OSMANLI DİPLOMASİSİ ABDULLAH BDEM 1.ÜNİTE DiPLOMASi KAVRAMI Diplomasi kavramının kökeni Grekçedir. Grekçedeki “di-ploma/”dan türetilen diplomasi, asıl olarak “ikiye katlanmış” anlamına gelmektedir. Fakat diploma, daha sonraları “el yazısıyla yazılmış ve ikiye katlanmış kâğıt, belge” mânâsında kullanılmaya başlanmıştır. Etimolojik olarak kaynağı tespit edilen diplomasi kavramının günümüzdeki anlamını kazanmasıyla alakalı bilgiler ise şu şekildedir: Kadim Grek ve Roma‟da resmî vesikalar; bazı imtiyazları ihtiva eden ve yabancı toplumlarla ilişkileri düzenleyen belgelerin katlanmasından dolayı bunlar “diploma” olarak adlandırılmaktaydı. 1796 yılında Edmund Burke ile değişmiştir. ingiliz yazar ve devlet adamı Burke, bugünkü anlamıyla diplomasi kavramını “uluslararası ilişkileri yürütme sanatı”; yani devletlerarası ilişkileri ve görüşmeleri icra etme manasında kullanmaya başlamıştır. Harold Nicolson‟a göre diplomasi dar ve geniş olmak üzere iki anlama sahiptir. Dar anlamda diplomasi, hükümetlerin “resmî temsilcileri olan diplomatlar vasıtasıyla yürütülen karşılıklı haberleşme ve görüşmeler sürecidir”. Geniş anlaması ise, bir devletin “dış siyasetinde kullandığı çok çeşitli siyasî etkileme yöntemi ve teknikleri”dir. DiPLOMASiNiN ORTAYA ÇIKMASI VE GEÇiRDi⁄i AfiAMALAR Diplomasi kelimesi her ne kadar geç bir dönemde Grekçede ilk defa kullanılsa da, işlev olarak ortaya çıkması insanlık tarihi kadar eskidir. insanların toplumlar ve kabileler şeklinde yaşamaya başladıkları en eski dönemlerden beri diplomasi var olagelmiştir. Başlangıcını bu şekilde ortaya koyduğumuz diplomasinin tarihi genel olarak iki temel dönem altında ele alınmaktadır: Birinci dönem, Geçici/Tek Yanlı Diplomasi olarak adlandırılırken, ikinci dönem Sürekli Diplomasi şeklinde izah edilmektedir. GEÇiCi/TEK YANLI DiPLOMASi Diplomasi tarihinin birinci dönemi, “Geçici/Tek Yanlı Diplomasi” olarak adlandırılmaktadır. Yukarıdaki satırlarda da izah edildiği gibi, tarihin en eski dönemlerinde başlayarak ve takriben XV. yüzyıla kadar devam eden süreçte icra edilen Geçici/Tek Yanlı Diplomasi‟ye aynı zamanda Latince karşılığı olan “Ad Hoc Diplomasi” de denmektedir. Türkçe karşılığı “bunun için ve bu amaçla” anlamlarına gelen Ad Hoc, “sürekli olmayıp, sadece belirli bir görevin” yerine getirilmesini ifade eden diplomasi olarak kavramsallaştırılmıştır. Bir kez daha belirtmek gerekirse, geçici diplomaside taraşar arasındaki temas kısa “süreli” ve “geçici”; “tek yönlü” ve “dar” kapsamlıdır. Bu çerçevede bir toplumdan, kabileden veya devletten diğerine var olan belli sorunların müzâkere edilmesi, çeşitli vesilelerle yapılan törenlere iştirak edilmesi, savaş açıldığının ilan edilmesi ve hükümdar değişikliğinin bildirilmesi gibi çeşitli haberlerin iletilmesi için elçi gönderilmesi söz konusudur. Yerleşik Hayata Geçişle Başlayan Diplomasi Mevcut bilgilere göre, diplomasinin günümüzdeki anlamına yakın ilk örnekleri kadim Mezopotamya‟da görülmüştür. Kadim Doğu’da Diplomasi Bu genel bilgilerin dışında diplomasi tarihi hakkında en eski belge yine bu bölgeden çıkmıştır. Hititler (MÖ. 1650-MÖ. 1180) ve kadim Mısırlılar (MÖ. 3000-MÖ. 670) arasında MÖ. 1285 yılında cereyan eden Kadeş Savaşı‟nı sona erdiren “Kadeş Antlaşması”, diplomasi tarihinin bugün bilinen ilk vesikası olma özelliğine sahiptir. MÖ. 1278 yılında imzalanan ve orijinali Akadca olan bu antlaşmanın kil tablete basılmış bir kopyası Hitit imparatorluğu‟nun başşehri Hattuşa‟da 1906 yılında bulunmuştur. Yine bu dönemlerde bölge devletleri arasında mektuplaşmaların vuku‟ bulduğu da bilinmektedir. Siyasî özellikler taşıyan bu mektuplara “Amarna” denilmektedir. Greklerde Diplomasi Birincisi; Greklerin, Atina ve Sparta gibi çeşitli site/şehir devletlere sahip olmalarıdır. fiehir devletlerine bölünen Grekler, kendi aralarındaki çekişmelerde ve rekabette etkin olabilmek; birbirlerine karşı varlıklarını sürdürebilmek için diplomasiyi önemli bir araç olarak kullanmışlardır. Aynı şekilde dışarıdan gelen daha büyük tehlikeler de bu bağlamda etkili olmuştur. Malum olduğu üzere, komşu devletler bu tür site devletleri için her zaman tehlike arz etmekteydi. Komşu büyük devletlerle diplomatik temasları sıcak tutmak şehir devletleri için hayatî bir önem arz ediyordu. Diplomasi tarihinde Greklerin getirdikleri önemli yenilikler ise şu şekilde sıralanabilir: Açık ve Çok Yanlı Diplomasi‟nin uygulanması, diplomatik dokunulmazlık hakkının tanınması ve bugünkü konsolosluk kurumunun ilk örnekleri olan “proksenos” ların ortaya çıkması Greklerde görülmektedir. Yine Greklerde “Açık Diplomasi” temasları ve görüşmeleri halka açık yapılırdı. Roma imparatorluğu’nda Diplomasi insanlık tarihinin en önemli ve etkili imparatorluklarından biri olan Roma imparatorluğu‟nda da (MÖ. 750 - MS. 476) diplomasinin var olduğu; fakat Roma‟daki diplomasinin, Greklerdeki kadar ilerlemediği bilinmektedir. ilk etapta tezatmış gibi görünen bu tespitin izahı oldukça dikkat çekicidir. Bu durum, ilgili kaynaklarda Roma‟nın devlet yapısıyla alakalı şu üç nedenle izah edilmektedir. Roma imparatorluğu, “Pax Romana”yı, yani “Roma Barışı”nı askerî güçle zaten sağlamıştı ve kendisi tek merkezdi. Dolayısıyla çevreyi teşkil eden komşularına karşı diplomasiye hiç de ihtiyacı yoktu. ihtiyacı olmadığı için de, diplomasi Greklerde olduğu gibi pek gelişmemiş ve kurumsallaşmamıştır. Roma‟da diplomasinin gelişmemesindeki ikinci neden, imparatorluğa hâkim olan iktisadî yapısıyla alakalıdır. Bilindiği gibi, Roma imparatorluğu‟ndaki iktisadî yapı ticaretten daha ziyade tarıma dayalıydı. Grekler örneğinde olduğu gibi, ticaretin yoğun olması diplomasinin gelişmesini olumlu etkilemiştir. Son neden ise, Roma imparatorluğu‟nun geniş bir coğrafyada hâkim güç olarak kendi dilini ve kültürünü dayatmasıydı. Diğer bir yenilik “Fetialis Kurulu”dur. Bu kurul, diplomatik görüşmeler neticesinde imzalanan antlaşmaların saklanması, protokol sorunlarının çözüme ulaştırılması ile savaşın ilan edilmesi ve barışın yapılması gibi belli işlerle uğraşırdı. Doğu Roma imparatorluğu’nda Diplomasi Roma imparatorluğu‟nun, Germen saldırıları neticesinde 395 yılında ikiye ayrılmasıyla kurulan Doğu Roma imparatorluğu‟na (395-1453), Bizans imparatorluğu da denmektedir, diplomasi, Roma‟nın aksine hem kurum hem de uygulama olarak fazlasıyla gelişmiştir. Doğu Roma‟da diplomasi alanında yaşanan bu gelişmenin iki nedeninin olduğu belirtilmektedir: Birinci neden, Doğu Roma imparatorluğu‟nun Roma imparatorluğu kadar kudretli askerî güce sahip olmamasıydı. Doğu Roma, dış saldırılara açıktı ve bunlara baş edebilmesi için diplomasiye ihtiyacı vardı. Dört bir tarafı böylesine rakip ve düşmanlarıyla çevrili olan Doğu Roma imparatorluğ u, diplomasiye istinat ederek bölgesel barışı ve dolayısıyla kendi varlığını devam ettirmeye gayret etmekteydi. Bundan dolayıdır ki Doğu Roma, diplomasiyi savaşa karşı her zaman tercih etmiştir. Doğu Roma diplomasisinin kurumsal anlamda en önemli yeniliği, dış ilişkilerde istihdam edeceği diplomatlarını eğitimden geçiren ilk devlet olmasıydı. Doğu Roma diplomasisinde dikkat çeken diğer bir özellik, dinin en önemli diplomasi araçlarından biri olarak kullanılmasıydı. Özellikle de doğudan ve güneyden gelen islâm saldırılarına karşı Katolik Batı Avrupa‟dan askerî yardım alabilmek için Hristiyanlığın savunucusu olarak kendisini göstermiş ve ihtiyaç duyduğunda bu özelliğini öne sürerek yardım taleplerinde bulunmuştur. Doğu Roma diplomasisi hakkında belirtilmesi gereken son husus ise, hukukî ve ahlakî olmayan yolları diplomaside metot olarak yaygın bir şekilde kullanmasıydı. Çin’de Diplomasi Medeniyet tarihinde eski ve önemli bir yere sahip olan Çin‟in diplomasi tarihi ve geleneği de, buna paralel olarak oldukça eskidir. Takip edilebildiği kadarıyla Çin diplomasisinin oluşması ve gelişmesi, Grek ve Roma diplomasilerine bir hayli benzemektedir.Merkezi bir otoritenin olmadığı bu dönemde, Çin coğrafyasında çok sayıda bağımsız devletler bulunmaktaydı. Bu devletçikler arasındaki iktidar ve güç mücadelesi, tıpkı kadim Grek dünyasında olduğu gibi, diplomasinin kullanılmasına ve dolayısıyla gelişmesine neden olmuştur. Kendisini dünyanın kültür merkezi olarak gören Çin, kendi dışındakileri “Çin kültüründen, dolayısıyla uygarlıktan uzak barbarlar” olarak görmekteydi. Çevre devletlerden elçiler sık olarak Çin‟e gelseler de, Çin‟in buralara elçi göndermesi seyrekti. Bundan dolayı buna “çok tek taraflı” diplomasi denmektedir. Çin‟deki bu yapının oluşmasının Roma örneğinden farkı, bunun askerî olmaktan ziyade dinî bir nedene dayanmasıdır. Çin diplomasisinde kurum olarak dikkatleri çeken “Resepsiyon Bölümü”dür. Bu kurum, dışarıdan gelen elçi heyetlerin kabul edilmesi, hediyelerin ve vergilerin verilmesi, bunların Çin‟e geliş gidişlerinin nasıl olması gerektiğine dair ayrıntılar gibi hususlarla ilgilenirdi. Örneğin kadim bir Çin diplomasi uygulaması olan yabancı elçilerin huzura çıktıklarında giydikleri ve Çin imparatorunun gelenleri aşağılaması anlamına gelen “Kotow” adlı giysi Avrupalıların tepkisini çekmesine rağmen giymek zorunda kalıyorlardı. Yine 1793 yılında daimî elçilik açmak isteyen ingiltere‟nin bu isteğini reddeden Çin imparatoru, gerekçe olarak yabancı bir devletin başşehirlerinde “diplomatik temsilcilik bulundurmanın kendi hanedanlarının devlet sistemiyle uyuşmadığını” belirtmiştir. Fakat daha sonra patlak veren 1839-1842 Afyon Savaşı‟nda Çin‟i mağlup eden ingiltere, bu isteğini kazandığı askerî zaferle ancak elde edebilmişti. ingiltere‟yi diğer Avrupa devletleri de takip etmiştir. Bu şekilde Çin, sömürgeci Avrupalı devletlerin iktisadî, askerî ve diplomatik nüfuz alanı hâline gelmiştir. iran’da Diplomasi Kadim tarihe ve geleneğe sahip olan iran‟da diplomasi, coğrafyasının şartlarına göre oldukça önemli bir araç olarak buraya hâkim olan devletler tarafından kullanılmıştır. Nitekim iran‟ın, Avrupa ile Asya arasında bir köprü ve Anadolu‟nun tabiî bir uzantısı olan kadim kavimler göçünün cereyan ettiği bir koridor olması hasebiyle, sürekli olarak mücadele alanı olmuştur. Ayrıca kadim ipek Yolu‟nun en önemli noktalarına da sahip olması aktif diplomasi için önemli bir neden teşkil etmiştir. Etnik olarak Türk, inanç olarak ise fiiî hükümdarların idare ettiği Safevî Devleti, kendileri gibi Türk ama inanç olarak Sünnî Osmanlıların yönettikleri devlete karşı, bu mücadeleden dolayı erken dönemde 1501 yılında Venedik‟le silah alımı görüşmeleri yapmış ve ardından bu kez işi daha da büyüterek 1515‟de Portekiz‟le ittifak antlaşması imzalamıştır. Eski Türklerde Diplomasi Göktürklerde (552-744) ve Uygurlarda (742-840) diplomatik temaslar, “bitikçi”,“ılımgacı” ve “tamgacı” diye adlandırılan görevliler tarafından yürütülürdü. Müslümanlarda Diplomasi Kur‟ân-ı Kerim‟in barışı teşvik etmesi önemli bir nedendir. ikinci olarak, yine Kur‟ân-ı Kerim‟in diğer toplumlarla ilişkileri geliştirmekle alakalı bazı ayetleri içermesi bu bağlamda etkili olmuştur. Bu hususlarda Hz. Muhammed‟in (571-632) bizzat icra ettiği ilk örnekler, islâm devletlerinde diplomasinin gelişmesine zemin hazırlamıştır. islâm tarihindeki ilk diplomatik faaliyetleri bizzat Hz. Muhammed tarafından gerçekleştirilmiştir. Hz. Muhammed, 622 yılında Medineli Müşrikler, Yahudiler ve Müslümanlar arasında yaptığı antlaşma bu bağlamda zikredilecek en önemli ilk örnektir. Medine Vesikası denen bu antlaşmayla, eskiden beri aralarında çatışma bulunan toplumlar barıştırılmış ve yeni bir toplumsal düzen inşa edilmiştir. Yine Hz. Muhammed, 628 yılında Medine toplumu adına Mekke‟deki Kureyş yönetimi adına Süheyl bin Amr‟la bizzat müzâkere yaparak neticesinde ilk antlaşma olan Hudeybiye Antlaşması‟nı imzalamıştır. Dokuz maddelik bu antlaşma islâm tarihinin ilk diplomatik metini olma özelliğine sahiptir. Selçuklularda Diplomasi Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157), başta Abbasî Devleti olmak üzere Bizans imparatorluğu ile diplomatik temaslara sahipti. Elçilerin özellikleri ve görevleri hakkında Selçuklu vezirlerinden Nizâmülmülk (1018-1092), meşhur eseri “Siyâsetnâme” de önemli tespitlerde bulunmaktadır. Nizâmülmülk‟e göre elçiler hükümdara hizmet adabını bilen, az ve cesaretle konuşan, çok seyahat eden, Kur‟ân-ı Kerim‟i ezbere bilen, akıllı, feraset sahibi, olgun ve fizik olarak güzel görünenlerden seçilmelidir. Devamında Nizâmülmülk, elçinin görevlerini sayarken özellikle de diğer devletler hakkında bilgiler toplanmasını zikretmektedir. SÜREKLi DiPLOMASi Diplomasi tarihinin ikinci dönemi “Sürekli Diplomasi”dir. Sürekli Diplomasi, devletler arasındaki diplomatik temasların yürütülmesi veya duruma göre sorunların yurt dışında sürekli olarak istihdam edilen elçiler tarafından halledilmesine matuf faaliyetler olarak ifade edilebilir. Bu tarz diplomaside diplomatik temaslar her hangi bir zaman kaydı olmaksızın devam eder, ciddî bazı siyasî krizler olmadığı sürece her hangi bir kesinti olmaz. Sürekli Diplomasi, takribi olarak XV. yüzyılda bugünkü italya üzerinde bulunan Venedik ve Ceneviz gibi şehir devletleri tarafından uygulanmaya başlanmış ve XIX. yüzyıldan itibaren de kademeli olarak bütün devletlere yayılmıştır. Sürekli diplomasinin italyan şehir devletlerinde başlamasının nedenleri şu şekilde izah edilebilir: Bu şehir devletlerinin birbirlerini takip etme ihtiyacı, birinci nedeni teşkil etmektedir. Zira kuvvet olarak birbirlerine yakın olan bu küçük devletler için aral rındaki dengenin devam ettirilebilmesi, ancak sürekli diplomasi yoluyla olabilirdi. Nedenlerden ikincisi, bu devletlerin varlıklarını devam ettirebilmek için aralarındaki savaş tehlikesini mümkün olduğunca ortadan kaldırabilmek ve barışı devamlı kılabilmek için Sürekli Diplomasi‟ye ihtiyaç duymalarıdır. Bu bağlamda zikredilebilecek üçüncü neden, zayıf devletlerin diğer devletler nezdinde sürekli temsilci bulundurması ihtiyacıdır. Sürekli Diplomasi‟nin bu devletlerde başlamasının dördüncü nedeni, bunların eskiden beri yapageldikleri aktif dış ticarettir. Tıpkı Grek dünyasında olduğu gibi, italyan şehir devletleri arasında kültür ve dil birliğine sahip olmaları, beşinci nedeni teşkil etmektedir. Bu durum, aralarındaki etkileşimi ve yeniliklerin yaygınlaşmasını kolaylaştırmaktadır. italyan şehir devletlerinde Sürekli diplomasinin gelişmesindeki son neden ise, kadim Roma ve Doğu Roma diplomasi geleneğinin bu devletleri etkilemesidir. Bu devletler arasında Venedik, özellikle de Doğu Roma diplomasisinden oldukça etkilenmiştir. Sürekli diplomasiye geçişin en önemli göstergesi olan daimi temsilci bulundurmaya başlanmasının ilk örneklerine italyan şehir devletlerinde rastlanmaktadır. Nitekim bunlar henüz daha XI. yüzyıldan itibaren Filistin‟de, Suriye‟de, Mısır‟da ve istanbul‟da “potestas” ve “bailo” denen konsoloslukları açmaya başlamışlardı. Takriben XVIII. yüzyıl, Sürekli Diplomasi‟nin Avrupa‟nın tamamına yayıldığı süreç olmuştur. XIX. Yüzyıl diplomasi tarihi açısından bambaşka bir yere sahiptir. Bu yüzyıl, diplomasinin “altın çağı” olarak adlandırılmıştır. Modern diplomasinin gerek kurum ve gerek pratik olarak bu kadar yaygınlaşması nın çok çeşitli nedenleri olduğu muhakkaktır. Bunlardan üç tanesini şöyle tespit etmek mümkündür: Birincisi, takriben XI.-XIX. yüzyıllar arasında Batı Avrupa‟da Rönesans‟la başlayıp Aydınlanma ile devam büyük değişim dönüşüm sürecinin neticesinde ortaya çıkan Sanayî inkılabı‟yla ve Sömürgecilikle doğrudan alakalıdır. Sürekli Diplomasi‟nin gelişmesindeki ve yaygınlaşmasındaki ikinci neden, XIX. yüzyılda başlayan Avrupa dışındaki birçok bölgede görülen modernleşme sürecidir. SÜREKLi DiPLOMASi’DEKi YENiLiKLER Sürekli diplomasiye geçişle birlikte diplomasi alanında önemli yenilikler yaşanmıştır. Bunlardan en önemli protokol uygulaması olmuştur. Devamında ise yeni diplomasi türleri ortaya çıkmıştır. Protokol Uygulaması 1815 Viyana Kongresi‟ne kadar sürmüştür. Bu kongrede ilgili devletlerin diplomatik temsilcilerinin sınıf ve dereceleri belirlenmiştir. Viyana Kongresi‟nde kabul edilen tüzüğe göre diplomatik temsilciler üçe ayrılmıştır: 1. Hükümdarlar yanına gönderilen Büyükelçiler ve Papa‟nın elçisi “Legalar” 2. Hükümdarlar yanına gönderilen Ortaelçiler ve diğer temsilciler 3. Dışişleri Bakanları yanına gönderilen Maslahatgüzârlar Ardından imzalanan 1818 “Aix-La Chappelle Protokolü”, bu diplomatik temsilcileri şu şekilde belirlemiş ve dördüncü bir sınıfı daha eklemiştir: 1. Büyükelçiler ve Legalar 2. Ortaelçiler 3. Mukimelçiler 4. Maslahatgüzârlar Zirve Diplomasisi Devletler arasındaki ilişkilerin elçilerin yanı sıra, duruma göre bunların doğrudan ilgili devletlerdeki “en üst seviyedeki karar alıcıları” olan hükümdarlar veya devlet başkanları tarafından yürütülmesine “zirve diplomasisi” denmektedir. Çok Taraflı Diplomasi Aralarındaki bir sorunu çözmek için bütün taraşarın bir araya gelmesiyle yapılan diplomasiye, “Çok Taraşı Diplomasi” denmektedir. 1618-1648 Otuz Yıl Savaşları‟ nı bitiren 1648 Westphalia Antlaşması‟yla ilk defa uygulanan bu diplomasinin temel özelliği, Avrupa‟da bulunan Protestan ve Katolik bütün devletlerin hemen hemen hepsinin katılmasıyla gerçekleştirilmesi ve Avrupa‟nın temel meselelerinin ele alınarak halledilmesidir. Bu tür diplomasiye verilecek ikinci örnek Osmanlı Devleti‟nin de katıldığı Karlofça Kongresi‟dir. 1683-1698 Osmanlı-Kutsal ittifakı Savaşları‟nın ardından, Kasım 1698-Ocak 1699 arasında bugünkü Sırbistan‟ın sınırlarında bulunan Karlofça‟da yapılan bu kongrede mağlup Osmanlı Devleti, galip devletler Avusturya, Rusya, Venedik ve Polonya yer almıştır. Osmanlı Devleti‟ni Reisülküttab Mehmed Rami Efendi ve Baştercüman Aleksandros Mavrokordatos‟un temsil ettiği bu kongre iki ay sürmüş ve neticesinde 26 Ocak 1699‟da Karlofça Antlaşması imzalanmıştır. Neticesinde Osmanlı Devleti Avrupa‟daki topraklarının önemli bir kısmını kaybetmiştir. Çok Taraşı Diplomasi, daha sonraki yüzyıllarda daha ziyade savaşlar sonrasında yapılan barış görüşmelerinde uygulanmıştır. 1789 Fransız ihtilali‟nin neden olduğu kargaşanın ve Napolyon Savaşları‟nın (1796-1814) sonuçlarının izale edilmesi için toplanan 1815 Viyana Kongresi, Çok Taraşı Diplomasi de önemli bir yere sahiptir. Viyana Kongresi neticesinde Avrupa‟daki taşlar yeniden oturmuş ve Fransız ihlali öncesi duruma tekrar dönülmüştür. Konferans Diplomasisi Avrupalı devletler arasındaki bir takım sorunların toplantılar yoluyla çözülmesine, “Konferans Diplomasisi” denmektedir. Bu tür diplomasi daha ziyade 1815 Viyana Kongresi sonrasındaki süreçte uygulanmaya başlanmıştır. Çok Taraşı Diplomasi, daha sonraki yüzyıllarda daha ziyade savaşlar sonrasında yapılan barış görüşmelerinde uygulanmıştır. 1789 Fransız ihtilali‟nin neden olduğu kargaşanın ve Napolyon Savaşları‟nın (1796-1814) sonuçlarının izale edilmesi için toplanan 1815 Viyana Kongresi, Çok Taraşı Diplomasi de önemli bir yere sahiptir. Viyana Kongresi neticesinde Avrupa‟daki taşlar yeniden oturmuş ve Fransız ihlali öncesi duruma tekrar dönülmüştür.Konferans Diplomasisi‟nin uygulanmasında “Le Concert Européen/ Avrupa Uyumu” önemli bir yere sahiptir. Parlamenter Diplomasisi Birleşmiş Milletler Teşkilatı‟nın kurulmasının ardından oluşan yeni “örgütlü sistem” çerçevesinde, milletlerarası sorunların bazı uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla görüşülmesine “Parlamenter Diplomasi” denir. Özellikle de ikinci Dünya Savaşı‟nın (1939-1945) ardından ortaya çıkan BM‟ye bağlı kuruluşlar ile Avrupa Birliği gibi teşkilatların ilgili kuruluşları bu diplomaside etkin olmaktadırlar. 2. ÜNİTE Osmanlı Hariciye Teşkilatı KLASiK OSMANLI HARiCiYE BÜROKRASiSi Osmanlı Devleti‟nin dış politika yapılanması Büyük Selçuklu, ilhanlı ve Memluklular gibi büyük devletler ile Anadolu‟da kurulmuş olan Anadolu Selçuklu Devleti ve onun yerine kurulmuş olan diğer beyliklerin etkisinde gelişmiştir. Osmanlı Devleti‟nin dış politika yapılanması topraklarının genişlemesine paralel olarak sürekli kendi kendini yenilemekteydi. Divan-ı Hümayun ve Nişancı Orhan Gazi döneminde toprakların genişlemesi ve yeni devlet işlerinin çıkışı nedeniyle üst yönetim kurumsallaşmaya başlamıştır. Bunun neticesinde divan denilen en üst istişare ve karar organı daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Önemli beyler ile kazaî işlerden sorumlu yetkililerin katıldığı divan, bir çeşit hükümet demekti. Divan-ı Hümayun‟dan çıkan kararların, kanunlar ve yazışma usulleri dâhilinde kaleme alınarak, gerekli yerlere gönderilmesi, nişancının görevlerindendi. Nişancı lar, kalemiye denilen sınıftan yetişirlerdi ve protokolde beylerbeyine eşitti. Nişancının emri altında Divan-ı Hümayunun bütün yazı veevraklarının işlerini birer kâtipler ve memurlar heyeti yürütmekteydi ki bunların baş sorumlusu da Reisülküttab (Reis Efendi) idi. ilk olarak Fatih döneminde gördüğümüz nişancı 1453-1650 arasında hariciye nazırı, yani dışişleri bakanı durumundadır. Reisülküttab da o dönem dışişleri genel sekreteri konumundaydı. 1650 senesinde yapılan bir değişiklikle, nişancı protokolde yine reisülküttabdan önce gelmekle beraber, dış politikaya ait işler tamamen reisülküttaba bağlanmıştır. Nişancı bu tarihten sonra yalnız diğer kanunî işlerle uğraşmıştır. Reisülküttab ilerleyen dönemlerde Osmanlı devlet işlerinin saraydaki Divanda görülmesi yerine, 1654 yılından itibaren Sadrazamın Paşa Kapısı veya Bab-ı Asafi ve daha sonraları da artık genelde Bab-ı Âli denilen kendi makam ve emrindeki Sadaret bürolarıyla müstakil yere geçmiştir. 1654‟den 1836‟ya kadar 180 yıla yakın bir süre, reisülküttablar, fiilen hariciye nazırı görevlerini ifa etmişlerdi. Divan-ı Hümayun Tercümanları ve Görevleri Osmanlı Devleti ile Avrupalılar arasındaki ilişkiyi Divan-ı Hümayun Tercümanları sağlardı. Yabancı bir devlet elçisiyle yapılan görüşmelerde, imzalanan antlaşmalarda veya dışarıya gönderilen olağanüstü elçilerin yanında tercüman en önemli görevlilerden biriydi. 1709‟da Divan-ı Hümayun Baş Tercümanı iskerletzade Nicholos‟un önce Boğdan, daha sonra Eşak Voyvodalığına getirilmesiyle Rumların voyvodalıklara atanma süreci de başladı. Tercümanların arasında devlete yararlı hizmetler yapanlar olduğu gibi, iç ve dış politikalarla ilgili sahip oldukları bilgileri yabancı devletlere verenler de olmuştu. 1774 Küçük Kaynarca Barışı ile Rusya‟nın Osmanlı Ortodokslarının koruyucusu durumuna gelmesi Divan tercümanlarının bir kısmını Rusya‟ya yöneltti. Fransa‟nın yanında ingiltere‟nin de Akdeniz üstünlüğü politikası tercümanların kendi eğilimlerine göre bu üç devletten birine yönelmelerine sebep olmuştur. 1821‟de hızlı bir şekilde başlayan Rum isyanını, istanbul Rum Patriği Gregorius ve istanbul‟daki Rum aileler gibi Divan-ı Hümayun Tercümanı Constantine Mourouzi‟nin desteklemesi üzerine, bu kişilerin 16 Nisan 1821‟de görevinden uzaklaştırılmalarıyla bu kurum kaldırıldı. Reisülküttabın Divan-ı Hümayun Kalemindeki Görevi ve Kendisine Bağlı Daireler Osmanlı Devleti‟nde 1789 yılına kadar bu sınıfa “Ehl-i Kalem” veya “Kalemiye Sınıfı” denmiştir. XVII. Yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı devlet yönetiminde savaşlardaki başarısızlıklar üzerine yavaş yavaş silah ehli olan askerî unsur yani paşalar, önemlerini kaybetmeye ve bunların yerine kalem ehli ve bürokrasinin hakimi olan Efendiler ön plana çıkmaya başlamıştı.Divan-ı Hümayun Kalemiye kesiminin temel 4 birimi vardı ve sırasıyla bunlar: Beylik; Tahvil; Rüûs ve Amedi Kalemleri idi. Bu bürokratik yapının en tepesinde nişancı ve onun altında olan reisülküttab bu kalemleri idare eder ve denetlerlerdi. Beylik Kalemi Hariciye alanındaki bürokratik işler ise Beylik (Divan) ve Amedi Kaleminin elinde idi. Beylik Kalemi (Dairesi) devletin ana kayıtlarını tutmakla mükellefti ve bu özelliğinden dolayı da “Divan Kalemi” olarak da bilinmekteydi. Amirine “Beylikçi” denilirdi. Beylik kaleminin önemli işlerinden birisi de Osmanlı Devleti ile yabancı devletler arasında yapılan her türlü antlaşmalar ve verilmiş imtiyaznameler, gayrimüslim cemaatlerin hukukî durumuna ait belgelerin saklanmasıydı. Amedi Kalemi Reisülkütablığa bağlı olarak hariciye işleri bakımından çok önemli dairelerden biriside Amedi Kalemi olup, amirine “Amedci” denirdi. Amedi Kalemin görevleri arasında daimî elçiler ve başka nedenlerden dolayı resmi olarak farklı statüler de atanan diplomatik temsilciler ile haberleşmeyi sağlamak, oralardan gelen raporları sadrazama ve onun talimatıyla padişaha arz etmekti. Yazışmalar çok gizlilik taşıyor ise gönderilecek temsilcilere Amedi Kalemi tarafından şifre verilir, yazılar bu şifre ile şifrelenmiş olarak gelirdi. Diğer yandan Amedi Kaleminin hariciye ile ilgili görevleri arasında başkentte ikamet eden yabancı elçilerin ve Osmanlı topraklarında bulunan konsoloslukların Babıâli ile aralarındaki resmi yazışmaların yürütülmesi de vardı. HARiCiYE BÜROKRASiSiNiN YÜRÜTÜLMESiNDE REiSÜLKÜTTABIN GÖREVLERi VE FAALiYETLERi Hariciye bürokrasisi merkezi bürokrasinin reisülküttabın yönetimine verilen kısmı tarafından icra edilmekteydi. Bu bürokrasinin hariciye ile ilgili iş yükü dahiliye bürokrasisine göre daha azdı. Karlofça Antlaşması‟na kadar bürokrasinin hariciyeyle ilgili kısmının gelişmesine sebep olacak sistemli ve sürekli diplomasi ağırlıklı dış politika anlayışı mevcut olmadığından dışişleri fazla yoğunluğa sahip değildi. Klasik dönemde reisülküttabın başlıca görevleri arasında dışarıya gönderilecek namelerin hazırlanması, gelen namelerin tercüme ettirilmesi, yol emri, izin ve berat gibi belgelerin tanzimi veya bunların denetimi yer almaktadır. 1699 Karlofça sonrası Osmanlı hariciye siyasetinin tespiti ve yürütülmesindeki ağırlık merkezinin de değişmeye başlamasıyla, özellikle reisülküttaba bağlı bürokrasisinin dış politikada etkinlik kazanması bu bürokrasiyi artık diplomatik faaliyetler yürütebilecek olgunluğa eriştirdi. 1793 yılına kadar Osmanlı Devleti her ne kadar geçici diplomasi temeline dayanan eski diplomasi usulünü devam ettirmişse de Avrupa devletlerinin kendi aralarında olduğu gibi Osmanlı Devleti nezdinde daha da yaygınlaşan sürekli diplomasi siyasetini sürdürmeleri bürokraside buna cevap verecek bir yapılanmayı da gerekli kıldı. Osmanlılarda XVIII. yüzyıl başlarında her alanda değişime ayak uydurabilecek yetenekte olan tek bir zümre kalemiye sınıfıydı. 1699 Karlofça‟dan itibaren hariciye ile uğraşmakta olan kâtipler, yabancı devletler ile yapılan görüşmeler neticesinde her biri ilgi alanına giren devletler ve onların meseleleri üzerinde uzman olmaya başladı. ilk ikamet elçiliklerinin Avrupa‟da açılmasıyla birlikte Babıâli‟nin diplomasi faaliyetlerinin yoğunluk kazanması üzerine reisülküttaba bağlı olarak 1797 yılında dışişleriyle daha profesyonelce uğraşacak Mühimme Odası kurulmuştur. Mühimme Odası‟nın kurulmasına kadar, devletin en gizli yazışmaları Beylikçi ya da ona bağlı olarak çalışan güvenilir birkaç katip tarafından yürütülmekteydi. Reisülküttabın Yabancı Elçiliklerle ilgili Faaliyetleri Yabancı ikamet elçilikleri veya özel durumlarda görevlendirilmiş çeşitli rütbedeki geçici elçiler Osmanlı Devleti nezdinde bütün ilişkilerinde öncelikle Babıâli‟ye, dolayısıyla reisülküttaba müracaat etmek zorundaydılar. Geçici elçilerin temsil ettikleri devletin dışişleri bakanları veya daha alt seviyedeki makamlardan getirdikleri mektuplar kime hitaben ve cinsi ne olursa olsun reisülküttabasunulurdu. Reisülküttab da gelen bu yazıları veya bilgileri sadrazama veya padişaha takdim ederdi. Reisülküttab, sadrazamla birlikte sefere gittiği zaman başkentte padişahın yanına, rikab reisi unvanıyla bir kaymakam tayin edilirdi. Bu göreve rikab-ı hümayun riyaseti denilirdi. Diplomatik faaliyetlerin dışında, Osmanlı Devleti‟nin ihtiyacı için yabancı ülkelerden getirtilecek olan her türlü ithal malzeme ve istihdam edilecek uzman ihtiyacının temini için gerekli olan bağlantının sağlanması da reisülküttab tarafından takip edilmekteydi. Nizam-ı Cedid ıslahatlarına paralel olarak Mehmed Raşid Efendi‟nin reisülküttablığıyla beraber reisülküttablar Osmanlı dış politikasının belirlenmesinde ve diplomasi uygulamalarında daha faal rol almaya başlamışlardır. Görüşmelerdeki (Mükâleme) Görevleri Reisülküttabların yabancı devlet temsilcileri ile yaptıkları görüşmeler genel olarak iki grupta toplanırdı. Birincisi devletlerarasında bir anlaşma kurmak amacıyla kendilerine temsil konusunda tam yetki verilen murahhaslar seviyesinde müzakereler yoluyla yapılan görüşmelerdir. ikincisi de başkentteki sınırlı yetkiler verilmiş olan yabancı devletlerin ikamet elçileri veya elçilik temsilcileri ile siyasî gelişmelerin ele alındığı olağan görüşmelerdir. Reisülküttab Mehmed Rami Efendi‟nin Karlofça Antlaşması‟nın imzalanmasında baş murahhas olarak gösterdiği üstün başarı reisülküttabların bu işlerdeki uygunluğunu göstermiş, halefi reisülküttabların antlaşma müzakerelerinde murahhas olarak atanmalarının önünü açmıştır. ilk ikamet elçiliğinin açılması için ingiltere elçisi ile 13 Temmuz 1793‟de yapılan görüşmede Reisülküttab Mehmed Raşid Efendi ile sabık Rumeli Kadıaskeri Tatarcık Abdullah Efendi vardı. Reisülküttablar yabancı elçiler ile yaptıkları görüşmeler sırasında Osmanlı Devleti yararına olan hususlarda her türlü konuyu ve kararı üst makamlara danışmadan gündeme getirip görüşebilmekte ve genelde karar dahi verebilmekteydi. Ancak reisülküttablar aleyhteki bir husus veya zaman kazanılması gereken bir durumla karşılaştıkları zaman bu mesele hakkında görüşme yetkisinin olmadığını ve izin alması gerektiğini belirtirdi. Reisülküttab yabancı diplomatik temsilcilerle bağlantı kurmadaki tek görevli olduğu için görüşmeye kesinlikle iştirak ederdi. Her hangi bir mazeretten dolayı katılmalarına engel bir durum olduğunda çoğu zaman görüşmeler onun katılabileceği zamana ertelenirdi. KLASiK OSMANLI HARiCiYE KURUMLARINDAN MODERN KURUMLARA GEÇiş Tercüme Odası II. Mahmud, 23 Nisan 1821‟de tercüman yetiştirmek ve Babıâli memurlarından dil öğrenmek isteyenlere yabancı dil öğretmek amacıyla Tercüme Odası‟nı kurdu. Odanın başına getirilecek olana ayda 500 kuruş maaş verilmesi için talimat verdi. Yahya Efendi‟nin, Mühendishane‟deki görevinden alınarak asaleten Babıâli Tercümanlığı‟na ve Tercüme Odası‟nın başına getirilmesiyle Tercüme Odası kurulmuş oldu. 1834‟den itibaren Avrupa başkentlerinde yeniden açılan ikamet elçiliklerinden dolayı dış ilişkiler için dil bilen memurlara çok ihtiyaç olduğundan Tercüme Odası‟nın itibarı arttı. 1871‟de Hariciye Nezareti‟ndeki düzenlemeler neticesinde Tercüme Odası bakanlığın kapsamına alınarak bir büro haline getirildi. Zaten daha önce de Hariciye Nezareti ile paralel olarak çalışıyordu. Hariciye Nezareti Osmanlı Devleti 1821-1833 yılları arasında uluslararası çok çetin meselelerle yüzleşti ve bu sorunları diplomatik yollardan bertaraf etmek üzere 1834 yılında yeniden canlandırılan ikamet elçilikleri de reisülküttablığın dışişlerindeki faaliyetlerini artırmıştı. Aynı zamanda 1826‟da Yeniçeri Ocağı‟nın kaldırılmasından sonra her alandaki yeniliklere ilaveten bürokraside gerçekleştirilen ıslahatların devamı mahiyetinde olmak üzere 11 Mart 1836 tarihinde II. Mahmud‟un hatt-ı hümayunuyla Hariciye Nezareti kuruldu. Buna göre reisülküttablığın yerini “Umur-ı Hariciye Nezareti”aldı ve bunun başına geçen kişinin unvanı “paşalık” lafzı kullanılmadan vezaret (vezirlik ve müşirlik) rütbesiyle görevliler tayin edildi. 1832 yılından beri reisülküttablık yapan Mehmed Akif Efendi de Hariciye Nazırı olarak atandı. Ancak aradan bir kaç ay geçtikten sonra Ahmed Hulusi Paşa‟nın Mehmed Akif‟in yerine paşalık ile atanmasından sonra hariciye nazırlarına da paşalık unvanı verildi. Hariciye Nezaretinin kurulmasıyla birlikte Avrupa modeline uygun usullerle işleyecek bir diplomasi mekanizması tam anlamıyla kurulmuş ve bu alanda büyük ölçüde birliktelik sağlanmıştır. Bu yenilikle birlikte, Kasım 1836‟da Hariciye Nazırına yardımcı olmak üzere Müsteşarlık kurularak Mustafa Reşid Efendi (Paşa) bu göreve getirildi. Müsteşarın yanında iki kişilik müsteşar yardımcılığı oluşturuldu. reisülküttablığa bağlı iç bürokrasi ile ilgili birimler kendisinden hemen ayrılmamış, bir müddet daha bu görevler devam etmiştir. 1838 yılı başlarında Amedci Dairesi iç ve dış işler için iki şubeye bölünüp biri Hariciye Nazırı emrine verilerek Maruzat-ıHariciye Katibi adını aldı. Bu arada dışişleriyle ilgili yazışmaları yürüten Mektubî-i Hariciye kuruldu. Ayrıca, söz konusu yıldan itibaren bütün devlet memurları na maaş bağlanması üzerine hariciye nezareti memurlarına da yüksek maaşlar ödendi. Nezaretle Osmanlı Elçilikleri arasındaki diplomatik yazışmalar Fransızca olarak yapılmaya başlandı. Hariciye Nezaretine bağlı Divan-ı Hümayun Dairesinde Beylik Kalemi, Tahvil Kalemi, Rüûs Kalemi ve Mühimme Odası‟ndan oluşan dört şube olacaktı. Özelliklede III. Selim devrinde kurulan Mühimme Odası‟nın iş yükü ve önemi bu dönemde giderek arttı. Çünkü dış ilişkilerde gizli belgeler burada işlem görmekteydi. Zamanla ve iş hacmine göre yeni birimler de oluşturulmuştur ki bunlardan bazılarında dış servisler olan büyükelçilikler ve konsolosluklar için birer daire de kurulmuştur. 1836‟da kurulan Hariciye Nezareti, zaman içerisinde gerekli yasal düzenlemelere ve bazı değişikliklere uğramasına rağmen Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de hâlâ işlevini sürdüren tarihî bir kurum olageldi. OSMANLI ELÇiLERi VE ELÇiLiKLERi Osmanlılarda Elçi Tayini ve Nedenleri XVI. yüzyıldan itibaren görevleri ile sorumlu bulundukları hizmetin türüne veya gönderildikleri devletin önemine göre Büyükelçi veya Ortaelçi olmak üzere iki sınıfa ayrıldıkları görülmektedir. 1793 yılında Londra‟ya gönderilen ilk daimî ikamet Elçisi Yusuf Ağah Efendi‟ye kadar Osmanlıların yabancı ülkelerdeki temsilleri geçici (ad hoc) elçiler aracılığıyla yürütülmüştü. Osmanlı elçileri Viyana, Paris, Petersburg, Stockholm, Londra, Berlin, Varşova ve Madrid gibi Avrupa başkentlerine ve Tahran, Yeni Delhi, Buhara ve Rabat gibi Asya ve Afrika‟nın Müslüman ülkelerine de gönderilmişti. Osmanlı Devleti‟nin çeşitli tarihlerde geçici surette yabancı devletlere göndermiş oldukları elçilerin gönderilme nedenleri olarak başlıca hususlar şunlardır. • Bir kısım Osmanlı Padişahları tahta çıktığında cüluslarını tebliğ etmek, • Yabancı bir hükümdarın taç giymelerini kutlamak, • Kazandıkları zaferleri duyurmak, • Akdedilen bir antlaşmanın (muahadenin) tasdikli metnini onaylamak, • Barış antlaşmalarının akdinden sonra dostluk ilişkilerini yeniden pekiştirmek, • ihtilaşı sınır sorunlarını görüşmek ve iki ülke arasında bir ittifak imkanını araştırmak, • Bir savaşın barışla sonlandırılması teklif edildiği takdirde görüşmeler yapmak,• Avrupalı devletlerin bilim, teknik ve medeniyetlerine dair gözlem yapmak, • Tarziye vermek, ikraz edilmiş olan devlet alacağını istemek ve tediye şartlarını kararlaştırmak, karşılıklı mukabele ve mübadele olarak elçiler göndermek, • Yabancı hükümdar nezdine nezaket ziyareti yapmak ve yabancı bir devletin talebi üzerine elçi göndermek, • Sadrazamın bir mektubunu yabancı devletin başvekiline götürmek. Elçilerin Seçimi, Maiyetleri ve Hazırlıkları Karlofça Antlaşması sonrasında bazı elçiler ve murahhasların reisülküttablık yapması veya bu göreve aday ve ehliyetli kimseler arasından seçilmeye başlanması dış politika ve diplomasi tarihimiz açısından kaydedilmeğe değer bir milat olmuştur Gerek ülke için, gerek gönderildikleri ülkelerin teşrifatı bakımından özel bir önem taşıdığı ve kendilerine, döndüklerinde geri alınmak üzere, kıymetli eşya gibi çeşitli mülkî, askerî ve idarî rütbe, paye ve yetkilerin de verildiği görülmektedir. Genelde Ortaelçilere, Defterdarlık, Nişancılık, Mekke payesi; Büyükelçilere de Rumeli veya Anadolu Beylerbeyliği payeleri verilirdi. ilmiye sınıfı mensupları sık sık elçi olarak iran, Türkistan hanlıkları, Hindistan ve Fas gibi Müslüman ülkelere gönderilmekteydiler. iran‟a gönderilen elçilerden ilmiye sınıfından olanlara ise Anadolu Kadıaskerliği payeleri verilmekteydi. Esasında Osmanlı Devleti‟nde hariciye çalışanları, büyük bir ekseriyetle murahhaslarla birlikte sefaret heyetindeki görevlilerdir. Özellikle de elçi seçimi gibi çok önemli durumlarda daha önceden murahhas ve elçilik maiyetinde bulunan bürokratların tercih edildiğini görmekteyiz. Netice itibariyle, elçilik maiyetinde bulunanlar sadece Osmanlı dış politikasına ve hariciyesine damgalarını vurmakla kalmayıp, bundan daha önemli olarak Avrupa ‟daki bilim, teknik ve kültürel alandaki birçok yeniliklerin Türkiye‟ye girmesine yardımcı olmuşlardır. Yolculuk, Gidilen Ülkelerdeki Teşrifat ve izlenimleri Osmanlı elçilik heyetlerinin Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerine yaptığı yolculuklar kara veya deniz yoluyla gerçekleştirilmekteydi. Gidilen ülkenin konumuna ve dünyadaki siyasal gelişmelere göre elçilik güzergahları tespit edilirdi. istanbul‟dan karayolu ile Orta ve Batı Avrupa‟ya gidecekler genellikle Edirne üzerinden Sofya, Belgrad, Budin güzergâhını, Doğu Avrupa için ise Edirne, Rusçuk, Bükreş, Hotin güzergâhını kullanmaktaydılar. Elçiler sınırdan içeri girdikten sonra artık o ülkenin misafiri sayılmakta ve her türlü ikamet ve yiyecek ve giyecek masraşarı, misafir oldukları hükümetçe karşılanmaktaydı. Hatta dönüşlerinde her birine memuriyetleriyle uygun hediyeler de verilmekteydi. Bununla birlikte Osmanlı elçilerinin birçok ülkede bu konuda pek gözü tok davrandıkları ve çok kere masraşarını kendileri karşıladıkları, yazdıkları sefaretname veya takrirlerinden anlaşılmaktadır. Genel bir kural olarak ve devletlerarasındaki karşılılık esasına uyarak III. Selim‟in Nizam-ı Cedid‟in diplomasi alanındaki ıslahatlarına kadar elçiler ve maiyetleri, gittikleri ülkede misafir sayılmışlar ve bu şekilde muamele görmüşlerdir. Bu elçilerin veya maiyetlerindekilerden birinin yolculuklarını, gözlemlerini ve faaliyetlerine dair bilgileri başta Sultan olmak üzere Sadrazam ve Reisülküttaba bildirmek amacıyla yazdıkları name, risale, takrir, seyahatname ve havadisname gibi raporlara genel olarak sefaretname denilmektedir. OSMANLI DEVLETi’NDEKi YABANCI ELÇiLiKLER Osmanlı Devleti’nde Yabancı Elçiliklerin Açılması Dünyada ilk daimî elçilikler Avrupa‟da ortaya çıktı. Venedik Cumhuriyeti 1431‟de Roma ikamet elçiliğini kurmuştur. Venedik 1454 yılında Osmanlı Devleti‟nin yeni başkenti istanbul‟daki ikamet elçiliğini açmıştır. Bu yeni ilkelere uygun olarak Venedik Doçu‟nun ve tüccarlarının Osmanlı Devleti‟ndeki ticarî ve siyasî çıkarlarını korumak ve daha fazla imtiyazlar kopartmak için istanbul‟da açtıkları temsilciliğe „balyos‟ veya „baylos‟ adı verildi ve Bartelemi Marsello da balyos unvanını taşıyan ilk elçi oldu. istanbul‟da diplomatik temsilcilikler bulundurmaya başlayan devletler şu şekildeydi: 1475 yılında Polonya (Lehistan), 1497 yılında Rusya, 1525 yılında Fransa, 1528 yılında Avusturya (Nemçe), 1583 yılında ingiltere, 1612 yılında Hollanda, XVIII. yüzyılda isveç, Sicilyateyn (Napoli), Danimarka, Prusya ve ispanya. XIX. yüzyılda bu devletlere Belçika, ABD, Portekiz, Sırbistan, Yunanistan, Romanya, italya, Karadağ, Brezilya ve Bulgaristan eklendi. Elçinin saraya gelişi, “galebe divanı” da denilen ve kapıkulu ocaklarına maaş verilmesi dolayısıyla yapılan ulufe divanına denk getirilirdi. Osmanlı Devleti’ndeki Yabancı Elçiliklerin Faaliyetleri Yabancı devletlerin Osmanlı Devleti‟ne gönderdiği geçici elçiler cülus tebriki, savaş halinde oldukları devlete karşı yardım talebi, yıllık cizyenin takdimi, antlaşma şartlarının müzakeresi gibi durumlarda gelirlerdi. istanbul‟daki daimî ikamet elçileri siyasî, ticarî, hukukî ve kültürel pek çok faaliyeti icra ederdi. Osmanlı Devleti‟nin de benimsediği diplomatik temsilciliklerle ilgili ilk düzenleme 1815 Viyana Kongresi‟nde yapılmış, 1818 Aixla-Chapelle Protokolü ile yeni ilkeler konulmuştur. Burada elçiliklerin statüleri yeniden tanzim edildi. Bu düzenlemelere göre büyükelçi, ortaelçi, mukim elçi ve maslahatgüzar olmak üzere dört derece kabul edildi. Elçilerin ve elçiliklerin dokunulmazlığı ve sahip olduğu her türlü imtiyaz teminat altına alınmıştır. 3. ÜNİTE Klasik Dönem Osmanlı Diplomasisi (1299-1606) DiPLOMASiNiN KURUMSAL TEMELLERi Osmanlı diplomasisi açısından islam hukukunun kavramları ve ilkeleri temel önem taşıyordu. Buna göre ülkeler üç kategoride toplanmaktaydı: Darü’l-islam yani şeriatın hüküm sürdüğü islam toprakları, Darü’l-harb yani gayrimüslimlerin yönetimi altında bulunan ve cihada açık ülkeler ve Darü’s-sulh yani tâbi devletler ve diğer haraç ödeyen ülkeler. Adalet ve Ahde Vefa islam dini gerek insanlar arası gerekse toplumlar arası ilişkilerde adalet ve ahde vefa ilkelerine temel bir önem atfeder. “Adalet” ilkesi, kişiye nasıl davranılıyorsa onun da o şekilde karşılık vermesi şeklinde yorumlamadığından devletlerarası ilişkilerde de, “mukabele bi‟l-misl” (aynıyla karşılık verme) ilkesiyle aynıdır. Savaşın Zorunlu Olduğu Haller XII. yüzyılda fiam‟da yazılmış olan Bahrü’l-Fevaid adlı eserde “saldıran düşmanı uzaklaştırmaya” cihad (farz-ı ayın), “uzaktaki düşman üzerine muhtelif sebeplerle yürümeye” gazâ (farz-ı kifaye) denir. istanbul Fatihinin ifadesiyle kılıçla yapılan savaş küçük cihad (cihad-ı asgar) olarak tavsif edilirken gerçek savaşın veya büyük cihadın (cihad-ı ekber) ilim, imar ve bayındırlık alanında yapılan hamleler olduğu anlayışına varılmıştır. istimâlet ve Gayrimüslimlerle Dostluk ilişkileri Osmanlılar ayrıca özellikle gayrimüslim topluluklara karşı istimâlet denilen bir ilkeyi de uyguladılar. “Kendine meylettirmek” anlamına gelen bu kelimenin terim mânası, insanların gönüllerini kazanarak kendi hakimiyetini kurmaktır. DiPLOMASiNiN KURUMSAL BOYUTU Devlet Politikasının Belirlendiği Kurum: Divan-ı Hümayun ilk kez Batılılar çıkarlarını ve güvenliklerini koruyabilmek için istanbul‟da sürekli elçilikler kurdular. Devletlerle kurulan ilişkiler Divan-ı Hümayun‟da karara bağlanır ve oradan çıkan izinle (icazetnâme-i Hümayun) devletler hukuku alanında bugünkü anlamda “tanıma” gerçekleşmiş olurdu. Divan‟daki yazışmaları yürüten kâtiplerin bağlı olduğu nişancı, kısmen dış politikanın belirlenmesinde, daha ağırlıklı olarak ise diplomasinin yürütülmesinde ön plana çıkarmıştır. Divanı Hümayun‟un dış ilişkiler bakımından rolü ve işlevi şu noktalarda toplanmaktadır: • Bir devletle siyasî ilişki kurulması Divan‟da karara bağlanmakta, oradan çıkan bir “icazet-i hümayun” ile hukukî anlamda tanıma gerçekleştirilmekteydi. • Osmanlı ülkesine gelen yabancı elçilerin ülkede güvenlik içinde seyahat edebilmeleri için alınması gereken tedbirler burada görüşülüp karara bağlanı rdı. • Gelen elçilere, geldikleri ülkeye verilen önem ve değer doğrultusunda takınılacak tutum -bu çerçevede nasıl bir protokole tabi tutulacakları- Divan tarafından belirlenirdi. Elçilikler ve Elçiler Teorik olarak, islam ülkesine gelen ve “harbî” olarak tanımlanan bütün gayrimüslim ülke tebaalarının cezalandırılması ve mallarının yağmalanması meşru idi. Sözkonusu kişilerin ülkeye girebilmeleri, ikamet edebilmeleri ve her türlü faaliyette bulunabilmeleri için kendilerine “eman” verilmesi gerekmektedir. Bu ise, bir izin beratı (ahidname) ile yapılmaktadır. Ahidnameler bu bakımdan bir tür “mütareke belgesi” niteliği de taşımaktadırlar. Nitekim, Hıristiyan ülkelerle yapılan barış antlaşmalarına da ahidname denilmekteydi. Özellikle 1699 Karlofça Antlaşması‟na kadar antlaşmalar bu anlayış çerçevesine oturtulmuş, yapılan antlaşmaların Osmanlı yöneticileri tarafından ilgili devletlere “ihsan edilen” tek taraşı bir “lütuf” olduğu izlenimi verilmeye çalışılmıştır. Klasik dönemde elçilerin görevleri gittikleri yerlerde ülkelerini temsil değil, kendilerine verilen görevi yerine getirip geri dönmektir. Sürekli ve yerleşik elçilikler Batıda ortaya çıktı. Venedik 1431‟de Roma elçiliğini kurmuştu. Osmanlılar Avrupa‟ya gönderdikleri temsilciler için sefir kelimesini, Yunanca belgelerde elçi kelimesinin karşılığı olan apokrysarion kelimesini kullandılar. istanbul‟da ilk daimî elçilik fetihten bir yıl sonra Venedik tarafından kurulmuş, onu 1475‟te Lehistan, 1497‟de Rusya, 1525‟te Fransa, 1528‟de Avusturya, 1583‟te ingiltere‟nin açtığı elçilikler izlemiştir. Osmanlıların, III. Selim devrine kadar yabancı ülkelerde daimî elçilik açmadığı bilinmektedir. Bunun temel nedeni islâm devlet geleneğinde böyle bir uygulamanın olmayışıdır. Elçi Kabulü Yabancı ülkelerden gelen elçilerin ve maiyetlerinin Osmanlı ülkesine girişinden itibaren istanbul‟a giden güzergahtaki ihtiyaçları için yetkili ve görevlilere hükümler yazılır, elçiye uygun bir mihmandar tayin edilirdi. istanbul‟da Çemberlitaş‟ta bulunan Elçi Hanı uzun yıllar yabancı elçilerin ikametgâhı olarak kullanılmıştır. Osmanlı Elçilerinin Başka Ülkeleri Ziyaretleri Osmanlı diplomatik temsilcileri küçük-büyük pek çok Avrupa başkentini ziyaret etmişlerdir. 1433 yılında II. Murad tarafından gönderilen elçiler imparator Sigismund‟u ziyaret etmek üzere Basel‟e gitmişler, altın işlemeli ipek ve değerli taşlarla süslü kıyafetler içinde imparatorun huzuruna çıkıp kendisine altın ve altından yapılmış kaplar hediye etmişlerdi. Ahidnameler Ahidname, hükümdarların emriyle bazı devlet, zümre ve kişilere özel haklar tanınmak üzere düzenlenen hukukî belgedir. Sözlüklerde “muahede” veya “antlaşma kağıdı” gibi kısa tanımlar yanında “antlaşma şartlarını ve iki tarafın imzasını taşıyan kağıt” biçiminde de tanımlanır. Ahidnameler yeni başa geçen hükümdarın selefi zamanındaki barışın yenilenmesi, bir savaş sonrası yapılan barış, ticarî imtiyazlar verilmesi gibi sebeplerle bahşedilirdi. Hangi tip olursa olsun ahidnamenin sonunda şartlara sadık kalınacağına dair yemin edilir. Yabancı Hükümdarlarla Mektuplaşma Osmanlı hükümdarlarının yabancı hükümdarlara gönderdiği mektuplara name-i hümayun denirdi. GAYRiMÜSLiM DEVLETLERLE iLifiKiLER Osmanlı Beyliği‟nin genişleme ve yayılma stratejisi açısından, H. inalcık özellikle iznik‟i yeniden fethetme fikrinin önemi üzerinde durur. Selçuklular ve gaziler bir kez Darü‟l-islam‟ın parçası olan bir toprağın daima islam egemenliğinde olduğu kabulünden hareket ediyorlardı ve dolayısıyla Osman Gazi‟nin nihai amacı, iznik‟i yeniden fethetmekti. Bütün bunlar birarada düşünüldüğünde Osmanlılar kuruluş aşamasında islâmhukukunun temel ilkelerini esas almakla birlikte çevrelerindeki Bizans tekfurlarıyla çoğunlukla dostluk ilişkileri içinde olmuş bazen de çatışmaya girerek etki alanlarını genişletmişlerdir. Burada kullanılan temel kavram müdârâ‟dır. Kelime anlamı, görünüşte de olsa dostça geçinmektir. Gerek müdârâ gerekse Balkan ülkelerine karşı güdülen istimalet (gönül kazanma) siyasetleri Osmanlıların kuruluş dönemindeki fetih politikalarının en temel ilkeleri olarak görülmektedir. Bizans ile ilişkiler Osmanlıların kuruluş devrinde en yoğun ilişkide bulunduğu devlet hiç şüphesiz Bizans idi. Kuruluş sürecinin önemli dönüm noktalarından birisi de Pelakonon (Eskihisar) savaşıdır. iznik ablukasını şiddetlendiren Osmanlılar bir müddet sonra şehri teslim alırlar (1331). iki yıl sonra yapılan bir antlaşma ile imparator da bu durumu kabullenerek elinde kalan yerler için Orhan Gazi‟ye haraç vermeye razı olmuştur. Böylece Osmanlılar Bizans ile diplomatik bir ilişki tesis etmiş ve neticesinde zaman zaman kesintiye uğrasa da bir haraçgüzârlık rejimi kurmuşlardır. Taht Kavgaları ve Siyasî Evlilikler: 1320‟lerde çapul maksadıyla Marmara‟nın Doğu Trakya sahiline geçen Osmanlıların Rumeli‟ye geçip yerleşmelerinde Bizans‟taki taht kavgaları merkezî rol oynamıştır. Anadolu‟da denetimi sağlayan I. Murad daha sonra, tahta geçişi sırasındaki durumdan yararlanan Bizans‟ın geri aldığı Burgaz, Çorlu ve Malkara‟yı tekrar geri alarak Rumeli fetihlerine ve buraların iskanı işine devam etti. Bu sırada Balkanlarda gerçekten de çok parçalanmış bir siyasî yapı vardı. işte onun dönemindeki fetihler bu siyasî ortamdan yararlanılarak gerçekleştirilmiştir. Bizans’ın Osmanlı Taht Kavgalarını Kullanması Nasıl ki Osmanlılar Bizans‟taki taht veraseti meselesini kendi çıkarları için kullanıyor ise aynı şekilde de Bizans da Osmanlı taht kavgalarından yararlanmaya çalışmıştır. Fetret devrinde yaşananlar bunun en somut örnekleridir. II. Murad‟ın maiyetindeki devlet adamlarının mahirane siyasetiyle Mustafa Çelebi‟yi destekleyen uç beyleri elde edildi ve sonuçta kendisi kaçmak zorunda kaldı. Edirne yakınlarında yakalanıp idam edildi (1422). Balkanlarda Haçlılara Karşı Savaş ve Diplomasi Niğbolu kalesini kuşatan Haçlılara karşı Yıldırım süratle harekete geçti; vassalı Sırp Prensi Lazareviç‟in askerlerinin de yer aldığı Osmanlı ordusu 25 Eylül 1396‟da Niğbolu önlerinde Haçlılara ağır bir yenilgi tattırdı. Diğer Devletlerle ilişkiler Osmanlı Devleti‟nin Anadolu‟da ve Rumeli‟de bir takım beylikleri ve prenslikleri bertaraf ederek yayılmış olması, iktisadî sebepler dolayısıyla en çok Karadeniz ve Akdeniz sahil ve adalarına sahip olan Ceneviz ve Venediklileri korkutmuştu. Bu ilk iki cumhuriyetten başka Milano hükümeti de on beşinci asırda Osmanlılarla ilişki kurmuştur. Bunlardan Cenevizliler tehlikeli zamanlarda para mukabilinde Osmanlılara yaptıkları bazı hizmetler sebebiyle Venediklilere nispetle daha elverişli ayrıcalıklara sahip olmuşlarsa da Venediklilerin devamlı olarak düşmanca tavır almaları ve her tarafta Osmanlılar aleyhine yapılan ittifaklara girmeleri veya yardımcı olmaları, Karamanoğulları, Akkoyunlular, Memlûkler, Trabzon imparatorluğu, Macar vesairenin Osmanlılar aleyhine ittifaklarında fiilen yer almaları Osmanlıları çok zaman bu devletle düşmanca ilişkilere zorlamıştır. işte bundan dolayı istanbul fethini müteakip Türkiye‟de balyos ismiyle daimî elçi bulunduran Venedik Cumhuriyeti diğer yabancı devletlere göre bu konuda daha önde gelmekteydi. Elçi göndermek suretiyle Osmanlılarla sıkı bir şekilde ilişkilerini sürdüren devletlerden birisi Fransa, diğeri de Avusturya Devleti idi. Üç kıta‟da Osmanlı hudutlarının genişlemesi Osmanlı Devleti‟ni daha sonra Rusya, Lehistan, ingiltere, Portekiz, ispanya, Felemenk (Hollanda), isveç gibi devletlerle ilişkiler kurmaya sevk etmiştir. Osmanlılar 1544‟de iki senelik bir ateşkes ile diplomatik ilişki kurdukları Avusturya ile bilahare fiarlken‟in elçileriyle yapılan görüşmeler sonunda beş yıllık bir barış anlaşması yaptılar (1547). Bu anlaşma ile Osmanlıların ele geçirdikleri yerler kendilerinde kalırken Avusturya, elinde bulundurduğu Macar toprakları için 30 bin altın haraç ödemeye devam edecekti. Yapılan antlaşmada padişah beş yıl süreyle belirtilen şartlarla ispanya Kralına aman-ı şerif verdiğini bildirerek bu antlaşmayı bir lütuf olarak takdim etmektedir. Osmanlılar, kendilerine tâbi Raguza (Dubrovnik) Cumhuriyeti ile Erdel Krallığı ve Eşak, Boğdan voyvodalıkları ile farklı bir diplomatik ilişki içindeydi. Bunlar belirli zamanlarda vergilerini göndermek suretiyle veya herhangi siyasî bir mesele dolayısıyla Osmanlı yönetimi ile görüşürdü. 1) Barış Antlaşması: 2) Zafer haberi vermek: 3) Cülus haberi vermek: 4) Yabancı hükümdarların taç giyme törenleri: 5) Kız istemek, gelin getirmek vb.: 6) Hediye götürmek ve diğer çeşitli vesileler: XVI. Yüzyılda Avrupa Siyaseti ve Osmanlılar XVI. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, Osmanlı Devleti fiilen Avrupa devletler sisteminin bir parçası haline gelmiş, Avrupalı devletler de, Osmanlı imparatorluğu‟nu kendi aralarındaki güç mücadelelerinde önemli bir aktör olarak görmeye başlamışlardır. Bunun temel sebepleri, Avrupa‟da feodalizmin çöküşüyle beraber laik temellere dayalı millî monarşilerin ortaya çıkışı ve Protestanlığın ortaya çıkışıyla Hıristiyan dünyasının bir kez daha bölünmesidir. Avrupa‟da ticarî kapitalizmin yükselmesi sürecinde yararlanmak isteyen Fransa, Hollanda ve ingiltere gibi ülkeler, Osmanlılarla ilişkilerini geliştirme ihtiyacı duydular. Nitekim, Osmanlı imparatorluğu‟nun en güçlü devrinde I. Süleyman, Fransa Kralı I. Fransuva‟dan gelen yardım isteğini kabul etmiştir. MÜSLÜMAN DEVLET VE BEYLiKLERLE iLifiKiLER I. Murad devrinde Karamanlı tehlikesinden çekinen Germiyan beyinin kızını I. Murad‟ın oğlu Bayezid ile evlendirmesi karşılığında Osmanlıların Kütahya, Simav, Emet ve Tavşanlı‟yı çeyiz olarak aldıklarını görüyoruz. Taht Kavgalarına Müdahale Osmanlı siyaseti ve diplomasisi açısından Karesi Beyliği‟nin ilhakı çok ilginç bir vakadır. Balıkesir ve Bergama çevresine hakim olan Karesi Beyliği‟nde taht için mücadele eden kardeşlerden biri yardım isteyince bu fırsatı kaçırmayan Orhan Gazi ordusuyla Karesi topraklarına girdi. Fakat bu sırada yardım isteyen Karesi beyi öldürüldüğünden Karesi toprakları ele geçirildi (1345 civarı). Karesi Beyliği‟nin hizmetinde bulunmuş Hacı ilbeyi, Evrenuz Bey, Gazi Fazıl ve Ece Halil gibi tecrübeli devlet adamları Osmanlı hizmetine girdiler. Karamanoğullarının gerek Gorigos seferindeki başarısızlığı, gerekse Osmanlıların daha sonraki başarıları ve Karamanoğullarının 1387‟de Frenk Yazusu‟nda mağlup etmeleri Osmanlıların etkisini arttırdı. Bu savaş sonunda Karaman Beyi Alaeddin Bey, eşi vasıtasıyla kayınpederi I. Murad‟dan af dilemiş ve barış yapmıştır. Bunu müteakip, Karaman Beyliği ile Osmanlı Devleti arasında sıkışan Hamidoğullarından Akşehir, Beyşehir, Yalvaç, Seydişehir ve Karaağaç 80 bin altın karşılığında satın alındı. Bu olay üzerine Karamanlılar ile Osmanlılar arasında çatışmalar çıktı ve 1387‟deki sefer sırasında Hamidoğullarının merkezi olan Eğridir de Osmanlı topraklarına katıldı. Özetle, Osmanlılar 1389-1392 arasında Anadolu Beyliklerinin çoğunu kendilerine bağlamak suretiyle batı ve güneyde Ege ve Akdeniz sahillerine, doğuda ise Kadı Burhaneddin Hükümeti sınırlarına kadar olan toprakları ele geçirdiler. II. Murad’ın ilhak Siyaseti Sultan II. Murad ibrahim Bey‟in kardeşlerine Rumeli‟de sancaklar tevcih etti. Hamid (1424), Menteşe (1425) ve Aydınoğulları (1426) toprakları ilhak edildi. Öte yandan çocuk bırakmadan vefat eden Germiyan Beyi II. Yakub da mülkünü Osmanlılara vasiyet ettiğinden ölümünü müteakip bu beylik ortadan kalkmıştır (1428). Müslüman Beyliklerle ilişkilerde Ulemanın Rolü II. Murad , 1433 yılında Karamanlılar üzerine yürüyüp, Karamanoğlu isa Bey‟i hükümdar ilan ettiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin önünden kaçan ve takip edileceğini anlayan II. ibrahim Bey, mütecaviz tutumundan dolayı özür dilemek ve barış teklifinde bulunmak maksadıyla Mevlânâ Hamza‟yı, Osmanlı hükümdarına murahhas olarak göndermiştir. Osmanlı-Karaman ilişkileri bakımından bir diğer örnek Segedin Antlaşması‟ndan (1444) hemen sonra Osmanlılarla Karamanlılar arasında meydana gelen savaş sırasında, fieyh Yahya (Kâtip Yahya b. Muhammed), Mevlânâ fiemseddin ve Mevlânâ Nizâmeddin gibi önde gelen kişiler dahil üç yüz kadar kişiden oluşan bir alimler heyetinin, Germiyan ve Dulkadiroğluları ileri gelenlerini de önlerine katarak Sultan II. Murad ile Karamanoğlu II. ibrahim Bey‟i barıştırması girişimidir. Neticede iki hükümdar arasında, barış heyetinde bulunan fieyh Yahya tarafından kaleme alınan Sevgendnâme (ahidnâme) ile barış yapıldı. Diğer Müslüman Devletlerle ilişkiler Osmanlı topraklarına ve sahillerine saldırıları nihayet Fatih‟in bizzat sefere çıkmasıyla sonuçlandı. ilk çatışmayı Akkoyunlu ordusu kazandıysa da 11 Ağustos 1473‟de, Fırat havzasını Çoruh suyu menbalarından ayıran Otlukbeli (Başkent) mevkiinde meydana gelen büyük savaşı Osmanlılar kazandı. Daha sonra iki devlet arasında antlaşma yapıldı. Fatih, kayınpederi olan Dulkadirli Süleyman Bey‟in vefatı üzerine patlak veren beylik mücadelesinde istanbul‟da bulunan fiehsuvar Bey‟i destekledi. fiehsuvar Beyi yenip bertaraf eden Memluklular Dulkadir Beyliği‟nin başına yeniden fiahbudak‟ı getirince Fatih de Alaüddevle Bozkurt Bey‟i Dülkadirli topraklarına göndermiş ve muhtemelen Mısır üzerine sefere çıktığı sırada, ölümü üzerine bu sefer gerçekleşmemiştir. Bu rekabet II. Bayezid devrinde de devam edecek 1485-91 arasındaki altı yıllık savaştan sonra barış yapılacak, I. Selim‟in Mısır seferi sonunda ise Memluk Devleti ortadan kaldırılacaktır . Osmanlı-Safevî ilişkilerinde siyasî çıkar çatışması dinî mezhebî ihtilaf yüzünden daha da derinleşmiş, uzun bir savaş hali döneminden sonra ancak 1555 Amasya Antlaşması ile barış yapılmıştır. Çaldıran‟dan sonra fiah ismail‟in barış için gönderdiği elçiler hapsedilmiştir. Mısır seferi sonrasında fiah ismail yine elçilik heyeti göndererek Yavuz‟u tebrik edip barış istemiş ama netice değişmemiştir. Barış isteği reddedilerek elçiler hapsedilmiştir. XVI. ve XVII. yüzyılda iran‟ın Osmanlılara karşı Avrupalı güçlerle ittifak arayışlarında Osmanlıları ipek ticaretinden mahrum etmek politikası da önemli bir yer tuttu. Buna mukabil Osmanlılar Orta Asya‟daki Sünnî hanlıkları iran‟a karşı destekleme siyaseti gütmüştür. Osmanlı-iran siyasî ilişkilerinde birbirlerinin içindeki taht kavgalarına karışma boyutu da önemli bir yer tutmuştur. Kanunî devrinde Elkas Mirza olayı ve fiehzade Bayezid‟in iran‟a sığınması bu bakımdan dikkati çeken iki gelişmedir. Kanunî‟nin Irakeyn seferinden sonra bir müddet durulan Osmanlı-Safevî çatışması iran fiahının kardeşi Elkas Mirza‟nın taht çekişmesi yüzünden Osmanlılara sığınması, aynı zamanda Özbeklerin Safevîlere karşı yardım istemesi üzerine yeniden canlandı. Tahmasb Osmanlı ordusu ile bir meydan savaşına girmekten kaçınıyordu. Osmanlılarla arası açıldıktan sonra kaçan Elkas Safevîlerce yakalanıp öldürülmüştü. Uzun savaş döneminin sonlarında Osmanlı ordusu kışlamak üzere Amasya‟ya çekilirken şah‟ın elçileri sürekli barış istemek için müracaat ediyordu. Zira Sultanın tehditlerinin ciddi olduğunu anlamışlardı. Nihayet 1555 yılında iki devlet arasında ilk barış antlaşması olan Amasya Antlaşması yapıldı. Böylece iki devlet arasında yaklaşık kırk yıldır aralıklarla devam eden savaş dönemi sona erdi. Bir başka hadise de fiehzade Bayezid vakasıdır. Taht mücadelesinde babası tarafından desteklenen Selim Bayezid‟i yendi (1559). Af isteği kabul edilmeyen Bayezid iran‟a sığınmış ama daha sonra iki devlet arasında yapılan görüşmeler sonucunda Osmanlılara teslim edilmiştir. 4. ÜNİTE XVI. YÜZYILDAN XVII. YÜZYILA OSMANLI DEVLETi'NiN GENEL SiYASÎ DURUMU VE ZiTVATOROK ANTLAşMASI Osmanlı Devleti esasen XVI. yüzyılın başlarından itibaren coğrafî keşişerin erken sonuçları olarak tanımlanabilecek bazı değişmelerin etkisini hissetmeye ya da bunlara karşı tedbirler geliştirmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti‟nin XVI. yüzyıl başlarında izlediği güney politikası bir yönüyle bununla ilgiliydi; bu bağlamda Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu‟nda Portekizlilere karşı girişilen mücadeleler de hatırlanmalıdır. Sokullu Mehmed Paşa‟nın Süveyş ve Don-Volga kanalları ile ilgili tasarılarının o günün şartları içerisinde uygulama imkânı bulamaması da kuzey-doğu ve güney-doğu yönlerinde daha fazla genişlemenin neredeyse imkânsızlaştığının delili sayılabilir. 1593‟te başlayan savaş 14 yıl kadar sürecek ve Osmanlı Devleti bu savaştan önemli bir kazanç elde edemeden ve fakat hatırı sayılır maddî ve manevî kayıplarla çıkacaktı. Avusturya‟nın savaşı bir Haçlı seferine dönüştürme politikası bir ölçüde başarılı oldu ve birçok Hıristiyan gönüllünün yanı sıra Osmanlılara tâbi durumdaki Erdel, Eşak ve Boğdan beyleri de Osmanlılara karşı savaştılar. Koca Sinan Paşa‟nın kısmî bazı başarılarından sonra uğranılan kayıpları Boğdan ve Eflak‟ın fiilen Osmanlı hakimiyetinden çıkması izledi. III. Mehmed (1595-1603), yakınlarının teşviki ve yeniçerilerin ısrarıyla, büyük dedesi Kanunî Sultan Süleyman‟dan sonra terk edilen bir geleneği, Sultanın ordunun başında sefere gitmesi geleneğini yeniden canlandırarak durumu düzeltmeye çalıştı ve 1596‟da Macaristan‟ın kuzeydoğusundaki Eğri kalesini aldı ve ardından da Haçova‟da Habsburg ordusunu büyük bir bozguna uğrattı (24-26 Ekim). 1606 yılında imzalanan ve bir anlamda Orta Avrupa‟daki Osmanlı yayılmasının sona erdiğini de ilân eden Zitvatorok Antlaşması ile sona erdi.Bu antlaşmanın 17 maddesinin en önemlileri kısaca şöyle özetlenebilir: Avusturya imparatoruna artık „kral‟ olarak değil „Roma Çasarı‟ diye hitap edilecek; her iki taraf birbirine zarar vermeyecek; çetecilik faaliyetleri karşılıklı olarak engellenecek;esirler karşılıklı olarak bedelleri ödenmek suretiyle değiş tokuş edilecek; padişaha gönderilmesi kararlaştırılan pişkeşten sonra 20 yıl içinde üç yıl süreyle bir şey gönderilmeyecek ve daha sonraki pişkeşin mahiyeti de tayin olunmayacak; sınır kaleleri tamir edilecek ama yeni kaleler inşa edilmeyecek; sınır boylarındaki köylerin barıştan önceki fiilî durumu devam edecektir. iki taraf birbirine zarar vermeyecek; çetecilik faaliyetleri karşılıklı olarak engellenecek; esirler karşılıklı olarak bedelleri ödenmek suretiyle değiş tokuş edilecek; padişaha gönderilmesi kararlaştırılan pişkeşten sonra 20 yıl içinde üç yıl süreyle bir şey gönderilmeyecek ve daha sonraki pişkeşin mahiyeti de tayin olunmayacak; sınır kaleleri tamir edilecek ama yeni kaleler inşa edilmeyecek; sınır boylarındaki köylerin barıştan önceki fiilî durumu devam edecektir. Zitvatorok Antlaşması‟yla artık yeni şartların ortaya çıktığının ilk işaretleri verilmişti: Meşhur tarihçi Hammer‟den başlayarak, Avrupa devletleriyle Osmanlılar arasında “Devletler Hukuku‟na uygun olarak yapılan ilk antlaşma” diye nitelenen Antlaşma, özelikle üç açıdan önem taşımaktadır: 1. Antlaşma tarafsız bir yer olan Macaristan‟da imzalanmıştır. Söz konusu Antlaşmaya kadar bütün antlaşmalar, karşı tarafın gönderdiği elçilerle yapılan görüşmeler sonucunda, istanbul‟da imzalanmaktaydı. 2. Habsburglarla Osmanlıların eşitliği ve denkliği kabul edilmiştir. 3. Osmanlı imparatorluğu‟yla diğer ülkeler arasındaki daha önceki antlaşmalar ya kısa süreliydi ya da, Osmanlı‟nın üstünlüğünü gösterir biçimde, “karşı taraf ateşkesi ihlal edene kadar” hükmü yer almaktaydı. XVII. YÜZYILDA OSMANLI DiPLOMASiNiN KURAMSAL VE KURUMSAL BOYUTU Osmanlı diplomasisi açısından islam hukukunun kavramları ve ilkeleri temel önem taşıyordu. Özellikle XVI. yüzyılda Osmanlıların islâm dünyasındaki konumu, fiiî Safevîlere karşı siyasetleri ve Haremeyn‟i denetimleri altına almaları dikkate alındığında bu yönün daha da belirgin hale gelmesi olağandı. Önceki devirlerde barış,Osmanlıların rakiplerine verdikleri bir “ihsan”, “lütuf” anlamındaydı. Kazanılan askerî başarı, yenik güçler tarafından görüşmelerde adeta tescil edilmekteydi. XVII. yüzyılda ise savaş meydanlarında kesin galibiyetlerin alınamaması veya kısmî başarısızlıklar Osmanlı diplomasisinin nitelik açısından bir değişime uğramasına neden olmuştur. Artık askerî başarıların barış masasında tescili anlamından çıkan diplomasi, rakip devletlerin Osmanlılarla güç dengesini sağlamalarına paralel olarak, statükonun korunmasına yönelik bir fonksiyon ifa etmeye başladı. “Kanun-ı Elçiyan” olarak da adlandırılan 1657 tarihli Tevkii Abdurrahman Paşa Kanunnamesi‟nde yabancı elçilere uygulanacak protokol ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. Yabancı elçilerin kendi binalarına taşınmalarına izin verilmesi, o devirde Avrupa‟da da benimsenen “elçilik hakkı”, “elçilik binalarının dokunulmazlığı” gibi ilkelerin Osmanlı yöneticileri tarafından da benimsendiğini göstermesi açısından önemlidir. XVII. yüzyılda kurumsal alandaki önemli bir değişiklik ise yüzyıl ortalarından itibaren devlet işlerinin Paşakapısı‟nda halledilmeye başlanması, diplomatik ilişkiler dahil yönetim ve danışma açısından en önemli organ olan Divan-ı Hümayun‟un bu önemini yitirmesidir. Özellikle Karlofça süreci ve sonrasında diplomasinin artan önemine paralel olarak kalemiye zümresi ve onların başı olarak reisülküttab daha da öne çıkacaktır. OSMANLI -iRAN iLiŞKiLERi 1590‟da Osmanlılarla Ferhad Paşa (istanbul) Antlaşması‟nı imzalamak durumunda kalan fiah Abbas, Osmanlılarla Habsburglar arasındaki savaş döneminde diplomasiyi de devreye sokmuş, ingilizlerle siyasî ve ticarî ilişkilerini geliştirmişti. iran heyetini Diyarbekir‟de bekleyen Nasuh Paşa onlarla birlikte istanbul‟a gelir. iran heyetinde şahın kazaskeri makamındaki Kadıhan ile Isfahan ve Kazvin kadıları vardı. Antlaşmanın hazırlanması işinde Osmanlı tarafında, eskiden beri adet olduğu üzere reisülküttab veya nişancı değil fieyhülislam Mehmed Efendi memur edilir. Bunun sebebi muhtemelen daha önceden tespit edilmiş olan barış şartları içinde dinî konuların bulunmasıydı. 20 Kasım 1612‟de imzalanan antlaşma ile Kanunî ile Tahmasb arasında imzalanan 1555 Amasya Antlaşması‟ndaki sınırlar temelinde barış yapıldı; iran Osmanlılara her yıl bir miktar (iki yüz yük) ipek gönderecekti. Ayrıca daha önceki antlaşmalarda vurgulanan dinî hususlar (ilk üç halifeye, Hz. Ayşe‟ye sövülmesinin yasaklanması vb.) burada da önemini korudu. iranlı hacılar daha emniyetli olan Halep-fiam yoluyla hacca gidecek, fiehrizor ve çevresinde birtakım yerleri ele geçiren Halo Han‟dan bu yerler geri alınacak ve iranlılar kendisine yardım etmeyecektir. Fakat bu antlaşmanın uzun süreli bir barışı getirmeyeceği daha baştan belli idi. Böylece rahatlayan IV. Murad iran seferine çıktı. Sefer sırasında yönetici ve asker kesiminden (kadılar dahil) uygunsuz hareket ettiğini düşündüğü kişileri idam ettiren IV. Murad askerî açıdan önemli bir mevkide bulunan Revan (Erivan) kalesini fethetmiş (1635) ve Safevî ordusu karşısına çıkmadığı için savaşsız Tebriz‟e girmiştir. Osmanlılar Tebriz yolundayken iran iki kez barış için girişimde bulunur ama bunun bir oyalama taktiği olduğunu düşünen Osmanlılar yola devam eder. 1638 yılı Ekim ayındaki bu kuşatma sırasında veziriâzam Tayyar Mehmed Paşa şehit düşmüş ve yerine Kara Mustafa Paşa getirilmiştir. Kuşatmanın şiddetine dayanamayan Safevî komutan kaleyi teslim etmek zorunda kalmış ve Bağdat yeniden Osmanlı yönetimine girmiştir. Bu arada IV. Murad yanında bulundurduğu Maksud Han ile fiah Safi‟ye bir mektup göndererek barış arzusunu kabul ettiğini bildirir. IV.Murad‟ın istanbul‟a dönmesinden sonra sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa sefere devam etmiş ve sonuçta Safevîler barış yapmaya mecbur kalmışlardır. iran tarafından gelen elçilerle barış şartlarını müzakere eden Mustafa Paşa Saru Han adlı iran elçisi ile Kasr-ı fiirin önündeki karargâhında buluştu. Üç gün süren müzakereler sonucu antlaşma imzalandı. Kasr-ı fiirin Antlaşması‟yla (17 Mayıs 1639) iki ülke arasındaki nihaî sınır çizildi. GAYRiMÜSLiM DEVLETLERLE iLiŞKiLER Papalık özellikle Osmanlı ülkesindeki Hıristiyan cemaatlere elçilik heyetleri göndermek ve Ermeniler, Melkîler, Yakubîler ve Keldanîler üzerinde Katolik kilisesinin nüfuzunu tesis etmeye çalışmıştır. Özellikle XVII. yüzyılda Fransa‟nın da desteğiyle bu faaliyetlerin etkisi artmıştır. Osmanlıların öteden beri dostluk içinde bulundukları Fransızların istanbul‟daki elçileri Cizvit faaliyetlerini destekliyordu. XVII. yüzyılda, 1622-1631 arasında elçilik yapan Sir Thomas Roe istanbul‟daki elçilerin en itibarlısı idi. Felemenk hükümeti tarafından 1668‟de istanbul‟da daimî elçi görevlendirildi. Felemenk elçisi de Karlofça sürecinde arabulucu rolü oynayacaktır. Osmanlı sarayına gönderilen ilk isveç elçisi Ralamb‟ın görevi isveç‟in Lehistan, Erdel ve Rusya‟ya yönelik stratejisini Osmanlılara anlatmak ve dostluk kurmaktı. Kuzey Siyaseti ve Osmanlı-Leh ilişkileri II. Osman devrinin dış politika açısından en önemli gelişmelerinden birisi Lehistan seferidir. III. Murad döneminde samur vergisine bağlanan Lehistan ile Osmanlı Devleti arasında dostane ilişkilerin bozulmasındaki görünür sebepler Kırım Hanının Lehistan‟a akınları ve buna karşılık Lehistan‟ın, denetimindeki Kazakların Osmanlı sahillerini vurmalarına göz yummasıdır. Gerek 1595 Eğri seferinin gerek 1621 Hotin seferinin ve gerekse daha sonra Köprülüler döneminde 1672‟de Kamaniçe‟nin alınmasıyla sonuçlanan seferin hedeşerinden birisi de Eşak ve Boğdan‟ı merkeze daha sıkı bir şekilde bağlamak için bunların Avusturya ve Polonya ile ilişkilerini kesmekti. Osmanlılar bir yandan Kırım Hanını azledip Selim Giray‟ı hanlığa getirirken öte yandan Lehistan‟ı barışa aykırı hareketlerden vazgeçmesi için uyardılar. Lehistan‟ın bu uyarıları reddetmesi sonucunda, 1672‟de, IV. Mehmed ordunun bizzat başında olmak üzere Polonya‟ya yürüyen Osmanlılar Kamaniçe‟yi aldılar. Lehistan içlerine doğru bazı kale ve palankaların alınmasıyla devam eden Osmanlı ilerlemesi karşısında Lehistan Kırım Hanı aracılığıyla barış istedi ve Bucaş Antlaşması imzalandı (1672). Osmanlı-Lehistan ve Osmanlı-Rusya ilişkilerinde Kırım Hanının aracı rolü Osmanlıların bu devletleri nasıl konumlandırdığının ve onlara bunu kabul ettirdiğinin bir göstergesiydi. Müzakereler sonucu yapılan dört maddelik Bucaş Antlaşması‟na göre, Lehistan‟ın Osmanlılara yıllık pişkeş olarak 20 bin altın ödeyecek, Podolya Osmanlılara terk edilecek, Ukrayna Osmanlı himayesindeki Kazaklara verilecek, Osmanlı valileri ve bağlı beylikleri Lehistan‟a tecavüzde bulunmayacak, Lehistan Osmanlılarla savaşan Avrupa devletlerinin yanında yer almayacaktı. Osmanlı-Venedik ilişkileri ve Girit Savaşı XVII. yüzyılın ilk yarısında, 1645‟de Girit savaşı başlayana dek Osmanlılar Venedik‟le olan ahidnâmeleri sözlü veya yazılı olarak yenilediler. Bu dönemde Venedik‟le ticarette de gözle görülür bir gelişme oldu. Yusuf Paşa ve Cinci Hoca‟nın da teşvikiyle Sultan ibrahim, Malta seferi görüntüsü altında, Girit‟i almaya karar verdi (1645). Osmanlılar Hanya‟yı aldılar ama adanın en önemli kenti Kandiye dahil Girit‟in geri kalan kısmının Venedik‟ten alınması ancak 1669‟da tamamlanabildi. Venediklilerin teslim olmayı kabul edeceklerini bildirmeleri üzerine 6 gün süren müzakerelerden sonra 5 Eylül 1669‟da imzalanan on sekiz maddelik bir antlaşma ile Girit‟in fethi tamamlanmış oldu. Müzakerelere Osmanlı Devleti‟ni temsilen katılanlar şunlardı: Halep Valisi fiişman ibrahim Paşa, kul kethüdası Zülfikar Ağa, küçük tezkireci Ahmed Ağa ve tercüman Panayot Efendi. Antlaşmaya göre Kandiye kalesi bütün top ve cephanesi ile teslim edilecek; askerler şehri terk edecek, halk gidip gitmemekte serbest olacak; üç palanka Venedik‟te kalacak; Galata‟daki Venedik balyosu orada oturacak, Venedikliler diğer iskelelerde balyos bulundurabilecek, Venedikliler Akdeniz‟deki Osmanlı adalarına saldırmayacaktı. Osmanlı-Avusturya ilişkileri Bu sırada Osmanlıların en çok önem verdiği mesele Girit savaşı idi ve bu defa Venedik‟e karşı Bosna tarafından bir kara harekatı tasarlanıyordu. Mamafih, Avusturyalıların Erdel işlerini bahane ederek giriştikleri bazı hareketler üzerine bu harekattan vazgeçilip Avusturya‟ya sefer açıldı. Serdar-ı ekrem veziriâzam Fazıl Ahmed Paşa sefer sırasında Avusturyalıların barış teklişerine karşı önce Erdel‟den çekilmelerini, daha sonra da Zitvatorok‟la kaldırılan yıllık 30.000 altın verginin tekrar verilmesini talep etti. Bu minval üzere yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmayacağı belliydi. Budin‟e varıldıktan sonra yapılan müzakereler sonucunda Slovakya‟da bulunan Uyvar üzerine yürüme kararı alındı. Bir ayı aşkın bir kuşatmadan sonra, kalenin yardımına gelen imparatorun kumandanlarından Montecuculi‟nin ordusunun Kırım, Eşak, Boğdan ve Kazak kuvvetlerinden oluşan bir kuvvet tarafından mağlup edilmesinin de etkisiyle, kale komutanı teslim için başvurmuştur. 3 Ağustos 1664 Vasvar Antlaşması olarak anılan bu muahede ile Erdel‟deki Osmanlı egemenliği onaylandı. Avusturyalılar işgal ettikleri yerlerden çıkacak, Türklerin ele geçirdiği Uyvar, Novigrad kaleleri ve çevresi onlarda kalacak, antlaşma 20 yıl sürecek, Rakoczi ve Janos soyundan ve Orta Macar beylerinden hiç kimse Erdel‟e sokulmayacak, imparator padişaha iki yüz kuruşluk pişkeş yollarken padişah da uygun bir karşılık gönderecekti. Osmanlı-Rus ilişkileri Kiev yakınlarındaki Çehrin üzerine yapılan bu sefer sonucunda Özi (Dinyeper) nehri üzerindeki bu kale ele geçirilip yıkıldı (1678). Müteakip yıllarda Osmanlıların daha büyük bir sefer yapmayı tasarladığından çekinen Ruslar Kırım Hanı aracılığıyla barış istediler. 1681‟de Bahçesaray‟da imzalanan Osmanlı-Rus Antlaşması ile Batı Ukrayna‟nın Osmanlı‟ya bağlı olduğu kabul edildi. II. Viyana Kuşatması ve Sonrası: Karlofça’ya Giden Yol Habsburg egemenliği altındaki Kuzey Macaristan‟da Orta Macar Krallığı yeni bir krallık olarak ortaya çıkmış ve halkı Protestan olan bu devlet Katolik Habsburgların baskılarıyla karşılaşmıştı. Bunların lideri olan Tököli imre‟nin Osmanlı himayesinde bir devlet kurmak üzere istanbul‟a başvurması Kara Mustafa Paşa‟ya savaş için gerekli fırsatı sağladı ve 1682‟de Osmanlı ordusunun bir seferi ile Tököli, Orta Macaristan tahtına oturtuldu. Fransa ile uğraşmakta olan imparator Leopold Osmanlılarla savaş istemiyor ve Vasvar Antlaşması‟nın yenilenmesine çalışıyordu. Esasen Sultan IV. Mehmed Habsburglara karşı büyük bir savaşa girilmesine pek taraftar gözükmüyordu. Kırım Hanı Murad Giray da müteredditti. 1683 yılının Temmuz ayında Viyana‟ya kadar ilerleyip şehri kuşatan Osmanlı ordusu, Viyana‟ya yardıma gitmek üzere hazırlanan Haçlı kuvvetlerini (Lehistan Kralı Jean Sobieski komutasında) engellemek için gerekli tedbirleri almış ve Kırım hanını Viyana‟ya altı saat mesafede Tuna üzerindeki bir köprüden düşmanın geçişini önlemekle görevlendirmişti. Bu arada Kara Mustafa Paşa şehrin tahrip ve yağma edilmemesi için vire ile teslimini arzu ediyordu. Ayrıca kuşatma için getirilen topların nitelik ve nicelik açısından yetersiz kaldığı buna mukabil şehri savunanların savunma ile yetinmeyip ara sıra huruç harekatı yaparak Osmanlılara kayıp verdirdiği görülüyor. Kırım Hanının yardım kuvvetlerinin geçişine seyirci kalması ve veziriazamın da bu kuvvetlere karşı yeterli önemde tedbir almaması (sipahilerin yeterli olacağını düşünmüştü) üzerine Osmanlı ordusu Alman-Leh kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (12-14 Eylül). Haçlı kuvvetleri dağılan ve kaçan Osmanlı ordusunu takip etmedi zira, aralarındaki ganimet çekişmeleri bir yana, bunun sahte bir ricat olduğundan şüpheleniyorlardı. Mustafa Paşa önce Yanıkkale‟ye sonra da Budin‟e çekilerek orduyu toparlamaya çalıştı. Başarısızlık ve gayretsizlik gösterdiğini düşündüğü komutanları idam ettirdi ve Kırım hanı azledilerek Hacı Giray hanlığa getirildi. Daha sonra Ciğerdelen ve Estergon kaleleri düştü ve Paşa kışlamak üzere Belgrad‟a çekildi. Burada orduyu toparlayıp yeniden harekete geçmekle meşgulken istanbul‟daki hasımlarının faaliyetleri sonucunda Paşa idam edildi. 1687 yılında cephede çıkan bir isyan sonrasında isyancı askerlerin istanbul‟a yürümesi üzerine Sultan IV. Mehmed hal‟ edilip yerine kardeşi II. Süleyman (1687-1691) tahta geçirildi. Belgrad‟ın düşüşü (1688) üzerine “nefir-i âmm” ilan edildi ve II. Süleyman ordunun başında sefere çıktı ancak savaşı Sofya‟dan idare etmekle yetindi. Bozgunların devamı üzerine Köprülü-zâde Fazıl Mustafa Paşa sadaret makamına getirildi (1689) ve serdarekrem sıfatıyla Belgrad‟ı geri almak üzere sefere çıktı. Belgrad 1690‟da geri alındı ama Macaristan‟ı geri alma ümitleri, Fazıl Mustafa Paşa‟nın şehit düştüğü Salankamen yenilgisinden sonra zayışadı (1691). II. Ahmed‟in (1691-95) tahta geçişinden iki ay sonra meydana gelen bu faciayı toprak kayıpları, savunma savaşları izledi. Amcasının ölümü üzerine tahta geçen (IV. Mehmed‟in oğlu) II. Mustafa‟nın (1695-1703), saltanatının ilk yıllarında enerjik bir tutum takınmaktaki kararlılığı sonucunda durumu düzeltir görünen Osmanlılar 1695‟de Avusturyalılara karşı başarılar elde etti. Ne var ki, Sultanın son Nemçe seferi 1697‟de Zenta Bozgunu ile sonuçlanacaktır. Bu durum, Osmanlılar için barıştan başka bir yol olmadığını gösteriyordu. OSMANLI SiYASÎ VE DiPLOMATiK TARiHi AÇISINDAN KARLOFÇA ANTLAŞMASI Sultan II. Mustafa Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa‟yı tam yetkili olarak barış görüşmeleri yapmak üzere görevlendirdi. Reisülküttab Mehmed Rami Efendi baş murahhas, Divan-ı Hümayun tercümanlarından iskerletzade Aleksandr Mavrokordato ikinci murahhas tayin edildi (22 Temmuz 1698). Antlaşmanın Avusturya ile ilgili kısmı yirmi maddelik olup Osmanlılar, Temeşvar hariç Erdel ve Macaristan‟daki Habsburg egemenliğini kabul ettiler. Belgrad Osmanlılarda kaldı. Antlaşmada sınırların belirlenmesi dışında, çete faaliyetlerinin karşılıklı olarak yasaklanması, Osmanlı topraklarında yaşayan Katoliklerin din özgürlüğü, kiliselerin tamirine izin verilmesi, her iki ülke tüccarlarının karşılıklı olarak serbestçe ticaret yapmaları, savaş esirlerinin makul fidyelerle serbest bırakılması, iki devlet arasında elçilerin teatisi, uygulamada çıkacak anlaşmazlıkların komisyonlar marifetiyle çözümü gibi hususlar da yer almıştır. Karlofça‟dan sonra 1700 yılında Ruslarla imzalanan istanbul Antlaşması neticesinde ise Ruslar da Azak‟ı zaptedip Karadeniz‟e ulaşmışlardır. On dört maddelik bu antlaşmada karşılıklı akın ve tecavüzlerin yasaklanması, Rus hükümetinin istanbul‟da kapı kethüdası unvanlı bir küçük elçi bulundurması gibi hususlar da yer aldı.