AKŞAM CHP'de 'milli' savaş Kurtuluş Tayiz Deniz Baykal’ın önceki gün bir televizyon kanalında yaptığı açıklamalar CHP’nin kendisine gelmesi açısından önemliydi. Etrafımız yangın yerine dönmüşken CHP “meleklerin cinsiyeti”ni tartışmakla zaman geçiriyor. CHP, aylardır “Atatürk’ün posterini kim indirdi, kim astı” tartışmasıyla zaman öldürüyor. Bununla da sınırlı değil; hükümet, dışarıda karşı karşıya kaldığı her sorunda CHP’yi karşısında buluyor. Oysa başka bir ülkeyle savaşa girildiğinde ya da bugün olduğu gibi Türkiye kuşatma altına alındığında cumhuriyeti kuran partiye kendi milletinin ve kendi hükümetinin yanında yer almak düşer, “karşı tarafta” durmak değil. “İyi de, Kemal Bey zaten bu yüzden CHP’nin başına getirilmedi mi” diye sorulabilir? Kuşkusuz bu doğru; ancak Kemal Kılıçdaroğlu CHP değil. Düne kadar CHP en “millici” partilerden biriydi. Sorunlu, sıkıntılı tüm özelliklerine rağmen CHP’nin ana gövdesini “ulusalcı”, “Misak-i millici” kesimler oluşturuyordu. CHP, milli mücadeleyi yöneten ekibin kurduğu bir partiydi. Deniz Baykal’ın liderliğini yaptığı CHP de, bu geleneğe nispeten bağlıydı. Kaset kumpası ile Deniz Baykal’ı değil, CHP’nin “milli” çizgisi ve geleneği tasfiye edildi. Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’de “gayrimilli” bir liderliğin adıdır. Kemal Bey’in etrafına topladıkları isimlerin hepsi, bu gayrimilli operasyonun tamamlayıcıları konumundadırlar. Kaset kumpasıyla anlaşılan CHP’yi teslim almışlar. Kemal Kılıçdaroğlu yönetimiyle CHP, kendi ülkesine düşman bir parti durumuna getirildi. Deniz Baykal’ın söz konusu görüşleri aslında bir siyasetçi için son derece olağan görüşlerdir. Halep, stratejik önemi bulunan ve ülkemiz açısından son derece önemli tarihi bir şehirdir. Hükümet, Türkiye ile Halep arasına “PKK koridoru” kurulmasına tepki olarak PYD mevzilerini bombalamıştır. Birazcık tarih bilgisi olan bir liderin bunu görmemesi imkânsızdır. Fakat CHP, PYD’nin bombalanmasına en az PKK ve HDP kadar sert tepki göstermiştir CHP, Türkiye’nin PYD mevzilerini bombalamasına İran, Esed ve Rusya’dan sonra en çok tepki gösteren parti oldu. Bu nasıl mümkün olabilir? Kemal Kılıçdaroğlu ve Doğan grubunun birçok yazarı, PYD’nin bombalanması karşısında “Savaşa sürükleniyoruz” diye yaygara kopararak aslında Rusya, İran ve Esed’in içerideki işbirlikçiliğini yapıyorlar. Rusya, İran ve Esed işbirlikçisi bu koroya en büyük darbeyi Deniz Baykal indirdi: “Azez Halep hattını açık tutmak için Türkiye’nin bombalama hakkı vardır. Şu an bombalamaların etkili olduğu anlaşılıyor. Güneyden Halep’e sızma olduğu anlaşılıyor. Halep Sünni İslam kentidir. Orada bir katliam var. Tarihi kimliği değiştirecek süreç yaşanırken ‘Durun, bekleyin’ veya ‘izleyin’ demek doğru olmuyor.” CHP’de hâlâ süren Atatürk posterinin kimin tarafından indirildiği tartışmasının simgesel bir önemi var. Atatürk “milli mücadeleyi” temsil ediyor. Bugünkü CHP ise bu çizgiden çoktan uzaklaşmış durumda. Bu kopuş Baykal zamanında değil, Kemal Kılıçdaroğlu döneminde gerçekleşti. CHP’deki Atatürk posterini indiren başkası değil, Kemal Kılıçdaroğlu’dur. AKŞAM Soğuk savaş mı, sıcak savaş mı? Vedat Bilgin Rusya Başbakanı Dimitri Medvedev yaşanan olayları ‘Yeni soğuk savaş’ diye nitelemiş. Tablonun soğuk savaştan öte bir savaş türünü yansıttığını söylemek herhalde yanlış olmayacaktır, bu savaşın eski sıcak savaşlar gibi devam etmediğini, hem imparatorlukların son savaşı olan birinci savaştan, hem de tipik bir sanayi çağı savaşı olan ikinci savaştan farklı olduğunu gösteren birçok olay bir arada yaşanmaktadır. Bir anlamda Ortadoğu’da yaşanmakta olan durum bize ‘sanayi ötesi güç mücadelesi’ veya ‘küresel çağın savaşını’ gösterir niteliktedir. Bu bakımdan Medvedev’in soğuk savaş nitelemesi yetersizdir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Burada kim kiminle savaşmaktadır belli midir? Elbette bellidir, fakat işin içinde iş vardır yani birçok strateji, akıl, politika karşı karşıyadır ve iş karışıktır. “Rus Başbakanı’nın söylediği gibi, bu olay Rusya ile Batı arasındaki gerilimin neticesi değildir ve Batı yani ABD ve Avrupa, Rusya’yı tehdit etmemektedir. Tam tersine küresel süreçte Ortadoğu siyaseti başarısız olan ABD’nin Avrupa’yı da yanlışa sürüklediği ve şimdilik Rusya’ya alan açtığı bir vasat söz konusudur.” Kim kiminle savaşıyor? Bu aşamada Türkiye’nin stratejik ortağı olan ABD’nin, DAEŞ’le mücadele bahanesiyle PKK’nın Suriye kolu olan Köşe Yazıları – 17/02/2016 PYD’yi desteklemesi ilginçtir ve akla başka soruların gelmesine sebep olmaktadır. Bu sorulardan biri; hiç şüphesiz ki Türkiye sınırına paralel PKK/PYD kontrolünde bir çeşit Kürt BAAS devletinin, rejimin desteğinde kurulmasına Batı’nın yol vermesi ve bunun desteklenmesiyle ilgilidir. Daha da ilginç olan, bu kuruluşu İran, Rusya, Suriye rejimi işbirliğiyle gerçekleştirirken Batı’nın onlarla aynı çizgide olmasının kendileri açısından yaratacağı sorunların şimdilik göz ardı edilmesidir. Batı Ortadoğu’da inisiyatif kaybettiği için çok parçalı bir yapının oluşmasını tek çıkar yol olarak görüp, Türkiye gibi ekonomik-kültürel entegrasyon yaratma imkanı olan bir ülkeyi etkisiz kılarak, onun siyasal nüfuz kazanmasını ‘siyasi model’ olmasını, etkinlik sağlamasını engellemek istiyor olabilir. İran’ın desteklediği bir PYD ile yine İran’ın Şii yayılmacılığının önünü Sünni Kürtlere ve din karşıtı sosyalizan iddiaları bulunan BAAS çizgisindeki PYD eliyle sınırlandırma hesabı yapılıyor da olabilir. Batı sistemi hangi hesabı yapıyor olursa olsun, saha içinde çok sayıda aktör, çok sayıda siyaset ve stratejik hamle bulunmaktadır ve reel politik bu dinamiklerden bağımsız değildir, bunlar tarafından şekillendirilecektir. Bir başka mesele, İran-Suriye-Rusya ittifakının nereye kadar devam edeceğiyle ilgilidir, şüphesiz bu süreçte yani Irak işgalinden sonra durumdan en fazla faydalanmış olan İran’ın nüfuz alanını genişletme arzusuyla Rusya’nın beklentilerinin, Suriye’nin geleceğiyle ilgili farklılaştığı birçok husus ortaya çıkabilir. Yakın savunma “Türkiye işin başından bu tarafa doğru yerde durmaktadır. Suriye’nin geleceğini, bu ülkede yaşayan bütün unsurların katıldığı bir ortak yönetimde gören Türkiye, bunun şartını BAAS rejiminin tasfiyesinde görmektedir.” İş şimdi gelip Suriye muhalefetinin tasfiyesine, yani Arap-TürkmenKürtlerden oluşan ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan insanların ya ülkeden sürülüp çıkarılmasına ya da ölümle baskıyla kurulacak BAAS/PYD düzenine teslim olmalarına kalmıştır. Burada tam anlamıyla insani bir trajedi yaşanmaktadır. Türkiye bu vahşete müsaade etmeme kararlılığındadır. Milyonları göçe zorlayan baskıya, şiddete ve katliama karşı Fırat’ın batısında fiilî bir güvenli bölge oluşturarak sivillerin yaşayabileceği vahşetin önlenebileceği bir alan yaratmak istemektedir. Başbakan Davutoğlu’nun PYD’yi Azez çevresinden uzaklaştıracak, bu koridoru kırmasına müsaade etmeyecek, Menag Havaalanı’nı kullanmalarını engelleyecek yaklaşımı savunmasını, bu bağlamda değerlendirmek HABERTÜRK ‘Onursal’ kavgası... Muharrem Sarıkaya Meclis’te kulisin dün iki konusu vardı. Türkiye’nin Suriye’de güçlerini vurması. topçu atışıyla PYD/YPG Ve eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın parti yönetimine bayrak açması... Şunu belirtmeliyim, ne hükümet ne de AK Parti yönetiminde savaşa dahil olma yönünde istek var... Bunun nedeni de “PYD ile IŞİD arasındaki alana 5 bin askerle girip iki taraftan gelecek tehdidi önlemek için de 900 kilometre uzunluğundaki sınırda 100 bin askeri dizmek gerektiği”... O nedenle Almanya Başbakanı Merkel’in girişimiyle sığınmacı kamplarının bulunduğu alanın uçuşa yasak bölge ilan edilmesi için çaba gösteriliyor. “Yağmur hattı” da denilen yöntemle, mevcut kampların yanına, yeni sığınmacıları konuk edecek uçuşa yasak bir tampon bölge kurulması hedefleniyor. Bu olmadığı takdirde, 600 bin yeni mültecinin Avrupa sınırına dayanacağı müttefiklere hatırlatılıyor. ‘TAMPON KORUNMALI’ Nitekim grup toplantılarında CHP Lideri Kılıçdaroğlu ile MHP Lideri Bahçeli de bu yöndeki girişimlere destek verdi... Grup sonrası kuliste Mehmet Tezkan ile karşılaştığımız Kılıçdaroğlu’yla makam odasında sohbetimiz devam etti. CHP Lideri, Azez bölgesinde top atışlarıyla sorun çözülse bile, aşağıda Halep yolunu Rus güçleri desteğindeki rejim askerlerinin kapattığını anımsatıp ekledi: AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 “Gelen sığınmacılar bugün olduğu gibi sınırın öbür tarafında kalmalı ve orada insani bölge oluşturulmalı. Burada oluşacak insani alanın bir tampon bölgeye dönüştürülmesi lazım. Biz bunu destekliyoruz ve haklı da buluyoruz. Çünkü, aşağıda Rusya vuruyor. Bunun bir an önce durdurulması ve orada bir nüfus yığılması olmaması da lazım.” BAYKAL KONUSU Kılıçdaroğlu’na önceki akşam Baykal’ın kendisi için “Kenara çekilmeli” dediğini anımsattık. “Bu konudaki sorularınıza yanıt vermeyeceğim” dedi. Devamında, CHP Büyük Kurultayı’nın üzerinden tam 1 ay geçtiğini anımsattı. “Merkez yürütme kurulu göreve başlayalı da 15 gün oldu” diyerek konuşmasını sürdürdü: “Geçmiştekilere benzer sorunlar olmadan işbirliği içinde gayet de güzel çalışıyorlar...” CHP’de, yönetim ve teşkilat arasında kopukluk olduğunu vurgulayıp devam etti: “Bir ideolojik boşluk oluştu. Bu oluşunca kişi ‘Ben ne olacağım?’ kaygısıyla hareket ediyor. İdeoloji öne çıkınca o zaman ‘Parti ne olacak?’ diye meseleye bütüncül bakıyor. Biz de ideolojik boşluğu gidermek için akademisyenlere çeşitli metinler hazırlatıyoruz. Bunları parti yönetiminden arkadaşlar gidip teşkilatla paylaşacak...” Kılıçdaroğlu ile vedalaşıp ayrıldık ki, kuliste Baykal sorununun kurultaya uzandığını öğrendik. Dedi ki: “Kurultay öncesi Baykal ‘eş genel başkanlık’ istedi, olmayacağını görünce, ‘onursal genel başkanlık’ mekanizmasının kurulmasını önerdi...” “Peki sonra?” dedik, gerisini getirdi: “Kurultayda karar alınmasını gerektiren bu sistemde onursal genel başkan, parti meclisi ve MYK’nın da doğal üyesi olacaktı. Kılıçdaroğlu olumlu baktı. Baykal ‘O zaman kurultaya önerge versin’ mesajını yolladı. Talebin kendisinden geldiği için önergeyi Baykal’ın veya arkadaşlarının vermesinin daha doğru olacağı iletildi. Baykal da öfkelendi...” Sonra da dedi ki: “Mesele bundan ibaret...” Unutmadan, CHP’nin dünkü grup toplantısında Baykal yoktu... HÜRRİYET En büyük kriz TAHA AKYOL SURİYE krizinin Cumhuriyet tarihinde karşılaştığımız en büyük tehdit olması iki sebepten kaynaklanıyor: Biri, karşımızdaki gücün Rusya olmasıdır. İkincisi Rusya ve Amerika’nın Suriye’deki tutumunu uygun bulan PKK’nın içeride terör yürütürken, PYD eliyle Türkiye‘yi güneyden kuşatmaya çalışmasıdır. Rusya Suriye’ye öylesine hâkim olmuştur ki, bir gün barış sağlanır da Suriye’de yeni bir rejim kurulursa, bu büyük ölçüde Rusya’ya bağımlı olacaktır. Öyle bir rejimin “Şam Emevi Camisi’nde cuma namazı kılmamıza” izin vermeyeceği bellidir. Bu deyiş Suriye’de Türkiye’ye dost bir rejimin kurulması amacını ifade ediyordu, gidişat maalesef tersinedir. Ne zaman kurulacaksa Suriye’deki olası rejim sadece Rusya’ya bağımlı olmayacak, PYD’nin de bir rolü olacaktır. PYD bir karşılık almadan mı Rusya’ya ve Baas’a lejyonerlik yapıyor? RUSYA VE PYD Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın verdiği resmi rakamlara göre, Rusya Suriye’de yaptığı 7200 hava saldırısında yüzde 88 oranında muhalifleri, yüzde 12 oranında IŞİD’i vurmuş! Belli ki Rusya askeri güç kullanarak Suriye’yi Sovyet usulü bir “uydu devlet” haline getirmek için sivil muhalefeti ezmeye çalışıyor! Halep’in kuzeyinde Rusya’nın okul ve hastaneleri bile bombaladığını Fransa Başbakanı Manuel Valls ile Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry de söyledi. Rusya Halep’in kuzeyinde, Kilis’in güneyinde Araplara ve Türkmenlere bomba yağdırarak bir taşla iki kuş vurmak istiyor: -İnsani yardım koridorunu keserek onbinlerce göçmeni Türkiye’ye kaçırmak istiyor. Bu aynı zamanda etnik temizliktir ve Avrupa’ya da gözdağıdır. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 -İkincisi, havadan Rusya karadan da PYD buraya hâkim olursa, PYD’nin Afrin ve Kobani kantonlarını birleştirmesi kolaylaşacaktır. Bunun anlamı PYD’nin Türkiye’yi bütün Suriye sınırınca kuşatmasıdır. PKK TERÖRÜ PKK’nın 11 Eylül 2013 kongresinde ifade edildiği gibi, KCK yani Kandil, Kuzey Suriye’yi ve (Rojova) Türkiye’nin güneydoğusunu aynı stratejinin unsurları olarak görüyor. Böyle düşündükleri için Suriye’deki gelişmelerden cesaret alarak ‘Çözüm Süreci’ne uymadılar, silah ve mühimmat depoladılar... 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından 11 Haziran’da KCK Yürütme Konseyi “Çatışmasızlık sona erdi” açıklamasını yaptı. KCK Eşbaşkanı Bese Hozat da 15 Haziran’da “devrimci halk savaşı”nı ilan etti. Terör böyle başladı. Türkiye’nin “terör” kavramını aşan bir tehditle karşı karşıya olduğu açıktır. PUTİN’İN KOMPLEKSİ Yakın zamanda bir imparatorluk kaybeden Rusya, Almanya gibi ekonomik ve teknolojik gelişmeyle güçlenmek yerine, Sovyet usulü kaba askeri hareketlerle gücünü göstermeye çalışıyor. Putin’in kompleksi ve Putinizmin özü budur. Rusya Kasım 2015’te Suriye’deki Lazkiye üssüne en modern S-400 füzelerini yerleştirmişti. Dünkü haberlere göre, elindeki en modern iki adet “casus uçağı”ndan birini Suriye’ye gönderdi. Askeri yorumcular bunu Suriye hava sahasını Batılı uçaklara karşı da denetim altına almak olarak yorumluyorlar. Merkel boşuna mı “uçuşa yasak” bölgenin gerekli olduğunu söylüyor. Rusya Suriye’yi Sovyet usulü “uydu devlet” yapmıyor da ne yapıyor. Türkiye ne yapmalı? Bu problemin sihirli değneği yok. Evvela içeride yumuşama gerekir, demokrasi standartlarımızı yükseltmek, muhalefetle ilişkileri yumuşatmak gerekir. Türkiye’nin Batı’daki itibarını yükseltmek gerekir. Hamasetin dış politikada yaptığı hasarı gidererek ve ağabey üslubunu bırakarak Ortadoğu’da diplomatik ilişkilerimizi süratle geliştirmek gerekir... Rasyonel politikalarla aşılabilecek uzun ince bir yoldayız.gerekir SABAH ENGİN ARDIÇ Peki ne yapsaydık? Çok karmaşık gibi görünen mesele aslında çok basittir: Kukla bir Kürt devleti kurdurmak, böylece "bir miktar" petrol üretimi ve akışını kendine doğru çevirmek. Varsın birtakım enayiler bu devletin "Marksist kokmasıyla" avunsunlar, önemli olan Hatice değil netice. Türkiye buna direndiği, buna "toprak katkısında" bulunmak istemediği için de mevcut Türk yönetimini devirmek, eskiden olduğu gibi "boyun eğici" bir iktidar müsveddesi oluşturmak. Bunu başaramadılar. Gerek iktidarın teyakkuzu ve dik duruşu, gerek halkın sağduyusu ve seçim tercihi her seferinde bu oyunu bozdu. Bir umutları kaldı: Türkiye'yi savaşa sokmak ve ordumuzun yenilmesini sağlamak. Yani "1919 koşullarını" yeniden oluşturmak ve bu kargaşadan bir Kürt devleti çıkarmak. O zaman başaramadıklarını şimdi gene denemek... Muhalif basın, İstanbul sermayesinin birkaç milyon dolarlık işbirlikçi çıkarı uğruna, hangi ihanet tezgâhında kullanıldığının farkında mıdır? Değildir. Erdoğan gitsin de ne olursa olsun... Muhalefet, gerek partileri gerek basınıyla, sırtında yumurta küfesi olmamasının da verdiği rahatlıkla, savuruyor. Evet, Suriye'deki "Esad rejimi", bir Mısır'daki Mübarek, bir Tunus'taki Zeynelabidin, bir Libya'daki Kaddafi gibi hızla çökmedi. Davutoğlu bu işin uzayacağını görmedi, iyimser davrandı. Ama o ülkelere Rusya bulaşmamıştı ki! AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 Türkiye ne yapsaydı?... Kılıçdaroğlu'nun yaptığı gibi Esad'ı destekleseydi... Peki ondan kaçan yüz binlerce mülteciyi ne yapacaktı? Almasaydı... Kevgire dönmüş sınırdan bu iltica dalgasına nasıl engel olacaktı? (Maşallah hiçkimsenin aklına, bu sınırı böyle çizen "devlet kurucu büyüklerimizi" eleştirmek gelmiyor...) Şimdi Kılıçdaroğlu "geri gönderelim" yani ölüme gönderelim diyor. (Solcu ya, ılgıt ılgıt insan sevgisi kokuyor.) Kürt ayaklanması konusunda da boş konuşuyor... Türk ordusu ateş etmesin... Hendeklerin gerisinde bağımsızlık ilan etmiş ilçeler, özerklik ilan etmiş belediyeler ortaya çıksın, Türk devleti ses etmesin... (Bunu önlemek için ne yapalım? Komisyon kuralım.) Rusya Suriye'yi ele geçirsin, ses çıkarılmasın... Rusya "eski SSCB hayalleriyle" gözüne kestirdiği her yere bulaşsın, anlayışla karşılansın... Üzerimizde uçak uçursun, nota vermekle yetinelim (eskiden Kıbrıs konusunda yaptığımız gibi)... Burnumuzun dibinde Kürt devleti kurulsun, sonra birkaç vilayetimiz de referandum meferandum dümeniyle ona katılsın!... İstediğiniz bu mudur? "Sözde liberallerin" istedikleri budur: Yenilgiyi kabul edelim diyorlar. Türkiye küçülsün, "Kürt safrasını" atsın, gelişmiş batı bölgeleriyle daha "derli toplu" bir ülke olarak Avrupa Birliği'ne kolayca girsin (alırlarsa.) Dolayısıyla, Ortadoğu'da söz sahibi olmaya da bir daha asla kalkmasın (kalkamasın), haddini bilsin, meydanı başkalarına bıraksın. Fethullah hocanız Humeyni misali göklerden süzülüp gelerek İncek Sarayı'na geçip kurulsaydı, öyle mi yapacaktı? SABAH MELİH ALTINOK Kılıçdaroğlu, Baykal ve "biz" ve "onlar" Dün güne Rusya'nın Suriye'de bombaladığı bir hastanede ve okulda ölen 50 sivilin haberiyle başladık. Bizim yerli Şebbihaların yazdığı, program yaptığı gazete ve televizyonlarda bu haber yoktu. Ne var ki bu katliam her yerde ilk haberdi. Konu elbette siyasetin de gündemindeydi. Meclis'teki konuşmasında Türkiye'nin politikasını eleştiren Kemal Kılıçdaroğlu'nun ise nedense neşesi yerindeydi. Rusya, Hizbullah milisleri ve rejimin yerleşik sivillerinin bombaladığı, "Bayırbucak" bölgesinin ismiyle dalga geçen Kılıçdaroğlu şöyle konuştu: "Suriye'de kaybedenler, Türkiye, Türkmenler ve sivil vatandaşlar. Bayırbucak'tan bahsediyorlar. Ne bayırı kaldı ve bucağı... Siz milli değil gayri millisiniz." Bu esnada Kemal Bey Twitter'da bir anda trend topic (çok konuşulan) olmuştu. İnsanlar, Kılıçdaroğlu'nun konuşması sırasında, katliam bölgesinin ismiyle dalga geçmesine ve salonda bulunan partililerin de bu sözleri "gülerek" alkışlamasına tepki gösteriyorlardı. Bu hal üzerine söyleyecek tek bir sözüm yok. Çünkü babam, dedem yaşındaki insanlara insanlığın asgari vasıflarını hatırlatarak eleştirmeyi nafile bir çaba olarak görürüm. Ne var ki, Kılıçdaroğlu'nun dünkü konuşmasında Türkiye'den ve Suriye'deki sivillerden "onlar" diye bahsetmesi kendisini ve partisini tam olarak nerde konumlandırdığını göstermesi açısından bir hayli öğreticiydi. Gerçi haklısınız başka ne yapabilirdi ki? Sivil halkından yüz binlercesini kimyasal silahlarla katleden bir diktatörle, görev yaptıkları parlamento arasında kararını çoktan vermiş bir partinin genel başkanından bahsediyoruz. Ülkesinin fiili savaş halinde bulunduğu bir devletin liderine destek ziyaretleri yapanlar kimlerdi, hatırlayın. Bu konuda partiye hâkim olan havanın anlaşılması için, CHP'nin dış politika ekolünün temsilcilerinden ve şimdilerde Zaman'da yazan Faruk Loğoğlu'nun sözlerini de unutmamalıyız. Loğoğlu'nun, Türkiye'nin Suriye'de PYD'nin askeri unsurlarını vurduğu dakikalarda Şam'ın Dışişleri AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 sözcüsünden bile önce yaptığı şu çıkış manidar değil mi sizce de? "Kandil'e operasyonlarda meşruiyet vardır. Ancak Suriye/ Irak tezkeresi Suriye'ye yönelik operasyon hakkı vermemektedir. Bize saldırı yok." Evet, yine konu aynı ve yine bir CHP'li lapsuslarla "bizini" ve "onlarını" açık ediyor. Doğrusu çok merak ediyorum, son 6 yılda pek çok örneğini sayabileceğimiz bu halden sonra, PKK'ya YPG denilen Suriye'de acaba CHP'ye ne diyorlardır dersiniz? İşte hızla bir mezhep partisi görünümüne sürüklenen CHP'ye geçtiğimiz günlerde partinin içinden, Deniz Baykal'dan gelen sert çıkışın nedeni de bu gidişata dur demektir. Siyasi farklılıkların, ülkenin çıkarları söz konusu olunca ortadan kalkması gerektiğini gösteren Baykal, görev yaptığı parlamentoya sahip çıktı. Türkiye'nin Suriye politikasını desteklediğini söyledi ve partisini eleştirdi. Baykal'ın Halep'le ilgili sözleri ise bamteliydi! Kılıçdaroğlu'nun dün tepki çeken sözlerinin hükümete yönelik olduğunu düşünenler yanılıyor. Bu sözler Kemal Bey'in Türkiye'de, partisi içinde ve Suriye'de kimi "biz" kimi "onlar" diye gördüğünün en net resmidir. STAR ORHAN MİROĞLU Halk Erdoğan’ı hep haklı çıktığı için destekliyor CHP’den Mahmut Tanal dostumuz, geçenlerde meclis genel kurulunda, AK Parti sıralarına dönüp ‘halkın desteği aslında sizden ziyade Erdoğan’a’ mealinde bir şeyler söyleyince, AK Parti grubu; Tanal gibi, meclisteki militan muhalefetle yetinmeyip, fırsat buldukça bu muhalefeti sokaklara taşıyan bir politikacının ‘Erdoğan’ın hakkını Erdoğan’a teslim’ etmesinden çok hoşlandı ve Sayın Tanal’ı coşkuyla alkışladı. Bu itiraf aslında, AK Partiyi bölmek veya içerden zayıflatmak için peş peşe çekilen operasyonların dayandığı, gerçekliği olmayan iddia ve görüşlerin iflas ettiğinin ilanı gibiydi. Öyle ya bu iddiaların kritik süreçler için ileri sürdüğü tezlere bakıldığında görülen aşağı yukarı şuydu: AK Parti’de doğru kabul edilen birçok şeye Erdoğan müdahale ediyor ve bu doğrular, Erdoğan’ın eliyle altüst ediliyor, bu yüzden de Erdoğan’ın yanlış tutumu yüzünden parti irtifa kaybediyor ve Türkiye kutuplaşıyor! Oysa bu kolaycı ve art niyetli yorumları bir yana bırakacak olursak, tek tek olaylar bazında yaşadığımız ve Türkiye’yi sarsan birçok nokta ve sonuç, Erdoğan’ın yanılmadığını, tam tersine doğru düşünüp doğru karar verdiği için, Türkiye’nin birçok kez uçurumun kenarından döndüğünü ve bu gerçeği halkın gördüğünü ve Erdoğan’ı desteklediğini açıkça gösteriyor. Bu kadar büyük bir sorumluluk üstlenmiş bir liderin çok kritik safhalarda doğru düşünüp doğru kararlar alması, Erdoğan’a Allah’ın bir lütfu ya da Allah’ın Türkiye’yi koruyup kollayan ilahi adaletinin bir sonucu olsa gerektir. Gezi’de Erdoğan yanlış yapmadı. Oysa yakından biliyorum ki çevresindeki birçok insan, yanlış yapması için bilerek ya da bilmeyerek onu adeta teşvik etti. Yurt dışındaydı ve gezi olayları başladığında sürekli olarak bilgi alıyordu. Söylenen basitçe şuydu: Her şey normal, her şey kontrol altında, yurt dışından geldiğinizde, Keçiören’deki konuta gidebilir ve Emine Hanım’ın demleyeceği yorgunluk çayını ayaklarınızı bir pufa uzatarak gönül rahatlığı içinde içebilirsiniz. Erdoğan bu söylenenlerin doğruluğuna inşallah inanmaz ve kurulan tuzağı fark eder diye, milyonlarca insan gibi içinden dua edenler arasındaydım. Dualar kabul oldu ve Erdoğan, havaalanına iner inmez hodri meydan dedi. Ankara’da ve İstanbul’da insanlar sokaklara, caddelere birikmiş, liderlerinden gelecek mesajları bekliyorlardı. Erdoğan uçaktan indi ve halkın beklediği o mesajları verdi. Türkiye rahat bir nefes aldı. MİT TIR’larının durdurulması ve sonrasında da, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın sorguya alınmak istenmesi olayında da Erdoğan doğru olanı yaptı ve Fidan’ın ifadeye gitmemesini istedi. Tersi bir kararın nelere yol açabileceğini bugün ortaya çıkmış bunca gerçeğin süzgecinden geçirerek, varın siz düşünün. Erdoğan, sözde Dolmabahçe ‘mutabakatına’ müdahale ederken de sonuna kadar haklıydı. Bu haklılığı, isteyen bugün Kürtler’e reva görülen hendek zulmünün ortaya AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 çıkardığı gerçekler ışığında bir daha düşünebilir. PKK/HDP’nin derdinin Dolmabahçe veya başka bir mutabakat olmadığını daha kaç hendeğin kazılması ve o hendeklerin içine daha kaç ton bomba yerleştirilmesi gerekir acaba? Mutabakat arayan, diyelim ki, bu mutabakat olmayınca gidip silahlı gruplarla ilçeleri ve şehirleri işgal mi eder, yoksa muhatabının mutabakattan kaçınamayacağı koşulları yaratmak için sivil ve demokratik siyaset mi yapar? Hem de seksen milletvekili çıkarmışken.. Erdoğan, koalisyona sıcak bakmayıp AK Parti’nin önüne yeni bir seçim yarışı koymakla da doğru yaptı. CHP, olup biteni hala anlayamamış. Araştırma komisyonu kurulmasını talep edip duruyor. Cizre ve Sur görüntüleri bile, ulus-devlet kurmuş, üniter birliğimizin sözde yegane bekçisi olduğunu iddia eden CHP’yi yakalandığı Erdoğan sendromundan uyandıramamışsa, bugün CHP’li bir koalisyonla, PKK eliyle, Türkiye’ye karşı savaş açan uluslararası güçlerle nasıl mücadele edilebilecekti, hiç düşündünüz mü? Son olarak.. 1 Mart tezkeresinin geçmesi gerekirdi diyen Erdoğan’ı tarih haklı çıkardı. Kimse kusura bakmasın, ama solun İslami versiyonu bir anlayışla, Irak işgaline karşı çıkmak belki o günün koşullarında ahlaki bir tavır olarak görülebilir. Ama 1 Mart tezkeresi geçseydi, Türkiye’nin Irak’taki ve Ortadoğu’daki gücü bugün daha ilerde bir güç olacaktı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle inşa edilen ilişkiler, şehirlerin fiziki inşasını mümkün kıldı, ticaret gelişti filan ama bu ilişkilerin siyasi yanı istenilen düzeye bugün de varabilmiş değil. Bu tartışmada hatırlanması gereken bir şey daha var. 1 Mart tezkeresinin bedelini Türkiye’ye ödetmek istedi ABD, PKK’ya teklif üstüne teklif gitti. Savaşı başlatması için tabi. Ama o dönemde PKK’yi yöneten Osman Öcalan ve Nizamettin Taş bu teklifi reddettiler ve sonrada ilk kongrede tasfiye oldular. Sonuçlarına bakıldığında, 1 Mart tezkeresi meselesinde de hayır diyenlerin övünecekleri bir şey yok ortada. STAR HDP’den duygusal kopuş AHMET TAŞGETİREN Zaman zaman farklı bağlamlarda gündeme gelen bir “Duygusal kopuş”tan söz edilse de, hendek kriziyle başlayan şu son süreçte “Türkiye” toplumunun “HDP’den duygusal kopuşu”nun çok net olarak gerçekleştiğini söylemek mümkün. HDP, bilinçli ya da bilinçsiz olarak “Türkiyelileşme” söylemini çöpe attı ve bir anlamda “Türkiye partisi hüviyeti” ile intihar etti. Bunu bilerek, isteyerek mi yaptı, böyle bir noktaya gelişte bütün HDP camiası tavır birliği içinde mi, bunlar ayrı konu ama gerçek şu ki, artık ne Demirtaş’ın ağzına ne de başka herhangi bir HDP’linin ağzına “Türkiyelileşme” söylemi yakışmayacak. Peki ondan ötede bir çıkış yolu mu buldu HDP diye sorulursa, orasının da tam bir çıkmaz olduğu çok açıktır. Kafalarını Rojava’da kendilerine vaat edilenin bozduğu görülüyor. Artık Amerika mı vaat etti, İngiltere mi, Rusya mı, orası muğlak ama “Orada bir yapı oluştururuz, oradan Türkiye’ye sarkarız, böylece kısa günün kârında Doğu-Güneydoğu’da bir statü oluştururuz” diye düşünmüş olmalılar. Ve muhtemelen, “Süper küresel odaklar tarafından bir tür “Vaat edilen statü” söz konusu olmuşsa, buna Türkiye karşı koyamaz” diye düşündüler. Bunu HDP mi düşündü, Kandil mi emrivaki yaptı, yoksa Demirtaş’ın zihin formatı, Washington-Brüksel seferleri sırasında mı tarumar edildi, bunu da henüz bilmiyoruz. Ama her ne hal ise çok ciddi bir zihinsel iğfal söz konusu ve HDP gitti, “Fırtına gençlik” girdabına vücudunu teslim etti. Duygusal kopuş, evet. Türkiye’nin duygu dünyasından silindi HDP. “Türkiye’nin duygu dünyası” derken, sadece Türkiye’nin Batısını, Kuzeyini, Güneyini kastetmiyorum, sadece Türkleri kastetmiyorum, bana göre ülkenin Doğusu-Güneydoğusu dahil, memleket nüfusunun Türk’ü Kürdü dahil, insan unsuru ve coğrafya bütünlüğü koptu HDP’den. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 HDP gerçekten Türkiyeli bir parti mi? Türkçe, Kürtçe ağıtları duyuyor mu HDP kadroları? Başbakan hendeklerin arkasına yerleştirilen henüz bluğa ermiş Kürt çocuklarına “Sizin yeriniz orası değil, sizin yeriniz üniversite amfileri, okul sıraları” diye sesleniyor, siz bir HDP milletvekilinin ağzından böyle bir çağrı duyabiliyor musunuz? Kandil “Ölün” desin ölsünler Kürt çocukları öyle mi? Ve Kürtler hala, HDP’nin arkasında saf tutsunlar. Çocuğu Sırp mı, İngiliz mi, Rus mu bilinmeyen bir profesyonel tetikçinin kurşunlarına hedef olsun ve Kürt anne, HDP’nin arkasında saf tutsun. O ağıtlarda HDP’ye yönelik hangi lanet var, duyabiliyor musunuz? HDP ayağına taş bağladı hendeğe gömdü kendisini. Kaç zamandır Altan Tan’ın sesi çıkıyor mu? Çıkmaz, çünkü o hendek faciasının nasıl bir siyasi intihara tekabül ettiğini okuyacak kadar siyasi bilinç sahibidir. “6-7 Ekim’de HDP olarak kitlelerin önüne çıkıp, kollarımızı gerip, ‘durun” diye seslenebilmeliydik” derken, tam da o Türkiye’nin yaşayacağı duygusal kopuşun farkındalığını seslendirmekteydi. Yasin Börü’nün hunharca, canice katledilişine sessiz kalan bir HDP’nin Türkiye ile duygusal bütünlük içinde olabilmesi mümkün müydü? Kandil’e karşı “Hendeklerde neden ilk cephe hattına en toy Kürt çocuklarını yerleştiriyorsunuz?” diye isyan çığlığı atamayan bir HDP siyasetçisi, her şeyden önce Kürtlerle duygusal bütünlük sağlayabilir mi? Lanet okuyor anneler, babalar, gözyaşı kurumayan minnacık çocuklar, eşler... Siz nasıl çıkacaksınız bu bedduaların içinden? Binlerce şükür ki, yaşanan duygusal kopuş asla Kürtler’e karşı olmadı. HDP’yi Kürtlerden bile dışladı toplumun çok çok büyük kesimleri. Çünkü Türk-Kürt Mehmedlerin şehit cenazeleri yan yana konuldu, aynı anneler ağladı evlatlarının ardından, Mehmedler birbirlerinin son kelime-i şehadetlerine tanıklık ettiler. Siz koptunuz arkadaş bu büyük milletten. “Kürtçülük” oynadınız ama rolden ileri gitmedi, ücretinizi küresel odaklar verecekti ama hendeğe bunca gömüldükten sonra ve Türkiye, Türk’ü Kürd’ü ile “Beni yıkamazsınız” haykırışını ortaya koyduktan sonra hala ücretleriniz verilir mi, bilinmez. YENİ ŞAFAK Kürtler ve tehdit meselesi... ALİ BAYRAMOĞLU Önce bir tespit: Ortadoğu'nun Kürt toplulukları ve hareketleri hızla alan genişletiyor, tarihsel olarak yol alıyor. Kuzey Irak Kürtleri bağımsız bir devlet kurma peşinde koşuyor ve uluslararası destekleri tam. Suriye Kürtleri özerk bir alan oluşturmuş durumda. Bu alanın meşruiyeti ülkelere göre çeşitli ve değişen nedenlerle her geçen gün artan uluslararası kabul görüyor. Ortadoğu'daki değişiklikler Kürtlere bir fırsat oluşturdu, onlar da bu fırsatı değerlendiriyorlar. Ortadoğu'da tarihinin akışı bu istikamette ve bu tür akışların geriye çevrilmesi eşyanın tabiatına aykırı. Şimdi bir soru: Bu durum Türkiye için bir tehdit oluşturuyor mu? Kürtlerin Ortadoğu'da, Irak'ta ve Suriye'de kendilerine ait siyasi bir birime sahip olması, genel olarak bakıldığında Türkiye'yi rahatsız etmez. Nitekim bazı koşullar altında etmiyor da... Örneğin Ankara'nın bir dönem oluşma ihtimalini bile bir savaş nedeni saydığı Irak Kürdistan Özerk Bölgesi, bugün Türkiye'nin yakın müttefiklerinden birisi. Dahası bu özerk yapının varlığı, Türkiye'nin Kürt sorunu üzerinde ağırlık oluşturmuyor, tersine mevcut ağırlığı hafifletiyor. Her ne kadar Türkiye Irak Kürdistan'ının bağımsız bir devlete dönüşmesine sıcak bakmadığını söylese de hiç bir şekilde buna direnç gösteren bir tavır sergilemiyor. O zaman şu açıktır: Türkiye, komşusu Irak Kürtleri konusunda toplumsal, siyasal ve tarihsel gerçekliğe ve akışa ters düşmediği gibi, kendi çıkar ve politikalarını buna uyarlayarak avantajlı bir konuma yerleşmiş bulunuyor. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 Türkiye açısından “tehdit” algısı, PYD ve Suriye'yle ilgili. Türkiye ve Suriye'deki Kürtlerin akrabalığı, PKK ile PYD'nin geçişkenliği, Ankara'da, Suriye'deki gelişmelerin Türkiye'yi de kuşatabileceği endişesini yaratıyor. Buna üç faktör yol açtı.. Bunlar (1)bölgesel gelişmeler, (2)siyasi iktidarın çözüm sürecin ağırdan alması,(3) Kürt hareketinin yeni stratejisidir. Her bir faktör doğal olarak diğerini etkilemiştir. Bu, sadece bir endişe değil, aynı zamanda kimi açılardan fiili bir durum. PKK, PYD'yle bir bütün halinde hareket ediyor. Kuzey Suriye kantonlarını birleştirerek bir oluşum peşinde koşuyor, Türkiye'nin Kürt bölgesini de bu oluşumun bir devamı olarak görüyor. Dahası Türkiye topraklarında bu istikamette bir egemenlik savaşı yürütüyorlar. Bu faktörlerden birisi, “çözüm sürecinin eksik ve ağır kurgusu” üzerinden bakıldığında devletin bu tehdidin oluşmasına katkısı da hiç hafife alınmayacak düzeyde olduğu görülür. Kürt sorununun merkezi bir bakıma Türkiye'den Suriye'ye taşınmış bulunuyor. Türkiye bu durumu silah kullanarak savuşturmaya çalışıyor. Ve, haklı ya da haksız, sonuç olarak Suriye'de Kürtler açısından rüzgara karşı koşuyor, çıkar ve politikaları ile tarihsel akış ters düşüyor, yalnızlaşıyor ve sıkıntıya düşüyor. Ama şunun altını hemen çizmek gerek: Bu tablo ne mutlak ne de sabit, tersine tarihsel ve değişken, yeni oluşmuş bir duruma işaret ediyor. Nitekim bir dönem Türkiye'nin PYD'ye bakışı farklıydı. Vahap Çoşkun'a kulak verelim: “Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye ile PYD arasında sağlıklı bir ilişki vardı. PYD Eşbaşkanı Salih Müslüm, Dışişleri ve MİT yetkilileri ile görüşüyordu (…) Dışişleri Bakanlığı'nda (…) karar verici pozisyonundaki isimler PYD'nin 'rasyonel bir aktör” olduğunu ifade ediyorlardı. PYD, kalıcı ve bazı aşırılıklarını törpülemesi kaydıyla ilişki kurulabilecek bir niteliği haizdi. Dolayısıyla PYD, gelecekte Türkiye'nin işbirliği yapacağı muhtemel partnerlerden biri olabilirdi…” (“Yanlış Soru”, 15.02.2016, Serbestiyet)) PYD'nin PKK tarafından kurdurulmuş olması ya da siyasi yakınlığı hükümet tarafından elbette biliniyor, ama bu bakışını etkilemiyordu. Etkilemiyordu zira, Türkiye'nin politikaları, içerideki çözüm süreci, ana rüzgarların bu tutumu kaçınılmaz ve rasyonel kılıyordu. 2013'ten itibaren Rojava meselesinin hassas bir konu olduğu, her geçen gün artan bir önem kazandığı devlet tarafından biliniyordu, ancak görülen o ki önemsenmedi. Oysa izlenecek yol temel olarak Rojava'yı demokratik açıdan kuşatmak, Suriye Kürtlerine ve bu bölgedeki Kürt tahayyülüne yol ve yön vermek, bununla eş zamanlı olarak çözüm süreci üzerinden ise hızlı entegrasyon politikalarını hayata geçirmek olmalıydı. Bu politikalar, yerel yönetim reformu üzerinden Kürt yapılarını sisteme dahil edebilir, bugün empoze edilmeye çalışılan Suriye modeli yerine Türkiye modelini öne çıkarabilirdi. Böyle bir hamle muhtemelen Kürt hareketinin stratejisini yönlendirebilecek istikamette olurdu. Öngörüsüzlük, Rojava'nın özgül ağırlığının ihmal edilmesi, Ankara'nın tüm siyasi enerjisini Esat'a vermesi buna engel oldu. Bugün bir tehdit varsa, bunun oluşumunda devletin siyasi hatalarının da payı vardır. O zaman şu gerçeği teslim etmek fayda var: Tehditleri sadece karşı taraf değil, sizin tarihe bakışınız ve paradigmalarınız da yaratır. Yanlış adımlar devam ederse, yarın yeni tehditlerin ve kayıpların doğması işten bile olmaz. Ne yapmalı sorusu yine yarına kaldı... Peki bu arada ne oldu? Türkiye'nin Kürt sorununu özellikle Kürt hareketi nezdinde ulusal niteliğini bir anlamda kaybetti ve ulusal sınırlar dışına taştı. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 17/02/2016 AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ