Siyasi İlimler Türk Derneği VI. Lisansüstü Konferansı 1 Kasım 2008 Bildiri Özetleri İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul Ad ve Soyad: Ali Aslan Tebliğ Başlığı: Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikası: Konstruktivist Bir Bakış Tebliğ Özeti: Konstruktivizm devletlerin dış politika pratiklerinin sadece enstrümantal amaçların gerçekleştirilmesini değil, aynı zamanda devletlerin uluslararası alanda kendilerini “biri” olarak inşa etmelerini de kapsadığını iddia etmektedir. Tebliğ, bu perspektiften Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasının bir okumasını sunmayı amaçlamaktadır. Ad ve Soyad: Çağlar Özbek Tebliğ Başlığı: Yabancı Uyruklu Göçmenlerin Farklılaşan Kimlik Tanımlamaları Tebliğ Özeti: Genel olarak, doğduğu toprakları çeşitli nedenlerden dolayı terk ederek, farklı bir ülkede yaşam alanı yaratma çabası olarak tanımlanan uluslararası göç, yeni bir olgu olmamakla beraber, 21. yüzyılda geldiği nokta göz önüne alınırsa oldukça farklı bir boyut kazanmıştır. Artık uluslararası göçler ve göçmenler, salt mülteci, kaçak işçi, sığınmacı, vb. olarak kalmamakta, değişen düzen ile beraber farklı sınıflandırmalara da tabi olmaktadırlar. Bu tanımlamalardan biri olan “emekli göçleri”, Türkiye açısından genel olarak gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinden gelen, belirli bir refah seviyesine ulaşmış göçmenlerden oluşmaktadır. Bu şekilde göç eden göçmenler, yerleştikleri ülkede mülk satın alma ya da kiralama yoluyla yaşamlarını geçirmektedirler. Bu yeni düzenin yeni toplumlarında bireyler, modern ulusdevletin öngördüğü şekliyle türdeş değildir, belirli bir toprak parçasına bağlı değildir, ulusötesi ve sınırlar arası hareketlilikler oldukça yüksektir. Modern öncesi dönemlerin yerleştirdiği “tekil” kimlik anlayışı, yaşanan hızlı toplumsal değişimlerle, göçlerle ve ulus-ötesi hareketlerle birlikte yerini “çoğul” bir kimlik anlayışına bırakmıştır. Günümüzde de yabancı göçmenlerin yurttaş kimliğinin belirleyici öğelerinin milliyet, din ve etnisite olduğu gözlenmektedir. Ancak günümüzde artık çok-kültürlülüğün, küreselleşmenin ve sınırlar arası çizginin bulanıklaşması neticesinde farklı tanımlamalar da ortaya çıkmaktadır. Yurttaşlık bilinci ve göçmen kimliği de, ulus-devletlerin geçirdiği dönüşüm ve uluslararası göçlerin kazanmış olduğu yeni biçim ölçüsünde değişim göstermektedir. Çalışma, Muğla ilinin Marmaris ilçesinde 167 kişiyle gerçekleştirilen TÜBİTAK araştırmasından elde edilen verilere dayanmaktadır. Ad ve Soyad:Halit Cagri Secilir Tebliğ Başlığı: Soğuk Savaş Döneminde Türk Dış Politikası’nda İsrail’in Önemi Tebliğ Özeti: II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle Ortadoğu'da hakim olma egemen olma yarışı ortaya çıkmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan soma dünya iki kutuplu sistem ekseninde hareket etmeye başlamış; sol ve liberalizm diyebileceğimiz kesin çizgilerle dünya birbirinden ayrılmıştır. Bu dönemde solun yani komünizmin liderliğini Sovyet Rusya; liberalizmin liderliğini ise; ABD yapmaktadır. Dünya bu iki süper güç olan devletin ve bu süper güçlerin yanında yer alan devletlerin arasında bölünmüş ve iki kutuplu sistem uluslararası ilişkilerde egemen olmaya başlamıştır. Bu iki kutup sıcak çatışmalara varacak şekilde birbirleriyle çatışmışlar; 1980'lere kadar sert iki kutuplu sistem dediğimiz sistemi egemen kılmışlardır. Türkiye; II. Dünya Savaşından sonra Batı Bloğu İçinde yer almış; ancak İsrail ile olan ilişkilerine; ABD ve Avrupa dışında bir politika geliştirmek durumunda kalmıştır. Burada bu politikanın nedenleri ve dönemin Türk dış politikası genel çerçeveleriyle anlatılacak; ve dönemi etkileyen olaylar ayrıntılı olarak irdelenecektir. Ad ve Soyad: Deniz Can Beken Tebliğ Başlığı: Potansiyel Suçlular: Sol Mahkûm Çocukları Örneği Tebliğ Özeti: Ülkemizde siyasi suçtan dolayı mahkûm olmuş kişilerin çocuklarına ve birinci dereceden akrabalarına bazı kısıtlamalar uygulanmaktadır. Güvenlik nedeniyle bazı meslekleri seçemiyor ve yaşamları boyunca bu kişilerin çocukları oldukları için etiketleniyorlar. Resmi kurumların hepsinde ebeveynlerinin işledikleri suçların yasal ifadeleriyle karşılaşıyorlar. Bu konuyu sol mahkûm çocukları üzerinden ele almak istiyorum. Daha önce “Yalnızlığın Tezahürleri: Sol Mahkûm Çocukları Örneği” adı altında sol mahkûm çocuklarının yaşam algılılarını ve tarzlarını çalıştığım için sol mahkûm çocukları üzerinden daha kolay betimleyebileceğimi düşünüyorum. Bu bağlamda; 1979-82 dönemi arasında solcu kimliği ile yaptığı eylemlerin sonucunda yakalanmış ve suçlu bulunmuş kişilerin bugün 20-30 yaşları arasında olan çocuklarının meslek seçerken ve hayatlarını sürdürürken ebeveynlerinden kaynaklı olarak karşılaştıkları engellerin kişisel hak ve hürriyetler etrafında değerlendirmeyi ve bunların bir betimlemesinin yapılmasının insan hakları tartışmalarının farklı bir boyutunu oluşturacağını düşünüyorum. O günün çocukları, bugünün yetişkinleri yaşamlarını sürdürmeye çalışırken anne ya da babalarının işledikleri suçlar yüzünden asker, polis olamıyorlar. Vukuatlı nüfus örneği aldıklarında ebeveynlerinin işlediği suçlar ve cezalar ile ilgili yaptırımlar dip not olarak kâğıdın altına düşülüyor. Bunlar yalnızca örneklerin ikisi, kısaca bu çocuklar/yetişkinler potansiyel suçlu olarak görülüyor. Hem de bu durum yalnızca suç işleyen kişilerin çocuklarını değil aynı zamanda suçlu olanların birinci dereceden akrabası olan kişilerin hayatlarını da etkilemekte. Bu durumu; “suçluluk”, “insan hakları” ve “potansiyel suçluluk” kavramlarından hareketle Türkiye’de potansiyel suçluların yurttaşlığı ve iktidar biçimlerini bu durumda ki işleyişleri üzerinden incelemeyi ve betimlemeyi planlamaktayım. Bu betimlemeyi yaparken araştırma konusunun özelliklerini taşıyan insanlarla görüşeceğim. Bu kişilerle görüşülmesi; yaşanılan durumun nelerin göstergesi olduğuna, sadece devletin niteliği olmasının dışında ilgili kesimin bunu karşılayış şekillerinin, bu toplumda bir kesim insanın nasıl var olduğuna ışık tutabilmesi, ipuçları verebilmesi açısından önemlidir Ad ve Soyad: Elif Şimşek Tebliğ Başlığı: Gürcistan Müdahalesinin Öteki Nedenleri: Rus Dış Politikasında Yeni Açılımlar Tebliğ Özeti: Dağılmanın ardından SSCB’nin ardılı sıfatıyla yeni dünya düzenine eklemlenmeye başlayan Rusya’nın Yeltsin tarafından dizayn edilen siyasi ve ekonomik transformasyonunun rotası Putin iktidarıyla radikal bir değişime uğramıştır. Gürcistan müdahalesi bu değişiminin orta vadede ilk sembolik ve somut uluslararası izdüşümüdür. Rusya bu müdahaleyle; 11 Eylül’den sonra “Fundamentalist (Köktenci) İslam-öteki”ye karşı başlatılan asimetrik savaş pratiğine dayalı tek hegomon inisiyatifindeki dünya sisteminin yerini alacak ve kendisini yeniden yeni dengeleyici ve ABD ile eşit ağırlıktaki öteki süper güç olarak kabul ettirmek istediği yeni bir döneme sembolik başlangıç yapmayı amaçlamıştır. Gürcistan müdahalesi üzerine yapılan analizlerin çoğu, Federasyonun; başta Güney Kafkasya olmak üzere yakın çevresinde, devletin kendi âli menfaatleriyle uyuşmayan batı/NATO yanlısı her hangi bir eğilime, gerekli koşullar altında, orantısız güç kullanımını da içeren her türlü cevabı ivedilikle vereceğini vurgulamıştır. Bu çerçevede Rusya’nın, kendisine dayatılan Kosova’nın bağımsızlığının uluslararası alanda tanınmasının rövanşını, Güney Osetya ve Abhazya üzerinden, gene benzer nitelikte bir uluslararası hukuk ihlali ile aldığı sonucu doğru fakat eksiktir. Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne yapılan askeri müdahalenin görünmeyen öteki faktör ve dinamiklerinin de değerlendirmelerin içerisine katılması gerekmektedir. Putin dönemiyle birlikte başlayan değişim ve Yeltsin döneminde göz ardı edilen ülke tarihinin geleneksel dış politika araç ve amaçları bu müdahalenin öteki nedenlerinin başında yer almaktadır. Özellikle Putin’in başkanlıktaki ikinci döneminde itibaren Rusya’nın soğuk savaşta Birleşik Devletlerin galibiyeti nedeniyle kaybettiği uluslararası prestiji, yeniden imal edilmeye/kurgulanmaya başlamıştır. Ancak, uluslararası arenadaki tarihsel ve coğrafi önemi göz önüne alınarak ülkenin geleneksel olarak uluslararası bir güç olduğu yeniden vurgulansa da Rusya, yeni dünya düzeninin kendisine uygun gördüğü “hegomondan sonra gelen ikinci ülke” rolünden rahatsızlık duymaktadır. Bu nedenle Rusya 1453’te Bizans İmparatorluğunun yıkılmasının ardından III. Roma söylemiyle başlattığı ve önce Napolyon Savaşları’ya ardından da Hitler’e karşı Leningrad Savunması’yla tekrarladığı “kurtarıcı ve savunucu” rolüyle pekiştirdiği tarih-yapıcılığına yeniden soyunarak soğuk savaş sonrası indirgendiği ikincilikten sıyrılmayı amaçlamaktadır. Bu amaca uygun olarak tek hegomon altında oluşan yeni sistemi, bir kutbunu kendisinin oluşturacağı şekilde ve soğuk savaş sırasında kutubu oluşturan ideolojinin yerini etki alanı/nüfuz çevresi ile ikame etmek suretiyle iki kutuplu hale getirmeye çalışmaktadır. Ad ve Soyad: Ercan GEÇGİN Tebliğ Başlığı: Türkiye’de Cumhuriyet ve Seksen Sonrası Dönemlerin Siyasal Söylem Karşılaştırması Tebliğ Özeti: Türkiye, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ulusun inşası doğrultusunda ve Kemalist düşünce formu çerçevesinde yukarıdan aşağıya her bakımdan şekillendirilmeye çalışılırken kuşkusuz bu inşada en fazla etkilenen siyasal alan olmuştur. Yeni devleti kuran resmi ideolojinin bu yıllarda benimsemiş olduğu siyasal söylem, genel olarak “Türklük” ve “halk” kavramları etrafında seslendirilen ve korporatist düşünceden türevlenen bir anlayıştı. Türkiye’yi ‘imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle” olarak görme arzusunda olan bu düşünce uzun süre egemen söylem olarak varlığını sürdürmüştür. Arkeolojik tetkik çerçevesinde bu dönemin egemen söylemi irdelendiğinde, gerek tarihsel gerekse o dönemin dünya sisteminde anlaşılabilir bir yeri olduğu görülebilmektedir. Neo-liberalizmin ve buna paralel bir düşünce hegemonyası olarak genişleyen postmodernizmin Türkiye’nin siyasal karşılığını bulan “merkez siyaset”i ve bununla diyalektik şekilde büyüyen “kimlik siyaseti” olmuştur. Küreselleşmenin kendi dinamiği içinde “yerel”i de yeniden üreten ve “glokalleşme” olarak adlandırılan bu süreç siyasal alanda “merkez” ve “kimlik siyaseti” şeklinde izdüşümünü bulmuştur. Yukarıdan aşağıya inşa edilmeye çalışılan Cumhuriyet dönemi egemen söylem ile 1980 sonrası konjonktürde ise aşağıdan yukarıya doğru inşa bulan ve mikro siyaset doğrultusunda anlam kazanan siyasal söylem arasında bir karşılaştırma yapmak bu çalışmanın genel amacını teşkil etmektedir. Her iki dönemin siyasal söylem üzerinden diğer toplumsal ve siyasal bağlamlarına gidilerek sonuçları itibariyle toplumsal sınıfın öznelliği konusundaki ideolojik benzerliklere dikkat çekilecektir. Ad ve Soyad:Gökşen Aydemir Tebliğ Başlığı: Türkiye’de Politik Konjonktür Dalgalanmaları Kapsamında Seçmen Davranışlarının Analizi ( 1987-2007) Tebliğ Özeti: Seçmen davranışları politik, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik faktörden etkilenmektedir. Seçmen davranışları yeni politik ekonomi teorisinin en önemli konularındandır. 1980‘li yıllarda seçmenlerin ekonomik motivasyonu ile ilgili bir literatür gelişmeye başlamıştır. Bu literatür seçmenlerin politik iktidarların makroekonomik performanslarına ne şekilde tepki vereceğini analiz etmektedir. Türkiye’de seçmenlerin hangi unsurlar doğrultusunda oy verdiği büyük önem taşımaktadır. Türkiye’de politik iktidarlar partizan olmaktan öte fırsatçı bir yapıya sahiptirler. Farklı ideolojik görüşe sahip olan politik partiler birbirini etkilemektedirler. Bu nedenle tüm politik partiler birbirine benzemektedirler. Seçmenler irrasyonel ve geçmişe dönük oylama yaptıkları için bu politik partilere oy vermeye devam edeceklerdir. Bu anlamda seçmen tercihleri dalgalı bir yapıya sahiptir. Seçmenlerin oylamalarını bu şekilde yapmalarının nedeni bilgilenme maliyetlerinin yüksekliğidir. Ancak yapılan ampirik çalışmalarda seçmenlerin ekonomik motivasyonu ile ilgili güçlü ekonometrik kanıtlara ulaşılamamıştır. Bu anlamda seçmenlerin davranışlarını etkileyen ekonomi dışı pek çok etken vardır. Seçmen davranışları ile ilgili modellere ekonomi dışı etkenlerin dahil edilmesi ile birlikte daha güçlü sonuçlara ulaşılabilecektir Ad ve Soyad: GÜLAY ATAR Tebliğ Başlığı: Demokratik Katılım ve Denetleme Aracı Olarak “Kamu Harcama Analizi” Tebliğ Özeti: Toplumda karar vericiler ve özellikle halk tarafından, kamu kurumlarının yaşadığımız bölge ya da daha geniş anlamda ülke içerisinde kamu kaynaklarının hangi sorun ya da ihtiyaçlarının giderilmesi için kullanıldığının bilinmesi demokrasilerde önemli bir katılım aracı olacaktır. Kullanım alanlarına göre kamu harcamalarının, özellikle eğitim, sağlık ve altyapı (içme suyu, yol, kanalizasyon) alanlarında yoğunlaşması toplum içerisinde ekonomik gelişmişlik düzeyinin tespiti ve yoksulluğun giderilmesi için izlenmesi ve analiz edilmesi gereken önemli bir etkendir. Kamunun çeşitli kaynaklardan (Genel Bütçe, Döner Sermaye, Belediye, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, Yeşil Kart uygulamaları… vb) yaptığı harcamaların analiz edilmesi, izlenmesi; yerel uygulayıcı ve karar verici birimler (Belediyeler, Valilik, İl Özel İdaresi) ile yerel sivil toplum kuruluşları (STK) nezdinde bilinir hale gelmesi, toplam kamu kaynağının ihtiyaç duyulan alanlara aktarılabilmesi için gerekli koşullardan bir tanesidir. Yerel yönetim kurumları ve sivil toplum kuruluşları tarafından yapılacak olan kamu harcama analizi, bir coğrafi alanda, bir bütçe döneminde, kamu kaynaklarından fonksiyonel bütçe kalemleri itibariyle hangi hizmet alanlarına ne kadar harcama yapıldığının ortaya konması için yapılan sosyal ve finansal bir analizdir. Yerel karar alıcı ve uygulayıcılar tarafından yapılacak olan finansal analizinden sonra ikinci aşamada, hem yerel yönetimlerin hem de yerel halkın (STK aracılığı ile) kamu kaynağının hangi alanlarda kullanılmasının bölge açısından daha gerekli olduğuna dair ortak bir karar verme süreci oluşturabilmelerine imkân tanınmış olacaktır. Halkın karar verme süreçlerine katılımının sağlanması, kamu harcamalarının şeffaflığı ve izlenebilirliği sayesinde, kamu kaynağının ihtiyaç duyulan alanlara ve gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırabilmesinin de yolu açılacak ve bu kaynağı kullanan yerel yönetim birimlerinin saydam, hesap verebilir olması sağlanacaktır. Ad ve Soyad: Kadir Turgut Tebliğ Başlığı: Milliyet ve Dil, İran’da Türkçe ve Türklük Tebliğ Özeti: Devlet ve millet kimliklerinin temel yapı taşlarından biri olan ‘dil’in sosyal ve siyasal yansımaları farklı olabilmekte. Bir dilin hakim yada resmi oluşu kadar kısıtlanması da kimlik oluşumuna etki etmektedir. Tebliğimizde sunacağımız örnekte İran’da yaşayan ve farklı dilleri konuşan toplumların, özellikle de Türklerin İranlılık kimliğine ne kadar katıldıkları ve Türklüklerini ne ölçüde yaşayabildikleri ve gösterebildikleri incelenecektir. Ad ve Soyad: Metin Aysel Tebliğ Başlığı: Avrupa Birliğinin Kurumsal Yapısı ve Sorunları Tebliğ Özeti: Birleşik Avrupa’nın gerekliliği fikri tarihsel süreç içerisinde çok kimseler tarafından dile getirilmiş ve şartların elverdiği ölçüde de girişimlerde bulunulmuştur. Bu gereklilik, içinde bulunan koşulların parametrelerinine bağlı olarak süreklilik göstermiştir. Geride bırakılan iki Dünya Savaşı’nın vermiş olduğu zararın büyüklüğü ve hafızalarda bıraktığı acıların bir daha tekrarlanmaması isteği, “Birlik” fikrine olan inancın daha da güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak Avrupa Birliği gelişim sürecini henüz başarıyla tamamlayamamış ve bu süreçte de zaman zaman sorunlar yaşamaktadır. Bundan dolayıdır ki, yapısal eksiklikler, kurumların demokratik işleyiş ve meşruiyet sorunu, kurumsal olarak Avrupa Birliğinin halka karşı tutumu ve Hükümetlerle olan ilişkileri, karmaşık bürokratik isleyişi ve şeffaflık gibi konularda suçlamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Avrupa Birliğinin kurumsal yeteneğinin arttırılması için yapılması gereken girişimlerin başında Anayasa gelmektedir. Ancak kimi nedenlerle bazı ülkelerde Anayasanın halkoylaması sonucu reddedilmesi, Birliğin karşısına önemli ve çözülmesi gereken bir sorun olarak çıkmaktadır.1990’lı yıllarda hem Birliğin krizlere karşı dayanıklılığını arttıracak gerekli reformların yürürlüğe konulmaması hem de genişleme konseptinin planlı olarak buna uyumlu hale getirilmemesi Anayasa krizinin arkasından gelen hatalar zinciri olarak görülmektedir. Üye ülkelerinin artan biçimde çıkarlarının farklılığı, Birlikle ilgili kararların alınmasında ve uygulanmasında Birliğin kendine özgü prensipleri ve yapısı “sui generis” önemli rol oynamaktadır. Birlikle ilgili kararların alınmasında oybirliği faktörü her zaman sağlanamadığı için kararlar müzakereler yoluyla alınmakta ve bütün ülkelerin karar alma sürecine katılmaları sağlanmaktadır. Avrupa Birliğinin genişlemenin yanında, kurumsallaşması yani derinleşmesi de birlikte yürümektedir. Böylece Komisyon, Avrupa parlamentosu ve Avrupa mahkemesi bu süreçle güçlenmektedir. Fakat Hükümetler, Bakanlar konseyinin de üzerinde ve son söz hakkına sahiptir. Dolaysıyla Birliğin siyasal sistemi içinde yapılanan yatay ve dikey karar mekanizmalarının hiyerarşik düzeni yeterince saydam değildir. Ad ve Soyad: Volkan TOPÇU Tebliğ Başlığı: Globalleşme ve Yerelleşme Ekseninde Şehirleri Anlayabilmek: İstanbul Örneği Tebliğ Özeti: Globalleşme en genel ifadeyle; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir. Diğer yandan globalleşmeyi tarihin akışı içinde ortaya çıkan bir olgu olduğu kadar; uluslararası ticaretin yaygınlaşması, emek ve sermaye hareketlerinin artması, ülkeler arasındaki ideolojik kutuplaşmanın sona ermesi, teknolojideki hızlı değişim sonucunda ülkelerin gerek ekonomik, gerekse siyasal ve soysa-kültürel açıdan birbirlerine yakınlaşmaları olarak da tanımlayabiliriz. Yerelleşme kavramının da aynı sebeplerden ötürü doğduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu kavramların iç içe geçmişliği günümüzdeki basit şehir anlayışının değişmesine ve yeni kavramlarla bu anlayışın gelişmesine neden olmuştur. Bilgi iletişim ağlarının çoğalması, uluslar arası sermayenin her yere dâhil olmaya çalışması gibi faktörler artık şehirlerin yalnız bir altyapı sorunu ile değil, aynı zamanda ülkede ve yurtdışında marka olabilme rekabetiyle uğraşmasını da zorunlu kılmaktadır. Dünya ölçeğinde 1980’lerden itibaren ekonomik kavramların değişmesine ve yeniden şekillenmesine neden olan faktörler, yalnız şehir anlayışının değişimini değil aynı zamanda şehir yönetimi anlayışının değişimini de tetiklemiştir. Şehir yöneticileri artık rekabet edebilen ve marka olabilen şehirler meydana getirme isteğindedirler. Böylelikle şehirler, kendi ülke yönetimlerini aşarak uluslar arası bir takım anlaşmalar yapmakta, yurt dışı ilişkilerini bu anlaşmalar üzerinden devam ettirmektedirler. Tüm bu yeni açılımlar kentler diplomasisi adı altında yeni ilişki biçimlerini de ortaya çıkarmaktadır. Yaşanan tüm yeni süreçler, ülkemizde de şehir yöneticilerini hareketlendirmiş ve artık yeni bir paradigma ile şehirleri yönetme arzusuna girmişlerdir. İşte tam burada, belki de ülkemizin görünen yüzü olan İstanbul’u incelemekte yarar vardır. On dört milyonluk nüfusu, ülkenin finans merkezi, kültürel zenginliği ile İstanbul’u bu yeni süreçte anlamaya çalışmak ve onu en iyi şekilde yönetmek aynı zamanda ülkenin de görünümünü değiştirecektir. İstanbul artık yeni sorumluklarla baş başadır. Ad ve Soyad: Abdurrahman YAZICI Tebliğ Başlığı: Hukûk-ı Aile Kararnâmesi (1917)’nin Osmanlı Devleti’ndeki Gayri Müslimlerin Hukûkî Statüsü’ne Etkisi Tebliğ Özeti: Tebliğimiz iki bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde, Tanzimat sonrası Osmanlı devletindeki hukukî durum görülmeye çalışılarak, gayri Müslimlerin (zımmî) hukukî statüleri özellikle Cemaat ve Konsolosluk Mahkemeleri bağlamında ele alınacaktır. İkinci bölümde ise, 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâme’sinin hazırlanış süreci ele alınarak getirmiş olduğu yenilik ve değişikliklerin Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan gayri Müslimlerin hukukî haklarında ne gibi değişiklikler yaptığı görülmeye çalışılacaktır. İlgili kararnamenin zımmîlerin statüleri konusunda getirdiği menfî/müspet sayılabilecek hükümler incelenerek kararnâme, “millet sistemi”, “çok hukukluluk”, “zımmîlerin statüsü” bağlamlarında ele alınacaktır. Tebliğimizde kararnâmenin gayri Müslimlerin statüleri konusunda getirdiği yenilikler, kararnâmenin Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra da uygulanmaya devam ettiği, Sûriye, Ürdün, Lübnan, İsrail gibi devletlerdeki uygulamalarıyla tebliğdeki iddialar desteklenecektir. Ad ve Soyad: Ahu SUMBAS Tebliğ Başlığı: Antakya’daki Etno-dini Kimliklerin Siyasal Hayatta Yansımaları Tebliğ Özeti: Bu çalışmanın temel amacı, Antakya merkez ilçesi örneği üzerinden etno-dini kimliklerin siyasal hayat üzerindeki etkilerini incelemektir. Farklı etno-dini kimliklere sahip bireylerin (Nusayriler, Arap-Sunniler, Türk-Sunniler, Arap-Hristiyanlar, Yahudiler) siyasal tercihleri, siyasal hayata katılımları, grupların siyasal hayattaki ilişkilerde birbirlerine bakışları, davranışları ve bu durumun Antakya’nın siyasal hayatı üzerindeki etkileri bu çalışmanın cevaplmaya çalışrığı sorulardır. Çalışma ağırlıklı olarak alan çalışmasına dayanmaktadır. Anket temel veri toplama aracı olarak kullanılmakla beraber, konunun ve bölgenin hassasiyeti göz önünde bulundurularak derinlemesine mülakat ve gözlem teknikleri yardımcı veri toplama araçları olarak kullanılmıştır. Antakya merkez ilçesinde, 322 kişi ile anket, 18 kişiyle derinlemesine mülakat gerçekleştirilmiştir. Hoşgörü kenti olarak bilinen Antakya’da farklı gruplar arasında hem sosyal hem ekonomik hem de siyasi ilişkilerde görünmeyen bir sınırın olduğu ve etno-dini kimliklerin kişilerin siyasal hayattaki tercih, davranış ve kabüllerini farklı yönde etkilediği görülmüştür. Sonuç olarak, yüzyıllardır barışın hakim olduğu bu bölgede siyasal hayattaki bir dengenin varlığının belkide bir hoşgörü kenti yarattığı iddia edilebilir! Ad ve Soyad: Ali Kaya Tebliğ Başlığı: Mülteciler:İnsan Haklarının Kör Noktası Tebliğ Özeti: Tebliğim konusu ulus devlet merkezli egemen insan hakları söylemini sorunlaştırmaya yönelik bir tartışma olacaktır. Ulus devlet merkezinde tanımlanan insan hakları söyleminin aslında gerçekte insan haklarını değil vatandaş haklarını gündeme getirdiği savunulacaktır. Mülteciler sorunu bu hakim insan hakları anlayışını tehdit etmektedir. Mültecilik sorunu ulus devlet çerçevesindeki normatif siyasal ve hukuki yapısının askıya alındığı ve modern devletin keyfi şiddetin görünür hale geldiği bir noktada ortaya çıkmaktadır.Modern devletin egemen olmasını ve şiddeti tekelinde tutmasını sağlayan mekanizmalar mülticeler gibi hukuksal ve siyasal boşlukların olduğu kör noktalarda üretilmektedir. Ancak tam da bu noktalarda birey vatandaşlık kimliğinden sıyrılarak insanlığına dönmektedir. Zizek’in ifadesiyle belirtecek olursak bir insanın, "ancak onu belli bir vatandaşlığa bağlayan sosyo-politik kimliği ortadan kalktığı zaman tam anlamıyla bir insan olur, ama böylelikle -aynı hareketin sonucu olarak- insan olarak kabul edilmekten ya da insan muamelesi görmekten de mahrum kalır". Ad ve Soyad: Ali Kaya Tebliğ Başlığı: Mülteciler:İnsan Haklarının Kör Noktası Tebliğ Özeti: Tebliğim konusu ulus devlet merkezli egemen insan hakları söylemini sorunlaştırmaya yönelik bir tartışma olacaktır. Ulus devlet merkezinde tanımlanan insan hakları söyleminin aslında gerçekte insan haklarını değil vatandaş haklarını gündeme getirdiği savunulacaktır. Mülteciler sorunu bu hakim insan hakları anlayışını tehdit etmektedir. Mültecilik sorunu ulus devlet çerçevesindeki normatif siyasal ve hukuki yapısının askıya alındığı ve modern devletin keyfi şiddetin görünür hale geldiği bir noktada ortaya çıkmaktadır.Modern devletin egemen olmasını ve şiddeti tekelinde tutmasını sağlayan mekanizmalar mülticeler gibi hukuksal ve siyasal boşlukların olduğu kör noktalarda üretilmektedir. Ancak tam da bu noktalarda birey vatandaşlık kimliğinden sıyrılarak insanlığına dönmektedir. Zizek’in ifadesiyle belirtecek olursak bir insanın, "ancak onu belli bir vatandaşlığa bağlayan sosyo-politik kimliği ortadan kalktığı zaman tam anlamıyla bir insan olur, ama böylelikle -aynı hareketin sonucu olarak- insan olarak kabul edilmekten ya da insan muamelesi görmekten de mahrum kalır". Ad ve Soyad: Aylin Kılıç Tebliğ Başlığı: ORGANİZMACI TOPLUM ANLAYIŞI VERSUS SÖZLEŞMECİ KURAM Tebliğ Özeti: Antik Yunan’dan günümüze siyasal düşüncenin serüveninde, devlet-bireytoplum ilişkisinin/çatışmasının iki temel eksen etrafında ele alındığını görmek mümkündür. Bunlardan biri, devleti en üst ve nihai erek olarak tanımlayan, bireyleri onun parçaları/atomları olarak değerlendiren “organizmacı” anlayış; diğeri ise bireye öncelik vererek, toplumu ve devleti bireysel iradelerin biraraya gelmesiyle açıklayan “sözleşmeci” kuramdır. Siyaset felsefesinin ezeli ve ebedi konularına kaynaklık eden bu iki yaklaşım, liberal-demokrasi ile otoriter-totaliter sistemlere de zemin oluşturmaktadır. Bireyi, organik bir bütün olan toplumun bir uzvu olarak kavrayan, özerkliğini reddeden organizmacı görüşte devlet, kendisini oluşturan insanlardan ayrı ve bağımsız bir varlık olarak değerlendirilmektedir. Bu anlayış, kör bir “birlik” ve “bölünmez bütünlük” tutkusunu, özgürlük karşıtlığını beslediği ölçüde faşist ve totaliter yönetimlere kaynaklık etmektedir. Düşünsel izlerini Platon, Aristoteles, Salisbury’li John, Bodin, Hegel, Comte, Spencer, Durkheim’ın siyaset teorilerinde bulabileceğimiz, organizmacı anlayışın karşısında, Demokritos, Sofistler, Epikürcüler, Locke’un kuramlarında görebileceğimiz, devletin görev ve amacının, kendisini oluşturan bireylerin özgürlüklerini korumak olduğunu vurgulayan sözleşmeci yaklaşım bulunmaktadır. Siyasal iktidarın kökenini, toplumu oluşturan bireyler arasında yapılan bir sözleşme ile açıklayan bu anlayışta devlet, yapay bir kurum olarak görülmektedir. Yöneticiler, siyasal iktidarın kullanıcıları olarak toplum karşısında eylemleri açısından sorumluluk yüklenmektedirler. “Parçacık” değil, düşünen ve eyleyen irade sahibi özne olarak bireyin yaşam hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü onun devredilemez, vazgeçilemez haklarıdır, ki tarihsel olarak bu nedenle sözleşmeci anlayış, baskı rejimleri karşısında bir özgürlük bayrağı olarak ortaya çıkmıştır. Zira devlet, devredilemez haklarına müdahale etti mi, yetkisinin sınırlarını aşmıştır. Bu durumda halk direnir ve yasama yetkisini geri alabilir. Sözleşmeci anlayışın devlet ve toplum karşısında bireye öncelik veren yaklaşımı, çoğulcu demokrasinin de temellerini oluşturmaktadır. Ad ve Soyad: Bahar Şahin Tebliğ Başlığı: Yoksulluk ve Toplumsal Dışlanma’yı Zorunlu Göç ile Birlikte Düşünmek: İstanbul, Diyarbakır ve Mersin’den Örnekler Tebliğ Özeti: Yoksulluk ve toplumsal dışla(n)ma, kuşkusuz bir arada var olan, birbirini besleyen olgulardır. Yoksulluğun salt ekonomik bir kategori olarak ele alınamayacağı, bir olgu olarak yoksulluğu ve öznel yoksulluk hallerini biçimlendiren bir dizi toplumsal yapı, süreç ve dinamiğin var olduğu yoksulluk literatüründe giderek daha çok vurgulanmaktadır. İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Araştırmaları ve Uygulama Merkezi bünyesinde son üç yıldır gerçekleştirdiğimiz bir dizi “zorunlu göç” araştırmasında karşılaştığımız çeşitli durumlar, Türkiye özelinde söz konusu bu yapı, süreç ve dinamiklerin kaçınılmaz biçimde, ülkede 1990’lardan itibaren yaşanan iç göçle ve onun yol açtığı sonuçlarla bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur. Tebliğ, bu sonuçların analizi ile birlikte, özellikle literatürde kent yoksulluğu olarak geçen kavramın İstanbul, Diyarbakır ve Mersin’de yaptığımız araştırmaların verilerine dayanarak Türkiye’deki karşılığını tanımlamayı; zorunlu göç mağduru Kürt kökenli kent yoksulları özelinde yoksulluk ve toplumsal dışla(n)ma tartışmasına etnik kimlik ve milliyetçilik kavramlarını da dahil eden bir perspektif geliştirmeyi amaçlamaktadır. Ad ve Soyad: Bayram SİNKAYA Tebliğ Başlığı: Devrimci Ordu – Siyaset İlişkisi Bağlamında İran’da Asker – Sivil İlişkileri Tebliğ Özeti: Bu tebliğin amacı İran’da asker-sivil ilişkilerini, özellikle İran siyasetinde Devrim Muhafızları’nın rolünü devrimci ordu-siyaset ilişkisi bağlamında incelemektir. İran’da asker-sivil ilişkileri genellikle sorunsuz olarak bilinmesine karsın, devrimi ve kazanımlarını korumakla yükümlü Devrim Muhafızları’nın sivillerin kontrolündeki hükümet ile ilişkileri dönem dönem farklılıklar göstermiştir. Devrimin ilk yıllarında hükümet ile çekişme içinde olan Devrim Muhafızları İslamcı elitlerin siyasi güçlerini pekiştirmeleriyle birlikte hükümete bağımlı ve bağlı hale gelmiştir. 1990’larda hükümet ve Devrim Muhafızları arasında başlayan çekişmeler Hatemi hükümetleri döneminde ciddi çatışmalara dönüşmüştür. 1999 Temmuz’unda patlak veren öğrenci olayları üzerine hükümete “muhtıra” veren Devrim Muhafızları 2004 yılında yeni acılan uluslararası havaalanını hükümetin iradesi hilafına işgal etmiştir. Bu dönemde Devrim Muhafızları’nın eski üyelerinin siyasete ilgisi de ciddi şekilde artmış; nihayet Ahmedinecad hükümetinde Devrim Muhafızları’nın ağırlığı nedeniyle Iran siyasetinin “militerlestigi” iddia edilmeye başlanmıştır. Tabiatıyla bu dönemde - Devrim Muhafızları ilişkisi çatışmadan işbirliğine dönüşmüştür. Devrim Muhafızları’nın hükümet ile ilişkilerinin sürekli değişmesinin altındaki dinamikler nelerdir? Devrim Muhafızları’nın İran siyasetindeki ağırlığı son dönemde niçin bu kadar artmıştır? Bu tebliğde Devrim Muhafızları siyaset ilişkisindeki değişikliklerin İran siyasetinin ve Devrim Muhafızları’nın devrimci niteliği ile açıklanabileceği iddia edilmektedir. Nitekim diğer büyük devrimlerden sonra da ordu-siyaset ilişkileri benzer bir seyir göstermiştir. Devrimin kendine has dinamiklerinden dolayı gelişen her asamda, ordunun ideolojik kimliği ve birlikteliği ile sivil siyasetçilerin ideolojik nitelikleri ve güçlerinin karşılıklı etkileşimleri ordu-siyaset ilişkisinin seyrinin değişmesine ve yeni şekiller almasına neden olmaktadır. İran’da Devrim Muhafızları-siyaset ilişkisinin değişmesinin nedeni de her aşamada devrimci ordunun ideolojik ve kurumsal birlikteliği/niteliği ile sivil siyasetçilerin ideolojik tutumları ve güçleri arasındaki dengenin değişmesinden kaynaklandığı iddia edilmektedir. Ad ve Soyad: Burak Tamaç Tebliğ Başlığı: Sosyal Devlet Krizi ve Üniversiteler Bağlamında Yunanistan Örneği Tebliğ Özeti: Temelleri 1883 Bismark Almanyası’nda sosyal sigorta uygulamasıyla atılan ve II. Dünya Savaşı sonrası altın yıllarını yaşayan sosyal devlet; özünde toplumsal eşitsizliklerin minimum seviyeye indirilmesini, herkese eşit bir eğitim sağlanmasını hedef alan ve sosyal çelişkilerin giderilmesi ile sosyal adaletin gerçekleştirilmesine öncelik tanıyan bir devlet modelidir. Ancak bu devlet modelinin uygulanması1980’lerde hızla gelişen küreselleşmenin yoğun etkisiyle sekteye uğramıştır. Küreselleşme–Sosyal Devlet arasındaki girift ilişki bağlamında sosyal devletten vazgeçilmeye başlandığından itibaren eğitim sistemi de yeni uygulanmaya başlayan neo-liberal politikaların hedefi olmuştur. Bunun yanı sıra devletin temel görevleri arasında yer alan eğitim hizmeti bireyin maddi gücüyle ifade edilmeye başlanmıştır. Nitekim bu nedenle üniversitelerdeki eğitim anlayışı birey üzerinden ifade edilmeye başlanmış ve bu şekilde gerek sosyal gerekse siyasal hayattan sterilize edilmiştir. Sosyal devlet anlayışının terk edilmeye başlanması ve neo-liberal anlayışın devlet politikalarında egemen olmaya başlamasıyla birlikte hızla eğitim anlayışlarında gözlemlenen bu değişiklik tüm Avrupa ülkelerinde -merkez ve çevre ülkeler- görülmektedir. Ancak küreselleşme olgusunun etkisiyle yıpranmasına rağmen hala devam eden demokrasi anlayışının köklü olduğu ülke örneklerinde bu değişim aynı hızla gerçekleşmemektedir. Bu bağlamda demokrasi kültürünün beşiği olarak kabul gören Yunanistan incelenmeye değer bir örnektir. Bu çalışmada; sosyal devlet anlayışının eğitim sistemi üzerindeki etkisinin incelenmesinin ardından, bu ilişki küreselleşme olgusuyla ele alınıp neo-liberal ekonomik politikalar bağlamında irdelenmeye çalışılacaktır. Ayrıca bu süreci diğer Avrupa ülkelerine göre farklı yaşayan ve eğitim sistemindeki sosyal devlet anlayışıyla hala bu bağlamda örnek oluşturabilecek olan Yunanistan “son kale” olarak irdelenmeye çalışılacaktır. Ad ve Soyad: H. BURÇ AKA Tebliğ Başlığı: Karadeniz Bölgesi için Güvenlik Modeli Arayışı ve Türkiye Tebliğ Özeti: Devletlerin güvenliklerini kendi imkânlarıyla sağlaması günümüzde çok mümkün görünmemektedir, çünkü devletler karşılaştıkları tehditlerin üstesinden gelebilecek yeterli askeri, siyasi veya ekonomik güce sahip değillerdir. O nedenle devletler kendilerine yönelen tehditlerin ve karşılaştıkları risklerin üstesinden gelmek için diğer devletlerle güvenlik alanında işbirliği yapabilmektedir. Böylece devletler karşılaştıkları güvenlik sorunlarıyla daha etkin mücadele etme şansına sahip olmaktadırlar. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın güvenlik açısından ne denli istikrarsız olduğu ezberi hatırlandığında Türkiye’nin güvenliği için bölgesine özgü güvenlik modeli arayışlarına girmesi kaçınılmazdır. Bilindiği üzere Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın batısı güvenlik açısından şimdilik daha az sorunlu görünmektedir. Batı komşuları ile AB mekanizması sayesinde ilişkilerini daha ılımlı götürmektedir. Diğer yandan Türkiye’ye yönelen ve yönelebilecek en önemli tehditler (ayrılıkçı terör, bağımsız Kürt devleti kurulma ihtimali, İran’a olası müdahile) söz konusu Orta Doğu’dan kaynaklanmaktadır. Ancak bölgede yaşanan belirsizlikler, ABD gibi Dünya siyasetinin belirleyicilerinin baskıları bu bölgede güvenlik modeli arayışlarının şimdilik erken olacağını göstermektedir. Bunun yanı sıra son zamanlarda uluslararası arenada yaşanan gerginlikler ve çatışmalar Türkiye’nin kuzey ve doğu bölgesinde güvenlik istikrarı sağlaması gerektiğinin sinyallerini vermektedir. Bu bölgede tesis edilecek uygun bir güvenlik işbirliği modeli Türkiye’nin yararına, olası işbirliklerinde Rusya faktörünü dışlayan veya “ona rağmen” tesis edilen bir güvenlik işbirliği ise ölü doğan bir bebek olacaktır. Elbette Türkiye’nin bir NATO üyesi ve ABD’nin bölgede önemli müttefiki olması, AB’ye tam üye olmak için müzakerelerin cereyan ettiği gerçekleri gözardı edilemez. Söz konusu bu gerçekler doğrultusunda Türkiye için en uygun bölgesel güvenlik işbirliği seçenekleri tartışılıp değerlendirilecektir. Ad ve Soyad: Burcu Çulhaoğlu Tebliğ Başlığı: Turk Siyasi Partilerinin Yunan-Turk Iliskilerindeki Rolu: 1999 Helsinki Zirvesi’nden sonra Ne Degisti? Tebliğ Özeti: Turkiye’ye Avrupa Birligi adayligi taniyan 1999 Helsinki Zirvesi’den sonra ozellikle Yunan-Turk iliskileri, Kibris sorunu ve Turkiye-Avrupa Birligi gibi genelleksel ‘hassas’ siyasi alanlarda Turkiye dis politikasinda onemli degisimlerin oldugu gozlenmistir. Bu calisma AB adayliginin Turkiye’deki siyasi partilerin eylem ve soylemleri uzerindeki etkisini, baska bir degisle “Turk siyasi partilerinin Yunan-Turk iliskilerindeki rolunu” 1999 koalisyon hukumeti (DSP-MHP-ANAP) ile 2002 tek-parti AKP hukumetinin temel TurkYunan anlasmazliklarina, yani Ege ve Kibris sorunlarina yaklasimlarini karsilastirmali olarak analiz etmeyi amaclamaktadir. Bu calismaya gore, Turkiye’de, temel milli konular uzerindeki kamuoyu baskisi, secim sistemlerindeki yuksek oy degiskenligi ve partilerdeki yuksek oy bolunmesi yuzunden Yurkiye’deki siyasi partiler secim bildirgelerinde dis politika ile ilgili kesin bir soylem belirtmemeyi tercih etmektedirler. Siyasi partilerin kamudaki Turk-Yunan iliskilerine dair soylemleri partinin hukumette veya mauhelefette olmasina gore degismektedir. Beklenildigi uzere, hukumetteki partinin siyasi yelpazedeki yeri dis siyaseti belirlemede yada da dis siyaset degisiminde onemli degildir, diger bir degisle partiler milli menfaatlerinde gerektirdigi gundemi takip etmektedirler. Diger yandan, tek-parti hukumetleri dis siyaset degisiminde koalisyon hukumetlerine gore daha aktif bir rol ustlenmektedirler. 1999 Helsinki Zirvesi sonrasi yasanan bu degisimi analiz edebilmek icin, siyasi partilerin parti programlari, hukumet programlari, secim bildirgeleri ve parti liderlerinin kamuoyundan yer alan bazi soylemleri (temel olarak Turkish Daily News olmak uzere, Turkiye’deki gazeteler) incelenecektir. Ad ve Soyad: Volkan Yılmaz Tebliğ Başlığı: TOKİ’nin Kurumsal Dönüşümü ve Neoliberalizm Bağlamında Türkiye’de Konut Politikaları Tebliğ Özeti: Bu tebliğ, Toplu Konut İdaresi (TOKİ) bağlamında Türkiye’de formel konut politikalarının 2000li yıllarda geçirdiği dönüşüm ve kurumsallaşmaya odaklanacaktır. Bilindiği gibi 1950lerden itibaren iç göç dalgalarıyla tetiklenen hızlı kentleşmeye rağmen, Türkiye’de kapsamlı bir konut politikası hiçbir zaman geliştirilememiştir. Yeniden dağıtımcı formel konut politikasının alternatifi olarak ortaya çıkan gecekondulaşma, yerel yönetimler eliyle ve hamilik temelinde ortaya çıkmıştır. Helin Özge Burkay’ın işaret ettiği gibi, 1980li yıllarla beraber devletin ve medyanın gecekondulaşmaya yaklaşımı olumsuz bir hal almıştır. Bu bağlamda, 1984 yılında TOKİ’nin ortaya çıktığını görmekteyiz. Fakat TOKİ’nin bugünkü görünürlüğü kazanması ve devletin konut piyasasındaki tek yetkili ve sorumlu kurumu haline gelmesi 2000li yıllardaki yasal değişikliklerle mümkün olmuştur. 2001 yılında Toplu Konut Fonu’nun kaldırılmasını takiben, 2003 yılında yapılan yasal değişikliklerle TOKİ’nin mali yapısı yeniden şekillendirilmiştir. TOKİ’nin devlet bütçesinden ve Toplu Konut Fonu’ndan gelen kaynakları kaldırılarak, kurum kar amaçlı projelere yönlendirilmiştir. Bu dönemde Arsa Ofisi ve Gecekondu ve Mesken Müdürlüğü tüm yetki ve sorumlulukları ile TOKİ’ye devredilmiştir. Konut piyasasında devletin yetki ve sorumluluklarının TOKİ’nin kurumsal şemsiyesi altında merkezileşmesine paralel olarak, TOKİ’nin mali olarak bürokrasi ve yerel yönetimlerden özerkleşmesi süreci nihayete erdirilmiştir. Bu bağlamda TOKİ’yi, David Harvey’nin yeni kentsel yönetişimin öngördüğü girişimciliğinin en önemli ayağı olarak işaret ettiği “kamu-özel sektör işbirliği” kavramı çerçevesinde incelenmesi mümkün bir kurum olarak görmek mümkün. Bu tebliğde yukarıda kısaca özetlenen TOKİ’nin geçirdiği kurumsal dönüşüm, neoliberalizmin sosyal politikaya etkileri bağlamında incelemeye tabi tutulacaktır. Tebliğ “devletin güvenilirliği ile özel sektörün verimliliğinin” buluşması olarak sunulan TOKİ’nin, neoliberal iktisat politikaları ile uyum içerisinde oluşan sosyal politika paradigmasının Türkiye’de kurumsallaşmasının bir örneği olarak değerlendirilebileceğini iddia etmektedir. Ad ve Soyad: Burcu Çıngay Tebliğ Başlığı: Küreselleşme Öncesi Türkiye’de Sınırötesi Etkileşimler ve Tüketim Toplumunun Oluşumu Tebliğ Özeti: Türkiye tarih yazımında, ekonomik politikalar açısından ithal ikameci olarak tanımlanan 1960-1980 arası dönem pek çok açıdan 1980 sonrası dönemden kopuk bir süreçmiş gibi incelenmektedir. Ekonomik çalışmalarda öncelik ithal ikamecilik ve kalkınma politkalarına verilirken, sosyo-politik çalışmalar yükselen sol hareket ve siyasi kutulaplaşma üzerine odaklanmıştır. Böylece, Türkiye tarihinde 1960-1980 arası sanki sonraki süreçten ayrı bir dönem gibi algılanır hale gelmiştir. Bu çalışmanın temel amacı, bu türden çizgisel tarih yazımına eleştirel yaklaşarak söz konusu dönemin ekonomik ve sosyal açıdan 1980 sonrası “liberal dönüşümü”nü hazırladığına dikkat çekmektir. Diğer bir deyişle bu dönem dünya kapitalist sistemine üretim ve tüketim kalıplarıyla entegrasyon açısından 1980 sonrasıyla devamlılık arz eden bir süreçtir. Bu bağlamda, bana göre 1960’lı ve 1970’li yılların ithal ikame dönemini, genellikle çalışmalarda atlanan kapitalist tüketim toplumunun oluşumu ve gelişimi bağlamında incelemek 1980 sonrası dönüşümünü daha anlaşılır kılacaktır. Bu noktada, Türkiye’de otomobil üretimi 1960’ların ve 1970’lerin üretim ve tüketim kalıplarını en iyi örnekleyen modellerden biridir. Şöyle ki, otomobil üretiminin ülke içine transferi ile üretim modelleri, teknolojileri, know-how, nitelikli işgücü ve diğer yan sanayi imkanları da transfer edilmiştir. Bunun yanısıra, İkinci Dünya Savaşı sonrası yüzünü batıya dönen ve karayolu taşımacılığına öncelik veren Türkiye’de, otomobil tüketimi ve otomobille kurulan yeni yaşamlar (otomobilleşme), üretimin yurt içine transferi ile kentli üst orta sınıflara yayılarak tüketim toplumunun gelişimine ivme kazandırmıştır. Bu bağlamda, bu çalışma, Türkiye’de otomobilleşmenin yayılmasını, sosyo-ekonomik dönüşümleri gündelik yaşam kültüründe değişikliklerle birleştiren bir perspektiften inceleme yöntemini kullanmıştır. Ad ve Soyad: Caner Sancaktar Tebliğ Başlığı: “Kosova’nın Bağımsızlığı: Uluslararası Hukukun Krizine Bir Örnek” Tebliğ Özeti: Tebliği üç alt başlıktan oluşmaktadır: (1) Uluslararası hukukun tanımı, (2) Kosova’nın bağımsızlık sürecinin uluslararası hukuka aykırılığı, (3) Uluslararası hukukun krizi ve krizin nedenleri. Bu üç alt başlık bağlamında yazılacak ve sunulacak olan tebliği çerçevesinde kısaca uluslararası hukukun tanımı yapılacak; Kosova’nın bağımsızlık süreci ve bu sürecin uluslararası hukuka aykırılığı açıklanacak ve nihayet uluslararası hukukun içinde bulunduğu krizin nedenleri analiz edilecek ve tartışmaya sunulacaktır. Ad ve Soyad: ÇİĞDEM SAĞIR Tebliğ Başlığı: Küreselleşme Çağında İslam ve Sekülerleşme Tartışmalarının Yeniden Analizi Tebliğ Özeti : Bu yazı genel olarak politik söylemde “İslam ve sekülerleşme” tartışmasının dinamiklerini analiz etmeyi amaçlıyor. Aydınlanma projesi ile birlikte kimliğini “modern” seküler terimlerle yeniden kuran “Batı” düşüncesi, bügün İslam’ın sekülerleşmesi tartışmalarında, yaygın/hakim Oryantalist özselci söylemi yeniden üretiyor. Samuel Huntington ve Bernard Lewis çizgisindeki bu yaklaşım, İslam’ı homojen bir unsur olarak ele alıyor ve buradan hareketle İslam’ın sekülerleşemez karakterine vurgu yapıyor. Bu yaklaşım, küreselleşmeyi homojen bir kutuplaşma olarak tanımlayan “medeniyetler çatışması” tezinin sekülerleşme bağlamında tartışılmasını yansıtıyor. Bu tartışma hakim bir “küreselleşme” mantığını yansıtır. Buna göre “evrensel” olarak kabul edilen değerler yanında “tikel” olarak kabul edilen “kültür” olarak adlandırılır. Bu yazının amacı, seküler dünya görüşünün İslamı fundamentalizm/köktencilik ve extremism/aşırıcılık ile tanımlayan bu homejenleştirici politik söylemsel çerçevenin dinamiklerini analiz etmeyi içeriyor. Bu çerçevede, İslamı kültürel bir yapı olarak tanımlayan liberal çokkültürcü söylemler eleştirel bir yaklaşımla ele alınacaktır. Bu paralelde, dini inanışın ve ideolojilerin homojen bir kültürel yapı olarak tanımlanamaz karakteri, Olivier Roy’un argumanları bağlamında tartışılacaktır. Ad ve Soyad: Demet Parlak Tebliğ Başlığı: 1978–1979 Ekonomik Krizinin Ücretli Emek ve Sermaye Üzerine Etkileri Tebliğ Özeti: Bu çalışmada öncelikle, 1971 askeri müdahalesinden sonra ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal bunalıma ek olarak özellikle 1970’lerin sonlarında yoğunlaşan iktisadi krizin iç ve dış dinamikleri neden ve sonuçlarıyla ele alınacaktır. İlk aşamada, göç oranının yükselmesi, şehir yaşantısına uygun olarak geliştirilen tüketim alışkanlıklarının değişmesi ve eğitim düzeyinin yükselmesi sonucunda bir ücretle geçimini sağlayan sınıfın nicel ve nitel gelişimiyle beraber çoğalan işçi hareketleri irdelenecektir. İkinci olarak, istikrarsız siyasi yapının palyatif önlemlerle sistemin içinde bulunduğu tıkanıklığı geçiştirmeye çalışması sonucunda etki alanı genişleyen krizin; üretim faktörleri olarak ifade edilen işçi sınıfı ve sermaye sınıfı üzerindeki yansımaları incelenecektir. Söz konusu ekonomik krizin sistemin artık değişimini gerekli kılması, İthal ikameci sanayileşme modelinin olanaklı kıldığı yüksek ücret ve adil sayılabilecek gelir dağılımını aksine çevirecek politikaları da beraberinde getirmiştir. Ürettiği artı değerden daha fazla pay almaya çalışan, dolayısıyla yüksek ücret talebinde bulunan örgütlü işçi sınıfı bu dönemde iş yasasının kendisine tanıdığı imkânlar doğrultusunda ücretlerin sınırlandırılması politikasını engellemeye çalışmıştır. Sermaye sınıfı ise dışa açılmak, döviz sorununa çözüm bulmak ve rekabet edebilmek için işgücünün değerinin düşürülmesinden yana tavır almıştır. Bu çalışmanın amacı ise, 1970’lerin sonlarındaki ekonomik, siyasi ve toplumsal bunalımın yoğunlaştırdığı emek-sermaye mücadelesinin nasıl yürütüldüğünü ve nasıl sonuçlandığını araştırmaktır. Ad ve Soyad:Duru ŞAHYAR AKDEMİR Tebliğ Başlığı: Laiklik ve İnsan Hakları Tebliğ Özeti: Laiklik kavram olarak ruhban sınıfına ait olmayan düşünce ve yaşam alanını tanımlamak için kullanılır. Bu anlamda değerlendirdiğimizde dünyada laik tutumlu bir din olması söz konusu değildir. Ancak buna rağmen her nedense toplumlar daima laiklik ve din arasında kalmakta, laiklik dinsizlik gibi anlaşılmaktadır. Oysaki bireysel bir kavram olan din ve toplumsal bir kavram olan laiklik hiçbir zaman karşı karşıya getirilmemesi gereken kavramlardır. İoanna Kuçuradi’ ye göre ‘ahlak sistemleri –ister dinle ilgili olsunlar, ister olmasınlar, hepsi- kişilere neyin iyi neyin kötü olduğunu, dolayısıyla yapılması-yapılmaması gerektiğini öğretmek, böylece de kişilerin başkaları ve kendileriyle ilişkilerinde değerlendirmelerini ve eylemlerini belirlemek isteyen bir grupta geçerli kılınmış norm bütünleridir. Laiklik ise herhangi bir ahlakta yer alabilecek ilkeler türünden bir ilke değildir. O, bir devlette hukuksal ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili bir ilkedir’. Hukuk oluşturmada insan haklarının belirleyici olmasının olmazsa olmazı ise laikliktir. Laiklik, hem farklı din ve inançlar arasında devletin tarafsızlığını öngörmesiyle toplumsal barışa katkıda bulunur, hem de siyaseti dünyevileştirerek onu somut sorunlar, çekişmeler ve uzlaşılar alanına taşır. Ad ve Soyad: Gülnur Elçik-Gülkızılca Yürür Tebliğ Başlığı: Biyolojik İkizlikten Toplumsal İkizliğe Tebliğ Özeti: Bilim insanları, kültürün ve biyolojik yapının bireyin ‘belirlenmesi” üzerindeki etkisini karşılaştırmalı olarak araştırmak için çeşitli yöntem arayışlarını hiç bırakmadı. çünkü bireyin biricikliğini hangi etkilerin belirlediği sorusunun cevabı, bireyi değiştirmek için de kullanılabilecek araçlara kapı açacaktı. Bu noktada beden, toplum, kişisel algı ve kararların etkileşimiyle biçim alan birey üzerine yöneltilecek asıl soru; bu etkileşim ağının saptanabilir akışlarının olup olmadığı sorusudur. İnsan benliğini biçimlendiren mekanizmaların işleyişini anlamak, özellikle genetik mühendisliğinin önemli bir üretim alanı haline geldiği zamanımızda, hatırı sayılır toplumsal iktidara hükmetmek anlamına gelebilir. Bu tip araştırmalarda, ilk bakışta insana "aynı kişiden iki tane" varmış izlenimi veren ikizler sıklıkla kullanılmaktadır. Özellikle, ayrı ortamlarda, farklı yaşam alışkanlıklarının takip edildiği kültürel çevrelerde yetişen ikizler, genetik kodun ve beden özelliklerinin bireyi ne derece belirlediğini tespit etmek için pek çok araştırmayla takip edilmiştir. Gerek biyolojik kodların ikizlerin karakterleri arasındaki yakınlığın incelenmesi açısından tıbbi bir çekim alanına girmesi, gerekse ikizlerdeki görüntü benzerliğinin bu yakınlığın bir beklentiye dönüşmesi nedeniyle sosyolojik bir takım tahlilleri devreye sokması; ikizliği tıbbi-sosyolojik bir inceleme alanına dahil ediyor. Sonuç olarak bu çalışma; ikizliğin sabit klişelere sıkıştırılarak anlatılan ve anlaşılan bir toplumsal olgu olduğundan yola çıkarak, ikizlerin bu kategorilere verdikleri tepkiyi, yani burada örülen etki-tepki ağlarını ele alacaktır . Biyolojik ikizliğe toplumsal bakışın ne derece tek tipleştirici, mistifiye edici ve dışlayıcı olduğunu tartışmak, toplumsal ikizliği çeşitli bileşenleriyle anlamak, başka aynı kılma ve bireysel farklılıkları dışlama mekanizmalarını anlamamızı da sağlayabilir. Ad ve Soyad: Emine Beyza Satoğlu Tebliğ Başlığı: Anadolu Kaplanları: Kayseri Örneği’nde Küresel Rekabete Esnek Uyum Tebliğ Özeti: Bu tebliğ öncelikle yeni dünya ekonomisine ve buna bağlı olarak ortaya çıkan uluslararası liberal piyasa modellerine yerelde verilen tepkileri ve adaptasyon sürecini dikkate alarak Türkiye İmalat Sanayii verileri üzerinden “Anadolu Kaplanları” olarak bilinen 1980 sonrası ihracata dayalı büyümede aşama kaydetmiş, sanayileşme yolunda ilerlemiş ve bölgesel bir dönüşüme yol açmış Anadolu illerini ve geçirdikleri dönüşümü incelemeyi amaçlamaktadır. İkinci olarak bu sunumda, küresel süreçlerle ilintili olarak ortaya çıkan Anadolu dönüşümünün sosyo-iktisadi ve kurumsal boyutları bahsedilen illerin tipik bir örneğini teşkil eden Kayseri üzerine yoğunlaşarak ele alınmaya çalışılmıştır. İstatistikî veriler ışığında; Denizli, Gaziantep, Kahramanmaraş, Kayseri, Konya ve Malatya olarak sınıflandırılan “Anadolu Kaplanları” özellikle imalat sanayiinin emek yoğun sektörlerinde, devlet desteğinden bağımsız, daha çok kendi dinamiklerine dayanan ve 1980 sonrası küresel liberal piyasa sistemine geçiş ile ortaya çıkan göreceli bir adaptasyon başarmışlardır. Bu eklemlenmede Anadolu’da yaygın Küçük ve Orta ölçekli işletmeciliğin ve aile firmalarının küresel dinamiklerle Esnek Üretim Modelleri ekseninde örtüşen yapısı dikkate değerdir. Kayseri imalat sanayi firmaları geleneksel toplumsal ilişki ağları ve kamusal, özel ve geleneksel kurumlardaki yerellik unsurları ile değişen rekabet koşullarına uyum sağlamışlardır. Ayrıca, Kayseri örneğinde yerel elitler arasındaki enformel ilişkilerin ve 1980 sonrası daha özerk bir yapı kazanan yerel yönetimlerin yerel ilişkilerdeki rollerinin esneklik unsurunu güçlendirici etkisi gözlemlenmiştir. Konu yerelin küresele olan eklemlenmesi ve geleneksel toplumlardaki sosyal ilişkilerin rekabetçi piyasa ekonomisinde iletişim ve dönüşüm ağlarını artırmadaki artan etkisini göstermektedir. Ad ve Soyad: Enes Eryılmaz Tebliğ Başlığı: David Hume’un Politikasında Yasaların Rolü Tebliğ Özeti: Yasalar, Hammurabi Kanunları’ndan bugüne kadar hep en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. Bazı insanlar hâkimiyetlerini devam ettirebilmek için yasaları kullanmıştır, başkaları da halka rağmen bazı imtiyazlar elde edebilmek için yasaları yürürlüğe koymuştur. Belki de, bazıları gerçekten insani nedenlerle yasa yapmayı istediler, fakat diğerleri baştan çıkarıcı ve korkunç eylemlerle kanunları yozlaştırdılar. Her halükârda, krallar, hükümdarlar ve diktatörler bir şekilde kalabalıklara hükmettiler. Modern zamanlara geldiğimizde ise, devrimlerin etkisi ile çok güçlü bir hukuk devleti söylemi beliriyor. İşte bu noktada Anglo-Saxon Geleneği’nde yasaların önemi üzerinde duran David Hume ile karşılaşıyoruz. Bu bildirinin amacı, Hume’un siyaset felsefesinde yasaların görevini araştırmaktır. Hume’un siyaset yazıları bu amaca uygun olarak incelendi. Birinci mesele, kanunların tabiatının ne olduğunu anlamak. İkinci bölümde ise esas soruna odaklanacağım: kanunların amaçlarının ne olduğu ve topluma ne kazandırdıkları üzerine. Sonuç olarak elde edilen bulgular ve genel ilkeler şunlardır: İnsan doğası kötüdür ve özellikle de siyasi alana girdiğinde daha kötüdür. Bunu önüne geçmek için yasalar yapılmalıdır. Fakat yasayı nasıl yapacağımız ciddi bir tartışma konusudur. Ancak Hume’a göre, bu problem çok sayıda deneme yanılma ile, tecrübe ile üstesinden gelinebilecektir. Her ne kadar bu bir güçlük olsa da, kanunların hiç olmadığı ve tamamen idarecinin başına buyruk davrandığı bir durumdan iyidir. Ayrıca, yasamadaki sorunların üstesinden gelmek için iki ayrı, ama birbirine denk yasama organı oluşturmalıyız. Kanunlar ile siyasi güç sınırlandığı zaman, özgürlük, güvenlik ve erdemli bir toplum için gerekli şartlar sağlanmış olur. Netice olarak hukuk, toplumun sürekliliği için ve politik alanda egemenlerin tahakkümünü engel olmak için vazgeçilmez bir önceliktir. Ad ve Soyad: Enis Memişoğlu Tebliğ Başlığı: “FIRLATILMIŞ MEDENİYET PROJESİ YA DA TEKNİK BİR SORUN OLARAK BERABER YAŞAMAK” Tebliğ Özeti: Batı’nın Yunan’dan itibaren hakikatini bulmaksızın onu bilmek adına öne sürdüğü bir yöntem ve teknik olarak devlet, en başından beri aradığı ve gerçekleştirmeyi ümit ettiği hakikatin ve Varlık’ın yerine ikame etmiştir. Aradığı hakikati önce hayat olarak doğru tanımlamasına rağmen, bu hayatı birlikte yaşama problemi olarak görmek yerine, birlikte yaşamanın temeli olan (ve herkes için aslında dışlanmadan gerçekleşebilecek olan) yaşam formlarını çıplaklaştırıp, toplumsal normlara hariç ve toplumdan gayri kılmayı tercih etmiştir. Ve şurası bir gerçek ki, eğer modern toplum bir proje olarak başladıysa, her ne kadar bu projenin temelinde ve gerisinde muhtelif düşünürler ve kanaat önderleri bulunsa da, bir tanesi var ki, onun projesi sadece teorik olarak temel oluşturmakla kalmayıp, fiili anlamda da insan hakları evrensel beyannamesini ve o temelde kurulan her anayasayı önceledi. Bu düşünür Kant’tan başkası değildi. Kant felsefesi, uygulanamazlığında ve açmazlarıyla modern toplumun yasalarının kurumsal işleyişine teorik olarak bir istisna oluştururken; pratik olarak da, teorisinin getirdiği açmazları, modern toplumların anayasalarının uygulanamadığı tıkanıklık noktalarında fiilen emsalleştirmiştir. Bu çerçevede, amacımız, modern devletin ontolojik anlamda sorunsallaştıramadığı “beraber yaşama” sorununun, Kant tarafından temeli atılan medeniyet projesi dahilinde ne ölçüde devam ettirilip ettirilmediğini iki örnek metni üzerinden anlamaya çalışmak olacaktır. Ad ve Soyad: Eren AĞIN Tebliğ Başlığı: Alternatif Medya: İmkânlar, Sorunlar ve Düşler Tebliğ Özeti: Alternatif medyaların kamuoyu oluşturma, toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi, suskunluk sarmalının kırılması, sistem karşıtı düşüncenin geliştirilmesi, kapitalist ve hiyerarşik ilişkilerin deşifre edilmesi, bağımsız ve özgür bir yayıncılığın oluşturulması gibi toplumsal işlevleri vardır. Bu noktada, alternatif medyaların örgün ve yaygın eğitimdeki eksikliklerin giderilmesinde, toplumsal kalkınmanın sağlanmasında, dünya ve ülke sorunlarına karşı bilinçli bireylerin yetiştirilmesinde, yetişkinlerin yaşamlarındaki yeni gereksinimlerin karşılanmasında dikkate değer bir konumda yer aldığı görülmüştür. Alternatif bir eğitim ve alternatif bir medya için her şeyden önce eleştirel ve özgür düşüncenin gelişimi gereklidir. Bu eleştirel düşünce, basın-yayın ve düşünce özgürlüğünden insan ve hayvan haklarına, ırkçılık-milliyetçilik karşıtlığından kadınların, işçilerin, öğrencilerin ve eşcinsellerin örgütlenme haklarına kadar uzayıp giden bir dizgeyi barındırmaktadır. Türkiye’de halen yayın hayatına devam eden farklı siyasi görüşteki 26 alternatif medyanın (gazete, dergi, radyo, internet medyaları) görüşlerine dayanarak alternatif medyaların yaşadığı sorunlardan mücadele biçimlerine dek uzanan bir tartışma zemini ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Ad ve Soyad: Erhan Akdemir Tebliğ Başlığı: 11 EYLÜL 2001 VE 11 MART 2004 TERÖRİST SALDIRILARININ ARDINDAN İSLAM’IN AVRUPA’DA ALGILANIŞI Tebliğ Özeti: Soğuk Savaş sonrasında uluslararası güvenliğin gündemi çevresel bozulma, organize suç, insan kaçakçılığı ve terörizmi de içeren bir dizi yeni tehdit tarafından doldurulmuştur. Klasik savunma yöntemlerinin kullanılması bu tehditlerle baş edebilmek için yeterli olmadığından, uluslararası politikanın aktörleri bu yeni tehditlerin yıkıcı etkilerine daha açık hale gelmişlerdir. Şimdiye kadar bir benzeri daha yaşanmamış olan 11 Eylül 2001 saldırıları ve 2004’te Madrid metrosunda gerçekleşen patlamalar ise, Avrupa Birliği (AB) karar alıcılarını tehdit algılamaları üzerinde yeniden düşünmeye zorlamıştır. Avrupa devletleri arasında Soğuk Savaş dönemi boyunca genellikle operasyonel stratejiler üzerine inşa edilmiş girişimler, bahsi geçen saldırıların ardından karmaşık ve çok çeşitlilik içeren hukuki bir zemine taşınmıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından AB’nin terörizmle mücadele politikası hukuki, ekonomik, diplomatik ve idari önlemleri içeren şiddetli bir değişim geçirmiş ve bu süreç Madrid saldırılarının ardından daha da hız kazanarak devam etmiştir. Günümüzde özellikle Amerika'daki 11 Eylül saldırılarının ardından, Batı-dışı dünyanın ve özellikle İslâm toplumlarının bir uluslararası terörizmi yayma merkezi olarak algılanması bu radikal düşünce tarzının iyice güçlenmesine de yol açmıştır. Ayrıca, Avrupa'nın bir refah adası olarak korunması kaygısı, Avrupa'daki radikal sağ hareketlerin AB politikalarını etkilemesindeki temel faktörlerden bir tanesi olmuştur. Hatta bu kaygı sadece AB bağlamında değil, AB üyesi ülkelerin kendi siyasal yelpazelerinin tümünü etkileyen bir duruma da gelmiştir. Bu çerçevede, "aşırılar"ın yanı sıra Avrupa sağının bütünü, AB fikrine, özellikle bu "yabancı", “İslamcı” ve "yozlaştırıcı" sızıntılara olanak tanıdığı gerekçesiyle yüklenmektedir. Irkçı dayanaklara sahip bu radikal sağ akımların sözcüleri, yabancı istilası karşısında Avrupa kültürünün kendini savunması gerektiğini de düşünmektedirler. Ad ve Soyad: Ertürk Demirel Tebliğ Başlığı: Bir Ağıtın Giriş Sözleri: Elveda Yasa! Tebliğ Özeti: Yasanın temel veya temelsizliği, varlikların sözle temsil edilmesi ve bireylerin yasakoyuculukla temsil edilmesi sorununa kadar izi sürülerek Hırant Dink vakası üzerinden epistemolojik ve ontolojik veçhelerle tartışılacaktır. Varlık olumsallıkla mamul, çoğul ve tikeldir, ama varolması için sınırlanması, bir forma kavuşturulması gerekir. Oysa söz belirlenimli, tümel ve tektir. Sözün varlığı temsil gücü, onun belirlenimsiz ve çoğul olanı tek bir göndermeye indirmesi veya indirgemesinden kaynaklanır. Aynı şekilde, tebanın çoğulluğu yasakoyucunun verdiği yargıyla tekleştirilir. Varlığın neliğinin sözün içinde yittiğini savunmak mümkün olduğu gibi, yasanın ötekileri dışlayarak tek yetke sahibi olduğu iddia edilebilir. İnsan sözü, epistemolojik görevini yerine getirebilmek için ontolojik olumsallığı feda ediyor olabilir. Dink'in güvercin metaforuyla ontolojik statüsünü feda etmesi de belki buna yorulabilir. Sözün temeli olan kavram görüngüleri bir yordam içinde birleştirir. Varlığı insanlar için görünür kılan da zaten adlandırılabilirliğidir. Yasanın tebayı adlandırması, onları çağırması da aynı yolla onları vatandaş kılar. Ama varlık aynı zamanda tikeldir, ki sözün ve yasanın tümelliği, evrenselliği, bahsi geçenlerin adlandırılamayan kısmını dışta bırakarak şiddet uygular. O zaman vatandaşları tek bir yargı etrafında birleştirmeyi amaçlayan yasanın temeliyle, görüngüleri tek bir kavram etrafında birleştirmeyi amaçlayan logosun temelinde şiddet ve meşruiyet sorunsalı vardır. Yasanın yasal olduğu nasıl meşrulaştırılabilir? Yasanın temeli gerekçelendirilebilir mi? Yasa ötekini olumsuzlar mı? Yaşa şiddetin ta kendisi, meşrulaştırılamayan bir baskı aracı olabilir mi? Daha da önemlisi, siyasetin agorasında konuşamayan ötekilerin sessizliğini dile getirebilir mi? Yoksa başka, ötekilerin suskunluğunu kendi temelsizliği olarak mı görmek zorundadır? Bu sunumda Plato, Aristotle, Kant, Wittgenstein ve Habermas göndermeleriyle bu sorulara cevap aranacaktır. Ad ve Soyad: Esin Gözükara Tebliğ Başlığı: Siyasi Arenadaki ‘Terazi’: Siyasetin Yargısallaşması Tebliğ Özeti: Bu makalenin temel amacı genel anlamda siyasetin yargısallaşması ve Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’nin demokratikleşme sürecine olan etkisini incelemektir. Makalede ileri sürülen temel argüman ise Türkiye’de politikanın yargısallaşmasının seküler ve muhafazakar olarak adlandırılan iki dünya görüşünün birbiriyle çatışması ile yakından ilişkili olduğudur. Bu iki dünya görüşü ya da modernite arasındaki gerginlik sosyolojik düzeyde gizil ve/veya açık bir şekilde bir süredir devam etmektedir. İşte bu politik atmosfer içinde, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi açıkça politik bir pozisyon almakta ve bu pozisyonun sınırları içinde hareket etmektedir. Elbette bu durum Türkiye’de demokrasinin konsolide olması sürecine her zaman katkıda bulunmayabilir. Yaygın olarak kabul edilen görüşe göre bir devletin anayasası o devletin en önemli belgesidir çünkü devletteki aktörlerin eylemlerine limit koymak için gerekli olan güç dengesi anayasada belirlenir. Dolayısıyla anayasalar doğaları gereği politiktir ve Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’nin siyasi yelpazesinde kendisine yer bulması da oldukça normal gözükmektedir. Yargının siyasi alana sıkça müdahale etmesi dünya çapında yükselen bir eğilimdir ancak Anayasa Mahkemesi’nin aktivizmi daha derin bir analizi zorunlu kılmaktadır. Makalenin ilk bölümünde ‘(siyasetin) yargısallaşması’ teriminin anlamı kısaca irdelenmeye çalışılacaktır. Bu açıklamadan ve Anayasa Mahkemesi hesaba katılmadan Türkiye’deki yargısallaşma sürecine değindikten sonra, makalenin ikinci bölümünde Türkiye’deki yargısallaşma sürecinin gerçek yapısını anlamak için Anayasa Mahkemesi’ni ve onun yapısını derinlikle incelemek yerinde olacaktır. Son bölümde ise, Anayasa Mahkemesinin parti kapatma kararları ve 367 kararından hareketle Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’deki demokratik konsolidasyon sürecine olan etkisine yönelik birkaç sonuç çıkarılmaya çalışılacaktır. Ad ve Soyad: Esra Kaya Tebliğ Başlığı: SOSYAL GÜVENCESİZLİK ÇAĞINDA GÜVENLİĞİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ Tebliğ Özeti: Küreselleşme olgusunun ortaya çıktığı ve yaşanmaya başlandığı 1970’lerle birlikte, güvenlik alanında yeni aktör ve arayışlar belirmiştir. Özellikle ulus devletin merkezi silahlı bürokrasinin karşısında bir güç olarak telakki edilen, özel askeri şirketler ve özel güvenlik şirketleri bu alanda yaşanan değişimin dikkat çekici iki öğesi olarak durmaktadır. Küresel ve bölgesel düzeyde yaşanan çatışma ve savaşlarda kullanılan paralı askerler ve özel ordular; modern ulus devlet formunun çözüldüğünü göstergeleyen unsurlar arasında sayılmaktadır. Gündelik yaşamı düzenleyen asayiş uygulamalarında etkisi ve sayısı artan özel koruma hizmetleri ise kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi politikalarıyla birlikte yorumlanmaktadır. Tıpkı eğitim, sağlık, ulaşım gibi yurttaş-devlet ilişkilerinin tanımlandığı temel hizmet kategorilerinde yaşanan hızlı dönüşüm gibi güvenlik alanı da büyük bir dönüşümün içinden geçmektedir. Yurttaş-devlet ilişkisini esas alan bir yaklaşım ve modelden, tüketici ve müşteri taleplerine/ihtiyaçlarına dayanan bir modele geçiş güvenlik uygulamalarının bütününe sirayet etmektedir. Bu tebliğde ise özel koruma ve güvenlik şirketleri temel alınarak güvenliğin özelleşmesi süreci ve piyasaların hakim aktör haline gelişi söylemsel düzeyde ele alınacaktır. Serbest piyasa ilişkilerinin ve iktisadi teşekküllerin asayiş alanında aktör haline gelmesini olumlu karşılayan yaklaşımlar irdelenecektir. Bu yaklaşımların kullanıldığı argümanlar ve dayanaklar aracılığı ile özel güvenliğin meşruluk kaynakları, iddia edilen açılımlar ortaya konulacaktır. Bu anlamda bahsi geçen yaklaşımlara rengini veren düzlem neo-liberal uygulamalar ve enstrümanlardır. Esneklik, kamunun yetersizliği yada eksiklikleri, yönetişim, yerellik/öznellik, sivil toplum, rekabet, demokratikleşme, küreselleşme ve onu çevreleyen zaruriyetler gibi bir dizi kavram güvenliğin özelleşmesi bağlamında dile getirilmektedir. Sonuç olarak bu tebliğ özel güvenliğin meşrulaşmasında kullanılan meşruluk kaynakları ve argümanlar aracılığıyla, özel güvenliğin güvenlik alanında yarattığı dönüşümün izini sürmeyi hedeflemektedir. Ad ve Soyad: Esra Yıldız Tebliğ Başlığı: 12 Mart Sonrası, “Kadınların Kapatılması” ve “Hapishane” Konularının Kadın Sanatçıların Çalışmalarında Sorunsallaştırılması Tebliğ Özeti: “12 Mart sonrası, kadınların kapatılması ve hapishane konularının kadın sanatçıların çalışmalarında sorunsallaştırılması” başlıklı bildiride, Nil Yalter’in La Roquette, Kadınlar Hapishanesi (La Roquette, Prison des Femmes, 1974), Gülsün Karamustafa’nın Duvarlar Örülürken (2003), Canan Şenol’un Bir Bardak Sıcak Şekerli Su (2002), Dök Asidi Haydar (2005) gibi kadın sanatçıların çalışmalarında, görsel düzlemde “kadınların kapatılması” ve “hapishane” konularının nasıl ele alındığının, kimlik ve toplumsal cinsiyet tartışmalarıyla bağlantılı olarak açıklanması amaçlanmaktadır. Foucault’nun kapatılma, iktidar mekanizmasında hapishanelerin yeri, iktidar odakları ve panoptikon üzerine görüşlerinden yola çıkılarak ve 12 Mart dönemi sonrasından günümüze Türk siyasal hayatında geçirilen değişimler paralelinde konunun kadın sanatçıların çalışmalarında nasıl irdelendiği üzerinde durulacaktır. Ad ve Soyad: Faruk TAŞKIN Tebliğ Başlığı: MERKEZİ TÜRKİYE KOLEJİ ve ETKİLERİ Tebliğ Özeti: Amerikan Board’ın Türkiye topraklarında açtığı üniversite düzeyindeki ilk kolej 1876 yılında Antep’te kurulan Merkezi Türkiye Koleji’dir. Kolej, bütün ırktan ve dinden insanlara açık olduğunu belirtmiştir. Kolejin, Ermeniler üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğu net olarak görülmektedir. Çünkü kolejde okutulan ders kitapları vasıtasıyla Ermeliler, Ermenice, Ermenistan tarihi ve coğrafyası ile Ermeni edebiyatını öğrenmekteydiler. Bu bölgede yaşayan Ermenilerin, Ermenice yerine Türkçe konuşmaları kolejin resmi dilinin Türkçe olmasına neden olmuştur. Ermeniler, kolej sayesinde dünyaya açılmışlar ve ayrıca Ermeniceyi de öğrenmişlerdir. Kolejden mezun olanlar Türkiye’nin yanı sıra Mısır, İngiltere, Almanya, İsviçre ve Amerika gibi birçok bölgelerde çalışmışlardır. Özellikle Osmanlı devletinin geri kaldığı sağlık ve eğitim alanlarında çalışmaları etkinliklerini daha da arttırmıştır. Mezunlar arasında doktor, eczacı, diş hekimi, avukat, mühendis, öğretmen, vaiz gibi mesleklere sahip insanlar bulunmaktaydı. Yine koleje değişik bölgelerden ve farklı etnik-dini yapıya sahip öğrencilerin gelmesi hem coğrafi açıdan hem de dinsel açıdan geniş bir yelpazeye ulaşmasını sağlamıştır. Kolej arazisinin Müslümanlar tarafından bağışlanması misyonerler için önemliydi. Çünkü bölge halkı tarafından kabul görmek yaptıklarının onaylanması anlamına gelmekteydi. Kolejden yetişen öğrenciler sayesinde bölgede birçok modern sağlık ve eğitim kuruluşları kurulmuştur. Kolejden mezun olanlar Maraş, Sivas, Antep, Kilis, Saimbeyli, Kessab, Halep, Gurun, Urfa, Siverek, Diyarbakır, Birecik, Mardin. Garmouch, Beytaş, Fartuslu, Adıyaman, Mersin, Suriye, Adana, Dörtyol, Talas, Nevşehir, Zeytun, Kahire vb. Ayrıca Antep kolejinin mezunları Londra, Kahire, Beyrut ve Almanya’nın farklı şehirlerinde de görev yapmışlardır. Misyonerler için ise Merkezi Türkiye Koleji, Harvard ve Yale Üniversitelerinin New England’da üstlendiği görevi Ortadoğu’da üstlenecekti. Ad ve Soyad: Feyzullah Yılmaz Tebliğ Başlığı: “Muhafazakâr” Siyaset & Liberal Entelektüel “İttifakı”: Atilla Yayla Üzerinden Bir Değerlendirme Tebliğ Özeti: Entelektüeller neden ve kim için düşünce ve fikir üretirler? Gramsci’ye göre, bir sosyal sınıfa “organik” bir şekilde bağlı olmak, entelektüellerin fikir ve düşünce üretmeleri için en önemli motivasyon aracıdır. Buna ilave olarak, her sosyal sınıf, kendi hegemonya mücadelesi çerçevesinde kendi organik entelektüellerini yaratmalı ve geliştirmelidir, çünkü organik entelektüeller, o sosyal sınıfın hegemonik düzenine karşı yöneltilen eleştirilere cevaplar üretirler ve aynı zamanda da o sosyal sınıfın ideolojisini geliştirirler. Türkiye’de son zamanlarda, bir siyasi parti (AKP) ile bir entelektüel grubu (Liberaller) arasında yaşanan ilişkilere yönelik olarak, yoğun tartışmalar yaşandı. 2002 yılında iktidara gelen ve muhafazakâr olarak kendisini tanımlayan bir siyasi parti, kendilerini liberal olarak tanımlayan entelektüeller tarafından açık bir şekilde desteklendi. Bu süreçte ortaya konan çalışmaların birçoğu bu ilişkiyi “ilginç” ve hatta “garip” buldu. Bu ilginçliği veya garipliği anlayabilmek ve açıklayabilmek için farklı açıklama modelleri geliştirilmeye çalışıldı, fakat kanaatimizce bu açıklama modelleri bizim meseleyi anlayabilmemizi sağlayabilmekten ziyade, bizi onun kökenlerinden uzaklaştırmaya yaradı. Bu çalışmada ise, önceki bakış açılarından farklı olarak, bu ilişkiyi açıklamada Gramscian bir bakış açısı, özellikle “organik entelektüel” kavramı çerçevesinde, kullanılacaktır. Ampirik kaynak olarak ise önemli bir liberal entelektüelin, Prof. Dr. Atilla Yayla’nın, muhafazakâr olarak bilinen bir ulusal gazetede, Zaman Gazetesi, 2002 yılından bu yana yayınlanan makaleleri kullanılacaktır. Çalışmanın temel sorunsalı, muhafazakâr bir siyasi partiye, liberal entelektüeller tarafından yapılan bu desteğin arkasındaki etkenlerin neler olduğu ve bu desteğin nasıl ve neden gerçekleştiğidir. Ad ve Soyad: Fulya Gökcan Tebliğ Başlığı: Avrupalılaşma sürecinde Türkiye’de sivil-asker ilişkileri Tebliğ Özeti: Askerin Türk siyasetindeki etkin rolü, Türk demokrasisinin pekişmesi adına bir tehdit olarak algılanmaktadır. Sivil- Asker ilişkilerinin bu problemli doğası Avrupa Birliği tarafından da sıkılıkla eleştirilmiştir. Mevcut durum, güvenlik sektörünün demokratik denetimini vurgulayan Copenhagen Kriterleri’ne de ters düşmektedir. AB tarafından yöneltilen bu eleştiriler ışığında, sivil- asker ilişkilerini şekillendiren bir takım yapısal ve yasal reformlar gerçekleştirilmiştir. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde bu reform süreci hız kazanmıştır. Bu çalışma kapsamında, AB’ne uyum çerçevesinde ve AKP hükümeti döneminde artarak gerçekleştirilen reformların mevcut sivil-asker ilişkilerine etkileri araştırılacaktır. Bu araştırma kapsamında şu sorulara yanıtlar aranmaktadır: •AB destekli reform süreci Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli konulardaki söylemini nasıl etkilemiştir. •Reform süreci çerçevesinde, sivil- asker ilişkilerinde bir normalleşme sürecine girilmiş midir? •AB’ne uyum sürecinde gerçekleştirilen yapısal reformlar ile askerin tavırsal değişimi arasında bir bağ kurulabilmiş midir? Söz konusu meselelerin ışığında, bu araştırmanın amacı; 2002 sonrası dönemdeki sivil-asker ilişkilerinin doğası hakkında kapsamlı bir değerlendirmede bulunmaktır. Ulaşılması planlanan sonuç, Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinde gerçekleştirilen yapısal ve hukuki değişikliklerin; demokratik pekişmeyi ve ordunun demokratik yönetimini sağlayacak bir davranışsal değişimi sağlayıp sağlayamayacağını anlamaktır. Ad ve Soyad: YONCA GÜNEŞ YÜCEL Tebliğ Başlığı: GÜNDELİK HAYAT: ÇALIŞ(MAK), OFF’LAMADAN, PUFLAMADAN! Tebliğ Özeti: Gündelik hayat kavramının modern kapitalist dönemle birlikte tanımlanması ve kavramsal olarak sosyal bilimler literatüründe yer alması başlı başına tarih kuramına ilişkin alternatif bir değerlendirmeyi dikkate almamızı sağlamaktadır. Gündelik hayatın, sosyo ekonomik etkinliğinde üretici olan çalışanların mekân ve zaman ilişkisinin neresinde durduğu önem taşımaktadır? Modern kapitalizm, insanı tarihe küstürerek, şimdinin geçmişini ve geleceğini manipülatif bir şekilde üretmektedir. Gündeliklik, zaman tanımlamasını kapitalizmin getirdikleri ile yapılandırmıştır. Modern olanın seküler ve ilerlemeci gelişimi zamanı döngüsel bir süreçten birikimsel bir sürece taşımıştır. Gündelik hayatın sanayi öncesi toplumlarda doğal döngülerle düzeni ya da tekrarı, sanayileşme sonrası işgücünün verimine ve ölçülebilirliğine ilişkin tekrarına ve düzenlenmesine evrilmiştir. Günler, haftalar, aylar, iş günleri, iş takvimleri olarak işbölümü ve üretim kapasitesine, ölçeğine yönelik planlı ve programlanmış seyir ile hareket etmektedir. İş zamanı, çay zamanı, boş zaman, tatil zamanı gibi özerk kültür haline getirilen çok zamanlı ve programlı bir gündelik yaşam söz konusudur. Bu bildiri gündelik hayatın üreticisi ve tüketicisi olan çalışanların, kapitalizmin gündelik hayata ivme kazandıran etki alanında sınıf kimliğini, farklılaşma eğilimlerini üretim sürecinin dışında “boş zaman” üzerinde nasıl yapılandırdığı irdelemeyi amaçlamaktadır. Konumuzu şekillendirecek sorgulamalar, gündelik yaşamın, çalışma kavramı ile olan ilişkisindeki ücretlendirme, toplumsal konum, sınıf bilinci gibi argümanlarla, kişinin kendisine kalan zaman olan “boş zamanın” oluşmasında nasıl hızlı ve sistemli bilgi üretmesidir? Boş zaman, emek ve tüketim alanlarının çakışığının sosyolojik analizini yapmaya açık mıdır? Sonuç olarak serveti oluşturan çalışma zamanı, serveti koruyan ya da iradi, tercihi bir alan olan “boş zaman” sanrısı toplumsal denetime ilişkin önemli sorunlardan biri olmaktadır. Ad ve Soyad: Hakan M. Kiriş Tebliğ Başlığı: Post – Demirel Dönemde Isparta Özeli Üzerine Bir Değerlendirme Tebliğ Özeti: Türkiye’de siyasal liderler ile onların memleketleri ve genellikle seçim bölgeleri arasındaki ilişki karşılıklı etkileşime dayanmaktadır. Bu kapsamda lider, genellikle kamu politika ve uygulamaları üzerinde etkili olarak kendi seçim bölgesini koruma ve kollamaya özen gösterirken ilgili yöre seçmeni de, hemşehrilik bağları yanında lidere sahip çıkmakla, alacağı hizmetin miktarı ve kalitesinde artış sağlayacağını düşünmektedir. Lidere odaklı siyaset anlayışının etkin olduğu Türk siyasal hayatında Aydınlı Menderes, Manisalı Bayar, Malatyalı İnönü ve Özal, Rizeli Yılmaz gibi örnekler arasından şüphesiz önde gelenlerden biri hatta ilki Ispartalı Demirel’dir. Demirel bilindiği gibi, 1965’ten günümüze uzanan süreçte ülkedeki siyasal olayları yönlendirebilmiş ve böylelikle (iktidardan) altı defa gidip (iktidara) yedi defa gelmeyi bilmiştir. Kırk yılı aşkın söz konusu bu dönemde Demirel bir yandan ülke genelini şekillendirirken diğer yandan memleketi ve seçim bölgesi olan Isparta üzerinde söz sahibi olmuştur. Isparta seçmeni de Demirel’i aktif siyasal hayatı boyunca büyük oranlarla desteklemiştir. Bu bağlamda Demirel – Isparta etkileşimi, Türkiye’de alışıldık bir durum olan lider memleketi olgusunu en belirgin şekliyle ortaya koymaktadır. Avantajları ve dezavantajları ile Demirel, Isparta siyaseti, ekonomisi ve toplumsal hayatı üzerinde etkili olmuştur. Bugün de Isparta denince, Demirel’in memleketi karşılığını duymak şaşırtıcı değildir. Bu bakımdan bildiri, Isparta yerelinde Demirel öncesi, Demirelli yıllar ve Demirel sonrası dönemi değerlendirme çabasında olacaktır. Ad ve Soyad: Hasan S Vural Tebliğ Başlığı: Din Özgürlüğü Laikliğin Neresinde? Tebliğ Özeti: Din özgürlüğü 19. yüzyıl siyasal reformlarından bu yana Türkiye’de anayasal haklar katalogunda yer verilen haklardan biridir. Bu tebliğde din özgürlüğüne ilişkin anayasal güvencenin hukuk ve siyaset kavramlarıyla bir tartışmasını sunacağım. İçtihatta ve ana akım doktrinde hakim olduğu görülen anlayışa göre din özgürlüğü özünde bir laiklik meselesinden ibarettir ve din özgürlüğünün güvencesi laikliktir. Ben bu tezin bir eleştirisi ile şunu savunacağım: Bu anlayış, din özgürlüğünü tamamı ile kavramaya ve ciddi bir güvence getirmeye müsait değildir. Dahası, anayasada zaten mevcut olan güvence hükümlerinin hakkını vermeye yetecek yeterlilikte bile değildir. Bir temel hak olarak din özgürlüğü, öz ve biçim yönünden, laiklik teriminin çok sayıdaki kavramlarından hiçbiri ile ihata edilemez ve anayasacılığın evrensel ilkelerinin gereklerini karşılayacak düzeyde ciddi bir güvenceye kavuşturulamaz. Anayasalarda ve anayasamızda bir temel hak olarak ayrıca düzenlenmiş olması da bu yüzdendir; bu nedenle, ilgili temel hak kuralını ciddiye almak gerekir. Ad ve Soyad: Hasret Dikici Bilgin Tebliğ Başlığı: Parti Sisteminin Düşündürdükleri Tebliğ Özeti: Bu çalışma Türkiye’nin parti sistemindeki dönüşümleri ve bu dönüşümlerde rol oynayan dinamikleri incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışma parti sisteminin özelliklerinin zaman içinde nasıl değiştiğinin incelenmesiyle başlamaktadır. Sonrasında parti sistemine hakim olan oy kayganlığı ve istikrarsızlığın nedenleri ve tarihi kökleri üzerinde durulmaktadır. Ad ve Soyad: Kaan GAYTANCIOĞLU Tebliğ Başlığı: Çok Partili Siyasi Hayata Geçiş ve Demokrat Parti Tebliğ Özeti: Cumhuriyet’in ilanından sonra ilki 1924’te, ikincisi 1930’da tecrübe edilmiş Çok Partili Siyasi Hayat, kısa sürede başarısız olmuştur. Demokratik rejimlerin galibiyeti ile sona eren İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye, tekrar Çok Partili Siyasi Hayat’a geçiş için karar almıştır. Bu kararı takiben CHP’den ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardır. Kısa sürede halkın desteğini arkasına alan Demokrat Parti, 1950 genel seçimleri sonunda iktidara gelmiştir. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes ise Başbakan olmuştur. İktidarın ilk yılları, İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılmayan altın ve döviz stokları ile Marshall yardımlarının da etkisiyle ekonomik anlamda ferahlama ve ilerleme dönemi olmuştur. DP, 1954 seçimlerinden oylarını arttırarak çıkmıştır. Bu dönemde artan ekonomik bunalım, DP’nin muhalefete karşı sertleşmesine yol açmıştır. DP, bu dönemde basın, yargı ve üniversiteler üzerinde çok yoğun bir baskı uygulamasına rağmen 1957 genel seçimlerini de iktidar partisi olarak kazanmıştır. 1958 yılında ‘4 Ağustos Kararları’ olarak bilinen ve bir devalüasyonu içeren ekonomik önlemler, ülkede sıkıntıların daha da artmasına neden olmuştur. Bu arada Vatan Cephesi’nin DP’nin himayesinde kurulması ve ülkede cepheleşmeye yol açması, halk arasında kargaşalara yol açmıştır. Ülke içindeki huzursuzluk, orduya sıçramış ve 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile TSK, yönetime el koymuştur. Ad ve Soyad: Koray Yılmaz Tebliğ Başlığı: Sınıf Mücadelesin Yükselen Ölçeği Olarak Yerel Tebliğ Özeti: Son yirmi, yirmi beş yıl sosyo-mekansal ilişkilerin yeniden ölçeklendirildiği bir döneme işaret etmektedir. Yeniden ölçeklendirme süreci bir yanıyla ulusal ölçekten, ulus üstü veya küresel ölçeğe doğru yaşanırken, diğer yandan bölgesel, yerel gibi ulus altı ölçeklerin de sosyo-mekansal süreçlerde daha önceki dönemlere göre öne çıktığı görülmektedir. Bu yeniden ölçeklendirme süreci, genellikle teknik ya da organizasyonel bir içerikle ya da analiz birimi olarak ulus devlet merkeze konarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ancak bu tarz yaklaşımlar yeniden ölçeklendirme sürecinin politik-sınıfsal boyutunu ihmal eder niteliktedir. Bu nedenle, bu sunuşta günümüzde önemi giderek artan yerel ölçek, sınıfsal içeriği ile anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede, günümüzde öne çıktığı biçimiyle yerel ölçeğin, kalkınma ve demokratikleşme söyleminin ötesinde, sermayenin yeniden ölçeklendirme siyaseti bağlamında anlaşılması gerektiği üzerinde durulacaktır. Sermayenin bu ölçek siyasetinin, sınıf mücadelesi açısından emek üzerindeki olası sonuçlarına odaklanılacak, bu sonuçlar, “emeğin ekonomik olarak baskılanması” ve “emeğin ideolojik olarak baskılanması” olarak ortaya konacaktır. Bu çerçevede, bu sunuşta amaçlanan sermayenin ölçek siyasetinin sınıf mücadelesi açısından anlamını, sürecin emek üzerindeki etkilerine işaret ederek anlamaya çalışmak olacaktır. Ad ve Soyad: MEHTAP TANAR Tebliğ Başlığı: Diaspora ve Diaspora Ulusçuluğu: Ermeni Örneği Tebliğ Özeti: Dünyayı uzun sürede "dengede" olduğu bir dönem olan soğuk savaşın 1980'lerle birlikte giderek yumuşamaya başlaması aslında pek çok coğrafya da dondurulmuş birçok sorunun ortaya çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Buzları çözülmeye başlayan bu sorunların içerisinde mikro ulusçuluklar önemli bir yer tutmaktadır. Ulusçuluğun bir sonucu olarak ortaya çıkan diasporalar ve diaspora ulusçuluğunu da mikro ulusçuluklar kategorisine koyacak olursak, 1980lerden sonra bu konudaki akademik çalışmaların belirgin bir biçimde artması şaşırtıcı değildir. Söz konusu çalışmalarda genel olarak “diaspora” kavramsal ve anlamsal bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmış; bir topluluğu diaspora olarak tanımlamak için ne gibi özellikleri taşıması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ancak bu özellikler Yahudi deneyimlerinin etkisini taşımaktadır ve hemen belirtmek gerekir ki ulusçuluk söz konusu olduğunda asgari müşterek özelliklerden bahsetmek olanaksızdır ve her ulusçuluk kendine özgü özellikler taşımaktadır. Bu durumu göz önünde bulundurarak, tebliğimde, bir topluluğun diaspora olarak nitelendirilebilmesi için taşıması gerekli olduğu söylenen özelliklere değinerek oluşturulacak kavramsal çerçevenin sınırlarının, spesifik olarak Ermeni deneyimleri tarafından nasıl şekillendirildiği üzerinde durulacaktır. Sonrasında ise makro düzeydeki Ermeni ulusçuluğundan farklı olarak Ermeni diaspora ulusçuluğunun taşıdığı özelliklere teorik düzeyde değinilecektir. Ad ve Soyad: METE BURAK SÖNMEZ Tebliğ Başlığı: “Sosyal Belediyecilik”: Bir Kavramın Tekâmülü Tebliğ Özeti: Sosyal politika, bilimler sistematiği içinde ortaya çıkışı yakın zamanlara rastlayan yeni bir bilim dalıdır. Bu yeni bilim dalının Türkiye’deki uygulanmasında yetkili kamu yönetim birimi, merkezi idaredir. Bununla birlikte merkezi hükümetin yerel düzeydeki sosyal politikalarının etkinliği, yerel yönetimlerin dolaylı-dolaysız desteği ile elde edilebilmektedir. Yerel yönetimlerin, halkın sosyal ihtiyaçlarını yerinde ve doğru olarak belirlemede ve bu ihtiyaçları doğrudan karşılamada merkezi yönetimlere göre daha avantajlı bir konumda olduğu söylenebilir. Sosyal politika aktörü olarak devleti kabul etmek, sosyal devlet ve sosyal politika kavramlarına yapılan tanımlarla yakınan ilgilidir. Makro perspektifiyle ele alınan sosyal politika, zenginlerden fakirlere kaynak dağılımında yani sosyal adaletin tesisinde gelirin yeniden dağılımına yönelik hükümet (devlet) politikalarıdır. Merkezi hükümetler, sosyal alanda yerel yönetimlerle işbirliği yapmak suretiyle sosyal politikaların yaygınlaşmasına yardımcı olabilmektedirler. Merkezi ve yerel sosyal politikaların birlikte değerlendirilmesi ile başta yerel yönetimler olmak üzere yerel STK’lar, özellikle sosyal politikaların gayri maddi alanlarında ve özellikle sosyal hizmet faaliyetlerinde aktif bir pozisyon alabilirler. Yerel sosyal politika, mahalli düzeyde yöre sakinlerinin ve STK’ların beceri ve kaynaklarından yararlanılarak, sosyal hayatın ve gücünün, yerel ekonomik ve sosyal gelişmeyle desteklenmesini öngören sosyal politikalardır. Burada, yerel yönetimlere sosyal alanlardan planlama, düzenleme ve uygulama fonksiyonu yükleyen bir yaklaşım söz konusudur. Yerel yönetimler, sosyal konut, sosyal yardım, sosyal hizmetler, sosyal danışmanlık, istihdam, yoksulluğun giderilmesi, sağlık, eğitim ve çevrenin korunması gibi değişik sosyal alanlara ve özellikle dezavantajlı sosyal gruplara yönelik programlar hazırlamakta ve uygulamaya koymaktadır. Sosyal politikaları yerel düzeyde başarı ile uygulayan belediyeler, sosyal devlet anlayışının yerel yansıması olarak “sosyal belediye” ismini almaya haz kazanmaktadırlar. Ad ve Soyad:FIRAT MOLLAER Tebliğ Başlığı: Muhayyileyi Milliyetçiliğe Kaptırmamak Tebliğ Özeti: Son yıllarda -özellikle Hrant Dink'in öldürülmesinden itibaren- geliştirilen milliyetçilik eleştirisinin sahip olduğu post-yapısalcı renk, milliyetçiliğin gücünün anlaşılmasının önünde bir engel teşkil ettiği için, milliyetçiliğin eleştirisi konusunda da belli zaaflar içermektedir. Liberal solun post-yapısalcı yanılgısı olarak da formüle edebileceğimiz bu zaaflar (ki anti-milliyetçilik son dönemde "liberal sol" olarak tanımlanan bir akımın ayıredici özelliği haline gelmiştir), a) politikada tahayyül ve kolektif tahayyülün önemi, b) mekânın politik bilincin oluşumunda oynadığı rol, c) yerel(ci) politikanın potansiyel gücü ve d) daha iyi kolektif topluluklar oluşturulabileceği yönündeki politik inanca karşı kuşkucu yaklaşım olarak özetlenebilir. Bu zaafların zamanımızın akademik ruhu sayılabilecek postyapısalcılıkla bir ilişkisinin olduğu açıktır. Post-yapısalcılık ise tahayyül, mekân, yerel(ci) politika ve iyi topluluk konusundaki kuşkuları nedeniyle, alternatif topluluk tahayyülü (üretme) açısından üretken bir teorik saha değildir. Dahası tahayyülümüzü milliyetçiliğe kaptırmamak, milliyetçiliğin önerdiğinden daha iyi dayanışmalar tasarlayabilmekle olanaklıdır. Bu durumda, milliyetçilik ve onun eleştirisi bağlamında düşünürken, postyapısalcı yanılgılar üzerinde de kafa yormak gerekir. Ad ve Soyad: Özgür Deyanç Tebliğ Başlığı: Refakatsiz Sığınmacı Çocukların Türkiye’deki Durumu Tebliğ Özeti: Türkiye, 1995’ten bu yana Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne taraf ülkelerden biridir ve Türkiye bu sözleşme gereğince çocukların sivil, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara sahip olduğunu, hiçbir ayrım gözetmeksizin bu haklara saygı duyacağını ve güvence altına aldığını beyan etmiştir. Korunmaya muhtaç çocuk grupları içinde yeralan refakatsiz sığınmacı çocuklar da, sözleşme gereği, aynı haklara sahiptirler. Türkiye’de refakatsiz sığınma arayan çocukların korunmasıyla ilgili yasal düzenlemelere ve uygulamadaki eksikliklere dair yeterli bir çalışma olmaması ve son yıllarda artan çocuk başvuruları bu konunun araştırılma nedenlerinden biridir. Çalışmanın diğer amacı, Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin, refakatsiz sığınma arayan çocukların korunması ve desteklenmesine yönelik tavsiye kararları doğrultusunda, Türk mevzuatındaki ve uygulamadaki farkları belirleyerek konuya bir mercek tutmaktır. Ad ve Soyad: Özgür Taşkaya Tebliğ Başlığı: Refah Partisi’nin emperyalizm karşıtı ve ırkçı söylemleri Tebliğ Özeti: 12 Eylül darbesinden sonra 1983 yılında kurulan ve 1998 yılında kapatılana kadar Türkiye’de “Siyasal İslam”’ın en büyük temsilcisi konumunda bulunan Refah Partisi, faaliyette bulunduğu süre içerisinde emperyalizm-siyonizm karşıtı bir politika izlemiş ve bu politika çerçevesinde de parti ileri gelenleri ırkçı birtakım söylemlerde bulunmuşlardır. Bu çalışma özellikle parti lideri Necmettin Erbakan’ın konuşmalarının da incelenmesiyle Refah Partisi’nin emperyalizm karşıtlığının, ırkçı söylemler ile beraber, boyutunu ortaya koymayı ve bunun ne derece doğru olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Ad ve Soyad: Pınar Sayan Tebliğ Başlığı: 21. yy’da Türk Milliyetçiliği ve Sinema Tebliğ Özeti: Günümüzde milliyetçilik çalışmaları, küreselleşmenin ulus-devletler üzerindeki etkileri ve vatandaşlık üzerinde yoğunlaşır fakat son dönemde görünürlüğü oldukça artan bir başka alan da popüler kültürdür. Popüler kültür sadece milliyetçi söylemin yayıldığı değil; aynı zamanda da kurgulandığı bir alan haline gelmiştir. 21. yüzyılda teknoloji ve küreselleşmenin etkisiyle futbol, televizyon dizileri, kitaplar, internet siteleri, video klipler, sinema filmleri, reklamlar; hepsi milliyetçiliğin hem yayıldığı hem kurgulandığı birer alan haline gelmektedir. Bu çalışma kapsamında, bu geniş alan içerisinde sinema filmleri incelenecektir. Türkiye’de özellikle son on senede milliyetçi söylem kullanan sinema filmlerinin sayısı epeyce artmıştır. Bu filmler tek bir çeşit olmadığı gibi söylemleri de tek değildir. Bu çalışmanın amacı, milliyetçi olarak nitelendirilebilecek sinema filmlerini belirlemek ve gruplandırmak; filmlere söylem analizi yaparak milliyetçiliğin ideoloji olarak günümüzde nasıl kurgulandığını ve kaç çeşit milliyetçi söylem olduğunu ortaya çıkarmaktır. Milyonlarca insan tarafından takip edilmiş bu filmlerin toplumun milliyetçilik algısı üzerine önemli bir fikir verecekleri düşünülmektedir. Ad ve Soyad: PINAR TUZCU Tebliğ Başlığı: Avrupa’da Yükselen Sağ ve Göçmenler: Almanya Örneği Tebliğ Özeti: 1980’lerden bu yanan dünyada sağın yükselişine tanık olmaktayız. Öte yandan aynı dönem itibariyle, nüfus hareketliliğinin etkisini ve sonuçlarını gösterdiği 21. yüzyılda, “göçmen sorunu” olarak adlandırılan problemler demeti zaman zaman sokak çatışmalarına dönüşerek karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Avrupa hem “radikal” sağın yükselişine tanıklık ederken hem de “göçmen sorunu”nu güncel bir biçimde gündeminde tutmaktadır. Fransa ve Almanya gibi göçmen ülkeleri olarak bilinen Avrupa ülkeleri sadece sağın radikal bir çizgide ilerlemesiyle değil ama aynı zamanda tartışma yaratan yeni göç politikalarıyla dikkat çekmektedir. Özellikle Almanya Hıristiyan Partisinin iktidarından bu yana göçmenlere karşı geliştirilen yeni uygulamalarla dikkatleri üstüne çekmiştir. Bu çalışmada Almanya örneğiyle Avrupa’da sağın yükselişi göçmenler ve göçmen politikaları ekseninde ele alınacaktır. Aynı zamanda sağ mı radikalleşiyor ya da “radikal” sağ mı yükseliyor soruları ile göçmen ülkesi olduğunu ancak uzun yıllardan sonra kabul etmesi ile birlikte sağın da iktidarına tanıklık eden Almanya’da göçmen nüfus, milliyetçilik/faşizm, sağ ve radikal sağ gibi olguların birbirleriyle etkileşimleri ele alınacaktır. Ad ve Soyad: Şakir Dinçşahin Tebliğ Başlığı: İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Yahudiler Tebliğ Özeti: Türk toplumunda gayri-Müslim vatandaşların Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında işgal güçleri ile işbirliği yaptıklarına dair inanış geçmişten günümüze kadar gelmektedir. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Batı Anadolu’da Yunanistan’la işbirliği yapan Rumlar ya da Doğu Anadolu’da bir ulus-devlet kurmak isteyen Ermeniler söz konusu olduğunda bu inanışın tarihsel bir temeli olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye’de yaşayan Yahudiler söz konusu olduğunda herhangi bir ayrılma talebine ya da işgal güçleriyle işbirliği yaptıklarına rastlamak mümkün değildir. Buna rağmen Türk toplumu ve hükümetleri tüm gayri-Müslimlerle birlikte Yahudilere karşı da güvensizlik duymuşlardır. Gayri-Müslimlere karşı Türk toplumsal hafızanın yarattığı bu güvensizlik İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de azınlıklara karşı çeşitli “önlemler” alınmasına yol açmıştır. Varlık vergisi, Yirmi Kur’a İhtiyatları ve Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyaları tüm azınlıklara karşı uygulanan “önleyici tedbirler” arasında sayılabilir. Ancak bu çalışmada tek bir azınlık üzerinde durulacak, alınan “tedbirlerin” Türkiye Yahudileri üzerindeki etkileri incelenecektir. Ayrıca Nazi Almanya’sından Türkiye’ye ya da Türkiye üzerinden Filistin’e sığınmak isteyen Yahudi mültecilere karşı Türk hükümetlerinin izlediği siyaset de analiz edilecektir. Bu çerçevede Necdet Kent ve Selahattin Ülkümen gibi diplomatların görevli oldukları bölgelerdeki Yahudilere pasaport vererek Türkiye’ye sığınmalarını sağladıkları belirtilecektir. Ancak bu tutum bir hükümet politikası haline gelmemiştir. 1938 yılında vatandaş olmayan Yahudilerin Türkiye’ye girişlerini kısıtlayan yeni pasaport yasası kabul edilmiştir. Buna göre Türkiye’ye sığınmak isteyen Yahudilerden sadece ülkede ihtiyaç duyulan hekim, mühendis, eczacı ve profesörlerin gelmesine izin verilmiştir. 1941 yılında ise Yahudilerin Türkiye üzerinden transit geçişini sınırlandıran bir Bakanlar Kurulu Kararı alınmıştır. Bu karar doğrultusunda Yahudi mültecileri taşıyan Struma (1942) gemisi Türk karasularından uzaklaştırılmış ve 778 yolcusuyla Karadeniz’de batmıştır. İşte bu çalışmada, Türk toplumsal hafızasının azınlıklara karşı yarattığı güvensizliğin İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiyeli olan veya olmayan Yahudiler üzerindeki etkileri dönemin gazete ve dergilerinde çıkan yazılara, resmi arşivlerdeki evraklara, döneme tanıklık etmiş kişilerin anı ve biyografilerine referansla incelenecektir. Ad ve Soyad: F.Seda Kundakcı Tebliğ Başlığı: “Cumhuriyet Kadını” ve ”İslamcı Kadın”: İnternet Siteleri Üzerinden Bir Karşılaştırma Tebliğ Özeti: Toplumsal cinsiyet kavramı, kadın ve erkek arasındaki toplumsal, kültürel, ekonomik, politik davranış kalıplarının tanımlanması ve farklılıkların ifade edilmesi olarak tanımlanabilir. Aile ortamı ile başlayan toplumsal cinsiyetin kurgulandığı sürecin, en sistematik hali devlet kurumları içinde karşımıza çıkar. Devlet, kendi siyasi ideolojisi çerçevesinde ve bu ideolojiyi en çok simgesel özelliklerle gözler önüne serecek olan kadını şekillendirir. Bu bağlamda kadın, herhangi bir ideoloji veya devlet sistemi içinde araçsallaştırılır. Kadının siyasi ideolojinin simgelerinin taşıyıcısı ve aracı olmasını, hem Cumhuriyet ile hızlanan Türk modernleşmesinde, hem de 1970’ler sonrasında siyasallaşan İslam ideolojisinde görmek mümkündür. Türkiye’deki modernleşmeci aydınlar ve yönetimdeki seçkinler, Tanzimat’tan başlayarak kadın meselesini toplumsal modernleşme projesinin çok önemli bir unsuru olarak tartıştılar. Kadın toplumun geri kalmışlığının nedeni, çözülmesi gereken bir mesele olarak gündeme geldi. Terimleri ve çerçevesi çoğunlukla erkekler tarafından tanımlanan bu modernleşmeci zihniyet kadınları düzeltilmesi gereken bir sorun olarak ele aldı, toplumun geri kalmışlığını âdeta kadınların cehaletine bağladı. Muhafazakâr ya da ilerlemeci toplumsal projeler, politik simgelerini hep kadın bedenlerinde ve kendi politik hedeflerine göre kurguladıkları kadın kimlik ve imgelerinde ifade ettiler. Buradan hareketle makalede ataerkil yapının, çok zıt gibi görünen ideolojilerde bile ortak bir nokta olarak korunduğu düşüncesi savunulmaktadır. Bu kuramsal çerçeveye bağlı kalarak, makalede her iki ideolojik yaklaşımı karşılaştırmalı incelemek amacıyla 6 farklı internet sitesi seçilmiştir. İslamcı kadını temsilen ele alınan http://www.muslumankadin.com/, http://www.biriz.biz, http://www.esselam.net internet siteleri incelenmiştir. “Cumhuriyet kadını” tipini temsilen de www.kemalistler.net, www.kemalistdusunce.com, www.6okemalizm.com sitelerinde özellikle kadın konulu forumlar ele alınmıştır. Bu internet sitelerinin incelenmesinin nedeni, içerik açısından zengin bir malzeme sunmaları ve güncellenmeleridir. Ad ve Soyadı: Sibel Ercan Tebliğ Başlığı: Lozan Nüfus Mübadelesi’nin Yaşar Kemal’deki İz’i: ‘Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’ Tebliğ Özeti: Milletlerin ulus bilincini kazanmaya başlamasıyla imparatorluklar yıkılarak ulus-devlet olma sürecine girmiş, buna Osmanlı İmparatorluğu da eklemlenmiştir. 1923 Lozan Nüfus Mübadelesi, Türkiye ve Yunanistan’ın ulusal devlet olma yolunda uygulanan önemli bir tarihi olaydır. Bununla birlikte Mübadele, sadece siyasi bir olgu olarak kalmamış, iki ülkenin edebiyat ve sanat alanlarındaki eserlerine ‘farklı zaman’larda yansımıştır. Zamansal farklılık iki ülkedeki ‘imge’lerin oluşumunu da etkilemiş, özellikle edebiyatın bu imgelerin yaratılmasında / pekiştirilmesinde belirgin bir katkısı olmuştur. Bu doğrultudan yola çıkarak inceleyeceğimiz eser, Yaşar Kemal’in ‘Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’ adlı romanıdır. Eserde, Mübadele’nin ertesindeki ilk yıllar konu edilerek, bir Rum gençle Türk yüzbaşı arasında yaşananlar anlatılır. Kemal’in roman anlayışında toplum gerçekliğinin önemli bir yeri vardır. Bu doğrultuda yazar, hem siyasi / tarihi bir olgunun akislerinden dem vurmuş hem de kendi edebi yetkinliğinin belli başlı özelliklerini kullanmıştır. Bu noktada yazarın uzam olarak ‘ada’yı seçmesi de bir gösterge olarak düşünülebilir. Bununla birlikte Mübadele ise romanda salt belgesel nitelikli unsurlarla değil; mitsel, destansı öğelerle birlikte yoğrularak ele alınır. Sonuç olarak yazarın, toplumuza ait bir gerçekliği kendine has üslubuyla ele aldığını belirtebiliriz. Ad ve Soyad: Sinem GÖÇ Tebliğ Başlığı: Yükselen Pazar Ekonomilerinden Çin: Demokrasi Üzerine İnceleme Tebliğ Özeti: 21. yüzyılda değişen dünya düzeni içinde ortaya çıkan temel dinamikler; teknolojinin hızla gelişmesi, bilgi toplumunun güçlenmesi, ulusal ekonomi anlayışının zayıflaması, sınırların giderek ortadan kalkması, sermaye hareketlerinin ve uluslararası ticaretin artması ve hemen hemen her alanda liberal yaklaşımların benimsenmesidir. Ekonomiler bu değişim dinamiklerini sürdürülebilir kalkınma, maliyet indirme ve yeni endüstriyel alanlar yaratma hedeflerine yükselen pazar ekonomileriyle ulaşabilmektedirler. Yükselen Pazar Ekonomileri, ekonomilerini piyasa ekonomisi anlayışına göre yeniden yapılandıran ve uluslararası ticaret, teknoloji transferi ve doğrudan yabancı sermaye yatırımı için imkan sağlayan ekonomilerdir. Global nüfusun yaklaşık ¾’ü yükselen pazar ekonomilerinde yaşamaktadır. Nüfus artış oranı gelişmiş ülkelere göre daha yüksektir. Bunlar hızlı büyüyen, mali piyasa denetimi başlangıç aşamasında, mali piyasaları dalgalı olan ve mali piyasa oyuncuları spekülatif hareket eden ekonomilerdir. Yükselen pazar ekonomilerinin ayırıcı özellikleri arasında devletin ekonomiye göreceli müdahalesi, demokratik siyasi yapı yetersizliği, siyasi istikrarsızlık ve bunun yanında hukuki ve yasal düzenlemelerde yoğun boşluklar, istismar ve kayırmacılık önemli noktalardır. Global rekabet yarışına bu gibi nedenlerle geride başlayan yükselen pazar ekonomilerinde tüketim talebinin yüksek olması gelişmiş ülke ekonomileri için çok cazip olmaktadırlar. Dünya Bankası sınıflandırmalarına göre en büyük beş yeni yükselen pazar ekonomisi Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya ve Rusya’dır. Bu bildiride yükselen pazar ekonomileri arasından ilk sıraya yerleşen Çin’in demokrasi anlayışı üzerine bir inceleme yapılacaktır. Ad ve Soyad: ŞULE YAYLACI Tebliğ Başlığı: Türkiye’de ordu ve islam ekseninde siyasal kültür ve demokratikleşme Tebliğ Özeti: Demokratikleşme çabası içinde olan toplumlarda demokratik ilerleme düzeyi ve başarısını açıklamak için iki ana akımdan söz edilebilir: rasyonel-tercih(rational-choice) ve siyasal kültür(political culture). Ekonomik determinist açıklamalarla hareket eden “rasyoneltercih”(rational-choice) akımının demokratik gelişimi tüm boyutlarıyla açıklamaktaki başarısızlığı, kültürel etmenlerin ve toplumda varolan demokratik değerlerin önemini vurgulayan siyasal kültür’ün demokrasi çalışmalarında bir etken olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Almond ve Verba(1963) ile başlayan, ve en son Ronald Inglehart’ın “World Values Survey” çalışmasıyla empirik sonuçlar doğuran siyasal kültür’ün demokratikleşme yolunda ciddi etkileri olduğu paylaşılan bir fikirdir. Örneğin, Türkiye’deki siyasal kültürün özellikleri hakkında önemli ipuçları veren Türkiye Değerler Araştırması’nın sonuçlarına göre de siyasal kültürün çok önemli bir unsuru olarak görülen “güven” konusunda ülkemizde ciddi bir sorun yaşanmaktadır. Bu çalışma, yapılan empirik çalışmalardan hareketle Türkiye’deki siyasal kültür’ün demokratikleşme yolundaki etkisini incelemeyi hedeflemektedir. Türkiye’deki siyasal kültür çalışmalarında İslam’ın demokrasi ile olan ilişkisi, uyumu bu bağlamda ciddi tartışma konusudur, ve önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Diğer taraftan, askerin siyasete müdahalesi ve insanların ordunun yeri hakkindaki fikirleri yine Türkiye için önem arz etmektedir. Siyasal kültür’e dair yapılan ölçümlerde, ordu ve Islam unsurlarının yansımasını tespit etmek amacıyla “insanların demokrasiye olan destek ve bağlılıkları” ve “siyasal özgürlük” kavramları iki ana başlığı oluşturmaktadır. Ayrica, sık sık tartışılan “Jakoben laiklik” kavramı da hem orduya hem İslam’a atıflar taşıdığı için siyasal kültür çerçevesinde tartışılması gereken önemli bir boyuttur. Her ne kadar ölçümlerde başlık olarak yer almasa da, İlter Turan’in vurguladığı gibi farklılıklara tahammül edemeyen ve seçkincilik anlayışının ağırlığı yönünde bulgular, nüfusun bir kısmının Jakoben yaklaşımlara sahip olduğunu göstermektedir. Bu sunumda, Ilter Turan’ın çizdiği çerçevede, empirik sonuçlar üzerinden siyasal kültür, ölçüm kriterleri ve bulgular; ordu, İslam ve Jakobenism çerçevesinde değerlendirelecektir. Sunumun temel argümanı ise, Türkiye’de tam anlamıyla yerleşmeyen demokrasinin ciddi ölçüde siyasal demokratik kültür’den etkilendiğidir. Ancak bu etkinin ekonomik etmenlerin önüne geçtiğini söyleyebilmenin mevcut bulgularla pek mümkün olmadığı da bir gerçektir. Ad ve Soyad: Tuğcan Durmuşlar Tebliğ Başlığı: Dış Politikaların Avrupalılaşması: AB Koşulluluğu ve Türk Dış Politikası Örneği Tebliğ Özeti: Avrupalılaşma kavramı 1980’lerden itibaren Avrupa Çalışmaları literatüründe artan bir şekilde kullanılmaya başlanmış, Avrupa Birliği bütünleşmesinin üye ve aday ülkelerin ulusal politikaları üzerindeki etkilerini açıklayan kuramsal bir yaklaşımdır. Dış politika alanında Avrupalılaşma ise, ulusal dış politikaların oluşturulma ve yürütülme şekillerindeki dönüşüm ve Avrupa siyasa yapımı sisteminden kaynaklanan norm ve beklentilerin sosyalizasyon yoluyla içselleştirilmesi süreci olarak değerlendirilmektedir. Türk dış politikasının Avrupalılaşması örneğinde ise, Türkiye’nin mevcut adaylık konumu ve üye ülkelerin aksine Birliğin karar alma mekanizmalarında yer almayışı dış politika alanında AB koşulluluk politikasının ödül ve ceza anlayışı çerçevesinde yukarıdan aşağıya bir şekilde uygulanmasını beraberinde getirmektedir. Bu çalışmada, Türk dış politikasının Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının ilan edildiği 1999 yılından bu yana AB ekseninde bir dönüşüm gösterdiği iddia edilmektedir. Bu kapsamda çalışmanın amacı, Türk dış politikasında adaylık konumunun elde edilmesi ile başlayan son dönemdeki dönüşümü Avrupalılaşma kavramı çerçevesinde ve neden-sonuç ilişkisi içinde incelemektir. Çalışmanın ilk bölümünde Avrupalılaşma kavramı, işleyiş mekanizmaları ve yöntemleri üzerinde durulacaktır. Ardından ulusal dış politikaların Avrupalılaşması incelenecek ve Avrupa Birliği’nin aday ülkelerdeki ulusal değişimi teşvikinde en temel araç olarak kullandığı koşulluluk politikası irdelenecektir. Son olarak ise, Türk dış politikasında adaylık sürecinde görülen ideolojik ve kurumsal değişim ile siyasa çıktılarındaki dönüşüm analiz edilerek nasıl ve ne şekilde bir değişimin söz konusu olduğu belirlenmeye çalışılacaktır. Ad ve Soyad: Tuncay Bilecen Tebliğ Başlığı: Radikal Kuram(lar) Liberal Demokrasinin Meşruiyet Krizine Çare Olabilir Mi? Tebliğ Özeti: Kökü Eski Yunan’a kadar uzanan demokrasi kavramı, o günlerde yüklendiği olumsuz anlamı terk edeli neredeyse iki yüz yıl oldu. “Modernitenin moda kıyafeti olan demokrasi,” küreselleşme süreci ile birlikte etki alanını genişletirken liberal kuram çerçevesinde ele alınma eğiliminin de baskın olduğu görülmektedir. Böylece soğuk savaş döneminin demokrasi söylemleri tekrar gözden geçirilmekte, hâlâ bir konsensüs sağlamayan demokrasi tanımlarında, liberal demokrasi bağlamındaki tanım arayışları ağırlık kazanmaktadır. Zygmunt Bauman’ın deyimiyle, liberalizm bugün basit bir “alternatifi yok” amentüsüne indirgenmiştir. Bu tür bir argüman, yıllardır süren neoliberal hegemonyanın sonucunda tesis edilen ideolojik zemini, sorgulamadan kabul eder ve koşullara bağlı bir durumu tarihsel bir zorunluluğa dönüştürür. Buna göre, neoliberalizm mükemmellikten uzak olabilir, ama mümkün olan tek sistemdir. Kapitalizmin alternatifsizliği varsayımının bir diğer özelliği ise, geleceğe yönelik iyimserliğinde yatmaktadır. Oysa küreselleşme süreci ile birlikte liberal demokrasi ideali ile bugün yaşadığımız biçimi arasındaki mesafe azalacağına artmaktadır. Günümüzde demokratik değerler açısından önemli bir sorun olarak görülen; toplumun geniş kesimlerinin siyasal süreçlerden dışlanması, yurttaşların siyasete olan ilgisinin azalması, katılımın düşmesi, siyasetin uzmanlık gerektiren teknik bir faaliyete dönüşmesi, medyanın sermayenin güdümündeki yanlı yayınlarının toplumsal sorunlara özgürce tartışılabilmesinin engellemesi gibi eğilimler neoliberal politikaların egemenliğini korumasının temel koşulu olarak ortaya çıkmaktadır. Soyut vatandaş ve parçalanmış birey temelli ve siyaseti sadece çıkar grupları ve partiler yoluyla temsil edilmesine indirgenmiş geleneksel liberal demokrasinin bir meşruiyet krizi sorunuyla karşı karşıya olduğu vurgusu son yıllarda sıkça yapılmaktadır. Bu tebliğde; liberal demokrasinin küreselleşme sürecinde yaşadığı meşruiyet krizine çare olmak üzere üretilen; “radikal demokrasi”, “katılımcı demokrasi”, “müzakereci demokrasi”, “cumhuriyetçi demokrasi” gibi açılımların söz konusu krize ne ölçüde çare olabileceği, demokrasi teorisi çerçevesinde ele alınacaktır. Ad ve Soyad : Ümit Akçay Tebliğ Başlığı: Kapitalizm ve Kurumları: Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi ve Devletin Kurumsal Dönüşümü Arasındaki Bağlantılar Tebliğ Özeti: Bu çalışmada son otuz yıla yakın bir süredir dünya genelinde yaşanan yeniden yapılanma sürecinin, özellikle Türkiye özelinde 2001 krizi sonrasında yoğunlaşan yapısal reformlar bağlamında devletin dönüşümü üzerinden irdelenmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla kavramsal olarak Marksist politik ekonomi yaklaşımı ile eleştirel kurumsalcılık arasında bir diyalog kurulması önerilecektir. Bu çerçevede öncelikle devletin kurumsal dönüşümü üzerine ana akım yaklaşımlardan farklılaşması ile öne çıkan ikinci dalga kurumsalcı yaklaşımın vurgularına yer verilecektir. Ardından bu yaklaşımın, kurumsal dönüşümün sürecini anlamaya çalışırken nasıl sorusu üzerinden hareket ettiği oranda, dönüşümün nedenlerinden çok mekanizmalarına eğilmesinin bir sonucu olarak ancak betimleyici düzeyde kalan açıklamaları nedeniyle eleştirilecek ve bu sorunun aşılması için alternatif bir çerçeve önerilecektir. Buna göre önerilen çerçeve, ikinci dalga kurumsalcı yaklaşımdan farklı olarak, öncelikle devletin kurumsal dönüşümü sürecinin gerisinde yatan temel dinamiklerinin açık hale getirilmesi zemininden hareket edilecektir. Ardından kurumsal dönüşüm sürecinin ancak kapitalist toplumsal ilişkilerin analizi açısından kritik olan sermaye birikim süreciyle ilişkilendirerek anlaşılabileceği ileri sürülmektedir. Bu bağlamda sermaye birikim süreci, teknik ve sadece iktisadi bir süreç olarak değil, yapısal ve kurumsal ilişkilere dayanan ve toplumsal aktörlerin mücadeleleriyle şekillenen bir süreç olarak tarif edilmektedir. Çalışmanın sonraki bölümünde ise böyle bir perspektiften bakılarak, Türkiye’de kapitalizmin gelişimi ve devletin kurumsal dönüşümü arasındaki bağlantılara işaret edilecektir. Bu bağlantılar ise, gerek kavramsal, gerekse DPT, Hazine ve Merkez Bankası gibi ekonomi bürokrasisinin temelini oluşturan kurumların dönüşümlerinden olgusal örnekler verilerek analiz edilecektir. Sonuçta kurumsal dönüşüm sürecinin nedenlerinin toplumsal sınıflar arası ve sınıf içi güç ilişkilerinde yaşanan bir dönüşüm sürecine paralel olarak geliştiği ileri sürülecektir. Ad ve Soyad: Ümit Kurt Tebliğ Başlığı: Kant’daki Aydınlama ve Özgürlük Kavramları Üzerine Bir Deneme Tebliğ Özeti: Her bireyin rahatlıkla artiküle ettiği, her platformda üstüne basa basa vurguladığı, hayatın tüm merkezini kapsayan; ama diğer taraftan önemi, değeri ve nitelikleri gerçek anlamda içselleştirilmemiş, zihinsel ve entellektüel bir çabanın ürünü olarak görülmeyerek muğlaklığa terk edilen; her bireyin öncelikle “birey” olmanın farkına varmadan hoyratça kullandığı bir nosyon özgürlük. İnsanlık tarihinin bütün dönemlerinde; değişik kavramsallaştırmalar ve paradigmalar çerçevesinde sürekli yeniden tanımlanan bizatihi “kendisi için kendinde bir öz bilinç” tasavvuru olan özgürlük ve onun parametreleri çoğul okumalara her zaman açık olagelmiştir. Tarihsel döngü ve gelişim içerisinde ortaya çıkan ve tüm insanlık tarihini farklı bağlamlarda ve eksenlerde derinden etkileyen liberalizm, sosyalizm, muhafazakârlık, milliyetçilik, demokrasi gibi özgün epistemolojik temelleri olan bu geniş yelpazedeki ideoloji ve yaşam biçimlerinin sosyal-toplumsal formasyonlarda en çarpıcı gönderim noktası özgül içeriklerde de olsa “özgürlük” kavramı ve bu kavramın özüne, niteliklerine ve değerine yönelik yapılan postülasyonlardır. Özgürlük ve onun değeri üzerine yoğrulan düşüncelerin, tefekkürlerin ve kurguların çekirdeği, bizatihi özgürlüğün kendisi onun insan aklını ve rasyonalitesini dünyayı ve hayatımızı biçimlendirme, onu dönüştürme bağlamında, özgürlüğün zihnimizde yarattığı eylem alanıdır. Bu minvalde, özgürlüğün ne olduğuna dair gerek büyük tarih felsefelerince gerekse önemli düşünürler tarafından yapılan tüm ontolojik tanımlamaların temel ekseninde modernitenin en temel ayaklarından olan “Aydınlanma” ve onun vazettiği parametreler yatar. Bu yazı ünlü Alman filozof Immanuel Kant’ın modern felsefeye kazandırdığı modernitenin en önemli sacayağı olan Aydınlanma ve özgürlük kavramları ve bu kavramların birbirleriyle doğrudan olan ilişkilerine değinmeyi hedefliyor. Ayrıca bunu yapmaya girişirken Kantçı bir izleği takip ediyor. Adı ve Soyadı: Veysel Eşsiz Tebliğ Başlığı: Gerçeklik 0- Diskur 1: Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu ve Türkiye Tebliğ Özeti: 6 Mart 2008'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “Ülke İçinde Yerinden Edilenlerin Korunması ve Desteklenmesi”ne (A/RES/62/153) ilişkin benimsediği kararda BM'e üye devletler, ülke içinde yerinden edilen kişilere sağlanan yetersiz destek konusunda duydukları “derin rahatsızlıkları” yineledi ve uluslararası insan hakları ve insancıl hukukun ilgili hükümlerini “hatırladığını” bildirdiler. Söz konusu karar, BM tarafından ülke içinde yerinden edilme sorununa ilişkin olarak kabul edilen diğer belgelerden pek de farklı bir başlık ve hatta içerik taşımasa da, Türkiye'de yaşanan yerinden edilme sorunuyla bağlantılı olarak özel bir öneme sahipti: Uzun yıllar kendi içinde yaşadığı bu sorununu inkar eden, Uluslararası Kızıl Haç Örgütü'nün insani yardımını reddeden ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne getirilen sayısız davada ciddi yaptırımlar alan Türkiye, bu denli ciddi eleştirilere maruz kaldığı bu konuun BM gündemine taşınmasını için sponsor olan devletlerden biriydi. Büyük çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bir milyondan fazla kişinin yerinden edilmesi meselesinde kalıcı ve gerçekçi bir adım atmamış olan Türkiye'nin bu tavrı birçok açıdan ilginç olmanın yanısıra insan hakları alanında cevaplanması gereken zorlu soruları da ortaya çıkarmakta: Uluslararası insan haklarında normlarının oluşturulmasında devletlerin attığı adımlar ne ölçüde memnuniyetle karşılanmalı? Yaşanan bu dönüşümler hakları ihlal edilen kişilerin sorunlarının çözümünde gerçekten etkili olacak vasıtalar mı yoksa yalnızca bu ihlalleri gerçekleştiren devletlere uluslararası alanda varolan “yumuşak normları” seçici bir biçimde uygulayarak bozulan imajlarını tamir etmelerine kerhen aracılık eden belgeler mi? Bu çalışma Türkiye'nin ülke içinde yerinden edilme sorununda sağladığı giderimlerin kısa bir analizini yaptıktan sonra, meselenin gecikmiş olarak gündeme gelmesinin ve tanınmasının olumlu sonuçlarını olduğunu göz önünde bulundurarak, uluslararası aktörlerin azalan ilgilerini, bunun sonuçlarını ve varolan mekanizmaların kısıtlı doğalarını uluslararası hukuk ve ilişkiler alanındaki güncel gelişmeler ışığında eleştirel bir biçimde tartışmayı amaçlamaktadır. Ad ve Soyad: YaseminKoç Tebliğ Başlığı: Ütopya mı Kabus mu?: Bellamy’nin ‘Sosyalist’ Ütopyasının Foucaultçu Analizi. Tebliğ Özeti: Edward Bellamy, 19. yüzyılın sonlarında Amerika’nın kapitalist sistemine alternatif olarak Geriye Bakış isimli ‘sostalist’ ütopyasını kurgulamıştır. Bellamy’nin ütopyası her ne kadar sosyalist olarak kabul edilse de, Foucault’nun terimleriyle analiz edildiğinde ‘Reaksiyonel Modern’ bir görünüm kazanır. Bu çalışmanın amacı da ‘sosyalist’ bir ütopya olarak kabul edilen Geriye Bakış’ın aslında faşist bir kabusa yaklaştığını ortaya koymaktır. Böyle bir analizde de Foucault’nun disiplin, cezalandırma ve iktidar kavramları kullanılacaktır. Bu çalışmanın bir diğer amacı da Bellamy özelinde, Foucault’nun terimleriyle yapılacak bir analizde sosyalist ütopya tasarlamanın zorluğunu ve hatta belki de imkansızlığını ortaya koymaktır.