DİN SOSYOLOJİSİ B. DİN SOSYOLOJİSİNİN SİSTEMATİK VE BAĞIMSIZ BİR BİLİMSEL DİSİPLİN OLARAK ORTAYA ÇIKIŞINA HAZIRLIK Tefsir, hadis, kelam, tasavvuf vs. İslami ilimler sahasında yapılmış bulunan pek çok çalışmanın ortaya çıkışının tarihçesi bakımından önemlidir. İslam dünyasında Orta Çağ boyunca yapılan çalışmalar ve ortaya konulan eserlerdeki dini-sosyolojik görüşler yalnızca kitapların içerisinde kalmamış, İslam Dünyasındaki çeşitli dini-sosyal, kültürel ve hatta siyasal, ekonomik, vs. alanlarında ortaya çıkan cereyanlar bu tür görüşlerden kaynaklanmışlar ve hatta onların etkileri, İbn Haldun da görüldüğü gibi Batıda da yankılar Esasen Batı Hıristiyan aleminin Müslümanlarla teması ve orada dini, ilmi, teknik ve sosyal alanlarda büyük değişimler ve hamlelerin ortaya çıkışının kökleri de çok eskilere uzanmaktadır. 800’de Ağlebiler tarafından kurulan Beytül Hikme’de hristiyan öğrenciler okuyordu. Sicilya ve Endülüs yoluyla Batıya geçiş…. tercümeler Batı, Harçlı seferlerini kaybetmekle birlikte, Müslümanların ilmi, kültür ve medeniyet bakımından kendilerinden üstün olduklarını da bu vesileyle öğrenmiş oldu. Orta Çağ boyunca koyu bir cehalet, taassub ve karanlık içinde yaşayan Avrupa, kurtuluşun bu fikir olgunluğunu kazanmakta yattığını fark etmişti. 13. ve 14. yüzyıllar boyunca yapılan devamlı tercümeler Batı üniversitelerini uyandırdı ve bu uyanış gitgide büyüyerek Rönesans ve Reform hareketlerine dönüştü. Buna karşılık, bu ilk dönemde büyük bir medeniyet gelişmesine imkan veren İslam dünyası, özellikle 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren fikri bir durgunluk, gelenekleşme, standartlaşma ve durağanlığa doğru eğilim gösterdi ve giderek ivme kazandı. Bu çerçevede İslam dünyasının gittikçe kendi içine kapanarak, ilk dönemlerdeki hoşgörü ve tartışmayı bıraktığına, özellikle kendisini algılamada her türlü eleştirel yaklaşıma giderek kapıyı kapattığına, savunmacılık, dogmatizm, skolastik zihniyet, ezbercilik, taklitçilik ve tekrarcılığın arttığına ve en çok şerh ve haşiyeler düzeyinde bilim üretebildiğine önemle işaret etmek gerekir. Öyle ki, bir dönemden itibaren İslam dünyasında serbest düşünceye karşı tahammülsüzlük arttı. Mesela, felsefeye karşı gereğinden fazla hücumlar bu çerçevede ivme kazandı. Hatta anlaşılan, İbn Rüşd’den sonra İslam dünyasında pratik olarak artık filozof yetişmedi ve felsefi düşünce, Şiilerin arasındaki cılız varlığının dışında kendine pek bir varlık alanı bulamadı. Felsefeye karşı reddiye, fikri durgunluk, mezhep çatışmaları, genel durgunluk… Halbuki Batı’da, büyük coğrafi keşifler, ilmi ve teknik buluşlar, sanayileşme ve şehirleşme hareketleri sosyal hayatta olduğu kadar ilim alanında da gittikçe artan bir ihtisaslaşmayı birlikte getirerek, yeni ilim dallarının bağımsızlık kazanarak gelişmesine imkan verdi. Kendi içine kapanan İslam dünyası ise bu gelişme ve değişmeleri takip edemedi ve bir dönem sonra modern Batı medeniyetinin olağan üstü nüfuzu karşısında şaşırdı. Buna karşılık, Batı’da Rönesans, aydınlar, filozoflar, yazarlar ve sanatkarların, bilime önem veren ilk dönemlerin dinamik İslam düşüncesinin yanı sıra akla ve düşünmeye önem veren eski Yunan ve pratik eğilimleri son derecede güçlü olan Roma düşünürleri ile doğrudan bir bağlantı kurmalarına da yol açtı. Böylece Batı’da düşünce alanında yeni bir felsefi atılım kendini gösterdi. Reform tartışmaları düşünürlerin dini ve felsefi konulara olan ilgisini arttırdığı gibi, aynı zamanda bu alanda sistematik bir gelişme ve derinleşmeyi de beraberinde getirdi. Toplumsal konularda eski pesimist telakkilerin yerini giderek bir iyimserlik ve ilerleme düşüncesi almaya başladı. Bu gelişmeler daha sonraki objektif bir Sosyolojiye giden yolu açtı. Büyük coğrafi keşifler, dünyanın başka yerlerinde yeni kıtalar, halklar, kültürler ve inanışlarla temasa gelinmesini sağladı. Ticari münasebetler, sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetleri, seyyahlar ve bilginlerin bu toplulukların kültürleri, inançları ve dinleri hakkında çok büyük bir malzemeyi derlemelerine imkan verdi. Özellikle etnoloji, etnografya ve folklor alanındaki çalışmalar bilginlerin hizmetine sundu. Üstelik Orta Çağ’ın sonlarından itibaren Batı’nın sosyo- ekonomik yapısı da hızla değişmeye başladı. Büyük şehirlerin ve metropollerin ortaya çıkışı, köyden şehre olan göç hareketleri ve bunlara bağlı olarak toplumların hayatlarında ortaya çıkan büyük değişmeler, alimlerin düşüncelerini sosyal konular üzerinde yoğunlaştı. Böylece cemiyet ilmi demek olan Sosyoloji, içinde geliştiği yan disiplinler ve bilhassa İlahiyat ve Felsefeden kendini ayırarak bağımsız bir ilmi disiplin olarak teessüs etti. Bu arada toplumun müşterek dini hayatı, din ve cemiyet münasebetleri ve dini grupların yani sosyal karakterli dini olayların incelenmesi de, içinde doğup geliştiği, felsefe, ilahiyat, dinler tarihi, etnoloji vs. gibi ilimlerden kendini kurtararak, din sosyolojisi adı altında bağımsız ve sistematik bir vakıalar ilmi şeklinde ilim dünyasındaki yerini aldı. Farabi, İbn Sina, Gazali, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi İslam alimlerinin eserleri Avrupa dillerine çevrilirken, onların din anlayışları, din ve toplum münasebetleri konularındaki çeşitli münasebetleri de ister istemez Batı’ya geçmişti. Bu durumun Avrupa’daki Rönesans ve Reform hareketlerinin oluşmasında önemli payı vardır. Gerçekten de, Avrupa’nın İslam kültür ve medeniyetiyle temasının Orta Çağ’daki en önemli sonucu, geleneksel Hıristiyan kültürüyle yoğrulmuş bulunan Batı dünyasındaki fikri durgunluğun sona ermesi olmuştur. Orta Çağ boyunca halk tabakalarıyla elit zümre arasında ne düşünce ve ne de inanç bakımından pek bir farklılık yoktur. Hepsi Kilisenin geleneksel ve klasikleşmiş Hıristiyanlık anlayışı ve dünya görüşünde ifadesini bulan değerleri ve inançları ortaklaşa olarak paylaşmaktaydı. Bu farklılık 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere, Fransa ve Almanya’da gittikçe güçlenen ve akılcı düşünce olarak karakterize olan ‘Aydınlanma Hareketi’nde daha da belirgin bir durum aldı. Aydınlanma’nın din anlayışı ve dini tetkikte kullandığı metot ile modern çağın din anlayışı ve metodu arasında büyük bir farklılıkların bulunduğuna işaret etmek gerekir. Geleneğe ve peşin hükümlere karşı savaş açan bir akıl kültürüne bağlanan ve böylece düşüncelerinin yanı sıra inançları bakımından da halktan ayrılan Aydınlanma devri alim ve filozofları, Tabii Din denilen dini-felsefi bir cereyan etrafında toplanmışlardı. Aydınlanma Devri filozofları, tıpkı İlk Çağda olduğu gibi felsefi bir dine bağlanmış bulunmaktaydılar. Bu ise, din gibi menşeinde tabiat üstü olan bir müesseseyi tabii ve akli hale getirmek yani onun mahiyetini inkar etmek demekti. Nitekim, 18. yüzyılın aşırı ferdiyetçilik ve rasyonalizmi önceleri Kiliseye karşı yapılan tenkitleri daha sonra dine çevirmiş ve dinin artık tarihi rolünü oynadığı ve sonunun geldiğini öne süren düşünceyi savunan ateizmin doğmasına yol açmıştır. Fransız Devrimi böyle bir hava içinde gelişmiş ve hakikat denilen hayali bir Tanrı’ya tapacak kadar ileri gitmiştir. 19. yüzyıl ve onu temsil eden pozitivist felsefe 18. yüzyılın aşırı akılcılığına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzyıl boyunca Avrupa’da din sosyolojisi August Comte ve haleflerinin geliştirdikleri bu felsefi doktrinin hakimiyetinden kendini kurtaramamıştır. Aynı şekilde bu dönemdeki din sosyolojisi çalışmalarında, Darvinizm’in tekamülcü görüşlerinin etkisiyle ilkel toplumlarının dinlerini araştırarak dinin menşeini açıklamaya ve buradan hareketle dini tekamülün safahatını ortaya koymaya çalışan nazariyelerin hakimiyetine dikkat çekmektedir. A) Pozitivist Felsefe ve Tekamülcü Din Nazariyeleri 1- A. Comte’un Pozitivist Sosyolojisinde Din Pozitivist felsefenin en büyük temsilcisi ve sosyoloji ilminin isim babası olduğu gibi, aynı zamanda 1854’te yayınladığı sosyoloji araştırmasının başlığına ‘Din’ kelimesini de koymakla, dini inançları insan kaderinin en etkili ve en fiili temel faktör sayarak meşhur Üç Hal Kanunu’nu dinin karakteri üzerine kurmak ve böylece adeta din sosyolojisinin de kurucusu olarak görünmek istemiştir. A.Comte’un düşünce sisteminde her şeyden önce felsefe ile sosyoloji alabildiğine iç içe bulunmakta ve bu sosyoloji tam bir sosyal sosyal felsefe karakteri arz etmekteydi. Üstelik, Comte’un sosyolojisi dini bir karaktere sahip olup, hatta onun eserinde adeta sosyoloji ve din kelimeleri bir ve aynı şeyi ifade eder. Zira, sosyoloji 1. Sosyal Statik 2. Sosyal Dinamik Diye ikiye ayıran Comte, bunlardan sosyal statikte, bir toplumu yapan ve yaşatan temel unsurları ve onların birbirleriyle olan münasebetlerini incelemekle statik bir toplum düzeninin araştırılmasını sosyolojinin bu kesimine ayırırken, sosyal dinamikte toplumu oluşturan temel unsurların tarih boyunca gelişmesini ele almakta, öte yandan dini, gerek sosyal statik ve gerekse sosyal dinamiğin temel unsuru olarak görmekteydi. Comte’a göre, statik açıdan topluma bakıldığında aile, devlet ve din olmadan bir toplum kurulamaz. Toplum düzeninin tam veya eksik, iyi veya kötü olması bunlar arasındaki dengeye bağlıdır. Din, eşya ve insanın tabiatından çıkan ve toplu halde yaşayan insan için gerekli bir kurumdur. Comte, kurmayı tasarladığı pozitif toplumun pozitif bir dini olması gerektiğini öne sürerek, adeta yeni bir din kurucu olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, Comte bu yeni dinin, ‘Pozitivist İlmihal’ini bile yazmış olup, orada dinin tarifi, din-toplum münasebetleri ve dinin toplum hayatındaki yeri ele alınmaktadır. Dinamik sosyal bakımdan toplumların tekamül kanununu araştıran A.Comte, bunu Üç Hal Kanunu’nda sistemleştirmek ve onu da din üzerine kurmaktadır. Yani Comte’a göre insan düşüncesinin hareket noktasında din bulunmaktadır. Nitekim, insanlığın ilk düşünce şekli, dünya görüşü ve hayat anlayışı ‘teoloji’ yani ‘dini’ idi. Bundan sonra ‘metafizik’ çağı gelmekte olup, orada tabiat üstü güçlerle yapılan açıklamalar hakim olmakla birlikte din de nispeten önemini korumaktadır. Böylece Comte ‘pozitif ’ bilim çağı gelinceye kadar geçen zaman içinde din, insanlığın alın yazısında en önemli rolü oynamış olup, belli dünya görüşlerine belli din görüşleri tekabül ettiğini söyler. Nihayet müspet bilim çağı olarak belirlenen pozitivist devrede insanlığın pozitif bir dine sahip olması gerektiğini öne sürer. Sosyoloji ilminin kurucusu olarak ortaya çıkan A.Comte’un sosyolojisinin dini bir karaktere sahip olduğu ya da Onda ‘din olarak düşünülen bir sosyoloji’ ve yahut ta ‘sosyoloji olarak düşünülen bir din’in var olduğu görülmektedir. Bu da din sosyolojisinin tarihçesi bakımından önemlidir. Ancak Comte, dinin mahiyetinden söz ederken de, dinin konusu ile muhtevasını birbirine karıştırmakta, dinin süjesi olan insanlığı, aynı zamanda onun muhtevası olarak da görmek suretiyle, onun insan ve toplumu aşan tabiat üstü ve ilahi tarafını hiçe saymakla hataya düşmüştür. Bu nedenle pekçok görüşü daha sonra sosyologlar tarafından terk edilmiştir. 2- H.Spencer’in Biyolojik Tekamül Anlayışına Dayalı Sosyolojisinde Din A.Comte’un etkileri sadece Fransa’da olmadı. İngiltere’de de pozitivizmden etkilenenler oldu. İngiltere’de H.Spencer, E.Tylor ve J.Frazer bir yandan pozitivizmden bir yandan da Darvinizm’den kaynaklanan dini tekamül teorisinin önemli temsilcileri olmuşlardır. İngiltere’de bu tür bir anlayıştan hareketle sosyal gelişme ile dini gelişme arasında bir paralellik ve hatta birlikte değişme olduğu düşüncesini yerleştiren H.Spencer olmuştur. Spencer’de hakim olan düşünce, sosyal alemin biyolojik alem gibi organik sistemler bütünü olarak tetkik edilebileceği şeklindedir. Kainat basitten mürekkebe, farklılaşmamış olandan farklılaşmış olana doğru seyreden bir tekamül ile karakterize olur. Spencer, biyoloji ilminden aldığı bu düşünceleri başka alanlara olduğu gibi dinin sosyolojik tetkikine de uygulamak istemiştir. A.Comte gibi Spencer de dinin ilahi yanını bir kenara bırakmaktadır. Spencer, dinin sosyal bir realite olduğunu kabul etmektedir. Hatta Spencer dinin, toplumların sosyal bütünleşmesi, ahenk içerisinde yaşamaları ve devamında temel bir rol oynadığı görüşünde olup, ‘fonksiyonalist’ bir din teorisinin de temellerini atmaktadır. Spencer dinin hazır ve nazır olduğunu söyler ve ilimle din arasında bir çatışma olduğu görüşündedir. Spencer’e göre bir toplum ne kadar basitse dini de o kadar basittir. Spencer başlangıçta dinin ailelerin atalarının ruhlarına tapınmaları (Manizm) şeklinde başladığını, bunu kabile ve daha sonrada kabileler federasyonunun ibadetinin takip ettiğini öne sürmektedir. Spencer’e dini duygunun kökünde ölüm korkusunun yattığını öne sürer. İnsan, önce uyku ve rüya tecrübesi üzerine düşünerek ruh ya da eş fikrini idrak etmiş, ondan sonra da ruhun ölümden sonra da yaşamaya devam ettiği düşüncesi ata ruhlarına ibadet vs. gibi bir dinin ayin ve ibadet yönünü oluşturan kısmı yavaş yavaş teessüs etmiştir. Ruh kavramı da insandan hayvan, bitki ve cansız varlıklara doğru kaydırılmak suretiyle, onların da birer ruhunun bulunduğundan söz edilmiş ve daha sonra da politeizm ortaya çıkmış olup, bundan da monoteizm doğmuştur. Spencer monoteist dinlerin bile azizlere, vs.ye tapınma suretiyle çok tanrıcıktan sıyrılmadıklarını iddia etmektedir. Spencer’e göre, dinin merkezinde ayin ve ibadet yatmakta olup, ibadetlerin yönetimi ise din adamı ya da rahipler sınıfının ortaya çıkmasına neden olmuştur. İlkin ailenin başkanı aynı zamanda dini ayinlerinde yöneticisi olmuş, ancak sosyal farklılaşma arttıkça çeşitli sosyal ve dini fonksiyonlar da birbirinden ayrılarak ihtisaslaşmışlardır. Üstelik dini fonksiyonlar dahi kendi içerisinde ihtisaslaşmış ve böylece din adamlarının hiyerarşisi ortaya çıkmıştır. Spencer’in üzerinde durduğu bir nokta da, mistisizmin ve züht hayatının bütün dinlerde görülmekte olan evrensel bir karaktere sahip olduğudur. 3- Etnolojik Akımın Tekamülcü Din Nazariyeleri A.Comte’un pozitivizminden kaynaklanmakta olup, H.Spencer’de daha da sistemleştirilmek istenen dini tekamül fikri ve özellikle Onun dinlerin menşeini ruh fikri ile uyku ve rüya tecrübelerine bağlamak düşüncesi pek çok araştırmacıyı etkilemiş ve ilkel toplumların kültürü, inançları ve yaşayışı konusundaki etnolojisi çalışmalarının, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında din tarihi ve öteki din bilimleri araştırmaları yönünde gelişmesi bu eğilimi hızlandırmıştır. 3-a E.Tylor’ın Animizm Nazariyesi Tylor’a göre animizm, insanlık tarihi içerisinde en iptidai kavimlerin dini olup, bütün dinlerin ortak vasfı olan kutsal fikri kaynağını insanlardan tabiata ve eşyaya aktarılan ruh veya eş anlayışından almaktadır. Tylor’un animizm nazariyesi ruhları iyi ve kötü ruhlar olarak ikiye ayırmaktadır. İyilerin yardımını sağlamak, kötülerin ise şerrinden korunmak gerekir. Bu ise, onları memnun etmekle yani onlara dualar yapmak, merasimler düzenlemek, adaklar adamak, kurbanlar kesmekle mümkündür. Böylece animizm teorisi toplumda inançlar, merasimler ve öteki tapınma usullerinden mürekkep bir sistem olarak gözüken dinlerin kaynağını ruhlara tapınmada görmek istemektedir. 3.b M.Müller’in Natürizm Nazariyesi Max Müller, dinlerin menşei konusunda ‘Natürizm’ veya ‘Animatizm’ denilen nazariyeyi savunmaktadır. Natürizm nazariyesi tabiatçılık veya tabiata tapınma yani fizik çevrede rastlanan güçlerin tanrılaştırılması demektir. Buna göre insanlar, gök gürültüsü, yanar dağ, yıldırım, fırtına, kasırga, ay, yıldız, karanlık, güneş ve ay tutulması, deniz, ırmak vs gibi büyük tabiat olayları karşısında hayret, hayranlık, korku ve saygı duymuşlar ve onlara tapınmaya başlamışlar. İşte natüralistlere göre dinin aslı bu şekilde başlamış olup, insanlığın ilk dini tabiata tapınma şeklinde ortaya çıkmıştır. 3-c J.Frazer’in Büyü-Din Nazariyesi Frazer’in iddiasına göre büyü ve din arasındaki münasebet oldukça karmaşık olup, tekamül etmiş şekillerinde onların arasında amansız bir düşmanlık ve mücadele mevcuttur. Bu düşmanlık ve mücadeleye rağmen, Frazer’a göre büyü, tarihi olarak dine tekaddüm etmekte olup, din kaynağını büyüden almıştır. Çünkü Frazer demektedir ki, bir kere büyü her yerde aynıdır; yani o, gerek prensipleri ve gerekse uygulamaları bakımından evrenseldir, yeknesaktır ve devamlıdır; buna karşılık dini sistemler memleketlere ve devirlere göre değişmektedir. İkinci olarak sihri kavramların dini kavramlara nispetle çok daha basit ve iptidai buna karşılık dini kavramların oldukça karmaşık oluşları da büyünün dinden önce geldiğini ortaya koyar. Üçüncü olarak Frazer, bazı durumlarda din ve büyünün birbirine çakışması yani aralarında ayniyet ya da benzerlikler arz etmeleri -mesela bazı dini topluluklarda din adamı ya da rahiplerle büyücülerin aynı kişi olması- büyünün dinden önce var olduğunun bir delili olmaktadır. B) Tekamülcü Din Nazariyelerine Tepkiler Dinlerin menşei ister animizmde ister natürizmde isterse büyüde görsünler, bütün bu ilk tekamülcü din nazariyeleri farklı derecelerde de olsa müşterek bir pozitivistik iskelete sahiptir. Bu nedenle onlar, ister istemez dinin ‘gerçek’liği ya da ‘gerçek olmaması’ hakkında hükümler vermeye sürüklenmişlerdi. Bu karşılık 19. yy’ın sonları ile 20. yy’ın başlarından itibaren bu tür tekamülcü din nazariyelerine karşı sosyolojik araştırmalarda bir çeşit isyan eğiliminin ortaya çıktığı görülmektedir. 1)Monoteist Yaklaşım Pozitivist ve tekamülcü din nazariyelerine tepkiyi tipik bir biçimde temsil eden müttefiklerden biri, dinlerin, tabiata ya da ruhlara tapınma şekline başlamadığı gibi büyüden de çıkmış olmayıp ‘monoteist’ yani ‘tek tanrıcılık’ şeklinde başladığını öne süren Ve böylece İslamiyet’in bütün ilahi dinlerin esasının ‘Vahdet’ yani bir tek Allah’a kullukta toplanmaktadır. İlk insanın aynı zamanda peygamber ve ilk dinin ‘Tevhid Dini’ şeklinde başladığını kabul eden inancına yaklaşan W.Schmidt (1868-1954) ve onun Avusturyalı meslektaşları olmuştur. W. Schmidt modern dünyada rastlanan ilkel kavimlerin prehistorik devirlerde yaşamış bulunan ibtidai toplulukları temsil edebileceğini kabul etmektedir. Ona göre bu ibtidai toplulukların inanç sistemleri içerisinde rastlanan sayısız ruhlar ve ilahların yanı sıra bir de Büyük Tanrı ya da Yüksek Varlık inancı mevcuttur. Üstelik bu Yüce Tanrı, bu halkların yaratılış efsaneleri içerisinde merkezi bir mevkie sahip olmuş olup, tabii ve sosyal nizamın garantörüdür. Schmidt’e göre bu durum, ibtidai toplumlarda dinin monoteizm şeklinde ortaya çıktığını ve onun pozitivistlerin iddia ettikleri gibi uzun ve kesintili bir entelektüel süreç sonucu ortaya çıkmış olmayıp, doğrudan doğruya Tanrı’nın insanlara vahyi ile başladığını göstermektedir. Gerçekte, ‘kültür çevreleri’ veya ‘medeniyet daireleri’ nazariyesini din incelemesine uygulayan Schmidt’in bu görüşleri, Avrupa’da kendisinin de mensup bulunduğu Katolik çevrelerinin dışında geniş yankılar uyandırmamıştır. 2) Mantıki-Tecrübi Yaklaşım Pozitivizmden kaynaklanan rasyonalist ve tekamülcü din anlayışına karşı tepki gösterenlerden biri de İtalyan sosyoloğu V.Pareto’dur. Gerçekte Pareto da pozitivistlerinkine oldukça benzer bir şemadan hareket etmektedir. Pareto’ya göre Tanrı’nın varlığı ve sıfatlarını ilmi gözlem ve tecrübe, teknik ve metotlar vasıtasıyla denenmesi mümkün olmayan inanç, doktrin ve nazariyeleriyle tecrübe etmek mümkün değildir. Böylece Pareto sosyolojik bilginin izafi tabiatı prensibini hareket noktası olarak almakla, pozitivistlerin ilim, akıl ve tecrübenin her şeyi kuşatacağı iddiasına karşı çıkmıştır. 3) Fonksiyonalist Eğilim B.Malinowski’nin fonksiyonalist din antropolojisi anlayışı da A.Comte’tan beri gelmekte olan ve sosyal ilimlerde mübalağalı bir rol oynamış bulunan rasyonalist, natüralist ve tekamülcü din anlayışına bir tepkiyi temsil etmektedir. Fonksiyonalist din anlayışına göre, bir kültürde her müessese, her fikir ve itikad muayyen bir fonksiyona, bir göreve sahiptir. Tıpkı öteki sosyal müesseseler gibi dinin de cemiyet içerisinde belli bir fonksiyonu vardır. İşte din sosyolojisine düşen, dini itikadlarla cemiyet arasındaki bu fonksiyonel münasebetlerin araştırılmasıdır. Malinowski, antropolojide alan araştırması yöntemi üzerinde önemle durmuş ve bu çerçevede katılma tekniği ile gözleme ayrı bir önem atfetmiştir. Onun araştırmaları, dinin toplumsal fonksiyonunun yanı sıra bunun psikolojik mekanizmalarını açıklamaya çalışmış olmak bakımından da önem taşımaktadır. Hatta, bu çerçevede onun, dinin yanı sıra büyünün toplumsal ve psikolojik fonksiyonları üzerinde de durmuş olması kayda değerdir. Böylece, Malinowski’nin metodu itikadlarla cemiyet arasında fonksiyonel bağlılık aradığı ve gerek ilkel ve gerekse modern toplumlarda büyü, din ve toplum münasebetlerinin anlaşılmasında önemli bir merhaleyi teşkil etmektedir. 4) Fransız Sosyoloji Ekolü Fransız sosyoloğu E.Durkheim ve onun etrafında toplanmış bulunan ‘Fransız Sosyoloji Ekolü’nün din sosyolojisinin tarihçesi içerisinde müstesna bir yeri vardır. Durkheim ve ekolüne bu müstesna yerin verilmesinin nedeni ise, her şeyden önde onun sosyoloji anlayışının, metafizik ve teolojik postülatların yerine objektif prensipleri geçirmek isteyerek, pozitivistlerin, tarih felsefesi ile sosyolojiyi metot olarak aynı sayan doktrininden ayrılması olmuştur. Bu nedenle Durkheim’i de pozitivist sosyoloji ve felsefeye tepki gösterenler arasında saymak gerekir. Bununla birlikte Durkheim ve arkadaşları da dinin tabiatı konusunda A.Comte’la aynı fikirdeydiler. Çünkü Durkheim ekolünün, dinin özünü ve başlangıcını tamamen sosyal şartlardan hareketle rasyonel olarak açıklamak iddiası, A.Comte ve onun yolunda giden pozitivistlerin anlayışına dayanan eğilim etrafında toplanmış bulunmaktaydı. Bu anlayış ise Aydınlanma devrinin tek yanlı entelektüalist ve rasyonalist görüş ve anlayışlarının etkisi altında vücut bulmuş bulunmaktadır. Durkheim sosyolojisinin esasını ‘kolektif şuur’ anlayışı teşkil etmektedir. Kolektif şuur, toplumdaki müşterek tasavvurların mecmuundan ibarettir. Toplumun kolektif tasavvurlarının temelini ise dini inanç ve tasavvurlar teşkil ederler. Bu bakımdan E.Durkheim’in tüm sosyolojisi gerçekte bir tür din sosyolojisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Doktora tezi: Toplumsal İş Bölümü, 1893 dinin gelişmesini de incelemektedir. Sosyoloji Yıllığı: Dini Hadiselerin Tarifi Din, toplumsaldır. İntihar, 1897 dini inançlar ve hayat Din Hayatının İptidai Şekilleri, 1912… Klasik Bilgi sosyolojisi-din sosyolojisi arasındaki ilişki…Düşüncemizin muhtevası ve sureti de içtimaidir, dolayısıyla dinidir. Dinin genel bir teorisini kurmak istemekte ve bunu en iptidai dinlerin analizinden çıkarmayı amaçlamaktadır. Dukheim’e göre dinler, ibtidai dinlerden ileri dinlere doğru tekamül etmiş olup, bunun en basit ve en ilkel olanı insanlığın en ibtidai dininin olması gerekir. Durkheim’e göre en ilkel din ‘Totemizm’ olup, bütün dinler oradan hareketle gelişmiştir. Gerçi Durkheim, öteki tekamülcü din nazariyecileri gibi din olayının gelişmesini totemizmden itibaren teker teker almamakta, Avusturalya’daki totemizmle sınırlı kalmakta ve oradan dinin özüne erişmek istemektedir. Tekamül değil, menşe üzerinde durur. Durkheim’e göre dinin özü, eşya ve eylemlerde gözettiği ‘kutsal/sacre’ ve ‘kutsal-dışı/profane’ ayrımından toplanmaktadır. Ne ‘ilah’ ne ‘sır’ ve ne de ‘tabiat-üstü’ kavramını dinin özünü anlatmak için yeterli değildirler. Çünkü Durkheim, dini tarif ederken bütün dinleri göz önünde tutmak gerektiğini belirtmektedir. Oysaki mesela ‘ilah’ fikrini dinin özü olarak ele aldığımızda Buda dininin ilahsız bir din olarak karşımıza çıktığını ifade etmektedir. Aynı şekilde Durkheim’e göre ‘tabiat-üstü’ ve ‘sır’ kavramları da dinin özü olarak alınamazlar. Çünkü tabiat üstü kavramı tabii kavramının insanlık tarafından idrak edilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Buna karşılık bütün dinlerin birleştikleri ortak bir özellik, eşya ve eylemlerin kutsal ve kutsaldışı olarak ikiye bölünmesinde toplanmaktadır. Başka bir ifadeyle din fikrinin esası kutsal düşüncesinde toplanmakta ve din, ‘kutsal şeylerle ilgili inanç ve amellerden mürekkep bir sistem’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Her dinde mukaddes şeylerle ilgili olup o dinin özünü teşkil eden birtakım ‘akide’ ve ‘ameller’ mevcuttur. Aynı şekilde her dinde, bu mukaddes inanç ve amellerin birleştirdiği müminlerin oluşturduğu bir dini ‘cemaat’ da bulunmaktadır ki, bu son nokta Durkheim’e göre dini büyüden ayıran temel özelliktir. Dinde cemaat vardır ve esastır. Büyü sistemi ise cemaatten mahrumdur. Durkheim’e göre ne animizm ve ne de natürizm dinin başlangıcını açıklamaya yeterli değildir. Çünkü, dinin özünü insandan tabiata aktarılan ruh anlayışında gören animizm bunu rüya ve ölüm hadiseleri ile açıklamak istemektedir. Natüralizm ise dinin kişileştirilmiş tabiat kuvvetlerine tapınma şeklinde başladığını öne sürmekte Ancak her iki nazariye de dini kolektif bir ‘hayal’e irca etmekle onun realitesini ortadan kaldırmaktadır. TOTEM Totem: Klan denilen topluluğa mensup kişilerin atası sayılan ve bu sıfatla mukaddes bilinen hayvan, bitki veya eşyanın soyundan geldiklerini öne süren, onu mukaddes tanıyan ve ona tapınan toplum tipinin kutsal birliğinin simgesidir. Klan büyük çapta bir aile gibidir. Klanın totemi, üyelerden her birinin de totemidir ve mukaddestir. Ona dokunmak ya da bazı dini merasimler hariç yemek vs. yasaktır. Totem «tabu» denilen yasaklar sistemi ile korunmaktadır. Totemin resminin bulunduğu her eşya ve bütün klan üyeleri de mukaddestir. Çünkü birtakım ayinleri müteakip totem olarak kabul edilen bitki veya hayvan yenir ve bu suretle kutsiyeti tüm klan üyelerine dağıtılmış olur. Esasen Durkheim, dinin toteme tapınma (Totemizm) şeklinde başladığını ancak onun kaynağını toplumun kolektif vicdanından aldığını iddia etmektedir. Buna göre dinin özü olan ‘kutsal’ kavramı insanların birlikte yaşamalarının yani sosyal hayatın bir sonucudur. O halde Durkheim’in anlayışına göre insanlar dine inanmak ve tapınmakla, aslında kendi kendilerine ve kendilerinin oluşturdukları topluma tapınmış olmaktadırlar. 5) Bergson’un Tipolojisi Bergson’a göre ne Durkheim’in ‘kolektif şuuru’ ne de L.L.Bruhl’un ‘ibtidai düşünce’ anlayışı dini izah edememekte olup, onun izahını psiko-biyolojik sebeplerde aramak gerekir. Bergson’a göre iki türlü toplum bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ‘kapalı toplum’ öteki de ‘açık toplum’dur Kapalı Toplum, kolektif bir düzen içinde yaşayan, henüz ferdi ahlak ve geleneksel sorumluluğun yer almadığı ve her türlü yenilik ve gelişmeye geleneksel kurumlarıyla karşı koyan toplum düzenidir. Açık Toplum, üyelerinin cemaat birliğinden kendilerini kopardıkları, bu nedenle de inançları ve dünya görüşleri bakımından ferdiyetçiliğe yönelmiş olup, her türlü yenilik ve değişmeye açık bulunan toplumdur. Bergson’a göre bu iki topluma iki tip din tekabül etmektedir. Bunlardan kapalı toplum tipine içgüdülere dayanan ‘Statik Din’dir. Açık topluma da mistik sezgiye dayanan bir ‘Dinamik Din’ tipi tekabül etmektedir. Bergson ibtidai dinlerin statik din türünden olduklarını, yüksek dinlerin ise dinamik dini oluşturduklarını belirtmekte ve böylece din tipolojisi kurmaktadır. Tönnies’in ‘cemaat’ ve ‘cemiyet’ tipolojisinden mülhem olarak insanlığın dini ve toplumsal tarihini kendisinin ‘yaratıcı tekamül’ dediği bir evrimle açıklamaya çalışmaktadır. Bergson insanlığın bütün üstün mefhumları, değerleri, insan hakları, demokrasi, eşitlik, kardeşlik, insanlık, insana saygı, vs., nin hep dinden geldiğini belirtmektedir. 6) Tarihi, Etnolojik, Etnografik, Folklorik, Antropolojik ve Fenomenolojik Eğilimler Charles Ellwood, 1922’de yayınladığı ‘Dinin İhyası’ adlı eserinde dinin, insan ve toplumun en önemli sosyal kontrol aracı olduğunu öne sürmektedir. Dinin zayıflamasının ise insan davranışlarının medeni topluma aykırı şekillere doğru bir geriye gidişi, medeniyetin çöküşü ve putperestliğe sürüklendiğini, pek çok ideolojiler ve cereyanların ortaya çıkışlarının bunun belirtisi olduğunu söylemektedir. Oysaki toplum hayatının motor gücünün din olduğunu belirten Ellwood, dini olmayan bir sosyal olaylar karşısında bile dinin tayin edici rol oynadığını göstermektedir. Mircea Eliade’ (Dinler Tarihi) ın, dini hayatın merkezinde yer alan ‘kutsal’ kategorisi ve onun morfolojisi konusundaki fenemenolojik tahlilleri, dinler tarihi, din psikolojisi ve din fenomenolojisi açısından olduğu kadar «fenomenolojik din sosyolojisi» bakımından da büyük önem taşımaktadırlar. Din sosyolojisi, sosyolojik araştırma geleneğine bağlı bulunduğu ve orada ihtisaşlaşarak modern dönemde bağımsız bir ilmi disiplin hüviyetine büründüğü gibi, bu süreç içerisinde, yine onun temelde aynı çerçevede yerini aldığı karşılaştırmalı din bilimi, din felsefesi, din psikolojisi, dinler tarihi, din antropolojisi, din etnolojisi, dini folklor ve din fenomenolojisi gibi modern din bilimlerinin önemli bir rolü ve yardımları bulunmaktadır. 7) Simmel’in Formel Sosyolojisi Tamamen ‘formel’ bir sosyoloji kurmak için yapılmış ilk tutarlı teşebbüs olan Simmel’in sosyolojisi, ‘ansiklopedik sosyoloji’den ‘analitik sosyoloji’ye bir geçişi temsil etmektedir. Formel sosyoloji Ferdinand Tönnies tarafından başlatılmış olup, bu tür bir sosyoloji anlayışının en büyük temsilcisi Simmel olmuştur. Simmel’e göre sosyal olayların muhtevası özel sosyal ilimleri ilgilendirmekte olup, kişilerin karşılıklı aksiyonları sonucu ortaya çıkan sosyal formların incelenmesi ise, sosyolojiye aittir. Simmel’e göre, ekonomi politik, demografi, tarih, hukuk vs. gibi özel toplum bilimleri, sosyal olayların muhtevası ile uğraşırlar. Sosyoloji ise, toplumsal iş bölümü, rekabet, mücadele, taklit, hakimiyet, boyun eğme, vs. sosyal formlarla ilgilenir. Böylece Simmel, sosyolojiye tam bir bağımsızlık kazandırmak istemiştir. Simmel’e göre din, gerçeğin kaosu karşısında insanın sayısız ihtiyaçlarından birine cevap teşkil eden mümkün sayısız dünyalardan birini oluşturmaktadır. Maddi ihtiyaçlar karşısında insan, kendisine tecrübe dünyasına hakim olmaya izin verecek olan formları organize eder. Fakat insanın ‘tecrübe-dışı’ türden ihtiyaçları da vardır. İnsan, bu ihtiyaçlarına da sanat, din, vs. gibi başka yeni formlar yaratmak suretiyle cevap verir. Dini iç tepki veya ihtiyacın vücut bulduğu formlar, sosyolojik bir inceleme konusunu teşkil eder. Simmel, tarih ve etnolojinin bize sunduğu çeşitli toplumların ilahlarının folkloru üzerinde de durmakta ve orada ‘insanların tanrılarını kendi imajlarına göre yaptıklarını’ iddia eder. Aynı zamanda tanrıların hem güç, ahlaki veya gayri ahlaki özellikler ve ihtiyaçlar gibi ferdi kalitelerin ve hem de sosyal hayatın fertler arası formlarının bir ideasyon (tasavvur)unun bulunduğunu ileri sürmektedir ki Simmel’in dini ve dini hayatı ferdi karakterler ve fertler arası formlara icra etmek istediği anlaşılmaktadır. 8) Öteki Katkılar F. Tönnies’in Cemaat ve Cemiyet ayrımı din sosyolojisi bakımından son derece önemli olup, onun bu konudaki etkilerini Simmel, Bergson ve Mensching gibi düşünür ve sosyologların yanı sıra, Türk sosyoloğu Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet ayırımında bile bulmak mümkün olmaktadır. Amerikan sosyolojisinin din sosyolojisi alanındaki etkileri ise, 20.yyda artarak devam etmektedir. C. DİN SOSYOLOJİSİNİN SİSTEMATİK VE BAĞIMSIZ BİR İLMİ DİSİPLİN OLARAK KURULUŞU A)ETNOLOJİK DİN SOSYOLOJİSİNDEN TARİHİ,TİPOLOJİK, FENOMENOLOJİKVE SİSTEMATİK DİN SOSYOLOJİSİNE XX.yüzyılın başlangıcından bu yana , din sosyolojisi araştırmalarında XIX. yüzyılda görülen pozitivist ve tekamülcü dalga büyük bir inhitata sahne olurken,uzun süre dini duygunun menşei ve tabiatını açıklama teşebbüsleriyle vakit geçirmiştir. Bu arada incelemeleri için ana malzemeyi tercihen etnoloji, etnografta ve folklor gibi dalların verilerinden almış olması sebebiyle imtiyazlı araştırma alanı ilkel dinlerin etnolojik sosyolojisi olarak kalmıştır. Öte yandan yakasını da diğer disiplinlerin inhisarından kurtaramamış bulunan din sosyolojisi bir yandan felsefeden sıyrılarak objektif bir karakter kazanmaya çalışırken, öte yandan da etnolojinin yanı sıra tarih,ekonomi, psikoloji, fenomenoloji ve istatistik gibi sosyal bilimlerin verilerine yönelmek suretiyle deneysel bir temele oturmak suretiyle bağımsız ve sistematik bir ilmi disiplin olarak kuruluşunu tamamlamıştır. MAX WEBER’İN TARİHİVE SİSTEMATİK DİN SOSYOLOJİSİ Weber, ilk sistematik ve bağımsız din sosyolojisi ilminin kurucusudur. MaxWeber’in din sosyolojisiyle ilgili eserleri; 1. 2. 3. 4. 5. 6. *Protestan ahlakı ve kapitalist zihniyet, *Din sosyolojisi dergisi *Ekonomi ve Toplum * Çin dini: Konfüçyanizm ve Taoizm *Hint Dini: Hinduizm ve Budizm’in sosyolojisi *Eski Yahudilik Max weber din sosyolojisine, sosyolojinin dinin özünü değil fakat din ve dini inançların ortaya çıkardıkları davranışları tetkik etmesi gerektiğini belirterek başlamaktadır. Bu duruma göre din sosyolojisinde amaç, dinin ve dini inançlar ve değerlerin değer ve geçerliliği konusunda spekülasyon yapmak yerine dini davranışların ya da dinden kaynaklanan sosyal davranışların incelenmesi olmaktadır. Özellikle yöntem hususunda büyük bir hassasiyet gösteren Weber tarihi yaklaşım modelinin yanı sıra fonksiyonel modeli de kullanmış, karşılaştırmalı, tipolojik ve sistematik yaklaşıma büyük bir ilgi göstermiştir. Weber’in incelemelerinin ana problemi, dini olaylarla ekonomik olayların arasındaki münasebetin tam olarak aydınlatılması oluşturmaktadır. MaxWeber’in din sosyolojisinde ele aldığı başlıca meseleler şunlardır: - Ekonomik ve dini olaylar kendi aralarında birbirlerine bağlı mıdırlar? - Eğer onlar karşılıklı olarak birbirlerine tabi iseler,bu hangi ölçüde olmaktadır? - Öte yandan,gerek ekonomik ve gerekse dini olaylar ,başka faktör kategorilerine de bağlı iseler bu halde sosyal vakıalar içerisinde bunların ve özellikle bunlardan dinin tayin edici rolü var mıdır ve ne ölçüdedir? -Eğer,sosyal vakıa içerisinde din tayin edici bir faktör olarak ortaya çıkıyorsa , bu durumda onun ekonomik olaylar ve hatta toplumun sosyo-kültürel hayatının ve sosyal organizasyonunun bütünü üzerine olan etkileri nelerdir? İncelemelerinin sonunda onun vardığı genel sonuç da şöyledir: Dini olaylar iktisadi olaylarla karşılıklı olarak birbirine tabidirler. Onlardan birini ötekinin basit bir fonksiyonu olarak görmek ve tek taraflı bir yorumlamaya gitmek yanlıştır. Weber’e göre bir dinin ekonomik ahlakı,o dinin kendi üyelerinden istediği ve kabul ettirdiği pratik davranış biçimlerinin mecmuundan ibarettir. Çünkü her din bir inanç ve ibadetler bütünü olmasının yanı sıra, bir dünya görüşü ve hayat anlayışını da müminlerine vermektedir. Weber araştırma alanını sınırlandırırken dünyadaki altı (mü’minlerin sayısı bakımından) büyük dinin ekonomik ahlakını ele alıyor: Konfüçyanizm, Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet. Daha sonra bu dinlerden her birinin ahlakının karakterinden ekonomik organizasyon üzerindeki ve bu dinlerden her birine mensup bulunan toplulukların hayatları üzerindeki etkilerini inceliyor ve böylece dinle ekonomik olaylar arasındaki korelasyonu kurmaya çalışıyor. Daha sonra MaxWeber, aynı tarzda Konfüçyanizm, Taoizm, Hinduizm, Budizm, Yahudiliğin ekonomik ahlakını da analiz etmektedir. Bu tahlillerin sonunda Weber, bu dinlerden her birinin içinde yaşadıkları toplumların sosyal ve ekonomik organizasyonlarına şekil verdiklerini, ancak onların gelenekçiliği ve modern kapitalizmde var olan rasyonalizasyona yer vermeyişleri sebebiyle oralarda kapitalizmin ortaya çıkmadığı ve böylece bütün toplumların ekonomik ahlakı içinde dinin önemli bir rolünün bulunduğu neticesine varmaktadır. Görüldüğü gibi MaxWeber bilhassa din ve iktisat münasebetleri konusunda din sosyolojisi ilminin tarihçesi içerisinde önemli çalışmalara sahiptir. ERNST TROELTSCH’ÜN HRİSTİYANLIK SOSYOLOJİSİ Troeltsch Hıristiyan cemaatler ve mezhepleri üzerine din mezhepleri üzerine din sosyolojisi bakımından önemli çalışmaları gerçekleştirerek özel bir din sosyolojisi yapmıştır. Bu bakımdan Troeltsch çağdaşı olan Durkheim ve Weber ile karşılaştırıldığında, Durkheim’in İlkel dinlerin sosyolojisi, Weber’in ise bazı Büyük Dini Sistemlerin Tarihi ve Karşılaştırmalı Sosyolojisini gerçekleştirmiş olmalarına karşılık Troeltsch’un de bir tek dinin yani HristiyanlığınTarihi, tipolojik ve Fenomenolojik Sosyolojisi’ni yapmayı denediği görülür Troeltsch şu dört soruya cevap bulmaya çalışarak Hristiyanlığın “öz”ünü yakalamak istemektedir: 1. Hristiyanlığın modern dünyaya verebileceği şey nedir? 2.Menşeinden bugüne kadar tüm Hristiyan kilise ve mezheplerinin toplumsal doktrinleri nedir? 3. Bu çeşitli ideallerin,muhtelif çağlar arasından modern dünyanın teşkiline olan tesirleri nelerdir? 4. Nihayet,tipleri ve safhalarını ortaya çıkarmaya çalıştığı doktrinler ,acaba belli bir toplumsal durumun meyveleri midir? Bu sorulara cevaplar bulmaya çalışarak hıristiyanlığı anlamaya çalışan Troeltsch tarihi ve sosyolojik metottan yararlanmakta, Hıristiyanlık vakıasının bugün de devam eden tüm tarihi içerisinde “Ortodoks” veya “i’tizali” bütün kilise, grup ve mezhepleri kucaklamak istemekte ve ancak bu yolla bu dinin manasının anlaşılabileceğini ifade etmektedir. J.WACH’IN FENOMENOLOJİK FORMEL VE SİSTEMATİK DİN SOSYOLOJİSİ Wach bütün dinleri araştırma kapsamına almış ve tarihi, fenomenolojik, karşılaştırmalı ve tipolojik yöntemler yardımıyla genel ve sistematik bir din sosyolojisini gerçekleştirmiştir. Wach’a göre din sosyolojisi din ilimleriyle toplum ilimlerinin birleşmesinden doğmuş olup dini toplumu, din ve toplum münasebetlerini ve dini grupları inceler. Dini tecrübenin ifade ediliş şekilleri Teorik: İnançlar Pratik: İbadetler Sosyolojik: Cemaatler Alemşumul: Din sosyolojisi, din bilimleri ile sosyal bilimler arasında köprü kuruyor. Dini grupların çeşitli tipleri, tabii gruplar münasebetleri, dini otorite tipleri, din-toplum, ve devletle münasebetleri Metodolojiye önem veriyor. 1924 din metodolojisi eseri Anlayıcı sosyoloji Öte yandan Wach’a göre dinin sosyolojik etüdünde şunları gözden uzak tutmamak gerekir: Dinin sosyolojik etüdü, insanlığın dini tecrübesini tüm enginliği içinde kucaklamak zorundadır. Ancak din bilimlerinin temsilcileri ile sosyologlar arasındaki sıkı işbirliği sayesindedir ki, başarı şansı ile çevre şartları ve din arasındaki korelasyonun tarihi ve sistematik analizine girişilebilir. Toplum olaylarının kavranması özel bir değerler tablosuna katılmayı gerektirmez. Bu durum dini karakterli sosyal olaylar için de geçerlidir. Bu bakımdan din sosyolojisinin metodunun tarafsız ve objektif olması gerekir. Gittikçe genişleyen perspektiflere erişebilmek için, çok sınırlı konudan hareket etmelidir. MENSCHİNG’İN TARİHİ, SİSTEMATİK VE FORMEL DİN SOSYOLOJİSİ Mensching ,din sosyolojisinin konusunun dinde ortaya çıkan sosyolojik olayların ve dinin sosyolojik münasebetlerinin incelenmesi olduğunu ifade etmektedir. Mensching tarihi ve etnolojik metotlardan yararlanarak,yani dinler tarihinin ve din etnolojisinin verilerinden hareketle ve fenomenolojik,karşılaştırmalı ve tipolojik metotların kombinasyonu suretiyle tecrübi ,tipolojik fenomenolojik, tarihi ve sistematik bir din sosyolojisi araştırmasını gerçekleştirmektedir. Milli dinler Evrensel dinler B)GÜNÜMÜZ TOPLUMLARININ DİN SOSYOLOJİSİ Din sosyolojisi özellikle XX.yüzyılın ikinci yarısından itibaren günümüz toplumlarında din konusunu ele almaya yönelmiş bulunmaktadır. Özellikle XX.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan büyük değişimler, din sosyologlarının bakışlarını daha da çok günümüz toplumlarında din sorununa yöneltmelerine imkan vermiş bulunmaktadır. Şüphesiz bu durum yeni metodolojik yöntem ve tekniklerinin geliştirilmesi problemini de beraberinde getirmiş bulunmaktadır. 1) G.LE BRAS’IN DİNİ MORFOLOJİ ARAŞTIRMALARI Fransız din sosyologu G.Le Bras, günümüz toplumlarında sosyolojinin bakış açıları ve yaklaşım yöntemlerinden hareketle dini tecrübenin çeşitli ifadeleri olan iman, ibadet ve cemaatin sosyolojik bakımdan ele alınmaya başlamasının en tipik bir temsilcisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Le Bras ,din sosyolojisine “ Dini Hayatın Sosyografisi” diye adlandırabilecek olan sosyolojik tasvirle girmektedir. Daha sonra dini pratiklerin dışında dini inançlara ve dine bağlılık ve dinin sosyal hayat içerisindeki yeri ve rolü konularına da el atan Le Bras , din sosyolojisinde üç ana alan ayırt etmektedir: Belli bir dini tecrübe etrafında birleşmiş bulunan “mü’minler cemaati”. Din sosyolojisi bu cemaatin terkibi, yapısı ve dinamizmini araştıracaktır. 2. Dinin dini olmayan toplumlarla olan karşılıklı münasebetlerinin araştırılması 3. Kutsal’ın gözlenebilir tezahürleri aracılığı ile görülmeyen alemin anlaşılmasına çalışmak 1. Le Bras, Çağdaş İslamiyet’te Normlar ve Değerler adlı eserdeki “Din Sosyolojisi Konusunda Araştırma Perspektifleri” adlı yazısında genel din sosyolojisi kadrolarının İslamiyet ve Müslüman topluluklarının sosyolojik tetkikine uygulanışına da önemli bir ışık tutmaktadır. 2.GÜNÜMÜZ TOPLUMLARININ DİNİ SOSYAL PSİKOLOJİSİ DİNİ TUTUM VE DAVRANIŞ ÖLÇÜMLERİ Günümüz toplumlarında din konusu çok çeşitli yöntemler ve teknikler aracılığı ile birçok vecheleri altında adeta laboratuar incelemesine tabi tutulmaktadır. Toplumlarda din konusunun incelenmesi çerçevesinde, ileri derecede modern toplumların yanı sıra daha az modern yahut geleneksel kategorisinde yer alan ve yahut modern etkiler altında hızlı bir değişime uğramakta bulunan toplumlarda din, dini yaşayış ve davranışların bilimsel ve sosyolojik incelenmesi giderek daha büyük bir önem kazanıyor. Bu meydanda,toplum içerisinde dini davranışın ölçümü sorunu, insanın dindarlığı ve dini aidiyeti konusuna bağlı olarak özel bir önem kasdetmiş görünüyor. Böyle olunca da din konusuna sosyolojik yaklaşıma bir şekilde kantitatif tekniklere dayalı sosyal psikolojik perspektif egemen olmaya başlamış bulunuyor. Şüphesiz böylesine bir yönelimde din sosyolojisinin öteki bilimler ve özellikle psikoloji ve tabii ki sosyal psikoloji ile olan ilişkileri ve bu bilim dalları arasında artan işbirliğinin payı çok büyük görünüyor. GÜNÜMÜZDE DİN SOSYOLOJİSİ VE BU ALANDA ORTAYA ÇIKAN BELLİ BAŞLI EĞİLİMLER Sosyoloji, dini olayların tetkikine yöneldiği gibi, yeni disiplin ilerleyip, onun araştırılma metotları da mükemmelleştikçe bu eğilim daha da artmış, öte yandan karşılaştırmalı, sistematik ve genel dinler bilimi ve onun alt dalları olan dinler tarihi, din psikolojisi, din fenomenolojisi, dini etnoloji, antropoloji ve folklor alanında yapılan çalışmalar da müstakil bir din sosyolojisinin doğmasına imkan hazırlamıştır. DİN SOSYOLOJİSİ ALANINDA TEMEL YÖNELİMLER Din sosyolojisi sahasındaki araştırmaların büyük bir hızla artması ve giderek dünyaya yayılması, yazarlar ve konular ve bu konulara yaklaşım yollarının çeşitlenmesi sonucunu ortaya çıkardığı gibi, aynı zamanda, bu çeşitlenmelerin belli eğilimler ve akımlar etrafında toplanmalarını da mümkün kılmıştır. Gerek araştırmaların konusu ve gerekse onları ele alış ve onlara yaklaşım tarzlarına göre din sosyoloji araştırmalarında belli başlı Dört ana temayülü ayırt etmek mümkündür: 1) Formel ve Fenomenolojik Eğilimler 2) Dini Morfoloji Eğilimi 3) Dini Sosyal Psikoloji Eğilimi 4) Etnolojik, Etnografik ve Antropolojik Eğilim 1) Formel ve Fenomenolojik Eğilim Bu araştırma tarzı daha çok tarihi, tipolojik, karşılaştırmalı, ve fenomenolojik bir din sosyolojisine yönelik olup; dinler tarihi, karşılaştırmalı metot ve klasik etnolojinin verileri üzerine temellenmekte ve dini hayatla ilgili olarak genel ve sistematik bir açıklamaya açılmak eğilimini göstermektedir. 2)Dini Morfoloji Eğilimi • Tasvirci metotlar, tahlil ve müesseselerin tarihi aracılığıyla bu yaklaşım tarzı bilhassa dini hayat, dini guruplar ve onların dış ve iç bünyeleri ile ilgili müşahhas durumları anlamak, onlarla çevre şartları arasındaki münasebetleri ortaya çıkarmaktır. 3) Dini Sosyal Psikoloji Eğilimi • Din sosyolojisi ile ilgili olarak son yıllarda yayınlanan eser ve makalelere göz atıldığında özellikle son zamanlarda bu eğilimin daha güçlü bir şekilde kendini hissettirmektedir. • Özellikle ABD de bu eğilimin oldukça güçlü olduğuna ve esasen bunun öteki ülkelere yayılmasında da oradaki çalışmaların rolü önemlidir. 4) Etnolojik, Etnografik Ve Antropolojik Eğilim • Dinin inançlar, mitoslar, semboller, ritüeller, ve büyü antropologların din konusunda inceleme alanını oluşturmaktadır. • İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden itibaren, din antropolojisi çalışmaları çerçevesinde, toplumun açıklanmasında dinin rolü ve fonksiyonu konusuna yönelmiş bulunmakta; kültür antropoloji kültür sistemi olan din konusunu incelemeyi amaç edinmiştir. İSLAMİYET VE DİN SOSYOLOJİSİ Tüm dini ilimlerin ve bütün Müslüman araştırmacıların eserlerinin temeline zımmen de olsa bir din sosyolojisi yatmaktadır. Bunu ortaya çıkarmakta her şeyden önce Müslüman araştırmacılara düşmektedir. Ancak son birkaç asırdan bu yana ilmi, teknik, sınai, sosyal ve kültürel planda Batıda ortaya çıkan ve oradan dünyanın başka kesimlerine yayılan büyük değişmeler ve gelişmeler, bağımsız ve tecrübi bir ilmi disiplin olarak din sosyolojisinin Batı’da vücut bulması ve gelişmesini mümkün kılmıştır. • Buna karşılık İslamiyet sahasında ve Müslüman ülkelerde bu konuda köklü ve geniş araştırmaların henüz gerçekleştirilmemiştir. • İslam dini ve ülkeleri sosyal olaylar olarak dini karakterli olayları incelemek isteyenler için geniş bir araştırma alanı sunmaktadır. • Çünkü tarihi ve sosyolojik olarak İslam dini, sadece Yüce Allah’ın Peygamberi aracılığıyla insanlara bildirilen ilahi bir mesaj olarak kalmamış, bu inanç etrafında gruplaşan toplulukların manevi ve sosyal hayatların en büyük rolü oynayan önemli bir faktör olarak kendini göstermiştir. Bu nedenle tarihinin başlangıcından itibaren bugüne kadar vücut bulmuş Müslüman topluluklar, tarihi ve sistematik din sosyolojisinin araştırmaları için cazip bir alan oluşturdukları gibi; aynı şekilde önemli dini, ilmi, siyasi, sosyal, sınai, ekonomik ve kültürel olaylarla karşı karşıya bulunan günümüz Müslüman ülkeleri de, dini-sosyal yaşayışları ve oralarda meydana gelen hadiselerin tetkiki bakımından din sosyolojisinin araştırma alanında bulunmaktadır. İslam dünyası belli bir dinamizmi ve buna bağlı olarak kendini gösteren kültür ve medeniyet gelişmesini müteakip, giderek kendi içine kapanmak suretiyle gelenekleşme ve statikleşmeye meyletmiştir. • İslami ilimler de buna bağlı olarak tekrarcılığa ve aktarmacılığa meylettiklerinden, toplumsal gerçeklikten de kopmuşlardır. • Gerek İslam dünyası ve gerekse de bütün dünya çapındaki yeni bilimsel, teknolojik, toplumsal ve kültürel gelişme ve değişmeleri idrak edecek ve karşılaşılan sorunlara çözüm üretmek suretiyle bir dönüşüm ortaya koyabilecek bir dinamizm gösterememiştir. • Bu çerçevede temel birer karakteristik olarak yerlerini almışlardır. Nitekim, bu temel karakteristik ve spekülasyon merakı, Müslüman üniversitelerde modern dönemde din sosyolojisi araştırmalarının da çoğu zaman, ya saf din ilmi araştırmalarından ibaret bulunan İslamiyet’le ilgili bilgilerin derinleştirilmesi, ya İslam düşüncesi içerisindeki belli başlı cereyanlar ve temayüllerin ideolojik bir tasviri yahut Batıda bu konuda yapılanların İslamiyet ve Müslüman topluluklarla arada hiçbir bağ kurmaksızın basit bir aktarılması ve yahut da en çok dini-sosyal hayatın belli kesimleriyle ilgili basit monografik tasvirlerle yetinmeleri sonucunu ortaya çıkarmış bulunmaktadır. İslam ülkelerinde din sosyolojisi araştırmalarının henüz emekleme devresinde olmasına karşılık, Batıda genel ve sistematik din sosyolojisi araştırmaları içerisinde İslamiyet’le ilgili konuların da eksik olmadığı görülmektedir. Genel ve sistematik bir ‘Dinler Sosyoloji’ idealini gerçekleştirmek amacında olan büyük din sosyologları buna rağmen çalışmalarını tabii olarak daha çok kendi toplumlarının dinleri üzerinde odaklaşmışlardır. Büyük dini sistemler arasında karşılaştırmalar yaparken İslamiyet konusuna ancak temas etmekle yetinmişler ve bu konuyu hiçbir zaman bütün genişlik ve derinliği içerisinde ele almamışlardır. Bununda birlikte din sosyolojisinin klasikleri, İslamiyet konusuna tamamen ilgisiz de davranmamışlardır; mesela Max Weber, yazmayı tasarladığı büyük din sosyolojisinin bir bölümünü İslamiyet’e ayırmış; bu konuda parçalar halinde notlar bırakmış ancak tamamlayamadan vefat etmiştir. • L.Massignon, yazılarıyla oryantalistlerden din sosyolojisi açısından İslamiyet’le ilgili çalışmalara ilk ve önemli katkılarda bulunanlardan biri olmuştur. • Bununla birlikte daha çok Tasavvuf konusu etrafında dönen Massignon, kendini hiçbir zaman tam manasıyla din sosyolojisine angaje (birini söz ya da yazıyla bağlamak) etmiş değildir. Genel ve sistematik din sosyolojisinin kadrosu içerisinde özel bir İslam din sosyolojisinin gelişmesini beklemek yerinde olacaktır. Nitekim, bu çerçevede, anlaşılan İngiltere, ABD ve benzeri Batı ülkelerine mensup, sosyoloji, siyaset bilimi, antropoloji, etnoloji, vb. sosyal bilimler yahut insan bilimleri ya da din bilimleri özellikle son dönemlerde İslam dünyasında din, toplum, kültür, medeniyet ve siyaset konularında meydana gelen olaylardır. • Bu değişmelere paralel olarak, din sosyolojisi bakımından İslamiyet ve Müslüman toplumlar konularını giderek artan bir oranda ilgi duydukları ve bu çerçevede orada din ve toplum ilişkileri, toplumsal değişimler ve din arasındaki etkileşimler ve bu çerçevede kendini gösteren süreçler konularında çalışmalar ortaya koydukları dikkati çekmektedir. TÜRKİYE’DE DİN SOSYOLOJİSİ • Eğer bağımsız ve tecrübi bir ilim olarak din sosyolojisi yakın bir tarihe sahipse, şüphesiz o Türkiye’de daha da yakın bir tarihe sahiptir. • Batıda pek çok ülkede bu alanda önemli çalışmaların gerçekleştirilmiş olmasına karşılık, Ülkemizde sistematik ve tarihi manada bir din sosyolojisinin varlığından söz etmek mümkün olamamaktadır. • Türk ilim aleminin, din sosyolojisi sahasının tamamen yabancısı olup, bu konuda hiçbir çalışmanın yapılmadığını düşünmek yanlıştır. • Hatta, bir anlamda Türk alimleri ve mütefekkirleri, çok eski tarihlerden beri bu ilim dalının doğuşu ve gelişmesine öncülük bile etmişleridir. • Türk sosyologları, Türk sosyoloji tarihinin ilk devirlerinden itibaren din sosyolojisi sahasına da yabancı kalmamışlardır. • Yakın dönemin ilk Türk sosyologları olarak bilinen Ahmet Rıza, • Ahmet Şuayb, • Bedii Nuri, • M.Satı Bey, • Prens Sabahattin, • Celal Nuri, • Ziya Gökalp, • Mehmet İzzet’in • çalışmaları içerinde, çeşitli sosyal konular arasında dini hadiseler üzerinde önemle durulduğu anlaşılmaktadır. • Mesela Bedii Nuri özel sosyolojinin bir bölümü halinde sosyal olaylar olarak dini olayları inceleyen bir din sosyolojisi üzerinde durmaktadır. • Prens Sabahattin ise, çeşitli toplumlarda dini tezahürlerin arz ettikleri çeşitlilikten söz etmektedir. • Fakat, asıl din sosyolojisini, E.Durkheim’den etkilenen Ziya Gökalp’ te bulmaktayız. Gökalp, genel sosyoloji çalışmalarının yanı sıra ‘Dini Sosyoloji’ adı altında dersler ve seminerler vermiştir. • Hilmi Ziya Ülken’ in ‘Dini Sosyoloji’ adlı eseri ise Türkiye’de bu sahada yazılan ve basılan ilk sistematik din sosyolojisi kitabıdır. Din sosyolojisi, ülkemizde sayıları giderek artan İlahiyat Fakültesi’nde önce bilim dalı sonra da giderek anabilim dalı olarak yer almış ve buralara intisab eden genç araştırmacılar İslamiyet ve Türk Din Sosyolojisi ile ilgili çalışmalara başlatmışlardır. Din sosyolojisi ve onun metodolojisi ile ilgili tecrübeler arttıkça bu araştırmaların bilimsel seviyesi de yükseltmektedir. • Öte yandan, üniversitelerin başta sosyoloji bölümleri olmak üzere çeşitli sosyal bilimlerle ilgili birimlerin ve özellikle son yıllarda Türkiye’de din ve siyaset ilişkileri ve laiklik konusu ile toplumsal değişme ve din özellikle de İslam dini ve Türkiye’de dini yaşayış konusunda giderek artan uygulamalı araştırma eğilimi, ülkemizde bu ilim dalına duyulan ilgiyi göstermektedir. Din, Türk toplumunun sosyal realitesi içerisinde önemli bir yer tutmakta olup, toplumumuzun realitelerinin, din sosyolojisinin bakış açıları ve yaklaşım yollarından hareketle objektif bir perspektiften derinliğine ve sistematik araştırmaların önemli katkıları bulunmaktadır. İKİNCİ BÖLÜM SİSTEMATİK DİN SOSYOLOJİSİ Her bilim dalının işe ilkin birtakım genel tanımlardan başladığı göz önüne alınırsa, din ve toplum münasebetleri ve dini grupları incelemek amacında olan din sosyolojisinin kendine has konularının sistematik ele alınışına geçmeden önce, sosyal hayatın en eski ve en tipik tezahürlerinden biri olan dinden ne anlaşıldığını açıklamakta fayda vardır. İlk sistematik din sosyolojisi disiplininin kurucusu olan Max Weber’in, din sosyolojisi araştırmalarında dinin tarifini yapmanın, onun ne olduğunu, mahiyetini kesin olarak ortaya koymanın hatalı olacağına işaret etmiştir. Ancak hiç değilse din hakkında bugüne kadar söylenip yazılanlara genel ve panoramik bir göz atış, toplumun müşterek dini hayatı, din ve toplum münasebetleri ve dini grupların incelenmesi faydalı olacaktır. A.DİN KELİMESİNİN ÇEŞİTLİ ANLAMLARI Din terimi gerçekte dini tecrübenin insan ve toplum hayatındaki tezahüründe ancak analitik olarak ayırt edilebilecek olan iki farklı boyuta da işaret etmektedir. Bunlardan birisi tapan ile tapılan arasındaki bağlılıktır. Yani dindarlık dediğimiz şey sübjektif bir halden ibarettir ve bu hal ‘Sübjektif Din’ diye adlandırılır. • İkinci manası ile din, objektif bir gerçeklik olarak toplumun bağlandığı inanç ve amellerden mürekkep bir sistemdir. • Din sosyolojisi daha çok ‘Objektif Din’ denilen bu ikinci yönle ilgilenmektedir. • Ancak sübjektif din ve objektif din arasındaki bu ayırım aslında analitik bir ayrımdan öteye geçememektedir. • Din ve toplum arasındaki karşılıklı münasebetleri, etki ve tepkilerin sistematik incelenmesine geçmeden dinin her şeyden önce ferdin işi mi yoksa toplumun işi mi olduğu meselesidir. • Sübjektivizm, dini tamamen ferdi bir olaymış gibi anlama eğilimini doğurmuştur. • Ancak XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla geçiş bu konuda bir tutum değişikliğini de beraberinde getirmiştir. • Objektif olarak din ‘objektif bir realite ile ilgili belli ölçüde ve aynı şekilde belli bir tarzda şahsi olan bir realite; insanın şu veya bu şekilde ona bağlı bulunduğunu kabul ettiği ve onunla münasebette kalmak istediği realite ile ilgili bir inanç ve uygulamalar bütününden ibarettir’; • Sübjektif anlamda din ise ‘yukarıda işaret ettiğimiz inançlara ve davranışlara tekabül eden düşünüş, duyuş ve davranış tarzı yani kısacası zihniyet şeklinde anlaşılmak zorundadır’ demekte ve böylece dinin sübjektif ve objektif yönünün birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan iki veçheden başka bir şey olmadığını güzel bir şekilde göz önüne sermektedir. B.DİN HAKKINDA YAPILAN ÇEŞİTLİ TARİFLER VE TENKİDİ a. Genellikle İslam Kelamcıları dini, ‘Allah tarafından vahiy yoluyla ve peygamberleri aracılığıyla dünya ve ahirette saadete götüren, itikad ve amellerden mürekkep bir müesssese’ olarak tarif etmektedirler. b. Çeşitli din bilimlerinin mensuplarının ve özellikle din sosyologlarının dinden ne anladıklara bakalım. Çeşitli din tarifleri arasında benzerlikler olduğu gibi farklılıklar da dikkati çekmektedir. Esasen bugün bütün din sosyologlarının üzerinde ittifak ettikleri bir din nazariyesi ve buna bağlı bir din tarifi de mevcut değildir. Çünkü Sosyoloji, gerçekliğin arayışı içinde olan dinamik bir ilim dalıdır. Nitekim böyle olduğu için, bugün zaten sosyologların ittifak ettikleri bir tek toplum nazariyesi de mevcut değildir. Sosyologlar dini tarif ederken belli bir dini değil de, zaman ve mekan itibariyle insanlar arasında her yerde ve devirde görülen ilahi olsun olmasın bütün dinleri göz önüne almaktadırlar. Zira, toplum hayatı içersinde dini incelemek amacına yönelmiş bulunan sosyologlar, günün ve dünün bütün dinlerini araştırma kapsamına almak ve aradaki ‘genel’ ve ‘genel olmayan’ hususları göz önüne sermelidirler. ‘Hak’ dinlerle ‘Batıl’ dinler arasında öz, kaynak, mahiyet, hedef ve değerler bakımından önemli farklılıklar bulunmakla birlikte, bütün dinlerin hepsi din olmak itibariyle aynı ad altında birleşmiş durumdadır. 1) Etnolog ve antropologların din konusuna el atmış bulunanlarının önemli bir bölümü, dinin tarifi konusu üzerinde durmuşlardır. Tylor dini ‘ruhi varlıklara inanç’ şeklinde tarif etmektedir. Tylor’un bu tarifi, dini tutumun konusunu teşkil eden hususlara daima kişileşmiş varlıklar gözüyle bakmak gerektiğini içeriyormuş gibi görünmesi sebebiyle tenkit edilmiştir. 2) Daha sonraki bir dönemin antropoloğu olan Radcliffe-Brown’ın tarifinin yukarıdaki sözü edilen noksanlıkları gidermek amacına yöneldiği anlaşılmaktadır. R.Brown’a göre din, ‘Bizim dışımızda olan manevi veya ahlaki güç diyebileceğimiz bir güce karşı bir bağlılık duygusunun falan ya da filan şeklindeki bir anlatımı’ ından ibarettir. R.Brown’ın bu tarifi dinin sosyolojik anlatımının önemli bir yönünü oluşturan ‘ameli’ (pratik) veçhe üzerinde ısrar etmekle birlikte, dini tecrübenin ‘nazari’ (teorik) anlatımına hakkını vermemesiyle tenkit edilmiştir. 3) Bir başka antropolog olan Geertz dini ‘İnsanlarda uzun süreli, geniş kapsamlı ve güçlü güdüler yerleştirmeye çalışan bir semboller sistemi’ olarak tanımlamakta ve böylece dindeki ‘sembolik’ ve ‘fonksiyonel’ yönü vurgulamaktadır. Geertz dini her şeyden önce toplumda kültürel bir sistem olarak görüyor. Bu tanım İslamiyet araştırmalarına da uygulanmıştır. Modern Türkiye’de ve hatta Osmanlı’da din konusunu ele alırken bu tanımdan hareket ediyor ve Türk toplumunda dinin, kültürel, sembolik ve fonksiyonel yönlerini tahlile çalışıyor. 4) Bir kısım mütefekkirler ve özellikle dinler tarihi uzmanları dini ‘Tanrıya veya Tanrılara yapılan ibadet ve ayinler’ olarak anlatmaktadır. • A.Reville, dini ‘İnsan hayatının, ferdin ruhunu, dünyaya ve bizzat kendisine hakim olduğuna inandığı ve ona kendisini bağlı hissettiği esrarengiz bir ruhla birleştiren bir duygu tarafından, tayin ve tespit edilmesidir’ diye tanımlamaktadır. • E.Durkheim bu tanımı yargılamaktadır. Durkheim’e göre ‘Tanrısız Dinler’ de vardır. 5) Bir başka tanım dini ‘tabiatüstü’ ve ‘sonsuz’ kavramlarıyla açıklamak istemektir. • Dini bu açıdan ele alan Max Müller ‘Her dinde zihnin anlayamayacağı şeyi zihne sığdırmak, anlatılamayan şeyi birtakım isimler ve yakıştırmalarla açıklamaya çalışmak ve sonsuza yönelmek eğilimi görülür’ demektedir. 6) Moris Jastovs’un ‘Dinin İncelenmesi’ adlı eserindeki tanımına nazaran din üç unsurdan müteşekkildir: a) b) c) Bize bağlı olmayan bir güç ya da güçler kabul etmek Bu güç ya da güçlere bizim bağlı olduğumuz duygusunu taşımak Bu güç ya da güçlere temasa geçmek. a. Teşkilat b. Fiiller c. Hayatın Düzenlenmesi ‘Bizi aşan ve bizim kendilerine bağlı olduğumuzu hissettiğimiz güç ya da güçlere inanmaya’ din denir. 7) Görüldüğü gibi, gerçekte bu tarif de yukarıdakilere bağlanmakta olup, aynı itirazlar onu da yapılmaktadır. Dini büyüye bağlayan James Frazer’in şu tarifi de benzeri tenkitlerle karşı karşıya kalmıştır. ‘Din, tabiatın ve beşer hayatının akışına yön verdiğine ve onu idare ettiğine inanılan üstün güçlerin insan için elverişli hale getirilmesidir.’ Böylece tanımlanan din, biri ‘nazari’ (teorik) diğeri ‘ameli’ (pratik) olmak üzere iki unsura sahiptir. 8) Din Psikolojisinin kurucusu olarak kabul edilen William James’a göre din, her şeyden önce ‘tabiat üstü’ bir manaya sahiptir. • Buna göre din, ‘Tek başına ferdin kendisini ilahi kabul ettiği şeyle münasebet halinde olarak mülahaza ettiği durumlardaki duyguları, hal ve hareketleri ve tecrübeleri’ nden ibarettir. 9) W. James’in bu tarifi, din sosyolojisinin en önemli isimlerinden olan Wach’a göre dini tecrübeyi tam olarak kucaklayamaması ve onu tamamen sübjektif bir vakıaya irca etmesi sebebiyle eksik kalmaktadır. • James, dinin özünün ferdi duyguda yattığını öne sürmekte olup, gerçekte ise dini tecrübenin sübjektif yönü kadar objektif yönü de önemlidir. • Esasen, dini tecrübenin tam bir tetkiki ve tarifinin her iki yöne de hakkını vermekle mümkün olacağı anlaşılmaktadır. Tek yanlı din tanımları, dini ve ondan kaynağını alan olaylar ve tecrübeleri hep redüktivist bir biçimde ele alarak, dinle ilgili gerçeğin sadece bir yönünü esas kabul edip ötekileri ihmal etmek yahut da dini, sosyal hayat ve özellikle maddi hayatta rastlanan olaylara icra etmek suretiyle hataya sürüklenmektedir. • İşte bu şekilde, temelinde dini ‘Daha müspet düşünce şekilleri karşısında silinip ortadan kaybolmaya mahkum bir ilkel ve büyüsel düşünce tarzı’ olarak kabul eden August Comte ve onun yolunda ilerleyen Pozitivistler, bu tür bir din anlayışıyla yanlış yola sürüklenmektedirler. Bunun gibi, dini ‘ilkel ya da geleneksel kültürlerin bir artığı ve dini hayatı bir kültür gecikmesi’ne icra etmek veya görmek de mümkün değildir. • İşte bu tür redüktivizme düşenlerden biri de, Fransız Sosyoloji Ekolünün en önemli temsilcilerinden olan ve ilkel dinlerin sosyolojisi sahasında önemli çalışmaların sahibi bulunan E.Durkheim olmuş ve böylece O, dini hayatın ilkel şekilleri üzerine olan çalışmalarına da gölge düşürmüştür. • Durheim dini, sosyal bütünleşme ve kontrolün tesisinde temel olarak görmekte ve onu, toplumu meydana getiren ‘temel unsurlar’ dan biri olarak görmektedir. Bununla birlikte, dinin tabiatı konusunda pozitivistlerin yolunda giden Durkheim, kutsal ve kutsaldışı arasında bir ayırım gözetmekte ve kutsal kavramını dinin özü olarak almak suretiyle dini ‘Kutsal şeylerle ilgili inanç ve amellerden meydana gelen ve bu inanç ve amellerin ona inanıp bağlananları manevi bir birlik meydana getiren bir cemaatte birleştirdiği dayanışmalı bir sistem’ şeklinde tarif etmektedir. Esasen bilindiği gibi ‘ilkel’ diye adlandırılan halkların dinlerinin gözetiminden hareketle dini tanımlamaya çalışan Durkheim, daha sonra bu ilk tarifini büyük ölçüde değiştirmiş olup, aynı yolda gidenlerden mesela Malinowski pek çok hususlarda Durkheim’e karşı çıkmıştır. • G. Mensching ise ‘Onun dini toplumun bir fonksiyonu olarak gören Comte’un pozitivizminden ilhamını alarak, dinin özü ve başlangıcını tamamen akıl yoluyla açıklamaya çalışmakla’ suçluyor. • Açıkça görülmektedir ki din, Durkheim ve onun yolundan gidenlerin öne sürdükleri gibi sosyal hayatın basit bir ‘salgı’sından ibaret değildir. • Zira, yapısı ne olursa olsun her toplumda ve insan ruhunda bir ‘yücelme ihtiyacı ve ilahi aleme yönelme arzusu ve eğilimi’ mevcuttur ki, bunu sadece fert ya da toplum kalıpları içerisine sıkıştırılmış bir kutsal kategoriyle anlamak ve açıklamaya çalışan her teşebbüsün başarısızlıkla sonuçlanacağına şüphe yoktur. • İslamiyet’in ve Müslüman alimlerin insanda aynı zamanda hem fıtri ve hem de kesbi olduğunu ifade ettikleri dinin bu yüce hakikatini, din sosyologları kısaca ‘korkutucu ve büyüleyici sır’ olarak vasıflandıran ‘kutsalın tecrübesi’ veya ‘yaşanması’ şeklinde tanımlamaktadırlar. • Buna karşılık, yine sosyologlar arasında yaygın olan bir ikinci din tarifi türünün daha çok ‘fonksiyonel’ bir din anlayışına yönelmektedir. • Modern toplumlarda sosyal değişme ve din ilişkilerini yahut sekülarizasyon konusunu araştıran bir din sosyoloğunun bu araştırmalarının sonucunun, onun dinden ne anladığı ve onu nasıl tanımladığı konusuna sıkı sıkıya bağımlı bulunacağını anlaşılmaktadır.