MEKKE VE MEDİNE’DEKİ İSLAMİ ESERLER İSLAMİ ESERLER; MEKKE VE MEDİNE GİRİŞ Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla “Ebedi hayatın sermayesi olan ve insanı tevhit ve tenzih ufkuna yakınlaştıran haccın manevi mertebeleri, onun kulluğa yönelik yönergelerine sahih, yaraşır ve titizlikle amel edilmediği sürece gerçekleşmeyecektir.” Hazreti İmam Humeyni (r.a) Hac; görkemli bir gösteri, muvahhit insanın O’nun dışında her şeyden kurtuluşunun doruk noktası ve hoyrat nefsin savaş arenası ötesindeki yolu; bireysel ve toplumsal hayatın yayılımında aşkın, fedakârlığın, bilincin ve sorumluluğun benzersiz yansımasıdır. O halde hac, İslam mektebinin hakikat ve değerlerinin tam anlamıyla cilvelenmesidir- berraklaşmasıdır. Müminlerin bu ilahi ibadetle derin bir tanışıklıkları vardır ve her sene dünyanın her yerinden coşkulu katılımlarıyla kalplerinin pasını zemzem tevhidinin berraklığıyla temizlerler ve Hz. Hak’la misaklarını yenilerler. Bizim edep ve kültür mirasımız, haccın hayat veren öğretileriyle dopdoludur, ancak bu önemli farzın sayısız boyutları tanınmamış ve unutulmaya terk edilmiştir. İmam Humeyni’nin (r.a) pasparlak düşüncesi ışığında İslam İnkılabı’nın zaferi, diğer İslam maarifi ve hükümleri gibi haccı da kendi gerçek yerine oturtmuş ve onun dosdoğru yüzünü ve zengin içeriğini ortaya koymuştur. Ne var ki haccın felsefesi, boyutları ve bereketlerinin tanınıp tanıtılması; mümin hacı adaylarının, Allah’ın meleklerinin indiği kutsal duraklarda ve nebilerin ve velilerin durak yeri olan kutsal yerde, dini bilinç ve şuurla adım atması için önümüzde henüz upuzun bir yol vardır. Böylesine büyük hedefin gerçekleşmesi doğrultusunda “Yüce Rehberlik Makamı Hac Organizasyonu Temsilciliği”, İmam-ı Rahil’in (r.a) yüce ve ölümsüz düşüncelerinden ilham alarak İbrahimi haccı ihya etmek ve İslam İnkılâbı’nın büyük rehberi Hz. Ayetullah Hameneî’nin (Allah ömrünü uzun etsin) çok değerli yol göstericiliğinden faydalanarak Müslüman düşünürlerin, hac kültürü sevdalılarının ve Haremeyn-i Şerifeyn ziyaretçilerinin önüne yeni bir bölüm açma çabasındadır. Bu sebeple “Yüce Rehberlik Makamı Hac Organizasyonu Temsilciliği”, hac maarifi ve hakikatleri konusunda araştırma, telif, tercüme ve çeşitli eserler alanında mukaddes mekânlarla, tarih ve büyük İslami şahsiyetlerle aşina olma; olayları inceleme, hatıraları sunma ve özellikle hac âdâbı meselelerini öğretme doğrultusundaki çaba ve gayretlerine başlamıştır. 1 Şimdi siz değerli okuyucunun elleri arasındaki bu değerli eser temsilciliğin en kalıcı ve faydalı çalışmalarındandır. Hiç şüphesiz düşünürlerin yardımları ve önerileri eserin eksiklerini azaltıp ilmi seviyesini arttıracağında hiç kuşku yoktur. Bu doğrultuda Yüce Rehberlik Makamı Hac Organizasyonu Temsilciliği Araştırma Merkezi, ilgililerin tamamının işbirliğini bekler ve samimi bir kalple onların ellerini sıkar. Şüphesiz başarı Allah'tandır. Hac ve Ziyaret Araştırma Merkezi ÖNSÖZ Allah ve Resulü’nün (s.a.a) haremi âşıkları, bu iki haremi şerife gitmekle hac amellerini yerine getirmenin yanında Allah’ın Peygamberi (s.a.a), Emirülmüminin (a.s) ve Sadr-ı İslam’ın seçkin ve özel simalarının geride bıraktıkları hatıraların araştırması içindedirler. Bu kimseler, Haremeyn’deki mübarek eserleri tanımaya ve orada yer alarak bu büyük şahsiyetlere ilgi ve alakalarını göstermeye; namaz kılıp dua okuyarak ahiretleri için azık toplamaya müştaktırlar. Açıktır ki bu seferin temel hedefi, hac amellerini yerine getirmektir ve Allah evi ve Peygamber’in (s.a.a) kabrini ziyaret aşkıyla Hicaz’a giden ziyaretçinin, seferinden önce, bu seferin nasıllığıyla tanışması gerekir. Bu seferin en zaruri yanı, hac amellerini öğrenmektir ve buda kervandaki din görevlisinin varlığıyla mümkün olacaktır. Hac amellerinin yerine getirilip Mekke ve Medine gibi bu iki tarihi şehre aşina olunması ve bu şehirlerdeki mukaddes mekânların tanınması unvanında ziyaretçilerin zihinlerinin hazırlanmasının çok önemli olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu arada yegâne sorun, değerli ziyaretçilerin, yolculuktan önce bu konuda ön araştırmalarının olmayışı ve kafile din görevlisinin bir şeyler söyleme beklentisinde olmalarıdır. Hâlbuki ziyaretçilerin seferlerinden önce azda olsa araştırmaları ve muhtasar bilgilerinin yanında günümüzde alışıla gelen yolculuk boyunca ziyaretçilere sunulan din görevlisinin bilgi ve kılavuzluğundan daha çok yararlanılması gerekir. Bu doğrultuda ziyaretçiler ilk günlerde bu konuda yazılmış kitapları gözden geçirerek mukaddes bu iki şehrin genel durumu hakkında zihni betimlemeye sahip olabilir ve gittikleri her yerin konumuna daha önceden aşina olabilirler. Bu zorunluluk eskiden beri bu iki şehri tanıtıp hacıların istifadesine sunmak hedefinde olan kimselerin, bu doğrultuda kitaplar yazmalarına sebep olmuştur. Geçmiştekilerin eserleri, ayrıntılı ve çok değerli olmasının yanında ne dil bakımından ve ne de nitelik ve nicelik bakımından günümüz ziyaretçilerinin bilgisiyle uyuşmayacağı son derece doğaldır. Her iki şehrin mekân ve yapılarının değişime uğramasıyla birlikte bu doğrultuda yazılan eserlerin ziyaretçilere kılavuzluk etmesi hedefiyle yazılmıştır- güncelleştirilmesi zaruretini gerektirmektedir. 2 Bu sebeple geride bıraktığımız yıllar süreci içinde Yüce Rehberlik Makamı Hac Organizasyonu Eğitim ve Öğretim Bölümü Yardımcılığı, ziyaretçilerin bu doğrultudaki bilgilerini arttırmak için takdire şayan çalışmalarını başlatmıştır. Mekke ve Medine şehirlerinin tarihi eserlerini tanıtma alanında birkaç ayrı kitap yazılmış ve çeşitli hacimlerde basılmıştır. Aynı şekilde çok değerli “Mikât-ı Hac” dergisinde mukaddes mekânlar hakkında araştırmalar yapılmış olup bu araştırmaların bazısı telif, bir kısmı da tercümeden ibarettir. Her halükarda söz konusu dergi, mukaddes mekânların tarihi boyutlarının aydınlığa kavuşturulmasında kayda değer yardımlarını ilgili insanların dikkatine sunmaktadır. Bendeniz Hicri Şemsi 1370/1991 yılında Hüccetü’l İslam ve’l Müslimin Sayın Seyit Ali Gazi Asker’in (Allah izzetini arttırsın) tavsiyesiyle bu alanda kitapçık yazmaya başladım ve Hicri Şemsi 1371/1992 yılında bu kitapçık basılmıştır. Zamanla söz konusu bu kitapçığın metninin ıslahı yapılmış ve eklemeler gerçekleşmiş ve Hicri Şemsi 1375/1996 yılında nispeten daha geniş hacimli olarak başka bir görünümde basılmıştır. Hicri Şemsi 1379/2000 yılında resimlerin, haritaların ve daha çok bilgilerin içerdiği başka bir kitap unvanında basılarak hizmete sunulmuştur. Hicri Şemsi 1381/2002 yılının Ağustos ayında söz konusu bu kitabın basım ve içeriğini de kapsamak üzere metninin yanlışlıkları ve kitaba eklenmesi gereken konuların eklenmesi doğrultusundaki hatırlatmalar, bu kitabın daha iyileştirilmesinin ön hazırlığını oluşturmuştur. Bir sonraki aşamada hazırlanan bu kitap, benim çabamın ve Hüccetü’l İslam Şeyh Muhammed Hüseyin Fellahzade, Şeyh Muhammed Mehdi Mi’râcî ve Şeyh Rıza Muhtârî (Allah onların bereketini arttırsın) gibi değerli dostların tavsiyelerine riayet etmenin bir ürünüdür. Bu sene -1389/2010- kitabın yeniden gözden geçirilmesi ve düzeltmeler yapılarak bazı mukaddes mekânlar hakkındaki gerçekleşen çeşitli değişimlerin bilgilerini güncelleştirmek için karar alındı. Kitabın basımından önce değerli dostum Hüccetü’l İslam ve’l Müslimin Mi’râcî kitabın tüm metnini titizlikle gözden geçirdi ve çok faydalı hatırlatmalarda bulundu ve ben de yaklaşık bunların tamamına riayet ettim. Hüccetü’l İslam ve’l Müslimin Mi’râcî’nin bu konudaki gösterdiği titizlik ve hatırlattığı noktalardan ötürü kendilerine teşekkür ediyorum. Hatırlatılması gerekir ki, bu kitapta Hicri Şemsi veya Hicri Kameri olduğu belirtilmeyen tarihlerin tamamı gerçekte Hicri Kameri yılına göredir. Bunun haricindeki miladi tarihler “ş” ve “m” şeklinde kısaltılarak gösterilmiştir. Bizim dualarımızın sonu şudur: “Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.” Resul Caferiyan 15 Aban 1389/2010. (1) ÖN GİRİŞ KONULARI Hac Edebiyatına Kısa Bir Bakış 3 Asıl konuya girmeden önce, İslam edebiyatı ve kültüründe hac unvanında tanınan şeyin dini, tarihi ve ahlaki çeşitli ilimler bölümünde söz konusu edilen büyük bir maarifin bütünü olduğuna işaret edilmesi zaruridir. Kelimen tam anlamıyla yaygın olan bu edebiyatın/söylemin dairesinde, fıkıh ve irfan bölümünde bu konuda söylenenler, tarih ve medeniyetlerin de dikkate değer bir bölümünü oluşturmuştur. Genel olarak haccın edebiyatı bölümünü birkaç alanda bilmek mümkündür: 1-Haccın tefsir ve şerhlerini içeren Kur’an ve rivayetler bölümü. 2-Hac amellerini kapsayan fıkıh kitapları. Aynı şekilde haccın genel ahlakını ve hac ziyaretini kapsayan kitapları da bu bölümden bilmek gerekir. 3-Hac duaları ve hac ziyareti açısından haccın âdâbını kapsayan dua ve ziyaretler bölümü. 4-Geniş alana yayılan hac irfanı ve ahlakına ek olarak gerek bu konuda yazılmış eski metinler ve gerekse dikkate değer yeni eserler bölümünde. 5-Toplumsal ve siyasi bölümde haccın dikkate değer rolü, siyasi ve toplumsal açıdan özelleşmiş ve bu alanda çok sayıda eserler yazılmıştır. 6-Tarih ve medeniyetler bölümü; burada da çok önemli konular vardır ve bunlar birkaç konuda kısımlara ayrılarak söz konusu edilebilir: a-Haremeyn-i Şerifeyn’in tarihi veya Mekke ve Medine şehri hakkında çok geniş ve derin yazılan eserler. b-Tarihi eserler bölümü; gerçi geçmişteki eserlerde Mekke ve Medine tarihi vardır ve son yıllarda bağımsız bir bölüm unvanıyla söz konusu edilip bu konuda çeşitli ülkelerde dikkate değer araştırma çalışmaları kaleme alınmıştır. c-Hac yolu veya hac yollları hakkında kaleme alınan eserler. Bu konudaki kitaplar ikinci ve üçüncü asırda başlamış ve hacca karayoluyla gidildiği dönemlere kadar bu konuda Arap, Türk ve Fars edebiyatında pek çok eserler kaleme alınmıştır. d-Hac yolculuğu günlüğü (seyahatname). Bu alanda beşinci ve altıncı asırda ve daha sonra Arap, Fars ve Türk edebiyatında çok sayıda eserler kaleme alınmıştır ve şimdiye kadar da devam etmektedir. Şayet bu eserlerin sayısı binlerce unvana ulaşmıştır. Tarihte Haremeyn-i Şerifeyn Hakkında Yazılan Seçkin Eserler A- Mekke Tarih yazarları ve coğrafya bilimcileri, Mekke ve Medine şehirleri hakkında yazdıkları kadar diğer şehirler hakkında kitap yazmamışlardır. Bunun sebebi çok açıktır, zira hepimizin bildiği gibi bu iki şehir Müslümanların nezdinde kutsallığa sahiptir ve bu şehirler hakkında olup biten haberler ve tarihi ve dini yapıların nasıl değişime uğradığı Müslümanlar için son derece önemlidir. Gerçi bu eski yazıtların bir kısmı çeşitli sebeplerle kaybolmuş ve hatta bunların bir nüshası bile bize ulaşmamış olsa da yine de bunların birçoğu bize 4 ulaşmış ve son zamanlarda bu konuda sayılı eserler kaleme alınmıştır. Burada bu eserlerin en önemlilerini kısaca tanıyalım: *Ahbâr-i Mekke ve Mâ Câe fîhâ mine'l-Âsâr Ebu’l-Velid Muhammed b. Abdullah b. Ahmed Ezrâkî’nin eseri: Bu kitap, ikinci asrın sonlarında ve üçüncü asrın başlarında kaleme alınmış ve Mekke tarihi hakkında yayınlanmış en eski eserlerdendir. Mekke hakkındaki şahsa münhasır bilgilerden oluşan bu eser, iki cüz ve iki cilt şeklinde Rüşdî Salih Mulahhas’ın incelemesiyle basılmıştır. (Beyrut, Daru’l-Endülüs 1983). * Ahbâr-i Mekke fî Kadîmi'd-Dehri ve Hadîsihi Ebu Abdullah Muhammed b. İshak Fâkihî’in eseri: Bu kitap Ezrâkî’nin’nin Ahbâr-i Mekke kitabı yanında- Mekke şehri tarihi hakkındaki hicri üçüncü asırda kaleme alınan ikinci eski eserdir. Bu eserin bir bölümü ortadan gitmiş ve geride kalanı Abdülmelik b. Abdillah Dehîş’in araştırmasıyla 1414 yılında Mekke şehrinde üç cilt olarak basılmıştır. *el-Ikdu's-Semîn fî Târîhi'l-Beledi'l-Emin; İmam Takiyüddin Muhammed b. Ahmed el-Hüseynî el-Fâsî’nin (775-832) eseri. Eserin sahibi bu kitapta, Mekke şehri büyüklerinin biyografilerini şerh etmiştir. Bu kitabı Müessesetü’r-Risale 1406 yılında basmıştır. *İthâfu'l-Verâ bi-Ahbâri Ümmü'l-Kurâ Ömer b. Fehd b. Muhammed (812-885). Eserin sahibi bu kitabına Nebevi Sire konusuyla başlamış ve yıllara göre kendi zamanına kadar Mekke şehri olaylarına yer vermiştir (Mekke: Camiatu Ummu’l Kura neşriyatı 5 cilt). *Gâyetü'l-Merâm bi- Ahbâri Saltanati'l-Beledi'l-Harâm İzzeddin Abdülaziz b. Ömer b. Muhammed b. Fehd (850-922). Mekke tarihi hakkında yazılan bu kitapta yıllar esas alınmış olup -zikrettiğimiz- İthâfu'lVerâ kitabının devamı ve tamamlanmasına yöneliktir. *el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beytullahi’l-Harâm Muhammed b. Ahmed b. Muhammed Nehirvâlî (ö.990). Mescid-i Haram’ın tarihi ve bu mescidin fıkhi hükümleri konusunda yazılmış ve Mekke’de (1416 yılında) basılmıştır. Onuncu asra kadar Mescid-i Haram’ın tarihi hakkında yazılan en zengin eserlerdendir. *Tarih-i Mekketi’l-Müşerrefe ve’l-Mescidi’l-Harâm ve’l-Medineti’şŞerife Muhammed b. Muhammed b. Ahmed-i Mekkî (ö.785). Bu kitap, Adil Abdulhamid el-Adevî’nin araştırmasıyla Mekke’de (el-Mektebetü’t-Ticariyye 1416) basılmıştır. *el-Ercü’l-Meski fî Tarihi’l-Mekkî Ali b. Abdulkadir Taberî (ö.1080). Eşref Ahmed el-Cemal’in çaba ve telaşıyla Mekke’de (el-Mektebetü’t-Ticariyye 1416 ) basılmıştır. 5 *Tehinnetu Ehli’l-İslam bi Tecdidi Beytillahi’l-Harâm İbrahim b Muhammed b. İsa (ö.1079). Bu kitap 1418 yılında Mekke’de basılmıştır. *Menâihi’l-Kerem fî Ahbâri Mekke ve’l-Beyt ve Vulatu’l-Harem Ali b. Tacuddin Sencârî. Düzeltmelerle birlikte yedi cilt olarak basılmıştır (Mekke, Camiat-i Ümmi'l-Kurâ 1419). *Tarih-i Umerâi Mekke (8. yıldan 1344’e kadar); Arif Abdulğani’nin eseridir. Bu kitap Mekke tarihinin özellikle hâkim ve emirlerinin tanınmasında ve Mekke şehrinin siyasi değişimleri hakkında yazılmış ve kitabın yazarı övgüye değer bir çabayla eserini kaleme almıştır. Bu kitabın bilgilerine göre Mekke şehrinin tarihini, hâkimler silsilesine göre takip etmek mümkündür. Kitabın ismi ve kapsadığı yıllar dikkate alındığında bu eserde Suudi dönemi idarecilerinin isminin geçmediği anlaşılmaktadır. *Tarih-i Mekke Dirâsatun fî’s-Siyaseti ve’l-İlm ve’l-İctima ve’l-Umrân Ahmed es-Sebâ’i’nin eseri. Hicri on dördüncü yüzyılın başından sonuna kadar son on yıl içerisinde Mekke’nin siyasi, içtimai ve ilmi tarihi hakkında yazılmış en meşhur eserlerden birisidir ve defalarca basılmıştır. Bu kitabın hicri 1414 yılında yedinci baskısı yapılmış ve Farsça tercümesi Mekke Tarihi unvanında bendeniz tarafından hazırlanmış ve 1386/2007 yılında Meş’ar neşriyatı tarafından basılmıştır. *İfâdetu’l-Enâm fi Ahbâr-i Beledi’l-Harâm Abdullah Ğâzî’nin eseridir ve Hicri Kameri 1430 yılında Abdülmelik b. Dehîş düzenlemiştir. Yedi cilt şeklinde basılan bu eserde Mekke tarihi birinci asrın ilk yarısından hicri on dördüncü asra kadar ayrıntılı olarak yazılmıştır ve kitabın müellifi Hicri Kameri 1365 yılında vefat etmiştir. *et-Tarihi’l-Kavîm lî Mekketi ve Beytullahi’l-Kerim Muhammed Tahir Kurdî Mekkî Hattât’ın eseridir ve Abdülmelik b. Dehîş’in çabalarıyla basılmıştır. Geçtiğimiz birkaç son on yıl içinde rahle boyu altı cilt olarak yazılmış bu eser, Mescid-i Haram’ın tarihi hakkında yazılan en ayrıntılı ve en yeni ansiklopedilerden birisidir. Harem sorumlularının birisi tarafından kaleme alınan bu eserde müellif, çok eski kaynakların bilgilerinden faydalanmanın yanı sıra Harem ve Harem’deki değişimleri içeren kendi müşahedelerini de kaydetmiştir. Bu kitabın birinci cildi, ilk kez 1385 h.k yılında ve altıncı cildi 1414 h.k yılında basılmıştır. B-Medine Medine-i Münevvere şehri için de eskilerde ve yenilerde pek çok tarihi ve diğer alanlarda eserler kitapları yazılmıştır ve burada söz konusu bu metinlerin en önemlilerini tanıyacağız: 6 *Tarih-i Medineti’l-Münevvere Ebu Zeyd Ömer b. Şebbe Numeyrî’nin (173-262) eseri (Kum, ofset baskı 1368 h.ş). Bu eser, yöresel tarihlerin en eskisidir ve maalesef eksik bir şekilde elimize ulaşmıştır. Bu kitabın bir bölümü Medine şehrinin tarihi ve coğrafi tarihi ve diğer bölümlerinin çoğunluğu, ilk halifelerin hilafet dönemlerindeki tarihi ve siyasi değişimleri içermektedir. Bu eseri Fehîm Muhammed Şeltût incelemiş ve dört cüz şeklinde yayınlanmıştır. *ed-Durretü’s-Semîne fi Tarihi’l-Medine Muhibbuddin İbnu’n-Neccâr (573-640) (Medine, Buhus ve Dirasât Merkezi 1426). Bu eser, Medine tarihi hakkında yazılmış en önemli metinlerden birisi sayılır. Medine şehrinin tanınmasında hicri yedinci yüzyılın temel kaynaklarından olan bu eser, Ahbâr-i Medineti’r-Resul unvanında da basılmıştır. *Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere Kâdimen ve Hâdisen Ahmed Yasin El-Hayyârî (1991). Eski metinlerden faydalanılan bu eserde resim ve haritalarla birlikte pratik birebir yüz yüze görüşmeye dayalı araştırmalar sunulmuştur. *et-Tarif bimâ Aneseti’l-Hicretu min Meâlim-i Daru’l-Hicret Cemaleddin Matarî (741) (Medine, 1372). Medine tarihi hakkındaki hacmi az, değeri büyük bu eser, ilk defa hicri sekizinci asırda Medine’de telif edilmiştir. *el-Mağânimu’l-Mutabe fi Meâlim-i Tâbbe Mecduddin Ebu Tahir Muhammed b. Yakup Firuzâbadî (729-823). Medine şehri tarihi hakkındaki bu değerli eserde Medine şehrinde yer alan mekânlar alfabetik sıraya göre tanıtılmıştır. (Riyad, Daru’l-Yemâme, 1389 h.k, Araştırma: Hamd Câsir). *Vefâul-Vefâ bi Ahbâri Dâru’l-Mustafa Nureddin Ali b. Ahmed Semhûdî’nin (ö.911) kitabı. İki ciltte dört bölüm olarak yayınlanmıştır. Kasım es-Samarrâî’nin üzerinde çalışıp gözden geçirdiği bu yeni çalışması, el-Furkan Müessesesi tarafından basılmıştır. Ancak biz, çalışmamızda bu kitabın eski basımına müracaat ettik. Ansiklopedik bu eser çok eski aktarımlarla ve kutsal Medine şehri hakkında yepyeni araştırmalarla dolu olup kendi alanında benzersiz bir eserdir. Semhûdî bu eserinde, Medine tarihi araştırmacılarının ihtiyaç duyduğu ve günümüzde de mevcut olmayaan pek çok kitaptan yararlanmıştır. Buna ek olarak Semhûdî, adım adım şehri gezmiş ve tarihi eserleri tanıtmıştır. Özetle söyleyecek olursak, metni Arapça olan bu eser, yüz yıl önce “Ahbâr-i Medine” unvanında Farsçaya çevrilmiş ve Hicri Şemsi 1376/1997 yılında “Meş’ar” yayınevi tarafından basılmıştır. *Behcetu’n-Nufûs ve’l-Esrâr fî Tarih-i Dari Hicreti’n-Nebiyyi’l-Muhtâr (s.a.a) 7 Abdullah b. Muhammed b. Abdülmelik el-Mercânî (ö.769). Bu kitap, 1418 yılında Mekke şehrinde iki cilt olarak basılmıştır. * Tarih-i Umerâi Medineti’l-Münevvereti Arif Abdulğani’nin eseridir. (Kum, 1419, ofset). Sadr-ı İslam’dan 1417 yılına kadar Medine emirleri hakkında son derece değerli ve önemli bilgileri sunan bu eserin bir benzeri daha yoktur. *Fusûlun min Tarihi’l-Medineti’l-Münevvere Ali Hafız (Cidde, Mektebetü’s-Sekâfe). Kitabın müellifi, geçtiğimiz çeyrek asırda Medine tarihi ve dini eserler dalında en seçkin şahsiyetlerden birisi olup Medine şehri tarihi çalışmalarını bu kitapta toplamıştır. *Medine Şinâsî İranlı araştırmacı merhum Muhammed Bakır Necefî’nin1 bu kitabı şimdiye kadar iki cilt olarak basılmış ve üç cildinin de basılmasına karar verilmiştir. Medine hakkında Farsça dilinde yayınlanan bu eser, inceleme ve araştırmaya dayalı en geniş eserlerden birisidir. Bu kitabın birinci cildi Medine deki mescidler ve bazı tarihi eserlerini ve ikinci cildi Allah Resulü (s.a.a) zamanındaki savaşların coğrafyasını içerir. Bu kitap Almanya’da basılmıştır ve ilgi çekici resim ve haritalarla doludur. *Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere beyne’l-İmâre ve’t-Tarih Abdülaziz Kakî2 (Medine, 1426). Medine Belediye İnşaat Mühendisi’dir. Bu eserin Medine tarihi hakkında yazılan son yılların en kapsamlı kitabı olduğu söylenebilir ancak tam olarak yayınlanmamıştır. Şimdiye kadar iki cildi, üç cilt olarak yayınlanmış bu kitap on cilt olarak yayınlanması kararlaştırılmıştır. Bu kitabın birinci kısmı Medine’nin doğal durumu hakkında ve ikinci kısmı, Medine’nin yapılanması ve modernleşmesi hakkındadır. Bu kitabın dördüncü kısmının Medine mescidleri hakkında olması belirlenmiştir. Bu eser Medine şehri hakkında yazılan benzersiz ansiklopedilerdendir. Eserin müellifi en güzel resim ve haritalardan faydalanarak ve ilgi çekici basımıyla eserini ziyaretçilere sunmuştur. *el-Mesâcidi’l-Eseriyye fî Medineti’l-Münevvereti Muhammed İlyas Abdulğani’nin eseridir ve son yıllarda (1418 k) Medine mescidleri tarihi hakkında yazılan kitaplardandır. Kitapta gösterilen dikkatin yanında çeşitli tarih dönemlerinde mescidler hakkında önemli bilgiler verilmektedir. -Muhammed Bakır Necefî 1381/2002 yılında Almanya’da vefat etmiş ve Hz. Abdulazim Hasenî’nin kabri yanına defnedilmiştir. Mısır’da İran eserleri, Bahaîler vb. çok değerli çalışmaları da olmuştur. Mikât neşriyatının Muhammed Bakır’la yaptığı röportajda hayatı hakkında geniş bilgi verilmiştir. 2 -Kakî, Medine şehrinde çok değerli bir müzenin kurucusudur bu müzede Medine şehrinin eski ve yeni resimleri, haritaları ve Sadr-ı İslam dönemi savaş sahnelerinin maketleri bulunmaktadır. Bu müze Kakî ticaret merkezinin arkasında ve Ali b. Ebi Talib (a.s) caddesinin başındadır. Ziyaretçilere bu müzeyi görmelerini tavsiye ederiz. 1 8 Söylediklerimize ilaveten Medine ve Medine tarihi eserleri hakkında onlarca eser yazılmış ve bunların bazıları Farsçaya tercüme edilmiştir. (2) ESKİ HAC YOLLARI Allah’ın evinin ziyaretçilerini Cidde’ye götürme vesilesi adı altında, uçağın toplu taşımacılığa girmesinden önce, ziyaretçiler karayolları ve denizyollarından hacca gidiyorlardı. Bu tür yolculuklar, iki önemli aşama geçirmiştir. Yelkenli gemiler ve develerden yararlanılan dönem; taşımacılıkta ve ziyaretçilerin hacca götürülmesinde buharlı gemi ve arabalardan yararlanılan nispeten yeni dönem. Deve taşımacılığının uzunca bir süreç geçirdiği kesindir ve en azıdan on dokuzuncu asrın sonlarına hatta yirminci asrın çeyreklerine kadar bazı bölgelerde kullanılmıştır. Geçmişte karayollarından istifade edilmesi, coğrafyayla birlikte “Hac Yolu" unvanında bir ilmin daha ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu ilmin büyük bir bölümünü, doğrudan hac yolları, kervansaraylar veya seyahatname (hac günlüğü) kalıplarında yazılan coğrafi bilgiler oluşturmuştur. Mekke ziyaretçisi üç aydan başlayıp bir seneye kadar yolda kalabilirken Haremeyn’de yalnızca bir iki ay kalabiliyordu. Dolayısıyla hac kavramı kullanıldığı zaman, sadece Haremeyn’de ikamet edilmesi değil, bir ziyaretçinin kendi şehrinden yola çıkmasıyla başlayıp tekrar o şehre dönmesine kadar durumu akla geliyordu. Kat edilen bu yolların sadece fezasının aydınlığa kavuşması için ve “Haremeyn-i Şerifeyn” yolu olması hasebiyle, İslami asırlar sürecinde tanınmış hac yollarının kısaca fihristini açıklayacağız. Söz konu yolların tamamının bir noktayla yani Mekke ve Medine’yle sonuçlanıyor olması bu yolların en önemli özelliklerinden birisidir. Gerçekte hac yolu doğudan batıya uzanan bir yol değil, bilakis İslam dünyasını Mekke ve Medine isminde bir noktada birleştiren yollar bütünüdür. Dolayısıyla genel planda Mekke’yi merkez hesap edip İslam topraklarının tamamından Mekke’ye doğru bir yol açılmalıdır. Bu yollar asli ve feri (asıl olmayan) yollar olarak ikiye ayrılır şöyle ki: Bir şehirdeki hacı adayları, daha büyük kervanın oluştuğu kesişim noktasına ulaşıyor ve daha sonra bir yol üzerinden hareket ediyorlardı. Daha sonra 9 gitgide Hicaz’a yakın bölgedeki çeşitli şehirler birbirlerine birleşiyordu. Derken o şehirlerdeki asli yollar başlıyor ve büyük kervanlar yola düşüyordu. İslam’ın orta çağlarında birkaç asli şehir vardı ki diğer bölgelerden gelen hacılar bu şehirlerde buluşup birleştikten sonra Haremeyn’e doğru hareket ediyorlardı. 1. Kûfe, Bağdat ve Necef Üzerinden Irak Yolu Hac yolu için kilit unvanında hatırlatılması gereken ilk yol Irak-Hicaz yoludur. Irak, Şam’dan sonra Müslümanların eliyle fethedilen ikinci bölgeydi. Onun ardından Basra ve Kûfe şehirleri kuruldu ve Peygamber (s.a.a) ashabının pek çoğu ve Arap Yarımadasında yaşayan diğer Arap Müslümanlar fetihlerin devam etmesi ya da yaşamak amacıyla Irak’a geldiler. Bu kimseler Irak-Hicaz yolundan, kendi asli yaşam bölgelerine geliyor veya Haremeyn’i ziyaret etmek için oradan Hicaz’a dönüyorlardı. İslam’dan önce muhtemelen Araplar bu yoldan İran Krallığı’na geliyorlardı. Kûfe yaklaşık iki asır boyunca hacı kervanlarının yoğun olarak toplanıp Hicaz’a gittikleri bir merkezdi. Sonraları “Zübeyde” veya “Cebel” yolu olarak meşhur olan bu yolda “Zerûd”, “Sa’lebiyye” ve “Kadisiyye” konaklarıyla karşılaşıyoruz ki, bu mesirde toplam 27 asli konaklama yeri vardır. Bu zaman sürecinde İslam’ın doğusundaki Müslümanlar Irak’ta toplanıp Irak yolundan Hicaz’a doğru gidiyorlardı. Bağdat’ın kurulmasından sonra, zamanla Kûfe’nin önemi azaldı ve bu şehir, hac kervanlarının yıllık toplandığı hilafet merkezi unvanını taşıdı. Abbasi devletinin ve devletin atadığı “Hac Emiri”nin yardımıyla söz konusu bu kervan hacca gidiyordu. Bu yolun özel sorumlusu vardı ve sorumlunun bu yolu canlı tutması gerekiyordu. Bağdat’ın merkezliğini kaybettiği dönemlerde Necef şehri, İran ve Iraklı ziyaretçilerin toplandığı merkez haline geldi. Bu durum özellikle onuncu asırdan on dördüncü asra kadar devam etmekle birlikte Safevî devletinin kurulduğu ve devletin Irak’ı gölgesi altına aldığı dönemlere rastlar. Bundan sonra İranlı halk, özellikle İran’ın merkez bölgelerindeki hacılar, bu yoldan yararlanıyorlardı. İranlı hacılar özellikle gidiş dönüşlerinde ya da her iki durumda da Masum İmamlar’ı (a.s) ziyaret etmeye özen gösteriyorlardı. Irak-Hicaz bazında istifade edilen bu yol, üçüncü asırda “Zübeyde Kapısı” olarak tanınıyordu. Bu yol, Harun’un eşi Zübeyde’nin (ö.193) bu bölgede pek çok kaynak suları ve yeşil alanlar oluşturması sebebiyle “Zübeyde” ismiyle anılmıştır. Bu yol, Kûfe’den Kadisiyye’ye ve oradan çöl ortalarına nüfuz ederek Hicaz’a doğru gidiyor ve “Nükre” noktasında iki kola ayrılıyordu ve bunlardan birisi Mekke’ye bir diğeri de Medine’ye gidiyordu. Irak yolu da Hicaz tarafına doğru iki bölümdü. Bunların bir bölümü Basra’ya, diğer bir bölümü de Kûfe veya Bağdat ya da Necef yönündeydi. Başka bir ifadeyle Kûfe güzergâhı yolunun birisi Hicaz’a ve bir diğeri de Basra’dan Hicaz’a doğru uzanarak bir açıdan “Zâtü’l-Irk” diğer bir açıdan da “Madenü’n-Nükre” de birbirleriyle birleşiyordu. “Madenü’n-Nükre”den Medine’ye doğru da bir yol vardı. 10 Bu yol, son üç dört asırda “Cebel Yolu” adıyla tanınıyordu. İranlılar eskiden beri bu yolu kullanmaktaydılar. Ancak bu yolun güvenlik durumu tehlikeye düştüğü zaman İranlılar, Irak’ın kuzeyinden Halep’e oradan da Suriye’ye ve sonra Şam yolundan Medine-i Münevvere ve Mekke-i Muazzama’ya gitmeyi tercih ediyorlardı. 2. Şam Yolu En eski hac yollarının en önemlilerinden bir diğerinin Şam yolu olduğunu hatırlatmamız gerekir. Araplar özellikle Kureyş kabilesi, İslam’dan önce bu yoldan ticari bir yol unvanıyla çok yararlanıyorlardı. Yemen halkı da ilk etapta Şam’a ulaşmak için Mekke’ye ve oradan da bu yoldan Şam’a gidiyorlardı. İslam’dan sonra ve Şam-Hicaz arasındaki irtibatın güçlenmesinin ardından özellikle hac için bu yoldan gidip gelmeler çoğalarak bu yol ihya edildi. Bu iki yol arasında genellikle yerleşim bölgesi ya da kaynak suları yanı başında kurulan sayısız konaklama yerleri vardı ve 23 konaklama yeri, bunlar içinde en önemlilerini oluşturuyordu. Doğal olarak çeşitli dönemlerde bu yollar az çok değişime uğramıştır. Söz konusu yerlerin iklim şartları veya sultanların özel yardımları buraların değişmesine sebep olmuştur. “A’la”, “Tebük Kalesi” şehirleri ve Salih Peygamber’le (a.s) alakalı eserlerin bulunduğu yerler söz konusu konaklama yerlerindendir ve zamanla bunların bazıları tek bir şehir şekline dönüşmüştür. Çok geniş bölgelerdeki Müslümanların yararlandıkları bu yola “Şam Bölgesi” denilir ve günümüzde bu bölge birkaç ülkeyi kapsamaktadır. Şam’ın sürekli kendine has kervanları olagelmiştir ve Şam kervanı, görkemli şekilde süsleyip deve üzerine koydukları mahmellerine3 Mekke’ye getirirdi ve “Şam Mahmeli” ismini verdikleri bu mahmel, onların alameti sayılırdı. 3. Mısırlıların Yolu Mısırlılarında hacca gelmek için özel yolu vardı. “Tolunoğulları” sonra “Fâtımîler” ardından Memlûkler zamanında Haremeyn Mısır’ın sultası altındaydı ve Haremeyn’in iktisadı, Mısırlılar tarafından yapılan yardımlarla temin ediliyordu. Mısırlılar alabildiğince görkemli bir şekilde Fustat’tan Kahire’ye doğru hareket ederek güneye geliyorlardı. Mısırlılar iki asır boyunca Kızıldeniz’in batı sahil şeridindeki “Ayzâb” ismindeki limandan hacılarını gemiye bindiriyor ve denizin bu tarafına gelerek Cidde’den Mekke’ye yöneliyorlardı. Ancak etkenlerin ortadan kalkmasıyla özellikle de “Île (Akabe)”nin tekrar Haçlılardan alınmasıyla, yeniden bu yoldan yararlanıldı ve zamanla “Ayzâb” gemi limanı özelliğini kaybetti. Mısır hacılarının yolu, Kızıldeniz’in en kuzey noktasından ve bu denizin doğu şeridinden “Sina”yı geçerek “Nahl”e doğruydu. Gerçekte Mısırlılar bu yolu güney tarafına ve Mekke’ye kadar sürdürüyorlardı. Bu yolun da pek çok -Mahmel: Deve sırtında bulunan ve insanların kolayca binip yolculuk yapmasını sağlayan bir gereç. Çev. 3 11 konaklama yerleri vardır ve bunlar, kitaplarda ve özellikle seyahatnamelerde çokça zikredilmiştir. 4. Mağribli Hacıların Yolu (Kuzey Batı Afrika Bölgesi) Mağribli ve diğer Afrika beldelerinin hacıları, İskenderiye ve Kahire’ye ulaşmak için el-Cezayir’den oradan önce de Endülüs’ten uzunca bir yolu kat ediyorlar ve sonra Mısırlıların kervanlarıyla birlikte veya onlardan biraz önce ya da sonra, yine Mısırlıların yolundan Mekke’ye doğru yollarına devam ediyorlardı. Magribli ve Afrikalı hacılar, ilk önce deniz yolundan “Sicilya”dan İskenderiye tarafına ve oradan da karayolu güzergâhını seçiyorlar daha sonra karayolunu seçerek Afrika Kıtası’nın kuzeyinden Kahire’ye yöneliyorlardı. Bunun yanında siyasi sorunlarla karşılaşılması durumunda daha uzun bir yolu seçtikleri de oluyordu. Mağribliler yollarının uzun olmasına rağmen Mekke üzerinde çok etkiliydiler ve onların çoğu Medine’ye yerleşmişti. Tarihin bir kesitinde Nebevi Haremi’n hizmetçilerinin çoğunu Mağribliler oluşturmuştu. 5. Yemen Yolu Irak ve Şam kervanına katılan kervanlarda vardı. Bu bölge sürekli İslam’a alaka duyuyor ve onların çoğu iş ve ibadet için Mekke’ye gelerek oraya yerleşiyorlardı. Hac işinde yemenin kendine has eserleri vardı ve tarihi bir kesitte Mekke’yi sultaları altına almışlardı. Yemen hacılarının Mekke’ye ulaşmak için iki yolu vardı: Birincisi dâhili, diğer ise Kızıldeniz sahil şeridi. Sahil şeridi yolu, San’a’dan Mekke’ye kadar 21 konaklama yeri içeriyordu. Ne var ki dâhili yol,” San’a”dan “Saada’ya geliyor ve dağlık yollardan geçerek; “Asîr”, “Cereş”, “Bişe”, “Tabâle” ve “Turbe”yi geride bırakarak “Karnü’l-Menâzil”e ulaşıyordu. Yemenliler üçüncü bir yoldan yani deniz yolundan da yararlanıyorlardı. Yemen’in sahil şeridindeki İslam’a yönelen kabileler gemiye biniyorlar, Cidde’de ya da “Yenbu”da inerek Mekke veya Medine’ye geliyorlardı. 6. Lehsâ Veya Umman Yolu Fars Körfezi güney sahil şeridi toprakları eskiden beri Arap ve İranlı muhacirlerinin yaşadığı yerlerdi ve buralar, tarihin çeşitli kesitlerinde doğrudan İranlıların sultası altında olmuştur. Çok eski anlamıyla Basra yakınlarına kadar sahil şeridini kapsayan ve şimdiki tabirle Umman ve Bahreyn hacıları, genellikle “Lehsâ” ismindeki yolla hacca gidiyorlardı. Bu güzergâh, “Ahsa”dan Arap Yarımadası’nın merkezi bölümüne doğru yani “Büreyde” ve “Hâil”e ve oradan da Mekke’ye doğru gidiyordu ve bu yol hem çok uzak ve hem de çok tehlikeliydi. Son yıllarda bu yolun misafirleri Riyad’dan da geçiyorlardı. Bu bölgen halkının bir kısmı Hint Okyanusu sahil şeridinden “Hadramut” tarafına ve oradan da Yemen’e yöneliyor ve Yemen kervanlarıyla birlikte Kızıldeniz sahillerinden Mekke’ye gidiyorlardı. 7. İstanbul Hacıları Hicri dokuzuncu asrın yarısında İstanbul’un fethedilmesi ve Osmanlı Devleti’nin, devlet merkezini İstanbul’da kurmasından sonra bu şehirde de 12 Hicaz tarafına doğru büyük kervan hareket ediyordu. Bu kervanın izlediği yolun ikinci yarısı, Şam yoluydu. Fakat İstanbul kervanı hacıları, pek çok Türkleri ve Osmanlının yardımını arkasına alması hasebiyle çok büyük bir kervandı. Bu kervan düzenli olarak İstanbul’dan hareketini başlatıyor ve Konya tarafına geliyordu. Sonra Akdeniz sahil şehirlerine doğru oradan da kendi güneyinden Şam’a yöneliyordu. Şam’da, Şam bölgesi halkının büyük topluluğuyla birleşiyor ve kervanın tamamı “Şam Kervanı” adı altında Haremeyn’e geliyorlardı. Bu yol, 1281 yılına kadar karayoluydu, ama bu tarihten sonra Osmanlı hac kervanı denizden (İstanbul’dan Akdeniz sahil şehirlerine ve oradan Süveyş kanalı yoluyla Kızıldeniz’e ve oradan Cidde limanına) hareket ederek Cidde’ye geliyordu. Bu dönemde Küçük Asya’yı (Anadolu) aşıp Şam’a kadar gelen kuraklık, bu yolun terk edilmesine sebep oldu. Bu yol ve yol üzerindeki şehir ve köyler hakkında konaklama yerleri unvanında onlarca kitap yazılmıştır. 8. İranlıların Deniz Yolu Eskiden beridir İranlı hacı adayları hacca gitmek için deniz yolundan da yararlanıyorlardı. Bu yol Fars Körfezi limanları ve Basra aracılığıyla “Buşehr”e, Umman Denizi’ne ve Hint Okyanusu’ndan Aden sahillerine ve Ümit Burnu’nu geçerek Kızıldeniz ve oradan Cidde’ye ulaşıyordu. Bu yol, özellikle buharlı gemiler ve yabancı şirketlerin sayesinde daha bir ciddi konum kazandı. Genel olarak İran’ın güney bölgesi hacıları ya “Buşehr” limanına gidip oradan yola koyuluyordu ya da Masum İmamlar’ın (a.s) ziyaretine gidip oradan Irak’ın güneyine giderek Basra’dan Fars Körfezi’ne giriyor ve uzunca bir yolu katediyorlardı. Bu yolun kullanımı artınca deniz yolundan daha az istifade edilir hale gelindi. Deniz yolundan Hindistanlı Müslümanlarda yararlanıyorlardı. Hindistanlılar özellikle Güney Hindistanlılar “Surat Limanı”ndan Hint Okyanusu kanalıyla Cidde’ye yöneliyorlardı. 9. Kuzey İranlı Hacıları ve Mâverâünnehir Hacıları Yolu Mâverâünnehir hacıları İran’da Safevî Hükümeti kurulduğu dönemde İran yolundan geçemedikleri için Hazar denizini dolanarak Karadeniz tarafına ve oradan İstanbul’a gelerek Haremeyn’e yönelmek zorundaydılar. Onlar Rus döneminde de sorun yaşıyorlardı. Cebel yani Irak yolu tehlikeli telakki ediliyordu ve özellikle buharlı gemiler de denizlerde çalışmaya başladı ve bir kısım İranlılar özellikle Tahran’dan Kuzeyi, Azerbaycanı ve Horasan’ı tercih ederek Rusya’ya gidiyor ve oradan hacca ilerliyorlardı. Horasanlılar Hazar denizinin doğu sahiline ve bu bölgeyi geçerek sahilin batısına gelerek karayolları taşımacılığıyla Karadeniz sahillerine hareket ediyorlardı. Tahran halkı Enzelî’ye geliyor ve buradan bu yolu kat ediyorlardı. Azerbaycanlılar da Karabağ veya o bölgelerin karayolunu seçiyor ve Tiflis’e gelip oradan Karadeniz limanlarından İstanbul’a ve oradan da Akdeniz’i ve Süveyş Kanalını geçerek Kızıldeniz’e giriyorlar ve Cidde’de iniyorlardı. Bu yol Kaçar 13 Devletinin yarı döneminde alışılagelmiş bir yoldu. Bu döneme ait elimizde pek çok seyahatname bulunmaktadır ve bu seyahatnameler, bu yoldan yararlanan kimseler tarafından kaleme alınmıştır.4 ARAP YARIMADASI COĞRAFYASI (3) Müslümanlara yönelik İslam coğrafyası kitaplarına bakıldığında bu kitapların, Mekke’nin yeryüzünün merkezi olduğunu kabul ettiklerini göreceğiz. Belki de bu kitapların yazarları “Dahvü’l- Arz”hadisinden ilham almış olabilirler. Bu hadiste yeryüzünün Kâbe’den başlayarak genişleyip yayıldığına işaret edilmiştir ve bu mübarek günde yani Zilkade ayının 25. gününde “Dahvü’l-Arz” unvanıyla oruç tutulması vurgulanmıştır.5 Söz konusu bu nokta eski coğrafi eserlerin bu görüş üzerinde durmalarına ve dünya coğrafyası hakkında bir şey diyecekleri zaman öncelikle Mekke’den başlamalarına sebep olmuştur. Arap Yarımadası üç taraftan sularla çevrilmiş kurak bir bölgedir. Batıda, Arap Yarımadası’yla Afrika Kıtası’nın ayrışım noktası olan Kızıldeniz, Güneyde Hint Okyanusu ve doğuda, Arap Yarımadası’nı İran’dan ayıran Umman denizi ve Fars Körfeziyle çevrilmiştir. Sadece kuzey tarafından Kuveyt, Irak ve Şam bölgesiyle kara sınırına bağlanmıştır. 4 -Daha fazla bilgi için bkz: Hac Yolu, Tahran, 1388. -Misbahu'l-Mutecehhid, s.669. 5 14 Arap Yarımadası coğrafi açıdan birkaç bölgele ayrılır: 1-Hicaz: Kızıldeniz doğu sahilleri ve doğal olarak Arap Yarımadası’nın batı bölümlerini kapsamaktadır. Bu konuda daha çok bilgi verilecektir. 2-Tehâme: Arap Yarımadası’nın bir bölümü Hicaz’ın güneyinde yer alır. Başka bir tanımlama esasınca Hicaz’ın kendisi batı ve doğu bölgesi olarak ikiye ayrılmıştır; doğusu dağlık olup “Hicaz” ismini almış ve Kızıldeniz’e doğru çöl şeklinde uzanan batı kısmı da “Tehâme” olarak isimlendirilmiştir. 3-Necd: Kuzeyden güneye uzanan Arap Yarımadası’nın orta bölgesi olup Hicaz’ın doğusunda yer alır. 4-Aruz: Arap Yarımadası’nın geniş bir bölgesidir ve burasının doğusu terim anlamıyla “Aruz” olarak isimlendirilir. Doğu bölgesinin en önemli şehirleri; Ahsa ve Katif’tir ve bu şehirler, Arabistan’ın Şia merkezli bölgeleridir. Adanın doğu ve batı kenarlarında Katar, Bahreyn ve Umman ülkeleri yer alır. 5-Yemen: Arap Yarımadası’nın güney bölgelerini kapsar ve Kuzey Yemen ve Güney Yemen olmak üzere ikiye ayrılır ve hâlihazırda buraları tekbir ülke olarak hesap edilmektedir. Arap Yarımadası coğrafi açılardan çeşitli bölgelere ayrılmasının yanında siyasi açıdan da birkaç bağımsız birimleri içermektedir. Günümüzde Arap Yarımadası’nın en geniş ve en önemli bölümünü Suudi Arabistan ülkesi oluşturmuştur. Suudi Arabistan Ülkesi Arap Yarımadası’nın önemli bir bölümünü oluşturan Arabistan’ın dışında Arap Yarımadası’nın önemli ülkeleri şunlardan ibarettir: Yemen, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Umman. Resim 1 s.38 Geçmişte “Arap Yarımadası” ismiyle tanınan Suudi ülkesi, Suudi devletinin kurulmasından sonra “Âl-i Suud” ailesi olarak meşhur olmuştur. Âl-i Suud faaliyetlerini on birinci asırda “Necd”de başlatmış ve zamanla hicri on dördüncü asrın ilk onuncu yıllarında nispeten uzunca bir müddet bu ülkeyi sultası altına almıştır. Bu konuda kitabın başka yerinde ayrıntılı bilgi verilecektir. HARİTA S.39 15 Melik Abdülaziz, bu ülkeyi sultası altına aldığında bu ülkenin adı “elMemleketü’l Arabiyyeti’l-Suudiyye” olarak değişmiştir. Bu ülkenin yüzölçümü 2.240.000 kilometre karedir. Kuzeyinde Ürdün, Irak ve Kuveyt’le, güneyinde Yemen’le, doğusunda Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar ve Umman’la komşudur. Yukarısında hurma ağacı ve ağacın altında birbirini kesen iki kılıç, bu ülkenin bir çeşit kültürel nişanesini oluşturur. Suudi Arabistan ülkesi aşağıda sıralanan altı büyük bölgeden oluşmaktadır: 1-Hicaz Bölgesi: Bu bölgenin en önemli şehirleri; Mekke, Medine, Taif ve Cidde’dir. 2-Kuzey Bölgesi: Bu bölgenin en önemli şehirleri; Tebük, Hâil ve Irak ve Suriye sınırındaki “Arar” şehridir. 3-Rub’u’l-Hâli Bölgesi: En önemli şehirleri; Abuyle ve Şevâle’dir. 4-Doğu Bölgesi: En önemli şehirleri; Demmâm, Zahrân ve Cübeyl’dir. HARİTA 40 5-Asîr Bölgesi: En önemli şehirleri; Necran, Abha, Hamîs ve Cizân’dır. 6. Necd Bölgesi: En önemli şehirleri; Riyad, El-Harec, Dir’iyye, Uneyze ve Büreyde’dir. Hicaz Bölgesi Hicaz kelimesi “he-ce-ze” harflerinin türevi olup “menee” (mani oldu ve engelledi)” anlamına gelir. Hicaz denmesinin sebebine gelince: Kızıldeniz’inin karşsısında kuzeyden güneye “Serât” dağının 1760 kilometrelik bir uzantısı vardır ve bu uzantı, doğu ve batı şeklinde (batısı Kızıldenizi’n kenarlarında) iki bölüm olarak ayırmıştır ve onun bir tarafında Necd ve diğer tarafında da Tehâme yer almıştır. Böylelikle bu dağlar iki bölgeye mani ve engel olmuştur 16 ve Hicaz, tam olarak batı tarafına doğru dağlık bölgeyi yani Kızıldenizi’i kapsamaktadır. Gerçekte Mekke ve Medine’nin yer aldığı Kızıldenizi’in doğu taraflarına Hicaz denilmektedir. Arap Yarımadası’nın diğer bölgeleri gibi Hicaz’da kuraktır ve bazı vadilerinde sadece mevsimlik sular veya su kuyuları bulunur ve buraları eskilerde Arap kabilelerini kendi etrafında toplamıştır. Arap kabilelerinde su sorunu çıkmazı binlerce yıl olagelmiştir. Bu sebeple eskilerden birkaç çeyrek asra kadar Hicaz’da toplu yerleşim bölgeleri ve köy yerleşim bölgeleri çok azdır. İslam’ın doğuşu zamanında sadece Mekke, Taif, Yesrib ve Hayber gibi şehirler yerleşim bölgesi olarak tanınıyordu. Resim 2. S. 41 BİRİNCİ BÖLÜM: MEKKE-İ MÜKERREME Mekke Şehri ve Coğrafi Konumu İslam’dan Önce Mekke ve Medine İslam Dönemi Mekke Tarihi İslam Döneminde Kâbe ve Mescid-i Haram Mescid-i Haram’ın Yapılandırılmasının Tarihi Mekke’de Bulunan Mescidler Meşair-i Mukaddese ve Mescidleri (Mekke’deki Mukaddes Yerler ve Mescidler) Mekke ve Medine’nin Dini Eserleri ve Tarihi 17 MEKKE ŞEHRİ VE COĞRAFİ KONUMU Hicaz’ın en önemli şehri ve en mukaddes bölgesi, hatta daha ötesi, yeryüzünün en mukaddes şehri, Mekke’dir. Bu şehir Kızıldeniz’in seksen kilometre uzağında yer alır. Mekke şehri ekvator çizgisinin 40 derece ve 9 dakika boylamında ve 31 derece ve 28 dakika enleminde olup deniz yükseltisi 330 metredir. Ümmü’l-Kurâ olarak da tanınan bu şehrin ortaya çıkış felsefesi ilki ibadet merkezi ikincisi ise ticaret bölgesi olması hasebiyle iki açıdan ele alınır. Bu şehir Kur’an’da “Bekke” adıyla da yâd edilmiştir.6 Bazı rivayetlerde Mekke, Harem’in ismi ve Bekke, Kâbe’nin mekânı olarak bilinmiştir.7 Bazı nakillerde “Bekke” halkın orada ağlaması olarak tabir edilirken bazı nakillerde de halkın bir kısmının diğer bir kısmına eziyeti;8 gerçekte kalabalık ve izdiham anlamında anlamlandırılmıştır. Mekke’nin isimlendirilmesinde çeşitli görüşler nakledilmiş ve bu görüşlerin birisinde “Mekke, gerçekte “Mek” ve “Rab” kelimelerinin birleştirilmesiydi” denilmiştir. “Mek”, “Beyt” anlamındadır ve Mekke yani Beytu’r-Rab anlamını taşımaktadır. Başka bir nakilde de şöyle gelmiştir: “Bek” isimin sonuna getirilen ek unvanında “Vadi” anlamındadır, “Bek”in “Baalebek” kelimesinde “Vadi” anlamına geldiği örneğinde olduğu gibi. Dolayısıyla “Batlamyus”un Mekke için (yani Mâkârâbâ) söylemi esasına göre bu şehri, “Rabbin Vadisi” ismiyle tanımamız gerekir. Bazıları da (Batlamyus’un deyimiyle) “Makrâbâ” kelimesini Arapçadaki “Mukarreb” yani yakınlık kelimesinden almışlardır. Buna göre terim anlamıyla “Allah’a yakınlık veya ilahlara yakınlık iddiasında bulunan” kimseler için söylenmiş olması mümkündür. Bunlar bir tarafa, Mekke ve Bekke için pek çok anlam zikredilmiştir ki, bunların çoğu sanı ve tahmine dayalıdır.9 Mekke’nin isimlendirilmesinde “Rab” ve “Beyt (Ev)” iki önemli unsurdur. Bu mesele, bu şehrin Allah’ın evindeki oluşumun göstergesi olup bunun kendisi bu şehrin çok eskiye dayalı kutsiyetini ortaya koymaktadır. Mekke’nin diğer isimleri “el-Beledü’l-Emin” ve “el-Beledü’l-Haram”dır ve bu şehrin ibadet merkezi olması münasebetiyle bu isimlerden yararlanılmıştır. Kur’an’ı Kerim’de, Mekke’nin ibadet merkezi oluşu önemle vurgulanmıştır. -Âl-i İmrân, 96. -Tefsir-i Ayyâşî, c.1, s.187. 8 -Usul-u Kâfi, Kuleynî, c.4, s.211. 9 -Bkz: Mikât-ı Hac dergisi, 2. sayı, s.205-219. Söz konusu üç aylık Farsça dergisinde Mekke’nin isimleri fihrist şeklinde getirilmiştir. Daha fazla bilgi için bkz: Mekke’nin İsimleri, Muhammed Mehdi Fakîhî, sayı: 4, s.132-151. 6 7 18 Şam bölgesinden Yemen’e doğru hareket eden ticaret yolunun bu bölgeden geçmesi sebebiyle tarihi yazılarda Mekke şehri nispeten eski bir şehir olarak anılmıştır. Buna ek olarak bu şehrin tarihi yapılanmasını, Kâbe’nin inşasından veya en azından Kâbe’nin yenilenmesinden itibaren bilinmesi gerekir. İbrahim’in (a.s) Kâbe’yi onarması yaklaşık dört yıl önce yani milattan önce 1950 yıllarında gerçekleşmiştir. Bu zaman, tufanın Kâbe’yi tamamen ortadan kaldırması ve Allah’ın emriyle İbrahim’in (a.s) yeniden Kâbe’yi inşa etmesine rastlar. İbrahim vadisi Mekke’deki vadilerin en önemlisidir. Bu vadinin isminin çok eskilere dayanması gerekir. Mekke, ibadet açısından da sayısız faziletler içerir. Mekke’nin en önemli fazileti, Allah’ın evinin ve Mescid- Haram’ın; İbrahim’in (a.s) Allah’la konuşmasında kullandığı ifadeyle “Beytike’l-Muharrem” bu şehirde yer almasıdır. Allah Teâlâ Kur’an’da Mekke şehrini, mukaddes Tur dağının yanında zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Tin’e ve zeytûn’a andolsun. Sinâ dağına andolsun, Bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki.”10 Allah Teâlâ aynı şekilde İbrahim’in (a.s) bu şehir hakkındaki şu duasını da kabul etmiştir: “Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünlerle rızıklandır.”11 Allah Resulü (s.a.a), Harem’den dışarı çıkacağı zaman şöyle buyurur: “Sen ne kadar da temiz bir şehirsin ve benim için ne kadar da sevimlisin. Kavmim beni bu şehirden çıkartmasaydı, senin yanından başka hiçbir yerde kalmazdım.”12 İmam Muhammed Bakır (a.s) bu şehir hakkında şöyle buyurur: “Mekke’de uyumak, diğer şehirlerde geceyi ibadetle geçirmek gibidir.”13 İmam Sadık da (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Allah katında yerlerin en sevimlisi Mekke’dir. Allah katında hiçbir toprak, Mekke’nin toprağından, hiçbir taş Mekke’nin taşından, hiçbir ağaç Mekke’nin ağacından, hiçbir dağ Mekke’nin dağından ve hiçbir su Mekke’nin suyundan daha sevimli değildir.”14 Mekke Kuyuları Kur’an bu şehri İbrahim’in (a.s) dilinden “Ekilip biçilmeyen kurak bir yer” olarak isimlendirmiştir. Önceleri Zemzem kuyusu, bu şehrin suyunu temin ediyordu, ancak zamanla bu kuyunun etrafında başka kuyularda ortaya çıktı. 10 -Tin, 1-3. -Bakara, 126. 12 -Sünen-i Tirmizî, c.5, s.327, h.3926. 13 -Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.228. 14 -a.g.e., c.2, s.243. 11 19 Gerçekte her sene hacı sayısının artması, su temin edilmesi için daha çok çaba ve gayreti gerektirdi. Bu sebeple İslam’dan önce Mekke’deki en önemli atamalardan birisi “Sikâyet”15 idi. Mekke halifeleri ve hâkimleri de sürekli hacıların içme suyu, gusül ve hamamları için yeni kuyular oluşturma düşüncesindeydiler. Mekke’de bir kuyudan başka bir noktaya hareket eden bir tür su vardı ki ona “Ayn-veya “çeşme” denilirdi. Diğer bir su da “Bi’r” yani kuyu suyuydu ve kuyudan dışarı çıkartılarak kullanılmaktaydı. Muaviye kendi emirliği zamanında, su ihtiyacının karşılanması için Mekke’nin çeşitli noktalarında kaynak suyu-çeşme açılmasını emretti.16 Mekke’de pek çok kuyu vardı ve Zemzem kuyusu bunların ilkiydi. Gitgide kuyuların sayısı çoğaltıldı. Bunlardan en önemlisi, diğerlerine nazaran daha çok meşhur olan “Zî-Tuvâ” kuyusu idi. Bazen iki, bazen de üç kuyu birbirlerine yakın kazılmaktaydı. Emevilerin son dönemlerinde hacıların daha rahat kullanması için ilk kez Arafat’ta su havuzu yapıldı. Ondan sonra Harun ve akabinde Me’mun, eski su kuyularının tamirini yaptılar ve yeni kuyular açtılar. Mekke’de çeşme, kaynak sularının en meşhurlarından birisi “Zübeyde” Mansur’un oğlu Cafer’in kızı- kaynak suyudur. Bu kaynak suyunu, Harun Reşit’in eşi Mekke için hazırlamış ve “Ayn-ı Zübeyde (Zübeyde’nin ÇeşmesiKaynak Suyu) olarak meşhur olmuştur. Bu su, büyük zahmetlerle Harem’in dışındaki “Tâd” dağının tepesinden getirilmiş ve Harem’e aktarılmıştır. Aynı şekilde yine Harun Reşit’in eşinin emriyle “Numan Çeşmesi”nin Arafat’a aktarılması da önemli adımlardandır. Gerçekte “Numan Çeşmesi” ve “Arafat Çeşmesi”, “Ayn-ı Zübeyde” olarak isimlendirmişler ve bu iki kaynak suyunu onunla alakalandırmışlardır. Bu kaynak suyunun çıkartılması ve tarih boyunca söz konusu kaynak suyu üzerinde yapılan tamiratlar, bir kitabın bağımsız bir konusunu oluşturur. Su kuyuları ve kaynak sularına ilaveten bazen sultanlar ve emirlerin vasıtasıyla “Sebil” unvanında özel su dağıtım mekânlarının kurulmasının da kendine has bir önemi vardır ve bunların fihristleri mevcuttur.17 Mekke ve Mekke etrafındaki onlarca kaynak sularının sürekli tamire ihtiyaç duyduğu ve çeşitli zaman kesitlerinde de bunların tamir edilmesi son derece doğaldır. Şimdilerde de “Zübeyde Çeşme”si faal olup bunun tamiri ve suyunun temini için özel bir idari birim bulunmaktadır. -Sikâyet: Bu görev Mekke'ye gelen hacılara içecek, su tedarik etmekten ibaretti. Çev. -Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.227-232. 17 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.365-366. 15 16 20 Her halükarda bu topraklarda suyun son derece büyük bir önemi vardır öyle ki, bölgeler çeşmelerinin isimleriyle anılır ve her nokta ve her bölge, isminin önüne “Ayn”, “Bi’r” ve “Âbâr” getirilerek bu ön eklerle anılırlar. Mekke’nin Önemli Dağları Mekke dere yatağında konumlanmış ve etrafı dağlarla çevrelenmiştir öyle ki, buradan Yemen’e, Kızıldeniz’e ve Şam’a birkaç çıkış yolu vardır. Mekke’de yer alan dağların en önemlileri şunlardan ibarettir: 1. Ebu Kubeys: Deniz rakımı 420 metre olan bu dağ, Mescidi- Haram’ın doğusundadır. Hali hazırda kraliyet sarayı bu dağ üzerine inşa edilmiş ve görüş mesafesinin açık olduğu bir bölümü “Mes’â”18ya bakmaktadır. Gerçekte bu dağın bir bölümü alınmıştır. Bu dağı, Kâbe’ye komşu olması sebebiyle mukaddes bir dağ olarak bilmişlerdir. Aynı şekilde de bu dağın, Nuh tufanında Hacerü’l-Esved’in emanettarlığını yaptığını da söylemişlerdir. Sa’y’e başlama noktası olan Safa dağı, bu dağın eteklerinde yer almıştır. 2. Kuaykıân veya Hint Dağı: 430 metre rakımlı bu dağ Mekke’nin batısındadır. Bu iki dağın birbirine uzaklığı Mekke’nin eski sınırı kadardır. Çok eski dönemlerde bu dağın etrafına ve bir bölümüne yerleşim bölgeleri yapılmıştı. 3. Cebelü’n-Nûr (Hirâ) Dağı: 634 metre rakımlı bu dağ Mekke’nin kuzey doğusundadır. Allah Resulü’ne (s.a.a) ilk Kur’an ayetleri bu dağda nazil olmuştur. Bu dağ “Sübeyr-i A’rac” ismiyle tanınır. Daha sonraları Cebel-i Hirâ (Hirâ Dağı) olarak isimlendirilmiş ve Mekke ahalisi genellikle bu dağı Cebelü’n-Nûr olarak bilir. 4. Sevr Dağı: 759 metre rakımlı bu dağ Mekke’nin güneyindedir. Peygamber (s.a.a) hicret esnasında bu dağa gizlenmiştir. 5. Handeme Dağı: Bu dağ, Ebu Kubeys dağının arkasında yer alır. 6. Ömer Dağı: Mekke’nin batısında yer alır. 7. Sebîr: Mekke’nin doğusundadır. Mekke dağları arasında diğer vadilere oranla İbrahim Vadisi daha uzundur ve Mescid-i Haram burada konumlanmıştır. Gerçekte burası seli engelleyen bir mesirdir. Şöyleki; yağmur suyu, Mekke ve Ma’lât’ın yukarısından hatta Hirâ Dağı eteklerinden “Hacûn” tarafına doğru gelerek oradan mescid tarafına sonra Mescid-i Haram’ın bu tarafında yer alan “Mesfele”ye ve oradan “Ecyâd”a ulaşıyordu. Bu vadi, Mekke’nin en önemli vadisidir ve vadilerin reisi olarak yâd edilir. Mekke’nin eski yerleşim mahalleleri daha ziyade bu vadinin etrafında oluşmuştur. 18 -Mes’â: Sa’y edilen yere denir. Çev. 21 Gerçekte eski Mekke, Ma’lât ve Mesfele’ye doğru iki taraflıydı. Mekke’nin sadece Ma’lât tarafına doğru genişliği, Cuderiyye Pazarı sonlarındaki Mescid-i Râye’ye ve sonu ise Cin Mescidi’e doğru uzanıyordu. s. 51 HARİTA İSLAMDAN ÖNCE MEKKE VE KÂBE İbrahim’in (a.s) Eliyle Kâbe’nin Yapımı Bir kısım rivayetler Kâbe’nin Hz. Âdem’in (a.s) eliyle yapıldığını tekit eder. Bu rivayetlere göre hac merasiminin başlangıcı da Hz. Âdem (a.s) zamanına döner. Ayrıca Mekke etrafında bazı yerlerin isimlendirilmesi de Hz. Âdem ve eşi Havva (a.s) ile alakalı haberlerde yer almıştır. Bu rivayetleri kabul edersek, Hz. İbrahim (a.s) gelip Kâbe’yi yeniden inşa edene kadar, Kâbe’nin Âdem’den (a.s) sonra önemli bir yer olmadığı anlaşılır. Böylelikle Kur’an’ın tarihi bakışı açısından Mekke ve Kâbe’nin tarihi, insan tarihiyle aynı olur. Kur’an, Kâbe’nin Hz. İbrahim’in (a.s) eliyle yenilendiğini belirtirken, daha önceki tarihlerde Kâbe’nin varlığını ve sonradan bozulmuş olabileceğini de olumsuz saymamaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hani biz İbrahim’e Kâbe’nin yeri, “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, rüku ve secde edenler için temizle” diye belirlemiştik.”19 “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.”20 “Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı.”21 Hac suresinin 28. ayeti ve İbrahim suresinin 35-37. ayetleri de Kâbe’nin İbrahim (a.s) ile alakasını ortaya koymaktadır. İbrahim (a.s) Kâbe’nin inşasından sonra Allah Teâlâ’dan bu mekânın kendisi için güvenli bir harem kılmasını istedi. Allah Teâlâ da İbrahim’in (a.s) duasını kabul etti. Buranın emniyetli ve güvenilir bir yer olması, asırlar boyunca Mekke’yi bedevi 19 -Hac, 26. -Hac, 27. 21 -Bakara, 127. 20 22 kabilelerin saldırılarından korudu ve orayı güvenli bir şehir ve Kur’an’ın ifadesiyle “el-Beledü’l-Haram” karar kıldı. Kur’an’da on yedi defa “Beytullah” ismi gelmiştir: İki defa “Kâbe” unvanı ile yedi kere “el-Beyt” unvanıyla, bir defa “Beyt” unvanıyla, iki kere “elBeytü’l-Haram” unvanıyla, iki defa “el-Beytü’l-Atik” unvanıyla, bir defa “Beytike’l-Muharrem” unvanıyla ve iki kere “Beytî” unvanıyla. Kur’an’da on beş defa da “el-Mescidü’l-Haram” unvanı zikredilmiştir.22 Beytullah’a (Allah’ın evi) küp şeklinde olması sebebiyle Kâbe denilmiştir. Rivayette Kâbe’ye karşılık yer alan Beytü’l-Mâmûr’un da küp şeklinde olduğu rivayet edilmiştir. Beytü’l-Mâmûr da Allah’ın arşının hizasında yer alır ve arşta dört sütun üstünde yükselmiştir ki bunlar şunlardan ibarettir: “Sübhanellah”, “Ve’l-Hamdülillah”, “Vela İlahe illallah” ve “Vallahu Ekber.” 23 Kâbe, bir anlamda eski ev anlamında “Beytü’l-Atik” olarak ta isimlendirilmiştir. Bir rivayette “Atik” hür ve özgür anlamında gelmiştir yani şahıslara ait evlerin aksine, bu ev, kişiye ait mülk olmaktan (şahısların malı olmaktan) bağımsızdır.24 İbrahim (a.s) niçin Mekke’ye geldi? İbrahim’in (a.s) eşi Sâre, İbrahim’in (a.s) Hacer’le evlenmesi ve İsmail’in (a.s) doğmasının ardından İbrahim (a.s) ile Sâre arasında anlaşmazlık doğdu ve İbrahim (a.s), Allah’ın emri ile Hacer ve İsmail’i (a.s) alarak Mekke’ye geldi ve burada onları yalnız bırakarak tek başına geri döndü. Allah’ın lütfu ile Zemzem suyunun bulunmasından sonra, Hacer ve İsmail (a.s) için yaşam ümidi doğdu. Bölgede yaşayanlar, suyun ortaya çıkmasıyla birlikte buralara gelerek yaşamlarına devam ettiler. Gerçekte İbrahim’in (a.s) dininin bu bölgede ihya edilmesi için olup bitenlerin tamamı takdiri ilahiydi. İsmail (a.s) otuz yaşına geldiğinde, İbrahim (a.s) bir kez daha Mekke’ye geldi ve İsmail’le (a.s) birlikte Kâbe binasını yeniden yaptılar. Allah’ın evinin yapılması ardından, Mekke civarında yaşayan kabileler ve Allah’ın onlar arasında İsmail’in (a.s) eşini seçtiği “Curhum” kabilesi tevhit ve Allah’a tapınmaya yöneldi ve ondan sonra hac merasimleri oluşturuldu. Zamanla bu kültür Arap Yarımadası’nda yaşayan diğer Araplar arasında da yaygınlaştı. Hacer ve İsmail’in (a.s) Mekke’ye gelmesi ve İbrahim’in (a.s), İsmail’i (a.s) kurban etme meselesi hakkında açıklanan kıssaya ve Hacer’in Safa ve Merve arasında su arayışı hakkındaki nakle baktığımızda, hacla alakalı sünnetlerin daha ziyade bu gerçeklerden alındığını göreceğiz. Yani tertemiz ve muvahhit 22 -el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.75. -Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, h.2110. 24 -Usul-u Kâfi, c.4, s.189, h.5. 23 23 insanların hayat gerçekleri -Hanif dininin yadigârıdır- tevhide yönelen diğer insanlar için Allah’ın ibret alametleri unvanında baki kalmıştır. Hac, ilahi şiar ve nişanelerin ihyası ve tevhit dininin korunmasıdır. Hac, seçkin ve muvahhit bir ailenin kararlaştırdığı ibadetlerin göstergesidir; bu ailenin babası İbrahim’dir (a.s); İbrahim (a.s), tevhidi dinlerin tarihi dönemlerde tanınmış şahsiyetidir. Onun iki oğlu, İsmail (a.s) ve İshak (a.s) Ben-i İsrail kanadından Yahudilik ve Hıristiyanlığı kapsayan ve Arap kanadından da İslam ümmetini kapsayan muvahhit kavimlerin çıkış noktasıdır. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ İslam dinini “Hanif Din” olarak isimlendirmiş ve Müslümanlar için “Müslüman” ismini Hz. İbrahim’in (a.s) dilinden seçmiş ve Kâbe evini de “Kâbe”, “el-Beytü’l-Haram” ve “el-Beytü’l-Atik” olarak isimlendirmiştir. Bazıları “Beytü’l-Mâmûr” isimini, Kâbe’nin başka bir ismi olarak kabul etmişlerdir. İbrahim’in (a.s) eliyle yapılan Kâbe’nin binasının bazı rivayetler esasına göre yüksekliği yaklaşık 4/32 metre olup doğusundaki duvar 24 metre, batısındaki duvar 23/10, kuzeyindeki duvar 16/5 ve güneyindeki duvar 15 metreydi. O zamanlar Kâbe’nin tavanı yoktu ve duvarları da taştandı. İsmail’in (a.s) Haleflerinin Elinde Mekke ve Kâbe İsmail (a.s) Mekke bölgesindeki Arapların arasında büyüdü ve onlar arasından kendine eş seçti. Ondan gelen nesle “Adnan Arapları” denir. Kureyş nüfus sicilinde Peygamber Ekrem’in (s.a.a) atası olarak bilinen Adnan Arapları, İsmail’in (a.s) neslinden olma itibariyle Arap değillerdir, zira İsmail (a.s) Arap değil, Beynu’n-Nehreyn halkı ırkındandı. Bu sebeple onlara “Mustarabe” (Sonradan Araplaşmış Araplar) denilir. Adnanilerin karşısında, “Kahtaniler” veya Güney Arapları yer alır ki, bunlar asil Arap veya “Arab-ı Âribe” olarak meşhurdurlar. İsmail’in (a.s) içinde yetiştiği kabilenin ismi “Curhum” dur. Bu kabile sonraları ortadan silinmiş ve tarihte kaybolup gitmiştir. Curhum kabilesinin Mekke’ye hâkim olduğu dönemde, söz konusu bu kabile insanları muvahhitti ve uzun yıllar tevhit inancını taşıdıktan sonra putperest olmuşlardı. Bu kabile halkı “Amr b. Luhay” isminde kendi büyüklerinden olan bir şahsiyete uymuşlar ve bu şahsın, Şam’dan Mekke’ye getirdiği “Hübel” isminde puta tapıyorlardı. Böyle olmasına karşın Adnaniler Kâbe evine ve Kâbe’nin Rabbine de inanıyorlardı. Zamanla putların sayısı artmış ve İslam’ın doğuş zamanına kadar, bazı tarihi veriler esasınca, halkın kendi evinde bulundurduğu putların dışında Kâbe’nin etrafında ve içinde yer alan putların sayısı 360’a çıkmıştır. Curhum kabilesinden sonra “Huzâa” kabilesi Mekke’ye hâkim olmuştur. Ondan sonra zamanla Kureyş kabilesi onların elinden Mekke’yi almayı 24 başarmış ve kendisi hâkim olmuştur. Tarihi ihtimale göre Kureyş kabilesinin Mekke’ye hâkim olması, yaklaşık hicretten iki asır öncelerine rastlar. Mekke’de Kureyş Kusayy b. Kilâb, Huzâa kabilesi reisinin damadıydı. Kusayy, eşinin babasının ölümünden sonra, Kureyş’in Mekke etrafında yaşayan dağınık boylarından yararlanarak ve onların yardımıyla Mekke’ye hâkim olmayı başarmıştı. Kusayy, Mekke’nin yapılandırılması için epeyce çaba harcadı ve Kureyş’in önde gelen seçkin ve kırk yaş üstü kimselerin meşveret etmeleri için “Dâru’n-Nedve”yi kurarak Mekke’deki işleri ela aldı. Kusayy; Mekke’nin işlerini “Bayraktarlık”, “Kâbe Perdeciliği”, “Hacılara Su Dağıtımı”, “SefirlikElçilik” ve… gibi bölümlere ayırdı ve bu görevlerin her birini Kureyş boylarına verdi. Onun Kâbe’nin yenilenmesi için çaba sarfettiğini yazmışlardır. Kusayy’dan önce Kâbe, Kâbe’nin etrafından itibaren uzak mesafelere kadar yerleşim bölgesinden mahrumdu, ancak Kusayy onları Kâbe’nin yakınına getirmiş ve Kâbe’nin etrafında yalnızca tavaf edilecek kadar mesafe bırakmıştır. Kusayy’dan sonra, onun oğulları Abdumenaf ve Abduddar ve ondan sonra da Abdumenaf’ın oğulları Haşim ve Haşim’in oğlu Abdülmuttalib, Mekke üzerinde nüfuz sahibi olmuştur. Mekke’nin ticaret merkezine dönüşmesi ve Kureyş’in uzak beldelerde ticaretle uğraşması, Haşim zamanında olmuştur. Allah Teâlâ bu meseleye işaret ederek şöyle buyurur: “Kureyş'e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler.”25 RESİM S.57 Kusayy b. Kilâb, Kureyş kabilesini Mekke etrafında topladığı zaman, Kureyş’in her taifesini Mekke’nin bir bölümüne yerleştirdi. Kusayy, “Kâbe’nin yüzünü” yani yukarıdan Şi’b-i Ebi Talib’i (Ebu Talib Mahallesi) kapsayan Mekke’nin “Ma’lât”ı veya Mekke’nin yukarısını, kendisine ve oğullarına özelleştirdi. Bu sebeple, onun çocukları bu bölgede oturuyorlardı. Ecyâd bölgesini (Kubeys Dağının arkasında Ecyâd-ı Kebir ve Ecyâd-ı Sağir’i kapsayan bölge) Ben-i Mahzum’a ve Mekke’nin “Mesfele” bölgesini, Ben-i Cumeh’e has kıldı. Ben-i Sehm’i, “Seniyyet-i Süfla” ki günümüzde “Şubeyke” ismiyle tanınan bölgeye yerleştirdi. Seniyye’in aşağılarında yer alan ve günümüzde Ömer Dağı olarak meşhur olan bölgeye de Ben-i Adi kabilesini (Ömer bu kabiledendir) yerleştirdi.26 Ebrehe ve Mekke 25 26 -Kureyş-1-4. -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.260. 25 İbrahimi tevhitle özdeşleşen Arap kabileleri, asırlardır çeşitli yerlerden ve Arap Yarımada’sından Kâbe’yi ziyaret etmek için Mekke’ye geliyor ve ziyaretin yanında da ticaretle uğraşıyorlardı. Bazı Arap kabileleri belirsiz sebeplerle kendi bulundukları yerlerde Kâbe’ler yapmışlar ve Kâbe’ye gelme eziyetinden kurtulmuşlardır. On taneden fazla bilinen söz konusu bu Kâbe’ler, ciddi anlamda değer konusu oluşturmamıştır. Habeşli Ebrehe, Kızıldeniz’den bu bölgelere doğru gelip Yemen’e sulta kurunca, bu bölgede Mesih’in dinini hâkim kılma kararı aldı. Bu sebeple bir kilise yaparak Arap halkını Kâbe’nin ziyaretinden alıkoymak ve onları kiliseye gelmeye zorlamak düşüncesinde ısrar etti. Şayet Ebrehe’nin, Hıristiyanlık yayılımcılığının devam ettiricisi olduğu söylenebilir, ancak Ebrehe Arapların direnişiyle karşı karşıya gelince, Mekke’ye saldırarak Kâbe’yi yok etme kararı aldı. Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu yıla denk gelen bu meşhur olay “Âmu’l-Fil” (Fil Senesi) adıyla gerçekleşmiştir. Ebrehe, Abdülmuttalib’in Mekke’ye manevi hâkimiyetinin olduğu zamanda Mekke’ye saldırdı, ama ilahi gücün azabına uğradı ve kendiyle birlikte askerleri öldü. Bu olaydan sonra, Kâbe ve Kureyş’in itibarı daha çok arttı ve Araplar, Allah’ın evi Kâbe ve Kâbe halkına daha çok saygı gösterdiler. Bazı rivayetlere göre Ebrehe, günümüzde “Muhassir Vadisi” yani “Fil ashabının hasret yeri” olarak bilindiği yerde yok edilmiştir.27 Burası, “Meş’ar” ve “Mina” topraklarında yer alan küçük bir vadidir. Hacıların Zilhicce ayının onuncu günü Kurban Bayramı’nda şafakla birlikte bu vadiyi geçip Mina’da olmaları gerekir, zira rivayetlerin tavsiyesine göre, azap görmüş bu bölgeden hızlıca geçilmesi gerekir. Kureyş’in Eliyle Kâbe Binasının Yapılması Kâbe sürekli kutsaldı ve Araplar Kâbe’nin etrafında dönüyor ve kendi putlarına tapmakla meşgul oluyorlardı. Araplar, Kâbe’nin İbrahim (a.s) ve İsmail’in (a.s) eliyle yapıldığına inanıyorlardı ve bu inanç, Arapların İslam’dan önceki inançlarında da vardı. Arapların dini sünneti, İbrahim (a.s), İsmail (a.s) ve Kâbe eksenliydi ve ne Hıristiyanların ve ne de Yahudilerin, Araplar arasında ve özellikle Arap Yarımadasında nüfuzları yoktu. Kâbe zaman zaman Mekke vadisinden gelen sellerden ötürü zarar görüyordu ve Mekke’de hükümet eden kabileler aracılığıyla yeniden tamir ediliyordu. Elbette bazen de geçen zaman sürecinde Kâbe’nin zarar görmesinin sellerle bir alakası yoktu. Kâbe’nin en son yenilenmesi, Peygamber’in (s.a.a) bi’setinden beş sene önce yani Peygamber (s.a.a) otuz beş yaşındayken Kâbe’nin büyük bir bölümünün ciddi hasarlar görmesi sonucu gerçekleşmişti. O zamanlarda Kâbe’nin tavanı yoktu ve duvarlarının boyu da bir insanın boyu kadar bile kalmamıştı. Kureyş, Kâbe’yi ilk günkü gibi onarıp yapmayı -Bkz: Zâdu'l-Meâd, İbn-i Kayyim Cevzî, c.1, s.274; c.3, s.17. “Sin” harfinin kesre okunuşuyla “Muhassir”, kendi yolcularını zahmete düşüren anlamındadır. 27 26 kararlaştırdı. Ancak Kureyş’i, Kâbe’nin onarılmasına iten asıl sebep şuydu: Kâbe’nin ortasında, içinde hazinenin bulunduğu ve Kâbe’ye ait eşyaların saklandığı bir kuyu vardı ve burası Kâbe’nin hazinesi olarak ün kazanmıştı. Bir gece bir grup kuyuya inerek Kâbe’nin mallarını çaldılar. Kureyş, bu konuda araştırma yaptı ve hırsızlık yapanları yakalayarak cezalandırdı. Sonra Kâbe’nin duvarlarını yükselterek hem ilk haline getirmek hem de duvarlarından birilerinin girmesini önlemek için Kâbe’yi yapılandırma kararı aldı. Aynı zamanda Kâbe’ye tavan yapılması da düşünülmüştü. Kureyş, kendi arasında aldığı bu kararı onayladı ve para toplamaya başladı. Kâbe’nin duvarlarının tümden kaldırılarak yeniden yapılması kararlaştırıldı. Söktükleri ilk taşın tekrar yerine gitmesi, herkesi telaşlandırdı. İçlerinden birisi şöyle dedi: “Bunun sebebi, Kâbe’nin yapımında harcanan paranın helal olması ve en küçük miktarının bile şüphe içermemesi gerekiyor. Acaba şimdiye kadar toplanan parada herhangi bir şüphe var mı?” Derken mevcut paranın bir kenara bırakılması ve yeniden para toplanması kararlaştırıldı, ama bu defa para helal olacak ve en küçük bir şüpheden bile uzak olacaktı. Hal böyle olunca Kâbe’nin saygınlığı onları eski duvarların yıkılmasından alıkoydu ve hiç kimse işe başlamaya yanaşmadı. Kureyş’in önde gelenlerinden Velid b. Muğire şöyle seslendi: “Ey Kureyş! Ben işe başlıyorum ve eski duvarın bir kısmını söküyorum, sizde bana yardım edin.” Velid b. Muğire baltayı aldı ve birkaç taşı çıkardı. Kureyş ona yardıma yanaşmadı ve kendi kendilerine “Bırakalım üstünden bir gece geçsin, eğer Velid’in başına bir belanın gelmediğini görürsek, Allah’ın yaptığımız bu işten razı olduğu anlaşılır. Eğer onun başına bir şey gelirse, o zaman Allah, bizim bu yaptığımızdan razı değildir.” dediler. Bir gece geçti ve Velid’in başına bir şey gelmedi. O gün herkes Velid’in yardımına koştu ve geride kalan harap duvarları söktüler. Bu iş, Kâbe’in temeline varıncaya kadar devam etti. Derken orada bir yeşil taş gördüler. Baltanın bu taşa değmesiyle tüm Mekke sarsıldı. Burasının İbrahim’in (a.s) yaptığı asıl yer olduğunu ve ona el sürülmemesi gerektiğini anladılar. Şimdi Kâbe’nin dört duvarını kökünden sökme zamanıydı. Kureyş’i dörde böldüler ve onların her biri Kâbe’nin bir bölümünün yapılmasını üstlendi. Duvarlar Hacerü’l-Esved’in hizasına yükseltildiğinde Kureyş arasında anlaşmazlık çıktı ve neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi. Derken kabile büyükleri öne çıkarak Kâbe’nin yapılması için birbirleriyle tartışıp kan dökülmemesi gerektiğini ve mescidin dışından gelen ilk kimsenin hükmetmesini ve onun hükmünü de herkesin kabul etmesini söylediler. Birkaç saat beklediler, derken Muhammed (s.a.a) mescidin dışından çıkageldi. Kureyşlilerin hepsi onu görmekten büyük bir mutluluk duyarak “Emin geldi” dediler. O zamanlardan Kureyşliler Muhammed’i (s.a.a) Emin ismiyle çağırıyorlardı, zira onda eminliği ve doğruluğu görüyorlardı. Muhammed’den (s.a.a) ihtilafa düştükleri konuda hükmetmesini istediler. Muhammed (s.a.a) onlardan bir hırka getirmelerini istedi. Muhammed (s.a.a) Hacerü’l-Esved’i hırka üzerine koydu ve dört gruba ayrılan Kureyşlilerin 27 hırkanın birer köşesinden tutmalarını istedi. Onlar hırka içindeki Hacerü’lEsved’i konulacağı yere getirdiler ve Muhammed (s.a.a) kendi eliyle Hacerü’lEsved’i alarak yerine koydu. Bu hüküm, onların hepsini razı etmiş ve husumeti ortadan kaldırmıştı.28 Kâbe’nin boyu 8/64 metreye ulaştı ve Kâbe için bir tavan yapıldı ve tavandan gelen suyun da bir oluk vesilesiyle Hicr-i İsmail’in bulunduğu tafara dökülmesi sağlandı ki şimdi de olduğu şekildedir. Kâbe’nin içi boyandı ve İbrahim’in (a.s) ve mukaddes Meryem’in (s.a) İsa’nın (a.s) kucağında yer aldığı resimlerle süslendi. Daha önce güya Kâbe içinde bazılarının İshak’a (a.s) ait olduğu söylenen yazıtlar vardı.29 Ne var ki bu kıssa başka bir yoldan bir takım eklemelerle nakledilmiştir. Nakilde geldiğine göre: O zamanlar Rumların gemilerinden birisi Cidde sahillerinde tufana tutularak parçalandı. Velid b. Muğire, Kureyşten bir grubun eşliğinde bu geminin parçalarını satın aldılar. Gemide “Bâkûm” ismindeki mimarı da kendileriyle birlikte Mekke’ye getirdiler ve Kâbe’nin yapımı hakkında onunla konuştular. Kâbe’nin temelden yapılması ve bu iş için çok miktarda Mekke’ye taş getirilmesi kararlaştırıldı. Taşları getirenler arasında Muhammed’de (s.a.a) vardı. Velid b. Muğire Kâbe’nin taşlarını söküyor ve şöyle diyordu: “Ey Allah’ım! Bize gazaplanma, zira niyetimiz hayırdır.” Diğerleri de Velid b. Muğire’ye yardım ediyorlardı. Kureyş arasında, “Sadece temiz ve helal mallarınızla yardım edin, sıla-ı rahmi keserek birilerine zulmettiğiniz mallarla değil” şeklinde söylemişti. Kâbe’nin dört duvarının yapılması için Kureyş arasında kura çekimi yapıldı. Hicr-i İsmail’le (a.s) Hacerü’l-Esved arasındaki mesafenin yapılması ki, Kâbe’nin kapısı da o bölümün içindeydi, Abdumenaf ve Ben-i Zühre’ye düştü. Bu taraftan Hicr-i İsmail’e kadar olan yer, Ben-i Esed b. Abduluzza ve Ben-i Abduddar b. Kusayy’a ve Rükn-i Yemânî’den Hacerü’l-Esved’e kadar olan kısım Ben-i Sehm, Ben-i Cumeh, Ben-i Adi ve Ben-i Âmir b. Lu’eyy’e düştü. Hacerü’l-Esved’in yerine konması hususunda Kureyş arasında ihtilaf oldu ve neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi. Derken mescidin dışından gelen ilk kimsenin hükmetmesive onun hükmünü de herkesin kabul etmesi kararlaştırıldı. Birkaç saat beklediler ve derken Muhammed (s.a.a) mescidin dışından çıkageldi. Kureyşlilerin hepsi onu görmekten büyük bir mutluluk duyarak “Emin geldi o nasıl hükmederse hepimiz razı olacağız” dediler. Muhammed (s.a.a) kendi hırkasını yere serd ve Hacerü’l-Esved’i hırka üzerine koydu ve şöyle buyurdu: “Kureyş’in büyük kabilelerinden dört kişi gelsin.” Muhammed (s.a.a), dört kişinin (Utbe b. Rebia, Ebu Zemea, Ebu Hüzeyfe b. Muğire, Kays b. Udeyy) hırkanın birer köşesinden tutmalarını istedi. Onlar hırka içindeki Hacerü’l-Esved’i konulacağı yere getirdiler ve Muhammed (s.a.a) kendi eliyle Hacerü’l-Esved’i alarak şimdiki olduğu yerine koydu. Sonra duvarlar tavana kadar yükseltildi ve tavanın düşmemesi için de altı temel ayak üzerinde on beş sütun düşünüldü ve Hicr-i İsmail, Kâbe’den ayrıldı. Daha önce Hicr-i İsmail Kâbe’nin içindeydi. Yer seviyesinin yukarısına tek yönlü bir kapı yapıldı. 28 29 -Sîret-i Resulullah (s.a.a), c.1, s.174-176. -a.g.e., c.1, s.177. 28 Anlatıldığına göre cahiliye döneminde Kureyşliler Pazartesi ve Perşembe günleri Kâbe’nin kapısını açıyorlardı ve kapıya, yukarı çıkmak isteyenler için basamaklar yapmışlardı. Kâbe’nin saygınlığından dolayı hiç kimse ayakkabıyla girmiyordu.30 Tarihte yazıldığına göre Kâbe’nin içi boyandı ve İbrahim’in (a.s) ve mukaddes Meryem’in (s.a) İsa’nın (a.s) kucağında yer aldığı resimlerle süslendi. Emirülmüminin’in (a.s) Doğduğu Yer Kâbe’nin yeniden yapılmasından yaklaşık dört ya da beş sene önce Emirülmüminin (s.a) Kâbe’de dünyaya geldi. Bu konuda araştırma yapanların en küçük kuşkularını bile ortadan kaldıracak kadar tarihi nakiller ve edebi şiirler vardır.31 Bu, İmam Ali (a.s) ve Peygamber’in (s.a.a) çok sevdiği Ali’nin (a.s) annesi Fatıma binti Esed için bir seçkinliktir. Zira Allah Resulü (s.a.a) çocukluk döneminin bir bölümünü Ebu Talib’in evinde geçirmiştir. Meşhur görüşe göre, Kâbe’nin duvarının yarıldığı ve Fatıma binti Esed’in içeri girdiği kısım, Rükn-i Yemânî tarafındadır. Kâbe’nin onca tamirinden sonra söz konusu Kâbe duvarındaki bu yarıktan bir eserin kalmaması son derece doğaldır. İSLAM DÖNEMİ MEKKE TARİHİ İslam’ın Doğuşundan Hicrete Kadar Mekke Allah’ın Resulü Muhammed (s.a.a), Âmu’l-Fil’de (Fil Yılı) dünyaya geldi ve onun doğmasıyla, Allah’ın nuru bir kez daha yeryüzünü aydınlattı. Kisra Saray Eyvan’ı sarsılarak yıkıldı, Save Gölü kurudu ve Farsların ateş tapınaklarındaki ateşler söndü. Muhammed (s.a.a) saygı değer babasını görmedi. Bir müddet çölde Halime-i Sadiye’nin kucağında büyüdü ve sonra iki sene, Mekke’nin seçkin şahsiyeti Abdülmuttalib’in sorumluluğunda kaldı. Abdülmuttalib’in vefatıyla, değerli amcası ona bakma şerefine nail oldu. Bir müddet ticaretle uğraştı ve yirmi beş yaşında Hatice (s.a) ile evlendi. Bu evlilikten on beş yıl sonra kırk yaşında peygamberliğe seçildi. Allah Resulü (s.a.a) güvenilir ve doğru sözlüydü. O, her yılda bir ay Hirâ Mağarası’nda ibadetle meşgul oluyordu ve hiç kimsenin onun hakkında kesinlikle kötü bir hatırası yoktu ve kimse ondan yalan işitmedi. Üç yıla kadar açıktan ve resmi olarak davet etmedi, bu sebeple bir grup fıtratı temiz kimseleri Müslüman yapmayı başardı. Ona ilk iman edenlerin birincisi Ali (a.s) ve ikincisi, eşi Hz. Haticetü’l-Kübra (s.a) idi. Davetin açıktan olup resmilik kazanmasıyla, Kureyş’in İslam’la düşmanlığı da başladı. Ebu Cehil, Utbe b. Rebia, Ebu Süfyan ve hatta amcası Ebu Leheb, -Tabakât-ı İbn-i Sa'd, c.1, s.133. -Daha fazla bilgi için bkz: Mevlud-u Kâbe, Allame Erdûbâdi, tercüme İsa Eherî, Kum, Risalet yayıncılık, 1379. 30 31 29 Peygamber (s.a.a) ve tabilerine eziyetlerin en şiddetlisini uyguladılar, ancak onlar zorlu dayanışı bırakmadılar. Bi’setin beşinci yılında Müslümanlardan bir grup, Ebu Talib’in oğlu Cafer’in öncülüğünde müşriklerin baskısından kurtulmak için gizlice Mekke’den hicret etti ve Kızıldeniz’i geçerek Habeşistan’a gitti. Ondan sonraki yıllarda Peygamber (s.a.a), Ebu Talib ve Ben-i Haşim fertlerinin (Ebu Leheb’in dışında) himayesinde Mekke’de yaşıyordu. Ebu Talib’in Peygamber’in (s.a.a) korunmasında çok önemli bir rolü vardı. Kureyş, Ebu Talib’i Peygamber’i (s.a.a) himaye etmesinden vazgeçiremeyince, Ben-i Haşim’in aleyhine bir anlaşma imzaladılar. Bi’setin yedinci yılında imzalanan bu anlaşma, Mekke’de “Şi’b-i Ebi Talib” yani Ebu Talib mahallesinde Ben-i Haşim’i ablukaya aldı ve Kureyş, onlarla her türlü iktisadi ve ailevi irtibatını kesti. Kureyşlilere göre bu anlaşma, Ben-i Haşim’in Peygamber’i (s.a.a) korumaktan vazgeçip onu Kureyş’e teslim etmesiyle geçersiz sayılabilirdi. Ben-i Haşim üç sene zorlu koşullara dayanmasının ardından anlaşma iptal edildi ve böylelikle Ben-i Haşim’in iftihar dolu yeni bir yaşamı da başlamış oldu. Çok geçmeden Allah Resulü’nün (s.a.a) iki eski dostu Ebu Talib (a.s) ve Hatice (s.a), birbiri ardınca dünyaya veda ettiler. Bu iki değerli şahsiyetin vefat münasebetiyle Bi’setin onuncu yılı, “Âmu’l-Hüzn (Hüzün Yılı)” olarak isimlendirildi. Bi’setin on birinci yılı Yesrib yoluna doğru bir ümit ışığı doğdu ve bu bölge halkının sayılı bir kesimi İslam’la tanışarak Müslüman oldular. Daha sonra bi’setin on ikinci ve on üçüncü yıllarında Yesrib Müslümanlarının sayıları arttı. Böylelikle Mekke’de Allah’ın evinin yanında kötü ve zalim müşriklerin esaretindeki Müslümanlar, Mekke dışındaki Yesrib şehrine yol bularak hürriyetlerine kavuştular. Mekke’de bi’setin on üç yıllık bir hatırası vardı; bir taraftan Allah Resulü’nün (s.a.a) azılı düşmanları müşriklerin varlığı söz konusuyken diğer taraftan parmak sayısı kadar az, ama müşriklerin işkencesi altında “Allah birdir” feryatlarının Mekke’yi doldurduğu tarih kanalında İslam’ın varlığının korunmasında çok büyük bir payı olan Peygamber’in (s.a.a) yaranları vardı. O zamanlar Müslümanların kıblesi Beytü’l-Mukaddes’ti, ama Mescidü’l-Haram ve Kâbe’nin de çok yüce bir konumu vardı. Allah Resulü (s.a.a) bi’setin on üçüncü yılında, Yesrib halkının davetiyle oraya gitti ve Mekke’yi kısa bir süre Müşriklerin eline bıraktı. Yedi yıl sonra umre kastıyla bir günlüğüne Mekke’ye gelebildi ve sonunda hicretin sekizinci yılında, İbrahimi tevhidin sınırlarındaki bu şehri necis müşriklerin ve putların varlığından temizledi. Hicretin ikinci yılında Müslümanların kıblesi Beytü’l-Mukaddes’ten Kâbe tarafına doğru değişti ve bu olay, Mekke ve Kâbe’nin İslam’ın asli merkezi 30 olduğunu ve olmaya devam edeceğini ortaya koydu. Aynı şekilde kıblenin değişmesi, Yahudi kültürüne karşı kazanılan bir zafer olmanın yanında Kâbe’yi kendi müşrik inançlarıyla ablukası altına alan Kureyş’ karşı da bir zaferdi. Gerçekte bu hareketle tevhit temeline dayanan İbrahim’in (a.s) dini, kelimenin tam anlamıyla ihya edildi. Allah’ın Resulü (s.a.a) Kureyş’e karşı kazandığı bu zaferle bu azametli şehri kendi devletinin merkezi yapmadı. Sebebine gelince, fedakar yaranı Ensar’a onların yanında kalacağına dair söz vermesiydi. Allah Resulü (s.a.a) Mescid-i Nebevi’nin yanındaki kendi evinde vefat etti ve bu noktada defnedildi. Bir milyarın üstündeki Müslümanların kalbi, burayı ziyaret etmek için çarpmaktadır. Mescidü’l-Haram ve onun tarihçesine değinmeden önce, Mekke şehrinin İslam dönemindeki tarihine kısaca göz atmamız çok yerinde olacaktır. RESİM 4 S.67 İslam Sonrası Mekke Tarihi Medinetü’n-Nebi’de İslam devletinin kurulmasından sonra, Mekke dini cihetten seçkin bir konuma oturdu, zira hicretin ikinci yılında Kâbe Müslümanların kıblesi olmuş ve dünyanın her noktasındaki Müslümanlar, namaz için Mescidü’l-Haram’a yönelmekle mükellef olmuşlardı. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.”32 Ancak siyasi açıdan Medine’nin merkez olması hasebiyle Mekke şehri ikinci derecede öneme haizdi. Bu dönemde Mekke’nin seçkin şahsiyetleri devlette yeni bir paya sahip olmak için Medine’ye gitmişlerdi. Söz konusu bu bireylerin çoğu hicretin sekizinci yılı zorla Müslüman olmuşlardı. Örneğin, Ben-i Ümeyye Mekke’de değil, Medine’de göze çarpmaktadır. Peygamber’in (s.a.a) döneminde kısa bir müddet Muâz b. Cebel ve kısa bir dönemde Hâris b. Nevfel b. Hâris b. Abdülmuttalib ve çok kısa bir sürede Attâb b. Üseyd Mekke’de hükümet etmişlerdi. Halifelerin zamanında Mekke valilerinin en önemlilerinden bazıları şunlardır: Nâfi b. Abdülhâris, Abdullah b. Ebezî, Halid b. Âs Mahzumî ve Abdullah b. Halid b. Useyd Emevi. İmam Ali (a.s) zamanında Mekke’nin ilk valisi Ebu Kutâde El-Ensari ve ikincisi Kusem b. Abbas ve sonra Ma’bed b. Abbas’tı. Bu şehrin son hâkimi İmam Ali (a.s) ve İmam Hasan (a.s) tarafından görevlendirilen Câriye b. Kudâme’dir. 32 -Bakara, 144. 31 İmam Ali’nin (a.s) Hicaz’dan Irak’a gitmesiyle Hicri Kameri 36. yılında hilafet merkezi Medine’den Irak’a taşındı ve Mekke ve Medine, “Haremeyn” unvanında kendi dini önemini korumakla birlikte, belirleyici dini simaların ve siyasi sahabelerin çocuklarının çoğunun bulunmasına rağmen, siyasi açıdan o anlamda pek önem taşımıyordu. İmam Hasan (a.s), Muaviye ile sulhundan sonra Medine’ye döndü. Kardeşi İmam Hüseyin (a.s) de bu şehirde yaşıyordu. Buna ek olarak Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer gibi birçok sahabenin çocukları da buradaydı. Dimeşk’te (Şam) Muaviye’nin hükümeti sağlamlaştıktan sonra Medine üzerindeki gözetim sıklaştırıldı ve Emevilerin önemli simalarından bazıları Medine hükümetini ele aldılar. Utbe b. Ebi Süfyan, Anbese b. Ebi Süfyan, Mervan b. Hakem, Saîd b. Âs Emevi ve oğlu Amr, Muaviye zamanında Mekke’ye hâkimlik yapan kimselerdendiler. Muaviye döneminde, halk tam anlamıyla Emevilere itaat etmiyordu ve Medine’de hükümet muhalifi pek çok sahabe çocuğu vardı. Yezid işbaşına gelince ilk etapta kendisine muhalif olan sahabe çocuklarını ortadan kaldırmak istedi. Ancak İmam Hüseyin (a.s) Medine’den Mekke’ye ve oradan da Irak’a gitti ve Hicri Kameri 61 yılının Muharrem ayında Kerbela’da şahadete erişti. Abdullah b. Zübeyr de İmam Hüseyin’in (a.s) eşliğinde MekMedine’den Mekke’ye, ancak burada kaldı. O zaman Mekke’nin hâkimi Velid b. Utbe b. Ebi Süfyandı. Hicri 61. yılda İmam Hüseyin’in (a.s) hareketinin bastırılmasından sonra, sahabe neslinden olan Medine halkı, hicretin 62. yılında ayaklanma çıkardı. Bu ayaklanmanın ardında Mekke’de yaşayan ve bu şehri kendi hâkimiyeti altına alan Abdullah b. Zübeyr vardı. İlk etapta Şam’dan gönderilen ordu, Medine’ye yöneldi ve şehrin yani Harre33 katliamından sonra Mekke’ye saldırdı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu saldırının ardından Mescidü’l-Haram ve Kâbe haddinden fazla zarar gördü. Yezid’in ölüm haberinin ulaşmasıyla Şam ordusu geri döndü ve Abdullah b. Zübeyr önce Hicaz’ı sonra Irak’ı sultası altına aldı. Abdullah b. Zübeyr, hicri 73. Yılına kadar bu şehirde hükümet etti. Bu yılda Abdulmelik b. Mervan’ın emriyle Haccac Mekke’ye saldırdı ve Kâbe’nin yakılması yanında Abdullah b. Zübeyr darağacına asıldı ve bir kez daha Hicaz ve Arap Yarımadası, Emevilerin sultasına girdi. Zübeyr’in sekiz yıllık hükümetinde Ben-i Haşim, Zübeyr oğullarının baskısı altında yaşamışlardı. Zübeyr Hanedanlığı Emevi ve Alevi çizgisinin karşısında Kureyş kanadının orta çizgisinin temsilciliğini yapıyordu. İbn-i Zübeyr, Mekke hükümeti boyunca Kâbe’yi temelden yıkıp yeniden inşa ederek Hicr-i İsmail’in (a.s) bir bölümünü Kâbe’nin içine kattı ve buna ilave olarak Kâbe’ye şimdiki kapısının karşısına Rükn-i Yemânî’nin kenarına bir kapı daha açtı. Haccac’ın gelmesiyle bir kez daha Kâbe yıkıldı ve İbn-i Zübeyr’den önceki zamanda olduğu gibi yeniden yapıldı. RESİM 5. S.70 33 -Harre: Volkanik arazi. Kara taşlı yer. Mütercim. 32 Şahlığa dayanan bir devlet olan Emevi Hükümeti, kendi hanedanlığından ve tamamen kendisine bağlı valileri Mekke’nin önemli şehirlerine atadı. Halid b. Abdullah Kasrî, Abdullah b. Süfyan Mahzumî ve Yahya b. Hakem b. Ebi Âs, Emevilerin Mekke şehirlerine atadığı şahsiyetler arasındaydı. Bir müddet Ömer b. Abdülaziz ve Mesleme b. Abdülmelik bu şehirde valilik yaptılar. Mekke’deki Emevi valilerinin en çirkeflerinden birisi Haccac’ın kardeşinin oğlu Yusuf b. Ömer Sakafî idi ve bu şahıs Mekke’de pek çok cinayete bulaşmıştı. Mekke Hicri Kameri 129 ve 130 yıllarında Hariciler’in eline düştü ve ondan sonra tekrar Emeviler hâkimiyeti ele geçirdiler. Her ne kadar bu defasında saltanatlarının ömrü sona erdi ve Hicri Kameri 132 yılında İslam’ın doğusunda tamamen yıkıldılar. Arap tutuculuğu ve taassubu ilkesine dayanmaları, tertemiz Muhammedi ve Alevi İslam’la savaşmaları, İmam Hüseyin’in (a.s) kendisini, Ehlibeyt’ini (a.s) ve ashabını şehit etmeleri ve eşraflığın-efendiliğin kökleşmesi, refah istemi ve dâhili ihtilaflar gibi etkenler, Emevi hükümetinin yıkılmasının en önemli sebepleri arasında sayılabilir. Abbasi Döneminde Mekke Emevilerin yıkılmasından sonra doğal olarak, doksan yıl Emevilerin baskısı altında olan ve halk arasında Emevilerin halefi kabul edilebilecek yegâne halefi telakki edilen Ben-i Haşim hükümetin başına geldi. Ben-i Abbas Ehlibeyt (a.s) adına gücü eline geçirdi. İlk etapta Şia’ymış gibi göründü, ama kısa bir süre sonra, Alevilerle mukabele etmek adına Sünnilerin teveccühünü kazanmak için Ehlisünnet mezhebini kabul etti ve resmi olarak tanıdı. Abbasilerin en önemli rakibi, bir an bile kıyam ve ayaklanmadan geri durmayan Alevilerdi. Alevilerin çoğunluğu Mekke ve Medine şehirlerinde yaşıyorlardı. Bazı alevi grupları perişanlık içinde dünyanın uzak noktalarına hicret etmişlerdi, ama Mekke ve Medine şehirleri hiçbir zaman onların varlığından mahrum kalmadı. Mekke’nin ilk Abbasi valisi Davud b. Ali b. Abdullah b. Abbas idi. Onun görevden alınmasından sonra Seffâh dayısı Ziyad b. Abdullah Hârisî’yi Mekke valiliğine atadı. Ondan sonra Mansur da Mekke’ye valiler atamıştır ki Sarî b. Abdullah b. Hâris bunlardan birisidir. 145 yılında Mekke’de Nefsi Zekiyye’nin ve Basra’da Zekiye’nin kardeşi İbrahim’in ayaklanmaları bastırıldı ve sarsılan Abbasi devleti yeniden güvenliğe kavuştu. Mansur bu defa amcası Abdüssamed b. Abdullah’ı Mekke valisi yaptı. Bu şahıs, Alevilerin lehinde şiir okuyan Südeyf b. Meymûn’u Mekke’de canlı canlı gömmüştür. Mekke’de Abbasi valilerinin varlığı, Alevilerin kıyamı için bir set olabilirdi. Mansur, kendi halifelik dönemimde dört defa hacca geldi gitti ve beşinci defasında yani 158 yılında Mekke’de öldü ve “Ma’lât Mezarlığı” kenarına defnedildi. 33 Mekke 169 yılında Hüseyin b. Ali (Fehh Şehidi) kıyamına kadar Abbasi valilerinin elindeydi. Bu yılda “Şehit Fehh” kıyam etti ve halk arasındaki saygın konumu ve ansızın şehit olması hasebiyle Abbasi devletine zorlu bir darbe indirdi. Şehit olduğu bölge günümüze kadar “Mantakatü’ş-Şüheda” (Şehitler Caddesi) olarak isimlendirilmiştir ve kabri belirgin bir şekilde yapılmamış bilakis kabristanın bir kısmı yerle bir olmuş ve Bakî Mezarlığı gibi kapı konulmaksızın duvarla çevrelenmiştir. “Fehh” hadisesinde firar eden İdris b. Abdullah Alevi, Afrika’da İdrisliler devletini kurdu. Kardeşi Abdullah da İran’ın kuzeyinde kıyam etti, ama kıyamı bastırıldı. 199 yılında bir kez daha “Aftas” olarak meşhur olan Hüseyin b. Hasan isminde Alevilerden birisi Mekke’ye geldi ve Sarî b. Mansur Şeybânî’nin rehberliği altında Irak’ta kıyam ederek bir müddet Mekke’yi elinde tuttu. Sarî b. Mansur’un yenilmesiyle birlikte, Mekke halkından Muhammed b. Cafer Sadık (a.s) için biat almaya çalıştı. Bu şehrin Alevi büyüklerinden olan ve “Dibâc” ismiyle meşhur idi. O görevi Ali ve Hüseyin b. Hasan Aftas’a bıraktı. Me’mun Hicri Kameri 200 yılında Mekke’ye bir ordu çıkardı ve Dibâc’ı teslim olmaya zorladı. Hicri Kameri 202 yılında İbrahim b. Musa El-Kazım (a.s) isminde Alevilerden birisi Mekke’ye galebe etti, ama Abbasiler onu Mekke dışına sürdüler. Görünürde Alevilerle dost gibi görünen Me’mun, bu hareketlerin bastırılmasından sonra, hükümetinin birçok dönemlerinde Mekke şehrini Alevilerin eline bıraktı. Onun bu tavrı, Alevilerin Hicaz’a daha çok hâkim olmalarının alt yapısını hazırladı. Söylenmesi gerekir ki Alevilerin Mekke nüfuzuna ilave olarak Abbasi devleti tarafından “Emirü’l-Hac” unvanında birisi her yıl hacıların idari işlerini üstleniyordu ve hacıların idari işleri Mekke hâkiminin eline düşmesi mümkündü ve aynı şekilde hacıların idari işlerini, Abbasi hanedanının seçkinlerinden birisinin üstlenmesi ihtimali de vardı. Me’mun’dan sonra Abbasi hanedanın fertleri ve o zamanlarda devlette sınırsız nüfuzu olan Türk idarecileri Mekke valiliğine ulaştılar. Alevilerin kıyamı hicrî 250 yılından bu yana dünyanın her tarafını sardı ve İsmail b. Yusuf isminde Alevilerden birisi Mekke’ye nüfuz etti, ama bir sonraki yılda öldü. Hicri Kameri 301 yılında Alevilerden bir diğeri bir süre Mekke’yi eline aldı. Mekke şehri 317 h.k yılında Ebu Tahir Kırmıtî rehberliğinde “Karmatîler”in hâkimiyeti altına girdi. İsmâilîler’e mensup olan Karmatî fırkası zamanla bağımsızlığına ulaşarak bu yıllarda Mekke’yi işgal etti ve Hacerü’l-Esved’i alarak Fars Körfezi’nin güney doğu sahillerindeki kendi asli bölgeleri olan “Hicr”e -günümüzde Ahsa ve Bahreyn bölgesi- götürdü. Karmatîler, Abbasi devletinin ya da İslam dünyasının her hangi bir idarecisinin isteği olmaksızın yirmi iki yıl sonra Hacerü’l-Esved’i asli yerine getirdi. 34 On dördüncü asırdan bu tarafa İslam dünyasında Alevilerin nüfuzu arttı ve Abbasiler de mümkün mertebe onlarla anlaşma yolunu tuttu. Şerif Murtaza ve Şerif Razî’nin babası yani Ebu Ahmed Musevi (ki Talibîlerin sorumlusu idi), Abbasi hükümeti tarafından Emirü’l-Hac unvanıyla yıllarca hacıların idari işlerini üstlenmişti.34 Mekke’de Fatımî Devleti ve Eşraf Hükümeti Fatımîlerin Mısır’a 358 yılında hâkim olduğu zaman Cafer b. Muhamed b. Hasan b. Ali (a.s) isminde eşraf ve seyitlerden olan birisi de Mekke’yi tasarrufu altına aldı. Ondan öce Fatımî halifesi Mu’iz, Âl-i Cafer ve Hasanîler’in Mekke’de arasını bulmuş ve onları barıştırmıştı. Şimdi ise eşraf, Fatımî devletiyle birleşmiş ve Fatımîler’in Mısır’da gücü eline geçirmesiyle İslam dünyasının en önemli haremi olan Mekke üzerinde, Abbasilerle Fatımîler yakın mücadeleye girişmişlerdi. Bu şehre hâkim olmak, hâkim kanadın hilafetinin resmiyeti ve meşruiyeti zihinlerde yer edecekti.35 Fatımîler, Yemen ve beşinci asrın ortalarında San’a’da güçlenen “Suleyhî Devleti” yoluyla Mekke’ye hâkim oldular. İsmaili devletlerinden olan ve pek çok gücü elinde bulunduran “Suleyhî Devleti”, Mekke’ye hâkim olmakla Şia Fatımîlerinin bu şehirde nüfuz sahibi olmalarının alt yapısını hazırladılar. Fatımîlerin en önemli rakipleri Abbasi devleti ve doğuda güçlenen Selçuklu devletiydi. Bunlar arasındaki ciddi ve geniş alanlarda rekabet vardı ve bundan dolayı haccın, müsülanların birlik ve beraberliğini sağlamasındaki önemli rölünü olumsuz yönde etkiliyordu. Diğer taraftan Mekke’de hâkim olan Aleviler için mal ve servetin bu şehre getirilmesi doğrultusunda bu rekabetten yararlanmak kadar önemli bir şey yoktu. Her halükarda Mekke’deki Aleviler, Fatımîler’in fıtri Şia olmaları hasebiyle onlarla daha bir uyum içinde olmaları ve onlar adına hutbe okumaları gayet doğaldı. Cafer 380 yılına kadar Mekke’de hükümet etti ve ondan sonra oğulları İsa ve ardından Ebu’l-Futuh, Mekke’yi idare ettiler. Nasıl Medine İmam Hüseyin’in (a.s) torunları elindeyse Mekke de Hasanîlerin elindeydi ve bu iki grup arasındaki çekişme yıllar yılı devam etti. Cafer b. Muhammed ailesi 453 yılına kadar Mekke’de hükümet etti. Bu devleti, Mekke’deki Eşraf’ın ilk devleti olarak tanıtırlar. Onlardan sonra iki sene Eşraf-ı Süleymanî taifesi Mekke’de hükümet etti ve Eşraf hükümetinin üçüncü dönemi, Seyid Hasanîler’den olan Ebu Haşim Muhammed b. Cafer aracılığıyla tesis edildi. Bu şahıs, Fatımîler adına hutbe okuyordu. Fatımîler’in Mısır’da çıkmaza düşmesi ve onlar tarafından gelen yardımın kesilmesiyle 462 yılında Ebu Haşim Abbasiler adına hutbe okudu. Buna karşın Şia olması sebebiyle Mescidü’l- Haram’da ezan okunurken “Hayye alâ Hayri’l-Amel” cümlesi olduğu gibi devam ediyordu. Fatımîler rekabete devam ettiler ve hutbeler, Abbasiler ve Fatımîler adına sürekli değişim içinde okundu. Bu 34 35 -Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.175. -a.g.e., s.194. 35 mesele, söz konusu devletlerin hangisinin Mekke hâkimine razı edici hediye göndermesine bağlıydı. Hiç şüphesiz Fatımîler’in Mekke’ye nüfuz etmesinin en önemli eserlerinden birisi, bu şehre Şia mezhebinin nüfuzuydu36 ve buda İsmailî, Zeydî ve İmamî olarak üç şekilde kendini göstermişti. Bu üç eğilimin tamamının sloganı “Hayye alâ Hayri’l-Amel”di ve hiçbir Sünni buna muvafık değildi ve bu cümlenin Mescidü’l-Haram’da yükselmesi onların tamamını rahatsız ediyordu. Mekke emirliği Muhammed b. Cafer’den sonra oğlu Kasım’a ve ondan Kasım’ın oğlu Fuleyte’ye geçti. Fuleyte’nin ölümünden sonra 527 yılında bu hanedanlık arasında ihtilaf çıktı. Zengî devletinin -Nureddin Zengî- başa gelmesiyle, Zengî devleti Mekke’de nüfuz sahibi oldu, ancak işler Eşraf’ın elindeydi. Selahaddin Eyyübi’nin 569 yılında iş başına gelmesiyle Mekke’de Eyyübiler adına hutbe okunuyordu. Eşraf devletinin üçüncü döneminin Mekke’ye hükümet eden en son ferdi Davut b. İsa’ydı ve 597 yılında Mekke emirliğinin yetkisi bu şahıstaydı. Eşraf hükümetinin dördüncü dönemi Kutâde b. İdris’le başladı. Bu şahıs, elde ettiği güçle tamamen Mekke’ye hâkim oldu ve Abbasilerle düşman olmasına rağmen, Abbasilere zorla kendisini kabul ettirecek şekilde davrandı. Gerçekte Mekke, çeşitli bölgelerdeki -Irak, Mısır ve Yemen- emirlerin tamahkâr olmaları sebebiyle, bir şahsın söz konusu bölgelerin emaretini elinde bulundurmasını gerektirecek bir durumdaydı. Bu şahıs, Eşraf olarak isimlendirilen Mekke Sadat’ın (Seyitleri) dışında biri olamazdı. Bu sebeple en zor koşullar altında bile aşırı Sünni eğilimli Eyyübi devleti veya Abbasi devleti, Mekke’deki Alevi Eşraf hükümetinin birisine boyun eğmek zorundaydılar. Kutâde’den sonra Kutâde’nin oğlu Hasan ve ardından Râcih gücü eline aldı. Elbette bu dönem, yani hicri yedinci asrın ilk kırklı yılları, fitne ve kargaşanın yaşandığı bir dönemdi. Memlûkler ve Osmanlı Döneminde Mekke Hicri Kameri 652 yılından -Bağdat’ın düşmesinden dört sene önce- Ebu Nümey isminde Kutâde’nin torunlarından birisi Mekke’de gücü eline geçirdi. Abbasilerin düşmesiyle Mısır’da Memlûk devleti37 kuruldu. Memlûk devletinin güçlü sultanı Baybars, 667 yılında hacca geldi ve Ebu Nümey tarafından karşılandı. Ebu Nümey, elli senelik Mekke hâkimiyetinden sonra 701 yılında Mekke’de öldü. Ebu Nümey Mekke hâkimiyeti yıllarında bazen -Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.216. -Hicri yedinci asrın ortalarında Türk kölelerin eliyle Mısır ve Şam’da ortaya çıkan Memlûk Devleti 922 yılında Osmanlı padişahi Yavuz Sultan Selim tarafından yıkılmıştır. Memlûk Devleti, İslam devletlerinin en önemlilerinden sayılır. 36 37 36 Memlûklerle bazen de Yemen’deki Âl-i Resul devletiyle dostluk ilişkisi vardı. Ebu Nümey’in oğlu Rümeyse’in 737 yılına kadar Mekke’de bağımsız olarak hükümet sürecine değin diğer oğulları birbirleriyle rekabet halindeydiler. Bu yıllarda Memlûkler ve Âl-i Resul devletlerinin yanında İran-Moğul hâkimlerinden Hudabende ismiyle meşhur Olcayto ve oğlu Ebu Said de İslam’ı seçmişlerdi ve Mekke’ye hâkim olma düşüncesindeydiler. Hicri Kameri 747 yılında Rümeyse’nin ölmesiyle, onun oğulları ve torunları Osmanlının tasallutuna kadar 923 yılında Mekke şehrinde hükümet ettiler. Sultan Selim zamanında Eşraf sınfından olup Mekke’ye hâkim olan kimse Ebu Nümey’in torunlarından Şerif Berekât’tır. Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim 922 ve 923 yıllarında binlerce insanı öldürerek Memlûk devletini tamamen ortadan silmeyi başardı ve Osmanlı devletinin Haremeyn üzerinde nüfuz kurmasının alt yapısını oluşturdu. Hal böyleyken Osmanlı devlet adamları Hicaz’ın özel koşulları ve siyasi geçmişi sebebiyle, Mekke’deki nüfuzunun devam etmesi için bu şehirde Hasan-i Eşraf hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Şimdi iki üç asırlık hacıların rehberliğini yapan Mısır kervanının yerine Sultan Selim, Rum kervanını görevlendirmişti ve Şam’dan Hicaz’a hareket eden bu kervan, hac günlerinde en önemli kervanlardan birisi sayılıyordu. Berekât’ın oğlu ikinci Ebu Nümey, 932 yılında babasının ölümünden sonra onun yerine oturdu. İkinci Ebu Nümey Eşraflar’ın tüm dönemlerinde Mekke hâkimlerinin en güçlüsüydü. Bu şahsın en önemli girişimi, 948 yılında Cidde’ye saldıran Portekiz sömürüsü karşısında savaşmak ve toplu seferberlik ilan ederek halkı harekete geçirmek olmuştur. İkinci Ebu Nümey 974 yılına kadar Mekke’ye hâkim olmuş ve sonra hükümeti oğlu Hasan’a bırakmış ve Hasan da 1010 yılında Necd’de ölmüştür. Hasan’ın hükümranlığından sonra oğlu Ebu Talib iki yıl, ondan sonra da Ebu Talib’in oğlu İdris 1021 yılına kadar Mekke hâkimliğinde kalmıştır. Bu fertlerin tamamını Osmanlı devletinin zorunlu olarak tanıması gerekiyordu. İdris’ten sonra Ebu Nümey soyundan gelenler Mekke emirliğini ele geçirmişler ve zamanla kendi aralarında çeşitli gruplara ayrılmışlardır. Bunlar arasında amcaoğulları da birbirleriyle çatışmaya girmişlerdir. Osmanlı Devletinin İran Hacılarına Zorluk Çıkartması Bu asrın en zorlu dönemlerinden birisi Osmanlı devleti ve tutucu Sünni âlimlerinin Şiaların, İranlı hacıların ve Haremeyn’de yaşayan Şia âlimlerinin aleyhine harekete geçtiği dönemdi. Şia aleyhine olan hareketlerin en önemlisi Hicri Kameri 965 yılının Şaban ayında Şehid-i Sânî’yi tutuklayarak şehit etmeleri oldu. Bazı tarihçilerin yazdığına göre Şehid-i Sânî’yi Mescidü’lHaram’da yakalayıp İstanbul’da şehit etmişlerdir. Bu olaydan önce 945 yılında Mekke’de mezhebi bir meselede tartışan Şia âlimi Esterâbâdî’yi öldürdüler. Daha sonraları 976 yılında da Safevî devlet adamlarından olan Masum Bey Safevî’yi ve ona eşlik edenleri "Fatıma Vadisi"nde Mekke’deki bir evde 37 öldürüp bu olayı bedevi Araplara nispet verdiler. Aynı şekilde 1042 yılında Mekke’deki İranlı hacılara ne kendilerinin ne de İranlı hemşerilerinin hacca gelmeye haklarının olmadığı ilan edildi. Ahmet Sebâ’i’nin yazdığına göre bunun sebebi tarihi kaynaklarda belirtilmemiştir.38 Hicri Kameri 1040 yılında sürekli Mescidü’l-Haram’da ibadetle meşgul olan Mirza Zeynelâbidin Kaşanî isminde bir Şia âlimini tutup eziyet ederek öldürdüler. Nitekim 1047 yılında İranlı hacıları hacdan men etmiş ve çok şiddetli bir şekilde onları Mekke’den çıkartarak bir sonraki sene hacca gelme haklarının olmadığını söylediler.39 Aynı şekilde 1088 yılında Şiaların Kâbe’nin perdesini necis ettikleri bahanesiyle, bu şehirde Şia katliamı başlattılar ve Makam-ı İbrahim’in (a.s) arkasında Kur’an okumakla meşgul olan Muhammed Mü’min Razavî isminde bir âlimi de öldürdüler. Aynı şekilde 1101 ya da 1105 yılında Kâbe’nin perdesini tutan Şeyh Hüseyin Tenkâbunî isminde bir âlimi hastalanacak kadar dövdüler. Bu şahıs, Medine yolunda öldü ve Rebeze’de Ebuzer’in kabri kenarına defnedildi.40 Bu dönemden yıllarca önce ve sonra Mekke âlimleri, Şia’nın tekfir edilmesine dair pek çok kitap yazdılar ve Sünni fakihlerin bazıları Sünni ile Şia’nın savaşması fetvasını verdiler. Kandahar Afganlılarının 1134-1135 yıllarında İsfehân’a saldırması ve Şia Safevî devletinin düşmesi bu fetvaların bir sonucudur. Hicri Kameri 1157 yılında Nadir Şah’ın Osmanlı devletiyle çatışması zamanında Haremeyn’deki hatiplerin tamamına minberlerde Şialara lanet etmeleri ilan edildi.41 Osmanlılarla Kaçar devleti ilişkisi nispeten iyiydi, böyle olmasına karşın bu düşmanlık mirası, Osmanlıların bir sonraki dönemini de etkiledi ve defalarca Acem şahsiyetlerine özellikle Medine’deki İranlılara aşırı baskı yapıldığı ve öldürüldüğü, seyahatname yazarları ve Osmanlı arşivleri aracılığıyla yansıtılmıştır. Suudi dönemindeki sakinliğe rağmen bu olayların birçok örnekleri vuku bulmuştur. Örneğin Hicri Şemsi 1322 yılında tavaf esnasında hastalığından dolayı istifra eden ve yere dökülmemesi için ağzına havlu tutan İranlı hacısı, tutucu birkaç Mısırlının tanıklığıyla mahkemeye çıkarılmış ve Medine yargıcının yargısı sonucunda Zilhicce’nin on dördüncü gününde Merve kenarında binlerce hacının gözü önünde alenen boynu vurulmuştur. Bu olay, İranlıların dört seneye kadar hacca gitmemesine ve iki devletin siyasi ilişkisinin bozulmasına sebep oldu. İranlılar tekrar 1327 h.ş yılında resmi olarak hacca gittiler.42 Safevîlerin tüm dönemlerinde ve bu dönemlerden kısa bir süre sonra çok sayıda Şia âlimi Mekke’de yaşıyordu. Biyografi yazarları Mekke ve Medine’de ikamet edip yaşayan onlarca Şia âlimin ismini kaydetmişlerdir. -Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.371. -Menâihu’l-Kerem, c.4, s.181-182. 40 -Bkz: Safaviyan der Arsa-i Din, Ferheng ve Siyaset, c.2, s.740 (Mekke’den Medine güzergâhı üzerindeki “Rebeze” ismiyle bilinen yer tarihte Rebeze olarak meşhur olan yer değildir. Ebuzer’in vefat ettiği Rebeze, Medine’den Irak tarafına doğru yer alan bölgenin ismidir). 41 -Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.428. 42 -Daha fazla bilgi için bkz: Merve Şehidi, Seyit Ali Gazi Asker. 38 39 38 Mekke ve Suudilerin İşbaşına Gelmeleri Vahabilerin Necd’de davete başladığı yıl, Hicri Kameri 1157 yılıdır. Bu tarihte Muhammed b. Abdülvahhab (1115-1206) şirk adını verdiği her şeyin karşısında kendi davetini başlattı. Abdülvahhab başlattığı davetini yaymak için "Deriyye" şehrine gitti ve bu şehrin hâkimi Muhammed b. Suud’la (1179) el ele vererek Vahabilerin davetinin başarıya ulaşması için yol açtı. Söz konusu hareket, ilk etapta Necd bölgesini kapsamına aldı ve sonra pek çok savaş ve kan dökülmesi ardından bir taraftan Fars Körfezi sahillerine kadar diğer taraftan da Mekke ve Medine’yi de kapsayacak şekilde Hicaz bölgesinin tamamına yayıldı. Vahabilerin davetinin iki merhalesi vardır: Birinci merhale: Vahabiler; Muhammed b. Suud, Abdülaziz b. Muhammed b. Suud, Suud b. Muhammed ve Abdullah b. Suud hanedanlıklarıyla 1235 yılına kadar yetmiş beş yıllık bir dönem hükümet ettiler ve Necd hükümetinin Osmanlı Devleti’nden İbrahim Paşanın eliyle ortadan kaldırılması Muhammed Ali Paşanın oğlu- ve Abdullah b. Suud’un İstanbul’da öldürülmesiyle Suud hanedanlığı düştü. Ondan sonra yaklaşık seksen yıllık bir süreci uzlet ve zillet içinde geçirdiler. Bu dönemde Eşraf Mekke’de hükümet ediyordu. Bu zamanlar Osmanlı Devleti, Avrupa devletleriyle zorlu mücadeleyle meşguldü. Buna ilaveten Osmanlı içindeki Milliyetçi ve laik hareketler, devletin gücünü azaltmaya çalışıyorlardı. Osmanlı’nın en son güçlü sultanı Sultan Abdülhamid (12931327), kısa bir süre Osmanlı’nın çöküşünü erteledi, ancak Rusya ve İngiltere gibi Avrupa devletlerinin komploları karşısında ve Türkiye içerisindeki yenilikçilik iddialarında bulunanlar ve özellikle milliyetçilik akımı, devletin yıkılmasını hızlandırdı. Arapların, Türklerin aleyhine başlattıkları “es-Sevretü’l-Arabiyyeti’l Kübra” (Büyük Arap Hareketi) isminde özgürlükçü hareketi, Osmanlı Devletindeki en önemli hareketlerden sayılmaktadır. Gerçekte antitürk hareketi olan bu akım, Osmanlı Devletini baştanbaşa kuşatan milliyetçilik akımıydı. Şerif Hüseyin, İngilizlerin kışkırtmasıyla büyük bir Arap devletinin kurulması hedefi doğrultusunda Arapların bu hareketinin rehberliğini üstlendi. Şerif Hüseyin’in bu girişimi, Vahabilerin eline düşmeden önce elinde bulundurduğu Hicaz’ı tekrar geri almasıyla sonuçlandı. Şerif Hüseyin’in iki oğlundan birisi olan Abdullah Ürdün’e ve diğeri Faysal Irak’ta hükümet ediyorlardı. Faysal ilk etapta Suriye’de hükümet kurdu, ancak Fransızlar onu ülke dışı ettiler. Daha sonra İngilizler Faysal’a Irak’ı verdiler. Bu iki bölgede yani Irak ve Ürdün’de Şerif Hüseyin’i yeni halife unvanında tanıdılar ve onu “Emirülmüminin” ve “Melikü’l-Arap” olarak isimlendirdiler. Ne var ki Şerif Hüseyin’in gücü devam etmedi, zira yıllar yılı Eşraf ile savaşan Necd Vahabileri, yeni bir rehberle Necd’i nüfuzları altına almayı ve yavaş yavaş Hicaz’a doğru hareket etmeyi başarmışlardı. 39 İkinci Merhale: Vahabilerin ikinci merhalesi, 1902 yılında Abdülaziz b. Abdurrahman’ın (bir sonraki Melik Abdülaziz) faaliyetiyle başladı. Bu yıl, onun Kuveyt’ten Necd’e geldiği ve Necd’i ele geçirip gücünü genişleterek Hicaz ve Haremeyn topraklarına hareket ettiği sürece rastlar. Arap kabilelerinin Abdülaziz’i desteklemeleri ve İngilizlerin Abdülaziz’e yönelmesi; en azından Abdülaziz’le savaşmaması, Vahabilerin bu bölgedeki sultasının alt yapısını hazırlamıştır. Yıllar yılı Mekke Eşrafı’nın yasaklamasıyla hac görevini yapamayan Necd halkı, ilk defa Hicri Kameri 1340 yılında haccettiler. Yeniden hac amelinden men edilmelerinden sonra, savaşmaya başladılar. 1343 yılında Taif düştü. Şerif Hüseyin’le Vahabilerin savaşı, Şerif Hüseyin’in yenilgisiyle sonuçlandı ve Şerif Hüseyin’in Cidde’ye geri çekilmesiyle, oğlu Ali’ye “Hicaz’ın Şerifi” unvanıyla biat etmesi söz konusu oldu ve sonuçta kabul etti. Bu olay 1343 yılının Rebiülevvel ayında gerçekleşti. Suudi askerlerinin Mekke’ye saldırı haberiyle, Şerif Ali Mekke’nin dışına çıktı ve böylelikle Vahabilerin Mekke’yi sultaları altına almalarının mukaddimesi hazırlanmış oldu. Şerif Hüseyin 1349 yılında Emân’da (Ürdün) öldü ve Kudüs’te defnedildi. Suudi ordusu yalnızca birkaç günlük Şerif Ali’ye biatinden sonra Mekke’ye girdi ve ilk etapta “Mualla Kabristanlığı”ndaki var olan yapıları harap etti. Aynı şekilde Hirâ Dağındaki kubbeyi harabeye çevirdi.43 Suudiler 1344 yılında Medine’ye hâkim oldular ve orada da Bakî ve Uhud mezarlıklarındaki kubbe ve yapıları yıktılar ve bu ülkede “bid’atle mücadele” adı altında mezhebi anlayışlarını ortaya koydular. İmamların (a.s) kabirlerinin yıkılması hicri 1344 yılı ve Şevval ayının sekizine rastlar ki bu tarihten sonra ve şimdiye kadar Şialar, İmamların (a.s) matemini tutmaktadırlar. Suudilerin Haremeyn’e tasallutu ve Suudi devletinin büyümesiyle zamanla Suudi Arabistan ülkesi adı altında yeni bir ülkenin varlığı ilan edildi. Abdülaziz (1293 h.k) 1373 yılına kadar bu ülkede hükümet etti ve günümüze kadar (1431) onun oğulları -hali hazırda Melik-Kral Abdullah’tırhükümranlığını sürdürmektedirler. Bakî’nin ve Hz. Hamza’nın Türbesi’nin viran edilme haberi Müslümanlara; özellikle dünyanın çeşitli noktalarında yaşayan Şialara ve bilhassa İranlılara ulaşınca topluca ve büyük bir endişeyle devletlerinden, Suudilere karşı cephe almalarını istediler. Vahabiler, Osmanlı Devletinin dağılması, Arap dünyasında yaşanan tefrikalar ve İngiliz ve Fransızların Arap ülkelerini paylaşması gibi öne çıkan bu durumdan yararlanarak, Arabistan üzerindeki hâkimiyetleri korumuşlar ve Eşraf hâkimiyetinin geri gelmesinin önünü almışlardı. Hicri Şemsi 1304/1925 yılında Vahabilerin Haremeyn’e sultası ve İmamların (a.s) defnedildiği Bakî Mezarlığı’nın viran edilmesi haberi çabucak İran’da yansıma buldu. Bu olayın ardından âlimler, meşveret meclisleri düzenlediler 43 -et-Tarihi’l-Kavîm, s.307. 40 ve devlet de bu bağlamda resmi bildiri yayınladı ve o yılın Sefer ayının on altıncı günü tatil ilan edildi; Milli Şura Meclisinde de müzakereler gerçekleşti.44 İşte bu olaydan sonra Eşraf yaklaşık bin yıllık siyasi rollerini elden verdi ve Vahabilerin izlediği siyasetle tamamen ablukaya alındı. Günümüzde de Mekke ve Medine’de Eşraf vardır, ancak hiçbir şekilde söz konusu belirginliklere sahip değildir. -O zamanın devletinin yayınladığı bildirisinin metni şöyledir: Umuma Yönelik ve İvedi Telgraftır İl ve ilçe idarecileri ve devlet memurlarının tamamına: "Telgraf haberleri gereğince Vahabi taifesi tarafından Medine-i Münevvere'ye saygısızlık ol-muş ve İslam'ın Mescid-i A'zam'ı top ateşine tu-tulmuştur. Bu büyük faciayı işiten devlet son de-rece üzülmüş ve bu doğrultuda inceleme ve etkili girişim hazırlığı içindedir. Duygularımızı ortaya koyup matem tutmak için merkez, Sayın şeyhülislamların tevafukuyla ülkede bir gün boyunca tatil yapılması kararı aldı. Bunun için idareci ve devlet memurlarının tamamının kendi yetkileri altındaki ülkenin her noktasında yer alan âlim, devlet idareleri ve halkın tamamına ulaştırmaları ve Sefer ayının on altısı Cumartesi gününü tatil ve matem günü ilan etmelerini kararlaştırdım". Yüce Kuvvetler Başkanlığı ve Devlet Başkanı – Rıza. 44 Bu bildiriden ardından Sefer ayının on altısı Cumartesi (15 Şehriver) genel tatil ilan edildi ve Tahran'ın çeşitli grupları yas ve matem merasimleri düzenledi. Davet edildiği gibi âlimler Cumartesi günü Sultani Mescidi'nde toplandılar ve Tahran'ın her yerindeki çeşitli gruplar yas ve matem halinde Sultani Mescidi'ne yönelerek orada derin hüzünlerini gösterdiler. Aynı günün ikindi vaktinde de Devlet Kapısı’nın dışında on binlerce insan bir araya geldi ve hatipler heyecan uyandırıcı konuşmalarıyla Medine olayları ve Vahabiler tarafından Allah Resulü'nün (s.a.a) kümbetine yapılan saygısızlık karşısında nefretlerini dile getirdiler. (Tarih-i Bist Saleî İran, Hüseyin, Mekkî, c.3, s.395396, Tahran, A’lemî, 1373. Bakî Mezarlığı’nın viran edilmesi haberinin yayınlanmasına kadar güya ortam sakindi. Bu haberin yayılmasından sonra bir kez daha 1305/1926 yılının Ekim ayında söz konusu bu haber olay yarattı. Taklit Mercilerinden iki kişi Merhum Ayetullah Seyit Ebu'l Hasan İsfehânî ve Muhammed Hüseyin Nâinî, Necef-i Eşref’ten Tahrana telgraf çektiler, Bu telgrafın metni şöyledir: “Vahabi yargıcı Bakî Mezarlığı’ndaki İmamların (a.s) mukaddes kabir ve türbelerinin yıkılmasına hükmetmiştir. Şevval ayının sekizinde vahşice Haremeyn’i yıkmaya başlayan zındık hükümete karşı hükümetiniz tarafından neden bir şey yapılmaz. Eğer devlet ve İslam hükümeti tarafından acilen bir şey yapılmazsa İslam’ın Fatiha’sı okunacaktır”. Bunun ardından Merhum Müderris mecliste bir konuşma yaptı ve Şah’tan, bu konuda bir meşveret komisyon kurulması için milletvekillerinden belirli şahısları görevlendirmesini istedi. Bu komisyonun neticesine göre bu konuda daha çok araştırma yapılacak ve Vahabilerin akımları konusundaki önceden var olan dosya mütalaa edilerek, bu hadisenin telgrafla bildirilmesinin yanında eyaletlerin tamamına ilan edilecekti. Bu toplantıda Müstevfi'l-Memalik, Merhum Müderris’in önerisiyle başbakanlık makamını kabul etti. Bu olaydan sonra Müstevfi'l-Memalik, başbakanlık makamından söz konusu vakıa hakkında bir bildiri yayınladı. Bu bildiride feci ve vahşi bu hareketten dolayı derin üzüntüsünü dile getirerek Müslüman kesimlerinin tamamına şu çağrıda bulundu: “İslam inancının vahdet hükmünce bir araya gelip imkânlar dâhilinde bu tecavüz içeren girişimlerin önünü almaya çağırmaktadır. Haremeyn-i Şerifeyn hakikaten İslam âleminin tamamına aittir ve hiçbir Müslüman milleti, başka milleti hesap etmeksizin Müslümanların kıblesi ve İslam dininin merkezi olan bu mukaddes yeri kendine has kılmaya, istediğini yapmaya ve kendi inanç ve öğretilerini başkalarına dayatmaya hakkı yoktur. Dolayısıyla tüm İslam dünyasından İslam milletlerinin genelini kapsayacak bir toplantı düzenleyerek; Haremeyn-i Şerifeyn meselesini halletmelerini ve Müslümanların tamamının kendi inançları doğrultusunda özgürce Mekke-i Muazzama ve Medine-i Tayyîbe'nin manevi bereket ve semavi feyzinden yararlanmaları ve hiçbir ayrıcalık ve istisna gözetmeksizin bu mukaddes mekânların feyzinden kana kana içmeleri için bir kanun düzenlemelerini rica ediyoruz”, Tarih-i Bist Saleî İran, Hüseyin, Mekkî, c.4, s.86-87 ve 92-93. 41 S. 84 HARİTA İSLAM DÖNEMİNDE KÂBE VE MESCİDÜ’L-HARAM İslam’ın Başlangıcından Şimdiye Kadar Kâbe’nin Tahribi Ve İnşası Hicri Kameri 64 yılında Abdullah b. Zübeyr ayaklandı ve Mekke şehrini kendi hükümetinin merkezi yaptı. Şam ordusu Zübeyr oğullarının hükümetini düşürme peşindeydiler. Mekke’yi ele geçirmek için önce Medine’ye gittiler ve Medine şehrinin kıyamının bastırılması ardından Mekke’ye yöneldiler. Mekke etrafındaki dağlara çıkıp şehri muhasara ettiler ve mancınık kurarak taş ve ateş gülleleriyle Mekke’ye saldırdılar. Bu çatışmada Kâbe’nin örtüsü tutuştu ve ondan sonrada viran oldu. Bu haldeyken, Şam ordusuna Yezid’in ölüm haberi geldi ve onlarda geri döndüler. Abdullah b. Zübeyr bazı ashabın muhalefetine rağmen Mekke’de kaldı ve Kâbe’nin duvarlarını kökünden sökerek yeniden yaptı. Zübeyr Kâbe’yi, Kureyş’in değiştirdiği ve Hicr-i İsmail tarafından altı zer’ ve bir karış yaklaşık üç metre- eksilttiği bölümü Kâbe’nin içine alıp Kureyş’ten önceki bina gibi yapmaya çalıştı. Buna ek olarak Kureyş’ten önce olduğu gibi Kâbe’ye yerden itibaren iki kapı yaptı -şimdiki gibi kapıları yaklaşık yerden iki metre yükseklite koymadıbu kapıların birisi giriş diğeri de çıkış içindi. Bu kapılar tam olarak önceki yerlerine yerleştirildi. Hali hazırda bu kapıların birisi doğu tarafında diğeri ise batı tarafındadır. İbn-i Zübeyr bir miktar Kâbe’nin boyunu da yükselterek yirmi yedi zer’e45 çıkardı. Hicr-i İsmail duvarını da dairesel yapmadı ve Kâbe’ye suyun Hicr-i İsmail’e dökülmesi için oluk yaptı. İbn-i Zübeyr zamanında Kâbe onarım halindeyken Kâbe’nin tahta duvarlarla çevrelenmesi ve hacıların bunlar etrafında tavaf etmesi adet haline geldi. Bu vesileyle Kâbe’nin tamir edilen yerleri bozulmuyor ve yeniden yapılmasına gerek duyulmuyordu. Hicri Kameri 73 yılında Mekke şehri Haccac b. Yusuf Sakafî’nin eline düştü ve Abdullah b. Zübeyr öldürüldü. Haccac, zamanın halifesi Abdülmelik b. Mervan’a bir mektup yazarak ondan Kâbe’yi eski şekline getirmek ve 45 -Zer’: Her zer’ yaklaşık 104 cm’dir. 42 Zübeyr’in eklediği yerleri kaldırmak için izin istedi. Abdülmelik Kâbe’nin bi’setten önceki şekle getirilmesi için Haccac’a izin verdi. Buna göre Kâbe’nin bir kapısı olacak ve Hicr-i İsmail’de Kâbe içine alınan miktar kadar ek yapılacaktı. Sonraları Abdülmelik’in bu kararından pişman olduğunu yazmışlardır. Zira Zübeyr’in Kâbe’deki değişikliği, Peygamber’den (s.a.a) gelen rivayet esasına göre yaptığı söylenilmiştir. Kâbe’deki bu değişime göre İbn-i Zübeyr’in değiştirdiği yerlerin tamamı eski haline geldi. Yıllar sonra Abbasi halifesi Mansur, Kâbe’yi İbn-i Zübeyr’in yaptığı gibi yamayı düşündü ama Malik b. Enes onu bu işten sakındırarak şöyle dedi: “O, Kâbe’nin sonraki emir ve hâkimlerin elinde oyuncak olacak bir girişimde bulunmamalıdır; öyle ki, her gün birileri eksiltir veya ekler ve Kâbe’nin heybeti ortadan kalkar.” Kâbe’nin yapımında kullanılan malzemeler, etraftaki dağlardan toplanıp getirilen kara taşlardı ve bu sebeple Kâbe binası, son derece sağlam ve dayanıklıdır. Daha sonraları Kâbe’nin yenilenmesi, tamir ve onarım şeklinde devam etti. 804 yılında Sultan Ebu’n-Nasr Kaytabay, Kâbe’nin içini onardı ve bu konuyu Kâbe içinde yer alan bir yazısında dile getirdi.46 Bazen muhtasar surette duvarlar ve bazen de tavan tamir edildi. Örneğin 905 yılında Kâbe’nin tavanı bozuldu ve tamir edildi.47 Nitekim 1020 yılında da Kâbe’nin duvarlarının bir kısmı tamir edilmişti.48 KABENİN RESİMLERİ S. 87 Sadece Dördüncü Murad zamanında, Kâbe tam olarak Haccac zamanında olduğu gibi Hacerü’l-Esved’e el sürülmeden temelden yenilendi. Nispeten tamamlanan bu yenilenme Hicri Kameri 1040 yılında gerçekleşti. Kâbe’nin temelden yenilenmesinin delili, 1039 yılında Mekke’ye gelen büyük bir selin Kâbe duvarlarının büyük bir bölümünü yıkmasıdır. Kâbe’nin yaklaşık bin yıldan sonra bu yılda temelden yenilenmesinin ayrıntıları, Mekke tarihi kaynaklarında nakledilmiş ve Abdullah Ğâzî bu olayın tamamını düzene koyarak kendi kitabında işlemiştir.49 Aynı şekilde Mekke’ye gelen seli ve yıkılan Kâbe duvarlarının yeniden yapılmasına dair bilgileri, aynı zamanda Kâbe’nin yapımında bizzat işçilik 46 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.419. -a.g.e., c.1, s.412-414. 48 -a.g.e., c.1, s.414. 49 -Konuyla ilgili en ayrıntılı kaynaklardan birisi olan İfâdetu’l-Enâm kitabının 318-404 sayfalarına müracaat ediniz. 47 43 yapan zamanın seçkin Şia âlimlerinden Zeynelâbidin Kaşanî, Müferrehatü’lEnâm fi Tesis-i Beytullahi’l-Haram adlı küçük bir risalesinde dile getirmiştir.50 Risalenin müellifi yazısına şöyle başlıyor: “1039 yılı Şaban Ayının on dokuzuncu günü Çarşambası Mescidü’lHaram’ın içine büyük bir sel geldi ve su, bu aciz kulun boyundan bir karış iki parmak ölçüsünde Kabe-i Şerif’in sütunlarına kadar yükseldi… Mekkei Muazzama’da çok büyük yıkılmalar oldu ve bu selde dört yüz kırk iki kişi öldü. Mescidü’l-Haram’da otuz küçük çocuk ve bir muallim de ölenler arasındaydı. Mescidin kapılarından giren su, çocukların boyunu aştığından dolayı bu çocukların hiçbirisi dışarı çıkamadı ve sular içindeki muallime de ulaşamadılar.” Müellif, Mescidü’l-Haram’ın ve Kâbe duvarlarının nasıl yapıldığını geniş genişçe anlattıktan sonra bu risalesinde kendisinin ve Hüseyin Eberkûhî isminde bir şahsın rolünü açıklamıştır. Gerçekte Kâbe’nin İbrahim (a.s) vadisi uzantısında yer alması, selin ona zarar vermesine sebep oluyordu. Selin kanalı, Mescidü’l-Haram yolundan geçiyor ve bu yol sel suyunu Harem’e doğru sürüklüyordu. Bundan önce Sadrı İslam döneminde “Mescid- Radmi’l-A’la” olarak isimlendirilen “Mescid-i Râye” bölgesine sel setti yapılıyordu. Bu sel, genellikle Ben-i Şeybe kapısından Mescide giriyordu ve be sebeple bu kapıya “Sel Kapısı” deniliyordu.51 Böyle olunca çoğu zaman sel Mescid-i Haram’a akıyor ve burasını suyla dolduruyordu. Eskiden beri Mekke halkı şiddetli bu sellerin her birine isim veriyor ve sayılarını da unutmuyordu.52 Hicri Kameri 1350 yılına kadar Mekke’ye gelen sellerin sayısı tarih kitaplarında seksen beş olarak kaydedilmiştir.53 Ondan sonra 1384 yılında Mekke’de önemli bir sel daha olmuştur ve bu selin resimleri henüz bakidir. Her halükarda 1040 yılındaki temel onarımından bu güne kadar Kâbe üzerinde sadece kısmi ve yüzeysel yenilikler gerçekleşmiştir. Ğâzî, bu tür tamiratların fihristini kitabında nakletmiştir.54 Haremdeki yazıtta Osmanlı Sultan Mahmud’un 1070 yılında Kâbe’nin tavanını ve içini onardığı yer almıştır.55 Kâbe’nin en önemli tamirlerinden birisi 1377 yılında Melik Suud b. Abdülaziz’in emriyle tavanın onarılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu girişimde -Bu risale, elinizdeki bu kitabın müellifinin çabalarıyla “Mikât-ı Hac” isimli üç aylık derginin ikinci yılında ve beşinci sayısında basılmıştır. Bu risalenin Arapça metni Sayın Ammar Nessâr’ın gayretleri ve Meş’ar Yayıncılık tarafından (Tahran, 1387) basılmıştır. 51 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.557. 52 -Üçüncü asra kadar Mekke sellerinin fihristi için bkz: Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.104-112; Sel setlerinin fihristine de aynı eserin 112. sayfasına bakınız. 53 -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, Eklemeler, c.2, s.326; Havadis-i Tarih-i Mekke, Muhammed Hadi Emini, Üç aylık Mikât-Hac dergisi, sayı:1, s.68-72. Bu makelede seller ve sel setleri hakkında uzununca bilgi verilmiştir. Ayrıca bakınız: İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.415-418. 54 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.418. 55 -a.g.e., c.1, s.418. 50 44 önceki tavan tamamen alınmış ve duvarlarının elden geçirilmesinden sonra yeni tavan yapılmıştır. Tavanın değiştirilmesinin yanında Kâbe’nin içi, tavana ulaşma merdiveni, su akıntısının sağlandığı oluk ve asli sütunlar da onarılmıştır. Hicri 1415-1417 Yıllarında Kâbe’nin Bakım ve Onarımı Kâbe’nin 1040 yılındaki en son tamiri üzerinden 375 yıl geçmiş ve bu zaman sürecinde Kâbe duvarları içten ve dıştan hasar görmüştü ve tamir edilmesi gerekiyordu. Duvarın dışındaki taşların bazıları yıpranmıştı ve buraların tamir edilmemesi hiç de doğru bir iş değildi. Bu sebeple 1414 yılında Kâbe’ye toptan bakım kararı alındı. Alınan bu karar göre taşların aralarındaki oyulan yerler doldurulacak ve kırılan taşların yerine aynısından Mekke dağlarından taş getirilecekti. Taşların boğumları arasına beyaza benzeyen özel bir sıva ile düz hatlar çekildi ve Kâbe’nin yapısı o eski yapı olmasına rağmen yeni yapı görünümü verildi. 1415 yılında ziyaretçilerin görebileceği şekilde Kâbe duvarlarının dışının onarılması tamamlandı. Ondan sonra var olan bozuk yerlerin tamir edilip oluşacak bir sonraki bozukluğun alt yapısını kaldırmak kastıyla Kâbe’yi tekrar yenileme düşüncesi söz konusu edildi. Yapılacak bu tamirle Kâbe içindeki levhalar ve yazıtların, asli taşlarla arasındaki açıklardan dolayı oluşan karınca ve mantarların ortadan kaldırılması kararlaştırıldı. Böyle bir girişim zaman alacağından ötürü Hicri Kameri 1418 yılının başına ertelenip işe bu yılın Muharrem ayının onunda başlandı. Onarım çalışmalarının sorumluluğunu Bin Ladin Müessesesi üstlendi ve Kâbe’nin duvarları etrafına yüksek duvarların çekilmesiyle mühendis ve işçiler Muharrem ayının onunda hızlı bir şekilde çalışmaya başladılar. Halkın görmesini engelleyerek çalışmaların perde arkasından yapılmasının tecrübesi 1040 yılındaki onarım faaliyetlerine dayanıyordu. O yılda zamanın birçok âlimi, Kâbe’nin hürmetinin korunması için onarımın perde arkasında yapılmasına dair fetva vermişlerdi.56 Kâbe’nin etrafına perde çekildi, elbette halkın el sürmesi için Hacerü’l-Esved perdenin dışında bırakıldı. Kâbe’nin en son yenilenmesinde öncelikle yadigâr ve tarihi levhalar Kâbe’nin içinden çıkarıldı ve başka bir yerde saklandı. Kâbe’nin tavanı ve üç tahta sütunu da tamamen alındı ve yeniden yapıldı. Kâbe’nin duvarının iç yüzü de, dış yüzü gibi ıslah edildi. Sıvaları alınmak için kaldırılan taşların tamamı, ilk etapta numaralandırıldı ve onarıldıktan sonra eski yerlerine konuldu. Doğal olarak yapıştırma özelliğini koruması için sıvaları da değiştiriliyordu. Söz konusu bu işler, binanın sağlamlığının korunması için kademe kadame yapılıyordu. Böylelikle duvarlar yukarıdan sökülerek yer seviyesine kadar indirildi. Kâbe’nin tavanının yapılmasındaki en önemli madde olan ağaç için, çeşitli merkezlerle pek çok meşveret edilmiş; karınca ve haşerenin çoğalamayacağı, kendini bırakmayacağı ve Mekke iklim koşullarına dayanıklı 56 -Bkz: İfâdetu’l-Enâm, s.333. 45 bir ağacın kullanılması kararlaştırılmıştı. Tavanda kullanılacak ağacın parçaları genellikle on metre uzunluğunda ve en az bir metre genişliğinde olması gerekiyordu. Söz konusu bu ağaçlar Burma ormanlarından seçildikten sonra Cidde’de hazırlanarak Mekke’ye getiriliyordu. Kâbe’nin içinin onarılmasından sonra tavanı ve Hicr-i İsmail’de tamamen yenilenmiş oldu. Böylelikle Kâbe’nin taşları ve gerçekte duvarların dış kaplaması değiştirilerek Kâbe tamamen onarıldı.57 Mescidü’l-Haram ve İlerleyen Dönemlerde Genişlemesi Mekke’de İslam’ın başarıya ulaşması, Allah’ın evinin içi ve etrafının çirkin putlardan temizlenmesine Mekke fezasının tevhit alameti olan Bilal’in (a.s) ezan sesiyle dolmasına sebep oldu. Bu zamana kadar Mescidü’l-Haram’ın etrafında hiçbir duvar yoktu. Sadece Kâbe’nin tavaf edilen tarafında Arapların evleri vardı. İslam’ın ilerlemesi ve Müslümanların sayısının artmasıyla, tavaf alanının daha geniş olması gerektiği hissedildi. Bu sebeple ikinci halife, Kâbe etrafındaki evlerin satın alınıp yıkılmasını ve Mescidin genişletilmesini emretti ve Mescidin etrafına bir insanın boyundan az yükseklikte duvar çekilmesini; bu duvarlara kapılar açılıp duvarların üstüne lambaların yerleştirilmesini ve Kâbe’nin perdesinin de değiştirilmesini söyledi. Kâbe ve Mescidin sel ağzı olması sebebiyle Kâbe ve Mescidin selden korunması için etrafına set yapılmasına çalışıldı. Eski gelenekler esasınca, Kâbe etrafında yaşayan halka, Kâbe’nin saygınlığının zedelenmemesi için evlerinin Kâbe’den daha yüksek yapmamaları emredildi. İlginçtir ki, İslam’ın doğuşundan önce Mekke halkı, Kâbe’nin kutsallığından ötürü evlerini küp şeklinde yapmıyorlardı. Hicri on yedinci yılda İkinci halifenin girişiminden sonra, üçüncü halife hicri yirmi altıncı yılda bir kez daha mescidin alanını genişletti ve etraftaki evlerin alınıp mescidin büyütülmesini emretti. Bundan dolayı halifeyle ev sahibi olan bazı sahabe arasında anlaşmazlık çıktı ve sonuçta onların bazısı bu işe razı olurken bir kısmı da razı olmamıştı. Üçüncü halife Mescidin alanının büyütülmesiyle birlikte mescide sundurma (revak) yapılmasını emretti. O zamana kadar Kâbe’nin etrafı tamamen açık ve tavansızdı ve ilk defa bu yerlerin bir kısmına sundurma yapılmıştı. RESİM 7 S. 92. Velid Zamanında Kâbe’nin Genişletilmesi Emevi halifesi Velib b. Abdülmelik (86-96 yıllarında halifelik yapmıştır), beytülmalın Şam etrafındaki yerlerden haraç, cizye ve öşür unvanlarında alınan ganimet ve mallarla dolu olduğu bir dönemde halifelik yapmıştır. Bu -Bkz: Mikât-ı Hac dergisi, , Ubeydullah Muhammed Emin Kurdî, “Ahirin Tovsia ve Meremmet-i Kâbe” sayı: 36, s.128-144. Daha fazla bilgi için bkz: “Er-Riasetü’l-Amme li Şuuni’l-Haremeyn” sitesi. 57 46 şahıs refah ehli ve büyük görkemli binalar yapmasını seven birisiydi. Bu sebeple Dimeşk’teki Emevi Mescidi, Medine’de Mescid-i Nebevi ve birçok yerlerin yapımına ek olarak Mescid-i Haram’ı 1725 metre daha genişletti ve mescidi yeniden ele aldı. Velid, mescidin etrafına büyük sütunlar üstünde yükselen sundurmalar (revak) yaptı. Bu sütunlar en güzel surette süslendi ve bir kısmı da altın işçiliğiyle bezendi. Aynı şekilde Velid b. Abdülmelik, Kâbe’nin oluğunu da altından yaptırdı. Kâbe’nin altınoluğu günümüze kadar şöhretini korumuştur. Abbasiler Zamanında Mescidin Binası İkinci Abbasi halifesi Mansur (136-158 yıllarında halifelik yapmıştır) hac için Mekke’ye geldi. Mansur, Mescidin hac için gelen Müslümanları çekecek kapasitede olmadığını hissetti ve etraftaki evlerin satın alınıp mescide eklenmesi kararını aldı. Etraftaki ev sahipleri, onun bu kararına muhalefet ettiler, ancak daha sonra evlerinin satın alınmasına razı oldular. Bu genişletilmeyle mescidin mesafesi iki katına çıktı ve mescidin alanına yaklaşık beş bin metre eklendi. Söz konusu imar ve genişletme çalışmaları, mescidin kuzey ve batısından gerçekleşti. Tekrar mescid için sundurmalar yapıldı. Bunun yanında mescidin batısına da bir minare çıkarıldı. Duvarların ve sütunların süslenmesi çoğaltıldı. 137 yılında başlatılan mescidin yapımı Hicri Kameri 140 yılında tamamlandı. Abbasi Halifesi Mehdi Mansur’un oğlu Mehdi (hilafeti: 158-169) 161 yılında tekrar mescidin alanını hususunda imar ve genişletme kararı aldı ve daha çok ev satın alarak mescidin alanını genişletti. Halkın bazısı evlerini vermekten kaçındılar. Mehdi bu konuda Musa b. Cafer’e (a.s) sorunca o şöyle yazdı: “Eğer halk, Kâbe’den önce buraya ev yapmışsa, evlerini bırakmama öncelikleri onlara aittir, ancak ilk önce Kâbe buradaydı ise ve halk ondan sonra gelmişse, mescidin bu yerlere olan hakkı önceliklidir.” Mehdi bu noktaya dayanarak etraftaki evleri aldı. Ondan sonra ev sahipleri İmam Kazım’ın (a.s) yanına geldiler ve ondan, Mehdi’den evlerinin parasını almasını söylediler ve İmam da (a.s) böyle yaptı.58 Mehdi zamanında mescidin alanına 8380 metrekare eklenmişti. Bu imar ve genişletme çalışmalarında, mescidin etrafına kapılar açıldı ve asırlar sonrasına kadar bu şekilde baki kaldı. KROKİ S. 94 58 -Tefsir-i Ayyâşî, c.1, s.185; el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.63-64. 47 İkinci halife Mehdi Abbasi 164 yılında uzmanlardan mescidin, küp şeklinde batıya doğru genişletilmesi ve Kâbe’nin de genişletilen bu küpün ortasında yer alacak şekilde konumlandırılası için bir proje hazırlamalarını istedi. Böylelikle mescidin alanına 6560 metrelik bir alan daha eklenmiş oldu. Aynı şekilde buraların etrafına da ravaklar ve sütunlar yapıldı. Şimdilerde de bu sütunlar ve üzerindeki Abbasi halifesi Mehdi’ye ait yazıtlar olduğu gibi kalmıştır. Hatırlatılması gerekir ki, Mehdi zamanında mescid, Mes’â tarafına doğru genişletilmiş ve mescid ile Mes’â bölgesi arasında hiç mesafe kalmamıştır. Bu halde de sonraları zamanla bu alana evler yapılmıştır.59 Abbasi halifeleri “Mutezid” ve “Muktedir”in döneminde, mescidin kuzey ve batı tarafına küçük bölümler eklenmiştir. Kusayy b. Kilâb zamanında cahiliye döneminde önemli işler hakkında Kureyş’le meşveret etmek için Mescidü’lHaram’ın kenarına yapılan “Dâru’n-Nedve”, genişletilen bu bölümler arasındaydı. Sadece kırk yaşı üstündeki Kureyşlilerin danışma celesesi düzenlendiği Dâru’n-Nedve, hicri üçüncü asrın sonlarına kadar ayakta kalmıştı ve hac için gelen halifeler burada kalıyorlardı. Bu dönemde Dâru’n-Nedve’ye ilgisiz kalındı ve yavaş yavaş yok olmaya doğru gidiyordu. Her yağmur yağışında Mescidü’l-Haram çamura beleniyordu. Bu sebeple Mekke valisi Abbasi halifesi Mutezid’e (hilafeti: 279289) şikâyette bulundu ve halifeden buraya mescid yapılması ya da hacıların kalacağı bir yere dönüştürülmesini istedi. Mutezid bu öneriyi kabul etti ve emir çıkardı. Bu imar ve genişletme çalışmaları Hicri Kameri 281 yılında gerçekleşti. Abbasi Halifesi Muktedir (hilafeti: 295-320) Muketdir de İbrahim Kapısı tarafına doğru bir miktar mescidi genişletti. Müstensir Billâh döneminde de (hilafeti: 623-640) yeni binalar yapılması ve bazı binaların yenilenmesi için çok çaba harcandı. Bu halifeye dair yeni binalar inşa edilmesi yazıtlarda yadigâr olarak kalmıştır. Harem müzesinde saklanan Tavaf yerinin tabanın yapılmasına dair yazıtlardan birisi bunun örneklerindendir. Aynı şekilde "Akabe Cemresi"nin yakınlarındaki Biat Mescidi’nin yapımında bu yapının duvarına işlenen yazıt da bu halifenin geride bıraktığı yazıtlardandır. Daha sonra Mescid-i Haram’ın kısmi yapım ve onarımı devam etti, ancak mescidin genişletilmesi doğrultusunda bir adım atılmadı. Her halükarda Memlûkler ve Osmanlılar döneminde Mescid etrafındaki sundurmaların yapılması ve zaman zaman tamirlerin gerçeklemesinin, söz konusu bu yapılanmaların esasını oluşturduğu açıktır. Bu yapım ve onarım bilgilerine Mekke tarihini içeren kitaplarda, çeşitli seyahatnamelerde ve Memlûk ve Osmanlı halifeleri tarihine dair kitaplarda rastlamak mümkündür. Bazı 59 -Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.159. 48 tarihlerde bir takım eklere dair bilgiler yoksa bunun sebebi, ciddi bir genişletilmenin olmaması yanında sadece yeni yapıların dikkate alınmasıdır. Buna rağmen bu doğrultudaki bilgiler, bizim ele aldığımız bu kitaba sığmayacak kadar çoktur. Hicri onuncu asırda özellikle Memlûklerin büyük sultanı Kaytabay zamanında yeni yapımlara dair çeşitli yazıtlar bulunmaktadır. Hali hazırda mescid etrafındaki sundurmalara bakılarak, bu yapıtların, Memlûk ve özellikle Osmanlı mimarına ait olduğu anlaşılmaktadır. 802 yılında Mescid-i Haram’da bir yangın olayı patlak verdi. Ateş, Mekke’nin Mescid-i Haram’ın batı tarafındaki Babu’l-Hazreve’ye bitişik olan meşhur Ribât’lardan birinden kaynaklanıyordu. Burası elin ulaşamayacağı ve ateşin söndürülme imkânının olmadığı mescidin sundurma tavanındaydı. Tavanın batı bölümü yanarak kuzey tarafına Şâmî yani Babu’l-Acele60 tarafına doğru ulaştı. Bu yangından sonra 803 yılında mescidin yenilenmesi başladı ve sütunlar ve etraftaki sundurmalar yapıldı. 825 yılında Memlûk sultanlarından Barsbay isminde birisi, Harem mekânlarının viran olmaya yüz tutmuş bölümlerini yaptı. HARİTA.S.97 Böylelikle Mısır padişahlarının iki üç asır boyunca Harem’in yenilenmesi ve onarılmasında önemli rollerinin olduğunu söylememiz gerekir. Aynı zamanda bunların Haremeyn-i Şerifeyn’e yaptıkları hizmetleri de pek çoktur. Osmanlı döneminde yani Osmanlıların hicri onuncu asrın üçüncü on yılında Haremeyn’i ellerine aldığı zamanlarda da yapım ve onarım çalışmaları devam etmiştir. Bu zamanda ve daha sonraki uzun dönemlerde Mescidü’l-Haram’ın etrafı bölmelerle, zaviyelerle ve medreselerle doluydu. Memlûk ve Osmanlı sultanlarının çoğu dini eğitim ve sufi veya misafirler için binalar yapmaya ilgi duyuyorlardı. Çok uzun olup Mekke’deki yapılan bölüm ve Ribât’ların fihristi iki cilt kitap olmuştur. Mekke’de bu asırlarda onlarca önemli medreselerde yapılmıştır. Hicri on birinci yüzyılın olaylarını içeren eserlerden birisi Nehirvali’ye ait olan (ö. 990) el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beytullahi’l-Harâm kitabının esas alınarak yazıldığı Cevâhiri’t-Tarihi’l-Mekkî isimli kitaptır ve bu kitap esasınca Mescidi Haram’ın detaylı bir nitelendirilmesi yapılabilir. Söz konusu kitabın bildirdiğine göre Osmanlıların bir asır boyunca Harem’e egemenliğinin ve o zamanın, mescide hâkim mimarisinin zamanla Rum mimarisine doğru değişimi müşahede edilebilir. Osmanlılar geniş onarım çalışmalarına ek olarak minareler yapmış ve ziyaretçiler ve Haremeyn sakinlerinin durumlarının kolaylaştırılması için bol miktarda mal ve para yardımında bulunmuşlardır ki 60 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.688. 49 gönderilen bu paralara ıstılahen Surre-i Hümayun (Hümayun’a ait para kesesi) deniliyordu. Bâber, Hümayun, Ekber ve Cihangir isimlerindeki bazı Hint Moğolları sultanlarının da Mekke’ye yüklü paralar gönderdiğine dair bilgilerin zikredilmesi, bu kitabın ilginç noktalarından birisidir. Hintlilerin halka ve Haremeyn’in mübarek mekânlarına mal ve para göndermeleri, on üçüncü asrın sonlarına hatta on dördüncü asrın başlarına kadar devam etmiştir. Suudiler Döneminde Mescidü’l-Haram Hicri Kameri 1368 yılında (1328 h.ş) Abdülaziz Suudi, mescidin her taraftan genişletilmesi emrini verdi. Hicri Kameri 1375 yılında (1335 h.ş) başlayan imar ve genişletme çalışmasıyla Mescidin alanı 160861 metreye kadar ulaştı. Bu miktardaki genişlikle üç yüz bin namaz kılan kimselerin varlığı dikkate alındı. s. 99 harita Mescidin kapıları da çoğaltılarak altmış dörde çıkartıldı. Melik Fahd, kardeşi Halid’in ölümünün ardından Hicri Kameri 1402 (1361h.k) yılında saltanata ulaştı. Melik Fahd, faaliyetlerinin temelini Haremeyn-i Şerifeyn işleriyle ilgilenmek olarak belirledi. O, 1409 yılında Mescidü’l-Haram’ın benzeri görülmemiş bir şekilde yapılıp onarılması kararını aldı. Mescidü’l-Haram’da yapılan bu imar ve genişletme çalışmaları Mescidü’l-Haram’ın tarihinden şimdiye kadar yapılan imar ve genişletme çalışmalarının en kapsamlısıydı. Suudilerin ikinci ek çalışması genelde Mescidin batı bölümünde gerçekleşti ve bu bölümün alanı 76000 metre küp genişletilerek küp şeklinde Mescidin batı kenarına eklendi. Bu bölüme her biri 89 metre yüksekliğinde iki büyük minare yapıldı. Bununla birlikte her birinin dört sütun üstünde yer aldığı üç büyük kubbe inşa edildi. Hatırlatılması gerekir ki, hali hazırda Mescidü’lHaram’ın minare sayısı dokuz adettir. Bunlara ek olarak yer altının inşası, birinci katın üzerine bir kat daha bina yapımı ve namaz kılınması için ilk katın yukarı alanının düzenlenmesi gibi faaliyetlerde bir diğer köklü girişimlerdendir. Aynı şekilde ziyaretçilerin birinci kata ve tavana intikal ettirilmesi ve sıradan basamakların yerine Mescidin çeşitli bölümlerine elektrikli taşıyıcıların yerleştirilmesi de bu girişimler içinde yer alır. Aynı şekilde yeni eklenen sundurmalar ayrılmış, namaz kılınması için Mescidin dışının doğusuna, batısına ve güneyine üstü açık bölümler 50 eklenmiştir. Söz konusu bu bölümlerin kabataslak alanı doğuda -Mes’â’nın (sa’y yapılan yer) dışında 46000 metre küp ve başka bir yönünde de 42000 metre küptür ki, bunların toplamı 88000 metre küptür.61 Mescidü’l-Haram’ın hava değişiminin sağlanması içinde çaba harcanmıştır; Mescidin bir bölümünden serin hava dolaşımı sağlanmış ve Mescide 450 metre uzaklıktaki “Ecyâd” bölümündeki merkezi sütunlar arasından soğuk hava akımı oluşturulmuştur. Ancak Mescid daha ziyade tavana monte edilen 1292 adet pervane aracılığıyla serinletilmektedir. S. 101. Resim 16-19 Kâbe Etrafının Genişletilmesi Hicri Kameri 1386 yılında Mescidü’l-Haram’ın Kurâre gibi eski mahallelerin bulunduğu kuzey ve kuzeydoğu etraflarında epeyce yıkım çalışmaları başladı. Cuderiyye ve Gazze pazarları, oteller, çok sayıda küçük pazarlar, yüzlerce ve hatta binlerce evin yıkılması başlatıldı ve bu çalışmaların üzerinden üç sene geçtiği bu günlerde (1389/2010) çok geniş alanlar düzeltilmiştir. Savki’l-Leyl’e (Akşam Pazarı) kadar devam eden bu çalışmalar Şi’b-i Âmir’e kadar devam edileceği görülüyor. Suudi devletinin dediğine göre ileriki yıllarda yeni bölgede otel ve yeni pazarların yapılması söz konusu bu projenin kapsamında yer alacaktır. Böylelikle bundan sonra Şâmîye, Kurâre, Savki’l-Gazze… gibi Mekke’nin eski yerleşim bölgelerinden ve mahallelerinden geriye hiç bir şey kalmayacaktır. 61 -el-Kabetü’l-Muazzama ve’l-Haremâni’ş-Şerifân, s.209. 51 MESCİD-İ HARAM’IN BAZI BÖLÜMLERİNİN YAPILMASININ TARİHÇESİ Kâbe Binası Daha önce Kâbe binası ve Mescid-i Haram’ın inşasının tarihçesine değinmiştik. Şimdi Kâbe ve Mescid-i Haram’ın inşasının ince detaylı bilgilerini açıklayacağız. Bazı veriler esasınca kısmi farklılıkların görülmesi yanında siyah taştan yapılan Kâbe’nin özellikleri şöyledir: Kâbe kapısının kenar uzunluğu; yani Rükn-i Esved’den Rükn-i Irakî’ye kadar olan ölçüsü 11/68 metre. Rükn-i Irakî’den Rükn-i Şâmî’ye kadar olan yerin uzunluğu; yani Hicr-i İsmail’in bulunduğu yer 9/90 metre. Rükn-i Yemânî’den Rükn-i Esved’e kadar yerin uzunluk ölçüsü 10/18 metre.62 Başka bir veride yer alan bilgiye göre: Kâbe’nin yüksekliği yaklaşık on beş metre (tam olarak 14/85 metre), Hicr-i İsmail’in yer aldığı yer on metre ve on santimetre (tam olarak 10/22) ve diğer iki kenarın uzunluğu on bir metredir (tam olarak 11/58).63 Kâbe’nin açıları da yaklaşık dört yöne doğrudur; kuzey, güney, doğu ve batı. Hacerü’l-Esved’in yerden yüksekliği 1/10, Kâbe’nin kapısı da tavaf zemininden yaklaşık iki metre yüksekliğindedir ki merdivenlerden yukarı çıkılacak şekildedir. Kâbe’nin rakımı yaklaşık 300 metredir (denizden yüksekliği). Kâbe’nin yeri yaklaşık Mescidü’l-Haram’ın ortasıdır ve diğer iki kenara nispetle daha ziyade Mescidü’l-Haram’ın güneydoğu tarafına yakındır. “Er-Riasetü’l-Amme li Şuuni’l-Haremeyni’ş-Şerifeyen” sitesinde tarihçilerin Kâbe duvarlarının ölçülerindeki farklı hesaplamalarının, el zirâsı ile demir zirâsından kaynaklandığına değinilmiştir. El zirâsı 46 ile 50 santimetre arasında fark varken demir zirâsında 50 ile 56 santimetre arasında fark vardır. Öyle ki bazıları el zirâsını 48 santimetre olarak bilirler. Bunun yanında modern ölçü esasınca: Suudilerin Mescidü’l-Haram’ı ilk genişlettiği 62 63 -el-Kabetü’l-Muazzama ve’l-Haremâni’ş-Şerifân, s.104. -Daha fazli bilgi için bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.420-423, zirâ ölçü birimine göredir. 52 zamandaki yaptıkları ölçüm esasına göre, Kâbe’nin duvarının aşağısından itibaren yüzölçümü 145 metreydi. Ümmi’l-Kurâ Üniversitesi Hac Konuları Merkezi’nin ölçümü esasına göre Kâbe’nin ölçüleri şöyledir: Rükn-i Hacerü’l-Esved’den Rükn-i Şâmî’ye kadar 11/68 (Kâbe burada yer alır), Rükn-i Yemânî’den Rükn-i Garbî’ye kadar 12/04; Rükn-i Hacerü’l-Esved’den Rükn-i Yemânî’ye kadar 10/18 ve Rükn-i Şâmî’den Rükn-i Garbî’ye kadar 9/90 metredir. Hicri Kameri 1352 yılında bizzat kendisinin ölçüm yaptığı Baslâme’nin ifadesine göre: Kâbe’nin içinden; Yemânî duvarının ortasından Şâmî duvarın ortasına kadar 10/15 ve doğu duvarının ortasından batı duvarı ortasına kadar 8/10 metredir. Kâbe sağlam siyah taşlardan yapılmıştır ve Kâbe perdesinin aralanmasıyla bu açıkça görülür. Hicri Kameri 1040 yılında Kâbe’nin yapımından günümüze değin yerli yerinde olan bu taşlar Mekke dağlarından ve özellikle Mekke’nin Şubeyke mahallesindeki Cebelü’l-Kâbe’den alınmıştır. Bu taşlar farklı ölçülerdedir öyle ki, en büyüğünün uzunluğu 190, genişliği 50 ve yüksekliği 28 santimetre ve en küçüğünün boyu 50 ve genişliği 40 santimetredir. RESİM S. 105 Kâbe’nin sütunlarına eritilmiş kurşun dökülerek sağlamlaştırılmıştır. Kureyşlilerin yapımından önce Kâbe’nin iki kapısı vardı: Birisi doğu tarafında -şimdiki kapının bulunduğu yer- diğeri ise batı tarafındadır; birisi giriş, diğeri ise çıkış içindi. Ancak Kureyşliler sadece doğu kapısını koymuşlardı. Daha önce söylediğimiz gibi sonraları İbn-i Zübeyr, başka bir kapı daha açtı, ancak bu kapı Haccac tarafından kapatıldı. Şimdilerde ise Kâbe’nin bir kapısı vardır. Bu kapı şimdiye kadar defalarca değiştirilmiştir. En son Hicri Kameri 1398 yılında Halid b. Abdülaziz’in emriyle yenilenerek takılmıştır. Önceden değindiğimiz gibi Kâbe’nin binası da 1040 yılından son asra kadar tamir edilmemişti, ancak Hicr Kameri 1388 yılında Suud b. Abdülaziz’in emriyle Kâbe onarıldı ve1417 yılı ve sonrası Fahd b. Abdülaziz’in emriyle Kâbe duvarları yeniden elden geçirildi. Kâbe’nin tavanı çift tavandır (120 santimetre aralıkta) ve ortasında sıralanmış üç tahta direk vesilesiyle ayakta durması sağlanmıştır. Onun etrafına mermer taşları konulmuş ve kenarına da tavana ulaşılması için basamaklar yapılmıştır. Tavan üstüne çıkılması için açılan kapı “et-Tevbe” kapısı olarak meşhurdur. Şadırvan64 64 -Kâbe duvarının temeline bitişik çıkıntı. Çev. 53 Kâbe’nin dört duvarının korunması için etraflarına yapılan şadırvanın(temele bitişik çıkıntının) Kâbe yapısının korunması için konulduğu anlaşılıyor. Şadırvana ait bilgiler en azından ikinci asırda vardı, zira rivayetler ve tavafla alakalı fikhi hükümler, bu konuya değinmiştir. Üçüncü asırda şadırvan birçok taş parçasından oluşmuştu. Mekke tarihçisi Ezrâkî, Ahbâr-i Mekke isimli kitabında bu taşların sayısını ele almıştır. Rıfat Paşa, Kâbe etrafındaki şadırvanın bir tür mermer taşından olduğuna işaret etmiştir. Kâbe duvarı etrafında yer alan şadırvanın yüksekliği kuzey tarafından 39 enleminde 50 santimetre yüksekliğinde, batı tarafından 80 enleminde 27 santimetre yüksekliğinde, güney tarafından 87 enleminde 24 santimetre yüksekliğinde ve doğu tarafından 66 enleminde yüksekliği 22 santimetre olarak bilinir. Şadırvan 1417 yılında son defa eski mermer parçalarıyla yenileri karıştırılarak yeniden yapılmıştır. Kâbe’nin Perdesi Mescidü’l-Haram’a doğu tarafından Babu’s-Selam’dan veya Babu’n-Nebi tarafından girip Kâbe’ye baktığımızda, bu evin üzerinde Kur’an ayetleriyle işlenmiş siyah perdeyle örtülmüş bir azametin yansıdığını göreceğiz. Bu ayetler altın ve gümüş iplerle işlenmiş ve Kâbe’yi çepeçevre sarmıştır. Gümüşle kaplanmış Kâbe’nin kapısının üzerine halis altın işlenmiş ve altınla yazılmış ayetler de belirgin bir şekilde göze çarpmaktadır. KROKİ S. 107. İlk defa Hz. İbrahim’in (a.s) Kâbe üzerine perde çektiği söylenir. Daha sonra Kureyş bu sünneti devam ettirmiş ve Kâbe perdeciliği makam unvanıyla özel bir atama şekline dönüştürülmüştür. Allah Resulü (s.a.a), Mekke’nin fethinden sonra (hicretin sekizinci yılı ve Ramazan ayının yirmisi) Kâbe’nin perdesini değiştirdi. Ondan sonra halifelerin sürekli yaptığı işlerden birisi, her yıl Kâbe’nin perdesini değiştirmek olmuştur. Daha ziyade bu örtünün Kâbe’nin duvarlarının zarar görmemesi ve saygınlığının korunması amacını taşımasına rağmen zamanla siyasi açıdan bunun çok önemli olduğunu ve örtüyü dokuyanlar için bu işin bir iftihar kaynağı olduğunu söylememiz gerekir. Hiç şüphesiz perde dokuma ustalığında Mısır öncü konumundadı, bu sebeple Abbasilerin zamanında bile yıllarca Kâbe örtüsünün dokuması Mısırlılar tarafından yapılmıştır. İslam devletleri arasında, İslam dünyasının bir köşesinde bir devlete hâkim kimseler içinde, siyasi gücü çok olanlar böyle bir iftihara sahip olma başarısı elde edebiliyordu. Emevilerden sonra Fatımîler, Yemen hâkimleri ve zaman zaman da nüfuz sahibi olan bölgesel güçler Kâbe perdesinin hazırlanması sorumluluğu üstleniyorlardı. Söz konusu sorumluluğu üstlenen hâkim güçler, perdeye kendi isimlerini yazıyorlardı ve perde yerinde olduğu sürece bu isimler, tavaf edenler tarafından müşahede ediliyordu. Örneğin hicri dördüncü yüz yılın başlarında Ebu’s-Seraya, Aleviler olarak bir süre Irak’ın gidişatını 54 ele almıştı ve Mekke’de onun temsilciliğini yapan Hüseyin b. Aftas, üzerinde şöyle yazılan bir perdeyi Kâbe’ye göndermişti: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Muhammed ve onun tertemiz seçkin Ehlibeyti’ne selam olsun. Bu örtü, Âl-i Muhammed davetçisi Emir Ebu’s-Seraya el-Esfar b. el-Esfar tarafından Beytullahi’l-Haram için yaptırılmıştır.”65 Söylenmesi gerekir ki, bu perdenin dokunmasında, büyük maharet ve ustalık gösterilmiştir. Çoğu zaman Kâbe perdesinin dokunmasının masrafına seçkin ve önde gelen şahıslar ortak oluyorlardı örneğin Mısır’da bazı varlıklı kimseler pek çok köyü, perdenin dokunması için vakfediyorlardı.66 Halifelerin Kâbe perdesine dair haberleri tarihi kaynaklarda gelmiş ve “Kurdî” bunların tamamını tek tek et-Tarihi’l-Kavîm kitabının dördüncü cildinde zikretmiştir. Bu perdelerden birisi Ebu’n-Nasr Esterâbâdî isminde bir şahsın dokuyup 446 yılında hacca gönderdiği perdedir.67 Hicri Kameri 532 yılında da Ramşet Farisi isminde bir İranlı Kâbe’nin perdesini hazırlamıştır. Bu yılda sultanların ihtilafa düşmeleri sebebiyle Kâbe’ye perde gönderilmemişti.68 İran’da Timur’un döneminde, Timur’un oğlu Şahrûh birkaç yıl Kâbe için perde gönderdi. Bu dönemde ve Osmanlıların iş başına gelmesine kadar, Memlûkler ve Osmanlılar Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet ediyorlardı ve istisna olarak başkalarının Kâbe için örtü göndermelerine izin veriyorlardı. Şayet nakledilmesi yerinde olur ki, 865 yılında Mısırda sultanlığa ulaşan Ebu Said ismiyle meşhur Melik En-Nasir Memlûkî, Kâbe için örtü gönderdi.69 Alışıla geldiği gibi her sene örtünün takılacağı zaman Mescidü’l-Haram hizmetçilerine ve Haremeyn halkına bir miktar para ve hediye gönderiliyordu. Aynı şekilde örtüyü hediye eden şahsın isminin örtü üzerine yazılması ve bu işin yıl boyunca o şahsın büyüklüğünün bir göstergesi olması da alışıla gelmiş adetlerdendi. Kâbe’nin örtüsünü her yıl Mısırlı veya Şamlı hacılar kervanıyla gönderiyorlardı. Mısır kervanının Memlûk devleti zamanında itibarı vardı. Bu devletin yıkılmasından sonra ilk defa Sultan Selim Rum kervanını yola düşürdü ve 923 yılında Kâbe’nin örtüsünü gönderdi.70 Ancak sonraları Rum kervanı fazla itibar kazanamadı ve Mısır ve Şam kervanları itibarlarını korumayı başardılar. Osmanlı devletinin son onlu yıllarında Osmanlı tarafından atanan hac işleri sorumlusu, Şam kervanının idareciliğini yapıyor ve bu yol üzerindeki hacıları hacca getiriyordu. Birkaç asır Mısır tarafında temin edilen Kâbe perdesi, bu ülkenin hâkimleri tarafından belirlenen vakıfların gelirleri vesilesiyle dokunuyordu. Vakfedilen 65 -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.263-264. -et-Tarihi’l-Kavîm, Muhammed Tahir Kurdî, c.4, s.228. 67 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.198. 68 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.198. 69 -a.g.e., s.202. 70 -Menâihi’l-Kerem, c.3, s.227-228. 66 55 köylerin uzunca bir isim listesi kaynaklarda zikredilmiştir.71 Kâbe perdesinin yüzeyinin yazımında yüksek miktarda altından istifade ediliyordu. Kâbe’nin örtüsü güneş, yağmur ve rüzgâra maruz kalması sebebiyle her yıl yenilenmesi gerekiyordu. Bazı yıllarda iki defa değiştiriliyordu. Değiştirileceği yılın son günlerinde Kâbe örtüsünün değiştirilmesi gerektiğini açıkça görmek mümkündür. Ezrâkî, Hicri Kameri 200 yılından 244 yılına kadar değişen örtü sayısını 170 adet olarak hesaplamıştır.72 Kâbe’nin örtüsü son yüzyıla kadar siyahtı ve üzerindeki altın yaldızlı yazıyı müşahede etmek mümkündü. Elbette bazı zamanlarda başka renklerden de yararlanılıyordu. Örneğin Selçuklu Melikşah döneminde, Gazneli Sultan Mahmud zamanında Kâbe’ye gönderilen örtü sarı renkliydi.73 Abbasi halifesi Nâsır zamanında ilk önce Kâbe için yeşil örtü hazırlanmış daha sonra Nâsır’ın hilafetinin sonlarında siyah renk olması kararlaştırılmıştır ki, ondan sonra siyah rengi korunmuştur.74 Kâbe örtüsü, genellikle Arefe günü veya kurban bayramı günü takılıyordu. Kâbe’nin içinde de bir perdenin olduğu ve birkaç yılda bir değiştirildiğinin de söylenmesi gerekir. Birkaç yılda değiştirilmesinin sebebi ise, iç perde güneş altında değildi ve çabuk yıpranmasına vesile olacak ziyaretçilerin dokunmasından da uzaktı. Suudi devletinin istikrarından sonra, devlet bu işi kendisi üstlenerek diğer devletlerin hacca dair dini işlere nüfuz etmesinin önünü almaya çalışmıştır. RESİM 24-25 S. 111 Suudilerin Zamanında Kâbe’nin Örtüsü Abdülaziz Hicri Kameri 1343/1924 m. yılında Hicaz işlerini ele almasının ilk yılında yani 1344 yılında Mısır kervanı tarafından gönderilen örtü, Kâbe’ye takıldı. Suudilerin bu duruma tahammül edemeyecekleri ortadaydı. Abdülaziz 1346/1927 m. Kâbe örtüsünün dokunması için özel bir atölyenin kurulması emrini verdi ve çok geçmeden aynı yılın Muharrem ayında girişim başlatıldı ve Recep ayında tamamlandı. Kâbe’nin örtüsü bu iş yerinde hazırlanıyordu. Saf ipekten dokunan bu örtü Suudi ve Hintliler tarafından dokundu. Bu atölyede her yıl Kâbe için örtü dokunuyordu. İlk defa 1352/1932 yılında söz konusu bu atölyede hazırlanan örtü Kâbe’ye takıldı. Miladi 1958 yılında Mısır bir kez daha Kâbe örtüsünü hazırlamak için rağbet etti ve Mısır’ın ısrarları üzerine Melik Abdülaziz Kâbe örtüsünün onlar 71 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.457. -Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.1, s.264. Bunun uzak bir ihtimal olduğunu tahmin ediyoruz. Zira Kâbe perdesinin sıradan bir kumaş olması ve yılda birkaç defa değiştirilmesi durumunda böyle bir sayıya ulaşılabilir. 73 -en-Nücumu’z-Zâhire, c.5, s.95. 74 -el-Ikdu's-Semîn, c.1, s.58. 72 56 tarafından hazırlanmasına muvafakat etti. Ancak 1381/1961 yılında Mısır siyasi özel sebeplerden dolayı örtüyü hazırlamaktan kaçındı ve o zaman Melik Abdülaziz, Kâbe örtüsünün dokunacağı atölyeyi bir kez daha faaliyete geçirmek için karar aldı. Söz konusu bu atölye Hicri Kameri 1384 yılında işe başlayarak günümüze kadar bu görevi üstlendi. Suudi Arabistan 1357/1938 yılında bu atölyeyi, Kâbe örtüsünü dokuyup hazırlaması için 1500 metre kare üzerine kurdu. İlk etapta bu örtünün hazırlanışı tamamen sade ve elle yapılıyordu, ancak 1392/1972 yılında yüz bin metrekarelik yeni bir atölyenin yapılması emredildi. O zamanlarda Bakanlar Şurası Başkanı İkinci Yardımcısı ve İçişleri Bakanlığı makamını üstlenen Melik Fahd var gücüyle çalışarak 1395/1975 yılında veliaht olduğunda bu ötölyeyi açtı. Bu atölye, yakınında Harem Müzesi’nin de yer aldığı eski Cidde caddesindedir. Ben kendim (bu kitabın yazarı) Hicri Şemsi 1380/2001 ve 1381/2002 yıllarında bu iki atölyeyi de iki defa görmeyi başardım. Yeni yapılan bu atölye iki bölümden oluşmaktadır: İlk bölümünde Kâbe’nin iç örtüsü ve örtünün kuşağı dokunur ve örtü üzeri gümüş ve altın suyuna batırılan iplerle süslenir. Modern araçlarla donanmış olan ikinci bölümünde Kâbe’nin dış örtüsü dokunur. Diğer bölümleri ise şunlardır: 1-Mescidlerin halı ve kilimlerinin dokunduğu otomatik dokuma bölümü. 2-Kâbe örtüsünün yapımında kullanılan ipeğin boyandığı bölüm. 3-Modern otomatik araçlarla donanmış tamir ve onarım işlerinin yapıldığı bölüm. Kâbe Örtüsünün Özellikleri 54 parçadan meydana gelen Kâbe örtüsünün; her bir parçası 14 metre ve genişliği 95 santimetre olup tamamı 2650 metre küpün üstündedir. 16 parçadan oluşan Kâbe’nin kuşağı 95 santimetre genişliğinde 45 metrelik bir alanı kaplar. Kâbe örtüsünün hazırlanmasında 720 kiloluk boya maddeleriyle boyanması için 670 metrelik beyaz saf ipeğe ihtiyaç varken kuşak ve örtünün kapı tarafına gelen bölümü için toplam 120 kilo altın ve gümüş ipe ihtiyaç duyulur. Daha önce söylediğimiz gibi Kâbe’nin dış örtüsü siyah ve iç örtüsü başka bir renktedir. Siyah renginin seçilmesinin sebebi tam olarak belli değildir. Her halükarda Kâbe siyah örtüsüyle, Mescidü’l-Haram’ın beyaz alanı üzerinde boy gösterir ve kendine has cezbedici bir görünüm sergiler. Zamanla Kâbe’nin siyah örtüsünden herkes bir çıkarım ve yorumda bulunmuştur. Şair Ebiverdi, çok sayıda hacının hac yolunda binlerce eşkıya eliyle öldürülmesi münasebetiyle şöyle dile gelmiştir:75 Kâbe günahsız öldürülenlerden dolayı Sürekli giyer siyah elbisesini Dindar Acem şehitlerinden dolayı Zemzem suyu utancından yere çekildi. 75 -Seyahatname-i Manzûmi Hac, (Zamâim) s.91. 57 “Berka” ismindeki Kâbe kapısının perdesi siyah ipekten dokunmuş ve Resmü’l-Hat’la yukarısına Kur’an ayeti işlenmiştir. Kâbe kapısının örtüsü Mekke-i Mükerreme’de yapılarak Kabe-i Müşerrefe’ye hediye edilmiştir. Bu örtünün alt kısmında şu cümle yer alır: “Haremeyn-i Şerifeyn’in hadimi-hizmetçisi Melik Fahd b. Abdülaziz Âl-i Suud, Allah kabul etsin.” Melik Abdullah’ın değişmesinden sonra tabii olarak bu isimde değişecektir. Kabe-i Müşerrefe’nin örtüsünün hazırlanmasının gideri 17 milyon Suudi riyalına ulaşır. Kâbe Örtüsüne Yazılmış Kur’an Ayetleri Küp şeklindeki Kâbe’nin ortasına ipek ipliğiyle “La ilahe İllallah” ve “Muhammeden Resulullah” kelimesi yazılmış ve bu kelimenin sağ ve soluna “Ya Allah” “Lafzı Celale”si 8 sayısı şeklinde işlenmiştir. Kâbe’nin kuşağı üzerine ve doğu kısmına altın ve gümüş iplerle şu ayet işlenmiştir: ِ َّاس واَمنا واتَّ ِخ ُذوا ِمن م َق ِام اِب ٰرهيم مصلًّى وع ِه ْدنَا اِ ٰلى اِب ٰره ِ ِ يل اَ ْن طَ ِّه َرا بَ ْيتِ َى َ ﴿ َوا ْذ َج َعلْنَا الْبَ ْي ََ َ ُ َ ْ َ ْ َ ً ْ َ ِ ت َمثَابَةً للن َ ْ َ يم َوا ْس ٰمع ِ َ َود* واِ ْذ ق ِ ِ ِ ب اجعل ٰه َذا ب لَ ًدا ٰا ِمنًا وارُز ْق اَ ْهلَهُ ِمن الثَّمر ِ ِ ات َم ْن ٰا َم َن ِم ْن ُه ْم َْ َ َ ين َوالرَّك ِع الس ُج َ ين َوال َْعاكف َ للطَّائف ََ َ ْ َ ْ ِّ يم َر ُ ال ابْ ٰره ٰ ِب ِ اب النَّا ِر وبِْئس الْمصير * واِ ْذ ي رفَع اِب ٰرهيم الْ َقو ِ ضطَرهُ اِ ٰلى َع َذ ٰ ْ الل ِه َوالْيَ ْوِم اع َد ِم َن َ َاْل ِخ ِر ق ْ َال َوَم ْن َك َف َر فَاَُمتِّعُهُ قَل ًيل ثُ َّم ا َ ُ ْ ُ َْ َ ُ َ َ َ ِ ِ ِ َك َواَ ِرنَا َّ ت َ َك َوِم ْن ذُ ِّريَّتِنَا اَُّمةً ُم ْسلِ َمةً ل َ اج َعلْنَا ُم ْسلِ َم ْي ِن ل َ َّيل َربَّنَا تَ َقبَّ ْل ِمنَّا ان َ ْك اَن ْ يم * َربَّنَا َو ُ السم ُ يع ال َْعل ُ الْبَ ْيت َوا ْس ٰمع ِ ِ ﴾الرح ُيم َّ ت الت َّ اب َ َّب َعلَْي نَا ان َ ْك اَن ُ َّو ْ َُمنَاس َكنَا َوت “Hani, biz Kâbe'yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e şöyle emretmiştik: "Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi (Kâbe'yi) tertemiz tutun." Hani İbrahim, "Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır" demişti. Allah da, "İnkâr edeni bile az bir süre, (bu geçici kısa hayatta) rızıklandırır; sonra onu cehennem azabına girmek zorunda bırakırım. Ne kötü varılacak yerdir orası!" demişti. Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe'nin) temellerini yükseltiyor, "Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, bilensin. "Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın."76 Kâbe kuşağının güney tarafına yani Rükn-i Hacerü’l-Esved’le Rükn-i Yemânî’nin ortasına şu ayet işlenmiştir: 76 -Bakara, 125-128. 58 ٰ ﴿بِس ِم ِ ِ َّ ِ ِ ٰ ِ ِت و ٍ ض َع َّ الر ْح ٰم ِن َّ الل ِه َ الرح ِيم * قُ ْل ُ ين * ا َّن اَ َّو َل بَ ْي ْ َ يم َحني ًفا َوَما َكا َن م َن ال ُْم ْش ِرك َ ص َد َق اللهُ فَاتَّبعُوا ملةَ ابْ ٰره ِ ات م َق ِ ِ َّاس ِحج الْب ْي ِ ِ يم َوَم ْن َد َخلَهُ َكا َن ٰا ِمنًا َولِ ٰل ِه َعلَى الن ِ لِلن ت ٌ َين * ف ِيه ٰاي ُ َ ٌ َات بَيِّ ن َ َ َّاس لَلَّذى ببَ َّكةَ ُمبَ َارًكا َو ُه ًدى لل َْعالَم َ ام ابْ ٰره ٰ الل ِه و ٰ ِ ِ ِ ِ ْكت ِ ِ َ َم ِن استَط ِ ٰ ِ اللهُ َشهي ٌد َع ٰلى َ ِ ين * قُ ْل يَا اَ ْه َل ال ْ َ َ اب ل َم تَ ْك ُف ُرو َن ب ٰايَات َ اع ال َْيه َسب ًيل َوَم ْن َك َف َر فَا َّن اللهَ غَن ٌّى َع ِن ال َْعالَم ﴾َما تَ ْع َملُو َن “Bismillâhirrahmânirrahîm. De ki: "Allah, doğru söylemiştir. Öyle ise hakka yönelen İbrahim'in dinine uyun. O, Allah'a ortak koşanlardan değildi." Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke'de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâ'be'dir. Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse (bu hakkı tanımazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey O'na muhtaçtır). De ki: "Ey kitab ehli! Allah, yaptıklarınızı görüp dururken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?"77 Kuşağın batı kısmına yani Rükn-i Yemânî ile Hicr-i İsmail arasına şu ayet işlenmiştir: ِ ت اَ ْن َْل تُ ْش ِر ْك بى َشي پا وطَ ِّهر ب يتِى لِلطَّائِفين والْ َقائِمين والرَّك ِع السج ِ ﴿واِ ْذ ب َّواْنَا ِِْلبْ ٰرهيم م َكا َن الْب ْي ِ ود * َواَذِّ ْن فِى الن َّاس ُ َ ََ َ َ ََ ََ َ َْ ْ َ ً ْ ﴾وك ِر َج ًاْل َو َع ٰلى ُك ِّل َض ِام ٍر يَاْت َين ِم ْن ُك ِّل فَ ٍّج َعم ٍيق َ ُْح ِّج يَاْت َ بِال “Hani biz İbrahim'e, Kâbe'nin yerini, "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle" diye belirlemiştik. İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.”78 Kuşağın kuzey kısmında ise şu ibaret yer alır: “Bu örtü Hadimu’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn’in Mükerreme’de yapılmıştır.” emri ile Mekke-i Örtünün Kâbe’ye giriş kısmı üzerine yuvarlak ve küp şekillerinde şu ayet işlenmiştir: ِ ص ْد ٍق واَ ْخ ِر ْجنى م ْخرج ِ ب اَ ْد ِخلْنى م ْد َخل ﴾صيرا ِّ ﴿ َوقُ ْل َر َ ْاج َع ْل لى ِم ْن لَ ُدن ْ ص ْد ٍق َو ََ ُ َ ً َك ُس ْلطَانًا ن َ ُ “De ki: "Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı bir kuvvet ver."”79 -Âl-i İmrân, 95-98. -Hac, 26-27. 79 -İsrâ, 80. 77 78 59 Aynı yerin alt kısmına ise yine yuvarlak ve küp şekillerinde şu ayet işlenmiştir: ﴾﴿ َوَْل تَ ِهنُوا َوَْل تَ ْح َزنُوا َواَنْ تُ ُم ْاْلَ ْعلَ ْو َن اِ ْن ُكنْتُ ْم ُم ْؤِمن َين “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.”80 Bu ayetin hemen ardından da Ayetü’l-Kürsî işlenmiştir. Bu yazıların tamamı altın ve gümüş ipliklerle ve harikulade bir hatla işlenmiştir. Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde Kâbe’nin örtüsünün tutulması ve bu haldeyken dua edilmesi tekit edilmiştir. Nitekim Hz. Ali b. Hüseyin (a.s) defalarca böyle yapmıştır. Cahiliye döneminden birkaç yıl önceye kadar Sidânet81 görevini elinde bulunduran Ben-i Şeybe değiştirilen perdeyi kendi arasında paylaşıyor ve satıyorlardı. Onlar bu işi devletin gözetiminde yapıyorlardı. Şimdi ise güya özel bir takım deliller üzerine şayet Kâbe örtüsüne teberrük edilmemesi en önemli delili olabilir, bazı Vahabi âlimleri örtünün korunması ve yıllık paylaştırılmasının yasaklanması önerisinde bulunmuşlardı. Daha sonra bunun karşılığında Ben-i Şeybe’ye bir miktar para ödenmesi kararı alınmıştır. Gerçekte geçmişte de Kâbe örtüsünün alınıp satılması konu ediliyordu ve bunda hiç kimsenin bir şüphesi yoktu.82 Kâbe örtüsünün alınıp satılması Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde de söz konusu edilmiş ve izin verilmişti.83 Değinilmesinde yarar vardır ki, bazen çeşitli beldelerin hâkimleri tarafından altın kandiller gibi çeşitli eşyalar Kâbe’ye hediye ediliyordu. Çoğu zaman “Sedenetü’l-Beyt” ismi verilen Mescid ve Kâbe sorumluları Kâbe’ye hediye edilen bu eşyaları satıyor ve Beytü’l-Haram’ın giderlerine harcıyorlardı, zira söz konusu bu kandillerin Kâbe içine asılmasının hiçbir faydası yoktu. Kâbe’nin Rükünleri Kâbe’nin dört açısı “Rükün” olarak isimlendirilir. Ne zaman “Rükün” kelimesi sonuna bir ek almaksızın kullanılırsa bundan Hacerü’l-Esved’in yer aldığı rükün kastedilir. Tavaf güzergâhı Hacerü’l-Esved’den başlayarak Rükn-i Irakî’ye ulaşır, ondan sonra Rükn-i Şâmî ve Rükn-i Yemânî’den sonra tekrar Rükn-i Hacerü’l-Esved’e ulaşılır ve böylelikle bir “Şavt” tamamlanır. RESİM S.116 -Âl-i İmrân, 139. -Kâbe'nin perdedarlığı, anahtarının muhafızlığı, kapısının açılıp kapanması demek olan Hicâbet görevidir. 82 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.479. 83 -Usul-u Kâfi, c.2, s.148. 80 81 60 Bu dört rükün arasında Yemânî ve Esved rükünleri diğer iki rükünden daha faziletlidir. Nitekim Şia ve Ehlisünnet’ten, bu iki rüknün fazileti hakkında rivayetler nakledilmiştir. İmam Bakır’dan (a.s) nakledilen bir rivayette İmam (a.s) şöyle buyurur: "Allah Resulü (s.a.a) Rükn-i Yemânî ve Rükn-i Esved olmak üzere iki rükne elini sürer, onları öper ve yüzünü onlara koyardı."84 Ebu Meryem şöyle naklediyor: “İmam Bakır’la (a.s) birlikte tavaf ediyordum. İmam her tavafında Rükn-i Yemânî’ye elini sürüyor ve: ‘Ey Allahım! Sana tövbe etmem için sen benim için tövbe et ve dönmemek üzere beni koru.”85 İmam Cafer Sadık da (a.s) Rükn-i Yemânî'yi cennet kapılarından bir kapı olarak tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Açıldığı günden itibaren hiçbir zaman kapanmamıştır ve duanın kabul edildiği yerlerdendir."86 Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Hacerü’l-Esved’e ve Rükn-i Yemânî’ye el sürmek, insanın günahlarını temizler.”87 Meşhur nakle göre Fatıma binti Esed’in Kâbe içine girip çocuğu Ali b. Ebi Talib’i (a.s) dünyaya getirmesi için yarılan yer Rükn-i Yemânî’nin kenarıdır. Kabenin duvar ve kapısında gerçekleşen bakım ve onarımlar sebebiyle bu değerli ve seçkin hanımın Kâbe’ye girdiği yerden bir eser kalmamıştır ve hangi şekilde olursa olsun böyle bir yerin araştırılması mümkün değildir. Hacerü’l-Esved Hacerü’l-Esved veya siyah taş, Mescidü’l-Haram’ın çok değerli bir parçası olagelmiş ve 1/5 metre yüksekliğinde Kâbe’nin Rükn-i Esved tarafında karar kılmıştır. Bu mukaddes taş, İslam’dan önce ve İslam’dan sonra sürekli tam bir itina ve kâmil bir yönelme yeriydi ve gerçekte Kâbe’nin asli unsurlarındandır. Böyle bir kutsallığa sahip olması hasebiyle Allah Resulü (s.a.a) onu yerinde bırakmış ve put şeklinde yapılan diğer taşları atmıştır. Bi’setten beş sene önce Kâbe’nin tahribinde Hacerü’l-Esved Mescid’in uzağına düştü. Onun kendi yerine konulacağı zaman, daha önce genişçe açıklandığı gibi Kureyş kavgaya tutuştu. Ancak Allah Resulü’nün (s.a.a) dirayetiyle, bu taş onun mübarek abasına konulmuş ve abanın dört köşesinden -Usul-u Kâfi, c.4, s.408; Hilyetu’l-Evliya, c.8, s.203. -Usul-u Kâfi, c.4, s.409, h.14. 86 -Usul-u Kâfi, c.4, s.409. 87 -Müsned-i Ahmed, c.2, s.3. 84 85 61 Kureyşliler tutarak faziletten kendi paylarına düşeni almışlar ve sonuçta Peygamber (s.a.a) tarafından bu taş kendi yerine konulmuştur. Zamanla değişimlerin etkisiyle bu taşın hacmi azalmış ve hatta birkaç parçaya ayrılmıştı. Bu taşın en son parçalanmasından sonra onun çeşitli parçaları birbirine eklemişler ve onu gümüş bir kabın içene koymuşlardı. Halihazırda taşa dokunulup öpülecek miktarda bir yer bırakılmıştır. Birçok rivayetlerde Hacerü’l-Esved’in cennet taşı olduğu ve Hz. Âdem’le (a.s) birlikte yeryüzüne gönderildiği yer almıştır.88 İbn-i Abbas’tan nakledildiğine göre Allah Resulü’ne (s.a.a) biat etmeyen daha sonra Hacerü’l-Esved’e dokunan kimse Allah ve Resulü’ne (s.a.a) biat etmiştir. Aynı şekilde rivayette geldiğine göre bu taş ilk önceleri beyazdı, ancak Âdemoğulları’nın işledikleri günahlar sebebiyle siyahlamıştır.89 Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kıyamet günü Yüce Allah, Hacer-i Esved'i gören iki gözü ve konuşan bir dili olarak yaratacak ve o da kimin ona el sürdüğüne tanıklık edecektir."90 Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Hacerü’l-Esved yeryüzünde Allah’ın elidir, onu mesh eden kimse Allah’ın eline mesh etmiş (gibi)dir.”91 İmam Sadık (a.s) buyuruyor: “Hacerü’l-Esved’in etrafında kimsenin olmaması suretinde rahtlıkla dokunup onu öpme imkânı varsa öpün ve izdiham halinde ona uzaktan tekbir söyleyin.”92 Halen Müslümanların geneli de böyle yapmaktadır. Aynı şekilde İmam Sadık’ın (a.s) buyruğu gereği kadınlardan kaldırılan şeylerden bir tanesi de Hacerü’l-Esved’e dokunmaktır.93 RESİM S. 119 Bir gün ikinci halife Hacerü’l-Esved’i öperken şöyle demiştir: 88 -Usul-u Kâfi, c.4, s.184. -a.g.e., s.190. 90 -Evâli'l-Leâli, c.1, s.185. 91 -el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.102. 92 -Bkz: Usul-u Kâfi, c.4, s.404; et-Tehzib, c.5, s.103. 93 -Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.326. 89 62 “Seni Allah Resulü (s.a.a) öptüğü için öpüyorum, aksi takdirde ben seni fayda ve zararı olmayan bir taşın dışında bir şey olarak bilmiyorum!” Emirilmüminin Ali (a.s) şöyle buyurur: “Hacerü’l-Esved’in hem faydası vardır hem de ziyanı; müminlerin vefasına ve kâfirlerin inkârına şehadet eder.”94 Hicri Kameri 317 yılında Karmatî ismiyle meşhur olan İsmâilîler fırkasından bir grup Hacerü’l-Esved’i Kâbe’nin kenarından alıp Ahsa’ya götürdü. Bu fırka 22 yıl -bu yıldan dört gün az- boyunca Hicri Kameri 339 yılına kadar Hacerü’l-Esved’i orada tuttular sonra bu yılın kurban bayramı günü aldıkları yere geri getirdiler.95 Ondan sonraki yıllarda ard arda isteyerek ve istemeyerek Hacerü’l-Esved yerinden alındı ve her alınışında ondan bir parça ayrıldı. Bir defasında 363 yılında Rumlu birisi (büyük bir ihtimalle Hıristiyan) Mekke’ye geldi ve Mescidin kalabalık olmadığı anda Hacerü’l-Esved’de bir darbe indirdi. Hicri Kameri 1351 yılının Muharrem ayında da Afganlı birisi Kâbe’nin bir parça taş, bir miktar örtü ve basamaklardaki gümüşü aldı, ancak bu şahsı yakalayıp idam ettiler.96 Ne şekilde olursa olsun Hacerü’l-Esved’den ayrılan parça tekrar aynı yerine olduğu gibi konuldu. Hali hazırda Hacerü’lEsved gümüş bir kabın içinde korunmaktadır. Hacerü’l-Esved’in yerden itibaren duvara doğru yüksekliği 1/5 metredir. Ona dokunulması ve öpülmesi tekit edilmiş ve rivayetlerde Allah Resulü’nün (s.a.a) Hacerül-Esved’e dokunmaya ve onu öpmeye özen gösterdiği yer almıştır. Tavafın Hacerü’l-Esved den başlayıp orada bittiğini söylemememiz gerekir. Üç dört yıl önce bu taşın hizasından yer üzerine siyah bir hat çekilmiş (Mescidin sonuna kadar) daha sonra izdiham yaşanmasından dolayı kaldırılmıştır. Buna ilave olarak tavaf edenlerin yönlendirilmesi için Hacerü’lEsved’in üzerine yeşil renkli bir lamba konulmuştur.97 Mültezem Bir yönünde Hacerü’l-Esved ve diğer tarafında Kâbe kapısının yer aldığı Kâbe duvarının bir kısmına “Mültezem” denilir. Halkın bu kısımda durup kendini duvara yapıştırarak dua etmesi hasebiyle bu isim verilmiştir. 94 -Şerhi’l-Ahbâr-i Gazi Numan, c.2, s.317. -Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac dergisi, “Fitne-i Karamite der Mekke”, Üstat Yakup Caferi, sayı: 5. 96 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.544. 97 -Zamanımızda gerçekleşen ilginç olaylardan bir tanesi şudur: 1400 yılı Muharrem ayının başlarında şahsın birisi Kâbe’nin kenarında ve Hacerü’l-Esved’in altında kendisinin Mehdi olduğunu ilan etti. O gece ve sonrasında bu şahısla birlikte olan silahlı bir grup, Mescidin içine girmişler ve ona biat etmişlerdi. Sonra Suudi devletiyle yaşanan uzunca bir çatışma sonucunda bu kimseler aradan kaldırılmıştı. O gece Mescidü’l-Haram’da olan Ayetullah Feyzi Kaşanî olayla detaylı bilgi vermiştir. Daha fazla bilgi için bkz: Keyhan (1364), hatıralar bölümü, s. 20. Bu olaydan sonra Suudi Arabistan’da Ehlisünnet’in Mehdi’nin zuhuruna nasıl inandığını konu eden birçok kitaplar yazıldı. Bu olaydan sonra Suudi şehitleri anısına Mekke’nin Ecyâd semtinde Şuheda (şehitler) oteli yapılmış ve vakfedilmiştir. Olayda ölen devlet görevlilerinin isimleri otelin içindeki tabloda görülebilir. 95 63 Rivayette nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) duvarın bu kısmına yüzünü ve ellerini koymuştur. Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilir: “Mültezem, duanın kabul edildiği bir mekândır ve burada dua edip de Allah’ın duasını geri çevirdiği hiçbir kul yoktur.”98 Kulun, bu bölüme elini koyup günahlarını itiraf etmesi burada gerçekleşen amellerden birisidir. Nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Burada günahını itiraf edip bağışlanma isteyen hiçbir kul yoktur ki, Allah onu bağışlamamış olsun.”99 Müstecâr Kâbe'nin diğer yüzünde, Mültezem'in karşısında, Rükn-i Yemânî duvarının kenarında yer alan bölüme "Müstecâr" denir. “Câr” komşu ve “Müstecâr” komşuya sığınmak ve genel olarak “sığınmak” anlamında kullanılır. Bir zamanlar Kâbe’nin iki kapısı vardı ve söz konusu bu kısımda yer alan kapı kaldırıldı. Burası da duanın kabul edildiği bir yerdir. Halkın buraya sığınmasından dolayıl Müstecâr denilmiştir. Burası Fatıma binti Esed’in Kâbe’ye İmam Ali’yi (a.s) dünyaya getirmesi için girdiği duvarın bir bölümüdür. Hatîm Mescidü’l-Haram’ın muhterem yerlerinden biriside Kâbe duvarı kenarında yer alan “Hatîm”dir. Halk burada dua etmek için toplanır ve izdiham yaşanır.100 “Hatîm”in Hacerü’l-Esved ve Kâbe kapısının alanını mı yoksa daha fazla bir alanı mı kapsadığı ihtilaflıdır, ancak İmam Sadık’tan (a.s) gelen bir rivayette söz konusu bu yerin kapsamına giren bölgeye Hatîm denilmiştir.101 Nitekim Şeyh Saduk Kâbe kapısıyla Hacerü’l-Esved ortasında yer alan ve Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edildiği bu kısma Hatîm denildiğini nakleder.102 Başka bir tanımlamaya göre Hacerü’l-Esved’in başladığı ve Kâbe yakınlığı ölçüsündeki asıl Zemzem tarafına doğru -kapatılan ve asıl Zemzem kuyusundan uzak olan bir sonraki giriş kısmı değil- uzanan ve oradan da Makam-ı İbrahim’e ve sonra Hicr-i İsmail’e kadar devam eden kısma Hatîm 98 -el-Firdevs, c.4, s.94; el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.109. -el-Kâfi, c.4, s.410, h.4. 100 -İlelu'ş-Şerâi, s.400. 101 -İlelu'ş-Şerâi, s.400; el-Kâfi, c.4, s.194, h.5, s.527. 102 -Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.209. 99 64 denilir.103 Hanefiler tarafından getirilen bir diğer tanıma göre Hatîm, Hicr-i İsmail’in içerisinde yer alır.104 Hatîm ilk başlarda Müslümanların dikkat konusu olmuştur ve halk yardım talep edip dua etmek için burada toplanıyordu. Burada namaz kılmanın büyük fazileti vardır ve burada namaz kılınması tekit edilmiştir. Kâbe kapısının yer aldığı çizgi ortasında ve Kâbe duvarının kenarında yer yüzeyinde bir çukur vardır ve Makam-ı İbrahim’in (a.s) önceki yerinin bu çukur olduğu söylenmiştir. Aynı şekilde burada Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı söylenmiştir. 1377 yılında namazda yaşanan izdiham sebebiyle doldurulmuş ve çukurun yeri de taşla belirlenmiştir. Kâbe yapımında çalışan ustaların harcı bıraktıkları bu yere “Macen” denilmiştir. Hicr-i İsmail Rükn-i Irakî ve Rükn-i Şâmî arasındaki mesafede 1/30 metre yüksekliğindeki kavis şeklindeki duvara Hicr-i İsmail adı verilmiştir. Hicr-i İsmail, İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s) ve Kâbe binası zamanından kalan bir yadigârdır. Dolayısıyla buranın tarihi geçmişi, İbrahim’in (a.s) eliyle yaptığı Kâbe binasına dayanır. Tarihte anlatıldığı kadarıyla İsmail (a.s) bu yerde çadır kurmuş ve annesi Hacer’le birlikte bu yerde yaşıyorlardı. Hacer vefat ettikten sonra buraya defnedildi. İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Hicr, İsmail’in (a.s) evi ve Hacer’le İsmail’in (a.s) defnedildiği yerdir.”105 İbrahim’in (a.s) binası olarak meşhur olan Hicr, Kâbe’nin içindeydi, ancak Kureyş Kâbe’yi inşa ederken burasını Kâbe’nin dışına aldı. Yakut Hımevî, Kureyşlilerin Kâbe’nin yapımı esnasında burasını dışarıda bırakıp yerini işaretlemeleri sebebiyle Hicr ismini aldığını ve bundan ötürü Hicr’in, Kâbe içinde olması gerektiğini ve burasının tavafın dışında olamayacağını söyler. Bazı rivayetlerde pek çok peygamberin burada defnedildiği gelmiştir. Mansur dönemi öncesi Hicr, sıradan taşların üst üste konulmasıyla yapılmıştı, ancak ilk defa Abbasi halifesi Mansur, Hicr’i beyaz taşlarla kapladı. Ondan sonra Abbasi halifeleri Mehdi ve Harun zamanında da bu taşlar yenilenerek değiştirildi ve daha sonraki dönemlerde yenileme işi devam etti. Hicri Kameri 1417 yılında Kâbe’nin kapsamlı tamir edilmesi olayında son defa Hicr ve Hicr’in üzerindeki gece lambaları yenilendi. Kâbe’nin, Mizâb’ın (Altın Oluk) aşağısından Hicr duvarına olan uzaklığı 8/45/5 metredir. RESİM 28 S. 123 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.156, Ezrâkî’nin nakliyle. -ez-Zuhûru'l-Muktetafe, s.73. 105 -el-Kâfi, c.4, s.210, ş.14. 103 104 65 Kâbe’nin Mizâb’ı (Altın Oluk) Hicr-i İsmail’in içeri tarafa doğru yerleştirilen Kâbe’nin altın Mizâb’ı (Altın Oluğu) halkın özel ilgi ve alaka konusu olmuştur. Bu alaka özellikle ilahi rahmetin; yağmurun yağıp Kâbe oluğundan Hicr-i İsmail’in içine aktığı zaman, eğer görevliler dikkat etmeseler bazı ziyaretçilerin ayaklar altında kalıp ölmelerine sebep olacak kadar şiddetlidir. Ezrâkî’nin yazdığına göre Kâbe’nin oluğu Melik b. Abdülmelik tarafından altınla kaplanmıştır. 537 yılında İranlı Ramşet b. Hüseyin yeni bir oluk yaparak 539 yılında Kâbe’ye monte etti. Abbasi halifesi Müktefî, iki yıl sonra bu oluğu çıkardı ve başka bir oluk yaptı. 781 ve 959 yıllarında oluk bir kez daha değiştirilerek yerine yenisi yapıldı. 1012 yılında Osmanlı sultanı Ahmed’in emriyle tekrar değiştirildi ve son defa Osmanlı sultanı Abdülmecid oluğu değiştirdi ve Hicri Kameri 1377 yılında değiştirilen bu oluk yenilenmiş oldu. Asıl maddesi gümüş olan bu oluk atınla kaplandı. 1417 yılında Kâbe’nin kapsamlı bir onarım görmesi esnasında oluk da değiştirildi. Osmanlı padişahı Abdülmecid tarafından yaptırılan oluk 285 santimetredir. RESİM 29. S. 124. Makam-ı İbrahim (a.s) Mescidü’l-Haram’ın bir diğer mukaddes yeri Makam’ı İbrahim’dir (a.s). Bu makam ilahi şiarların birisi olarak anılır. Nitekim Allah Teâlâ burası için şöyle buyurmuştur: “Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin.”106 Bu mekân, İbrahim’in (a.s) Kâbe’nin duvarlarını yükselttiği zamanla alakalıdır; duvarlar elin yetişemeyeceği yere kadar yükseltildiği zaman, taş getirdiler ve İbrahim (a.s) bu taş üzerine çıktı, İsmail’in (a.s) verdiği taşları alıp duvarları yükseltti. Bir rivayette İbrahim’in (a.s) bu taş üzerine çıkıp halkı hacca çağırdığı belirtilmiştir. Bu taş üzerinde İbrahim’in (a.s) ayak izleri belirgindir, ancak parmaklarının izi yoktur. Boy ve eni 40 santimetre ve yaklaşık 50 santimetre yüksekliğindeki bu taş, şekil itibariyle küpe benzemektedir ve sarı ile kırmızı arasında bir rengi olduğu söylenebilir. Abbasi halifesi Mehdi zamanı ve sonrası bu taş altınla kaplanmış ve zarar görmemesi için bir kap içine alınmıştır. KROKİ S.125 Geçmişte bu yerin üstünde tuğla, taş ve ağaçtan büyük bir bina yapılmış ve etrafı Kur’an ayetleriyle süslenmişti. Bu yapının Mescidin fezasını küçültmesi ve tavaf alanını daraltması hasebiyle buranın Mescidü’l-Haram’ın dışarısına taşınması söz konusu edildi. Bazı rivayetlere göre Makam-i İbrahim’in (a.s) Mekke’nin fethine kadar Mescidü’l-Haram’ın içindeydi ve fetihten sonra Allah Resulü (s.a.a) burasını çıkarıp Kâbe kenarının yakınına koydu. “Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin.” Ayetinin nüzulünden sonra Allah Resulü 106 -Bakara, 125. 66 (s.a.a) Makam-i İbrahim’i (a.s) şimdiki olduğu yere taşımalarını emretti.107 Başka bir nakle göre ikinci halife zamanına kadar burası Kâbe’ye bitişikti ve halife burasını şimdiki yerine taşıdı. Değişik nakiller, Makam-i İbrahim’in (a.s) yer değiştirme görüşünün alt yapısını oluşturmaktadır. Hicri Kameri 1377 yılından 1380/2001 yılına kadar Makam-ı İbrahim’in (a.s) Mescidü’l-Haram’dan başka bir noktaya taşınması konusunda Ehlisünnet âlimleri arasında tartışmalar yaşandı. İlk etapta Ben-i Şeybe yakınlarındaki küçük bir binanın yanına götürülmesi karalaştırıldı, ancak İslam dünyasının çeşitli yerlerindeki âlimlerin şimdiki yerinde kalması doğrultusundaki baskıları sebebiyle Suud hükümeti şimdiki yerinde -küçük metal bir yapı içerisinde- kalmasını kabul etmek zorunda kaldı.108 Hicri Kameri 1387 yılının Recep ayında yeni küçük metal yapı yerleştirildi ve çok geçmeden bu yapı aynı şekliyle ama yeni bir görünümle yapılarak yerine konuldu. Önceki metal yapı Mekke-i Mükerreme’de Harem müzesinde korunmaktadır. Eklememiz gerekir ki, İranlılar Makam-ı İbrahim’in (a.s) karşısında Kâbe’ye doğru namaz kılarlar, yani İran’ın kıble tarafına doğru coğrafi konumu Hacerü’l-Esved’le Rükn-i Irakî açısı arasındadır. RESİM 30 S. 126 Kâbe’nin Kapısı Defalarca söylendiği gibi Kâbe’nin İslam’dan önce iki kapısı vardı; birisi şu anki bulunduğu yer ve diğeri burasının karşısı. Bi’set’ten beş sene önce Kâbe’nin yenilenmesinde tasarruflu olması açısından bir kapı bıraktılar. İbn-i Zübeyr’in yenilediği Kâbe binasında iki kapı vardı, ancak Haccac kapının birisini kaldırarak Kureyş’in yaptığı ilk haline dönderdi. Bu kapı, herkesin Kâbe içine ulaşımı olmaması ve içeri girilmesi için merdivene ihtiyaç duyulacak bir yere yapıldı. Emir ve hâkimler tarafından yaptırılan ve Harem müdüriyetine hediye edilen bu merdivenlerin açıklamaları kaynaklarda zikredilmiştir. Abdullah Ğâzî (ö.1365 k) şöyle diyor: “Hali hazırdaki merdiven Tik Ağacı’ndan yapılan ve on beş basamaklı olup, Hintliler tarafından hediye edilmiştir. O zamanlar başka merdivenler de vardı.”109 Ancak bundan daha önemlisi Kâbe kapısının yapımında insanların daha çok çok rekabet etmesidir. Zira her halükarda halife ve sultanların hediye ettiği bu kapıların üzerinde yazıtlar bulunmaktaydı. Kâbe için yapılan kapıların isim listesi Memlûkler ve Osmanlılar zamanından Suudi hükümeti dönemine kadar mevcuttur. Hâlihazırdaki Kâbe’nin kapısı, Halid b. Abdülaziz’in emriyle yapılmıştır. Halid Kâbe’ye girme esnasında Hicri Kameri 1365 yılında babası Abdülaziz’in yaptırdığı önceki kapının yıprandığını farketti ve yeni bir kapının yapılıp takılmasını emretti. Bu olay Hicri Kameri 1399 yılında gerçekleşti. Bu kapı ve Babu’t-Tövbe ismiyle meşhur olan tavana açılan kapı için çok yüksek ayarda toplam 299 kilo altından yararlanılmıştır. RESİM 31 107 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.43. -a.g.e., c.4, s 52. 109 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.428-429. 108 67 S.127 Zemzem Mescidü’l-Haram’ın önemli eserlerinden bir diğeri Zemzem Kuyusu’dur ve İsmail Kuyusu, Hafire-i Abdülmuttalib, Şifa-u Sukm, Meymûne, To’m, Bereket, Berre… isimleriyle de tanınır. Bu kuyu Mescidü’l-Haram’ın doğusundadır ve İbrahim (a.s), İsmail (a.s) ve Hacer’in geride bıraktığı diğer eserlerden birisidir. İslami kaynaklarda geldiğine göre İbrahim (a.s) eşi ve oğlunu terk ettiğinde, Hacer ve İsmail’e (a.s) susuzluk galebe çaldı ve Allah Teâlâ, Cebrail’in (a.s) vesilesiyle onların susuzluktan ölmemeleri için bu kuyuyu ortaya çıkardı. Bu sebepledir ki zemzem Allah’ın nişanelerinden birisidir. İlk başlarda Mekke suyu bu kuyudan temin ediliyordu, ancak daha sonra Mekke etrafına başka kuyular açıldı. Araplar bu kuyuyu çok mukaddes biliyorlardı hatta denildiğine göre Sasaniler silsilesinin atalarından olan Sasan b. Bâbkân da bu kuyudan su içmiştir! Bu olay, İranlıların da zemzem suyunu mukaddes bilmelerinin bir göstergesidir. Bu kuyunun Mekke halkı için çok önemli olması Kureyşliler arasında “Sikâyet” (hacıların su ihtiyacının temini) makamının ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu görev, İslam’ın ilk yıllarında Peygamber’in (s.a.a) amcası Abbas’ın elindeydi. Söylendiğine göre bu kuyu bir müddet dolmuş ve Abdülmuttalib yeniden açmıştır. Her ne kadar şimdilerde bu kuyunun suyu azalmışsa da o zamanlardan günümüze kadar bu sudan istifade edilmektedir. Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde zemzem suyunun içilmesi tavsiye edilmiştir ve Müslümanların tamamı bu suyun bereketine inanırlar. İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: “Yeryüzünün en iyi suyu zemzemdir.”110 Bu rivayet Peygamber (s.a.a) ve imamların (a.s) tavaftan sonra genellikle bu sudan yararlandıklarını göstermektedir. Şimdilerde Suudi Arabistan’da bazı şirketler hediye bazında hacılara zemzem suyuyla doldurulmuş kapları hediye olarak verirler. Abbasiler su hizmetlerini kendi hakları bildikleri dönemde zemzem kuyusu üzerine kubbe yapmışlardı ve bu kubbe asırlarca olagelmiş ve sürekli onarılmıştır. Suudilerin döneminde imar ve genişletme çalışmaları projesi başlatılmış ve Makam-ı İbrahim’in (a.s) kubbesinin yıkılması yanında bu zemzem kuyusunun kubbesi de yıkılmış ve sadece kuyu suyundan yararlanmak için kuyu içine inilecek basamaklar yapılmıştır. Aynı şekilde zemzem suyu, boru döşenmesi vesilesiyle Mescidü’l-Haram’ın dışına taşınmıştır.111 Günümüzde bu suyun toplanma merkezi, suyun saflaştırılıp diğer sulardan ayrıştırılması “Kudey” bölgesinde büyük bir tesiste yapılmaktadır ve buradan 110 -el-Mehâsin, c.2, s.399, h.2394. -Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, Zemzeme-i Zemzem, Seyit Ali Gazi Askeri, sayı: 10, s.84105; Çah-ı Zemzem, sayı:5, s.137-148. 111 68 araba ve su boruları vesilesiyle diğer noktalara taşınmaktadır. Alışıla geldiği üzere Müslümanlar hac ve umre görevlerini yerine getirdikten sonra, kendi ülkelerine bir miktar zemzem suyu götürürler. Bu konuda özellikle Türkiye ve Mısır hacıları diğer ülke hacılarından daha öndedirler. RESİM 32-33-34 S.129 Mescidin Kapıları Tarihi geçmişte ve yapılan imar ve genişletme çalışmalarında Mescidü’lHaram için birçok kapı yapılmıştır ve bunların bir kısmı her dönemin özel ismiyle anılmıştır. Hali hazırda Mescidin küçük büyük birçok kapısı vardır. Küçük kapıların çoğunluğu sa’y bölgesi tarafındadır. Bunların bazılarının isimleri şöyledir: “Bâbu Ben-i Şeybe”, “Bab-ı Selam”, “Bab-ı Ali”, “Bab-ı Nebi”, “Bab-ı Abbas” ve bu kapıların iki yönünde Merve karşısındaki “Bab-ı Merve” ve Safa karşısında “Bab-ı Safa” yer alır. Yeni imar ve genişletme çalışmalarında bu kapıların çoğu kapatılmış ve bunların tabelaları da kaybolmuştur. Bab-ı Ben-i Şeybe’nin kendine has özel bir itibarının olduğunu söylememiz gerekir, zira Kâbe üstünden Hubel putunun aşağı düşmesinden sonra şirk ve putperestliğin muvahhitlerin ayakları altına alınması için bu put buraya gömülmüştür. Mescidü’l-Haram’a bu kapıdan girilmesinin müstehap olmasının delilide budur.112 Hali hazırdaki Ben-i Şeybe kapısı, Bab-ı Selam’ın karşısında yer almaktadır ve bu kapıdan girmenin müstehap olmasının sebebi de bundan kaynaklanmaktadır. Mescidü’l-Haram’ın eski iç alan resimlerinde Kâbe’nin yakınında küçük bir kapı suretinde görünen kapı, eski Bab-ı Selam’dır ve teberrük maksadıyla kaldırılmamıştır, ancak Suudilerin döneminde imar ve genişletme çalışmalarında burası kaldırılmıştır. Mescidin kuzey kısmında çeşitli kapıların yanında Merve dağı uzantısında “Babu’l-Feth” yer alır ve en önemli kapılar arasında yer alan bu kapı, çok büyüktür. Allah Resulü (s.a.a) Mekke’nin fethinde (hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının yirmisi) bu kapıdan girmiştir. Batı tarafının en önemli kapısı “Bab-ı Fahd”tır, zira Fahd hükümeti döneminde Mescid’in imar ve genişletme çalışmaları burada yapılmıştır. Mescidin güney semtinde iki kapı vardır; biri çok büyük olan Bab-ı Abdülaziz diğeri ise ziyaretçilerin geliş gidiş yeri olan Bab-ı Ecyâd’dır ve küçük bir kapıdır. Mes’â113 112 113 -Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.238, h.2292. -Safa ile Merve arasında sa'y yapılan yere denir. Çev. 69 Mes’â, Safa ile Merve dağlarının arasındadır ve hacıların burada sa’y yapmaları gerekir. Sa’y, hac ve umrenin asli amellerindendir ve Allah Teâlâ Kur’an’da Safa ile Merve’den ilahi nişaneler unvanıyla bahsetmiştir: ٰ ف بِ ِهما ومن تطََّوع خي را فَِا َّن ٰ ِ َّ الل َه َّ ﴿اِ َّن َ الص َفا َوال َْم ْرَوَة ِم ْن َش َعائِ ِر الل ِه فَ َم ْن َح َّج الْبَ ْي َ َت اَ ِو ا ْعتَ َم َر فَ َل ُجن ً ْ َ َ َ ْ َ َ َ َ اح َعلَْيه اَ ْن يَط َّو ﴾َش ِاك ٌر َعل ٌيم “Şüphesiz Safa ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac ve umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse, bunda bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.”114 İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Allah nezdinde hiçbir yer Mes’â’dan daha sevimli değildir. Zira şüphesiz her kibirli zorba orada zelil duruma düşer.”115 Safa ve Merve önceleri küçük iki dağdı ve birisi (Safa) Ebu Kubeys diğeri ise Kuaykıân dağının eteklerinde yer alıyordu. Bu nokta vadinin aşağısındaydı ve bilindiği üzere Safa ve Merve arasında sa’y yapan kimse, Merve’nin yukarısından aşağı doğru gider ve tekrar Merve’nin yukarısına çıkardı. Bu bölge muhtemelen Abbasi halifesi Mehdi dönemindeki imar ve genişletme çalışmalarıyla birlikte dümdüz olmuş ve vadi olma özelliği ortadan gitmiş ve zamanla yeni bir görünüm ortaya çıkmıştır. Safa Dağı Mescidü’l-Haram’ın güney doğusunda ve Merve Dağı da kuzey doğusunda yer alır. Mescidü’l-Haram’da yeni imar ve genişletme çalışmalarından önce Mes’â ile (sa’y bölgesi) Mescidü’l-Haram arasında bir boşluk vardı ve hatta bu arada bir pazar bulunuyordu. Ancak Mescidin genişletilmesiyle Mescidin alanı sa’y bölgesine kadar uzatıldı ve bizim zamanımızda Mes’â’nın batı sınırı, Mescidü’l-Haram sınırına kadar olan kısım olarak hesap edilir. Doğal olarak Mescidü’l-Haram ile Mes’â’ arasındaki kısa ve geniş duvar, Mes’â’nın bizzat kendisi gibi mescidin bir parçası değildir. Haccın diğer nişaneleri gibi Safa ile Merve arasında sa’y etmek İsmail (a.s) ve Hacer’in yadigârlarındandır. Rivayette geldiği üzere, Hacer su ararken Safa ile Merve arasında yedi defa gelip gitmiştir. Safa ile Merve arasında sa’y edilmesi İbrahimi bir sünnet olup cahiliye zamanında da haccın kısımlarından sayılıyordu, elbette cahiliye döneminde sa’y alanının her iki başına da iki put yerleştirilmiş ve her bir puta ulaşıldığında onlara ellerini sürüyorlardı. Cahiliye insanları birinin erkek diğerinin de kadın olan Esâf ve Nâile isimlerindeki putların zina ettikleri için taşa dönüştüklerini zannediyorlardı! İslam, Hacer’in yadigârını korudu ve müşriklerin çıkarımlarını uzağa attı. O zamanlar sa’y yeri geliş ve gidiş olmak üzere ikiye ayrılmış ve ilk defa şemsi 1345/1966 yılında sa’y edenlerin ve etraftaki dükkân sahiplerinin tozdan zarar görmemeleri için burası küçük taşlarla kaplanmıştı. Daha sonra Melik 114 115 -Bakara, 158. -Usul-u Kâfi, c.4, s.434, h.3. 70 Suud döneminde buranın duvarları beton yapıldı ve zamanla hicri on beşinci yüzyılın ilk yıllarında yapılan tamir ve onarımların ardından şimdiki görünümüne ulaştı. Sa’y bölgesinin dış alanı ve buranın namaz kılınması için taş saha şeklinde yapılması Kral Fahd zamanındaki girişimlerden birisidir. Bu alanın bir kısmı yerinden kaldırılan Ebu Kubeys dağı bölgesindedir ve en önemli alanı Şi’b-i Ebi Talib’tir. Bu kısım zamanla yerleşim bölgesi yapılmış ve son zamanlarda cadde ve dükkânlara dönüştürülmüş; namazın ikame edilmesi için beyaz küçük taşlarla kaplanarak açık bir meydan haline getirilmiştir. Sa’y alanının yeni tamiratından önceki ölçüleri şöyledir: Sa’y alanının uzunluğu 394/5 ve eni 20 metre olup116 birinci tabakanın yüksekliği 12, en üst tabakanın yüksekliği 9 metredir. Şialar Mescidü’l-Haram’ın ikinci ve üçüncü katında tavaf etmedikleri gibi Mes’â’nın (sa’y yeri) ikinci katında da sa’y etmezler. Elbette buralarda tavaf ve sa’y’ın caiz olduğuna dair görüşlerde yer almaktadır ki, müçtehitlerin risalelerine müracaat edilmesi gerekir. Son yapılan restore çalışmalarında sa’y yeri birkaç tabaka halinde yapılmış ve alt kat unvanında da yer altına bir tabaka daha yapılmıştır. Ayrıca sa’y yerinin eni iki katına çıkarılmıştır ve önemli bir bölümü sa’y meydanı dışından sa’y sınırı dâhiline kadar sa’y alanı olarak kararlaştırılmıştır. Mes’â’nın (sa’y bölgesi) toplam on sekiz kapısı vardır ve bu kapılar, sa’y alanının dışını Mes’â’nın içine ve ordan da Hareme bağlar. Bu kapıların bazıları, Arap dilinde “Abbâre” denilen köprü üzerinden Mescidin içinde son bulur. Nispeten büyük olan alt katın yolu, sel esnasında Mes’â’nın zarar görmemesi için suyun başka bir tarafa yöneleceği şekilde yapılmıştır. Hali hazırda yeni değişimlerle söz konusu kapıların çoğundan ya haber yoktur ya da bunların giriş yerleri yer altından değiştirilmiştir. Daha önce kapıların üzerinde isimlerinin yazılı olduğu tabelalar da kaldırılmıştır. Safa dağının bir bölümü yerli yerinde kalmıştır ve sa’y edenler o kadar önemli olmamasına karşın bu dağa ulaştıkları zaman ayaklarını buraya vururlar, zira daha önce söylenildiği gibi burasının bir kısmı küçük taşlarla kaplanmış olması hasebiyle sa’y edenlerin ayaklarının dağın taşına ulaşmasına gerek yoktur. Şemsi 1374 (1416 h.k) yılına kadar Merve dağının bir bölümü duruyordu, ancak bu yıllarda sa’y edenlerin dönme alanlarının genişletilmesi hedefiyle ve onların rahatlığı için kalan bu bölümde kaldırılmış ve buranın bitiminden dışarı doğru bir kapı konulmuştur. Bunun yanında Safa dağının önemli bir bölümü yerindedir ve ziyaretçiler Kur’an kıraati için burada otururlar. Günümüzde bu bölümde kapatılmış ve böylelikle Safa dağının kalan kısmına ulaşım ortadan kalkmıştır. Doğal olarak buranın bir bölümü de küçük taşlarla -Geçmişte zirâ ölçüsü (yarım metreye yakındı, yani 46-48 cm.) hesabına göre ölçülüyordu. Ezrâkî’nin yazdığına göre Safa ve Merve arası 766 ve yarım zirâdır. Bazıları 780 zirâ olarak yazmışlardır. Hervele mahalli olan iki yeşil lamba arasının ölçüsünü 125 zirâ olarak yazmışlardır. 116 71 kaplanmıştır ve sa’y için bu dağın görünen bölümüne gitme gereği olmadığı açıktır.117 1386 yılında sa’y yerinin eninin genişletilmesi için çaba sarf edildi. Bu girişimle genişletilen bölgenin şer’i açıdan Safa ile Merve arasında yer almadığı sorunu ortaya çıktı. Bu doğrultuda Suudi âlimleri arasında çeşitli ilmi dergilerde de yazılar yazıldı. Bu olay Şia tarafından da ele alındı ve Ayetullah Şeyh Cafer Subhanî kaleme aldığı küçük bir risalesinde bu alanın genişletilmesine muvafık olduğu yönde görüş bildirdi. Mes’â konusunda tarih boyunca gelen haberlere göre burasının tedrici olarak batıdan doğuya doğru değiştiği çıkarımında bulunmak mümkündür. Daha önce söylediğimiz gibi Abbasi halifesi Mehdi döneminde çok sayıda evlerin satın alınmasıyla sa’y mahalli değişim yaşamıştır.118 Peygamber (s.a.a) zamanında ve sonrası dönemlerde geniş bir vadi olması ve daha sonra küçük bir güzergâha dönüşmesi hasebiyle şimdilerde buranın büyütülmesinde hiçbir sakınca yoktur, zira bu girişim bir tür faaliyet ve bir tür eski haline döndürmek sayılır. Muhalif görüşlere rağmen Suudi Arabistan devleti sa’y yerini genişletmiş ve iki kat daha artırmıştır. Öyle ki, bu imar ve genişletme çalışmalarından önce geliş gidiş mesafesi, günümüzde sadece Merve’den Safa’ya ve Safa’dan Merve’ye dönülecek mesafe kadar eklenerek şemsi 1387/2008 yılında kullanıma açılmıştır. Genişletmenin yanında buranın güzelleştirilmesi de yapılan faaliyetlerin içinde yer almaktadır. Hali hazırda bu çalışmayla sa’y yeri önceki durumuna nispetle iki katına çıkmış ve daha önce Mescid’in dışından sa’y yerinin içine ve oradan Mescid’in içine doğru uzanan yolların kapatılması sa’y’ın daha hızlı kat edilmesini sağlamıştır. Söz konusu bu yollar alt kata taşınmış ve buradan Mescid’e girmek isteyenler sa’y yerinin altından geçerek Mescid’e girerler. RESİM 35 -40 S.134 Mescidü’l-Haram’da Dört Makam Tarihi veriler ve Mescidü’l-Haram’ın eski resimlerinin ortaya koyduğu kadarıyla Mescid’in içinde dört yerde küçük yapılar vardı ve cemaat imamı bunların altında durarak namaz kıldırıyordu. Gerçekte hicri beşinci veya ondan sonraki yüzyılda Ehlisünnet’e tabi olanların her birinin kendi imamı arkasında namaz kıldığı dönemde Mescidü’l-Haram’da Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbelî imamlarının cemaat namazı kıldırdıkları dört yer oluştu ve bu yerlerde her mezhebin mukallidi (taklit eden kimse) kendi imamı arkasında namaz kılıyordu. Akşam namazında hepsi bir anda başlıyorlardı, ancak bazı vakitlerde sırasıyla Şafi, Maliki, Hanbelî ve sonra Hanefi namaz kılıyordu.119 -Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac dergisi, “Safa ve Merve”, Seyit Ali Gazi Asker, sayı:9, s.88-120. 118 -Bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.120-122. 119 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.5, s.328; İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.750-758. 117 72 Şia Zeydîlerin Mescidü’l-Haram’ın işlerini ele geçirdiği dönemlerde Zeydî imamı da cemaat namazı kıldırıyordu. Bazı dönemlerde Hanbelî mezhebi imamının mescidde yer almadığını söylememiz gerekir. Hanefi makamı muhtemelen beşinci asırda yapılmış ve ilk defa İbni Cübeyr’in seyahatnamesinde (altıncı yüzyılda) buna işaret edilmiştir.120 Osmanlı devletinin Hanefi mezhebine tabi olması sebebiyle bu dört makam içinde ön önemli makam, Makam-ı Hanenfi idi. Hanefi makanı Kâbe’nin altın oluğunun karşısında yer alıyordu. İlk etapta Makam-ı İbrahim’in (a.s) arkasında yer alan Şafi makamı daha sonra zemzem için yapılan binanın yukarısına taşındı. Suudi döneminde bu dört makam zamanla tahrip oldu ve Sünnilerin tamamı, Suudilerin tayin ettiği bir imamın arkasında namaz kılmak zorunda kaldılar. Kurdî’nin yazdığına göre bu olay Abdülaziz’in iş başına gelmesiyle yaygınlaştırılmıştır.121 Ancak makamların tahrip edilmesi 1377 yılında başlamıştır. Mekke Hareminin Kütüphanesi Harem, mukaddes Mekke şehrinin ilim ve hadis merkezlerinden birisi olup yüzyıllar boyunca bu şehirde muhaddis, müfessir ve fakihler ders verip vaaz etmekle meşgul olmuşlardır. Bununla birlikte bu mescidde Kur’an okunması, Kur’an hıfzının, Kur’an nüshalarının ve hadis eserlerinin korunmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Mescidü’l-Haram’ın eskiden beri kitap mahzenine veya tabiri caizse kütüphaneye sahip olduğunu dikkate almak gerekir. Elimizdeki bilgiler esasınca ilk defa bu mescidde 887 yılında “Kubbetü’lAbbas” adındaki yerde kütüphane oluşturuldu. Bu kütüphane daha sonraları 1259 yılında Sultan Abdülmecid’in emriyle modern bir şekle büründürüldü. Abdülmecid, âlim ve talebelerin (dini öğrenim gören öğrencilerin) istifade etmeleri için İstanbul’dan buraya çok sayıda kitap gönderdi. O zamanlarda bu kütüphanenin başkanı ve çalışanları vardı.122 Bu kütüphanenin, 1406 yılına kadar kütüphane için Mescidü’l-Haram’ın dışına yapılan ayrı bir binası vardı ve Mescidü’l-Haram’ın kütüphanesi sayılıyordu. Yenilerde (1430 h.k) Abdullah Hayyât-i Garbî Caddesi’nde Harem kütüphanesi için yeni bir bina yapıldı. Buranın Peygamber’in (s.a.a) doğduğu yere yapılan kütüphanenin bir parçası olduğunu ve şimdiye kadar (1431 h.k) varlığını koruduğunu söylememiz gerekir. Ben (bu kitabın yazarı) bu yılda bu kütüphaneyi görmeyi başardım. -Rıhlet-i İbni Cübeyr, s.84-85; Rıhlet-i İbni Batuta, s.179. -et-Tarihi’l-Kavîm, c.5, s.328. 122 -İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.630. 120 121 73 Mekke’deki Mescidler Mescidler ve Mukaddes Mekânlar Mukaddime Kutsal mescidleri ve Mekke tarihininden bahsetmeden önce “Mescid” ve “Teberrük” hakkında açıklama yapacağız: Allah Resulü (s.a.a) ilk defa Kubâ’da mescid yaptıktan sonra Medine’nin merkezinde Mescidü’n-Nebi’yi inşa etti. Müslümanlar, Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidlerde namaz kılması sebebiyle, Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldırdığı yerlere tam anlamıyla önem verdiler. Ondan sonra her kabile mescid yapmak istediğinde, Peygamber’i (s.a.a) kendi kabileleri arasında namaz kılmaya davet ediyorlardı. Daha sonra söz konusu kabile, Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı yerde teberrük amaçlı mescid yapıyordu. Hatta Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı evler bile Müslümanlar için mübarek sayılıyordu. Tarihçiler ve muhaddisler, Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı mekânların listesini elde etmeye çalışmışlardır. Bu iş zor değildi, zira ilk etapta bu mekânların tamamı mescid haline dönüştürülmüştür. Bazıları Allah Resulü’nün (s.a.a) yalnızca Kubâ ve Mescidü’n-Nebi’yi yaptırdığı gibi yanlış 74 bir düşünceye kapılmışlardır, hâlbuki tarihi kaynaklar bunun aksini ortaya koymaktadır. Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonraki yıllarda bu inanca karış olanlar, bu işin şirkle sonuçlanacağı bahanesiyle, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldırdığı yerlerde teberrük kastıyla namaz kılınmasının önünü almışlardır. O yıllarda sayıca az olan bu kimselere hiç kimse itina etmemiş ve bu mekânlar da kendi konumularını olduğu gibi korumuşlardır. Hicri sekizinci yüzyılda Ehlisünnet âlimlerinden birisi Ehlisünnet mezhebi içinde yeni bir fırka icat ederek bir takım itikadi meseleleri söz konusu etti. İbn-i Teymiye ismindeki bu şahıs, teberrük meselesine saldırdı ve Peygamber’in (s.a.a) yaptırdığı Mina’daki Kubâ Mescidi, Hirâ Mescidi ve… gibi kutsal yerlere dil uzattı.123 Bu türden işleri şirk olarak niteleyen İbn-i Teymiye, o zamanlarda ve daha sonraki yıllarda Ehlisünnet âlimleri tarafından dışlandı. Hicri on ikinci yüzyılın sonlarında bu düşünce bir kez daha Muhammed b. Abdülvahhab aracılığıyla Necd’de ihya edildi ve onun ortaya koyduğu şeyler, günümüzde “Vahabi” mezhebi olarak meşhurdur ve Arabistan hâkimleri bu düşüncenin arkasında yer alıp Vahabilik mezhebini yayma hedefindedirler. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu yerlerde namaz kılmasını, bu düşüncenin söz konusu ettiği anlayışın yanlışlığına delil olarak göstermek yeterlidir. Sahabe ve sahabe sonrasında Selef-i Salih bu yerlerin korunması için çabalamıştır. Hali hazırdaki Mekke ve Medine tarihi, geçmiş asırlarda bu yerlerin restore ve yapılandırılmasına önem verildiğini ortaya koymaktadır ve bunun doğruluğunda en küçük bir şüphe dahi yoktur. Selefi Salih’e tabi olmaları gereken Vahabi mezhebi taraftarlarının Selef-i Salih’in söz konusu bu mescidleri korumak doğrultusundaki girişimlerini nasıl görmezlikten gelebilirler? Geçmişte ikinci halife Ömer’in oğlu Abdullah herkesten daha ziyade Peygamber’den (s.a.a) geride kalan eserleri takip ediyordu ve Abdullah’ın bu tutumu hakkında Ehlisünnet kaynaklarında pek çok nakiller yer almaktadır. Utbân b. Malik’in evinde Peygamber (s.a.a) sadece bir kez namaz kılmıştır. Fakat burası on iki asırdan daha çok varlığını koruyabilmiştir. Buna binaen Vahabi mezhebinin, “Selef-i Salih’in Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı yerin bereketine inançları yoktu” şeklinde görüş bildirmelerini esefle karşılamak gerekiyor. İlginçtir ki, Sadr-ı İslam’da ziyaretçiler, tabiin ve Selef’in gözleri önünde Kubâ Mescidi’ni ziyaret etmek için doğruca Peygamber’in (s.a.a.) kat ettiği cadde ve sokaklardan geçmişlerdi.124 Aynı şekilde bilmemiz gerekir ki, sahabe ve tabiin, Allah Resulü’nün (s.a.a) adım attığı yerlerin fihristini çıkarmaya çalışmışlardır. Üçüncü yüzyılda Fâkihî, sahabe ve tabiinden geride kalan bilgileri fihrist niteliğinde el123 124 -İktizau's-Sırati'l-Müstakim, s.424. -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.57. 75 Mevaziü’l-İlleti Dahaleha Resulullah (s.a.a)” (Resulullah’ın (s.a.a) girdiği mekânlar) kitabında getirmiştir.125 Suudi devletinin Mekke ve Medine arasında yaptırdığı büyük caddeye “Tarikatü’l-Hicre” ismini vermesi de ilginç noktalardan birisidir. Onların böyle bir isim seçmesi bir şekilde teberrük meselesini söz konusu etmektedir. Şayet bu sebeple geçmişte bazı tutucular, bu ismin ihya edilmesi için bu caddeye verilen ismi bir tür şirk bilmişlerdir.126 Her konuda ifrat ve aşırı eğilimciliğin yerilmesi gayet doğaldır ve önemi az olan meselelerin, mezhebin temel meseleleri gibi söz konusu edilmemesi gerekir. Ancak bizim sahabe, tabiin, Ehlibeyt (a.s) âlimleri ve Masum İmamlar’ın (a.s) takip ettiği yöntemi şirk telakkisi unvanında bir kenara bırakmamamız ve milyonlarca Müslümanın; İslam dairesindeki her mezhep ve her fırkanın teberrüke olan inancına saldırmamamız gerekir. Şimdi mübarek mescid ve Mekke tarihinin açıklamasına geçeceğiz ve bir sonraki bölümde Medine’deki mübarek mescidleri inceleyeceğiz: Cin Mescidi Cin Mescidi, Mekke’nin en eski mescidi olarak bilinir. Bu mescid, Hacûn Dağı’nın aşağılarında Harem tarafında ve Hacûn’a yüz elli metre uzaklıkta olup, Hacûn Mezarlığı kenarında yer alır. Bu mescidin batı kenarında “Şari-i Mescidi’l-Cin” isminde küçük bir cadde vardır ve buraya ait eski bir tabela henüz duvar üzerinde asılıdır. Buranın doğusunda da Mescidü’l-Haram Caddesi vardır ve Cin Mescidi, yaklaşık bu iki caddenin kesiştiği yerdedir. Bu mescidin isimlerinden birisi Mescidü’l-Hares”tir. Ezrâkî’nin nakline göre Mekke’de gece devriyesine çıkan Sahibü’l-Hares (muhafız-bekçi) bu noktaya gelip ariflerle -kabilenin tanınmış seçkin simaları- ve “Şi’b-i Amir” ve “Seniyyet-i Medeniyyin”in muhafızlarıyla görüşmesi hasebiyle “Mescidü’lHares” ismini almıştır. Bu mescidin Cin olarak isimlendirilmesi, bazı rivayetlerin bildirdiğine göre Cin suresiyle alakalıdır. Allah Teâlâ bu surede cinlerin ilahi ayetleri işittiklerini ve iman ettiklerini buyurmuştur.127 Güya bu ayetler, Mescidü’l-Cin ismiyle meşhur olan bu mescidde nazil olmuştur. Bazıları, cinlerin Peygamberle (s.a.a) biat emesi sebebiyle burasının “Mescidü’l-Biy’at” olarak isimlendirildiğini söylerler. Bazı tarihi rivayetlerde Allah Resulü’nün (s.a.a), mescidin yerini Abdullah b. Mesud’a bildirdiğine işaret edilmiştir. Bu mescidin yapılış tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur, ancak mescidin ikinci asır ve daha sonrasında varlığını koruduğunu biliyoruz. Bu sebeple bu isimle tanınmış ve çeşitli asırlarda tarihçiler de bu isimle anmışlardır. Hares Mescidi olarak da bilinen bu mescid, 1112 yılında art arda gelen sellerle ortadan kalkmaya yüz tutmuş, ancak onarılıp yenilenmiştir. Bu yenileme 125 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.91. -Mecmu-u Fetâva ve Makâlat, bin Baz, c.3, s.334. 127 -Cin, 1-2. 126 76 çalışmalarında mescidin eski mihrabı toprak altından dışarı çıkarılmıştır.128 Aynı zamanda bir kubbesinin de olduğu bu mescidin kubbesi, Ğâzî’nin yazdığına göre Hicri Kameri 1343 yılında ortadan kalkmıştır. Günümüzde bu mescid, önceki yerindedir ve yenileme çalışmalarıyla 600 metre kareye ulaşmıştır. Sağlam yapıya sahip olan bu mescidin kuzey doğu tarafında bir minaresi vardır. Bu mescidin 1420 yılında tekrar yıkıldığını ve şimdilerde yeniden yapıldığını söylememiz gerekir. Yapımına 1421 yılında başlanan bu mescid, tamamlanma halindedir. 1423 Rebiussani ayında umre için gittiğimde (kitabın yazarı) tamamlandığını gördüm. Söylenildiğine göre birkaç ay sonra kullanıma hazır hale gelecektir. RESİM 42-43 S.141. İcabe Mescidi Bu mescid Meâbide Meydanı’nın aşağısında, Ebtah caddesinin başlarında, Mescidü’l-Haram yolunda ve Şariu’l-İcâbe adındaki tali yolun başındadır. Hali hazırdaki güzergâhın devamı İcabe caddesinden Seniyyet-i Ezâhire’129ye ulaşır ki burası, Peygamber’in (s.a.a) hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Mekke’nin fethiyle beraber Mekke’ye girdiği yerdir. Burası, Seniyyet-i Harmân Bağı’nın bulunduğu yerdir ve günümüzde Mekke Belediye Binası buradadır. İkinci asırda Fâkihî bu mescidden söz ederek şöyle der: “Bu mescid, tarihte Şi’b Âl-i Kafkas ismiyle tanınan yerin başında yer alır. Bu kısım, el-Îyr dağının içerisindedir.” Bu mescidin tarihi-dini geçmişi hakkında kaynaklarda birkaç bilgi yer alır: Birincisi İbni Batuta’nin işaret ettiği Peygamber’in (s.a.a) umre dönüşünde dinlendiği yerdir. Başka bir görüşe göre Peygamber (s.a.a) günlerce Hirâ Mağarasındaydı ve geceyi Hatice ile burada geçiriyordu. İbni Fahd da ravilerin dilinden şöyle yazıyor: “Denildiğine göre cinler burada Allah Resulü (s.a.v) ile görüşmeye geliyorlardı.” Mekke şehrinin muasır yazarı kitabında şunları yazıyor: “Bu mescide “Mescidü’l-İstirâhe” derler, zira Allah Resulü (s.a.v) on üçüncü günde Mina’dan ve Veda Haccı’ndan dönerken burada dinlendi.”130 Aynı şekilde yazar şöyle devam ediyor: “Söylenildiğine göre Peygamber (s.a.v) çocukluğunda koyunları otlatmak için buraya getiriyordu.”131 -İthâfu Fudala’z-Zaman, c.2, s.323-324. -Seniyye dağ yolu demektir. Seniyyet-i Ezâhir, Mekke ile Medine arasında bir dağ yolunun ismidir. Çev. 130 -Mekke fi Vicdanî, s.102. 131 -İthâfu’l-Verâ, c.4, s.20. 128 129 77 Mescidü’l-İcâbe’yi Mekke’nin birkaç eski mescidleri arasında bilmemiz gerekir. Bu mescid yıllar boyu Mescid-i Kunfuz veya Âl-i Kunfuz, Mescidü’lİcâbe ve Mescidü’l-İstirâhe gibi meşhur isimlerle anıla gelmiştir. Fâkihî şöyle yazıyor: “Bu Şi’b’de Muhammed b. Süleyman’ın sarayının karşısında yer alan “Âl-i Halef b. Abdurbih b. Sâib” denilen Âl-i Halef b Abdullah b. Sâib’in evi vardı. Bir diğer ismi “Şi’bi’l-Liâm”dır ve bu Şi’b, Harmân Bağının yukarısında yer alan kimsenin sol tarafında kalır. Bu zamanda (Fâkihî’nin yaşadığı üçüncü asırda) Ben-i Mahzum kabilesinden Halefiin’in evi buradaydı. Hazârime’de (Harzremut ahalisi) bu Şi’b’de yaşıyordu. Zikredilen bu Ş’b “Şi’b-i Halefiin” olarak meşhurdur. Orada yer alan mescidde Peygamber’in (s.a.v) namaz kıldığı söylenir. Züheyr b. Kunfuz’dan nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) gündüzleri Hirâ’da geçiriyor ve geceleri aşağı inerek (söz konusu yere) Ebu Ubeyde’nin evinin arkasındaki Şi’b-i Halefin ismiyle meşhur olan mescide gidiyordu. Bu zamanda Hatice de Mekke’den geliyor ve birbirlerinden ayrılana kadar bu Şi’b’in yakınlarında birlikte oluyorlardı.132 İcabe Mescidi Hakkında Söylenilmesi Gereken Birkaç Nokta: Bir: Mescidü’l-İcâbenin karşısında yer alan Harmân Bağı, tam olarak Mekke Belediyesinin -Emanetü’l-Asımeti’l-Mukaddese- olduğu yerdedir. Caddenin “Ri-u Ezâhir” tarafına olan bir bölümünü de bu bağın içinden saymak gerekir. İki: Mescidü’l-İcâbe üçüncü asra kadar bu isimle tanınmıyordu. Üçüncü asırda Fâkihî bu mescidi Âl-i Kunfuz olarak anar. Üç: Mescidü’l-İcâbe’ye ait olan yazıtlarda, bu mescidin dokuzuncu asırda yeniden yapıldığına işaret edilmiştir. Bunun yanında, mescidin yeniden yapılması hakkında mescidin önceki binasının bu yüzündeki mihrapta yer alan iki beyitlik şiirde bir başka yazıtlardandır. Mihrabın üzerindeki duvara asılı olan yazıtın metni, mescidin binasını, müfettiş Abdullah Cemali’nin 898 yılı Sefer ayının Cuma günü yaptığına işaret etmektedir. Aynı şekilde mihrap üzerine asılı olan başka bir yazıtta bu mescidi Sultan Ahmed’in 1124 yılında yeniden yaptırdığına değinilmiştir.133 İbni Batuta sekizinci asırda Mescidü’l-İcâbe’den bahsederek şunları yazar: “Orada Allah Resulü’nün (s.a.v) umreyi bitirdikten sonra dönüş yolunda istirahat ettiği bir mescid vardır ve şimdilerde de halk burasını teberrük için öper.”134 İbni Fahd 720 yılı hadiselerinde şöyle yazmıştır: “Bu yılda Mescidü’l-İcâbe tamir edildi. Bu mescid, Mina’ya giden kimsenin sol kolu tarafında ve Seniyyet-i Ezâhire’’dedir. Allah Resulü’nün (s.a.v) burada namaz kıldığı söylenmiştir.”135 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.180-181. Ayrıca bkz: Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.286-287. -el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.186. 134 -er-Rıhleti’l-Hicaziyye, s.164. 135 -İthâfu’l-Verâ, c.3, s.172. 132 133 78 O, 831 yılı hadiselerinde şunları kaydetmiştir: “Emir Seyfuddin Şahin Osmanî, bu yılda Seniyyet-i Ezâhire’ye yakın Şi’b’de bulunan Mescidü’lİcâbe’nin tamirini yaptı.136 Zikredilen bu mescid, 1134 yılında Ebtah’ta yaşayan Şeyh Basri Nâmî tarafından yenilendi.”137 Hicri Kameri 1394 yılında mescidin eski yapısı yıkıldı ve aynı yerine yeni bir mescid yapıldı. Mescidin günümüzdeki binası küp şeklinde olup 400 metre kare alana sahiptir. Bu mescidin, güney ve batı duvarının birleştiği yerde minaresi vardır. Mekke’de yer alan bu mescidde defalarca namaz kılmak bana da (kitabın yazarı) nasip oldu. İcabe Mescidi 1421 ve 1422 yıllarında görkemli bir şekilde yenilenmiş ve bu münasebetle bazen burası İcabe Mahallesi olarak isimlendirilir.138 Buna ilaveten İcabe Mescidi isminde büyük bir tabela da mescidin üzerine asılmıştır. Böyle bir girişim, bazı mescidlerde gerçekleştirilmiştir ve bu girişimler, mübarek mekânların ihyası doğrultusundaki hareketin başlangıcı sayılır. RESİM 43 S.144 Müttekâ Mescidi Mukaddes Mekke şehrindeki bu mescid, Ecyâd-ı Sağir’de Ebu Kubeys Dağının arkasına bitişik küçük bir Şi’b’in içinde yer alır. Ezrâkî, Ecyâd-ı Sağir’den bahsederken şunları kaydeder: “Bu Şi’b, Ebu Kubeys Dağı’nın arkasına bitişik küçük bir Şi’b’dir. Bu Şi’b, Ecyâd-ı Kebir’in -Mescidü’l-Müttekâ’ya varmadan Hişam b. Ebi’l-Âs’ın ve Züheyr b. Ebi Ümeyye’nin evlerinin başlarında yer alır- karşısındadır.”139 O, başka bir yerde Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı mescid hakkında şöyle der: “Ecyâd’da yer alan mescide el-Müttekâ derler.” Daha sonra Ezrâkî birkaç rivayet nakletmiştir ki, bu rivayetler esasına göre Peygamber’in (s.a.a) burada namaz kıldığı kesin değildir. Her halükarda Ezrâkî, Peygamber’in (s.a.a) kesinlikle Ecyâd’da namaz kıldığını kabul eder.140 Mekke tarihi ve eserlerinin çağdaş araştırmacısı Abdülmelik b. Duheyş şunları kaydeder: “Mescidü’l-Müttekâ, İkrime Kuyusu’nun yer aldığı Şi’b’in içindedir. O da Ecyâd-ı Sağir’de Handeme Dağı’nın eteklerinde yer alır.”141 Çağdaş araştırmacılardan Züheyr Kutbî şöyle yazar: Son zamanlarda Müttekâ Mescid’i yıkıldı ve onun yerine Kahire Oteli yapıldı. Bir müddet 136 -a.g.e., c.4, s.20. -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.38. 138 -Daha fazla bilgi için bkz: Minhel dergisi, Mescidü’l-İcâbe bi Mekketi’l-Mükerreme Dirasatü’tTarihiyye ve Sakâfiyye, sayı: 513, s. 4-15. Bu dergide yayınlanan makalede, İcabe Mescid’i ve mescidde yer alan yazıtlar hakkında geniş araştırma yapılmıştır. 139 -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.290. 140 -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.202. 141 -a.g.e., c.4, s.9, dipnot. 137 79 sonra bu otel de yıkılmış ve onun yerine Kakî Oteli yapılmıştır.142 Şimdilerde Bab-ı Ecyâd’ın karşısında bir cadde vardır ve bu caddenin başında, caddeden Harem’e giren kimsenin sol tarafında Müsteşfa’l-Âm (Umumi Hastane) caddesi yer alır ve buradan sonra bir köprü gelir, köprünün yüz metre sonrasında sağ tarafında Kakî Oteli bulunur; bunun karşısında da Îlâf Oteli vardır. Bu otelin girişi caddeye kadar uzanır. Bilindiği üzere Kakî Oteli’yle Mescidü’l-Haram’ın arasındaki mesafe 400 veya 500 metredir. Şecere Mescidi Mikât’ta yer alan meşhur Mescid-i Şecere’nin dışında Mekke’de bu isimle anılan ve Cin Mescidi’nin karşısında yer alan çok eski bir mescid daha vardır. Fâkihî bir rivayeti naklederek şöyle kaydeder: “Söylenildiğine göre Allah Resulü (s.a.v) Mescid-i Şecere’de namaz kılmıştır. Bu mescid, Yecec Mahallesinin aşağılarındadır.” Fâkihî’nin aktardığı başka bir rivayette şöyle geçmektedir: “Abdulah b. Ömer Mekke’ye her gidişinde, yakınında bir ağacın yer aldığı bir mescide gidiyordu. Buranın kalabalık olmadığı zamanını yakaladığı an, namaz kılıyor ve eğer kalabalıksa başka bir yere gidiyordu.” Daha sonra Fâkihî bir şiirde Yecec’i Betha’da olduğuna değinir.143 Betha, hali hazırdaki Meâbide Meydanı ile Cin Mescidi’ne kadar olan yerin arasında bir bölgedir.144 Abdullah b. Ömer’in Allah Resulü’nün (s.a.a) gittiği her yere gidip durduğunu ve buralarda namaz kıldığını söylememiz gerekir. Fâkihî başka bir yerde şöyle diyor: “Namaz kılınması müstehap olan ve Allah Resulü’nün (s.a.v) eserlerinden sayılan mescidlerden birisi de Mescid-i Şecere’dir. Bu mescid, Mekke’nin yukarı semtinde, “Minaretü’lBeyda”nın (beyaz minare) arkasında ve Mescidü’l-Hares’in (Cin Mescidi) karşısındaki dağın kenarında yer alır. Burada bir ağaç vardı ve Allah Resulü (s.a.v) bu ağacı çağırdı ve ağaç da yerinden sökülüp Allah Resulü’nün yanına gelmişti.” Fâkihî daha sonra Peygamber’in (s.a.a) söz konusu mescidin yerinde bu mucizesi hakkında beş rivayet nakletmiştir.145 Bu rivayetlerden birisinde geldiği üzere Peygamber (s.a.a) Rükânet b. Abdi Yezid b. Haşim’i İslam’a davet etmiş o da: Ağacı çağırıp yanına getirmediğin sürece iman etmeyeceğim, demiş ve Peygamber de (s.a.a) ağaca: “Allah’ın izniyle yanıma gel” demişti ve ağaç da Peygamber’in (s.a.a) yanına gelmişti. 142 - Mekke fi Vicdanî, s.99. Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.34-35. 144 -Fâkihî şöyle diyor: Betha, Hares Mescidi ile Harmân’a veya Harmâniyye’ye kadar (Mekke Belediyesinin fiili yeri ve Meâbide Meydanı’nın aşağısı) olan bölgenin adıdır. Buraya Ebtah derler. Ahbâr-i Mekke, c.3, s.79. Daha öncesi, Duheyş, Betha’nın belirlenmesi konusunda Fâkihî’nin başka bir yazısına dayaranak şöyle diyor: Bab-ı İbrahim ile Bab-ı Hazvere ve Mescidü’l-Haram’da yer alan Bab-ı Veda’sından Şi’b-i Âmir’e kadar olan yere Betha derler. Ahbâr-i Mekke, s.75-76. 145 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.27-30. 143 80 Ezrâkî de Mescid-i Şecereden bahsetmiş ve şöyle yazmıştır: “O mescid, Cin Mescidi’nin karşısındadır.” Daha sonra Ezrâkî Peygamber’in (s.a.a) buradaki mucizesine işaret etmiştir.146 Abdullah Ğâzî şöyle yazar: Bu mescid, Muâbide semtindeki Cin Mescidi’nin arkasında yer alan Mescidü’l-Havta’nın kendisidir.147 Züheyr Kutbî Mescid-i Şecere’nin şimdiki durumu hakkında şöyle yazar: “Bu mescid, Süleymaniye Meydanı’nın yakınlarındaki (şimdilerde Süleymaniye Köprüsü) Cin Mescidi’nin (Harem’e gitmek isteyen kimsenin yolu üzerinde) komşusudur. Bu mescidin şimdiki ismi Mescid-i Cenderâvî’dir (İbrahim Cenderâvî’ye nispet edilir).”148 Bu mescid, Cin Mescidi’nin on metre aşağısında, Cin Caddesi’nin devamında Harem yolunda ve tam olarak Süleymaniye Köprüsü’nden öncedir. Yaklaşık yirmiye on iki ölçülerindeki bu mescidin üstünde “Mescid Rakam 43” şeklinde bir tabela göze çarpar. Söylenmesi gerekir ki, Mescid-i Şecere’nin karşısında (Süleymaniye Köprüsünden önce Cin Mescidi tarafına doğru giden kimsenin sağ tarafında) başka küçük bir mescid daha vardır ve bu mescid, bölge halkına göre Mescid-i Râye’dir. Bu durumda Cuderiyye Pazarı’nın evvelindeki mescidin Râye Mescidi olmaması gerekir. Redmü’l-A’lâ Veya Râye Mescidi Fâkihî Ahbâr-i Mekke kitabında bu isimde bir mescidden bahsetmiştir. “Redm”, set anlamına gelir. “Alâ” ise Mekke’in yukarısı ve üstü (Ma’lât) yani Mescidü’l-Haram yoludur (Mina güzergâhı). Bu mescidin karşısında yani Ecyâd’dan öteki tarafta (Mekke aşağı tarafı) Mesfele yer alır. Her halükarda Cuderiyye Pazarı’nın başlangıcında; Ebu Süfyan Caddesi’nin sonlarındaki (İranlıların deyimiyle Ebu Süfyan Pazarı) mescid, Redm Mescidi olarak bilinir 149 ve şimdilerde yıkım sebebiyle burası tamamen kaybolmuştur. Fâkihî şöyle yazar: “Bu mescid, Mekke’nin yukarı kısmında Redmü’lA’lâ’nın kenarında ve Cübeyr b. Mut'im b. Adî b. Nevfel Kuyusu’nun yakınlarındaydı. Bu kuyunun ismine “Bi’r-i Ulyâ” da denilmiştir.” Fâkihî şöyle devam eder: “Allah Resulü (s.a.v) burada namaz kılmıştır.” Nakledildiğine göre sahabelerden birisi şöyle demiştir: “Allah Resulü’nün (s.a.v) öğle ve ikindi namazını “Bi’r-i Ulyâ” yakınında kıldığını gördüm. Abdullah b. Abbas b. Muhammed bu yere mescid yaptı ve mescidin kenarına su havuzu yaptı.” Mekke fakihlerinden bazıları şöyle derler: “Eski 146 -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.201. -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.40. 148 -Mekke fi Vicdanî, s.101. Mekke fi’l-Karni’r-Rabi Aşer kitabında bu mescidden Mescidu’dDenderâvî olarak yâd edilmiştir ki yanlış olması gerekir. 149 -Mucem-i Meâlimi’l-Hicaz, c.2, s.185. Mukaddes mekânların tamamı Ma’lât kısmında yer alır ve bu sebeple bu bölüm, Mesfele’ye (Mekke’nin aşağıları) nispetle daha faziletlidir. Bkz: Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.99. 147 81 Mekke evleri buraya kadar uzanıyordu ve evlerin tamamının arası Mescidü’l-Haram’dan Bi’r-i Ulyâ’ya kadardı.”150 Mekke’nin fethi olayında Peygamber’in (s.a.a) Mekke’ye girişi hakkında şöyle nakledilmiştir: “Peygamber (s.a.a) Meâbide yakınında Seniyyet-i Ezâhire’’den Mekke’ye girdi ve şimdiki Mescidu’r-Râye mahalline Cuderiyye Pazarı’nın girişine kendi bayrağının asılmasını emretti.151 Cübeyr b. Mut'im Kuyusu da son zamanlara kadar mevcuttu ve araştırmacı Ezrâkî’nin ortaya koyduğu görüş esasına göre burası Mescidü’l-Haram’ın yakınlarında yer alıyordu. İbrahim Vadisi güzergâhında olan bu yerde sel seti bulunuyordu. Sel yolu, tam olarak Mescidü’l-Haram’a doğruydu ve Kâbe’nin kenarından geçerek Ecyâd semtine doğru gidiyordu. Bu set, Kâbe etrafındaki halkın evlerinin korunması için yapılmıştı. Fâsî, 601 yılı olaylarının zeylinde şunları yazar: “Bu yılda Râye Mescidi tamir edildi.”152 İbni Fahd 801 hadiselerinin zeylinde şunları kaydeder: “Bu yılda Râye Mescidi düzeltildi.”153 “852 yılında da düzenlenen merasimde Râye Mescidi’nin olduğu yeri Mes’â’ya (sa’y yeri) kadar mumlarla aydınlattılar.”154 Fâkihî’nin kitabının araştırmacısı Abdülmelik b. Duheyş’in görüşü esasınca bu mescid şimdilerde Cuderiyye Pazarı’nın başlarında yer alır. Bu mescidin bir tarafı pazara doğru diğer bir tarafı da Mescidü’l-Haram’a doğrudur. Bu mescid çok büyüktür ve şimdilerde Râye Mescidi olarak tanınır ki bu isim nispeten yenidir. Râye Mescidi Hicri Kameri 1361 yılında yeniden inşa edildi ve son defa 1394 h.k yılında imar ve genişletme projelerinde yaşanan sorunlar sebebiyle mescidin yeri bir miktar değiştirildi ve eski yerin kuzeyine taşındı. Bu mescidin hali hazırdaki yüz ölçümü 233 metre karedir. Bölgede oturanların bazılarına göre Râye Mescidi, Cuderiyye Pazarının başlangıcındaki mescid değil, bilakis Süleymaniye Köprüsü’nden önce Mescidü’l-Haram’dan Cin Mescidi tarafına doğru giden kimsenin sağ tarafındaki mescid, Râye mescididir. Bu mescid son yıllarda yenilenmiştir. Üzerine asılı olan tabelada bu mescid, Cuderiyye Pazarı girişindeki mescid değil de Râye Mescidi olarak tanıtılmıştır. RESİM 45 S.149 Ganem Mescidi 150 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.19. -et-Tarihi’l-Kavîm, c.2, s.67. 152 -Şifau’l-Gerâm, c.1, s.261; el-Ikdu’s-Semîn, c.5, s.290. 153 -İthâfu’l-Verâ, c.3, s.416; el-Ikdu’s-Semîn, c.7, s.76. 154 -İthâfu’l-Verâ, c.4, s.278. 151 82 Fâkihî, Karn-i Meskele’de (sâd harfi ile de yazılmıştır) bulunan bir mahalleden bahsederek şöyle yazar: “Meskele, Peygamber’in (s.a.v) Mekke fethinden sonra oturduğu ve Mekke şehri Müslümanlarıyla biat etiği yerdir.”155 Ezrâkî, Peygamber’in (s.a.a) Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlarla biat ettiği bu yerin mescid olduğunu söyler. Bu mescid, Karn-i Meskele mahallesindeydi. Fâkihî şunları ekliyor: Bu mescid Mekke’nin yukarı kısmında Karn-i Meskale’de Sûk el-Ganem (koyun pazarı) yakınındaydı.156 Ahbâr-i Mekke kitabı araştırmacısı İbni Züheyr’in şöyle dediğini kaydeder: “Şimdi bu mescid bilinmiyor.”157 Ancak o, başka bir konuda dipnotta şunları yazmıştır: “Sûk el-Ganem önceden Rukmeteyn Dağı’nın doğusundaki vadi içlerindeydi ve şimdi Sûk el-Cuderiyye -veya Ebu Süfyan Pazarı- olarak isimlendirilir. Orada Mescidü’l-Ganem isminde küçük bir mescid vardır ve bu mescidin, Ezrâkî’nin hatırlattığı ve Karn-i Meskele Mahallesi’nde olduğunu söylediği mescid olması hiç de uzak bir ihtimal değildir.”158 İlginçtir ki, son yıkımlarda (1387-1388) Karn-i Meskele Mahallesi etrafında bulunan Cuderiyye Pazarından Mes’â’ya doğru ve Babu’l-Feth karşısındaki Babu’l-Fahd’a kadar yer alan bina ve oteller tamamen yıkılmış ve yeni bir proje ile açık bir alan oluşturularak oteller ve pazarlar yapılmıştır. Söylenmesi gerekir ki, söz konusu bu pazarın başlarında, burasının yıkılmasından öncesine kadar 1387 yılında Harem’den yukarı tarafa ve sol tarafa doğru yaklaşık içinde namaz kılınan on iki metre bir zaviye-bölüm vardı ve burası da 1374-1375 yıllarında yıkıldı ve yerine “es-Sureyh li’l-Hardavat ve’l-Hedaya” isminde mağaza yapıldı. Yaptığım araştırmaya göre bu bölgede başka bir mescidin varlığından söz edilmemiştir. Bu yerde yaşayan dükkân sahiplerinden birisi, burasının “Zaviyet-i İmam Taberî” olarak isimlendirildiğini söyler. Bu mescid, Mescidü’l-Biy’at (Biat Mescidi) olarak da anılır ve Abdülmelik Duheyş’e göre bu mescid yok olmuştur. Mekke tarihi eserleri ve Hicaz kabileleri hakkında çok sayıda eser sahibi olan Mekke tarihi araştırmacısı Atik b. Gays Biladî (1352-1431) -ben defalarca Mekke’de ki evinde bulundumMescidü’l-Biy’at’ın veya Mescidü’l-Ganem’in telefon idaresinin karşısında Hacûn Köprüsünün aşağısında olduğunu ifade ederek şöyle devam eder: Karni Meskele tam olarak buradadır. Anlatılanları göz önünde bulundurduğumuz zaman bu mescidin yeri hakkında net bir şey söylenemez. Muhtefa Mescidi 155 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.137. -Ahbâr-i Mekke, c.3, s.201. 157 -a.g.e., c.2, s.201. 158 -a.g.e., c.2, s.271. 156 83 Son çeyrek asra kadar Allah Resulü’nün (s.a.a) evinin arkasında Şi’b-i Ebu Talib’te (Ebu Talib Mahallesi) bir mescid vardı ve burasına “Muhtefa Mescidi” diyorlardı. Fâkihî’nin nakline göre Ebu Leheb’in evi, Hatice (a.s) ve Peygamber’in (s.a.a) evinin yanındaydı159 ve burada Ebu Leheb eşiyle birlikte Peygamber’e (s.a.a) eziyet ediyordu. Fâkihî şöyle yazıyor: “Hatice’nin evinin dışında bir taş vardı. Suleym b. Müslim ya da Mekke fertlerinden birisinin nakline göre Peygamber’in (s.a.a) muhalifleri Adiyy b. Hamra ve Ebu Leheb’in evinden Peygamber’e (s.a.a) taş atıttıkların Peygamber (s.a.a), Hatice’nin evinin dışındaki bu taş arkasına saklanıyordu. Bu taşın ölçüsü bir zirâ ve bir karıştı.”160 Burası Muhtefa Mescidi olarak meşhurdu ve yıkımından öncesine kadar Melik Abdülaziz döneminde küçük bir yapıydı. Fâsî burasını Muhtefa Mescidi olarak anmış ve şöyle yazmıştır: “Sûk elLeyl’de (Akşam Pazarı) Peygamber’in (s.a.v) doğduğu yerde bir mescid vardır ve burasına Muhtefa Mescidi derler. Halk Peygamber’in (s.a.v) doğum günlerinde buraya gelir.”161 İlginçtir ki, Fâkihî zamanında yani hicri üçüncü asırda Ali b. Ebi Talib Şi’b’inde (Ebu Talib Şi’b-i) bir mescid vardı ve bu mescidde Peygamber’in (s.a.a) eserleri mevcuttu. Fâkihî bu haberin naklinden sonra şöyle yazıyor: “Miraç, Ebu Talib Şi’bi’nden başlamıştır.”162 Şimdilerde asılan tabelalarda bu mahalle “Şi’b-i Ali” olarak isimlendirilmiştir ki bundan maksat İmam Ali b. Ebi Talib’tir (a.s). Hamza Mescidi Hamza b. Abdülmuttalib’e mensup olan bu mescid Mesfele bölgesinde İbrahim Caddesiyle Hamza b. Abdülmuttalib Caddesinin kesiştiği noktada yer alır. Söz konusu bu mescid küçük bir mescid idi. Hicri Kameri 1375 yılındaki bakım çalışmalarında alanı genişletilererk 160 metre kareye çıkarıldı. Hamza b. Abdülmuttalib, Peygamber’in (s.a.a) amcası ve İslam ordusunun meşhur komutanlarındandır. Hamza, Mekke’de Allah Resulü’ne (s.a.a) iman etti ve İslam’ın Mekke’de güçlenmesine sebep oldu. Hicretten sonra Bedir savaşında cesurca savaştı ve Uhud savaşında şehit edildi. Allah Resulü (s.a.a) onu “Şehitlerin Efendisi” olarak isimlendirdi. Bilal Mescidi Bilal’e nispet verilen bu mescid, Ebu Kubeys Dağı’nın tepesinde yüz metre karelik bir yerdir. Bu mescid, yeni imar ve genişletme projelerinde ve Suud hükümetinin misafirlerini ağırlamak için Ebu Kubeys Dağı’na sarayların yapımı sebebiyle yok olmuştur. Şimdilerde de bu mescidden resimlerinden başka hiçbir eser kalmamıştır. 159 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.280. -a.g.e., c.4, s.7. 161 -el-Ikdu’s-Semîn, c.1, s.65; ez-Zuhûru'l-Muktetafe, s.99. 162 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.5, s.33; hatırlatmamız gerekir ki, Kur’an ayetlerinin zahiri esasınca Miraç, Mescidü’l-Haram’dan başlamıştır. 160 84 Bilal b. Rebâh, İslam dinine ilk yönelen kimselerdendi. Bilal, müşriklerin ağır işkencelerine maruz kaldı, ancak dayandı ve “Allah birdir” feryatlarıyla müşriklere eziyet etti. Bilal, Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin üstüne çıktı ve okuduğu ezanıyla etrafı çınlattı. Bazıları Bilal’in Ebu Kubeys Dağı’nda ezan okuduğunu ve ezan okuduğu yerin mescid olduğunu söylemişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla sonraları birileri tarafından Bilal’in anısına Ebu Kubeys Dağı’nın üstüne bu mescid yapılmıştır. Fâkihî üçüncü asırda, İbrahim’in (a.s) Ebu Kubeys Dağı’nın zirvesinde durup halkı hacca çağırdığı noktada yer alan İbrahim Mescidi’ni yâd etmiştir.163 RESİM 46 S.152 Ümmü Hânî’nin Evi Ümmü Hânî, Emirülmüminin Hz. Ali’nin (a.s) kız kardeşi ve Kureyş’in tanınmış kadınlarındandır. Allah Resulü (s.a.a) onunla evlenmek istemiş, ancak bir takım sebeplerden ötürü Ümmü Hânî Allah Resulüne (s.a.a) özrünü bildirmiş ve Allah Resulü de (s.a.a) onun özrünü kabul etmiştir. Ümmü Hânî’nin evi Safa Dağı’nın yakınlarındadır. Bazıları, Allah Resulü’nün (s.a.a) yatsı namazından sonra Ümmü Hânî’nin evinde istirahat ettiğini ve buradan Mirac’a gittiğini yazmışlardır. Daha önce dip notta değindiğimiz gibi Kur’an ayetlerinin zahirine göre (eğer Mekke şehrinin kendisi kastedilmemişse) Miraç Mescidü’l-Haram’dan başlamıştır. Ümmü Hânî’nin evi Hazûre tarafında Babu’l-Veda yakınındaydı.164 Ezrâkî’nin yazdığına göre Abbasi halifesi Mehdi zamanında Mescidü’lHaram’ın imar ve genişletme çalışmalarında Ümmü Hânî’nin evi Mescidin içinde kalmıştır. Ezrâkî şöyle devam eder: “Minarenin yakınında bulunan Ümmü Hânî’nin evi Ben-i Haşim’in elindeydi Abbasi halifesi Mehdi zamanında Mescidü’l-Haram’ın imar ve genişletme çalışmalarında Ümmü Hânî’nin evi Mescidin içinde kalmıştır.”165 Mescidü’l-Haram’ın kapılarından birisi de bu evin karşısındaydı ki burası “Bab-ı Ümmü Hânî” binti Ebu Talib” olarak isimlendiriliyordu.166 Et-Tarihi’l-Kavîm isimli değerli kitabın sahibi Kurdî, bu kitabında Ümmü Hânî’nin evi hakkında ayrıca başlı başına araştırma yapmış ve kendi zamanında evin tam olarak yerini Babu’lVeda minaresinin altında Ecyâd’ın karşısında bilmiş ve şöyle yazmıştır: “Rükn-i Yemânî ile Babu’l-Veda Minaresi arasına kadar olan mesafe 120 metredir.167 Mescidin güneyinden -Bab-ı Ecyâd- görülen tek minaredir. -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.16. Fâkihî şunları ekliyor: Bazıları bu mescidin İbrahim Kubeysî’nin anısına yapıldığını söylemişlerdir ve daha sonraları bu mescid yanlışlıkla İbrahim’e (a.s) nispet verilmiştir! Bkz: Ahbâr-i Mekke, c.4, s.17. 164 -et-Tarihi’l-Kavîm, s.208. 165 -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.234. 166 -a.g.e., c.2, s.91 167 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.1, s.218-220. 163 85 Mekke’nin fethinden sonra Peygamber’in (s.a.a) girdiği ilk ev Ümmü Hânî’nin eviydi. Sonra Abdullah b. Mesud da Mekke’ye geldiğinde Ümmü Hânî’nin evine gidiyordu. Bu mesele, Ümmü Hânî’nin evinin büyük olduğunu ve önde gelen kimselerin ağırlandığı yer olduğunu göstermektedir. Şayet Abdullah teberrük için bu eve gitmiş olabilir. Her halükarda dokuzuncu asrın sonlarında Mescidü’l-Haram’ın yakınında “Ümmü Hânî” isminde bir mescidden bahsedilmiştir168 ve burasının gerçekte Ümmü Hânî’nin asıl evine yakın olma ihtimali de vardır. Zî-Tuvâ Yolu Mescidi Fâkihî şöyle yazıyor: Allah Resulü’nün (s.a.v) eserlerinin görüldüğü mescidlerden birisi Tenim ve Cidde yol ayrımındaki Zî-Tuvâ Mescidi’dir. Fâkihî’nin kitabının dipnotunda yaptığım düzeltme esasınca bu mescid ZîTuvâ’ya doğru giden kimsenin tam olarak Tenim-Cidde iki yol ayrımının başında yer alır. Ancak cadde genişletme faaliyetleriyle ortadan kalkmıştır!169 Peygamber’den (s.a.a) geride kalan eserlere teberrük etmeye inanan Abdullah b. Ömer, Mekke’ye gireceği zaman sürekli buradan gelir ve gusül alarak Mescidü’l-Haram’a girerdi.170 Cafer-i Tayyar Mescidi Sonraları “Dâru Dakûkî” adıyla tanınan Cafer-i Tayyar Mescidi, Mescidü’lHaram kapılarından Daru’l-Acele yakınında Mescidin kuzey tarafındadır. Bu mescide ait yazıt, Haremeyn-i Şerifeyn’in Sergi Salonu’nda korunmaktadır ve yazıttan anlaşıldığı kadarıyla bu mescid, 945 yılında yapılmıştır. Söz konusu yazıta göre bu mescidi Abdülaziz Âsıf Han yaptırmıştır.171 Ebubekir Mescidi Mekke’nin bir diğer eski eserlerinden birisi “Ebubekir Mescidi”dir. Allah Resulü’nün (s.a.a) Ebubekir eşliğinde bir gece Sevr Mağarası’na doğru hicret ettiği ve hareketlerine buradan başladıklarını söylemişlerdir. Bu mescid Mesfele bölgesinde ve Hamza Mescidi’nin yakınlarında yer alır. Tarihi kaynaklarda üçüncü asırdan bu yana bu mescidden söz edilmiştir. Hali hazırdaki mescid önceki yerinde yapılmıştır ve bu mescidin Mescidü’lHaram’a kadar olan uzaklığı birkaç yüz metreye ulaşır ve yaklaşık 160 metre karedir. Mescidü’l-Haram’ın batı yönünden Halit b. Velid Caddesi başında bu isimde bir mescid yer alır. Söylenildiğine göre Halit b. Velid Mekke’ye buradan girmesi hasebiyle bu mescid Halit b. Velid Mescidi olarak isimlendirilmiştir. Mübarek ve kutsal sayılan diğer mescidlerin listesi günümüze kadar taşınmış ve Abdullah Ğâzî bunların listesini çıkarmıştır.172 168 -Gâyetü'l-Merâm bi- Ahbâri Saltanati'l-Beledi'l-Harâm, c.2, s.558. -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, s.27. 170 -Rıhlet-i İbni Batuta, s.143. 171 -el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.189. 172 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.42-45. 169 86 MUKADDES YERLER VE MESCİDLERİ (CAMİLERİ) Arafat Arafat yaklaşık Mekke’nin doğusunda bir miktar güneye meyilli Taif ve Mekke yolu arasında 18 kilometre karelik büyük bir bölgenin adıdır. Bu bölge etrafındaki yarım daire şeklindeki dağların aracılığıyla belirlenmiştir. Beytullahi’l-Haram hacıları Arefe günü yani Zihicce ayının dokuzunda şer’i zaman esasına göre öğleden akşama kadar bu bölgede kalırlar ve fıkhi terim 87 olarak hacıların burada kalmasına “Vukuf” denilir. Arafat’ta vukuf o denli önemlidir ki Peygamber (s.a.a); “Hac Arefe’dir” veya “Hac Arafat’tır” diye buyurmuştur.173 Temettü haccının rükünlerinden birisi “Vukuf”dur ve Vukuf’un yapılmaması durumunda hac geçerli sayılmaz. Burada Vukuf üzerinde durulmasının bir diğer önemi de Kureyşlileri burada durmaya teşvik edip yönlendirmekle bağlantılıdır. Zira Kureyşliler kendilerini seçkin bir kabile biliyorlar ve kendilerini, Humus Ehli ve Harem Ehli olarak tanıtıyorlardı; bu sebeple de Arafat’ta kalmaya da ihtiyaç duymuyorlardı. Hâlbuki Allah Resulü (s.a.a) onların bu davranışını doğru bilmiyordu ve kendisi de Veda Haccı’nda Arafat’ta durmuştu. Bu emrin esası da Kur’an’ın şu ayetine dayanıyordu: “Sonra insanların akın ettiği yerden siz de akın edin.”174 Bu ayet kendilerini üstün gören ve Arafat’ta durmak hakkında yanlış düşüncelere kapılma bahaneleriyle bu işten kaçınan kimseler hakkında nazil olmuştur. Arafat, Mescidü’l-Haram sınırlarının dışındadır ve burada durulması yani hacıların Harem sınırları dışına çıkıp tekrar bu sınırların içine girmesi olarak tefsir edilmiştir. Tarihin çeşitli kesitlerinden şimdiye kadar Arafat’ın etrafını asılan tabelalarla tam olarak belirlemişlerdir. Bu bölgenin Arafat olarak isimlendirilmesi hakkında söylenmesi gereken dört nokta şudur: 1-Cebrail-i Emin hac merasimini Âdem’e (a.s) veya İbrahim-i Halil’e (a.s) öğrettiği zaman sonunda şöyle demiştir: “Bildin mi?” (öğrendin mi?).175 2-Âdem (a.s) ile Havva bu bölgede birbirlerini tanımışlardır (Teârefâ: yani birbirlerini yeniden bulmak). 3-Bu bölgede halkın günahlarını itiraf etmesi hasebiyle Arafat ismiyle tanınmıştır. Buranın isimlendirilmesi hakkında İmam Cafer Sadık’tan (a.s) rivayet edilen bir hadiste İmam şöyle buyurur: “Cebrail, öğlen vakti Arefe’de İbrahim’e: Ey İbrahim! Günahlarını itiraf et ve (hac) amellerini tanı demiştir ve Cebrail’in İbrahim’e “İ’tarif” (Tanı) demesinden dolayı buraya Arafat denilmiştir.”176 4-Bazıları, Arefe’yi dağ anlamında bilir. Arafat’ın kuzey doğusunda “Cebelü’r-Rahme” (Rahmet Dağı) yer alır. Bu dağ, Arafat’ı saran dağlar arasında değildir. Hicri sekizinci yüzyılda Musul ve Şam Veziri Cemaleddin İsfehânî, yukarıya çıkışı kolaylaştırmak için dağın aşağısından yukarısına kadar basamak yaptırmıştır. Söylenilmesi gerekir ki, 173 -Sünen-i Tirmizi, c.5, s.214, h.2975; Evâli'l-Leâli, c.2, s.93. -Bakara, 199. 175 -Bkz: İlelü’ş-Şeraî, c.2, s.436. 176 -a.g.e., c.2, s.436. 174 88 Şia fıkhında Vukuf zamanında -Zilhicce ayının dokuzunda şer’i zaman esasına göre öğleden akşama kadar- Arafat Dağı’na çıkmak mekruhtur. Allah Resulü’nün (s.a.a) Veda Haccı Hutbesi’ni bu dağın üzerinde okuduğuna dair rivayet vardır.177 Geçmişte dağın aşağısında “Mescidü’s-Saharât” isminde küçük bir mescid vardı ve söylenildiğine göre Allah Resulü’ (s.a.a) burada konuşma yapıyordu.178 Birkaç noktayı içeren bu hutbenin büyük bir önemi vardır, şöyle ki: 1-Başkalarının mal ve can harimine riayet etmenin gerekliliği. 2-Haram aylarının hürmetine riayet etmek ve haram aylarında yapılmayan değişimler için ayların yerini değiştirmenin yasaklanması. DAĞ RESMİ S. 159 3-Yanında emaneti olan herkesin emaneti sahibine vermesi. 4-Faiz ve faizciliğin yasaklanması. 5-Cahiliyet döneminde dökülen kanlarla ilgili hakların geçersiz kılınması. 6-Evli eşlerin birbirlerine karşı hakları ve özellikle erkeğin kadın hakkına riayet etmesi.179 Arafat’ta bulunanların günahlarının Arefe günü bağışlanacağını tekit eden pek çok rivayet vardır. İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: “Allah Resulü’ne (s.a.a) “Arafat ehlinden hangi grubun günahı daha çoktur?” diye sorduğumda Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Arafat’tan dönen ve bağışlanmadığını düşünenler.” İmam Cafer Sadık (a.s) bu sözün açıklamasında şöyle buyurur: “Bundan Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümidini kesenler 180 kastedilmiştir.” RESİM 47-48 S.160 Nemire veya Hz. İbrahim Mescidi Arafat’ın batısında “Nemire Mescidi” isminde büyük bir mescid vardır. Bu mescidi Hz. İbrahim (a.s) Mescidi, Arefe Mescidi ve Urene Mescidi -Arafat’ın kenar vadisi- gibi isimlerle de anmışlardır. Nemire Mescidi hicri ikinci yüzyılda ve Abbasi halifesi Mansur döneminde yapılmış ve ondan sonra da tarih ve seyahatname yazarlarının ilgisini çekmiştir. Mescidin binasının ilk asırda var olması ve ikinci asırda Mansur tarafından yenilenmesi ihtimali vardır. Bu mescidin bir bölümü Arafat’ın şer’i ölçüleri içinde değildir ve Sünni ve Şia âlimlerinin inancına göre vukuf zamanında kimsenin burada durmaya hakkı yoktur. -Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 12, s.142-162. -et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.41, 54 ve 55. Mescidin resimleri bu sayfalarda yer almıştır. 179 -Bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 28, s.96-97. 180 -el-Caferiyât, s.64: el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.220. 177 178 89 Abbasi halifesi Mehdi zamanında mescidin alanı yaklaşık sekiz bin metre kareydi ve bu, hicri ikinci asırda Müslümanların söz konusu mescide verdikleri önemi gösterir. Nemire Mescidi Hicri Kameri 559 yılında Cemaleddin İsfehânî tarafından yenilenmiş ve alanı yaklaşık 14400 metreye kadar genişletilmiştir. İhtimal doğrultusunda bu mescid o zamanlarda tavansız ve sundurmasızdı, ancak Osmanlılar zamanında bu mescid için sundurmalar (revaklar) yapılmıştır. Mescidin şimdiki binası, Suudiler zamanında yapılmış ve Fahd’ın imar ve genişletme çalışmalarının öncesine kadar on sekiz bin metrekareye ulaşmıştı. Şimdi bu mescidin çeşitli sundurmaları ve doğu ve batıdan müşahede edilen dört minaresi bulunmaktadır. Meş’arü’l-Haram veya Müzdelife Hacılar Arafat’tan Mekke’ye dönüş yolunda iki dağ arasında “Me’zemeyn” adında bir vadiden geçerler. “Me’zem” dar yol veya başka bir ifadeyle boğaz anlamında olup bununla bölgenin geliş gidiş yolundaki boğaza (dar geçite) işaret edilir. Hacılar, bu vadiden geçerek Müzdelife veya Meşarü’l-Haram bölgesine ulaşırlar ve Meşarü’l-Haram’ın diğer bir yönünde yani Mina semtindeki küçük bir vadi olan Muhassir Vadisi’nden181 geçerek Mina’ya girerler. Müzdelife’nin sınırları çok büyük tabelalarla belirlenmiş ve “Müzdelife’nin başlangıcı” veya “Müzdelife’nin bitimi” şeklindeki ifadeler ile burasının sınırlarını tanımak mümkündür. Zilhicce ayının onuncu gecesinde bütün hacılaır Müzdelife’in bu noktasında toplanır. Dolayısıyla büyük bir izdiham oluşur. İşte bu nokta da oluşan bu insan izdihamından dolayı Müzdelefe denir. Zaten Müzdelefe de insan izdihamı manasınadır. Allah Teâlâ Kur’an’da burasını anmıştır: ِ ٰ ِ ْ َض ًل ِمن ربِّ ُكم فَِا َذا اَف ٍ ْح َر ِام َواذْ ُك ُروهُ َك َما ٌ َس َعلَْي ُك ْم ُجن َ ضتُ ْم م ْن َع َرفَات فَاذْ ُك ُروا اللهَ ع ْن َد ال َْم ْش َع ِر ال ْ َ ْ ْ َاح اَ ْن تَ ْبتَ غُوا ف َ ﴿ل َْي ِ ِ ِ ِ ﴾َّاس َو ْاستَ غْ ِف ُروا ٰاللهَ اِ َّن ٰاللهَ غَ ُف ٌور َرح ٌيم ُ ضوا ِم ْن َح ْي ُ ين * ثُ َّم اَفي َ َث اَف َ َه ٰدي ُك ْم َوا ْن ُك ْنتُ ْم م ْن قَ ْبله لَم َن الضَّال ُ اض الن “(Hac mevsiminde ticaret yaparak ) Rabbinizin lütuf ve keremini istemekte size bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın ettiğinizde, Meşa’ar-i Haram’dan Allah’ı zikredin. Onu, size gösterdiği gibi zikredin. Doğrusu siz onun yol göstermesinden önce yolunu şaşırmışlardan idiniz. Sonra insanların akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”182 Nemire Mescidi’nin altı kilometre uzaklığında ve Mina’da Hayf Mescidi’nin beş buçuk kilometre uzaklığında Müzdelife Mescidi yer alır. Bu mescid, Abbasiler döneminde yaklaşık dört bin kilometre kareydi ve sadece etrafı çevrili ve üstü açıktı. Bu mescid defalarca yenilendi ve Hicri Kameri 1072 yılında Osmanlı sultanları da burasını yenilediler. Hicri Kameri 1399 yılında 181 182 -Muhassir Vadisinin sınırları hakkında bakınız: Mikât-ı Hac, sayı: 3, s.173-182. -Bakara, 198-199. 90 bu mescidin yenilenmesi tamamlandı. Şimdi dikdörtgen şeklinde olan bu mescid yaklaşık altı bin metrekaredir. RESİM 50 S.161 Mina Toprakları Muhassir Vadisi’ni geçtikten sonra başlayan Mina183 topraklarının uzunluğu yaklaşık 3/5 kilometre ve genişliği de yaklaşık beş yüz metredir. Burası sıralı iki dağın arasında olup Mekke’de sona erer. Mina’nın sınırları da belirlenmiş ve Mekke güzergâhında Akabe Cemresi, Mina sınırı sayılır. Hacılar, onuncu günden on ikinci güne kadar -bazıları on üçüne kadarMina’da kalırlar. Mina’nın bitiş kısmı yani Akabe, ilk defa Müslümanların Allah Resulü (s.a.a) ile biat ettikleri ve onların biatinin “Biatü’l-Akabe” (Akabe Biati) olarak meşhur olduğu yerdir. El-Biat Mescidini işlerken bu konuya değineceğiz. Mina’nın Mekke’ye en uzak kısmı Müzdelife ve Mina arasında yer alan Muhassir Vadisi’dir ve burası için Ebrehe’nin ordusunun ilahi azaba uğradığı yer olduğu söylenebilir. Söylenildiğine göre “Mina” kelimesi Cebrail’in (a.s) Hz. Âdem’e (a.s) şu sözünden alınmıştır: “Etemenne’l Cenne? Acaba cenneti arzuluyor musun?” Aynı şekilde İmam Rıza’dan (a.s) nakledilen bir hadiste İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cebrail’in İbrahim’e (a.s): Allah’tan ne istersen iste (Temanna et)” demesinden ötürü “Mina”ya Mina denilmiştir. İbrahim (a.s), Allah Teâlâ’dan oğlu yerine bir kurban göndermesini ve İsmail’in (a.s) fidyesi unvanında bu kurbanı keseceğini istemiş Allah da onun arzusunu kabul etmiştir.”184 Hacıların Mina’daki temel eylemleri şudur: Onuncu gün ilk etapta Akabe Cemresi’ni taşlarlar. Taşlamadan sonra “Kurban keserler” ardından “Halk” (yani başı tıraş etmek) veya “Taksir” (başın veya tırnakların bir bölümünün kısaltılmassı) görevini yerine getirerek İhram halinden çıkarlar. Hacılar on birinci ve on ikinci günü her üç cemereyi -Akabe Cemresi, Ortanca Cemre ve Küçük Cemre- taşlamaya dikkat ederler ve buna izafeten geceleri -hac amellerinde ayrıntılı olarak yer almıştır- Mina’da kalmaya da (Beytute) dikkat ederler. Bunlar İslam’dan önce de var olan amellerdir ki Hz. İbrahim’le (a.s) başlamıştır. -Mina’nın manası hakkında birkaç görüş belirtilmiştir: 1-“Yumna fiha mine’dima ey: Yurag” Yani orada kan dökülecektir. Bazılarına göre Mina kelimesi, Cebrail’in (a.s), Hz. Âdem’e söylediği ““Etemenne’l Cenne? Acaba cenneti arzuluyor musun?” sözünden alınmıştır. 2-İbn-i Abbas’ın sözüne istinat edilmiştir. İbn-i Abbas şöyle der: “İnsanların toplandığı yere mina denir. Çünka Arap insanların toplandığı her yere mina der.” 3-Allah (c.c), İsmail (a.s) yerine Hz. İbrahim’e (a.s) fidye unvanında kurban göndererek ona minnet bıraktı. Şayet Yüce Allah burada kullarının günahlarını bağışlayarak onlara minnet bırakmaktadır. İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.103. 184 -Uyun-u Ahbari'r-Rıza,, c.2, s.91; İlelu'ş-Şerâi, s.435. 183 91 Bir hadiste İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Remy-i Cemerat’ın hikmeti şudur: Şeytan Cemere yerinde İbrahim’e (a.s) göründüğünde Cebrail, İbrahim’den şeytana yedi taş atmasını ve her taşın isabet etmesiyle tekbir söylemesini istemiş ve İbrahim’de böyle yapmıştır ve bu sünnet olmuştur.”185 S.163 KROKİ Sadr-ı İslam’da Cemre-i Ûla ve Cemere-i Vustâ her taraftan açıktı ve taşlanabiliyordu, ancak Cemere-i Akabe186, dağın orta yerlerindeydi ve Allah Resulü (s.a.a) burasını, sol tarafından Mekke’yi arkasına ve sağına da Mina’yı alacak şekilde taşlıyordu.187 Şia rivayetleri esasına göre Remy eden şahsın (şeytan taşlayan kimsenin) Allah Resulü (s.a.a) gibi yapması müstehaptır. Hicri Kameri 1376 yılında Mekke Şer’i Mahkeme Yargıcı Abdullah b. Duheyş, dağın bu tarafının taşlanmaması için dağın kaldırılması fetvasını verdi, ancak şimdilerde Akabe Cemresi her taraftan taşlanmaktadır. Geçmişten Osmanlı devleti zamanına kadar kurban bayramı gecesinden iki gün sonra Mina’da kutlama düzenlenir ve her yer ışıklandırılırdı. Hicri on ikinci yüzyılın yarısının başlarında hacla müşerref olan İsfehân’lı kadın şair, kendi seyahatnamesini şiire dökmüş ve Mina’daki kutlamaları gördüğünde bu sahneyi kitabında şiire dökmüştür.188 Mina’da bina yapılmasının doğru olup olmadığı fıkhi meselelerden birisiydi. Bu konuda pek çok ihtilaflı görüşler olmuştur. Vahabiler döneminden önce Mina’da çeşitli binalar vardı, ancak onlardan sonra bir süre bu binalar yıkıldı ve Abdullah bin Baz son zamanlara kadar Mina’da sürekli binaların varlığına muhalifti. 1418 yılından bu yana yeni binalar yapıldı. Bu binalar normal inşaat malzemeleriyle değil, çok kalın çadırlarla kalıcı bir şekilde yapılmıştır. Geçmişte bunun tam tersine, hac ibadetlerinin yerine getirilmesinden sonra çadırlar sökülüyordu, ancak yeni çadırlar yıl boyu sökülmeden kalmaktadır. Aynı şekilde ana ve yan-tali yolların tamamı ya çakıl taşlarıyla döşenmiş ya da asfaltlanmış ve bu surette Mina hac günlerinde daha çekici hale getirilmiştir. Muhassir Vadisi’ni geçtikten sonra Mina’nın ilk bölümünde İran çadırları yer alır. Bu bölüm Cemerat’a uzak olmasıyla diğer hacıların gelip gittiği yerlerden daha sakin ve temizdir. Muhassir Vadisi tarafından Mina’ya giriş bölümünde mezbaha (hayvan kesilen yer) vardı (şimdide vardır), ancak sanki böyle bir yer Mina’da yok gibiydi. Hicri Kameri 1420 yılında asıl mezbaha Mina’nın 500 metre uzağına “Muaysam” isminde başka bir yere taşındı ve araçlarla donanmış bu yerde her ülke hacıları için taksim edilmiş bölümleriyle faaliyet göstermektedir. - İlelu'ş-Şerâi, s.437. - CEMRELER Mina'da üç cemre vardır. Bunlar: a-Akabe Cemresi (Cemre-i Akabe veya Cemre-i Kubrâ): Halk arasında "Büyük Şeytan" denir. b-Orta Cemre (Cemre-i Vustâ): Halk arasında "Orta Şeytan" denir. c-Küçük Cemre (Cemre-i Ûla): Halk arasında "Küçük Şeytan" denir. Çev. 187 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.15. 188 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.15. 185 186 92 Şunu da söylememiz gerekir ki, Zilhicce ayının on birinci gününden on üçüncü gününe kadar olan üç gün “Eyyâm-ı Teşrîk” olarak isimlendirilir. “Teşrîk” kurban etinin kurutulması anlamındadır. Etlerin kurutulması yöntemiyle bozulmaktan korunuyor ve daha sonraki aylarda istifade ediliyordu. Geçmişte İslam’ın ilk asrında Mina’da birkaç mescid vardı ve bunların bir kısmı yok olmuş ve bazıları da hala varlığını korumaktadır. Bu mescitlerin (camilerin) hakkında kısaca açıklamada bulunacağız: RESİM: 51-54 Hayf Mescidi Hayf Mescidi, Mina bölgesinin en önemli mescididir. Bu mescidin ortaya çıkmasının felsefesi hakkında dikkat çekici rivayet vardır. Bildiğimiz kadarıyla hicretin beşinci yılında Mekke müşrikleri, Yahudileri kışkırtarak Medine’ye saldırmak ve İslam’ı kökünden kazımak için Arap kabilelerinin bazılarıyla ortak hareket etme anlaşması imzaladılar. Onların bu anlaşmayı imzalamak için seçtikleri yerde sonraları Hayf Mescidi yapıldı. İslam’ın aleyhinde müşriklerin anlaşma yaptıkları yerde mescidin yapılması, Kureyş’in diğer Arap kabileleriyle ittihadını kaldırmak anlamına geliyordu. “Hayf” dağlık bölge olma özelliği azaltılmış, ancak henüz sahra suretine dönüşmemiş anlamındadır. Böyle bir bölge “Safâih Dağı”nın etekleri arasında yer almış ve burada Hayf Mescidi yapılmıştır. Bazı rivayetlerin esasınca Hayf Mescidi, Allah Resulü’nün (s.a.a) önemli hutbesine tanıklık etmiş ve bu hutbe rivayetlerde nakledilmiştir.189 Aynı şekilde Masum Önderlerin (a.s) rivayetlerinde şöyle tavsiye edilmiştir: Mina’daki kimse namazlarını Hayf Mescidi’nde kılmaya özen göstermelidir, çünkü burada yetmiş peygamber namaz kılmıştır.190 Başka bir nakilde Havva’nın (s.a) kabri burada olduğu gibi Âdem’in de (a.s) Hayf Mescidi’nde defnedildiği gelmiştir.191 Aynı şekilde Semât Duası’nda da bu mescide işaret edilmiştir. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Mina’daki Hayf Mescidi’nde namaz kılınız. Burada Allah Resulü (s.a.a) hayattayken mescidi (namaz kıldığı yer) Mescidin minaresine yakında ve kıble yönü sağ ve sol tarafı otuz zirâ’ya ulaşıyordu… yapabilirseniz burada namaz kılınız. Böyle yapınız, zira bin peygamber burada namaz kılmıştır.”192 Her halükarda çok eski zamanda yapılmış olan Hayf Mescidi hakkında ilk bilgiler üçüncü asra aittir. Tarihçilerin yazdığına göre Hicri Kameri 240 yılında sel burasını yıkmış sonra aynı yerine mescid inşa edilmiş ve mescidin korunması için sel seti yapılmıştır. O zamanda bu mescidin alanı 1500 metre kareydi. 189 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.270. -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.1, s.69. 191 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.268. 192 -Usul-u Kâfi, c.4, s.519. 190 93 Hayf Mescidi’nin etrafında küçük sundurmalar-ravaklar bulunuyordu. Bu mescid Hicri Kameri 556 yılında Musul ve Şam Veziri Cemaleddin İsfehânî tarafından yenilenmiştir.193 Hayf Mescidi’nin hicri dokuzuncu asırda görkemli bir yapısı vardı. Hayf Mescidi 874 yılında -Mısır Memlûk sultanlarından Kaytabay tarafındanaşırı derecede harabeye dönmesinden sonra yeniden yapıldı ve duvarları taş ve alçıdan yapılarak yenilendi. Aynı şekilde bu mescidin mihrabı üzerine yüksek bir kubbe yapıldı; nitekim mescidin ortasında da kubbe yapılmıştı.194 Mescidin eski büyük binası son asra kadar yerindeydi, ancak rengi yıpranmış ve sadece dört duvarı kalmıştı; ortasında bir kubbe ve minaresi de bulunan burası Makam-ı İbrahim olarak meşhurdu. Merhum Şeyh Abbas Kummî Mefâtihü’l-Cinân (dua kitabı) kitabında şöyle yazmıştır: “Minarenin kenarında müstehap namaz (altı rekât) kılınmalıdır. O zamanda mescidin tabanı küçük taşla kaplanmıştı. Bazıları burasını Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yer olarak bilirler.” Bu mescid en son Hicri Kameri 1392 yılında Suudi devleti tarafından yenilenmiş ve büyük bir bina inşa edilerek çeşitli sundurmaların yapılmasıyla alanı 23660 metre kareye çıkartılmıştır. Bu mescidin uzunluğu 182 ve genişliği 130 metredir. Bu mescid sadece Mina’da beytute zamanlarında açık olup bunun dışında hemen hemen yıl boyu kapalıdır. Maalesef o günlerde de burası yeri yurdu olmayan kimselerin dinlenme yeri olmasına karşın burada hiç ibadet yeri yoktur. Bu mescidde yalnızca namaz vakitlerinde namaz kılma imkânı vardır. RESİM 55 Biat Mescid Yesrib halkı İslam’la tanıştığı zaman hac günlerinde ve Akabe Cemresi’nde ilk defa Allah Resulü (s.a.a) ile biat etti ve ondan sonra İslam Medine’de yayıldı. Müslümanların bu önemli olayın azametini derk etmeleri sebebiyle bu biat yerine “Mescidü’l-Biy’at” isminde meşhur olan mescid yaptılar. Mescidin yapılmasına dair tarihi bilgi en azından hicri ikinci asra dayanır ve İbni Fahd’ın nakline göre Mescidü’l-Biy’at Hicri Kameri 144 yılında yapılmıştır. Bu konu Biat Mescidi’ndeki yazıtta yer alan bilgi esasına göredir. İbni Fahd bu yıla dair hadiselerin zeylinde şunları yazıyor: “Bu yılda Mescidi Biat denilen bir mescid yapıldı; bu mescid Akabe’nin yakınlarında ve Mina’nın Mekke tarafına doğru son sınırında yer alır. Bu mescid, Mina’dan Mekke’ye doğru giden kimsenin sol tarafında kalır. Mescid-i -Bu şahıs Haremeyn’e çok hizmet etmiş ve Mekke ve Medine’de muhtelif kutsal mekânların yenilenmesi için pek çok masraf yapmıştır. 559 yılında ölen bu şahıs için Bağdat, Hille, Kûfe ve Mekke’de namaz kılınmış; Kâbe etrafında tavaf ettirilmiş ve Mescid-i Nebevi’nin doğusunda Peygamber’in (s.a.a) Haremi’ne on beş metre uzaklıkta defnedilmiştir. Bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.5758. 194 -Bu yapının yenilenmesinin ayrıntılı bilgileri için bakınız: İthâfu’l-Verâ, c.4, s.509-513. 193 94 Biat ile Akabe Cemresi’ne kadar olan mesafe bir galve195 veya biraz fazladır.”196 O, Hicri Kameri 620 olaylarının zeylinde şunları kaydediyor: “Abbasi halifesi Müstensir Billâh bu yılda Mina yakınındaki mescidi tamir etti.”197 MASUME İLK ETAPTA BURAYA KADAR BAKMIŞTIR. Bu mescidin Osmanlı sultanlarının eliyle yenilendiğine dair haber nakledilmiştir. Aynı şekilde nakledildiğine göre bu mescidde iki yazıt bulunmaktadır; birisi bu mescidin Ebu Cafer Mansur’un 144 h.k yılında yaptırdığını diğeri ise 629 h.k yılında Abbasi halifesi Müstensir’in zamanında yapıldığını gösterir.198 Hicri Kameri 144 yılından geride kalan ve mescidin dışının batı tarafındaki duvara asılı olan bir yazıtta şöyle gelmiştir: “Allah Resulü (s.a.v) ile ilk kez biat yapılan yerde Emirülmüminin (Allah ömrünü uzun etsin) Emir Abdullah bu mescidi-Biat Mescidi’ni yaptırmıştır.”199 Başka bir yazıtta şöyle gelmiştir: “Mescid-i Biat Allah’ın evi hacıları ve yolda kalanlar için Emirülmüminin Abdullah’ın (Allah ömrünü bereketli kılsın) emri ile ve Sarî b. Abdullah’ın eliyle 144 yılında yapılmıştır. Allah Emirülmüminin’e böyle bir ameli salihe izin vermesinden ötürü büyük ecirler versin.”200 Bir başka yazıtta Abbasi halifesi Müstensir ve 625 yılıyla alakalıdır. Bu yazıtta mescidin güney tarafındaki duvarına yapıştırılmıştır. Dolayısıyla Biat Mescidi asırlar boyunca hacıların dikkate alıp yöneldikleri ve ziyaret ettikleri mescidlerden birisiydi. Mukaddes ve mübarek yerlerden uzaklaşılması sünnetini yerleştiren İbn-i Teymiye bu mübarek yer ve mescid hakkında açıkça kötü söylemde bulunuştur.201 Bu, İbn-i Teymiye asrındaki Müslümanların bu mescide büyük alaka gösterdiklerini ve burasının Müslümanların uğrak yeri olduğunu göstermektedir. En son yenilemede bu mescidin yüzölçümü 375 metre kareydi ve üzeri açıktı. Kutbuddin Nehirvâlî’nin yazdığına göre bu mescidde iki yazılı taş vardır ve bunlardan birisi mescidi, Abbasi halifesi Mansurun yaptığını diğeri ise 629 yılında Abbasi halifesi Müstensir’ın yaptığını göstermektedir. Bu taşlar, mescidin duvarına yapıştırılmıştır ki bu taşların yok olması ve mescidin eserinin kaybolması mümkündür. Mısr-ı Emin’in kâtibi merhum İbrahim, Arafat Kaynak Suyu’nu yeniden yaptırmış bu suyu duvarla çevreleyip eyvannı yapmış, ancak bitirmeden ölmüştür.202 On birinci asırda Muhammed Bakır Şerif İsfehânî şöyle yazıyor: “Mekke’den Mina’ya giden kimsenin sol tarafına düşen ve bu ikisi arasında Mina’ya yakın olan mescid, Biat Mescidi’dir ve şimdi bu -Bir ok atımı mesafesi kadar. -İthâfu’l-Verâ, c.2, s.180. 197 -a.g.e., c.3, s.38. 198 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.28. 199 -el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.217. 200 -a.g.e., s.218. 201 -İktizau's-Sırati'l-Müstakim, s.426. 202 -el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beledi’l-Harâm, s.47. 195 196 95 mescidden bir eser kalmamıştır. Burada Peygamber (s.a.v) yetmiş Ensar’la biat etmiştir.”203 Başka bir kaynakta bu mescidin 1250 yılı civarında Abdülhamid Han’ın saltanat zamanında tamir edildiği mihrabıyla beraber kıblede bir sundurmanın yer aldığı bunun karşısında büyük duvarlı avlunun bulunduğuna ve hali hazırda faaliyette olduğuna işaret edilmiştir. Mescidin mihraptan avlu sonuna kadar uzunluğu 38 zirâ ve altıda biridir.204 1422 yılı Şaban ayında saygı değer dostum Fellahzade Bey’le birlikte burayı ziyaret ettik. Mescid olduğu şekliyle yerli yerindeydi, ancak kapısı sökülmüştü. 1423 yılında tekrar ziyaret ettiğimizde mescidin durumu aynen devam ediyordu. Ben bu mescidi en son 1430 yılında gördüm. Bu zamanda Mina bölgesi çok genişlemiş Cemarat tarafından iki dağın bölümü kaldırılmış ve etrafına birkaç kat köprü yapılmıştı. Be seferimde etrafı dağlarla çevrilmiş bir tepenün üzerindeki Şi’b’in içindeki mescidin etrafındaki dağlar düzeltilmiş hatta onlarca metre mescid etrafındaki dağ ve tepeler yerle bir edilip düzeltirmiştir; bunların yerine cadde ve köprü yapılmıştır. Böylesine görkemli imar ve genişletme çalışmalarına karşın mescidin yerli yerinde kalmasına şükretmek gerekir. Bu gezimde mescidde hiçbir değişimin olmadığını ve etraftaki çalışanların burada namaz kıldıklarını gördüm (kitabın yazarı anlatıyor). Hacıların birkaç gün Mina’da oldukları sürede bu mescide gelip namaz kılarak mübarek bu mescidi mazlum bırakmamaları son derece uygun bir iştir. Zira daha önce söylediğimiz gibi İslam Mekke’nin muhasarasından bu mescidin olduğu yerde dışarı çıkmış ve Medine’ye nüfuz ederek çabucak zafer yolunu kat etmiştir. Fâkihî Ahbâr-i Mekke kitabında Akabe Biati kıssasını, Biat Mescidi unvanı zeylinde uzunca yazmış ve o korkunç gecede Akabe’de Allah Resulü (s.a.a) ile biat eden Ensar’ın isimlerini zikretmiştir. Bu gece İmam Ali (a.s) bu yerin girişinde düşmanların buraya nüfuz etmemesi için gözetmenlik yapmıştır.205 RESİM 56-57-58 Nahr Mescidi Mina’da Cemere-i Ûla ile Cemere-i Vustâ arasında yer alan mescidlerden birisi de Nahr Mescidi’dir. Rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde öğlen namazı kılmış ve 63 adet kurbanını burada kesmiş ve İmam Ali’ye (a.s) kurbanların sayısını yüze kadar çıkarmasını buyurmuştur. Fâsî’nin yazdığına göre bu mescid sekize yedi zirâ idi. Abdullah Ğâzî (ö.1365 h.k) şöyle yazıyor: “Hali hazırda bu mescid kullanılmaktadır ve mescidin mihrap tarafı duvarında üzeri yazılı iki taş vardır. Mescid son derece dar bir sokakta yer almıştır.”206 -Cevâhiri’t-Tarihi’l-Mekkî, s.263. (Makalat-ı Tarihi’de basılmıştır, 15.defter). -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.49. 205 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.231. 206 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.50. 203 204 96 Onlarca yıl yeni imar ve genişletme çalışmaları sebebiyle bu mescidden bir eserin kalmadığını söylememiz gerekir.207 KEBŞ MESCİDİN RESMİ Kebş Mescidi Kebş (Koyun) Mescidi Arefe’ye doğru giden kimsenin sol tarafında Sebîr Dağı’nın eteklerinde yer alır. Allah Teâlâ İsmail’in (a.s) yerine kesilmesi için İbrahim’e (a.s) bu yerde kurban göndermesi sebebiyle bu isimle anılmıştır. Bazıları bu mescidi Cemere-i Ûla ile Cemere-i Vustâ arasında yer alan Nahr Mescidi olarak bilirler.208 Kevser Mescidi Mina mescidlerinden bir diğeri de Kevser Mescidi’dir. Söylenildiğine göre bu mescidde Allah Resulü’ne (s.a.a) Kevser Suresi nazil olmuştur. Bu mescid, Mina etrafına köprülerin yapımı sebebiyle yok olmuştur. Safâih Mescidi Hayf Mescidi’nin kuzeyinde Safâih Dağı’nın eteklerinde yer alan bir diğer mescidde “Safâih Mescidi” veya “Mürselât Mescidi” olarak isimlendirilir. Bu mescidde “Mürselât” isminde tanınan bir mağara vardı. Buhari’nin rivayetine göre Abdullah b. Mesud şöyle diyor: “Allah Resulü’yle (s.a.v) birlikte Mina’da bir mağaradaydık; burada Mürselât Suresi nazil oldu.”209Aynı şekilde söylenildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde istirahat etmiş ve kafasını koyduğu taş üzerinde onun başının izi kalmıştır. Elbette yetmiş yıl önce bu mescidden hiçbir eser kalmamıştır.210 Tenim veya Ayşe Mescidi Medine yolundan Mekke’nin giriş yoluna doğru “Nâim” ve “Na’im” isminde iki dağ arasında Numan adında bir bölge vardır. Bu bölgenin Mescidü’l-Haram’a uzaklığı yaklaşık on kilometredir. Tenim çöldeki bir ağacın ismi olarak bilinir. Tenim Mescidi, müfrede umresi için ihram giyilen bir yerdir. Bir zamanlar burası Ayşe Mescidi olarak da meşhurdu, zira Allah Resulü (s.a.a) Ayşe’ye bu yerde ihrama girmesini buyurmuştu. Zamanımıza kadar ulaşan yazıtlar bu mescidin 310 yılında Abbasi halifesi Muktedir’in vasıtasıyla yenilendiğini gösterir. Bu yazıtta mescidin ismi Ayşe Mescidi olarak gelmiştir.211 Nitekim başka bir taş yazıtta mescidin 619 yılında Ebu Muzaffer Selahaddin Yusuf’un aracılığıyla yenilendiğini göstermektedir.212 207 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.28. -Bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.50. 209 -Sahih-i Buhari, c.2, s.650; İfâdetu’l-Enâm, c.6, s.64. 210 -Bkz: et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.27. 211 -Söz konusu yazıtın metni için bakınız el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.228. 212 -a.g.e., s.229. 208 97 Her halükarda Tenim Mescidi çeşitli asırlarda tarihçiler ve seyahatname yazarlarının ilgisini çekmiş ve defalarca yenilenmiştir. Osmanlı döneminde bu mescid yeniden yapılmıştı, ancak tavanı yoktu. Hicri Kameri 1398 yılında bu mescid nefis bir yapılanma geçirmiş ve alanı 1200 metreye kadar çıkarılmıştır. Söz konusu bu mescid Mescidü’l-Haram sınırında yer alır ve mescidin karşısında cadde ortasında ve kenarında Mescidü’l-Haram’a girişi gösteren sütunlar göze çarpar. RESİM 59-60 Tenim’deki İmam Ali (a.s) Mescidi Bu mescidden kısa bir notun haricinde geride bir şey kalmamıştır ve İbni Fahd, İbn-i Zübeyr ve onun ihrama girdiği yer hakkında bilgi verirken bu kısa nota da değinerek şöyle demiştir: “Abdullah b. Zübeyr, Ayşe Mescidi’nin karşısında ve bu mescide bir ok atımı uzaklıkta bir yerde ihrama girdi. Burası Ali’ye (a.s) nispetlendirilen mescidin yakınındaydı.”213 İbni Fahd’ın bu konuyu Hicri Kameri 64 yılı olaylarının zeylinde getirdiğini söylememiz gerekir. Tenim Mescidi’nin 200 metre uzağında yani Mescidü’l-Haram sınırına iki yüz metre kala dağın yakınında Allah Resulü’nün (s.a.a) sahabelerinden Hubeyb b. Adiy isminde birisinin şehit düştüğü bir yer vardır. Siyer yazarlarının ifadelerine göre bu şahıs Rac’i olayı esirlerindendi ve bu olayların akışında hicretin dördüncü yılında Kureyş’in eline düştü ve onu bu noktada öldürdüler. Söylendiği üzere sonraları bu şahsın şehit edildiği yere bir minare yaptılar ve bu minare Kurdî’nin yazdığına göre Hicri Kameri 1377 yılına kadar ayaktaydı.214 Cirâne Mescidi Müfrede umresi için ihrama girilen yerlerden birisi de Cirâne veye Ci’irrâne bölgesidir. Allah Resulü’nün (s.a.a) Huneyn savaşından döndükten sonra yaklaşık on beş gün Cirâne’de durduğu ve savaş ganimetlerini Hevâzîn kabilesiyle birlikte halka paylaştırdığı nakledilmiştir. Cirâne’de “Mescid-i Resul” ismiyle meşhur bir mescid vardır. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu yerde birkaç gün durmasının dışında burada namaz kılıp kılmadığına dair elimizde bir rivayet yoktur. Resul Mescidi, Cirâne Vadisi’nin sol tarafında yer alır. Bu mescid Hicri Kameri 1263 yılında Hindistan’ın Haydarâbad Şahlarının birisinin eşi tarafından yenilenmiş ve bu olay, mesciddeki yazıt üzerinde de yadigâr olarak kalmıştır. Cirâne mescidi bir kez daha 1370 yılında ve daha sonra Hicri Kameri 1374 yılında Suudi Vakıflar Bakanlığı tarafından yeniden yapılmıştır. Bu mescidin şimdiki alanı 1600 metre karedir ve mimarisi ise Tenim Mescidi’ne benzer. 213 214 -İthâfu’l-Verâ, c.2, s.76. -et-Tarihi’l-Kavîm, c.5, s.154. 98 Hali hazırda bu mescid, mescide ismini veren Cirâne kasabasında olup Mekke’nin 24 kilometre kuzey doğusunda ve biri Duveyd yolundan Seref Vadisi ile diğeri Şerâ’i yolunun kesisştiği iki mesir üzerinde yer alır. Seref Vadisi hakkında ise söylemek gerekir ki; Sefer Vadisi, Cirâne Vadisi üzerinde olup Mekke’nin 12 kilometre kuzey batısında Tenim Vadisiyle Fatıma Vadisinin arasındadır. Allah Resulü’ (s.a.a) hicri yedinci yılda müfrede umresi için Mekke’ye gelmiş ve Seref Vadisi’nde Meymune ile evlenmiştir. İlginçtir ki, sonraları Meymune burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Seref Vadisi’nde Meymune’nin mezarı kenarında yer alan mescid son zamanlara kadar duruyordu, ancak zamanla yok olmuştur. Bu mescidin resimleri Snouk Hurgronje’nin seyahatnamesinde mevcuttur ve bu resim esasına göre bu mescidin Tenim Mescidi’nin eski yapısının mimarisine benzediği söylenebilir.215 RESİM 61 S.175 Hudeybiye’de Şecere Mescidi Bu isimle üç mescid meşhurdur. Bunlardan ilki Medine’de ihrama girilen yerdedir. İkincisi Mekke içinde Süleymaniye Köprüsü’nün yakınında üçüncüsü ise Hudeybiye bölgesinde Mekke yakınındadır. Bu bölge ismini “Hudebâ” ismindeki ağaçtan almıştır ve sonraları ikinci halife Ömer bu ağacın kesilmesini emretmiştir. Burası Mescidü’l-Haram’a 24 kilometre uzaklıkta bir yer olup hali hazırda Şumeysî olarak bilinir. Allah Resulü (s.a.a) hicretin altıncı yılında umre için Mekke’ye geldi, ancak müşrikler engel oldu ve Allah Resulü (s.a.a) onlarla bulaşmamak için batı tarafına doğru yolunu değiştirdi ve Cidde’deki eski bir güzergâhta yer alan Hudeybiye de durdu ve Mekke’ye bir temsilci gönderdi; bu temsilcinin geri dönmemesi üzerine, bir ağaç altında ashabından düşmanların karşısında durmaları için biat aldı. Bu biat “Rıdvân Biatı” ve “Şecere Biatı” isimleriyle tanınır. Mekke’ye giden temsilcinin geri dönmesiyle savaşmaktan vazgeçildi ve sonra Kureyşlilerin söylemleri üzerine Hudeybiye antlaşması imzalandı. Bu ağacın yerine Şecere Mescidi ismiyle bir mescid yapılmıştı ki, Suudi hükümeti burasını yıkmıştır. İkinci halife de kendi hükümeti döneminde bu ağacı kökünden kesmiştir!216 Fâkihî, Hudeybiye’de Âl-i Kurz Mescidi isminde bir mescidden bahsetmiş ve halkın, Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kıldığına inandığını söylemiştir.217 Allah Resulü’nün (s.a.a) mucizelerinde yer aldığına göre Hudeybiye’de bir kuyu vardı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) ordusu burada ikamet ederken bu kuyunun suyunu bitirmişti. Allah Resulü (s.a.a) kuyunun başına gelerek su -el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.237. -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.5, s.77-78. 217 -a.g.e., c.5, s.82. 215 216 99 istedi ve mübarek ağzına aldığı suyu kuyuya döktü ve sonra kuyu suyla dolup taştı.218 Hudeybiye bölgesinde ihrama girmek için Şumeysî Mescidi isminde bir yer vardır ve bu noktada “Şumeys Kuyusu” olması hasebiyle mescid bu isimle anılmıştır. Bu mescidin yeni bir yapısı vardır ve eski Cidde yolundan Mekke’ye giren kimseler, Mekke’ye 20 kilometre uzaklıktaki bu mescidde ihrama girerler. Hali hazırda Cidde ya da Mekke tarafına doğru giden arabaların denetlenme merkezinde Hudeybiye isminde bir kasaba vardır. İki mescidin yıkıldığı bu yerde birkaç tane kuyu birkaç bağ ve devlet müesseseleri vardır. Osmanlı döneminden kalan bir bakkal, eski bir kuyu ve su dağıtılan yerin bulunduğu bu bölge, Hicri Kameri 1362 yılında Abdülaziz zamanında yeniden inşa edilmiştir.219 RESİM62 S. 176 Gadir-i Hum Mescidi Burası tam olarak Allah Resulü’nün (s.a.a) İmam Ali’yi (a.s) kendi yerine seçtiği yerdir. Burada Ehlibeyt (a.s) dostları tarafından mescid yapılmış ve o zaman ve daha sonrası Ehlibeyt (a.s) kendi Şialarını bu mescide gitmeye teşvik etmişlerdir. Bu konuda Şia kaynaklarında pek çok rivayet nakledilmiştir. Bir rivayette Hessân Cemmâl şöyle diyor: İmam Sadık’ı (a.s) Medine’den Mekke’ye götürüyordum. İmam (a.s), Gadir-i Hum Mescidi’ne ulaştığında, mescidin soluna baktı ve şöyle buyurdu: “Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) ayağını bastığı ve: ‘Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır’, buyurduğu yerdir.”220 İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Gadir Mescidinde namaz kılmak müstehaptır. Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde Ali’yi (a.s) kendi yerine seçtiğini ilan etmiş ve Allah Teâlâ burada hakkı aşikâr etmiştir.”221 Bu rivayet, hacca giden Şiaların Gadir Mescidi’ni ziyaret etme imkânları olduğu sürece bu mescide gitmelerine ve orada namaz kılmalarına sebep olmuştur. Şehid-i Evvel Zikrâ kitabında “Bizim zamanımıza kadar Cuhfe yakınındaki Gadir Mescidi duruyor ve duvarları yıkılmamıştı; genellikle hacıların yolu bu mescidin kenarından geçer”222 şeklinde yazmıştır. Seyahatnamelerin birçoğunda Gadir-i Hum Mescidi’nden söz edilmiştir. Bu mescidin tam yeri hakkında özellikle uzun yıllardır kervanların yolunun değiştiğini de hesap ederek iki görüş vardır: 218 -el-Bidâye ve n-Nihâye, c.6, s.94. -el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.69. 220 -Usul-u Kâfi, c.4, s.566. 221 -a.g.e. 222 -Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225. 219 100 1-Katif’in seçkin Şia âlimlerinden Abdülhadi El-Fazlî’nin açıklamaları: “Gadir bölgesi hali hazırda “El-Gurbe” denilen noktada yer alır; Medine’den Cidde’ye doğru giden kimse Cuhfe ayrımında “Râbiğ” şehrine ulaşır. Cuhfe yol ayrımından Mikât Mescidi’ne kadar yaklaşık 10 kilometre yol vardır. Dolayısıyla Mikât Mescidi’nden “Kasr-ı Ulya” tarafına doğru gidilmesi gerekir. Bu yol tamamen kumluktur. Kasr-ı Ulya, Mekke yoluna giden Cuhfe köyü yakınındadır. Mikât Mescidi ile Kasr-ı Ulya arası 5 kilometredir. Bu yoldan El-Gurbe’ye de gidilebilir. Kumluk olması hasebiyle yolun bulunması çok zordur. Gadir bölgesi yaklaşık Harre’ye yakındır. Siyah taşların bulunduğu bu yerde ekim dikim yapılmaz. Harre’nin bitiminde geniş bir vadi görülür ki, burası Gadir Kaynak Suyu’nun bulunduğu yerdir. İşte burada Allah Resulü (s.a.a) ilahi mesajı halka ulaştırmak için durmuştur. Bu vadi, kuzey ve güney tarafından iki dağla kuşatılmıştır ve Gadir Kaynak Suyu, kuzey tarafındaki dağın çok daha yukarısındaki güney kısmındaki dağın eteklerinden kaynaklanır. Gadir’e gitmek isteyen için iki yol vardır: Birincisi: Râbiğ Havaalanı kenarındaki Cuhfe yol ayrımından başlanmalı ve Cuhfe köyüne kadar 9 kilometrelik yol kat edilmelidir. Sonra Cuhfe köyünden sağ tarafa doğru iki kilometrelik kumlu yoldan gidilmelidir. Bu vadinin son bulmasıyla Gadir’e ulaşılır. İkincisi: Mekke ile Medine yolunun ayrıldığı yerden Râbiğ tarafına doğru hareket ederek on kilometrelik bir yoldan sonra Gadir semtine doğru tali bir yola girilir. Râbiğ’den Gadir’e kadar 26 kilometredir. Genel olarak Gadir-i Hum bölgesi Mikât Mescidi’nin doğusunda Cuhfe’ye 8 kilometre uzaklıktadır. Burasının güneyi Râbiğ şehrine 26 kilometre uzaklıktadır. Burada yapılmış eski bir mescidin eserini bulmak mümkündür. Coğrafi kaynaklarda ve hadis kitaplarında yer aldığına göre eski Cuhfe ile Gadir Mescidi arasındaki mesafe üç mil yani üç ila beş kilometredir ve bunun dışındaki bilgi kabul edilemez. 2-Üstat Merhum Muhammed Bakır Necefî’nin açıklaması: Üstat girişte işaret edilen ve herkesin Cuhfe’ye yakın bir yerde ve el-Gurbe ile alakasının olmadığını dedikleri şeylerin El-Gadir’le bir alakasının olmadığına inanır ve eski coğrafya kitaplarında geldiği gibi Gadir’in El-Harâr isminde bir yerde olduğunu söyler. Üstada göre Gadir, hali hazırdaki Mikât Mescidi’ne üç millik bir yerdedir. Gerçekte Cuhfe’nin iki stratejik noktasında yani birisi Mikât Mescidi diğer ise az bir yakınlıkta Gadir Mescidi noktasında yer alır. Üçüncü asırda Harbî’nin yazdığına göre Cuhfe’de birisi “Azur” olarak da isimlendirilen Nebi Mescidi diğer ise burasının bitiminin yakınındaki Peygamber’e nispet verilen (s.a.a) “Eimme Mescidi” (İmamlar Mescidi) isminde iki mescid vardır. Bu görüşe göre Gadir Mescidi tam olarak üçüncü asırdan altıncı asra kadar Cuhfe isminde pazar ve mescidin olduğu yerdir ve Yakut’un yedinci asrın başlarında yazdığına göre burası harap edilmiştir. Yerleşim yeri olan Cuhfe köyü Eyyûbiler döneminde Cidde İskelesinin gelişmesi karşısında burası harap olmuştur. 101 Üstat Muhammed Bakır’ın görüşüne göre Gadir Mescidi hali hazırdaki Mikât Mescidi’nin kuzeyinde; Kasr-ı Ulya isminde tarihi eski bir yapının bulunduğu yerdedir. Bu kalenin ya da bölge halkının deyimiyle Kasr-ı Ulya’nın konumu; 22/44 coğrafi enleminde 39/07 boylamında olup tam olarak Râbiğ şehrine 16 kilometrelik uzaklıkta Kızıldeniz yakınında ve Medine, Cidde ve Mekke sahil yolunun 9 kilometre doğusundadır.223 Her halükarda Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde bu mescid anılmış ve burada namaz kılınması tavsiye edilmiştir.224 Çeşitli asırlarda bu mescide dair bilgiler tarihi kaynaklarda kaydedilmiştir. Var olan bu rivayetlerden dolayı Şia fakihleri kendi eserlerinde ziyaretçilerin bu mescidde namaz kılmasının müstehap olduğuna değinmişlerdir.225 RESİM 63 S.179 Fetih Mescidi Fetih Mescidi Cemûm bölgsinde su kaynağı yakınındaki Fatıma Vadisindedir. Burası İslam ordusunun birlikte hareket edip Mekke’ye girmek için toplandıkları yerdir. Bu noktada Ebu Süfyan Peygamber’le (s.a.a) görüşmek için acele etmiş ve Müslüman olmuştur. Bu mescid Hicri Kameri 1397 yılında Şeyh Hasan Bekir Muhammed Kutup tarafından yenilenmiştir.226 Fatıma Vadisi’nde Ravza noktasında Ravza Mescidi adında bir mescid daha vardır ki bu mescid Osmanlıların son dönemlerinde yapılmıştır. -Üstat Necefî’nin verdiği bilginin tamamını görmek için Mikât-ı Hac dergisinin 42. sayısına bakınız. 224 -Usul-u Kâfi, c.4, s.566; Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.335; Misbahu'l-Mutecehhid, s.709. 225 -Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, “Mescid-i Gadir”, Muhammed Cafer Tabesî, sayı:12, s.138140. Yazar makalesinde fakihlerin görüşlerini fihrist şeklinde zikretmiştir. 226 -el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.234. 223 102 MEKKE-İ MÜKERREME’NİN DİĞER MEZHEBİ VE TARİHİ ESERLERİ Ebu Talib Mahallesi (Şi’b-i Ebu Talib) Mekke etrafındaki dağlık bölge Mekke ve Mekke etrafından birçok mahallelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İki yakın dağın ortasında yer alan ve çeşitli ölçülerde olması mümkün olan sınırlara Şi’b (Mahalle) denilir. Şehrin çıkış sınırındaki iki dağın mesafesine “Seniyye” denildiğini hatırlatmamızda yarar vardır. Mekke’de çok sayıda mahallelerin bulunması “Mekke halkı, kendi mahallesini başkalarından daha iyi bilir” şeklinde Darbu’l-Mesel’inin227 söylenmesine sebep olmuştur. Daha önce ayrıntılı olarak anlattığımız gibi Kusayy b. Kilâb Mekke hâkimi olduğu zaman Kureyş kabilelerinin hepsine Mekke’de bir yer verdi. Kusayy Mekke Ma’lât tarafından Ebu Talib mahallesinin kapsadığı Kâbe yönünü kendi kabilesi, çocukları, Abdumenaf ve Abduddar için özelleştirmişti. Bu yer (mahalle) Kâbe’ye yakın olması hasebiyle Mekke’nin en güzel noktasıydı ve gerçekte burası Ebu Kubeys Dağı ile Handeme Dağı arasındaydı. Ebu Talib Mahallesi Ben-i Haşim Oğulları’nın elinde olup çeşitli dönemlerde “Şi’b-i Ben-i Haşim”, “Şi’b-i Ebi Talib”, “Şi’b-i Ali b. Ebi Talib” ve “Şi’b-i Ebi Yusuf” gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bu hanedanın en seçkin şahsiyetleri bu mahallede dünyaya gelmişler ve burada yaşamışlardır. S. 182 HARİTA Geniş alanı kapsayan bu mahalle şimdilerde taşla kaplanmıştır ve hacıların istirahat ve namaz kılma yeri olmuştur. Ziyaretçi, Mescidü’l-Haram’ın dışına çıktığında Bab-ı Abbas ve Bab-ı Ali veya Bab-ı Selam kapısından dışarı çıkar ve Mes’a’yı geçerek taşlarla kaplanmış Ebu Kubeys Dağı’nın aşağısında açık bir alana ulaşır. Bu yolun devamından sol taraftaki tuvaletlerin yerine kadar ve sonra biraz cadde tarafına doğru olan kısım Şi’b-i Ebi Talibin önemli bölümündendir. Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) yaranlarıyla birlikte üç yıl boyunca diğer Kureyş kabileleri tarafından muhasara altına alındığı ve tüm zorluklara rağmen bu dönemi geride bıraktığı yerdir. Ebu Talib Ben-i Haşim’in büyüğü -Darbu’l-Mesel: Eskiden söylenen ve bir hikmeti içeren söz anlamına gelen bir tâbir olup Türkçe karşılığı atasözüdür. Çev. 227 103 unvanında oğulları Cafer ve Ali’yle (a.s) birlikte Allah Resulü’nün (s.a.a) korunmasında çok önemli bir rol üstlenmiştir. Allah Resulü de (s.a.a) bu mahallede doğmuştur ve Hatice’nin Allah Resulüyle (s.a.a) birlikte yaşadığı ve Fatıme-i Zehra’nın (s.a) doğduğu ev de buradadır. Hali hazırda Ebu Talib Mahallesi’nin dağın tepesinde Sûk el-Leyl ismi verilen bir bölümü kalmıştır. Sûk el-Leyl, Mes’a’nın karşısındaki dağların üzerindeki evleri kapsayan mahallenin ismidir. Bu mahalledeki tarihi mekânlar, Mescidin genişletilmesiyle Mescidü’l-Haram’ın bir bölümü olmuştur. Mes’a tarafından bu mahallenin bir bölümünün yani Mescit’ten sa’y bölgesine kadar olan bölümü şimdilerde de Mescidin bir kısmı olarak varlığını korumuştur. Doğal olarak, Abbasi halifesi Mehdi’nin Mescidi imar ve genişletme çalışmalarıyla Şi’b içinde olan Ebu Talib’in kızı Ümmü Hânî’nin evi de Mescidin bir parçası olmuştur. Böyle olunca Ebu Talib Mahallesi’ni etrafı Handeme ve Ebu Kubeys dağlarıyla ve Mescidü’l-Haramla çevrelenmiş büyük bir mahalle olarak bilmek gerekir. Ebu Talib Mahallesi’nin kenarında Âmire Mahallesi vardı ve şimdilerde de bu isimle anılmaktadır. Hali hazırda Ebu Talib Mahallesi, Ali (a.s) Mahallesi olarak meşhurdur.228 Mevlidü’n-Nebi (s.a.a) (Peygamber’in Doğduğu Yer) Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu ev, Ebu Talib Mahallesi’nde ya da dakik bir ifadeyle Sûk el-Leyl’de yer alır. Hicri ikinci yüzyılda Harun’un annesi Hayzaran burasını satın almış ve mescide dönüştürmüştür. Üçüncü yüzyılda Ezrâkî burasını “Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu ev” unvanıyla yâd etmiş ve şöyle yazmıştır: “Harun’un annesi Hayzaran burasını satın alıp mescid yaptırmadan önce burası Haccâc’ın kardeşi Muhammed b. Yusuf’un eviydi.” Ezrâkî bu ev ve burada Allah Resulü’nün doğduğu hakkında hiçbir kuşkunun olmadığına tekit eder.229 Daha sonraki asırlarda Müslümanlar bu yeri çok saygın biliyorlar ve özellikle Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu Rebiülevvel ayının 12’sinde burada kutlama yapıyorlardı. Fâsî bu kutlamaların ayrıntılarını kaleme almıştır.230 Nitekim burası Memlûkler döneminde defalarca yenilendi.231 Yemen hâkimi Melik Muzaffer Ğassânî, ondan önce Memlûk sultanı Ferec b. Berkûk, ondan önce Mısır hâkimi Eşref Şaban ve ondan önce ilk defa Abbasi halifesi Nâsır burada binalar yaptırmışlardı.232 Mevlidü’n-Nebi (s.a.a) 1009 yılında bir minaresi de vardı.233 Osmanlı sultanları buraya pek çok ilgi duyuyorlardı. Özellikle Selim’in oğlu Sultan Süleyman 935 yılında Peygamber’in (s.a.a) doğduğu evin yenilenmesi emrini verdi. Aynı şekilde Osmanlı sultanı Muhammed b. Murad (ö.1012) saray ağalarından Gazanfer isminde birisine burasının yenilenmesi emrini verdi. Gazanfer de çok para harcayarak burasına bina ve büyük bir minare -Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, Şi’b-i Ebi Talib, Seyit Ali Gazi Asker, sayı: 3, s.140-171. -Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.198. 230 -Şifau’l-Gerâm, c.1, s.510. 231 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.70. 232 -Menâihi’l-Kerem,, c.3, s.264-265. 233 -el-Ercü’l-Miskî, s.180. 228 229 104 yaptı ve burasının gideri için Osmanlı devletinde vakıf malları belirleyerek söz konusu yer için müezzin ve cemaat imamı atadı. Bunun yanında haftada iki gün ders vermesi için bir müderris de görevlendirdi.234 Mısır hâkimi Muhammed Ali Paşa da Osmanlı sultanı Mahmud Han’ın emriyle 1230 yılından sonra burasını tamir etti. Burasının en son tamiri Abdülhamid Han zamanında olduğu bilinir.235 Hicri Kameri 1315 yılında bu evin ziyaret etme başarısına eren ziyaretçinin birisi şunları yazıyor: “On dördüncü günün Cuması Mevlidü’n-Nebi ismiyle meşhur olan Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu evi ziyarete gittik. Burası Sûk el-Leyl’de yer alır. Kapıdan içeri girdik ve yaklaşık on dört basamak aşağı indik. Mescid ismi verilen bir odaya girdik. Sonra başka bir odaya gittik. Bu odada bir zarih vardı. Hizmetçi zarih’in kapısını açtı. Bu zarih’in içinde bir çukur vardı. Çukurun ortasında yeşil renkli bir taş vardı ve burası Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu yerdi. Bu tertemiz yeri öptük ve yüzümüze sürerek bu yüce mekânın tozunu toprağını gözümüzün sürmesi yaptık. Ondan sonra mescidin kapısına gelip her birimiz ikişer rekât tahiyyat namazı kıldık ve dışarı çıktık.”236 Suudi devletinin iş başına gelmesiyle diğer kutsal yerlerle birlikte Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu yerde yıkıldı. O zamanın Mekke Belediye Başkanı Şeyh Abbas Kattân’ın (hicri 1347-1364) ısrarla Melik Abdülaziz’den burasının kütüphane yapılmasını istemesi sonucu burada “Mektebet-i Mekketi’l-Mükerreme” isminde kütüphane binası yapıldı ki, şimdiye kadar varlığını korumuştur.237 Hali hazırda Müslümanların çoğu ve özellikle diğer ülkelere nispetle burasının geçmişi hakkında herkesten daha çok bilgiye sahip olan Türk ziyaretçileri burasının kapısı arkasında toplanıp namaz kılarlar. Son zamanlarda burasını ziyaret eden Müslümanların sayıları artmış ve Suudi devleti burasına bir tabela asarak hiçbir yerin mübarek olmadığını ve buralarda namaz kılınmasının caiz olmadığını bildirmiştir! Mescidü’l-Haram’ın doğu ve kuzey taraflarında geniş yıkım projeleriyle onlarca otel ve binlerce mağazanın yıkılmasına karşın Mescid-i Nebevi olduğu gibi yerinde kalmış ve sene de (1388) ziyaret edilmiştir. En azından bu kütüphanenin varlığıyla bu yerdeki tarihi binanın kütüphane unvanında korunmasını ümit ediyoruz. RESİM 64-65 S.186 Hz. Haticetü’l-Kübra’nın Evi 234 -Menâihi’l-Kerem,, c.3, s.506 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.71. 236 -Seyahatname-i Molla İbrahim Kâzirûnî, Miras-ı İslami İran, defter:5, s.366. Molla İbrahim yazısının devamında Hz. Hatice’nin (s.a) evini nasıl ziyaret ettiğini anlatmaktadır. 237 -Fi Rihâb-i Beytullahi’l-Harâm, s.263; et-Tarihi’l-Kavîm, s.171-173. 235 105 Hz. Hatice’ye (s.a) mensup bu ev, Peygamber’le (s.a.a) eşi Hatice’nin (s.a) müşterek yaşadıkları ve Fatımatü’z-Zehra’nın (s.a) doğduğu yerdir. Bu ev, Müslümanların ilgi ve alaka gösterdikleri bir yer olup Mekke’de tanınmış en hayırlı mekânlardan birisidir. Bu eve ait haritada Musallay-ı238 Nebi (s.a.a) ve Fatıma’nın (s.a) doğduğu yer belirlenmiştir. Tarihi nakiller esasına göre Hz. Zehra (s.a), annesi Hatice’nin (s.a) evinde doğmuştur ve bu ev, Ebu Talib Mahallesi’nde yer alır. Peygamber’in (s.a.a) hicretinden sonra Akil bu evi tasallutu altına almıştır. Söylendiği üzere; Kureyş’in onca ağır baskılarında Akil’in Peygamber’e (s.a.a) en yakın kimse olma hasebiyle bu evi almıştır. Daha sonra Muaviye bu evi Akil’den satın aldı ve mescide çevirdi. Ebu Süfyan’ın evi de bu evin yakınındaydı. Burası Mekke’nin fethinden sonra Allah Resulü’nün (s.a.a): “Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa kurtulmuştur” dediği evdir.239 Muhammed Tahir Kurdî’nin yazdığına göre zamanla burasının üzerine pek çok bina yapılmıştır ve son defa “Hz. Zehra’nın (a.s) doğduğu yer” unvanında bina yapılmıştır. Bu binayı Mekke Belediye Başkanı Şeyh Ali Kattân yapmıştır ve Hicri Kameri 1368 yılında burasına Kur’an hafızlığı ve Kur’an kıraati için bina yapılmıştır. Bu bina Kurdî’nin kitabının telifine kadar Kur’an hafızlığı yapılan medreseydi.240 Ondan önce Osmanlı döneminde Hatice’nin (s.a) evinin olduğu yere “Tekyetü’s-Seyyideti Fatıma” ismiyle meşhur olan bir sığınak yapıldı.241 En son yapılandırılmada Hatice’nin (s.a) evi ve söz konusu medrese yok olmuştur. RESİM 66-67-68 S.187 Birkaç Doğum Yeri Hakkında Hatırlatmalar Daha önce söylediğimiz gibi Sûk el-Leyl’deki Mevlidü’n-Nebi’nin yerinde şimdi “Mektebet-i Mekketi’l-Mükerreme”yer alır. Mes’a’nın arkasında ve Ebu Kubeys Dağı’nın karşısında geride kalan tek açık alan burasıdır. Buraya az bir uzaklıkta “Hz. Zehra’nın (s.a) doğduğu yer” olan Hz. Hatice’nin (s.a) evi vardı. Fâsî şöyle yazıyor: “Bu evde ziyaret edilen üç nokta vardır; birincisi Hz. Zehra’nın (s.a) doğduğu yer ikincisi “Kubbetü’l-Vahy” ve üçüncüsü ise “El-Muhteb’e”dir.” Fâsî daha sonra şunları ekliyor: “Burada mescid şeklinde başka yerlerde vardır. Muhibbuddin Taberî’nin nakli esasınca Mescidü’l-Haram’dan sonra en hayırlı ev, bu evdir.”242 Ebu Talib Mahallesi’nin başka bir noktası “Ali’nin (a.s) doğduğu yer” olarak tanınır. Elbette bu bilgi, Hz. Ali’nin (a.s) Kâbe içinde doğduğuna dair nakille çelişir.243 -Peygamber Efendimizin (s.a.a) namaz kıldığı mekân. Çev. -Bihâru’l-Envâr, c.21, s.103 240 -et-Tarihi’l-Kavîm, s.174. 241 -a.g.e. 242 -el-Ikdu’s-Semîn, c.1, s.98. 243 -Daha fazla bilgi için bkz: Mevlid-i Kâbe, Allame Muhammed Ali Erdûbâdî, Tercüme Musa Ahrî, Risalet, Kum, 1379. 238 239 106 Mekke’nin başka bir yeri de “Hamza’nın doğduğu yer” olarak meşhurdur. Fâsî’nin nakline göre bu bina Mekke’nin aşağısında Babu’l-Yemen’in yakınındadır. Diğer bir yer Ebu Saîd’in evi ve Daru’l-Acele’nin yakınında “Cafer’in doğduğu yer” olarak meşhurdur. Fâsî şöyle diyor: “Bazıları burasını Cafer b. Ebi Talib’in doğduğu yer olarak bilirler, ancak burasının üzerindeki bir yazıtta şöyle gelmiştir: “Mevlid-i Caferu’s-Sadık ve Dahalehu’n-Nebi.” Fâsî ekliyor: “Burada hem Allah Resulü’nün (s.a.a) hem de Cafer Sadık’ın (a.s) doğmasının çelişir bir tarafı yoktur.” Erkam B. Ebi Erkam’ın Evi İslam’ı kabul edenlerin yedincisi Erkam’dır. Onun evi, Safa Dağı’nın kenarındaydı ve Müslümanlar için güvenilir bir yer sayılıyordu. Kırk erkek ve on kişiden fazla kadının burada saklandığı nakledilmiştir.244 Her halükarda bi’set’in dördüncü yılında Allah Resulü (s.a.a) yaranlarıyla birlikte bu evde kalıyor ve Müslüman olmak isteyen kimseler bu eve giderek hidayete eriyorlardı. Bu ev İslam tarihinde, tarihi bir süreç olacak kadar önemlidir ve siyer kitapları Mekke dönemi hadiselerini Erkam’ın evinde veya ondan sonra gerçekleştiğini Erkam’ın eviyle belirlemişlerdir. Bu evi, Abbasi halifesi Mehdinin eşi ve Harun’un annesi Hayzaran 171 yılında hacca geldiğinde satın aldı ve tarihte “Dâru Hayzaran (Hayzaran’ın Evi)” olarak şöhret bulmuştur. Müslümanlar bu evin taşıdığı değeri bilerek burasını mescid yapmışlardır, şayet Hayzaran’ın da burasını mescid yapmasının sebebi budur. Çocukların Kur’an hıfzetme merkezi olan ve Safa Dağı’ndan Mes’a’nın başlangıcına 48 metre uzaklıkta olan bu yer, Hicri Kameri 1375 yılında Suud b. Abdülaziz dönemindeki imar ve genişletme çalışmalarıyla Mescidin içine katılmıştır.245 Şimdilerde Mescid tarafına açılan ilk giriş, Erkam’ın anısı unvanında Erkam’ın Kapısı olarak isimlendirilmiştir ve bu bölümde yapılan yürüyen merdivenin o yer olma ihtimali de vardır. Tarihi nakillerde geldiğine göre Erkam’ın Evi, Safa Dağı üzerindeydi. Tarihi bu nakilden Erkam’ın Evi’nin Safa Dağı’nın eteklerinde olduğu günümüzde Mescidin içine katıldığı ve Safa Dağı’nın sadece bir bölümünün Mes’a’nın başların yerinde kaldığı kastedilmiştir. Hicri Kameri 555 yılında bu evin üzerinde yer alan yazıtta şöyle yazar: “Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) saklandığı yer olarak tanının Hayzaran’ın evidir ve Allah’ın dergâhının muhtacı olan bu kul, Şam ve Musul Veziri Cemaleddin Şerefu’l-İslam Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Ebi Mansur İsfehânî burasını 555 yılında yaptı.”246 Doğaldır ki ondan sonra burası defalarca onarılmıştır. Hirâ Dağı ve Hirâ Mağarası 244 -Ahbâr-i Mekke, c.4, s.14. -et-Tarihi’l-Kavîm, c.2, s.88. 246 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.2, s.90. 245 107 Hirâ Dağı “Cebelü’n-Nûr”, “Cebelü’l-Kur’an” ve “Cebelü’l-İslam” isimleriyle de tanınır. Risalet asrının mezhebi eserlerinin geride kaldığı ve Mekke’nin mukaddes mekânlarından birisi olan Hirâ Dağı, deniz seviyesinden iki yüz metre yüksekliğiyle Mekke’nin kuzey doğusunda yer alır. Bu dağın üzerinde yeşillik ve su göze çarpmaz. Bu dağın uzantısında Arafat’ın etrafında başka dağlarında olduğunu ve şimdilerde Taif dağlarıyla bir bağının da olduğunu söylememiz gerekir. Takriben Hirâ Dağı’nın tepesinin elli metre aşağısında beş kişinin oturabileceği ve bir kişinin ayakta kalabileceği Hirâ Mağarası yer alır. Cahiliye döneminde buraya, zahit ve abit kimselerin yararlanması ve Allah Resulü’nün (s.a.a) ibadet yeri olması hasebiyle Hirâ Mağarası denilmiştir. Allah Resulü (s.a.a) yılın belli günlerini özellikle Mübarek Ramazan Ayı’nı burada geçiriyordu. Allah Resulü’ne (s.a.a) ilk vahiy bu mağarada geldi ve Alak Suresi’nin ilk beş ayeti burada nazil oldu: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.”247 Dolayısıyla burası Mekke’nin en hayırlı ve en bereketli noktası sayılır ve insanlar burada namaz kılarlar. Hirâ Dağı’nın karşısında yer alan Sebîr Dağı da diğer mukaddes yerlerden sayılır. Denildiğine göre Allah Teâlâ İsmail’in (a.s) yerine kurban edilmesi için bu dağdan kurban göndermiştir. Hirâ Dağı geçmişten günümüze Mekke ziyaretçilerinin ilgi ve alakasını çekmiştir ve buraya ait kıssalar dillerde dolaşır. Bu kıssalardan birisi Allah Resulü’nün (s.a.a) göğsünün yarılma kıssasıdır.248 Elbette doğru olduğunu kabul edecek olursak bu olay Hirâ Dağı’nda değil, çölde gerçekleşmiştir. Bu dağın tepesine Osmanlı sultanı Abdülaziz tarafından kubbe yapılmıştır ve bu kubbenin yapımı Hicri Kameri 1278 yılıyla alakalıdır. Daha öncede buraya kubbe yapılmıştı ve Abdülaziz’den önce 916 ve 1019 yıllarında da söz konusu bu kubbe yapılmış ve daha sonraları tamir edilmiştir.249 Suudi devleti, kabul ettiği kendi özel mezhebi sebebiyle, kutsal bu dağa çok az da olsa hiç önem vermemiş ve buraya gelip gitmelerin çoklaşması şartlarının iyileştirilmesi doğrultusunda hiçbir girişimde bulunmamıştır. Bu sebeple ziyaretçilerin mağaraya gideceği güzergâhı son derece pis ve yabancı dilencilerle dolu olup aşırı derecede tiksindirici bir haldedir. Buna ek olarak bazı yıllarda Hirâ Mağarası’na giden yolda çok sayıda maymun görülür ve insan bunları gördüğü zaman bu maymunları kimlerin getirdiğine şaşırıp kalır. En azından ben buraya gittiğimde vaziyet böyleydi. Dostların anlattıklarına göre bu durum olduğu gibi devam etmektedir. Bununla birlikte yeni habere göre (1431h.k) bu yola basamak yapılmış ve temizlenmiştir. Eğer böyleyse 247 -Alak, 1-5. -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.14. 249 -a.g.e., c.1, s.17. 248 108 Mekke’de var olan yeni hakim görüşle, daha önce burasına hâkim olan görüşün farklı olduğu anlaşılmaktadır. Sevr Dağı Ve Sevr Mağarası Sevr Dağı, Mescidü’l-Haram’ın güney doğusunda Taif yolunda ve Mekke’ye nispetle uzakta yer alır ve Hirâ Dağı’ndan daha büyüktür. Denildiğine göre bu dağ “Sevr b. Menât” ismiyle bilinir. Birbirine bağlı üç dağ Sevr Dağı ismiyle tanınır ve Sevr Mağarası, bu dağların üçüncüsünde yer alır. Mekke müşrikleri Allah Resulü’nü (s.a.a.) öldürmek istediklerinde, Allah Resulü (s.a.a) evinden çıktıktan sonra tesadüfen Ebubekir’le karşılaşır ve onunla birlikte Mekke’nin güneyine doğru yola çıkar. Doğal olarak Allah Resulü’nün (s.a.a) Yesrib’e gitmesi için Mekke’nin kuzeyine doğru gitmesi gerekiyordu, ancak müşrikleri şaşırtmak için güneyi seçti ve Sevr Mağarası’na ulaştı. Allah Resulü (s.a.a) Ebubekir’le birlikte mağaraya girdi ve üç gün burada saklandı. Müşrikler, Sevr Mağarası’nın yakınına kadar geldiler, ancak müşriklerin mağaranın içine girmesine engel olması için ilahi bir mucizeyle örümcekler mağaranın ağzına ağ ördü ve onlarda bu ağı görünce, buraya kimsenin girmediğini düşünerek mağaraya girmekten vazgeçtiler. Allah Teâlâ Kur’an’da bu mağarayı yâd etmiştir: “Siz ona yardım etmezseniz hatırlayın o zamanı ki kâfirler, onu yurdundan çıkardıkları zaman yardım etmişti ona. O, iki kişinin ikincisiydi ancak ve hani ikisi de mağaradaydılar, arkadaşına, mahzun olma demişti, şüphe yok ki Allah, bizimle berâberdir. Şüphe yok ki Allah, ona mânevî bir kuvvet ve huzur vermişti ve onu, sizin görmediğiniz ordularla kuvvetlendirmişti ve kâfir olanların sözlerini alçaltmıştı, Allah'ın sözüyse zâten yüceydi ve Allah, her şeye üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.”250 Sevr Dağı; Sevr Caddesi, Taif Caddesi ve Keddî Caddesi gibi isimlendirilen caddeler arasında ve Mekke’nin aşağısında yer alır. Daha ziyada Sevr Dağı’ndan mağaraya doğru gitmek isteyenler için burasına bir çeşit basamaklar yapılmıştır ve doğal olarak ziyaretçilerin bir buçuk saat yürümeleri gerekir. Mağaranın giriş ve çıkış olmak üzere iki güzergâhı vardır ve Mağaranın asli yolunun kıble tarafında olması burasının arkasına düşen mağara giriş yolunun daha sonraları yapılmış olması ihtimali vardır. Bu mağara birkaç kişinin oturabileceği ve en azından iki ila üç kişinin oturarak namaz kılabileceği büyüklüktedir. Sevr Mağarası’nın yakınında taş altında ters çevrilmiş kâse şeklinde küçük bir mağara daha bulunur. Üçüncü asırda Fâkihî mağaranın bulunduğu yeri Sevr Mescidi unvanında hatırlatır.251 RESİM 71-72 S.192. 250 251 Tevbe, 40. -Ahbâr-i Mekke, Faki, c.5, s.35. 109 Mualla Mezarlığı Mualla, Ma’lât veya Hacûn Mezarlığı -yukarı mahalle ve Mesfele’nin karşısı- veya İranlılar arasında Ebu Talib Mezarlığı olarak meşhur olmuştur; güya geçmişte burasının Ebu Talib Mahallesi’yle tatbikindeki hatadan dolayı veya Ebu Talib’in kabrinin burada olduğunun söylenmesi hasebiyle böyle bilinir. Bu mezarlık çok eski olup Allah Resulü’nün (s.a.a) seçkin dedelerini, pek çok sahabeyi, âlimleri ve tabiini kucaklaması sebebiyle Bakî Mezarlığı’ndan sonra Müslümanların dikkate alıp itina gösterdiği yerdir ve Kâbe ziyaretçilerinin genel ziyaretgâhı hesap edilir. Allah Resulü’nden (s.a.a) buradaki kabirler için şöyle buyurduğu nakledilir: “Ne kadar güzel bir yerdir ve bu yerin kabirleri ne kadar güzeldir.”252 Bu kabristan çok büyüktü ve tarih boyunca o tarafa bu tarafa intikal etmiştir. HARİTA S. 193 Bu kabristanın bir bölümünü “Şi’b-i Ebi Düb” oluşturur. Allah Resulü’nün (s.a.a) annesi Âmine’nin kabrinin burada olduğunu ve Allah Resulü’nün (s.a.a) annesini ziyaret etmek için buraya geldiğini söylemişlerdir.253 Hacûn’daki bu kabrin üzerine Mısır valisi Abbas Paşa tarafından özel parça örtülmüş ve gümüş işlemeli bir parça da İsmail Paşa zamanında kabrin üzerine örtülmüştür. Elbette başka bir görüşe göre Hz. Âmine’nin kabri “Ebvâ”dadır (Mekke ile Medine arasında ve Medeine’ye 23 mil uzaklıkta tali yerlerden birisi). Ezrâkî’nin dediğine göre Mekke halkı ölülerini İbrahim Vadisi’nin sağına ve soluna defnediyordu ve bu, hem cahiliye döneminde hem de Sadr-ı İslam’da böyleydi. Ancak Peygamber’in (s.a.a) Mualla Mezarlığına ve buradaki kabirlerin ne kadar güzel kabir olduğuna işaret etmesinden sonra zamanla bu vadinin sol tarafı Mekke halkı ölülerine has kılındı.254 Son yüzyılda Hz. Hatice’nin (s.a) kabrinin de bulunduğu bu Şi’b, Mualla Kabristanı’nın en kutsal yeri olarak tanınır. Şahsın birisi rüyasında Hz. Hatice’nin (s.a) kabrini, Fuzeyl b. İyaz’ın kabri yakınında olduğunu görür ve bu olaydan sonra Hz. Hatice (s.a) için buraya bir kabir yapılır.255 Elbette Hz. Hatice’nin (s.a) Hacûn’da defnedildiği nakledilmiştir.256 Mualla Kabristan’ında kadın ya da erkek hiçbir sahabenin belirgin olarak tanınmadığını eklememiz gerekiyor. Bu kabristan son asırda “Ben-i Haşim Kabristanı” olarak tanınır. Kabristanın girişi üzerine asılmış taş, söz konusu bu kabristanın Hicri Kameri 1383 yılında yeniden yapıldığını gösterir. Hali hazırda Hacûn Dağı’nın kaldırılmasıyla kabristanın bu tarafa doğru sınırlarının genişletilmesine çalışılmaktadır. Hicri Şemsi 1388 yılında bu kabristanın içine girdik ve ziyaret ettik; dağın bir bölümü kaldırılmıştı ve kabristanın içine giden yollar boyanarak -Şifau’l-Gerâm, c.1, s.533; İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.147. -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.148. 254 -Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.211. 255 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.149. 256 -Tarihi’l-Hamîs, c.1, s.301. 252 253 110 mezarlığın çeşitli bölümleri arasına duvarlar çekilmiş ve çok nefis bir görünüme kavuşmuştu. Geçmişte kabristana girmek yasaktı, ancak hali hazırda kabristanın eski bölümüyle alakalı pencerelerin arkasından erkeklerin girebileceği bir yer vardır. Cahiliye ve İslam döneminde Mekke halkı ve özellikle İbrahim Vadisi sakinlerinin ölülerini defnettikleri bu kabristanda çok sayıda büyük şahsiyetler defnedilmiştir: Abdülmuttalib Hacun Kabristanı’na defnedilen çok önemli şahsiyetlerden birisinin Peygamber’in (s.a.a) dedesi Abdülmuttalib olduğu söylenebilir. Abdülmuttalib Mekke şehrinin son derece şahsiyet sahibi fertlerindendi ve Araplar arasında pek çok nüfuzu vardı. Abdülmuttalib, iki sene Allah Resulü’nün (s.a.a) bakımını üstlendi. Büyük bir ihtimalle hatta yakinen Arapların onun sünnetine tabi olduğu ve İslam’ın da bazılarını teyit ettiği amellerinin bir kısmı İbrahim’in (a.s) sünnetinden ve Haniflerin mektebinden alınmıştır. Abdülmuttalib’in, İbrahim’in (a.s) dininin ihya edicilerinden birisi olarak bilinmesi gerekir. Ebu Talib Belirleyici çehrelerden birisi de Abdülmuttalib’in oğlu ve Peygamber’in (s.a.a) amcası Ebu Talib’tir. Ebu Talib takiye perdesi altında, müşriklerin baskıları karşısında Allah Resulü’nü (s.a.a) övülmeye değer himayesiyle kendini ortaya koymuştur. Ebu Talib, Kureyş’in tehditleri karşısında Allah Resulü’nü (s.a.a) onlara teslim etmemiş ve her alanda Allah Resülü’nü (s.a.a) koruyacağını açıklamıştır. Ebu Talib’ten geride kalan pek çok şiir, onun derin imanını göstermesi yanında edebi çehresini de ortaya koymaktadır. Onun şiirleri, üçüncü asırda bir araya getirilen divanın zımninde hali hazırda bir kitap şeklinde basılmıştır. Tarihin dakik belgeleri esasına göre Ebu Talib, Mekke’nin çetin ve boğucu yıllarında Peygamber’in (s.a.a) en büyük yardımcılarındandı. Ebu Talib, bi’setin ilk başlarında oğulları Cafer (a.s) ve Ali’yi (a.s) Allah Resulü’nün (s.a.a) hizmetine gönderdi ve kendisi de hayatta olduğu bi’setin onuncu yılına kadar Peygamber’i (s.a.a) korumaktan hiçbir şekilde geride kalmamıştır. Hatice (s.a) Ebu Talib Kabristanı’nın da defnedilen diğer seçkin şahsiyetlerden birisi de Hz. Hatice’dir (s.a). Hz. Hatice (s.a) fedakâr ve Allah Resulü’ne (s.a.a) ilk iman eden kadındı. Hz. Hatice (s.a) tüm varlığını İslam’ın öne çıkması için vakfetti ve Kureyşlilerin Allah Resulü’ne (s.a.a) baskıları karşısında, evinde Peygamber’in (s.a.a) en iyi samimi yardımcısı sayılıyordu. Allah Resulü (s.a.a) sürekli onu iyilikle yâd ediyordu; hatta Peygamber’in (s.a.a) bazı eşlerinin kıskanmalarına rağmen o, Hatice’yi (s.a) övmekten el çekmiyordu. Tarihi verilere göre ilk defa 950 yılında Mısır Defterdarı Muhammed b. Süleyman, Hz. Hatice’nin (s.a) kabri üzerine Şümeysî taşından bir kubbe yaptırmış, kabir üzerine kıymetli kumaşla örtülü sandık koymuş ve burasının 111 bakımı için ücretli bir hizmetçi tutmuştur.257 Bu kabir Hicri Kameri 1242 yılında bir kez daha tamir edilmiş ve on üçüncü asrın ortalarında İfâdetu’lEnâm kitabının telifine kadar baki kalmıştır. Bu kitabın yazarı Abdullah Ğâzî’nin ifadesine göre Hz. Hatice’nin (s.a) kabri üzerinde yeşil renkli bir kumaş vardı ve bu kumaşı bin iki yüz altmış yılına az kala Abbas Paşa’nın annesi göndermişti.258 Her halükarda son zamanlara kadar varlığını koruyan Hz. Hatice’nin (s.a) kabri üstündeki bu anıtı Vahabiler kaldırdılar. Aynı şekilde Vahabilerin nüfuzlarından sonra da bazı kabirlerin üzerindeki sandık ve mezar taşları kaldırıldı.259 Hz Hatice’nin (s.a) kabri yanında, Mekke’de saygın birisi olarak bilinen Abdülmuttalib b. Ğâlib’in (vefat 1300) mezarı vardır.260 Peygamber’in (s.a.a) dedelerine mensup olan kabirlerin üzerinde kabir sandığı vardı, ne var ki tarihi açıdan bunların kabirlerinin nerede olduğuna dair tereddütler söz konusudur - her ne kadar Peygamber’in (s.a.a) dedelerinin çoğu Hacûn’da defnedilmiştir- zira onuncu asır öncesine kadar Mekke tarih yazarları bu büyük şahsiyetlerin mezarlarının Hacûn’da olduğuna dair bir şey söylememişlerdir.261 Ancak bildiğimiz kadarıyla Hacûn’da defnedilmişlerdir ve doğal olarak mezarlarının orada ziyaret edilmesi gerekir. Şia Âlimleri Mekke’de ölen ya da şehit edilen Şia âlimlerinin çoğu da bu kabristanda defnedilmiştir. Bunlardan birisi Hicri Kameri 1039 yılında Kâbe’yi yenileyenler arasında yer alan Zeynelâbidin Kaşanî’dir. Bu yılda Kâbe selden dolayı yıkılmış ve bu seyit âlim başkalarının da yardımıyla Kâbe’yi yenilemiştir.262 Şia Ve Sünni Büyükleri Her halükarda Mualla Kabristanı, Şia ve Sünni Müslümanlarının ilgi ve alaka duydukları ziyaret yeridir. Meşhur lügat âlimi Firuzâbadî “Esaretü’lHucûn li Ziyareti’l-Hacûn” isimli risalesinde, Mualla Kabristanı’nın ve burada defnedilen kimselerin tarihçelerini konu etmiştir. Muhyî Lârî, “Futuhu’lHaremeyn” isimli uzunca bir kasidesinde bazı zahit ve sufi şahsiyetlerin bu kabristanda olduğunu hatırlatır. Şeyh Ali Kirmânî, Hâce Fuzeyl İyaz ve Şeyh İsmail Şirvânî bu şahsiyetler arasında yer alır. Lârî, Abdullah b. Zübeyr’in -el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beytullahi’l-Harâm, Nehirvâli, c.443; İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.150. İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.151. 259 -Vahabilerin geride kalan eserleri yıkmaları hakkında bakınız: Mikât-ı Hac, Fi Menzili’l-Vahy, Muhammed Hasaneyn Heykel, sayı: 9 s.222. Ebu Talib Kabristanı için bakınız: Mikât-ı Hac, Cennetü’l-Mualla, Seyit Gazi Asker, sayı: 4 s.165-174. 260 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.151. 261 -1010 yılında Mekke eşrafından Hasan b. Ebi Nümey Mekke’de öldü ve Mekke eşrafından olan oğlu Ebu Talib, babasının kabri üstüne -Hz. Hatice’nin (s.a) kabri yakınına defnedilmişti- kabir anıtı yaptı. Hasan b. Ebi Nümey’in iki oğlunda birisi Abdülmuttalib bu yılda ve diğer oğlu Ebu Talid 1012 yılında öldü ve her ikisi de babasının yanına defnedildi. (Bkz: Menâihi’l-Kerem,, c.3, s.507-523. ) Bazıları son yıllarda Hacûn Mezarlığı’nda defnedilmiş olan Allah Resulü’nün (s.a.a) dedesi ve amcası Abdülmuttalib ve Ebu Talib’in söz konusu bu iki kişinin olması ihtimalini vermişlerdir. Her halükarda Ebu Talib ve Abdülmuttalib’in Hacûn Mezarlığında defnedildiğinde şüphe yoktur. 262 -Daha önce bu şahıs hakkında açıklama yapıldı. 257 258 112 kabrine de değinmiştir. Haccac, Abdullah b. Zübeyr’i 73 h.k. yılında bu kabrin kenarında daracına astı. Lârî’nin “Futuhu’l-Haremeyn” de söylediğine göre Abdullah b. Ömer’in kabri de bu kabristanın etrafındadır. Mekke tarihinin meşhur yazarı Fâkihî’nin nakli esasınca Ömer’in oğlu Harmâniyye Bağı’nda şimdilerde Mekke Belediyesinin olduğu yer- defnedilmiştir ve hali hazırda burası kimse tarafından bilinmez.263 Mekke’de ölen Abbasi halifesi Mansur da bu kabristanda defnedilmiştir. Abdullah Ğâzî, Mualla Mezarlığı’nda defnedilen tabiinden bazılarının ismini getirmiştir.264 Bazen yanlış yere -elbette İranlılar arasında- bu kabristan Şi’b-i Ebi Talib unvanıyla anılır. Daha önce söylediğimiz gibi Şi’b-i Ebi Talib’in asli yeri Şi’bi Ali olarak bilinen yerdedir ve burası Mes’a’nın dışındaki açık alandan Sûk el-Leyl’le kadar uzanan -dağın yukarılarında Mes’a’nın karşısındaki evleraçık bir alandır. Başka bir ifadeyle Ebu Kubeys Dağı kenarındaki tünelin yanındaki dağdan –büyük otobüs durağını merkezi nokta olarak göz önünde bulunuduracak olursak.” Mektebet-i Mekketi’l-Mükerreme”e ve Duvreti’lMiyah binasına kadar olan kısım, Ebu Talib Mahallesi olarak isimlendirilir. Burasının yanında Handeme Dağı’nın kanarında Sûk el-Gazze ve Âmir Mahallesi yer alır. Mekke’nin ikinci kabristanı Şubeyke Mezarlığı’dır. Burası Mekke’nin aşağısındaydı ve Kureyş Kabilelerinden (bunlar Ahlâf denilir) Abdudar Oğulları, Mahzum Oğulları, Sehm Oğulları ve Cumeh Oğulları, kendi ölülerini buraya defnediyorlardı. Bunun yanında Kureyş’in diğer kabileleri (bunlara Mutayyibin denilir) Abdumenaf Oğulları, Esed b. Abduluzza Oğulları, Zühre Oğulları ve Teym Oğulları kendi ölülerini Ma’lât Mezarlığı’na defnediyorlardı. Fahh Şehitlerinin Kabri Hüseyin b. Ali b. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebi Talib Hicri Kameri 169 yılında Abbasilerin aleyhine (169-170) Mekke şehrinin Fah bölgesinde kıyam etti. O, kıyamını Medine’de başlattı ve bu şehre hâkim olduktan sonra oradan hac zamanına yakın üç yüz Şia ve yaranlarıyla birlikte Mekke’ye hareket etti. O, Fah bölgesinde Abbasilerle karşı karşıya geldi ve yapılan savaşta şehit oldu. Yanındakiler ve Hasanî seyitlerinin bir kısmı da şehit düştü. Sayılı Hasanî Alevileri ve Şehit Fah, Şia İmamlarının (a.s) şehadetlerini teyit ettiği şehitlerdi. Nakledilen rivayetlerin zımnında onun şehadet haberi Peygamber’in (s.a.a) dilinden de nakledilmiştir. Bu rivayetlerin bazıları şunlardan ibarettir: Ebu’l-Ferec İsfehânî, İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder: “Allah Resulü (s.a.a) Fah’tan geçerken durdu, bir rekât namaz kıldı ve ikinci rekâtı kıldığında ağladı. Ashapta onunla birlikte ağladılar. Niçin ağladığını sorduklarında şöyle buyurdular: Cebrail bana şu haberi verdi: “Ey 263 264 -Ahbâr-i Mekke, c.3, s.89-90. -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.163-170 113 Muhammed! Senin evlatlarından birisi burada öldürülecek; onun yanındaki şehitlere, iki şehit ecri vardır.”265 Ebu’l-Ferec İsfehânî’nin naklettiği diğer bir rivayette Allah Resulü (s.a.a) Fah bölgesine ulaştığında ashabıyla birlikte cenaze namazı kıldı ve şöyle buyurdu: “Burada Ehlibeytim’den bir şahıs yanındaki toplulukla birlikte şehadete ulaşacaklar. Onların kefeni ve kâfuru cennetten gönderilecek ve onların ruhları bedenlerinden daha çabuk cennete koşacaktır.”266Aynı şekilde nakledildiğine göre İmam Sadık (a.s) Mekke seferinde sahabelerinden birine şöyle buyurdu: “Fah’a geldiğimizde beni uyarın.” Oraya yetiştiğinde İmam (a.s) bineğinden indi, namaz kıldı ve sonra tekrar bindi. Bu sahabe bunun sebebini sorduğunda İmam (a.s) daha önce Peygamber’den (s.a.a) rivayet edilen hadisi ona nakletti.267 Şehitlerin başını Abbasi halifesi Hadi’nin yanına getirdikleri zaman Musa b. Cafer (a.s) ve Alevilerin bir kısmı da ordaydı. İmam Musa (a.s) Şehit Fah hakkında şöyle buyurdu: “Onlar iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir kavimdi.”268 Hali hazırda bu kabir Şuheda Caddesi’ndedir ve bu bölgenin tamamını şuheda bölgesi olarak tanırlar ve bu isim tam olarak Şehit Fah’ın şehadeti hatırına verilmiştir. Şuheda-Tenim Caddesi’nin kesişim noktası yakınında Şuheda Caddesi’nin tali caddelerinden birisi bu kabre doğru gider. Bu kabir, bir dağın aşağısında yer alır ve şimdi burasının bir tarafı kabir ve diğer tarafı da Futbol Meydanı’dır. Bu kabir tabiri caizse el-Bûkerî Mescidi’nin arkasındadır. Zikredilen bu kabir, yoldan dolayı üçe ayrılmış ve buradaki küçük üçgen yok olmaya yüz tutmuş; buranın bir bölümü cadde seviyesinden birkaç metre yukarısındadır. Bu bölümün etrafı 1380/2001 yılında dört duvarla çevrelenmiş ve belediye tarafından Abdullah b. Ömer’in kabri tabelasını taşıyan bir kabir yapılmıştır (1388 yılında da bu tabela yerindeydi). Fâkihî’nin yazdığına göre Abdullah b. Ömer’in kabri Muhassab bölgesindedir (Şimdiki Mekke Belediyesinin olduğu yer). Gerçekte burasının hangi hedefle bu isimle anıldığı belli değildir. İleride bu konuda açıklama yapılacaktır. Ancak gerçek şudur ki, burası eskiden beri Ömer b. Abdullah’ın kabri olarak meşhurdur ve Selim Han, kendi Hac seyahatnamesi’nde Fah Dağı’nın aşağısında Ömer b. Abdullah’ın kabrini ziyaret ettiğini söylemiştir. Tüm bunlara rağmen altıncı asırda Abdullah b. Zübeyr’in Fah’ta defnedildiğine dair bilgiler vardır.269 Abdullah b. Zübeyr’in başka yerde defnedildiğini de söylemişlerdir, ancak genel anlamda bu bilgilerin hiçbirisi kesinlik arz etmiyor.270 265 -Makâtilu't-Tâlibîn, s.367. -a.g.e., s.366. 267 -a.g.e. 268 -Makâtilu't-Tâlibîn, s.380. 269 -Mecmau’t-Tavârih ve’l Kısâs, s.347. 270 -İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.150-151. 266 114 Fah Mezarlığı’nın geride kalan asli bölümü, dağın yakınında eski dört duvarla çevrelenmiş olan kısmıdır ve kapısı da kapatılmıştır. Bu dört duvar arasında dağın tepesinden görülebilen yarım harabe şeklinde bir kabir daha vardır. Verilere göre burasının Şehit Fah Hüseyin b. Ali’nin kabri olması gerekir ki, mezhebi sebeplerden ötürü burasını kapatmışlardır. RESİM 75 S.201 Muhassab Mescidü’l-Haram’dan Mina’ya giden yolda; (Mescidü’l-Haram yolu) Hacûn Köprüsü’nden şimdiki Mekke Belediyesinin olduğu yere kadar -yani Emanetü’l-Asımeti’l-Mukaddese- olan bölge Muhassab bölgesidir. Başka bir ifadeyle Meâbide Meydanı’ndan Hacûn Köprüsü’ne kadar uzanan; yani Allah Resulü’nün (s.a.a) Müslümanlarla birlikte Mina’dan dönerken durdukları yerdir. Bu bölgenin sınırları hakkında çeşitli görüşler olmasına rağmen271 yine de yukarıdaki bilgi nispeten dakiktir. Kureyşliler zamanında bu bölgede Allah Resulü’nün (s.a.a) aleyhine anlaşma imzalanması sebebiyle Allah Resullü (s.a.a) burada durmuş ve şöyle buyurmuştu: “Biz İnşallah Mekke’ye girdikten sonra özellikle Kureyşin bize muhalefet ettiği yer olan Hiyf-i Ben-i Kenâne’nin (Muhassab) olduğu yerde duracağız.”272 Daha önce söylediğimiz gibi burada İcabe Mescidi vardır. Başka bir mescidde vardır, ancak Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kıldığına işaret edilmemiştir ve hali hazırda bu mescidde bulunan yazıt 1362 yılında Melik Abdülaziz döneminde burasının yenilendiğini gösterir. Bu mescid Rey-i Zâhîr’in karşısına bakan caddede ve Kasru’s-Sakâf’ın yanında yer alır. Tarihi verilere göre Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur Mekke’de öldükten sonra burada ona namaz kılınmıştır.273 Mansur, Ma’lât Mezarlığı’nda ya da Hacûn Kabristanı’nda defnedilmiş ve henüz kabri de bellidir. Hayy-i Cumeyyeze’nin sonunda ve Mualla Mezarlığı’nın arkasında ve hali hazırda mezarlığı girişinin başlarında Caferiye Mahallesi’ne bir yol vardır ve burasına Ebu Cafer Mansur Mahallesi denilir. Çok tecrübeli ziyaretçilerden birisi otuz yıl önce burada İmam Cafer Sadık’ın (a.s) Evi isminde bir evin olduğunu ve bir grup ziyaretçilerle birlikte buraya gittiğini söylemiştir. Bir gün söz konusu bu şahsın eşliğinde oraya gittik, ancak oranın adresini bulması mümkün değildi. Mal’at ve Mesfele’nin sınırları hakkında Fâkihî ve Ezrâkî açıklamada bulunmuşlardır. Mal’ât sınırı Cafer b. Muhammed’in Evi’nden başlamış sonrası için hiçbir açıklama gelmeksizin zikredilmiştir.274 Bu evin (bazılarının 271 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.72-73. -Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.162. 273 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.75. 274 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.130; Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.93 ve 266. 272 115 zannettiği gibi) İmam Sadık’ın (a.s) evi değil, Mekke Emiri Cafer b. Muhammed b. Süleyman’ın evi olma ihtimali vardır veya Ebu Cafer Mansur’a ait olması da mümkündür. Hali hazırda Rey-i Zâhîr’in başlangıcı veya Harmân Bağı’nın olduğu yerde Emanetü’l-Asıme yer alır ve burasının bir bölümü kabristandı. Fâkihî’ye göre, Abdullah b. Ömer burada defnedilmiştir.275 Dolayısıyla Abdullah’ın Fah Şehitleri Kabri’nde veya Ebu Talib Kabristanı’nda defnedildiğine dair sözün doğru olmadığı anlaşılıyor. Hâlbuki son zamanlarda Fah Şehitleri Kabri kenarında Abdullah b. Ömer’in kabrinin tablosu asılmıştır. Ebu Leheb’in Kabri Ebu Leheb, Peygamber’in (s.a.a) amcası olmasıyla birlikte onun en azılı düşmanıydı ve Peygamber’in (s.a.a) varlığını Ben-i Haşim Taifesi’nin zaaf sebeplerinden ve Ben-i Haşim’in diğer kabileleriyle düşmanlık etkenlerinden biliyordu. Bu sebeple Allah Resulü’nün (s.a.a) tüm faaliyetlerinin önünü almaya çalışıyordu. Bu düşmanlıktan ötürü Allah Teâlâ Peygamber’in (s.a.a) onca düşmanları arasından sadece Ebu Leheb’in ismini anmış ve nazil ettiği bir sürede onu ve eşini yerden yere vurmuştur. Kureyş ordusu Bedir Savaşı için Mekke dışına çıktığı zaman Ebu Leheb bu şehirde öldü ve bir çukura defnettiler. Ebu Leheb’in Mekke’nin aşağı bölümde çukura gömüldüğü yer Seniyye güzergahı “Es-Seniyyetü’l-Bezya” ismiyle anılması ilginç bir noktadır. İbni Batuta sekizinci asırda burasını görmüş ve burada taş bir tepeciğin olduğunu ve buradan gelip geçenlerin burasını taşladığını bildirmiştir.276 Yine İbni Batuta burasının Ebu Leheb’in defnedildiği yer olarak meşhur olduğunu ve halkın, onun Allah Resulü’nün (s.a.a) düşmanı olduğunu bildikleri için burasını taşladıklarını yazmıştır. Ben-i Sa’d Kabilesinde Allah Resulü’nün (s.a.a) Yaşadığı Mahalle Çok az teveccüh edilen noktalardan birisi de Halime’nin mensup olduğu Ben-i Sa’d Kabilesi’nin yeridir. Allah Resulü (s.a.a) çocukluk dönemini burada geçirmiştir. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu dönemiyle alakalı film yapımının incelenmesi için Taif’e giden yakın arkadaşlarımdan Mecid Mecidî ve Haydariyân Beyler bu bölgeyi görmeye gitmişler ve bölgenin fotoğraflarını çekmişlerdi. Onlar şöyle diyorlardı: “Bizim için Allah Resulü’nün (s.a.a) çocukluk dönemini geçirdiği bu kabilenin yerini bulmak çok ilginçti. Murtaza Bakırî isminde bir şahsın aracılığıyla bilgi edindik ve bazı arkadaşların yardımıyla Taif’e doğru gittik. Yolumuz Mekke’den Taif’e giden yeni yoldu. Bu yol, önceki yola göre yaklaşık yetmiş kilometre dada yakındı. Taif, serin ve bağlarla dolu yemyeşil bir yerdir. Taif’e ulaştıktan sonra Taif’ten Ben-i Sa’d bölgesine asfalt yoldan otuz kilometre yürüyerek Ben-i Sa’d’a geldik. Burada bir şehir ve birkaç kasaba vardı. Buradan geçerek dağ tarafından 275 276 -Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.89-90. -Rıhlet-i İbni Batuta, s.143. 116 caddenin solundan gittik ve küçük köyleri gördük. Yol, inişli çıkışlı ve son derece zorluydu. Epeyce sorup soruşturmanın ardından gelmek istediğimiz yere ulaştık. Burası yüksek tepelerin eteklerinde ve geniş derelerin olduğu bağcılık ve ziraat yapılan bir yerdi. Bu kabilenin el vurulmayan evleri yerli yerindeydi. Çok serin hatta güneş altında bile albenisi olan bir havası vardı. Şimdilerde de Ben-i Sa’d kabilesinin burada yaşadığını söylediler. Bölge halkı güzel ahlaklı ve misafirperverdi. Birkaç saatimizi burada geçirdik. Bir taş üstünde “Halime-i Sa’diye’nin Evi” yazıyordu. RESİM 76-77-78 S.204 İKİNCİ BÖLÜM MEDİNEY-İ MÜNEVVERE Yesrib ve İslam Mescid-i Nebevi (s.a.a) Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) İçinin Bölümleri Medine’nin Güneyindeki Mescidler (Kubâ) ve Mübarek Mekânlar Medine’nin Doğusundaki Mescidler ve Mübarek Mekânlar Medine’nin Batısındaki Mescidler ve Mekânlar Bakî ve Bakî’nin Tarihi Eserleri Uhud Gazvesi’nin Konumu ve Ondan Geride Kalan Tarihi Eserler YESRİB VE İSLAM Yesrib’in Tanınmasına Dair Giriş 117 Yesrib, Yesrib bölgesine ait belli bölgenin adı olup zamanla bölgenin tamamı için söylenmiş ve bu bölge Ümmü’l-Kurâ ismiyle tanınmıştır. Allah Resulü (s.a.a) bu şehre girdikten sonra Yesrib’e “Medinetü’n-Nebi” ve kısaca “Medine” denilmiştir.277 Günümüzde Tariku’l-Hicre’den (Hicret yolu) Medine, Mekke’ye yaklaşık 450 kilometrelik mesafede; 39 derece ve 36 dakika doğu ve bir saniye boylam çizgisinde ve 24 derece 28 dakika ve beş saniye enlem çizgisinde yer alır. Bu şehrin deniz yükseltisi 597’den 639 metre arasındadır.278 Hicri Kameri 1415 yılı nüfus sayımına göre bu şehrin nüfusu yaklaşık 661 bindi. Günümüzde “Wikipedia”nın “Medine-i Münevvere”nin girişinde yer aldığı bilgi esasınca Medine’nin nüfusu 130000 dür. Yesrib veya eski Medine’nin kuzeyinde Kunât ve Cürf Vadileri ve güneyinde Kubâ yer alır. Yesrib’in doğu ve batı yönünde “Harre”279 denilen püskürük kayaçların oluşturduğu iki lav ovası vardır ve Yesrib’in doğusundaki lav ovasına “Harre-i Vâkim” ve batısındaki lav ovasına da “Harre-i Vebre” denilir. Yesrib’in güneyinde “Harre-i Şevrân” olarak da isimlendirilen “Güney Harresi” yer almıştır. Yesrib’in güneyindeki söz konusu püskürük kayaçları Yesrib’i kuzeyinden batısına kadar kaplamış ve bu iki tarafı birbirine bağlamıştır. Harre genel anlamda çok sağlam olarak yeryüzünü kaplayan ve inişli çıkışlı tepelerin olduğu, ancak dağ şeklinde olmayan yere püskürük siyah kayalara denilir. Medine’nin çok daha uzağında başka Harre’ler de vardır. Şehrin kuzey kısmında, kuzey batıdaki Uhud Dağı ile batıdaki Sel’ Dağı sınır boşluğunda takriben açık bir alan vardır ve çiftçiliğin yapıldığı asıl yer burasıydı ve burada hurma bahçeleri vardı; hala da vardır. Uhud Dağı’nın arkasında “Sevr Dağı” (Doğal olarak Mekke’deki Sevr Dağı değildir) olarak isimlendirilen dairemsi kırmızı küçük bir dağ vardır. Bu dağ, kuzeyde; tam olarak Medine’nin kuzey sınırındadır. Kûba’nın bu tarafında boy gösteren “Îr” Dağı da Medine’nin güney sınır bölgesindedir. Hadiste güney ve kuzeyde Îr ve Sevr Dağları arasındaki mesafenin Medine’nin “Harem” sınırının belirlediği gelmiştir. Bu dağların her biri Mescid-i Nebevi’ye kadar sekiz kilometredir. Harem’in doğu ve batı sınırı, Harre’nin doğu ve batı sınırı gibidir. İslam’dan Önce Medine Halkı İslam’dan önce iki Arap ve Yahudi grubu Yesrib’te yaşıyordu. Başka bir ifadeyle bu gruplar Doğu Harre, Batı Harre, Kubâ ve Uhud arasındaydılar. Yahudi kabileleri Ben-i Kaynuka, Ben-i Nadîr ve Ben-i Kurayza’dan ibaretti ve bunlar genellikle Avâlî bölgesinde -günümüzde Avâlî Caddesi veya Ali b. -Berâ b. Âzib’in Allah Resulü’nden (s.a.a) naklettiği bir rivayette Allah Resullü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kim Medine’ye Yesrib derse Allah’a tövbe etsin. O, Tâbe’dir, o Tâbe’dir.” Bkz: Fezâili’l-Medineti’l Münevvere, Halil İbrahim, c.1, s.162-164. Bu şehrin diğer bir isminin Tâbe ve Taybe olduğunu söylememiz gerekir. İbni Neccâr, ed-Durretü’s-Semîne kitabında Allah Resulü’nün (s.a.a) şu rivayetini zikretmiştir: “Şüphesiz Allah Teâlâ Medine’yi Tâbe olarak isimlendirmiştir.” 278 -el-Kâbetü’l-Muazzama, s.232. 279 -Kızgın lav taşlarına benzeyen püskürük kayaçlardan oluşan bölge. 277 118 Ebi Talib (a.s) Mahallesiyle isimlendirilir- güney ve güney doğu’da yaşıyorlardı.280 İbni Neccâr, Yesrib’de İslam’dan önce üç yüz Yahudi sanatkârının yaşadığı Zühre bölgesinden bahsetmiştir.281 Harre’nin doğu hattı uzantısında Medine içerisinde iki Yahudi grubu ve Evs’ten de üç grup vardı; önce güneyden kuzeye Ben-i Nadîr, Ben-i Kurayza ve ondan sonra Evs’lilerden sırasıyla, Ben-i Zafer, Ben-i Abdu’l-Eşhel ve Ben-i Zaûr kabileleri Uhud başlarında yer alan bölgede yaşıyorlardı.282 İslam’dan önce Harre’nin doğusundan Kubâ’ya kadar bölgenin asli bölümü Yahudi kabilesi Ben-i Kurayza’nın elindeydi. Günümüzde gerçekte Mescid-i Kurayza isminde Mescid-i Fazîh olarak meşhur olan bir mescid vardır (en azından altı yıldır bu mescidin büyük bir bölümü bilinçli olarak yıkılmış ve yeri düz bir alan şekline gelmiştir) bilindiği üzere onların yaşadığı yer Kubâ’dan Harre’nin doğusu arasındaydı. Ben-i Kurayza cemiyeti ve onların bölgesi genişti öyle ki, Harre-i Vâkim veya Doğu Harre Harre-i Ben-i Kurayza olarak isimlendiriyorlardı.283 Elbette bu, Yahudilerin Medine’nin başka yerlerinde yaşamadığı anlamında değildir. Onlar Medine’nin batısında Zubab ve Feth arasında “Huseyke” denilen bir bölge de yaşıyorlardı.284 İbni Neccâr şöyle yazar: “Ben-i Kurayza ve bunların kardeşleri Ben-i Hadel Medine-i Âliye’de Müzeyneb (Müzeynîb) Vadisi’nde ve Mehzûr’da ikamet ediyorlardı ve Ben-i Nadîr de Müzeyneb’in kenarındaydı. Bunlar bu bölgede su kuyusu kazmışlar, ağaç ekmişler, evler yapmışlar ve küçük kaleler veya Utum yapmışlardı. Medine Yahudilerinin toplam 59 Utum’u vardı.”285 Utum, Medine’de kale görevini yapmaktaydı ve Yesrib ahalisi bunlardan korunma amaçlı yararlanıyorlardı. Arap Yarımadası’nın güneyinde yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri İslam’dan yüz elli yıl önce Medine’ye gelmişlerdi. Bu sebeple Kureyş’in Adnani kabilesinin aksine Evs ve Hazrec kabilelerini Kahtanilerden hesap etmek gerekir. Yahudiler onlardan önce Medine’ye gelmiş ve Medine-i Âliye’nin güzel yerlerini ele almışlardı. Güneyli bu Arap grubu, Yemen’de Arim selinden sonra kuzeye yönelmiş ve burasını ikamet yeri edinmişlerdi. Sayıca daha çok olan gruplar zamanla Yahudileri tasallutları altına almışlardı. Evs kabilesinin üç katı olan Hazrec kabilesi merkezi bölgelerde ve ondan önce Batı Harre’de yaşıyorlardı. Saltanat Caddesi -şimdilerde Osmanlı Caddesidir- yakınından Kıbleteyn Mescidi ve yedi mescide kadar olan bölge bunların yerleşim merkeziydi. Bölge güney tarafından Kubâ’nın batı yakınına yani Bathân bölgesine kadar devam ediyordu. Başka bir ifadeyle Batı Harre, -Âliye veya Avâlî, Kubâ’ya kadar Medine’nin güney bölgesini kapsamaktadır. Tarihte geldiğine göre Allah Resulü (s.a.a) Medine’ye geldiğinde “Medine’nin Âliye’sine yerleşti.” Âliye’den maksat Kubâ’dır. Bkz: el-Meâlimu’l-Esîre, s.201. 281 -ed-Durretü’s-Semîne, s.67. 282 -Âsâr-ı Medineti’l-Münevvere, Abdülkuddüs el-Ensârî, s.210 283 -Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, 210. 284 -Mucemu'l-Buldan, c.2, s.261. 285 -ed-Durretü’s-Semîne, s.77-78. 280 119 kuzeyden güneye kadar Kıbleteyn Mescidi başlıyor ve Kubâ’nın yakınında Rânûnâ Vadisi ve Cuma Mescidi’nin yer aldığı yere kadar devam ediyordu. Batı Harre’nin kuzey bölgesi, çiftçiliğin yapıldığı bir yer olup burada çok sayıda bağ vardır ve Uhut Dağı’nın eteklerine kadar uzanır. Bu yerin suyu, çok meşhur olan Akik Vadisi’nden temin edilir. Medine’nin bazı zenginleri bu bölgeye saraylar yapmışlardır ve bu yapılar asırlarca ayakta kalmıştır. Kaçar dönemi seyahatname yazarları bu yerleri görmüş ve yazılarında buralarını nitelemişlerdir. Güney Harre’nin bir bölümü bir tür Batı Harre’nin uzantısı olup Ma’semü’lUlyâ olarak isimlendirilen bu bölüm, küçük Harreleri kapsar; bunların her biri, bir mahallenin ismidir ve Kubâ bölgesinin özel yerlerini kapsamına alır. Bu Harre’lerin arasında, Kubâ’yı verimli gösteren özellikle Kubâ’nın kuzeyinde çok sayıda nefis bağ ve hurmalıklar vardır. Yesrib Arap cemiyetinin, Yahudilerden çok önce var olduğunu söylememiz gerekir. Böyle olmakla birlikte iki Arap kabilesi arasında anlaşmazlıkların yaşandığı olaylar vardı ve bu anlaşmazlıklar, Yahudi kabileleri arasına da sirayet etmişti. İlk önceleri sadece Batı Harre ile Doğu Harre’nin arasında yer alan bir bölümün ismi Yesrib iken daha sonra zamanla bu isim bütün bölgenin tamamını kapsamıştır. Medine Vadileri Eğer Medine’deki iki coğrafi konumu bu şehrin önemli doğal özelliği olarak bilirsek bunlardan birisi şehirdeki kuzey, batı ve doğu Harrelerinin varlığıdır. Bir diğeri ise dağınık ve az orandaki suları belli yerlere yönlendiren vadilerdir. Bu vadiler her noktada su ve çiftçilik ümidiyle yaşayan halkın ve kabilelerin ihtiyaçlarını temin eder. Medine’nin havası ve suyu Mekke’ye kıyasla daha iyidir, zira yeteri kadar verimli toprakları ve suyu vardır, böyle olmasına karşın Medine’nin suyunun az olduğunun söylenmesi gerekir. HARİTA S. 212 Bu şehrin birkaç meşhur vadisinden su akar, elbette bu sular sürekli değil, geçicidir. Buna karşın ekim dikim ümidinin olduğu oranda su bulunur. Medine’nin en güzel bölgesi, şehrin doğu ve batı uzantısındaki güney tarafıdır ve burası Avâlî, Kubâ ve Usbe isimleriyle meşhur olup şehrin en kalabalık nüfusunun yer aldığı bölgelerdir. Bu bölgede çok miktarda su bulunur ve çeşitli mezraları günümüzde de görmek mümkündür. Bu bölümde suyun kontrol edilmesi için doğuda “Mahzûr Vadisi”, güney doğuda “Müzeyneb Vadisi” ve güneyde “Rânûnâ Vadisi” ve “Bathân Vadisi”nin bir bölümü gibi vadi şebekeleri vardır ve Bathân Vadisi, kuzey batı kanalından bu 120 vadilerle birleşir. Bu sebeple Avâlî, Kubâ ve Usbe semtindeki vadi ve kuyuların, bölge halkının burada yoğunlaşıp yaygın şekilde çiftçilikle uğraşma etkenleri olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu vadilerin bir diğer etkisi de geniş alanda yer altı sularını takviye etmeleridir; kuyu kazmakla bu sudan güzel bir şekilde yararlanılabilir. Su, vadi, kuyu ve kaynak suyu, Medine Araplarının ve gerçekte Arap Yarımadası halkının en önemli yaşam kavramlarından olup çeşitli bölgeler genellikle bu unvanlarla isimlendirilmiştir. Medine’nin en meşhur vadisi “Akik Vadisi”dir. Bu vadinin suyu bazen bazı mevsimlerde o kadar fazla olur ki, Medine’nin batı mezralarından güneye doğru bölümünün suyu buradan temin edilir. Bu vadi “Mübarek Vadi” olarak da isimlendirilmiştir, zira Allah Resulü’nün (s.a.a) buraya karşı özel bir ilgi ve alakası vardı. Rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir gece Allah Teâlâ tarafından bana: ‘Bu mübarek vadide namaz kıl ve kıyamet gününe kadar umre hac amalleri arasına girdi söyle’ emri geldi.”286 Daha önce değindiğimiz gibi bu vadini kenarında çok sayıda saraylar yapılmış ve bu saraylardan Said b. Âs Sarayı ve Urve b. Zübeyr Kalesi son dönemlere kadar varlığını korumuştur.287 Anlatılanların ışığında en önemli vadiler şunlardan ibarettir: Medine’nin kuzeyinde yani Uhud Dağı’nın güneyinde “Kanât Vadisi” Medine’nin güney batısında, “Rânûnâ Vadisi”, Güney bölümünde “Bathân Vadisi”, günye doğuda “Muzeyneb Vadisi, Medine’nin doğusunda “Mahzûr Vadisi” ve kuzeyden güneye kadar uzanan Medine’nin batısında “Akik Vadisi”. İslam’ın Yesrib’e Girmesi Yesrib halkı Kâbe’ye saygı gösteriyor ve her yıl tavaf edip putlarına ibadet etmek için Mekke’ye geliyorlardı. Buna ek olarak onlar Kureyşlilerle irtibat içinde olmak için Mekke pazarlarını da hedefliyorlardı. Genel olarak Yesriblilerin din ve imanları, Kureyşlilerin din ve imanından farklı değildi ve bu, onların birbirleriyle aşinalıklarının söylenildiğinden çok daha uzun yıllara dayandığını göstermektedir. Peygamber’in (s.a.a) davetini aşikâr etmesiyle Kur’an ayetleri halk içinde yayıldı ve Yesrib halkı, Mekke’ye gelip gitmeleri sebebiyle Kur’an ayetlerine aşinaydılar, ancak Kureyşlilere duydukları saygıdan dolayı Allah Resulü’ne (s.a.a) yaklaşmıyorlardı. Söylenildiğine göre onların “Mevalî-i Yahud” olarak tanınmasına rağmen Peygamber (s.a.a) Akabe’de onların yanına gitti. Allah Resulü (s.a.a) onlardan kendi sözünü dinlemelerini istedi. Yine söylenildiğine göre onlar, yeni Peygamber (s.a.a) hakkında Yahudilerden işittikleri sözler esasına göre Peygamber’e (s.a.a) özel bir ilgileri vardı ve bu ilgi ve alaka onların İslam’a girmelerine sebep oldu.288 Yesrib halkından ilk yıl iki kişi ve on birinci yıl altı kişi Müslüman oldu. Bunlar Allah Resulü’nün (s.a.a) yeni mesajını başkalarına ulaştırdılar ve -el-Meâlimu’l-Esîre, s.195. Sadr-ı İslam Arapları ve daha sonraki dönemde Medine’nin batısından kuzey ve güneye doğru uzanan bu vadiyi öven pek çok şiirler söylemişlerdir ve el-Meâlimu’l-Esîre kitabında (199 sayfasına kadar) ayrıntılı olarak zikredilmiştir. 287 -Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, c.1, s.547-548 ve 586-587. 288 -ed-Durretü’s-Semîne, s.93. 286 121 Müslüman olan on iki kişi bi’setin on ikinci yılında hac günlerinde Allah Resulü’yle (s.a.a) görüşmeye gittiler. Ondan sonra Peygamber (s.a.a) en iyi sahabesini yani Mus’ab b. Umeyr’i tebliğ için Yesrib’e gönderdi ve bi’setin on üçüncü yılında Yesrib halkından yaklaşık yetmiş kişi, Allah Resulü (s.a.a) ile biat etmek için Yesrib’ten Mekke’ye geldiler. Bunlar Allah Resulü’ne (s.a.a) biat etmenin yanında, ondan Yesrib’e gelmesini istediler ve onu, tıpkı kendi eşleri ve çocuklarını korudukları gibi koruyacaklarına söz verdiler. Yesriblilerin bu daveti, Peygamber (s.a.a) ve ashabının hicretinin başlangıcı oldu. Bu kitabın ilk bölümünde geçtiği gibi onların Allah Resulü’yle (s.a.a) biat yerleri, Cemer-i Akabe’nin biraz aşağısında; Mekke’ye geliş yolunun sağında içeri doğru yer alan bir mahalleydi. Şimdilerde burada Biat Mescidi vardır. Daha önce bu mescid hakkında açıklama yapıldı. Peygamber’in (s.a.a) Yesrib’e Girmesi Ve Stratejik Bir Nokta Peygamber (s.a.a) miladi 622 yılının Rebiulevvel ayında Yesrib şehrine geldi ve Peygamber’in (s.a.a) bu şehre gelmesinden sonra, bu şehrin adı “Medinetü’n-Nebi” olarak meşhur oldu. Peygamber’in (s.a.a) Medine’ye hicretinden önce, sahabeden birkaç kişi Yesrib’e gitmiş ve Kubâ’ya yerleşmişti. Rebiulevvel ayının başlarında Yesrib halkı Peygamber’in (s.a.a) şehre girmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Peygamber’in (s.a.a) şehre girişi Kubâ tarafındandı ve Müslümanlar burada Allah Resulü’nü (s.a.a) karşıladılar. Hali hazırda Mescid-i Nebevi’nin olduğu noktayı Peygamber’in (s.a.a) ikamet edeceği yer olarak belirlemesinin hikmeti vardır ve dikkatle düşünüldüğünde çok ilginç oldu görülecektir. Medine’nin coğrafyasına bakıldığında, şehrin üç taraftan püskürük kayaçlarla çevrelendiği ve sadece kuzey tarafının açık olduğunun dikkate alınması, Peygamber’in (s.a.a) niçin burasını ikamet yeri için belirlediğinin hikmetini anlamaya yardımcı olacaktır. Bu konuda genellikle Peygamber’in (s.a.a) devesinin Ebu Eyyüb El-Ensari’nin evi yanında diz çöktüğü hatırlatılır. Şunu da biliyoruz ki, Allah Resulü (s.a.a) Kubâ’dan buraya kadar beş kilometrelik yolu dinginlikle ve yavaş yavaş gelmiş ve yanından geçtiği her kabile, Peygamber’den (s.a.a) kendi yanlarında kalmasını istemiştir. Ancak Allah Resulü (s.a.a) ikamet edeceği noktaya ulaşana kadar hareketine devam etmiştir. Kaynaklarda şöyle gelmiştir: “Allah Resulü (s.a.a) Medine’ye girmek istediğinde birisini dayıoğulları olan zira Abdülmuttalib’in annesi bu cemaattendi- Ben-i Neccâr’a gönderdi. Onlar kılıçları hazır bir halde Peygamber (s.a.a) ve yanındakilere şöyle dediler: “Korunmuş ve güven içinde binin.” O gün, Cumaydı. Allah Resulü (s.a.a) kalkıp kendi devesini istedi. Müslümanlar toplanıp hazırlandılar. Allah Resulü (s.a.a) Kasva isimli devesine bindi ve kimisi yaya ve kimsi de binitli olan halk Peygamber’in (s.a.a) etrafında durmuşlardı. O anda Amr b. Avf -Kubâ’da ikamet ediyordu- Peygamber’in (s.a.a) yanına gelerek “Acaba Kubâ’dan rahatsız olduğunuz için mi gidiyorsunuz yoksa daha iyi bir ev mi 122 buldunuz?” diye sorduğunda Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben, diğer köyleri de kuşatan başka bir yere gitmekle emredildim…”289 Başka köyleri kuşatan (Te’kulu’l-Kurâ) tabirinin çeşitli anlamlara gelmesine rağmen, Allah Resulü’nün (s.a.a) diğer köylere musallat olacak bir noktayı seçmesi anlamı akla geliyor. Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine zamanındaki şehrin coğrafi haritası bu noktanın, doğrudan Yesrib’in ortasındaki Mescid-i Nebevi olduğunu (s.a.a) göstermektedir. Allah Resulü (s.a.a) daha ilk başta Medine’yi de Mekke gibi “Harem” bilmiştir. Bu esasla Mekke, Allah’ın Haremi ve Medine’de Allah Resulü’nün (s.a.a) Haremi’dir. Bu, Medine şehrinin ulaşabileceği en büyük şereftir.” Daha önce Harem’in kuzey ve güney sınırının Îr ve Sevr Dağları ve onun doğu ve batı sınırının Doğu Harre ve Batı Harre olduğunu söylemiştik. Allah Resulü’nden (s.a.a) nakledilen bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! İbrahim Mekke’yi harem kıldı, ben de, kan dökülüp savaşılmaması ve savaş için kılıç çekilmemesi için Medine’nin iki yakasıiki dağ arasını -Îr ve Sevr- harem kılıyorum.”290 Allah Resulü (s.a.a.) yaşamak için Medine’yi seçti, onun hicretin sekizinci yılında Mekke’nin fethinden sonra tekrar kendi şehrine dönebileceği gayet doğaldı, ancak Medine’de yaşamayı ve burada defnedilmeyi tercih etti. Allah Resulü (s.a.a.) birçok buyruklarında Medine’yi ve Medine halkını övmüştür. Allah Resulü (s.a.a) Mekke’nin dışına çıktığında şöyle buyurmuştur: S. 217 HARİTA “Allah’ım! Beni en çok sevdiğim yerden çıkardın öyleyse kendi sevdiğin en güzel yere koy.”291 Aynı şekilde şöyle buyurmuşlardır: “Kim Medine’de ölme imkânı bulursa orada ölsün, zira ben orada ölene şefaat ederim.”292 Allah Resulü’nün (s.a.a) bu şehri böylesine övmesi, bu küçük şehrin yaklaşık en güzel yüz isme yakın ismi kendisine has kılmasına sebep olmuştur. Bu isimlerden bazıları şunlardır: El-Mü’mine, El-Mahbûbe, El-Mukaddese, El-Bârre, Dâru’l-Ebrâr, Arzullah, Tâbe, Taybe, Seyyidetü’l-Buldan, Daru’sSelâm, El-Muharreme, El-Mübareke, El-Mahrûse, El-Merhûme, El-Cebbâre, -Müsned-i Ahmed, c.2, s.237, 247 ve 384; Subulü’l-Huda ve’r-Reşâd, c.3, s.271. -Sahih-i Muslim, Kitabu’l-Hac, h.475; Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, c.1, s.448. 291 -Mustedrek-i Vesâilu'ş-Şia, c.10, s.206. 292 -Fezâili’l-Medineti’l Münevvere, c.1, s.298-299. 289 290 123 El-Muhtâre, El-Kâsime, Harem-i Resulullah (s.a.a), El-Müveffiye, Kalbu’lİman, Kubbetü’l-İslam, El-Masume, Beyt-i Resulullah ve diğer isimler.293 Allah Resulü (s.a.a) Medine’yi şöyle nitelemişlerdir: “Medine; benim hicret ettiğim, benim seçildiğim, kabrimin olduğu ve halkının, komşularım olduğu yerdir.”294 Medine’nin her yerinde Allah Resulü’nün (s.a.a) eserlerinin alameti vardır ve gerçekte inanç sahibi Müslüman’ın, bu toprakların her zerresini öpüp koklaması gerekir. Eğer böyle yapamazsa en azından Allah Resulü’nün (s.a.a) belirgin olarak hatırasını taşıyan yerleri, yaptığı savaşı, kıldığı namazı ve yaptığı konuşmasını tanıması ve nübüvvet nurunun gölgesinde ne kadar büyük bir nimete sahip olduğunu bilmesi gerekir. Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’deki İlk Girişimi Burada özetle on yılın olaylarına değineceğiz: Birincisi: Peygamberin (s.a.a) ilk girişimi Medine’de mescid yapmak oldu. Mescid; ibadet, kültür, siyaset ve idari işlerin merkezi olması yanında Müslümanlar arasında İslam’ın asli sığınaklarından birisiydi. İkincisi: Allah Resulü (s.a.a), Medine Müslümanları arasında ortak bir anlaşma üzerinde muvafık kalmalarını sağladı. Müslümanların tamamının uygulaması için oluşturulan ve buna göre Allah Resulü’yle (s.a.a) biat edilen anlaşmaya göre hâkimiyet Allah’ın ve Resulü’nün (s.a.a) hakkı olarak tanındı ve aynı şekilde anlaşmanın hukuk ve cezaya dair bir bölümü de kanun unvanıyla belirlendi. Üçüncüsü: Allah Resulü’nün (s.a.a) üçüncü girişimi, Müslümanlar arasında kardeşlik anlaşmasının oluşturulmasıydı. Allah Resulü (s.a.a) Müslümanların kendi aralarında daha çok irtibat ve bağlarının olması için onları birbirleriyle kardeş yaptı. Müslümanlar arasında kendisine kardeş unvanıyla Ali b. Ebu Talib’i (a.s) seçti. Medine’de Yerleşim Ve Mekke’ye Bakış Medine’ye gelmek, Mekke’yi görmezlikten gelmek anlamında değildi. Allah Resulü’nün (s.a.a) dualarından birisinin: “Allah’ım! Mekke'yi bize sevdirdiğin gibi Medine'yi de sevdir. Veya onu daha fazla sevdir.”295 buyruğuna rağmen bu böyleydi. Çok açık deliller gereğince Mekke, geçmişte olduğu gibi hala asıldı. İlk olarak Mekke, Allah’ın Harem’i, İbrahim’in (a.s) tevhit sığınağı ve tevhidin temel ilkesi unvanı olarak haccın düzenlendiği -Medine’nin isimleri ve anlamları hakkında daha fazla bilgi edinmek için bkz: Mikât-ı Hac, Namhai Medine, Ahmed Zamanî, s.7, s.158-178. 294 -Subulü’l-Huda ve’r-Reşâd, c.3, s.313. 295 -ed-Durretü’s-Semîne, s.109. 293 124 yerdi. İslam, haccı kabul etmişti, ancak Mekke’nin önemi bunun ötesinde, ikinci yılda kıble unvanında seçilmesiyle Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’ye daha çok itabar edip ondan el çekmeyeceği bunu açık olarak ortaya koymuştu. Bu noktanın önemini bilen Kureyş, her ne pahasına olursa olsun; haram aylarda savaşarak bile olsa da Müslümanların dinlerinden dönmesi dışında onların Mescidü’l-Haram’ı elde etmelerinin önünü almaya karar aldılar. Bedir savaşından önce inen ayette şöyle buyrulduğunu okuyoruz: “Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler...”296 Bu ayette haram ayında savaşmanın, Allah’ın ve Mescid-i Haram’ın yolunu kapatmanın ve Mekke ehlinin bu şehirden çıkartmanın hükmü açıklanmış ve fitneler içinde, öldürmekten daha önemli olan Müslümanları dinlerinden çıkartmanın öldürmekten daha önemli olduğu dile getirilmiştir. Söylenmesi gerekir ki Bakara suresinin 196. ayetindeki “Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın” buyruğu, Bakara suresinin tamamı Bedir’de nazil olsa bile, her ne kadar Kureyş’in Mekke’ye tasallutundan dolayı Müslümanların hacca gitme cesareti olmasa da, bu dönemde haccın önemini ortaya koymaktadır. Müslümanların Kureyş’in karşısındaki zaferini açıklayan Enfâl suresi’nde de Allah Teâlâ, onlar Mescid-i Haram’ın yolunu kapatıyorken niçin onlara azap edilmesin? sorusunu gündeme getirir: “Onlar Mescid-i Haram'dan (mü'minleri) alıkoyarken ve oranın bakımına ehil de değillerken, Allah onlara ne diye azap etmesin?”297 Bu ayet, Bedir savaşının bunun için yapıldığı noktasına işaret edebilir. Fetih suresinin 25. ayeti ve Hac suresinin 25. ayeti de Mescid-i Haram’ın yolunun kapatılması hatırlatılmıştır. Peygamber’in (s.a.a) hayatının son dönemlerinde de aynı şekilde “Mescid-i Haram’dan alı koymak” üzerinde duruluyordu. Nitekim Mâide suresinin 2. ayetinde şöyle buyrulmuştur: “Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoydular diye bir takımlarına beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin.” Bu ayette müşriklerin Mescid-i Haram’ı Müslümanlara kapatmalarından dolayı onlara baskı uygulayarak öc alınmaması gerektiğine işaret edilmiştir. Anlatılanları göz önünde bulundurarak hicret sonrası Medine’nin Mekke’yle ve Mekke halkıyla anlaşmazlık yaşayacak olmalarının en önemli meselelerden birisi olması çok açıktı. Çünkü Allah Resulü (s.a.a) ne Mekke’yi görmezlikten geliyordu ne de Mekke eşrafının Medine gibi diğer şehirlere tasallutuna tahammül ediyordu; özellikle hicretin ikinci yılında İslam kıblesinin Beytü’lMukaddes’den Mekke’ye çevrilmesi, Müslümanların bu şehri elden 296 297 -Bakara, 217. -Enfâl, 34. 125 vermeyeceklerini gösteriyordu. Hac ve umre Müslümanlar için o kadar önemliydi ki, Allah Resulü (s.a.a) çetin koşullar içeren ve sadece üç gün içinde -üstelik bir sonraki yılda- kendisi ve yanındakilerin umre için Mekke’ye gelebilmeleri şartının koşulduğu Hudeybiye anlaşmasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Şimdi konuyu biraz öncesinden alalım: Sonunda Müslümanlar Kureyş kervanlarına -bu kervanlar Mekke’den yola çıkıyor ve Medine’nin yakınından geçerek kuzey tarafına yani Şam bölgesine doğru gidiyordu- saldırıyı başlattılar. Müslümanlar bu yolla Mekke’de el konulan mallarını telafi ettiler. Bu saldırının en önemlisi Bedir savaşıyla sonuçlandı. Hicretin ikinci yılı Ramazan ayında, Müslümanlar Kureyş kervanına saldırmak kastıyla hareket ettiler. Bunu sezen Kureyş, Müslümanlarla savaşması için Mekke’den ordu çıkardı. İki ordu Bedir kuyularının yakınlarında karşılaştı ve neticede şirkin elebaşlarının çoğu öldürüldü. Kureyş büyükleri içinde savaşa katılmaması sebebiyle sadece Ebu Süfyan canını kurtara bilmişti. Hicretin üçüncü yılı müşrikler Bedir savaşını telafi etmek için Medine’ye saldırdılar. Müşrikler, şehri uzaktan kuşatıp Uhud Dağı’nın eteklerinin kuzeyinde konumlandılar. Allah Resulü (s.a.a) de düşmanın üçte biri kadar yaranıyla Uhud bölgesine girdi. Yapılan savaşta ilk etapta Müslümanlar galebe çaldı, ancak Müslümanların gafleti -bunun nasıllığı Uhud savaşı bölümünde gelecektir- müşrikler tarafından darbe yemelerine sebep oldu; gerçi müşrikler İslam’ı yok edemediler. Hicretin beşinci yılında müşrikler Allah Resulü’ne (s.a.a) karşı ittihat anlaşması imzaladı ve Ahzâb savaşı ordusunu hazırlayarak Medine’ye saldırdılar. Onların saldırısından önce Müslümanlar şehrin kuzeyine yani düşmanın o taraftan saldırması imkânı olduğu yere hendek kazmıştı. Düşman hendek arkasında dize geldi ve yirmi gün sonra ki, bu süre içinde düşmanların bazı pehlivanları hendeğin öbür tarafına geçmiş ve öldürülmüşlerdi, müşrikler uğradıkları yenilgiyle Medine’yi terk ettiler. Gerçekte bu savaş, müşriklerin, Müslümanların karşısında boy gösterip yenilgiye uğradıkları son savaştı. Hicretin altıncı yılında Allah Resulü (s.a.a) bin beş yüz ashabı eşliğinde umre kastıyla Mekke’ye yöneldi. Müşrikler, Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’ye girmesine mani olacaklarını ilan ettiler. Peygamber (s.a.a) yolunu değiştirdi ve Hudeybiye’de -Cidde yolundadır- durdu. Bu arada Mekke’ye bir elçi gönderdi. Elçinin dönmesi uzayınca, Allah Resulü (s.a.a) müşriklerin karşısında mukavemet etmek için ashabından biat aldı. Bu biati “Rıdvân Biatı” olarak isimlendirdiler. Allah Resulü’nün (s.a.a) gönderdiği elçi döndü ve ardından müşriklerle Hudeybiye Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma gereğince on yıl savaş yapılmayacak ve bir sonraki yıl, Allah Resulü’nün (s.a.a) ashabıyla beraber umre için üç gün Mekke’de kalabileceği kararlaştırıldı. Altıncı ve yedinci yıllarda Allah Resulü (s.a.a) şah ve kabile büyüklerine mektup yazarak onları İslam’a davet etti. Bu mektupların tamamını merhum üstat Ahmed Miyânecî Mekâtibu’r-Resul adlı kitabında toplamıştır. 126 Aynı şekilde yedinci yılda hicretten sonra ilk defa Allah Resulü (s.a.a) ashabıyla Mekke’ye giderek üç günlük umre görevini yerine getirmek için Mekke’de kaldılar. Bu olay, Allah Resulü (s.a.a) için büyük bir başarıydı, zira hac ve umreyi müşriklerin tekelinden çıkartabilmiş ve yıllarca Kureyşlilerin elindeki “Mescid-i Haram’a ulaşma barajını”298 kırmayı başarabilmişti. Sekizinci yılda müşrikler anlaşmayı bozdular ve Hudeybiye Antlaşması’nın aksne davrandılar. Mekke’nin fethi için fırsat peşinde olan Allah Resulü (s.a.a), Mekke tarafına doğru büyük bir ordu gönderdi ve kendisi de komutayı eline aldı. Mekke gençlerinin ferdi direnmeleri dışında şehirde ciddi bir direniş olmaksızın Mekke fethedildi. Allah Resulü (s.a.a) Mescid-i Haram’a çıkıp putları kırdıktan sonra Mescid’in içine girdi ve putlardan temizledi. İmam Ali’nin (a.s) Kâbe üzerindeki putların kırılmasında önemli bir payı vardı. Böylelikle bi’setten yirmi üç yıl sonra ve hicretten sekiz sene sonra, Mekke tamamen Müslümanların eline geçti ve Bilal, Kâbe’ye çıkarak ezan okudu. Ondan sonra Hevâzin kabilesinin Huneyn’deki ayaklanması da söndü. Dokuzuncu yılda Müslümanların çoğunluğunu oluşturduğu ve artık bir güce sahip olmayan azınlıktaki müşriklerle birlikte hac düzenlendi. Allah Resulü (s.a.a) Ali’den (a.s), şirkten beri olmayı ilan eden Beraat suresinin ayetlerini büyük hac gününde -Arefe günü- halka okumasını istedi. Okunan bu mesajda Allah ve Resulü’nün (s.a.a) şirk ve müşriklerden beri olduğu ilan edildi ve müşriklerden dört aya kadar İslam’ı kabul etmeleri ya da mukavemet göstermeleri hakkındaki son kararlarını vermeleri istendi. Ondan sonra bir hadde kadar ve daha sonra şirk tamamen ortadan kalktı. Aynı şekilde dokuzuncu yılda Allah Resulü (s.a.a), Tebük’e ordu gönderdi ve bu çıkartmayla bir yere kadar Şam bölgesindeki kabileleri susturmayı başarabilmişti. Onuncu yılda Allah Resulü (s.a.a) kendi eşliğindeki yüz binden fazla tabisiyle ilk haccını yaptı. Bu hac merasiminde, Allah Resulü (s.a.a) tarafından hac amelleri tamamen açıklanıp şerh edilmişti. Allah Resulü (s.a.a) “Veda Haccı” olarak meşhur olan son hutbesinin zımnında halka pek çok nasihatlerde bulundu. Allah Resulü (s.a.a) Zilhicce ayının on sekizinci gününde hac seferi dönüşünde Gadir-i Hum’da Ali’yi (a.s) kendi yerine seçti ve Müslümanların tamamı da Ali’ye (a.s) bu unvanda biat ettiler. Elbette çok geçmeden bir grup bu ilahi antlaşmayı çiğnedi! Allah Resulü (s.a.a) Gadir-i Hum olayından yetmiş gün sonra yakalandığı ateşli hastalık sebebiyle hicretin on birinci yılında Sefer ayının 28’inde Rabbine kavuştu. Henüz vefat etmeden önce İslam toplumunun içine düştüğü korkutucu durumu ve ümmetin gelecekte sorunlara duçar olacağı, Allah Resulü’nün (s.a.a) hal ve davranışlarında açık olarak görülüyordu. Tüm bunara rağmen Allah Resulü (s.a.a), yirmi üç yıl Mekke ve Medine’deki çabalarıyla en önemli tevhit dinlerinden birisinin temelini atmıştır. Günümüzde milyonlarca kişi bu dine iman etmekte, Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke ve 298 -Enfâl, 34. 127 Medine’nin her karışındaki adımlarına aşk beslemekte ve her sene onun tertemiz kabrinin ziyaret aşkıyla Medine’ye koşmaktadırlar. İslam’ın İlk Yıllarında Medine Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra Medine şehri, hilafetin merkezi suretine büründü ve İmam Ali’nin (a.s) hilafetinin ilk yılı yani hicri 36 yılına kadar merkezlik konumu devam etti. İmam Ali’nin (a.s) Kufe’ye yönelmesinden sonra Medine merkezi konumunu kaybetti ve daha sonra Irak, Şam ve İslam dünyasına hükümet eden başka noktalardaki emirlerin yönetimine geçti. O zamanlarda Ensar’ın varlığı yanında belli sayıda Muhacir Müslümanlar ve Mekke’deki diğer Müslümanlar; özellikle çok sayıda Kureyş taifeleri Medine’de yaşıyorlardı ve Medine şehri çok büyümüştü. İmam Ali’nin (a.s) hilafeti döneminde Medine’nin ilk emirleri; Ebu’l-Hasan Mâzenî Ensari, Suheyl b. Huneyf, Temmâm b. Abbas b. Abdülmuttalib, Ebu Eyyüb El-Ensari ve Kusem b. Abbas’tı. Ondan sonra Muaviye döneminde bir müddet; Mervan b. Hakem, Said b. Âs, Amr b. Said b. Âs ve Velid b. Utbe b. Ebi Süfyan bu şehrin emirliğini ellerinde bulundurdular. O zamanın Medine halkı, ne Aleviler ve ne de Emevilerin tarafındaydılar bilakis Kureyş arası yani Bekrî ve Ömerî düşünceyi takip ediyorlar ve Abdullah b. Zübeyr gibi kimselere meylediyorlardı. Hicri altmışıncı yılı Recep ayında Muaviye’nin ölmesi ve İmam Hüseyin’in (a.s) Medine’den çıkması karşısında çok da duyarlı davranmadı. Bir müddet sonra aynı halk, Yezid’e karşı ayaklandı ve Yezid de 62 yılında Medine halkının bastırılması için bu şehre ordu gönderdi ve bu ordu, Hendek bölgesinden geçerek çok sayıda sahabe çocuklarını öldürdü. Harre Vakası-Katliamı olarak meşhur olan bu olayda, meleklerin guslettiaği Hanzala’nın -Uhud savaşında şehit olmuştu- torunlarının tamamını öldürdüler. Bakî Mezarlığı’nda Harre Şehitlerinin defnedildiği yer günümüzde de belirgindir. Emevilerin Hicaz hâkimiyetinin ortadan kalktığı ve 64 yılında Yezid’in ölmesinden sonra Zübeyr Hanedanı’nın başladığı dönemde, ilk etapta sırasıyla Abdulah b. Zübeyr, Cafer b. Zübeyr, Ubeyd b. Zübeyr ve son olarak Mus’ab b. Zübeyr, bu şehrin hâkimiyetini ele geçirmişti. Bunların dışında kısa bir süre Abdullah b. Zübeyr tarafından atanan kimseler bu şehre hâkim olmuşlardı. Hicaz’ın Ben-i Ümeyye’nin eline geçtiği 72 yılında Talha b. Abdullah b. Avf 72 yılına kadar bu şehirde hükümet edenlerin sonuncusu olmuştur. Ben-i Mervan döneminde ilk olarak Osman’ın valilerinden Tarık b. Amr isminde bir şahıs ve ondan sonra Haccâc, Mekke ve Medine’de hükümet etti. Haccâc’ın Irak’a gitmesiyle Medine Emevi Hanedanlarından Abân b. Osman b. Affan, Hişam b. İsmail b. Velid b. Muğire ve Ömer b. Abdülaziz’in eline geçmiş ve Ömer b. Abdulaziz 87 yılından 93 yılına kadar Medine’ye 128 hükmetmiştir. Mescid-i Nebevi ve şehirdeki diğer birçok mescidlerin Velid’in emriyle yeniden yapılandırılması bu dönemde gerçekleşti. Medine şehri 130 yılına kadar Emevilerin elindeydi. Bu yılda, Hariciler güç kazandı ve Medine şehri; Ebu Hamza Harici Ebâzî ve Mufazzal Ebâzî gibi Haricilerden birkaç kişinin eline düştü. Emeviler 131 yılında Medine’ye hâkim oldular, ancak Emevi silsilesi Hicri Kameri 132 yılında hâkimiyetten düştü. Abbasiler Döneminde Medine Abbasiler, Kufe şehrinde gücü ellerine aldılar ve Mansur döneminde, Bağdat’ı yapılandırarak hilafeti Bağdat’a taşıdılar. Abbasilerin Medine’deki ilk emiri Seffâh’ın atadığı Yahya b. Cafer b. Temmâm b. Abbas’tı. Ondan sonra sırasıyla Davud b. Ali b. Abdullah ve ardından Musa b. Davud b. Ali, Abbasilerin ellerinde bulundurdukları diğer büyük şehirler gibi, bu önemli şehre hâkim oldular. Gerçi çok nadir de olsa Abbasi olmayan kimseler kısa bir süre bu şehrin valiliğini yapıyorlardı. Medine şehri Hicri Kameri 145 yılında çok nüfuzlu Alevilerin ayaklanmasıyla karşılaştı. “Nefsi Zekiyye” lakabı ve Mehdi unvanıyla Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali (a.s) bu şehirde ayaklandı ve şehri kuşattı. Nefsi Zekiyye iki buçuk aydan az bir süre İsa b. Musa Abbasi’nin komutanlığını üstlendiği Abbasi ordusunun şehre ulaşmasına kadar Medine’ye musallat oldu. Abbasi ordusu şiddet kullanarak ayaklanmayı bastırabildi. Nefsi Zekiyye’nin kabri Medine’nin batısında asırlarca belirgindi ve Vahabilerin dönemlerinde Saltanat Caddesi’nde yer alan bu kabrin eseri ortadan kaldırıldı. Nefsi Zekiyye’nin şöhretine rağmen Taberî tarihi ve ondan sonra diğer bir tarih kaynağı olan Tarih-i İbn-i İmâd el-Hanbelî’de yer alan bilgiler esasınca Nefsi Zekiyye’nin kabri, Bakî Mezarlığı’ndaydı.299 Ondan sonra bu şehrin hükümeti Cafer b. Süleyman Abbasi’ye ulaştı ve bu şahsın hâkimiyeti, 149 yılına kadar devam etti. İlginçtir ki, ondan sonra Hasan b. Zeyd b. Hasan b. Ali (a.s), halife Mansur tarafından bu şehirde valilik yaptı. Abbasi taraftarı olan sayılı Alevilerden olan bu şahıs, yıllarca Medine’de ve diğer şehirlerde Abbasiler tarafından valiliğe atandı. Bu şehir zaman zaman ikinci halifenin torunlarının elinde olmuştur. Hicri Kameri 169 yılında Hüseyin b. Ali b. Hasan b. Hasan b. Ali (a.s), Medine şehrinde kıyam etti, sonra Mekke’ye gitti ve Fah bölgesi noktasında şehit oldu. Bu zamanlarda Abbasilerden sayılı birkaç kişi, Zübeyrilerden iki kişi ve Kureyş Hanedanından bazıları da bu şehre hâkim olmuşlardı. Emin ve Me’mun’un savaş esnasında Medine halkı, Me’mun’un tarafını tuttu ve Cafer b. Hasan b. Hasan b. Ali ile şehrin hâkimi unvanında biat etti. Bu şehirde Me’mun’un hilafeti zamanında çok kısa süreli valilik yapan Alevilerden Muhammed b. Davud b. Hasan, Muhammed b. Caferu’s-Sadık ve Ubeydullah b. Hasan -Abbas b. Ali’nin (a.s) torunlarından- gibi şahıslara işaret edilebilir. 299 -Şezaretü'z-Zeheb, 144 yılı olaylarını anlatırken bu konuya değinmiştir. 129 Bu sürecin tamamında sayıları sürekli artan şehir sakinlerinin bir bölümü unvanında Alevilerin pek çok nüfuzu vardı. Şimdi söz konusu bu aleviler, Haseni ve Hüseynî hanedanı olarak iki kısma ayrılıyordu. Abbasi halifesi Vâsık ve ondan sonraki dönemlerde, zamanla Türk emirlerinin güce ulaşmasıyla Medine şehri kolaylıkla Abbasilerin elinden çıktı ve burası Tür emirleri tarafından idare edildi. “Buğây-ı Kebir” 230 yılında ve ondan az bir süre sonra “Türk Salih Abbasi”, bu şehrin sorumluluğun yönetimini ele aldılar. Bunun yanında alışıla geldiği üzere şehir Kureyşlilere ve tercihli olarak Abbasilere bırakılıyordu. Hicri Kameri 251 ve 252 yıllarında Alevilerden birisi Mekke’de ve ardından Medine’de ayaklanma çıkardı ve bu şahsın yaptığı çirkin işler, Alevilerin utanç vesilesi oldu. Bu şahıs, 252 yılında vebaya yakalanıp öldü. 255 yılında iki Alevi bu şehirde kıyam ettiler ve Abbasiler tarafından çabucak öldürüldüler. Bunları katili Ebu’s-Sâc Divdâd b. Divdest isminde birisiydi ve sonraları bu şahsın nesilleri Azerbaycan’da ortaya çıktı. Gidişattan rahatsız olan Alevilerden bir diğeri Muhammed b. Hasan Hasanî idi ve bu şahıs, 271 yılında Medine’ye hâkim olmuştu. Kaynaklarda onun laubali bir tutum izlediğini söylemişledir. Medine’de bu tür ayaklanma ve kıyamlar pek çok patlak verdi ve bu kıyamların bazısı kolaylıkla bastırılırken bazısı da Alevi liderlerinin ölümü ve zindana atılmasıyla sonuçlandı. Alevilerin kıyam etmekten el çekmeyecekleri açıktı; İmam Musa Kazım’ın (a.s) torunlarından Hasan’ın 271 yılında bir müddet Medine’ye hâkim olması bunun bir örneğidir. Bu yıl, Alevilerin peş peşe Medine’de ayaklandığı ve şehre musallat oldukları yıldı. Öyle ki, bunlardan beş kişinin ismi Ebu’l-Ferec İsfehânî’nin Makâtilu't-Tâlibîn kitabında gelmiştir. Ebu’s-Sâc’ın bazı Alevileri kendi yerine Medine valiliğine ataması ilginç noktalardandır. Söylenmesinde yarar vardır ki, Hasanî seyitlerinden olan ve çoğunluğunu Hasanî Müsenna’ın neslinin oluşturduğu İmam Mücteba’nın (a.s) çocukları, İmam Ali’nin (a.s) Medine ve Medine etrafında vakfettiği yerleri ellerinde bulunduruyorlardı. Bu vakıfların bir bölümü Yenbe ve Medine dışındaki yerlerdeydi. Hali hazırda Medine-i Münevvere’ye yetmiş kilometre uzaklığında Yenbe İskelesi’nden önce yer alan kabirde üzerlerinde Hasanî seyitlerine ait olan -hicri üçüncü yıl olması muhtemeldir- kabir taşları görülür. Saygıdeğer Dostum; Şerif Seyit Enes Kutbî Hasanî (1381/2002), burada Alevilerle onların düşmanları arasında anlaşmazlık çıktığına ve bura yakınındaki kabir, mescid ve mezarın, halk tarafından Ehlibeyt (a.s) unvanında tanınıp teberrük edildiğine işaret ederek söz konusu bu bölgeyi El-Fureyş yakınında ve zikredilen köyü de Ridâde’nin bir feri olarak tanıtmıştır. RESİM S. 228 El-Mezar olarak isimlendirilen ve yaklaşık Medine’ye yüz kilometre uzaklıkta olan başka bir köyde de baba, oğul ve torunun yer aldığı üç seyit vardır; söylendiği üzere bunlar birlikte şehit olmuşlardır. Bu köyde kabirlerin üzerinde beyaz taşlar konulmuş ve bu şahıslar şehit unvanıyla yâd edilmiştir. Üzerine noktasız Arap cümlelerinin kazındığı bu mezar taşlarının üçüncü asra 130 ait olması ihtimali vardır. Buranın kenarında halkın gidip geldiği bir mescid de vardır. Dördünce Asırdan Altıncı Asra Kadar Medine Alevilerinin Yerleşik Devleti Hicri Kameri 300 yılından bu tarafa alışıla geldiği üzere Medine ve Mekke valiliklerine gelen Alevilerin sayıları artıyordu. Süleyman b. Muhammed, Cafer b. Muhammed, Kasım b. Muhammed, Muhammed b. Ubeydullah b. Tahir, Müslim b. Ahmet, Kasım b. Ubeydullah gibi Alevi ve Caferi şahıslar Abdullah b. Cafer ve az sayıda Akil’in nesilleri- birbirleri ardı sıra Medine de valilik yaptılar. Bunların ardından bazı Türk emirleri Medine valileri unvanında anılmıştır, ancak bunlar arasında çoğunlukla Aleviler bu şehre hâkim olmuşlardır. Medine’nin bu dönemine ve bundan sonraki döneme ait olan elimizde var olan bilgiler esasınca, Medine’de Alevilerin devletlerinin dördüncü asrın başlarında başlayıp devam ettiğini göreceğiz. Öyle ki, 381 yılından sonra, Alevilerin dışında kimsenin Medine’ye hâkim olduğu hatırlanmaz. Söylenmesi gerekir ki, büyük bir ihtimalle Medine Alevileriyle Şia devleti olan Büveyhoğulları devletinin arasının çok iyi olması hasebiyle ilk defa Adudüddevle tarafından Medine etrafına duvar çekilmiştir, elbette daha sonraları bu duvar yıkılmış ve başka emirler tarafından yenilenmiştir.300 Medine duvarını çeken başka bir şahıs da Cemaleddin Ebu Mansur İsfehânî ismiyle anılır ve bu şahsın Haremeyn-i Şerifeyn’deki yaptığı hayır işlerinin tamamı, altıncı asır ve sonrası tarihi eserlere yansımıştır. Fatımîler’in Mısır’daki gücünün arttığı bu dönemde Medine’deki bağımsız Aleviler, bazen kendilerini Abbasilere ve bazen de Fatımîlere mensup bilmişlerdir ve bu arada Hicaz’da bağımsız bir güç haline gelmek için çalışmışlardır. Alevilerin birçoğu Haremeyn’de ve gâh gâhî Medine ve Mekke’de hükümet ediyorlardı. Alevilerin nüfuz ve güçleri kâmil bir surette Fatımîlerin sonuna kadar devam etti. Bu son zamanlarda git gide Medine’nin emirliği nesillerinin İmam Hüseyin’e (a.s) dayandığı özel hanedanların eline geçti ve Hasenîlerin Medine emirliği son buldu. Selahaddin Eyyübi’nin (546-589) Fatımîleri devirdiği ve Alevi ve Şia aleyhtarı bir tutum izlediği döneminde Medine Alevilerinin ve doğal olarak Şia’nın bu şehirdeki nüfuzu sönmeye yüz tuttu. Böyle olmasına karşın Alevilerin Medine’deki nüfuzlarının bu kolaylıkta kesilmeyeceği mümkün olmadığı belliydi. Özellikle Aleviler Selahaddin Eyyübi’yle hızlı bir irtibata girmeyi başarmışlardı. Bunun yanında gâh gâhî Abbasiler ve Eyyübiler, zorla olsa da Haremeyn’e emirlerini atıyorlardı. Bu dönemde patlak veren önemli değişimlerden birisi de şuydu: Selahaddin, Haram-i Nebi’nin idaresi için çocukluk döneminde hadım ettiği ve daha sonra “Âğavât” olarak isimlendirilen “Hâcegan” neslini oluşturdu. Zorunlu olarak Habeşli ve Rumlu veya Hintli olmaları gereken bu şahısların görevi Haremi korumak ve Hareme dair işleri idare etmekti. 300 -Bkz: Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.198. 131 Medine hakimleri olan Âl-i Muhane Alevileriyle Mekke Alevi Emirleri arasında anlaşmazlık çıktı ve onlarca yıl bu anlaşmazlık devam etti öyle ki; birçok konularda hacıların hakları, iki grup arasında yaşanan bu anlaşmazlık ve kavgalar arasında ayaklar altına alındı. Söylenmesi gerekir ki, Aleviler, mezhebi konumları açısından etraftaki önemli devletlerle olan irtibatları, siyasi konumlarına bir zarar vermeyecek şekilde hareket ediyorlardı. Medine’deki Alevilerin mezhebi işlerinin şekli gidişatı daha ziyade Şia gidişatı gibiydi. Böyle olmakla birlikte Eyyübi devleti ve ardında Memlûk devletinin sultası sebebiyle, zorunlu olarak zahirde Sünni mezhebi görünümündeydiler. Altıncı asırda özellikle hicri yedinci asırda, Şiaların Medine üzerindeki nüfuzunun artmaya başlamasıyla, bir müddet Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) idaresi de Alevilerin eline düştü. Yedinci asrın ortasında Memlûkler zamanında Mısır’da güce ulaştılar ve bu taraftan Abbasi devleti de Moğullar tarafından yok edildi ve Haremeyn bir tür Alevilerin sultası altına girdi. Bu akış içinde Memlûk devletinin güçlü sultanı Baybars 667 yılında hacca geldi. Böyle olmakla birlikte şehrin idaresi irsi bir şekilde Alevi hanedanından birisinin elinde baki kaldı. Yedinci asırda, Medine’nin idaresi İsnâ Aşerî Şiaların elindeydi.301 Alevilerin yanında Memlûklere bağlı seçkin kimselerin de “Şeyhu’lHaremeyn” unvanında Medine’de gücü vardı ve Memlûklerin bu ataması, Osmanlı döneminde de olduğu gibi devam etti. HARİTA S. 231 Haremeyn’de Osmanlı Devleti Medine bir Alevi devleti ve Memlûklerin atadığı bir Şeyhu’l-Haremeyn”in sultası altında 923 yılına Memlûk devletinin son dönemine kadar yazgısını tamamladı. Memlûk devletinin yıkılmasıyla Hicaz, Osmanlı Sultan Selim’in sultasını resmi olarak tanıdı. Sultan Selim, ilk “Hadimü’l-Haremeyn’il-Şerifyen(iki haremin hizmetçisi)” unvanını kendisi için kullandı. Günümüze kadar “Hadimü’l Haremey” unvanı devam etmektedir. O zamanlarda Berekât b. Muhammed ismindeki Mekke Şerifi302 oğlunu Kâbe’nin anahtarıyla birlikte Sultan Selim’in huzuruna gönderdi. Bu zamanda Medine şehri de yavaş yavaş Mekke Şerifi’nin sultası altına girdi ve Şerif zamanla Hicaz’ın tamamına hükmetti. Osmanlı sultanlarının Haremeyn üzerindeki sultasının resmi olarak tanınmasıyla, sultanlar her yıl Aleviler arasında ve diğer iki şehir halkı için çok miktarda para dağıtıyorlardı. Bunun yanında iki şehrin yapılandırılması ve özellikle mukaddes mekânların bakım ve onarımını da yaptılar. Söylenmesi gerekir ki, İmam Hasan’ın (a.s) neslinden olan Mekke Şerif ve emirlerinin yanında Harem Şeyhi de resmi bir makamdı ve doğrudan İstanbul 301 302 -Bkz: Tuhfetü’l-Ezhâr, c.2, s.357. -“Şerif” kelimesi ıstılahta bu şehre hâkim olan Aleviler için kullanılır. 132 tarafından bu makama atama yapılıyordu. Zamanla hicri on birinci asrın ortalarında Osmanlı sultanları, Medine emirliğini de Alevilerden alıp Harem Şeyhine vermek için çaba sarf ettiler. Böyle olmasına karşın söz konusu bu asır sürecinde Medine’de henüz Hasanî Alevilerinin gücü vardı ve bu şehrin siyasi idaresinin bir bölümü Alevilerin elindeydi. Bunun yanında Mekke, Şurefâ’nın yani Hüseynî Seyitlerin elinde olmaya devam ediyordu ve Hicaz’ın tamamı üzerinde hüküm sahibiydiler, ancak Osmanlı devletine bağlıydılar. Hatırlatılması gerekir ki, bu iki şehre hâkim olan Aleviler, bazen kendilerinin Sünni bazen de Şia oldukları üzerinde tekit ediyorlardı. Bazı Alevi hanedanlarının Şia ve bazıların da Sünni eğilimlerinin olması da mümkündür. Her halükarda Osmanlı devletine bağımlı olmaları ve şehrin çoğunluğunun ve diğer hacıların da Sünni olması sebebiyle, hatta Şia olan kimseler bile birçok konularda takiye yapmaya mecburdular. Safevî dönemlerinin tamamında, Arap ve İran Şia âlimlerinin çoğu Medine ve Mekke’de yaşıyorlardı. Böylesine dönemlerde Haremeyn’de ve özellikle Medine’de İranlı hacıların sürekli çok zor ve sıkıntılı durumda olduklarına; Medine Sünnileri tarafından küçümsenip eziyet edildiklerine ve hac amelini yerine getirmede sorun yaşadıklarına işaret edilmesi gerekir. 1296 yılında Medine’ye giden İranlı bir ziyaretçi bu konuda şunları yazıyor: “Hicaz’da kendi gördüğüm şuydu: Bilmiyorum “Acem” halkı, orada hangi sebepten dolayı gazap edilip küçük görülüyor… özellikle Acemin kan ve malının helal ve mübah bilinen Medine’de Acem hacılarına verebilecekleri her türlü zarardan geride kalmıyorlar.”303 Bu şahıs sözünün devamında şöyle diyor: “Ve çoğunluğu temiz giyimli İran halkı, günlerce ziyaret için mescidde durma özgürlüğüne sahip değillerdi, tek başlarına mescide gitmeye cesaret edemiyorlardı ve geceleri ise mescidin içi onlara tamamen yasaktı…Bakî Mezarlığı’nda tertemiz İmamların (a.s) kabrinde elinde çomakla bekleyen sinirli ve çok çirkin bir bekçi vardı. Ziyaret için içeri girmek isteyen her İranlı bir kıran vermek zorundaydı ve örneğin günde beş defa girecekse, beş kıran vermesi gerekiyordu; bir miktar kaldıktan sonra henüz ziyaret bile okumadan, dışarı çıkın diyordu.”304 Medine’de ve özellikle Medine etrafında ikamet eden kabilelerin bir bölümünün İmamiye Şiası olduğunu söylememiz gerekir; Harb Taifesi bunlardan birisidir ve bu taifelerin bazıları şimdiye kadar Medine etrafındaki köylerde bu mezhep üzeredir. Aynı şekilde Medine’nin kuzeyinde Nuhâvele unvanı altında çeşitli kabileler yaşar ve bunlar günümüze kadar İmamiye Şiası olarak kalmışlar; mescidlerde, tekkelerde ve hüseyniyelerde kendilerini korumuşlardır.305 -Mikât-ı Hac, sayı: 19, s.181. -a.g.e., sayı: 19, s.181. 305 -Medine-i Münevvere’deki İmamiye Şiaları için bakınız: Camia-i Şiayi Medine-i Münevvere, Yazar Werner Ende, Çevirmen Resul Caferiyan, Delil-i Ma, Kum, 379 h.ş. 303 304 133 Söz konusu bu Şiaların en önemli merkezlerinden birisi Ayetullah Şeyh Amiri’nin bağıdır ve burada her akşam, Ayetullah Şeyh Amiri’nin imametiyle akşam ve yatsı namazı kılınır; hac ve umre günlerinde İranlıların çoğu, onların cemaat namazına katılır. Bu dört asrın tamamında Medine Şiaları, Irak, Cebeli Âmul ve İranlı Şia ziyaretçilerini saygıyla ağırlamışlar ve Şialar da onlara karşı sevgi ve muhabbet göstermişlerdir öyle ki, Medine’deki İranlı Şiaların yerleşik adetlerinden bir tanesi Nuhâvele Şialarına ve bölgenin seyitlerine hizmet ve yardım etmektir. Bunun karşısında Sünniler, Nuhâvele Şialarına karşı olumsuz tavır takınmış ve onları hor ve hakir görmüşlerdir. Daha önce söz konusu ettiğimiz İranlı hacı bu konuda şöyle yazıyor: “Bu taifenin -Nuhâvele- eski şehrin dışında son derce yıkık dökük evleri vardır ve son derece ağır şartlar altında yaşarlar. Medine halkı, onlara Harem-i Mutahhar ve Mescid-i Nebeviye girmeye izin vermez. Zaman zaman bu taife mensuplarının evlerine girip onları dövdükleri ve mallarını yağmaladıkları görülmüştür. Ben şuna inanıyorum ki, doğu topraklarında yaşayan bir kimsebir fulus nezretse ve hacılar vasıtasıyla bunu onlara ulaştırma imkânına sahip ise, bu nezrini başkalarına vermesi haramdır. Çünkü Onların hangi zorluk altında yaşadıklarının açıklamak çok zordur.”306 Her halükarda Hicri Kameri 1220 yılından itibaren Vahabilerin ilk dönemlerinde ayaklanmaya başlamasıyla Medine onların eline düştü. Suud b. Abdülaziz, 1220-1226 yılları arasında Medine’yi yönetti. Cafer b. İsmail Medenî’nin anlattığına göre Suudilerin 1221 yılında Medine’ye musallat olduğu dönemde, Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) ve burasının bir bölümü olan Hücre-i Şerif’e saldırarak asırlar boyunca çeşitli şah ve emirler tarafından hediye olarak gönderilen altın ve gümüş kandilleri yağmaladılar.307 İbni Suud, Peygamber’in (s.a.a) mübarek kabrinin karşısındaki altın bölümleri bile yağmaladı.308 Medeni, bu saldırıda Bakî Mezarlığı’ndaki kubbelerin de yıkıldığını sözlerine ekliyor. Onlar Kubbetu’l-Hadra’yı (Peygamberimizin (s.a.a) kabrinin yeşil kubbesi) bile harap etmek istemişler, ancak başaramamışlardır.309 Hicri Kameri 1227 yılında Muhammed Ali Paşa (1769-1849) eşliğindeki ordunun kuşatıcı hamlesinden sonra bu mukaddes şehir yeniden Osmanlıların sultası altına girdi. Bu olayda Hicaz’daki Suudlar yenilmekle kalmadı, Osmanlı ordusu onların merkezi Dır’iyye’ye girdi ve şehrin muhasarası ardından Abdullah b. Suud’u esir aldı ve İstanbul’a göndererek orada öldürüldü. Bundan sonra Mekke Şerifi’nin varlığıyla birlikte başka şehirler valilerin çoğunluğu Türk emirlerinden seçiliyordu. Bu sebeple Harem-i Nebi ve Bakî’de bulunan Türk eserleri ve yazıtları oldukça yaygındır. Osmanlılar, bu -Mikâtı Hac, sayı: 19, s.180. -Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.155-156. 308 -a.g.e., s.186. 309 -Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.156-157. 306 307 134 şehrin yapılandırılıp onarılmasında da çok çaba sarfetmişlerdir. Bu eserlerin en önemlilerinden birisi, Osmanlı sultanı Abdülhamid’in (1293-1327) yaptırdığı Dimeşk-Medine tren yoludur. Bunun kenarına Türk mimarisi görünümünde Anberiyye Mescidi yapılmıştır. Günümüze kadar Türk ziyaretçileri Medine yolculuklarında bu mescidi görmeye gelirler ve Osmanlıya ait olan bu mescidde Kur’an okumanın yanında, eskilerde kendilerinin bu şehre sultalarını hasretle anarlar. Medine Alevi emirlerinin sonuncularından birisi Abdullah b. Hüseyin’di. Bu şahıs Şerif Hüseyin’in Hicri Kameri 1334 yılında Hicaz hâkimiyeti döneminde Medine’nin emiri olmuştu ve daha sonra Ürdün Padişahı oldu. Suudilerin Döneminde Medine Hicaz’ın en son güçlü Şerifi, Şerif Hüseyin’dir ve ondan sonra 1344 yılında Melik b. Abdülaziz’in liderliğinde ikinci Suud devleti bu şehre hâkim oldu. Bu şehrin ilk Suudi emiri Nasır b. Suud Ferhan’dı ve şehrin sultaya alınmasından hemen sonra Bakî’deki kutsal yerler ve ardından Uhud tahrip edilerek harabe suretinde kendi haline bırakıldı. O zaman ve sonrası çeşitli Suudi hanedanları bu mukaddes şehre hükmettiler ve geçen bu süre zarfında, kendi mezhebi anlayışlarının gerektirdiği gibi davranarak Mescid-i Nebevi (s.a.a) ve şehrin başka mukaddes yerlerini idare etmeye koyuldular. Son yılların dışında bu sürecin tamamında şehirdeki yerleşik Şia’yı kökten kurutmak ümidiyle Şialara haddinden fazla zorluk çıkarmışlardı. Şimdilerde birkaç yıldan beri meseleye dirayetle yaklaşarak Medine ve doğu bölgesi yani Ahsa ve Katif şehirlerindeki kendi vatandaşlarının mezhebi özgürlüklerini artırmışlardır. Suudi döneminde özellikle Fahd zamanında Medine şehri geniş ölçüde büyümüş ve Suudi görevlilerinin özel ilgi ve alakasıyla yüz yüze gelmiştir. Bu genişleme faaliyetlerinin en önemli sorunu, şehrin doğal tarihi görünümünün yok edilmesidir, zira yapılandırma çalışmalarıyla yalnızca mukaddes yerlerin çoğu yıkılmakla kalmamış, tarihi mekânlar ve önemli dağlar da kökünden kazınmıştır. Yerinde hiçbir eserin kalmadığı Sakife-i Beni Sâide Mahallesi örnek olarak gösterilebilir. Aynı şekilde küçük bir dağ olan Seniyetü’l-Veda, tamamen mahvedilmiştir. Onun yanındaki Nefsi Zekiyye’nin kabri de ortadan kaldırılmıştır. Gerçekte şehrin birçok tarihi eseri, Medine’nin yapılandırılmasının kurbanı olmuştur. MESCİD-İ NEBİ (S.A.A) İslam’da Mescid Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’deki ilk girişimin mescid yapmak olduğunu söylemiştik. Ondan önce Kubâ’da da Peygamber (s.a.a) ve ashabının eliyle mescid yapıldı. Böyle bir girişim, İslam’da mescidin önemli rolünün 135 göstergesidir. Mescid-i Nebevi hakkında bilgi vermeden önce mescidin anlam ve önemine kısaca değinmemiz uygun olacaktır: 1- Mescid, secde yeri anlamında olup toprağa kapanmak, huzu ve eğilmek anlamındaki “sucûd” kelimesinden alınmıştır ve ıstılahta Allah Teâlâ’ya ibadet etme yeri için söylenir. Mescid kelimesi ilk olarak ibadet için yapılan özel dört duvar için kullanılır ve ikinci olarak Allah Resulü’nün (s.a.a) rivayeti esasına göre yeryüzünün tamamı için söylenir, buna göre yeryüzü toprağının tamamı insanın secde etme yeridir. Mescid kelimesinin genel kullanımı için söylenen ikinci anlam, İslam ümmetinin özellikleridir. Diğer dinler, Allah Teâlâ karşısında yalnızca özel mekânlarda secde edip namaz kılarlar, ancak İslam’a göre yeryüzünün tamamı temiz olup secde etme yeridir. Allah Resulü (s.a.a), Ebuzer için Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin faziletini açıkladıktan sonra şöyle buyurur: “Namaz vakti nerede girerse orada namazını kıl yeryüzünün her tarafı senin için mesciddir”310 “Mescid” kelimesi Kur’an’da yirmi sekiz yerde kullanılmış ve birçok yerde Mescid-i Haram’a işaret edilmiştir. Mescid-i Haram, secde yeri olan Kâbe etrafındaki yerdir. 2-Mescidin en önemli rolü, tertemiz yerde Müslümanların Allah için ibadetlerinin bir bölümünün merkezi yeri olarak tanımlanır; İnsan, temiz olmayan yere girmemelidir ve ibadet edilen yerin, her türlü pislikten korunmuş olması gerekir. Mescid ibadet merkezi olmasının yanında, aynı zamanda toplanma merkezidir. Cemaat ise, hem ibadet içindir hem de ümmetin tek bir parça olarak Allah’ın ipine sarılması içindir. Genel anlamda Müslümanlar için dört tür mescid düşünülebilir: a. Mahalle mescidi. b. Şehir halkı namaz kılanları için şehrin birleştirici ve kapsamlı yeri unvanında merkezi mescidi. c. Bir bölge halkının tamamının bayram namazı merasiminin düzenlendiği musalla (namaz kılınan mekan). d. Müslümanların tamamının yer aldığı Mescidü’l-Haram. İslam asrının ilk başlangıcında mescid, ibadet merkezi olmasının yanında hükümetin idare merkeziydi. Sonra, mescidden medrese unvanında da yararlanıldı. Hükümet binası ve medrese yapılmasının ardından bazen de medrese olarak kullanılsa da, mescid ibadet için özelleştirildi. Gerçekte mescid, Müslümanların tamamının, bir ve Kahhar olan Allah Teâlâ’ya sığınma yeri ve kutsallığın, paklığın, takvanın ve İslam toplumu vahdetinin sembolü ve merkezidir. 3-Halkın Allah’a ibadet etmesi için ilk yapılan ev, Beytullahi’l-Haram’dır. Dolayısıyla Mescidü’l-Haram ve Kâbe’nin, en eski ibadet yeri olarak 310 -el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.61. 136 bilinmesi gerekir. Kur’an, Mescidü’l-Haram’ın yanında, Mescidü’l-Aksa’dan da bahsetmiştir. Bunlar, İslam’dan öncede var olan mescidlerdi. Buna ilaveten Ehl-i Kitab’ın da kendine has yeri vardı. Daha sonra açıklayacağımız Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a), geçmişte açıkladığımız bu iki mescidin yanında zikredilmesi gerekir. Gerçekte İslam’da takva esasına göre yapılan ilk mescid, Kubâ Mescidi’dir. Bu mescid, hicri ilk yılda; Allah Resulü’nün (s.a.a) Yesrib’e hicretinden hemen sonra ve Kubâ bölgesine girmesiyle yapıldı. Ammar Yasir’in Kubâ Mescidi yapımının ilk rolü üstlenen şahıs olduğunu söylememiz gerekir. Ondan sonra Yesrib veya Medinetü’n-Nebi’de (s.a.a), Mescid-i Nebevi yapıldı. Onun ardından Arap kabileleri kendi bölgelerine mescidler yaptılar. Onlar Allah Resulü’nden (s.a.a), mescid yapmak için seçtikleri noktada namaz kılmasını istediler. Daha sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yeri, mahalle mescidi unvanında inşa ettiler. Hatta ilk başta mescid yapma niyetleri olmasaydı bile, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yeri, kendileri için mescid unvanında seçtiler. İbn-i Şebbe, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yerlerin isim listelerini bir araya toplamıştır.311 Ondan önce bu mescidlerin korunmasının, ashabın Allah Resulü’ne (s.a.a) derin inancının ve tabiinin bu yerlerden bereket ummasının bir göstergesi olduğunu söylemiştik. Biz, bu muhtasar satırlarda ilk önce Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a), ardından Mescid-i Kubâ ve Medine’nin diğer mescidlerini söz konusu edeceğiz ve daha sonra Medine’deki diğer eserlerin açıklamasına yöneleceğiz: Mescid-i Nebevi (s.a.a) Mescidü’l-Haram’dan sonra mescidlerin en şerifi ve en kutsalı, Medine-i Münevvere’deki Allah Resulü’nün (s.a.a) mescididir. Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılınması hakkında şöyle buyurur: "Benim mescidimde bir namaz kılmak, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde bin rekât namaz kılmaktan daha faziletlidir."312 Allah Resulü (s.a.a) Yesrib’e girdiğinde, bu şehrin kabileleri ve önde gelen şahsiyetlerinin tamamı, Allah Resulü’nün (s.a.a) kendi evlerine gelmesini istiyorlar ve ona ev sahipliği yapmayı arzu ediyorlardı, ancak Allah Resulü (s.a.a): “Devem nerede çökerse orada duracağım”, buyurdu. Deve, günümüzde mescid olan yere ulaşınca çöktü. Devenin diz çöktüğü yere en yakın olan ev, birbiri üstünde iki odası olan Ebu Eyyüb El-Ensari’nin eviydi ve Allah Resulü (s.a.a), ikamet yeri olarak bu evi seçti. Allah Resulü (s.a.a) ilk olarak evin altında ve Ebu Eyyüb de evin üstünde kalıyorlardı, ancak bir müddet sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) üstünde kalmaktan rahatsızlık duyan Ebu Eyyüb, Peygamber’den (s.a.a) yer değiştirmelerini istedi, ancak Allah Resulü (s.a.a) misafirlerin gelip gitmesi sebebiyle aşağı odada kalmanın daha rahat olacağını buyurdu. 311 312 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.57-79. -Usul-u Kâfi, c.4, s.556; Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.1, s.228. 137 Allah Resulü’nün (s.a.a) ikamet için seçtiği yer, bölgenin uzunluk ve genişliğine kıyasla -Doğu ve Batı Harre’nin ortası- orta nokta sayılıyordu ve bu, mescidin bu noktada yer almasının asli delillerinden birisiydi. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu noktayı seçmede bu delili söz konusu ettiğini ve: “Ben, diğer yerleri kuşatan bir yerde ikamet etmek için emredildim.”, buyurduğunu daha önce söylemiştik. Mescid için seçilen yerin yakınının bir bölümünde “Garkad”313 ve hurma ağaçları vardı ve diğer bir bölümü kabristandı. Henüz bu kabristandaki kabirlerin eseri mevcuttur ve Allah Resulü’nün (s.a.a), satın aldığı Sehl ve Süheyl isimlerinde iki yetim çocuğun kabri de bu kabristandadır. Bu noktanın mescid olarak düşünülmesinden sonra ağaçları kesip mezarı düzleyerek mescid yapımı için hazır hale getirdiler. Peygamber’in (s.a.a) bu şehre girmesinden hemen sonra mescid binasının taşları hazırlandı ve erkeğiyle kadınıyla ashabın tamamı iştiyakla mescidin yapımına başladılar. Genel olarak söylememiz gerekir ki, bu mescid, Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı ikinci mescid idi. İlk mescid olan Kubâ Mescidi’nden sonra şimdi merkezi veya Medine’yi kuşatan bir mescid yapılmıştı. Ancak Allah Resulü (s.a.a), bu iki mescidle yetinmedi ve zaman zaman kabileler arasına giderek oralarla namaz kıldı ve o kabile için namaz kıldığı yeri, mescid yeri olarak belirledi. Bununla birlikte belirlenen söz konusu mescidler için cemaat imamı tayin etti veya genel olarak kıraati iyi olan kimsenin cemaat imamı olmasını buyurdu. Allah Resulü’nün (s.a.a) yalnızca iki mescid yaptığı görüşü, çok eski tarihi kaynaklarda yer alan pek çok nakillerle açıkça çelişmektedir. Her halükarda Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı mescidle günümüzde bu mescidin yerine yapılan mescidin birçok açılardan farkı vardır, zira Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı mescidin alanı daha küçük, yapısı sade ve daha çok ihlâslıydı. Mescidin uzunluğu yetmiş zirâ, genişliği altmış zirâ -her zirâ yaklaşık yarım metredir- ve yüksekliği 1/75 metreydi öyle ki, bazılarının başı mescidin tavanına yetişiyordu. Mescidin ilk binası hurma ağacının tomruğundan ve yapraklarından yapılmış daha sonra hicri dördüncü asırda kerpiç ve çamurdan yapılmıştı.314 Mescidin yapımı, muhacir ve diğer mahalle sakinlerinin çoğunun mescidin etrafına ev yapmalarına sebep oldu. Bunun akabinde şehir, mescid etrafında şekillendi. Allah Resulü’nün (s.a.a) mescidinin ilk binası yaklaşık 35 metre uzunluğunda ve 30 metre genişliğindeydi ve 1050 metre kare civarında bir alanı kaplıyordu. İlk mescidin binası kerpiç ve çamurla yapılmış ve sütun olarak hurma ağacından yararlanılmış; üzeri hurma ağcının dallarıyla örtülmüştü öyle ki, yağmur yağdığında namaz kılanların başı ıslanıyor ve Allah Resulü (s.a.a) ve ashabın secde ettiği yer çamur oluyordu.315 Başlangıçta mescidin kıblesi kuzeye ve Beytü’l-Mukaddes tarafına doğruydu. Kıblenin değişmesinden -Garkad: Kuş üzümüne benzer, siyah ve kırmızı meyveleri olan bir tür çöl ağacıdır. -Vefâul-Vefâ, c.1, s.327. 315 -a.g.e., s.240. 313 314 138 sonra mescidin tavanının bir bölümü güney tarafına taşındı ve Suffe, mescidin kuzeyine alındı. Mescid bu binasıyla yedi yıl cemaat namazı ve Cuma namazının kılındığı yer ve Allah Resulü’nün (s.a.a) hutbe okuduğu mekân oldu. Bazıları hicri dördüncü yılda mescidin duvarlarının kerpiç ve çamurdan yapıldığını yazmışlardır. Hicri yedinci asırda İslam’ın yayılması ve Müslümanların artmasıyla, mescidin genişletilmesi söz konusu edildi. Allah Resulü (s.a.a) mescidin uzunluk ve genişliğini büyüterek 2475 metrekareye çıkardı. Bu genişletmede mescid, küp görünümü kazandı. Hicri ikinci yılda Mescidin kıblesi de kuzeyden güneye değiştirildi ve ondan sonra Yahudilerin kıblesi olan Beytü’l-Mukaddes tarafına doğru değil, Mekke tarafına doğru namaz kılındı. Günümüzde mescidin güneyinde -kıble tarafında- altın renkli parmaklıklar vardır ve bu parmaklıklar mescidin doğusundan batısına kadar yani Allah Resulü (s.a.a) zamanındaki mescidin güney sınırına kadar uzanır. Nitekim mescidin ilk avlusunda yer alan birinci sundurmanın bitimindeki Osmanlı sultanı Abdülmecid tarafından konulan sütunlar da Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) kuzey sınırında yer almıştır. Bu sütunlar, Bab-ı Nisa’nın karşısında konumlanmıştır. Minber tarafından beşinci sütun tarafındaki dört zirâ miktarı içerdeki bir boşlukta Peygamber’in (s.a.a) defnedildiği yer vardır ve demir parmaklıklarla çevrelenmiş bu yer, mescidin doğu sınırını oluşturur. Gerçekte doğu tarafında mescidin asli yerindeki küçük bir bölüm içerisinde Hücre-i Şerif yer almıştır. Mescidin batı sınırı, minberin sağındaki beşinci sütundur ve hali hazırda bu yöndeki sütunlar üzerine “Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) bitim sınırı” yazılmıştır. Büyük avlu başlangıcı da mescidin kuzey kısmı sınırını oluşturur. Mescid-i Nebevi (s.a.a) ona on sütun ölçüsündedir. Söz konusu bu sütunlar üç renktedir. Asli bölümün sütunların rengi Ehlisünnete göre Ravza’nın yerini gösterir. İlk sütunlardan farklı olan ikinci tür sütunlar, mescidin yedinci asırdaki sınırlarını gösterir. On sütuna kadar mescidin bitimi, hicretin onuncu yılına kadarki sınırı belli eder. Mescidin yapımıyla aynı zamanda yapılan bölümlerden birisi -günümüz deyimiyle ev- iki hücreydi. Bu iki hücre, Allah Resulü (s.a.a) ve onun eşleri Sevde ve Ayşe’nin oturması için yapılmıştı. Daha sonraları bu hücrelerin sayıları arttırıldı. Güç yetirebilen sahabenin her biri, mescidin kenarına bir hücre yaptı. Bu hücrelerin kapıları mescid tarafına doğru açılıyordu ve namaz vaktinde, bu kapıdan içeri giriyorlardı. Ancak üçüncü yılda, İmam Ali’nin (a.s) hücresinin kapısı dışında, bu kapıların kapatılması emredildi. Başka bir yerde bu hücreler -günümüz deyimiyle evler- hakkında daha fazla sohbet edeceğiz. RESİM 79-80 S. 243 On Yedinci Yılda Mescidin Genişletilmesi 139 Fetihlerin artmasıyla birlikte Müslümanların sayısı çoğalıyor ve bu arada Medine hilafet merkezi unvanında daha çok cemiyeti kendine cezp ediyordu. İkinci halife (hilafeti: 13-23), etraftaki evleri satın alarak mescide katma kararı aldı. Mescid, bir miktar kıble yani güney tarafından ve aynı şekilde batı ve kuzey tarafından genişletildi. Bu arada Peygamber’in (s.a.a) amcası Abbas’ın evinin de yıkılması kararlaştırıldı, ancak olay sözlü atışmalara kadar götürüldü. Halife, Peygamber (s.a.a) ashabından birinin hakemlik yapmasını kabul etti. Bu sahabe de halifenin mescid için halkın elindeki yerini zorla alamayacağına hükmetti. Tartışmanın son bulmasından sonra Abbas kendi evini, para almaksızın mescide hediye etti. Mescidin yeniden genişletilmesiyle kıble tarafından 5 metre, batı tarafından 10 metre ve kuzey tarafından 15 metre mescide ilave edildi. Mescide toplam 1100 metre kare eklenerek mescid alanının toplamı 3575 metre kareye çıktı. Bu yeni eklemeyle, mescide yeni kapılar da ilave edildi. Mescidin alanına yapılan bu eklemeyle, eski sütunların yerini hurmadan yapılan yeni sütunlar aldı ve mescidin binası da eskisine nispetle daha sağlam oldu. Elbette kullanılan malzemeler yine çamur ve kerpiçti. Mescidin tabanı da Akik Vadisi’nin kumlarıyla döşendi.316 Hicri 29 Yılında Mescidin Genişletilmesi Üçüncü halife mescidin alanını, ikinci halife zamanına nispetle 4071 metrekareye ulaşacak şekilde genişletti. Cuma namazını dışarıda kılmak zorunda kalan halkın istekleri sonucu halife mescidi genişletmek zorunda kaldı. Bununla birlikte evleri yıkılan bazı kimseler, mescidin genişletilmesinin karşısındaydılar. Halkın mescidin genişletilmesine muhalif olmasının bir diğer delili de Osman’ın sahip olduğu haleti ruhiyesi doğrultusunda mescidi sade halinden çıkartıp işlenmiş taşları mescidin yapımında kullanmasından korkmasıydı. Nakiller esasınca Osman, mescidin genel durumunu değiştirdi ve 496 metre daha mescide ekledi. Mescidin yeni binasında işlenmiş taşlardan yararlanıldı ve tavını da Tik Ağacı’ndan yapıldı. Bunun yanında mescidin ön tarafı yani imamın durduğu yere, imamın namaz kıldıracağı küçük bir girinti (mihrab) yapıldı. Osman, Ömer’e saldırıldığı gibi kendisine saldırılmaması ve korunmuş bir yerde namaz kılması hedefiyle bu girintiyi yaptırmıştı. Yukarıda yer alan nakillere göre üçüncü halifenin ilk defa mescidi sade halinden çıkartıp işlenmiş ve tıraşlanmış taşlarla süslediği anlaşılmaktadır. Mescidin ikinci ve üçüncü halife zamanındaki genişlemesi, az miktarda güney ve daha ziyade kuzey ve mescidin batısı yönlerinde olmuştur. Doğu bölümünde Allah Resulü’nün (s.a.a) hücresi (evi) vardı ve bunun için bu kısımda genişleme olmadı. Velid b. Abdülmelik Zamanında Mescidin Genişletilmesi Mescid-i Nebevi (s.a.a) Hicri Kameri 88 yılına kadar değişmedi. Velid b. Abdülmelik’in hilafeti zamanında halife tarafından Medine valisi seçilen 316 -Vefâul-Vefâ, c.2, s.656. 140 Ömer b. Abdülaziz, nispeten Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a) genişletti. Velid’in emriyle yapılan bu genişletmeyle Allah Resulü’nün (s.a.a) hücresinin yer aldığı mescidin doğusu da büyütüldü. Velid’in emri esasınca Peygamber’in (s.a.a) kabri etrafına duvar çekilmesi ve o taraftan da mescidin büyütülmesi kararlaştırıldı. Bu hücrelerde Peygamber’in (s.a.a) hatıralarını ve sade yaşamını gören Medine halkı, buralarda yapılacak yıkım haberi ardından feryat etti. Hz. Fatıma’ın (s.a) evi, İmam Hüseyin’in (a.s) küçük kızı ve Hasan b. Hasan b. Ali’nin eşi olan Fatıma-ı Suğra’nın ihtiyarındaydı. Bazı rivayetler esasına göre Velid’in mescidi ve özellikle mescidin doğusunu genişletmekteki asıl hedefi, bu evin Hasan b. Hasan’ın elinden alıp onu buradan uzaklaştırmaktı ve gerçekte siyasi bir hedef güdüyordu.317 Fatıma-ı Suğra, evinin elinden alınmasına karşı çıktı, ancak Velid, evi zorla aldı. Bu sebeple halk yıllarca orada namaz kılmaktan sakındı ve orasını zorla gasp edilen yer olarak gasbi bildi. Doğu, batı ve kuzey tarafından mescid genişletildi. Kuzey tarafından 100 metre, kuzey batı tarafından 67/5 metre ve güney batıdan doğu tarafına doğru 83/75 metre genişletilen mescidin alanı 6400 metre kareye kadar çıkartıldı. Bazıları, bu dönemde mescidin alanının 7500 metre kareye ulaştığını yazmışlardır. Orta bölümde bir sahnın-avlunun yer aldığı ve etrafındaki çok sayıda sütunlar üzerindeki sundurmalarla (revaklarla) birlikte mescidin varlığı korunuyordu. Güzel yapılara pek çok ilgi duyan Velid, mescidin sağlamlaştırılması yanında süslenmesini emretti. Taberî’nin verdiği bilgiye göre318 Velid, mescidin yapılması için Rum Kayseri’nden yardım istedi ve o da yüz miskal altını kapsayan çok miktarda para yardımı istemenin yanında maharet sahibi yüz işçisini Velid’e gönderdi. Bu işçilerin yardımıyla Velid, görkemli bir mescid yaptı. Mescidin yeni yapımında sağlamlığın yanında tavanını 12 metreye yükseltiler ve yağmur suyunun birinci tabakadan nüfuz etmesi halinde ikinci tabakanın engel olması için aralıklı çift tavan yaptılar. Aynı şekilde mescide dört minare yapıldı ve bunlardan birisi, Mervan’ın evinden yüksek olduğu için kısa süre sonra yıkıldı. Bu dönemde mescidin süslenip bezenmesi şöyle olmuştu: İşlenmiş taş sütunlar demir kaplamalarıyla kaplanmış, yüksek duvarlar alçı ve çinilerle bezenmiş, hücreler yenilenmiş, tavan Tik ağacıyla bezenmiş, Peygamber’in (s.a.a) çamurdan yaptığı yerleri, sağlam ve taş yapı almış ve… özetle mescidin yapısı, o zamana kadar Arap Yarımadasında görülmeyen bir binaya dönüştürülmüştü. Çiniler ve duvar üzerine Şems suresinin ayetlerinin işlenerek yazılması ilk süsleme örneğini olmuştu. -Vefâul-Vefâ, c.2, s.514; el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, s.113-114. -Tarih-i Taberî, c.6, s.436; el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, Muhammed Seyit el-Vekil, kitabından naklen, s.119. 317 318 141 Yeni yapılandırma projesinde Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldırdığı yere mihrap yapıldı ve mescidin dört köşesine minare inşa edildi. Mescidin yapılandırma işleri hicri 88 yılında başlayarak, hicri 91 yılında tamamlanmıştır. Söylememiz gerekir ki, Velid yalnızca Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a) yenilemekle kalmamış, Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı ve buralara mescid yapılan yerlerin tamamını yenilemiştir. Bu yapılandırmalar, Medine’nin tarihi mescidlerini konu alan tarihi kaynaklarda yazılmıştır. Abbasi Halifesi Mehdi Döneminde Mescidin Genişletilmesi Ben-i Abbas 132 yılında hilafet koltuğuna oturdu. Söylenildiğine göre Abbasilerin birinci ve ikinci halifesi Seffâh ve Mansur, mescidi genişletmeyi düşünmüşler, ancak buna fırsat bulamamışlardı. Özellikle Mansur, İmam Hasan’ın (a.s) torunlarından Nefsi Zekiyye’nin liderliğinde kendisine karşı ayaklanan Medine halkından gün yüzü görmemişti. Mansur’un oğlu Mehdi, Mescidü’l-Haram -daha önce Mescidü’l-Haram konusunda açıklama yapıldıve Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a) yeniden yapılandırdı. Mehdi 158 yılında Medine’ye geldi ve Allah Resulü’nün (s.a.a) mescidini yenileme ve alanını genişletme kararı aldı. Onun bu konudaki fiili girişimi 161 veya 162 yılında başladı. Mehdi’nin mescide ilave ettiği alanın toplamı 2450 metreyi kapsıyordu. Aynı şekilde o, mescidin sütun sayılarını çoklaştırdı ve birkaç kapı daha ekledi. Bu zamanda mescidin yirmi kapısı vardı: Bunlardan dördü kuzeyde, sekizi batıda ve sekiz kapı da doğudaydı. Bu yenilenmede mescidin etrafında her biri sahabeye ait olan çok sayıda evler yıkılarak mescide eklendi. Abdullah b. Mesud, Şurehbil b. Hasene ve Misver b. Mahreme’nin evi, yıkılan evler arasındaydı. Bazı tarihi kaynaklarda Me’mun’un da 202 yılında mescidde değişiklikler yaptığına işaret edilmiştir. Bu konuya işaret eden Mucmelu’t-Tevârîh kitabında şöyle anlatılır: “Maarif kitabında Me’mun’un Medine’deki Mescid-i Nebevi’de pek çok ekleme yaptığını okudum.” Sonra Me’mun’un emriyle yazılan kitabın metnini de getirmiştir.319 Bu genişletmeden sonra yedinci asra kadar Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) alanının genişletildiğine dair elimizde bilgi yoktur ve mescidin yapılandırılması için önemli bir girişimde bulunulmadığı ihtimali vardır. Fakat görünen o ki çeşitli yıllarda mescidin tamiri yapıldı ve doğal olarak bu tamirler olmaksızın mescidin ayakta kalması mümkün değildi. Hicri Kameri 652 yılında yani Abbasilerin yıkılmasından üç yıl önce Mescid-i Nebevi’de (s.a.a) ateş çıktı ve mescid önemli hasarlar gördü. Abbasi halifesi mescidi tamir edemedi, zira Moğollar tarafından düşürülmüştü, ancak Mısır Memlûkleri mescidin bakım ve onarımı için mimarlarını gönderdiler. Ondan sonra Memlûk sultanı Muhammed b. Kalavan mescidin batı ve doğu 319 -Mucmelu’t-Tevârîh ve’l-Kasas, s.275. 142 tavan kısmını yaptırdı ve 705-706 yıllarında mescid için başka sundurmalar yapıldı; çeşitli onarımlarla mescid ilk görünümüne tekrar kavuştu. Hicri Kameri 886 yılında yıldırım sebebiyle mescidde tekrar yangın çıktı. Memlûkler yeniden onarım faaliyeti sorumluluğunu üstlendiler ve mescidin tamiri yanında yeni kervansaray, medrese ve yemekhane yapıldı. Bu yenileme faaliyetiyle mescidin alanı 9010 metre kareye kadar çıkartıldı. Bu yangından sonra Medine’ye gelen bir İranlı mescidde çıkan yangın ve Memlûkler tarafından tamir edilmesini, olayın canlı şahitlerinden işitmiş ve bunları kaleme almıştır.320 Osmanlıların Çabası Daha sonraki merhalede mescidin yapılandırılması, Osmanlılar döneminde ve hicri onuncu asırda gerçekleşmiştir. Osmanlı Sultan Süleyman 938 yılında Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) bakım ve onarımı için telaş etti, ancak mescidin temel bakımı girişimleri, Hicri Kameri 1265 yılında Birinci Sultan Abdülhamid tarafından başlatıldı ve on üç yıl içinde mescid sağlam ve nefis bir gürünüm kazandı. Bu yenilemeyle mescidin binası olabilecek en sağlam yapısına ulaşmıştı. Ondan sonra sultanlar dönemi ve sonrası mescidin yapılandırılması devam etti. Tarihçiler her dönemin yapılandırma bilgilerini yazmışlardır. Abdülaziz Suudi’nin Saltanatında Mescidin Genişletilmesi Melik Abdülaziz tarafından mescidin yeniden yapılandırılmasının başladığı Hicri Kameri 1370 yılına kadar mescidde esaslı bir bakım ve onarım faaliyeti olmamıştı. Bu yılda Abdülaziz Suudi faaliyeti başlattı ve mühendislerin gözetimi altında mescidin genişletilmesi projesini hazırladı. Hicri Kameri 1373 yılında resmi olarak işe başlandı. Mescidde yapılan bu yenileme faaliyetinden sonra mescidin alanı 16327 metre kareye ulaştı. Mescidde yapılan bu genişletme faaliyetiyle mescidin kuzey, batı ve doğu tarafları büyütüldü. Mescide yapılan 6025 metre kare ilavenin yanında, mescid etrafına meydan ve caddelerin yapılması için etraftaki evler yıkılarak mescide 16931 metre karelik bir alan daha eklendi. Nazirî, söz konusu genişletilme çalışmalarından sonra mescidi şöyle niteliyor: “Mescidin kuzey, doğu ve batısına yapılan üç tane Şebistan’ın (Harem sarayı/Gece konaklama yeri) yapıldığı bu binaya, işlenip süslenmiş demir başlıklı 222 güzel sütun eklendi. Böyle bir binanın sağlamlığı için her birinin 127 metre olan doğu ve batı duvarları ve 91 metre uzunluğundaki kuzey duvarı uzantılarına küp şeklinde 74 sütun yapıldı. Bina, işlenip süslenmiş 44 büyük penceresiyle ve söz konusu Şebistan’ın yarımay başlıklı sütunlarıyla görülmeye değer bir görünüm kazandı. En son imar ve genişletme çalışmalarından önce mescid Fahd zamanında binanın yapılandırılması yanında namaz kılanlara gölgelik etmesi için mescidin etrafına geniş gölgelikler yapıldı. Mescidde yapılan yeni imar ve genişletme çalışmalarına kadar var olan bu gölgeliklerin fotoğrafları mevcuttur.” RESİM 81 320 -Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 10, s. 106-116. 143 S.249 Fahd b. Abdülazi’in Saltanatında Mescidin Genişletilmesi Mescidde imar ve genişletme çalışmalarının son merhalesini Melik Fahd başlattı. Fahd, Hicri Kameri 1402 yılında kendi saltanatını başlattı ve Kur’an basımı, Mescidü’l-Haram ve Mescid-i Nebevi ve Kubâ, Kıbleteyn, Mikât ve Cuma mescidlerinin genişletilmesi için çok çaba sarfetti. Bununla birlikte mescidlerin yapılandırılması henüz devam etmektedir öyle ki, son yıllarda Mübahele Mescidi de yeniden yapıldı. Aynı şekilde Mekke’deki İcabe Mescidi, Cin Mescidi, Şecere Mescidi ve Râye Mescidi de ya restore edilmektedir ya da yeniden yapılmıştır. Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) taş yapı olarak genişletilmesi, iki üç yıl mescidin haritasının çıkarılması ve harita çiziminden sonra hicri 1405 yılı (miladi 1984) sefer ayının dokuzuncu günü başladı. Projenin müdürü, Suudi hükümetinin en büyük imar şirketi olan Bin Ladin Şirket’iydi. İmar çalışması resmi olarak 1406 Muharrem’inde başladı. Projenin altyapı çalışmaları 1410 yılında bitirildi ve sonra mescid binasının mimarisi için işe başlandı. Mescide eklenilmesi düşünülen yeni binalar, mescidin doğu, batı ve kuzeyini kapsıyordu, ancak mescidin güneyinde taşla kaplanmış meydandan mescidin güney duvarı karşısındaki pazar dışında başka bir bina yapılmadı. Yeni mescidin, 167000 kişinin namaz kılabileceği alana kadar genişletilmesi kararlaştırıldı. Daha önce bu alan 16327 metre kareydi ve yeni imar ve genişletme çalışmasıyla 137000 kişinin namaz kılma alanı olan 82000 metre karelik bir alanın eklenmesi kararlaştırıldı. Bu verilerden eklenen alanın, mescidin önceki alanının birkaç katı olduğunu anlıyoruz. Mescidin tabanın genişletilmesi yanında namaz kılanlar için gölgelikte hazırlandı öyle ki, burada 90000 kişi namaz kılabilecekken mescidin yukarı ve aşağı katında toplam 257000 kişi namaz kılabilecekti. Mermer basamakların yanında çatıya gidilebilecek birkaç adet yürüyen merdiven yapıldı. Mescid etrafında açık alan olarak düşünülen yerlerin alanı da 235000 metre kareye ulaştı. Bu alan 250000 kişinin namaz kılacağı büyüklüğe sahiptir. Etrafta yer alan alanlara abdest almak için çeşitli yerler yapılıp buraların aydınlatılması için taş sütunlar üzerine projüktürler takılmıştır. Buna ek olarak mescidin önceki avlusuna da güneşten korunmak için otomatik açılıp kapanan gölgelikler yapılmıştır. Mescid etrafındaki otomatik gölgeliklerin sayısının geçen yıllar sürecinde arttırıldığını bilmemiz gerekir. Bu gölgelikler sayesinde gündüzün yakıcı sıcağından korunma sağlanır. Şemsi 1388/2009 yılında Bab-ı Cebrail’den Bakî’ye kadar ve oradan harem pazarlarına kadar bu gölgelikler açıktı ve gün boyu buralarda oturulup gezilebilecek bir haldeydi. Bu yerlerde oturulabilir olması, ailelerin ziyaret imkânını sağlamıştır. Daha önceki minarelerin yanı süre yeni imar ve genişletme çalışmalarıyla her birinin 104 metreyi bulan altı minare daha eklendi. Böylelikle hali hazırda mescidde on minare vardır. Daha önceki konularda bunlar hakkında bilgi vermiştik. Yeni binanın tamamında yeni bir mimari işçiliğinin kullanılması yanında mescidin daha önceki Memlûk ve Osmanlı mimarisinin korunmasına özen 144 gösterilmiştir. Bu yapıda “Allah” ve “Muhammed” isimleri mescidin her yerinde tekrar edilmiş ve halifelerin isimleriyle süslendiği Osmanlı döneminin aksine bu yeni mimaride bu isimler kullanılmamıştır. Mescidin yeni binasında ekleme yapılana üç tarafın tamamına gölgelik konulmuş; yağmurdan ve güneşten korunmak için önceki iki sahna (avlu) da otomatik açılıp kapanan on iki gölgelik yapılmıştır. Bu gölgeliklerin sütunlarına, mescidin aydınlatılması için projüktörler takılmıştır. Tavanların tamamının yüksekliği 14 metredir. Bu tavanlar içerisinden havalandırma kanalları çok sayıda sütunlar üzerinde yükselmiştir. Bu sütunların aşağısında, mescidin içerisine serin hava pompalanır. Mescidin havalandırılması iki yoldan sağlanır: Birincisi dört buçuk metre derinliğinde ve 79000 metre kare alana sahip mescidin altındaki cihazlardır. İkincisi Mescide yedi kilometrelik bir bölgede yer altı kanalları suretiyle soğutma cihazlarının suyu soğutmasıyla mescidin serinletilmesi temin edilir. Hakeza elektirik de bu kanallar vesilesiyle mescide intikal eder. Buna ek olarak pek çok sayıda hacıyı barındırabilecek oteller ve bunların altında çok sayıda müstakil pazarlar yapılmıştır. Örneğin mescidin kıble tarafından Bakî duvarlarıyla Gamame Mescidi arasına ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılaması için pazarlar yapılmıştır. RESİM 82-86 S.251 MESCİD-İ NEBİ’NİN (S.A.A) İÇ BÖLÜMLERİ İlk başta Allah Resulü’nün (s.a.a) mescidi etrafı çamur duvarla çevrilmiş ve bir bölümü namaz kılanların güneşten korunmak için hurma dallarıyla örtülmüş bir yerdi. Bunun birlikte mescid ve ibadet binasına uygun düşecek çeşitli bölümleri vardı. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidin her yerindeki hatıralarının, kendine has dini etkileri vardır ve bu eserlerin her biri mescidin temel maneviyatının nişaneleridir. Bazı bölümler de sonradan eklenmiştir ve biz, kısaca bunlara değineceğiz: Ravza-i Mutahhara Güney doğu bölümünde (kıbleye doğru) minberle kabir arasındaki mesafede yer alan Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) bir bölümü “Ravza-i Mutahhara” ve “Ravza-i Şerife” olarak tanınır. Bu bölümün fazileti pek çoktur, zira Allah Resulü’nün (s.a.a) hadisinde burası Ravza-i Cennet olarak tanıtılmıştır: “Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim havuzumun uzerindedir.” Aynı şekilde yine Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Benim minberim cennet kapılarından bir kapı üzerindedir.”321 321 -Yukarıdaki her iki hadis için bakınız: Usul-u Kâfi, s.553-554. 145 Bu hadis Şia ve Ehlisünnet’in ittifak ettiği bir hadistir, ancak Ravza’nın sınırının tarifinde âlimler arasında ihtilaf söz konusu olmuştur: Bazıları, Peygamber’in (s.a.a) kabri kenarındaki mescidin doğu duvarını Ravza’nın doğu sınırı ve batıda ise sadece minber noktasını sınır bilmişlerdir; böylelikle Ravza’nın sınırları, birisi minber diğer ikisi mescidin doğu duvarını oluşturduğu üçgen bir alanla sınırlandırmışlardır. Hâlbuki bazılarının iddiasına göre; Allah Resulü (s.a.a) zamanında mescidin her tarafı Ravza olarak biliniyordu. Başka bir görüşe göre Peygamber’in (s.a.a) kabri kenarında, mescidin doğu duvarı karşısında batıda da aynı ende, minberden aşağı tarafına -kuzey tarafına doğru- kadar bir alan da Ravza’nın sınırları dâhilindedir ve bu esasa göre Ravza dikdörgen bir şekli kapsar. Bu tarif Ehlisünnet arasındaki en meşhur tariftir. Bu görüş esasına göre bu bölümün sütunları, diğer bölümlerdeki sütunlardan farklıdır öyle ki, kabirden minbere kadar bir sırada yer alan sütunlar tamamen özel bir renkle boyanmıştır. Şia âlimleri Ravza’nın tanımında şöyle derler: “Ravza, güney tarafındaki mihrab duvarından -günümüzde demir korkuluklarla belirlenmiştir- başlayıp kuzeyde dördüncü sütunla son bulur. Yani Ehlisünnet’in söylemiş olduğu sütunlara ek olarak bir sutunu daha içine almaktadır. Doğu sınırı ise Peygamber’in (s.a.a) ve Fatıma-i Zehra’nın (s.a) evinin içinde yer alır ve batı tarafı ise Minber-i Şerife’nin karşısındadır.322 Ravza-i Mutahhara sınırları içinde üç mukaddes mekân vardır: “Allah Resulü’nün (s.a.a) Merkad-i Mutahharası (Kabri Şerifleri)”, “Minber” ve “Mibrap”. Sırasıyla bunların her birisi hakkında sohbet edeceğiz: Allah Resulü’nün (s.a.a) Hücre-i Şerif’i ve Mutahhar Kabri Mescidin en şerif noktalarından birisi Allah Resulü’nün (s.a.a) kabr-i şerifidir. Allah Resulü (s.a.a), Allah’ın en sevgili ve peygamberidir ve onun yirmi üç yıllık zahmetinin meyvesi, İslam’ın paha biçilmez mirasıdır. Mescid yapılırken, mescidin doğu kenarına Peygamber (s.a.a) ve eşlerinin oturması için hücreler yapıldı ve bu hücreler, Peygamber’in (s.a.a) vefatından yaklaşık doksan yıla kadar ayaktaydı. İlk planda Sevde, sonra Ayşe ve onun ardından Hz. Fatıma-i Zehra (s.a) için hücreler yapıldı. Tarihçilerin yazdığına göre Allah Resulü (s.a.a), vefat ettiği hücreye defnedildi. Ehlisünnet’in rivayet ettiğine göre Allah Resulü’nün (s.a.a) defnedildiği bu hücre, Ayşe’nin hücresiydi. Başka bir ihtimale göre Ayşe’nin hücresiyle Hz. Fatıma’nın (s.a) hücresi arasında Peygamber’in (s.a.a) dinlendiği ve eşlerinin hiçbirisine has olmayan bir hücre daha vardı ve burada defnedildi. -Bkz: Usul-u Kâfi, c.4, s.554. Bu rivayette Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) minberden mescidin avlu tarafına doğru dört sütun arasını Ravza’nın sınırları bilmiş ve “İç avludan (Sahn) Ravza’da hiçbir şey yoktur.” buyurmuştur. Bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 26, s.100-101. 322 146 Her halükarda Peygamber’in (s.a.a) burada defnedilmesinden sonra birinci ve ikinci halifeyi onun yanına defnettiler ve zamanla Ayşe’ye ait olan yerle burası arasına perde (daha sonra ikinci halife döneminde kısa duvar çekilmiştir) çekildi. Velid dönemindeki imar ve genişletme çalışmalarına kadar mescid bu haliyle kaldı. Mescidin doğu tarafının genişletildiği o zamanda etrafına beş köşe çekilmiş olan Mutahhar Kabir mescidin içinde kaldı. Kâbe yapısına benzememesi için beş köşe çekildiği söylenilmiştir. Bunun yanında onun arkasında kıbleye doğru namaz kılan kimse, üçgen taraf karşısında yer alıyordu ve burada namaz kılanlar amelen kabre yönelmiş olmuyorlardı. Söylenmesi gerekir ki Mısır İsmâilî hâkimlerinden Ebu’l-Hayca isminde birisi ilk defa üzerinde Yasin suresi yazılı perdeyi kabrin üzerine örtmüştür.323 Bundan sonra üzeri Kur’an ayetleriyle yazılmış olan perde Mutahhar Kabir’in üzerine örtülmeye başlandı. Hicri Kameri 557 yılında Haçlıların nüfuz etmesi ihtimali sebebiyle Kızıldeniz yoluyla mescide saldırma imkânı vardı- onların Mutahhar Kabir’e zarar vermemeleri için kabrin etrafına, alt tarafına kurşun döküldü.324 Daha sonra 668-694 yıllarında bazı Memlûk sultanlarının emriyle Hücre-i Şerif için tahtadan bölmeler (dairevi sur) yapılmıştır. O zamana kadar Peygamber’in (s.a.a) kabrinin ziyaretçileri, Ömer b. Abdülaziz tarafından kabrin etrafına yaptırılan ve kabirle arası bir buçuk metre olan beş köşeli duvarın yanında durup ziyaretname okuyorlardı. Cemaleddin İsfehânî, Hücre-i Şerifin etrafına tavana kadar yükselen zarih (türbe) yaptı ve bu türbe 654 yılında yandı. Hücre-i Şerif’in tavanının yanıp düşmesi de bu yangında vuku bulmuştur. Abbasilerin son halifesi Mustasım, yıkılan yerlerin yapılması için bir grup gönderdi ve bu grup, Hücre-i Şerif’in tavanını yeniledi. Hicri Kameri 668 yılında Baybars kabrin beş köşeli yapısı etrafına dikdörtgen şeklinde zarif (türbe) suretinde ağ gibi duvar çekti ve Hz. Zehra’nın (s.a) evini içine kattı ve teheccüd mihrabına kadar olan bölümü bunun içine aldı. Bu zamandan sonra halkın kabre ulaşması zorlaştı. Hz. Zehra’nın (s.a) evi, bu bölümün içinde kaldı ve Mürebbeatü’l-Kabir sütunu da halkın elinden çıktı. Onun, Peygamber’in (s.a.a) kabrinin kuzey batı açısında yer alması sebebiyle Mürebbeatü’l-Kabir deninmiştir. Hz. Zehra’ya (s.a) mensup olan kabir ve onun evinin bulunduğu Hücre-i Tahire’nin alanı 240 metre (16 metre uzunluğunda ve 15 metre genişliğinde) olup etrafına altın türbe (zarih) çekilmiştir. Bu türbe için dört kapı yapıldı bu kapıların birisi güneyde yani kıble tarafındaki “Bab-ı Tevbe”, diğeri batı tarafında ve Ustuvanatü’l-Serir yakınındaki “Babu’l-Vufûd”, hücrenin doğusundaki “Bab-ı Fatıma” ve dördüncüsü ise kuzeyde yer alan “Bab-ı Teheccüd” dür. Ondan sonra Suudi döneminde tamiratın dışında Hücre-i Şerif’te bir değişikli olmadı ve olduğu şekliyle kaldı. Zira Suudi anlayışında kabrin imar ve yapılandırılması yasaktı. Kabrin yapılandırılmaması bir yana kabir üzerindeki yazıtı halkın okumaması için yazıların üzerini koyu renkle 323 324 -Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.182. -a.g.e., s.194. 147 boyadılar ve hatta Kur’an rafları konularak halkın Hücre içerisini görmesinin önünü aldılar ve hali hazırda halka buraya yaklaşma izni dahi vermiyorlar. Peygamber’in (s.a.a) Mutahhar Kabiri’nin yanında burasının kuzey tarafında Fatıma-i Zehra’nın (s.a) kabri unvanında bir yer vardır. Bazı nakillere göre burası Hz. Zehra’nın (s.a) defnedildiği evidir. Başka bir rivayete göre Hz. Zehra (s.a.a) Bakî Mezarlığı’na defnedilmiştir ve Ehlisünnet daha ziyade bu rivayeti kabul etmeye meyillidir. Söylediğimiz gibi Hücre-i Şerif’in toplam dört tane dış kapısı vardır. Bunların ilki güneyde yer alan hicri 1026 yılına ait kapıdır. Bab-ı Teheccüd ismindeki kuzey kapısı, Mihrab-i Teheccüd’ün karşısında yer alır. Bab-ı Fatıma (s.a) ismiyle meşhur olan kapı doğuda yer almıştır ve üzerine şiirler yazılmıştır. Batı kapısı ise Bab-ı Nebi (s.a.a) olarak meşhurdur. Günümüzde Bakî Mezarlığı tarafından Mescid-i Nebevi’den (s.a.a) çıkan kimse -mescidin doğu kapısının en güney tarafı- kendisinin sol tarafında Hücre-i Şerif’i görür. Bu bölümde Peygamber’in (s.a.a) kabri karşısında sırasıyla birinci ve ikinci halifenin kabirlerinin görüleceği üç kemer müşahede edilir ve onun üzerinde şu ayet yazılmıştır: ٰ ٰ ول ِ ِ ِ صواتَ ُهم ِع ْن َد ر ُس َّ َ ِالل ِه اُوٰلئ َّ ِ ﴾يم ٌ ين ْامتَ َح َن اللهُ قُلُوبَ ُه ْم للتَّ ْق ٰوى ل َُه ْم َمغْف َرةٌ َواَ ْج ٌر َعظ ْ َ ْ َين يَغُضو َن ا َ َ ك الذ َ ﴿ا َّن الذ “Allah’ın elçisin huzurunda seslerini kısanlar, Allah’ın, gönüllerini takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.”325 Peygamber’in (s.a.a) kabrine doğru duran kimsenin sağ tarafındaki sütunların birisinde şu şiir görülür: “Ey kemikleri defnedilen ve onun güzel kokusunun sahrayı kapladığı en hayırlı insan.” Aynı şekilde Peygamber’in (s.a.a) kabri karşısında duran kimsenin sol tarafındaki sütunda şu şiir yazılmıştır:326 “Senin yattığın iffetli, cömert ve kerem sahibi kabre canım feda olsun.” RESİM 88-89 Minber Mescidin mukaddes mekânlarından birisi Allah Resulü’nün (s.a.a) minberidir. Pek çok rivayette Peygamber’in (s.a.a) ilk başta hurma ağacına dayanarak hutbe okuduğu ve ashaptan birinin Allah Resulü’nün (s.a.a) oturması, herkesin onu görmesi ve Peygamber’in (s.a.a) yorulmaması için minber yapılması önerisinde bulundu. 325 326 Hucurat, 3. -Bkz: Mikât-ı Hac, sayı:26, s.135. 148 Başka bir nakilde Allah Resulü’nün (s.a.a) çamurdan yapılmış basamak türü bir şeyin üzerine oturduğu ve yedinci asırda tahta minber yapıldığı söylenmiştir. Muaviye zamanına kadar üç basamaklı bu minberden istifade ediliyordu. Muaviye daha çok ilgi toplayıp kendisini hak göstermek içi Allah Resulü’nün (s.a.a) minberini Medine’den Şam’a getirmek istedi, ancak Medine halkı itiraz etti ve Muaviye’nin bu işi yapmasına engel oldular. Daha sonra marangoz bu minbere altı basamak daha yaptı ve minber toplam dokuz basamak oldu. Bu minber zamanla yok olmaya yüz tuttu ve altıncı asırda minberin geride kalan bir kısmından teberrük unvanında yararlanıldı. 654 yılında Mescid-i Nebevi’de (s.a.a) yangın çıktı ve minber yandı. Yazdıklarına göre minberi olduğu yere defnettiler. 664 yılında Mısır Memlûk sultanı Baybars tarafından yeni bir minber yapılıp Medine’ye gönderildi. Ondan sonra 797 yılında başka bir minber ve ardından 820 yılında bir minber daha yapıldı ve bu minber 886 yılında çıkan yangında yandı. 889 yılında Kaytabay’ın gönderdiği minberin yerini alan 998 yılında Osmanlı Sultan Murad’ın gönderdiği minber, şimdiye kadar varlığını korudu. Bu minber çok değerli sanat eserlerinden sayılır. RESİM90 S.259 Mihrap Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kılıp Allah Teâlâ için alnını toprağa koyduğu ve secde ettiği yere mihrap yapıldı. Lügat kaynakları dikkate alınarak söylenmesi gerekir ki: “Mihrap” meclis başı ve yukarısı anlamına gelir ve dini geçmişi açısından bu kelime Kilise ve Yahudi tapınaklarıyla alakalıdır. Nitekim Kur’an’da Zekeriya (a.s) ve Meryem (s.a) hakkında bu kelimeden istifade edilmiştir.327 Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yer tamamen belirgindir ve günümüzdeki mihrabın yerinin hali hazırdaki mihrabın yeri olduğunda kuşku yoktur. Elbette Allah Resulü (s.a.a) zamanında ve bir kaç onlu yıllara kadar mihrap diye bir şey yoktu ve Müslümanlar bu kelimenin, yalnızca Kur’an’da Hz. Meryem’le (s.a) alakalı olarak geldiğini biliyorlardı. Velid mescidin genişletilmesi emrini vermesi ve Ömer b. Abdülaziz’in emri uygulaması zamanında Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yere bir mihrap yapıldı. Şam’daki Hıristiyanları taklit ederek böyle bir girişim gerçekleşti. Bu mihrap, uzun zaman boyunca değişmeler yaşadı ve Mısır Memlûk sultanı Kaytabay’ın yaptırdığı hali hazırdaki mihrap baki kaldı. Osmanlı döneminde bu mihrap Kur’an ayetleriyle süslendi. Asıl mihrabın yanında mescidin kıble tarafında iki mihrap daha vardır ve bunlardan birisi Osmanlı sultanlarına Osman’a mensup olup Mihrab-ı Osmanî’dir; mescidin güney duvarı tarafındaki bu mihrap, hali hazırda cemaat imamının namaz kıldırdığı yerdir. İkincisi Osmanlı sultanlarından Sultan Süleyman’a mensup olup Mihrab-ı Süleymani veya Mihrab-ı Hanefi’dir ve bu 327 -Âl-i İmrân, 37. 149 mihrap Allah Resulü’nün (s.a.a) mihrabının batı tarafında yer alır. Bu mihrap, Hicri Kameri 860 yılından sonra yapılmıştır. Bunun yanında Peygamber’in (s.a.a) türbesinin kuzeydeki duvarın sonunda Allah Resulü’nün (s.a.a) bazı gecelerde gece namazı kıldığı “Mihrabü’tTeheccüd” yer alır. Bir zamanlar “Dekketü’l-Âğavât”ın arkasında -günümüzde yanlışlıkla “Suffe” olarak isimlendirilen ve “Hâcelerin Oturağı” isminde- bir mihrap daha vardı. RESİM 91 S.260 Mescidin Sütunları Mescidin tavanı sütunlar üzerindeydi ve tavanı koruması yanında bu sütunlardan Allah Resulü (s.a.a) ve ashap da istifade ediyordu. Sütunların her birinden geride kalan hatıralar bu sütunlara mukaddeslik bahşetmesine sebep olmuş ve her biri özel isimler alarak tarihte kalıcılığını sürdürmüştür. Mescidin her restore edilişinde, bu sütunların yeri değişmiyor, yalnızca eski sütunların yerini yenileri alıyordu. Doğal olarak mescidin genişletilmesiyle yeni sütunlar da ekleniyordu öyle ki, hali hazırda mescidin 2104 tane sütunu vardır. Mescidin eski yerinde güney tarafındaki sütunlar farklı rengiyle diğer sütunlardan ayrılır. Daha önce değindiğimiz gibi bu sütunların her birinin kendine has özel hatırası vardır ve biz burada bunların bazılarına yer vereceğiz: 1. Hares Sütunu Mescidin mukaddes sütunlarından birisi “Hares” veya “Muharris” sütunudur. İmam Ali (a.s) bu sütunun kenarında oturup Peygamber’i (s.a.a) koruduğu ve ona bekçilik yaptığı için bu isimle anılır. Yazdıklarına göre: “Muhakkak Allah, seni korur.”328 ayetinin inmesinden sonra İmam Ali (a.s) artık Peygamber’i (s.a.a) korumayı bırakmıştır, zira Allah’ın bizzat kendisi, onu korumayı üstlenmiştir. Musa b. Seleme şöyle diyor: “Cafer b. Abdullah b. Hüseyin’e “Ali b. Ebi Talib’in (a.s) sütununun fazileti nedir?” diye sorduğumda o, şöyle dedi: “Burası Muharris sütunudur ve filen kabir tarafındaki bu sütunun yanında Ali (a.s) oturuyor ve Peygamber’i (s.a.a) koruyordu.”329 Aynı şekilde bu sütunun İmam Ali’nin (a.s) namaz kıldığı yer olduğunu söylemişlerdir. 2. Tevbe Sütunu İbn-i İshak ve diğer eski kaynakların rivayetilerine göre330 Tevbe sütunu, Allah Resulü’nün (s.a.a) Ebu Lübâbe ismiyle meşhur Beşir b. Abdülmunzir Ensari’nin hatırasını canlandırır. Hicretin beşinci yılında müşrik grupları 328 -Mâide, 67. -Vefâul-Vefâ, c.2, s.448. 330 -es-Siretu'n-Nebeviyye, İbn-i Hişam, c.1, s.432, 544. 329 150 Medine’ye saldırıp şehrin kuzeyinde hendekle karşılaştıklarında Medine’nin güneyinde oturan Ben-i Kurayza Yahudileriyle birleşerek kapıları açıp buradan girebileceklerini düşünmüşlerdi. Ben-i Kurayza Yahudilerinin Peygamber’le (s.a.a) anlaşmaları vardı ve buna rağmen müşriklerle birlikte olmuşlardı. Ahzâb saldırısı bittikten sonra Allah Resulü (s.a.a) Ben-i Kurayza’nın ardı süre giderek onları muhasara altına aldı. RESİM S. 262 Ebu Lübâbe Allah Resulü (s.a.a) tarafından onlarla konuşmak için Ben-i Kurayza’ya gitti. Ebu Lübâbe düşünmeden işaretle: Anlaşmaya bağlı kalmadıkları için ölümün onları beklediğini anlattı. Ebu Lübâbe’nin bu hareketi, Ben-i Kurayza’yı Müslümanların karşısında sıkı bir savunmaya geçmelerine sebep olabilirdi. Hatasına anlayan Ebu Lübâbe, Ben-i Kurayza’nın kalesinden çıkıp doğruca mescide gelerek mescidin sütunlarından birisine kendini bağladı ve ağlayıp sızlanarak namaz kıldı. Siyer kitaplarında Müslümanlara Allah’a ve Peygamber’e (s.a.a) hainlik etmeyin buyruğunun yer aldığı Enfal suresi’nin 27. ayetinin her ne kadar şüpheli olsa da Ebu Lübâbe hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Zira Enfal suresi hicretin ikinci yılına ve Bedir savaşıyla alakalıdır. Her halükarda Allah Teâlâ’nın, Ebu Lübâbe’nin tövbesini kabul ettiği haberi ulaşmıştır. Bu sütun, söz konusu bu nakilden dolayı “Tevbe Sütunu” olarak bilinir. Başka bir nakilde Ebu Lübâbe’nin Tebük savaşındaki yanlışından dolayı tövbe ettiği söylenir.331 Bu nakille, yukarıda İbn-i İshak’tan rivayet edilen nakil çelişir ve daha az meşhurdur. Bir rivayette Allah Resulü’nün (s.a.a) nafile namazlarını Tevbe Sütunu’nun yanında kıldığı gelmiştir. Allah Resulü (s.a.a) sabah namazından sonra bu sütunun kenarına giderek nafile namazı kılıyordu.332 Abdullah b. Ömer teberrük inancına çok bağlıydı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı her yerde namaz kılmaya özen gösteriyor ve kendi seccadesini Tevbe Sütunu arkasına seriyordu.333 3. Vufûd (Heyetler) Sütunu Allah Resulü’nün (s.a.a) uygulama sahasına koyduğu işlerden birisi de kabile büyüklerini İslam’la tanıştırmak ve siyasi anlaşmalar yapmaktı. Allah Resulü (s.a.a) bu işlerin yürütülmesi için mescidde özel bir yer ayırmıştı ve gelen heyetlerle bu özel yerde görüşüyordu. Burası mescidin sütunlarından birisinin yanıydı ve sonraları bu sütun “Vufûd Sütunu” olarak tanındı ve şimdi de aynı isimle bilinir. “vefd” elçi ve heyet anlamında olup çoğulu “Vufûd”tur. Kaynakların dediğine göre burasına “Meclisü’l-Kalâde” de denilmiştir, zira yine söylendiğine göre sahabenin büyükleri bu sütun kenarında oturarak sohbet ediyorlardı ve burada oturmak ayrıcalık sayılıyordu.334 331 -Delailu'n- Nubuvve, Beyhakî, c.7, s.272. -el-Meğanimü’l-Mutâbe, s.156, Tahkiku’n-Nusra, s.59 (her iki nakilde İbn-i Zübale’dendir). 333 -Tahkiku’n-Nusra, s.59; es-Sünenü'l-Kübra, Beyhakî, c.5, s.247 334 -Tahkiku’n-Nusra, s.60; Et-Ta’rif, s.61. 332 151 4. Serir Sütunu Mescidin sütunlarından birisi Allah Resulü’nün (s.a.a) itikâf günlerini yanında geçirdiği sütundu. Ashap, Allah Resulü’nün (s.a.a) dinlenmesi için burasına hurma yaprakları sermişti. Burası Ustuvanetu’s-Serir yanında yer aldığı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) yatak gibi dinlenme yeri olduğu için yatak anlamına gelen Serir olarak isimlendirilmiştir. 5. Kura (Ayşe veya Muhacirler) Sütunu Bu sütun için üç isim zikretmişlerdir. Ayşe’nin Allah Resulü’nden (s.a.a) rivayet ettiği bir hadisten dolayı burası “Kura Sütunu” ismini almıştır. RESİM S.266 Rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bu sütunun kenarında öyle bir yer vardır ki, eğer halk burasının önemini bilselerdi burada namaz kılmak için aralarında kura çekerlerdi.” Ayşe’nin bu rivayeti nakletmesi ve burasının faziletini hatırlatması hasebiyle “Ayşe Sütunu” denilmiştir. Muhacirlerin burada oturup sohbet ettikleri hasebiyle de “Muhacirler Sütunu” ismini almıştır. Bu nakillerin çoğunu Semhûdî VefâulVefâ kitabında zikretmiştir. 6. Hannâne Sütunu Daha önce minber yapılmadan önce Allah Resulü’nün (s.a.a) hurma ağacı gövdesine dayanarak hutbe okuduğunu söylemiştik. Yazdıklarına göre Allah Resulü (s.a.a) için minber yapıldığı ve onun, bu minber üzerinde sohbet ettiği zaman, bu ağaç yavrusundan ayrılan dişi devenin ağlaması gibi bir feryadın yükseldiği duyulmuştu. Bu sebeple söz konusu hurma ağacının yerine bir sütun yapıldı ve “Hannâne” olarak isimlendirildi. Allah Resulü (s.a.a) bu ağacın olduğu yere gömülmesini emretti. Bu sütunun yeri, mihrabın batısındadır. 7. Murabbaatu'l-Kabr veya Cebrail (a.s) Sütunu Cebrail’in (a.s) Allah Resulü’nün (s.a.a) yanına geldiği yer olması hasebiyle “Cebrail (a.s) Sütunu” olarak isimlendirilmiştir. Burası aynı zamanda Hz. Fatıma-i Zehra’nın (s.a) evinin girişidir.335 Bu sütun hali hazırda Hücre-i Şerif’in içinde olup asırlarca ulaşılması mümkün olmamıştır. Burası Hücre-i Şerif’in kuzey tarafı duvarıyla Hücre-i Şerif’in batı duvarının kesiştiği yerdir. Buraya ulaşılma imkânı olsaydı, çok kutsal bir ibadet yeri olacak ve mübarek mekânları araştırma peşinde olan kimselerin aşırı ilgi ve alaka duymalarına sebep olacaktı. Bazı rivayetler esasına göre Hz. Fatıma’nın (s.a) kabri de bu bölümdedir. Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin fazileti yanında zikredilen bu sütunun fazileti hakkında nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) kırk kuşluk vakti buranın kenarına gelmiş ve ev halkı İmam Ali (a.s), Hz. Zehra (s.a) ve Haseneyn’e 335 -Vefâul-Vefâ, c.2, s.450; el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, s.55. 152 (a.s): “Selam olsun size ey Ehlibeyt” şeklinde selam vererek şu ayeti tilavet etmiştir: “Ey Ehlibeyt, ancak ve ancak Allah, sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”336 Bu rivayet Ehlisünnet’in çeşitli kaynaklarında nakledilmiştir.337 8.Teheccüt Sütunu Daha öce Allah Resulü’nün (s.a.a) türbesinin batı duvarı bitimi ve kuzey duvarı noktasında Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin kapısı ve Murabbaatu'l-Kabr veya Cebrail Sütunu olduğunu söylemiştik. Doğu tarafa uzanan kuzey duvarın devamında ve Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin kuzey duvarı bitiminde Teheccüt Mihrabı vardır. Bu mihrabda duran kimsenin sol tarafında Bab-ı Cebrail ve sağ tarafında ise Makam-ı Cebrail vardır. Bu nokta Peygamber (s.a.a) zamanında mescidin dışındaydı ve buradan Hz. Resulün (s.a.a) gece namazını burada kıldığı ve bu sebeple Teheccüt Mihrabı olarak meşhurlaştığı anlaşılmaktadır. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurur: “Farz namazı dışında namazların en hayırlısı evde kılınan namazdır.”338 Bazı nakillerde Allah Resulü’nün (s.a.a) herkes uyuduğunda her gece Ali’nin (a.s) evi arkasına bir hasır sererek gece namazı kıldığı yer almıştır.339 Said b. Abdullah b. Fuzeyl şöyle diyor: “Ben burada namaz kılmakla meşgulken, Muhammed Hanefiye’yi gördüm. Bana: ‘Bu yerin fazileti hakkında bir şey biliyor musun?’ diye sordu ve ben de hayır dedim. Bana şöyle dedi: “Burada otur, burası Allah Resulü’nün (s.a.a) gece namazı kıldığı yerdir.”340 Müslümanlar zamanla mihrabın yanındaki bu sütuna -elbette mescidin bizzat kendi sütunlarından bilinmemesi gereken bir sütundur- şiddetli ilgi ve alaka duyamaya başladılar ve şimdiye kadar da Teheccüt Mihrabı’nın arkasında namaz kılmak için toplanırlar. 9. Muhallaka Sütunu Allah Resulü’nün (s.a.a) musallasının-namaz kıldığı yerin yakınındaki bu sütun sonraları kenarında Mushaf’ın bulunmasından dolayı “Mushaf yakınındaki sütun” olarak da söylenmiştir. Ancak niçin Muhallaka denildiğinin sebebine gelince: "Muhallaka" kokulu manasına gelmektedir. Bu sütunun bu adla adlandırılması, mescidin havasının güzel kokması için bu sütuna "ud" konulmasından dolayıdır. Bu adet, Abbasi halifelerinden Mehdi zamanında ve eşi Hayzaran tarafından başlatılmış daha sonraları devam ettirilmiştir. Günümüzde bu sütun üzerinde Hayzaran ismi yer almaktadır. Buhari’nin rivayeti esasınca Peygamber’in (s.a.a) ashabından Seleme b. Ekve’, teberrüke itikadı sebebiyle sürekli bu sütunun yanına gelip namaz kılıyordu; o şöyle diyordu: 336 -Ahzâb, 33. -Daha fazla bilgi için bkz: Âyatu’t-Tathir fi Ahâdisi’l-Ferikayn, Seyit Ali Muhammed Ebtehî, Seyyidi’ş-Şuheda yayıncılık, Kum, 1405h.k (iki cilt); Âyatu’t-Tathir fi Mesâdiri’l-Ferikayn, Seyit Murtaza Askeri, el-Mecmeul-İlmi el-İslami, Tahran 1377 h.ş. 338 -Tabakâtu’l-Kübra, c.1, s.362. 339 -et-Ta’rif, s.33. 340 -Vefâul-Vefâ, c.2, s.451. 337 153 “Peygamberin bu sütunun yanında namaz kıldığını gördüm.” Malik b. Enes de şöyle demiştir: “Nafile namazının kılınacağı en iyi yer burası ve farz namazının kılınacağı en iyi yer ise namazın ilk safıdır.” Ehlisünnet’in temel kaynaklarında yer alan bu tür rivayetler, sahabenin ilk neslinin teberrük konusuna verdiği önemi ortaya koyar. Kıble değiştiği zaman bu sütunun, belli bir süre Allah Resulü’nün (s.a.a) önünde yer aldığı ve gerçekte kıble alameti sayıldığını yazmışlardır. Söylendiği üzere bir kısmının mihrabın yakınına düşen bu sütun, mihrabın içerisindedir. Bu sütunun kenarında, Mushaf’ın korunduğu bir sandık vardı. Hadikatü’z-Zehra (s.a) Geçmişte mescidin birinci avlusunun güney açısında birkaç hurma ağacı vardı. Hicri altıncı asırda İbni Cübeyr, bu avluda on beş hurma ağacının olduğunu hatırlatmıştır. Sonraları buraya bir tane Sedir Ağacı ve bir tane de Humre isminde ağaç dikilmişti. Sonraları burasının Teheccüt Mihrabı’na ve Hz. Fatıma’nın (s.a) evine yakın olması hasebiyle “Hadikatü’z-Zehra –a.s-” olarak isimlendirilmiştir. Bu ağaçların fotoğrafını eski fotoğraflar arasında görmek mümkündür. Mübarek on dört imamın mübarek isimleriyle birlikte, Aşere-i Mübeşşere’nin isimleri (Ehlisünnet’e göre) ve Ehlisünnet’in dört mezhep imamlarının isimleri birinci ve ikinci avlu duvarları üzerine hat yazısıyla işlenmiştir. Bunlar arasında İmam-ı Zaman’ın (a.f) ismi, Muhammed el-Mehdi şeklinde gelmiş ve uzaktan “hayy(hayatta)” okunacak surette yazılmıştır. Söylenildiğine göre bu yazının “hayy” şeklinde okunmayacak şekilde değiştirilmiştir. Bu yazıtlar (Ketibe) Osmanlı dönemine ait olup Kaçarlar dönemi seyahatnamelerinde zikredilmiştir.341 Geçmişte Osmanlı devleti döneminde İslam dünyasının birçok yerinde Ehlisünnet, ilk halifeler ve dört mezhep imamlarının yanı sıra on iki imamı (a.s) da seviyorlardı ve bu sebeple, İslam dünyasının en büyük mescidine on iki imamın (a.s) isimlerini yazmışlardır. RESİM 93 S.269 Suffe Mekke ve etraf bölgelerdeki Müslümanlar Allah Resulü’nün (s.a.a) emriyle Medine’ye hicret ettiler ve Medine şehrinin, bunların tamamını ağırlama imkânının olmadığı aşikârdı. Ensar fedakârlık yaparak muhacirlerin büyük bir kısmını kendi evlerine götürdü ve bunların bir kısmı da kendi varlıklarını muhacirlerle paylaştı. Bununla birlikte muhacirlerin bir kısmı sığınaksız kaldı. Söz konusu bu kimselerin kendileri için ev yapıp geçimliliklerini sürdürebilecekleri bir işe sahip olmaları zaman aldı. RESİM -Seyahatname-i Hisâmu’s-Saltana, s.147-148; Seyahatname-i Ferhad Mirza, s.181. Bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 19, s.179; Seyahatname-i Ferâhânî, s.226; Seyahatname-i Nayibü’s-Sadr, s.220-221; Seyahatname-i Necmü’l-Mülk, s.179; Seyahatname-i Mirza Davud, s.165. 341 154 S.270 Ensar’dan olan Talha şöyle diyor: “Muhacirler Medine’ye girdiklerinde, arkadaşı olanlar, onların evlerine gidiyorlar ve tanıdıkları olmayanlarda Suffe’de barınıyorlardı. Kendim Suffe’de ikamet ediyordum ve Peygamber (s.a.a) günlük yetecek kadar bize hurma gönderiyordu.”342 Her halükarda fakir Muhacirler mescidin bir bölümüne yerleştirildi. Burada onları güneşten koruyup gölgesinden yaralandıkları gölgelik vardı. Onlardan bazıları akşam yemeğine Ensarın evlerine gidiyorlardı, ancak gece kalmak için tekrar yerlerine geliyorlardı. Bu kimseler çoğu zaman Allah Resulü’nün (s.a.a) gönderdiği az bir yiyecekle yetinmek zorundaydılar. Bir defasında onlardan birisi şöyle demişti: “Bize o kadar hurma verilmişti ki, karnımız alev almıştı!” Suffe’de ikamet edenlerin sayısı zamanla değişiyor; artıp eksiliyordu. Siyer kitaplarında isimleri zikredilen bu kimselerin sayısının yetmiş kişiye kadar ulaştığı anlaşılmaktadır. Yedinci yılda Medine’ye gelen Ebu Hureyre şöyle diyor: “Benim gördüğüm yetmiş kişiden hiçbirisinin abası yoktu. Bazıları pantolon ya da aba yerine kendilerine havlu dolamışlardı; bazen havlu onların bacaklarına bile ulaşmıyor ve avretlerinin görünmemesi için havluyu elleriyle tutuyorlar bazen de havlulunun uzunluğu ayakları üzerini örtecek kadar uzundu.”343 Bazıları bunların sayılarının yaklaşık yetmiş kişi olduğunu söylemişlerdir.344 Suffe’de ikamet eden meşhur sahabelerin isimleri şunlardan ibarettir: Ebuzer Gaffari, Salmani Farisi, Abdullah b. Mesud, Mikdat b. Esved, Huzeyfe b. Yemân, Suheyb Rumî ve Bilal. Bu kimseler cemaat namazına katılmaktan, ibadetten ve gazve ve seriyelere katılmaktan başka bir işle meşgul değillerdi; abit ve zatih bir ruhiyeye sahip olmaları hasebiyle İslam tarihi boyunca arif kimselerin örnekleri olmuşlardır. Yeni Medine’ye gelen bu şahısların çoğu dini öğretileri öğrenmekle meşguldüler. Ubade b. Samit’in, Suffe’de ikamet edenlere Kur’an öğrettiğini söylemişlerdir. Bazıları Bakara suresinin 273. ayetinin Suffe ehli hakkında olduğuna inanırlar. Bu ayette şöyle buyrulur: “(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” İmam Sadık’ın (a.s) babasından naklettiği bir rivayette İmam şöyle buyurmuştur: -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.2, s.486. -Sahih-i Buhari, c.1, s.120 (Dar-u İhyai't-Turas). 344 -Bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 21, s.73. 342 343 155 “Allah Resulü (s.a.a) Suffe Ashabı’na başvururdu, zira onlar, Allah’ın misafirleri ve ailelerini, mallarını ve varlıklarını terk edip Medine’ye hicret etmiş ve Allah Resulü (s.a.a) onları Suffe’ye yerleştirmişti. Sayıları dört yüz olan bu kimselere, Allah Resulü (s.a.a) sabah akşam selam veriyor ve onların hal hatırlarını soruyordu. Bir gün Allah Resulü (s.a.a) onlardan birisini ayakkabısını dikerken, bir diğerini abasını yamarken ve üçüncü kişiyi başını yıkarken gördü. Allah Resulü (s.a.a) onların her birine günde bir ölçek hurma paylaştırıyordu. Onlardan birisi kalkıp şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resulü! Sizin bize yedirdiğiniz bu hurmalar, karnımızı kazındırıyor ve yakıyor!’ Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun! Eğer gücüm yetseydi dünya nimetlerini önünüze sererdim. Ancak sizler, benden sonra hayatta olacaksınız ve sabah akşam çeşitli kaplarda değişik yiyeceklerle dolu yiyeceklere sahip olacaksınız. Sizlerden bazıları, sabah bir sofra açacak akşam başka bir sofra serecek. Sizler büyük evler yapacaksınız ve Kâbe gibi yüksek evlerde oturacaksınız.” Ashaptan birisi kalkıp şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü! Ben o günler için sabırsızlanıyorum, ne zaman o günlere kavuşacağız.” Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sizlerin bu zamanı, o zamandan daha iyidir. (Şimdi) Karnınızı helalle doldurmuş olabilirsiniz, ancak (yarın) karnınızı haramla doldurmanızdan korkarım.”345 Suffe ashabı için özelleştirilen yer, mescidin doğu bitimi tabiri caizse mescidin bitimi; kuzey duvarı kenarında 96 metrelik üstü örtülü bir yerdi. Dolayısıyla günümüzde Suffe unvanında gösterilen yer gerçekte “Dekketü’l-Âğavât” Hâcelerin Dükkânı- olarak isimlendirilen yerin, Suffe ashabının yeri değil, onun batısında Peygamber (s.a.a) zamanındaki mescidin içinde yer alması gerekiyor. Günümüzde yanlış yere Suffe diye isimlendirilen yer, Peygamber (s.a.a) zamanından 88-91 yıllarına Velid b. Abdülmelik zamanında imar ve genişletme çalışmalarına kadar mescidin dışındaydı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) bazı eşlerinin hücreleriydi. Kubbetu'l-Hadrâ/ Yeşil Kubbe 678 yılında Memlûk sultanı Kalavun, Peygamber’in (s.a.a) mutahhar kabri üzerine kümbet yaptı. Bundan öncesine kadar sadece bu bölümün duvarı, mescidin diğer bölümlerinin duvarlarından biraz yukardaydı. Kalavun’un yaptığı kümbet, aşağı tarafta küp şeklindeki sütunların üzerindedir fakat yukarı bölümü sekiz köşelidir. 853, 878 ve 881 yıllarında mescidin birkaç yeri yapılandırıldı, birkaç hücresi yenilenip taş taban yapıldı ve kümbet tamir edildi. 886 yılındaki yangında maksure-bölme ve kubbe büyük zarar gördü, ancak Hücre-i Şerif yani kabrin olduğu alan bu yangından etkilenmedi. Bunun ardından 887 yılında Sultan Kaytabay, yangından büyük zarar gören kubbeyi yeniden yaptı. Bir kaç sene sonra kubbe tekrar yenilendi. 1233 yılında Osmanlı sultan Mahmud döneminde de kubbe yenilendi ve o zamana kadar kubbenin rengi mordu. Sultan Abdülhamid döneminde mübarek 345 -Bihâru’l-Envâr. Allame Meclisi, , c.22, s.310; c.70, s.128 ve c.72, s.38. Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, sayı:21, s.77-78. 156 kabir üzerindeki kubbenin rengi değiştirilip yeşil yapıldı ve bu zaman ve bundan sonrası “Kubbetu'l-Hadrâ (Yeşil Kubbe)” olarak meşhurlaştı.346 Uygulama gereğince her sene kubbenin rengi üzerine renk vuruyorlardı. Kubbeyle gökyüzü arasında tavan gibi bir engelin olmaması için kubbenin altından delik açılması ilginç bir noktadır. Bu deliğin açılma kıssası şöyledir: Medine’ye yağmur yağmadı ve halk bu konuda Ayşe’den yardım istedi. Ayşe de halka, Peygamber’in (s.a.a) kabrinin varlığını hatırlattı. Peygamber’in (s.a.a) eşi, teberrük ve tevessüle inancı olmayanların aksine halkı kabre yönlendirdi. Kabir üzerine kubbenin yapılmasından buyana deliğin aralanarak yağış az olduğu zaman Allah’tan yardım istenmesi sünnet olarak kalmaya devam etti.347 Mescidin Kapıları Peygamber (s.a.a) zamanında Mescid-i Nebevi’nin ilk binasına üç tane kapı yaptılar. Doğu kısmında Cebrail Kapısı vardı ve sonraları bu kapıya “Âl-i Osman Kapısı” ve “Bab-ı Nebi” de deniliyordu. Bu kapının asıl yeri mescidin doğu duvarında Hücre-i Şerif’in batı duvarıyla kuzey duvarının kesişim noktasından yaklaşık iki metre daha yüksekti. Gerçekte Cebrail Kapısı tam olarak asıl kapının karşısında değil biraz daha kuzey tarafa meyillidir. Mescidin batı kapısı “Bab-ı Atike olup “Bab-ı Rahmet” ismiyle meşhurdur. Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) mescide girdiği kapıydı ve kıblenin değişmesiyle bu kapının yeri de değişti. Üçüncü kapı da kıblenin değişmesinden öncesine kadar mescidin güney duvarında ve Efendimizin (s.a.a) mihrabıyla Hücre-i Şerif arasındaydı ve sonraları kıblenin değişmesiyle bu kapı, mescidin kuzey duvarına taşındı. Söylenmesi gerekir ki mescidin doğu, batı ve kuzey duvarları kenarına hücreler yapıldığında bu hücrelerin her birine kapı açıldı ve hücrelerin sahipleri “Huhe” adı verilen küçük kapılardan mescide giriyorlardı. Hicretin üçüncü yılında Uhud Gazvesi’nden biraz önce Allah Resulü (s.a.a) gerçekte Allah’ın emriydi- Ali’nin (a.s) kapısı dışında mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Bu hadis Ehlisünnet’in muteber hadis kitaplarında da nakledilmiştir.348 İslam’ın ilk asrında genellikle şeyheyn (Ebubekir ve Ömer) taraftarı olan Medine ahalisi hadis kaynaklarında Ebubekir’in kapısı hakkında nakledilen bir rivayetin esasınca Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu söylenmiştir: “Ebubekir'in penceresinden başka mescide bakan açık pencere kalmasın.” Söylendiğine göre mescidin batı duvarında ve Babı’s-Selam’ın yakınında Ebubekir’in evinin yanında bir penceresi vardı ve gerçekte Ebubekir’in hücresiyle mescid arasında bir pencere vardı ve o, buradan mescide giriyordu. Bu hücre (ev) imar ve genişletme çalışmalarında mescidin içine alındı, ancak mescidin batı duvarındaki tabela onun kapısını göstermektedir. Mescidin batı duvarının onlarca metre genişletildiği söylememiz gerekir. Kapıların kapatılması hadisi -Tamir ve Tovsee-i Mescid-i Şerifi Nebevi, s.69-70. -Bkz: Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.193. 348 -el-Hâvî li’l-Fetâvâ, c.2, s.120; Bu hadisin yolları hakkında bakınız: Ehlu’l-Beyt fi’l-Mektebeti’lArabiyye, s.223-235. 346 347 157 ve Ebubekrin kapısı hakkında hadis kaynaklarında ilginç açıklama ve yorumlar getirilmiş ve bunları Semhûdî Vefâul-Vefâ kitabında zikretmiştir. Bab-ı Selam ve Bab-ı Nisa’nın da ikinci halife asrında mescide ilk eklenmiş bölümlerden olduğunun söylenmesi gerekir. Mescidin yeni binasına eklenen kapıların sayısı toplam yetmiş büyük kapıyı kapsar. Numaralandırılan bu kapıların sayısı kırk bire kadar ulaşır. Bunların ilki yani kapı no:1 Bab-ı Selam ve 41 nolu kapı ise Bab-ı Bakî’dir. Harem-i Nebevi’nin (s.a.a) Kütüphanesi Harem-i Nebevi’nin (s.a.a) Kütüphanesi Hicri Kameri 1428 yılı sonuna kadar birkaç kat şeklinde mescidin ortasındaydı, ancak bu yılda mescidin batı tarafında Babu’l-Atik’in kenarına ve mescidin üst katına kütüphane binası yapıldı ve basılmış kitapların tamamı buraya alındı. Mescidin doğu tarafına söz konusu kütüphanenin yakınına kadınlar için daha küçük bir kütüphane yapıldı. Bu kütüphaneye gitmek için geniş yürüyen merdiven yapılmıştır ve kütüphane, asli koridorları yanında tali koridorları, odaları ve açık kitap raflarıyla alaka duyanların ziyaretine açıktır. Günümüzde asli nüshalar ve çok az bulunan taş basma kitaplar, mescidin ortasındaki ilk kütüphanede korunurken yeni yapılan kütüphanede 120 bin cilt kitap bulunmaktadır. Mescidin Minareleri Mescidin ilk binası ve Velid b. Abdülmelik zamanında mescidin genişletilmesi faaliyetlerine kadar mescidde hiçbir surette minarenin olmadığını göstermektedir. O zamanlarda müezzin sadece mescidin üstüne çıkarak ezan okuyordu. Velid’in emriyle mescidin her köşesine minare yapıldı. Bu minareler zamanla yenilenerek yerlerini daha sağlam minarelere bıraktı. Yeni minareler Sultan Kaytabay eliyle yapıldı ve mescidin imar ve genişletilmesi çalışmalarında bu minarelerin bazıları yerini korurken bazıları da varlığını koruyamadı. Daha sonraları mescid için yeni minareler yapıldı. Mescidin dört asli minaresi şunlardan ibarettir: Kuzey köşelerde yer alan “Süleymaniye Minaresi” ve “Mecidiye Minaresi”dir ve Suudi döneminde her ikisi de yıkılmış ve yerlerine yenileri yapılmıştır. Üçüncüsü Yeşil Kubbe’nin kenarında ve güney doğu köşesindeki “Reisiyye Minaresi” olarak meşhurdur. Hicri Kameri 886, 888 ve 892 yıllarında üç kez Kaytabay tarafından tamir edilen ve altmış metre yüksekliğindeki bu minare şimdiye kadar varlığını korumuştur. Bab-ı Selam’ın kenarında yer alması hasebiyle “Bab-ı Selam Minaresi” adıyla meşhur olan dördüncü minare mescidin batı köşesinde yer alır. Bu minare Memlûk sultanı Ahmed b. Kalavun tarafından hicri 706 yılında yapılmış olup şimdiye kadar olduğu şekliyle kalmıştır. Memlûk Kaytabay tarafından Bab-ı Rahmet tarafına yaptırılan başka bir minare daha vardı, ancak bu minare Suudi döneminde kaldırıldı. Fahd döneminde mescide yapılan yeni eklemelerde altı minare daha eklendi. Günümüzdeki mescidin minare sayısı on tanedir. 158 Allah Resulü’nün (s.a.a) Hücreleri ve Fatıma’nın (s.a) Hücresinin Konumu Allah Resulü (s.a.a) mescidin yerini aldığında etraftaki yerlerin sahipleri Allah Resulü (s.a.a) ve Muhacirlerin ikameti için kendi yerlerini bağışladılar. Mescidin doğu tarafı Allah Resulü (s.a.a) ve onun eşleri ve kızı Hz. Fatıma’nın (s.a) ikamet etmesi için özelleştirildi. Muhacirlerin bir kısmı, mescidin diğer kısımlarına yerleştiler ve böylelikle tek odalı evler yapıldı. 4 veya 5 metre uzunluk ve genişliğindeki hücre, evin kapısından hücre kapısına kadar 3/5 metreydi. Allah Resulü’ne (s.a.a) özelleştirilen bölümde, Efendimizin (s.a.a) ömrünün sonuna kadar yaşadığı on hücre vardı ve üzerleri örtülü bu hücrelerin duvarları hurma dallarından yapılmış ve her türlü süslemeden uzaktı. Ümmü Seleme evinin duvarlarını kerpiçten yaptığında, bu hücre, Peygamber’in (s.a.a) diğer eşlerinin hücresinden tamamen farklı hale gelmişti. O zamanlarda Medine etrafında çokça süslü taştan yapılmış kale görünümünde “Utum” adı verilen evler göze çarpıyordu. Böyle bir yapıya sahip olan Ka’b b. Eşref’in kalesi son zamanlara kadar varlığını korumuştur. RESİM 96 S.277 Mescid Etrafındaki Evlerin Konumu Hicretin ikinci yılında kıblenin değişmesi sebebiyle etraftaki evlerin konumları da değişti. Kıblenin değişmesinden önce Medine Müslümanları kuzeye Beytü’l-Mukaddes tarafına doğru namaz kılıyorlardı. Doğal olarak mescidin güney duvarına ev yapılmıştı. Ancak kıble Mekke yönüne çevrildiğinde Müslümanlar güneye doğru namaz kıldılar ve bu evlerde başka yönlere taşındı. Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) o zamandan günümüze kadar güney tarafında az bir genişletme dışında genişletilmediğini söylememiz gerekir. Günümüzde Allah Resulü’nün (s.a.a) defnedildiği mescidin doğu tarafında, onun en güneyinde ve hatta mihrabın hizasındaki noktanın birüz üst tarafında Hafsa’nın evi vardı. Hali hazırda Peygamber’in (s.a.a) kabri karşısındaki en doğu tarafına kadar uzanan bu noktanın, mescidden dışarı çıkılan koridor olması gerekir. RESİM S.287 Hafsa’nın evinin devamında Ayşe’nin hücresi yer alır ve meşhur görüşe göre Peygamber’in (s.a.a) defnedildiği yer burasıdır. Sonraları Ebubekir ve Ömer de buraya defnedilmişlerdir. Elbette hali hazırda zarihle-türbe etrafının çevrelendiği yerin hepsi Ayşe’nin hücresi değildir. Burasının kuzey tarafının yarısı Fatıma (s.a) ve eşi Ali’nin (a.s) evidir. Hz. Fatıma’ın (s.a) evinin kuzey duvarı, Teheccüt Mihrabı’na kadar uzanır ve hali hazırda Peygamber’in (s.a.a) türbesinin kuzey köşesidir; mescidin yerinden biraz yüksek olan ve Kur’an raflarının konulduğu bu yerin arkasında ziyaretçiler dua edip namaz kılar. 159 Tarihçilerin bir kısmının kabul ettiğine göre: Günümüzde Peygamber’in (s.a.a) defnedildiği ve Ayşe’nin -hükümetin yardımıyla- sahiplendiği yer gerçekte iki bölümü kapsamaktaydı; bir bölümü Ayşe’ye ait ve özeldi ve e Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra defnedildiği diğer bir bölüm ise Peygamber’in (s.a.a) kendisine aitti. Teheccüd Mihrabı’ndan sonra yer alan Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin hücreleri sırasıyla şöyledir: Teheccüt Mihrabı’nın kuzey uzantısında ve günümüzde Suffe’nin yeri olarak tanınan -daha önce burasının Suffe’nin yeri olmadığını söylemiştik- yerde Cahş’ın kızı Zeyneb’in evi vardır. Ondan sonra kuzey şeridinde sırasıyla Cüveyriye, Ramle ve Meymune’nin evi yer alır. Bu evlerin tamamı mescidin doğu duvarına bitişiktir. Bu evlerin yapıları gerçekten küçüktü ve bazı rivayetlerde geldiğine göre bu evler Bab-ı Nisa’ya kadar uzanıyordu. Doğu tarafında Ayşe ve Fatıma’nın (s.a) evi arkasında yer alan diğer iki ev Sevde ve Ümmü Seleme’ye aittir. Bu iki ev, Ayşe ve Fatıma’ın (s.a) evlerinin doğu duvarına bitişmiştir. Ümmü Seleme’nin yaşadığı evde hicri dördüncü yıla kadar Zeyneb binti Huzeyme yaşıyordu ve onun vefatından sonra Ümmü Seleme burasını ikamet yeri edindi. Doğal olarak Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin mescidin doğu tarafına doğru Ümme Seleme’nin evi yanından geçen küçük bir yolunun olması gerekir. Tarihi verilere göre Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra halk burada yıllarca Cuma namazı kılmıştır.349 Söz konusu toplam dokuz evin sadece dördü içerden hurma dallarıyla ev şeklinde taksim edilmişti ve Peygamber’in (s.a.a) diğer beş eşinin hiçbir şekilde evleri yoktu.350 Daha önce sahabenin bazılarının mescidin kenarına ev yaptıklarını söylemiştik. Bu evlerin bazılarında ikamet edilmemesi ve ev sahiplerinin örneğin öğle ile ikindi namazı veya akşamla yatsı namazı arasında buralarda dinleniyor olmaları mümkündür. Bu evlerin çoğunluğunun kapısı mescide açılıyor ve hicri ikinci yıla kadar bu kapılardan mescide giriyorlardı. “Ali’nin kapısı hariç, kapıları camiye açılan bütün evlerin kapıları kapansın” buyruğundan sonra, bu evlerin mescide açılan kapıları kapatıldı. Ashap bu konuda Allah Resulü’ne (s.a.a) itiraz ettiklerinde Allah Resulü (s.a.a): “Bu, Allah’ın emridir”, buyurdu. İbni Abbas, Zeyd b. Erkam, Berâ b. Âzib Ensari, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah Ensari, Ümmü Seleme ve diğer birçok sahabe tarafından da bu hadis rivayet edilmiştir. İbn-i Asâkir Tarih-i Dimeşk kitabında Hz. Ali’nin hayatı bölümünde bu hadisleri zikretmiştir. 351 Kur’an’da bir defasında bu evler “Hucurat” unvanında anılarak şöyle buyrulmuştur: “(Ey Muhammed!) Odaların arkasından sana bağıranların çoğu aklı ermeyen kimselerdir.”352 Bir defasında da “Buyût” unvanında yâd edilmiştir: 349 -ed-Durretü’s-Semîne, s.248. -ed-Durretü’s-Semîne, s.248. 351 -Tercümet-i el-İmam Ali b. Ebi Talib (a.s), (İbn-i Asâkir, Muhammed Bakır Mahmudi’nin tashihiyle), s.275-305. 352 -Hucurat, 4. 350 160 “Ey İman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin.”353 Hicri Kameri 91 yılına kadar evler ilk hallerinde olduğu gibi yerinde kaldı, ancak Velid b. Abdülmelik Medine’de geniş çaplı binaların yapımını başlatıp Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) genişletilmesi ve Medine’deki tüm mescidlerin yapılandırılması düşüncesinden sonra zamanın Medine valisi Ömer b. Abdülaziz’e mesciddeki evlerin yıkılmasını emretti. Medine halkı bu işten çok rahatsız olmuş ve ağlar gözlerle evlerin yıkılmasını seyrediyorlardı. Halk, gelecek nesillerin Peygamber’in (s.a.a) sade ve gösterişten uzak yaşantısını bilmeleri için bu eserlerin ortadan kaldırılmasına son derece rahatsız olmuştu. Said b. Musayyib şöyle diyor: “Keşke bu evler olduğu gibi yerinde kalsaydı ve Medine’ye gelenler, Peygamber’in (s.a.a) kendi yaşamında halkı övünüp biriktirdiği şeyler konusunda nasıl dengelediğini ve onları nasıl zahitliğe yönlendirdiğini görseydi.354 Her halükarda Allah Resulü (s.a.a) kendi Hücre-i Şerif’ine defnedildi ve birinci ve ikinci halife de, burasının kendi mülkü olduğunu iddia eden Ayşe’nin izniyle buraya defnedildiler; zamanla burasının etrafına duvar çekildi. Ayşe, kendi evini yüklü bir miktar karşılığında Muaviye’ye sattı ve kendisi hayatta olduğu sürece burada yaşamayı şart koştu. Hicri Kameri 55 yılında Sevde öldü, onun evi Ayşe’nin evinin kenarında olması hasebiyle ölmeden önce evinin Ayşe’ye verilmesini vasiyet etti. Yıkım zamanında Fatıma’nın (s.a) evinde İmam Hüseyin’in (a.s) kızı Fatıma-ı Suğra ve eşi Hasan b. Hasan b. Ali (a.s) yaşıyordu. Fatıma-ı Suğra, mescidin büyütülmesi için evini vermeye yanaşmadı. Bu haber Velid’e ulaşınca, evin zorla onların ellerinden alınması emri geldi ve söz konusu ev beytülmalın parasıyla satın alınarak yıkıldı ve mescide katıldı. Burasının Fatıma-ı Suğra’nın evi olması ve elinden zorla alınması, dolayısıyla gasbedilmiş olması sebebiyle halk burada asırlarca namaz kılmadı. İşte bu hadiseden sonra Fatıma-ı Suğra’nın evi zorla elinden alınmış ve o da Harre bölgesi yakınlarına yerleşmişti. Yazıldığına göre Fatıma-ı Suğra, ev yapacağı noktada iki rekât namaz kılıp dua etmiş ve bir de su kuyusu çıkarmıştır. “Hüseyin’in (a.s) kızı Fatıma’nın kuyusu” olarak meşhur olan bu kuyu, on üçüncü asra kadar varlığını korumuştur.355 Menâhe’de Gamame Mescidi ve İmam Ali (a.s) Mescidi’nin yakınında yer alan bu kuyu, imar ve genişletme çalışmaları esnasında ortadan kaldırılmıştır. Hz. Zehra’nın (s.a) evinin Murabbaatu'l-Kabr veya Makam-ı Cebrail’in (a.s) kenarında yer aldığını, ancak Sultan Baybars zamanında 668 yılında Hücre-i Şerif’in etrafının tahta bölmelerden (parmaklık) yapıldığını ve Hz. Zehra’nın (s.a) evinin bu ağ ve alan içinde kaldığını yinelememiz gerekiyor. Ömer b. Abdülaziz’in, Kabri Şerif etrafına yaptırdığı beş köşeli duvarı ve Hz. Zehra’nın (s.a) evini kaplayan bu ağ ve daire şimdiye kadar varlığını 353 -Ahzâb, 53. -ed-Durretü’s-Semîne, s.251; Vefâul-Vefâ, c.2, s.461. 355 -Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.287. 354 161 korumuştur. Sonraları bu parmaklıklar yanmış ve bunların yerini metal parmaklıklar almıştır. Büyük bir ihtimalle Hz. Zehra’nın (s.a) evinin bu parmaklıklar içine alınmasının sebebi; halkın, Ömer b. Abdülaziz’in zorla aldığı için burasını gasbedilmiş olarak bilmeleri ve burada namaz kılmaktan kaçınıyor olamalarıdır. Ancak burasının parmaklıklar içine alınmasıyla güya bu meselenin üzeri örtülmüş olacaktı. İmam Sadık’tan (a.s) gelen bir rivayette İmama: Fatıma’nın evinde namaz kılmak da Ravza’da namaz kılmak gibi midir? sorulduğunda İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Aksine daha faziletlidir.”356 Hz. Zehra’nın (s.a) evinin ön cephesinde yani evin güney ve kıble tarafı kenarına bir sütun yapılmıştır. Yaklaşık iki yüz yıl öncesine dayanan bilgiler esasına göre, mihrabın yeri çukurumsu gibiydi ve taşla kaplanmıştı.357 Hz. Zehra’nın (s.a) kabri evindedir görüşünü savunanlar Hz. Zehra’nın (s.a) burada defnedildiğini kabul ederler. Günümüzde ağ şeklindeki zarih içinde yer alan Hz. Zehra’nın (s.a) evine ulaşım mümkün değildir. 356 -Usul-u Kâfi, c.4, s.556. -Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.170. 357 162 Medine’nin Güneyindeki Kutsal Mekân ve Mescidler (Kubâ) Medine’nin güneyi, suyun bol olduğu ve verimli toprakların bulunduğu yerdir. Böyle olmasına karşın bu bölge de küçük harreler (püskürük kayaçlar) ve kayalık yerlerden nasibini almıştır. Çok miktarda hurma bahçeleri vardır. Bu bölge genel olarak güney batısında Usbe, güneyde Kubâ ve güney doğuda Kurban ve Avâlî’yi kapsar. Bu bölgede yer alan kutsal mescid ve mekânları anlatmakla konuya gireceğiz: Kubâ Mescidi Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) güneyine altı kilometre uzaklığındaki Kubâ bölgesi hava ve suyunun güzelliğiyle, ziraat yerleri ve bol suyuyla Medine etrafındaki bölgelerden birisidir. Bu sebeple Kubâ’da pek çok hurmalıklar vardı ve hala da vardır. Ben-i Amr b. Avf Taifesi olarak tanınan bölge halkı, Kubâ’nın Medine’nin güneyinde ve gerçekte Mekke ve Medine yolunun başında yer alması hasebiyle, Muhacirleri ve hicret zamanında Allah Resulü’nün (s.a.a) şahsını ilk karşılayan halktı. Allah Resulü’nün (s.a.a) gelmesinden önce, Mekke’den Medine’ye gelen Muhacirler, geçici olarak Kubâ’da ikamet etmişlerdir. Allah Resulü (s.a.a) Rebiulevvel ayının on ikinci gününün öğle vaktinde Kubâ’ya girdi ve Ben-i Amr b. Avf kabilesi arasında bekâr olan Gülsüm b. Hidm’in evinde ikamet etti. Allah Resulü (s.a.a) pazartesinden perşembeye kadar onların arasındaydı ve bu zaman sürecinde Gülsüm’e ait olan zemini mescid unvanında seçerek burasını mescid yaptı. Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’de olduğu günlerde, İmam Ali b. Ebu Talib’in (a.s) eşliğinde Peygamber’in (s.a.a) bazı aile fertlerinin Medine’ye gelmesine kadar cemaat namazı kılınıyordu. Onlar geldikten sonra şimdiki Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) yer aldığı Yesrib’e doğru hareket ettiler. Allah Resulü (s.a.a) Kubâ’da bulunduğu bir kaç gün içinde buraya mescid yaptı ve mescid alanı yalnızca harre taşlarıyla çevrelenmişti. Elbette Velid b. Abdülmelik zamanındaki imar ve genişletme çalışmalarına kadar mescidin tavanı yoktu ya da olsa bile hurma dallarıyla örtülmüştü. Pek çok rivayet esasına göre Kubâ Mescidi “İlk günden temeli takva (Allah'a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit, içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır.”358ayetinin somut örneğini temsil eder. Bu ayet, söz konusu mescidin ilk günden temelinin takva üzerine yapıldığını ve bunun için Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kılmasının daha uygun olduğunu buyurur. Bu ayetin nüzul sebebi Kubâ Mescidi olması hasebiyle Kubâ 358 -Tevbe, 108. 163 Mescidi’ni “Mescidü’t-Takva” unvanıyla da tanımışlardır.359 Bu ayet, nifak ve ihtilaf tohumları üzere bina edilen Dırar Mescidi’nin aksine, binası takva temelleri üzerine yapılan Kubâ Mecidi hakkında nazil olmuştur. Ayette geçen “Min evveli yevm (ilk günden)” tabiri, Kubâ Mescidi’nin ilk günden itibaren halis ve tertemiz niyetler üzerine bina edildiğini göstermektedir. RESİM 97-98 Kubâ Mescidi Karşısında Dırar Mescidi “Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.”360ayetinin Kubâ Mescidi’nde namaz kılanlar hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Bu ayet, münafıkların Dırar Mescidi yapma girişiminde bulunduklarına işaret eden ve hicri dokuzuncu yılda Tebük Savaşı’ndan kısa bir süre öncesiyle alakalı Tevbe suresinin ayetleri yanında gelmiştir. Dırar Mescidi hakkında söylenildiğine göre Mu’tab b. Kuşeyr, Sa'lebe b. Hâtib ve... gibi mescidi yapan bir kısım kimseler -on kişi361- Allah Resulü’nün (s.a.a) Tebük seferine çıktığında yanına geldiler ve uygulana geldiği şekliyle Peygamber’den (s.a.a) yaptıkları bu mescidde namaz kılmasını istediler. Peygamber (s.a.a) namaz kılınmasını gelindikten sonrasına bıraktı. Bu cemaatin nifakıyla alakalı ayetlerin inişi ve Allah Resulü’nün (s.a.a) burasını yakmaları için bir grup göndermesi bu seferde gerçekleşmiştir. Malik b. Dahşem şöyle anlatıyor: “Ben evimden ateşle tutuşturulmuş hurma dalı getirdim ve akşam ile yatsı arası; Mecma’ b. Câriye’nin cemaat imamlığı yaptığı bir anda mescidi yakıp harabeye çevirdik ve içindekiler dağıldılar. Peygamber’in (s.a.a) gelmesinden sonra Efendimiz (s.a.a) ev yapması için burasının yerini Âsım b. Adî’ye verdi. Âsım kabul etmeyince, Efendimiz (s.a.a) Sâbit b. Akrem’e verdi.” Çok enteresandır ki, yaptığı ilginçliklerle tanınan Ebu Lübâbe mescidin enkazlarını alarak kendine ev yaptı. Şöyle denilmiştir: Hiçbir zaman bu ev çocuk yüzü görmedi, hiçbir güvercin buraya yuva yapmadı ve hiçbir kuş buraya yumurta bırakıp kuluçkaya oturmadı.362 Hicri yedinci asrın başlarında Yakut Hımevî şöyle yazar: “Kubâ Mescidi karşısına yapılan Dırar Mescidi’nin bu güne kadar enkazı kalmıştır. Kubâ Mescidi’ni ziyareti için bu bölgeye gelenler, Dırar Mescidi’ne de uğrayarak tekme atıp giderler.”363 Yine aynı asırda İbni Neccâr şöyle yazıyor: “Bu mescid, Kubâ Mescidi’nin yanında duvarları yüksek büyük bir mescidtir. Halk buranın taşlarını alır ve bu mescidin nefis bir binası vardır.”364 Her halükarda Kubâ Mescid’i Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı ilk mescidtir. Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılınması hakkında şöyle buyurmuştur: -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.55. -Tevbe, 108. 361 -Bunların isimleri için bakınız: ed-Durretü’s-Semîne, s.355-356. 362 -el-Meğâzî, Vakidî, Farsça tercüme, s.796-797. 363 -Mucemu'l-Buldan, c.4, s.342 “Kubâ”nın zeylinde gelmiştir. 364 -ed-Durretü’s-Semîne, s.358. 359 360 164 “Kendini evinde temizleyip Kubâ Mescidi’ne gelip iki rekât namaz kılan kimse bir umre sevabı almıştır.”365 Başka bir hadiste de şöyle gelmiştir: “Allah Resulü (s.a.a) bazen binitli bazen de binitsiz Kubâ Mescidi’ne geliyor ve iki rekât namaz kılıyordu.”366 Daha önce Allah Resulü’nün (s.a.a) Kubâ’ya girdiği zaman Gülsüm b. Hidm’in misafiri olduğunu ve Sa’d b. Hayseme’nin evinde halkla beraber namaz ikame ettiğini söylemiştik. Sa’d, Bedir Savaşı’nda, babası ise Uhud Savaşı’nda şehit oldu. Sa’d b. Hayseme ve Gülsüm b. Hidm’in evi mescidin kıbletarafındaydı -güney batı- ve bu evlerin her ikisi, hali hazırda mescidin içinde konumlanmıştır. Hicri Kameri 1406 yılındaki imar ve genişletme çalışmalarından önce Sa’d b. Hayseme’nin evi müstakil bir suretteydi ve on dört asır boyunca Kubâ Mescidi ziyaretçileri, bu eve de giriyorlar ve namaz kılıyorlardı. Günümüzde ise söz konusu bu iki mescidin yeri, Kubâ Mescidi’nin kıble tarafında mihrabın sağında yer almaktadır. Allah Resulü (s.a.a) Medine’nin merkezine yerleştikten sonra her hafta; bazen cumartesi günleri bazen de pazartesi günleri Kubâ’ya geliyor ve bu mescidde iki rekât namaz kılıyordu. İbn-i Şebbe yazıyor: “Allah Reslü iki gün Kubâ’ya geliyordu.”367 Genellikle Allah Resulü’nün (s.a.a) yalnızca iki gün Kubâ’ya geldiği meşhurdur. Bir defasında Hâris b. Süveyd’in kısası için bu günler dışında bir günde gelmişti ve özel bir iş için geldiği belliydi. Hâris b. Süveyd, babasının katili olan Müczer ismindeki şahsı Uhud savaşında ve tamda savaşın sıcağı sıcağına olduğu bir anda bulup öldürmüştü. Hâlbuki her ikisi de Müslüman’dı.368 Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı gibi yapmayı ve onun namaz kıldığı her yerde namaz kılmayı kendisine prensip edinen Abdullah b. Ömer, Allah Resulü’nün Kubâ’ya cumartesi günleri geldiğinde ısrar ediyor ve kendisi de böyle yapıyordu. Allah Resulü’nün (s.a.a) her cumartesi ve pazartesi günleri Kubâ’ya gitmesi onun yaşamında özel programa sahip olması ve kendi işini son lahzaya kadar planlaması esasına göredir. Kubâ’da oturan bazı çehreler Allah Resulü’nün (s.a.a) son derece iyi ashablarındandı. Hicri onuncu asrın sonlarında Ömer b. Abdülaziz, Velid’in emriyle Kubâ Mescidi’nin ilk binasını yıktı ve onun yerine sağlam yeni bir bina yaptı ve mescid için sundurmalar yaptı. Daha sonraları Kubâ Mescidi Musul hâkim ve vezirlerinden birisi Cemaleddin Ebu Mansur İsfehânî tarafından Hicri Kameri 555 yılında yenilendi. Bu vezirin eserleri Mekke ve Medine’nin tamamında göze çarpar ve biz, bu kitapta birkaçına işaret etmiştik. 365 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.41. -Sahih-i Müslim, Bab-ı Fadl-ı Mescid-i Kubâ, h.399. 367 -et-Tarihi’l-Kavîm li Mekketi ve Beytullahi’l-Kerim, c.1, s.264. 368 -Şerh-i Nehcül-Belaga, İbn-i Ebi'l-Hadid, c.15, s.47-49. 366 165 Kubâ Mescidi, sürekli Müslümanların ilgi ve alakasını çekmiş ve bu mescidin defalarca bakım ve onarımı yapılmıştır. Hicri Kameri 1388 yılında Melik Faysal, bu mescidin doğu tarafındaki sundurmalarını genişletti. Kubâ Mescidi’nin yeni binası Hicri Kameri 1406 yılının Sefer ayında son buldu. Bu mescid kendine has mimari şekliyle Medine-i Münevvere’nin en önemli ve en güzel mescidlerindedir. Mescidin yeni binasında her biri 47 metre yükseklikte dört minare vardır. Bu Mescidi’nin etrafıyla birlikte yaklaşık alanı 13500 metrekare olup mescidin mimarının iddiasına göre bu alan yirmi bin kişinin namaz kılmasına olanak sağlar. Eklenmesi gerekir ki Kubâ bölgesi asli nüfusunun yarısı Şialar oluşturur ve şimdilerde de bu Şialar namazlarını ikame ettikleri çeşitli küçük merkezlere sahiptirler. Doğal olarak son yıllarda bölgeye pek çok muhacirin gelmesiyle bölge nüfusu oluşumu değişmiştir. Eris Kuyusu Yakut Hımevî’nin deyimiyle “Eris” Şam Ehli lügatinde kurtuluş anlamına gelir ve bu kelimenin başka bir anlama gelmesi ihtimali de vardır. Eris Kuyusu; “Hatem Kuyusu” ve “Nebi Kuyusu” isimleriyle de anılmıştır. Bu kuyunun suya ulaşılan yere kadar basamakları vardı. Tarih ve hadis kaynaklarında bu kuyu defalarca söz konusu edilmiştir ki, bunların en önemlisi Allah Resulü’nün (s.a.a) yüzüğünün bu kuyuya düşme hadisesidir. Söylenildiğine göre Allah Resulü’nün (s.a.a) gümüş yüzüğü Osman’ın elindeydi. Osman kuyu başında yüzükle oynarken yüzüğü suya düşürdü. Müslümanlar yüzüğün bulunması için çok çalıştılar, ancak bulamadılar. Eris Kuyusu, Kubâ Mescidi’nin batısında yer almıştır ve İnbi Neccâr (ö.643) kendi zamanında bu kuyunun özelliklerini kaydetmiştir.369 Günümüzde Kubâ Mescidi’nin yanında mescidin batı köşesinde yer alan havuz ve şelalenin yerinde, harabe olmadan önce burasını müşahede edenlerin ifadesine göre büyük bir ihtimalle Eris Kuyusu vardı. Burasının uzantısında cadde ve caddenin öteki tarafında da hurmalıklar vardır. Verilere göre Eris Kuyusu’yla Kubâ Mescidi’nin birbirine uzaklığı çok azdır. Yıkımdan önce söz konusu bu kuyunun üzerinde küçük bir kubbe vardı. RESİM 99-100 Cuma Mescidi Medine’nin kutsal ve tarihi mescidlerinden birisi Cuma Mescidi’dir ve bu mescidin Ben-i Salim Mahallesi’nde olmasından dolayı Ben-i Salim Mescidi de denilmiştir. Rânûnâ Vadisi kenarında yer alan bu mahalle, Medine’nin önemli vadilerinden birisi olması hasebiyle bir zamanlar bu mescidi “Vadi Mescidi” olarak isimlendirmişlerdi. Bununla birlikte mescidin diğer bir ismi “Atike Mescidi”dir; bu isim üçüncü asırda yaygın olarak kullanılmıştır ve İbn- 369 -ed-Durretü’s-Semîne, s.169. 166 i Şebbe de Peygamber’in (s.a.a) bu yerde namaz kıldığına dair haberinde burasını Atika Mescidi olarak yâd etmiştir.370 Hz. Resulü’nün (s.a.a) Kubâ’da birkaç günlük ikametinden sonra, Yesrib’in asli bölümüne yöneldiğinde burada Cuma namazı kılması hasebiyle Cuma Mescidi ismini almıştır. Allah Resulü’nün (s.a.a) imametinde kılınan ilk Cuma namazı burada gerçekleşmiştir. İbn-i İshak genel olarak mescide değinmeksizin Allah Resulü’nün (s.a.a) Rânûnâ’da Cuma namazı kıldığını söyler. Bazı nakillerde de Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’ye gelmesinden önce Mus’ab b. Umeyr veya Es’ad b. Zürare’nin Cuma namazı kıldırdığı yer alır. Kubâ Mescidi’nin kuzeyinde yer alan bu mescid altı yüz veya sekiz yüz metre Kubâ Mescidi’nden uzaklıktadır. Bu mescid Kubâ Mescidi’nin aksine sadece namak vakitlerinde açıktır. Mescid-i Nebevi (s.a.a) gibi bu mescidde kerpiç ve çamurdan yapılmıştı ve küçük bir tavanı vardı. Sonraları taş yapı olarak yenilenen bu mescidin duvarları bir adam boyu yarısı kadardı. Mescid sekizinci asra kadar az bir alana sahipti ve hicri dokuzuncu asırda yenilendi. Mecidin kuzeyden güneye kadar uzunluğu 10 metre ve doğudan batıya kadar olan genişliği 8/25 metreydi ve üzeri örtülü bir şebistan371 yapılmıştı. Başka bir nakilde mescidin, Suudi’nin ilk binasından öncesine kadar sekize altı metre küçük bir alana sahip olduğu gelmiştir. Seyit Hasan Şerbetli’nin -Medine eşraflarından- bahçesinde yer alan bu mescidin ilk yenilenmesi yine bu şahıs tarafından yapıldı. Bu mescidin önemi Hicri Kameri 1412 yılında Suudi devletinin burayı yeniden ele almasına ve 1630 metrekarelik alanıyla nefis bir şekilde yapılandırılmasına sebep oldu. Gülsüm b. Hidm Ve Sa’d b. Hayseme Kubâ bölgesinde sürekli ziyaretçilerin ilgisini çeken çeşitli mekânlar olagelmiş ve ne yazık ki zamanla mescidlerin çoğu kaybolup gitmiştir. Kubâ Mescidi’nin yapılandırılmasından önce, burasının kıble tarafında iki küçük mescid daha vardı. Bunlardan birisi Gülsüm b. Hidm’in evi diğeri de Sa’d b. Hayseme’nin eviydi. Kubâ Mescidi’nin yenilenmesiyle bu evin ikisi de mescidin içine alınmıştı. Bu iki yer Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretten sonra geldiği yer ve belli sayıda Medine’nin ilk muhacirlerinin yaşam yeriydi. Dokuzuncu asırda Sehâvî şöyle yazıyor: “Mescidin avlusu Allah Resulü’nün (s.a.a) devesinin çöktüğü yerdir ve buranın kıble tarafında Sa’d b. Hayseme ve Gülsüm b. Hidm’in evi ve Eris Kuyusu yer alır.”372 Benat-i Ben-i Neccâr Mescidi Şemsi 1373 yılına kadar Cuma Mescidi’nin kuzeyinde yaklaşık yüz metre uzağında takriben on iki metre kare alanında üstü açık küçük bir mescid vardı. Bu mescid, Medine’nin eski mescidlerinden olup Ben-i Neccâr’ın küçük kızlarının burada durup Allah Resulü’nün Kubâ’ya girdiğinde “Taleal Bedru -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.68. -Şebistan: Yatak odası ve gece ibadetine mahsus oda. Çev. 372 -et-Tuhfetü’l-Latîfe, s.70. 370 371 167 Aleyna (Üzerimize bir ay doğdu)” şiirini okudukları meşhurdur.373 Benim şahsi gözlemlememe göre bu mescid -Üstat Kakî, Utbân b. Malik Mescidi olduğunu yazmıştır374- Cuma Mescidi giriş kapısının karşısındaki caddeye yirmi metre uzaklıkta yer almıştır ve birkaç sene önce Vahabilerin tahriki sebebiyle yıkılmıştır. Bu konuda Utbân Mescidi’nin zeylinde gelen bilgilere müracaat ediniz. 1310 yılında Medine’yi gören Selim Han Tekabî’nin Ben-i Neccâr Mescidi’ni yâd ettiğinin hatırlatılması gerekir. RESİM 104. S.291. Ben-i Vâil Mescidi Bu mescid Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı mescidlerdendir. Ben-i Vâil, Evs kabilesindendi ve Kubâ’da yaşıyordu. Matarî (ö.741) şöyle diyor: “Bu mescid, Şems Mescidi’nin başka bir tabirle Fazih Mescidi’nin doğusunda yer alır.”375 Günümüzde bu mescidden bir eser kalmamıştır. Dikkat edilmesi gerekir ki günümüzde Fazih Mescidiyle, Kubâ’da işaret edilen mescidin bir irtibatı yoktur. Bu konuda Fazih Mescidi ile Kurayza Mescidi’nin zeylinde gelen bilgilere müracaat ediniz. Umre Mescidi “Arafat Mescidi” veya “Umre Mescidi” isimleriyle anılan bu mescid, Kubâ Mescidi’nin kıble tarafında yer alır. Arefe günü Allah Resulü (s.a.a) alanı düzeltilen söz konusu bu yerde durup Arafat’ta vukuf yapan halka bakması hasebiyle bu ismin verildiği söylenmiştir. İbni Cübeyr seyahatnamesinde bu mescidi yad ederek şöyle demiştir: “Kubâ köyü sonlarında Arafat’a üsten bakan bir tepe vardır ve buradan Daru’sSuffe’ye girerler; Ammar ve onun eşliğindekiler Medine’ye girdiklerinde orada vardı." Hayyârî şöyle yazıyor: Söz konusu mescid hali hazırda Kubâ Suudi Medresesi’nin arkasındadır. Ne var ki kitabını tashih eden dipnotunda burasının Kubâ Mescidi’nin kıble tarafında bir meydanın içinde yer aldığını söylemiştir.376 Utbân b. Malik Mescidi Bir kaç asır önce Kubâ’da “Utbân b. Malik Mescidi” isminde bir mescid vardı. Ensarın ileri gelenlerinden olan Utbân Allah Resulü’nden (s.a.a) evine gelerek namaz kılmasını istedi; Utbân bu vesileyle Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yeri kendisi için mescid yapmak istiyordu. Zira zaman zaman sel geliyor ve Utbân ile mescidin arası açılıyordu. Bu sebeple Allah Resulü (s.a.a) onun evine gitti ve namaz kılması için burada bir yer belirledi. Böylelikle Utbân’ın evi mescide dönüştü. -Bu şiirin Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’ye ilk girdiğinde Kubâ bölgesinde mi yoksa kuzeyde tarafında (Seniyetü’l-Veda) savaşlardan birinden dönülmesi sırasında mı okunup okunmadığı ihtilaflıdır. Bkz: Makalati Tarihi (Defter-i Panzdehum, Resul Caferiyan) s.163-170. 374 -el-Mecmuatü’l-Musavvara, c.1, s.150. 375 -Umdetu’l Ahbâr, s.205. 376 -Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.125-126. 373 168 Utbân’ın evi, Cuma Mescidi’nin kuzeyindeydi ve Abbasi’nin söylemi esasınca bu mescid Hicri Kameri 1036 yılında yenilendi, ancak şimdilerde bu mescidden bir eser kalmamıştır.377 Muhammed İlyas Abdulğani yazıyor: “Cuma Mescidi karşısında yer alan ve Hicri Kameri 1417 yılında aradan giden mescidin Utbân Mescidi olduğu anlaşılıyor.”378 Muhammed İlyas bu mescidden daha önce açıklanan “Benat-i Beni Neccâr Mescidi”ni kastetmiştir. Teberrük unvanında Utbân’ın evinin korunması, tarih boyunca -en az on iki asır- nesilden nesle tüm Müslümanların Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yerlerin kutsallığına inanmalarının en güzel delilidir. Ben-i Beyâze Mescidi Kubâ mescidlerinin bir diğeri “Ben-i Beyâze Mescidi”dir. İbn-i Şebbe Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kıldığını söylemiştir. On birinci asırda Abbasi bu mescidi görmüş ve binasının yenilenmesinde bir yere kadar katkıda bulunmuştur. Abbasi’nin ifadesine göre mescid Kubâ Mescidi’nin batısında “Tevbe Mescidi” ile “Ben-i Salim Mescidi(Cuma Mescidi)”nin arasındaydı.379 Fatıma Mescidi Bu mescidde Kubâ’dadır. Abbasi bu mescidi yâd ederek şöyle yazmıştır: “Bu mescidi, bize söylendiği gibi gördük. Seyit Zeynuddin Yemânî bu mescidin binasını yeniledi. Allah onu ödüllerin en güzeliyle ödüllendirsin!”380 Hali hazırda bu mescidin hiçbir eserini görmedik. Ben-i Üneyf Veya Musbah Mescidi Medine etrafında yaşayan ve Evs ile müttefik kabilelerden birisi Ben-i Üneyf kabilesidir. Bu kabilenin mescidi Kubâ’nın güney batısındaydı kıbleden batı tarafına doğru ve Azk Kuyusu kenarında- ve Abbasi’nin naklettiğine göre, Abbasi zamanında “El-Kaim” olarak meşhur bir bağın yakınında yer almıştı.381 Mekke ve Medine yolunda ve Kubâ yakınındaki iki metre yüksekliğinde taş duvarla çevrelenmiş bu mescidin kalıntılarını Hicri Kameri 1418 yılına kadar görmek mümkündü.382 Rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) hastalanan Talha b. Berâ’yı görmek için Ben-i Üneyf bölgesine gelmiş ve bu şahıs öldükten sonra da cenaze yakınlarına taziyet için tekrar gelmişti. Allah Resulü’nün (s.a.a) buraya geliş gidişi esnasında namaz kıldığı yere Ben-i Üneyf ismiyle bir mescid yapılmıştır.383 Tarih boyunca sürekli tarihçilerin dikkatini çeken bu mescide “Musbah Mescidi” de denilmiştir. Başka bir kaynakta bu mescid şöyle nitelendirilmiştir: 377 -a.g.e., s 155. -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.119-122. 379 -Umdetu’l Ahbâr, s.206 380 -a.g.e., 200-201. 381 -Umdetu’l Ahbâr, s.203. 382 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.41. 383 -Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cenâiz, Bab-ı’t Ta’cil bi’l-Cenâze. El-Mesâcidi’l-Eseriyye’den naklen, s.42. 378 169 “Bu mescid, Kubâ’da bir tepeciğin üzerinde Zerkâ Kuyusu ambarının arkasında yer almıştır. Yine bu kaynakta, söz konusu mescidin varlığını koruduğu; Kubâ’da Müstevdeat-i Ğassân’ın arkasında Kubâ Mescidi’nin güney batısında üzeri açık bir binadan bahsedilmiştir. Burasının batı kenarında da Allah Resulü’nün (s.a.a) karşılandığı “Musbah” ve “Seniyetü’l-Veda” binası yer almıştır.384 Burası Medine’nin kuzey batısı yolunda ve Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) batısındaki “Seniyetü’l-Veda” değildir. Bazıları günümüzde Kubâ’daki “Subh Mescidi” olarak isimlendirilen mescidin “Musbah Mescidi” olduğunu ve isim değiştirdiğini kabul ederler. Kubâ’nın güneyine bir kilometre uzaklıkta yer alan bu mescid “Hazanatü Maslahatü’l-Miyah ve’s-Sarfu’s-Sıhhî”nin arkasındadır. Hicri Şemsi 1381/2002 yılında Şerif Enes Kutbî’nin eşliğinde burayı görüp fotoğraf çekme fırsatımız olmuştu. Bir metre yüksekliğinde duvarları ve tavansız yapısıyla bu mescid yirmi metre kare büyüklüğündeydi. İçerisine halı serilmiş ve mihrap unvanında da bir yer belirlenmişti. RESİM 105 S.294 Tevbe Mescidi Kubâ Mescidi’nin batısında yer alan Usbe bölgesi, bu yörenin en gelişmiş bölgelerindendir. İlk muhacirler Medine’ye geldiklerinde muhacirlerin bir kısmı burada kalmışlar ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe’nin eşliğinde namaz kılmışlardır. Abbasi, bu mescidin Huceym Kuyusu yakınında gördüğü yazar.385 Hayyârî’nin yazdığına göre burası makine mühendisi ve Aynü’zZerkâ idari biriminde çalışan Şeyh İbrahim Türkî’nin bahçesinde yer almıştır. Hayyârî’nin kitabında Tevbe Mescidi’nin harabe resimleri basılmıştır.386 Muhammed İlyas Abdulğani de şunları kaydeder: “Mescidin yeri Kubâ Mescidi’nin batısında Mekke’den hicret yoluyla Medine’ye giren kimsenin sağ tarafındadır. Bu mescid, Şeyh Abdülhamid Abbas’ın mezralarına varmadan bir mezra içinde yer almıştır.” Muhammed İlyas şunları ilave ediyor: “Ben Hicri Kameri 1418 yılında bu mescidi gördüm; mescidin ölçüsü on bire on birdi.”387 Ben kendim de (Bu kitabın yazarı) şemsi 1381/2002 yılında burayı görüp fotoğraf çekme başarısına ulaştım. Kısa duvarları yıkılmış bu mescid bahçelik ve hurmalığın içindeydi ve işçiler hurmaları yeri sermiş kurutuyordu. Hurmalığın sahibi Bakdû isminde Cidde’li birisiydi. Bu mescid “Usbe Mescidi” ve “Nur Mescidi” olarak da anılır. Bir nakilde şöyle denilmiştir: “Allah Resulü (s.a.a), Usbe’deki Tevbe Mescidi’nde namaz kıldı.” 388 -Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.125. -Umdetu’l Ahbâr, s.202. 386 -Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.150. 387 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.123-124. 388 -et-Ta’rif bimâ Ânesetu’l-Hicre, s.77. 384 385 170 İmam Seccad’ın (a.s) Evi İmam Seccad’ın (a.s) evi, şimdilerde Ali b. Ebu Talib Caddesi olarak bilinen Avâlî Caddesi’nde yer alır ve biz, o zaman Kubâ’ya doğru gittiğimizde Kurban Mahallesin’de “Ma’hed-i Daru’l-Hicre” binasını görürüz. Bunun yanında (binanın sağında) açık ve geniş bir zemin, zemin ve Ma’hed’in ortasında giriş kapısı olmayan ve etrafı tamamen kapatılmış küçük bir bina yer alır. Bazılarının nakline göre geçmişte burası İmam Seccad’ın (a.s) evi olarak meşhurdu. Burasının önünde açık alanı olan bir futbol sahası vardır ve bu alanın karşısında cadde yer almıştır. Söz konusu bu evin arkasında da hurmalıklar vardır. Yazılı kaynaklarda bu konuda bir şey söylenmemiştir. Ümmü İbrahim’in Meşrebe ve Mescidi Meşrebe yani bahçe veya bitkinin rahatlıkla büyüdüğü yumuşak arazidir. Ortasında büyük tepe veya oda ya da binanın bulunduğu zemin için de söylenir. Meşrebe ortasında Suffe veya odanın yer aldığı Mâriye-i Kıbtiyye’nin Allah Resulü’nün (s.a.a) oğlu İbrahim’i dünyaya getirdiği bahçedir.389 Bu meşrebe Ben-i Kurayza bölgesinin kuzeyinde Harre’nin doğusunda yer almıştır ve burasına ova da denilir. Söz konusu bu yer İslam’ın Medine’ye girmesinden önce Muhayrık isminde bir Yahudi’ye aitti. Uhud Savaşı patlak verdiğinde bu şahıs Yahudilere “Muhammed’le (s.a.a) imzaladığımız antlaşma gereğince bizim, onun yardımına koşmamız gerekir” dediğinde, Yahudiler bu gün, günlerden Cumartesidir dediler. Muhayrık onların sözünü kabul etmedi ve kılıcını alarak Peygamber’in (s.a.a) safına katıldı. Muhayrık hareket esnasında şöyle dedi: “Ölürsem, sahip olduğum her şey Muhammed’indir (s.a.a).” Nitekim Uhud’da öldü ve Allah Resulü (s.a.a) onun hakkında: “Muhayrık Yahudilerin en hayırlısıdır”390 buyurdu. Böylelikle onun varlığı ve arazileri Peygamber’in (s.a.a) eline geçti. Allah Resulü’nün (s.a.a) İslam’a davet mektuplarından birini gönderdiği Mısır hükümdarı Mukavkıs bu mektuba bir cevap ile birlikte seçkin bir hanım olan Mâriye-i Kıbtiyye ve onun kız kardeşi Sirin’i Peygamber’e (s.a.a) gönderdi. Allah Resulü Sirin’i, Hassan b. Sâbit’le evlendirdi. Güzel ve mütedeyyin olan Mâriye’yi ilk etapta mescidin yakınındaki Hâris b. Numan’ın evlerinden birisine yerleştirdi. Allah Resulü’nün (s.a.a) hanımlarından birisi olan Hafsa’nın Mâriye’yi kıskanıp ona eziyet etmesi üzerine Allah Resulü (s.a.a) onu Medine-i Âliye veya Avâlî bölgsindeki Meşrebe’ye yerleştirdi. Burası İbrahim’in annesi Mâriye ismiyle “Ümmü Mâriye Meşrebesi” olarak tanındı. Mâriye’nin buraya yerleşmesinden sonra Allah Resulü (s.a.a) zaman 389 390 -Vefâul-Vefâ, c.3, s.825. -er-Ravzü'l-Ünüf fî Şerhi's-Sîreti'n-Nebeviyye li'bni Hişam, c.5, s.12. 171 zaman onu görmeye gidiyordu. Tabakâtu’l-Kübra’nın müellifi İbn-i Sa’d, Ayşe’nin Mâriye’yi kıskandığını yazmıştır.391 Muhaddis ve tarihçilerin nakline göre “Ey peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”392 ayetinin, Hafsa’nın Mâriye’ye davranışı hakkında Peygamber’e (s.a.a) nazil olduğunu söylememiz gerekir.393 Hatta Nur suresinde yer alan ve Ayşe’nin kendisi hakkında indiğini iddia ettiği ayetlerin Mâriye ile alakalı olduğu nakillerde yer almıştır.394 Allah Resulü’yle (s.a.a) bazı eşleri arasında Mâriye konusunda tartışma çıktı ve Peygamber (s.a.a) bir ay bunlardan uzaklaşarak Meşrebe’ye Mâriye’nin yanına geldi. Hicri sekizinci yılda Zilhicce ayında Peygamber’in (s.a.a) oğlu İbrahim burada dünyaya geldi. İbrahim bir yaşının biraz üstünde (Vakidî’nin nakline göre) hicri onuncu yılda Rebiulevvel’in Salı günü vefat etmiş ve Allah Resulü’nü (s.a.a) hüzne boğmuştur. İbni Sa’d’ın yazdığına göre Mâriye hicri on altıncı yılın Muharrem ayında vefat etti ve Bakî Mezarlığı’na Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin yanına defnedildi.395 Üçüncü asırda İbn-i Şebbe bu mescidden, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yer unvanında bahseder.396 Firuzâbadî Meşrebe hakkında şöyle yazıyor: “Meşrebe’deki mescid, Ben-i Kurayza’ya ait bölgenin kuzeyinde ve ova olarak bilinen Doğu Harre yakınlarında yer almıştır. Söz konusu bu yer Kasımi seyitlerinden İmam Hasan Askeri’nin (a.s) kardeşi Ben-i Kasım b. İdris b. Cafer’in hurmalıklarının ortasındadır.” Çağdaş tarihçilerden Hayyârî şöyle yazıyor: “Şimdilerde bu mescid beton duvarlarla çevrelenmiştir ve etrafında kabristan vardır. Mescid ez-Zehra Hastanesi’nden Vatani Hastanesi’ne giden yolun yarısının sol tarafında yer alır. Burada ana caddeye yirmi metre uzaklığında tali bir cadde vardır ve Meşrebe buradadır.” Meşrebe-i Ümmü İbrahim, İmam Sadık’ın (a.s) Akabe b. Halid’e namaz kılmasını tavsiye ettiği yerlerdendir. İmam (a.s) Şöyle buyurur: “Burası Allah Resulü’nün evi ve namaz kıldığı yerdir.”397 Günümüzde binasının yok olduğu Meşrebe’de mezarlık vardır. Hayyârî Meşrebe’nin fotoğraflarına kendi kitabında yer vermiş ve buraya dair bazı fotoğraflarda el-Medine beyne’l-Mazi ve’l-Hazır398 isimli kitapta basılmıştır. Bu kutsal yer son yıllara kadar ayaktaydı. Şenkîtî’nin yazdığına göre Hicri Kameri 1405 yılında kendisi buraya gitmiş ve ziyaret etmiştir. Yine onun söylediğine göre burası Şiaların bidat işlerinden dolayı kapatılmıştır! Usulen şemsi 1366/1987 yılından şemsi 1369/1990 yılları arasında yani Mekke’deki -Tabakâtu’l-Kübra, c.8, s.212 (Beyrut, Daru’t-Taaruf). -Tahrim, 1. 393 -Tabakâtu’l-Kübra, c.8, s.215. 394 -Daha fazla bilgi için bkz: Hadisi’l-İfk, Allame Seyit Murtaza (Beyrut, Daru’t-Taaruf,1400). 395 -Tabakâtu’l-Kübra, c.8, s.216. 396 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.69. 397 -Usul-u Kâfi, c.4, s.560. 398 -el-Medine beyne’l-Mazi ve’l-Hazır, s.426. 391 392 172 kanlı olaydan sonra İranlıların hacca gitmediği yıllarda kabristanda yer alan bu binanın yıkılmış olması gerekir. Meşrebe binası etrafındaki kabristanda biri İmam Rıza’nın (a.s) annesi Mecme, diğeri İmam Sadık’ın (a.s) eşi ve İmam Kazım’ın (a.s) annesi Hamide-i Berberiyye ait kabirlerin yer aldığı söylenmiştir. Şia kaynaklarında Meşrebe-i Ümmü İbrahim’i ziyaret etmenin ve namaz kılmanın tekit edildiğini söylememiz gerekir.399 Bu sebeple söz konusu yer sürekli Şiaların ilgi ve alaka duyduğu yer olmuştur ve her sene pek çok ziyaretçi kapalı kapı ardına gelerek beraberindeki din görevlisinin bu mescidin önemi hakkındaki konuşmasını dinlerler. Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'lMünker memurları da buraya gelenleri uzaklaştırmakla meşguldürler! Muhammed İlyas Abdulğani, halkın buraya cenazelerini defnetmeleri sebebiyle hükümet burasını kapatılmıştır400 iddiasında bulunmuştur. Fakat bu doğru değlidir. Burasının kapatılma sebebinin -1419 yılından sonra- Suudi Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker İdaresi’nin sıkı muamelesi olduğu hatırlatılır. Bu yer hakkında genişçe bahseden Abdülğani’nin kendisi de fiili idarecilerin buraya hangi ölçüde merhametsizlik ettiklerinin farkındadır. Allah’tan bu güzel makanın yeniden yapılandırma sebeplerini hazırlamasını ümit ediyoruz. Fadîh Mescidi (Redd’ü-Şems/Ben-i Nadîr Mescidi) Bu mescid, Avâlî veya Ali b. Ebi Talib Caddesi’nde Meşrebe-i Ümmü İbrahim’in yakınlarındadır ve yanlışlıkla Fadîh Mescidi olarak isimlendirilmiştir. Gerçekte bu mescid Ben-i Kurayza Mescidi’dir ve biz, daha sonra bunun hakkında açıklama yapacağız. Tarihçi ve eski seyahatname yazarlarının ifadesine göre Fadîh ya da Redd’üŞems Mescidi Kubâ Mescidi’nin güney doğusuna bir kilometre ya da yedi yüz metre uzaklığında bir vadinin kenarında yer almıştır. Kurban Mahallesinin bir bölümü olan burası Müslümanların eline geçmeden önce Ben-i Kurayza kabilesinin elindeydi. Siyer kitaplarında geldiği kadarıyla Bedir Savaşı’ndan sonra gerçekleşen Ben-i Nadîr Gazvesi’nde Allah Resulü (s.a.a) düşmanı muhasara etmek için konumlandı ve sonraları Fadîh Mescidi olan yerde Allah Resulü (s.a.a) için çadır kuruldu. İmam Sadık’tan (a.s) gelen bir rivayet esasına göre, burada yer alan ağaçların Fadîh veya hurma pekmezi anlamında veya hurma sütü- Fudayh ismiyle anılmasından ötürü mescid bu isimle anılmıştır. Mevcut nakiller esasınca Allah Resulü (s.a.a) burada çok namaz kılmış ve Masum İmamlar’dan (a.s) da burada namaz kılınması tavsiye edilmiştir.401 İmam Sadık (a.s) Medine’de Şia ziyaretçilerine hitaben: 399 -Bihâru’l-Envâr, c.97, s. 235. -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.220. 401 -Bihâru’l-Envâr, c.63, s.487; c.81, s.82; c.96, s.335; c.97, s.213, 214, 216, ve 224. 400 173 “Kubâ Mescidi’ne veya Fadîh Mescidi’ne ya da Meşrebe-i Ümmü İbrahim’e gittiniz mi?” diye sorduklarında ziyaretçiler “evet” dediler. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: “Bu ve birkaç şey dışında Allah Resulü’nden geriye kalan şeyler değişmiştir.”402 Başka bir rivayette İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Şu yerlere mutlaka gidin: Kubâ Mecidi, Meşrebe-i Ümmü İbrahim, Fadîh Mescidi, şehitlerin kabri ve Fetih Mescidi ismiyle anılan Ahzâb Mescidi.”403 Ammar b. Musa şöyle diyor: “İmam Sadık’la (a.s) Redd’ü-Şems olayının yaşandığı yere yani Fadîh Mescidi’ne gitmiştik.”404 Medine tarihinde gelen bilgileri dikkate alarak burası en çok ziyaret edilen mescid olup Medine tarihçileri ve coğrafi bilimcilerinin çoğu, çeşitli asırlarda bu mescidi kendi eserlerinde zikretmişlerdir.405 Mevcut tarih kaynaklarına göre burasının bir diğer ismi de Redd’ü-Şems’tir. Bu isimle anılması hakkında şöyle denilmiştir: Ben-i Nadîr Kalesi’nin muhasarasında Allah Resulü (s.a.a) başını Emirülmüminin Hz. Ali’nin (a.s) dizine koyarak uykuya daldı ve güneş batımına yakın uyandı. Ali’nin (a.s) ikindi namazını kılmadığını anlayınca ikindi namazını kılması için Allah’tan güneşi tekrar getirmesini istedi. Redd’ü-Şems unvanıyla tanınan bu rivayeti Ehlisünnet ravilerinden bir grup da nakletmiştir. Kaynakların bazıları kasıtlı ya da kasıtsız güneşin tepede yer alması ve diğer noktalara nispetle söz konusu yere daha çok ışık vermesi hasebiyle Redd’ü-Şems olarak isimlendirildiğini yazarlar.406 Her halükarda bu mescid Sehâvî zamanında (ö.902) Şems Mescidi olarak şöhret bulmuştur.407 Mescidin diğer bir ismi Ben-i Nadîr Mescidi’dir. Bu mescid Yahudi kabilelerinden Ben-i Nadîr’in yerleşim bölgesine yakın olmasından dolayı bu isimle de anılmıştır. Usul-u Kâfi kitabında nakledilen bir rivayet,408 Redd’ü-Şems’in Fadîh Mescidi olduğunu göstermektedir. Burası şimdilerde vadinin kenarında Şems Mescidi ismiyle meşhurdur ve mescid olmasına dair eserlerinin kaybolduğu ve geride girişsiz dört duvarının kaldığı bu yer Muhammed İlyas Abdulğani’nin görüşüne göre Fadîh veya Şems Mescidi’dir ve hali hazırdaki Fadîh Mescidi ise Ben-i Kurayza Mescidi’dir.409 Şemsi 1380/2001 yılında bu bölgeye gittiğimde buraya dair çektiğim fotoğraflar elinizdeki kitapta basılmıştır. 402 -Usul-u Kâfi, c.4, s.561. -a.g.e., c.4, s.560. 404 -Vesâilu'ş-Şia, c.14, s.355. 405 -Bkz: El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.164-168. 406 -a.g.e., s.162-163. 407 -et-Tuhfetü'l-Latîfe, c.1, s.70. 408 -Usul-u Kâfi, c.4, s.562. 409 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.179. 403 174 Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere kitabının yazarı Hayyârî’de Şems Mescidi’ni başka bir yer bilmiş -hali hazırdaki Fadîh Mescidi’nin bulunduğu yerin dışında- sürekli Şia olagelmiş Kurban ahalisinin dilinden Şems Mescidi’nin Kurban bölgesinde olduğunu nakletmiştir. Abdulğani şöyle diyor: “Bu mescid, Kubâ Mescidi’nin doğusunda yer alan vadi kenarındaki tepeciğin üzerinde olması sebebiyle Şems Mescidi olarak isimlendirilmiştir, zira güneş doğarken burasının üzerine doğar; ne var ki şimdi harap olmuştur.” Abdulğani şunları ekliyor: “Bölge ehlinden sorup soruşturmamın neticesinde Şems Mescidi’nin Fadîh Mescidi olmadığı neticesine ulaştım, zira Şems Mescidi, Kurban bölgesindedir ve burası Doğu Harre’nin kenarında ve Avâlî’de yer alan Fadîh Mescidi’ne çok uzaktır.”410Abdulğani, kitabının dipnotunda hali hazırda bu mescidin ortadan kalktığını ve dört duvarının dışında hiçbir şey kalmadığını hatırlatır. Gerçekte Abdulğani’nin sözü doğruysa, Kubâ Mescidi’nin doğusundaki Şiaların Hayyârî’ye gösterdiği mescidin, Şems Mescidi olarak bilmesine dair sözleri de doğru olacaktır, ancak Şems Mescidi olarak bilinen mescidin, Fadîh Mescidi olduğunu eklememiz gerekir. Dolayısıyla hali hazırda Fadîh Mescidi ismiyle meşhur olan mescid, Ben-i Kurayza Mescidi’nden başkası değildir. Bununla birlikte Ben-i Nadîr’in ikamet yerinin Şems Mescidi yakınında olup olmadığı sorununun halledilmesi gerekir ve her ne kadar muteber olmasa da var olan haritalarda buna dair bir belirti yoktur. RESİM109-110 Ben-i Kurayza Mescidi Avâlî bölgesinin kutsal mescidlerinden bir diğeri Ben-i Kurayza Mescidi’dir ve diğer mescidlerde olduğu gibi Ömer b. Abdülaziz’in Medine valiliği zamanında dönemin Emevi halifesinin emriyle binası yenilenmiştir. Sehâvî şöyle yazıyor: “Ben-i Kurayza Mescidi, Şems Mescidi’nin doğusundadır ve nispeten bu mescidin uzağında yer alan mescid Doğu Harre’nin yakınında konumlanmıştır.”411 Elbette Sehâvî’nin Şems Mescidi’nden maksadı Fadîh Mescidi’dir. Hayyârî şöyle yazıyor: “Bu mescid fakirlere vakfedilen “Hâcize” ismiyle meşhur bir bahçenin yakınındadır. Söz konusu bu mescid harabe evlerin ortasında yer almış ve güzel bir yapıya sahiptir. Denildiğine göre 410 411 -Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.125. -et-Tuhfetü’l-Latîfe, c.1, s.70. 175 Ömer b. Abdülaziz, Kubâ Mescidi’nin yenilenmesi esnasında burasını da yenilemiştir.” İbn-i Şebbe, Ali b. Rafi’nin şöyle dediğini yazar: “Allah Resulü (s.a.a) bura sakinlerinden bir kadının evinde namaz kıldı. Sonra bu evi Ben-i Kurayza Mescidi’ne kattılar. Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yer, önceleri minaresi olan ve daha sonra yıkılan Ben-i Kurayza Mescidi’nin doğusundadır.”412 Şimdi bu mescidin yazgısı ne oldu ve nerededir? temel sorusunun cevaplandırılması gerekir. Şenkîtî ve bazıları, burasının Doğu Harre’de ElHasebe’nin merkezinde yer aldığını kabul ederler.413Aynı şekilde Hayyârî bu mescidin çok önceleri var olduğuna inanır ve kendisi bu mescidin resimlerine de kitabında yer vermiştir.414 RESİM.S.304 Ancak Muhammed İlyas Abdulğani ise ki doğru olarak şöyle inanır: “Ben-i Kurayza Mescidi, hali hazırda üzerine Fadîh tabelası asılı olan mescidtir ve burası ez-Zehra Hastanesi ile Vatani Hastanesi arasında ve Ali b. Ebi Talib (a.s) Caddesi’nden ayrılıp Emir Abdülmecid Caddesiyle (önceki Hizam Caddesi) sonuçlanan bir yoldan 1450 metre sonra Ben-i Kurayza Mescidi’ne ulaşırız. Mescid yirmi ikiye yirmi iki olup 484 metrekare bir alana sahiptir.”415 Abdulğani, hali hazırdaki Fadîh Mescidi’nin gerçekte Ben-i Kurayza Mescidi olduğu iddiasını ispatlamak için geniş bir şekilde konuyu ela almıştır, ancak onun sözlerine bu kısa yazımızda yer vermeyeceğiz. Bununla birlikte onun ikame ettiği delilleri dikkate alarak günümüzde Fadîh Mescidi ismiyle meşhurlaşan mescidin Ben-i Kurayza Mescidi dışında bir mescid olmadığını kabul edebiliriz. En azından İbni Neccâr zamanında (ö.634) Fadîh Mescidi’nin başka bir yerde bilindiğini ve kendisinin tabiriyle Kubâ Mescidi yakınında Şems Mescidi’nin yer aldığını söyleyebiliriz. Hâlbuki Ben-i Kurayza Mescidi Meşrebe-i Ümmü İbrahim yakınında bir yerdeydi.416İbni Neccâr’ın bu sözü, fiili Fadîh Mescidi’nin, Ben-i Kurayza Mescidi dışında bir mescidin olmadığını güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. 412 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.70. -ed-Durretü’s-Semîne fi Maâlimi Daru’r-Resul el-Emin, s.148. 414 -Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.147. 415 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.174-178. 416 -Ahbâr-i Medineti’r-Resul, s.115-116. 413 176 Bu mescid, Avâlî Caddesi’nde el-Vatani Hastanesi’nden önce (Avâlî’ye giden kimsenin sağ tarafında) yer almıştır. Mescid, Avâlî Caddesi’nin başından- tali caddeden mescide kadar üç yüz metre uzaklıktadır. Hali hazırda bu mescidin cemaat imamı yoktur ve çeşitli ülkelerden pek çok ziyaretçi gelir. Bu mescid, Hicri Kameri 1422 yılı Şaban ayının dördünde (1380/2001) daha önce söylediğimiz Suudi Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker İdaresi tarafından harabeye çevrilmişti ve 1423 yılı Rebiussani’de ziyaret ettiğimde aynı harabe şekliyle gördüm. Harabeye çevrilmiş bu mescidin resimlerini bu kitapta sizlere sundum. En kısa sürede bu mescidin yerine daha güzel bir binanın yapılmasını ve Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı bu mübarek mescidin korunmasını ümit ediyoruz. O tarihten sekiz sene sonra Medine-i Münevvere’de Ben-i Kurayza Mescidi’ne gittim. Daha önceki gördüğüm ve resimlerini bu kitapta topladığım mescidden bahçe duvarı kenarında koyu renkli düz bir alandan başka geride bir şey kalmamıştı. RESİM 111-112 Selman’ın Bağı veya Fukayr Mescidi Fukayr, Medine’nin Âliye bölümünde yani Avâlî’de yer alan küçük bir mahallenin adıdır.417 Nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mahalleye ait ziraat yerinin bir bölümünü “İkta(Bağış)” unvanında Hz. Ali’ye (a.s) bırakmıştır.418 Dolayısıyla bu yerin Şialar için tarih boyunca Ali’nin (a.s) alametini taşıması gerekir. Diğer mahallelerde olduğu gibi bu mahallede de bir mescid vardı ve şimdi bu mescidden geride yıkıntıları kalmıştır. Salman Bağı unvanındaki bu yıkık yapı, Ben-i Kurayza Mescidi’nin batısında -mescide yaklaşık üç yüz ya da dört yüz metre uzaklığında- yer alır. Hicri Şemsi 1375/1996 yılında burasını değerli dostum Fellahzade eşliğinde gördük. Şimdilerde hurmalığa benzeyen bir yer ve ortasında yirmiye yirmi ölçüsünde zahiri görünümü mescid gibi olan yıkıntı bina vardır. Bu binanın bir köşesinde mihrap ve mihrabın kenarına konulmuş Kura’anlar göze çarpar. Binanın tabanına halıfleks ve birkaç hasır serilmiştir. Doğu ve batı duvarları sağlam, ancak diğer bölümleri viran olmuştur. Burasının beş metre kuzeyinde susuz bir havuz vardır. Girişi kapatılmış ancak su motoru olmaksızın boruları içeri kadar götürülmüş bir su kuyusu göze çarpar. Bu bağın bakımsızlığından yıllar yılı burasının terk edildiği ve sahibinin de belirsiz olduğu anlaşıyor. 417 418 -Maâlimu’l-Esire fi's-Sünne ve's-Sire, s.217. -a.g.e., s.217 177 Bu binayı parmaklıklara çevrelemişlerdi. Asılan tabela, burasının Hüseyin b. Ali (a.s) İlkokulu yapılacağını gösteriyordu. Salman Bağı ismindeki bu yer Avâlî Caddesinde’dir. Ez-Zehra Hastanesi’ne vardıktan sonra Kubâ tarafına doğru gitmek isteyen kimsenin yaklaşık beş yüz metre önünde sol tarafında bir benzin istasyonu vardır. Benzin istasyonundan önceki sokak doğruca bu bağa gider. Şemsi 1381/2002 yılında Şerif Seyit Enes Kutbî’yle birlikte bir kez daha burayı gördük. Daha önce gördüğüm gibi yine etrafı parmaklıkla çevrelenmişti ve “Mıntıkatü’l-Asâr(Tarihi bölge)” tabelasından burasının Tarihi Eserleri Koruma İdarsi’nin gözetimi altına alındığını gösteriyordu. Burasının kenarına İmam Hüseyin (a.s) Okulu da yapılmış ve bu okulun bu zeminle bir alakası yoktu. Söylenildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) hurma dikmek için Selman’a burayı kazmasını buyurduğu için Fukayr Mescidi olarak meşhur olmuştur. Allah Resulü (s.a.a) ile Selman’ın hurma ağacını diktikleri, ancak yıllar önce bu ağacın yandığı söylenir. RESİM 113-114 S.307 Ben-i Vakıf Mescidi Bu mescid Avâlî’deki mescidlerden birisi olup Allah Resulü (s.a.a) burada namaz kılmıştır. Abbasi burasının büyük bir mescid olduğunu ve Fadîh Mescidi’nin kıble tarafından batı semtine doğru yer aldığını yazar.419 Bu mescidin hali hazırda -elbette mescidden eser kalmamıştır- kuzey bölgesinde Emir Sultan Sarayı’nın olduğu yerde konumlandığı söylenmiştir.420 Şecere Mescidi (Zu’l-Huleyfe Mescidi) Medine’nin Mekke’ye doğru çıkış yolunun kuzeyinde Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) sekiz kilometre uzaklığında; Kubâ Mescidi’nden üç kilometre sonra Zu’l-Huleyfe bölgesine ulaşılır ve Şecere Mescidi (Mikât veya Zu’l-Huleyfe) bu bölgede yer almıştır. Bu mescid, Medine’den hac ya da umreye giden kimselerin Mikât (ihrama girme) yeridir. Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’ye giderken Semure ağacı (Sakız ağacı) altında namaz kıldığı yere uygun olarak burasına Şecere Mescidi ismi verilmiştir. Bununla birlikte Hudeybiye antlaşmasıyla sonuçlanan hicretin altıncı yılı seferi cereyanında Allah Resulü (s.a.a), burada ihrama girdi. Hicretin yedinci yılında Umretü’l-Kaza ve aynı şekilde hicretin dokuzuncu yılında Haccetü’l-Veda için burada ihrama girdi. Doğal olarak burasının dini 419 420 -Umdetu’l Ahbâr, s.201. -Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.153-154. 178 açıdan çok önemli bir yer oluşunda şüphe yoktur ve bu sebeple Şecere Mescidi sürekli halkın ilgi ve alakasını çekmiştir. Geçmiş asırlarda bu bölge “Bi’r-i Ali” veya “Âbâr-i Ali” ismiyle anılmıştır. İmam Sadık’ın (a.s) rivayeti esasına göre bu bölge geçimini sağlaması (İkta’) için Ali’ye (a.s) verilmiş ve etrafta yer alan kuyuların da Ali’ye (a.s) ait olması sebebiyle burası Âbâr-i Ali (a.s) ismiyle tanınmıştır. Sekizince asırda yıkılmakla burun buruna gelen Şecere Mescidi istifade edilebilir bir konumdaydı. Bilindiği üzere ilk binasının harem sara (şebistan) ve avlusu vardı, ancak sekizinci ve dokuzuncu asırda sadece etrafındaki duvarları kalmıştı. Bu mescid Hicri Kameri 1058 yılında Osmanlı döneminde Hindistanlı birisi tarafından yenilendi ve minare yapıldı. Mescidin son yapılandırılması Fahd döneminde gerçekleşti ve araba parkı gibi çeşitli imkânları da kapsayan toplam doksan bin metreküp büyük bir alan mescide özelleştirildi. Mescidin kendi alanı yaklaşık 26000 metreküptür. Şecere Mescidi, Medine-i Münevvere’de yenilenip yapılandırılmış en güzel minareye sahip olan mescidlerdendir. RESİM 116-117 S.308 Muarres Mescidi Muarres Mescidi, Şecere Mescidi’nin yakınında yer alır. “Ta’ris” konaklama yerinde yolcunun gece sonu uykusuna denir. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidde istirahat edip sabah namazı kılması hasebiyle bu mescidi Muarres Mescidi ismiyle tanırlar. Ehlibeyt’in (a.s) rivayetinde bu mescidde beytute (istirahat edip uyumak) tavsiye edilmiş ve Şia fakihlerinin bazıları, bu mescidden geçen kimsenin burada durması gerektiğine dair fetva vermişlerdir. Misbahu'l-Mutecehhid kitabında Peygamber’in (s.a.a) Muarresine gelindiğinde ister gündüz olsun ister gece bura iki rekât namaz kılınması Medine ziyaretinin adaplarından sayılmıştır.421 Bazı nakiller esasınca Allah Resulü (s.a.a) Medine dışına çıkmak istediğinde Şecere Mescidi’nden geçiyor ve Medine’ye gireceği zaman Muarres yolundan şehre giriyordu.422Nakilden anlaşıldığı kadarıyla birisinin kenarında Şecere ve diğerinin kenarında Muarres’in bulunduğu iki yol, birbirinin kenarındaydı. Şemsi 1354/1975 yılına kadar söz konusu mescidin harabe görünümüne dair çekilen resimleri merhum Muhammed Bakır Necefi’nin “Medine Şinasi” kitabında basılmıştır. Buna karşın hali hazırda yeni imar ve genişletme çalışmalarında ya büyük mescidin kendisinin Şerece olduğu ya da Şecere’nin etraftaki meydanların birinde yer aldığı kesindir. Utum-i Ka’b B. Eşref 421 -Misbahu'l-Mutecehhid, s.709. -Sahih-i Müslim, c.2, s.918, hadis no: 1275; Müsned-i Ahmed, c.2, s.263; el-Hac ve'l-Umre fi'lKitab ve's-Sünne, s.59. 422 179 Kale ve köşk arasında (ne kale ne de köşk gibi) yüksek duvarları olan yapılara Utum denilir. İslam’dan önce Medine’de mezhebi eserlerden sayılmayan sayılı eserlerden birisi Yahudilerin en zengin şahıslarından Ka’b b. Eşref’in utum’udur (köşk bezeri yapı). Bu şahıs, İslam’ın aleyhine ayaklanması sebebiyle Uhud Savaşı’ndan sonra ve Ben-i Nadîr’in Medine’den sürülmesi akabinde Allah Resulü’nün (s.a.a) emriyle öldürüldü. Sed Caddesi’nde ve Buthan Seddi’nin yakınında yer alan bu kale görünümündeki yapının kalıntıları günümüze kadar varlığını korumuştur. Burası hakkında antik eser olup olmadığına dair araştırma yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ancak “Antik Eserler Bölgesi” tabelasından burasının antik eserlerden bilindiği anlaşılmaktadır. Bir metre genişliğindeki duvarları ve bir kısmının yeraltına gömülü muhtemelen birkaç katlı binanın etraftaki ziraat alanlarına nispetle yer seviyesinden yüksekliği, İslam öncesi Yahudi yerleşim bölgesindeki bu tür kale görünümlü yapılar hakkında bize ilginç bilgiler verebilir. Cebeli Müferreh Hacılar, hac amellerini yerine getirdikten sonra Mekke ile Medine arsındaki zorlu ve zahmet dolu yolları kat ederek on ila on iki günü geride bırakıp Medine-i Münevvere’ye ulaşıyorlardı. Medine’nin yakınında yer alan dağın tepesinden gelmek, Allah Resulü’nün (s.a.a) yeşil kümbetinin görülmesine sebep oluyordu. Müferreh Dağı olarak isimlendirilen burası, hacıların ilgi ve alaka duydukları bir yerdi. Yusuf Nabi (miladi 1124) bu konuda şunları kaydetmiştir: Medine-i Münevvere’ye yarım saat kalmıştı. Gökyüzü cevherinin ismi Müferreh Dağı belirmişti. Bu yüce dağın zirvesine yükselir yükselmez cihanın aydınlatıcı aynası; Medine-i Münevvere hisarı suretinin cilvesi aşikâr oldu. Bu mukaddes ve mutahhar gül bahçesi arasında dört minarenin kucağını ihata eden Hazra-i Nebevi’nin kümbeti, gözleri nurlandırdı. Allah’ın azameti bir anda hacıların ah ve feryadını yükseltti ve gül saksısını gülle; gözyaşı lalesiyle doldurdu.423 Maalesef bu güzergâhın neresi olduğunu ve bu dağın, hangi dağların güzergâhında yer aldığını tam olarak bilmiyorum. MEDİNE’NİN MESCİTLER DOĞUSUNDAKİ KUTSAL MEKÂNLAR VE Doğu Harre’nin uzantısında Harre’nin güney bölümünü geçtikten sonra yaklaşık Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) karşısına beş yüz metre uzaklıktaki bölgede Ben-i Kurayza ve Ben-i Nadîr’in evleri vardı. Geçmişte şehrin doğu bölümüne güneyden kuzeye yarım daire şeklinde birleştiren Harre kenarında kabileler yaşıyordu. Bu bölümde iki mescid ve bir de mezarlık vardı. Şimdi bunların açıklanmasına yer vereceğiz. 423 -Sefer name-i Tuhfetü’l Haremeyn, Yusuf Nabi, Makalati Tarihi, Defteri Sizdehum, s.174. 180 İcabe Mescidi Benu Muaviye b. Malik, Evs taifelerinden birisiydi ve bu kabile diğer taifeler gibi kendi evleri arasına “Benu Muaviye Mescidi”424 – Ensar’ın bir boyu – ve “İcabe Mescidi” isimlerinde meşhurlaşan iki mescid yaptılar. Şia kaynaklarında “Mübahele Mescidi” unvanıyla hatırlatılan bu mescid İcabe Mescidi olarak tanınır. Bu mescid Bakî’nin kuzey doğusuna dört yüz metre ve Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) beş yüz elli metre uzaklığında Sittin Caddesi (Melik Faysal Caddesi) kenarında yer alır. Tarihçiler bu mescidin İcabe ismi hakkında şöyle yazmışlardır: Allah Resulü (s.a.a) bu taifenin mescidine geldiğinde iki rekât namaz kıldı ve namazdan sonra Allah Teâlâ’dan ümmetinin kuraklıkla helak edilmemesini ve ümmetinin boğularak öldürülmemesini istedi ve Allah Teâlâ kabul etti. Üçüncü olarak Allah’tan Müslümanların birbirlerin canına kastetmemelerini istedi, ancak bu duasına icabet edilmedi.425Allah Resulü’nün bu iki isteğinin kabul edilmesi, söz konusu mescidin “İcabe Mescidi” ismini almasına sebep oldu. Abdullah b. Ömer Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı mekânlardan geçerek Benu Muaviye taifesine gelir ve onlara Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yerde namaz kılmak için tam olarak burasını kendisine göstermelerini ister.426Sa’d Vakkas şöyle diyor: Allah Resulü (s.a.a) buradan geçtiği zaman Benu Muaviye Mescdi’ne gelerek iki rekât namaz kıldı ve Allah’a dua edip dışarı çıktı.427 Bu mescid daha ilk yıllarda meşhurdu ve Medine Müslümanları ziyaretçilerinin yanında saygınlığı vardı. Sekizinci asırda Matarî şöyle yazıyor: Günümüzde viran olmuş bu mescid Benu Muaviye mahallesinde yer almıştır.428Bu mescidin dokuzuncu asırda tavanı yoktu ve doğu ile batı arası 12 metre ve kuzeyi ile güneyi arası 10 metreydi. Hicri on ikinci asırda yazarın birisi şunları kaydediyor: Medine halkı ne zaman yağmur duası etmek isteselerdi İcabe Mescidi’ne giderek yağmur namazı kılarlar ve duaları hemen kabul edilirdi.429 Söz konusu mescid Osmanlı döneminde yeniden yapıldı. İki harem sara (şebistan), bir avlu (sahn) ve kuzey doğusuna bir minare yapıldı. Mescidin yenilenmesi kameri 1418 yılında gerçekleşti ve büyük oranda genişletildi. Şia kaynaklarında Medine’de Mübahele Mescidi’nden bahsedilmiş430 ve İcabe Mescidi’nin, Mübahele Mescidi olduğu söylenmiştir. Bunun yanında 424 -Vefâul-Vefâ, c.3, s.828. -Kitabu Müslim, Kitabu’l Fiten, hadis no: 2890. 426 -Muvatta, Malik b. Enes, Babu ma Cae fi’d-Dua, el-Mesâcidi’l-Eseriyye’den nakil, s.35. 427 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.75. 428 -et-Ta’rif, s.47. 429 -Terğibu Ehli’l Medine ve’l Vefa, s.134. 430 -Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225. 425 181 Ehlisünnet kaynaklarında Mübahele Mescidi’nden hiç söz edilmemiştir. Kur’an’da işaret edilen431 ve siyer kitaplarında geniş yer verilen Mübahele kıssası, Allah Resulü’nün (s.a.a) Necran Nasranî âlimleriyle lanetleşmesi olayı ile alakalıdır. Nasranî âlimleri Peygamber (s.a.a) ve yanındakileri – Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin – gördüklerinde lanetleşmekten vazgeçmişler ve cizye vermeyi kabul etmişlerdir. Mübahele (lanetleşme) yerinin söz konusu İcabe Mescidi’nin yeri olduğu söylenir. Benu Zafer Mescidi Medine’nin kutsal ve tanınmış mescidlerinden bir diğeri Evs kabilesinden Benu Zafer Mescidi’dir. Bu isim, mescidin kendileriyle alakalı olduğu kabile ismidir. Bu mescidin diğer bir ismi Bağle Mescidi’dir. Bu mescid bir zamanlar pek çok ziyaretçiyi cezp ediyordu. Hali hazırda harabeye çevrilmiş mescidin yerinde Abdülaziz Caddesi başında; Bakî’nin doğu duvarını geçtikten sonra bu cadde girişinde – yaklaşık iki metre Ed-Dahil Oteli’nden sonra – “Suudi Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker İdaresi” yer almıştır. İbn-i Şebbe şu ibareti yazmıştır: “Allah Resulü Beni Hâris Mescidi ve Beni Zafer Mescidi’nde namaz kılmıştır.”432 Allah Resulü’nün (s.a.a) ashabından Muhammed b. Fuzale Zaferi şöyle diyor: Bir gün Allah Resulüyle birlikte ashaptan Abdullah b. Mesut ve Muaz b. Cebel bu mescide geldiler ve Allah Resulü, Muaz b. Cebel’den Kur’an okumasını istedi. Muaz “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!.”433ayetine geldiğinde Allah Resulü ağladı.434 Bu mescid küçük olup uzun dönemler üstü açık olmasına rağmen tarihte tamamen tanınan bir mescidtir. Semhûdî burada 630 tarihiyle birlikte Abbasi halifesi “El-Müstensir Billâh” isminin yazılı olduğu ketibeyi (yazıt) gömüştür ki, bu mescidin o zamanda yenilendiğini ortaya koymaktadır. Nakledildiğine göre bu mescidde yer alan bir taş üzerine Allah Resulü’nün (s.a.a) oturması, halkın teberrük için bu kutsal yere gelmesine sebep olmuştur. Hatta burada Allah Resulü’nün (s.a.a) parmak izlerini taşıyan başka bir taşın varlığından söz edilmiştir.435Suudi Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-“Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de di: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınız, kadınlarınızı ve kadınlarımızı çağıralım. Biz de siz de toplanalım. Sonra gönülden dua edelim de, Allah’ın lanetini (aramızdan) yalan söyleyenlerin üstüne atalım.”Ali İmran, 61. 432 -Tarihü’l Medineti’l Münevvere, c.1, s.66. 433 -Nisa, 41. 434 -Kitab-u Buhari, Kitabu’t Tefsir, hadis no: 4582. 435 -Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa fi Sukni daru’l Habibi’l Mustafa (s.a.a), s.133. 431 182 Münker İdaresi burasının yıkılıp yerine konumlandırılması emrini vermiştir.436 söz konusu bu idarenin Şia kaynaklarında Benu Zafer Mescidi özel ilgi ve alaka konusu edilmiş ve ziyaretçilerin burada namaz kılmaları tavsiye edilmiştir.437 Ureyz’de Ali b. Cafer’in Kabri ve Mescidi Ureyz, Medine’nin batısındaki havaalanı yolunda yer alır. Bu bölgede bir bina vardı ve gerçekte bu bina, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) oğlu Ali’nin kabri üzerine yapılmıştı. Büyük bu yapıda hepsinin tuğlayla örülüp kapatılmış birkaç tane kapı vardı. Binaya ait dört duvarla çevrelenmiş bir bölümün müstakil bir kapısı daha vardı, ancak bu kapıda örülüp kapatılmıştı. Söz konusu bu bina 1380/2001 veya 1381/2002 yılına kadar ayaktaydı, anacak daha sonra tamamen yıkıldı. Hali hazırda böyle bir binanın varlığından hiçbir eser görülmemektedir. Ali b. Cafr Ureyzi – İranlı Ureyz’in seyit dedelerindendir – İmam Kazım’ın (a.s) kardeşinin has ashabındandı ve İmama Kazım’dan (a.s) sonra İmam Rıza (a.s) ve İmam Cevad’ın ashapları içinde yer aldı. Bu şahıs Masum İmamlar’ın (a.s) hadislerinin rivayetçilerinden olup ondan yaklaşık 862 hadis nakledilmiş ve “Mesailu Ali b. Cafer” unvanında basılmıştır. Ali b. Cafer’in defnedildiği yer hakkında ihtilaf vardır. Merhum Muhammed Taki Meclisi’nin de içinde yer aldığı bazı kimseler, onun Kum şehrinde defnedildiğine inanırlar ki; hali hazırda Ali b. Cafer ismiyle meşhurdur. Ancak Allame Meclisi şöyle der: Her ne kadar Kum’da Ali b. Cafer isminde bir kabir olsa da bu konu muteber kitaplarda gelmemiştir.438Semnan şehrinde de Ali b. Cafer isminde imam torunlarından bir şahsın kabri vardır. Ancak doğru olan şudur ki, Ali b. Cafer’in defnedildiği asli yer, Medine-i Münevvere’deki Ureyz bölgesidir. Ali b. Cafer’in kabri üzerine yapılan asli eski binanın Osmanlı dönemine ait olduğu anlaşılıyor. Bölge halkının bazılarının söylediğine göre söz konusu bu bina son zamanlarda postaneydi ve boru tesisatı çekilmiş olması ve diğer yeni imkânlar, görünürde burasından yararlanıldığını gösteriyordu. Anlaşıldığı kadarıyla burası ziyaretçilerin uğrak yeri olması hasebiyle yıkılmıştır. Ali b. Cafer’in kabrinin yeri Matar Caddesinde; Matar Caddesi ortasından havaalanı tarafına doğru büyük dört yol hükmündeki meydandan önce caddenin sağındaki tali yolda hurmalıklar arasındaydı. Burasının kenarında Harre taşları (püskürük kayaçlar) ve bir de üzerinden Medine’nin görüldüğü 436 -Bkz: El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.62. -Bihâru’l-Envâr, c.82, s.81. 438 -A’yanü’ş-Şia, c.8, s.177; Ravzatü’l Muttakin, c.14, s.191; Bkz: Mukaddemeyi Mesailu Ali b. Cafer, c.33; Türbeti Pakan, c.1, s.42-51; Şerhi Kamili ez Binayi Ali b. Cafer; Müstedrekü’l Vesail, c.8, s.177. 437 183 tepecik vardı. Bazıları buradaki kalıntıların İslam’dan önce ya da İslam’ın ilk yıllarında yapılmış küçük bir kalenin (Utum) kalıntıları olduğuna inanır. Ali b. Cafer’in Kabri ve Mescidi’nin binasının, yaklaşık sekiz metreden on metreye kadar çıkan duvarları vardı ve 52 ye 24 alanıyla en azından iki katlı dikdörtgen şeklinde büyük bir yapıydı. Bu yapının birisi kuzey ve diğeri batı duvarında iki kapısı vardı. Ben burasını ziyarete gittiğim zaman her iki kapının da tuğlayla örülüp kapatıldığını gördüm. Söz konusu bu mescidin bir kısmı görünüyordu, ancak tavanın çöktüğü belliydi. Bu binanın harabeye çevrilmesi, kendi mezhebi kabullerine göre Haremeyn’in mezhebi eserlerinin yaklaşık tamamını yok eden ifrati anlayışın yanlış işlerinden birisidir. MEDİNE’NİN BATISINDAKİ MESCİD VE MEKÂNLAR Gamame Mescidi Mescid-i Nebevi’de (s.a.a) kıble tarafına durup güneyi karşına alarak namaz kılan kimsenin sağ tarafı batı ve sol tarafı - Allah Resulü’nün (s.a.a) defnedildiği yer – doğudur. Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) güney batısı uzantısında yaklaşık üç yüz metre uzaklığında birkaç mescid vardır ve bunların en önemlisi Gamame Mescidi’dir. Diğer mescidler şunlardan ibarettir: “Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi”, “Ebubekir Mescidi”, “Ömer b. Hattab Mescidi” ve “Osman b. Affan Mescidi”. Osman b. Affan Mescidi’nin Menâhe’de olup olmadığı şüphelidir. Bu bölgenin konumunun açıklanması için Gamame ve diğer mescidlerin – geniş açıklaması yapılacaktır – İslam şehirlerinde üç tür mescidin olduğu noktasına işaret edilmesi gerekir: 1. Mahalle Mescidi: Günlük namazların kılındığı mescid. 2. Cuma Mescidi: Cuma namazının kılındığı mescid. 3. Musalla: Bayram namazlarının kılındığı mescid. Bayram namazları ve yağmur namazı için yapılan mescid, katılımın çok olması sebebiyle şehir dışında açık bir alana inşa edilir. Alışıla geldiği üzere bayram namazı genellikle açık alanda – hatta duvarsız – kılınır ve zaman zaman mihrap için geçici bir yer belirlenirdi. Gamame Mescidi ve diğer birkaç mescid ilk halifelerin adına “Münahe” denilen ya da sonraları bu isimle anılan büyük alana sahipti. Münahe ziyaretçi misafirlerin develerinin çöktüğü yer olup ziyaretçiler buradan yüklerini hayvanları üzerine yüklemek için yararlanıyorlardı. Şehrin kenarında bu açık 184 alan, Allah Resulü’nün (s.a.a) bayram namazı kıldırdığı yerdi ve her sene Allah Resulü (s.a.a) ve ondan sonra halifeler onun yerine burada namaz kılıyorlardı. Allah Resulü’nün (s.a.a) ömrünün sonlarında bayram namazı ve yağmur namazı kıldırdığı geniş alan günümüzde Musalla Mescidi veya Gamame Mescidi ismiyle tanınır. Bu mescidde ramazan bayramı ve kurban bayramının kılındığına dair rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisi Ebu Said Hudrî’nin rivayetidir. Rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) ramazan ve kurban bayramı için buraya gelmiş ve namazdan sonra namaz kılanların safında durarak onlara vazetmiştir. Allah Resulü (s.a.a.) bir ordu çıkaracağı zaman buradan çıkartıyor ya da başka bir emri olduğunda buradan bildiriyor ve sonra evine gidiyordu.439 Bayram namazına ek olarak alışıla geldiği üzere yağmur namazı da (istiska) bayram namazının kılındığı musallada kılınıyordu. Bu mescidde yağmur namazının kılınması, Peygamber (s.a.a) ve Müslümanların duasının kabul edilmesinden sonra söz konusu mescidin “Gamame Mescidi” veya “Ebr (Bulut) Mescidi” olarak isimlendirilmesine sebep oldu. Abdulğani, mescidin bu isimle isimlendirilme sebebini eski kitaplarda bulamadığını yazmıştır.440 Aynı şekilde bir rivayette geldiğine göre muhacirleri karşılayan Habeş hâkimi Necaşi’nin ölüm haberi Peygamber’e (s.a.a) geldiğinde Efendimiz musalla yerinde Necaşi’nin gıyabında cenaze namazını kıldırmıştır.441 Ebu Hureyre’den rivayet edilen başka bir hadiste Allah Resulü’nün (s.a.a) seferden dönüp bu mescide ulaştığında, kıbleye dönüp dua ettiğini anlatmaktadır.442 Bu mescidin ilk binası Allah Resulü’nün (s.a.a) bayram namazı kıldığı noktadan itibaren Ömer b. Abdülaziz döneminde yenilenmiştir.443Daha sonra zamanla bu mescidin binası defalarca yenilendi ve Müslümanların tamamının yararlandığı bir yer olması hasebiyle buraya özel ilgi gösterildi. Bu mescidin fiili binası Osmanlı padişahı Birinci Abdülhamit (1255-1277) dönemine ait olup ondan sonra Sultan Abdülhamit zamanında (1293-1327) yenilenmiştir. Suudi döneminde de bu mescidin var olan binası onarılmıştır ve onarıma dair mevcut ketibe bakım ve onarımın 1411 yılına yani Fahd dönemine ait olduğunu göstermektedir. -Kitabu Buhari, Kitabu’l Eydeyn; El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.225. -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.232. 441 -Kitabu Müslim, Kitabu’l Cenaiz, hadis no: 1245. 442 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.138. 443 -Vefâul-Vefâ, c.3, s.785. 439 440 185 Uzunluğu 26 metre ve genişliği yaklaşık 13 metre olan bu mescidin toplam alanı 338 metrekaredir. Son yıllarda bu mescid mimari özelliği korunarak yeniden süslenmiştir. İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi Münahe mahallinde yani bayram namazının kılındığı büyük musallada Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) üç yüz metre ve Gamame Mescidi’ne 122 metre uzaklıkta “İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi” unvanında bir mescid vardır. Öyle ki bazı kaynaklarda Osman’ın muhalifler tarafından muhasara edildiği bir zamanda İmam Ali’nin (a.s) bu mescidde bayram namazı kıldığı nakledilmiştir. Semhûdî şöyle yazıyor: Allah Resulü’nün (s.a.a) belli bir yerde bayram namazı ikame ettiğini göz önünde bulundurarak, bayram namazının kılınması için başka bir tayin edeceği uzak bir ihtimaldir.444 Osman’ın muhasara edildiği zaman İmam Ali’nin (a.s) bayram namazı kıldırdığında kuşku yoktur,445 ancak muhtemelen İmam Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı yerde namaz kılmıştır, zira İmam Ali (a.s) bu yönlerden şiddetle Peygamber’e (s.a.a) uyuyordu. Her halükarda musallada Peygamber’e (s.a.a.) ait mihrabın belli olmayışından ötürü, muhtemelen İmam Münahe mahallinde bir kaç yerde namaz kılmıştır.446 Diğer pek çok mescidde olduğu gibi bu mescidin ilk binasının da Ömer b. Abdülaziz’e ait olduğunu bilirler. Doğal olarak sonraki asırlarda bu bina defalarca yenilenmiştir. Zeynü’d-Din Zeygam 881 yılında mescidin binasını tamir etmiştir. Son zamanlarda bu mescidin eski binası yıkılmış ve 1411 yılında yeniden yapılmıştır ve mescidin fiili alanı 882 metre karedir. Ebubekir Mescidi Münaha mahallindeki eski mescidlerden bir diğeri Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) güney batısına 335 metre uzaklıktaki “Ebubekir Mescidi” dir. Matarî (ö.741) şöyle yazıyor: Bu mescidin yerinde de Peygamber’in (s.a.a) ve sonra da Ebubekir’in namaz kılmış olması gerekiyor.447 Mecidin fiili binası 1254 yılında Osmanlı sultanlarından Sultan Mahmut tarafından yapılmış ve 1411 yılında Fahd döneminde de tezyin edilmiştir. Bu mescidin alanı 293 metrekaredir. Ömer Mescidi -Hulasatü’l Vefa, s.362. -el-Mearif, İbni Kuteybe, s.196. 446 -Vefâul-Vefâ, s.49. 447 -et-Tarif, s.49. 444 445 186 Münaha’da yer alan başka bir mescid “Ömer Mescidi”dir. Semhûdî be mescide niçin Ömer isminin verildiğine değinmemiştir. Bu mescidi 850 yılından sonra Şeyh Şemsüddin Muhammed Selavi yaptırdı ve zamanla Ömer ismiyle anıldı. Selavi’nin eski kaynaklarda bu bölgede böyle bir mescidin varlığından haberdar olup mescidi yaptırması mümkündür. Ancak bu konuda tanıklık edecek bilgi mevcut değildir. Bu mescidin fiili binası 1266 yılında Birinci Abdülmecid tarafından yapılmış olup alanı 335 metrekaredir. Bu mescidde yakınlarındaki mescidler gibi 1411 yılında tamir edildi. Osman Mescidi Münahe’nin uzağında ve zikredilen mescidlerin uzantısında hali hazırda ki Bilal Mescidi tarafında “Osman Mescidi” yer alır ve Medine tarihinin yeni tarihçileri bu mescidin geçtiğimiz birkaç onlu yıllarında yapıldığını söylerler. Muhammed İlyas Gani’nin ifadesine göre bu mescid on beşinci asrın ilk onuncu yılında Şeyh Sadaka Hasan Haşkaci yapmış ve vakıflar idaresine bırakmıştır. Dolayısıyla bu mescidin musalla sınırlarında yer alması, onun tarihi mescid olduğu düşüncesini doğurmamalıdır.448 Kurban Caddesi uzantısında ( Emir Abdülmuhsin Caddesi) yer alan ve on beşinci asrın ilk onuncu yılında Şeyh Muhammed Ebu’l Ala tarafından yaptırılan hali hazırdaki Bilal Mescidi’nin de tarihi mescid bilinmemesi gerekir. Bununla birlikte söylememiz gerekir ki Bilal Mescidi’nin musalla bölgesinde ve fiili Ömer Mescidi’nin yakınında yer aldığında hiç kuşku yoktur ve bu mescid yapılandırma faaliyetlerinde cadde genişletilmesi hasebiyle yıkılmıştır. Söz konusu bu mescidin takribi yeri Anberiye’nin yakınında telefon ve telgraf binasının kuzey tarafındadır.449 İslam’ın aleyhinde gerçekleşen Ahzâb savaşı İslam’ın küfür ittifakı karşısındaki belirleyici savaşlarından birisi olup kâfirlerin Hicaz’da ebedi yenilgisiyle sonuçlandı. Üstelik savaşı kâfirlerin başlatmasına rağmen kâfirler yenildi. Kureyş kendi müttefiki Katfan kabilesiyle önceden yaptıkları programla on bin kişilik ordu hazırlayarak Medine’ye yöneldiler. Püskürük kayaçlarla güney, doğu ve batıdan muhasara edilen Medine şehrinin tek girişinden birisi Uhud etrafında kuzey tarafı ve diğeri Sel’ Dağı tarafıydı. Müslümanların zorunlu olarak burada konumlanması ve şehrin girişini kapatmaları gerekiyordu. Meşhur görüşe göre ki doğrusuda budur, Salman hendek kazılmasını önerdi ve Müslümanlar hendeğin kazılması için kendi aralarında görev taksimi yaptılar. Kâfirler bölgeye ulaştıkları zaman Kureyş kendi güçlerini Mecmeu’s-Suyul’da yer alan Sel’ Dağı tarafına Katfan kabilesi 448 449 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.261. -a.g.e., s.264. 187 de hendeğin arkasında Uhud’un güney eteklerine konumlandırdı. Bunların karşısında üç bin kişiyi kapsayan İslam ordusu hendeğin bu tarafında yer aldı. Müslümanların emir komuta merkezi hali hazırda Fetih Mescidi’nin bulunduğu Sel’ Dağının arkasındaydı. Allah Resulü (s.a.a) buradaydı ve hendeğin her noktasından kendisine haber ulaşıyordu. Müslümanların eşleri ve çocukları zayıf fertlerle birlikte evlerinden çıkıp daha güvenli olan kalelere (Utum) yerleştiler. Her iki taraf arasında defalarca oklar fırlatıldı ve Sa’d b. Muâz’ında yer aldığı Ensar’dan altı kişi şehit oldu. Şehit olanlar arasında yer alan Sa’da b. Muaz yaralanmış ve birkaç gün sonra şehit olmuştu. Savaşta, kâfirlerin Müslümanlardan iki kat daha fazla olmasına rağmen doğrudan Müslümanlar karşısında duramadıkları cepheler vardı. Bir defasında Halit b. Velit beraberindeki yüz kişiyle, sayılı bir grup Müslüman’a saldırdı, Müslümanların direnişiyle yüz yüze gelip geri döndü. Zaman zaman hendeği geçmeye çalışan müşrikler fırlatılan taş ve oklarla karşılaşıyorlardı. Bu sahnelerden birini, dikkatle seyreden Peygamber’in (s.a.a) eşi Ümmü Seleme nakletmiştir.450 Bu muhasara ve savaş yaklaşık yirmi günden sonra kâfirlerin yorgunluk, ümitsizlik ve yenilgisiyle sonuçlandı ve hiçbir netice elde etmeksizin Medine’yi terk ettiler. Müşrikler bu gidişiyle hiçbir zaman Medine’ye ordu gönderemediler. Yedinci Asırda İbni Neccâr şöyle diyor: Bizim zamanımıza kadar hendekten geride, suyunun Kubâ’dan kaynaklandığı oradan Medine’nin aşağılarındaki (yani kuzey batı) Sıh bölgesinde Fetih Mescidi’nin yer aldığı hurmalıklara kadar ulaşan su kanalları baki kalmıştır. Hendeğin kendisinde de hurmalık vardır. Hendeğin önemli bir bölümü ortadan kalkmış ve duvarları yıkılmıştır.451 Fetih Veya Hendek Mescidleri Medine’nin kuzey batısında ve Sel’ Dağı’nın batı eteklerinde “Fetih Mescidleri” isminde bir seri mescid vardır. Sel’ Dağı kuzey doğuda - yani günümüzde mescidlerin resminin olduğu yer – Müslümanların Ahzâb savaşında kazdıkları Doğu ve Batı Harre ortasına tepeden kuşatan Hendek’de yer alıyordu. Hendek, Sel’ Dağı kenarının biraz batısından başlayıp yarım daire şeklinde Batı Harre’i Doğu Harre’ye birleştiriyordu öyle ki, doğal bir mani (Harreler) ve bunun eşliğinde yapay bir engel (kazılan hendek) düşmanın Medine’ye saldırmasına engel oluyordu. İbn-i Şebbe kendi kitabında – Medine tarihi konusundaki en eski eserdir – bu bölgede yerlerini ve niteliklerini açıklamaksızın bir seri mescide işaret etmiştir. 450 451 -Meğâzî-i Vakidî, s.348 (Farsça tercüme). -ed-Durretü’s-Semîne, s.225-226. 188 Eski kaynakların birinde yalnızca “Fetih Mescidi”, “Salman Mescidi”, “Ali b. Ebi Talib Mescidi” ve “Ebubekir Mescidi” gibi dört mescidin ismi zikredilmiştir.452Ünlü Medine tarihçisi Semhûdî bölgede yalnızca dört mescidin bulunduğunu söyler.453Hatta hicri on ikinci asra kadar bu dört mescid vardı.454Bu bilgiler doğrultusunda Ömer Mescidi ve çoğunlukla Ehlisünnetin Sa’d b. Muâz Mescid’i olarak andığı455 Fatıma Mescidi isimlerindeki eklenen iki mescidin seksen yıl öncesiyle alakalı olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde çeşitli araştırmacıların yazdıklarına göre son yıllarda gerçekleşen değişimlerden bir tanesi Ebubekir Mescidi’nin Ali b. Ebi Talib Mescidi ismiyle ve Ali b. Ebi Talib Mescidi’nin ismi de Ebubekir Mescidi ismiyle değiştirilmesidir! Çok enteresandır ki, Ebubekir Mescidi gerçekte Ali b. Ebi Talib Mescidi’dir ve hali hazırda cadde uzağına düşmüş ve gerçekte Ebubekir’e mensup olan bu mescid, Ali b. Ebi Talib Mescidi ismiyle kalmıştır. Sel’ Dağı eteklerinde birbirlerinin kenarında konumlanan altı mescid vardır. Araştırmacılara göre bunların yedincisi, Kıbleteyn Mescidi olup zikri geçen mescidler topluluğundan ayrılmıştır. Bu mescidin açıklaması ileride gelecektir. Bazı araştırmacılara göre de mezkûr mescidler grubunun yedincisi Sel’ Dağı eteğinin başka bir noktasına yer alan Beni Haram Mescidi’dir. 1381/2002 yılında umreye için gidip Peygamber’in (s.a.a) kabrini ziyaret ettiğimde dağ eteklerinde yeni bir mescid yapılıyordu. 1387/2008 yılında tamamlanıp kullanıma açılan söz konusu bu mescidde tahiyyat namazı kılmak nasip oldu. Hali Hazırda Var Olan Mescidlere Gelince: 1. Fetih Mescidi Bölgenin en önemli ve en tanınmış mescididir. İbni Ebi Zi’b şöyle diyor: Allah Resulü (s.a.a) peştamal örtülü halde dağ üzerindeki mescide gitti ve ellerini gökyüzüne açıp dua etti. Bir kez daha geldiğinde mescidde namaz kılıp dua etti. Abdullah b. Ömer’in şöyle dediği nakledilmiştir: Allah Resulü (s.a.a) dağ üzerindeki mescidlerin hepsinde namaz kılmıştır.456 Ahzâb savaşından öncede bu noktada mescidin yer aldığını düşünmek oldukça zordur hatta o zamanda mescidin oluşu da doğru değildir, ancak Müslümanlar Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kılıp dua etmesi hasebiyle bu noktayı çabucak mescide dönüştürdüler. Fetih mescidlerinin en önemlisi “Fetih Mescidi”, “A’la Mescidi” ve “Ahzâb Mescidi” ismiyle meşhurdur. Bu mescid -Ahbâr-i Medineti’r-Resul, İbni Neccâr, s.114. -Vefâul-Vefâ, c.3, s.830-837. 454 -Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.135. 455 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.132 456 -Meğâzî, Vakidî, s.368 (Farsça tercüme). 452 453 189 dağ üzerinde yer almıştır ve ziyaretçiler birkaç basamaktan geçerek mescidin içine namaz kılmaya girerler. Fetih Mescidi, Ahzâb savaşında arkasına hendeğin kazıldığı dağın arkasındaydı. Bu dağın hendeğin ve hendek arkasında konumlanan düşmanı gözetimi için iyi bir yere sahip olması hasebiyle Allah Resulü (s.a.a) Ahzâb savaşını buradan idare ediyordu. Allah Resulü (s.a.a) günlerce aralıksız namazını burada ikame etti ve bu sebeple burası sonraları mescide dönüştürüldü. Kaynaklarda şöyle gelmiştir: “Allah Resulü Fetih Mescidinde ve bu mescid etrafındaki mescidlerde namaz kılmıştır.”457 Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidde Müslümanların başarıya ulaşması için dua etmesi ve duasının kabul edilmesi önemli noktalardandır. Rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) pazartesi günü dua etmiş Çarşamba günü duası kabul olmuş ve müşrikler yenilerek Medine’yi terk etmişlerdir.458 Bu mescid Sadrı İslam’da Müslümanların itina ettikleri mescidlerden birisi sayıla gelmiş ve Ehlibeyt (a.s) rivayetlerinde ve Şia kaynaklarında burada namaz kılmak tekit edilmiştir.459 İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: Allah Resulü (s.a.a) Fetih Mescidi’ne girdi, sonra birkaç adım yürüdü, üçüncü adımında dua etmek için ellerini yukarı kaldırdı ve çokça dua ederek mescidden ayrıldı.”460 Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) Hendek savaşının son gecelerinde Huzeyfe’yi bilgi toplamak için düşman tarafına gönderdiğinde bu mescidin içinde oturduğu nakledilmiştir.461 İmam Sadık (a.s) Kubâ Mescidi, Meşrebe-i Ümmü İbrahim, Fadîh Mescidi ve Uhud şehitlerini ziyaret etmeyi tavsiye etmekle birlikte gerçekte Fetih Mescidi olan Ahzâb Mescidi’ni ziyaret etmek konusunda şöyle buyurmuştur: Allah Resulü (s.a.a) şehitleri ziyarete geldiğinde: Sabrınızdan ötürü Allah’ın selamı üzerinize olsun! Yeriniz ne kadar da güzeldir buyurmuş ancak, Fetih Mecidi’ne geldiğinde şöyle buyurmuştur: “Ey sıkıntıda kalanların yardımına koşan. Ey darda kalanların çağrısına icabet eden. Ey kederlilerin yardımcısı. Endişemi, darlığımı ve hüznümü gider. Hakikaten sen, benim ve ashabımın durumunu görüyorsun.” Fetih Mescidi veya Â’la Mescidi ilk zamandan itibaren Müslümanların ilgi ve alaka konusu olmuştur. Hicri üçüncü asırda İbn-i Şebbe’in nakli esasınca, Allah Resulü’nün (s.a.a) tam olarak dua ettiği nokta mescidin sahnında silindir suretinde belirgindi. -Ahbâr-i Medineti’r-Resul (s.a.a), s.114. -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.60. 459 -Bihâru’l-Envâr, c.20, s.230. 460 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, İbni Şebbe, c.1, s.142; Vefâul-Vefâ, c.3, s.831. 461 -Vefâul-Vefâ, c.3, s.835. 457 458 190 Başka bir rivayette Fetih Suresi’nin bu mescidde Allah Resulü’ne (s.a.a) nazil nakledilmiştir. Fetih Mescidi’ni “Ahzâb Mescidi” ve “Hendek Mescidi” isimlerinde de anıldığı için bu mescidin, doğal olarak Hudeybiye’de nazil olan Fetih Suresiyle değil, Ahzâb savaşıyla irtibatlı olması gerekir. Â’la Mescidi’nin dağın eteğinde yer alması hasebiyle bu ismi alması mümkündür. Bu mescidin güney kısmında (kıble tarafı) harem sara (şebistan) ve kuzey kısmında avlusu (sahn) vardır. Birinci Abdülmecid zamanına ait olan ve hicri 1270 yılıyla alakalı olan Fetih Mescidi’nin fiili binası 24 metreküp ve yüksekliği yaklaşık 4/5 metredir. Suudi devleti bu mescidi 1411 yılında tamir etmiştir. 2. Salman Farisi Mescidi Yedi mescid içinde yer alan veya daha ince bir tabirler Hendek mescidlerinden bir diğeri de Salman Farisi Mescididir ve bu mescid, Fetih Mescidinin aşağısındaki ilk mescidtir. Bazı tarihi rivayetler esasına göre Salman’ın hendek kazılması önerisinin Ahzâb savaşında büyük bir rolü olmuştur. Bu mescid zamanla canlılık kazanmış ve Harem-i Nebevi ziyaretçilerinin ilgi ve alaka duyduğu mekânlardan birisi olagelmiştir. Tarih ve seyahatname yazarları da bu mescide işaret etmişlerdir. Harem sara (şebistan) ve avluya (sahn) sahip olan bu mescidin uzunluğu 8/50 metre ve genişliği 7 metredir. Şia kaynaklarında Salman Farisi Mescidinde namaz kılınması tavsiye edilmiştir.462 3. İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi Salman Farisi Mescidi’nin aşağısında ve bu mescidin güney batısında yer alır. Günümüzde bu mescid yanlışlıkla Ebubekir Mescidi olarak isimlendirilmiştir ve doğal olarak bu yanlışlığın düzeltilmesi gerekir. Daha önce eski kaynaklarda bu mescidin Fetih bölgesindeki asli dört mescidden birisi olduğunu söylemiştik. Maalesef söylenmesi gerekir ki, bu mescid hicri kameri 1414 yılında yolların genişletilmesinde ortadan kaldırılmıştır!463Hali hazırda daha önce Ebubekir Mescidi isminde başka bir mescid vardı veya aslen varlığı bile söz konusu değildi ve Şialar arasında İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) ismiyle meşhurlaşmıştı. Ahzâb savaşında Emirülmüminin’in (a.s) ve Salman Farisi’nin çok önemli ve belirleyici rol üstlendiklerini biliyoruz ve bu bölgede daha önce onun ve Salman’ın isminde mescidin olması gayet doğal olacaktır.464 Semhûdî’nin yazdığına göre bu mescid harap olduktan sonra Medine-i Münevvere valisi Zeynüddin Zigam Mansuri tarafından 876 yılında onarıldı. 462 -Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225. -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.146. 464 -Bihâru’l-Envâr’ın, c.20, s.230’da Emirülmüminin ismiyle anılan mescide işaret edilmiştir. 463 191 Semhûdî buraya kadar üç mescidin ismini anmış ve Ebubekir Mescidi isminde bir mescidin varlığına rastlamamıştır. Elbette Semhûdî, kendisinden önceki tarih yazarı Matarî’nin (ö.741) sözünü dikkate alarak dört mescidin ismini zikrederek şöyle diyor: Muhtemelen Ebubekir isminde dördüncü bir mescid daha vardı ve bu mescidden hali hazırda hiçbir eser kalmamıştır.465Dolayısıyla Semhûdî kendi araştırmasında bu bölgede Ebubekir Mescidi isminde bir mescide rastlamamıştır ve bu mescidin, zikri geçen üç mescidden sonraki zamanla alakalı oluğunu düşünmek mümkündür. Fetih Mescidi, Salman Mescidi ve Ali (a.s) Mescidi’nin binası 575 ve 577 yıllarında Fatımî devleti emirlerinden Emir Seyfüddin Hüseyin b. Hica ismindeki bir şahıs tarafından yaptırılmıştır. 4. Ebebekir Mescidi Tam olarak Fetih Mescidi’nin karşısında zikredilen mescidlerin güney noktasında dağın tepesinde yer alan ve hali hazırda “İmam Ali b. Ebi Talib (a.s)” ismiyle tanınan bir mescid daha vardır. Diğer mescidlerin binasında olduğu gibi bu mescidin binası da Osmanlılar döneminde Suudiler tarafından onarılmıştır. Muhtemelen Matarî’nin zikrettiği dördüncü mescid budur. Nitekim söz konusu mescid, ileride ela alacağımız diğer iki mescidden daha sonradır. Açık olan odur ki, Semhûdî bu mescidi zikretmemiş ve sadece şöyle yazmıştır: Halkın bazısı Salman Mescidi’ni, Ebubekir Mescidi olarak isimlendirmiştir! 5. Fatıma-i Zehra (s.a) Mescidi Yedi mescid arasında yer alan mescidlerin bir diğeri Fatıma-i Zehra (s.a) Mescidi veya Ehlisünnet araştırmacılarının deyimiyle Sa’d b. Muâz Mescidi’dir. Her iki ismin ikisi de eski kaynaklarda gelmemiştir. Son yıllarda Fatıma-i Zehra (s.a) ismiyle meşhur olan bu mescid yaklaşık on beş metre kare alana sahiptir. Bu mescide kadın ve erkek ziyaretçilerin yoğunlaşması ve izdiham sebebiyle – veya izdiham bahane edilerek – mescidin kapısı beton duvarla örtülmüştür ve hali hazırda halk mescidin dışında namaz kılar. Bu mescid Fetih Mescidi’nin güney batı sınırlarında yer alır. 6. Ömer Mescidi Ömer Mescidi yedi mescidlerden (Mesacidi Seba) birisi olup Salman Mescidi’nin aşağısında yer alır. Bazı araştırmacıların yazdığına göre hicri dokuzuncu asra kadar ve hatta bu asırdan yaklaşık yüz yıl sonrasına kadar bu mescidin olduğuna dair bir belirti yoktur. O, bu mescidin kameri 1303 yılında yapılma ihtimalini kesin bilir.466 Ömer Mescidi’nin alanı 123 metrekaredir. 465 466 -Vefâul-Vefâ, c.3, s.836. -el-Medinetü’l Münevvere Tatavvuruha’l Umrani, s.197. 192 Yeni Hendek Mescidi Fetih bölgesi etrafı kameri 1424 yılında değişime uğradı. Suudiler dağın eteğinde mevcut mescidlerin yukarısında büyük bir mescid yapmayı kararlaştırdı. Üç katlı olup 4500 kişinin namaz kılabileceği alana sahip olan bu mescid dört yıl içinde yapılarak 1429 yılında açıldı ve burada 28.8.1429 yılında ilk Cuma namazı ikame edildi. Nefis süslemesiyle harem sara (şebistan) ve avlunun (sahn) yer aldığı bu dev yapı daha ziyade Şam ve İran modelinde yapılmıştır. Tamamen modern bir yapıya sahip olan bu mescidde güncel tekniklerden yararlanılmıştır. İlk etapta yeni Hendek Mescidi’nin yapılması kararlaştırıldığında etraftaki altı mescidden geride kalan dört mescidin yani Fetih Mescidi, Salman Mescidi, Ömer Mescidi ve Ali Mescidi’nin kapatılması söylentisi vardı. Bu konu 19.7.2009 yılında Akkaz gazetesinde Medine Belediye Başkanı Abdülaziz b. Abdurrahman’ın dilinden yansıtılmıştı. Söz konusu bölgede yer alan altı mescidin içinde Fatıma-i Zehra (s.a) mescidinin de yer alması ilgi çekicidir. Her halükarda bu güne kadar (1388/2009 yılının yaz mevsimi) bu olay gerçekleşmemiş ve kuzeyden güneye sırasınca yer alan bu dört mescid varlığını korumuş ve ziyarete açıktır. Şu bir gerçektir ki, Suudiler arasında ifrati ve mutedil kanatların ihtilafı söz konusudur ve bu gruplar arasındaki ihtilafları, Medine Gazetesi’nde (28.8.2009) görmek mümkündür. 7. Kıbleteyn Mescidi Kıbleteyn Mescidi – Benu Seleme taifesiyle alakalıdır – Medine’nin batısında ve şehrin “Bi’ru Rume” ismiyle meşhur olan kuyunun yakınında yer alan çok eski mescidlerden birisidir. Kıble değişimiyle irtibatlı olması sebebiyle bu mescidin yapımının hicri ikinci yıllına ait bilinmesi gerekir. Bu mescid Benu Seleme taifesi arasında olması hasebiyle “Benu Seleme Mescidi” olarak da meşhur olmuştur. Kıblenin değişmesi olayı hicretin ikinci yılı Şaban ayında ya da başka bir görüşe göre bu yılın Recep ayında gerçekleşti. Söz konusu tarihten önce Müslümanlar Beytü’l Mukaddes’e doğru namaz kılıyorlardı. Yahudiler, Müslümanları kıblesi olmadığı için kendi kıbleleri tarafına doğru namaz kıldıkları için kınamaları ve bundan Allah Resulü (s.a.a.) ve Müslümanların rahatsız olması sebebiyle kıble değişmişti. Diğer bir nokta Kâbe binasının yapımı Beytü’l Mukaddet’ten önceydi ve “Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâbe’dir.”467ayetinde, Kâbe’nin, Beytü’l Mukaddes’ten önce yapıldığı ve kıbleye daha yaraşır olduğu anlatılıyordu. 467 -Âli İmran, 96. 193 Her halükarda Allah Resulü’nün (s.a.a) isteği ve duası sonucu, Müslümanların rencide olmaması için kıblenin değiştiği bildirildi. Allah-u Teala kıblenin değişmesini Bakara Suresinin 142-150. Ayetlerinde açıklamıştır. Peygamber’e (s.a.a) hitap eden bu ayetlerden birisinde şöyle buyrulmuştur: “(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.”468 Bir nakle göre kıblenin değişmesi hükmü namaz arasında bildirilmiş ve namaz kılanlar öğle namazının iki rekâtını Beytü’l Mukaddes’e diğer iki rekâtını da Kâbe’ye doğru kılmışlardır. Namaz arasında dönmenin o kadar da zor olmadığı anlaşılmaktadır; namaz esnasında bulunulan noktada Kâbe’ye doğru dönmekle mümkün olduğu gibi bir konumdan diğer bir konuma geçiş yapmakla da mümkündür. İbni Neccâr’ın naklettiği bir rivayette şöyle gelmiştir: Allah Resulü (s.a.a) Beni Seleme taifesinden Ümmü Bişr adında bir kadının – Bera b. Ma’rur’un kızı – ziyaretine gider. (O zamanlarda bu kadının çocuğu yeni vefat etmiştir). Bu kadın Peygamber (s.a.a.) için yemek hazırlar. Öğle vakti girince Allah Resulü (s.a.a) burada ashabıyla birlikte namaz kılar. Öğle namazının iki rakatı kılındıktan sonra Allah Resulü’ne (s.a.a) Kâbe’ye doğru yönelmesi emri gelir. Allah Resulü (s.a.a) Kâbe’ye doğru döner ve bu sebepten ötürü bu mescid Kıbleteyn Mescidi olarak isimlendirilir.469Bir rivayette erkeklerin kadınların olduğu ve kadınlarında erkeklerin olduğu yere doğru yerlerini değiştirdikleri gelmiştir.470 Başka bir rivayet de kıblenin değişme hükmünün öğle ile ikindi namazı arasında gerçekleştiği anlatılır öyle ki; namaz kılanlar öğle namazını Beytü’l Mukaddes’e doğru ve ikindi namazını da Kâbe’ye doğru kılmışlardır. Kıblenin değişmesinin Kıbleteyn Mescidi’nde veya Mescid-i Nebevi de olduğuna dair iki değişik rivayet vardır. Rivayetin birinde – daha önce zikredildi – Allah Resulü’nün (s.a.a) Kıbleteyn Mescidi’nde namaz kılması hasebiyle bu isimle anıldığı zikredilmiştir. Diğer bir rivayette Allah Resulü’nün (s.a.a) kendi mescidin de – Mescid-i Nebevi – ve bir grubunda Kıbleteyn Mescidi’nde namaz kıldığı yer alır. Kıblenin değişmesinden sonra namaz esnasında kıble değişiminin haberi onlara ulaşmış ve onlar da Kâbe’ye doğru yönelmişlerdir. Genellikle tarihçiler Peygamber’in (s.a.a) Kıbleteyn Mescidi’nde namaz kılarken kıblenin değiştiğini kabul ederler. 468 -Bakara, 144. -Ahbâr-i Medineti’r-Resul (s.a.a), s.115. 470 -Mecmeu’z-Zevaid, c.2, s.14. 469 194 Büyük bir ihtimalle bu mescid Medine’de Ömer b. Abdülaziz’in valiliği zamanında yenilendi, zira Ömer b. Abdülaziz, Velid b. Abdülmelik’in emriyle Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı mescidlerin tamamını tamir edip onarma kararı almıştı. Kıbleteyn Mescidi kameri 950 yılında Kanuni Sultan Süleyman döneminde yeniden yapıldı. Bazı tarihi verilere göre bu mescid kameri dördüncü asrın başlarında yıkılmaya yüz tutmuştu. Bu mescid Fahd döneminde yenilenen mescidler arasında olup nefis bir surette yapılmıştır. Kâbe’ye bakan mihrabı yanında, bu mihrabın karşısındaki duvara daha önceki mihrabı gösteren bir yer yapılmıştır. Var olan yazıtlar mescidin kameri 30.3.1408 yılında yapılıp 3920 metrekare alana sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Daha önceki kıble duvarındaki yazılar kameri 1420 yılında silinmiş ve hali hazırda gözle görülür bir şey yoktur. Kıbleteyn Mescidi Medine’nin kuzey batısında Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) üç buçuk kilometre uzaklığında yer almıştır. Kubâ Mescidi’nde olduğu gibi bu mescidde tüm gün ve günün her saatinde açıktır, zira Ehlisünnet ve Şialardan Medine’ye ziyarete gelenler, bu şehre sefer etmekle birlikte bu mescidi de ziyaret ederek namaz kılarlar. Zübab Veya Râye Mescidi Zübab, Uhud Dağı ile Sel’ Dağı arasında yer alan bir dağdır ve bu bölge Ahzâb savaşında Müslüman güçlerinin konumlandığı merkezlerdendi. Nitekim Zübab Dağı’nın tepesine Allah Resulü (s.a.a.) için çadır kurulmuş ve Allah Resulü (s.a.a) hendek kazımı ve savaş yerinin belirlenmesini buradan idare etmekteydi. Allah Resulü’nün (s.a.a) de savaş günlerinde namaz kıldığı kurulan bu çadır yerine Ömer b. Abdülaziz mescid yapmış ve zamanla burası şehirde yer alan dağın ismiyle meşhurlaşmıştır. Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı her yere mescid yapmak ashabın pratiğe geçirdiği güzel bir sünneti olup bu mesele sahabe, tabiin ve Müslüman nesillerinin teberrük konusuna derin inançlarını ortaya koymaktadır. Her halükarda Peygamber’in (s.a.a) bu mescidde namaz kıldığında kuşku yoktur. Bu mescidin diğer isimleri “Karin Mescidi” ve “Râye Mescidi”dir. Güya İslam bayrağının dağın tepesine asmaları veya Harre hadisesi ayaklanmacılarının bayrağını buraya asmaları hasebiyle Râye Mescidi olarak anılmıştır. Zübab Mescidi dörde dört ölçülerinde çok küçük bir mescidtir. Şenkîtî bu mescidi kameri 1406 yılında ziyaret etmiş ve şöyle yazmıştır: Bu mescid hali 195 hazırda Râye Dağı ismiyle meşhur olan küçük bir dağın üstünde yer alır ve binası harabeye dönüşen bu mescidin mihrabının kalıntısı zorla görülür.471 Bu mescide dair diğer bir bilgi de üstat Ka’bi tarafından sunulmuştur ve üstat, Râye Dağı ve bu dağın tepesindeki mescidin konumu hakkında bilgi vermiş ve bu doğrultuda nefis resimler sergilemiştir.472 Seniyetü’l Veda Mescidi Seniyetü’l Veda şehre girilen dar kanal girişi için söylenir ve burası misafirlerin karşılanıp uğurlandığı yerdir. Medine’de şehre girilen iki dar boğaz vardı ve bunlardan birisi Mekke ve diğeri Şam tarafı yönündeydi. Hali hazırda söz konusu iki giriş kısmından Uhud Caddesiyle Ebubekir yolu arasında yer alan Şam girişi varlığını korumuştur. Bu güzergâhın batı semtinde Sel’ Dağı ve Zübab Dağı ve sağ tarafında Seniyetü’l Veda Mescidi yer alır. Bazı tarihçilerin yazdığına göre şehir gençleri İslam ordusunun Tebük seferi dönüşü karşılamasında şu şiiri okumuşlardır: Ay doğu üzerimize Veda tepesinden Şükür gerekti bizlere Allah’a davetinden Ey bizden seçilen elçi Yüce bir davetle geldin Sen bu şehre şeref verdin Ey sevgili hoş geldin Başka bir rivayette bu şiirin Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretinde Beni Neccâr mahallesine girdiğinde okunduğu gelmiştir. Seniyetü’l Veda karşılama ve uğurlama yeri olduğu için buna dair bilgiler az çok tarihi kaynaklarda yer almıştır ve Allah Resulü’nün (s.a.a) bu dağın kenarında İslam ordusunu Tebük seferi için donatması bunun örneklerinden birisidir. Medine’de 145 yılında Abbasilere karşı kıyam ederek şehit düşen Nefsi Zekiyye Muhammed b. Abdullah’ın mezarı, bu dağın yakınındaki hatıralardan birisidir. Hali hazırda bu mezardan geride hiçbir eser kalmamıştır. Seniyetü’l Veda’nın yerini, Zübab Dağı ile Nefsi Zekiyye’nin defnedildiği yer arası olarak bilmişlerdir.473 Üstat Ka’bi şöyle yazıyor: Kameri 1406 yılında tamamen ortadan kalkmış olan Seniyetü’l Veda Dağı’nın yeri, Osman Caddesi ve Ebubekir Caddesi (Saltanat 471 -ed-Durretü’s-Semîne, s.171. -Mealimü’l Medineti’l Münevvere, c.1, s.274. 473 -Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, Ahmet El-Hayyari, s.217. 472 196 Caddesi) köşesindedir. Burasının güneyinde Münaha Caddesi ve kuzeyinde konutlar yer almıştır.474 Bunu Haram Mescidi Beni Haram, Medine’de yaşayan Ensar taifelerinden birisidir ve kendi evleri arasında yer alan bu taifenin mescidi şimdiye kadar varlığını korumuştur. Bu mescidde Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kılıp kılmadığı hakkında ihtilaf vardır. Bu taifenin Allah Resulü’nün (s.a.a) hayatta olduğu zamanda Sel’ Dağı kenarına taşınmaları konusunda ihtilafın olması aynı zamanda Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kılıp kılmadığı hakkında ihtilafa düşülmesine sebep olmuştur. Tarihi nakilde geldiğine göre Beni Haram ve Beni Seleme taifesi yerleşim yeri konusunda Peygamber’in (s.a.a) yanına gelerek şikâyette bulundular. Allah Resulü (s.a.a) Sel’ Dağı’nın batı bölümüne yerleşmeleri doğrultusunda onları yönlendirdi ve onlar da kabul ettiler.475 Beni Haram taifesi buraya taşındıktan sonra kendileri için mescid yapmışlar ve sonraları bu mescid Ömer b. Abdülaziz tarafından yenilenmiştir. Diğer mescidlerde olduğu gibi bu mescidin binası da Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yer dikkate alınarak yenilenmiştir. Hendek Savaşında yiyeceğin çoklaşması mucizesinin de bu mescidin yapıldığı yerde gerçekleştiği söylenebilir.476 Bazılarının yedi mescidden birisi olarak saydığı Beni Haram Mescidi Sel’ Dağı’nın batısında Sih Caddesi’nden Fetih mescidlerine doğru giden kimsenin sağ kolu üzerinde yer alır. Hali hazırda genişletilen bu mescid Sel’ Dağı kenarında ve Medrese-i Saneviyetü’s-Samine’nin arkasındaki feri bir caddededir. Söz konusu bu mescid, kameri 1388 yılından önce harabe olup kimse bilmiyordu. Bu yılda Medine araştırmacı yazarlarından birisi yazılı kaynaklara uygun olarak bu mescidin yerini tespit etmesi, mescidin yeniden yapılmasına vesile olmuştur. Beni Haram taifesi hali hazırda “El-Ammari” olarak meşhurdur.477 Bu bölgede yer alan mescidin yakınındaki dağın üstünde “Kehfu Beni Haram” isminde bir mağara vardır ve Hendek Savaşında Allah Resulü’nün (s.a.a) bazen bu mağarada gecelediği söylenilmiştir. Bir rivayette de Allah Resulü’nün (s.a.a) Kehf Mağarasına gittiği ve namaz kıldığı yer alır.478 Sukya Mescidi Bu mescid, Harre’nin Sukya mahallinde yer almıştır ve Allah Resulü’nün (s.a.a) Sukya Kuyusu’ndan abdest aldığı ve Medine halkına dua ettiği -Mealimü’l Medineti’l Münevvere, c.1, s.284. -Tarihu’l Medine, İbni Şbebbeh, c.1, s.87. 476 -ed-Durretü’s-Semîne, s.233. 477 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.49. 478 -Mecmeu’z-Zevaid, c.2, s.288. 474 475 197 nakledilmiştir. Diğer bir rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) Sukya’ya geldiğinde Sa’d b. Vakkas Mahallesinde durmuş ve abdest alarak kıbleye yönelmiş ve şöyle dua etmiştir: Ey Allah’ım! Senin kulun ve Halil’in İbrahim, Mekke ahalisinin bereketi için dua etti. Senin Resulün olan ben ise Medine ahalisinin bereketi için sana dua ediyorum.479 Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) Bedir tarafına doğru hareket esnasında burada durduğu ve ordu içindeki yaşı küçük fertleri geri çevirdiği söylenmiştir. Su kuyularının yer aldığı Sukya bölgesi hali hazırda Medine’de yer alan Anberiye’deki eski tren istasyonu civarındadır. Anberiye Tren İstasyonu alanı içinde istasyonun güney tarafı köşesinde son derece eski ve bakımsız bir mescid göze çarpar. Bu mescid, tarihi kaynaklarda “Sukya Mescidi” olarak tanınmıştır. Son dönem tarih yazarlarından birisinin yazılarında şunlar yer alır: Bu mescid Anberiye Tren İstasyonu alanı içindeki güney kısmı köşesinde konumlanmıştır.480Buna karşın Sukya Mescidi’nin varlığını koruyup koruyamadığı hakkında iki görüş ortaya konmuştur. Bazıları bu mescidden geride bir eserin kalmadığına inanırken bazıları da bu mescidin hali hazırda Anberiye Tren İstasyonu alanı içinde istasyonun güney tarafında yer aldığına inanırlar. Muhammed İlyas Abdulğani söz konusu istasyon alanı içinde yer alan hali hazırdaki mescidin Allah Resulü (s.a.a) zamanındaki Sukya Mescidi olduğuna dair pek çok delil ortaya koymuştur.481Semhûdî’den çok önce bu mescidin eserleri kaybolmuş ve yine Semhûdî’nin gayretiyle mescidin eski eserleri bulunmuş ve yeniden inşa edilmiştir. Şemsi 1375/1996 yılında bu mescidi ziyaret etmek nasip oldu. O zaman bu mescid, birbiri sırasınca yer alan üç odadan ibaretti ve orta odada mihrabın varlığı göze çarpıyordu. Mescidin uzunluğu 12 metre ve genişliği 4 metredir. Maalesef bu mescid, gereken ilginin gösterilmemesi hasebiyle bir mescide yakışmayacak bakımsızlık ve kirlilikle yüz yüzedir. Şemsi 1380/2001 yılındaki ziyaretimde tarihi eserler idaresinin bu tren istasyonunu yenileme kararı alığını öğrendim. İstasyon alanı içinde yer alan Sukya Mescidi de yenilenmiş ve şemsi 1381/2002 yılında nefis bir mescid görünümüne kavuşmuştu. Urve Mescidi Bu mescid, Medine’nin batısındaki en önemli vadisi olan Akik Vadisi’nde yer alır. Bazı tarihçilerin naklettiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde de -el-Fethu’r-Rabbani, c.23, s.255; El-Mesâcidi’l-Eseriyye kitabının 99. Sayfasından nakil. -el-Maâlimu’l-Esire fi's-Sünne ve's-Sire, s.254. 481 -Bkz: El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.103. 479 480 198 namaz kılmıştır. Güya daha sonraları bu mescidin eski yerine büyük bir mescid yapılmıştır. Malik b. Senan Mescidi Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) batısında yer alan bu mescid Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) imar ve genişletme çalışmaları neticesinde ortadan kalkmıştır. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidin kenarında namaz kıldığı nakledilmiştir. Fatıma-i Suğra Mescidi (İmam Hüseyin’in (s.a) küçük kızı) Hz. Fatıma’nın (s.a) evinde oturan bu hamın, Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) genişletilmesi sebebiyle dışarı atılmış ve daha sonra başka bir eve yerleşmiş ve oturduğu ev Fatıma Mescidi olarak tanınmıştır. Bu mescid, Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) batı tarafının genişletilmesi sonucu ortadan kaldırılmıştır. Minareteyn Mecidi Akik yolunda yer alan bu mescidde Allah Resulü (s.a.a) namaz kılmıştır. Hayyârî’nin söylediğine göre bu mescid, benzin istasyonuna varmadan asfaltlanmış eski Cidde yolunun sağında yer alır. Muhammed İlyas Abdulğani’nin söylediğine göre kendisi 1418 yılında burasını görmüştür ve mescid, benzin istasyonunun yaklaşık yüz metre uzağındadır. Bu mescidin hali hazırdaki binası 9 metre uzunluğunda, 8 metre genişliğinde ve yaklaşık 2 metre yüksekliğindedir. Kaynaklarda bu mescidin Bintü’l Hüseyin Fatıma Kuyusu yakınında olduğu gelmiştir ve halen bu kuyu varlığını korumuştur.482 Fifau’l Hayyar Mescidi Allah Resulü (s.a.a) Gazve’l Aşire’de “Fifau’l Hayyar Mescidi”nde namaz kılmış ve ashabıyla bu mescidde dua etmiştir. Şehrin batısında yer alan Medine İslam Üniversitesi’nin genişletilmesinde bu mescid ortadan kaldırılmıştır. Bilal b. Ebi Rebah Mescidi Bu mescid yıkılmadan önce hükümet binası yerindeydi ve Allah Resulü (s.a.a) burada bayram namaz kılmış ve Bilal’de nafile namazı kılmıştır. Muğaysele Mescidi Muğaysele veya Mağsele, Medine’de bir yerin adıdır ve asıl itibariyle mezarlık ve cenaze yıkama yeri olan burası hurmalığa dönüşmekle mezarlık olma özelliğini kaybetmiştir. Bu yerdeki mescid “Muğaysele”, “Mağsele” ve 482 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.254. 199 “Beni Dinar” mescidi isimleriyle tanınmıştır ve bu isimlerin tamamı bir mescid için kullanılır. Bu mescid Anbere bölgesindeki eski Cevazat’ın arkasında olup sokakların içerisinden mescide uzanan yol vardır. Muhammed İlyas Abdulğani yazıyor: Hali hazırda Muğaysele bölgesinde iki mescid vardır; bunların ilki yükselti üzerindeki büyük bir mescidtir ve yer seviyesinden yaklaşık 27 basamak yukarda konumlanmıştır. Bu mescidin batı ve kuzeyinde iki kapısı vardır ve mescidin kuzey kenarında Maleha Mescidi isminde bir mescid yer almıştır. Bu mescidin kıblesinde küçük bir mescid daha vardır ve vakıflar bakanlığı tarafından mescidin üzerine Muğaysele Mescidi ismini taşıyan tabela asılmıştır. Abdulğani bu açıklamasından sonra Beni Dinar Mescidi’nin Muğaysele Mescidi olma ihtimalini sözlerine ekler.483 İbn-i Şebbe Abdullah b. Utbeden şöyle nakleder: “Allah Resulü (s.a.a) Ğassâlin’de Beni Dinar Mescidi’nde çok namaz kılıyordu.”484 Sakife-i Beni Saide Sakife üstü örtülü sundurmaya (revaka) verilen isimdir. Anlaşıldığı kadarıyla bazı taifelerin veya hepsinin genel işlerin görüşülüp özel toplantıların düzenlendiği sundurmaları vardı. Kusayy b. Kilâb’ın Mekke’de Kureyş için yaptığı Dâru’n-Nedve’nin de buna benzer bir yapısının olduğu söylenebilir. Ancak Sakife-i Beni Saide, Benu Saide b. Ka’b b. Hazrec taifesine aitti ve Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) yakınındaydı. Onun tarihi şöhreti vardı. İbn-i Şebbe şöyle yazıyor: Allah Resulü (s.a.a) Sakife-i Beni Saide’ye gelmiş ve orada namaz kılıp su içmiştir.485Bu sebeple Beni Saide Mescidi de söz konusu edilmiştir. Sakife’nin asıl itibariyle Ebubekir’in tarihte gerçekleşen biat olayından dolayı meşhurlaştığını söylememiz gerekir. Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra Ensar kendi arasında halife seçmek için burada toplandı. Muhacirlerden üç kişi Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde aceleyle toplantıyla yetiştiler ve Evs ve 483 -el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.53. -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.64. 485 -Bkz:Vefâul-Vefâ, c.3, s.858-859. 484 200 Hazrec arasında bölücülük çıkararak olayı kendi faydalarına olacak şekilde bitirdiler. Böylelikle İslam’da ilk eğri tuğla konuldu ve Allah Resulü’nün (s.a.a) Gadir-i Hum’da ki buyruğu kenara bırakıldı. Sakife, Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) batı tarafında ve Beza’a’nın kenarındaydı. Ensar’ın halife adayı Sa’d b. Ubade Sakife yakınında yaşıyordu. Kameri 1030 yılı öncesine kadar Sakife’nin yapılandırılıp onarılmasına dair tarihi veriye rastlanmaz. Bu yılda Ali Paşa isminde birisi, Sakife’nin konumunu korumak amacıyla burasının üzerine bina yaptı. Bu binanın resimleri Abdülkuddus Ensari’nin “Asaru’l Medineti’l Münevvere” kitabında basılmıştır. Kameri 1383 yılında burasının yerine, burayla birlikte etraftaki alana kütüphane yapılması ve genel oturum düzenlemek amacıyla “Sakife-i Beni Saide” isminde konferans salonu yapılması kararlaştırıldı. Ancak yıkım faaliyetinden sonra - Sa’d b. Ubade’nin halifelik olayı gibi – bir neticeye ulaşılmadı. Söz konusu yapılandırılması düşünülen alan – Sakife’de bunun arasındaydı – yeni imar ve genişletme çalışmaları öncesine kadar 2740 metrekare bahçe ve 1905 metrekare elektrik santralinden ibaretti. Burası Saltanat Caddesi, Münaha Caddesi ve Sehimi Caddesi arasında yer alan bir üçgen şeklindeydi. Ağa serdarın tashih ve tatbiki. BAKÎ VE BAKÎ’DEKİ TARİHİ ESERLER Bakî’nin Tarihçesi Medine’nin hatıralarla dolu mekânlarından birisi Bakî Mezarlığı’dır. Burasını Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretinden önce Bakîu’l-Garkad ismiyle anmışlardır. “Garkad” bir ağaç türüdür. Geçmişte mezarlığın içinde ya da etrafında yer alan bu ağaçlar, mezarlığın genişletilmesiyle zamanla ortadan kalkmıştır. İslam’dan önce Yesrib şehir merkezinin kenar bölgesinde yer alan ve bu şehir halkının mezarlığı olan Bakî, İslam’dan sonra da Medine’nin en önemli 201 mezarı oldu. Nispeten büyük bir alana sahip olan bu mezarlık –açık alanda ve dağınık özelliği olan eski mezarlıklarda olduğu gibi– İslam’ın çeşitli dönemlerinde sahabe, tabiin ve hepsinden önemlisi dört Masum İmam’ın (a.s) defnedildiği yer olması sebebiyle Medine-i Münevvere ziyaretçilerinin tamamının ziyaret yeri olmuştur. Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) doğusunda yaklaşık yüz metre mesafede yer alan Bakî Mezarlığı’nın sınırları defalarca değişime uğramıştır. Yüz yıl öncesine kadar şehir kapsamı dışında yer alan bu mezarlık hali hazırda Sittin, Abdülaziz, Ebuzer ve Babu’l-Avâlî caddeleriyle çevrelenmiştir. Bakî Mezarlığı, İslam’dan önce olduğu gibi Medine İslam devletinin ilk yıllarında da mezarlık olarak kullanıldı. Bakî’ye defnedilen ilk muhacirlerden birisi Osman b. Maz’ûn’dur. O, Mekke’de Peygamber’e (s.a.a) iman ettikten sonra Habeş’e hicret etti ve Medine’ye hicret ettikten sonra Bedir savaşına katıldı, daha sonra da vefat etti. İbn-i Hacer’in nakline göre Osman b. Maz’ûn vefat ettiğinde Allah Resulü (s.a.a) gözyaşları içinde onu öptü. Peygamber’in (s.a.a) oğlu İbrahim vefat ettiğinde Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştu: “İbrahim bizim selefi salihimiz Osman b. Maz’ûn’a kavuştu”.486 Allah Resulü (s.a.a) Osman b. Maz’ûn defnedildikten sonra onun mezarına alamet bıraktı ve şöyle buyurdu: “Ondan sonra vefat edenlerin, onun yanına defnedilmeleri için bu onun mezarının alametidir”.487 Bakî Mezarlığının dağınıklığı o zamanlarda da söz konusuydu ve hali hazırda bazı sahabenin mezarlığın ilk bölümünden uzak düşmesinin sebebi de budur. Sa’d b. Muâz’ın Masum İmamlar’ın (a.s) kabirlerine uzak düşmesi bunun bir örneğidir. Sa’d b. Muâz, Allah Resulü’nün (s.a.a) hayatı döneminde vefat eden ve Bakî’ye defnedilen tanınmış sahabelerdendir. Bu sahabe Hendek savaşında yaralanmış ve birkaç gün sonra şehit olmuştur. Belirtmek gerekir ki, birkaç sene öncesine kadar Bakî Mezarlığı ile Peygamber’in (s.a.a) Harem’i arasındaki evler, pazarlar, sokaklar ve “Arif Hikmet Kütüphanesi”nin yer aldığı çeşitli bölümler zamanla ortadan kalkmış ve tabanı taşla döşeli açık alan olarak mescidin avlusuna eklenmiştir. Şialar arasında “Ben-i Haşim Mahallesi” olarak bilinen bu yerde, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) evi olarak bilinen bir ev ve daha önce zikredilen “Zukak-ı Cafer” ismiyle meşhur olan dar bir sokak vardı. 60-63 yıllarında yıkılan bu evin resimleri mevcuttur. (Resim 144-145-146) Allah Resulü’nün (s.a.a) Bakî Mezarlığı’na Defnedilenlere Karşı Özel İlgisi 486 487 -el-İsabe, c.4, s.462 (El-Beccari’nin araştırması). -Tabakât-ı İbn-i Sa'd (Farsça tercüme), c.3, s.345. 202 Allah Resulü’nün (s.a.a) Bakî Mezarlığı’na karşı özel alakası vardı. Bazı gecelerde oraya giderek Bakî ehli için bağışlanma dilerdi. Allah Resulü (s.a.a) Bakî’ye gittiğinde şöyle buyururdu: “Size selam olsun ey müminlerin evine defnedilenler. Birgün biz de size katılacağız. Allah’ım! Bakî-i Garkad ahalisini bağışla. Allah’ım! Bizi de onların mükafatına ortak eyle ve onlardan sonra bizi fitneye duçar etme. Allah’ım! Bizi ve onları bağışla.” Bir nakilde Ayşe şöyle demiştir: ‘Bazı gecelerde Allah Resulü’nün (s.a.a) yavaşça yerinden kalkarak dışarı çıktığına şahit oldum. Bir defasında onu takip ettim ve onun Bakî’ye giderek onlar için bağışlanma istediğini gördüm.’ Yine ondan nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) gecenin sonlarında Bakî’ye gidip şöyle buyurmuştur: “Size selam olsun ey müminlerin evine defnedilenler. Allah Teâlâ sizin yarınınız için vaat ettiği şeyi size verecektir ve biz de size katılacağız. Allah’ım! Bakî-i Garkad ehlini bağışla.”488 Yine nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) Bakî’nin karşısında durarak şöyle buyurmuştur: “Size selam olsun ey bu kabrin mümin ve Müslümanları.”489 Berzencî’nin nakline göre hicri on üçüncü yüzyıla kadar dört Masum İmam’ın (a.s) kubbesi yakınında dışarı giriş kapısında bir taş konulmuştu ve duanın kabul edildiği yer olarak bilinen buranın Allah Resulü’nün (s.a.a) durduğu yer olduğu söylenmiştir.490 İbni Neccâr’ın nakline göre Avsece Nâmî şöyle demiştir: “Bir gece Daru’lAkil’de dua ile meşgulken Cafer b. Muhammed (a.s) çıkageldi ve bana: ‘Acaba burası hakkında bir haber ya da hadis geldiği için mi burada duruyorsun?’ diye sorduğunda ben ‘Hayır’ dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ‘Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) gece gelip Bakî ehli için bağışlanma dilediği yerdir.’491 İbni Neccâr şunu da ilave ediyor: ‘Akil’in evi, onun defnedildiği yerdir.’ Bakî ve Bakî’deki Mezarlar Peygamber’in (s.a.a) vefatından günümüze değin kullanılan bu mezarlık sahabe, tabiin ve âlimlerin pek çoğunu kucağında barındırmıştır. Malik b. Enes şöyle diyor: “Bakî Mezarlığında yaklaşık on bin sahabe defnedilmiştir.”492 488 -et-Tarif, s.41. -Bkz: Furu-u Kâfi, c.4, s.559. 490 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.279. 491 -Ahbâr-i Medineti’r-Resul (s.a.a), s.157. 492 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.257. 489 203 Bazı kabirlerden Bakî’nin fertlere ait özel mekânlarının olduğu veya bir aileye mensup olan fertlerin birbirlerinin kenarında defnedilme imkânına sahip oldukları anlaşılmaktadır. Değişik zamanlarda vefat eden dört imamın yan yana defnedilmeleri bunun bir örneğidir. Aynı şekilde Peygamber’in (s.a.a) bazı eşlerinin veya kızlarının birbirlerinin yanında defnedilmeleri de bu meseleyi teyit etmektedir. Bakî’ye, sahiplerinin evlerine yakınlarının defnedilmesi iznini vererek eklenen yerler olması ihtimali de vardır. Söz konusu bu evler zamanla Bakî’nin bir parçası olmuşlardır. Mesela Ömer b. Abdülaziz’in bir evi 1500 dinara alıp Bakî’ye eklediğini zikretmişlerdir.493 Akil’in evi bazı ileri gelenlerin defnedildiği meşhur evlerdendir. Bu ev, tam olarak Bakî’de yer almış ve Peygamber (s.a.a) zamanında ya da Peygamber’den (s.a.a) bir müddet sonra Bakî’nin girişindeydi. Rivayetlere göre Peygamber (s.a.a), buranın yakınında durup Bakî ehline selam veriyordu. Peygamber’den (s.a.a) sonra da ona tabi olanlar da burada duruyorlardı.494 Kabirlerin yerli yerinde kalması, o zamanın halkının söz konusu bu kabirlere ilgi ve alakasını ortaya koyar. Kabirlere gösterilen ilgi ve alaka, Şialara has değildir, Ehlisünnet de Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin veya Osman’ın kabrine ve keza yan yana defnolan Malik b. Enes ve Enes’in üstadı ve Kur’an karisi olan Nafi gibi âlimlerine saygı gösterip onların ziyaretlerine gidiyorlardı. Bu mesele, ilk başlarda kabirler üzerindeki küçük binaların zamanla büyültülmesine sebep oldu. Belirtmek gerekir ki, son asırlarda imamların kabirlerinin etrafı Şialara özelleşti ve şimdiye kadar da Şialardan vefat eden kimseler -1389/2010 yılında vefat eden Medine Şialarının lideri Ayetullah Amri bunlardan birisidir- İmamlar’ın (a.s) kabirleri etrafına defnedilmektedir. Bu alan Bakî Mezarlığı sorumlularının görüşüne göre Şialara hastır. Abbasiler, Abbas b. Abdülmuttalib’in kabrini korumak için onun kabrini yükselttiler. Abbas’ın kabrinin, dört imamın kabirlerinin ve Hz. Zehra (s.a) veya Fatıma binti Esed’e mensup olan kabrin kenarında olması hasebiyle bu kabir, söz konusu kabirlerle beraber genişletildi. Ondan önce ya da sonra Peygamber’in (s.a.a) eşleri, halaları ve İmam Malik ve diğerleri için kabirler yapıldı. Altıncı asır ve sonrası kimi büyük şahsiyetler burada ilgi ve alaka duydukları bazı defnedilenlere kabirler yaptırdılar. İbni Neccâr’ın yedinci asrın ilk yarısında bildirdiği kabirlerle –her ne kadar eklemeler olsa da– günümüzde bildiğimiz kabirler yaklaşık aynıdır.495 Matarî’nin (ö.741) yazdığına göre Abbas ve dört imamın (a.s) kabirleri üzerindeki kubbelerin yanı sıra Akil ve Abdullah b. Cafer’in kabri üzerinde de kubbe vardı. Ondan sonra Osman b. Maz’ûn’un kenarına defnedilen Peygamber’in (s.a.a) oğlu İbrahim’in kıble yönündeki türbesi yer almaktaydı.496 493 -ed-Durretü’s-Semîne, s.465. -a.g.e., s.465. 495 -Karşılaştırınız: Ed-Durretü’s-Semîne, s.454-464. 496 -et-Tarif, s.43. 494 204 Matarî’nin naklettiğine göre İbrahim’in defnedilme sırasında Peygamber’in (s.a.a) “O, bizim selefimiz Osman b. Maz’ûn’a mülhak oldu” buyruğu da ortaya koymaktadır ki, Osman b. Maz’ûn’un kabrinin İbrahim’in kabri yanında olması gerekir. Matarî sözüne şöyle devam ediyor: “Abdurrahman b. Avf ölmeden önce, Ayşe ona kendi evindeki Ebubekr ve Ömer’in kabri kenarına defnedilmesi teklifinde bulunda, ama Abdurrahman, Ayşe’ye Osman b. Maz’ûn’un yanına defnedilmek için onunla sözleştiklerini söyledi.” Yine Matarî’nin yazdığına göre o zamanda Akil’in kubbesinin içinde Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin kabirlerinde taşla çevrelenmiş olması, daha sonraları Peygamber’in (s.a.a) eşleri için müstakil olarak kubbe yapıldığına işaret etmektedir. Hicri Kameri 1306 yılının Muharrem ayında Bakî’yi yakından gören “Naibu’s-Sadr”, Bakî’nin Medine şehrinin asli duvarlarının dışında yer aldığını söyleyerek şöyle yazmıştır: “Etrafı hisarla çevrili Bakî’nin iki kapısı vardı ve bunlardan birisi İmamların (a.s) kabirleri karşısında ve diğeri ise Medine şehrinin asli giriş kapısının karşısındaydı. Burada taş üzerine kazınmış Türkçe şiirlerden, Bakî Mezarlığı duvarının Hicri Kameri 1223 yılına ait olduğu anlaşılmaktadır. Bu yazıt Osmanlı sultanı Mahmut tarafından yazılmıştır.”497 Bazı kaynakların yazdığına göre Hicri Kameri 1234 yılında Mısır valisi Muhammed Ali Paşa, Osmanlı sultanının emriyle İmamların (a.s) kabirlerini yeniden inşa etti.498 Osmanlı Devleti tarafından hanedanlığı Bakî’nin resmi yöneticiliğine getirilen Seyit Cafer Medeni Berzencî (ö.1317 h.k) şöyle yazmıştır: “Bakî’de Abbas ve dört imamın muhteşem kubbeleri vardı ve bu kubbeler Vahabiler –Abdullah b. Suud– tarafından yıkıldı. Bu yıkılan kubbeler diğer kubbeler gibi daha sonraları Osmanlı sultanı Mahmut tarafından yeniden yapıldı. Medeni’nin söylediğine göre İmamların (a.s) türbesinin kapıcıları-hizmetçileri Osmanlı sultanının emriyle Osmanlı hanedanlığı tarafından atanmıştı.499 Bu kapıcılar seyit olmalarına rağmen Şialara ve özellikle Acem Şialarına karşı son derece zorluk çıkarıyor ve İmamların (a.s) ziyaretine gelen her ziyaretçiden bir miktar para alıyorlardı.500 Abbas ve İmamların (a.s) kubbesi yakınında İbni Ebi’l-Heyca’nın küçük bir kubbesi vardı. Fatımî emirlerinden olan bu şahıs, Haremeyn’in mübarek mekânlarının imarı için pek çok önemli çalışmalarda bulunmuştur. Burasının yakınında Emir Çupan’ın –Çobanoğulları Hanedanlığı– kabri yer almıştır.501 Vahabiler, Medine’ye hâkim oldukları ilk dönemlerde Bakî Mezarlığı’ndaki kabirleri yıktılar. Hicri Kameri 1344 yılında Medine’ye hâkim oldukları ikinci dönemde de yeniden yapılan kabirleri tekrar harabeye çevirdiler. Vahabilerin harabeye çevirdiği Bakî, günümüze kadar olduğu şekliyle kalmıştır. Bakî -Sefer name-i Naibu’s-Sadr Şirazi, s.227. -Bi Suyi Ümmü’l-Kurâ, s.316. 499 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.276. 500 -Üç aylık “Mikatü Hac” dergisi, sayı, 19, s.181. 501 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.281. 497 498 205 Mezarlığı’nda alışıla geldiği şekliyle kabrin baş ve ayak tarafına konulan taş, kabrin kadına ait olduğunu ve tek taş ise kabir sahibinin erkek olduğunu ortaya koymaktadır. Geçtiğimiz yirmi yıl içinde Bakî’nin yıkılmış duvarları iki kez yapılmıştır. Fahd b. Abdülaziz’in döneminde gerçekleşen son onarımı, öncesine göre Bakî’yi harabe görünümünden çıkartmıştır. Bakî’nin bu projede Harem-i Nebevi’nin yapısıyla uyumlu hale gelmesine dikkat edilerek ilk olarak Bakî’nin duvarları nefis bir şekilde yapılmış, sonra içerisi ziyaretçilerin geliş gidişleriden oluşan izdihamın çıkardığı toz-topraktan korunmak için Hicri Kameri 1418-1419 yıllarında taşla kaplanmıştır. Bakî’deki İmamların (a.s) kabirlerinin de taşla kaplanarak var olan durumdan kurtulmasını ümit ediyoruz. Belirtmek gerekir ki Bakî’deki İmamların (a.s) kabirlerine Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti zamanında olması gereken ilgi gösterilmiyordu ve belki de İranlı Şia sultanları da bu işe yönelmiyorlardı. Safevî Devleti’nin son dönemlerinde Peygamber’i (s.a.a), Fatıma-i Zehra’yı (s.a) ziyaret eden ve sonra Bakî’ye giden İranlı bir bayan İmamların (a.s) kabirlerinin içler acısı halini şiirinde anlatmıştır.502 Hali hazırda Bakî’de var olan kabirler, kubbesiz ve baş tarafında bir taşın yer aldığı açık bir alandan başka bir şeye sahip değildir. Bu halde bile Bakî’ye defnedilen büyük şahsiyetlerin mezarlarının olduğu gibi belirgin kalması ve tamamen ortadan gitmemesi, Müslümanların gönüllerinin rahatlamasına sebep olmuştur. Gerçi zamanla yüzlerce ve şayet binlerce sahabe ve tabiin unutulmaya bırakılmış ve onların kabirleri belirsiz kalmıştır. Çeşitli asırlarda kaleme alınan tarihi seyahatnameler ve kitaplar, Harem-i Nebevi’nin ziyaretçilerinin bu kabristana gereken önemi verdiklerini göstermektedir. Müslüman fırka ve mezheplerinin tamamı “Hayru’l-Beşer”i ziyaret ettikten sonra Bakî’de defnedilenleri ziyaret etmiş, İslam’ın görkemli ilk asrını ve İmamların (a.s) mazlumiyetinin hatırasını canlı tutmuşlardır. Maalesef bu kabirler Arabistan’ın yeni yöneticilerinin özel inançları sebebiyle harabeye çevrilmiş ve milyonlarca ziyaretçinin ve diğer İslam dünyası Müslümanlarının derin üzüntülerine sebep olmuştur. Aşağıda Bakî’ye defnedilen bazı büyük şahsiyetleri tanıtmaya çalışacağız. (Resim 147-148) Şia İmamlarının (a.s) Kabirleri Bakî’de ki en büyük kabirlerin Peygamber’in (s.a.a) amcası Abbas b. Abdülmuttalib ve dört imamın (a.s) kabri olduğunu söylemiştik. Bu kabirlerin yanında Fatıma-i Zehra (s.a) veya Fatıma binti Esed’in (s.a) kabri yer alır. İlk 502 -Sefername-i Manzum-u Hac, Banu-i İsfehânî, s.71-72. 206 yıllarda ilgi ve alaka odağı olan bu kabirlerinin üzerine ne zaman kubbe yapıldığı belli değildir. Meşhur tarihçi Mesûdî Murûcu’z-Zeheb kitabında söz konusu bu kabirlerin üzerinde bir taş gördüğünü ve üzerine şu ibaretin kazınmış olduğunu yazmıştır: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla. Ümmetleri helak edip çürümüş kemikleri dirilten Allah’a hamdolsun. Bu, Allah Resulü’nün (s.a.a) kızı ve her iki âlemde de kadınların efendisi Fatıma’nın, Hasan b. Ali b. Ebi Talib’in, Ali b. Hüseyin b. Ali’nin, Muhammed b. Ali’nin ve Cafer b. Muhammed’in (Radıyallahu anhum ecmain)" kabirleridir.”503 Bu nakilde kubbenin varlığına işaret edilmemiştir, ama her halükarda dördüncü asırda burasının açıkça varlığına değinilmiş ve bir nakle göre Şia mezhebinden olan Mesûdî gibi ziyaretçilerin ilgi ve alaka odağı olmuştur. İbni Neccâr (ö.643) imamların kabri üzerindeki “Kubbe-i Âliye” (Büyük Kubbe)’den söz ederek şöyle yazıyor: “Bu kubbenin iki kapısı vardır ve bunlardan birisi her gün ziyaret için açılır.”504 Muhammed b. Ahmed Matarî (ö.741) İmamların (a.s) mezarı üzerinde Abbasi halifesi Nasır (575-622 yılları arasında halifelik yapmıştır) tarafından yaptırılan “Kubbe-i Âliye” isminde bir kubbenin olduğunu yazmıştır.505 Daha önce Osmanlı döneminde İmamların (a.s) kubbesinin nasıl bir halde olduğu ve Vahabilerin eliyle nasıl yıkıldığı açıklanmıştı. Kaçar Hanedanlığı döneminde bazı İranlı ziyaretçiler Bakî Mezarlığı’ndaki İmamların (a.s) mutahhar hareminin kısa betimlemesini yapmışlardır. Hicri Kameri 1299 yılında hacca giden Mirza Abdülhüseyin Han Efşar şöyle yazıyor: “Bakî’ye girdik. Biraz yürüdükten sonra Bakî’deki imamların mübarek ravzasına ulaştık. Mezarın bir kümbeti ve ortasında büyük bir ağaç sandık vardı. Bu mübarek sandığın içinde İmam Hasan Mücteba (a.s), Ali b. Hüseyin (a.s), İmam Muhammed Bakır (a.s), İmam Cafer Sadık (a.s) ve Abbas bir aradaydı. Kümbet kapısının karşısında iki âlemin seyyidesi Fatıma-i Zehra’nın (s.a) sandığı vardı. Ziyaretname okuyup sandıkları öptük. Buraya giren herkes kubbenin ve sandığın küçüklüğünden dolayı elinde olmadan gözyaşlarına boğulur. Fatıma-i Zehra’ın (s.a) mübarek mezarlarının arkasında onun hüzünlü evi vardır. Peygamber’den (s.a.a) sonra burada Hz. Zehra (s.a) ağlamakla meşguldü.”506 (Resim 149) -Murûcu’z-Zeheb, c.4, s.132-133, sayı 2377, (Şarel Pala’nın tashihi, Beyrut, 1973) -ed-Durretü’s-Semîne, s.455. 505 -et-Tarif, s.43. 506 -Sefer name-i Mekke, Mirza, Abdülhüseyin Han Efşar, s.168-169. 503 504 207 Konumuzun burasında Bakî’deki dört imamın (a.s) hayatına kısaca değineceğiz: İmam Mücteba (a.s) Allah Resulü’nün (s.a.a) gülü Hasan b. Ali (a.s) hicretin üçüncü yılı Ramazan ayının on beşinci gününde dünyaya geldi. Allah Resulü’nün (s.a.a) İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’e (a.s) çok büyük sevgisi vardı ve Peygamberin (s.a.a) çocukları diye tanınıyorlardı. İmam Mücteba (a.s) Allah Resulü’nden (s.a.a) sonra babası Emirülmüminin’in (a.s) yanında yer alarak Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarına katıldı. Emirülmüminin’in (a.s) şehadetinden sonra, babasının atamasıyla Irak halkı ona biat etti, ancak çeşitli sebeplerden dolayı babasını Muaviye’yle savaşında yalnız bıraktıkları gibi onu da yalnız bıraktılar. İmam Hasan (a.s) zorunlu olarak hükümeti bırakarak Medine’ye döndü. Bu olay Hicri Kameri 41 yılında gerçekleşti. Bu olaydan sonra İmam Mücteba (a.s) on yıl boyunca Medine’de Şialarla arasında irtibat içinde yaşadı. İmam Hasan (a.s) İslam ahlakının kâmil bir örneğiydi ve defalarca kendi mal varlığını bölüp yarısını Allah yolunda bağışladı. Muaviye’nin planı ve eşi Eş’as’ın kızı Ca’de’nin kirli elleriyle zehirlenerek şehit edildi. Medine halkı İmam Hasan’ın (a.s) yas ve matemini tuttu. İmam Hasan (a.s), dedesi Allah Resulü’nün (s.a.a) yanına defnedilmeyi istiyordu, ancak Mervaniler, Allah Resulü’nün (s.a.a) defnedildiği yere malik olduğunu iddia eden kimsenin işbirliğiyle buna engel oldular. İmam Hüseyin (a.s), kardeşinin ayaklanma çıkarmaması tavsiyesine uyarak İmam Hasan’ı (a.s) Bakî’ye defnetti. İmam Seccad (a.s) Şia imamlarının dördüncüsü olan İmam Seccad (a.s) Hicri Kameri 38 yılında dünyaya geldi. İmam Mücteba’nın (a.s) ve babası Hüseyin b. Ali’nin (a.s) imamet döneminde gençlik yıllarını geçirdi. İmam Seccad (a.s) Kerbela’da bulunmuştu, ama hastalığı nedeniyle savaşa katılmadı. Kerbela hadisesinden sonra yaklaşık otuz dört sene yani Hicri Kameri 94 yılına kadar Şiaların liderliğini üstlendi. Bu dönem, zor bir dönemdi; Şialar Emeviler’in baskısı altındaydılar. İmam Seccad (a.s) çeşitli yollarla samimi Şialarını kendi etrafında toplayıp oğlu İmam Bakır (a.s) için ortam hazırlamayı başardı. İmam Seccad’ın (a.s) en önemli yadigârı ahlaki, ibadi ve siyasi anlamlar içeren dualarıdır ve bu dualar, Kur’an ve Nehcü’l-Belaga’dan sonra önemli dini metinlerimizdendir. Bazı tarihi kaynaklarda geldiği üzere İmam Seccad (a.s) Hicri Kameri 94 yılında Velid b. Abdülmelik’in tahrikiyle zehirlenip şehit edilmiş ve Bakî’de İmam Mücteba’nın (a.s) yanına defnedilmiştir. İmam Bakır (a.s) Beşinci Şia imamı olan İmam Muhammed Bakır (a.s) Hicri Kameri 58 yılında doğdu ve Hicri Kameri 94 yılına kadar Medine’de babasının yanında yaşadı. Babasının vefatından sonra, Şiaların rehberliğini üstlendi. İmam Bakır 208 (a.s) dini inançları tahriften korumak için uğraştı ve pek çok öğrenci yetiştirerek İslam’ın asli maarifini Emeviler’in tahrif etmesinden korumaya özen gösterdi. İmam Bakır’a (a.s) sahip olduğu ilmin çokluğu sebebiyle ‘Bakıru’l-Ulum’, yani ilimlerin yarıcısı lakabını verdiler. Sahabelerin sonuncusu Cabir Ensari, Allah Resulü’nün (s.a.a) selamını İmam Bakır’a (a.s) ulaştırdı ve onu öptü. İmam Bakır (a.s), Medine âlimleri arasındaki itikadi ve fıkhi meselelerin zirveye çıktığı dönemde fıkıh, tefsir ve Sire-i Nebevi’nin açıklanmasında apaçık bir çizgi izledi ve bu çizgi, Şiaların kendi Şia mezhebi ilkelerinin dayanağı oldu. İmam Bakır (a.s) Hicri Kameri 114 veya 117 yılında Hişam b. Abdülmelik’in tahrikiyle şehit edildi ve Bakî’de babası İmam Seccad’ın (a.s) yanına defnedildi. İmam Sadık (a.s) İmam Sadık (a.s) altıncı masum imamdır ve Şia mezhebi onun ismi olan ‘Caferi Mezhebi’ ismiyle tanınır. İmam Sadık (a.s) Hicri Kameri 80 veya 83 yılında Medine’de dünyaya geldi ve babasının vefatından sonra İmamiye mezhebi tabileri olan asil Şiaların fikri ve siyasi rehberliğini üstlendi. İmam Sadık (a.s) Hicri Kameri 148 yılına kadar yaşadı. Bu zaman sürecinde yaklaşık dört bin öğrenci onun dersine katılıp onun ilminden yararlandı. İmam Sadık (a.s), kendi asrı âlimlerinin tamamının övgüsünü kazandı. Şia’nın dini kaynaklarında İmam Sadık’tan (a.s) tefsir, ahlak ve özellikle fıkıhta Şia’nın temelini güçlendiren binlerce rivayet nakledilmiştir. İmam Sadık (a.s), Şialarını başkalarının karşısında fıkıh ve hadis ilmiyle donatıp Şialar arasında olabilecek sapmalara karşı mücadele vermiştir. Bu imamın (a.s) döneminde de Abbasi Devleti’nin ilk dönemleri dışında Şialar üzerinde şiddetli baskılar vardı. Abbasilerin ikinci halifesi Mansur’un İmam Sadık’a (a.s) karşı özel bir kini vardı. Tarihçilerin yazdığına göre Hicri Kameri 148 yılı Şevval ayının 25’inde onun tahrikiyle İmam Sadık (a.s) zehirletilerek şehit edildi. İmam Sadık (a.s), Bakî Mezarlığında dedesi ve babasının yanına defnedildi. Geçmişte yüksek kubbeleri olan dört İmamın (a.s) kabirleri Müslümanların özellikle de Şiaların ziyaret yerlerinden birisi olarak tanınıyordu. İmamların (a.s) kabri üzerine yapılan kubbelerin en meşhuru beşinci asırda Selçuklu Berkyaruk’un veziri “Mecdü’l-Mülk Kummî Beravestânî” tarfından yapılmıştı. Ne var ki bu eser son zamanlarda ortadan kalkmış ve hali hazırda Bakî’nin son derece sade bir mezarlığı olarak geride kalmıştır.507 Hz. Fatıma’ya (s.a) Ait Olduğu Söylenenen Kabir Hz. Fatıma’nın (s.a) kabrinin yeri ve onun kendi evinde mi yoksa Bakî’de mi defnedildiği hakkında kesin bir görüş bildirilemez. Hz. Fatıma’nın (s.a) hali hazırda Hücre-i Şerif’teki kendi evinde defnedildiğini gösteren deliller olduğu gibi Bakî’de defnedildiğini gösteren veriler de vardır.508 -Bakî’deki imamların haremi konusunda bakınız: “Mikatü Hac”, Muhammed Sadık Necmi’nin ayrıntılı makalesi, sayı, 4, s.175-191, sayı,5 s.59-70, sayı 6, s.111-129, sayı 7, s.92-113. 508 -Bu konuda en eski sözler için bakınız: Tarih-i Medineti’l-Münevvere, İbni Şebbe, c.1, s.104-110. 507 209 Ehlisünnet eskilerden bu yana Hz. Fatıma’yı (s.a) Bakî’de defnedilmiş olarak bilir ve onun kendi evinde defnedilmesini sadece ihtimal olarak söz konusu eder. Bununla birlikte Şia İmamlarından (a.s) gelen hadislerde daha ziyade Hz. Fatıma’nın (s.a) kendi evinde defnedildiği bildirilmiştir.509 İmam Sadık (a.s) ve Abbasiler’den İsa b. Musa’nın bulunduğu bir yerde şahsın birisi Hz. Fatıma’nın (s.a) nerede defnedildiğini sorduğunda İsa: ‘Bakî’ye defnedildi.’ dedi. O şahıs dönüp İmam’a (a.s) sorduğunda İmam da (a.s): “İsa senin cevabını verdi.” diye buyurdu. Adam ‘Ben sizden soruyorum ve babalarınızın görüşünü öğrenmek istiyorum.’ deyince İmam Sadık (a.s): “Evinde defnedildi.” cevabını verdi.510 Ebu Nasr Bezentî, İmam Rıza’dan (a.s) Fatıma-i Zehra’nın (s.a) nereye defnedildiği sorulunca şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Fatıma (s.a) kendi evine defnedildi ve mescidin genişletilmesiyle onun defnedildiği yer mescidin içinde kaldı.”511 Bu rivayetler Şeyh Saduk, Şehy Müfid, Şeyh Tusi, İbni Tavus ve Allame Meclisî gibi Şia’nın seçkin şahsiyetlerinin Fatıma-i Zehra’nın (s.a) kendi evinde defnedildiği görüşünü kabul etmelerine sebep olmuştur. Söz konusu bu yer hali hazırda ya mescidin içinde ya da kenarlarında yer almıştır.512 Şeyh Saduk şöyle yazıyor: ‘Hz. Zehra’nın (s.a) defnedildiği yer hakkında çeşitli görüşler vardır. Bu görüşlerin bazısı onun Bakî’ye defnedildiğini kabul ederken bazısı da kabir ve minber arasına defnedildiğini kabul eder. Bazısına göre ise Hz. Zehra (s.a) kendi evinde defnedilmiştir ve Emeviler zamanında mescidin genişletilmesiyle onun kabri mescidin içinde kalmıştır. Bana göre son zikredilen görüş doğrudur.’513 Hz. Fatıma’ın (s.a) defnedilme zamanında Nehcü’l-Belaga’da İmam Ali’den (a.s) nakledilen ibaret Şeyh Saduk ve diğer alimlerin görüşünün teyidi olabilir. İmam Ali (a.s), Allah Resulü’ne (s.a.a) hitaben şöyle arz etmiştir: “Ey Allah’ın Resulü! Benden ve senin yanında yatan ve herkesten daha önce sana ulaşan kızından sana selam olsun.”514 Bakî’de Hz. Zehra (s.a) için kabir diye belirlenen yer, dört İmamın (a.s) kabrinin sağ tarafının aşağısında (kuzey batısında) yer almıştır ve burasının Fatıma binti Esed’in kabri olma olasılığı da vardır. Âlemin seçkin kadınlarından birisi olan Hz. Zehra’ya (s.a) karşı Allah Resulü’nün (s.a.a) pek büyük alakası vardı. Hz. Zehra (s.a), çocukları ve eşi İmam Ali’nin (a.s) faziletleri hakkında Allah Resulü’nden (a.s) çok sayıda rivayet nakledilmiştir. Bu rivayetlerden bir tanesi Allah Resulü’nün (s.a.a), onu kendisinin bir parçası sayması ve ona yapılan eziyeti kendisine yapılan -İbn-i Şebbe’in İmam Sadık’tan (a.s) rivayet ettiği şu rivayet buna örnek gösterilebilir: Fatıma’nın (s.a) kabri kendi evindedir ve Ömer b. Abdülaziz burasını mescide katmıştır. Tarih-i Medineti’lMünevvere, c.1, s.107. 510 -Kurbü’l Esnad, s.293. 511 -Uyun-u Ahbari'r-Rıza, c.1, s.311. 512 -Üç aylık “Mikatu Hac” dergisi, sayı, 7, s.96-97; sayı, 26, s.104. 513 -Menla Yahzuruhu’l Fakih, c.2, s.572. 514 -Nehcü’l-Belaga, hutbe 202. 509 210 eziyet gibi bilmesi doğrultusundaki meşhur buyruğudur. Hz. Fatıma (s.a), Sakife hadisesinden sonra zamanın hâkimiyetine muhalefet etti ve ömrünün sonuna kadar onlarla konuşmadı. Hz. Fatıma (s.a), onların gözlerinden uzak ve gece karanlığında defnedilmeyi vasiyet etti. O, böyle yapmakla onlara karşı muhalefetini ve halifeler karşısında kendi mazlumiyetini ortaya koydu. İbrahim’in Mezarı Medine’de Allah Resulü’ne (s.a.a) nasip olan tek çocuk İbrahim’di. İbrahim hicretin sekizinci yılının Zilhicce ayında Mâriye-i Kıpti’den dünyaya geldi. Mâriye’yi, Mısır hâkimi hediye olarak Allah Resulü’ne (s.a.a) göndermişti. İbrahim’in dünyaya gelmesiyle Medine’yi büyük bir sevinç kapladı. İbrahim’in doğduğu yer “Meşrebe-i Ümmü İbrahim”di ve şu anda bile Medine’de ki yeri bellidir; son zamana kadar orada bir bina da yerli yerindeydi. İbrahim on altı ya da on yedi aylıkken vefat etti ve Allah Resulü’nü (s.a.a) gam ve hüzne boğdu. İbrahim, Peygamber’in (s.a.a) tavsiyesi üzerine kendisinin fedakâr yaranı ve çok sevdiği Osman b. Maz’ûn’un yanına defnedildi. İbrahim’in kabri, ziyaret yeri olması sebebiyle sahabe ve tabiinin ilgi ve alaka odağıydı. Sonraları bazı kabirlerin yapılandırılmasıyla İbrahim için de kabir yapılmıştır. Seyit Cafer Medenî (ö.1317), İbrahim’in kabriyle İbrahim’in kız kardeşleri olan Zeynep, Rukayye ve Ümmü Gülsüm’ün kabrinin aynı yerde olduğunu yazmıştır.515 Hâlbuki hali hazırda Benatü’n-Nebi (s.a.a) (Peygamber’in –s.a.akızları) adında başka bir yer belirlenmiştir.516 Tabi Medenî’de bu konuda şüpheli konuşarak kendi zamanında Benatü’n-Nebi (s.a.a) ile İbrahim’in kubbesinin ayrı olduğuna işaret etmiştir. O, Osman b. Maz’ûn’un kabrinin de burada olduğunu yani İbrahim’in kabri kenarında Osman b. Maz’ûn’un da ziyaret edilmesi gerektiğini sözlerine ekler. Aynı şekilde Abdullah b. Mesud, Huneys b. Huzafe ve Es’ad b. Zürare’nin kabrinin de o civarda olduğu söylenilmiştir.517 (Resim 150) Benatu’r-Resul’ün (s.a.a) (Peygamber’in Kızları) Kubbesi Allah Resulü’nün (s.a.a) üç kızı Bakî’ye defnedilenler arasında yer alır. Önceden Peygamber’in (s.a.a) kızlarının kabri üzerinde kubbe vardı ve bu kubbe Benatu’r-Resul (s.a.a) ismiyle meşhurdu. Allah Resulü’nün (s.a.a) kızları şunlardır: Rukayye 515 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.277. -Bakî’nin haritasına bakınız. 517 -Bkz: Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.95. 516 211 Rukayye, Osman b. Affan’ın eşiydi ve onunla Medine’de yaşıyordu. Rukayye, Bedir savaşında şiddetli hastalığa yakalanmış ve Allah Resulü (s.a.a) Medine’ye dönmeden vefat etmiştir. Allah Resulü (s.a.a) onu Bakî’ye defnetmiştir. Ümmü Gülsüm Rukayye’nin vefatından sonra Ümmü Gülsüm de Osman b. Afvan’la evlendi. Ümmü Gülsüm, hicretin dokuzuncu yılında vefat etti ve Bakî’ye defnedildi. Zeynep Zeynep, bi’setten önce Ebu’l-As b. Rebi’nin eşiydi. Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’ye hicretinden sonra Zeynep Mekke’de tutuldu. Ebu’l-As, Bedir savaşında müşriklerin safında yer aldı ve esir düştü. Zeynep, eşinin serbest bırakılması için fidye olarak gerdanlığını gönderdi. Allah Resulü (s.a.a), gerdanlığın geri gönderilmesini emretti ve Ebu’l-As’ı, eşini boşaması ve Medine’ye göndermesi şartıyla serbest bırakacağını buyurdu. Böylelikle Zeynep Peygamber’in (s.a.a) yanına geldi. Birkaç sene sonra Ebu’l-As Müslüman oldu ve Medine’ye gelerek Zeynep’le evlendi. Zeynep, hicretin sekizinci yılında vefat etti. Bu üç kız kardeş birbirlerinin yanına defnedildiler. Daha önce de söylendiği gibi onların kabri üzerinde kubbe vardı ve burası Medine’deki Bakî Mezarlığı’nda ziyaret yerlerinden birisiydi. (Resim 151) Allah Resulü’nün (s.a.a) Eşleri Allah Resulü’nün (s.a.a) eşlerinin çoğunluğu Bakî’de birbirleri kenarında defnedilmişlerdir. Oraya defnedilenler şunlardan ibarettir: Huzeyme’nin kızı Zeynep (ö.4 h.k), Zübeyr’in kızı Reyhane (ö.8), Mâriye-i Kıbtiye (ö.16), Cahş’ın kızı Zeynep (ö.20), Ebu Sufyan’ın kızı Ümmü Habibe (ö.42 veya 44), Ömer’in kızı Hafsa (ö. 45), Sevde (ö.50 veya 54), Yahudi Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiye (ö. 50), Hâris’in kızı Cüveyriye (ö.50 veya 56) ve Ebubekir’in kızı Ayşe (ö.57 veya 58). Ayşe, Allah Resulü’nün (s.a.a) yanına defnedilmek istiyordu, ama kendisi Allah Resulü’nden (s.a.a) sonra yaptığı şeylerden dolayı onun yanına defnedilmekten utandığını dile getirmiş ve bundan ötürü Bakî’ye defnedilmiştir. Hatice’den sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) en iyi eşi Ümmü Seleme idi (ö.61) ve en buhranlı günlerde Emirülmüminin Hz. Ali’nin (a.s) yanında yer aldı.518 (Resim 152) -Allah Resulü’nün (s.a.a) eşleri ve kızlarının kubbe ve kabirleri için bakınız: Üç aylık Mikatü Hac dergisi sayı 11, sayfa 164-177, Muhammed Sadık Necefi’in makalesi. 518 212 Fatıma binti Esed Fatıma binti Esed, Allah Resulü’nün (s.a.a) nezdinde son derece sevimli hanımlardan birisiydi. Bu hanımın o kadar azameti vardı ki, bazı tarihi kaynakların yazdığına göre Kâbe’nin içine girip Emirülmüminin’i (a.s) dünyaya getirmiştir. Fatıma binti Esed, Ebu Talib’le birlikte Allah Resulü’nün (s.a.a) sorumluluğunun üstlenilmesine ortak olmuş, Allah Resulü de (s.a.a) onu tıpkı annesi gibi bilmiştir. Bu hanım, Mekke’de Müslüman olan kadınların ilklerindendi ve hicretten sonra Medine’de oğlu Ali’yle (a.s) birlikte yaşıyordu. İbni Sa’d Tabakât’ında Allah Resulü’nün (s.a.a) onu görmeye gittiğini ve onun evinde kaldığını nakletmiştir.519 Fatıma binti Esed hicri üçüncü yılda vefat ettiği zaman Allah Resulü (s.a.a) çok üzüldü. Bazı tarihi kaynakların yazdığına göre Allah Resulü (s.a.a) onun için kendi gömleğini kefen yaptı ve Fatıma kabre konmadan önce kendisi kabre girdi. Allah Resulü’ne (s.a.a) şimdiye kadar bu işi neden hiç kimse için yapmadığını sorduklarında şöyle buyurdu: “Ebu Talib’ten sonra Fatıma binti Esed kadar hiç kimse bana iyilik etmedi. Cennette ona ipek elbise giydirilmesi için kendi elbisemi ona giydirdim. Yatacağı yerde rahat olması için onun yerinde yattım.”520 Allah Resulü (s.a.a) onun için namaz kıldı ve gözyaşlarıyla kabre koydu. Allah Resulü (s.a.a) Fatıma binti Esed’e hitaben şöyle buyuruyordu: “Ey annemden sonraki annem! Allah sana rahmet etsin.”521 Muhtemelen Fatıma binti Esed’in kabri, İmamların (a.s) kabri yanındadır. Bazı rivayetlere göre onun kabrinin Bakî’nin sonlarında yer alan Sa’d b. Muâz ve Ebu Said Hudrî’nin kabri yakınında olduğu söylenmiştir. İbni Neccâr’ın (ö. 643) kitabını kaleme aldığı yedinci asırda halk Sa’d b. Muâz’ın kabri yakınında Fatıma binti Esed’in kabrini ziyaret ediyordu,522 ancak Semhûdî Vefâul-Vefâ kitabında523 bu sözü doğru bulmamış ve onun kabrinin Allah Resulü’nün (s.a.a) oğlu İbrahim’in kabri yakınında olduğunu söylemiştir.524 Matarî de onun kabrinin Osman’ın kabrinin kuzeyinde yani Sa’d b. Muâz’ın kabri kenarında olduğunu kabul ederek Fatıma binti Esed’in kabri üzerinde bir kubbe olduğunu söylemiştir.525 O zamanlarda söz konusu bu yer Bakî’nin bittiği yerdi. Bunu İbni Neccâr da söylemiştir. Abbas b. Abdülmuttalib -el-İsabe, c.8, s.60. -et-Teberrük (Ahmedi Miyaneci), El-İsabe’den nakil, c.8, s.60; El-İstiab, c.4, s.382; Kenzü’l Ummal, c.6, s.228, hadis no: 4049; Vefâul-Vefâ, c.3, s.897-898. 521 -Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.94. 522 -ed-Durretü’s-Semîne, s.462. 523 -Hülasatü Vefâul-Vefâ, s.420. 524 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.280; Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.94. 525 -et-Tarif, s.43. 519 520 213 Abbas, Peygamber’in (s.a.a) amcasıydı ve Mekke’de bir Ben-i Haşim’li olarak Peygamber’in (s.a.a) yaşadığı zor dönemde onu koruyanlardan sayılıyordu. Abbas, Mekke eşrafı olarak telakki ediliyordu ve eşrafi bir yapıya da sahipti. Buna karşın Müslüman olduktan sonra Ben-i Haşim arasında Allah Resulü’ne (s.a.a) yardım etmesi ve Peygamber’in (s.a.a) amcası olması sebebiyle Allah Resulü’nün (s.a.a) ona ilgi ve alakası pek çoktu. Abbas, Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra Emirülmüminin Hz. Ali’ye (a.s) bağlı kaldı ve Hicri Kameri 32 yılının Recep ayında Osman’ın zamanında hayata veda etti. Abbasiler gücü eline geçirdikleri zaman Bakî’deki dedelerine daha özel bir alaka gösterdiler. Daha önce söylediğimiz gibi Şia mezhebine çok eğilimli olan Nasır Abbasi (575-622) Abbas ve dört İmamın (a.s) kabirlerini inşa etti. Akil b. Ebi Talib Ebu Talib’in oğludur ve Emirülmüminin’den (a.s) yirmi yaş büyüktür. Akil b. Ebi Talib zamanının tanınmış nesep ve soy tanıma bilginlerindendir. Akil, Bakî’nin yakınındaki evinde yaşamış ve oraya defnedilmiştir. Tarihçilerin nakillerinde Akil’in evine defnedilen başka isimler de zikredilmiştir. Hicri Kameri 20 yılında hac seferinden Medine’ye dönen Ebu Süfyan b. Hâris b. Abdülmuttalib, Akil’in evine defnedilenler arasındadır. Bazıları Akil’in Medine’de vefat ettiğinde şüphe ederek onun Şam’da vefat ettiğini yazmışlardır.526 Akil ve Abdurrahman b. Cafer’in kabrinin Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebi Vakkas’ın kabri yakınında olduğunu söyleyenler de olmuştur. Daha önce İbni Avf’ın Osman b. Maz’ûn’un kabri yakınında; gerçekte Allah Resulü’nün (s.a.a) oğlu İbrahim’in yakınında defnedildiğini söylemiştik. Abdullah b. Cafer Cafer b. Ebi Talib Mekke’de ilk Müslüman olanlar arasındaydı ve Müslümanların Habeş’e hicreti zamanında Peygamber (s.a.a) tarafından Muhacirlerin sorumlusu olarak seçilmişti. Hicretin yedinci yılında Medine’ye dönmüş ve Müslümanların birinci komutanı olarak Muta Gazvesi’ne katılmış ve bu savaşta şehit olmuştur. Cafer’in şahadetinden sonra Allah Resulü (s.a.a) onun oğlu Abdullah’ı kolları arasına alarak Cafer hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Allah Teâlâ onun kesilen kolları yerine iki kanat verecek ve o, cennette meleklerle birlikte uçacaktır.” Allah Resulü’nün (s.a.a) bu buyruğu sebebiyle onu “Cafer-i Tayyar” olarak isimlendirmişlerdir. Hali hazırda onun kabri Muta’nın –Ürdün’dedir– önemli mezarları arasında yer alır. Son yıllarda kabri yenilenmiş ve –Hint Bohreleri aracılığıyla– mezarı üzerine yeni bir türbe yapılmıştır. Allah Resulü (s.a.a), onun oğlu Abdullah’ı küçük bir çocukken çok severdi. Allah Resulü’nden (s.a.a) sonra Abdullah çok saygın bir şahsiyet oldu ve Ali b. Ebi Talib’in (a.s) kızı ve Fatıma-i Zehra’ın (s.a) gözünün nuru Hz. Zeynep’le (s.a) evlendi. Abdullah Kerbela’dan sonra söz konusu edilen seçkin şahsiyetlerden birisiydi ve çok cömert olması sebebiyle “Cevad” sıfatıyla meşhurdu. 526 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.278. 214 Abdullah vefat ettiği zaman, onu amcası Akil’in kenarına defnettiler. Akil’in kendisinin de defnedildiği ev zamanla Bakî’nin bir bölümü haline geldi. Hali hazırda bu iki büyük şahsiyetin kabri birbirinin yanında yer almaktadır. (Resim 153) İsmail b. Caferu’s-Sadık’ın (a.s) Kabri İsmail, İmam Sadık’ın (a.s) büyük oğludur ve babasından on sene önce vefat etmiştir. İsmail’in vefatından önce Şiaların geneli İsmail’in İmam Sadık’ın (a.s) yerine geçeceğini düşünüyordu ve hatta İsmail öldükten sonra İmam Sadık’ın (a.s), İsmail’in öldüğünü tekit etmesine rağmen bazı Şialar İmam Sadık’ın (a.s) oğulları arasında onu imam kabul ettiler! Bu fırka daha sonraları “İsmâilîler Fırkası” olarak meşhur oldu ve Mısır’da Fatımî devletini kurdu. İsmail’in kabri yıllar öncesine kadar Bakî’nin tanınmış mezarlarındandı. Bakî’deki diğer mezarların uzağında yer alması sebebiyle Bakî’nin dışında kalmıştı. Sekizinci asırda Matarî’nin (ö.741) yazdığına göre bu kabir “Meşhed-i Kebir” yani büyük bir mezardı ve Abbas’ın ve dört İmamın (a.s) kubbesinin batısındaydı. İsmail’in kabri Ehlibeyt (a.s) dostları ve özellikle İsmâilîler tarafından ziyaret edilmekteydi ve hicri on birinci asırda Ayyâşî’nin bildirdiğine göre bu kabrin pek çok ziyaretçisi vardı.527 Matarî’nin hatırlattığı gibi İsmail’in kabri Mısır Fatımîleri zamanında yapılmıştır.528 Medine şehrinin asli bölümünün etrafı surla çevrili olduğu on ikinci asırda İsmail’in kabri bu surun içindeydi ve gerçekte Bakî’nin dışında olup onun kabri Abbas ve dört İmamın (a.s) karşısında yer almıştı.529 Yeni imar ve genişletme çalışmalarında bu kabir ortadan kalkmış ve bazı gözlemcilerin ifadesine göre kabrin yeri ve bu yerde var olan şeylerin tamamı Bakî’nin içine taşınmıştır. Hüccetü’l-İslam ve’l Müslimin Muhammed Hüseyin Eş’ari bana (kitabın yazarı) şöyle anlattı: ‘İran İnkılabından iki üç sene önce Medine’deydim. Kaldığımız bina Bakî’ye tepeden bakıyordu. Gece yarısı bir anda seslerin yükseldiğini duydum. Pencereden dışarı baktığımda İsmail’in kabri etrafındaki kalabalığı gördüm. Aşağı inerek ne olduğunu sordum. Bana İsmâilîler'in büyük şahsiyetlerini çağırdıklarını ve onların eşliğinde İsmail’in kabrini Bakî’nin içine taşıyacaklarını söylediler. Sonra kabri kaldırıp Ümmül Benin’in kabri olarak bilinen yere defnettiler.’ Atike Ve Safiye’nin Kabri Atike, Abdülmuttalib’in kızı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) halasıdır. Bu hanım Mekke’de Bedir savaşından önce “Kureyş ciğer parelerini kaybedecek” anlamında rüya gören hanımın kendisidir. Bu rüya Kureyş ordusunun Bedir’e -el-Medinetü’l Münevvere fi Rıhleti’l Ayaşi, s.175. -et-Tarif, s.43-44. 529 -Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.96. 527 528 215 hareket edecekleri anda söz konusu edilmiş ve Ebu Cehil, Atike’nin rüyasını maskaralık olarak değerlendirmişti. Gerçekten de Kureyş Bedir savaşında Ebu Cehil’in de aralarında yer aldığı büyük şahsiyetlerini kaybetmişti. Abdülmuttalib’in diğer bir kızı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) halası Safiye’dir. Safiye, İslam’ın ilk yıllarında azametli kadınlarından olup Ahzâb savaşında şehir içinde Ben-i Kurayza Yahudileri için casusluk yapan Yahudi birisini öldürmüştür. Birbirlerinin yanına defnedilen bu iki bacının geçmişte “Bakîu’l-Ammât” olarak tanınan kabirleri vardı. Hali hazırda bu kabirlerden hiç bir eser kalmamıştır. Şimdilerde bu iki bacının kabri Bakî’nin batı duvarı kenarında yer almıştır. Matarî (ö.741) Safiye’nin kabri hakkında -Atike’nin de orada olduğuna işaret etmeksizin- şunları yazmıştır: ‘Kabrin üzeri taşlarla çevrilerek belirginleştirilmişti, ancak Medine şehrinin duvarı yakınında olduğu ve Bakî’nin çıkış yolu üzerinde kaldığı için kabir yapılması kararlaştırılmamıştır.’530 Anlaşıldığı kadarıyla bir sonraki asırda Safiye için de kabir yapılmıştır. Her halükarda Matarî’nin naklinden Bakî’nin duvarının Safiye’nin kabri tarafında yani tam olarak şimdiki yerinde olduğu ve Bakî Mezarlığı’nın uzağında olmadığı anlaşılmaktadır. Bu kabirlerin yanında Hz. Ebu’l-Fazli’l-Abbas’ın (a.s) annesi Ümmül Benin’in olarak bilinen bir kabir daha vardır ve bu kabir de ziyaret yerlerindendir. (Resim 154) Mescid-i Fatıma (s.a) veya Beytü’l-Ahzan Daha önce Bakî’nin içinde dört İmamın (a.s) kabirleri yakınında “Beytü’l Ahzan” ismiyle meşhur olan küçük bir mescid vardı. İslam’ın ilk asrını ele alan tarihi kaynaklardan son zamanda kaleme alınan kaynaklara kadar böyle bir mescidin varlığından söz edilmiştir. Bazı tarihi kaynaklarda burasının Hz. Zehra’nın (s.a) babasına matem tutup ağladığı yer olduğu söylenmiştir. İlk başlarda Hz. Zehra’ya (s.a) ait olan bu mütevazı mekân daha sonra “Beytü’lAhzan” veya “Kubbetü’l-Hüzün” ismiyle meşhur olmuş ve son zamanlarda Mescid-i Fatıma (s.a) adıyla anılmıştır. Abbas b. Abdülmuttalib’in ve dört imamın (a.s) kabirlerinin kuzeyinde yer alan bu mekân daha sonra Bakî’ye eklenmiştir. Medine’de “Beytü’l-Ahzan”ın dışında aynı isimde başka bir yer söz konusu değildir. 530 -Bazı araştırmacılar Atike’nin burada defnedilmiş olmasında şüphe etmişlerdir. 216 Gazali’nin şöyle dediği nakledilmiştir: ‘Medine ziyaretçilerinin her gün Allah Resulü’ne (s.a.a) selam verdikten sonra Bakî’ye gitmeleri... ve Fatıma Mescidi’nde namaz kılmaları müstehaptır.’531 Bakî’deki Ubey b. Ka’b’ın Mescidi Tarihçilerin yazdığına göre Akil’in kabri ve Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin kabri yakınında “Ubey b. Ka’b Mescidi” isminde bir mescid vardı. Yine tarihçilerin ifadesine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescitte namaz kılmış hatta Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Halk buraya gelmeye meyletmeseydi bu mescidde çok namaz kılardım.”532 Bu kabrin Akil’in ve Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin kabrinin karşısında yer alması mümkündür. Osman’ın Kabri Osman b. Affan, Hicri Kameri 35 yılının Zilhicce ayında Medine’de çıkan Basra, Irak ve Mısır’dan gelen Müslümanlarının itiraz amaçlı bir ayaklanmasında ölmüştür. Halk Osman b. Affan’ı öfkeyle öldürdüğünden dolayı Bakî’ye defnedilmesine izin vermedi. Bu sebeple Osman’ı Bakî’nin dışındaki veya Bakî’nin arkasındaki “Huşşi Kevkeb” ismiyle meşhur bir bahçeye defnettiler.533 Muaviye’nin işbaşına gelmesinden sonra, onun emriyle Osman’ın defnedildiği söz konusu yeri Bakî’nin içine aldılar534 ve büyük bir ihtimalle Osman’ın kabrini belirlenmiş bir şekilde tuttular. Zamanla Bakî’deki meşhur kabirlerin yeniden elden geçirilmesinden sonra Osman için de bir kabir yapılmış oldu. Vahabileri döneminde bu kabir de yıkıldı. On üçüncü asırda (yaşayan) Seyit Cafer Medenî şöyle yazmıştır: ‘Osman’ın kabrini yaptıran şahsın kabri de onun kabri içinde belirgindir.’535 Matarî’nin zamanında (741) Osman’ın kabrinin yer aldığı Bakî’nin bir bölümü “Huşşi Kevkeb” ismiyle meşhurdu.536 Söz konusu bu yerin Osman b. Maz’ûn’un kabri olduğu söylentisinin şahidi yoktur. Matarî’nin yazdığına göre Osman b. Maz’ûn’un kabrinin yanına İbrahim defnedilmiştir.537 Aynı şekilde Berzencî, Osman b. Maz’ûn’un ziyareti için Peygamber’in (s.a.a) oğlu İbrahim’in kabrinin ziyaret edilmesi gerektiğini yazmıştır.538 İmam Seccad (a.s) ve İmam Sadık’ın (a.s) Evi Hicri Kameri 1363 yılından sonra yıkılan Ben-i Haşim Mahallesi’nde ‘Dar-u Ali b. Hüseyin’ ve ‘Dar-u Cafer b. Muhammed’ isimleriyle meşhur olan iki ev vardı. Şimdilerden yıkılmış olan bu evler hali hazırda Bakî’nin asli kapısıyla -İhya u Ulumuddin, Gazali, c.1, s.260; Bu mekân hakkında daha fazla bilgi edinmek için bakınız: Üç aylık “Mikatu Hac” dergisi, Muhammed Sadık Necefi’nin “Beytü’l Ahzan” isimli makalesi, sayı 2, s.121-130. 532 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.280-281. 533 -Mu’cemu’l Mealimi’l Hicaz, c.3, s.16. 534 -ed-Durretü’s-Semîne, s.463. 535 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.274. 536 -et-Tarif, s.43. 537 -a.g.e. 538 -Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.277. 531 217 Allah Resulü’nün (s.a.a) haremi arasında taşla kaplanmış alanda yer almaktadır. Şia kaynaklarında bu iki evde namaz kılınması tavsiye edilmiştir.539 Burada namaz kılınmasının tavsiye edilmesi, bu iki evin olduğu yerin çok eskiye dayandığının göstergesidir. Semhûdî kitabında söz konusu bu alanda Ebu Eyyüb Ensari ve İmam Cafer Sadık’ın (a.s) evinin olduğunu hatırlatmıştır.540 Sekizinci asırda Matarî (741) İmam Sadık’ın (a.s) oğlu İsmail’in kabri konusunda –hali hazırda kabrini Bakî’nin içine taşımışlardır– şöyle yazıyor: “İsmail’in defnedildiği yerde ve bu yerin kuzey tarafında Zeynelâbidin Ali b. Hüseyin’in –Allah onlardan razı olsun– evinin olduğu ve birinci evle İsmail’in mezarı arasında İmam Zeynelâbidin’e (a.s) ait olduğu söylenen bir kuyunun olduğu söylenir. Aynı şekilde İslamil’in kabrinin batı tarafında unutulmaya terk edilmiş (mehcur) Zeynelâbidin (a.s) Mescidi olarak bilinen küçük bir mescid vardı.”541 Bu açıklama hali hazırda tabanı taşla kaplanmış ve taş duvarları üzerine demir korkuluklar yapılmış Bakî ile Mescid-i Nebevi (s.a.a) arasında Mescidin kenar bölümü olarak ortaya çıkan alanla alakalıdır. Son zamanlara kadar yerli yerinde kalan İmam Cafer Sadık’ın (a.s) evi de söz konusu bu kısmın mübarek eserlerinden sayılıyordu. Matarî’nin yazdığına göre Osman’ın evi bir zamanlar ‘Bab-ı Osman’ ismiyle meşhur olup Bab-ı Cebrail’in karşısında yer almaktadır. Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretin ilk yedi ayında yaşadığı Ebu Eyyüb Ensari’nin evi burasının kıble tarafında yer almıştır. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) evi de bu semtteydi. Matarî, kendi zamanında (741) söz konusu evin mihrabının eserlerinin belli olduğunu yazmıştır.542 Daru’n-Nâbiğa Peygamber’in (s.a.a) babası Abdullah’ın da yer aldığı kabirlerin bir kısmı, şimdilerde mescidin batısının genişletilmesiyle Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) içerisine alınmıştır. Tarihi açıdan Peygamber’in (s.a.a) babası Abdullah’ın Medine’de vefat ettiğinde şüphe yoktur. Bu saygın şahsiyetin kabri, daha sonraları ‘Daru’n-Nâbiğa’ olarak meşhur olan yerdedir. Resimlerinin de mevcut olduğu bu yer, hali hazırda Mescid-i Nebevi’dedir. 1305 yılında Nayibu’s-Sadr Şirazî bu yeri görmüş ve orada yazılan Türkçe şiiri kendi kitabında zikretmiştir. Bu şiir esasınca543 Hicri Kameri 1245 yılında Peygamber’in (s.a.a) babasının mezarı üzerine kabir yapılmıştır. Söz konusu şiir şöyledir: Kabri paki validi şahı Resüldür bu makam 539 -Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225. -Vefâul-Vefâ, c.1, s.732-733. 541 -et-Tarif, s.44. 542 -Bkz: Behcetü’n-Nufus ve’l Esrar, c.1, s.174. 543 -Sefer nameyi Naibu’s-Sadr, s.232. 540 218 Fazl-ı Hak, Sultan Mahmut ki bu hayri berteri Vasfı amarende pertu cevheriyi tarihdur Kabri pak-i makamı valid-i Peyğamberi Tercüme: Bu makam resullerin şahının babasının kabridir Hakkın fazlıyla bu işi yapan Sultan Mahmuttur Bu altın ışıltılı binanın vasfı tarihidir Burası “Peygamber’in babasının tertemiz kabri”dir. UHUD GAZVESİ’NİN KONUMU VE TARİHİ ESERLERİ Uhud Savaşında Müslümanların ve Müşriklerin Konumları Sadr-ı İslam’ın önemli gazvelerinden birisi hicretin üçüncü yılında gerçekleşen Uhud Gazvesi’dir. Uhud Savaşı, tarihte Müslümanlarla müşrikler arasındaki karşılıklı çekişmelerin bir sonucunda gerçekleşen önemli savaşlardan biridir. Allah Teâlâ Âl-i İmr’ân Suresi’ndeki ayetleri bu savaşa has kılarak Müslümanların yenilme sebebini bir kaç açıdan incelemiştir. Bu gazvenin incelenmesini birkaç yönden ele almak gerekir: 1. Savaş hazırlıkları. 2. Savaşın kendisi. 3. Savaşın sonuçları. Uhud Savaşı’nın hazırlıkları bölümü de birkaç şekilde söz konusu edilebilir: 1. Müşriklerin Bedir olayını telafi etmek için girişimleri. 2. Müslümanların hazırlığı ve müşriklerle nasıl savaşılacağının meşveret edilmesi 3. Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud’a giderken izlediği güzergah. 4. Müşriklerin ve Müslümanların konumlandıkları yer. Kitabın konusuna uygun olarak yukarıdaki mevzuların yanında tarihte kaydedilenlere ve alan araştırmalarına dayanarak iki ordunun konuşlandığı yerin coğrafi şekillerini açıklamak hedefindeyiz. İki önemli meselenin bu konuda daha ayrıntılı açıklama yapmamıza sebep olduğunu hatırlatmamız gerekiyor: Birincisi 219 Uhud bölgesi, ziyaretçilerin özel bir aşkla ziyarete gittikleri bölgelerden birisidir ve Allah Resulü’nün (s.a.a) asrında belirleyici savaşlardan birisinin bu bölgede gerçekleşmesi sebebiyle, ziyaretçilerin söz konusu bölgeye özel ilgi ve alakaları vardır. İkincisi Bazı tarihi kaynaklarda savaşın nasıl olduğu hakkında yanlış betimlemeler ortaya konulması hasebiyle asli kaynakların verileri esasına göre olayın yeniden ele alınması gerekir. Uhud Dağı ve Uhud Bölgesi Konuya girmeden önce doğudan batıya uzanan Uhud Dağı’nın Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) beş buçuk kilometre uzaklıkta olduğuna işaret etmemiz gerekir. Bu dağın kuzeyinde “Tarik-i Gayri’l-Müslimin” adıyla tanınan büyük bir cadde yapılmış ve bu caddeyle Uhud Dağı arasında “Sevr Dağı” gibi küçük dağlar yer almıştır. Peygamber’den (s.a.a) gelen bir hadiste Sevr Dağı, Medine Haremi’nin kuzey sınırı olarak belirlenmiştir. Uhud Dağı’nın güney semtinde, Medine etrafında bir cadde yer almıştır ve bu caddeyle Uhud Dağı arasında Hamza’nın kabri, Rumât Dağı, Seyyid-i Şuheda Mescidi, Çeşme-i Şuheda, Kanat Vadisi ve hali hazırda arabaların durduğu büyük bir meydan vardır. Bu sınırlar içinde pek çok evler de yapmışlardır. Uhud’un güney batısında Akik Vadisi’ne kadar uzanan pek çok hurmalık ve ziraat alanları yer almıştır. Bu dağ, etraftaki dağlar silsilesine bitişmeksizin tek başına olması hasebiyle “Uhud” ismini almıştır. Bazıları ‘Uhud’ kelimesinin Allah’ın birliğine yakın olması hasebiyle bu dağın isminin Uhud Dağı olduğu yorumunu getirmişlerdir. Cahiliye döneminde bu dağın isminin ‘Ankad’ olduğu kaydedilmiştir.544 Allah Resulü (s.a.a), Uhud Dağı’nı çok seviyor ve şöyle buyuruyordu: “Uhud Dağı bizi çok seven ve bizim de onu çok sevdiğimiz bir dağdır.” Bu rivayet önemli hadis kaynaklarında gelmiş ve doğruluğunda şüphe edilmemiştir. (Resim 155) Rumât veya Ayneyn Dağı Rumât Dağı’nın Uhud’un güneyinde yer alan küçük bir dağ olduğunda hiç kuşku yoktur. Hz. Hamza ve diğer Uhud şehitlerinin kabirleri, Rumât Dağı’yla Uhud Dağı’nın arasını ayırmıştır. Söz konusu bu dağ, doğudan batıya yaklaşık yüz elli metre uzunluğunda ve kırk metre genişliğindedir. Bu dağın doğu tarafından geçen su kanalı, etkisinin görülebileceği oranda dağın eteklerinin bir bölümünü aşındırmıştır. Osmanlı döneminde gözetleme yeri olarak istifade edilen bu dağda, son zamanlara kadar bu dönemin etkilerini görmek 544 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.85. 220 mümkündü. Son yıllarda dağın doğal görünümünü koruması için dağda yer alan yapıtların hepsi yıkılmıştır.545 Bu dağ, kenarında Kanat Vadisi ve “Aynü’ş-Şüheda”nın yer alması hasebiyle “Ayneyn (iki kaynak suyu) Dağı” olarak isimlendirilmiştir.546 (Resim 156) Müşrikler Neden Kuzeyden Medine’ye Girdiler? Medine’nin, Mekke’nin kuzeyinde olduğunu biliyoruz ve doğal olarak Mekke’den Medine’ye gelmek isteyen bir yolcunun Medine’ye şehrin güneyinden girmesi gerekir. Medine’nin güney noktasında, Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’den Medine’ye hicret esnasında ilk olarak girdiği Kubâ bölgesi yer alır. Dolayısıyla ‘Uhud Savaşı’ında Mekke müşrikleri, niçin Medine’ye güneyden (Kubâ’dan) değil de kuzeyden girdiler?’ sorusunun cevaplandırılması gerekir. “Sel' Dağı” kenarında “Seniyetü’l-Veda” ismiyle anılan iki tepenin varlığı hatırlatılması gereken önemli bir noktadır. Bu bölge Şam’a giden veya Şam’dan dönen yolcuların uğurlandığı yerdi. Tebük ve Tebük’ün uzantısındaki Şam’ın Medine’nin kuzeyinde yer aldığı açıktır, o halde bu güzergâhın Şam yolcularının Medine’ye giriş çıkış yeri olacağı tabiidir. Şimdi ‘Uhud ve Ahzâb savaşlarında Mekke’den Medine’ye gelen şirk ordusu şehre Kubâ’dan gireceği yerde neden şehri dolanarak kuzeyden Medine sınırlarına nüfuz ediyorlardı?’ sorusu, cevaplandırılması gereken bir diğer sorulardandır. Sorunun cevabı şudur: Medine şehrini terlik gibi veya “U” şeklinde bir hisar çevrelemişti; dağ, kayalık –Harre Bölgesi– ve bir evle ihata edilmişti. Yegâne nüfuz yeri, şehrin ihata edilmeyen yukarı tarafı yani Sel' ve Uhud Dağı’nın ayrışım noktasıydı. Söz konusu bu yerde hiçbir doğal engelin olmadığını söylememiz gerekir. Medine şehrine nüfuz etmenin kısmi yollarından bir diğeri de güneyde – güney doğu– yer alan yollardı ve bunların en önemlisi Ben-i Kurayza kabilesinin yaşadığı bölgeydi. Elbette güneyin başka bir bölgesi daha vardı, ancak Kubâ taşlığında yani çakıl bölgenin varlığı geliş geçişleri son derece zorlaştırıyor ve yalnızca ferdi geçişlere imkân tanıyordu. Söz konusu bu güzergâh, aynı zamanda Allah Resulü’nün (s.a.a) ve Mekke muhacirlerinin hicret esnasında izledikleri ve Medine’ye girişin ilk durağı olan Kubâ yoluydu. Medine şehrinin Kubâ girişi, donanımlı üç bin müşrik ordusuna geçit verecek kapasitede olmaması önemli bir noktadır. Bu sebeple Mekke müşriklerinin böylesine kayalık bir yoldan gelmemeleri gerekiyordu. Bununla birlikte Mekke müşriklerinin, Müslümanlarla savaşabilecekleri açık bir alana ihtiyaçları vardı ve böyle bir yer ise sadece kuzeyde bulunuyordu. Sonuç itibariyle müşriklerin güneyden kuzeye doğru şehri dolanmaları ve oradan da Medine şehrine girmeleri gerekiyordu. Diğer taraftan Ben-i Kurayza tarafından yani güney doğudan da şehre girme imkânları yoktu, zira söz 545 546 -Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, ilk ciltlendirilmiş haliyle c, 1, s.195. -Asaru’l Medineti’l Münevvere, Abdülkuddüs Ensari, s.201. 221 konusu bölgede Ben-i Kurayzalılar yaşıyordu ve onlarında Müslümanlarla yaptıkları anlaşma sebebiyle müşriklere geçiş izni vermeye hakları yoktu. Dolayısıyla müşrik ordusunun Medine’ye nüfuz edecekleri tek yer ziraat yapılan açık bir bölgenin başladığı Uhud Dağı’nın doğusuyla sınırlıydı. Hendek Savaşı’nda da Mekke müşrikleri güneyden değil, bilakis kuzey taraflarından veya bir başka ifadeyle Uhud Dağı’nın doğu tarafından Medine’ye girmişlerdi. Müşrikler hendeğin yollarını kapatması sebebiyle Beni Kurayza güzergâhından nüfuz etmeyi düşündüler. Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’den Uhud’a Kadar İzlediği Yol Hali hazırda “Tarik-i Seyyidü’ş-Şuheda” olarak meşhur olan güzergâh, yaklaşık olarak Allah Resulü (s.a.a) ve yaranının müşriklerle savaşmak için Medine’den Uhud’a kadar izlediği yolun aynısıydı. Mescid-i Nebevi ile Uhud Dağı’nın arası yaklaşık beş buçuk kilometredir. Bu güzergâhda İslam ordusunun sağında; Medine’nin doğusu yani ‘Doğu Harre batıda ise Sel' Dağı yer almaktaydı. Sel' Dağı’ndan Uhud Dağı’na; Uhud Dağı’nın eteklerinden kuzeye kadar uzanan hurmalık ve ziraat bölgesi vardı. Medine yolunun bir bölümünden Uhud Dağı’na kadar olan alanda iki önemli kabile yaşıyordu. Bunlardan ilki Allah Resulü’nün (s.a.a) mahallelerinde durup namaz kıldığı Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesiydi. Bu kabilenin mescidi “Mescidü’l-Buheyr” ve “Mescidü’l-Esvaf” veya “Mescidu’s-Secde” isimleriyle meşhur olan ve hali hazırda “Mescid-i Ebuzer” ismiyle bilinen mescidin kendisidir.547 Bu mescidden sonra ihtiyar bir kadın ve erkeğe ait olup Allah Resulü’nün (s.a.a) durup namaz kıldığı “Şeyheyn” ismiyle bilinen bir mescid daha vardı. Şimdilerde de “Mescidu’d-Dir'” ismiyle varlığını koruyan bu mescidde Allah Resulü’nün (s.a.a) akşam ve yatsı namazını kıldığı ve bir sonraki günün sabahına kadar bu mescidde kaldığı söylenmiştir. Söz konusu bu mescid daha sonraları “Mescidu’d-Dir'”, “Mescid-i Bedâi’” ve “Mescidu’ş-Şeyheyn” isimleriyle anılmıştır.548 Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidde zırh giymesi sebebiyle söz konusu mescid “Dir'” ismini almıştır. Bu mesele tarih kitaplarında549 nakledilmesine rağmen bazıları bunu kabul etmemiş ve Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’de zırh giydiğini söylemişlerdir.550 Tarihi nakillerde geldiğine göre Allah Resulü (s.a.a) savaş zamanı Şeyheyn mahallinden müşrik ve İslam ordularının savaş hazırlıklarını uzaktan görmüştür. Dolayısıyla “el-Bedâi'”nin Uhud’a uzaklığı yaklaşık bir buçuk kilometreydi ve müşrikler Sel' Dağı’nın kuzeyinde ve Uhud Dağı’nın batısında; bir bölümünün “Cürf” olarak isimlendirilen ziraat bölgesine yerleşmişlerdir. -Bu mescid hakkında bakınız: El-Medinetü Beyne’l Mazi ve’l Hazır, s.326-329; Et-Tuhfetü’l-Latîfe, c.1, s.67. 548 -Tarihu’l Mealimi’l Medineti Kadimen ve Hadisen, s.133. 549 -el-Mağazi, c.1, s.219. 550 -el-Medinetü beyne’l Mazi ve’l Hazır, s.374. 547 222 Bu yolun devamında yani “Tarik-i Seyyidü’ş-Şuheda” da Ben-i Hârise kabilesi yaşıyordu. Ben-i Abdu’l-Eşhel ve Ben-i Hârise kabilesi, Uhud’un güney ayrımı ve iki Harre arasında olan topraklarında yaşıyor ve burada ziraatla uğraşıyorlardı. Ben-i Hârise taifesinin mescidini hali hazırda “Mescidi Müsterâh” olarak isimlendirmişlerdir. Allah Resulü’nün (s.a.a) burada dinlenmesi sebebiyle -Uhud Savaşı veya başka bir seferinde- bu mescidin “Müsterâh” ismini aldığını kabul etmişlerdir. Vakidî, bir rivayette söz konusu yolu Medine’den Bedâi’e ve buradan Zukaku’l-Hısy’e ve buradan da Şeyheyn’e Seniyye’nin başlangıcına kadar bilmiştir. Vakidî’nin bu sözü, Bedâi’ ile Şeyheyn’in farklı yerler olduğunu gösterir. Bununla birlikte hatta onuncu asırdan önce “Mescid-i Bedâi'” ile “Mescid-i Şeyheyn”in tek bir mescid olduğu bilinmiştir.551 Vakidî şöyle der: “Akşam ve yatsı namazı Mescid-i Dir'de kılındı. Müslümanları gözeten müşrikler Harre bölgesi yakınına kadar geldiler, ancak buradaki çakıllardan ve Muhammed b. Mesleme’in varlığından korktukları için içerlere girmediler.”552 Burasının doğu Harre olması gerekir; yani bu bölgeyi iyi bilen müşrikler doğu Harre’nin başlarına kadar gelmişlerdi. Her halükarda sabah vakti Allah Resulü (s.a.a) yola koyularak kılavuzların İslam ordusunu uygun bir yere yönlendirmesini istedi. Allah Resulü (s.a.a) şöyle emretti: “Yuhricena ale’l kavmi ala keseb.”553 “Keseb” kelimesi toplanmak ve yakınlaşmak anlamlarında gelmiştir ve bu anlamıyla Peygamber’in (s.a.a) buyruğunun anlamı şöyle olacaktır: “Bizi düşmanlara yakın bir noktaya götürsünler.” Bu yolda Ben-i Hârise taifesinin bir kaç noktada odaklanması mümkündü ve yol kılavuzları, Allah Resulü’nü (s.a.a) Ben-i Hârise bağlarından geçirdiler. İslam ordusu Ben-i Hârise kabilesinden “İbn-i Kayza” isminde birisinin bahçesinden geçti. Bu şahıs münafık birisiydi ve İslam ordusunun bahçesinden geçmesine itiraz etti. Onun itirazı, Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesiyle Ben-i Hâris kabilesinin sözlü münakaşasına sebep oldu. Bu bölgede Ben-i Hârise’nin yerleri vardı. Ben-i Abdu’l-Eşhel, daha ziyade bu bölgenin güneyinde Medine’nin yakınında ve Ben-i Hârise ise bu bölgenin kuzey uçlarında -Umdetu’l Ahbâr fi’l Medineti’l Muhtar, s.204. Ayrıca Vakidî’nin metni için bakınız: El-Meğâzî, c.1, s.215-216. 552 -el-Meğâzî, c.1, s.217. 553 -el-Meğâzî, c.1, s.218. İbn-i İshak’ın Allah Resulü’nün (s.a.a) dilinden naklettiği ibaret şöyledir: “Bizi onların toplandığı yere kim götürecek.” Onların toplandığı yerden; onlara yakın bir yer ve onların İslam ordusuna hamle etmeyecekleri bir yer kastedilmiştir. Bkz: es-Siretu'n-Nebeviyye, c.3, s.69 (Mestafa Es-Seka ve...nin düzeltmesi). 551 223 yaşıyordu. Allah Resulü (s.a.a) kuzeyden Uhud’a doğru hareket ettiğinde, düşman ordusu kendini savaşa hazırladı.554 Şimdi yukarıdaki bilgiler esasınca Müslümanların kuzey doğuda ve müşriklerin de kuzey batı yakınında -500-700 metre- olduğunu söyleyebiliriz. Allah Resulü (s.a.a) yoluna Uhud’a kadar devam ederek yukarı çıktı öyle ki Vakidî’nin deyimiyle günümüzde köprünün olduğu yere kadar gitti. Köprünün yer aldığı bölgeye ulaştığında namaz vakti girmişti. Bu namaz, sabah namazıydı. Bu köprü, ya suyunun doğudan batıya Uhud Dağı’nın eteklerine doğru aktığı kanal üzerindeydi ya da kuzeyden güneye yani Uhud Dağı’nın içlerinden –Hamza’nın kabrinin karşısı– kaynaklanan kanal üzerindeydi (şu anda da bu iki kanalın birleştiği yerde köprü vardır). İslam Ordusu ve Kureyş Ordusunun Konuşlandığı Yer İslam ordusu hicretin yedinci yılı Cumartesi sabahı güneyden kuzeye doğru hareket ederek doğu Harre’den Uhud bölgesine girdi. İslam ordusunun yerleşim yeri hakkındaki İbn-i İshak şöyle yazar: “Allah Resulü hareket edip -Uhud Dağı kenarına bir kilometre kala- Uhud’u arkasına alarak vadinin girişinde durdu ve buraya konuşlandı.555 Uhud bölgesi (Şi’b-i Uhud) hali hazırda Uhud’un batı kısmındaki şehitlerin ve Rumât Dağı’nın karşısında yer almıştır. Söz konusu bu bölüm, dokuz yüz veya yedi yüz metre Uhud Dağı’nın eteklerine kadar devam eder ve bu arada yer alan vadi, Uhud’un derinliklerinde toplanan yağmur sularını Uhud’un güney tarafındaki açık alana doğru yani “Cürf” bölgesine doğru yönlendirir. İbn-i İshak’ın nakli esasına göre Allah Resulü (s.a.a) ordusunu yukarıda zikri geçen yerde konuşlandırmıştır. Burası, İbn-i İshak’ın ibaretinde gelen “Udvetu’l-Vadi”dir. Doğal olarak İslam ordusu sağında Rumât ve Ayneyn’in yer aldığı bölgenin girişinde konuşlanmıştı. Müşrikler de Uhud Dağı’nın güneyinde ve Rumât Dağı’nın batısında yani İslam ordusuna makul bir yakınlıkta ordugâh kurmuştu. Vakidî’nin İslam ordusunun konuşlandığı yer hakkındaki ibareti şöyledir: “Allah Resulü (s.a.a) Uhud’u arkasına, Medine’yi önüne ve Ayneyn Dağı’nı soluna aldı.”556 Vakidî’nin naklettiği diğer bir görüşte şöyledir: Allah Resulü (s.a.a) Rumât Dağı’nı arkasına alacak şekilde aşağılara indiğinde güneşte onun arkasında, düşman ordusu ise onun karşısındaydı. Bu durumda müşrikler Uhud’un güney batısında yer alan arazide konuşlanmışlardı öyle ki Medine müşriklerin arkasında Uhud Dağı ise önlerinde yer almıştı. 554 -el-Meğâzî, c.1, s.219. -es-Siretu'n-Nebeviyye, c.3, s.69. 556 -el-Meğâzî, c.1, s.220; Tabakâtu’l-Kübra, c.1, s.39. 555 224 Vakidî şöyle yazıyor: “Müşrikler vadi ortasında Medine’yi arkalarına ve Uhud’u önlerine almışlardı.”557 Dolayısıyla İslam ordusu Uhud’u arkasına alarak çok uygun bir yere sığınmıştı. İslam ordusunun solunda yani doğusunda Rumât Dağı vardı. İslam ordusunun karşılaşabileceği yegâne zorluk Rumât Dağı ile Uhud Dağı arasındaki mesafeydi ve buraya çok dikkat etmeleri gerekiyordu. Bunun için Rumât Dağı üzerine yerleştirilen okçular bu tehlikeyi ortadan kaldırmış olacaklardı. Düşman, İslam ordusunun güney ve güney batısındaki vadiye yerleşmişti. Bu vadi, Uhud bölgesinin dışına çıkan vadinin devamıydı. Savaş, at koşturmaya uygun aynı zamanda açık ve geniş bir alan olan bu bölgede gerçekleşti. Allah Resulü (s.a.a) Niçin Rumât Dağı Üzerine Elli Okçu Yerleştirdi? Bir kısım ziyaretçilerin kılavuzları ve bazı tarihçilerin arasında yaygın olan genel bir yanlışlık; Halid’in, arkadan, Uhud arasındaki Şi’b’den558 Müslümanları gafil avladığı düşüncesidir. Örneğin Mirza Muhammed Mühendis el-Veciretü fi Tarifi’l-Medine isimli kitapçığında söz konusu bölgeye işaret ederek şöyle yazmıştır: “Burası, Allah Resulü’nün (s.a.a) İslam ordusunu korumaları için okçuları yerleştirdiği deredir, ancak okçular, ganimete tamah edip yerlerini terkettiler ve düşmanlar da bu dereye giderek İslam ordusunu yenilgiye uğrattı.”559 Üstat Muhammed Bakır Necefi Medine Şinasi kitabının ikinci cildinde aynı görüşü sunmuş ve bu bakış açısına dayanarak haritasını çizmiştir.560 Tarihi kaynakların dikkate alınmasıyla bu görüşün yanlış olduğunda hiç kuşku yoktur.561 Müslümanların seçtikleri yer arka kısım (kuzey) güvenliydi ve bunun sebebi ise Uhud Dağı’nın yükseltisiydi ve buradan öteki tarafa yol yoktu. Sadece onların sol tarafı (doğu kısmı) Rumât Dağı ile Uhud arası sorunluydu. Allah Resulü (s.a.a) bu kısmı da güvenceye almak istiyordu. Burasının güvenliğini temin etmenin iki delili vardı: 1.Düşmanın arkadan İslam ordusuna saldırmasına engel olmuk ki, daha sonra bu gerçekleşen bir meseleydi. 2. Düşmanın, Şi’b içindeki İslam ordusunun konuşlandığı yere saldırmasını önlemek. 557 -el-Meğâzî, c.1, s.220. -Yani: Uhud Dağı’nın içinden uzanan vadi ve şehitlerin kabirlerin karşısındaki yer. 559 -Bisuyi Ümmü’l-Kurâ, s.319. 560 -Medine Şinasi, c.2, s.269. 561 -Bu yanlış Sadık Ainevend’in “Atlas-ı Tarihi İslam” kitabında da vardır. Nitekim bu kitabın kırk birinci sayfasında düşmanların Uhud yarığından geçerek okçulara saldırdığına işaret edilmiş ve Uhud Gazvesi’ne has kılınan altı nolu haritayla da bu gösterilmiştir. 558 225 Dolayısıyla Allah Resulü (s.a.a) Rumât Dağı üstüne elli okçu yerleştirmek suretiyle Müslümanların konuşlandığı yer olan Rumât Dağı ile Uhud Dağı arasındaki mesafeyi güven altına almayı kararlaştırdı. Şimdi sorulması gereken soru şudur: Rumât Dağı üzerine yerleştirilen okçular hangi bölgeyi koruyacak ve oklarıyla düşmanın hangi kısımdaki nüfuzuna karşı koyacaklardı? Bu soruya vereceğimiz mantıklı cevap şudur: “Rumât Dağı üstünde duran kimsenin, güneyden doğu tarafına dikkat ederek düşmanın Rumât Dağı’nı söz konusu bu yerden dolanmasına engel olması gerekir. Çünkü kuzey tarafı, Uhud Dağı vesilesiyle kapalıdır ve düşmanın yegâne nüfuz edebileceği yer Rumât’ın güneyidir; düşman, batı tarafından (kendi yerleştikleri yer) doğuya hareket ederek Rumât Dağı’nı dolanır ve doğudan batıya Uhud ile Rumât arasındaki mesafeden geçip Müslümanların ordugâhına arkadan saldırabilir. Dolayısıyla düşmanın izleyeceği bu güzergâh, Rumât Dağı üstündeki okçuların görüş alanı içinde kalır. Bu nitelemeyle Rumât Dağı üstündeki okçuların başka bir yerden düşmanın saldırmasını beklemeleri düşünülemez.” Halid b. Velid, atlı birliğiyle Müslümanlara saldırdığı zaman Müslümanların savunma hazırlığı yoktu ve düzenleri bozulmuştu; çoğu silahlarını bırakıp ganimet toplamakla meşguldüler. Müslümanlar, düşmanın saldırısıyla dağılarak çeşitli yönlere kaçtılar ve birbirlerine kılıç çektiler! Müslümanların yenilgiye uğradığı belliydi. Çoğu Uhud Dağı tarafındaki alana ve hatta Uhud’un üstüne çıktı; bazıları da kaçabileceği yerlere dağıldılar. Allah Resulü (s.a.a) yanındaki birkaç kişiyle birlikte yavaşça Uhud semtindeki bölgeye gitti ve daha sonra Uhud bölgesinin içlerine girerek Uhud Dağı’nın üstüne (sağ tarafına) çıkıp küçük bir mağaraya sığındı. HARİTA 384 Burada bizim hedefimiz, savaş meydanının Rumât Dağı’nın batısında gerçekleştiğini ve Allah Resulü’nün (s.a.a) faciadan sonra Uhud bölgesi tarafına doğru giderek söz konusu bölgenin içerisinden dağın üstüne çıkıp müşriklerin şerrinden kurtulduğunun delillerini ortaya koymaktı. Halid b. Velid’in Rumât Dağı’nı Dolandığına Dair Tarihi Tanıklar Allah Resulü (s.a.a), Abdullah b. Cübeyr b. Numan’ın komutasındaki okçularını Rumât Dağı’na yerleştirdi, zira İslam ordusunun arkasının savunmasız olmasından korkuyordu ki, sonuçta korkulan hadise gerçekleşmişti. Allah Resulü (s.a.a) okçulara hitaben şöyle buyurdu: “Bizim 226 arkamızı koruyunuz, korkuyoruz.”562 zira bize arka taraftan saldırılmasından Vakidî şöyle yazıyor: “Okçular İslam ordusunu arkadan koruyor ve müşrikleri firar etmeye zorluyorlardı.” Hayatta kalan okçulardan birisi yıllar sonra şöyle diyordu: ‘O gün attığımız okun her birisi ya atlara ya da müşriklere isabet ediyordu.’563 Bu iki rivayet, okçuların Halid’in saldıracağı tarafı gözettiklerini anlatmaktadır. Halid birkaç defa İkrime’yle birlikte bu dar boğazdan yani Uhud ile Rumât arasından geçmeye çalışmışlar ne var ki Rumât’a yerleştirilen okçuların ok yağmurlarına maruz kalarak kayıp verdikten sonra mecburen dönmüşlerdi. Ancak dağ üzerine yerleştirilen okçuların yerini boşaltmalarıyla Halid rahatlıkla buradan geçmişti. Bu durumda Halid’in ordusuyla yararlanmayı hedeflediği yer, Müslüman okçularının gözetimindeydi. Hâlbuki Halid’in, Uhud’u dolanması öngörülmüş olsaydı asıl itibariyle okçular Rumât Dağı’na yerleştirilmezdi. Safvan b. Ümeyye’nin kölesi Nestâs o anda Uhud’da bulunan müşriklerin arasındaydı ve köle olması hasebiyle Safvan b. Ümeyye’nin mallarını korumak için bulunduğu yerden ayrılmamıştı. Nestâs o anı şöyle anlatıyor: “Bizim ordumuz yenilgiye uğradı ve Muhammed’in (s.a.a) ordusu bizim konuşlandığımız yere girdi ve beni esir aldı... Elim bağlı bir vaziyette Rumât Dağı’na baktım. Kureyş ordusunun oraya doğru giderek hiçbir engelle karşılaşmaksızın Müslümanların karargâhının içine girdiklarini gördüm. Zira okçuların gözettiği cephe boşalmış ve onlar (Müslüman okçular) çalıp çırpmak için bizim tarafımıza doğru gelmişlerdi... Onlar ganimet toplamakla meşgulken bizim ordumuz onların başına yığılıvermiş ve rahatlıkla onları kılıçtan geçirmişlerdi. Bu anda Müslümanlar ellerine geçen ganimetleri bırakarak bizim karargâhımızın dışına çıkıyorlardı.”564 Bu nakil, Nestâs’ın olup biten her şeyi gördüğünü ortaya koymaktadır. Nestâs, okçuların müşriklerin mallarını ele geçirmek hedefiyle Rumât Dağı’ndan aşağı indiklerini görmüştür. Keza müşriklerin komutanı Halid’in Rumât Dağı’ndan geçtiğini -ki artık burada okçular yoktur ya da kalanlar da çabucak öldürülmüşlerdir- ve Müslümanların birliğine saldırdığını müşahede etmiştir. Anlatılan bu olay, Nestâs’ın Uhud’un karşısındaki açık alandan; kendisinin kuzey ve kuzey doğusundan Rumât Dağı etrafını ve Uhud Dağı’nın eteklerini gördüğünü ve olup biten her şeye şahit olduğunu ortaya koymaktadır. Bu savaşın yazgısının değişimi o kadar kısaydı ki, Müslümanlar ganimet toplamakla meşgulken ve henüz topladıkları ganimetler ellerindeyken bir anda Halid’in saldırısıyla karşı karşıya gelmiş ve savaşın gidişatı çabucak değişivermişti. Açıktır ki, Kureyş ordusunun altı kilometrelik Uhud yolunu -gidiş geliş on iki kilometredir- dolanmış olması faraziyesi doğru değildir. 562 -el-Meğâzî, c.1, s.224. -a.g.e., c.1, s.225. 564 -el-Meğâzî, c.1, s.230-231. 563 227 Ebu Nemr Kenâni anlatıyor: “Uhud günü biz (müşrikler) firar ettik ve Muhammed’in (s.a.a) ashabı bizim ordumuzun mallarını yağmalamaya koyuldular. Ben, Cemâd Dağı’na (savaş alanının batı tarafı) ulaşacak kadar savaş sahnesinden uzaklaşmıştım. İşte o anda bizim ordularımız Müslümanların başına üşüşüvermişti.”565 Rafi b. Hudeyc anlatıyor: “Okçular aşağı inmiş ve pek azı orada kalmıştı. Halid b. Velid, Rumât Dağı’na baktı ve onların çok az olduğunu gördü. Sonra süratle ordusunu alıp saldırıya geçti ve İkrime b. Ebu Cehil de onun arkasından gitti. Geride kalan okçulara saldırılarak öldürdüler.”566 Bu nakilde de Halid’in Rumât Dağı’nı gözetlediği ve ele geçirmek için fırsat beklediği anlatılmaktadır. Halid, Rumât Dağı’ndan kırk okçunun aşağı indiği anda fırsatı ganimet bilip İslam ordusuna saldırdı ve bu işlerin tamamı yıldırım hızıyla gerçekleşti. İbn-i Abbas şöyle anlatıyor: “Okçular bu aradaki mesafeyi korumayı terk ettikleri zaman düşman atlıları buradan Peygamber’in (s.a.a) ashabına saldırdı.”567 Vakidî başka bir yerde şöyle diyor: “Halid, birkaç kez Peygamber’in (s.a.a) solundan -Rumât Dağı tarafı- veya Uhud Dağı’nın eteklerinden saldırmayı denedi, ancak okçular onun saldırmasına engel oldular. Bu iş bir kaç kez tekrar etti ancak Müslümanlar önünü aldılar.”568 Bu ibaret Halid’in İslam ordusunun solundan hamle ettiğini güzelce anlatıyor. Vakidî’nin ibareti şöyledir: “Bir kaç defa Halid, Peygamber’in (s.a.a) solundan geçerek Uhud Dağı eteğinden Müslümanlara saldırmak istedi, ancak okçular buna engel oldular.” Büyük bir ihtimalle Halid savaşın başında Rumât Dağı’nın güneyinde dikkate alınacak bir mesafede pusuya yatmış oradan doğuya gidip Rumât’ı dolanarak Sefh Dağı’ndan yani doğruca Uhud tarafına inerek Uhud’un eteklerinden Müslümanlara saldırmak istemiştir. Her halükarda Halid’in aşağıdan yukarı doğru Rumât’ı dolanarak Uhud Dağı eteğinden Müslümanları arkasından vurmak istediğinde hiç kuşku yoktur ve nitekim öyle de yapmıştır. Savaş Sonrası Allah Resulü’nün (s.a.a) İzlediği Yol Müşrik ordusunun saldırısı Müslümanların dağılıp kaçmasıyla sonuçlandı. Bu arada müşriklerin temel hedeflerinden birisi Allah Resulüydü (s.a.a), ancak Allah Resulü’nün (s.a.a) yüzünün kapalı olması sebebiyle onu tanımadılar. 565 -el-Meğâzî, c.1, s.261. -el-Meğâzî, c.1, s.232; Tabakâtu’l-Kübra, c.1, s.41. 567 -Musned-i Ahmet, c.4, s.209. 568 -el-Meğâzî, c.1, s.229. 566 228 İmam Ali (a.s) ve Ebu Dücane’nin içinde yer aldığı çok az sayıda bilinçli Müslüman Allah Resulü’nün (s.a.a) yanındaydılar ve Müslüman ordusunu dağıtan müşrikler onları kıskaca aldılar, onlar da Allah Resulü’nün (s.a.a) eşliğinde Uhud bölgesinin içlerine kadar geldiler. Savaş galibiyetinin sıcaklığını yaşayan müşrikler o anda buraya gelmemiş, sadece ovamsı Cürf bölgesine kaçan Müslümanları takibe, şehitleri müsle (kulak, burun ve bedenin diğer azalarının kesilmesi) yapmaya ve ganimet toplamaya dalmışlardı. Bu esnada Allah Resulü’nün (s.a.a) Şi’b’in içinde olduğundan hiç kuşku yoktur. Söz konusu bu yer, bazı kafile kılavuzlarının Hamza’nın kabri başında düşmanın geçtiği dar boğaz olarak ziyaretçilere tanıttığı yerdir. Müşriklerden birisi Mus’ab’ı şehit ettiğinde Peygamber’i (s.a.a) öldürdüğünü zannederek bu haberi yaydı. Ebu Süfyan Halid’e bu haberin doğru olup olmadığını sorduğunda Halid şöyle dedi: “Ben Peygamber’i (s.a.a) çok az sayıda ashabıyla beraber dağın yukarısına çıktıklarını gördüm.”569 Ka’b b. Malik anlatıyor: “Müslümanlar dağıldığı zaman Allah Resulü’nü (s.a.a) tanıyan ilk kişiydim ve müminlere onun hayatta olduğu müjdesini verdim.” O sözlerine şöyle devam eder: “O anda ben Uhud’daydım ve Allah Resulü (s.a.a) kendisinin tanınmaması için bana susmamı buyurdu.”570 Doğal olarak o anda henüz tehlike tamamen bertaraf olmamıştı. Nemle b. Ebi Nemle şöyle diyor: “Müslümanlar yenilgiye uğradıklarında Muhacir ve Ensar’dan bir grubun Allah Resulü’nü (s.a.a) çembere alıp Uhud bölgesine götürdüklerini gördüm. O zaman Müslümanların ne bayrakları ne de düzenli birlikleri vardı ve Müşrikler vadiye rahatça gidip geliyorlardı ve hiç kimse onlara engel olmuyordu.571 Düşmanlar vadide olduğu sürece Peygamber (s.a.a) söz konusu bölgede kaldı ve onların gitmesiyle aşağı inerek şehitleri toplamaya başladılar. Bu arada kaçanlar yavaş yavaş geri geldiler ve şehirdeki kadınlarda buraya gelerek birlikte çoğu müsle olmuş şehitleri defnetmeye koyuldular.” Uhud’un Günümüze Ulaşan Eserleri Rumât Dağı üstünde durmak ve Uhud Dağı eteklerine bakmak, her ferdi hüzne boğup rahatsız etmekte ve Allah Resulü’nün (s.a.a) tertemiz pek çok ashabının özellikle şehitlerin efendisi Hamza’nın şehit edildiği maceranın acı hatırasını anımsatmaktadır. Hiç kuşkusuz burası insanın hali hazırda Medine’de bakabileceği ibret dolu noktadır. Fush Mescidi Allah Resulü (s.a.a), Uhud Dağı bölgesi içlerine gittiğinde bu bölgenin sağ tarafına yaklaşık beş yüz ila yedi yüz metre uzaklıkta ve Uhud Dağı’nın aşağısında ‘Şi’b-i Cirâr’ denen yerde öğle ve ikindi namazını kıldı. Daha sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı bu yere “Fush” veya “Fesih” ismiyle 569 -el-Meğâzî, c.1, s.237. -a.g.e., c.1, s.236. 571 -a.g.e., c.1, s.237. 570 229 meşhur olan mescid yapıldı. Elbette bu küçüklükteki bir mescidin, geniş ve rahat anlamına gelen ‘Fush’ ismiyle örtüştürülmesi son derece zordur. Bazı rivayetlerde “Ey iman edenler! Size, “Meclislerde yer açın” denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin.”572 ayetinin bu konu hakkında indiğine yer verilmiştir.573 Semhûdî’nin de dediği gibi bu konuda söz konusu nakle itimat edilemez. Diğer zayıf bir ihtimale göre mescidin asli ismi ‘Sefh’ olup -dağın aşağısındaki mescid anlamında- yanlışlıkla ‘Fesh’ okunmuştur. Bu ihtimal de her ne kadar gerçeklik açısından kabul edilebilirse de ihtimalden öteye geçmez. Başka bir nakilde şöyle gelmiştir: “Allah Resulü (s.a.a) Uhud’da Şi’b-i Cirâr denen yerin bitişiğinin sağ tarafında küçük bir mescidde namaz kıldı.”574 Söz konusu bu mescid Uhud bölgesinin en eski mescidlerindendir ve İmamların (a.s) rivayetlerinde burada namaz kılınması tekit edilmiştir. Bu rivayeti ileride zikredeceğiz. Mescidin fiili yapısı yıkık dört duvardan ibarettir ve her iki taraftan viran olmuş duvarların etrafına demir parmaklıklar çekilmiştir. Ben 1375/1996 yılında söz konusu demir parmaklıkların da yok olmaya yüz tuttuğunu gördüm. Yaklaşık on beş ile yirmi metre karelik bir alana sahip olan mescidin ortasında çürümüş inşaat malzemelerini görmek mümkündür. Bu da mescidin içten ve dıştan harabeye dönüştüğünü ortaya koymaktadır. Bu mescidden Müslümanların yararlanmamaları için kasıtlı olarak viran edildiği çok açıktır. Böyle olmakla birlikte mescidin kasıtlı olarak harabeye dönüştürülmesine rağmen mescidin etrafına demir parmaklık çekerek onun dini ve tarihi eserlerini korumaya çalışan insanların varlığı söz konusudur. Suudi hükümetinin yeni atmosfer içinde bu mescidi de çabucak tamir etmesini ümit ediyoruz. Mescidin elli metre yukarısının yirmi metre yükseltisinde küçük bir mağara vardır ve Allah Resulü’nün (s.a.a) ilk başlarda burada saklandığı rivayet edilmiştir. Her ne kadar bu konu meşhur olsa da tarihi dayanağı yoktur.575 (Resim 157) s.390 Senaya Mescidi Peygamber’in (s.a.a) Uhud Gazvesi’nde kırılan mübarek dişleri adında bir mescid daha vardır ve bu mescid, Uhud Dağı eteğinde ve Uhud bölgesine 572 -Mücadele, 11. -Vefâul-Vefâ, c.3, s.348. 574 -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.57. 575 -İbn-i Şebbe’nin naklettiği bu rivayetin zimmînde Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud’daki bu mağaranın içinde oturduğuna yer verilmiştir. Bkz: Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.76. 573 230 varmadan Seyyidü’ş-Şüheda kabrinin beş yüz adım uzağında yer alır. Hisamu’s-Saltana şöyle diyor: Küçük bir avlu (sahn) ve kümbeti olan Senaya Mescidi’nin içine girerek iki rekât namaz kıldık. Bu mescid Hamza’nın kabrinin yukarısının kuzey tarafındadır.576 Bu mescid, Utbe b. Ebi Vakkas’ın Peygamber’in (s.a.a) mübarek dişini kırdığı yerde yapılmıştır. Şimdilerde Hamza’nın kabri yukarısında ve Uhud bölgesinin girişindeki –bölge içine doğru giden yolun devamında– mescidin, Senaya Mescidi olduğu anlaşılıyor. Buna karşın mescidin Vahabiler tarafından harabeye çevrilmesinden sonra hiç kimse bu mescidi yeniden yapılandırma cüretine sahip olmamıştır. Dolayısıyla söz konusu bu mescidin tamamen yok olduğunu söyleyebiliriz. Mirza Muhammed Mühendis 1294 yılında şöyle yazmıştır: Medine’ye yirmi dakika uzaklıkta Seyyidü’ş-Şüheda Hamza’nın kabri vardır ve bu kabrin beş yüz adım kuzey tarafı yaklaşık Allah Resulü’nün (s.a.a) mübarek dişinin kırıldığı ve sekiz yüz on altı adım kuzey tarafı ise Hamza’nın kabrinin olduğu yerdir. Buradaki derenin sonunda Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud gününde yaralı bir halde ve tek başına namaz kıldığı bir mescid vardır; Hz. Sadık (a.s), Ukbe b. Halid’e burada namaz kılmasını buyurmuştur.577 İmam Sadık’ın (a.s) buyruğu şöyledir: “...Burasını geçtikten sonra Uhud tarafına gel ve Devnü’l-Harre mescidinde namaz kıl. Sonra Hamza b. Abdülmuttalib’in kabrine uğra ve selam ver. Sonra şehitlerin kabrine uğra ve ayağa kalkarak şöyle söyle: “Size selam olsun ey diyar ehli. Siz bizden ayrıldınız ve biz de size katılacağız.” Sonra dağın kenarında yer alan sağ tarafındaki geniş bir alandaki mescide gelirsin. Bu mescid Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud gününde müşriklerden saklanıp namaz kıldığı mesciddir. Sonra dönüp şehitlerin kabri kenarında namaz kılarsın ki Allah senin için böyle emretmiştir.”578 Rivayette “Devnü’l Harre” ismiyle anılan ilk mescidin Uhud yolu üzerindeki iki mescidden birisi olması gerekir; bu mescid ya “Mescidü’d-Dir'”dir ya da “Mescid-i Müsterâh”tır. Dağın kenarının sağ tarafında Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı mescid olarak hatırlatılan mescide gelince bu mescid daha önce açıklamasını yaptığımız ve halkın uğrak yeri olan Fush Mescidi’nden başkası değildir. Kameri 1416 yılının zilkade ayının 25’i Cumartesi günü Uhud’a gittiğimde araştırma yapmış, ancak araştırmamın sonucunda hali hazırda “Mescidü’sSenaya” isminde bir mescidin varlığına rastlamamıştım ya da vardı da ben bulamadım. Hâlbuki bu mescidin harabe resimleri bazı kitaplarda vardır. Şehitlerin kabirlerinin kuzeyinde taşlıkta veya Uhud bölgesinde bir kaç mescid vardır; onlardan birisi Hamza’nın kabrinin kuzey doğusunda şehitlerin kabrine beş yüz adım uzaklığında yer alan “Mescidü’s-Sadhy”dir. Bu mescidin -Seyahatname-i Mekke, Hisâmu’s-Saltana, s.154. -Bisuyi Ümmü’l-Kurâ, “El-Vecizü fi Tarifi’l Medine”, s.319. 578 -el-Kâfi, c.4, s.560-651. 576 577 231 “Senaya Mescidi” olmasını ümit ediyordum, ancak bölge ehlinden hiç kimse bana yardımcı olamadı. Burasının biraz uzağında Mescidü’r-Ridade” ve üzerinde kırık bir tabelanın yer aldığı bir mescid daha vardı; kabrin kuzey doğusunda yer alan bu mescidin tabelasından mescidin isminin “Mescidü’lMevt” olduğu anlaşılıyordu. O zaman Suudi devleti Uhud bölgesinin içerisine girip daha fazla araştırma yapılmasına izin vermedi ve buraya girip mağaraya gitmeyi hedefleyen ziyaretçileri de memurlar geri çevirdiler. Her halükarda “Mescid-i Fush veya Sefh” de yok olmaya yüz tutmuş ve kasten burasının tamirinden kaçınılmıştı. (Resim 158) Mihras Uhud Dağı’nın yukarısında “Mihras” isminde bir bölge vardır ve burada dağın eteklerinden gelen su toplanarak doğal bir havuz oluşturmuştur. Allah Resulü (s.a.a) İmam Ali’nin de (a.s) yer aldığı yaranlarıyla Uhud Dağı’nın yukarısına çıktıktan sonra Mihras’ın kenarına oturdular. İmam Ali (a.s), Allah Resulü’nün (s.a.a) kırılan dişinden ötürü ağzının kanını temizlemesi için bir kapla Mihras’tan su getirdi. Allah Resulü (s.a.a) çok susuz olmasına karşın Mihras’ın suyunun kötü kokması sebebiyle istifade etmedi.579 Uhud Dağının yukarısında “Kubbe-i Harun” isminde bir yer vardır. Peygamber’e (s.a.a) dayandırılan bazı rivayetlerde geldiğine göre (Hz.) Harun hac seferinde buraya gelmiş ve burada defnedilmiştir.580 Yıkık yapısı ve yaklaşık bir buçuk metre duvarıyla varlığını koruyan bu kubbe, Uhud Dağı’nın en tepe noktasındadır. Medine’nin yerel araştırmacılarından Es-Saidi, burada yalnızca “Allah” lafzının okunabildiği Kufi Hattı’na rastladığını yazmıştır. Yine Es-Saidi burada 993 yılı ve “Muhammed Ali Cersehani” ismiyle bir taş yazıt olduğunu söyleyerek bu yazıtta Bedir şehitlerinin isminin de yer aldığını ifade etmiştir.581 1378/1999 yılında burasını gören Huccetü’l İslam Mikdadi notlarında şunları kaydediyor: ‘Yarı yıkık kale arasında (Hz.) Harun’un kabri vardı ve Abdurrahman b. Huveylid gibi tarihçiler kendi kitaplarında burasına yer vermişlerdir. Her beş ayda bir kez buraya gidiyordum ve ikinci gidişimde bu kalenin tamir edildiğini gördüğümde çok şaşırmıştım. Orada bulunanlara (Hz.) Harun’un kabri hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordum, ancak onlar bilmediklerini söylediler. Üçüncü defa gittiğimde maalesef kabri yıkmışlar ve onun yerine tuvalet suyunun temin edilmesi için su tankı koymuşlardı. 579 -el-Meğâzî, c.1, s.249. -ed-Durretü’s-Semîne, s.185. 581 Uhud, s.24-25. 580 232 1375/1996 yılında gördüğüm taş yazıtın, son onarma çalışmaları neticesinde kırılıp kaldırıldığını müşahede ettim.’ Eklemek gerekir ki: Şayet zikri geçen kabir Harun isimli birisine aitti ve zamanla bu isim, Musa’nın (a.s) kardeşi (Hz.) Harun’a (a.s) nispet verildi. Buna benzeyen pek çok hatalar Beni İsrail peygamberleri, İmamların (a.s) torunları ve Peygamber (s.a.a) neslinden gelen seyitler içinde tekrarlanmıştır. Uhud yolu başında bir kabristan vardı ve burası takriben Müslümanlarla müşriklerin savaş alanıydı. Uhud ziyaretçileri, şehitlerin kabrine gelmeden önce bu kabristanı sol tarafları üzerinde görürler. Uhud şehitlerinin bir kısmının burada defnedildiğini söylemişlerdir.582Allah Resulü’nün (s.a.a) “Her kesi şehit olduğu yere defnedin” buyurmasından ötürü, Uhud şehitlerinin bir kısmının burada defnedilme ihtimali vardır. Ne var ki bu ihtimali doğrulayacak kabir taşları mevcut değildir. (Resim 159-160) Hamza Mescidi Şehitlerin kabrinin doğusunda “Hamza Mescidi” isminde bir mescid vardır ve en azından kesinlikle bu mescidin “Senaya Mescidi” olmadığını söyleyebiliriz; zira Hisamu’s-Saltana’nın işaret ettiği gibi Senaya Mescidi, şehitlerin kabrinin beş yüz adım kuzeyindedir. Muhtemelen burası kümbet olan bir yere yapılmış ve Meşhed-i Hamza ismiyle tanınmıştır. Hisamu’s-Saltana burasını görmüş ama ziyaret etmemiştir. Hali hazırdaki Hamza Mescidi’nin söz konusu bu mescid olduğunu ve kesinlikle Meşhed-i Hamza’nın burada yer almadığını söylememiz gerekir. Zira Uhud Savaşı kabrin batısında; gerçekte Rumât Dağı’nın batısında gerçekleşmiştir. Ali Hafız şöyle diyor: Üstat Muhammed Ahmet Başmil “Uhud Gazvesi” kitabında savaşın Rumât Dağı’nın doğusunda olduğunu zannetmiştir. Nitekim Muhammed Şeys Hattab “Er-Rasulü’l-Kaid” kitabında ve Muhammed Haseneyn Heykel savaşın Rumât Dağı’nın doğusunda olduğuna inanırlar. Ne var ki Üstat Abdülkuddüs Ensari, Haseneyn Heykel ile tartışmış ve Heykel “Fi Menzili’l-Vahy” adlı kitabında kendi görüşünden dönerek savaşın Rumât Dağı’nın batısında gerçekleştiğini söylemiştir.583 Dolayısıyla adı geçen bu yazarların hatasının Meşhed-i Hamza ismiyle anılan yeri Hamza’nın kabri bilmelerinden ve Uhud Savaşının da burada olduğunu kabul etmelerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Hamza b. Abdülmuttalib’in Kabri 582 583 -Seyahatnameyi Mekke, Hisamü’s-Saltana, s.154 (kameri 1297). -Fusulü min Tarihi’l Medineti’l Münevvere, s.196-197. 233 Uhud meydanının Seyyid-i Şühedası Hamza, Abdülmuttalib’in oğlu ve Allah Resulü’nün (s.a.a) amcasıydı. Hamza, Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’de müşriklerin baskı altında olduğu, ihanete uğradığı ve küçük düşürüldüğü bir zamanda Peygamber’e (s.a.a) iman etmişti. Hamza Müslüman olduktan sonra yiğitçe müşriklerin karşısına dikildi, Allah Resulü’ne (s.a.a) yapılan ihaneti kendisine yapılan ihanet telakki edip müşriklerin Allah Resulü’ne (s.a.a) eziyet etmelerine mani oldu. Hicretten sonra Hamza Medine’ye geldi ve müşriklerin ilk saldırı savaşında İslam’ın ordu komutanlığını üstlendi. Hamza Bedir savaşında pek çok müşriki helak etti öyle ki; Hamza’ya büyük bir düşmanlık besleyen Ebu Süfyan’ın eşi Hind, Vahşi’yi Uhud savaşında pusuya yatıp uygun bir fırsatta onu mızrakla öldürmeye zorladı ve Vahşi’de böyle yaptı. Hamza şehit edildiği zaman Hind, Hamza’nın yanına geldi ve onun ciğerini yemek için karnını parçaladı, ancak Hamza’nın ciğeri Hind’in ağzında taş oldu. Seçkin sahabelerden olan Hamza’nın şahadetine çok üzülen Allah Resulü (s.a.a) Hamza’ya “Seyyidü’ş-Şüheda” lakabını verdi ve Medine kadınlarından Hamza için matem tutmalarını istedi. İmam Sadık’ın (a.s) rivayeti esasına göre Fatıma (s.a) vefatına kadar haftada iki ya da üç defa Hamza ve diğer Uhud şehitlerinin kabrine gidiyor, orada ağlıyor ve namaz kılıyordu.584 Esbağ b. Nebate’nin şöyle dediği nakledilmiştir: Fatıma-i Zehra (s.a) işaretle belirlenmiş Hamza’nın kabrine gidiyordu.585 Allah Resulü de (s.a.a) Uhud şehitleri hakkında şöyle buyurmuştur: “Bunlar şehitlerdir. Bunların yanına gelin ve selam gönderin. Gökyüzü ve yeryüzü olduğu sürece bunlara selam verip de selamının cevabını almayacak kimse yoktur.”586 Sekizinci asırda yaşayan Meraği şöyle yazıyor: Şehitlerin kabirleri içinde yalnızca Hamza ve Abdullah b. Cahş’ın (bazı tarihi kaynaklarda Mus’ab b. Umeyr’in kabri)587 kabri tanınmıştır. Nasır Li-Dinillah’ın annesinin aracılığıyla 570 yılında kabrin üzerine büyük sağlam bir kubbe yapılmıştır. Sonraları 893 yılında Sultan Kaytabay bu yapıya eklemeler yapmıştır. Söz konusu kabir Suudi döneminde yıkılmış ve Şeyh Şerbetli, kabrin etrafına duvar çekme iznini almayı başarmış ve daha sonra Şerbetli’nin çektiği duvar tamir edilmiştir.588 584 -ed-Durretü’s-Semîne, s.211. -Müsennif Abdürrezzak, c.3, s.574. 586 -Behcetü’n-Nufus ve’l Esrar, c.1, s.147. 587 -Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.103. 588 -Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere (Mücelledi evvel) c.1, s.187-188. 585 234 Meşhed-i Hamza’yı yapan Sunkar Türki’nin kabri, Hamza’nın kabrinin aşağısında yer alır. Meşhed-i Hamza’nın avlusunda Medine eşraflarından birisi defnedilmiştir ki bu şahıs Uhud şehitlerinden telakki edilmemelidir. Hicri 1297 yılında Hisamu’s-Saltana şöyle yazar: Önce Seyyidü’ş-Şüheda Hamza’nın kabrine girdik. Üstü kapalı koridordan avluya (sahn) geçtik. Hamza’nın mübarek kabri avlunun solundaydı ve iç içe geçen iki salonun ortasındaki padişah tahtına benziyordu. Birinci türbede Hamza’nın mübarek kabri ve koridorun diğer tarafında ikinci kabir vardı.589 Kameri 1344 yılında diğer kabirlerin yıkılmasıyla Hamza’nın kabri de yıkılmış ve yıllar yılı kendi haline bırakılmıştı. Medine Belediye Başkanı’nın gayretiyle kabrin etrafına duvar çekilmiş ve gözenekli pencereler yapılarak kuzey tarafında yer alan duvara yerleştirilmiştir. Merhum Üstat Muhammed Bakır Necefi şöyle yazmıştır: Kameri 1395 yılında Seyit Mustafa Attar’a (1361-1368 yılları arasında Medine Belediye başkanlığı yapmıştır) Hamza’nın kabrinin duvarlarına yerleştirilen çelik parmaklıklar hakkında sorulduğu zaman Seyit Mustafa şöyle cevaplandırdı: Meşhed-i Hamza ve Uhud şehitlerinin büyük binası yıkıldıktan sonra onların mezarları etrafında duvar yoktu ve defalarca başıboş köpeklerin mezarlar üzerine gelip gittiği görüldü. Medine âlimlerinin bir kısmı zamanın Medine Belediye Başkanına konuyu ilettiler; o da kabirlerin etrafına duvar çekilmesini emretti. Ben, daha önce Bakî’deki Ehlibeyt’in (a.s) kabirleri etrafına çekilen ve Ehlibeyt (a.s) dostlarının daha emin bir tarafa taşıyıp korudukları demir parmaklıkları Uhud şehitlerinin kabirleri etrafına yerleştirilmesini önerdim ve böyle yaptık. Bu demir parmaklıkların kimler tarafından Ehlibeyt’in (a.s) kabirleri etrafına konulduğu sorulduğunda şöyle cevaplandırdı: Bu parmaklıklar İranlılar tarafından, Kaçar Şahı’nın himayesi ve Osmanlı sultanının işbirliğiyle Medine’ye taşındı ve Ehlibeyt’in (a.s) kubbesine yerleştirildi.590 Belirtmek gerekir ki kameri 1321 yılında Muhbiru’s-Saltana hacca gittiğinde Eminü’s-Sultan’ın damadı Eminü’s-Saltana çelik bir türbe Bakî’deki İmamların kabirleri etrafına yerleştirdi.591 Hicazlıların âdetine göre, güya son zamanlara kadar ve şayet şimdilerde de böyledir; her yılın Recep ayının on ikinci günü Medine’ye gelerek geceyi Uhud bölgesinde Seyyidü’ş-Şüheda’nın kabri başında geçirirler ve sabaha kadar etraftaki açık alanda kalırlardı.592 (Resim/161-162-163) 589 -a.g.e., s.154. -Medine Şinasi, c.2, s.261-262. 591 -Sefernameyi Muhbiru’s-Saltana, s.270. 592 -Zikriyyatü’l Uhudi’s-Selase, Muhammed Hüseyin Zeydan, 219. 590 235 Emirülmüminin (a.s) Mescidi ve Uhud’un Bazı Mukaddes Yerleri Şia’nın bazı hadis kaynaklarında Uhud’da “Mescid-i Emirülmüminin” isminde bir mescidin olduğu söylenmiştir. Rivayetlerde namaz kılınması tavsiye edilen bu mescidin, Seyyidü’ş-Şüheda Hamza’nın kabri karşısında yer aldığı belirtilmiştir.593 Şimdilerde böyle bir mescidin varlığından haber yoktur. Daha önce açıkladığımız Fush Mescidi’nin kıble tarafında ve dağın içinde bir insan boyu ya da biraz fazla yüksekliği olan bir yerde Allah Resulü’nün (s.a.a) bir taş üzerine oturduğu söylenir. Aynı şekilde mescidin kuzeyinde dağda bir mağara göze çarpar ki, Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mağara içine girip namaz kıldığı rivayet edilmiştir, ne var ki bu rivayet doğru değildir. Uhud’da Medine Valisi Emir Vediy b. Cemmaz’ın bakımını yapıp suyunu tekrar çıkardığı bir de kaynak suyu yer alır. Birkaç sene öncesine kadar Rumât Dağı üstünde bir mescid vardı. “Uhud” kitabının yazarı (Uhud ehlindendir) bu mescidin varlığına işaret etmiştir. Yakın zamana kadar Rumât Dağı üzerinde görülen yapıların tamamının mescid anlamına gelmeyeceğini söylemeliyiz, zira yaklaşık 1354 yılına kadar Rumât dağı üzerine pek çok ev yapmışlardı ve bu sebeple Üstat Necefi, bölgenin fotoğrafını çekmek için burada yer alan ev sahiplerinin hepsinden izin almak mecburiyetinde kalmıştı. Senaya Mescidi’nin kenarında “Hacer-u Mutteka” ismiyle anılan bir taş vardı ve yaygın görüşe göre Allah Resulü (s.a.a) bir zamanlar bu taşa yaslanmıştı; eski yazıtta bu konu mevcuttur. Aynı şekilde şemsi 1340 yılında canlı şahitlerden birisi Uhud bölgesinde birincisi İmam Seccad (a.s) diğeri ise İmam Sadık’ın (a.s) ismiyle tanınan iki evin olduğunu söylemiştir. Uhud’un Diğer Şehitleri Seyyidü’ş-Şüheda Hamza’yla birlikte Ensar ve Muhacir’den yaklaşık yetmiş kişi Uhud’da şehit oldular ve bunlar içinde Ensar’ın sayısı daha çoktu. Şehit olanlar arasındaki seçkin şahsiyetler şunlardan ibarettir: 1. Mus’ab b. Umeyr Mus’ab b. Umeyr, Mekke eşrafının çocuğu olmasına karşın bi’setin ilk yıllarında İslam’ı kabul etti ve onca baskı ve ailesinin eziyetine rağmen Allah Resulü (s.a.a) ve İslam’dan el çekmedi. 593 -Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225. 236 Bi’setin on ikinci yılında Yesrib’in ilk Müslümanlarının Allah Resulü’ne (s.a.a) biat ettiği zaman Allah Resulü (s.a.a) Mus’ab’ı tebliğci olarak onların eşliğinde Yesrib’e gönderdi. Mus’ab, bir yıl içinde Yesrib halkı cemiyetinin çoğunu Müslüman etmeyi başardı. Mus’ab’ın en önemli vesilesi Kur’an’dı ve bundan ötürü “Medine Kur’an’la fethedildi”594 denilmiştir. Mus’ab b. Umeyr’in şekli şemali Allah Resulü’ne (s.a.a) çok benzediği için Mus’ab şehit edildiği zaman, onun katili Allah Resulü’nü (s.a.a) öldürdüğünü zannetti ve Muhammed (s.a.a) öldü diyerek feryat etti. Bu haber Müslümanların bazısının savaş sahnesinden kaçmasına sebep oldu, zira kaçan bu şahıslar İslam’ın defterinin dürüldüğünü zannetmişlerdi. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz.”595 2. Meleklerin Guslettiği Hanzala (Hanzala-i Guseylü’l Melaike) Zifaf gecesini güvey odasında eşinin yanında geçirip o gecenin sabahı İslam aşkıyla dopdolu bir kalple savaşa gidip şahadet şerbetini içen bir yiğittir. 3. Abdullah b. Cahş b. Rubab Esedi Hamza’nın kabri kenarına defnedilen Muhacir şehitlerindendir. Uhud şehitleri arasında sadece Hamza ve Abdullah’ın kabri belirgindir. Belirttiğimiz gibi Uhud savaşında Muhacir ve Ensar’dan yetmiş kişi şehit edildi. Bu kimseler zor günlerde İslam’ın yardımına koşarak Allah’ın dinini savundular. Uhud Gazvesi’nde ailelerden bazıları çok değerli fertlerini kaybetti. Hali hazırda Suudi Arabistan Devletinin Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker memurlarının uygunsuz davranışlarına rağmen Uhud şehitlerinin kabirleri son derece mukaddes mekânlarındandır ve Medine ziyaretçilerinin yaklaşık tamamı, genele açık olan bu kabristanı ziyaret ederler. 4. Şemmas b. Osman Kurşi Şemmas, yaralı olarak Medine’ye geldi ve bir gün sonra vefat etti. Allah Resulü (s.a.a) onun cenazesini defnedilmesi için Uhud’a gönderdi. 5. Enes b. Nazr Enes b. Nazr Uhud Savaşında yaklaşık yetmiş yerinden yaralanmıştı. Bu şahıs, birisinin: “Muhammed öldürüldü, bizimde gidip ölmemiz gerekir!” diye feryat 594 595 -Futuhu’l Buldan, s.21; Rebiu’l Ebrar, c.1, s.302. -Ali İmran, 144. 237 ettiğini duyunca: “Muhammed’in Allah’ı ölmemiş ve diridir” diyen şahsın kendisidir. 6. Sa’d b. Rebi’; Medine’nin önde gelen şahıslarındandır. 7. Harice b. Zeyd; Sa’d b. Rebi’ ile birlikte aynı yere defnedilmiştir. 8. Amr b. Cumuh Amr b. Cumuh topaldı ve dört çocuğu onun savaşa gitmesine engel olmuştu. Allah Resulü (s.a.a) onlara şöyle buyurdular: ‘Babanızın savaşa gitmesine mani olmayın belki de Allah Teâlâ ona şehit olmayı nasip etmiştir.’ Malik b. Enes’in rivayetin göre Amr b. Cumuh ve Abdullah b. Amr Ensari bir kabre defnedilmiş, ancak kabir sel ağzında olduğu için onları çıkarıp başka bir yere defnetmek istediklerinde onlardan birisinin yarası güya dün şehit edilmiş gibiydi. Bu olay Uhud’dan 46 sene sonra gerçekleşti.596 9. Ebu Said Hudrî’nin babası Malik b. Senan. 10. Abdullah b. Amr b. Hizam Uhud Savaşı’nın ilk şehididir ve Peygamber (s.a.a) Abdullah’ın oğlu Cabir’e şöyle buyurmuştur: Onun için ağlama. Melekler onu gökyüzüne çıkarmak için kanatlarına almışlardır.597 İbni Neccâr (vefat 643) şöyle diyor: Günümüzde tanınan tek kabir Hamza’nın kabridir. Abbasi’lerden Nasır Li-Dinillah’ın annesi (Zümrüt Hatun) bu kabre kerpiçten ve nakışlı Sac ağacından türbe yaptırmış, türbenin etrafını duvar içine almış ve duvara da her Perşembe günü (ziyaret için) açılan demir bir kapı yaptırmıştır. Uhud şehitlerinin kabri üzerindeki taşlar dağınık haldedir ve bunların Uhud şehitlerine ait oldukları söylenir.598 SEYYİDÜ’Ş-ŞÜHEDA YOLUNDAKİ TARİHİ MESCİTLER 1. Buheyr veya Ebuzer Mescidi Hali hazırda “Tarik-i Seyyidü’ş-Şuheda” olarak meşhur olan yol, Allah Resulü’nün (s.a.a) komutasındaki İslam ordusunun izlediği yolun yaklaşık aynısıdır. Medine’den Uhud’a kadar yer alan güzergâhta iki önemli taife yaşıyordu. Bunlardan birisi Ben-i Abdu’l-Eşhel taifesiydi. Allah Resulü (s.a.a) bu taifenin mahallesinde durup namaz kılmıştır. Allah Resulü’nün (s.a.a) doğru sözlü -el-Muvatta, Kitabu’l Cihat, hadis no: 49, s.343; ed-Durretü’s-Semîne, s.212. -Bahcetü’n-Nufus ve’l Esrar, c.1, s.144. 598 -ed-Durretü’s-Semîne, s.213. 596 597 238 sahabesinin ismiyle anılan Ebuzer Mescidi, bu taifenindir. Ben-i Abdu’l-Eşhel taifesi, Uhud Savaşında çok şehit veren bir taifedir öyle ki, müşrik şair İbnî Ziba’ri meşhur şiirinde Müslümanlardan intikam alma meselesini söz konusu ederek Ben-i Abdu’l-Eşhel taifesine işaret etmiştir: “Savaş devesi göğsünü Kubâ’dan gösterdiği zaman Ben-i Abdu’l-Eşhel arasında ölüm yayıldı.” Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) beş yüz metre uzaklıktaki Ebuzer Caddesi’ndeki bu mescid gerçekte Ebuzer Caddesi ile Matar Caddesinin kesişim noktasında yer almıştır. Bu mescid zamanla “Mescid-i Buhayr”, “Mescid-i Esvaf” ve “Mescid-i Secde” isimleriyle tanınmıştır.599 Söz konusu bu mescidin “Secde” ismi, Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kıldığına dair rivayetten alınmıştır. Bu rivayette Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde uzun süre secdede kalmıştır.600 Öyle anlaşılıyor ki bu mescid Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesinindi ve Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılmakla bu taifeyi bereketlendirmiştir. Daha sonraki dönemlerde bu mescidin hangi sebepten dolayı “Ebuzer” ismiyle anıldığı belli değildir. Sekizinci asırda Matarî bu mescidi “Ebuzer” ismiyle yad etmiştir. Mescidin yapımı 1420 yılına kadar Suudi devletinin ilk yıllarına aitti ve bu yılda yenileme hedefiyle yıkılmış ve elinizdeki bu eserin yeniden ele alındığı zamanda restoresi tamamlanmıştır. (Resim/164) 2. Dir' veya Şeyheyn Mescidi Aynı şekilde Uhud Gazvesi yadigârlarından birisi de Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud üzerinde yer alan “Dir’ Mescidi”dir. Uhud Savaşı’nda Allah Resulü’nün izlediği yolla alakalı nakillerde yaşlı bir erkekle kadına ait olan Şeyheyn isminde küçük bir yapıya işaret edilmiştir. Tarihte yazıldığına göre Allah Resulü Şeyheyn denilen bu yerde durup namaz kılmak için zırhını çıkarmıştır. Bazıları Allah Resulü (s.a.a) burada zırh (Dir’) giymesi hasebiyle söz konusu mescide “Dir'” denildiğini söylemişlerdir.601 Bu naklin doğru olmaması gerekiyor, zira Allah Resulü (s.a.a) Medine’den dışarı çıkma kararı aldığında Medine’de zırhını giydi.602 -Bu mescid hakkında bakınız: el-Medine beyne’l-Mazi ve’l-Hazır, s.326-329; et-Tuhfetü'l-Latîfe, c.1, s.67. 600 -Musned-i Ahmet, c.3, s.130. 601 -el-Mağazi, c.1, s.219. 602 -El-Medinetü beyne’l Mazi ve’l Hazır, s.374. 599 239 İslam ordusunun Uhud yolunu takip ettiği yolda yer alan Dir’ Mescidi, hali hazırda Allah Resulü’nün (s.a.a) ikamet edip geride yadigar olarak bıraktığı mescidlerden birisidir. Allah Resulü’nün (s.a.a) akşam ve yatsı namazını bu mescidde kılıp ve burada sabahladığını söylemişlerdir. Ayrıca rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) ordusunu burada denetlemiş ve Zeyd b. Sabit ve Usame b. Zeyd gibi yaşı küçük olan fertleri geri göndermiştir. Bu mescid daha sonraları “Dir' Mescidi”, “Bedai’ Mescidi” ve “Şeyheyn Mescidi” isimleriyle anılmıştır.603 Her halükarda eski nakiller esasına göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılıp sabahı burada geçirmiştir.604 Bu mescid bir zamanlar üstü açıktı, ancak son yıllarda Medine hayırseverlerinden birisi burasını yenileyip donatmış ve mescidin alanı yüz metreye ulaşmıştır. Dir' veya Şeyheyn Mescidi, İstirahe Mescidi’nin yaklaşık üç yüz metre uzağında Uhud’a doğru hareket halinde olan birisinin sol tarafına düşen fer’i bir yerde bulunmaktadır. Dir' Mescidi’nin karşısındaki sokakta üzeri şapkaya benzer bir şekilde örtülü benzin istasyonu yapılmıştır. (Resim/165) 3. Ben-i Hârise veya Mustarah Mescidi Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud’a doğru hareket ettiği yolun devamındaki bölgede ziraatla uğraşan Ben-i Hârise taifesi yaşıyordu. Bu taifenin de mescidi vardı ve doğal olarak Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılmış ve Uhud’a hareket ettiklerinde gece burada durup dinlenmiştir. Bu mescid Ben-i Hârise bölgesinde olduğu için “Ben-i Hârise Mescidi” denilmiş ve Allah Resulü (s.a.a) burada istirahat ettiği için de “Mustarah Mescidi” ismini almıştır. Rivayette geldiğine göre bu mescidin halkı öğle namazını kıldıktan sonra kıblenin değiştiğini duyduklarında ikindi namazını Kâbe’ye doğru kılmışlardır.605 Seyyidü’ş-Şüheda Caddesi’nin kenarında yer alan –Şeyheyn Mescidi’nin sekiz yüz metre kuzeyinde– bu mescid nefis bir yapıya sahiptir. Mescidin yanındaki Osmanlılar dönemine ait olan kalenin bir bölümü varlığını korumuş ancak 1416 yılında yıkılmıştır. -Tarihu’l Mealimi’l Medineti Kadimen ve Hadisen, s.133. -Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.72. 605 -Kitabu Buhari, Kitabu’s-Salat, c.8, s.399; Mecmeu’z-Zevaid, c.2, s.14. 603 604 240 Uhud’la Medine arasında yer alan Ben-i Hârise bölgesi önemli bir yerdi. Hendek Savaşı’nda da kazılan hendek, Ben-i Hârise bölgesinin doğu ve batı kenarından geçmiştir. Daha önce söylediğimiz gibi Ben-i Hârise ile Medine arasında Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesi yer almıştır ve Ebuzer Mescidi bu kabileye aittir. Hem Uhud Savaşında hem de Ahzâb savaşında Ben-i Hârise Allah Resulü’ne (s.a.a) zorluk çıkarmıştır. Cabir b. Abdullah Ensari Ali İmran Suresinin 122. ayeti olan “Hani sizden iki takım (paniğe kapılarak) çözülmeye yüz tutmuştu. Hâlbuki Allah onların yardımcısı idi. Müminler, yalnız Allah’a tevekkül etsinler” ayetinin Uhud hadisesinde Ben-i Hârise ve Ben-i Seleme hakkında indiğini nakletmiştir.606Aynı şekilde başka bir habere göre Ahzâb Suresi’nin 13. ayeti olan “Onlardan bir grup Allah Resulü’nden izin istiyorlardı” ayeti de Ben-i Hârise ile alakalıdır.607 Tarihçilerin yazdığına göre hicri 62 yılında Hirre olaylarında Şam ordusu Medine’ye saldırdığı ve inkılâbiler bu bölgeye hendek kazdığı zaman Ben-i Hârise Şam ordusunun Medine’ye giriş yolunu hazırlamış,608 Şam ordusunun bu mukaddes şehre girmesiyle zalim Emeviler katliam gerçekleştirmiştir. (Resim/166) Ebvâ’da Peygamber’in (s.a.a) Annesinin Kabri Konumuzun burasında Mekke ile Medine arasında kalan Ebvâ bölgesindeki mukaddes yerlerden birisi olan Allah Resulü’nün (s.a.a) annesinin kabrini anmamız çok uygun olacaktır. Allah Resulü (s.a.a) altı yaşındayken annesiyle birlikte dayılarını ziyaret etmek için Medine’ye gitti ve Daru’n-Nabiğa’daki –hali hazırda Mescid-i Nebevi’de (s.a.a) yer almaktadır– babasını ziyaret etti. Bu yolculukta Ebu Talib ve Amine’nin Habeşli hizmetçisi Ümmü Eymen’de Allah Resulü’nün (s.a.a) yanındaydılar. Yolculuğun dönüşünde Ebvâ bölgesinde Âmine vefat etti ve bu bölgeye defnedildi. Başka bir görüşe göre Âmine, Mekke’deki Hacun veya Ma’lat Mezarlığına defnedilmiştir. Her halükarda Osmanlı döneminde her iki yerde de Amine’ye ait kabir yapılmış ve Vahabilerin Hicaz’ı ele geçirmelerinden sonra her iki kabir de yıkılmıştır.609 Ebvâ bölgesi, Mekke ile Medine yolu arasında Vedan Vadisi yakınındaki Ebvâ şehrinin on kilometre uzağında yer alan bir ziraat köyüdür. -Kitabu Buhari, Kitabu’t-Tefsir, hadis no: 4558. -el-Camiu lil Ahkami’l Kur’an, Kurtubi, c.14, s.148. 608 -Vefâul-Vefâ, c.1, s.130-131. 609 -et-Tarihi’l-Kavîm, c.1, s.74. 606 607 241 Kameri 1383 yılında Muhammed Tahir Kurdî Amine’nin kabrini ziyaret etmiş ve kitabında kabrin resmine yer vermiştir.610 Semhûdî, Ebvâ kasabasında Peygamber’in (s.a.a) ismini taşıyan bir mescidin olduğunu ve son zamanlarda bu mescidin eserlerinin kaldığını yazar. Bedir Bölgesi Hicretin ikinci yılında Ramazan ayının on yedisinde üç yüze yakın İslam ordusu Ebu Cehil’in komutasındaki bin kişilik Kureyş ordusuyla Bedir bölgesinde karşı karşıya geldiler. Bu savaşta zafer İslam ordusuna nasip oldu ve yetmişten fazla Kureyş’in önde gelen büyükleri öldürüldü. Allah Resulü (s.a.a) onların cesetlerini toplatıp bir kuyuya doldurdu ve onlara hitaben şöyle buyurdu: ‘Ben Allah Teâlâ’nın vadesinin gerçekleştiğini gördüm, siz de kendinize vaat edilenin gerçekleştiğini gördünüz mü?’ Enfal Suresinde bu savaş hakkında bilgi verilmiş ve Allah Teâlâ, zulmün kökünün kazınması için böylesine önemli bir zaferi Müslümanlara nasip etmiştir. Bedir bölgesi Medine-i Münevvere’ye yüz elli kilometre uzaklıkta önemli bir yerleşim bölgesidir. Büyük Hicret Yolu yapılmadan önce Mekke’nin Medine’ye geçiş yolu Bedir’den geçiyordu, ancak hali hazırda yolcular burayı kullanmıyorlar. Bedir şehitlerinin kabri bu bölgededir ve ziyaretçiler şehitlerin kabirlerini ziyaret etmek için buraya gelirler. Söz konusu kabristanın kenarında halk mezarlığı vardır. 1386/2007 yılında Mi’raci, Mihrizi ve Mehdevi Rad’ın da yer aldığı bir grupla birlikte Bedir bölgesini ziyaret etmiştik, ancak görevlilerin zorluk çıkarması sebebiyle mezarlığın içine giremeden mezarlığın duvarı kenarından ziyaretname okumuştuk. (Resim/167-168’ye) Hayber ve Fedek İslam’ın doğuş yıllarında Medine Yahudileri dışında Medine’nin yüz altmış beş kilometre kuzeyinde Hayber bölgesindeki kalelerde (Ut’um) belli sayıda Yahudi yaşıyor ve ziraat için kalelerden dışarı çıkıyorlardı. Hayber bölgesi hava ve su koşulları açısından Hicaz bölgelerinin en verimli ziraat bölgelerinden sayılmıştır. Her bir köşesinden yüzlerce kaynak suyunun çıkmasına rağmen yine de dağlık bir bölgedir. Bölge ürününün çoğunluğunu hurma oluşturur öyle ki, hurmanın Hayber’e götürülmesi –Kekiğin Kirman şehrine götürülmesi misali– kınanma konusu olmuştur. Hayber bölgesi ismiyle anılan Hayber şehri kuzeyde Tebuk, doğuda Hail, batıda el-Ula ve güneyde Medine şehrine komşudur. “Medine-i Münevvere Emirlikleri”nin bir bölümünü oluşturan Hayber’in yüzölçümü yirmi bin 610 -Et-Tarihi’l-Kavîm, c.1, s.80. 242 kilometre ve nüfusu yaklaşık altmış bindir. Hayber hali hazırda Medine’nin 170 kilometre kuzey doğusunda ve Medine-Tebuk-İran yolu üzerinde yer almıştır. İslam’dan önce bu bölgede halkın içinde yaşadığı büyük ve sağlam kaleler vardı ve halk ekim dikim için kalelerden dışarı çıkıyordu. Söz konusu bu kalelerin eserleri günümüze kadar varlığını korumuştur.611 Sadrı İslam’da Hayber Yahudileri ile ilgili şöyle bir olay yaşandı: Onlar Ben-i Nadir ve Ben-i Kurayza olayından sonra Sullam b. Ebi’l Hakik ve Huyey b. Ahtab gibi Yahudilerin ileri gelenlerine yer vererek İslam’ın aleyhine komplo girişiminde bulundular. Bu sebeple hicri yedinci yılın Muharrem ayında İslam ordusu onlara saldırdı ve Naim, Kamus vb. gibi Yahudi kaleleri birbiri ardınca yenilgiye uğratılarak Müslümanların eline geçti. Hatta Merhab ismindeki Yahudi İmam Ali’nin (a.s) eliyle öldürüldü. Kuşatılan Yahudi kalelerinden birisi Allah Resulü’ne (s.a.a) mal ve canlarının korunması şartıyla teslim olacaklarını söyledi. Hayber’in birkaç kilometre doğusunda yer alan ve gerçekte Medine’ye çok yakın olan Fedek halkı da Allah Resulü’ne (s.a.a) aynı şartlarda teslim olacağını ilan etti ve böylelikle Fedek Peygamber’le (s.a.a) savaşmaksızın teslim oldu. Ele geçirilen mallar fıkhi açıdan tamamen Allah Resulü’nün (s.a.a) sorumluluğunda olduğu için Peygamber (s.a.a) onu Fatıma’ya (s.a) vermişti, ancak bilindiği gibi Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra Fedek, zamanın hükümeti tarafından Hz. Zehra’nın (s.a) elinden alındı. Hali hazırda Fedek yerine el-Hait isminde çok gelişmiş bir şehir dikkati çekmekte ve ziyaretçilerin ilgi ve alakasını toplamaktadır.612 (Resim/169’dan 172’ye) -Bu kaleler hakkında bilgi edinmek ve resimlerini görmek için bakınız: Hayber, Hüseyin Keremi, Tahran, 1388. 612 -Bu konuda bakınız: Medine Şinasi, c.2, Hayber Savaşı’yla alakalı bölüm; Mikat Dergisi, Muhammed Taki’nin “Fedek Nemadı Mazlumiyeti Ehli Beyt” adlı makalesi, sayı,34, s.79 ve 158-183. 611 243 KAYNAKLAR 1. el-Âsaru’l İslamiye fi Mekketi’l Mükerreme, El-Hârisi, 1430. 2. Âsaru’l Medineti’l Münevvereti, Abdülkuddus El-Ensari, Medine, ElMektebetü’l İlmiyeti’t-Ticariyye, 1985. 3. İthâfu’l-Verâ bi Ahbâr-i Ümmü’l-Kurâ, Ömer b. Fahd, Mekke, Danişgahi Ümmü’l-Kurâ, 1983. 4. Uhud: El-Asar, El-Marike, Et-Tahkikat, Yusuf b. Matar Muhammedi, Suud b. Abdülmuhyi El-Ensari, Cidde, Daru’l Mücteme, 1992. 5. Ahbâr-i Medineti’r-Resul, Muhammed b. Muhammed En-Neccâr, Mekke, Mektebetü’s-Sekafe, 1981. 6. Ahbâr-i Mekke, Ebu Abdullah Muhammed b. İshak El-Fâkihî, Tashih-i Abdülmelik b. Duheyş, 1994. 7. el-Ercü’l Meska. 8. İfâdetu’l-Enâm bi Ahbâr-i Beledillahi’l Haram. 9. Atlas-ı Tarihi İslam, Sadık Âinevend, Tahran, Medrese, 1378 ş. 10. Bihâru’l-Envâr, Muhammed Bakır Meclisi, Beyrut, Müessesetü’l Vefa. 11. Behcetü’n-Nüfus ve’l Esrar, Abdullah b. Muhammed El-Mercani, Mekke, Mektebetü Nezar Mustafa Elbaz, 1998. 12 Bisuyi Ümmül Kura, Resul Caferiyan, Tahran, Meş’ar, 1373. 13. et-Tarihu’l Kavim li Mekketi ve Beytullahi’l Kerim, Muhammed Tahir Kurdî, c. 5 Mekke, Mektebetü’n-Nehzati’l Hadise, 1412 k. 14. Tarihu’l Medineti’l Münevvere, Ebu Zeyd Ömer b. Şebbeh, Daru’l Fikr, 1368 ş. 15. Tarihu’l Mealimi’l Medineti’l Münevvereti Kadimen ve Hadisen, ElHayyârî, Tashih Muhammed Emin Kurdî, Medine, Daru’l İlm, 1410. 16. Tarihi Bist Salei İran, Hüseyin Mekkei, Tahran, Emir Kebir, 1356. 17. Tarihu Mekke, Ahmet Es-Sebai, Mekke, Nadi’s-Sekafi, 1994 m. 18. Tarihu Mekke, Ebu’l Velid Muhammed b. Abdullah El-Ezrâkî, Kum, Mektebetü’ş-Şerifi’r-Rıza. 19. et-Teberrük, Hüseyin Ali El-Ahmedi’l Miyaneci, Tahran, Meş’ar, 1380. 20. Tuhfetü’l Ezhar fi Nesebi Ebnai Eimmeti’l Edhar, İbni Şedkam, Tahran, Mirasu Mektub, 1379 ş. 21. et-Tuhfetü’l Latife fi Tarihi’l Medineti’l Müşerrefe, Şemsü’d-Din EsSehâvî, Kahire, 1979 m. 244 22. Tercümet-i el-İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) min Tarihi Dimeşk, İbn-i Asâkir, Tahkik: Muhammed Bakır El-Mahmudi, Beyrut, Müessesetü’l Mahmudi, 1398 k. 23. Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa fi Sukna Daru’l Habibi’l Mustafa (s.a.a), İsmail b. Abdullah Üsküdari (vefat 1182), Tahkik: Adil Ebu’l-Mün’am Ebu’l Abbas, Medine-i Münevvere, Mektebetü’s-Sekafe, (Bi ta). 24. et-Tarif bimâ Aneseti’l-Hicretu min Meâlim-i Daru’l-Hicret, Muhammed b. Ahmet El-Matarî, Medine, El-Mektebetü’l İlmiye, 1382 k. 25. Camea-i Şia-i Nuhâvele der Medine-i Münevvere, Vernerande, Tercüme; Resul Caferiyan, Kum, Delil 1379. 26. el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, Muhammed Muhammedi Reyşehri, Tercüme: Cevad Muhaddisi, Kum, Daru’l Hadis 1380. 27. ed-Derrü’s-Semîn fi Mealimi Dari’r-Resuli’l Emin, Ğali Muhammed Emin Eş-Şenkîtî, Cidde, Daru’l Kıble 1992. 28. Rebiu’l Ebrar, Carullah Zemahşeri, Ofset Kum, Menşuratü’r-Rıza, 1369 ş. 29. Rıhlet-i İbni Batuta, Beyrut, Daru Sadır, 1985 m. 30. er-Rıhletü’l Hicaziyet, Muhammed Lebib El-Betnuni, Kahire, EsSekafetü’d-Diniye. 31-er-Ravzü'l-Ünüf fî Şerhi's-Sîreti'n-Nebeviyye li'bni Hişam, Abdurrahman Es-Suheylî, Beyrut, Daru İhyai’t-Turasi’l Arabî, 1412 k. 32. Zadu’l Mead fi Hedyi Hayri’l İbad, İbni Kayyimi’l Cevziye, Beyrut, Müessesetü’r-Risale, 1412 k. 33. 34. Seyahatname-i Muhbiru’s-Saltana, Mehdi Galihan Hidayet (1321), Seyit Muhammed Debir Siyaki, Tahran, Tiraje 1368. 35. Seyahatname-i Mekke, Hisamu’s-Saltana, Resul Caferiyan’ın çalışması, Tahran, Neşri Meş’ar 1374. 36. Seyahatname-i Molla İbrahim Kazruni, Miras-i İslamiyi İran, Defteri Pencum, 1376 ş. 37. Seyahatname-i Manzumi Hac, Banuyi İsfehânî, Resul Caferiyan’ın çalışması, Tahran, Neşri Meş’ar 1374. 38. Seyahatname-i Mekkeyi Muazzama, Mirza Abdülhüseyin Han efşar (1299 k), Resul Caferiyan’ın çalışması, Tahran, İlm 1386. 39. Seyahatname-i Naibu’s-Sadr Şirazi, (Tuhfetü’l Haremeyn), (1305) Mirza Masum Naibu’s-Sadr Şirazi, Tahran, Babek 1362. 40. es-Siretu'n-Nebeviyye, İbn-i Hişam, Tashih: Mustafa Es-Seka, İbrahim ElEbyari, Beyrut, Daru’l Marife. 41. Şuzuratü’z-Zeheb fi Ahbâri men Zeheb, İbnu’l İmad El-Hanbeli, Dimeşk, Daru İbni Kesir, 1406 k. 42. Şifau’l Ğuram bi Ahbâr-i Beledi’l Haram, Takiyü’d-Din Ahmet El-Farisi, Mekke, Daru İhyai’l Kutubi’l Arabiyye 1956. 43. Tabakatü’l Kübra, Beyrut, Daru Beyrut, 1405 k. 44. el-Ikdu's-Semîn fi Ahbâri’l Beledi’l Emin, Muhammed b. Ahmet El-Fâsî, Kahire, Vezaretü’s-Sekafe, 1398 k. 45. İlelü’ş-Şerai, Şeyh Saduk, Necef, Matba’atü’l Hayderiyye, 1385 k. 46. Umdetü’l Ahbâr fi Medineti’l Muhtar, El-Abbasi. 245 47. Uyun-u Ahbari'r-Rıza, (a.s), Muhammed b. Ali b. El-Hüseyin b. Babeveyye Eş-Şeyh Es-Saduk, Tahran, A’lemi. 48. Gayetü’l Meram bi Ahbâr-i Saltanati Beledi’l Haram, Abdülaziz b. Ömer b. Muhammed Fahd, Mekke, Daneşgahi Ummü’l Kura 1988. 49. Futuhu’l Buldan, Bilazeri, Beyerut, Daru’l Kutübü’l İlmiyye,1987 m. 50. Faslü min Tarihi’l Medineti’l Münevvere, Ali Hafız, Cidde, Mektebetü’sSekafe. 51. Fezâili’l-Medineti’l Münevvere, Halil İbrahim, Cidde, Daru’l Kıble 1993. 52. fi Rihabi Beytullahi’l-Haram. 53. Usul-u Kâfi, Sikatü’l İslam Kuleyni, Tashih: Eli Ekber Gaffari, Tahran, Daru’l Kutubi’l İslamiyye. 54. Menla Yahzuruhu’l Fakih, İbni Babeveyh Es-Saduk, Tahkik: Es-Seyyit Hasan Horasan, Beyrut, Daru’l Ezva 1405. 55. Kitabu’l Buhari. 56. Kitabu Müslim. 57. Mecmeu’z-Zevaid ve Menbeu’l Fevaid, Nuru’d-Din Ali b. Ebi Bekr ElHeysemi, Beyrut, Daru’l Kutub, 1967 m. 58. Mücmelü’t-Tevarih ve’l Kısas, (Müellifi bilinmiyor), Tashih: Seyfu’d-Din Necm Abadi-Zikferid, Berlin, 2000 m. 59. el-Mecmuatü’l Musavvarati li Eşheri’l Mealimi’l Medineti’l Münevveret, Abdülaziz El-Kakî, Medine, 1999 m. 60. el-Mehasin, Ahmet b. Muhammed b. Halid Bergi, Tashih: Muhaddis Ermevi, Tahran, 1370ş. 61. Medine Şinasi, c. 1-2, Muhammed Bakır Necefi, baskı: Almanya. 62. el-Medinetü’l Münevvere Tatavvuruha El-Umrani, Salih Lemei Mustafa, Beyrut, Daru’n-Nehzeti’l Hadisise 1981. 63. el-Medinetü’l Münevvereti fi Rihleti’l Ayaşi, Muhammed Emhazun, Kuveyt, Daru’l Erkam. 64. Murucu’z-Zeheb, Ali b. Hüseyin El-Mesudi, Tashih: Şarel Pela, Beyrut 1973. 65. el-Mesâcidi’l-Eseriyye fi’l Medineti’l Münevvere, Muhammed İlyas Abdulğani, Medine 1998. 66. Müstedreku Vesailü’ş-Şia, Mirza Hüseyin En-Nuri, Tahkik: Müessesetü Âli’l Beyt li İhyai’t-Turas, Kum. 67. el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, Muhammed Seyyit El-Vekil, Cidde, Daru’l Mücteme 1988. 68. Müsned-i Ahmed, (altı ciltlik baskı). 69. Misbahu'l-Mutecehhid, Eş-Şeyh Et-Tusi, Müessesetü Fıkhi’ş-Şia. 70. el-Mearif, İbni Kuteybe Ed-Dinuri, Kum, Mektebetü’ş-Şerifi’r-Rıza, 1373 ş. 71. Mealimü’l Esire fi’s-Sünneti ve’s-Sire, Muhammed Muhammed Hasan Şerab, Dimeşk, Daru’l Kalem 1991. 72. Mucemu'l-Buldan, Yakut Hımevî, Beyrut, Daru’l Kutubi’l İlmiye 1990. 73. Mucemu’l Mealimi’l Coğrafiyye fi’s-Sireti’n-Nebeviyye, Âtik b. Gays ElBeladi, Mekke, Daru Mekke 1972. 246 74. Mucemu Mealimi’l Hicaz, Âtik b. Gays El-Beladi, Mekke, Daru Mekke 1978. 75. el-Meğazi, Muhammed b. Ömer El-Vakidî, Beyrut, Müessesetü’l A’lemi 1989. 76. Mekatilü’t-Talibin, Ebu’l Ferec El-İsfehânî, Tashih: Ahmet Sakar, Kum, Mektebetü’ş-Şerifi’r-Rıza, 1373 ş. 77. Menâihi’l-Kerem, Ali b. Tacu’d-Din Es-Sencari, Mekke, Danişgahi Ummu’l Kura 1998. 78. en-Nücumu’z-Zâhire fi Ahbâr-i Mısr ve’l Kahire. 79. Nezhetü’n-Nazırin, Cafer b. İsmail El-Berzencî, Kahire 1998. 80. Vefâul-Vefâ bi Ahbâr-i Dari’l Mustafa, Nuru’d-Din Ali Es-Semhûdî, Beyrut, Daru İhyai’t-Turasi’l Arabi 1995. 247 248