger felsefeyi epistemoloji bağlamından ontoloji bağlamına çekme ve
varlık sorununa odaklanma iddiasındadır. Ancak üzerinde durduğu varlık kendisinin
tüm anti - metafizik eleştirisine rağmen kuvvetli bir özcülük barındırmakta ve belirgin
bir varoluş ya da serimlemeden uzak görülmektedir. Koçak (1995)in belirttiği gibi,
Heidegger bir yandan insanın varoluşsal özünü ararken (Dasein) diğer yandan bunu
bir tür özsüzlük olan zamansallık içinde bulmaktadır.
Heidegger modern bilimi ve tekniği insanın kendini tek ve buyurgan bir özne
haline getirmesi ve kendisi dışındaki alanı ise araçsallaştırması yönüyle haklı olarak
20
eleştirmekte ancak özne-nesne ilişkileri bağlamından farklı bir insan/toplum
tahayyülünü modern yaşamın içine nasıl yerleştirilebileceği noktasında (sanattan öte)
somut açıklamalar yapamamaktadır.
Ek1. Martin Heidegger’in Yaşam Kronolojisi

26 eylül 1889’da Baden’da Messkirch’te doğar.

1909-1916 arasında Freiburg’da felsefe ve teoloji, bu arada ayrıca doğa
bilimleri okur.

1913’te Psikolojizmde Yargı Öğretisi ile doktorasını alır, 1916’da Heinrich
Rickert’in yanında Duns Scotus’ta Kategoriler ve Anlam Öğretisi ile doçent olur.

1916-1923 arasında Freiburg/Breisgau’da kadrosuz doçent olarak çalışır.

1923-1928 arasında Marburg Üniversitesi’nde kadrosuz felsefe profesörü
olarak ders verir.

1927’de en önemli yapıtı Varlık ve Zaman yayımlanır (tasarlanan ikinci bölüm
tamamlanamayacaktır) ve onu Karl Jaspers ile birlikte Alman Varoluş felsefesinin
başlıca temsilcisi haline getirir.

1928’de Freiburg’da felsefe profesörü olarak Husserl’den boşalan yere geçer.

1933’te Freiburg Üniversitesi’ne rektör seçilir.

1934’te rektörlük görevini bırakır.

Nasyonal sosyalist harekette yer almasından ötürü (1933-1945 arasında
NSDAP üyeliği) Fransız işgal güçleri tarafından 1945’ten 1951’e kadar ders vermesi
yasaklanır.

1952’de emekli olur.

26 Mayıs 1976’da Freiburg’da ölür.
21
Kaynakça
Akçan. E. (1995) “Geçmişte Kaldığı Çağda Sanat Bir Heidegger Yorumu”
Defter Dergisi, sayı: 25, Metis, İstanbul.
Alleman.B.;Pöggeler.O. (1994) Heidegger Üzerine İki Yazı, Gündoğan,
Ankara.
Ansell, K. Vd. (1998) Kusursuz Nihilist: Politik Bir Düsünür Olarak Nietzche’ye
Giris, Ayrıntı, Ankara
Belge. M . (1986) Hegel Üzerine (içinde), V Yayınları, Ankara
Cevizci. A.(1999) Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Çüçen. A.K.(2000) “Matin Heidegger’de İnsan Problemi” Felsefe Dünyası,
Sayı: 31, sy.25-31, İstanbul.
Danner. H. (2000) Egitimsel Söylemde Hermeneuitik: Temeller, EBF Dergisi,
Cilt: 33, Sayı: 1-2, Ankara
Danto. A. (2002) Nietzche: Hayatı, Eserleri, Felsefesi, Paradigma Yayınları,
Ankara
Dikmen.A.A. vd. (1997) Patikalar- Martin Heidegger ve Modern Çağ, İmge
Yayınevi, Ankara.
Göka. E. Vd. (1999) Önce Söz Vardi: Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme,
Vadi, Ankara.
Heidegger.M. (1991) Metafizik Nedir?, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara.
Heidegger. M. (1998) Tekniğe İlişkin Soruşturma, Paradigma, İstanbul.
Koçak.O.(1995) “Heidegger Üzerine Üç Soru” Defter Dergisi, sayı:25, Metis
Yayınları, İstanbul.
Kuçuradi. İ. (1999) Nietzche ve İnsan, Türkiye Felsefe Forumu, Ankara.
Mutlak Töz (2007) “Edmund Husserl”, http://mutlaktoz.wordpress.com/edmundhusserl/. İndirilme Tarihi: 15.04.2007.
Mutlak Töz (2007) “Fenomonoloji”,
http://mutlaktoz.wordpress.com/fenomenoloji/. İndirilme Tarihi:15.04.2007.
Nalbantoğlu.H.Ü. (1995) “Çağdaş Yaşam ve Çağdaş Sanat Üzerine
Heidegger’de Bir Dolanım” Defter Dergisi, Sayı. 25, sy. 33-39, Metis, İstanbul.
22
Özlem. D. (1996) Felsefe ve Doğa Bilimleri, İnkılap Kitapevi, Ankara
Sencer. M. (1989) “Gerçekçilik (Realizm) ve Düşüncülük (İdealizm)”, Birikim
Stace, W. T. (1986) Hegel Üzerine, V Yayınları, Ankara
Sunar, I. (1999) Düşün ve Toplum, Doruk, Ankara.
Tarhan.B.A.(1995) “Heidegger’le
Özne Üzerine” Defter Dergisi, Sayı: 25,
Metis, İstanbul.
Tekelioğlu .O. ( 1995) “Haller, Şiir ve Dasein” Defter Dergisi, Sayı. 25, sy. 3964, Metis, İstanbul.
Vikipedia (2007) “Martin Heidegger”
http://tr.wikipedia.org/wiki/Martin_Heidegger, İndirilme Tarihi:15.04.2007.
Download