ATATÜRK İLKELERİ ÜZERİNE MAKALELER - II - Ulusal Egemenlik ve Atatürk Her yıl 23 Nisan günü, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan TBMM’nin kuruluşunun yıldönümü olarak kutlanmaktadır. Bu nedenle Atatürk ile Millî Egemenlik arasındaki ilgi güncel bir konudur. Bilindiği gibi, geniş bir tanım ile Atatürkçülük, Türk milletinin tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve iklin rehberliğinde çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması, amacı ile esasları Atatürk tarafından belirtilen fikir ve ilkelerin bütünüdür. Güçlü bir devleti öngören Atatürk’e göre, Türk Devleti’nin dayandığı esaslar, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenliktir. Atatürk tam bağımsızlığı, “siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel, kısaca her hususta bağımsızlık ve serbestlik” olarak tanımlamaktadır. Milli egemenlik ilkesinin oluşmasını sağlayan Amasya Tamimi’nin “Milletin azim ve kararı” ve Erzurum Kongresi’nin bir ürünü olan “Millî Kuvvetleri amil ve Millî İradeyi Egemen Kılmak” esası, Sivas Kongresi’nde millet temsilcilerinin oybirliği ile kuvvetlendirilmiş, Sivas Kongresi esnasında millî hareketin organı olarak “îradeî Milliye” gazetesi çıkarılmış, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal, 10 Ocak 1920’den itibaren “Hakimiyet-i Milliye”i yayınlamaya başlamıştır. 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa ise “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, idare usulü halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır” şekli ile TBMM tarafından benimsenmiştir. Fakat Atatürk’e göre tam bağımsızlığın ve millî egemenliğin gerçekleşmesi ekonomik güce de bağlıdır. Yine Atatürk’e göre, şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felaketler kendi talih ve geleceklerini başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır. Meselâ Birinci Dünya Savaşı’na girmek milletin iradesi ile mi olmuştur?.. Muharebeye girdikten sonra da ordularımızın Romanya’da, Makedonya’da oyalandırılmasını, İran vahalarında ve Kafkas dağlarında perişan 1 edilmesini “milletin iradesi”, uygun görüyor mu idi... Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iyi, kötü bir ateşkes yapıldı ve bu şekilde millî onur az çok kurtarıldı sanılıyordu. Fakat sonra Kilikya düşman tarafından işgal edildi. Çanakkale ve İstanbul’a düşman girdi İzmir, Yunanlıların hücumuna uğradı. Bu nasıl oldu?.. Millet, egemenliğine sahip değildi. Ve milletin egemenliğini zorla alanlar milletin iradesini değil, kendi iradelerini uyguluyorlardı. Düşmanla beraber hareket ediyorlardı. Atatürk’e göre, “bu kadar acı tecrübeyi geçiren milletin, bundan sonra egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Milletimiz, hiç kimsenin iznine gerek görmeden ve müsaade etmeyenlere karşı isyan ederek, Milli egemenliğini almış ve öylece kullanmıştır. Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.” Atatürk şöyle diyor; “Kuvvetliyiz, ordularımız kuvvetlidir. Ordularımızı yaratan, ordularımızı vücuda getiren milletimiz kuvvetlidir. Bu milleti yaşatan bu vatan sonsuz doğal zenginliklere ve verimliliğe sahiptir, kuvvetlidir. Fakat efendiler, bu kuvvetlerin üstünde bir kuvvetimiz vardır ki, o da milli egemenliğimizi idrak etmiş ve onu doğrudan doğruya halkın eline vermiş, halkın elinden tutmuş ve tutabileceğimizi gerçekten ispat etmiş olmaktır.” Ağaoğlu Ahmet, 12 Mayıs 1922 tarihli Hakimiyet-i Milliye’deki makalesinde; “Menşe itibarlı dünyanın en meşru hükümeti olan Ankara, mahiyet itibarı ile gerek dinen, gerek örfen en makbulüdür.. Çünkü hakimiyet ve irade-i milliye usullerine mebnidir” diyor. Yine Atatürk’e göre; “Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur bu devletin dayandığı esaslar “Tam bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız milli egemenlik”ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu milli egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir... TBMM ve bunun hükümetinin milletten aldığı direktif tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik ilkelerine dayanarak, memleketi bayındırlaştırmak ve milleti zengin, varlıklı ve mutlu kılmaktır. Milli egemenlik düşmanlığı, üstün bir yeri, değeri ve şerefi olan bir milletin her şeyini bir anda yok etmeyi amaçlayan suçtan başka bir şey değildir. Atatürk “Benim gayem, Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini güçlendirmek ve ebedileştirmektir” diyordu. *** 11 Eylül 1919’da çalışmalarını bitiren Sivas Kongresi’nin, alınan kararları yürütmek üzere, Mustafa Kemal’in başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye seçtiğini ve Mustafa Kemal’in, Müttefik Devletlerinin donanmasının top tehditleri altında bulunan İstanbul’da Osmanlı Mebusan Meclisi’nin toplanmasına karşı çıkmasına rağmen, bu heyetin, meclisin İstanbul’da çalışması fikrini benimsediğini biliyoruz. 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, İstanbul’daki meclisin çalışmaları ile ilgili aldıkları karara göre, meclisteki çalışmaları yürütecek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” oluşturulacak, Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal seçilecek, Sivas Kongresi kararları onaylanacak ve Misak-ı Milli için mecliste and içilecekti. Ne var ki, 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi, Mustafa Kemal’i Meclis Başkanlığı’na seçmediği gibi, “Müdafaa-i Hukuk Grubu” yerine “Felah-ı Vatan” adlı bir topluluk ortaya çıktı. Ankara’da söz vermişken, amacı saptıran milletvekillerine Mustafa Kemal’in, “korkaklar, imansızlar ve cahiller” sözleri ile hitap ettiğini biliyoruz. 2 Bununla birlikte, son Meclisin Sivas Kongresi kararlarını onayladığını ve 28 Ocak 1920’de, Misak-i Millî’yi kabul ettiğini biliyoruz. Ne var ki bu gelişmeleri de hoş karşılamayan Müttefikler, 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal etmişler, 18 Mart’ta çalışmalarına ara veren Meclis, Padişah tarafından 11 Nisan 1920’de dağıtılmıştır. Türk ulusunun temsilcisiz kalamayacağına inanan Mustafa Kemal, 19 Mart 1920’de bir seçim tebliği ile bütün yurtta seçimlere gidilmesini sağlamış, yeniden seçilenlerle, İstanbul’da kaçıp kurtulanlar (115 kişi), 23 Nisan 1920’ de, bir cuma günü Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde biraraya gelerek, Kurucu Meclis niteliğinde olağanüstü yetkilerle donatılmış bir hak, bir ihtilal ve bir “savaş meclisi” karakterini taşıyan bu meclis, başkanlığına Mustafa Kemal’i seçerek, Ankara’da çalışmalarına başlamıştır. Bu suretle İstanbul’daki Meclisin dağıtılmasından ortaya çıkan boşluk dolduruluyor ve fakat meclisin 24 Nisan’da aldığı bir kararda, “Mecliste toplanan ulusal iradeyi, vatanın geleceğini egemen kılmak esas amaçtır. TBMM’nin üstünde başka bir güç yoktur” denmek suretiyle, asıl amaç belirtiliyor ve genç Yeni Türk Devleti’nin temelleri atılmış bulunuyordu. 1. TBMM’nin üye sayısı hakkında farklı rakamlar gösterilir. M. Kemal’in yakın arkadaşlarından Mazhar Müfit Kansu “Erzurum’dan ölümüne kadar Atatürk ile beraber” adlı eserinde TBMM üyelerinin ayrı ayrı adlarını sıralayarak 399 kişiden oluştuğunu yazar. Sorunlara azim ve cesaretle eğilen TBMM yönetimi, iç ayaklanmaları ve Ermeni saldırılarını boşa çıkarıp ve Batı da İnönü Savaşı’nı kazanarak, Yunan ilerlemesine karşı “dur” demek suretiyle ulusal ve uluslararası alanda süratle prestij kazanıyor, millî mücadeleyi sağlam temellere oturtuyordu. Bu sözler Mustafa Kemal’e aittir; “Millet işlerinde meşruiyet, ancak millî kararlara, milletin eğilimlerine dayanmakla elde edilir. Meclis nazariye değil, bir gerçektir. Önce Meclis, sonra ordu. Milletin azim ve kararı, yüzbinlerce insan ve milyarlarca para demek olan orduyu yaratacaktır”. Günün koşulları yönünden bir taraftan “kurucu”, diğer taraftan bir “savaş meclisi” olan bu meclis, “Kuvvetler Birliği” ilkesini benimseyerek, yasama, yürütme ve yargı güçlerini bünyesinde toplamış, 29 Nisan 1920 günü Meclisin meşruiyetine söz, yazı ve fiilen karşı koyanların, meclis üyelerinden kurulacak istiklal Mahkemelerinde yargılanmalarını hükme bağlayan 2 nolu “Hiyaneti Vataniye Kanunu”nu kabul etmekle, yargı yetkisini elinde tuttuğunu açıkça ortaya koymuştu. Bunu, 2 Mayıs 1920’de vekilleri seçmekle ilgili 3 nolu kanun izlemiş, 11 vekilden oluşan icra Vekilleri Heyeti (kabine) seçilmitir. Meclis çalışmaları II. grubun zorlu ve sert muhalefetine rağmen, Mustafa Kemal’in başkanlığında yürütülmüş, bu sonuca ulaşmada Birinci TBMM üyelerinin yurtseverlikleri kadar, Mustafa Kemal’in daima “olayların üstünde bağdaştırıcı ve uzlaştırıcı tutumu” önemli bir rol oynamıştır. “Meclis Hükümeti” olarak adlandırılan bu sistemde bir Meclis vardır ve bütün yetkiler bu Meclis’te toplanmıştır. Başbakan yoktur. Vekilleri Meclis seçer ve Vekiller Heyetinin gerçek başkanı TBMM’nin başkanı idi. Meclis başarılı olmayan bir vekilini hemen uzaklaştırıyor ve yerine yenisini getiriyordu. Bu düzen Yeni Anayasa’nın kabul tarihi olan 20 Ocak 1921’e kadar sürdü. Bu tarihte hukukî yönden mevcut olan bir boşluk doldurularak, Meclis ilk Anayasa’sına kavuştu. Bu anayasanın en önemli niteliği; “Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Ulusuna ait” 3 olduğunu söylemek sureti ile, Millî Hakimiyet prensibini açıkça ilk defa anayasa seviyesinde ülkemize getirmesi olmuştur. Siyasal iktidarı kullananlar başkalarına emretme ve onları bu emirlere zorlama yetkisini nereden alırlar? iktidarların kaynağı ve dayanağı nedir? Toplumda yaşayan insanlar onların karar ve emirlerine niçin itaat ederler? Gerçekten iktidarın rastgele elde edilmeyip, bir hakka dayandığı fikrinin kabul edilmesi ölçüsünde o iktidar “meşru” bir iktidar olur. *** İktidarın meşruluğu problemi çok eski zamanlardan beri tartışılan önemli bir sorundur. Meşruluk problemi modern politika biliminde de önemini korumaktadır. Siyasal iktidarın meşruluk temeli, önceleri gökyüzünde, tanrıda ve kutsal kaynaklarda aranmıştır. Kralların iktidarlarını Tanrının kutsal iradesinden aldığı yani iktidar kaynağının “ilahî” olduğu söylenmiştir, İslam devletlerinde de hükümdarların genellikle iktidarlarını din kuralları ile pekleştirme yollarına gittikleri görülür. Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişah aynı zamanda Halifelik sıfatını da üzerinde taşıdığı sürece, hem dünyevî, hem de dinî iktidarın başı olarak çifte destekten kuvvet almıştır. Teokratik doktrinler 18. yüzyıl içinde etkinliklerini kaybetmişler, Tabiî Hukuk Mektebi ve özellikle J.J. Rousseau, iktidarın meşruluk kaynağını gökyüzünde ve tanrı iradesinde değil, fakat yeryüzünde ve toplumda aramak gerektiği görüşünü işlemiştir. Bu fikirler 1789 Fransız ihtilalini büyük ölçüde etkilemiş, “ihtilal ideolojisi”nin temel taşlarından biri olarak benimsenen Millî Egemenlik Doktrini, bir anayasa ilkesi olarak, Fransız pozitif hukukuna yerleşmiş, oradan da diğer bir çok ülkelere ve bu arada, 1921,1924,1961 ve 1982 Anayasalarımıza girmiştir. Millî Egemenlik Teorisi’ne göre, belli bir zamanda ülkede yaşayan insanların kişiliklerinden ayrı bir manevî kişiliği olan millet, egemenliğin tek ve meşru kaynağı ve sahibidir. Milli Egemenlik Teorisi, “Egemenlik” anlayışı bakımından herhangi bir yenilik getirmiş değildir. Değişen tek şey; egemenliğin sahibi ve sujesidir. Eskiden Padişah, Sultan ve Krala ait egemenlik tacı, onun başından alınarak, milletin başına oturtulmuştur. Siyasal iktidarın kaynağı konusunda, Fransız ihtilalinden sonra ortaya atılan “Demokratik” teorilerden biri de, “Millî Egemenlik” teorisinin değişik bir türü olan “Halk Egemenliği” teorisidir. Siyaset literatüründe çoğu zaman bu ikisi arasında bir ayırım yapılmadığı ve her iki deyimin aynı anlam da kullanıldığı görülür. Bu tutum bugün için doğru sayılabilir. Zira günümüzde bu teorilerin pratikte geniş ölçüde birleştiğini görüyoruz. Bunun en açık örneği, 1946 ve 1958 Fransız Anayasalarıdır. Fransız Anayasası hazırlanırken Kurucu Meclis’te Millî Egemenlik ve Halk Egemenliği teorilerinden hangisinin benimseneceği konusu uzunca tartışılmış, neticede 1946 Anayasası’na şu karma formül girmiştir; “Milli Egemenlik Fransız halkına aittir”. 1958 Fransız Anayasası da aynı ifadeyi benimsemiştir. Türkiye’de de daha çok Millî Egemenlik doktrini kabul edilmekle birlikte, Halk Egemenliği Teorisi’nin de bazı unsurları uygulanmaktadır. Oy kullanmanın bir hak olarak tanınması ve genel oy ilkesinin kabulü gibi hükümler ve ayrıca 1982 Anayasası’nın halk oyuna başvurmayı kabul etmesi Halk Egemenliği doktrininin uygulanışıdır. Doğrusu istenirse, Millî Egemenlik deyimi zamanımızda, Fransız Hukukçusu Julien Laferriere’in de dediği gibi, bir teoriyi ifade etmek için değil, ancak politik bir ideali, demokrasi idealini ifade etmek için kullanılır. 4 Kısaca bu deyim ile ifade edilmek istenen şey, siyasal iktidarın kaynağının halkda olduğunu belirtmektedir. Yoksa 1982 Anayasası da, 1961 Anayasası gibi, sistemi ve temel yapısı bakımından, mutlak ve sınırsız bir “Millî irade” edebiyatına hiç de elverişli değildir. Kısaca, 1982 Anayasası da 1961 Anayasası’nı takiben, “Millî Egemenlik”e yer veren ve fakat “Hukukun ve Anayasa’nın Egemenliği”ni getiren modern ve demokratik bir Anayasadır. Egemenlik kavramı da, “Millî Egemenlik Teorisi” de Fransa’da doğmuş tamamen “Fransız malı”dır. Memleketimize Fransız etkisi ile girmiştir. Anglo-Saxon Demokrasisi’nde bu teori ve onun dayanağı olan (Millî irade) deyimleri hiç bir zaman yer tutmamıştır. Anayasalarda alışılmış Millî Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu formülü ile ifade edilen siyasal iktidarın halkta olduğunu belirtmektir. Anayasa, sadece “Halktan gelen, halka dayalı iktidar fikrini ve idealinin benimsendiğini açıklar. O kadar.” 23 Nisanlar, 23 Nisan 1920’de Millî Egemenlik esasına göre kurulan Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin kuruluşunun yıldönümü ve Millî Egemenlik bayramıdır. Bu neden ile önce Egemenlik, sonra da Millî Egemenlik kavramının tarih boyunca geçirdiği gelişme üzerinde, genel hatları ile de olsa kısaca durmayı yararlı buluyoruz. Bundan 300 yıldan da fazla bir süre önce ortaya çıkan “Egemennlik” kavramı, Kamu Hukuku ile Politika Bilimi’nde önemli bir yer tutmuş ve çeşitli teorilerin dayanağı olmuştur. Alman Hukukçusu George Jellinek’in deyimi ile “Egemenlik”, bir düşünürün çalışma masası başında bulduğu bir kavram değildir. “Egemenliğin kaynağını, Orta Çağ sonlarını ve Yeni Çağ başlarını kaplayan zaman içinde cereyan eden olaylarda aramak gerekir. Avrupa’da büyük güçler arasında kendini gösteren bu üstünlük mücadelesinde taraflar, bir yanda başta Fransız Krallığı olmak üzere Monarşiler, öte yanda ise Feodalite, Papalık ve Roma-Cermen İmparatorluğu’dur. *** İşte bu uzun mücadele sırasında, egemenlik kavramı, Fransız Krallarınca, kendilerinden üstün bir kudret tanımadıklarını ifade eden bir hukukî formül olarak kullanılmıştır. Egemenlik deyiminin Fransızcadaki karşılığı olan “Souverainete” kökünü, Latincede “En Üstün İktidar” anlamına gelen “Superanus”den alır. Egemenlik kavramının ilk defa tanımlamasını yapan ve onu sistemleştiren ünlü Fransız hukukçusu Jean Bodin’dir. Bodin, 16. yüzyılın sonunda yayınladığı “Devletin Altı Kitabı - Les Six Livres de la Republique” adlı eserinde, egemenliği, bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar” olarak tanımlıyordu. Bodin’den sonra Hobbes ve Austin’e kadar Klasik Egemenlik Teorisi’nin başlıca temsilcileri, Egemenliğin mutlak, tek bölünmez ve devredilemez niteliklerini vurgulamışlardır. Doğrusu istenirse “Egemenlik” çağdaş anlamda devletin ortaya çıkışında temel vazifesini görmüş ve Samuel P. Huntington’un belirttiği gibi, siyasal modernleşme sürecinde ileri bir adım oluşturmuştur. “Dış ve iç” diye ikiye ayrılan Egemenliğin “Dış Egemenlik” deyiminden kısaca devletin başka hiçbir devlete bağlı ve tâbi olmaması anlaşılır. Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın hukuki eşitlik statüsünü devletlerarası ilişkilere temel yapan bu kavramı “Bağımsızlık” deyimi ile ifade etmek yerinde olur. İç Egemenlik ise, bir taraftan iktidarın en üstün olma, sınırsız ve mutlak olma gibi niteliklerini ifade eder, diğer taraftan devlet iktidarının kendisini ifade eden bir deyim olarak kullanılır. 5 Klasik Egemenlik kavramının günümüzde artık geçerli olmadığını vurgulamalıyız. Zira mutlak ve sınırsız bir iktidar olarak Egemenlik günümüzün “Hukuk Devleti” ile bağdaşamaz. Diğer taraftan bu kavramın tek ve bölünmez olma nitelikleri ise, Federal Devlet ile Federe Devletler arasındaki iktidar bölünmesini izah edemez. Nihayet klasik egemenlik teorisi “kuvvetler ayrılığı” ilkesi ile de çelişki gösterir. Ne var ki, klasik anlamını yitirmekle beraber Egemenlik kavramı, bugün devlet kudreti veya “siyasal iktidar” kavramları ile eş anlamda kullanılmaktadır. Doğrusu istenirse, Egemenliğin modern karşılığı “Kurucu iktidar kavramı”; yani Anayasayı yapan iktidar olmak gerekir. Bugün Türkiye’de kurucu iktidar; 1982 Anayasası’nın 4. maddesinde zikredilen 1, 2, 3. maddeleri dışında diğer bütün maddelerini istediği gibi değiştirebilme yetkisine “hukuken” sahiptir. Gerçekten, 1982 Anayasası’nın 4. maddesine göre, “Anayasa’nın 1. maddesindeki Devlet’in Şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” Bu maddelerde yer alan hükümler ise; “Atatürk Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini ve gereklerini oluşturur. Öyle ise Atatürk Cumhuriyeti’nin nitelikleri ve ilkeleri “Kurucu İktidar”ın dahi değiştiremeyeceği hususlardır. Bu suretle 1982 Anayasası 4. maddesi ile, Atatürkçü ideolojiye, Anayasal düzenin yorumlanış ve uygulanışında takip edeceği gelişme yönünü oluşturmak görevini vermiştir. Kısaca bu Anayasa, Monarşiye, otoriter rejimlere, Marksizm-Leninizm’e, Faşizm’e, Teokrasi’ye ve bölgeciliğe kapalıdır. *** Demokrasi kendiliğinden hürriyetin gerçekleşmesini sağlar mı? Başka bir deyim ile, kamu hürriyetleri olmaksızın demokrasi olabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için iki değişik demokrasi anlayışını vurgulamamız gerekir. J.J. Rousseau’nun nazariyeciliğini yapıp, Fransız devriminde Robespierre ve Saint Just gibi politikacıların geliştirdikleri “Çoğunlukçu Demokrasi” anlayışına göre; demokrasi halk çoğunluğunun kayıtsız ve şartsız iradesine dayanan bir rejimdir. Bir “Sayı Üstünlüğü Rejimi” olarak ortaya çıkan bu demokrasi anlayışında özellikle azınlığa yani muhalefete hak ve hürriyet tanınmaz. Bu anlayışın ilk uygulama örneği Fransa’da ihtilalden sonra Birinci Cumhuriyet Döneminde görülür. 1793-94’de Konvansiyon yönetimi kaynağını halktan alan, fakat hürriyetçi olmayan bir rejim kurmuştur, ilan edilen insan hak ve hürriyetleri kağıt üzerinde kalmış, en küçük bir muhalefete, yani azınlıkta kalanlara yer verilmemiş, çok geçmeden başlayan terör rejiminde de bu gibi kimselerin giyotin ile yok edilmelerinde bile bir sakınca görülmemiş ve bütün bunlar, Robespierre’in deyimi ile; “demokrasi prensibi adına” yapılmıştır. Komünist rejimlerin, halka dayandıkları ölçüde, bu anlamda demokrasi de uyguladıkları söylenebilir. 6 “Çoğunlukçu demokrasi karşısında yer alan ‘Çoğulcu Demokrasi’ anlayışında da” toplumun yönetimi çoğunluğun iradesine dayanır. Ne var ki, çoğulcu demokraside, çoğunluk iradesi her istediğini yapabilen mutlak ve sınırsız bir irade değildir. Yani çoğunlukçu demokraside azınlığın hiçbir rolü olmamasına ve azınlık her zaman çoğunluğa boyun eğmek zorunda bulunmasına rağmen, Çoğulcu Demokrasi de azınlık “çoğunluk haline geçebilme” ana hakkına sahip olduğu gibi, bu ana hak muhalefetin gerektirdiği diğer bütün hakları da beraberinde getirir. Kısaca; Çoğulcu Demokrasi hürriyet düzeni ile ayrılmaz bir bütün oluşturur ve Marksist demokrasinin aksine olarak, “gelecekteki hürriyet” ütopyası için bugünkü hürriyeti feda etmez. Görülüyor ki, ancak Çoğulcu Demokrasi rejimi, kamu hürriyetlerinin gerçekleşmesini sağlayan yani “özgürlükçü” olan ideal demokratik rejimdir. Büyük Atatürk Millî Kurtuluş Savaşı’nı; demokrasinin ideali olan millî egemenlik prensibi ile açmış ve yürümüş, dış bakımdan tam bağımsız bir devlet, içeride de halka dayanan, iktidarını halktan alan bir hükümet sistemi öngörerek, istibdadın sembolü haline gelen saltanatı, daha sonra da hilafeti kaldırmıştır. 18. yüzyıl felsefesi ve Fransız İhtilal prensiplerinin temel direği olan millî egemenlik formülünü kullanan Atatürk’ün özellikle cumhuriyetin kurulmasından itibaren “Çoğunlukçu Demokrasi”den “Çoğulcu Demokrasiye yöneldiğini görmemek imkansızdır. Atatürk’ün çeşitli beyanları onun “Özgürlükçü” ve muhalefete rol ve hak tanıyan çoğulcu demokrasiye taraftar olduğunu göstermektedir. 1930’da Atatürk şöyle diyor; “TBMM’“de ve millete açık olarak millet işlerinin açıkça tartışılması ve iyi niyetli kişilerin ve partilerin görüşlerini ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir... Bundan dolayı büyük mecliste yeni bir partinin faaliyete geçerek millet işlerini serbestçe münakaşa etmesini cumhuriyetin esaslarından sayarım.” Diğer taraftan Atatürk’ün öteden beri hürriyete verdiği yer ve önemi biliyoruz. Bütün şu sözler Atatürk’ündür; “Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir”... “Biz Türkler tarihimiz boyunca hürriyet ve bağımsızlığa sembol olmuş bir milletiz”... “Hürriyetten doğan bunalımlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman, fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir.”... hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarının en kıymetli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın meydana gelebilmesi ve devam ettirebilmesi, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olması ile mümkündür.” İşte bütün bu nedenlerden dolayı, Millî Mücadele Savaşını millî egemenlik prensibi ile yürüten ve Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiye’de tam anlamı ile çoğulcu-özgürlükçü bir demokratik rejimin yerleşmesi için gerekli bütün atılımları yapan Atatürk’ü çağdaş çoğulcu demokrasinin bir lideri, Atatürkçülüğü ise, çağdaş ve özgürlükçü bir ideoloji olarak kabul ediyoruz. NOT: Bu Konferans Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı adına 10 Kasım 1995 tarihinde İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde verilmiştir. Prof. Dr. İsmet Giritli * * Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 34, Cilt: XII, Mart 1996 7 ATATÜRK'ÜN DEVLET ADAMLIĞI VASFI GİRİŞ Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk büyük bir devlet adamı idi. Atatürk’ün bu vasfı, gerek yerli gerek yabancı bilim adamları, fikir adamları, büyük askerler ve devlet adamları tarafından çeşitli inceleme ve yazılara konu teşkil etmiştir. Bu konudaki genel kanaat, Atatürk’ün modern devlet hayatının gerektirdiği değerlerle dolu müstesna bir şahsiyet olduğudur. Daha açık bir deyimle Atatürk karizmatik bir liderdir. Bu incelememizde Atatürk’ün devlet adamlığı vasfını ele almak ve O’nun nasıl bir karizma olduğunu örnekleriyle açıklamak istiyoruz. I. GENEL OLARAK LİDERLİK KAVRAMI Devlet adamının lider olması gerekir. Bu sebeple devlet adamlığı vasfına, liderlik kavramını inceleyerek başlamak çok yerinde olacaktır. A. Lider Kimdir? Kamu yönetimi açısından lider, insanları bir gaye peşinde birleştirebilen kimse olarak tanımlanabilir. Bir başka deyişle liderlik, insanların, planları ve kararları eyleme dönüştürmelerini sağlama sanatıdır. Bu husus bir insan becerisidir. Bu yüzden kimi insanlar bu konuda öbürlerinden daha beceriklidir. Simon, Smithburg ve Thompson’a göre, bir kimsenin lider olarak kabul edilebilmesi, önce üstün nitelikleri bulunduğunun kendisini izleyenlerce kabul edilmesine, bu niteliklerin onlara güven vermesine ve onun etkisini kabullenmelerini sağlamasına bağlıdır. 1 Lider olabilecek kişilerde aranılan vasıfların başında zeka, eğitim, tecrübe üstünlüğü, kişilere yön verme ve çözüm yolları gösterme gelmektedir. Diğer yandan, liderin etkisi büyük oranda içinde bulunduğu duruma bağlı olmaktadır. Bu sebeple bazı hallerde büyük bunalımların büyük liderler getirdiği görülmüştür. 8 B. Karizmatik Lider Genel olarak “lider” kavramını tanımladıktan ve liderliğin vasıflarını ortaya koyduktan sonra, konumuzla ilgili olduğu için “karizmatik liderlik” kavramı hakkında kısa bir bilgi vermemiz gerekmektedir. Karizma terimini toplumbilime Alman toplumbilimci Ernst Troeltsch kazandırmıştır. Karizma tabiri, kitleler karşısında olağanüstü saygınlığı ve etkileme gücü bulunan bir yönetici için kullanılır. Karizmatik güç, Max Weber’e göre, bir birey olarak kendisini aşan, ama kendinde bulunan bir kutsallığı canlandıran bir kimsenin egemenliğini ifade etmektedir. Kişinin gurup üzerindeki gücünü kullanması bu aşkınlıktan kaynaklanır.2 Weber, karizmatik otoriteyi, bir kişinin kutsallığına ya da kahramanlık gücüne veya örnek alınacak vasıflarına ve bu kişi tarafından yönetilenlerin kurulan düzene tam bir teslimiyet içinde bağlanmaları sonucunda ortaya çıkan otorite tipi olarak tanımlamaktadır. Karizmatik lider, taraftarlarının gözünde, ortalama insanların üstünde yer alan, onların yararına mucizeler yaratmaya muktedir kimsedir. Karizmatik liderlik açısından önemli olan, liderin olağanüstü vasıflarının bulunduğuna dair geniş halk kitlelerinde sağlam bir inanç uyandırmasıdır. Karizmatik lider bir anlamda büyük buhranların ortaya çıkarttığı bir liderliktir. II. KARİZMATİK LİDER ATATÜRK Atatürk’ün liderlik yapısını inceleyen bilim adamları bu liderlik şeklinin “karizmatik liderliğe” uygun düştüğünü kabul ederler.3 Atatürk, başarıları ve devlet adamlığı vasıflarıyla karizmatik lider olarak kabul edilir. Dankwart A. Rustow’a göre, “Osmanlı împaratorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişi sırasında Atatürk’ün oynadığı rol, Weber’in deyimiyle karizmatik niteliktedir.” 4 Gerçekten yeni bir devlet kurmak üstün bir gücün ve başarının eseridir. Atatürk, üstün kişiliği ile bu üstün gücün ve başarının adamı olmuştur. Büyük Atatürk, Türk inkılâbının hem fikrî hazırlığını yapmış, hem de aksiyon alanında onu başarıya ve zafere ulaştırmıştır, inkılâpçı Atatürk, artık zamanını tamamlamış olduğuna inandığı bir imparatorluğun üzerine, yepyeni temellere dayanan bir devlet kurmuştur.5 Tarihte çok az lider tarihin akışını değiştirmiş ve “millî lider” veya “tarihî lider” olma niteliğini kazanmıştır, işte büyük Atatürk, istilaya uğramış ülke topraklarını kurtarmak için milletin bağrından çıkan ve milletine dayanak Anadolu’yu esaretten kurtarıp yeni bir devlet kuran ve tarihin akışını değiştiren bir liderdir. III. ATATÜRK’ÜN ÜSTÜN KİŞİLİĞİ Büyük adamları büyük milletler yetiştirir. Tarihi büyük adamdan yoksun olan bir millet fakir bir millettir. Kökünü tarihin derinliklerinden alan yüce Türk Milleti’nin yetiştirmiş olduğu en son büyük adam Atatürk’tür. Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin açıklamalarına göre 6, “Atatürk’ün hayatı incelenecek olursa görülür ki, gençliğinden, okul hayatından itibaren çok canlı ve hareketli bir yaşayış tarzı vardı. Nerede ve ne rütbede olursa olsun, onu daima bir baş olarak görürüz. Nereye gitse, hangi mecliste bulunsa, onun derhal bu meclislerin, bu toplantıların reisi olduğu görülür. 9 Hatta genç bir erkânı harb subayı olarak emrinde bulunduğu komutanların dahi çok defalar ona boyun eğdiklerine şahit oluyoruz.” 20 Temmuz 1922’de Gazi Mustafa Kemal, T. B. M. Meclisi’nden Başkomutanlık yetkisinin tekrar uzatılması kararını aldıktan sonra, son hazırlıkları bir defa daha gözden geçirmek üzere, o sırada kendisini ziyaret için Konya’ya kadar gelmiş olan İngiliz Generali Towshend’le görüşmek bahanesiyle 21 Temmuz 1922’de Ankara’dan ayrıldı. Önce Akşehir’de bulunan Cephe Genel Karargahı’na uğradı. Taarruz hazırlık planını ismet Paşa ile görüştükten sonra bir defa da Genelkurmay Başkanı ile birlikte incelemek üzere ayrıldı. 24 Temmuz’da Konya’da General Towshend’i kabul etti. Birinci Cihan Savaşı’nın bu ünlü Generali, Mustafa Kemal’le yaptığı görüşmeden sonra büyük bir hayranlıkla kendisinden ayrılmış ve “Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmî konuşma yaptım. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var.” diyerek onun müstesna kişiliğinin ne kadar büyüsü altında kaldığını samimi sözlerle belirtmiştir.7 Türk Orduları 1922’de Yunan Orduları’nı Akdeniz’e dökünce İngiltere Parlamentosu büyük bir toplantı yaptı. Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası’nda heyecanlı bir sahne yaşanmıştır. Celse açılınca İngiliz işçi Partisi lideri Macdonald kürsüye gelerek şöyle seslenir : -“Nerede Başvekil Lloyd George? Bize ne söz verdi, netice ne oldu? Hazineden büyük paralar alıp bizi boş yere masraflara soktu. Hani Boğazlar bizim olacak, Anadolu taksim olunacaktı? Heyhat, hiçbiri olmadı. Bunun hesabını bize versin!” Dediği zaman, Lloyd George yavaş adımlarla kürsüye geldi: -“Arkadaşlar! Asırlar pek nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dâhiyi asrımızda Türk Milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelir?" Der ve kürsüden iner. Daha sonra Başbakanlıktan istifasını verir.8 Yunanlı fikir adamı Thomas Vaidis’e göre, “Mustafa Kemal’in Türkiye sınırlarını aştığı ve onun eseri olan yeni Türkiye’ye bütün dünyanın gözlerini büyük bir dikkatle çevirmiş olduğu kabul edilen bir gerçektir. Pek çokları bu husustan, yani yeni Türkiye’nin Mustafa Kemal’in eseri olduğundan şüphe etmeye hazırdırlar. Belki hakları da vardır. Bu, olaylara dar, ya da geniş açıdan bakma meselesidir. Ama şüphe edilemeyecek bir şey varsa o da, yanlış şekilde açıklanamayacak ve yalanlanamayacak olan direnme fikrinin Türkiye’nin daha iyi bir geleceğe lâyık olduğu anlayışının, güçlü ve dostlarının saygı gösterdiği, düşmanlarının da korktuğu Türkiye’nin, geçmişten kalma her şeyle bağını koparmış Türkiye’nin kurulması fikrinin, Mustafa Kemal’in ruhunda doğduğu, onun zekâsı ile işlendiği ve onun elleriyle gerçekleştirildiğidir.9 Atatürk’ün üstün kişiliği hakkında daha pek çok devlet adamı ve fikir adamının görüşü mevcuttur. Bunların hepsine burada temas etme imkanımız, mevcut değildir. Sonuç olarak, Atatürk’ün büyük bir devlet adamı olduğu yerli ve yabancı birçok düşünür ve bilim adamınca kabul edildiği gibi, büyük devlet adamlarınca da tasdik edilmiştir. IV. DEVLET ADAMI OLARAK ATATÜRK’ÜN BAZI ÖZELLİKLERİ Atatürk’ün kendisine büyük devlet adamı vasfını kazandıran bazı özellikleri vardı. Bu özelliklerinden, çok önemli bazılarını ele alarak ortaya koymaya çalışacağız. 10 A. Karar Verme Nitelikleri Atatürk, süratli, kesin ve isabetli karar vermekte mahirdi. Onun kararları plana ve hesaba dayanır, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayarak ihtiyatlı hareket ederdi. Mustafa Kemal cesurdu; çünkü yapacağı işlerde muvaffak olmak için, bütün şartların hazırlığını tamamlayarak ve karşısındakinin neler yapabileceğini hesap ederek, onlara karşı tedbirli hareket etmeyi önceden kararlaştırırdı. Örneğin, Büyük Taarruz’a karar verdiği zaman planlarını tespit ettirirken, düşman kuvvetlerinin mukabil ne gibi hareketler yapabileceğini hesap ettiği ve en kötü ihtimallere göre dahi, tedbirler almayı önceden düşündüğünü söylemiştir. 10 “İş ve eser, sahibinin karakterini ve kudretini gösteren bir aynadır” sözü boş yere söylenmiş bir laf sayılmamalıdır. Mustafa Kemal, her yapacağı işi günlerce, bazen aylarca inceden inceye düşünerek fikren hazırlardı. Bir defa karar verdi mi, onu hiçbir güçlük yolundan çeviremezdi. Yaptığı her işte, onun azim ve karakteri açıkça okunurdu. Bugün Türkiye’de elle tutulacak ne varsa, onun kudret ve kabiliyetinin, yılmak bilmeyen çalışmasının, gece gündüz ara vermeden didinmesinin meyvesidir.11 Atatürk’ün isabetli ve çabuk karar verme kabiliyetinin gelişmesinde, almış olduğu askerî eğitim ve tecrübenin büyük katkısı olmuştur. Zira, Atatürk “iyi bir devlet adamı olma” niteliğine kavuşmadan önce, “iyi bir komutan” idi. Atatürk’ün hayatının önemli bir kısmı “komutan” olarak geçmiştir. Gerçekten, 18 Ocak 1915’de 19. Tümen Komutanlığı’na atanan Mustafa Kemal, bundan sonra sırasıyla grup komutanlığı12, kolordu komutanlığı, ordu komutanlığı ve başkomutanlık görevlerinde bulunmuştur. Komutanlar, durumları muhakeme ettikten sonra birkaç türlü hareket tarzı ile karşılaşırlar, işte bunlardan zamana ve şartlara en uygun olanı seçmek komutanlığın hünerleridir ki, fikir ve ruh kabiliyeti yüksek olanlar isabetli kararlara varmakta güçlük çekmezler. İyi düşünen ve gören bir çok insan vardır ki bunlar, kararlarını tatbik etmek veya doğru yolu bulmak kudretinden mahrumdurlar. 13 Mustafa Kemal, görüşlerini kabul ettirmeyi sevmiştir; ama bu asla rastgele bir esinti, bir kapris sonucu olmamıştır. Her önerisini, her reformu uzun süre kafasında saklamış, uzun uzun düşünmüş, iyice olgunlaştırmış, sonra ortaya atmıştır. Bununla da yetinmemiş, çevresine nasıl kabul ettireceğini, sindirilmesini nasıl sağlayabileceğini düşünmüş, etkilerinin ne olacağını hesaplamış, ancak ondan sonra gündeme koymuştur. Ama yararlı olduğuna kesinlikle inanınca da her engeli acımasızca ortadan kaldırarak uygulamaya koyulmuştur. 14 Hasan Rıza Soyak’ın anlattığına göre15 bir Amerikalı kadın gazeteci Atatürk’e: -“İşlerinizde nasıl muvaffak oluyorsunuz? diye sormuş ve şu cevabı almıştı : -“Ben, bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işe neler mâni olur, diye düşünürüm : Engelleri kaldırdın mı iş kendi kendine yürür.” B. Çalışkanlık Atatürk için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Oturduğu kuru çalışma sandalyesinden kımıldamadan yirmidört saat aralıksız çalıştığı onun için olağanüstü bir şey değildi. Mücadele yıllarında, normal muntazam uyku nedir bilmemişti. Atatürk, tarih, dil ve genellikle ülke sorunlarıyla meşgul 11 olduğu zamanlarda, tıpkı savaş meydanında imiş gibi uyumadan çalışmış ve en büyük zevki, en çok sevdiği milletine en küçük bir fayda sağlamakta ve hizmet edebilmekte bulmuştur. Türk Milleti’nin kaybetmiş olduğu yüzyılları, çok çalışmakla kapatmak lüzumuna kaniydi. Atatürk böyle çalıştı ve bugünkü şanlı Türk Milleti’ni ve Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getirdi.16 Atatürk’ün en güvendiği insanlardan biri olan ve onun özel kalem müdürlüğünü ve genel sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak anlatıyor :17 Atatürk, çalışmaları sırasında, zaman, mekân ve hatta imkân kavramlarıyla kat’iyen bağlı değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, resmî, millî veya vatanî bir görev ortaya çıktı mı, derhal onu yerine getirmeye çalışırdı. Çoğu zaman, herhangi bir gezi anında, kırda, bayırda ısrarı üzerine otomobil içinde çalıştığımız ve evrak tetkik ettiğimiz zamanlar olmuştur. Eğlenirken, beni veya bir görevliyi görünce, derhal “beni mi istiyorsunuz?” der ve olumlu cevap alınca, eğlenceyi bırakır ve görevliyi takip ederdi. Bütün görevliler, emrinde çalışanlar, kendisini her karar verdiğimiz dakikada, uykuda olsa bile, uyandırmak yetkisini haizdik. Atatürk, eline gelen bir işi bitirmeden rahat edemezdi. Zaruret mevcut değilse bile, işi ileriye bırakmak âdeti değildi; bazen hiç durmadan okuduğu, kırksekiz saat çalıştığı da vâkidir. Bir keresinde, bir İstanbul seyahatinden Ankara’ya dönmüştüm. Derhal köşke gittim, hizmetçilere Atatürk’ün ne durumda olduğunu sordum, “iki gün, iki gecedir devamlı okuyor, birkaç defa banyo yaptı ve şezlongda istirahat etti.” dediler. Hemen yatak odasına girdim. Atatürk, koltuğa bağdaş kurmuş oturuyordu. Genellikle bu şekilde otururdu. Elinde bir tarih kitabı vardı, bitirmeye çalışıyordu. Bana, “Hoş geldin!” dedikten sonra : “Elime bir kitap geçti, bilmem ne zamandan beri okuyorum.” diye ilave etti. -"Yorulmadınız mı Paşam?" diye sordum. -“Hayır!” dedi. -“Yalnız gözlerim yaşarıyor; fakat onun da çaresini buldum. Biraz tülbend aldırttım ve parça parça kestirttim. Bu parçalarla gözlerimi siliyorum.” 18 İşte bu örnek, Atatürk’ün çalışmada zaman kavramı tanımadığını göstermektedir. Atatürk’ün Çanakkale’den itibaren yaverliğini yapmış olan ve onunla Anadolu’ya birlikte geçip, zaferden sonra milletvekili olan Cevat Abbas Gürer, Atatürk’ün çalışkanlığını şu şekilde dile getirmektedir:19 Atatürk’ün uyanık geçirdiği zamanla, uykuda geçirdiği süre, kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Atatürk’ün bir insan ömrüne sığamayacak kadar zengin olan mesaisini tasnif ederek açıklayacak ve detaya girecek değilim. Atatürk’ün durmayan, dinlenmeyen, yıpratıcı çalışma tarzının açıklanması bu yazıya sığmaz. Ben yalnız Atatürk’ün içinde bulunduğu durum ve olayları tasnif etmeden ve detaylı izahına girmeden, genel mesaisi içerisinde pek azma temas ederek, çalışması uğrunda ne için ve ne derece kendini feda ettiğini özetlemeye çalışacağım: Atatürk’ü yakından tanıyanlar pek iyi bilirler ki, yirmi dört saatlik hayatını hiçbir zaman bir programa sığdıramamıştı. Zaten onun karşı karşıya kaldığı olaylar, zamana bırakılamayacak kadar acele karar ve uygulamayı gerektirdiklerinden, programlı bir hayat sürmesine müsaade etmemişlerdi. Muharebelerde olduğu gibi, günlük devlet işlerinde de, önemine göre bu işin, gece veya gündüzün her saatinde kendisine arz olunmasını isterdi. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıkları hariç, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Genellikle uykuda geçirdiği zamana acırdı. Bir defa bana demişti ki: 12 -"Hayat pek kısa. Çocukluk ve okul hayatı bir kısmını alıyor. Geriye kalanını ise, uyku yarıya indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve insan vücuduna verdiği dinlenme gıdasını Verecek tabletler icat edilse... Bir gün o da olacaktır. Nitekim tıp ve kimya ilmi uyutmak için pek güzel ilaçlar yapmışlardır." Gülerek ilave etmişti: -"Bunu daha da genişletebiliriz. Orduların yiyecekleri de bir gün tablet haline getirilebilir. Aylık yiyeceklerini askerler çantalarında taşıyabilir. Yalnız cephane nakliyatı işi kalır. O da motorlu araçlarla sağlanır. Böyle bir ordu neler yapmaz?.."20 C. Gerçekçilik Çok yönlü bir insan olan Atatürk realistti. Atatürk gerçeği arayan ve onu buldukça da kuvveti ve kudreti artan bir insandı. Hiçbir işi talihe bırakmazdı. Maceracı değil hesapçı idi; açık anlamı ile gerçekçi idi. Atatürk 1923 tarihli konuşmasında 2I, “Birbirimize daima hakikati söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız.” demiştir. Keza yine 1931 yılında bir konuşmasında 22, “biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça açıklamaya cür’et gösteren adamlar olmalıyız.” demek suretiyle hem gerçekçiliğini ortaya koymuş, hem de devlet yöneticilerine bir istikamet göstermiştir. Böylece, hayatı boyunca gerçekçi bir yol izleyen Atatürk, yönetici durumunda olan herkesin ve hatta devlet memurlarının da gerçekçi olmasını istemiştir. Atatürk, gerek iç politikada gerekse dış politikada hayalciliği daima büyük bir hata olarak kabul etmiştir. O’na göre, “dünyanın bugünkü genel şartları ve yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde biriktirdiği gerçekler karşısında, hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin anlattığı budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.” 23 Yine Atatürk’e göre, “millî siyaset dediğimiz zaman kastettiğimiz anlam ve işaret etmek istediğimiz hususlardan birisi de, varılması mümkün olmayan amaçlar peşinde milletin zamanını alarak onları zarara uğratmamaktır.”24 Atatürk, iç politikada olduğu gibi dış politikada da realistti. Hayalci ve maceracı davranışlardan milletin neler çektiğini çok iyi bildiğinden, kazanılan zaferleri tehlikeye sokmamak için azami derecede tedbirli idi.25 Atatürk’ün gerçekçi olmasının en tabii sonucu, bütün işlerinde aklı ve bilimi esas almasında kendisini göstermektedir. D. İleri Görüşlülüğü Atatürk, ileri görüşlü bir devlet adamı idi. Zaten büyük devlet adamlarında bulunması gereken vasıflardan birisi de ileri görüşlülüktür. Atatürk’ün ileri görüşlülüğünü kelimelerle anlatmak yerine, bu konuda onun yakınında bulunan bazı kişilerin anlattığı anıları ele almak çok daha isabetli olacaktır. Kılıç Ali’nin anlattığına göre 26 Mustafa Kemal, Selanik’te yine bir akşam o zaman sıhhiye müfettişi olan eski Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Araş, Nuri Conker, Salih Bozok Beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar, içerlerken devletin dış siyaseti bahis mevzuu 13 oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal, bir takım acı tenkitler yaptıktan sonra işi latifeye dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey’i göstererek: -“Bu bozuk siyaseti bir gün doktor vasıtasıyla düzelttireceğim.” deyince yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker: -“Ne? Ne?... Sen mi düzelttireceksin?”diye küçümseyerek sormuş. Bunun üzerine Nuri Bey ile arasında şöyle bir konuşma geçmiş; -“Evet, ben doktoru Hariciye Nazırı yapacağım, bütün falsoları ona tamir ettireceğim.” Nuri Bey lâtife ederek sormuş : -“Demek sen doktoru Hariciye Vekili yapacaksın, o halde ya beni?” -“Seni de vali ve kumandan yaparım!” Bu konuşmaya hazır bulunan Salih Bozok da karışıyor : -“Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?” Mustafa Kemal, Salih Bey’in bu sualine, biraz düşündükten sonra : -“Salih seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım.” cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak : -“Allah’ını seversen sen ne olacaksın ki hepimize şimdiden böyle bir takım makamlar veriyorsun?” demiş. Mustafa Kemal, Nuri Bey’in sorduğu bu suale gülerek : -“Bu memuriyetleri, bu makamları veren ne olursa işte ben o olacağım.” diye cevap vermiş. Kılıç Ali’nin açıklamasına göre vaktiyle genç bir subay çağında iken arkadaşları arasında cereyan etmiş olan ve ileri görüşün şayanı hayret bir tezahürü sayılan bu konuşmayı Atatürk, bu arkadaşlarına sık sık tekrar ettirip anlattırırdı. Atatürk’ün ileri görüşlülüğü konusunda son derece enteresan bir anıyı da Afet İnan anlatmaktadır : “Tuhaf bir olaydır belki... Mustafa Kemal’in Mussolini’nin Türkiye hakkındaki beyanatlarından birisini okuduğu bir andı. Yine hırslandı ve Mussolini için şöyle söyledi: Memleketi için iyi bir insan değil. Göreceksiniz bunu ayaklarından asacaklar. Ben şaşırmıştım. Ayaklarından asacaklar ne demekti? Nitekim öyle oldu. Bu husus onun öngörüsü müdür nedir bilemiyorum.”27 Gerçekten Afet înan’ın da belirttiği gibi, Mussolini, İtalyanlar tarafından ayaklarından asılarak öldürülmüştür. Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olan ve 12 sene onun Hariciye Vekilliğini yapmış bulunan Dr. Tevfik Rüştü Araş, Atatürk’ün hem çalışkanlığını hem de ileri görüşlülüğünü gösteren bir hatırasını şu şekilde anlatmaktadır:28 “1920 yılı, ilkbaharın sonlarına doğru bir gün Mustafa Kemal beni Ankara İstasyonu’nun bitişiğinde ikamet etmekte olduğu evciğe çağırdı. “Yeşil Ordu” adı verilen gizli teşkilat ile ilgili 14 bazı hususları görüştük. Mustafa Kemal o gece bazı arkadaşların da davet edilerek nezdinde toplanmaklığımızı istedi. Öylece de yapıldı. Hatırımda kaldığına göre o gece dokuz, on kişi kadar vardık. Bulunanlar arasında sayın Cumhurbaşkanımızı, merhum Muhtar Beyi, merhum Yunus Nadi Beyi ve Kılıç Ali Beyi iyi hatırlıyorum. Ciddi işler konuşulduğu zaman Atatürk’ün yanında kahveden başka bir şey içilmezdi. Hele alkol asla bulundurulmazdı. O geceki görüşme uzunca sürdü. Bittiği zaman gece yarısını geceli iki saat olmuştu. Toplantıya her zamanki gibi kendisi başkanlık ediyor ve görüşmeleri o yönetiyordu. Ülke dışından ve içinden çeşitli yerlerden ve kişilerden gelen raporlar okunmuş, ülkenin kurtuluşu ile ilgili çeşitli konular konuşulmuş ve aramızda çetin tartışmalardan sonra üzerinde anlaştığımız görüşler ve hatta bazı kararlar sırasıyla yazılmıştı. Görüşmemiz tümüyle sona erdikten sonra o gece için son kahve içilirken Mustafa Kemal bana hitap ederek: -“Bugün öğleden sonra bu konular etrafında bir arkadaşla görüşmüş bazı notlar almıştım. Tevfik Rüştü, lütfen köşedeki saksının içinde duran o notları alıp okur musun?” dedi. Tabiatıyla istediği kağıdı bulup okumaya koyuldum. Hepimiz hayret içinde kalmıştık. Saatlerce üzerinde konuşarak vardığımız ve kendimizin zannettiğimiz kararların hepsinin tamamiyle aynı olmak üzere o not kağıdında yazılmış olduğunu gördük.” E. Vatan ve Millet Sevgisi Vatan ve millet sevgisi, tahsil yıllarından ölümüne kadar Atatürk’ün bütün hayatında kendisine düstur olmuş en önemli prensiplerden birisidir. Atatürk’e göre, “millete efendilik yoktur, hizmetkârlık vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” Atatürk bir konuşmasında, bağlı olduğu bu prensibi şu şekilde dile getirmiştir : “Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”29 Atatürk vatanını karış karış tanımıştı. Onu canından aziz bellemişti. Diyordu ki: “Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz; fakat sen Türk Milletini ebedî hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk Milletinin mezarı değilsin. Türk Milleti için yaratıcılığını göster.” Atatürk, vatan toprakları üzerinde yaşayan milletinin sevgisiyle iş başarma yolunu tutmuştur. O, bu sevgiyi “Millet sevgisi kadar büyük bir sevgi yoktur” sözleriyle ifade etmiştir. Atatürk’te bulunan vatan ve millet sevgisi, daha sonra Atatürkçülüğün bir ilkesi olan “milliyetçilik ilkesi” şeklinde tezahür etmiş ve devlet hayatına hâkim olan anayasal ilkelerden biri olmuştur. Vatan ve millet sevgisinin bir sonucu olarak Atatürk, iç politikada ülke ve devletin menfaatlerini en üst planda tutar, dış politikada da Türkiye’nin itibarının korunmasına çok dikkat ederdi. Atatürk dış politikada Türkiye için bir takım istekleri bulunan devlet adamlarına karşı hiçbir şekilde müsamahakâr değildi ve bunların önlenmesi için daima karşı koymuştur. Afet İnan’ın nakletmiş olduğu bir olay Atatürk’ün bu niteliğini göstermesi açısından son derece ilgi çekicidir : Bilindiği gibi o yıllarda Mussolini’nin Türkiye üzerinde büyük bir iddiası vardı. Mussolini eski Roma İmparatorluğu’nu ihya edecek şekilde bir takım yerlerimize göz koymuştu. Hatta bu arada 15 Habeşistan’ı da istilâ etmişti. Bu dönemde Mussolini’nin bazı beyanatları çıkmakta idi. Atatürk’ün, bu beyanatları okuduğu zaman çok hırslandığını görüyordum. Kendi kendine, “Nasıl olur? Bizim memleketimize göz dikemez!” diyordu. Bir 29 Ekim günüydü ve yine Mussolini’nin Türkiye hakkında böyle bir demeci çıkmıştı. O gün Ankara Palas’ta bütün sefirlere verilecek bir ziyafet vardı. Atatürk de oraya gidecekti. Fakat Mussolini’nin demeci ile ilgili haberi okuduktan sonra müthiş hırslandığını gördüm. O sıralarda İtalyan Sefiri de Türkiye’ye yeni gelmiş ve itimatnamesini yeni vermişti. Yemekte İtalyan Sefiri de Atatürk’ün yan karşısında oturuyordu. Atatürk’ün sağında ise Tevfik Rüştü Araş oturmaktaydı. Atatürk Tevfik Rüştü Aras’a hitaben dedi ki: “Ekselâns’a bir şeyler söylemek istiyorum. Tercüme ediniz!” Ve Mussolini’nin o beyanatı hakkında konuşmaya başladı. Tevfik Rüştü Araş birden çekindi. Bunun üzerine Atatürk, “Ha... evet! Sen bırak! Ben kendim konuşurum! Tercüme etmene gerek yok!” dedi. Bir de baktım ki Atatürk, Fransızca olarak doğrudan doğruya sefire hitaben, Mussolini’nin o günkü beyanatını tenkit ederek yüksek sesle konuşmaya başladı. Tabiî sofradakilerin hepsi sustular ve dinlemeye başladılar. Halbuki daha evvel aralarında konuşuyorlardı. Atatürk konuşmaya başlayınca durdular. Bu konuşma o zamanın gazetelerinde çıkmadı. Atatürk konuşmasında, Mussolini’nin sözlerini şiddetle eleştirdi : “Bizim memleketimize herhangi bir suretle göz koyamaz, bunu aklından çıkarmalıdır!” dedi. Daha sonra diğer davetlilere dönerek, “Söylediklerimi dinlediniz. Mussolini’nin sözlerine karşı benim fikirlerim bunlardır. İstiyorum ki, sayın sefir bunları kendi memleketine, Mussolini’ye olduğu gibi yazsın!” demiştir. Afet İnan, İtalyan Sefiri’nin bunları yazıp yazmadığını bilmediğini, ancak bu olaya orada bulunanlarla beraber kendisinin şahit olduğunu ifade etmiştir.30 Operatör Dr. Mim Kemal Öke, Atatürk’ün millî gururumuza verdiği önemi belirtmek için şu olayı anlatmıştır :31 "Eski Maliye Vekillerinden Raşit Erer, bir gün bana Larousse’da “Türkler siyasî mahkûmlarını kazıklarlar” diye bir ifadenin mevcut olduğunu göstermişti. Ben de bir akşam yemeğinde bunu Atatürk’e arzettim. Gazi derhal kütüphanesinden Larousse’u getirterek söz konusu ifadeyi okuttu. Atatürk fena halde sinirlenmişti. Hemen Hakkı Tarık Us’a bunun düzeltilmesi için gerekli teşebbüslerde bulunulmasını emir buyurdular. Yeni Larousse’larda artık böyle bir ifadenin mevcut olmaması Atatürk’ün sayesindedir." Bu çok basit örnek, Atatürk’ün millî şeref ve haysiyet söz konusu olduğu zaman ne derece hassas olduğunu göstermektedir. F. İdealizm Atatürk bir dava adamı idi. Bunun sonucu olarak büyük idealler peşinde koşmuştur. Gerçekten yaptıkları ile büyük olan Atatürk, fikir ve idealleri ile de büyüktür. “Küçük işlerle meşgul olmayınız. Daima büyük davalar peşinde koşunuz; o takdirde eserleriniz sizden sonra da muammer olur.” Bu veciz ifade Atatürk’ündür. Bugün, Atatürk İnkılâbı’nın devamı vazifesini üzerlerine alanlar için, O’nun bu veciz işaretinden daha büyük bir ilham kaynağı bulunamaz. Böylece Atatürk, sadece büyük bir komutan ve büyük bir inkılâpçı olarak değil, aynı zamanda bir devlet başkanı olarak da, etrafındakilere ve kendinden sonra geleceklere örnek olmuş bir insandır. 32 Celal Bayar, Atatürk’ün bu sözü için, “Hayatta kendisinden feyiz aldığım nasihatleri arasında çoğu defa yer alan bu ifadenin manasını şimdi daha iyi anlıyorum. Büyük adam olmak için büyük iş görmek lazımmış. Küçük işi herkes görebilir.” 33 demiştir. 16 Millet gerçeğinden hareket eden Atatürk’ün ilk büyük ideali, milletin özgürlüğü ve bağımsızlığı olmuştur. Özgürlük ve bağımsızlık, Türklüğün şanlı ve şerefli kaderi olmuştur. Atatürk ise, Türklüğün bu kaderini çizen millî bir kahraman olmuştur. Vatan kurtaran, özgür ve bağımsız Türkiye idealini gerçekleştiren Atatürk, yeni Türkiye’yi batılı olmak, modernleştirmek amacı ile çağdaş uygarlık idealine yöneltmiştir. “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile medenî bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın ana ilkesi budur.”34 Büyük Atatürk büyük idealini Onuncu Yıl Nutku’nda şu şekilde dile getirmektedir : “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk Kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir... Fakat yaptıklarımızı asla kâfi görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mâmur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” Atatürk, yüksek idealinin devamı konusunda da yüce Türk Milleti’ne şu görevi vermektedir: “Bu dünyadan göçerek Türk Milleti’ne veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır : Benim Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti’ne, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz. Bu sözler, bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir. Bunu her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere mütemadiyen tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.”35 Atatürk, idealizminin gereği olarak hiçbir zaman şahsî hırs ve ihtiraslar peşinde koşmamış, bu şekilde hareket eden yöneticilerin ülkeye büyük zararlar vereceğini belirtmiştir : O’na göre, “bir millette, özellikle bir milletin yönetiminden sorumlu bulunan yöneticilerin kişisel ihtirasları, kişisel münakaşaları millî ve vatanî görevlerin gerektirdiği yüce duygulara galebe çalacak dereceye varmış olan ülkelerin, dağılmak ve batmaktan sakınabilmesi mümkün değildir.”36 G. İstişare Etmesi Atatürk’ün otuz yıllık arkadaşı olması nedeniyle özel hayatını çok iyi bilen Süreyya Yiğit bu konuda şunları söylemektedir :37 -“Atatürk büyük işler hazırlarken asla alkole iltifat etmezdi. Nitekim Erzurum’da iken biz içerdik. Teklif ettiğimizde kabul etmez, yalnız kahve içerdi. Herhangi bir meseleye karar vermeden önce herkesin ayrı ayrı fikrini dinlerdi. Korkunç derecede bir irade kuvveti vardı. İçkiyi irade zaafından değil, düpedüz sarhoş olmak için içerdi.” Atatürk’ün fikir alışverişine verdiği değeri Hasan Rıza Soyak şu şekilde anlatmaktadır:38 “Atatürk, her görevlinin üzerine aldığı işleri, aklını, zekâsını ve kanunî yetkilerini son haddine kadar kullanarak, zamanında çözmeye çalışmasını ve sorumluluk almaktan çekinmemesini 17 isterdi. İlgililerin ve görevlilerin görüşlerini dinlemeden, hatta kendileriyle müzakere etmeden bir konu hakkındaki görüşünü bildirmezdi. Ben maiyetindeki bütün çalışma hayatım esnasında konuşmadan ve fikir alışverişinde bulunmadan bir emir aldığımı hatırlamıyorum. Aynı zamanda, birçok konuşmalarımızda kendisine aklına gelen herhangi bir görüşü arzetmekten çekinmek hissine kapıldığımı da hatırlamıyorum.” Atatürk 1921 tarihinde, “dünyada hükümet için meşru olan tek bir prensip vardır ki, o da istişareden ibarettir. Hükümet için ilk ve temel şart yalnız ve yalnız istişare etmektir.” 39 demek suretiyle fikir alışverişinin devlet hayatındaki önemini vurgulamıştır. H. Şefkat ve İnsancıllık Atatürk son derece şefkatli ve insanları seven bir yapıya sahipti. Yüreği millet sevgisi ve insan sevgisi ile dolu idi. Atatürk, bu özelliği nedeniyle savaşlara karşı olmuş, ancak “zarurî ve hayatî olması halinde “savaşa cevaz vermiştir. Atatürk’ün bu konudaki ölçüsü şudur : “Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karsa, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lakin milletin hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.” 40 Atatürk’ün insancıl vasfı, devlet yönetiminde de kendini göstermektedir. Atatürk bu vasfı sadece kendi için değil, tüm devlet memurları için bir prensip olarak öngörmüştür. Gerçekten, 1937 yılında yapmış olduğu bir konuşmada, “İleri hükûmetçiliğin temel prensibi, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında, bu zihniyetin en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur.”41 Atatürk’e göre, “Diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben, kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.” 42 demiştir. Bunun sonucu olarak büyük Atatürk, gerek Millî Mücadele’de gerekse zaferden sonra milletinin sevgisiyle iş başarma yolunu tutmuştur. V. ATATÜRK DİKTATÖR MÜYDÜ? Bazıları onu bir diktatör olarak kabul ederler, bazıları ise bu görüşü kesinlikle reddederler. Bulgar fikir adamı Paruşev’e göre, “her iki tarafın da hakkı vardır. O, bir diktatör değildi, ama gerektiğinde diktatör gibi davranmasını bilmiştir. Onun kişiliği tarihteki diktatörlerin tipik yanları ile bağdaşmaz. Yönetimlerini koruyabilmek için zulmü seçen diktatörler vardır. Mustafa Kemal, kendi kişiliğini aşan amaçlarını gerçekleştirmek için diktatörce yollardan yararlanmıştır. Kişiliğinde kimi kez görülen dalgalanmalar hiçbir zaman bu ya da öteki tez için kanıt olarak alınamaz. Tarihte, kişilerin özel hayatında dalgalanmalar, toplum içindeki rollerinde karar verici unsur olamaz. Onlar yalnızca hayatının değişik renkleri olabilir. Önemli olan amaçtır, önemli olan amaca eriştirecek yöntemdir, önemli olan sonuçtur.”43 Atatürk, elinde bir diktatörlük kurmak için kâfi ve lüzumlu bütün imkânlara, kuvvete, milletin sonsuz itimat ve sevgisine sahip olduğu halde asla bu yola dökülmemiştir.” 44 Mustafa Kemal kendisine “diktatör” diyenlere kızardı ve derdi ki : 18 -“Eğer zorla, tazyik ve tehdit ile fikirlerini kabul ettirenlere diktatör derlerse, ben diktatör değilim. Eğer benim muhitimdeki insanlar, benim fikirlerimin isabetini takdir ederek kendi gönül rızaları ile bu fikirleri kabul ediyor ve ona göre çalışıyorlarsa, ben diktatörüm.”45 1930 yılında Ankara Halkevinde Birinci Tarih Kongresi toplanmıştı. Mevsim yaz, okullar tatil edilmiş olduğu için üniversite profesörleri ile beraber, orta ve lise öğretmenleri de bu kongreye davet edilmişlerdi. Toplantı bir hafta sürmüştü. Kongrenin sonunda, üyelere Marmara Köşkü’nde bir çay verilmişti. Samimi bir hava içinde geçen ve ayak üzere konuşmalarla sürüp giden çayda, Atatürk’ün etrafını sarmış olan öğretmenler, gelişi güzel bir takım sorularla Atatürk’ü âdeta bir baskı altına almış bulunuyorlardı. Öğretmenlerden biri Atatürk’e: -“Paşam! Bir çok Avrupalı yazar, yazdıkları eserlerinde sizi diktatör diye nitelendiriyorlar. Buna ne buyurursunuz?” diye bir soru sormuştu. Atatürk bu soruya gayet soğukkanlılıkla ve gülerek cevap verdi: -“Ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım. Benim diktatör olmadığıma şuradan hüküm veriniz : Ben diktatör olsaydım, siz bana bu soruyu soramazdınız!” diye zarif ve çok makûl bir mukabelede bulunmuşlardı. 46 Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı sırasında, 1930’lu yıllarda Ankara’da İngiltere Büyükelçisi olarak bulunan Sir Percy Loraine, 1948 yılında yayınlanan “Kemal Atatürk : Bir Değerlendirme” adlı incelemesinde bu konuda şu görüşe yer vermektedir : “Atatürk diktatör olarak nitelenir. Benim kanaatime göre, O’nun hakkındaki bu görüş, yanlış ve yanıltıcıdır, itiraf edelim ki elimizde, modern çağlarda diktatörlerle ilgili yetkili bir tanımlama da yoktur. Bununla beraber, bu sıfatın Hitler veya Mussolini için kullanılmasına itiraz edecek, sanırım kimse bulunamaz. O halde, Atatürk’ün neden aynı kategoriye ait olmadığını sorabilirsiniz. Bunun birçok nedeni var. Bu nedenlerin başlıcası, kendisinin yokluğu halinde de işleyecek bir mekanizmayı bilinçli olarak kurmasıdır. Bunu, kendisinden sonra da yaşayacak sistemli bir hükümet ve yönetim yaratmaya ve görüşleri ile uyumluluk sağlamaktan çok, doktrinlerini öğretmeye çalışarak gerçekleştirmek istiyordu... İhtilâller çocuk oyuncağı değildir. İlk günlerde, yeni anayasa yapılmadan ve bunun kuruluşları normal işleyişlerine kavuşmadan önce Atatürk, birçok konuda, kuşkusuz kendi inisiyatifi ile hareketlerde bulunmak durumunda idi. Bundan başka, yasal formlarla iş görmek bakımından da güçlükler içinde bulunuyordu... Genellikle sanıldığı gibi, herkese her şey için emirler vermekten çok, sürekli olarak, bütün bakanlıkların kendi sorumluluklarını başarmalarına çalışıyordu... Daha 1923 yılı gibi çok önceden, Atatürk, on yıl içinde bir millî ekonomi sisteminin kurulamaması halinde, Millî Mücadele’de gerçekleştirilen bütün başarı ve fedakârlıkların hiçbir işe yaramayacağını milletine cesaretle söylemişti... Atatürk’ün dış politikasında diktatörlük kokusunu verecek ne vardı? Hiçbir şey!”47 SONUÇ Atatürk, çağımızın yetiştirmiş olduğu en büyük devlet adamlarından biridir. İleri görüşlü, gerektiğinde süratli ve kesin, gerektiğinde yapacağı işi günlerce, bazen aylarca inceden inceye düşünerek fikren hazırlayan, ama her iki durumda da daima en isabetli kararı ve çözüm yolunu bulan bir liderdi. Onun kararları plâna ve hesaba dayanır, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayarak 19 ihtiyatlı hareket ederdi. Bir defa karar verdi mi, onu hiçbir güçlük yolundan çeviremezdi. Yaptığı her işte, onun azim ve karakteri açıkça okunurdu. Atatürk çalışkan ve zeki idi. Fikir alışverişine ve istişareye önem verirdi. Atatürk ülkesi ve milleti için daima büyük idealler peşinde koşan bir dava adamı idi. Atatürk’ün büyük devlet adamlığı vasfı, yerli ve yabancı birçok bilim, fikir ve devlet adamı tarafından kabul edilmiş bir gerçektir. Atatürk’ün büyük devlet adamlığı vasıflarından bazılarını ele alıp ortaya koymayı amaçlayan bu makalemizi, ülkemizde çok iyi tanınan ve bilinen Lord Kinross’un bir değerlendirmesiyle bitirmek istiyoruz. Lord Kinross, Atatürk : The Rebirth of a Nation (Atatürk : Bir Milletin Yeniden Doğuşu) isimli eserinde Atatürk hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır : “... Kemal Atatürk’ün çağımızın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olduğu hakkında en ufak bir kuşkum yoktur. Benim ülkemin en büyük adamlarından biri olan Winston Churchill, “Atatürk’ü I. Dünya Savaşı ve sonrasının en büyük dört-beş simasından biri olarak” anlatır. Churchill, O’ndan “Türk Milletinin önderi, büyük bir asker olarak Savaşçı Prens” diye söz etmişti. Gerçek de budur. Atatürk her şeyden önce, büyük bir askerdi; fakat zamanla, büyük bir devlet adamı oldu. Tarihin bize anlattığı pek çok büyük askerler ve büyük devlet adamlarının yanında, bu iki özelliği kendinde toplayan pek az kişi vardır ve Atatürk, bu seyrek görülür kişilerdendir. O, büyük bir asker-devlet adamıdır. Atatürk, bir taraftan savaş adamı, öte yandan da barış adamıdır. İçindeki büyük askerî dehâ, milletini çökmekten kurtarmış ve yine içindeki devlet adamı özelliği, hayatına ışık saçtığı milletinin yeniden doğuşunu sağlamıştır. Bu büyük başarı, insanlarda az rastlanan yetenek birleşimlerinin eseridir.48 NOT: Bu konferans, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Haftası çerçevesinde Selçuk Üniversitesi’nde verilmiştir. 1 H. A. Simon, D. W. Smithburg, V. A. Thompson, Kamu Yönetimi, (Çev. C. Mıhçıoğlu), Ankara, 1975, s. 93. 2 Bk. Meydan Larousse, Karizma maddesi. 3 İsmet İnönü, “Devlet Kurucusu Atatürk”, Atatürk Konferansları-III, 1969, Ankara 1970, s. 1. 4 Dankwart A. Rustow, “Devlet Kurucusu Olarak Atatürk”, Abadan’a Armağan, Ankara 1969, s. 574. 5 Taner Timur, Türk Devrimi, Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli, Ankara 1968, s. 94. 6 Kılıç Ali. Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955, s. 31. 7 S. Omurtak, H. A. Yücel, t. Sungu, E. Z. Karal, F. R. Unat, E. Sökmen, U. İğdemir, Atatürk, İstanbul 1970, s. 157. 8 Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, İstanbul 1958, s. 508. 9 Thomas A. Vaidis, Kemal Atatürk, Yeni Türkiye’nin Kurucusu, (Çev. Ahmet Angın), İstanbul 1967, s. 12. 10 A. Afetinan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul 1971, s. 114. 11 “Eski Umumî Kâtip Tevfik Bıyıklıoğlu’ndan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, İstanbul 1955, s. 90-91. 20 12 Birinci Cihan Savaşı’nda, birçok hallerde kurulan ve bir tümenden fazla olan kuvvete “grup” adı verilmiştir. Çanakkale’de gruplarımızın kuruluşlarında, iki tümenden altı tümene kadar birlikler vardı. 13 Fahri Belen, Atatürk’ün Askeri Kişiliği, İstanbul 1963, s. 37. 14 Paraşkev Paruşev, Atatürk. (Çev. Naime Yılmaer), İstanbul 1981, s. 305. 15 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 10. 16 “Eski Umumî Kâtip Tevfik Bıyıklıoğlu’ndan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 91. 17 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 7-8. 18 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 8. 19 “Cevat Abbas Gürer’den Bazı Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 58-59. 20 “Cevat Abbas Gürer’den Bazı Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 59. 21 Atatürkçülük, Birinci Kitap, Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Ankara 1982, s. 110. 22 Atatürkçülük, a.g.e., s. 110. 23 Atatürkçülük, a.g.e., s. 71. 24 Atatürkçülük, a.g.e., s. 71. 25 Hamza Eroğlu, Atatürk’ün Üstün Kişiliği, Ankara, baskı tarihi yok, s. 75. 26 Kılıç Ali. a.g.e., s. 32-33. 27 Afet inan, “Atatürk’ün Bazı Özellikleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. I., Sayı: 1, Kasım 1984. 28 “Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın Zengin Hatıralarından Bir Kaçı...”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 32-33. 29 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara 1956, s. 151. 30 Afet İnan, “Atatürk’ün Bazı Özellikleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. I., Sayı : 1, Kasım 1984, s. 9899. 31 “Rahmetli M. Kemal Öke’den Bir Kaç Hatıra”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 104-105. 32 Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul 1955, s. 105-106. 33 Celal Bayar, a.g.e., s. 67. 34 Atatürkçülük, a.g.e., s. 63. 35 Atatürkçülük, a.g.e., s. 17. 36 Atatürkçülük, a.g.e., s. 69. 37 “Atatürk Otuz Beş Senelik Arkadaşımdı”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 56. 38 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 9. 21 39 Atatürkçülük, a.g.e., s. 68. 40 Atatürkçülük, a.g.e., s. 78. 41 Atatürkçülük, a.g.e., s. 68. 42 Atatürkçülük, a.g.e., s. 121. 43 Paruşev, a.g.e., s. 304-305. 44 “Eski Umumî Kâtip Tevfık Bıyıklıoğlu’ndan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 88. 45 Celal Bayar, a.g.e., s. 81. 46 Kılıç Ali, a.g.e., s. 115. 47 Cemal Enginsoy, “İngiliz Kaynaklarına göre Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: VII, Sayı: 19, Kasım 1990, s. 84-85. 48 Cemal Enginsoy, a.g.m., s. 89. Prof. Dr. Süleyman Arslan * * Atatürk Araştırma Merkezi Yürütme Kurulu Eski Üyesi Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 36, Cilt: XII, Kasım 1996 22 ATATÜRK ve DIŞ POLİTİKA Atatürk, bir çok konularda olduğu gibi, izlemiş olduğu dış politikada da örnek bir davranış biçimi göstermiştir. Millî Mücadele sırasında savaşı diplomasi ile birlikte yürüterek ülkeye ve halka en az zarar vererek hedeflerine ulaşmaya çalışmıştır. Millî Mücadeleyi izleyen yıllarda ise içeride ve dışarıda izlediği akılcı politikasıyla, ülkede ve dünyada bansın kurulmasına ve sürdürülmesine özel bir özen göstermiş ve bu yolda büyük basanlar elde etmiştir. Millî Mücadele dönemi, doğası gereği, barış dönemine göre kimi özellikler göstermekteydi. Burada amaç, yeni ulusal sınırların tespiti, bu sınırlar içinde “tam bağımsız” bir devletin kurulması ve yeni dünyaya kabul ettirilmesiydi. Bu yapılırken, Mustafa Kemal’in özenle üzerinde durduğu husus, ulaşılmak istenen bu hedeflere en az zararla varılabilmesini sağlamaktı. Millî Mücadele sonrası dönemin dış politikadaki ana teması ise bansın korunmasıydı. İç barışı sağlayacak önlemlere ancak dış bansın sürdürülmesiyle ulaşılabilecekti. Bu hususu böylece belirttikten sonra, şimdi aşağıda Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadele sırasında ve ondan sonraki dönemde izlediği dış politikanın amaç ve ilkeleri üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak durmaya çalışalım. Mustafa Kemal’in önemli bir özelliği, ne istediğini ve nerede duracağını bilmesi idi. Bu vasıflar, özellikle Millî Mücadele sırasında önem taşıyordu. Mustafa Kemal “millî” bir devlet kurmak istiyordu. Osmanlı Devleti, çok milletli bir imparatorluktu. Ondokuzuncu yüzyılda başlayarak, yirminci yüzyılda devam eden bir süreç sonunda dünyadaki tüm imparatorluklar parçalanmaya başlamışlar, bunların yerine ulusal devletler kurulmuştu. Gerçekten, Ondokuzuncu yüzyılın en önemli özelliklerinden birisi, milliyetçilik akımının giderek yaygınlaşması ve İmparatorlukların dağılarak ulusal devletlerin kurulmasıydı. Bu süreç bugüne değin devam etmiş, İmparatorlukların en sonuncusu olan “Sovyet İmparatorluğu” bile tüm direnmelere rağmen dağılmaktan kurtulamamıştır. Bunu görmek ve kabullenmek kolay değildi. Ama, bundan da zor olanı bunu tüm çevreye kabul ettirmekti. Nitekim, yakın çevre ile mücadele etmek, işgalcilerle mücadele etmekten daha zor olmuştur. Birçok kimse için kutsal toprakları ya da “Turan”ı kurtarmak, Türk unsurunun büyük çoğunlukta bulunduğu özvatanı kurtarmaktan daha önemli idi. Bu yüzden Misak-ı Millî’de dahi Türk unsurundan söz edilmeden, “Osmanlı-İslâm” çoğunluğun bulunduğu yerde yeni bir devletin kurulmasından bahsedilmiştir. Mustafa Kemal Millî Mücadeleye böylesine gerçekçi bir yaklaşımla girişmiştir. Mustafa Kemal yerine başkası olsaydı, zamanın koşulları içinde maceracı olmak, İmparatorluğun eski ve kaybedilmiş toprakları peşinde koşmak işten bile değildi. Millî Mücadele sırasında izlenen dış politikanın başka bir gerçekçi yönü de, düşmanlarımızın düşmanlarıyla işbirliği yapmak ve düşmanlarımızı savaşa varmayan yollardan, diplomatik yöntemlerle bertaraf etmeye çalışmaktı. Mustafa Kemal, kendisinden çok farklı bir dünya görüşü ve devlet anlayışına sahip bir kimseye, zamanın Sovyet önderi Lenin’e, ortak düşmana karşı işbirliği önerisinde bulunmuş ve bu konuda başarıya ulaşmıştı. Böyle bir öneride bulunabilmek ancak dünya koşullarının çok iyi bilinmesi halinde mümkün olabilirdi. Aynı biçimde, Mustafa Kemal milli bir devlet kurma hedefini olanak ölçüsünde kan dökülmeden, diplomasi yollarını kullanarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Millî Mücadele hareketinin daha başlarında Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ve Osmanlı Devleti’ni parçalayan ülkelerle, Türk ülkesini terk etmelerini sağlayacak başarılı görüşmeler yapmıştı. Millî Mücadele sırasında 23 sadece Yunanlılarla savaşılması, diğer işgalcilerin büyük ölçüde savaşılmadan bertaraf edilmesi bu sayede mümkün olabilmiştir. Mustafa Kemal’in diplomasi alanında gösterdiği basan Lozan Antlaşması ile yeni bir boyut kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğranılmasına rağmen, Lozan’da eşitler arasında bir barış yapılmıştı. Bunun en açık belirtilerinden biri, öteki mağlup devletlerle yapılan banş anlaşmalarına Milletler Cemiyeti Misakı’nın metni ilk yirmialtı madde olarak konulduğu halde, Lozan Anlaşması’na Misak metni konulmamıştır. Milletler Cemiyeti Örgütü, hiç olmazsa başlangıçta, mağluplara kabul ettirilen barış koşullarının, yani statükonun korunması için bir mekanizma olarak düşünülmüştü. Türkiye’ye “empoze edilen” bir barış söz konusu olmadığından, Misak metninin Lozan Barış Anlaşması’na konulması gereği kalmamıştı. Lozan Barış Anlaşması’ndan 1938 yılında Atatürk’ün ölümüne değin geçen süre içinde izlenen dış politikada temel amaç, önce yeni Türk devletinin dışarıda tanınmasını sağlamak, sonra da eski düşman devletlerle Lozan’dan arta kalan sorunları halletmek ve bunlarla normal ilişkiler kurmak idi. Yeni Türk devletinin eski düşman devletler tarafından kabul edilmesi ve tanınması kolay olmamıştı. Bu devletler Türkiye’ye karşı eski tutumlarını sürdürmekte ısrarlı olmuşlardı. O kadar ki, bir çokları imparatorluk döneminde İstanbul’da bulunan elçiliklerini, devletin yeni başkentine, Ankara’ya taşımak dahi istememişlerdi. Eski Osmanlı borçlarının ödenmesi, ahalî mübadelesi ve Musul meselesi halledilmesi önemli sorunlar ortaya çıkarmıştı. Özellikle Musul meselesi, yeni devletin iç işlerine karışmak için bir vesile sayılmaya çalışılmıştı. Nihayet, 1926 yılında, İngiltere’nin etkisi altında bulunan Milletler Cemiyeti, Osmanlı devletinin bu eski yöresinin, İngiltere’nin mandası altındaki Irak’a bırakılmasına hükmetmiştir.1930 yılına gelindiğinde Türkiye, Lozan’dan arta kalan tüm sorunlarını halletmiş ve hemen tüm ülkelerle normal, hatta dostane ilişkiler içine girmiş bulunuyordu. 1928 yılında imzalanan Kellog-Briand Paktı’na taraf olmuş, 1930 yılında aktedilen Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ve tasdik etmişti. Savaşları uluslararası ilişkilerin bir aracı olmaktan çıkaran birinci sözleşme, yeni Türkiye Devletinin taraf olduğu ilk uluslararası çok-taraflı sözleşme idi. Devletlerin hukuki nitelikteki uluslararası sorunlarının yargı yoluyla çözülmesini öngören ikincisi ise, hala yürürlükte bulunan, kendi türündeki en önemli sözleşmelerden birini oluşturmaktadır. Yine 1930 yılında Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyaret etmesi ile başlayan Türk-Yunan diyalogu ise, Millî Mücadelemiz sırasındaki en büyük düşmanımızla hiç bir önemli sorunumuz kalmadığını, artık komşularımız ve Batı dünyası ile normal, hatta dostane ilişkiler içine girebileceğimizin açık bir ifadesi oluyordu. 1930’lu yıllar, Avrupa sahnesinde savaş rüzgarlarının yeniden esmeye başladığı zamana rastlamaktadır. İçeride büyük ve köklü inkılâp atılımlarına girişmiş bulunan Türkiye, bunu gerçekleştirmek için dışarıdaki bu gelişmeleri yakından izlemeyi ihmal etmemiştir. İzlemekte olduğu barışçı ve irredanist olmayan politika, Balkanlarda ve Orta Doğu’da, eski Osmanlı ülkeleri üzerinde kurulmuş olan yeni bağımsız devletlerle iyi ilişkiler kurmasını kolaylaştırmıştı. 1934 yılında Balkan devletleri, 1937 yılında da Orta Doğu devletleriyle imzaladığı Balkan ve Sadabad Paktları, bir yandan bu devletlere karşı izlenen barışçı dış politikayı kanıtlarken, öte yanda Avrupa’daki yeni oluşumlara karşı bölgeyi korumak için birer kalkan görevi görmeyi amaçlıyordu. Atatürk Türkiye’sinin izlediği bu “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası, ülkeyi İkinci Cihan Savaşı dışında tutan düşüncenin de esasını oluşturmuştu. Atatürk 1938 yılında öldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti tüm dünyada saygınlığı olan, modern bir devlet konumundaydı. Prof. Dr. Mehmet Gönlübol Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992 24 ATATÜRK ve DIŞ POLİTİKA Atatürk, bir çok konularda olduğu gibi, izlemiş olduğu dış politikada da örnek bir davranış biçimi göstermiştir. Millî Mücadele sırasında savaşı diplomasi ile birlikte yürüterek ülkeye ve halka en az zarar vererek hedeflerine ulaşmaya çalışmıştır. Millî Mücadeleyi izleyen yıllarda ise içeride ve dışarıda izlediği akılcı politikasıyla, ülkede ve dünyada bansın kurulmasına ve sürdürülmesine özel bir özen göstermiş ve bu yolda büyük basanlar elde etmiştir. Millî Mücadele dönemi, doğası gereği, barış dönemine göre kimi özellikler göstermekteydi. Burada amaç, yeni ulusal sınırların tespiti, bu sınırlar içinde “tam bağımsız” bir devletin kurulması ve yeni dünyaya kabul ettirilmesiydi. Bu yapılırken, Mustafa Kemal’in özenle üzerinde durduğu husus, ulaşılmak istenen bu hedeflere en az zararla varılabilmesini sağlamaktı. Millî Mücadele sonrası dönemin dış politikadaki ana teması ise bansın korunmasıydı. İç barışı sağlayacak önlemlere ancak dış bansın sürdürülmesiyle ulaşılabilecekti. Bu hususu böylece belirttikten sonra, şimdi aşağıda Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadele sırasında ve ondan sonraki dönemde izlediği dış politikanın amaç ve ilkeleri üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak durmaya çalışalım. Mustafa Kemal’in önemli bir özelliği, ne istediğini ve nerede duracağını bilmesi idi. Bu vasıflar, özellikle Millî Mücadele sırasında önem taşıyordu. Mustafa Kemal “millî” bir devlet kurmak istiyordu. Osmanlı Devleti, çok milletli bir imparatorluktu. Ondokuzuncu yüzyılda başlayarak, yirminci yüzyılda devam eden bir süreç sonunda dünyadaki tüm imparatorluklar parçalanmaya başlamışlar, bunların yerine ulusal devletler kurulmuştu. Gerçekten, Ondokuzuncu yüzyılın en önemli özelliklerinden birisi, milliyetçilik akımının giderek yaygınlaşması ve İmparatorlukların dağılarak ulusal devletlerin kurulmasıydı. Bu süreç bugüne değin devam etmiş, İmparatorlukların en sonuncusu olan “Sovyet İmparatorluğu” bile tüm direnmelere rağmen dağılmaktan kurtulamamıştır. Bunu görmek ve kabullenmek kolay değildi. Ama, bundan da zor olanı bunu tüm çevreye kabul ettirmekti. Nitekim, yakın çevre ile mücadele etmek, işgalcilerle mücadele etmekten daha zor olmuştur. Birçok kimse için kutsal toprakları ya da “Turan”ı kurtarmak, Türk unsurunun büyük çoğunlukta bulunduğu özvatanı kurtarmaktan daha önemli idi. Bu yüzden Misak-ı Millî’de dahi Türk unsurundan söz edilmeden, “Osmanlı-İslâm” çoğunluğun bulunduğu yerde yeni bir devletin kurulmasından bahsedilmiştir. 25 Mustafa Kemal Millî Mücadeleye böylesine gerçekçi bir yaklaşımla girişmiştir. Mustafa Kemal yerine başkası olsaydı, zamanın koşulları içinde maceracı olmak, İmparatorluğun eski ve kaybedilmiş toprakları peşinde koşmak işten bile değildi. Millî Mücadele sırasında izlenen dış politikanın başka bir gerçekçi yönü de, düşmanlarımızın düşmanlarıyla işbirliği yapmak ve düşmanlarımızı savaşa varmayan yollardan, diplomatik yöntemlerle bertaraf etmeye çalışmaktı. Mustafa Kemal, kendisinden çok farklı bir dünya görüşü ve devlet anlayışına sahip bir kimseye, zamanın Sovyet önderi Lenin’e, ortak düşmana karşı işbirliği önerisinde bulunmuş ve bu konuda başarıya ulaşmıştı. Böyle bir öneride bulunabilmek ancak dünya koşullarının çok iyi bilinmesi halinde mümkün olabilirdi. Aynı biçimde, Mustafa Kemal milli bir devlet kurma hedefini olanak ölçüsünde kan dökülmeden, diplomasi yollarını kullanarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Millî Mücadele hareketinin daha başlarında Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ve Osmanlı Devleti’ni parçalayan ülkelerle, Türk ülkesini terk etmelerini sağlayacak başarılı görüşmeler yapmıştı. Millî Mücadele sırasında sadece Yunanlılarla savaşılması, diğer işgalcilerin büyük ölçüde savaşılmadan bertaraf edilmesi bu sayede mümkün olabilmiştir. Mustafa Kemal’in diplomasi alanında gösterdiği basan Lozan Antlaşması ile yeni bir boyut kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğranılmasına rağmen, Lozan’da eşitler arasında bir barış yapılmıştı. Bunun en açık belirtilerinden biri, öteki mağlup devletlerle yapılan banş anlaşmalarına Milletler Cemiyeti Misakı’nın metni ilk yirmialtı madde olarak konulduğu halde, Lozan Anlaşması’na Misak metni konulmamıştır. Milletler Cemiyeti Örgütü, hiç olmazsa başlangıçta, mağluplara kabul ettirilen barış koşullarının, yani statükonun korunması için bir mekanizma olarak düşünülmüştü. Türkiye’ye “empoze edilen” bir barış söz konusu olmadığından, Misak metninin Lozan Barış Anlaşması’na konulması gereği kalmamıştı. Lozan Barış Anlaşması’ndan 1938 yılında Atatürk’ün ölümüne değin geçen süre içinde izlenen dış politikada temel amaç, önce yeni Türk devletinin dışarıda tanınmasını sağlamak, sonra da eski düşman devletlerle Lozan’dan arta kalan sorunları halletmek ve bunlarla normal ilişkiler kurmak idi. Yeni Türk devletinin eski düşman devletler tarafından kabul edilmesi ve tanınması kolay olmamıştı. Bu devletler Türkiye’ye karşı eski tutumlarını sürdürmekte ısrarlı olmuşlardı. O kadar ki, bir çokları imparatorluk döneminde İstanbul’da bulunan elçiliklerini, devletin yeni başkentine, Ankara’ya taşımak dahi istememişlerdi. Eski Osmanlı borçlarının ödenmesi, ahalî mübadelesi ve Musul meselesi halledilmesi önemli sorunlar ortaya çıkarmıştı. Özellikle Musul meselesi, yeni devletin iç işlerine karışmak için bir vesile sayılmaya çalışılmıştı. Nihayet, 1926 yılında, İngiltere’nin etkisi altında bulunan Milletler Cemiyeti, Osmanlı devletinin bu eski yöresinin, İngiltere’nin mandası altındaki Irak’a bırakılmasına hükmetmiştir.1930 yılına gelindiğinde Türkiye, Lozan’dan arta kalan tüm sorunlarını halletmiş ve hemen tüm ülkelerle normal, hatta dostane ilişkiler içine girmiş bulunuyordu. 1928 yılında imzalanan Kellog-Briand Paktı’na taraf olmuş, 1930 yılında aktedilen Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ve tasdik etmişti. Savaşları uluslararası ilişkilerin bir aracı olmaktan çıkaran birinci sözleşme, yeni Türkiye Devletinin taraf olduğu ilk uluslararası çok-taraflı sözleşme idi. Devletlerin hukuki nitelikteki uluslararası sorunlarının yargı yoluyla çözülmesini öngören ikincisi ise, hala yürürlükte bulunan, kendi türündeki en önemli sözleşmelerden birini oluşturmaktadır. Yine 1930 yılında Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyaret etmesi ile başlayan Türk-Yunan diyalogu ise, Millî Mücadelemiz sırasındaki en büyük düşmanımızla hiç bir önemli sorunumuz kalmadığını, artık komşularımız ve Batı dünyası ile normal, hatta dostane ilişkiler içine girebileceğimizin açık bir ifadesi oluyordu. 1930’lu yıllar, Avrupa sahnesinde savaş rüzgarlarının yeniden esmeye başladığı zamana rastlamaktadır. İçeride büyük ve köklü inkılâp atılımlarına girişmiş bulunan Türkiye, bunu 26 gerçekleştirmek için dışarıdaki bu gelişmeleri yakından izlemeyi ihmal etmemiştir. İzlemekte olduğu barışçı ve irredanist olmayan politika, Balkanlarda ve Orta Doğu’da, eski Osmanlı ülkeleri üzerinde kurulmuş olan yeni bağımsız devletlerle iyi ilişkiler kurmasını kolaylaştırmıştı. 1934 yılında Balkan devletleri, 1937 yılında da Orta Doğu devletleriyle imzaladığı Balkan ve Sadabad Paktları, bir yandan bu devletlere karşı izlenen barışçı dış politikayı kanıtlarken, öte yanda Avrupa’daki yeni oluşumlara karşı bölgeyi korumak için birer kalkan görevi görmeyi amaçlıyordu. Atatürk Türkiye’sinin izlediği bu “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası, ülkeyi İkinci Cihan Savaşı dışında tutan düşüncenin de esasını oluşturmuştu. Atatürk 1938 yılında öldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti tüm dünyada saygınlığı olan, modern bir devlet konumundaydı. Prof. Dr. Mehmet Gönlübol Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992 ATATÜRK ve TÜRK MİLLETİNİN SAĞDUYUSU ÖZET Türk milleti, Türk tarihinin en zor döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde büyük bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Bu dönüşüm esnasında Mustafa Kemal Atatürk’ün tek dayanağı kendisinin de bir mensubu olduğu Türk halkı olmuştur. Bu dönüşümün başlangıcında emperyalist güçler hem şaşırmışlar hem de çılgın bir hareket olarak düşünmüşlerdir. Ancak, Atatürk Türk Milleti’nden Türk Milleti de Atatürk’ten güç alarak zor ve çileli bir savaşa girişmişler, inandıkları zafere ulaşmışlardır. Bu makalede Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirirken halkına nasıl güvendiği, yine halkına dayanarak zafere nasıl ulaştığı anlatılmaktadır. Anahtar Kelimeler 27 Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti, Türk Tarihi, Anadolu, Türk Kurtuluş Savaşı, Mehmetçik. ABSTRACT The Turkish Nation has realized the great changing in the most diffıcult period of Turkish History under the leader of Mustafa Kemal Atatürk, in this transformation period, the unique base of Mustafa Kemal Atatürk was the Turkish People. At the beginning of this transformation, the emperialistic powers were very surprized and also considered it as a madly action. However, Atatürk and the Tukish Nation had strengthened each other and attained the victory which they had believed. in this article, it is mentioned that the belief of Mustafa Kemal Atatürk in realizing of the National Independence War to his nation and again to attain the victory. Key Words Mustafa Kemal Atatürk, Turkish Nation, Turkish History, Anatolia, National Independence War, Mehmeds (Turkish Common Soldier). Türk Milleti, Türk tarihinin en zor, karanlık ve ümitsiz bir döneminde, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, Türk Devrimi gibi bir mucizeyi gerçekleştirebilmiştir. Bu büyük tarihsel olayda, Mustafa Kemal Atatürk’ün tek dayanağı, Türk Milleti’nin sağduyusu olmuştur. Artık Türk Milleti’nin varlığının sona ermek üzere olduğunu, Avrupa’dan sürülüp Asya bozkırlarına göndermeyi düşünen emperyalist güçler, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk Milleti’nin direniş ve şahlanış mücadelesini gördüklerinde, hem şaşırmış hem de bunun bir çılgınlık olduğunu düşünmüşlerdi. Milli Mücadele’nin örgütlenme safhası hızla devam ederken ve Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde, milleti ilgilendiren tarihi kararlar alınırken bile, batılılar uzun süre, bu hareketin başarılı olacağına inanmamışlardı. İngiliz gazeteleri, Ankara’dan gelen direniş haberleri üzerine; “Ankara bataklığının ortasında kurbağa sesleri duyulmaya başlamıştır!” diye yorumlar yaparlarken, Erzurum Kongresi sırasında Mustafa Kemal Paşa ile görüşen General Harbourd; girişilen direniş hareketinin imkansız olduğunu anlatmak için; “Zaman zaman insanların intiharına şahit olduk; şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız?” Diye soruyordu. Bunlara karşın, Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti’nin er ya da, geç de olsa, esaret zincirlerini kıracağını, kurtuluşu mutlaka sağlayıp, zafere ve özgürlüğe ulaşacağını biliyordu. Çünkü Türk Milleti’nin en aşağı yedi bin yıllık tarihi içerisinde bir gün dahi olsa özgürlüğünü yitirmemiş olduğunu görmüştü. Böyle bir milletin özgürlüğü olmadan bağımlı bir şekilde asla yaşamayacağını biliyordu.. Atatürk; “Halbuki Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir” diyerek1, millet adına karar verirken, Türk Milleti’nin tarihten gelen özgürlük ve bağımsızlık aşkının, her türlü baskıyı kırıp parçalayacağını çok iyi biliyordu. Türk Milleti’nin sağduyusu mutlaka harekete geçecek, kendisini itaate, mistik ve kaderci bir yaşama iten geleneksel ve dinsel dayatmaları parçalayacak, doğru yolu bulacaktı. Atatürk, Osmanlı Saltanatına ve Hilafete bağlılığı sürdürmenin artık mümkün olmadığını düşünüyordu. Ona göre, Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, Türk Milleti’ne karşı büyük bir kötülük olurdu. Artık vatan ve milletle hiç bir vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklal ve haysiyetinin koruyucusu mevkiinde bulundurulmasına göz yumulamazdı2. 28 Atatürk, en ünlü eseri Nutuk’ta, bir milletin yaşamasının ve mutluluğunun ancak, gayelerinde ve gayelerinin gerçekleştirilmesinde tam bir birlik halinde bulunmasına bağlı olduğunu söylemektedir. Tarihin ancak devletlerin yıkılış ve çöküş gibi bunalımlı zamanlarında kaydettiği çok önemli ve tehlikeli anları yaşayan Türk Milleti’ne olan sonsuz güvenini vurgulamaktadır3. Atatürk şöyle devam etmektedir: “Böyle anlarda, talih ve kaderini doğrudan doğruya kendi eline almakta gaflet gösteren milletlerin, gelecekleri karanlık ve felaketlerle doludur”4. O, Türk Milleti’nin sağduyusunun çok güçlü olduğuna o kadar inanıyordu ki, Türk Milleti, tarihten gelen bu faziletli karakteri sayesinde, gerçeği görüp ona göre hareket edecekti. Sağduyu, akla uygun yargılar verme yeteneği, aklı selim, hissiselim; doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücü olarak tanımlanmaktadır. Atatürk’ün, söz, eylem ve kararlarından hareket ettiğimiz zaman, Türk Milleti’nin tarihin bu karanlık döneminde akla uygun kararlar verdiğini, aklı selim davrandığını ve doğru ile yanlışı ayırabilip, olayları doğru yargılayabilme yeteneğini gösterdiğine inandığını görmekteyiz. Atatürk’ün bu tespitinin son derece doğru olduğuna tarih tanıklık etmektedir. Çünkü Türk Milleti’nin bu özellikleri tarihindeki her zor dönemde ortaya çıkmıştır. Türk Milleti fıtri zekası ve sağduyusu sayesinde, tarihin bu karışık döneminde doğru yolu bulup, başarıya ulaşmasını bilmişti. Bu kavrayış sonucuydu ki, kurtuluş ümidi vaadeden her samimi işarete koşmaktaydı. Oysa, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşanın yanında yer alanlar bile Sultan ve Halife’nin, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve peygamberin vekili olduğuna inanıyorlardı. Pek çok aydın, padişaha ve halifeye karşı gelmeyi, sanki Tanrı’ya karşı gelmekmiş gibi görüyor ve yorumluyordu. O kuşağın en aydın isimlerinden Rauf Bey bile, kendi damarlarında dolaşan kanda hala padişahın nimetinin zerreleri olduğunu ileri sürerek, karşı gelemeyeceğini söylemekteydi. Bu düşüncede olanların sayısı da oldukça çoktu. Oysa, bu yanlış düşünceyi Türk Milleti sağduyusu sayesinde bir anda yırtıp parçalamasını bildi. Çünkü Millet, tarihsel ve dinsel geleneklerinden hareket ederek, padişah ve halifeye sadakatin gerekli olduğunu düşünüyordu. O anlayışa göre, sultana ve halifeye karşı gelmek en büyük günah olarak algılanıyordu. Padişaha ve halifeye isyan etmek, geleneksel ve dinsel bakış açılarına göre imkansız gibi bir şeydi. Ancak buna karşın, yine de düşman istilasından Türk Milleti’ni ve vatanının kurtarmanın tek yolunun Mustafa Kemal’in yolundan yürümek olduğunu idrak ediyor, başka bir kurtuluş yolu olmadığını görüyordu. İşte bu tarihi anda, bu kritik dönemde Türk Milleti’ni padişahın ve halifenin gittiği yoldan ayırarak, aklıselim yoluna yönelten irade, onun çelik gibi güçlü sağduyusuydu. Türk Milleti, kendisine hizmet edenlere, bağımsızlığı uğruna çaba gösterenlere, tarihinden gelen asaletle kadirşinaslık gösteriyor, tarihi ve dinsel bağlılıklarını bir çırpıda bir köşeye atarak, ulusal bağımsızlık ve aklıselim yolunda yürüyordu. Millet kurtuluş için başka çare olmadığını görmüş, bu durum onun sağduyusunun en güzel örneklerinden birisini oluşturmuştur. Ancak, bir toplumun, yüzyılların uyuşturucu yönetim ve terbiyesinin etkisinden bir günde, bir yılda kurtulup, bir anda serbest kalabileceğini düşünmek ve kabul etmek doğru değildi5. Bunun için zamana ihtiyaç vardı. Türk Milleti yenilikleri kavrayabilecek iradeye ve bilince sahipti; ama yüzyıllardır ihmal edilen bu halkı eğitmek, ona gerçekleri anlatmak gerekiyordu. Atatürk’ün bu konuda ne kadar tutarlı bir düşünce içinde olduğunu Kurtuluş Savaşı sırasında Türk Milleti’nin ortaya koyduğu tutumda açık biçimde görmekteyiz. Osmanlı Devleti’nde Türklük bilinci geri planda kalmış olmasına karşın, Türk Milleti’nin kendi milli bünyesinde bu kimlik yine de muhafaza edilmişti. Siyasî alanda Türklük duygusu, Osmanlı yöneticilerinin pek değer verdiği bir konu değildi. Üstelik, o toplum yapısında kulluk ve tebalık söz konusuydu. 29 Kendisini yeryüzünde Allah’ın gölgesi olarak gören padişah, kendisini herşeyin ve herkesin sahibi olarak görmekteydi. Bu durum, yüzyılların gevşetici zihniyeti nedeniyle, toplum kesimlerince de doğal bir durum olarak algılanıyordu. İmparatorluğun son yüzyılında, bir takım düşünce ve siyaset akımları önemli dalgalanmalar meydana getirmişti. Bu dalgalanmalar imparatorluğun bünyesini zorluyor; kendine özgü birlik havasını parçalıyordu. Türk olmayan unsurlar, birer birer kendi bağımsız devletlerini kurma yolunda gayret göstermekteydiler. Buna karşın Türkler, padişaha ve halifeye karşı, son ana dek bağlılıkta ve saygıda kusur etmemişlerdi. Oysa Türk Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan olaylar, bu durumu tersine çevirdi. Çünkü bu dönemin siyasi yapısı içinde, geçmiş dönemlerde işlenmiş bir kavram olarak Türklük duygusu büyük bir değer ifade etmeye başlamıştı. En azından “Türk” ve “Türklük” kelimesi bir takım düşünce adamlarının literatürüne girmişti. Üstelik bu unsur, imparatorluğun dağılan bünyesi içinde bir merkez ya da çekirdek olma kimliğini elde etmişti. Bu gerçekler ortasında, Türkler’e ve Türklük kavramına dayanamadan yapılan siyasetlerin hiç bir bir anlamı olamazdı. Türklük unsuru, sonradan gelişen Milli Hareket’in temel taşı olduğuna göre, elbette bu milletin milli değerleri, kendine özgü milli psikolojisi ve sosyolojik özellikleri ön plana çıkacak ve siyasetin ve eylemin belirlenmesinde gerekli rolü oynayacaktı. Bu rolün karakterini ise, milletin sağduyusu ve sezgileri oluşturacaktı. Buna rağmen, bu durum tek yönlü olarak ele alınacak bir konu değildi. Türk Milleti’nin sağduyusu kadar, Türk Devrimi’nin düşüncede ve eylemde mimarı olan önderin, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün de Türk Milleti’ni nasıl değerlendirdiği önem kazanmaktaydı. Nitekim Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı boyunca dayanabileceği tek gücün millet iradesi olduğunu anlamıştı. O’nun padişahtan ve halifeden bir şey beklediği yoktu. Padişah ve halife, ülkenin menfaatlerinden çok, kendi tacını ve tahtını korumanın hayali içindeydi. Bu nedenle Atatürk, Samsun’a çıkışının üçüncü gününde, “Millet Türklük duygusunu ve hakimiyet esasını hedef almıştır” demekteydi6. Bu ifade, O’nun millete olan güvenini dile getiriyordu. Bu nedenledir ki, “Ya İstiklal ya Ölüm!” diye dünya ve tarih önünde Haykırıyordu. Bir önder, milleti adına ölüm kararını, o milletin gözünü kırpmadan bu karara uyacağından emin olursa ancak böyle bir karar verebilir. Ama Mustafa Kemal Paşa, milletinden kendi vicdanı gibi emindi. Çünkü savaş cephelerinde tanıdığı Mehmetçik’in vatan uğruna gözünü kırpmadan ölüme gittiğine yakından tanık olmuştu. Örneğin Çanakkale’de Atatürk’ün; “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” emri, dünya savaş literatüründe hiç bir zaman görülmemiş, hiç bir kumandan kendi emrindekilere ölmeyi emredememişti. Atatürk bu emri vermiş, Mehmetçik de bu emre uymuştu. Atatürk bu emri hangi ruh hali içinde verdi? Dünya literatüründe böyle bir olay daha olmadığına göre, bunun de sağduyu’nun eseri olduğu açıktır, bağımsızlığı uğruna Türk ulusunun ölümü hiçe sayacağını, Türk Milleti’nde pek güçlü olan sağduyunun, millet için ölüm ve yok oluş demek olan teslimiyet politikasının parçalanacağını biliyordu. Türk Tarihi’ni okumuş, kendisine esaret zincirini yarmak için ölümü bile göze alan Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’yı rehber edinmişti. Çünkü Plevne’de Türk ruhu yeniden canlanmıştı. Atatürk, Türk Milleti’nin sağduyusuna dayanarak, bu ruhu yeniden canlandırabileceğine inanıyordu. Tarihi çok iyi okuyan ve Türk Milleti’nin genel vasıflarını çok iyi incelemiş olan Atatürk, kendisini de milletin sade bir ferdi olarak görüyor ve büyük basanların hiç birisinin kendisine ait olmadığını, bütün bu bütün başarıların Türk Milleti’nin eseri olduğunu söylüyordu. Bunu sağlayan, elbette Türk ulusunun sağduyusu ve kendine olan özgüveniydi. 30 Nitekim; 1920 yılında, Anadolu’da Yenigün gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi’nin aktardığına göre, bir konuşmasında şöyle demişti: “Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım; o esaret ve aşağılığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine; “Ey Millet” Sen esaret ve aşağılığı kabul eder misin? “ Diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben, milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında onun o suali soran çocuklarını canı gibi seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki, bu millet kendisine bu suali soran çocuklarının, hep o esasa dayanan çare ve hazırlıklarını canla, başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna kani olarak”7. Öyleyse, böylesine güçlü bir sağduyuya sahip olan Türk Milleti’ni Atatürk nasıl tanımlıyor, nasıl değerlendiriyordu? Fransız yazarı Emil Ludwig Atatürk’e “Türk Nedir?” sorusunu sormuştu. Atatürk kendisine şöyle yanıt vermişti: “Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla umut etmediği müstesna bir mevcudiyetin yüksek tecellesine sahne olduğu en aşağı 7.000 senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela ürker gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı; onların oğlu oldu; Türk oldu... Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır; dünyayı o aydınlatan güneştir”8. Atatürk bu konuşmasında, yıldızlarla güneş arasında bir irtibat kurmaktaydı. Türkler, ihtiyar tarihlerin derinliklerinde ve sinesinde 16 büyük imparatorluk kurmuş ve her İmparatorlukda birer yıldızla sembolleşmişti. Bu yıldızların ortasında da Mustafa Kemal bir güneş gibi doğmuştu. Yine bir konuşmasında Atatürk Türk Milleti’ni şöyle tanımlamıştı: “Türk Milleti bir arştandır. O arslanın büyük hamleleri ise devrim hareketleridir. Bu arslanı tahrik etmek; işte bizim için iftihar edilebilecek rol budur!”9 Gerçekten de Atatürk, o büyük arslanı tahrik edip, harekete geçirmesini bilmişti. Bunu ancak, Türk Milleti’nin karakterini, medeni vasfını ve tarihini çok iyi bildiği için yapabilmişti. Oysa, büyük işin başında, maddi kuvvetler ve şartlar açısından her şey onun aleyhindeydi. “Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün millete uygulatmak mecburiyetinde idim” sözleri, onun Kurtuluş Savaşı’ndaki stratejisini ortaya koyar10. Sivas Kongresi’nin yapıldığı ve Amerikan Mandası fikrinin yoğun olarak tartışıldığı ortamda, Amerikalılar Harbord isminde bir generali Anadolu’ya incelemeler yapmak üzere göndermişlerdi. Anadolu’daki direnişi engellemek ve manda fikrinin yaygınlaşmasını! sağlamak için gelen Harbord, 22 Eylül 1919’da Mustafa Kemal Paşa ile de görüştü. Mustafa Kemal Paşaya Anadolu’nun ekonomik ve siyası yapısı itibariyle iyice tükenmiş olduğunu, ve bu şartlarda güçlü devletlere karşı konulmasının imkansız olduğunu uzun uzadıya anlatarak, bu nedenlerden ötürü mandater yönetim şeklinin kabul edilmesinin Türkler için en makul yol olduğunu anlattı. Harbord konuşmasının bir yerinde şunları söylemişti: “Paşam! Bana bu vazife verildiği zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki büyük kumandanlar yetiştirmiş, büyük ordular kurmuşsunuz. Bunu yapan bir milletin de mutlaka bir medeniyet sahibi olması gerekir. Bunu takdir ederim. Fakat bugünkü durumunuza bakalım. Siz birinci cihan savaşında, başta Almanya olmak üzere dört büyük müttefik iken, dört yıl savaştınız. Ve sonunda mağlup oldunuz. Dört müttefikin bir arada yapamadığını, bu vaziyetinizle tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin zaman zaman intihar ettiğini gördük. Şimdi de bir milletin 31 intiharına mı sahip olacağız? Şani, milletinizi ölümden ancak manda idaresini kabul etmenizle kurtarabilirsiniz.” General Harbord’un bu sözleri üzerine büyük bir heyecanla ayağa kalkan Mustafa Kemal Paşa şu cevabı vermişti: - “Biz emperyalistlerin eline düşen bir kuş gibi yavaş yavaş ve sefil bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğulları olmak sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz. Ve yine şunu da iyi bilmenizi isterim ki, bir millet maddi ve manevi bütün gücünü ortaya koyar, savaşır, didinir, sonunda muvaffak olamazsa, o millet zaten ölmüştür. Fakat ben şuna inanıyorum ki, Türk Milleti mutlaka muvaffak ve muzaffer olacaktır.” Mustafa Kemal Paşa bu sözleri söylerken, avucunun içinde pençeye düşen bir kuş işareti yapıyordu. General Harbord ise şaşkınlık içindeydi. Hala Mustafa Kemal’e uyanlar yapıyordu ve şu soruları soruyordu; “Pekela! Bu kadar büyük bir işe girişiyorsunuz. Paranız vqr mı? Bütçeniz nerede ve nedir? Bu parasızlıkla ve imkansızlıklarla işe girişmek memleketi feci bir akıbete sürüklemek değil midir? Bu sorumluluğu nasıl üzerinize alabiliyorsunuz? “ General Harbord’un bu soruları karşısında Mustafa Kemal Paşa o derece sinirli bir hal almıştı ki; elinde oynamakta olduğu teşbihi kuvvetle çekmiş, ip kopmuş ve tespih taneleri dağılmıştı. Eğilip, o teşbih tanelerinden bir kaçını toplayarak ipe dizdi ve sözlerine şöyle devam etti: “Görüyorsunuz general! İp kopmuş ve taneler dağılmıştır. İşte ben şimdi yaptığım gibi, o taneleri birer birer toplayacağım. Bunu toplarsam ben toplayacağım. İşte görüyorsunuz general; o zaten dağılmış. Öldürürsem ben öldürürüm. Yabancılar elinde öleceğine, Türk Milleti kendi öz evladının elinde can versin. Fakat ben onu öldürmem. Toplayacağım; o dağılanı yeniden bir araya getireceğim!” Atatürk’ün o derece heyecanlı, inançlı ve kararlı olduğunu gören Harbord Mustafa Kemal Paşanın yanından ayrılırken, şu sözleri mırıldanmıştı: - “Biz de olsak, onun yaptığım yapardık” 1937 yılında, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir söyleşisinde o; “Ben 1919 senesi Mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elinde, maddi hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk Milleti’nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte bu ulusal kuvvetle, bu Türk Milleti’ne güvenerek işe başladım. Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki; bunu adeta kendi gözlerimle görüyordum”11. Sonuç olarak; Atatürk Türk Milleti’nden, Türk Milleti de Atatürk’ten güç almıştır. 1 Kemal Atatürk Nutuk (1917-1927), (Yayına Haz. Zeynep Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1991. s. 10. 2 A.g.e., s. 10. 3 A.g.e., s.246. 32 4 A.g.e., s.246. 5 A.g.e.,s.246. 6 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, TTK Yay., Ankara, 1983, s.44. 7 Yunus Nadi Abalıoğlu, Ankara’nın İlk Günleri, s.99; ayrıca bkz. Utkan Kocatürk, a.g.e., s.l. 8 Vehbi Tanfer, “Atatürk ve Devrimleri”, Atatürk Konferansları: 1973-1974, Ankara, 1977, s.277. 9 Asım Us., Hatıralar, s.322. 10 Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara, 1991, s. 10-11. 11 A.g.m., s.277; Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1999., s.l. M. Vehbi Tanfer Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 50, Cilt: XVII, Temmuz 2001 ATATÜRK VE AİLE Sosyal sistem birbirleriyle ilişkili parçalardan oluşan bir etkileşim sistemidir. Bu sistem içinde her parçanın fonksiyonu vardır. Etkileşim örüntüsü içinde her bir fonksiyon diğer parçaların da fonksiyonlarını yerine getirmelerine katkıda bulunur ve sosyal sistemin bütünleşmesini, sistemin devamlılığının korunmasını sağlar. Parçalardan birindeki değişme diğer parçalarda da değişmeye yol açar, dolayısıyla sistemin tümünde değişme söz konusu olabilir. 33 Sosyal sistemin parçalarından biri, zaman içinde yapı değişimine uğramış ve bazı fonksiyonlarını toplumun diğer kurumlarına devretmiş olmakla birlikte sosyal yapı için vazgeçilmez konumunu koruyan aile kurumudur. Ailenin biçimi toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılık gösterebilir, fakat içeriği hep aynıdır: İNSAN. Aile sosyal kurumların en evrenseli ve her toplumda bireyleri en çok etkileyenidir. Diğer sosyal kurumlar örneğin, din, siyaset, eğitim, hukuk ve ekonomi uzun dönemde aile yaşamındaki devamlılığa dayanmışlardır. Aile çocuğun içine doğduğu, ilk sosyalizasyon sürecinden geçtiği toplumun en küçük birimidir1. Aile bireyin sadece biyolojik, fizyolojik ihtiyaçlarının karşılandığı bir birim değildir. Çocuğun topluma hazırlanması aile içinde başlar, toplumun diğer kurumlarıyla devam eder. Ailenin sosyal sistem içindeki yeri ve önemi çok eskiden beri bilinmektedir. M.Ö. 4. yüzyılda Aristoteles, detaylı bir aile tanımı yapmış ve ailede anne-babanın birbirleriyle ve çocuklarla ilişkilerini, babanın aile içindeki rolünü açıklamaya çalışmıştır2. J. J. Rousseau, “Bütün toplumların en eskisi ve tek doğal olanı aile topluluğudur” şeklinde aileyi tanımlamıştır. Hatta aileye politik toplumların ilk örneği denilebileceğini öne sürmüştür3. Daha sonra sosyal düşüncenin gelişim süreci içinde günümüze doğru gelindikçe toplum ile ilgili açıklamalarda aileye giderek daha sık yer verilmiş, ailenin fonksiyonları daha net bir şekilde tanımlanmaya başlamıştır. Türk sosyologlarından Ziya Gökalp’in sisteminde de aile önemli yer tutar. O’na göre: “Aile milletin küçük bir parçasıdır”. Gökalp’e göre, aile toplumun temel unsuru, değerlerin taşıyıcısı ve koruyucusudur. Gökalp aile ile ilgili açıklamalarında kadın hakları ve kadının yetişmesi konularına verdiği önemi de ifade eder4. Günümüzde birçok sosyolog tarafından yapılan aile tanımları ailenin birincil grup özellikleri taşıma, bir etkileşim sistemi olma ve yerine getirdiği fonksiyonlar hususunda birleşirler. Ayrıca sosyal yapının devamlılığının ve sosyal düzenin sağlanmasında ailenin vazgeçilmez olduğu genel kabul görmektedir. Sanayileşmiş ve sanayileşmekte olan ülkelerde yaygın olarak görülen kısaca anne, baba ve çocuklardan oluşur şeklinde tanımlanan çekirdek ailede çocuk doğduğu andan itibaren aile içindeki bireylerle bir etkileşim süreci içinde sosyalleşmeye başlar. Bir yandan biyolojik ihtiyaçları karşılanırken diğer yandan ait oldukları toplumda ileride üstlenecekleri rollerin, statülerin gereği, iş bölümü, normlar, değerler, gelenek ve görenekler kısaca toplumun kültürü öğretilir5. Sosyalizasyon süreci yardımıyla kültür öğeleri ailede özellikle anne tarafından kuşaktan kuşağa aktarılır. Çocuk bunu büyük ölçüde yaşayarak öğrenir. Aile içinde diğer fertlerin rollerini yerine getirmedeki titizlik ve başarıları, birbirleriyle ilişkileri çocuk tarafından örnek alınır. Bugün ailenin geleneksel yapıda sürdürdüğü fonksiyonların bir kısmı toplumun başka kurumlarına devredilmiş haldedir. Örneğin, aile artık tek başına yeterli bir ekonomik üretim birimi ve eğitim birimi olmaktan çıkmış bazı ekonomik ve eğitim faaliyetlerini ilgili kurumlara devretmiştir. Buna rağmen, modern toplum yapısında aile ferdin kişilik gelişiminde ve toplumla 34 bütünleşmesinde çok önemli yer tutan, sevgi, paylaşma, dayanışma, güvenlik duygularının tatmininde rakipsiz ve tartışmasız önemini korumaktadır. O halde saydığımız ve sayılabilecek birçok fonksiyon özetle tek bir boyuta indirgenmek istenirse, aile ferdi her yönden sosyal yaşama hazırlayan, onu ait olduğu toplumla bütünleştiren, bu yolla makro düzeyde sosyal bütünleşmeyi sağlayan çok önemli bir kurumdur. Aile içinde her fert ayrı bir öneme sahiptir. Fakat çocuğun yetişme sürecinde ve sağlıklı sosyalizasyonunda annenin rolünün önemi tartışılmaz. Anne sadece çocuğun yetişmesinde değil, aile içinde fertler arasında sağlıklı ilişkilerin kurulmasında da çok önemli bir paya sahiptir. Onun iyi eğitilmiş, aydın bir kişi olması yetiştireceği nesillere de yansıyacak, dolayısıyla topluma iyi yetişmiş bireyler kazandırılacaktır. Sağlam güvenli ilişkilerin hâkim olduğu ailelerden gelen, iyi eğitilmiş anne ve babaların yetiştirdiği, iyi sosyalize olmuş, gelenek, görenek, örf ve âdetlerini iyi bilen kısacası kendi kültürüne yeterince hâkim olan kişiler toplumla bütünleşmekte bir problemle karşılaşmazlar. Ailenin birey üzerindeki etkisi çok güçlü ve çok yönlüdür. Ebeveynler sadece çocuğun yetişmesinde etkili olmakla kalmazlar, aile içindeki ilişki kalıpları o aileye mensup tüm bireylerin yaşantılarını olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Aile içindeki değerler genel kültürel değerlerle aynı yöndedir. Aksi halde uyumsuzluk ve sosyal problemler ortaya çıkar. Çalışmalar toplumda sapmış davranış gösteren veya suç işleyen bireylerin çoğunun ailelerinde de bazı problemlerin varlığını saptamıştır. Bu gerçek anne ve babanın aile içinde veya aile fertlerinin dışarıda karşılaşabilecekleri problemleri çözümleyebilmeleri, doğru tavır ve karar alabilmeleri için iyi eğitim görmelerinin, aile içinde sağlıklı ilişkilerin kurulmasının ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor. Atatürk, bu konunun önemini fark etmiş ve bütün uygulamalarını bu paralelde yapmıştır. Bu nedenle de kadının iyi eğitilmesinin, sosyal yaşamda aktif rol almasının Türkiye’nin sosyal yapısında sağlayacağı yararları şu sözleri ile çok güzel ve açık olarak ifade etmiştir: “Şunu söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın umumî vazifelerinde üzerlerine düşen hisselerden başka kendileri için en ehemmiyetli, en hayırlı, en faziletli bir vazifeleri de iyi anne olmaktır. Zaman ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü gereklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların, bugünkü evlâtlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli özellikler taşıyan evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak, pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar.”6 İzmir Kız Öğretmen Okulu’nun açış konuşmasında aynı hususu şu sözleri ile vurgular: “Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, bazısıyla, azmiyle muhafaza ve müdafaya kadir nesiller yetiştirmektir.”7 “Sosyal hayatın kaynağı aile hayatıdır. Aile izaha lüzum yoktur ki kadın ve erkekten kuruludur” diyen Atatürk8 “Medeniyetin esası, terakki ve kuvvetin temeli aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık muhakkak içtimaî, iktisadî, siyasî aczi mucip olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurların hukuku tabiiyelerine malik olmaları, aile vazifelerini idareye muktedir bulunmaları lâzimedendir,”9 sözleriyle toplumda diğer sosyal kurumlarla ilişki içinde bulunan ailenin yapısında meydana gelen bozulma ve çözülmelerin diğer kurumlarda da bozulmaya yol açacağını 35 ve bu yolla toplumun tümünde bir bozulmanın ve bütünleşme problemlerinin ortaya çıkabileceğini çok güzel bir biçimde ifade ediyor. Atatürk sadece ailenin sosyal yaşam için önemli bir kurum olduğunu belirtmekle kalmıyor, detaylı bir şekilde bu kurumun kuruluş aşamasından itibaren varolması gerekli ön şartları da belirtiyor. O’na göre, ailenin devamlı olabilmesi için kuruluşunda bazı şartlar varolmalıdır: I - Atatürk’e göre: “Evlilikte iyi bir geçimin sağlanması ve devamlı olabilmesi için varolması gereken şartlar incelenip anlaşıldıktan sonra dini, milliyeti, iyiliği, terbiyesi, ahlâkı, âdetleri farklı iki insanın birleşmelerindeki gariplik kadar dikkati çeken bir şey olmadığı kolaylıkla anlaşılıyor”. 2 - ...”Karakter ve ahlâkımıza uygun eş arayalım ve onunla evlenme şartlarını açık ve kesin olarak kararlaştıralım. Ona uymakta kusur edince onun gereğini yapalım. Kadın da böyle hareket etsin.”10 3 - Aile içinde yeterli ilgi ve şefkat görmüş, sevinç ve üzüntülerini aile fertleriyle paylaşmayı öğrenmiş, kendine güvenli, sağlıklı bir sosyalizasyon süreci ile topluma hazırlanmış bir kişinin yaşamı boyunca karşılaşabileceği sosyal problemlerle başa çıkabilmesi şüphesiz daha kolaydır. Burada aileye, aile içinde de özellikle kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasında temel öge olan kadına büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu nedenle de özellikle kadının iyi eğitim görmesi, aydın olması gerektiğini Atatürk şu sözleriyle vurgular: “Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti lâyıkıyla anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün gereklerinden biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Bu sebeple kadınlarımız da âlim ve teknik bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaklardır.” 114 - Atatürk, evliliğin, aile yaşamının önemini ve gerekliliğini sık sık vurgularken bu birlikteliğin huzurlu olmasını tavsiye etmiştir. Şu sözleri de evliliğe verdiği önemi açıkça göstermektedir: "Eşini mesut edebilecek herkes evlenmelidir...Çoluk çocuk sahibi olmalıdır...Bana bakmayınız. Bu meselede örnek İsmet Paşa’dır. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim bir iş değilmiş."12 Atatürk, evliliğini takib eden yıllarda yaptığı yurt gezilerine eşini de beraberinde götürerek Türk toplumuna örnek olmak istemiştir. 5- Atatürk, aile yaşamını sağlam temellere dayandırmak için uygulamalarını yasalarla güvence altına almıştır. 1926 yılında Medenî Kanun’da yapılan değişikliklerle erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanıyor, böylece aile ilişkilerine düzen ve huzur kazandırılıyordu. Ayrıca kadın Evlenme ve Miras Hukuku’nda erkekle eşit hale getiriliyor ve dinî nikâh yerine medenî nikâh şart koşularak evlilik yaşamı süresince olduğu gibi sonrasında da kadın ekonomik ve hukuksal yönden güvence altına alınıyordu13. Toplumun genelinde olduğu gibi aile içinde de huzurun sağlanabilmesi için aile içi ilişkilerin de iş bölümü, karşılıklı saygı-sevgi çerçevesinde düzenlenmesi gereğinin üzerinde duran Cumhuriyet zihniyeti, Atatürk döneminde okullarda okutulan ve Atatürk’ün onayından geçen “Vatandaş İçin Medenî Bilgiler” kitabında şu görüşlere yer vermekte idi: “Baba, ailenin reisidir. Cemiyete karşı vazife esas olmakla beraber, bir aile babası bu sıfatla bütün ömrünce karısının ve çocuklarının saadeti ile yakından alâkasını muhafaza eder. Aile ocağı babanın her ıstırabını dindirecek bir neşe ve saadet kaynağı olmalıdır. Büyük, küçük ailenin bütün azası babaya hürmet ve minnettarlık hisleriyle bağlanmalıdır. Buna karşı baba en sıkıntılı zamanlarında karısından hürmet ve nüvazişini ve çocuklarından şevkatini esirgememek 36 tahammülünü göstermelidir. Ana, yuvanın reisidir. Aile azasından hepsi saadetini onun ince ve itinalı alâkasına borçludurlar. Türkler “ana hakkı”nı büyük sayarlar. Bu çok yerinde bir telâkkidir. Çocuklar analarını sıcak bir hürmetle kucaklamalıdırlar. Kanun, çocuklara kendilerine hayat sebebi olan, kendilerini besleyen, büyüten, okutup yetiştiren baba ve ananın mirasına sahip olmak hakkını da vermiştir. Bu haklar çocuklara, anaya ve babaya karşı çok derin bir vecibe de yükletir. Baba, ana çocuklarını hayata hazırlamayı vazife bilirler. Fakat hayata hazırlanmış çocuklar da ana, baba hakkını fedakârlıkla çalışarak ödemelidir. Yoksa bu çağdan sonra kendini, ailesine sıkıntı veren bir yük halinde bırakmamalıdır. Bir de çocukların hayatta muvaffakiyetleri yalnız kendi şahısları için değildir, çocuklar yetiştikleri aile ocağının saadet, refah ve bilhassa şerefini yükseltmeyi birinci ve yüksek insanlık borcu bilmelidir. Cumhuriyet birden fazla kadınla evlenmek fenalığını Türk camiasından kaldırmıştır. Türkiye’de bir erkek yalnız bir kadınla evlenebilir. Ailede kadının haysiyetini çiğneten ve bu sebeple aileyi bir sevgi ve saygı yuvası halinden çıkaran birden fazla kadınla evlenmek faciası yurdumuzda artık tarihe karışmıştır.”14 Görülmektedir ki Atatürk, sosyal yapıda çok önemli gördüğü, değer verdiği aile yapısını Medenî Kanun’la gerçek ve mantıkî kurallara bağlamıştır 15. Buraya kadar özet olarak vermeye çalıştığımız Atatürk’ün aile ile ilgili fikir ve uygulamaları göstermektedir ki Atatürk’ün yapmaya çalıştığı, amaçladığı şey, kadını ve erkeği ile Türk ailesini sağlam ve mantıkî temellere oturtmak ve onun sosyal bütünleşmede, ülke kalkınmasında aktif rol almasını sağlamaktır. 1 C.C. Harris, The Family and Industrial Society, George Ailen and Unwin, Londra 1980, s. 85-87. 2 Aristoteles, Politika, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983, s. 10-13. 3 Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Adam Yayını, Ankara 1974, s. 14-15. 4 Nihat Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp, Kültür Bakanlığı Yayını, İstanbul 1981, s. 28-29. 5 Harry C. Bredemeier ve R.M. Stephenson, The Analysis of Social Systems, Holt, Rinehart ve Winston Inc., New York 1962, s. 197. 6 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Olgaç Matbaası, Ankara 1984, s. 94. 7 Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, sayı: 37, Ankara 1990, s. 98. 8 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 351. 9 Atatürkçülük, Genelkurmay Bask. Yayını, 1. cilt, Ankara 1984, s. 326. 10 A.g.e., s. 329. 11 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 98. 12 Utkan Kocatürk, “Atatürk ve Aile”, Atatürkçülük, Genelkurmay Bask. Yayını, II. cilt. M.E.B. Basımevi, İstanbul 1984, s. 206. 37 13 Mükerrem Kamil Su ve K. Su, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Kanaat Yayını, İstanbul 1975, s. 130 14 Recep (Peker), Vatandaş İçin Medenî Bilgiler, II. Kitap, 1933, s. 259-261. 15 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 205. Prof. Dr. Tülin Günşen İçli * *Polis Akademisi Başkanlığı Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 22, Cilt: VIII, Kasım 1991 ATATÜRK'ÜN SEVGİ FELSEFESİ Bize göre, insanoğlunun içine, özene bezene konan en güzel ve güçlü duygu sevgidir, insanoğlu istese de istemese de bu köklü ve yüce duyguyu içinden söküp atamaz. Atmak istese de gücü yetmez. Amaç, bu yüce ve köklü duyguyu bilmek, anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır. Asıl sorun ise, bu sevgiyi insanın, insanlığın yararına geliştirip yaymaktır. Bu gerçekten güzel olan duyguyu memleketin, milletin ve insanlık dünyasının yararları yönünde kullanmaktır. İnsanca yaşamanın, bütün incelikleri sevgide düğümlenir. Sevgi, neşe içinde bir hayat sürmenin, huzurun, güvenin kaynağıdır. Sevginin temelinde daima iyilik, doğruluk, güzellik vardır. Aynı zamanda insanların birbirlerini anlamaları ve birbirlerine destek olmaları ancak sevgi ile mümkündür. Her konuyu yeteri, değeri ve gereği ölçüsünde düşünen Atatürk, doğumundan ölümüne kadar, kendine has bir sevgi felsefesi içinde yaşamıştır. O’nun için sevgi, hayatın ta kendisidir. Atatürk’ün insanlık âlemine sunduğu sevgi felsefesi, kişilerden topluma, millete ve milletlere uzanır. Hiç şüphesiz milletler arası güvenin de kaynağıdır. Milletler birbirlerini ancak severek anlayabilirler. Kendi milletlerine olduğu kadar dünya milletlerine de yararlı ve yardımcı olabilirler. Atatürk’ün haklara, ahlâka, şefkate ve insanî düşüncelere dayanan bu sevgi felsefesi, gerçekten insanlığın geleceği için çok güçlü bir ışıktır. O’nun evrenselliğinin en büyük örneklerinden biridir. 38 Bir süre merhum ünlü ressamımız Çallı İbrahim’in akşam yemeklerindeki sohbetlere katılmak mutluluğuna ermiştim. Bu sohbetlerde, sık sık, Atatürk’e de değinilirdi, işte böyle bir yemek sohbetinde, üstad Çallı İbrahim’e: “—Hocam, Atatürk en çok kimi ve neyi severdi” demiştim. Şöyle bir iç çekerek, daha doğrusu derin bir nefes alarak, kendine has şive ve üslubu ile: “—O, kimseyi sevmezdi. Hiçbir şeyi sevmezdi. Yalnız kütleyi severdi. Türkü, Türklüğü severdi. Gözünde ve gönlünde yalnız bu ikisi vardı. Bunlar için yaşardı. Bu ikisini yürekten sevenleri anlar, bilir ve onları beğenirdi” demişti. Bu fikri aynen benimsediğim için, Atatürk’ün sevgi felsefesine bu anlayışla girmeyi tercih ettim. Mustafa Kemal’den Atatürk’e Sevgi Mustafa Kemal’de en güçlü sevgi, hiç şüphesiz, vatan ve millet sevgisidir. Ondaki özgürlük ve bağımsızlık aşkını yaratan da yaşatan da bu sevgidir. O’nun doğumundan İkinci Meşrutiyet’in ilânına kadar cereyan eden olaylara, kalın çizgilerle değinecek olursak, şu manzara ile karşılaşırız:1 1880 Ruslar Türkmen bölgesine yerleşmeye koyulur; 1881 Fransızlar Tunus’a el koyar; 1882 İngilizler Mısır’a el koyar; 1884 Ruslar Merv’i alır, bağımsız Türkmen ülkesine hakim olur; 1885 Bulgarlar Doğu Rumeli’yi, İtalyanlar Sudan’da Musava ve Beylut’u alırlar; 1887 İtalya Mısır’da İngilizler’e, onlar da İtalyanlar’a Sudan’da hak tanırlar; 1894-96 Ermeni ayaklanmaları. İç işlerimize karışmalar; 1896 Girit Osmanlı yönetiminden çıkar; 1898 İngilizler Sudan’a el koyar; 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı; 1899 Kuveyt Şeyhi İngiliz himayesine girer; 1902 Fransa, Fizan’da İtalya’ya hak tanır; 1903 Büyük Makedonya ayaklanması; 1904 Necit, Yemen ve daha başka ayaklanmalar; 1905 Büyük devlet donanmaları, bir süre için, Midilli ve Limnos adalarına el koyarlar; 1906 Osmanlı hükümeti, Tûr-u Sina ve Akabe üzerindeki iddiaların dan vazgeçer. Bu yerlerin Mısır’a, İngiltere’ye ait olduğu kabul edilir; 1907 İngiltere ile Rusya, İran üzerinde anlaşırlar; 39 1908 Makedonya’yı Osmanlılardan koparma görüşmeleri, İngiltere Kralı ile Rus Çarı arasında, Reval’de yapılır. Çökertilmeye çalışılan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu durumunu Mustafa Kemal, okuyarak öğrenir. Hiç şüphesiz bir kısmını da yaşamıştır. Sadece okuyup geçmez. Olayları ve gidiş yönlerini de çok iyi kestirir. O nedenledir ki 1897 deki, Türk-Yunan Savaşı’ndan bahseden Mustafa Kemal: “Gençlik hayatımın en heyecanlı günlerini yaşadım. Yaşımın küçük olmasına rağmen bu savaşa katılmayı çok istemiştim. Az daha gönüllü müfrezelerin arasına katılıp gidecektim”2 der. Savaş kısa sürmüştür. Osmanlı ordusu zafer kazanmıştır. Ama gerçekte zaferin meyvelerini Yunanlılar toplamıştır. Buna çok üzülen Mustafa Kemal: “Hocalarımız bize, bütün Yunanistan’ın işgalinin mümkün olduğunu söylemişlerdi. Mütareke haberi gelince, aydın fikirli okul zabitlerimiz, büyük teessür duydular. Biz, onların yüzlerinden bunu anlıyorduk. Fakat bir şey soramıyorduk. Yalnız arkadaşım Nuri -Cumhuriyet devrinde milletvekili Nuri Conker- genç bir zabitin, (-Böyle olmamalıydı, yazık, çok yazık!) diyerek ağladığını anlattı. Manastır sokaklarında yine şenlikler yapılıyor, yine (-Padişahım çok yaşa!) avazeleri yükseliyordu. Ben, ilk defa bu temenniye katılmadım” 3 demişti. Görüldüğü üzere, daha o yaşlarda Mustafa Kemal’in yüreğinde tertemiz vatan ve millet sevgisi yaşamaktadır. Her düşünce ve duygunun üstünde bu sevgi yer almaktadır. Bu maksatladır ki, 1906 ve 1908 yılları arasında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ile; sonradan Selanik’te Terakki ve ittihat Cemiyeti adını alan, kendi kurduğu teşekküllerde bitmez tükenmez mücadeleler verecektir. Sonradan adı ittihat ve Terakki’ye dönüşen cemiyetteki arkadaşlarına, bu alev alev yanan sevgi ile: “Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı împaratorluğu’nun üzerine değil, Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalı; düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, ihtilâl idaresi, kendi başına bir Türk Devleti kurmalıdır” 4. Mustafa Kemal, ömür boyu bu amaç için çalışır. Nitekim, Selanik’te Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmak için yaptığı ilk toplantıda, kuruculara: “Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye lüzum görmüyorum. Bunu cümleniz müdriksiniz. Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifemiz vardır. Onu kurtarmak yegâne hedefimizdir”. “Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun esası hürriyettir. Tarih, bugün biz evlâtlarına bazı büyük vazifeler tahmil ediyor. Sizden fedakârlık bekliyorum. Kahhar bir istabdada karşı ancak ihtilâl ile cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak için sizi vazifeye davet ediyorum.” 5 Bütün bunlar, Mustafa Kemal’in nasıl bir vatan sevgisiyle yanıp tutuştuğunun güçlü belgeleridir. Kişisel hırs ve heveslerden çok uzaktır. Kütle, bütün için yürek dolusu sevgi ile bilenmektedir. Cüret ve cesaretini de bu sevgiden almaktadır. O’nun için sevgilerin en yücesi, hatta kutsalı vatan ve millet sevgisidir. Her türlü sevgi bundan sonra gelmektedir. Nitekim, Selanik’te aynı karargâhta çalıştıkları, yaşça ve rütbece kendisinden ilerde bulunan Albay Cemal Bey -Cemal Paşa- Mustafa Kemal’e bir gazetede yayımlanan yazısını gösterir. Düşüncesini sorar. Mustafa Kemal: “Alelade bir yazı” dedikten sonra: “Siz şu veya bu tarzda, kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Siz bulunduğunuz vaziyeti mütalâa ediniz. Ve evvelâ kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak lâzımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz halinizi bilemem. Fakat âtiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş vasî muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkârî hayâlât ile meşbu olanlar çoktur. Büyük odur ki; hiç kimseye iltifat etmeyeceksin. Hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için hakikî mefkure ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.” 6 Daha genç yaşlarında Mustafa Kemal, gerçekçiliği sevgiyle bağdaştırmasını bilmiştir. Sevginin yüceliğini, çeşitli yer ve zamanlarda, düşünceleriyle, hareketleriyle ispatlamıştır. Eğer böyle 40 olmasaydı: “-Yurt toprağı, herşey feda olsun sana! Hepimiz senin için fedaiyiz” 7 diyebilir miydi? Şahsî düşüncelerden uzak, doğumundan ölümüne kadar vatanı ve milleti için bitmez tükenmez mücadelelere seve seve katlanabilir miydi? Ve nihayet, milleti, karakterinin gereği, istiklâl ve hürriyete kavuşturduktan sonra, dünyanın huzur ve refahı için, yüce sevgi felsefesi ile yola çıkması mümkün müydü? Atatürkçü Düşünce Sisteminde İnsan Atatürkçü düşüncede en önemli unsur insandır, insan, Atatürk ilke ve inkılâplarının güç kaynağıdır, insansız bir topluluk ve millet düşünmek mümkün değildir. Bu durumda ne bir düzen, ne bir yönetim, ne de bir uygarlık söz konusu olabilir. Bilim, insan aklı ve zekâsı ile gelişir. “Her şeyin kaynağı insan zekâsıdır”; 8 “Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şey tasavvur edemiyorum” 9 diyen Atatürk, insanı ne derece yüksek gördüğünü anlatmaktadır. İnsanî duygulara dayanan dünya görüşü büyüklük ve üstünlüğünün kanıtıdır. Erişilmez bir insan sevgisidir ki O’nu mütevazi ve engin bir hoş görüye sahip kılmıştır. Atatürk’e göre, insanî duygu ve insanlık, gücünü sevgiden aldığı için de uygarlık işareti olmaktadır. Bu nedenle Atatürk, milletini, millî duygu ile insanî duyguyu en iyi bağdaştırmasını bilen bir yüce millet olarak görmekten haz duyar, gurur duyar. Nitekim, bunu şöyle vurgulamaktadır: “Türk milleti, millî hissi, insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî hissin yanında insanî hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle müftehirdir. Çünkü Türk milleti bilir ki, medeniyetin şehrahında müstakil ve fakat kendileriyle muvazi yürüdüğü umum medenî milletlerle mütekabil insanî ve medenî münasebet, elbette inkişafımıza devam için lâzımdır. Ve yine malumdur ki, Türk milleti, her medenî millet gibi, mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, ihtiralarıyla medeniyet âlemine hizmet etmiş, insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hatıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk milleti insanlık âleminin samimi bir ailesidir.”10 Atatürk’ün insanlık ideali çok yüksektir. Hayatının hiçbir döneminde bencil olmamıştır. Her şeyi arkadaşlarına, millete mal etmesi de insan sevgisinden kaynaklanmaktadır. Her fırsatta insanları mutlu edebilecek çare ve yolları aramasının tek sebebi de budur. Sadece kendi milleti için çaba harcamazdı. Eşsiz insanlık ideali ile bütün dünya milletlerinin refah ve huzuru için, sık sık uyarılarda bulunurdu. İnsanî duygu ve düşünce alanında, olmasını istediği, varılmasını düşündüğü amaçları, gerçekleşmiş gibi göstererek insanları yumuşatacağına inanırdı. Bu asil ve yapıcı düşünceyledir ki: “Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı temizlemeye ve hislerimizi yüceleştirmeye yardım edecek kadar yükselmiştir. İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insanlıktan uzak ve son derece üzülecek bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onlara birbirini sevdirerek karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir”; “Dünya barışı için insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktır.”11 Dünya milletleri, Atatürk’ün insan sevgisine dayanan bu gerçek ve soylu görüşünü anlayıp benimsediği zaman insanlık yoluna girer. insanlığa hizmet edebilecek noktaya yükselir. Böylece, insanlık âleminin birer samimî ailesi olduklarını ispatlamış olurlar. Şu halde bütün mesele, Atatürk’ü anlamakta ve anlatmakta düğümlenmektedir. Bu konuda ilk adım, Atatürkçü düşünceyi yaymakla sorumlu olduğumuzun bilincine varmaktır. Atatürk’ün sevgi felsefesi ve insanlık ideali, Atatürkçü ideolojinin en güçlü dayanağıdır. Temelinde insan sevgisi yatan bu ideoloji, Atatürk’ün, dünya milletleri için huzur, güven, refah getirmesi yolundaki barışçı inancını ifade etmektedir. Atatürk, milletleri insanlık yönüyle hiçbir zaman kendi milletinden farklı görmemiş, savaştıklarına bile kin, garaz bağlamamıştır. Çanakkale’de, Mehmetçik Abidesi’nde bir konuşma yapacak olan devrin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya şunları not ettirmiştir: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost 41 vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler. Ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” 12 Bugünün medeniyet dünyasında, yıllanmış haksız olayları vesile sayarak cana kıyanlar vardır. Sapık destekçilerinin de gözlerini açmağa imkân bulunamamaktadır. İnsanlığa insanca yaşamanın yollarını gösteren Atatürk’ün bu insancıl duygu ve düşüncelerinden utanmaları gerekmez mi? Topraklarında, bir başka milletin uyruğunda da olsa, yaşayan insanlara yersiz, haksız davranışlarda bulunanların vicdanlarının titremesi gerekmez mi? Bu gibi tutum ve davranışlar, milletimizle birlikte Atatürk’ü, her gün biraz daha yüceltmektedir. Sevgiden Doğan Görev Aşkı Atatürk’te eşine çok az rastlanan bir görev aşkı vardır. Ondaki sevgiden kaynaklanan bu aşk O’nu, yurt ve millet sevgisinin doruğuna ulaştırmıştır. Bu sevgi karşılıksız da kalmamıştır. Belki de hiç bir lider, milleti tarafından Atatürk ölçüsünde sevilmemiştir. Bu sevgi ise, O’na, daima en büyük güç ve destek olmuştur. Atatürk: “Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki her türlü huzur ve istirahatimi, her nevî şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket prensibim, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.” 13 Atatürk’te millet ve vatan sevgisi sınırsızdır. Şahsı için en küçük bir istek ya da şiddetli bir arzu görmek mümkün değildir. Kendisine amaç olarak, ideal olarak seçtikleri tamamen millî ve insanîdir. Bunlara ulaştığı an, sanki bütün çabalar kendisinin değilmiş gibi bir tavır takınmaktan hoşlanır. Ondaki insan sevgisinin kanıtıdır bu: “Benim ihtiraslarım var. Hem de pek büyükleri. Fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi emellerin tatmini ile ilgili bulunmuyor. Ben, bu ihtirasların gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum.” 14 Bu, vatan ve millet sevgisiyle daha hayatta iken mal ve mülkünü milletine bağışlamıştır. Rakik, duygulu, şefkatli bir ruha sahiptir. Savaşı, bir milletin hayatı için zarurî olmadıkça düşünemeyecek kadar insanlığa aşıktır. “Milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir”15 der. Vicdanının sızlamasından yakınır. “Birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile, her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek, içimde derin bir keder duyuyorum.” 16 Yaşadığı sürece dünya milletlerinin gönlünde bu sevgi felsefesinin ateşini yakmaya çalıştı. Birçok ilke, inanç ve düşünceleri gibi onu da insanlık dünyasına armağan etti. Böylece Atatürk, düşünce sistemini sevgi temeli üstüne oturtmuş oldu. Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi adlı eserinde, bu konulara da vukufla değinmiştir: “Atatürk, batılı olmayan bir toplumun tarihinde, ilk defa olarak halka baş vurmuştur. Bağımsızlığın elde edilmesinde ve demokratik bir devletin yaratılmasında halkla birlikte çalışmıştır. Yaşamı ve eseri üzerine çok yazılmıştır. Ama hiçbir tarihçi, söylevlerinde beliren kişiliğine uygun, bir manevî portresini çizememiştir. Oysa, söylevlerini okurken Atatürk’ün göz önünde beliren manevî kişiliğinin bir yana bırakılmaması gerekir. Çünkü 1919’dan ölüm tarihi olan 1938 yılına kadar geçen olayların en derin nedenlerini, akla uygun ve doyurucu biçimde açıklayabilmek için O’nun kişiliğinin tuttuğu ışığa ihtiyaç büyüktür.” 17 dedikten sonra da: 42 “Söylevlerinde, kahraman ve şövalye ruhlu bir insan olarak belirir. Ulusu için savaşım veren bir şövalyedir. Bazan utangaçlığa çok benzeyen alçak gönüllülüğü kendisinden söz etmesine engel olur. Dünyayı gerçekçi gözle görür. Fakat gerçeği, gerçeklerin en yalınını, kendi ideal ve amaçlarına yöneltmesini bilir. Olaylara egemen olmak ister ve olur. Türk ulusundan söz ettiği zaman, sözlerinde insanlık duygularının titreştiği hissedilir. Türklerin çok daha mutlu geleceğe lâyık oldukları fikri, O’nu baskı altında tuttuğu, bu fikirle yanıp tutuştuğu da bellidir. Fakat O bütün insanlara, bütün uluslara saygı duyar, insanların acılarına saygılıdır. Bizzat kendisi çektiği acılarla yücelmiştir” 18 diyor. Görüldüğü, düşünüldüğü üzere, bütün bunlar Atatürk’teki insanî duygu ve düşüncenin büyüklüğünü ve erişilmezliğini vurgulamaktadır. O, her şeye insanla, insanlıkla başlar. Toplum ve millet kademesine sevgi yoluyla ulaşır. Bu sevgi ile insanları, insanlığı, milletleri birbirine bağlamak inancı ve amacı ile yanar. Bu sebeple, “Yurtta sulh, cihanda sulh” isteği, bu sevgi felsefesinin en huzur verici ve en güvenilir ifadesidir. İnsan Sevgisinden Topluma “Bütün insanlar, bir toplumsal vücudun azalarıdır. Ve bu sebeple birbirine bağlıdır” 19 diyen Atatürk; “Başkasına olan bir iyilik bize de iyiliktir. Başkasına olan kötülük bize de olan kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek ve kötülükten kaçmak lâzımdır. Yaptığımız işler, etrafımızda sevinçler veya acılar halinde akisler uyandırır. Bu hal bize vicdanî vazifeleri duyurur”. “Bağlılık, bizi başkaları için müsamahakâr yapar. Çünkü, başkalarının kusurlarında bizim de istemeyerek, ekseriya beraber suçlu olduğumuzu gösterir. Hülasa, bağlılık, herkes kendi için yerine, herkes herkes için düşüncesini koyar. Bu düşünce toplumsaldır, millîdir. Geniş ve yüksek manâsıyla insanîdir.” 20 Bu ne engin ve zengin bir sevgi felsefesi, vicdanla da, ahlâkla da sarmaş dolaş. Bu ne kutsal bir inançtır ki, hem millî, hem vicdanî ve ahlâkî, hem de evrenseldir.Atatürk’e göre, insanlar hür ve serbest fikirli olmalıdırlar. Hür ve serbest fikirli insanlar, bu fikirlerini insanî düşünce ve duygularla bağdaştırmalıdırlar. Ancak bu yolla toplumu oluşturan kişiler arasında samimî bir bağ kurulabilir. Böyle bir toplumdan oluşan millet ise güçlü olur. Güçlü millet, diğer dünya milletlerine karşı da sevgi ve saygı dolu tavırlarıyla yararlı olur. Nitekim Atatürk: “Şüphesiz fikirlerin, inançların başka olmasından, şikâyet etmemek lâzımdır. Çünkü bütün fikirler ve inançlar bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alâmetidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki hakikî hürriyetçiler, taassupsuzluğun umumî bir haslet olmasını temenni ederler” 21 demektedir. Böylece, hür düşüncenin de insanlardan başlayarak toplumlara ve milletler arası bir düzeye ulaşmasında sevginin ne derece birleştirici, kaynaştırıcı bir etken olduğu görülmektedir. Atatürk, ömrü boyunca sevginin gücünü ve değerini gösteren gerçek örnekleri insanlığa vermiştir. Huzur, Güven ve Refah Sevgi Felsefesindedir Milletlerin huzur, güven ve refahı ancak milletler arası samimî bir sevgiyle mümkündür. Bu nedenle, milletleri dostluk-düşmanlık esasına göre ayırmak doğru olmaz. Yirminci yüzyılın son çeyreğini yaşayan dünya, atom devrini de aşmış, uzay çağına ulaşmıştır. Atatürk’ün, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma amacı, yalnız Türkiye için değil, bütün milletler için de doğrudur, gerçektir. En küçüğünden süperine kadar hiçbir devlet, bunun dışında bir düşünceyle hareket edemez; etmemesi gerekir. Çünkü, ilerlemeye son yoktur. Atatürkçü düşünce sisteminin temelini oluşturan dinamizm, fikir ile hareketi birlikte yürütme esasından kaynaklanır. Bu görüşe göre duran, haliyle düşecektir. Düşmemek için yorulmadan, durmadan çalışmak gerekir. Nitekim 43 Atatürk gençliğe: “Siz, genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe söz vermişsiniz. îşte ben, bilhassa, bu sözden duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu?Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahluk için tabiî bir haldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeğe karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.” 22 Hiç şüphesiz Atatürk’ün gayesi insanlık idealidir. İnsan sevgisidir. İnsanlığın barış, huzur, güven ve refahıdır. O’nun dinamik idealini benimseyenler için bu apaçık bir gerçektir. O, bu büyük ve asil düşüncelerini daha önceleri şu şekilde ifade etmiştir: “Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve ediyor olmak bizim için övünülecek bir harekettir.”23 Atatürk, dünyanın bir büyük savaşa hızla aktığını görmüştür. Çeşitli nedenlerle dünya devletlerini uyarmıştır. Nitekim, bu durumu daha 1932 yılında ünlü Amerikan Generali Mac Arthur’a açıkça anlatmıştır.24 İlerleyen yıllarda ise: “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı bir barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”25 Bu ileri görüş, sahibi Atatürk’ün sevgiye dayanan en samimî duygusudur. Yüreği insanlık aşkı ile yanan büyük insanın insanlığa feryadıdır. Ama ne yazık ki, hırsları akıllarını fersah fersah aşanlar, bu sevgi dolu, insanlık dolu sese kulaklarını tıkamışlardır. Beyin, kulak, ağız üçlüsü ile denge sağlayamayanlar, halâ da bunu anlamamakta ısrar ederler. Daha da edeceklerdir. Oysa, Atatürkçü düşünce sistemine, Atatürk’ün eşsiz sevgi felsefesine göre insanlığın kurtuluşu, Atatürkçü ideoloji ile mümkün olabilecektir. Gel gör ki, bugün de insanlıkta, insan sevgisinde nasibi olmayanlar vardır. İnsanları ve milletleri birbirlerine sevdirmek yerine düşman etmeğe uğraşmaktadırlar. İnsanoğlu çirkin tutkulara, bencil düşüncelere kurban edilmektedir. İnsan sevgisine dayanmayan egemenlik hayalleri sürüp gitmektedir. İnsanlık ise, yücelmesi gereken yerde düşmektedir, zavallılaşmaktadır. Kutsal inançlar bile pis hırsların elinde oyuncaktır. Yüce Atatürk, bu koca dünyaya insanî duygu ve düşüncelerin ışık tutsun. Sevgi felsefen, insanlığın uyanışı olsun. 1 Yusuf Hikmet Bayur; Atatürk, Hayatı ve Eserleri, s. 3-5. 2 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 10. 3 a.g.e., s. 12. 4 a.g.e., s. 114-117. 5 Hüsrev Sami Kızıldoğan, Belleten, c. 1, s. 621-622. 6 Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk, Hayatı ve Eserleri, s. 24. 7 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, Ziraat Bankası Yayını, s. 20. 8 Falih Rıfkı Atay, 19 Mayıs, s. 41. 44 9 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar, Belgeler, s. 182. 10 Afet inan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 369-370. 11 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 323. 12 Yekta Ragip Önen, Dünya Gazetesi, 10.12.1953. 13 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 61. 14 Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, s. 22. 15 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, s. 11. 16 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 353. 17 Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, s. 36-37. 18 a.g.e., s. 37. 19 Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 522. 20 a.g.e., s. 529-531. 21 a.g.e., s. 509-510. 22 Cumhuriyet Gazetesi, 1.4.1937. 23 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 560.24 Bekir Tünay, Atatürk’ün Üstün Kişiliği, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 3, s. 85..25 Ayın Tarihi, sayı 19, 1935. Bekir Tünay Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 4, Cilt: II, Kasım 1985 45 ATATÜRKÇÜLÜĞÜN EVRENSELLİĞİ Atatürk ve Atatürkçülüğün en az incelenen yönü, diğer uluslar üzerindeki etkileridir. Bu konuda münferit yayınların dışında, bütünlüğü olan araştırmalar ve bu araştırmalara dayanan yorum ve değerlendirmeler yapılmamıştır. Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönü ile ilgili araştırmalar, ağırlığı üçüncü dünya ülkelerinde olmak üzere, her ülke ayrı ayrı ele alınarak yapılabileceği gibi, askerî, ekonomik, sosyal ve politik konular ele alınarak, bütün üçüncü dünya ülkeleri için topluca da yapılabilir. Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün, teorik ve uygulamaya yönelik olarak incelenmesi gerekmektedir. Konunun teorik açıdan incelenmesi şu başlıklar altında yapılabilir: a. Millî nitelikleri yanında evrensel ve çağdaş nitelikleri de bulunan Atatürkçülüğün, yeni bir dünya görüşü olarak özellik ve unsurlarının araştırılması ve değerlendirilmesi; b. Atatürkçülüğün diğer büyük düşünce sistemleriyle karşılaştırılması; c. Düşünce sistemleri tarihi içerisinde Atatürkçülüğün yeri. Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün teorik incelemesi ile birlikte, aşağıdaki hususlarda uygulamaya yönelik incelemesi de yapılabilir: a. Atatürk düşünce sisteminin uluslar arası yankıları. Hangi görüş ve uygulamanın, hangi ülke veya ülke grubunda etki ve yankı yaptığı; b. Atatürkçülüğün Türkiye’deki uygulamasının dünyadaki siyasî olaylar üzerindeki etkisi ve katkısı; c. İstiklâl Harbi’nin diğer kurtuluş hareketlerine katkısı ve öncü olma değeri; d. Atatürk ve Atatürkçülüğün geleceğe yönelik olarak değerlendirilmesi. 46 Teorik veya uygulamaya yönelik incelemeye başlamadan, dış dünyanın, Atatürk ve Atatürkçülüğü, zamanında ve bugün nasıl değerlendirdiğinin araştırılması, şüphesiz, vazgeçilmez ilk adımdır. Bunun için Sayın Bilâl Şimşir’in İngiliz Belgelerinde Atatürk adlı 4 ciltlik derlemesi mutlu ve örnek bir başlangıçtır. Atatürk ve Atatürkçülükle ilgili yabancı yayınların kütüphanelerimize kazandırılması da zorunludur. Konu büyüktür, saha boştur ve araştırıcılarını beklemektedir. Şüphesiz, bütün bu araştırmalar en iyi olarak Türk bilim adamları tarafından gerçekleştirilebilir. Araştırma için, konunun kendi özel metodolojisinin belirlenmesi de gerekir. Metodoloji tespit edilirken, Atatürkçülüğün bütünlüğü olan bir düşünce sistemi olduğu ve sosyal, ekonomik, politik, askerî unsurları dikkate alınmalıdır. Evrensel incelemede, ana olay ve unsurları ile birlikte Atatürkçülüğün Türkiye’deki uygulamasında etkili, hâkim özelliklerin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bütün bu incelemelerde aşağıdaki görüşler temel veriler olarak değerlendirilebilir. Atatürkçülük, bütünü ile millî devlet kurulmasının, bu millî devletin çağdaşlaşması ve her çağda çağdaş olabilmesinin ilkelerini, uygulama esaslarını ve yönetimini belirler. Türkiye’deki uygulama, üç büyük olayın bütünüdür. Bunlar; İstiklâl Harbi, inkılâplar ve millî egemenliğin sağlanması olaylarıdır. İktidar değiştirilerek gerçekleştirilen millî egemenliğin sağlanması da inkılâplarımızdan birisidir. Fakat önemi ve etkisi sebebiyle ayrı olarak düşünülmesi yararlı olacaktır. Millî egemenliğin sağlanması için iktidar kaynağının değiştirilmesi, iktidar tabanının genişletilmesi, iktidarın millete devri gerekmiştir. Bütün ilke ve inkılâplar, bir bütündür. Ancak Atatürkçülükte kesin bağlantı ve saplantılar yerine şartlara ve ihtiyaçlara uygun olarak akim ve bilimin bulacağı cevaplar asıldır. Atatürk ilke ve inkılâplarının, çağımız şartlarında, akıl ve bilimle bağdaşan en geçerli, en gerçekçi düşünce ve uygulama sistemini oluşturduğu her geçen gün daha açık olarak anlaşılmaktadır. Atatürkçülüğün uygulanmasında önemli üç büyük olay olan İstiklâl Harbi, millî egemenlik ve inkılâpların her birisinin evrensel etki ve yankısı farklı olmuştur. Bunlardan İstiklâl Harbi’miz, inkılâplarımıza ve millî egemenlik uygulamamıza nazaran diğer uluslar üzerinde daha fazla etki yapmış ve daha fazla yankılanmıştır. İstiklâl Harbi’miz, sömürge durumunda olan ve işgal edilmiş bulunan bütün mazlum milletlere güç ve ümit vermiştir. İstiklâl Harbi ile Türk milleti, mazlum milletlere karşı tarihî sorumluluğunu da yerine getirmiştir. Türk gerilemesinin başlamasından sonra -Viyana’dan sonra- doğu ülkeleri, Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmeye başlanmıştır. Bundan üç yüzyıl sonra kazanılan İstiklâl Harbi’nin öncülüğü ve sağladığı ortamdan sonra aynı ülkelerin kurtuluşları başlayabilmiştir. Viyana’dan dönüşün durdurulduğu yer Sakarya’dır. Sakarya Meydan Muharebesi yalnız Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de büyük bir dönüş, büyük bir doruk noktasıdır. Batılılar, Türkleri başlangıçta kendileri için bir tehdit olarak, daha sonra genişlemelerine ve yayılmalarına bir engel olarak görmüşlerdir. Türk gücü bertaraf edilmeden doğuda hâkimiyet gerçekleştirilemeyecekti. Bunun için Türkleri önce Avrupa’dan, sonra Anadolu’dan atmak gerekiyordu. Doğu sorunu ismi verilen bu politika başarı kazandıkça üçüncü dünya ülkelerini sömürgeleştirmek, işgal etmek kolaylaşmıştır. Türklerin Karadeniz hâkimiyetini, Akdeniz hâkimiyetini kaybetmeleri, Hint Okyanusu’nda Portekiz savaşlarıyla kaybettiği üstünlüğü, batının işgal ve sömürgeciliğine yeni sahalar açmıştır. Dünya tarihine Sakarya Meydan Muharebesi kadar değişiklik getiren meydan muharebesi sayısı çok fazla değildir. Birinci Dünya Harbi’nin gururlu galipleri bu galibiyetlerinden dört yıl sonra asırlardır görmedikleri yenilgiyi tatmışlardır. Batılılar bu yenilginin geleceklerini çok yakından ilgilendirdiğini içlerinde hissederek kıvranmışlar, 30 47 Ağustos Zaferi’ni takip eden günlerde Trakya’yı Türklere vermemek için Balkanlar’dan (Romanya, Yugoslavya), Uzak Doğu’dan (Yeni Zelanda, Avustralya, Hindistan) ve birbirlerinden imdat istemişlerdir. İstiklâl Harbi ile dünyada kurtuluş harpleri dönemi başlamıştır. İstiklâl Harbi millî tarihimizi aşarak evrenselleşmiş, üçüncü dünyanın doğuşuna öncülük etmiş, örnek olmuştur. İstiklâl Harbi’mizin öncülük ettiği kurtuluş harpleri, çeşitli politikalar ve dünya güçleri tarafından kendi amaçlarına uygun olarak yönlendirilmek ve kullanılmak istenmiştir. Bu müdahaleler birçok kurtuluş harbini amacından saptırmış ve mazlum milletlerin bir gücün etkisinden kurtulurken bir başka gücün etkisi altına girmelerine sebep olmuştur. Türk İstiklâl Harbi’nin en büyük özelliği ise, hiçbir dış gücün etkisi ve katkısı olmadan yapılmış olması ve tam bağımsızlığa yönelik bulunmasıdır. İstiklâl Harbi’nin başlangıcında, henüz çok zayıf bulunulduğu bir dönemde, Sovyetler Birliği yardım karşılığı olarak bağımsızlığımızı gölgeleyecek bazı haklarla birlikte Van ve Bitlis’i istediğinde, kesinlikle reddedilmiş ve Sovyetler emperyalizmle suçlanmıştır. Türk İstiklâl Harbi, bir kurtuluş harbi olarak, kendi düşünce zeminini de kendisi hazırlamıştır. Kurtuluş harpleri, bu mücadeleyi veren ülkenin kendi özel şartlarına, uygulandığı tarihteki dünya güç merkezleri ve hâkim politikaların etkilerine bağlı olarak uygulamada farklılıklar gösterebilir. Kurtuluş harpleri bu özel şartlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Türk kurtuluş hareketinin özelliğini oluşturan temel unsurlar; hareketin liderinin, Atatürk’ün üstün kişiliği, Türk milletinin tarihî ve kültürel yapısı, Türkiye coğrafyası ve İstiklâl Harbi’nin yapıldığı tarihteki dünya politik durumudur. Türk kurtuluş hareketini gerçekleştiren Türk milleti, dört asır önce asrına ismini vermiş bir büyüklükten gelmektedir. Asya bozkır medeniyetinin temsilcisidir; İslâm medeniyetinin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Türk ve İslâm medeniyetlerinin sentezini gerçekleştirmiş ve bu sentez medeniyete dayalı olarak dünyanın en uzun ömürlü ve en büyük imparatorluklarından birisinin kurucusu olmuştur. Bu imparatorluğun devlet düzeninin ve medenî yapısının üstünlüğü, büyüklüğü her yeni incelemede biraz daha gün yüzüne çıkmaktadır. Türk milleti, 200’e yakın devlet kurmuştur. Bu milletin kültür birikimi, gelenekleri ve ruh yapısı ile, ilk defa devlet kuran bir topluluğun milletleşmesinde, devletleşmesinde, şüphesiz, bazı farklar olacaktır. Kurtuluş hareketlerinin liderleri, hareketi şekillendiren ana unsurlardan bir diğeridir. Atatürk kurtuluş harplerinin öncü lideridir. Büyük tarihî birikimin, Türk kültür çevresinin yetiştirdiği bir dahidir. Diğer kurtuluş harplerinin liderlerinde bu büyüklüğü bulmak, şüphesiz, zordur. Ancak, diğer kurtuluş harplerinin liderlerinin önünde Atatürk gibi bir örnek vardır. Atatürk’ün ise önünde böyle bir örnek yoktur. Kurtuluş harplerinin incelenmesinde liderin değerlendirilmesi, hareketin şekillenmesindeki etkisi sebebiyle önemlidir. Bütün askerî, politik, ekonomik ve sosyal olayları etkileyen en önemli unsurlardan birisi de, şüphesiz, coğrafyadır. Coğrafyalar altı ile, üstü ile, iklimi ile ülkelerin kaderinde birer emrivaki olarak görülmelidir. Bu sebeple, kurtuluş harplerini yapan ülkelerin coğrafyalarının da olguyu şekillendiren bir etken olarak incelenmeye alınması gerekir. Türkiye coğrafyasının özelliklerinden birisi, batıya karşı doğunun kalkanı olmasıdır. Türkiye coğrafyası, yalnız doğubatı arasında değil, her yönden gelen etkilere karşı, gerisinde kalan bölgeye kalkan görevi yapar. Türkiye coğrafyası, bütün ihtirasların yol kavşağı ve düğüm noktasıdır. Bu coğrafyanın dünyadaki bütün mücadelelerde yeri ve ağırlığı vardır. Bütün kültürlerle ve dünyada teşekkül 48 eden bütün güç merkezleriyle teması ve ilişkisi vardır. Bu coğrafyada ancak her sahada güçlü olmak şartıyla millet hayatı sürdürülebilir. Kurtuluş mücadelesi veren her ülke, coğrafî yapısı da dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ülkelerin kurtuluş mücadelelerinin verildiği tarihteki dünya politik yapısı, dünyaya egemen güçlerin durumu, siyasî akımlar ve yayılma yöntemleri ayrıca dikkate alınması, incelenmesi gereken unsurlardır. 1920’lerdeki dünya güçleri ile 1950’lerdeki dünya güçleri ve politik akımlarının etkinlikleri, şüphesiz, aynı değildir. Belirtilen hususlar dikkate alınarak Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel etkileri incelenirken görülecektir ki, her ülke, kendi şart ve ihtiyaçları yönünde Atatürkçülüğü değerlendirmeye ve bu görüş ve uygulamalardan yararlanmaya çalışmıştır. Kendi şartları gereği Atatürkçülüğün yalnız bir yönünden faydalanmayı düşünen ülkeler ve düşünürler de vardır. Örnek olarak, bir kısım Güney Amerika ülkelerinin düşünürleri, Atatürk’ün millî devlet kuruculuğundan milletleşmek, devletleşmek, millî devlet olabilmek için yararlanmayı düşünmektedirler. Onların gözünde Atatürk, bir millî devletler kurucusu, uluslar yaratıcısıdır. Bazı Güney Afrika düşünürleri, kendi kültürlerinin bütünü ile yok olmasından endişelenmekte, Atatürkçülükteki batılılaşmayı kabullenmeyip yalnız modernleşme ilkesini savunmaktadırlar. Atatürk’ü bir çağdaşlaşma önderi ve Atatürkçülüğü bir çağdaşlaşma yöntemi olarak görmeyi ve bu düşünce sisteminin bütünlüğünün idrakine ulaşmayı çok kolay bir hadise olarak görmemelidir. Bu düşünce sistemi ve uygulamaya temel teşkil eden ilkeler, çağımızın gerekleridir. Çağa uyum, bugün için, bu ilkelerle mümkündür. Ancak Atatürkçülük, bunlardan da önce akim ve bilimin yol göstericiliğini esas alan, aklın ve bilimin verilerinin şartlara ve ihtiyaçlara göre kullanılmasını öngören bir düşünce sistemidir.Atatürkçülük, İkinci Dünya Harbi’nden sonra daha fazla örnek değeri kazanmış ve Atatürk, bir dünya değeri olmuştur. Bu sonuçta, İkinci Dünya Harbi sonunun şartları etkili olduğu kadar, işgal ve sömürge altındaki mazlum milletlerde Atatürk örneğinin yerleşmesi ve yaygınlaşması için gerekli zamanın geçmiş bulunması da önemli etken olmuştur. Atatürk’ün mazlum milletler üzerindeki ilk etkisi, İstiklâl Harbi ile batılılara tattırılan yenilgi sonucu olmuş, Müslümanlar Atatürk’ün gazilik yönünü özellikle benimsemişlerdir. İstiklâl Harbi’ni takip eden halifeliğin kaldırılması ve inkılâplar, bu topluluklar için anlaşılması zor, ulaşılması güç büyük hedeflerdi. Bu noktada batılıların yanlışa dayanan propagandaları ile Atatürkçülüğe bağlılıkta duraklama görülür. Ancak zaman, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü tekrar yüceltmiş ve Atatürkçülüğün yaygınlaşmasını sağlamıştır.Savaşlar, askerî değerleri ile birlikte, geleceğe yönelik etkileriyle değer kazanırlar. Şüphesiz, İstiklâl Harbi askerî açıdan büyük bir değer taşır. Fakat askerî değeri kadar önemli yanı, sonucundan yararlanılarak gerçekleştirilen atılımlardır. Savaş amaca giden yolu açar, genişletir ve güvenliğini sağlar. İstiklâl Harbi, bağımsızlığımızın, egemenliğimizin, özgürlüğümüzün, çağdaşlaşmamızın, millî devletimizi kurabilmemizin vaz geçilmez ilk adımıdır. Ancak İstiklâl Harbi’ni inkılâplar izlemeseydi, millî devleti kurmak da, çağdaşlaşmak da mümkün olamazdı. Bağımsız millî devletin kurulması, İstiklâl Harbi ile, çağdaşlaşmanın gerçekleştirilmesi ise inkılâplarla mümkün olabilmiştir. İstiklâl Harbi, Türk-İslâm sentez medeniyetinin yücelttiği Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu sentez medeniyetin kendi kendisini yenileme gücünü yitirip yenik düştüğü noktadaki savaştır. İstiklâl Harbi ve inkılâplar, Türk-İslâm sentez medeniyetinin batı medeniyeti ile yeni bir senteze ulaşması amacına yöneliktir. İnkılâplar, batı medeniyeti ile yeni bir sentezin yolunu açmıştır. Bu sebeple, Atatürkçülüğü bütünü ile yeni bir medeniyet hamlesi olarak görüyoruz. 49 Türk bilim adamının ve Türk aydınının büyük sorumluluğu Atatürk ve Atatürkçülüğün diğer uluslar üzerindeki yankı ve etkilerini incelemek ve Atatürkçülüğü bir düşünce sistemi olarak dünyaya bütün unsurları ve özellikleri ile anlatmaktır. Atatürk ve Atatürkçülüğün daha açıklıkla ortaya konması ve yayılması, Türkiye’ye olduğu kadar dünyaya da katkı sağlayacak; daha insancıl, daha onurlu, daha barışçı bir ortamın yaratılması gerçekleşebilecektir. Türk insanında ve kurumlarımızda Atatürkçülüğün yerleştirilmesi ve yaşatılması, gücümüzün ana unsurunu oluşturacak, gelişmiş ülkelerle aramızdaki dengesizliği giderecek, bizi zayıf milletlere yaşama hakkı vermeyen Türkiye coğrafyasının gerektirdiği güce ulaştıracaktır. Çünkü Atatürkçülük, her çağda, çağdaş olabilmenin yol ve yöntemini gösterir. Suat İlhan Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 4, Cilt: II, Kasım 1985 ATATÜRK VE SORUMLULUK Giriş: Atatürk ve sorumluluk, biri ötekinde erimiş ve bütünleşmiştir. Atatürk’ün hayatının hiçbir dönemi yoktur ki, sorumluluk bilincinden uzak kalsın. Aynı zamanda sorumluluğu iliklerine kadar duymasın.. Tertemiz bir hava örneği ciğerlerine doldurmasın. Atatürk, her konuda olduğu gibi, sorumluluk konusunda da en yakın arkadaşlarından en sade vatandaşa kadar daima örnek olmuştur. Daima önder kalmıştır. O nedenle de, her Türkün, memleket ve millet sorunlarında, daima, sorumluluğun bilinci içinde bulunmasını istemiştir. Diyebiliriz ki, Türk insanından beklediklerinin en başta geleni de bu olmuştur. Çünkü, O’na göre; sorumluluğun idrakinde akıl vardır. Gerçek vardır. Sağlam bir mantık, engin bir bilinç vardır. Daha incelememizin başında bir noktayı aydınlatmak zorundayız. Hiç unutmayalım ki, millet ve memleket sorunlarında, her çeşit sorumluluk duygusu aile ocağında başlar. Bu ocak, gelecekteki kişisel, toplum ve millet çıkarları bakımından ilk ve büyük etkinliği taşır. Batı görüşünde bir deyim vardır. Çocukta en önemli yaş, ilk yedi yaştır. Herhalde bu ifade yanlış olmasa gerektir. O nedenle, çocuklarımıza ilk sorumluluk duygusunun bu süre içinde verilmesi, gelecek için büyük yararlılıklar sağlamış olacaktır. 50 Her çeşit okul, bu işin ancak ikinci dönemi olur. İlkinden sonuncusuna değin, öğretici ve eğitici insanlarımızın sorumluluğun bilincine varması en önemli konumuzdur. Hele, aile ocağı yapılarımız da göz önünde tutulunca bu işin ciddiyeti ve ağırlığı kendisini daha iyi gösterir. Bu uğurdaki görevlerimizin ve yükümlülüklerimizin ciddiyeti bütün görkemliliği ile belirir. Hiç kuşkumuz olmasın ki, böyle bir hava içinde yetişecek çocuklarımız toplum içinde hızla gelişir. Aynı zamanda, kitlelerin bu konuda eğitilmelerine büyük katkı sağlar. Bir başka açıdan bu hizmet, millete yapılabilecek en büyük, hatta; en kutsal görev olmuş olur.. Atatürk’ün sorumluluk anlayışı: Hiç kuşkusuz, her görev bir sorumluluğu beraberinde getirir. Aynı biçimde, her yetkide bir sorumluluk vardır. Ne görev, ne yetki çıplak olarak düşünülemez. Kişisel ve özel yaşantı içindeki sorumluluklar konumuzun dışında kalır. Görev ve yetki sorumlulukları da döner, dolaşır millet ve memleket sorunları üzerinde toplanır. Aslında, büyük Atatürk’te baştan sona kadar görebildiğimiz ve görebileceğimiz sorumluluklar da budur. Hemen belirtelim ki, bu çok ağır bir sorumluluktur. Bu da, O’nun üstün kişiliğinin en başta gelen niteliğidir. Aynı zamanda da, O’nun başarılarının temel dayanaklarından en güçlüsüdür. Nitekim; Mustafa Kemal’in, daha çocuk denecek yaşlarda sorumluluk duygusuna sahip olduğunu, yaşamı içinde görebilmekteyiz. Yalnız bunu, o günlerde, O’nun hayat zinciri içinde bazan heyecan, bazan cesaret, bazan da hüzün halinde görmekteyiz. Örneğin; Türk - Yunan savaşında, bu savaşa katılma istek ve heyecanıyla sarsılmıştır. Mustafa Kemal’in o yıllarda on beş yaşında bulunduğunu söyleyen yakın arkadaşı, rahmetli General Ali Fuat Cebesoy, bu savaştan söz ederken: "Gençlik hayatımın en heyecanlı günlerini yaşadım. Yaşımın küçük olmasına rağmen bu savaşa katılmayı çok istemiştim. Az daha gönüllü müfrezelerin arasına katılıp gidecektim." dediğini belirtir. Mustafa Kemal’in Harp Okulu yaşantısı, meslek kitapları dışında, bir çok eserlerin incelenmesiyle geçer. O yıllarda, daha çok padişahın zulmü üzerinde durmaktadır. Hürriyet konusu üzerine çok fazla eğilmektedir. Bunlarla beraber hiç şüphesiz eriyen, çürüyen, yok olmaya mahkûm bir imparatorluğa çareler araması ve gazete bile çıkarması, ondaki sorumluluk duygusunun ne derece ilerde bulunduğunu göstermektedir. Hele kurmay subay olduktan sonra teşkilât kurma çabaları, İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki mücadeleleri sorumluluk bilincini apaçık işaretlemektedir. 31 Mart Olayı ise, baştan sona O’nun sorumluluk anlayışını yansıtır. Çanakkale Savaşları da bu anlayışın en kesin belgelerini verir. Bu savaşlarda geçen bir olayı Mustafa Kemal şöyle dile getirir. “...Üçüncü Kolordu Kumandanı2 Hazretleri de ahvali ‘durumu’ yakından görmek üzere, ilk defa olarak bugün bulunduğum Kemalyeri’ne gelmişlerdi. Kumanda ettiğim kuvvetler meyanında bütün Beşinci Tümen de mevcut olduğundan, mezkûr fırka kumandanı Albay Kaninkiser Bey de mevcut bulunuyordu3. Alman kumandan Kaninkiser, kıtaların taarruza girişmesinden sonra Kemalyeri’ne gelmiş ve rütbesi Albay olmak hasabiyle Tümenin emir ve kumandasını üzerine almamış veya Kolordu Kumandanının bizzat gelip muharebeyi idare etmesi veyahut kendisinin umum Arıburnu 51 Kuvvetleri Kumandanlığını deruhte eylemesi suretiyle kumandanın tanzimi lâzım geldiğini mevzu-u bahsetmiş ise de, Kolordu Kumandanı ‘Esat Paşa’ davete selâhiyettar ‘yetkili’ olmadığını ve doğrudan doğruya vatanın pek önemli bir hayatî meselesini teşkil etmekte bulunan ve tarafımdan başlanıp bugüne kadar idare edilmekte olan muharebelerin ve bilhassa bugün başlamış olan taarruzun sorumluluğunu kendiliğimden, henüz askerî yeteneğini tanımadığım yeni gelmiş bir zata vermekte mazur olduğumu ve kendisinin seyirci olarak yanımda bulunmasından başka bir şeye müsaade edemiyeceğimi beyan ile vazife-i mes’uleme ‘görev sorumluluğuma’ devam edilmiştir. ...19.2.1331 günü düşmanın bir karşı taarruzu halinde yenileceğimizi ve binaenaleyh bu günkü vaziyetin pek tehlikeli olduğunu göstererek ‘Alman Albay’ geriye Conkbayırı - Kemalyeri genel hattına çekilmenin münasip olacağı fikrini ileriye sürmüştü. Kolordu Kumandanı Paşa Hazretleri durumu müşahade ettikten sonra bundan sonraki kararımın ne olacağını sordu. Bulunulan hattı muhafaza ve tahkim ve kıtaatın yeniden tertip ve tanziminden ibaret olduğunu ve çünkü 12 Nisandan beri düşmanı denize atmak azim ve niyeti ile harp eden ve on metreden yüz elli metreye kadar bir mesafe dahilinde düşmanla yakın ve sıkı bir temas tesis eden ve düşmanın işgal ettiği mevziler önünde adeta bir ihata hattı teşkil eden kıtaatımızı geri almak cihetini asla münasip görmediğimi bildirdim. ...Kolordu Kumandanı Paşa Hazretlerine; 12 Nisandan beri bu kuvvetlerin başında ve her türlü sorumluluğu kemal-i fahr ‘büyük bir gurur’ ile deruhte ettiğim bu cephede, bir erin bir adım geri alınmasına kesinlikle razı olamam. Burada, bu şart dahilinde sorumluluğu deruhte edecek yalnız bir kumandan bulunmalıdır. Müşavere ile kumandanlık olmaz.”4 Açıkça görüldüğü üzere Mustafa Kemal sorumluluğu iliklerine dek duymaktadır. Daha doğrusu, yaşamaktadır. Bunu da 20.2.1331’de verdiği tümen emrinde, bütün çıplaklığı ile şöyle ifade etmektedir: “..Benimle beraber burada savaşan bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, üzerimize tevdi vazife-i namus-ı vatanı üzerimize verilen vatanın namusu vazifesini’ tamamen yerine getirmek için, bir adım geri gitmek yoktur. Bu sırada hab-ı istirahat ‘dinlenme uykusu’ aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini hepinize hatırlatırım.”5 Yine gördüğümüz üzere, Mustafa Kemal’i sorumluluktan ve sorumluluğu da Mustafa Kemal’den ayırmaya imkân yoktur. Sanki, iki sevgilidirler. O’na devamlı olarak kucak açmaktadır. Bu tavırda; O’nun görev anlayışı kadar karakterinin de çok büyük rolü ve yeri vardır. Hiç şüphesiz, eşsiz memleket ve milletseverliğinin de yüksek etkisi canlılığını ve tazeliğini korunmaktadır. Mustafa Kemal’e göre kumandanlıktaki başarı, sorumluluk yüklenmekle doğru orantılıdır. Daima gerçekleri ele alan, gerçeklerden hareket eden bir kumandan için yanılgı payı da çok az olur. Ya da, hiç olmaz. Bütün sorun; en uygun ve en geçerli kararı hızla alabilmektedir. Hiç kuşkusuz alınan kararın da göz kırpmadan uygulanması gerekir. Başarıya bu tür bir tutum ve davranışla varılabilir. Düşmanla yüz yüze, boğaz bağaza yapılan savaş gerçeğin tam kendisidir. Gerçekler karşısında hızlı muhakeme, hızlı karar, hızlı uygulama başarının en güçlü güvencesidir. Onun içindir ki, savaş usul ve kurallarını çok iyi bilen, onları yerinde ve zamanında, eksiksiz uygulayan Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşları’nın en başarılı kumandanı olmuştur. Akıllı cesaretiyle de, hiç kuşkusuz büyük bir kahramandır. Tarihin hükmü de budur. 52 Elbette bir savaş, bütün olanları yakından görerek, izleyerek ve anında gerekli tertipleri alarak en iyi biçimde yönetilebilir. Bunun için de çare, cephede bulunmaktır. En geçerli bilgiyi dolaylı değil görerek almaktır. Bu da işlerin doğru, hızlı, verimli ve etkin biçimde yürütülmesini sağlar. İşte; bütün Çanakkale Savaşları süresince, biz de Mustafa Kemal’i daima cephede ve ön saflarda görmekteyiz. Ama gel gör ki, çoğu zaman olduğu gibi, bu kez de cephede rahat bırakılmamaktadır. Fakat Mustafa Kemal her zaman aldığı görevin yüksek bilinci içinde olmuştur. Ağır sorumluluğunu daima ruhunda ve vicdanında duymuştur. Nitekim; Baş Kumandan Vekili Enver Paşanın, 16/17 Haziran 1331 savaşları için: “Orduda insan ve cephanece bazı ifrat nazarı dikkati celp etti. Örneğin, 16/17 Haziran 1331 gecesi 19. uncu Tümen5 cephesine düşmanın icra ettiği taarruz ve tarafımızdan yapılan karşı taarruzun bize yaklaşık olarak bin kişiye mal olduğunu işittim. Düşman sırf bir ateş baskını yapmış ve ciddiyetle taarruza da kalkmamış iken, hazırlanmadan tarafımızdan yapılan karşı taaruz beyhude telefata malolmuştur. Fırsatlardan istifade doğaldır. Fakat önemli telefata malolan taarruzlar maksatsız yapılmasın.”7 Başkumandan Vekili’nin emirleri özeti olarak, Kuzey Grubu Kumandanlığına “Esat Paşaya”, Beşinci Ordu Kumandanı Liman von Sanders’in gönderdiği bu emir, usule uygun olarak On Dokuzuncu Tümen Kumandanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’e ulaştırılır. Önce o günlerin savaşlarına değinilerek şöyle denilir. “.... Bu sebeple Kumandan Vekili Paşa Hazretlerinin emir buyurdukları veçhile insan ve cephanece lüzumsuz israftan madud olmasını ‘çekinilmesini’ tasdik etmek icap eder. Bütün bu inceleme ve açıklamalarımla sizde varlığını büyük bir övünçle ve memnuniyetle gördüğüm fedakârlık duygusunun ve taarruz ruhunun kırılmasını arzu etmem. Ancak her fırsattan istifadeye daima hazır olmakta devamınızı görmek isterim.”8. Mustafa Kemal’in hiç beklemediği bir anda, kendisine ulaşan bu emre tepkisi ise şöyle olmaktadır: “Bu ihtarnamenin olayın cereyan ettiği tarihten on dört gün sonra yapılmış olması, Baş Kumandanlık Yüksek Vekâleti’nin tevcih ettiği sorumluluk yükünü benim omuzuma atmak tedbirine tevessülden başka bir ifade ve anlamı yoktur. Ben bu hususta savunma sebeplerini araştırmak yoluna gitmekten ise, gerçekten pek ağır olan bu sorumluluğu üzerime almakta azim derecede vicdan huzuru ve hazzı ile duygulanmıştım. Ve bu haz, bütün asker hayatımda daima ve tatlı bir hatıra bırakacaktır.” Mustafa Kemal durumun gereği olan düşüncelerini sıralayarak: “... Ancak düşman ile temasta bulunan bir kumandanın, düşmanın ahvalinde gördüğü şüpheli ve mucibi istifade durumlardan yararlanmak üzere hareket edeceği de hakkı teslim etmek olur. ...Taarruzu yüksek sırta yöneltişim, bu noktanın düşman için can alacak bir yer olduğu ve burada kazanılacak mevzii bir başarının, düşmanın Arıburnunda hal ve durumunu tehlikeye düşüreceği ve bizi kesin zafere ulaştırabileceği idi..”9 Mustafa Kemal, özellikle kritik zamanlarda, ağır sorumluluklar yüklenmenin en büyük onur belgesi olduğu örneklerini, hemen her zaman ve her yerde, en güzel bir biçimde sergilemiştir. Nitekim Conkbayırı durumu nazik bir safhada iken de: 53 “... Durumun nezaketi devam etmekte olduğundan, Conkbayırı emir ve kumandası için üst karargâhların dikkat nazarlarını çekmekten geri kalmadım. Ordu Kurmay Başkanı Kazım Bey, Ordu Kumandanı Liman Paşa Hazretleri tarafından, telefon başına çağırarak, Kumandanın ahvali nasıl gördüğümü ve düşüncelerimi sorduğunu bildirdi. Buna da, Conkbayırı durumunun nezaketi, bunun için daha bir an mevcut olduğunu, bu an da yitirildiği taktirde bir felâket karşısında kalmaklığımız pek muhtemel olduğunu söyledim. Durum genelleşmiş, Anafartalar’a çıkmış ve çıkmakta olan büyük düşman kuvvetlerini dikkat nazarına almak ve ona göre genel tedbirler alarak sevk ve idareyi birleştirmek ve güvence altına almak gerektiğinden... söz etmesi üzerine; .. kendisinin, çare kalmadı mı sualine verdiğim cevapta; bütün mevcut kuvvetlerin kumandam altına verilmesinden başka çare kalmadığını söyledim. O da; çok gelmez mi sözleriyle karşılık verdi. Az gelir, dedim.”10 Hiç kuşkusuz bu bir ölüm-kalım anıdır. Büyük kumandanın ağır sorumluluğu bilerek, anlayarak ve severek yüklenmesidir. Elbette bunun sonucu, başta İstanbul olmak üzere, koskoca bir yurt parçasının kurtuluşu olmuştur. Bu da; çok ağır olan sorumluluğun, gerçekten eşsiz bir başarısı olmuştur. Haklı olarak da, tarih sayfalarında şerefli yerini almıştır. Mustafa Kemal için sorumluluk; millet için, vatan için olduğu zaman, gerçekten çok ağır bir yükümlülük ifade eder. Onun içindir ki, bu sorumluluğu beyninin, ruhunun ve tüm varlığının hemen her noktasında, akıp giden zamanın her anında duymaktadır. Bu sebepledir ki, Arıburnu Anafartalar Kumandanlığı kendisine verilince, derin bir nefes almış, derin bir iç çekişiyle: “Mesuliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır.”11 demiştir. Tarih ve sorumluluk: Elbette insanlar, olayları kendi isteklerine, kendi görüş açılarına göre yazmamalıdır. Yazamazlar da. Hele, hiçbir zaman böyle bir amaç güderek yorumlamamalıdırlar. Gerçekten her şeyi olduğu gibi görmek, dile getirmek büyük bir erdemliliktir. Kusurlarını bile itiraf, bir yerde, en büyük cesaret ve fazilettir. Aslında büyük olaylar içerisinde, doğrudan rol almış insanlar için, kendileri kasıtlı olarak olayları saptırsa da, tarih apaçık ortaya çıkaracaktır. Bu konuda, doğumundan ölümüne kadar, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğrulardan sapmadığını, gerçekleri ifade etmekten asla kaçmadığını, hemen her girişiminde bu yolu, titizlikle izlediğini görmekteyiz. Bu durum, onun için adeta bir inançtır. Nitekim: “Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebilecek bir durumda bulunmak gerektir.”12 demektedir. O nedenle de, üç büyük cilt tutan Nutuk’ta her şeyin hesabını vesikalar halinde dile getirmektedir. Gerçekten de, o büyük insanın hayatının hiçbir noktası için veremiyeceği bir hesabı da yoktur. Bu doğruluk ve gerçekçilik yanı, Mustafa Kemal’in en güçlü niteliklerini oluşturmaktadır. O; sadece yaptıklarının değilyapmadıklarının, yapamadıklarının da hesabını, önce vicdanına, sonra da milletine karşı daima, açık olarak vermiştir. Bütün bunlar da, O’ndaki, erişilmez dürüstlük ve engin sorumluluk duygusunun yüceliğini gösterir. O; hemen her zaman kamu oyunu düşünmüştür. Milletine karşı sorumluluğunun ağırlığını daima iliklerine kadar duymuştur. Aynı zamanda, halkın da büyük bir sorumlukla kendi yaptıklarını görmesi, gözetlemesi ve vicdanında tartması düşüncesiyle yaşamıştır. Bu görüşlerini daha da ileri götürerek tarihe karşı duymaktadır. Onun içindir ki, bir konuşması sırasında: “Yapmamıza imkân hasıl olan işleri yapmazsak, tarih bizi tenkit eder.”13 diyecektir. 54 Bütün bunlardan çıkartılacak tek ve doğru olan çözüm; Mustafa Kemal’in üzerine aldığı her görevin büyük bir sorumluluk olduğu düşüncesidir. Gerek uygarlık yolunda yapılması zorunlu hamleler için olsun, gerekse halk arasında, halk içinde bulunduğu zamanlarda olsun sezdikleri istekleri yerine getirmek için devamlı ve sürekli çaba harcamıştır. Derin görüş ve düşüncelerinin kendisine ilham ettiği bütün doğru, iyi ve güzel şeyleri yurduna getirme, milletine vermek için, adeta çırpınmıştır. İşte bütün bunlar; O’ndaki sorumluluk duygusunun ne derecede güçlü ve ağır bulunduğunu gösterir. Hepsi de, yaşadığı devir dünyasına, milletine ve insanlara, insanlığa, her şeyi çırılçıplak aktaran tarihe karşı doğru olarak aktarılmıştır. Onun içindir ki, yüce Atatürk: “Asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir. Fakat, yalnız bir şey düşünmemişlerdir. Türkiye’yi Bu düşüncesizlik yüzünden, Türk Vatanı’nın, Türk Milleti’nin uğradığı zararları ancak bir şekilde telâfi edebiliriz. O da; Türkiye’den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü kurtuluş ve saadet hedeflerine erişebiliriz.”14 Atatürk’e göre sorumluluğun ne rütbesi, ne makamı, ne de derecesi vardır. Sokaktaki adamdan Cumhurbaşkanına kadar sorumluluk vardır. Hem de, yerine ve zamanına göre de “Ölümden de ağır”dır. Bütün sorun; her alanda ve her yöndeki sorumluluğun idraki içinde ve bilincinde bulunmaktadır. O nedenle, Atatürk’ün çeşitli zaman ve yerlerdeki görüşlerinden, her insan kendine düşen payı çıkarmalı ve alabilmelidir. Vatan ve milletseverliğin, hizmet anlayışının, toplum yaşamının ve nihayet insan olmanın, insan sevgisinin ölçüsü de, sorumluluk anlayışı ve duygusundan geçer. Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, büyük Atatürk’ün milletimiz için duyup dile getirdiklerini asla unutmamak gerekir. Milletimizi yüceltmenin de, varlığımızı güçlendirmenin de yolu Atatürk’ten ve Atatürkçülükken geçmektedir. Hele bu yurt varlığının bu duruma ulaşmasındaki Atatürkçü düşünce sisteminin yerini hiçbir zaman akıldan çıkarmamak icap eder. Bu nedenle de Atatürk’ü anlamaya çalışmak, kendimizi bilmek, anlamak ve öğrenmek olur. Bu da, uygarca yaşamayı öğrenmektir. Uygarlık dünyasına ulaşmak ve onun üzerine çıkmak olur. Nasıl olmasın ki; büyük Atatürk, daha Millî Mücadele biter bitmez: “Yeni Türkiye Devleti, kesinlikle emin olasınız ki, eski muazzam Osmanlı imparatorluğundan daha çok kuvvetlidir. Bunun böyle olduğunu ispat için, yakın olaylara baş vurmaya da gerek yoktur. Akıl, mantık bize gerçeği gösterebilir. Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o sınır içinde büyük bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonu gelmez sınır içindeki insan kütleleri hiçbir vakit, temel unsurun lehine bir varlık değillerdi. Belki aleyhine... Bu küçük unsur, geniş bir alana dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi bulunmaya, onları ve sınırları korumaya zorunluydu. Yani bekçilik ediyordu. Her hangi bir maddeyi, gayet geniş bir alanda dağıttığımız vakit o madde yoğunluktan, kuvvetten yoksun olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle, varlığıyla orantılı boyutlarda bir doğal çevreye koyarsanız elbette daha yoğun ve kuvvetli olur. Bundan başka, milleti ve memleketi kudretli yapan bir şey vardır ki, o da; idare tarzıdır. Görülüyor ki yeni Türkiye Devleti’nin teşekkülünden evvel millet hiçbir vakit kendi tarihine, kendi hayatına, kendi refah ve mutluluk araçlarına malik olmamıştı. Hatta bu, kendisine düşündürülmemişti bile.... Sanki milletin görevi, her hangi bir padişahın hırs ve hevesini, her hangi bir serdarın geniş ve şaşaalı hayatını temin için, sürüler halinde şuraya buraya gitmekten ibaretti. Fakat bugün öyle değildir. Bugün bütün halk, hepimiz benliğimizi idrak ediyoruz. Mukadderatımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek, Hindistan’da imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır. Bütün dimağımızı, 55 çalışmalarımızı bu memleketin bayındırlığına, refahına ayıracağız. Amacımız budur. Bu amaç için varlığımızı bile ortaya atmaya hazırız.”15 diye seslenmiştir. Dikkatle okununca, bu konuşmanın baştan sona kadar her cümlesi, burcu burcu bir sorumluluğu duyurmaktadır. Hem de, uzun uzadıya tahlil ederek, anlam çıkarmaya çalışmaya bile gerek olmadan... Milletine ve yurduna karşı sorumluluğu vicdanında duyan her insanın öz düşüncesi de budur. Daha doğrusu bu olmalıdır. Kitlelere huzur, güven, geçim genişliği ve mutluluk verebilmek için; kişi olarak da, toplum olarak da, millet olarak da, her zaman sorumluluk duygusuyla dopdolu olmamız gerekir. Hiç kuşkusuz böyle bir düşünce ve yaşantı gönül rahatlığının, hizmet onurunun, kişi haysiyetliliğinin yüksek bir belgesi olur. İşte o zaman, yüce Atatürk’ün göstermiş bulunduğu büyük amaca çağdaş uygarlığa ulaşmak imkânına kuvuşulur. Böylece de aziz Atatürk’ün yüce ruhu şadolur. Hiç unutmayalım ki, böyle bir tavır, böyle bir tutum ve davranışla ulaşamıyacağımız hiçbir hedef kalmaz. Artık, bütün engeller birer birer yok olmuş demektir. Çünkü sorumluluk anlayışında ve bilincinde birleşmekle millî birlik ve bütünlüğümüz de, en hızlı biçimde gerçekleşir. Türkiye Cumhuriyeti millî sınırları içinde çeliklesin Onun içindir ki, hayatı boyunca gerçekçilik ve sorumluluktan sapmamış olan büyük Atatürk: “Memleket işlerinde, millet işlerinde, hakikî işlerde duygulara, hatıra, dostluğa bakılmaz.”16 der. Bunun açık anlamı; millî amacımızdır. Yüklendiğimiz, yüklenebileceğimiz görevlerdir. Ve de bütün bunların gereği yüce sorumluluktur. Memleket ve milletini sevenler için sorumluluk, hava kadar, su ve ekmek kadar gerekli ve doğaldır. Hiç kuşkunuz olmasın ki bunu duymayanlar, er ya da geç yollarını yitirirler. Bencil bir gidişin karanlığında, küçüle küçüle yok olurlar. Bu gibiler, hiçbir zaman, nereden gelip, nereye gideceklerinden haberli olamazlar. Maddî ve manevî varlıklarını bile düşünemiyecek kadar hiçtirler. Öyle ki, yalnızlıklarını bile düşünemezler. Oysa; toplum hayatı, millet hayatı bu değildir. O nedenle, aile yaşantılarında bile, çoğu zaman mutluluktan uzaktırlar. Politika ve sorumluluk: Sorumluluk konusunu birçok alanlarda ele almak mümkündür. Fakat bu tür araştırmaların çeşitli bilim dallarına bırakılması hem daha doğru olur, hem de daha yararlıdır. Yalnız, bir de büyük gerçek vardır. Bu da; demokratik düzen içerisinde, girmediği hiçbir alan bırakmayan politikaya, bir parça da olsa, değinmenin gerek ve zorunluluğuna inanıyoruz. Gerçek şu ki; politik etkenler, yerli yersiz hepimizi, az çok etkilemektedir. Gönül ister ki bu etkilemeler her zaman, çoklukla memleket ve millet yararına ve çıkarına olsun.. Milletimi olumlu yönde etkilesin. Her politikacı, daima, millî sorumluluğunun bilincinde olsun. Bu davranışıyla, hem milletin yetişmesine hizmet etsin; hem de, alacağı görevin ne derece yüce ve yüceliği ölçüsünde de sorumluluk ve yükümlülük getireceğinin bilincini yaşasın. Bir başka nokta da, çoğu zaman, hemen hepimizin yakındığı demokrasinin gerek ve gerçeklerinin oluşması ve gelişmesi sorunun, zamanla olumlu bir sonuca ulaşmış olmasıdır. Büyük Atatürk’ün bütün bunları daha Cumhuriyetin ilk yıllarında düşünmüş olduğunu görüyoruz. Sadece düşünmek de değil, O’nun temel prensibi olan; düşünceyi harekete dönüştürmek çabalarına tanık olmaktayız. Bakınız aziz Atatürk ne demiştir: “Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelade politikacılıkla milleti parçalamak hiyanettir.”17 56 Milletçe üzerinde daima ısrarla durmamız gereken en önemli sorunumuz; millî birlik ve beraberliktir. Atatürk’ü düşündüğünüzde, benliğimize kadar bizi sarması, sarsması gereken de budur. Güç bundadır. Huzur, güven ve başarının kilidi budur. Mutluluğa giden yol bundan geçer. Elbette bütün çalışma ve çabalarımızın yegâne amacı bu olacaktır. Millet ve memleket yükseltilmedikçe, çağdaş uygarlık geçilmedikçe, biz aydın geçinenlerin yükselmiş olacağını düşünmek bile abestir. Hızla bundan sıyrılmanın etkin yolu Atatürkçü düşünce sistemine dört elle sarılmaktır. Onun içindir ki bunu en başta sorumluluk kabul eden Atatürk: “Milletin birleşik arzu ve eğilimine değinmek ve onun gereklerine hayatını vermeyi hareket kuralı bilmek, gerçek yolda yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin fertlerinde hakim olan, uyulması gerekli olan milletin birleşik arzusu, maşerî ‘ortaklaşa’ fikridir. Bir insan memleketine ve milletine faydalı bir iş yaparken göz önünden bir an uzak bulundurmamaya zorunlu olduğu kural, milletin gerçek eğilimidir.” l8 demektedir. Doğal olarak bir milletin birleşik istekleri olacaktır. Vardır da. Ama hiç unutmayalım ki, bu birleşik istek de kişi, toplum ve millet olarak bize daima yükümlülüklerimizi hatırlatmalıdır. Yükümlülük ise; kısa ve açık anlamı ile, ağır sorumluluklarımızı işaret eder. Bütün bunları politikanın akışı içinde düşünmek, açıklıkla doğrular ve gerçekler üzerinde çaba harcamayı zorunlu ve gerekli kılar. Bunu gerçekten büyük ve ağır bir sorumluluk sayan büyük Atatürk : “Milleti aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak, geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, adî politikacılar gibi yalancı vaadlerde bulunmaktan nefret ederiz.” 19 demektedir. Gördüğümüz, anladığımız kadarı ile politikayı sanat olarak hizmet olarak seçenlerin, gerçekten sorumluluk bilincine ulaşmış olmaları gerekmektedir. Bu gereklilik, onu hayatın her noktasında duymakla mümkün olur. Elbette bu onurla yapılacak hizmet, hizmetlerin de en asillerinden birini oluşturur. Millet tarafından asla unutulmaz. Biz, bu kısmı da büyük Atatürk’ün şu ölümsüz ve engin görüşü, duyuşu ve yaşayışıyla noktalamak istiyoruz. “Millet tarafından, millet adına devleti idareye yetkili kılınanlar için gerektiği zaman millete hesap vermek zorunluluğu lâubalilik, kayıtsızlık, umursamazlık ve keyfi hareketle uzlaşamaz.”20 Görev, sorumluluk ve vicdan: Yüce Atatürk’ün hayatında iki öge çok egemendir. Biri, görev, öteki de, sorumluluk. O; bu iki sesi daima vicdanında duymuştur. Hem de, en güçlü biçimde.. Vicdanında, her zaman duymuş olduğu bu iki sesin de iki kaynağı vardır. Biri, vatan diğeri ise, millettir. İşte o büyük insanın her alanda ve her yöndeki sonsuz çabaları, girişimleri, bitmiyen fedekârlıkları hep bu iki ana kaynaktan gelmektedir. Atatürk’ün zevk ve eğlencelerinde, düşünce ve kederlerinde, daima bu iki kaynak görülmektedir. Daima, vatan ve millet çıkar ve yararı heybetleşir. Olayların akışına hep bu açıdan bakar. Daima yeni yeni görevler çıkarır. Her zaman yepyeni sorumluluklarla bilenir. Başarıya ulaşan her görev ise, O’nda yepyeni bir sorumluluğun başlangıcı olur. Büyük Atatürk’e, hiçbir şey, sorumluluk kadar güç vermez. Bu da O’na, daima büyük bir mutluluk verir. Bitmez, tükenmez bir güç kaynağı olur. Daima milletine karşı büyük bir sorumluluğun bilinci içindedir. Nitekim, Cumhuriyetin ilk yıllarında der ki: “Ben görevimin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar; bu görev bitmiyecektir. Ben toprak olduktan sonra da devam edecektir. Ben seve seve, sevine sevine, bütün varlığımı bu kutsal göreve vereceğim. Ve onun yüksek sorumluluğunu 57 yüklenmekle mutlu olacağım. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük bir kuvvettir. Büyük yetkidir.”21 Hepimizin de çok iyi bildiği üzere Mustafa Kemal için millet ilham kaynağı, güç kaynağı ve güven kaynağıdır. Hiç kuşkusuz milletimiz için de, yaşadığı günlerde ve o günün kuşaklarına da Mustafa Kemal güç, kuvvet ve güven kaynağı idi. O altın yılları yaşayanlardan biri olarak, bütün bunları gördüm. İliklerime kadar, ruhumun her zerresinde yaşadım. En büyük sorumluluğu yüce milleti için duyan Atatürk, milletinin de, millî sorumluluğun bilincine ulaşmasını çok isterdi. Bugün bunun acısını ne derece ağır olarak duymak mecburiyetindeyiz. Eğer duyabiliyorsak, hızla kendimize gelmemiz umudu vardır. Onun içindir ki, 1919 da Millî Mücadeleye başlarken: “Biz eğer millet ve tarih önünde her hangi bir hata işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdan ve sağduyumuzda hissetmekten ve ödemekten hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz.”22 diye, millete sesleniyordu. İşte açıklık da budur. Ölümden ağır olan sorumluluk da budur. Hiç unutmayalım ki Atatürk’ün attığı her adım anlamlı ve ileriyedir. Ağzından çıkan her kelime vatandan ve milletten yanadır. Yükselmemiz ve uygarlık dünyası içindeki uygar yerimizi, onurla almamız içindi. Onun içindir ki O; memleket ve millet için yapılması gereken her doğru, etkin ve verimli işi bir kutsal görev bilinci içinde ele alırdı. Millete hizmetten sonsuz bir zevk duyardı. Asla da, bu hizmetlerden dolayı ne bir karşılık beklerdi. Ne de böyle bir düşünce aklının köşesinden geçerdi. O günleri yaşayanlar bunu apaçık görmüşlerdir. Yaşamışlardır. Onun içindir ki, her şeye ulaştığı, her başarıya kavuştuğu vakit bile: “Benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenab-ı Hak beni bunda başarılı kılmışsa, şükür ve hamdler ederim. Bugün olduğu gibi, ömrümün sonuna kadar milletin hizmetinde olmakla iftihar edeceğim.”23 diyebilmiştir. Atatürk’ün hayatının değil her noktası, bir noktası bile bizi sarsmaya, kendimize getirmeye yetebilecek kadar millî, vatanî ve insanîdir. Yalnız milletimiz için değil, bütün insanlık âlemi için de böyledir. Nasıl böyle olmasın ki, çağında unutulmayan büyük insan olarak yaşamaktadır. İnsanlığa tuttuğu güçlü ışıkla da, daha yüzyıllar boyu yaşayacaktır. O’nu yakından gören, tanıyan bizler ise, O’nu anlatamamanın ızdırabını daima çekmeye mecbur ve mahkûm olarak yaşamakla yükümlüyüz. Çünkü görevimizi yapmadık. Türk milleti ve Atatürk: Ne Atatürk’ü Türk milletinden, ne de Türk milletini Atatürk’ten ayırmak mümkün değildir. Biri ötekinde erimiş bir bütündürler. Bu gerçekten hareket edince de, O’nun inkılâp ve ilkeleri hepimizin olur. En az O’nun kadar, bu inkılâp ve ilkeler üzerine titremek görevlerin en büyüğü, hatta en kutsalı olur. Büyük Atatürk yaşadığı süre içerisinde, başından sonuna kadar aldığı görevlerin gereğini, doğru ve tam olarak yerine getirmiştir. Her birinin üzerine büyük bir dikkat ve itina ile eğilmiştir. Bu görevlerde sorumluluğun ağırlığını her an yaşamıştır. O’nun için, küçük - büyük her görev bir kutsal emanettir. Bu sebepledir ki, 1927 seçimleri için yayımlamış olduğu genelgede: “Hayatımda en büyük dayanak ve kuvvetim vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ‘inan ve güven’ ve müzaharet ‘gerçek yardım’ dır. Bütün görevlerimde manevî, vicdanî olan en büyük endişem emanetinizin saygınlık ve kutsallığına devamlı olarak dikkat etmektir.” 24demektedir. 58 Atatürk yaşamı boyunca, sorumluluktan kaçmamış, aksine onu çok sevmiş, onu daima bağrına basmıştır. Her zaman büyük bir sorumluluk bilinci içinde yaşamıştır. Milletine de, daima bu anlayışı telkin etmiş, göstermiş ve istemiştir. Çünkü başarının yegâne anahtarının sorumluluk olduğu inancındadır. Biz de, başarının vatan ve milletimiz için olacağını düşünerek o yolu seçmek zorundayız. Atatürk’ün sorumluluk konusundaki düşüncelerini Prof. Dr. Afet İnan şu biçimde dile getirir. “Sorumluluğu üzerine almak cesaret ve hevesi her işte en çok gerekli olan bir yetenektir. Birçok insanlar sorumluluğun başkalarında olduğunu bildikleri zaman, en cesur ve cüretkâr olurlar. Fakat; eğer sorumluluk kendilerinde olursa, bu cesaret ve cüretin azaldığı ve çekingen oldukları görünür. Halbuki, sorumluluğu bilerek, hesaplayarak üzerine alan insanlar, küçük ve büyük, aldıkları işlerde başarı gösterirler.”25 Biz de, büyük Atatürk’ün bu düşüncelerinden ilham olarak diyoruz ki; eğer yurdumuzu ve milletimizi seviyorsak, eğer uygar olmayı, uygar yaşamayı kabul ediyorsak, eğer bütün bir âleme “insanız” diyebileceksek, aile hayatından başlayarak toplum içindeki yerimize değin, her çeşit sorumluluğumuzun bilinci içinde bulunmak sorundayız. Ancak böyle bir anlayış ve idrak bizi devlet kademelerinde, serbest çalışmalarımızda başarılı kılar. Aksi halde ne kendinize, ne toplumumuza, ne de bu yüce milletimize yararlı hizmetler verebiliriz. Bu sebeple de, Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk’e atfettiği düşüncesini şu şekilde belirlemektedir. “..Atatürk, Türk milletinin uygar varlığına inanmış, onu üstün bir düzeye yükseltmek için bütün millet fertlerini çalışkan ve üzerlerine aldıkları görevlerde, sorumluluklarının idraki içinde bulunmalarını, daima, telkin etmiştir.”26 Hiç şüphesiz yüce Atatürk; bütün canlıların gayesi olan yavrularını yetiştirmek, besleyip büyütmek çabası ve sorumluluğu içinde yaşamıştır. Onun yegâne amacı, milleti yetiştirmekti. Kendisindeki bu sönmiyen ateşi, yurt ve millet sevgisi ateşiyle milletini tutuşturmaktı. Böylece de Türkün devamlılığını ve ebediliğini sağlamaktı. Sonuç: Atatürk’ün sorumluluk hakkındaki düşünce ve görüşlerini daha da örneklemek mümkündür. Millî Mücadele yılları ve Cumhuriyet dönemi bu örneklerle dolup taşmaktadır. Takdir buyrulacağı üzere bunların her biri bir ayrı araştırma konusu olabilecek nitelikte ve değerdedir. Ciddi tutulan her işin âşıkı olan büyük Atatürk de bu araştırmaları beklemektedir. Atatürkçülük için de gerekli ve zorunludur. Atatürk’ün fikirlere saygı, tartışmalara açık ve hoş görülü görüşleri de bunu istemektedir. Yeter ki, bilim, akıl, deney üçlüsünden sapılmasın. İnsanları hor görmiyen, gurur ve kibir bilmiyen, daima öğrenme ve öğretme ateşiyle yanan Atatürk’e yakışalım. Aslında Atatürk’teki sorumluluk bilinci, bir başka açıdan, onun üstün niteliklerine de bağlanabilir. Ama, burada da hatırlanması gereken önemli bir nokta var. O da; Atatürk’ün demokrasiye, demokratik kurallara ve meşruiyete inanmış bir insan oluşudur. Bu nitelikler; bir yandan görevin yüceliğini destekler. Öte yandan da sorumluluğun ağırlığını işaretler. Bilim ve bilimden kaynaklanan gerçekçilik, O’na daima doğruları buldurmuştur. Olgun ve dolgun kültürü ile de iyiyi, güzeli seçmiştir. Böylece, yapılan hizmetlerin etkinliği ve verimliliği artmıştır. Yüksek sorumluluk bilinci ise ona, her zaman, başarı kapılarını ardına kadar açmıştır. 59 Bilinçli ve bilgiden kaynaklanan cesareti ise, bütün bunların devamlılığını sağlamıştır. Şahsından çok milleti ve vatanı için çalışmanın, yaşamanın engin zevkini tattırmıştır. 1 G. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk S. 9 – 10 2 Mirliva Esat Paşa 3 O zaman Mustafa Kemal’in rütbesi yarbaydır... 4 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı, s. 87 – 88 5 Mustafa Kemal Arıburnu Muharebatı, s. 93 6 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in kumanda ettiği Tümen 7 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı s. 16 8 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı, s. 166 9 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı, s. 167 10 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı s. 186 11 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, Anafartalar Muharebatı’na Ait Tarihçe s. 24 12 Prof. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s. 228 13 Hakkı Tarık Us, Ayın Tarihi, Atatürk’ün Vefatları Sayı 6 s. 60 14 Herbert Melzig, Atatürk’ün Başlıca Nutukları s. 84 15 1923 Mahmut Soydan, Gazi ve İnkılâp, Milliyet gazetesi, 4 Şubat 1930. 16 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt I, sayfa 213 17 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 224 18 Atatürk’ün Millî Eğitim İçin Söyledikleri s. 23 19 Sadi Borak, Bilinmiyen Yönleriyle Atatürk, s. 87 20 Prof. Dr. A. İnan, Medeni Bilgiler, Atatürk’ün El Yazıları s. 415 21 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 236 22 Mazhar Müfit Kansu Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürkle Beraber s. 160 23 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 129 24 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri s. 532 25 Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler s. 317 – 318 26 Prof. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler s. 296 Bekir Tünay 60 Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987 ATATÜRK VE LİDERLİK Aslında Atatürk’ün liderliği tartışılmaz. Gerek kurduğu muhtelif teşkilâtlarda, gerekse olayların akışı içindeki tavırlarıyla bunu ispatlamıştır. Atatürk’ün liderliği, düşünürlerce kabul edildiği gibi, büyük devlet adamlarınca da tasdik edilmiştir. Bilimsel esaslar içinde aranan niteliklerin fazlasıyla bulunduğu da bir gerçektir. Küçük-büyük yüzlerce olaydaki tutum, davranış ve tavırları tarihi dolduran apaçık belgelerdir. Biz burada birkaç örnek vererek bunu, bir kere daha ortaya koymaya çalışacağız. O büyük insanın liderliğini anlatmak için hiç de fazla çabaya gerek yoktur. O, lider yaratılmıştır. Liderliğini devamlı ve sistemli olarak geliştirmiştir. Böylece de, liderlerin lideri durumuna geçmiştir. Bilindiği gibi, zorla lider olunmaz. Zorla lider olmaya yeltenenlerin acıklı sonlarını, hemen hemen bilmeyen yoktur. Atatürk’ün liderliği için, liderlerde aranan bir yığın şartı sıralamaya da hiç gerek yoktur. Onu, zamanın akışı içinde ve olayların zincirinde göstermeyi daha uygun bulduk. O, sadece Türk Millî Kurtuluş Hareketi’nin lideri değildir. Eğer böyle olsaydı, bu şimşek deha, Anadolu’nun dört yanından sonra; Afrika’da, Asya’da, Uzak ve Yakın Doğu’da ve de dünyanın dört bucağında böylesine etkili çakamazdı. Bilindiği gibi insanlık tarihi çok eskidir. Tarihin akışı içerisinde çağımıza ulaşmış büyük insan da az değildir. Bunların her biri bir zirvedir. Kimi plancılığı ile, usta. Kimi kanunculukta büyük. Kimi kumandanlıkta üstün. Kimisi teşkilâtçılıkta yüce. Kimisi cesarette, kimisi devlet idaresinde zirvedir. Kimi akıl, kimi de basirettir. Bu kimi’leri çoğaltabiliriz. Hiç şüphesiz, her biri ayrı ayrı zirvelerdir. Birli, ikili, hatta üçlü olarak da birleşebilirler. Ancak hepsinin kucaklaşarak birleştiği ve bütünleştiği zirve Atatürk’tür. Atatürk, her türlü nitelikleri kişiliğinde toplayabilmiş çok ender insanlardan biridir. 61 Atatürk’ün Liderliği İçin Dışta Söylenenler: “Atatürk adı, bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihî başarılarını, Türk milletine ilham veren liderliğini, modern dünyayı ileri görüşle anlayışını ve bir askerî lider olark kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır.” 1 “Kemal Atatürk’ün boyun eğmez önderliği altında Türk Ulusunun azimle yaptığı ilerleme mücadelesine biz Amerika’da, ta başından beri büyük bir hayranlık duymuşuzdur.” 2“ ...Şu geçen birkaç yılın sıkıntılı günlerinde, dünya sorunları çözümü için kendi büyük kudret ve kabiliyetini bize bağışlamış olabilmesini ne kadar isterdim” diyen Amerikan Generali Mc. Arthur, sonra da: “Asker-devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşı olan kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir” demiştir 3. “Yeni Türkiyenin büyük ve dâhi yaratıcısıdır ki, talihin terk ettiği ve kaderin çöküntüye uğrattığı o zamanki müttefiklerine, kalkınma için ilk muhteşem örneği verdi.”4 “Büyük Yunan filozofu Platon’un: -Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtlarına otursaydı...- şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk’ün şahsında Platon’un istediği gibi, kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, bir dâhi, bir fikir adamı olarak bir milletin, yani Türk Milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medenî durumunu değiştiren bir inkılâp ve diğer milletlerin haklarını da koruyan bir barış ile insanlığa muhteşem’ bir örnek vermiştir.” 5 “...Türk milleti, Atatürk’ün ölümüyle, kurtarıcısını, dirilişinin sembolünü, kurtuluş için yaptığı eşsiz savaşın kahramanını ve yükselişinde kendisine önderlik eden yaratıcısını; dünya ise, tarihin kaydedeceği en büyük insanlardan birini kaybetmiştir” 6. “...Atatürk’te aslında çok yönler vardır. Atatürk’te olan, her zaman kolay bulunmayan ve her liderde görülmeyen bir yön daha vardır. Atatürk, her zaman akılcı, ileriye dönük, gelişmeden yana, demokratik düzenden yana bir lider olmuştur.” 7 “...Mustafa Kemal Atatürk, ülkesini hürriyet ve demokrasiye kavuşturmak uğrunda savaşarak başarı kazanan büyük Türk önderi hakkındaki engin duygularımı ve hayranlığımı iletmek isterim. Atatürk’ün hayatı ve eseri yalnız Türkiye için değil, dünyanın bütün hür milletleri için ilham kaynağı olmakta devam edecektir.” 8 “... Yüce insan, açtığı bu devir içinde, dünya siyasetinde yakından izlediğimiz ve saptadığımız, herkesi hayran bırakan zaferleri gibi Asya ve Avrupa’yı yeni Türkiye ile birleştirerek gerçek, insanî ve ilmî bir birlik meydana getirecek ve her çeşit mutlulukların zirvesine çıkaracaktır. Bu başarı, bu Yüce İnsan’ın şahsiyetinde bulunmaktadır.” 9 “... Atatürk gibi, milletiyle kaynaşan, onun için didinen, acı çeken ve birçok güçlüklere rağmen onu asıl alınyazısını gerçekleştirmeye yönelten bir öndere tarihte pek az rastlanır.” 10 “Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var.” 11 “Atatürk, tarihte görülmüş olan büyük adamların hiçbirine benzemez. Çünkü O’nun yaptıkları, insanoğlunun yapabilecekleri şeylerden değildir.”12 62 “Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan’da O’nu, gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz.Askerî bir deha., doğuştan bir lider ve büyük bir vatansever olan Kemal Atatürk, ülkenizi yeniden büyüklük yoluna koydu.” 13 “...Atatürk gibi bir önder, önlerinde bir ilham kaynağı olarak dikildiği halde, Hint Müslümanları bugünkü durumlarına hâlâ razı olacaklar mı?” 14 “Atatürk yalnız Türk Tarihi’nin büyük bir adamı değil, aynı zamanda büyük bir insandır. O’nun yeni Türkiye’yi yaratan mucizesi, yüzyılları geride bırakan bir anıt olarak kalacaktır.” 15 “Mustafa Kemal, bir halk kahramanı, eşsiz bir liderdir, ilerleme ile uygarlığa da gönül vermiştir.” 16 “Mustafa Kemal, uyanık, doğru görüşlü, sarsılmaz derecede sağlam kararlı, kendisinden çok ülkesi için ihtiraslı, sağlam karakterli ve otokratik disiplinli bir liderdi.” 17 Bütün bunlar, daha yüzlercesini sayabileceğimiz yabancı devlet adamı ve generallerin Atatürk hakkındaki görüşleridir. Elbette bu görüşler O’nun liderliğinin birer belgeleridir. Biz burada, bu kadar örnek vermekle yetineceğiz. Bundan sonraki kısımlardan Atatürk’ün gençlik yıllarını ele almak istiyoruz. Gençlik Yılları: Elbette Büyük Atatürk için yerli yazarlarımızın, devlet adamlarımızın, sivil asker her kademeden insanlarımızın, bilim adamlarımızın da çok dikkate değer yazılan vardır. Ama biz, Atatürk’ün liderliğini kabul ve tescil ettirdiği olaylardan bazı örnekleri sergilemek istiyoruz. Mustafa Kemal, rahmetli General Ali Fuat Cebesoy’un çok yakın arkadaşıdır. Bu vesile ile, Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa ile de tanışmıştır. Paşa O’nda büyük nitelikler bulmaktadır. O’nu arkadaşı Osman Nizami Paşa’ya da tanıtır. Eski büyükelçi ve bakan, Osman Nizami Paşa, uzunca bir süre Mustafa Kemal ile görüşür. Sonra da: “Mustafa Kemal oğlum, sen bizler gibi, yalnız bir kurmay subay olarak hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde çok etkili olacaktır. Sende, memleketin başına gelen büyük adamların, daha gençliklerinde gösterdikleri eşsiz kabiliyet ve zekâ işaretlerini görmekteyim” 18 der. Mustafa Kemal, kurmay yüzbaşı olmuştur. Tayin beklemektedir. Bazı arkadaşları ile birlikte buluşup görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmeler Abdülhamit yönetimi üzerinedir, istibdat ve padişahlık üzerinedir. Bu konuşmalar, sarayca haber alınır. Birkaç arkadaşı ile birlikte tutuklanır. Arkadaşlarının bir kısmı bir süre sonra serbest bırakılır. Ali Fuat Cebesoy: “Mustafa Kemal lider olduğu için bizden on gün kadar sonra bırakıldı.” 19 der. Mustafa Kemal Şam’a tayin edilmiştir. Topçu stajına gitmeden önce, Beyrut’ta, arkadaşlarıyla bir görüşme yapar. Bu görüşmede onlara: “...Dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan, önce bir Türk Devleti çıkarmaktır.” 20 der. 1906’dan itibaren Atatürk’ün tavırlarında, tutum ve davranışlarında bu büyük düşünce parlamaktadır. Bu sebeple Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni Selanik’te de kurar. O kuruluşta daha sonra ittihat ve Terakki’de büyük rol oynayanlar arasında bulunan Ömer Naci gibi arkadaşları O’nun liderliğini kabul ederler. Bu ihtilâl cemiyetinde çalışırlar. 63 Daha sonra Selânik’e tayin edilir. Bu, Türk Devleti kurma fikrini daha da etrafıyla anlatır. Atatürk, İttihat ve Terakki’deki arkadaşlarına der ki: “Meşrutiyetin ilânı yeter çare olamaz. Cemiyet, bir siyasî parti haline gelmelidir. Meşrutiyetin ilânından sonra da hükümeti ele almalıdır. Bu vazifeye önceden hazırlanmak gerek. Bunun için derhal bir plân ve program hazırlanmalıdır. Aksi takdirde, ikinci Meşrutiyet de birincinin akibetine uğrar.” Ve devam eder: “... Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı imparatorluğunun gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalıdır. Düşmanların, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine ihtilâl idaresi kendi başına bir Türk Devleti kurmalıdır.” 21 Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun yıkılacağını kesinlikle görüyordu. Bütün korkusu, bu yıkılışın altında Türklerin kalarak ezilmesiydi. Görünüşe göre, koskoca imparatorluğun müdafaası sadece Türk çocuklarının omuzlarına yüklenmişti. Milliyetçilik akımı dolayısıyla azınlıklar kendi menfaatlarını sağlamaya çalışıyorlardı. Ayrıca da komşu ve aynı ırktan olan devletlerle birleşmek için fırsat kollamakta idiler. Gel gör ki Atatürk’ün bu şekilde bir muhakeme yürütmesi ve bunu hemen her yerde apaçık söylemesi, ittihatçı arkadaşlarının hiç de hoşlarına gitmiyordu. Onlar için asıl olan temel görüş, Osmanlı Birliği’ni sağlamaktı. Osmanlılık’tı. Oysa, milliyetçilik akımı, Hıristiyan azınlıkların ayrılma çabaları ve yeni devlet kurma istekleri gibi sebepler dolayısıyla Osmanlıcılık mümkün değildir. Atatürk, ittihat ve Terakki mensubu arkadaşlarına, hep bir Türk devleti kurma fikrinden söz ediyordu. Kurulmasını düşündüğü Türk Devletinin hudutlarını bile çiziyordu. O’na göre hudutlar şöyle olmalıydı: “Doğu ve Batı Trakya bizde kalmalı. Edirne kuzey sınırı Bulgaristan’a doğru genişlemeli. Arnavutluk bağımsız olmalı. Bosna-Hersek, Sırbistan ile Avusturya-Macaristan arasında adaletle taksim edilmeli. Anadolu kıyılarına yakın olan adalar Türk devleti’nde kalmalı, diğerleri Yunanistan’a bırakılmalı. Hatay - Halep - Musul vilâyetleri bizde kalmalı. Diğer yerler ise Araplara terk edilmeliydi, içeride kalacak Türkler azınlıklarla mübadele edilmeliydi.” 22 Büyük Atatürk’ün, birçok defa çeşitli vesilelerle yapmış olduğu sohbetlerde: “Eğer ben bu işin başında olsaydım Rumeli elden gitmezdi” dediğini Hikmet Bayur ifade etmektedir. Atatürk, inandığı hususları açıkça söyleyen, gerçekleri nerede, ne durumda olursa olsun pervasızca ifade eden şahsî ve medenî cesarete sahip bir insandı. Hatta bir gün, Selanik’te, Yonyo Gazinosu’nun üzerindeki küçük salonda bu konu tartışılır. Bir ara söz İran’daki hürriyet mücadelelerine intikal eder. İran’da Muzafferettin Şah’ın parlamentoyu açmak zorunda bırakılması olayına değinilir. Girit’te Venizelos’un da benzeri dava için mücadeleleri dile getirilir. Ali Fethi Okyar: “Bizde neden böyle adamlar çıkmaz?” diye bir soru sorar. Bu anda Mustafa Kemal derin bir düşünceye dalmıştır. Arkadaşlarından biri O’na, “Ben senin ne düşündüğünü biliyorum. Neden ben çıkmayayım? diyorsun” der. Bunun üzerine Mustafa Kemal: “Evet, öyle düşünüyorum. Neden, neden bir Mustafa Kemal çıkmasın?” 23 der. Hiç şüphesiz devamlı bir lideri bulunmayan, zaman zaman lider gözüken ittihat ve Terakki ileri gelenleri bu ifadeyi hoş karşılamayacaklardı. Karşılamadılar da. Bu hal ise, onların kişisel ihtiraslarının tipik örneği idi. Sadece bu da değil. Kıskançlıkla, kendi aralarındaki tekelleşmenin de rolü olmuştur. Bir de, Mustafa Kemal’in daima akıldan ve bilimden yana görünmesinin samimiyeti karşısında, en azından gocunmuşlardır. Hele ittihat ve Terakki’nin Selanik’teki ikinci kongresindeki görüşleri ve bu görüşlerin her türlü” mücadeleye rağmen kabul edilmesi O’nun birden lider olacağı korkusunu yaratmıştır. Nitekim, kongre genel sekreterliğini yapan merhum Tevfık Rüştü Araş: “... Ancak Kongre’de ileri sürdüğü düşünceler, topladığı ilgi ve sağladığı 64 başarı dolayısıyla Fiilî Baş Mustafa Kemal’di... Bu toplantıda Mustafa Kemal’in yurt çapında bir adam olduğu görülmüştür.” 24 demektedir. İkinci Meşrutiyet ilân edilmiştir. Bir süre sonra, İstanbul’da 31 Mart isyanı başlar. Mustafa Kemal Selanik’teki Redif Tümeni Kurmay Başkanıdır. Tümen Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa, İstanbul’dan “hepimiz iyiyiz” şeklinde bir telgraf alır. Bundan kuşkulanır. Telgrafı Mustafa Kemal’e gösterir. Fikrini sorar. Mustafa Kemal, sabaha kadar İstanbul’dan gelen öteki telgrafları da inceler. Kesin kararını kumandana şöyle bildirir: “İstanbul’da mühim hadiseler cereyan etmektedir. Yalnız Meşrutiyetin ilânını temin eden İttihat ve Terakki Cemiyeti değil, Meşrutiyet rejimi de tehlikeye girmiştir. Vakit kaybetmeden, isyan ateşi etrafı sarmadan İstanbul üzerine yürümeliyiz.” 25 “Talât Paşa ise: “Geceleyin, Ali Fethi ile Mustafa Kemal bana geldi. Mustafa Kemal dedi ki: Görüyorsunuz, silahını kapan yola düşüyor. Nizamî kuvvetler harekete geçmezlerse çok kan dökülür. Kumanda zinciri altında, derhal harekete geçilmelidir.”26 İşte gerçek lider budur. Herkesin hareketsizlik içinde, ne yapacağını bilmediği anda, en uygun zamanda, en akılcı ve gerçekçi çareyi bularak süratle hareket edebilen insandır. Kaldı ki, bu işin bir de öteki yüzü var. O da; gerek tümen kumandanını ve gerekse ordu kumandanını, bu yüksek karara ikna da Mustafa Kemal’in eseridir. Hareket Ordusu adını veren de Mustafa Kemal’dir. 1718 Nisan gecesi, Mustafa Kemal İstanbul kapılarına dayanır. İşte o zaman genç yaştaki Mustafa Kemal, liderliğin şaheser örneklerini verir. Bunlar, Atatürk’ün bizzat kaleme aldığı ve İstanbul halkı ile Genelkurmay Başkanlığına yazıp yayınladığı ve gönderdiği bildirgelerdir. İstanbul halkına yayımladığı bildirge özet olarak şöyledir: “1. Millet, yıllardan beri zulüm yapan kuvvetleri parçaladı. Meşrutiyeti kurdu. Zarar görenler geçmiş halin geri dönmesi ve çıkarları için isyan çıkardılar. Her türlü alçaklığa başvurdular. Kan döktüler. 2. Millet, Anayasa’nın çiğnendiğini gördü. Bu alçakça hareketi bastırmak ve cezalandırmak için Merkez Ordusu İstanbul’a geldi. 3. Amaç, meşrutiyeti sağlamaktır. Anayasa’dan üstün bir kanun bulunmadığını göstermektir. 4. Zulüm gören halk ve tarafsız erler korunacaktır. 5. Faziletli din adamları baş tacımızdır. Çıkar için din adamı kılığına girerek yüce Hazreti Muhammet dinini çürütmeye, küçültmeye kalkanlar kanunun eline teslim edilecektir. 6. Milletvekili ve bakanların hak ve yetkileri korunacaktır. 7. Yabancıların ve sefirlerin huzursuz olmaları önlenecektir.” 27 Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, daha o zamandan her şeyi millete mal etmektedir. Anayasa’nın üzerinde hiçbir kuvvet tanımamaktadır. Meşruluk prensiplerine son derece bağlıdır. Halkla beraber olduğunu belirlemektedir. Hızlı, doğru ve güvenilir biçimde, gerçek bir lider olarak harekâtın isteklerini yerine getirmektedir. Hele bir de Genelkurmay Başkanlığına çektiği şifre var ki, Mustafa Kemal’in lider hüviyeti onda, âdeta heybetleşir. Henüz kolağasıdır. Binbaşı bile değil, kıdemli yüzbaşıdır. Bu şifrede, sanki 65 Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanının üstündeki bir makam sahibi gibi görünür. Bu şifre, özetle şöyledir: “Otuz üç yıllık uzun ve uğursuz bir istibdat döneminden sonra, bütün Osmanlı Milleti’nin koruyucu coşkunluğu ile sağlanan ve geri alınan meşru Meşrutiyetimizi, yine istibdat celladının eline vermek amacıyla, bin bir türlü melunca oyun ve karıştırmalarda bulunmuş ve sonunda sanki şeriat istiyormuş gibi, gerçekte şeriata tüm karşı olarak, kanlı bir askerî ayaklanmaya sebep olmuş bulunan hain ve vicdansız istibdatçılarla, birtakım alçak çıkarcıların şeytanca öğütlerine kapılmış, başkentin ve Millet Meclisi’nin al kanlara boyanmasına ve milletin temiz bağrına giderilmesi zor lekeler sürülmesine sebep olmuş bulunan Hassa Ordusu erleriyle, deniz ve tophane erlerinin geçmiş harekâtı altı yüz yıllık lekesiz bir namus ve itaat taşımakta olan kutsal Osmanlı Ordusunu büyük bir utanca uğratmış ve bu lekenin olağanüstü bir hızla temizlenmesi, Yeşilköy ve Çekmece’ye gelmiş olan 2. ve 3. Ordulardan ayrılan muntazam Osmanlı kuvvetleri Anayasa’nın bundan sonra her türlü saldırı ve zedelenmeden korunması, dirlik ve düzenliğin yeniden sağlanması, hafiyelerle alçak çıkarcıların cezalandırılması maksadıyla girişilen her türlü eylemde serbest olabilmek ve böylece Osmanlı Ordusunun namusunu tamamlamak için, İstanbul’da bulunan kara ve deniz silah arkadaşlarından aşağıdaki hususları ister: 1. 31 Mart gününden önce, İstanbul’daki deniz ve kara kıtaları ve gemilerde görevli bütün general, amiral, üstsubay ve subayların yeniden kıtalarına iade olunmalarına engel olmayarak, bunların bütün amirlerine körü körüne itaat edeceklerine, siyasi işlere karışmayacaklarına, yalnız askeri görevleriyle uğraşacaklarına yemin ettirileceklerdir. Ordumuzca alınacak ayaklanmayı bastırma tedbirlerine karışılmayacak. Kendilerini aldatanlarla hafiyeleri kendi subaylarına bildireceklerdir.” 28 Görüldüğü üzere, millet için ölüm-kalım hali baş gösterdiğinde Mustafa Kemal, üstün yetenekli bir lider olarak meydana çıkmaktadır. Düşünür. Tatbik eder. En güzel ve verimli sonucu da alır. Trablusgarp savaşları ile Balkan Savaşından da, O’nun liderliği için örnekler verilebilir. Ancak daha fazla uzatmakta bir yarar görmüyoruz. Birinci Dünya Savaşından Millî Mücadeleye Kadar: Atatürk, Çanakkale Savaşlarından büyük zaferler kazanır. Kurulmakta olan bir tümenin kumandanı olarak gittiği Çanakkale Savaşlarında on bir tümen bir süvari tugayı gibi büyük kuvvetlere kumanda eder. Hem de, bu kuvvetlerin kumandanlığını, adeta zorla alır. ilk başarılarından sonra, Arıburnu ve Anafartalar kumandanlığını ister. Cephe kumandanı Almandır. Telefonla konuşulur. Durumu soran Alman kumandanına: “Bir anlık vaktimiz var. Bunu iyi kullandığımız taktirde başarıya ulaşırız. Bunun için de cephedeki kuvvetlerin tamamının benim emrime verilmesi icap eder” der. Alman kumandan; “Çok gelmez mi?” der. Mustafa Kemal ise; “Az gelir” diyerek, tekmil kuvvetlerin kumandasını eline alır. Lider, neyi, nerede, nasıl kullanabileceğini çok iyi bildiği için, böylece bir anlık zamanı yüce liderliğinin verdiği güvenle kullanır. Büyük insiyatif gücüyle de başarıya ulaşır. Kumandanlık emri ise, bu 11 tümen ve bir süvari tugayına bilfiil kumanda ettikten bir süre sonra gelecektir. Mustafa Kemal doğuya, II’nci Kolordu Kumandanlığına tayin edilir. Kolordu ile beraber Edirne’den hareket edilir. Her yerde olduğu gibi subayları ve erleri O’na hayrandır. Doğuda, Ruslar, Bitlis ve Muş’u almışlardır. Mustafa Kemal bir süre sonra general olur. Hazırladığı kolordu ile, Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri alır. Hem de ordu kumandanının muhalefetine 66 rağmen. Çünkü O, duruma ve zamana hükmetmesini bilir. Olaylara yön verebilecek güce sahiptir. Sanatında ise, eşi bulunmaz bir ustadır. Sonra 2’inci Ordu Kumandanlığına atanır. Bir süre 7. Ordu Kumandanlığı da yapar. Güney Cephesinde de bir Alman generali vardır. Türk çocuklarını Güney Cephesinde su gibi harcamaktadır. Teklifleri ise, Başkumandanlıkça daima tasvip görmektedir. Mustafa Kemal Paşa Alman generalinin stratejisinin ve taktiklerinin yanlış olduğunu ve orduların Arap topraklarını bırakıp geri çekilmelerinin gerektiğini söyler. Dinlemezler. O da 20 Eylül 1917 tarihli ünlü Rapor’unu yazar. Bu Rapor, olayları değerlendiriş, siyasal duruma hâkimiyet ve askerî alanda O’nun dehasının apaçık ifadesidir. Satırları arasında, liderliğinin muhteşem tablosu görünür. Hele bozulan ordular yanında ordusunu mucizevî bir manevra ile Halep’e çekebilmesi, O’ndaki çok üstün liderlik yeteneğinin en açık belgesini teşkil, eder. Tek erin bile feda edilemeyeceği düşüncesinden hareket eden Mustafa Kemal, sonunda işin Türk çocuklarına düşeceğini anlar. Bütün hesaplarını buna göre yapar. Birlikler son olarak Îskenderun-Belen-Dircemal ve sonra da Antakya hattındadır. Bu hat, sonraları Erzurum, Sivas Kongreleriyle İstanbul Meclisince kabul edilen Misakı Millî için sınır kabul edilen hattır. Mustafa Kemal Paşa, artık bir mütarekeye doğru gidildiğini görmektedir. O, daima kafasındaki Türk Devleti’ni düşünmektedir. Bu yüzden de, zaman zaman yakın arkadaşlarına yapılacak işleri telkin etmektedir. Nitekim, Gaziantep’e giden Ali Cenani Bey’e: “Teşkilât yapın. Kendinizi savunun. Ben istediğiniz silâhı veririm.” 29 der. Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Kumandanlığına tayin edilmiştir. Adana’ya gelir. 5 Kasım’da Adana’ya gelen Ali Fuat Paşa’ya da: “Padişah artık kendi tahtını düşünecektir. Bundan sonra millet kendi hakkını kendi savunacaktır. Bizim ve ordunun ona yardım etmemiz ve yol göstermemiz gerekir.” 30 der. Ekim’de de, Yıldırım Orduları Kumandanlığını Alman generali Liman Von Sanders’ten tesli-m alır. Bu devr-i teslimde, Alman generalinin: “Yenildik... Bizim için her şey bitti” sözüne karşılık olmak üzere Mustafa Kemal Paşa da: “Savaş, müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama bizi ilgilendiren savaş, kendi istiklâlimizin savaşı ancak şimdi başlıyor.” 31 der. Mondros Mütarekesi imza edilir. Mustafa Kemal ateş püskürmektedir. Ama, Ondan başka herkes mütarekeden memnundur. O: “... Büyük Osmanlı Devleti bu mütarekename ile kendini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmeye muvafakat etmiştir. Düşmanlara, memleketin istilası için yardımcı olmayı da vaat etmiştir” 32 demektedir. Mütareke üzerine İstanbul hükümetini uyarmak ister. Birçok yazışmalar cereyan eder. özellikle, Toros tünellerinin işgali, Kilikya ve Suriye sınırları, Suriye’deki kuvvetlerin İtilâf Ordusu kumandanlığına teslimi ve silâhsızlandırılmaları keyfiyeti üzerinde durur. Mustafa Kemal ne oyun oynanacağını bilmektedir. İngilizlerin çabalarının amacını kestirmektedir. Adana’yı işgal edeceklerini düşünür. İngilizler, İskenderun-Halep yolunun kendilerine açık olmasını ister. Sadaret de bu yolda Mustafa Kemal Paşa’ya talimat verme peşindedir. Bu yazışmalar sırasında, Mustafa Kemal Paşa son olarak Harbiye Nazırına: 67 “... İngilizlerin asıl amacı, İskenderun’u işgaldir. İskenderun-Halep yoluyla 7. Ordunun çekilme yolunu keserek onu teslime zorlamaktır. İngiliz murahhasının mütarekedeki centilmenliğine kanarak, buna karşı cemilekârlık göstermeyi uygun bulmuyorum. Her ne sebeple olursa olsun İskenderun ve havalisine çıkacak birliklere ateşle karşı konulması için orduma emir verdim.” der. Sonra da: “... İngilizlerin kandırıcı muamele, teklif ve davranışlarını İngilizler-den çok, haklı ve nazik göstermeye ve buna karşı hoşgörülü olmayı aşılayan emirleri uygulamaya yaratılışım elverişli olmadığından... Yüksek Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşlerine hareketimi uyduramadığım için, kumandayı devralacak kişinin hemen gönderilmesini dilerim.” 33 cevabını verir. Yaratılışının engel oluşu, elbette ki O’nun çok yüksek olan liderlik yeteneğinden gelmektedir. Büyük bir ileriyi görüşle, çizdiği yolda, gerçeklerden şaşmadan yürümektedir. Atatürk, tekliflerinin reddedilmesi sonucu düşündüklerinin gerçekleşmiş olmasından, daima memleketi ve milleti için en büyük üzüntüyü duymuştur. Nasıl duymasın ki, artık İngilizler ve Fransızlar, Irak cephesinde Musul’dan; Filistin cephesinde İskenderun’dan çıkarak Anadolu’yu işgale başlamışlardır. Olanları ve daha da olacakları çok iyi bilmektedir. Bu nedenle de, bir yandan millî yapıyı kuvvetlendirmek, silâhlı kuvvetleri yıpratmamak, sağlam bulundurmak ve ülkenin kaderini öz evlatlarına teslim etmek çare ve yolları üzerinde ısrarla durmuştur. Aslında Millî Mücadele’yi de bu günlerden başlatmak daha doğru olur kanaatindeyim. Atatürk’ün Millî Mücadele’deki Liderliği: Atatürk, bilindiği üzere, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar. Bu tarihten itibaren O’nun liderliğini dört dönem halinde görüyoruz. Elbette her tavrında liderdir. Ama biz bunu, teorik olarak ayırmakta yarar görmekteyiz: Birinci Dönem:Erzurum Kongresine kadarki süre. Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa durumu şöyle görmektedir: “...Millet yorgun ve fakir. Ordunun elinden silâhları alınmış ve alınmakta. Memleket her tarafından işgale başlanmış. Zamanın iktidarı âciz ve kararsız. Halk, zulmet ve müphemiyet içinde. Ordu, ismi var, cismi yok halde.”34 Atatürk Samsun’a Milli Kurtuluş Hareketinin Lideri olarak çıkmıştır, îki harekete birden yönelerek işe girişmiştir. İki hareketin amacı tektir. Birincisi ülkenin kurtuluşu, ikincisi Türkiye Devletinin kuruluşudur. Bu amaca ulaşmak için de: Darmadağınık olan milleti “Millî Mücadele Ruhu” etrafında birleştirmek, bütünleştirmek suretiyle bir millî güç yaratmak; parça parça, bölge bölge olan, kendi başına buyruk direnmeleri birleştirmek, aynı mücadele ruhu içinde bütünleştirmek ve tek amaca yöneltmek, bir yandan bu faaliyetlere hız verirken, öte yandan da düşman üzerinde kesin sonucu alacak olan muntazam orduyu meydana getirmek gerekmektedir. Bütün bunlar bir gerçek liderin başarabileceği işler değil midir? Kendine güvenen ve beraber yola çıktıklarına güven veren büyük lider Atatürk, düşünen, düşündüğünü uygulayan, amacına inançla koşan büyük insan olarak daima gerçekleri ispatlamıştır. Başarısının, büyük liderliğinin en büyük kanıtı da budur. Gerçekte, birçok yerli ve yabancı devlet adamı ve yazarın dediği gibi, O “liderler üstü bir lider”dir. 68 Bu nedenlerledir ki, “Ya istiklâl, ya Ölüm” haykırışı ile atılır. “Misakı Millî” bilinci ile yürür. Onun içindir ki, Amasya’da “Milletin durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için, her türlü tesir ve denetimden kurtulmuş, millî bir kurulun varlığı çok gereklidir” diyecek ve “milleti yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” 35 beyanında bulunacaktır. Erzurum’da ise, “Millî gücü müessir ve millî iradeyi hâkim kılmayı” temel ilke sayacaktır 36. Sivas’ta ise, millî birlik ve bütünlüğü dünyaya duyuracaktır. Kongre’de alınan “Misakı Millî” kararını da bayraklaştıracaktır37. Bu suretle savaşın hedefi de, Misakı Millî hudutlarına ulaşmak olacaktır. Atatürk’ün Samsun’dan itibaren başlayan bu birinci dönem liderliği Erzurum Kongresine kadar devam eder. Bu dönem, ordu müfettişliği, yani üniformalı dönemdir. Askerî ve mülkî makamlara bu sıfatla emirler vermektedir. Geniş bir bölgede ve mevcut askerî güçlerin bir kısmı ile valilere, müfettişlik hududuna komşu olan vilâyet ve sancaklarla ilişki ve irtibat kurmaktadır. Gerektiğinde, tedbirler için emirler verebilmektedir. İkinci Dönem: Heyeti Temsiliye Dönemi Erzurum Kongresinde Mustafa Kemal Paşa, artık sine-i millete dönmüştür.Kongre Başkanlığına seçilmiştir. Siyasî göreve başlamıştır. Kongrede milletin idaresi için bir Temsili Heyet seçilmiştir. Heyeti Temsiliye Başkanı ise Atatürk’tür. Heyete, fikir olarak, düşünce olarak Mustafa Kemal hâkimdir. Gerçekte lider, bu Heyeti Temsiliye teşekkülü ile kendisine Yürütme Yetkisi’nin yolunu açmıştır. Çünkü, Heyeti Temsiliye bir icra organı gibi telâkki edilebilir. Harp yönetimini de yüklenebilir. Böylece batıdaki kuvvetleri güvenilebilir bir başa bağlar. Ali Fuat Cebesoy’u “Batı Anadolu Kuvayi Milliye” kumandanlığına tayin için onay alır. işte bu suretle yürütme yetkisinin yolunu açar. Olaylara hâkim oluşu ve onlardan millet için en büyük yararı sağlamadaki ustalığı ile de liderliğin eşsiz örneklerini belgelemiş olur. Nitekim, Sivas Kongresinin basılması meselesinden de kolaylıkla yararlanacaktır. Bunu bir koz olarak kullanır, İstanbul Hükümeti ile ilişkileri keser. Ortaya, hemen bir hükümet sorunu çıkar. Anadolu hükümetsiz kalmıştır. Atatürk bu boşluğu doldurmak için, kesinlikle uygulanması kaydıyla bir genelge yayımlar. Bu genelgede: — Devlet işlerinin padişah adına yürütüleceğini, — Yeni yönetime uymayan memurların ve halkın cezalandırılacağını, — Asayişi sağlayıcı tedbirlerin alınacağını, — Sivas Kongresi gezisi, İstanbul’da yeni bir hükümet kuruluncaya kadar, bunun devam edeceğini bildirir38. Bu cesur davranışı ile de, Heyeti Temsiliye’ye bir nevi hükümet görevini icra etmesi imkânını sağlamıştır. İstanbul’da hükümet düşer. Yeni hükümet kurulur. Atatürk, bu yeni hükümetin temsilcileriyle de Amasya’da görüşür. Bu görüşmede İstanbul hükümeti temsilcilerine şunları kabul ettirir: — Erzurum ve Sivas Kongresinin tanınması, — Meclisin toplanması kararında, milletin kendi kaderi üzerinde söz sahibi olması, 69 — İstanbul hükümetinin ana kararları almaması ve barış görüşmelerine katılacak delegelerin yetkili kişilerden seçilmesi. Adım adım, sağlam ve güvenli biçimde hedefine ilerleyen Lider bu tavrı ile de ülkenin yönetiminde söz sahibi oluyordu. Elbette bütün bunlar, O’nun üstün liderlik belgeleri oluyordu. Her şey, önce Mustafa Kemal’in kafasında yoğruluyor. Doğum için gereken zamanı avucunda tutan Lider, derhal fikirle, düşünceyle hareketi birleştiriyordu. Böylece de, başarıdan başarıya doğru, hızlı ve güvenli biçimde cesaretle ilerliyordu. Liderliğin Üçüncü Dönemi: Meclis 12 Ocak 1920 günü İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi, “Misakı Millî”yi kabul eder. 16 Mart’ta İstanbul işgal edilir. Meclis de dağılır. Atatürk, olağanüstü bir meclisin Ankara’da toplanmasına karar verir. Seçimler yapılır. 23 Nisan 1920’de Meclis Ankara’da toplanır. Bir gün sonra da Mustafa Kemal Paşa Meclis Başkanlığına seçilir. Derhal Meclise bir hükümet kurmayı teklif eder. Bunun ilkelerini de şöyle sıralar: — Hükümet kurmaya mecburuz. — Geçici olduğunu bildirerek bir hükümet başkanı tanımak ya da bir padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir. — Mecliste beliren millî iradenin yurdun kaderine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. — Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde bir güç yoktur. — Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. Teklif kabul edilir. On bir bakandan oluşan bir bakanlar kurulu teşkil edilir. Genelkurmay Başkanı da bakanlar kuruluna dahildir. Atatürk bir genelge yayınlayarak “...Emir ve kumanda yetkisinin Meclisin manevî kişiliğinde bulunduğunu” bildirir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin başkanı, bakanlar kurulunun da başkanıdır. Atatürk, başkumandanlık yetkisini alıncaya kadar askerî harekâtı yakından izler. Gerekli direktifleri verir. İcap eden tavsiyelerde bulunur. Fakat esas olarak harbin yönetimi ile doğrudan ilgilenmez. Başkumandanlık yetkisinin verilmesiyle, harekâtın yönetim sorumluluğu da Atatürk’e geçer. Liderliğinin Dördüncü, Başkumandanlık Dönemi: 5 Ağustos 1921’de başkumandanlık yetkisi, Meclis tarafından verilir. Karargâhını Ankara’da kurar. Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra yasama ve yürütme yetkisi de Büyük Millet Meclisinde toplanır. Meclisin başkanı Atatürk’tür. Aynı zamanda bakanlar kurulunun da başıdır. Genelkurmay da bakanlar kurulu içerisindedir. Böylelikle de tam koordinasyon ve işbirliğini gerçekleştirmiş olur. Bu ise, O’ndaki gerçek üstün liderlik niteliklerini kanıtlamaktadır. SONUÇ: 1. Atatürk meşruiyetçidir. Her şeyin yasalardan yana yürütülmesini ister. Meşruiyet sınırlarını zorlamaz. Engelleri kendine has ve üstün liderliğinin verdiği yetenekle ustaca aşar. İmkân ile imkânsızlığın sınırlarını son derece dikkatle, doğru ve kesin olarak çizer. 70 2. O’nun büyük dehası ile üstün liderliğidir ki, bir milleti bir tek fikir etrafında toplayabilmiştir. Millî Mücadele ruhunu yaratarak bir millî güç sağlamıştır. 3. Atatürk’ün doğuştan getirdiği erişilmez nitelik ve yeteneklerini kendi amacı yönünde, devamlı ve sistemli olarak besleyip geliştirdiği de bir gerçektir. Bu sayede de, bir insanın sahip olabileceği en üstün ve en seçkin yeteneklere sahip olmuştur. Bu da O’nun liderliğini abideleştiren büyük bir faktördür. 4. Atatürk, daima içerisinde bulunduğu şartları doğru, hızlı, güvenli, dengeli ve verimli bir biçimde şaşmaz bir doğrulukla değerlendirmesini bilmiştir. Bu değerlendirmeleri, zamanı da avucunun içinde tutarak, en uygun anda, yerinde ve millet yararına en güzel şekilde kullanmıştır. Bu, O’ndaki liderlik yeteneğini ne derece ustalıkla kullandığının apaçık belgesidir. 5. Son derecede cesurdur. Bu cesaret, medenî olduğu kadar da şahsîdir. İnsanın bilgisi nisbetinde cesur ve hür olduğunu söyleyen yazarlar sanki Mustafa Kemal’den ilham almışlardır. Aslında, büyük bir lidere yakışan da budur. 6. Amacından asla taviz vermez, ilkeleri açısından serttir. Dostluklarına son derecede vefalıdır. Eşi bulunmayacak kadar insancıldır. Mahcubiyete varan bir utangaçlık O’nun tevazuunu belirler. Hoşgörülüdür. İleri görüş sahibidir. İnsanları çok iyi tanır. Kimi, nerede, nasıl vazifelendireceğini çok iyi bilir. 7. Halkı çok iyi bilir. Halkı sever ve onlara güvenir. İsteklerini doğrudan değil, halkın istekleri olarak, ince ustalıklarla kabul eder ve ettirir. Gerçekte ise, halkın nabzı her dakika elindedir. Birçok meseleleri nabız yoklayarak, teklifler yaptırarak ortaya koyar. Görüşerek kabul ettirir. Üstün zekâsı, düzenli bir düşünce sistemine sahiptir. Akıl ve mantık ölçülerini çok iyi kullanır. Büyük bir ikna gücü vardır. 8. Atatürk, tarihte çok az görülen büyük öngörüye sahip insanlardan biridir. Olayları önceden görür. Olayları, zamanı; bu olay ve zaman içinde insanları, tarihin akışına yön vererek amacına çevirmede ustadır. Bu büyük yeteneği iledir ki, milletini “Millî Mücadele” de birlik ve beraberliğe ulaştırmış; bunun bilincine vardırarak da zafere kavuşturmuştur. Bu ise, bir lider için güven verebilme gücünü gösteren, büyük yetenektir. 9. İzmir’in işgali, Mustafa Kemal Paşa’ya millî iradeye dayanan bir hükümetin kurulması yolunda ilk adımı attırmıştır. Bunu da; Erzurum Kongresinde “Kuvayı Milliyeyi âmil ve iradeyi milliyeyi hâkim kılma” şeklinde izah etmiştir, İstanbul’un işgali olayını çok iyi değerlendirerek, meclisin de kapanışını görerek, padişahın hareket hürriyetinden yoksunluğunu belgeledi. Ankara’da Büyük Millet Meclisini açarak, hükümeti de kurdu. 10. Atatürk, çok geniş ve derin bir kültüre sahipti. Batının kurumlarını ve kültürünü en iyi anlayan insandı. Onları herkesten iyi değerlendirerek yürümesini bilen büyük bir “fikir” adamı idi. Bu anlayışla her tavrın önce halka benimsetilmesi suretiyle halkla birlikte yürümenin başarılı olacağı inancına vardı. Amacına halkla bütünleşerek yürüdü. 11. Büyük Atatürk, milleti için savaş veren büyük bir kahramandır. Gerçekleri kendi ideali ve amacına yöneltecek kadar da güçlüdür, öyle ki, onlara hâkim olmak istediği anda, hâkim olur. Milliyetçidir. Milliyetçiliği ırkçı bir milliyetçilik değildir. Daima toplayıcı, birleştirici, bütünleştirici ve yücelticidir. Türk Milleti’nden söz ettiği zaman, yüreğinde ve gözlerinde insanlık duygusunun en yücesini ve sevgilerin en incesini hissetmek mümkündür. Bütün insanlığa ve bütün milletlere saygı duyar. 71 12. Her şeyin kaynağına inmeyi bir ihtiyaç sayar. Kendisini olayların akışına hiçbir zaman kaptırmaz. Aksine, onları kendi lehine çevirir. En iyi biçimde de yararlanır. 13. Büyük Atatürk’ün eserleri, insanlığın karşısında heykelleşmiş bir heybetli gerçektir. Bu yüzden O’nun engin dehasını ve yüce liderliğini süsleyen fikir cephesi tam ve doğru olarak, daima gözden kaçmaktadır. 14. Ordu Millet haline gelişimizin de sembolü Atatürk’tür. 15. Daha Millî Mücadele yıllarında, temelleri sağlam bir devlet yaratılmasının akılcı, bilimci ve milliyetçi bir eğitimle mümkün olabileceğini görmüştür, inançla göstermiştir. Bunun için de, Türk insanının zihin yapısında değişiklik gereğini ileri sürmüştür. 16. O devirde, bir milletin ölüm-kalım sorununda bile dinin geçer akça olduğunu bilmesine rağmen, bir an ondan yararlanmayı düşünmemiştir. Ancak, daha başlangıçtan itibaren lâiklik ilkesine bağlılığı en büyük güç saymıştır. O’nun siyasî ve toplumsal kurumları lâikleştirmesi, kötü niyet sahipleri tarafından daima istismar edilmiştir. Bu husus bugün de düşünülmeğe değer. 17. Kanaatimiz odur ki: Bütün bir insanlık dünyası, daha yüzyıllar boyu Büyük Atatürk’ü aşamayacaktır. O ki, hayatta en hakiki mürşit ilimdir. O ki, amaç Çağdaş uygarlıktır ve onun da üzerine çıkmaktır. Bütün bunlar bilim demektir, hareket demektir, uygarlık demektir. Daima ve durmadan ilerlemek, dinamizm demektir. O halde, bize ve dünyaya düşen görev Atatürk’ün düşüncelerini benimseyerek yüceltmektir. 18. Bir hususu daha işaret etmeden geçemeyeceğim. Atatürkçü İdeoloji’nin babası Büyük Atatürk, Millî kurtuluşun Lideri olarak Atatürkçülüğün en büyük ve en sağlam temel taşını Başkumandanlığında koymuştur. Başkumandanlık belli süre için verilmiştir. Süre bitiminde uzatılması gerekmektedir. Atatürk uzatılmasını ister. Meclis ise, uzatılmaması yolunda karar alır. Atatürk kürsüye çıkar. “...Düşman karşısında bulunan ordumu başsız bırakamazdım. Bırakmadım. Bırakamam ve bırakmayacağım” der. Başkumandanlık da böylece yeniden bir defa daha uzatılır. Bunun üzerinde bir an duralım. Atatürk hayatının hiçbir döneminde meşruiyetten ayrılmamış. Demokratik kurallardan şaşmamış. O halde bu nedir, diyenler bulunabilir. Bu, bir milletin ölüm-kalım anında, meşruiyetin ve demokratik kuralların üstündeki tavrıdır. Bu tavır Atatürkçü ideolojinin temel taşıdır. Bu gibi tavırlar Atatürk’ün ordu ve devlet hayatında daima Kutupyıldızı örneği parlar. Böylece, Atatürkçü İdeoloji, birden bire değil, zamanın akışı içinde, olayların zincirinde, Türk’ün hasletleriyle yoğrularak gerçekleşmiştir. Bu nedenle de öteki ideolojilerden ayrılır. Onlar karşısında muhteşem bir manzaradır. Dünyanın son umut kaynağı olarak, yaşanır, yaşatılır, yaşatılmalıdır. 1 John F. Kennedy, A.B.D. Başkanı, 10 Kasım 1963. 2 H. S. Truman, A.B.D. Başkanı, 1948. 3 Mac Arthur, A.B.D. Orgeneral, 1946-1963. 4 Adolf Hitler, Almanya Devlet Başkanı, 1938. 5 Prof. Dr. Herbert Melzig, Atatürk Dedi ki, 1942. 72 6 Dr. Eduard Schaefer, Kemal Atatürk, 1939. 7 Prof. Dr. Candido Mendes, 1981. 8 Çeng-Kay-Şek, Milliyetçi Çin Cumhurbaşkanı, 10 Kasım 1963. 9 Prof. C’hi Tzu-Hsi, Çin Tarihçisi 1933. 10 Eduard Herriot, Eski Fransız Başbakanı, 29 Ekim 1933. 11 Sir Charles Towshend, İngiliz Generali 1922. 12 Mısır El - Ehram Gazetesi 1938. 13 Eyüp Han, Pakistan Cumhurbaşkanı 10 Kasım 1963. 14 Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Devlet Başkanı 1954. 15 General Metaksas, Yunanistan Başbakanı 1938. 16 Thomas A. Vaidis, Kemal Atatürk 1967. 17 Toynbee, İngiliz Tarihçisi. 18 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk s. 37. 19 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk s. 78. 20 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk s. 114. 21 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 114. 22 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 48-49. 23 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 120, 122. 24 Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, s. 43. 25 Celal Bayar, Ben de Yazdım, s. 212, 213. 26 Talat Paşa, Gurbet Hatıraları, Cemal Kutay, s. 574. 27 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 77, 281, 282. 28 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 283, 284. 29 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 108. 30 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 3. 31 Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. an. 32 Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, s. 69. 33 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, s. 19, 20. 73 34 Atatürk, Nutuk, s. 1, 30. 35 Kemal Atatürk, Nutuk, s. 30, 32. 36 Kemal Atatürk, Nutuk, s. 61, 66. 37 Kemal Atatürk, Nutuk, s. 88, 90. 38 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 139. Bekir Tünay Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985 ATATÜRK İLKELERİ, ATATÜRK’ÜN SİYASİ VE ASKERİ KİŞİLİĞİ (Konferans Metni) Bu konferans, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi’nce düzenlenmiş olup, Merkez tarafından bu konferansı vermekle görevlendirilmiş bulunmaktayım. Konferansın konusu, başlığından da anlaşıldığı gibi, üç ayrı konudan oluşmaktadır. Yani üç ayrı konferansta anlatılacak konulardır. Ben, öncelikle Atatürk İlkeleri hakkında kısaca bilgi verip, Atatürk’ün askerî ve siyasî kişilik özelliklerini ayrı ayrı ele almayı düşündüm. Ama, Millî Mücadele Döneminde Atatürk’ün askeri ve siyasi kişiliği birlikte ve aynı anda etkili olmuştur. Dolayısıyla Millî Mücadele döneminde bu iki özelliğini birlikte vermeyi uygun gördüm. Ancak önce, Atatürk İlkeleri hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum: Atatürk’ün, millî istiklâlimizi ve millî bağımsızlığımızı, vatanımızın bütünlüğünü korumak için başlattığı Millî Mücadele’nin, askerî ve siyasîalanda başarıya ulaşmasından sonra, 29 Ekim 74 1923’te kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin dayandığı 6 temel ilkeyi tespit etmiştir. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Lâiklik, Devletçilik ve İnkılâpçılık’tan oluşan 6 ilke; hem Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem de Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temellerini oluşturmaktadır. 1937’de Anayasamıza giren 6 ilke Anayasa’nın 1., 2., ve 3. maddelerinde yer almaktadır. Daha sonraki 1961 ve 1982 Anayasalarımızda da yine Atatürk İlke ve İnkılâpları, yasa ile benimsenip, koruma altına alınmıştır. Türk Milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması; devletin, millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması amacı ile, temel esasları yine Atatürk tarafından belirlenen, devlet hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata, toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi faaliyetlere, ilkelere ve inkılâplara “Atatürkçülük” ya da “Atatürkçü Düşünce Sistemi” denir. Diğer bir ifade ile İnkılâplarına ve İlkelerine inanmak, benimsemek, korumak ve gerçekleştirmek Atatürkçülüktür ve bu sistemin tümüne de Atatürkçü Düşünce Sistemi denir. Atatürkçülüğü veya Atatürkçü Düşünce Sistemini oluşturan altı ilke ve Atatürk’ün 1922-1934 yılları arasında gerçekleştirdiği inkılâplarının dayandığı temel nitelikler nelerdir? Bir bütün olan, hiçbir yabancı akım ve ideolojiye dayanmayan; kaynağını ve gücünü Türk Tarihi ve Türk Millî Mücadelesi’nden alan; tamamen Türkiye ve Türk Milleti gerçeği olan Atatürk İlke ve İnkılâplarının dayandığı temel nitelikleri şöyle sıralanabiliriz: 1- Vatan ve Millet Sevgisi, 2- İstiklâl ve Özgürlük, 3- Hâkimiyetin Millete Ait Oluşu, 4- Millî Tarih Bilinci, 5- Millî Dil, 6- Çağdaş Uygarlık Düzeyinin Üzerine Çıkma Hedefi, 7- Akılcılık ve Bilimsellik, 8- Millî Kültürümüzü Geliştirme, 9- Türk Milletine İnanmak ve Güvenmek, 10- Millî Birlik ve Beraberlik Anlayışı, 11- Gerçekçilik ve Anti Emperyalizm, 12- Ordunun, Okulun ve Dinin Politika Dışı Kalması. 75 Bugün ve yarın, yurdumuzda ve tüm dünyada Atatürk’ün ilke ve inkılâplarının daha iyi anlaşılması, yaygınlaştırılması ve gelecek nesillere aktarılabilmesi için Atatürk ve Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin şu açılardan incelenmesi gerekir. 1- Millî nitelikleri yanında evrensel ve çağdaş nitelikleri de bulunan Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin yeni bir dünya görüşü olarak, özellik ve unsurlarının araştırılması ve değerlendirilmesi 2-Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin diğer büyük düşünce sistemleri ile karşılaştırılması ve düşünce sistemleri tarihi içinde “Atatürkçülüğün” yeri. 3-Atatürk’ün Düşünce Sistemi’nin milletler arası yankıları, hangi görüş ve uygulamanın, hangi ülke ve ülke grubunda etki ve yankı yaptığı, 4-Atatürkçülüğün Türkiye’deki uygulamasının, dünyadaki siyasi olaylar üzerindeki etkisi ve katkısı, 5-Atatürk İnkılâplarının örnek alındığı ülkeler ve ne derece etkili olduğu, 6-İstiklâl Harbimizin diğer kurtuluş hareketlerine katkısı ve öncü olma değeri. Bu konuların bilimsel boyutta ve ciddi çalışmalarla araştırılması, Atatürk’ün Türk milleti için bir millî lider olmasının ötesinde, bir dünya lideri olduğunu gösterecektir. Atatürk’ün siyasî kişilik özelliklerini anlatmadan önce, siyaset ve siyasî liderlik nedir kısaca değinmek gerekir. Siyaset genel anlamı ile, insan topluluklarını yönetme bilimi veya sanatıdır. Siyasî liderlik ise; sezgi, kavrayış yeteneği, uzağı görme gücü, hesaplılık, zamanlama, kararlılık, kitlelerle iletişim kurabilme gücüne ve sanatına sahip olmaktır. Atatürk, Nutuk’un başında Mütareke sonrası Anadolu’nun genel askerî, siyasî, sosyal ve ekonomik tablosunu çizerken bunun hiç de iç açıcı olmadığı görülüyordu. O, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde başlayan mücadele kıvılcımlarını bir ateş haline getirip, bir millî mücadele başlatması gerektiğine inanıyordu. Ancak, askerî ve siyasî şartlar, birbiri ile iç içe idi. Yani, askerî başarı elde edilmeden, siyasî başarı olamaz; ya da, siyasî başarı elde edilemeden, askerî başarı olamazdı. Atatürk’ün liderliğinde, mutlaka askerî beceri ve dehası önemli bir etken idi. Üstelik, gençliğinden beri içinde bulunduğu siyasî şartlar, onun öğrenciliğinden beri siyaset ile ilgilenmesini sağlamıştı. Mesela; 1905’de tayin olduğu Şam’da, “Vatan ve Hürriyet” Cemiyeti’ni kurması, bu cemiyetin bir şubesini Selanik’te açması, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde olması; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kongrelerine katılması gibi. Şu da bir gerçekti ki, Atatürk’ün, askerî ve siyasî dehasından kaynaklanan ve tarihi şartların ortaya çıkardığı siyasî liderliği, etrafındaki askerî ve siyasî kadroların yardımları ile gelişmiştir. Atatürk’ün askerî ve siyasî gücü ve becerisi onu liderlikte rekabetsiz kılmıştır. Zaten bütün silah arkadaşlarının onun liderliğini kabul edip, etrafında birleşmeleri bunun en güzel örneğidir. 76 Bazı kişiler, kendi şahsi karakterlerinden kaynaklanan bir özellikle, katıldıkları hareketlere bir prestij kazandırırlar. Atatürk’ün Samsun’dan başlayıp, Lozan’da tamamlanan Türk Millî Mücadelesi’ne bir prestij kazandırdığı muhakkaktır. Şartlarını kendisinin tespit ettiği Amasya Tamimi ve başkanlık yaptığı Erzurum ve Sivas Kongreleri, onun katılımıyla yeni bir prestij kazanarak millîlik özelliğine sahip olmuşlardır. Atatürk’ün siyasî kişiliği ve liderliği, demokratik mi yoksa diktatörce mi idi? Öncelikle Atatürk, askerî ve siyasî liderliği zor kullanarak ele geçirmediği için, zor kullanarak da sürdürmemiştir. Onun, herşeyi demokratik çerçeve içinde yapması onun asla diktatör olmadığının en güzel ifadesidir. Mesela; Heyet-i Temsiliye’yi oluşturması, BMM’nin açılması, Heyet-i Temsiliye’nin tüm yetkilerinin yeni bir hükümete devretmesi, TBMM’nin ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye’yi hazırlatması gibi. Atatürk 1919’dan itibaren Türk halkının desteğini almaya çalışmış ve yaptığı hizmetleri ve fedakârlığı da Türk milletine mal etmiştir. Yeryüzünde birçok lider, zaman içinde, kendisine inanan ve peşinden gelen insanların güvenlerini ve sevgilerini kaybederler. Oysa güçlü bir siyasî kişiliği olan liderler, güçleri halktan aldığı müddetçe, bu özelliklerini kaybetmezler. Mustafa Kemal Atatürk’ün, önce 9. Ordu Müfettişlik görevinin ardından askerlik mesleğinden istifa ederek; “Sade bir vatandaş gibi olması dahi, onun güçlü siyasî ve askerî otoritesini, liderliğini sarsmamıştır. Sakarya Savaşı sonrası kendisine Mareşallik ve Gazilik unvanının verilmesi, “Milletin Atası” olarak kabul edilerek ona Türklerin Atası demek olan Atatürk soyadının hatta, “Ebedî Şef” unvanının verilmesi, onun siyasî ve askerî kişiliğinin oluşturduğu liderliğinin sürekliliğinin ifadesidir. Atatürk’ün siyasî liderliğinin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: 1-Ana ilkelerde Tavizsizlik, Uygulamada Tedricîlik. O, her zaman ana ilkelerini ve temel hedeflerini en başından beri açıklıkla ve tutarlılıkla ortaya koymuş ve bunlardan asla taviz vermemiştir. Onun temel hedefi tam bağımsızlık ve millî egemenlik ilkesine dayanan, çağdaş bir Türkiye yaratmaktı. Ancak herşey, sırasında ve zamanında yapılmalıydı. Bundan dolayı, ana hedeflerini tehlikeye sokmamak için bazen tedricî ve ihtiyatlı bir tavır almış; ortamın hazır olduğu anda, muhaliflerinin toparlanmasına fırsat vermeden hızlı ve kararlı bir şekilde hareket etmiştir. Saltanatın kaldırılması; Cumhuriyetin ilânı ve halifeliğin kaldırılması gibi. 2-Gerçekçilik Gerçekçilik, iç ve dış politikada uyguladığı temel prensibi idi. Hedef, ile hedefe ulaştıracak araçlar arasında mantıklı bir denge kurmak; gerçekleşebilecek hedefler ile hayali hedefleri ayırt edebilmek. İşte Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki en büyük fark bu idi. 77 Falih Rıfkı ATAY’a göre; “Enver Paşa, Mustafa Kemal’in yerinde olsa idi; Sakarya Zaferi’nden sonra, zafer ve bağımsızlığı bir kenara itip; Suriye ve Makedonya’nın fethine girişirdi” demiştir. Atatürk 1 Aralık 1921’de Meclis’te; “Büyük Hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleket ve millet üzerine çektik” diyerek; Panislamizm ve Panturanizmin yapmadığımız halde; “yapıyoruz, yapacağız” dediğimiz için “yaptırmamak için bir an evvel öldürelim” diyen düşmanlarımızın sayılarını ve baskılarının artmasına sebep olunduğunu ve bunun zararını gördüğümüzü belirtir. Onun gerçekçi bir iç ve dış politika izlemesine bir diğer örnekte de; İtilâf Devletleri ile savaş halinde olmamıza rağmen, savaş sonrası İtilâf Devletlerinin bağımsızlığımız ve toprak bütünlüğümüzü kabul etmeleri şartıyla onların ekonomik, mâli desteklerini kabul edileceğinin Erzurum, Sivas Kongreleri ve Misak-ı Millî kararlarında yer almasıdır. 3-Eyleme Yönelik Olma-Pragmatizm Atatürk’ün siyasî kişiliğinde; soyut ve teorik fikirlerden önce, somut eylemler, faaliyetler gelir. Herhangi bir konuda uygulayacağı siyaseti belirlerken aklın ve bilimin rehberliğinde toplumun ihtiyaçlarını gözetmiştir. İhtiyaçların değişmesiyle, siyasetlerin de değişmesinden kaçınılmamış; bu özellik onun düşünce ve faaliyetlerini dogmatik ve doktriner yani değişmez ve katı değil; pragmatik ve esnek yapmıştır. Atatürk, Millî Mücadele’de özellikle halkın teşkilâtlanması ve tepki göstermesi yönünü seçmiştir: Mesela; İzmir’in işgalinden sonra mitinglerin düzenlenmesini ve artmasını istemesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, TBMM’nin açılması gibi. O, her hareketini Meclise ve Türk milletinin iradesine dayandırmak istemiş; her zaman yapacaklarını ve yaptıklarını hukuk sistemi üzerine oturtmuştur: “Ben istese idim, derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım” sözleri bunun en güzel ifadesidir. Millî Mücadele dönemi sona erdikten ve Cumhuriyetin ilânından sonra, inkılâp hareketlerine yönelen Atatürk, bu özelliği ile ait olduğu toplumun ihtiyaçlara cevap veren; toplumun her alanda kalkınmasını hedefleyen idealist bir siyasî lider olduğunu da gösteriyordu. 17 Temmuz 1921’de United Telgraph Muhabiri Atatürk’e “İsktikbalde ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz? Sorar. Mustafa Kemal’in cevabı şudur; “Memleketimiz haraptır, milletimiz fakirdir, maarifimiz dundur, iktisadîyatımız zayıftır. Memleketimizi imar ve milletimizi tenvir ve terfih yegâne katî emelimizdir” Nitekim kısa sürede toplumun sosyal, siyasî, kültürel alanlarında gerçekleştirdiği inkılâplar ve başarısı tüm dünyada hayranlık ve hayretler uyandırmıştı. Millî sınırlarımız içinde, millî bütünlüğümüze ve istiklâlimize saldırı söz konusu olduğunda gereken cevabın verilerek, en sert şekilde karşı konulacağı fikrinde idi. Savaşı, gerekli olmadıkça bir vahşet olarak gören Atatürk, bu özelliği ile barışçı bir siyasî liderdi. İstiklâlimiz ve toprak bütünlüğümüz için yaptığımız mücadelemizin ezilen ve sömürülen tüm milletlere örnek olacağını onların da davası olduğunu söylemesi ise; onun, ne denli başka 78 milletlere de saygılı ve sevecen ruhlu bir siyasî lider olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. Tüm bu anlatılanlardan sonra Atatürk, siyasî ve askerî kişiliğinden kaynaklanan özelliklerinden dolayı, acaba karizmatik bir lider miydi? Karizma, bir kişiliğin alelâde insanların erişemeyeceği bazı niteliklere sahip olmasıdır. Bu nitelikler, Allah vergiyi veya örnek ve güçlü bir kişiliğin sonucu olarak görülür. Toplum da, bu kişilere lider gözü ile bakar. Karizmatik liderlerin takipçileri, ona itaati bir “çağrı” bir manevi görev bilirler. Özellikle karizmatik liderler, milletin hayatının önemli dönemlerinde, kriz dönemlerinde ortaya çıkarlar ve bir boşluğu doldururlar. Yani, karizmatik liderler, kriz liderleridir. Bir başka deyişle; geleneksel otoritenin iflâsı, akılcı ve hukukî otoritenin henüz kurulmadığı bir ortamda otorite boşluğunu doldururlar, ihtilâlcidirler. Bu yönlerden bakıldığında; onun siyasî liderliğinde, karizmatik özelliklerin varlığı görülmektedir. Ama o, kişisel iktidarın sadece kişisel karizmatik temele dayanmasına güvenmediğinden, yani, körü körüne ifratı kabul etmediğinden; o liderlik otoritesini akılcı ve hukukî temellere dayandırmaya dikkat etmiştir. Ama Millî Mücadele yıllarında karizmatik otorite, akılcı ve hukukî otoritenin yanında, bazen geleneksel otoriteyi de kullandığı olmuştur. Amerikalı Siyaset bilimcisi Dankwort A.Rustow, Atatürk’ü kendisini karizmatik bir durum içinde bulmuş bir teşkilat adamı olarak nitelendirerek, onu; “Kurum kurucusu olarak” nitelendirir ve şöyle der; “Herşeyden önce Atatürk, organik bakımdan geçmişin mirası üzerine inşa edilen, bugünün ihtiyaçlarına etkin biçimde cevap veren ve belirsiz bir geleceğin tehlikelerine karşı koyan bir dizi kurum yaratmıştır." Bu tamim, Atatürk’ün inkılâpçı ve siyasî lider olduğunu göstermektedir. Atatürk’ün askerlik hayatından örnekler vererek onun askerî kişiliğini anlatmaya çalışacağım. Askerî kişiliğine gelince; Mustafa Kemal Atatürk’ün askerlik hayatına atıldığı 1905 yılından 1922 yılına kadar ki askerlik hayatının her devresini ayrı ayrı ele alıp incelemek, anlatmak lazım. Ben askerî kişilik özelliklerini, askerlik hayatını çeşitli dönemlerinden örnekler vererek anlatmaya çalışacağım. Atatürk’ün askerî meslek hayatı 1893 yılında 12 yaşında askerî öğrenci olarak başlamış; 1893 Selanik Askerî Rüştiyesi, 1899 Manastır Askerî İdadisi, 1899-1902 Harb Okulu, 1902-1905 Harp Akademisi’nden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu. İlk görev yeri 1905 Şam, 1907 Manastır-Selanik, 1911 Trablusgarb, 79 27 Ekim 1913 Sofya’da Askerî Ataşe, 1915 Çanakkale’de 19.Tümen ve Anafartalar, 1916’da Grup Kumandanı 16.Kolordu Komutanlığı Diyarbakır, Bitlis, Muş, 1917’de 2.Ordu Komutanı Diyarbakır, 1917 ve 1918’de iki kere 7.Ordu Kumandanı olarak Suriye-Filistin Cephesi’nde, 1918 Yıldırım Orduları Grup Kumandanı, Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak geniş ve kapsamlı askerî ve mülkî yetkilerle Samsun’a gönderilmiş, 3 Temmuz 1919’da 3. Ordu Müfettişi olarak Erzurum’da, 8-9 Temmuz 1919’da Erzurum’da askerlik mesleğinden istifası ile askerlik hayatı kesintiye uğramış, 5 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi tarafından Türk Ordularının Başkomutanı olarak atanması ile tekrar üniformasını giyerek aktif olarak başlamış; Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Savaşları’ndaki zaferler ile hem Millî Mücadele’nin askerî cephesini, kendi askerlik mesleğinde de son savaşını yapmıştır. Asker Atatürk, Trablusgarp’ta İtalyanlara; I.Dünya Savaşı esnasında Çanakkale Cephesi’nde 19. Tümen ve Anafartalar Grup Kumandanı olarak tüm İtilâf Devletleri’ne, 16.Kolordu Komutanı olarak Bitlis, Muş bölgesinde Doğuda Ruslara karşı; Suriye, Filistin Cephesi’nde iki kere 7.Ordu Komutanı ve Yıldırım Orduları Komutanı olarak İngilizlere ve onların kışkırttığı Araplara karşı savaşın içinde bulunmuştu. Ama Millî Mücadele Savaşı’nda ise, savaşı bizzat yönetmişti. İşte Atatürk, bu savaşta askerî dehası ile devlet adamlığı ve liderliğinin bir sonucu olarak politikayı birleştirmiştir. Yani Millî Mücadele ve sonunda kurulan yeni Türkiye Devleti onun askerî ve siyasî dehasının mucizevi bir ürünüdür. Savaş sadece askerî bir faaliyet ve askerî harekâtın yönetilmesi değildir. Ya da en azından I. Dünya Savaşı’na kadar bu böyle idi. Atatürk Millî Mücadele Savaşı’nda Türk milletinin askerî ve siyasî lideri kimliği ile Harp yönetimini eline tutarak; savaşın hedefini gerçekleştirmek için, politikadan; politikanın hedeflerini gerçekleştirmek için de savaştan yararlanmıştır. Harp yönetimi nedir? Askerî, ekonomik, sosyal ve politik harekat tarzlarının coğrafî platform üzerinde karşı güçler ve savaş hedefleri dikkate alınarak ahenkli ve koordineli bir şekilde kullanılmasıdır1. Politikanın hedefi, ekonomik, siyasî, askerî, sosyal, kültürel, coğrafî ve stratejik güçlerinin tümünün oluşturduğu mevcut millî güçleri ve hatta onları da geliştirerek, millî hedefleri gerçekleştirmek için kullanmaktır. 80 Savaşın amacı ise, Mondros Mütarekesi sonrası dört bir yandan İtilâf Devletleri’nin işgaline uğrayan ve anavatanın bağımsızlığını ve hürriyetini kaybetmekle karşı karşıya kalan, kısaca yok edilmek istenen Türk milletinin varlık mücadelesi olup; millî sınırlar içerisinde hür ve bağımsız yaşamasını sağlamaktı. Dolayısıyla Atatürk’ün askerî ve siyasî dehası ile “Millî Mücadelede askerî ve siyasî hedefleri birlikte, iç içe oluşmuş, gelişmiş ve gerçekleştirilmiştir. Mustafa Kemal, Arıburnu Kumandanı iken; İngilizler Anafartalara çıkmıştı. Bu buhranlı ve tehlikeli zamanda Mustafa Kemal, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya doğrudan yaptığı müracaatlardan bir sonuç alamamıştı. 5.Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i telefonla aradığında “Durumu nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir düşünüyorsunuz?” dediğinde; Durumu nasıl gördüğü ve kademe kademe nasıl tedbir alınması gerektiğini tüm ilgililere bildirdiğini, ama dikkate almadığını, bu dakikadan itibaren tek bir tedbirin kaldığını belirtir. Liman von Sanders Paşa sorar: -O tedbir nedir? -Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri taht-ı emrime veriniz, tedbir budur. -Çok gelmez mi? -“Az gelir” cevabını verir. Sonunda Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i Anafartalar Grup Kumandanlığı’na tayin eder. Bu, onun, Türk Ordusuna kumanda eden yabancı bir ordu komutanından duyduğu rahatsızlığı ve güvensizliği gösterdiği gibi; kendine olan sonsuz güveni, azmi ve cesaretini de göstermektedir. Ancak daha sonraki gelişmeler üzerine Albay Mustafa Kemal’in Anafartalar Grup Kumandanlığı’ndan affını isteyen 27 Eylül 1915 tarihli dilekçesi çok ilgi çekicidir. 5.Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sandres Paşa’ya yazdığı bir dilekçede; Sanders Paşa’nın kendisine Anafartalar Grup Kumandanlığı’nı emanet ettiğini Başkumandanın (Enver Paşa) Grubu ziyarete geldiğinde; kendisinden bir teşekkür işaretini bile esirgediğini; kendisini Anafartalar gibi geniş bir cepheyi yönetemeyeceğine dair karar vererek; kendisine güvensizlik gösterdiğini, yine Başkomutanın kuzey, güney ve Asya gruplarını ziyaret etmesine rağmen Anafartalar Grubu’nun varlığını tanımak istemediğini ve ziyaret etmediğini; Başkomutanın şahsına beslediği duygulardan dolayı, bu koşullar altında hizmet veremeyeceğini ve tayinini ister. Sanders Paşa’nın, Enver Paşa’ya Albay Mustafa Kemal’in dilekçesi hakkında yazdığı 17 Eylül tarihli yazıda şu ifadeler kullanılıyordu. “...Bu dilekçeyi destekleyemem. Çünkü Mustafa Kemal Bey, vatanın bu büyük savaşta hizmetlerine muhakkak muhtaç olduğu, bu müstesna kabiliyetli, yetkili ve cesur bir subay olarak taşımayı ve takdir etmeyi öğrendim. Albay M. Kemal Bey, 5 ay önceki ilk karaya çıkış hareketinden beri XIX.Tümen’in başında parlak şekilde savaşmış ve İngilizlerin Anafartalar kanadında son büyük çıkartma hareketleri esnasında müşkül bir anda kumandayı üzerine almak zorunda kalmıştır. Çünkü bu hususta 81 görevlendirilmiş olan XVI.Kolordu Komutanı, VII. ve XII. Tümenlerle hücuma geçmesi yolunda verilen mükerrer emri yerine getirmemişlerdir. Albay Mustafa Kemal Bey, burada da görevini büyük bir cesaret, iyi ve açık tertibat alarak ifa etmiştir. Öyleki, kendisine –vazifem icabı olarak- takdirimi ve şükranımı tekrar tekrar ettim”2 diyerek, Mustafa Kemal’e sırf zaman yetersizliğinden dolayı ekselânslarının (Enver Paşa’nın) ziyaret edemediğini ve kendisini hizmetlerinden dolayı takdir ettiğini belirttiğini ifade ederek; ayrılma dilekçesini ekselânslarının (Enver Paşa) ona güvenini belirtmek suretiyle reddetmesini rica eder. Enver Paşanın Anafartalar Grubu Kumandanı Albay Mustafa Kemal Beye hitaben gönderdiği 21 Eylül tarihli telgrafta; rahatsızlığına üzüldüğünü; vakit kalmadığından kendisini ziyaret edemediğini belirterek “bugüne kadar kumanda ettiğiniz kıtanın başında başarılı olarak göreve devam etmesini” ister3. Alman Prof. Dr. Hans Georg Majer; “Mustafa Kemal’in bu mektubu öz güven, mevki, hırs, alınganlık, onur, gurur ve dürüstlük, sebat ve azim doludur. Bunlar, onu fevkâlade bir asker, hatta daha sonra “Atatürk” yapacak olan özelliklerdir”4 der. O askerlik hayatı boyunca gururunu ve sorumluluğunu hiçbir şey ile değişmemiş; hep dürüst ve kendinden emin davranmıştı. Yıldırım Orduları Grup Kumandanı Alman General Falkenhayn’ın emrinde 7.Ordu’ya tayin edilmişti (Diğer bağlı kuvvetler ise 6.Ordu Komutanı Halil Paşa ve 8.Ordu Komutanı Van Kres Paşa idi. İstanbul’dan Halep’e gideceği gece, Falkenhayn’ın karargahından bir Alman ve bir Türk subay gelerek, General Falkenhayn’ın bir miktar altın gönderdiğini söyleyerek birkaç ufak sandığı odasına getirirler. Mustafa Kemal Paşa, kimseye ihtiyacından bahsetmediğini, General Falkenhayn’ın bu altınları ordunun ihtiyacına harcanmak üzere gönderdiğini düşünerek; “Bu sandıklar bana yanlış geldi. Ordunun levazım reisine gönderilmek lazımdı. Benim için fazla külfettir” der. Alman subayı, “O da başka” cevabını verir5. Mustafa Kemal Paşa, Türk Subayı Tevfik Bey’le “Paranın miktarını bu zabitten iyi tahkik et, huzurunda alındığına dair bir senet yaz, ver imza edeyim” der. Alman subayının senedi almak istememesi üzerine Tevfik Bey’e, “Bu zabit bilmiyor, senedi alsın ve Mareşal’e versin ve siz de bu paraları gelip almaları için levazım reisine haber gönderiniz” der. Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı teşkil ederken ona bağlı 7.Ordu Kumandanlığı’na Enver Paşanın muhalefetine rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın getirilmesinde ısrar eden Falkenhayn, belli ki Çanakkale’den beri yükselişe geçen askerî başarılarını biliyordu ve bu nedenlerle tercih etmişti. Şimdi de bu davranışı ile Mustafa Kemal’e rüşvet vererek kendisine bağlamak istemiş, ancak amacına ulaşamamıştır. Mustafa Kemal Paşa, 7.Ordu Komutanlığı’ndan ayrılırken de, yerine vekil bıraktığı Ali Rıza Paşa’ya bu sandıkları senet karşılığı teslim ederek; kendisinin imza ettiği senedin alınması için yaverleri Cevad Abbas (GÜRER) ve Salih (BOZOK) Beyleri görevlendirir. Yaverleri, Mustafa Kemal’in Ali Rıza Paşa’dan aldıkları teslim senedini, Mareşal Falkenhayn’a vererek, Mustafa 82 Kemal’in imzaladığı senedi alacaklardır. Ama Almanlar kendilerinde böyle bir senedin olmadığını söyledikleri gibi, Ali Rıza Paşa imzalı senedi de kabul etmezler. Bunun üzerine Mustafa Kemal, yaverlerinden; Mareşal Falkenhayn’ın odasına girerek; verdiği altınların muhafaza edildiğini, verilen senedi inkâr etmenin, altınları yok saymayacağını; eğer verilen senet gerçekten kayıp ise, o zaman altınların iade edileceğini ve alındığına dair bir senet vermeleri gereğinin belirtilmesini ve şöyle demelerini ister; “Bizi buraya gönderen kumandan, altın mukabili memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan olmadığını çoktan öğrenmeli idiniz. Hala bunda tereddüdünüz varsa kumandanımız size ve efkâr-ı umumiyeye daha başka türlü ispat edebilir. Paralarınız duruyor, fakat bu paralardan daha çok kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz...” sonunda Almanlar senedi, yaverlerle geri gönderirler. Mustafa Kemal Paşanın 7. Ordu Komutanı iken, Halep’ten Başkomutan Vekili Enver Paşaya, Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya ve Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşalarla yazdığı 19 Eylül 1917 tarihli beş maddelik ve 20 Eylül tarihli 4 maddelik uzun zeyl raporları gerçekten dikkate şayandır. Raporun başındaki ifade çok ilgi çekicidir. “Genel durum hakkındaki şahsi fikirlerinin, memleketin genel mukadderatını, idareden mesul ve methaldar (?) olan ifadelerimi hiçbir bedbinliğe ve telaşa meydan vermeden, olgunlukla ve ciddiyetle değerlendireceklerini umduğunu”6 ifade etmektedir. Ne kadar kendinden emin ve vakur bir ifade tarzı. Kendisinden ne istenirse onu yapmak, zamana ve şartlara göre davranmak, sorunları görmemezlikten gelmek, sorumluluktan kaçmak yok. Aksine sorunları çok önceden seziyor ve çözmek için üzerine gidiyor, dikkatleri o yöne çekiyor ve tüm bunları yapmak için kendini sorumlu ve yetkili görüyor. Bu raporda, sadece askerî açıdan bir değerlendirme yok. Ülkenin içinde bulunduğu duruma dikkati çekerek, halk ile idare arasındaki bağların sarsıldığını, idarî hükûmetin ve askerîyenin kendi hayatlarını devam ettirecek hali olmayan halktan açlık ve ölüm karşılığında tüm varlıklarını istediğini; idari hükûmetin aczinden dolayı, hayatın anarşiye sürüklendiği ve halkın hukukunun korunamadığı, hükûmetin aczin içinde olmasının güvenlik kuvvetlerinin de suistimaller içinde olup, keyfi davranması ve adlî işlerin mutlak suretle işlememesine sebep olduğu; bu sebeplerin, genel hayatı her yerde çürüttüğünü, genel ihtiyaçların, ticarî işlerin ve iktisadi çöküntülerin bunların işareti olduğunu belirtir. “Binaenaleyh harp devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen binay-ı muazzama-i saltanatın dahilen birden bire ve heryerden çökmesi ihtimalidir” diyerek ileriye dönük çok önemli bir teşhiste bulunur. Raporunda Türkiye’nin askerî durumunun gerçekçi bir değerlendirmesini yaparak; vatanın mukadderatı söz konusu olduğunda kendisinin seyirci kalamayacağını ve buna tahammül edemeyeceğini belirtir ve şöyle der: “Velhasıl gerek hükûmet-i mülkiye ve gerek ahali içinde yapılacak işlerin alelâde bir memleket meselesi değil, en birinci bir müdafaa-i memleket meselesi olduğu bu devirde memleketin hiçbir köşesinin herhangi bir ecnebi taht-ı nüfuz ve idaresine verilmesi, hayat-ı saltanatı katiyyen ihlâl ve iptal eder. İşte benim mütalaatım bundan ibarettir. Bulunduğumuz mevki dolayısıyla bunları tasvir etmekle vicdanım üzerinden reff-i bar (yük kaldırmış) olduğuna kaniim7. 83 Askerlik mesleğinin inceliklerine vâkıf, bu büyük asker yetenekli aynı zamanda siyasî sezgi gücü ile ülkenin bir yıl sonra Mondros Mütarekesi ile nasıl işgale uğradığını ve bütün bunların da Saltanatın sonunu hazırlayacağını daha önceden anlamış ve yetkilileri uyarmıştır. Alman İmparatoru Kayser Wilhelm’in daveti üzerine Veliahd Vahdettin’in Almanya seyahatine refakat eden Mustafa Kemal Paşa’ya Vahideddin şöyle demiştir: “Ben sizi çok iyi bilirim. Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız bütün icraat ve kazandığınız muvaffakiyetler tamamen malûmumdur. Siz İstanbul’u ve herşeyi kurtarmış bir kumandansınız, beraber seyahat etmekte olduğum için çok memnun ve müftehirim8. Veliahd Vahideddin’in Avrupa’ya yapacağı üstelik müttefiki olan bir ülkeye yapacağı seyahatte, Mustafa Kemal gibi genç ve yetenekli bir generalin seçilmesi tesadüfî olmasa gerek. Üstelik Veliahd Vahiddeddin’in refakatinde bulunan Mustafa Kemal’i İmparatora takdim ettiğinde; İmparator Almanca, -"Onaltıncı Kolordu... Anafarta” dediğinde, imparatorun ne demek istediğini anlayan Mustafa Kemal’in mahçup ve mütevazi halinden yanlış bir hitapta bulunduğu sanan imparator tekrar. “-Siz Onaltıncı Kolordu Kumandanlığı’nı ve Anafartaları yapmış Mustafa Kemal değil misiniz?” diye sorar. Evet, Mustafa Kemal’in askerî başarılarını Almanlar da gayet iyi biliyorlardı. Bu gezi sırasında Mustafa Kemal’in Alman General Ludendorf ve Mareşal Hindenburg’a yönelttiği sorulardan, Suriye Cephesi’nde bizzat kendisinin gördüğü ve bildiği gerçeklerle, Almanların kendisine söylediklerinin doğru olmadığını ve kaçamak cevaplar verdiklerine şahit olur. Zaten Osmanlı Başkomutanlığı’nın Alman subaylara bu derece tavizkâr tutum içinde olmalarından ve Almanların büyük ordu komutanlıklarını ellerinde bulundurmalarından rahatsızlık duymakta idi. Bu gezi sırasında edindiği tecrübeler, onun nedenli haklı olduğunu bir kez daha ıspatlamıştı. Hatta, Veliahd Vahdeddin’e, duyduğu bütün endişeleri, Alman İmparatoru’na söylemesini ister ve şöyle der; “Eminim ki o sizden memnun olmayacaktır. Fakat hiç olmazsa Türkiye’de hakikati görmüş olanların mevcudiyetine inanacaktır”9. Yani, müttefikimiz olan Almanların, gerçek niyetlerini ve yaptıklarının farkında olan, bilinçli ve sorumluluk sahibi, akıllı Türk subayları da vardır ve Almanlar da bunu bilmelidirler. Yine bu gezi sırasında yaşanan bir başka olay, Mustafa Kemal Paşanın bir asker olarak, devletin sorunlarını ve Türkiye’ye yönelik tehditleri çok iyi bildiğini göstermektedir. Almanya’nın Alsas Valisi’nin misafiri oldukları bir gece, Vali, Veliahd Vahideddin’e; “Türklerin Ermenilere karşı feci tecavüzatta bulunduğundan fakat Ermenilerin bu tarz hareketlere müstahak olmadığından bahsetmiş ve Veliahd Vahiddeddin ona cevap verdiği gibi, “Cephelerde bulunmuş, memleketi tanıyan bir kumandan yanımdadır, isterseniz onu da dinleyiniz” demiştir. Mustafa Kemal Paşa, bir Alman valisinin Türkiye’nin Müstakbel Padişahı’na karşı böyle ciddiyetten uzak konuşmasına şaşırır ve Valiye: 84 “Türkiye’nin Veliahdı ile Almanya’nın müstesna bir mıntıkasında kıymetli olduğuna şüphe etmediğim bir valisini bulabildiği mükâleme (konuşma zemini) beni mütehayyir (şaşırttı) etti. Evvela sizden şunu anlamak istiyorum: Müttefikiniz olan ve bu ittifak uğrunda maddi ve manevi tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye’ye karşı tarihin bilmem hangi devrinde mevcut olduğunu iddia eden ve bu mevcudiyetini ihya etmek için dünyaya iğfale çalışan Ermeniler lehine konuşma fikri, size nereden geliyor?” Mustafa Kemal Paşa, valinin bizim hakkımızda olumsuz fikirlere sahip olduğunu, bütün fedakârlıklarımıza karşılık, hâlâ Türkiye topraklarında bir Ermeni hakkı olabileceği düşüncesinde olan bu vali ile eğlenerek alaylı konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bunun üzerine, vali bütün söylediklerinin, söylenen ve duyduklarından ibaret olduğunu, bu fikri savunmadığını söyleyerek Mustafa Kemal Paşa’yı yumuşatmaya çalışır. Ama Mustafa Kemal, şu sözlerle, valinin pervasızca konuşmasına son noktayı koyar: “Vali Hazretleri, biz cepheleri dolaşan bir heyetiz., Buraya Ermeni meselesi konusunda konuşmak için değil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine istinat etmekte olduğumuz Alman ordusunun hakikî vaziyetini anlamaya geldik. Onu anladık, kâfi bir vukuf ile memleketimize dönüyoruz.” Sultan Reşad’ın ölümü ile Vahidettin’in Padişah olması üzerine Mustafa Kemal Paşa, tedavide bulunduğu Viyana-Karlsbad’dan İstanbul’a acele çağrılır. Padişah Vahideddin tarafından, vaktiyle istifa ederek, haklı sebeplerle bıraktığı ve bugün mağlup olmuş olan 7.Ordu’ya komutan olarak yeniden atanır. Mustafa Kemal’e göre, Suriye’de ordunun ve kuvvetin varlığı sadece isimden ibarettir ve kendisini buraya tayinini sağlayan Enver Paşa ondan intikam almıştır10. Ve bunu Enver Paşa’nın da yüzüne söyler. Hatta o gün yaşanan bir olay, Mustafa Kemal Paşanın önce kendi askerlik gücüne ve yeteneğine, sonra da komutasındaki askere duyduğu güveni göstermesi açısından önemlidir. Şöyleki, 7.Ordu’ya tayinini bizzat Padişahtan öğrenip dışarı çıktığında; bazı komutanların sohbetine tanık olur. Bu komutanlardan birisi, Türk neferlerini cepheden kaçmakla suçlaması ve hakaret yollu konuşması üzerine; -“Paşam biz de askerîz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk neferi kaçmaz, kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk neferinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul edilmelidir ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır. Eğer siz kaçtığınız, zilletini Türk neferlerini tahmil (yüklemek) etmek istiyorsanız insafsızlık ediyorsunuz” diyerek; Türk askerinin iyi sevk ve idare edildiği takdirde, başarısının kesin olacağını vurgulamıştır. Cephede görevine başlayan Mustafa Kemal, geniş bir cephede zayıf, dağınık ve sadece isimleri kalan üç ordunun tek bir ordu halinde, kendi emrinde toplanmasını istemişse de, bu fikri kabul edilmemiştir. Mustafa Kemal daha büyük felâketlere engel olmak ve ordunun cephede yok olmasına daha fazla izin vermeden, binbir güçlüklerle orduyu Nablus’tan Şam’a, daha kuzeye çeker11. Suriye Cephesi’nde hem İngiliz hem de ihanet eden Araplarla savaşan Türk kuvvetlerinin, zaten tutulması imkânsız hale gelen bu cephedeki kuvvetleri, Halep’e çekerek ordunun eriyip yok 85 olmasına engel olur ve cephe gerisini de emniyete almaya çalışır. Halep’te, İngilizler ve Araplarla çarpışır ve onları mağlûp eder ve nihayet düşman bu hattın gerisine geçemez12. Askerlikten ve savaştan anlamayanlar; askerî, siyasî, coğrafî şartları ve insan kaynaklarını değerlendiremeyenler, Mustafa Kemal Paşa’nın bu cephedeki hizmetlerinin zorluğunu, orduyu yok olmaktan korumak adına aldığı riskleri anlayamazlar. Mustafa Kemal Paşa’nın askerî ve siyasî dehası değil midir ki, onu Millî Mücadele’nin lideri yapmıştı. Millî Mücadele’nin üst düzey askerî kadrosunu oluşturan, Atatürk’ün silah arkadaşları, değerli komutanları bakın ne diyorlar? Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbimiz adlı eserinde; “Paşa’ya başımıza geçmesini daha İstanbul’da teklif eden benim. Bugün bütün kuvvetimle tutmayı en büyük vazife bilirim. Ondan daha hamiyetli ve değerlisini İstanbul’da iken aradım. Bulamadım”13 demektedir. Mareşal Fevzi Çakmak, “Her zaman Mustafa Kemal Paşayı takdir ettim. Çok çetin geçen Millî Mücadele yıllarında onun yapabildiğini başka hiçbirimiz yapamazdık14 diyerek onun liderliği hakettiğini doğrulamaktadır. Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’nin lideri olduğundan sadece askerî kimliğinden dolayı askerî konularla uğraşmamış; aynı zamanda gerek Türk milletine gerekse şahsına karşı yöneltilen her türlü düşmanca ve olumsuz tavırlar karşısında siyasî mücadelesini de sürdürmüştü. İsmet İnönü’nün, “Asıl ıstırabı çeken Atatürk’tü, iç ve dış bütün menfi etkilerle uğraşan onların tesirlerinden, gazabından cepheleri kurtaran, yön veren Atatürk’tür15.” şeklindeki sözleri, asıl yükün ve sorumluluğun kimde olduğunu göstermesi açısından önemli idi. Yine İsmet İnönü, “Onun Millî Mücadele sırasında askerî konularla uğraşmaktan mı daha çok eziyet çektiği, yoksa siyasî meselelerin siyasî anlaşmazlıkların kaldırılmasında veya teskin edilmesinde mi daha çok eziyet çektiği kestirilemez. Büyük adamın siyaset sahasında çektiği ıstıraplar gerçekten dayanılmazdır”16 der ve ilâve eder; “Mustafa Kemal Paşa, mücadelenin askerî tarafıyla uğraştığı kadar, siyasî tarafını da idare ediyordu17. Mustafa Kemal Paşa, Halep’teki ordu karargahında sık sık Ali Fuat Paşa ile buluşuyor, hem askerî durumu hem de memleketin istikbali hakkında görüşüyorlardı. İstanbul’da olup bitenleri ve ülkenin içinde bulunduğu durumu gayet yakından ve doğru bir şekilde tahlil ediyordu. Derhal barış teşebbüslerinde bulunulmasını, bunu da yıpranan Talat Paşa Hükûmeti’nin değil de Ahmet İzzet Paşa’nın kuracağı bir hükûmetin yapmasını ve kendisinin de Harbiye Nazırı olmasını istiyordu. Fakat, Padişahın, Tevfik Paşa’yı hükûmeti kurmak ile görevlendireceğini öğrenince, Padişaha çektiği telgrafta da, bu görüşü ile birlikte kabine de yer alacak birkaç isim (Fethi Okyar, Rauf Orbay, Hayri Canbulat, Azmi, Tahsin Uzer) bildirmişti. 14 Ekim 1918’de Ahmet İzzet Paşanın kurduğu kabinede Mustafa Kemal Paşa’nın tavsiye ettiği birkaç isim (Fethi, Rauf Bey ve Hayri Efendi) yer almış; Harbiye Nezareti’ne kimse atanmayarak, bu görevi sadrazam üstlenmiştir. Ahmet İzzet Paşa, yakında Almanların Türkiye’yi terkedeceklerinden güney cephesinde Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olan Liman von 86 Sanders Paşa’nın yerine Mustafa Kemal Paşa’yı getirmeyi düşündüğünden, Mustafa Kemal Paşanın bu görevi çok istemesine ve Enver Paşanın “Orduyu Mustafa Kemal Paşa’dan başkası idare edemez” 18 demesine rağmen Harbiye Nezareti’ne onu atamamıştı. Ali Fuat Cebesoy’un ifadesine göre; Ahmet İzzet Paşa, bu görevde uzun süre kalabilse idi, Harbiye Nezareti’ne Mustafa Kemal Paşayı getirecekti. Nitekim Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de, Mustafa Kemal Paşa, Liman Von Sanders Paşa’nın yerine Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı’nı devralmıştı19. Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal Paşa ile Adana’da yaptıkları görüşmede Mustafa Kemal Paşanın “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraberce yardım etmemiz lazımdır” dediğini ve kendisinin de aynı görüşte olduğunu yazar.”20 Mondros Mütürekesi hükümlerini, 2 Kasım 1918 günü Sadrazam ve Başkomutanlık Erkân-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’dan öğrenen Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım’da verdiği cevapta; Mondros Mütarekesi ile ilgili (Toros tünellerinin hangilerinin İtilâf Devletleri’nce işgal edileceği, Kilikya’nın hangi toprakları içine aldığını ve Suriye sınırının kesin olarak belirtilmesi gibi) birtakım muallâktaki soruların cevaplarını istemişti21. İngilizlerin, İskenderun’u işgal etme teşebbüsleri ile ilgili olarak Başkomutanlık Erkân-ı Harbiye Riyaseti ile yapılan 3-6 Kasım tarihli yazışmalarda Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin mütareke hükümlerine aykırı olarak İskenderun’u işgal etme fikrini kabul etmiyor, şehre zorla girmeye çalışıldığı takdirde silahla karşılık verileceğini bildiriyordu22. Gelen emirde, İngilizlerin buna hakkı olmamakla beraber, İngilizlere karşı sert davranılmaması, üzerimize ateş açılsa bile ateşle cevap vermeyip, İngilizler nezdinde olayın protesto edilmesi emrinde ısrar ediliyordu23. 6 Kasım’da verilen emre itiraz eden Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin asıl amaçlarının İsktenderun’u işgal ederek, kuzeye çekilmekte olan 7.Ordu’nun arkasını keserek abluka altına almak olduğunu, “İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile” olursa olsun, İngiliz askerleri çıkartıldığında ateş açılacağını kesin bir dille bildirerek İngilizlerin tekliflerini ve bu konuda verilecek emirleri yerine getiremeyeceğini belirterek yerine başka bir komutanın atanmasını isterdi24. Ancak, 7 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı ve 7.Ordu lâğvedilip Mustafa Kemal İstanbul’a çağrılınca25, İngilizlerin önündeki engel de kalkmış oldu. Tüm yazışmalar ve gelişmeler, onun sadece savaşan ve kendisine verilen emirleri, düşünmeden, irdelemeden tartışmadan kabul edip uygulayan sade bir asker olmadığını gösteriyordu. O, ülkenin içinde bulunduğu siyasî, askerî şartları, İtilâf Devletleri’nin işgallerinin sadece kontrol ve geçici amaçlı olmayıp; ülkeyi kalıcı işgal etmek olduğunun farkında idi. Ve bunun da, Türk hâkimiyetinin ve istikbalinin tamamen yok edilmek istendiği anlamına gelindiğini biliyordu. O, ordunun, daha fazla yıpranmasını ve Türk milletinin daha fazla rencide edilmesine, gururunun kırılmasına daha fazla izin veremezdi. Hep olabilecek sorunları engellemek veya sorunlara çözüm yolu bulmak için düşünüyor, mücadele ortamı yaratmaya çalışıyordu. İşte bütün bunlar, onun askerî kişiliğindeki tartışmasız deha ve bir lider portresi çizen siyasî kişiliğinin, karizmasının bir işareti idi. 87 10 Kasım’da Adana’dan trenle İstanbul’a hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım’da İstanbul’a ulaşmıştı. Fakat çok ilginç bir tesadüf, İtilâf Donanması o gün İstanbul’a girmişti. Donanmayı gördüğünde, “Geldikleri gibi giderler” demişti. Mustafa Kemal Paşa, İskenderun’dan İstanbul’a gelirken; şu andaki mevcut ve dağınık bulunan ordunun derlenip toparlanmadan başarılı olamayacağını anlamıştı. O, artık düşündüğü ve teklif ettiği askerî tedbirlerinin ve uyarılarının dikkate alınmadığını anlamıştı. Bundan sonra, siyasî çözüm aramak gerektiğini düşünüyordu. Nitekim O, henüz 7 Ordu Komutanı iken, olabilecek siyasî gelişmeler hakkında fikirlerini belirttiği gibi, olması gerekenler hakkında da fikirlerini belirtmekten çekinmemiştir. Bu, onun, devletin içinde bulunduğu duruma, sadece askerî değil, siyasî çözümler bulunması gerektiğine inandığını gösteriyordu. Nitekim İsmet İnönü, Mustafa Kemal Paşanın ilk anlardaki plânının; “Türkiye’yi siyasî yoldan, siyasî tedbirlerle kurtarmak esasına dayandırıldığını”26 ifade etmektedir. Mustafa Kemal Paşa, 16 Kasım 1918’de Pera Palas’ta Vakit, Minber ve Zaman gazetesi yazarları ile yaptığı görüşmede; “En iyi politika ve en kuvvetli olmakla mümkündür. En kuvvetli olmak demek ise; manen, ilmen, fennen ahlâken kuvvetli olmak demektir: Askerî kuvvet en sonda gelir. Yukarıda sayılan meziyetler bir millette mevcut değilse, bu milletin bütün fertleri en son silahlarla donanmış olması hiçbirşeyi ifade etmez. Bugünkü topluluklar içinde insan olarak yer alabilmek için elbette silah elde olması yeterli değildir” demiştir27. Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekten de İstanbul’da bulunduğu 13 Kasım 1918-16 Mayıs 1919 tarihleri arasında, çözümü siyasî faaliyetlerde aradığını görüyoruz. İstanbul’a geldiğinde, istifa etmiş olan Ahmet İzzet Paşa’yı yeniden hükümeti kurması gerektiği şeklinde iknaya çalışmış; Meclis-i Mebusan’da Tevfik Paşa Hükûmeti’nin güven oyu almaması için uğraşmış, ancak başarılı olamamıştır. Padişah Vahideddin ile görüşerek, onun düşüncelerini anlamak ve yol göstermek istemiş; fakat padişahın öncelikle saltanatı ve saltanat merkezinin geleceğini düşündüğünü anlamış, bir sonuç elde edememiştir. Ayrıca Meclis-i Mebusan da dağılmış olduğundan, meşru yollardan bir çözüme ulaşılmayacağı düşüncesiyle; bir ihtilâlle padişah ve hükûmeti devirmek için arkadaşları ile görüşmeler yapmış; bundan da bir sonuç elde edilemeyeceği anlaşılınca vazgeçilmiştir: Bu siyasî teşebbüslerin yanısıra herşeyden önemlisi, devamlı silah arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir Paşa ve İsmet Beylerle sık sık bir araya gelerek görüşmeler yapmıştır. Ali Fuat Cebesoy ile yaptığı görüşmelerde şunları tespit etmişlerdi: 1- Terhis işlemi derhal durdurulacak, 2- Cephane ve silahlar düşmana teslim edilmeyecek, 3- Genç ve enerjik komutanların iş başına getirilmesi sağlanacak, 4- Millî mukavemete taraftar yöneticilerin değiştirilmemesine çalışılacak, 88 5- Particilik mücadelesine engel olunacak, 6- Halkın maneviyatı yükseltilecek. Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, askerî ve siyasî dehası sayesinde millî mücadelenin başından itibaren siyasî ve askerî örgütlenmeyi birlikte yapmayı plânlamakta ve millî mücadeleyi halka dayandırmak istemektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik hayatında Çanakkale’den sonraki en kritik ve askerî dehasını uygulama fırsatı bulduğu an 5 Ağustos 1921’de TBMM’nin Başkomutanlık Kanunu ile kendisine Başkomutanlık görevinin verilmesidir. Derhal Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı’nın elemanlarını birleştirerek, Başkomutanlık karargahını kurmuş28 o zamana kadar tüm dünyada uygulanan “Hat Savunma Stratejisi” yerine “Satıh Savunma Stratejisi”ni geliştirmiştir. Çünkü O; savaş ve muharebe demek; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıkları ile ve bütün var-yokları ile, bütün maddi ve manevi güçleri ile karşı karşıya gelmesi ve birbirleri ile vuruşması demektir: Buna göre, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar, fikir duygu ve hareket bakımından ilgilendirmeliydi” diyordu. Cephelerde askerlerin, cephe gerisinde sivil halkın, erkeği, kadını, yaşlısı, genci, çoluğu, çocuğu ile vatanın tüm sathında topyekûn bir savaş düşünüyordu. İşte bunun içindir ki 7-8 Ağustos 1921’de Türk Milleti’ne “Tekalif-i Millîye Emirleri”ni yayınladı. Bu emirler “bir harbin kazanılması için ne derece hurda şeylerin bile nazarı dikkate alınması lazım geldiğine dair bir fikir vermek”29 açısından önemlidir. Çünkü bu emirlerde tüm Türk halkı üzerindeki çamaşırını, çorabını, çarığını; elindeki kağnısını, hayvanını, ipliğini, çivisini, telini, tenekesini, nalını, mıhını; mutfağındaki bir avuç pirincini; buğdayını, ununu, gazyağını, tuzunu, şekerini; her türlü tamir malzemesinin bir kısmını orduya veriyordu. Bu emirlerin yayınlanmasından sonra Anadolu’nun her yanında halkın bu emirler karşısında büyük bir fedakârlık ve elindeki avcundaki ordusuna bağışladığını, verdiğini30 ve Mustafa Kemal Paşa’nın da vatanın tüm sathından topyekün savaşı gerçekleştirdiğini görüyoruz. Görüldüğü üzere, Mustafa Kemal Paşa’nın askerî hedefe ulaşmak için, ülkenin maddi ve manevi kaynaklarından azamî ölçüde yararlanmaya çalışırken; diğer yandan millî mücadelenin ta başından beri, İtilâf Devletleri’ne karşı dış destek sağlama çabaları içinde olduğunu da görüyoruz. Her ne kadar BMM, açılıncaya kadar yabancılarla gayri resmi görüşmeler yapmışsa da; asıl resmi teması BMM’nin açılışı ile başlamıştır. Askerî cephelerde savaşın organizasyonu ve denetimi yaparken; diğer yandan da, gerek Anadolu’da gerekse Avrupa’da uluslararası konferanslarda, Türk millî mücadelesine siyasî destek arayışlarına yönelmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Millî Mücadele döneminde Atatürk’ün siyasî ve askerî kişiliği birlikte ve aynı anda etkili olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın Meclisteki silah arkadaşlarının büyük bir kısmı cephede idi. Ancak Meclis’te hiçbir zaman tek kalmamış olmasına rağmen, dostça ve düşmanca muhalefete maruz 89 kaldığı da bir gerçekti. Ancak, organize bir muhalefetin olmaması, Mustafa Kemal’in Meclis’teki faaliyetini kolaylaştırıyordu. Onun üstün siyasî yeteneği sayesinde Meclis görüşmelerini sakin ve soğukkanlı yönetmesi, parlamento taktiklerini ustaca kullanması, kulis hazırlığını iyi yapması, olayların akışından yararlanmayı bilmesi ve kuvvetli bir hatip olması31 onun Meclis’te etkili olmasını, Meclis çalışmalarını istediği doğrultuda yönlendirmesini sağlıyordu. Mustafa Kemal akşam sofralarında milletvekillerin, asker arkadaşlarının, bilim adamlarının, sanatçıların kısaca her kesimden insanların, kendisinin belirlediği konu hakkında neler düşündüklerini öğrenir; onların eğilimlerini tespit ederdi. Her zaman ihtiyatlı davranır, hiçbirşeyi şansa bırakmaz, zamanın ve şartların olgunlaşmasını beklerdi. Benimsenmesini istemediği görüşlerin, Ankara basınında çürütülmesini sağlar; fikirlerin bölündüğü, herkesin yorulduğu ve önerilerinin sakıncalı taraflarının ortaya çıktığı anda, çoğunluğu dilediği yöne çekebilirdi32. Atatürk, ilkeleri olan ve düşünce sistemi yaratan bir fikir adamı idi. O, gerçek ve başarılı bir asker, başkomutan idi. O, gerçek ve millî bir siyasî liderdi. Bu özellikleri ile, dost ve düşman; ona karşı, hayranlık ve takdirlerini gizleyememiş; onun dünya lideri olduğunda hemfikir olmuşlardır. Böyle bir liderin Türklerin içinden çıkmasına gıpta bile etmişlerdir. NOT: Bu konferans Atatürk Araştırma Merkezi Adına 29 Kasım 2002 tarihinde Ağrı ilinde verilmiştir. 1 Kur. Alb. Suat İlhan, “Harp Yönetimi ve Atatürk” Atatürk Konferansları, III, 1969, TTK, Ankara, 1970, s. 45. 2 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, I, s. 258-260; Enver Paşa III, s.261-262; Mustafa Kemal Atatürk, 1881-1981 Almanca’dan Çevirenler: G. Aytaç, Ö.Karadana, Mu. Kahraman, K. Kızıltan, M. Y. Sağlam, M. Ünlü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1997, s. 16-17. 3 Ş.S.Aydemir, Tek Adam I, s.281-282; Enver Paşa III, s.262-263; Mustafa Kemal Atatürk, s.17. 4 Mustafa Kemal ATATÜRK, s.19. 5 Hakimiyet-i Milliye, 18 Mart 1926, Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi III/3,TTK, s. 396. 6 Y.B.Bayur, a.g.e. III/3, s.400. 7 Bayur, a.g.e. III/3, s.407. 8 Enver Behnam Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Ankara, 1994, s.139. 9 Şapolyo, a.g.e. s.145. 10 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.154. 90 11 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.156. 12 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.159-160. 13 Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s.373. 14 bak. Fevzi Çakmak, Hatıralar. 15 İsmet İnönü, Hatıralar I. Kitap, Ankara, 1985, s.227. 16 İ. İnönü, a.g.e. s. 227. 17 İ. İnönü, a.g.e. s. 227. 18 Celal BAYAR, Ben de Yazdım I, s. 21. 19 A. F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s. 26. 20 Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.29. 21 HTVD, Sayı:27, Belge No:714. 22 HTVD, Sayı:28, Belge No:719, 735; TİH, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, I, Ankara, 1992, 23 HTVD,, Sayı:28, Belge No:721, TİH, I, s.65-66. 24 HTVD,; Sayı:9, (Eylül 1959), Belge No:743. 25 TİH I, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 81. 26 Bkz. İ. İnönü, Hatıralar. 27 TİH I, s. 81. 28 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk II, s.614. 29 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk II, s.615. 30 Daha geniş bilgi için bkz. Serpil SÜRMELİ, Milli Mücadele’de Tekalif-i Milliye Emirleri, S. Esin Dayı, “Milli Mücadele ve Türk Halkı”, Atatürk Üniv.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı:10, Erzurum, 1998, s.237-238. 31 Feridun Ergin, Kemal Atatürk, 1978, s.108. 32 F. Ergin, a.g.e. s.109. Prof. Dr. Esin Derinsu Dayı* * Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 55, Cilt: XIX, Mart 2003 91 ATATÜRK DÜŞÜNCESİNDE SOSYAL YAPI UNSURLARI Atatürk’ün toplumla ilgili görüşleri çok ihtiyaç olmasına rağmen pek fazla işlenmemiştir. Atatürk düşüncesinde sosyal yapı unsurlarına geçmeden önce sosyal yapı kavramıyla ilgili birkaç açıklama yapmak istiyorum. Sosyal yapı kavramı her tür sosyolojik analize temel teşkil eder. Yapısal analizlerde ilişkiler sosyal yapının temel birimleri olarak görülür1. Bazı sosyologlara göre, sosyal yapı bir tür sosyal bütün anlamında kullanılır. Bu sosyal bütün en azından kavramsal olarak birbirine bağlı parçalara bölünebilir ve bu parçalardan bazılarındaki değişiklikler diğerlerinde de değişmelerle birliktedir. Bu anlamda yapı yığından ayrılmıştır. D. Lockwood’a göre, sosyal sistem bir aksiyonlar sistemidir ve yapısal özellikleri fertlerin ortak normlar çerçevesinde devamlı etkileşiminden oluşur. Sosyologların görevi, dinamik süreçler vasıtasıyla hangi fonksiyonun sosyal yapıyı beslediğini, bu süreçlerde bireylerin normatif değerlere uymasını sağlayan, onları motive eden şeylerin neler olduğu soruları ile uğraşmaktır2. Merton’a göre, sosyal ve kültürel yapı birçok unsurlardan meydana gelir. Bu unsurlardan biri kültürel farklılıklardan ortaya çıkan fikirler, amaçlar, hedefler ve ilgiler, diğeri bu amaç ve hedeflere ulaşmak için kültürün tayin ettiği meşru yollardır3. Sosyal yapı hakkında bir başka görüş, sosyal yapının belli kimselerden toplumsal statülere bağlı olarak istenen rolleri saptayan normlar üzerine kurulu olduğunu öne sürer4. Sosyal hayat alanında irili ufaklı binlerce bütünlükten her biri bir sosyal yapıyı yansıtır. Bütün bu bütünlüklerin hepsi en büyük sosyal yapı olan toplumu meydana getirirler5. Sosyal yapı içinde fertler birbirleriyle yüzyüze ve formel ilişki içindedirler. Her sosyal yapı bu ilişkilerin bütünüdür. 92 Atatürk’ün insan ve toplum anlayışı O’nun yeni Türkiye’yi kurarken tüm uygulamalarına yansımıştır6. Atatürk için gerekli gerçek potansiyel, insan potansiyelidir. Bu nedenle insana önem vermiş ve kalkınmanın temeline insanı ve sosyal yapının temel taşları olan insan ilişkilerini yerleştirmiştir7. Atatürk, toplumun yapısı, düşünüşü, hukuk düzeni değişmedikçe uygarlık yoluna adım atılamayacağı kanısındadır. Bu inancını şöyle dile getirir; “Bir ulusun yıkımlara uğraması demek, o ulusun güçsüz, bakımsız, hasta olması demektir. Bunun için asıl kurtuluş, sosyal yapıdaki hastalığı bulmak, iyileştirme yollarını aramakla elde edilir ve ancak bilimsel yol tutulmuş olursa sağlık gerçekleşir”8. Görüldüğü gibi Atatürk, toplum yapısını çok iyi incelemiş, insan ve toplumla ilgili bütün düşünce ve uygulamalarında rasyonelliği temel hareket noktası ve zorunlu şart olarak almıştır. Toplumsal olayları bir matematikçi gibi sistematik olarak incelemiştir ve bütün uygulamalarında objektif hareket etmiştir. Otoritesinde güçlü karizmatik unsurlara rağmen, Atatürk karizmasından yararlanmak istememiş ve başlangıçtan itibaren otoritesini akılcı-hukuksal kalıplar içerisinde kurumsallaştırmaya çalışmıştır. Tarihte pek az karizmatik lider otoritesini kurumsallaştırmayı başarabilmiştir. Gene Rustow “Kurum Kurucusu Olarak Atatürk” isimli makalesinde şöyle diyor; “Her şeyden önce Atatürk, organik bakımdan geçmişin mirası üzerine inşa edilen, bugünün ihtiyaçlarına etkin biçimde cevap veren ve belirsiz bir geleceğin tehditlerine karşı da halkını koruyan bir dizi kurum yaratmıştır”9 (T.B.M.M Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtı, Halk Fırkası gibi). Atatürk otoritesini milletin iradesinden almıştır. Atatürk, Türk ulusunu bağımsızlığa kavuşturduktan sonra, çok iyi incelediği ve problemlerini yakından bildiği sosyal yapıyla ilgili değişmelere, devlete yeni bir şekil vererek başladı10. Çünkü onun kullandığı değer ölçüsüne göre önce devlet gelir, sonra ekonomi ve sonra da sosyal yapı11. Atatürk’e göre, devlet toplum kültürünün ürünüdür. “Her toplum kendi kültürünün gereği bir devlet yapısı oluşturur.” Devlet güçlü olmalı, meşruiyetini halktan almalı ve toplumdan ileride olmalı ki toplumu bu yönde etkileyerek onu daha ileriye, daha iyiye götürebilsin diyerek, devlet ve toplumun bir etkileşim süreci içinde olduğunu, kaynağını, gücünü milletten almayan, bir devletin devamlı ve etkin olamayacağını ifade eder. Bunların yanında Atatürk düşüncesinde devlet ve millet birbiriyle bütünleşmelidir. Ancak bu şekilde güçlü bir devletten söz edilebilir. Zaten Atatürk her vesile ile sosyal yapının bütün unsurlarının bütünleşmesinden söz eder. Atatürk, devlet düşüncesinde kuvvetlerin ayrımından yana değildir. Ona göre, tek bir kuvvet, tek bir irade vardır: Halk. Her şey halktan kaynaklanır halkın iradesi bölünemez, başkasına devredilemez12. Bu iradeyi Atatürk kendi şahsında yaşatmıştır. Çünkü, Atatürk devletin güçlü ve sürekli olmasının 1 - Tam bağımsızlık 2 - Millî egemenlik gibi iki önemli temele dayanarak gerçekleşeceğine inanır. Bu iki unsurdan millî egemenlik devletin sürekliliğini sağlar. 93 Bunlara ek olarak millî birliğin devlet yapısı için ne kadar önemli olduğunu şu sözleriyle dile getirir: “Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardır. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti tesis etmek”13. Hatta i Aralık 1921’de Ankara’da yaptığı bir konuşmasında özetle şöyle demektedir: “İlm-i içtimaî noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lâzım gelirse Halk Hükümeti deriz” 14. O halde, çağdaş ve güçlü bir devlet yaratmak zorunda olan Atatürk’ün düşünce sisteminin temelinde devletçilik yer alır. Atatürk düşüncesinde devletçilik, özel teşebbüs özgürlüğünün kısıtlanması veya piyasa ekonomisinin reddedilmesi demek değildir15. Çünkü Atatürk, devlet ve toplum ilişkisini açıklarken devleti toplumun özelliklerinden bağımsız bir yapı olarak almamış tam tersine devlet ve toplumun fertlerinin birbirlerinin zıddı değil, tamamlayıcısı olarak görmüştür. Güçlü ve çağdaş bir ekonomiye ulaşmak için devletin gerektiğinde üretici, yatırımcı veya üretim ve yatırımı teşvik ve yardım edici olarak ekonomik yaşama çeşitli şekillerden müdahale etmesinin zorunluluğuna inanır. Sosyal yapıda kurumların yapısı ve fonksiyonlarını iyi bilen Atatürk, ekonomi kurumuna önemli bir yer vererek Türkiye Devleti’ni ekonomik bir devlet olarak tanımlar ve devletin ilerlemesi ve güçlenmesinde ekonomi ve bilimin yardımlarına başvurur. Bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade eder: “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa husule gelen zaferler sürekli olmaz, az zamanda söner.” “Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir” diyerek ekonominin toplum kalkınmasındaki önemli fonksiyonunu vurgular16. Atatürk’ün devlet görüşü ile ilişkili olarak, düşünce sisteminde yer alan bir başka önemli kavram da halkçılık kavramıdır. Atatürk, Millî Mücadele’nin başından beri halkçılığı savunmuştur. Bu kavram sadece halk yönetimi siyasî demokrasi anlamında değil, Türk toplumunun yeni sosyal ve ekonomik düzenini belirtmek için kullanılmıştır17. Halkçılık, Atatürk düşüncesinde milliyetçilik fikrinin bir sonucu ve aynı zamanda da onun sosyopolitik yönden bir gerekçesidir. Böylece halkçılık milliyetçilik idealleri etrafında toplum bütünlüğünün sağlanmasında bir araçtır18. Atatürk, halktan seçkinlere doğru oluşacak bir siyasal organizasyon modelini ideal olarak ele almıştır. Bu organizasyonun her aşaması halkın katılımı ile gerçekleşir19. Bu anlayış temelde sosyal adalete, sosyal güvenliğe, toplumun ekonomik yönden zayıf kesimlerinin korunmasına ve güçlendirilmesine ve adaletli gelir dağılımına büyük önem verir20. Görüldüğü gibi Atatürk, toplumun bir bütün olarak her sektörüyle kalkınmasına önem verir. Halkçılık halkın halk tarafından, halk için idaresidir. Halkçılıkta devletin siyasal rejimi halk tarafından ve halkın yararı doğrultusunda kullanılır. Çünkü, Atatürk düşüncesinde toplumun bütün fertleri, ayrıcalık gözetmeksizin eşittir. Hiç kimseye, hiçbir aileye, hiçbir cemaate ayrıcalık tanınmamıştır. Bu ilkenin uygulanması konulan yasalarla da güvence altına alınmıştır. Görülüyor ki, halkçılık Cumhuriyet kavramı ile özdeştir. Atatürk daha sonra Demokrasi kavramına geçer ve bu münasebetle ekonomiye büyük önem verir. Demokrasi halka bağlı olacaktır. İdare milletin bütününe aittir. Böylece Atatürk düşünce sisteminde Cumhuriyet-Demokrasi-Halk çember şeklinde bir bütün oluşturmaktadır. 94 Atatürk düşüncesinde, üzerinde önemle durulan bir başka konu millettir. Atatürk, milletin çağdaş düşüncelere uygun bir tanımını yapmıştır. Bu tanımda Türk milletini meydana getiren faktörler şöyle sıralanır: 1 - Siyasî varlıkta birlik 2 - Dil birliği 3 - Yurt birliği 4 - Irk ve menşe birliği 5 - Tarihî karabet (yakınlık) 6 - Ahlâkî karabet (yakınlık)21 Bu tanıma göre millet: “Dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasi ve içtimaî bir heyettir”22. Bu tanımdan anlaşıldığı gibi millet yığından farklı olarak aynı amaçlar, doğrultusunda devamlı bir beraberlikleri olan insanların meydana getirdiği bir bütündür. İnsanların ortak özellikleri ve ortak amaçları çerçevesinde bir araya gelmeleri ve sürekli olarak bir arada yaşama istekleri tarihin ilk çağlarından beri var olan bir durumdur, bir sosyal olaydır. İnsanlar bu yolla bir araya gelerek bir paylaşma duygusu yaşamakta ve aralarında dayanışma doğmaktadır. Toplumun gelişmesinde de ulaşılan son aşamanın millet olduğu kabul edilirse, milleti meydana getiren temel özelliğin sosyal dayanışma olduğu gerçeği ortaya çıkar. Çünkü daha önce de ifade edildiği gibi milleti meydana getiren fertler aynı ideali paylaşmaktadır23. Atatürk millî şuuru vurguluyor. Millet, tarihsel, siyasal, hukuksal ve sosyal bir gerçektir. Atatürk kısaca “bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir” şeklinde bir tanım yaptıktan sonra bu tanımı şöyle detaylandırıyor: a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatle samimi olan, c) Ve sahip bulunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet adı verilir. Bu tarif tetkik olunursa, bir milleti teşkil eden insanların rabıtalarındaki kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insanî hisse gösterilen riayet kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten, maziden müşterek zafer ve yeis mirası, istikbalde gerçekleştirilecek aynı program, beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak, bunlar elbette bugünün medenî zihniyetinde, diğer her türlü şartların üstünde mana ve şümul alır24. Tanımdan da açıkça anlaşıldığı gibi sosyal dayanışma, duygu birliği, ortak geçmiş ile gelecekten ortak beklentiler özellikle vurgulanmıştır. Toplumda sosyal dayanışma bütünleşmenin temelidir. 95 Atatürk’e göre, milleti bir arada tutan, dayanışmayı, sosyal refah ve düzeni sağlayan önemli bir öge millî ahlâktır. Onun kaynağı da toplumdur, millettir. Bu ahlâk tek tek fertlerin üstünde ancak sosyal ve millî olabilir. Bu düşüncelerini ve kavramı Atatürk şöyle açıklar: “Ahlâkın millet teşkilinde yeri çok büyüktür, mühimdir.” Gerçekten ahlâkiyet, hususî fertlerden ve bunların üstünde ancak içtimaî, millî olabilir.” “Milletin içtimaî nizam ve sükûnu, günümüzde ve gelecekte refahı, saadeti, selâmeti ve güvenliği medeniyette ilerlemesi ve yükselmesi için insanlardan, her hususta ilgi, gayret, nefsin feragatini gerektiği zaman seve seve nefsinin fedasını isteyen millî ahlâktır”25. Bu sosyolojik ifade ile sosyal benliğin oluşması, kollektif bilincin, biz duygusunun gelişmesidir. Atatürk millet olma sürecini açıklarken iki önemli kavram kullanmış ve bunların fonksiyonlarını açıklamıştır. Bunlardan biri millî kültür, diğeri de devlet görüşmelerini açıklarken de sık sık değindiği ‘egemenlik’ kavramıdır. Millî egemenlik ve millî irade kavramlarının siyasal yaşama girmesi, Millî Mücadele ile birlikte olmuştur. Atatürk, Amasya’dan yayınladığı genelge ile “milletin istiklâlini yine milletin azim ve karan kurtaracaktır” parolasını bildirmiştir. Millî egemenlik prensibi 23 Nisan 1920’de toplanan TBMM’nin temelini oluşturmuştur. Atatürk, egemenliği en üstün bir güç, siyasal bir güç olarak kabul etmiştir. Görüldüğü gibi, egemenlik kavramını tanımlarken millî irade ve hâkimiyetten söz etmiş ve her ikisinin de demokratik bir toplum için millette olması zorunluluğunu dile getirmiştir. Bu irade ve hâkimiyet, devlet ve vatandaşın birbirlerine karşı olan görevlerini hakkıyla yapma yolundaki düzenlemede kullanılmalıdır. Atatürk, bir toplumu diğerinden ayıran, özel bir hayat tarzım belirleyen millî kültürü milleti oluşturan bir diğer önemli öge olarak açıklıyor. Kültürü şöyle tanımlıyor; “İnsan topluluğunun devlet hayatında, fikir hayatında yani ilimde..., güzel sanatlarda, iktisadî hayatta yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.” Bir başka tanımı; “Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir”26. Millî kültür böylesine önemli bir unsur olarak millet olma sürecini pekiştirir. Kültür birliği (aynı değerleri, duyguları, kültürü paylaşıyorlarsa) sosyal yapının güçlenmesini ve devamlılığını sağlar. Ortak kültür değerleri fertleri bütünleştirici rol oynarlar27. Atatürk, kültür ve medeniyeti bir süreç olarak kabul etmiştir. O nedenle ikisini birleştirmiş, bütünleştirmiştir. Bu sosyolojide modernleşme anlamına gelir, onun için modern Türkiye’den söz etmiştir. Yeni Türkiye Devleti’nin istenilen düzeye ulaşabilmesi için Atatürk düşüncesinde çok önemli yer tutan bir kurum eğitim kurumudur. Bilindiği gibi akılcılık ve bilimsellik Atatürk’ün temel hayat felsefesini teşkil etmiştir. Bunu şu sözleriyle örneklemek mümkündür: “Bizim akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün hayatımızı dolduran vakalar bu hakikatin delilleridir”28. Sosyal refah ve ülke kalkınması, konusundaki çalışmalarının başlangıç noktasına eğitim ile ilgili düzenlemeleri yerleştiren Atatürk, her şeyden önce halkın bilgisizliğini gidermenin gerekliliğini 96 görmüş, çağdaş uygarlık düzeyine ancak eğitim düzeyini yükselterek ulaşabileceğimizi kabul etmişti. Çünkü O’na göre, bize yol gösterecek olan bilim ve tekniktir. Zaten bunun temeli Atatürk’te de olduğu gibi kültürdür. Refah bir kültürdür. Günümüzde sosyal gelişme için zorunlu iki öge olan bilim ve teknolojinin gerekliliğini Atatürk yaşamı sırasında farketmiş ve bunların gelişmesi için çalışmıştır. Ayrıca, bilgiyi yalnızca teorik olmaktan çıkarıp onu sosyo-ekonomik yaşamda uygulamaya yönelik hale getirmenin zorunluluğundan söz etmesi onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha kanıtlar. Çağdaş sosyologlardan W.G. Simmel’e göre eğitilmiş olmak insanın kendini daha iyi yönetmesine yardım eder, yoksa diğerleri tarafından nasıl yönetileceğimiz konusunda bize yardım etmez. Eğitim konusunda da Atatürk, diğer alanlardaki uygulamalarında olduğu gibi eşit davranıyor ve toplumun bütünü ile eğitilmesi gerektiğini ifade ediyor. Kalkınmanın ancak akıl ve bilim önderliğinde gerçekleşeceğine inanan Atatürk’ün eğitime büyük önem vermesi elbette doğaldı. “Milleti millet yapan, ilerletip, yükselten kuvvetler vardır: Fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler... Fikirler manasız, mantıksız, boş sözlerle dolu olursa o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde sosyal hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız ve zararlı birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa felce uğrar... Evvelâ işe fikrî ve sosyal kuvvetlerin kaynaklarım arıtmadan başlamak lâzımdır. Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için vatanseverlik, temiz yüreklilik, fedakârlık gerekli özelliklerdendir. Fakat bir toplumdaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, toplumu asrın gereklerine göre ilerletebilmek için bu özelliklerin yanında ilim ve teknik lâzımdır. İlim ve teknikle ilgili teşebbüslerin faaliyet merkezi ise mekteptir. Bu sebeple mektep lâzımdır... Mektep genç beyinlere insanlığa hürmeti, millet ve memlekete sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en doğru yolu belletir...”29 diyerek eğitimin gençlere ve onlar vasıtasıyla topluma olumlu etkilerini açıklar. “Milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve teknik olacaktır” diyen Atatürk için her alanda değişme kaçınılmazdır. Toplumsal yaşamımız da zaman içinde değişecektir. Sosyal ve ekonomik yaşamda başarılı olmak bilim ve teknolojide ilerlemek için yenilikleri öğrenmek ve uygulamak gerekir. Siyasal ve sosyal yaşamda bilimin ve fenin liderliğini şart koşan Atatürk, eğitimin önemini vurgularken toplumun bütün fertlerinin, kadını, erkeği, çocuğu, köylüsü, işçisiyle eğitilmesi gerektiğini ifade ediyor ve sosyalizasyon sürecinin aileden başladığını belirterek çocuğun ilk eğitiminde çok önemli bir yere sahip olan annenin eğitilmesini, hatta kadınların erkeklerden daha çok feyizli, daha bilgili olmasını aydın bir nesil yetişmesi için bir zorunluluk olduğunu sık sık vurguluyor, eğitimle ilgili düzenlemelerini de bu amaçları gerçekleştirme doğrultusunda yapıyor. Çünkü, Atatürk toplumda aileyi temel kurum, ailede de kültürel değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasında önemli bir fonksiyon gören, çocuğun temel eğitimini veren kadını temel unsur olarak kabul ediyor ve ona her alanda haklar veriyordu. Bu günümüzde de hemen hemen bütün toplumlarda genel kabul gören bir gerçekliktir. Atatürk, her alanda cinsiyet ayrımına karşı olduğunu her vesile ile tekrarlamıştır. Bu görüşünü şu sözleri çok güzel açıklamaktadır; “Bir toplum, cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri 97 edinmesiyle yetinirse, o toplum yandan fazla kuvvetsizlik içinde kalır... Bizim toplumumuz için ilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek, hem de kadınlarımızın edinmeleri lâzımdır Bu noktadan hareketle Atatürk’ün sosyal yapının devamlılığı, toplumun genel refah ve düzeni için çok önemli gördüğü iş bölümü kavramının Atatürk düşüncesindeki yeri ve önemine geçmek istiyorum. Sosyal organizasyon ve iş bölümünün sosyal yapı için gerekliliği, insanların birlikte yaşamaya başladıkları ilk dönemlerden beri bilinmektedir. Bu husus Atatürk’ün sosyal düşüncesinde net bir şekilde görülmektedir. Atatürk sosyal yapının devamlılığı ve sosyal düzen için sosyal organizasyonun ne kadar önemli olduğunu görmüş ve toplum kalkınmasında iş bölümünün yeri ve önemini açıkça belirtmiştir. Hatta iş bölümünün yalnız maddi işlerde değil, bilimsel, yönetimsel ve politik işlerde de gerekli olduğunu, farklı bilim dallarının ortaya çıktığını ve bilim adamının bilimin tümünü kavramasının imkânsızlığı karşısında belli dallarda uzmanlaştığını ifade etmiştir. “İnsanlar ferdi olarak çalışırlarsa muvaffak olamazlar. Çünkü Allah insanları yaratırken onlara öyle bir muhtaçlık vermiştir ki, her insan hemcinsi insanlarla çalışmaya mecbur ve mahkûmdur. Bu iştirak faaliyeti âdeta ilahî ihtiyaç olunca, maksatları birleştirmenin nasıl bir zaruret olduğunu kolayca anlarız”30. “İş bölümü insanlar arasında mevcut olan tabii ve tarihî bağlara yeni birçok kuvvetli bağlar ilave etmiştir. Bu yeni bağlar insanlara birbirlerinin eksiklerini tamamlatan, yalnız bugünü değil, yarını da temine çalışan bağlardır”31. Sözleri iş bölümü ve organizasyonun toplumların her aşamasında var olan bir gerçek olduğunu açıkça gösteriyor. Atatürk, iş bölümü hakkındaki görüşlerini açıklarken cinsler arasında ayrım yapılmamasını istemiş, sosyal refah ve kalkınma için toplumun her ferdinin üzerine düşen görevi dayanışma halinde en iyi şekilde yapmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Toplumun her bir parçasının, hatta kendi ifadesi ile “her bir organının” faaliyette bulunması gerekir, aksi halde o toplum felç olur, diyerek organizmaca bir benzetme yapmış ve her bir parçanın toplumsal fonksiyonunun önemini belirtmiştir. “Bütün insanlar bir toplumsal vücudun azalandır ve bu sebeple birbirlerine bağlıdır”32. Bu görüş, A. Comte ve H. Spencer ile temelleri atılan organizmacı yaklaşımda, Durkheim ile netleşip günümüz çağdaş teorilerinde yapısal fonksiyonalizm olarak şekillenen yaklaşımlarda ana temadır. Buna göre toplumun her parçası ayrı fakat diğer parçalarla etkileşim içinde fonksiyon gören, parçalardan birinin yapısı, fonksiyonu ve sürecinde değişme olduğu zaman diğer parçalardan ve onlar yoluyla sonuçta toplumun tümünde de değişme yaratabilen bir organizmadır. Bu organizmacı görüşe göre, toplum aynı zamanda Durkheim ile birlikte açık ve detaylı tanımı yapılan Platon ve Aristo’dan beri toplum düzeni için gerekli bir öğe olarak düşünülen ‘iş bölümü’ esasına dayalıdır. Çağdaş teoriler arasında üç temel yaklaşımdan biri olan yapısal fonksiyonalizmin tabiatçı tipinin önemli temsilcilerinden biri olan sosyolog Talcott Parsons, sosyal sistemini açıklarken sosyal sistem denilen stabil kalıplar içinde kültürle sınırlandırılmış ve kişilik tarafından özümsenmiş kurumsallaşmış etkileşimin önemini vurgulamıştır. Ayrıca bir yanda sosyal sistemin içinde ve sosyal sistem ile kültürel kalıplar arasındaki diğer yanda sosyal sistem ve kişilik sistemi arasındaki bütünleşme için en az iki fonksiyonel zorunluluk vardır: 98 1) Bir sosyal sistem rolü gereği uyum içinde davranan yeterli sayıda aktöre sahip olmalıdır, 2) Sosyal sistem düzenin bir kısmını tanımlamayan veya insanlar üzerinde gerçekleşmesi imkânsız taleplerde bulunan ve bu yolla sapma ve çatışmaya yol açacak kültürel kalıplara taahhütten kaçınmak zorundadır. Bu fikirler Atatürk’ün sosyal yapı ve sosyal bütünleşme görüşlerine çok benzerdir. Parsons’in 1950’lerde yaptığı sosyal yapı, fonksiyon ve bütünleşme ile ilgili açıklamalarının büyük bir kısmı Atatürk tarafından sistematik şekilde 1920’lerde Parsons’tan 30 yıl önce yapılmıştı. Çağdaş toplum teorilerinin ilgi odağını teşkil eden sosyal değişme-bütünleşme konulan Atatürk’ün o dönemde ilgisini çekmiş ve bütünleşmenin nasıl sağlanacağı, yapının devamlılığı için neler yapılması gereği üzerine düşünmüş ve gerekli önlemleri almıştır. Mevcut sosyal yapının devamlılığı için millî hareketin nasıl teşkilatlandırılacağı ve lider-halk ilişkisinin nasıl sağlanacağı hususunu aydınlatmış ve bunu şu sözleriyle açıkça ifade etmiştir: “Teşkilatın diğer teferruatına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından yani fertten başlıyoruz. Fertler düşünür olmadıkça, haklarını müdrik bulunmadıkça, kütleler istenilen istikamete, herkez tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini kurtarabilmek için her ferdin mukadderatıyla bizzat alâkadar olması lâzımdır. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukarıdan aşağı olması zarureti vardır. Birincisinin gerçekleşmesi halinde bütün beşeriyet gayesine varmış olurdu. Böyle olmanın pratik ve maddi imkânı henüz bulunmadığından, bazı müteşebbisler, milletlere verilmesi gereken yönün çizilmesinde yardımcı oluyorlar. Bu suretle yukarıdan aşağıya teşkilat kurulabilir. Biz memleketimiz içindeki seyahatlerimizde şüphesiz birinci tarzda başlamış olan millî teşkilatımızın gerçek kaynağa kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru gerçek teşkilatlanmanın başladığım kemali şükranla gördük. Bununla beraber olgunlaşma derecesine eriştiğini iddia edemeyiz”33. Sözlerinden de gayet iyi anlaşıldığı gibi, Atatürk bir sosyolog gibi çok sistematik bir toplum analizi yapmıştır. Bilindiği gibi sosyal değişme basitten-karmaşığa her sosyal yapıda kaçınılmaz bir olgudur. O halde değişme sonucu yeniden organizasyon ve bütünleşme nasıl sağlanabilir? Sağlanamazsa ne gibi sosyal problemler ortaya çıkar? Sosyal yapıların dengesi çeşitli süreçler ve mekanizmalar yardımıyla sağlanır. Bunların başarısızlığı değişik derecelerde dengesizlik ve bütünleşme bozukluklarına neden olur34. Bilindiği gibi, Atatürk sosyal bütünleşmeyi sağlayan unsurların temeline diğer unsurlarla birlikte eğitimi, iş bölümünü ve kültürü yerleştirmiştir. Eğitim ile ilgili düşüncelerini anlatırken değindiğimiz gibi Atatürk toplumun her ferdinin eğitilmesi gerekliliğini vurgulamış hatta aydınları halk düzeyine indirmek yerine halkı aydınların düzeyine yükseltmenin amaç olması gerektiğini ifade etmiştir. Hatta sosyalizasyon sürecinde en önemli statüyü işgal eden kültürel unsurların nesilden nesile aktarılmasında en büyük paya sahip kadınların çok iyi eğitilmesini istemiş olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Atatürk’ün düşünce sisteminde kültür ve özellikle onun dil gibi sembolik unsuru sosyal bütünleşmeyi sağlayan bir diğer faktördür. Ayrı görüşe Parsons’ta da rastlamak mümkündür. Parsons’a göre sembolik kaynaklar olmaksızın iletişim ve etkileşim mümkün olmaz. Böylece tüm bireylere genel kaynakları sağlayarak etkileşimi sağlayan ve bu yolla bütünleşmeyi kolaylaştıran kültürdür. Ayrıca kültürün etkileşim üzerindeki bir başka etkisi kültürel kalıplar içindeki değerler, inançlar, fikirler ve ideolojiler yoluyla olur. Bunlar bireye W.I.Thomas’in dediği gibi durumun ortak tanımını kazandırır. Özetle Atatürk, toplumun ortak bir kültürü ve 99 ortak bir hayatı paylaşan kişilerden meydana geldiği gerçeğini başından beri kabul ederek bu paralelde çalışmıştır. Atatürk’ün sosyal değişme faktörleri arasında günümüzde de önemli kabul edilen eğitim, ekonomi, bilim ve teknoloji ile liderliğe önem vererek çalışmalarında bu faktörleri temel aldığı açıktır. Atatürk genel refah ve düzenle daha önce de söz ettiğimiz gibi çok yakından ilgilidir. Toplumu meydana getiren fertler arasında karşılıklı hoşgörünün toplumsal huzur ve düzen için ne kadar önemli olduğunu sözlerinde ve uygulamalarında sık sık vurgulamıştır. O’na göre “toplumda farklı fikir ve görüşlerin varlığı doğaldır, önemli olan bu farklı fikir ve görüşlerin bir diğerine kin ve nefret beslemeden, bir hoşgörü ortamında toplumun ortak amaçları ve çıkartan doğrultusunda birarada olmalarıdır”35. Sonuç olarak Atatürk’ün sosyal yapı düşüncesi halktan devlete bir bütünlük arz eder. Yapının bütünlüğünün sağlanmasında ekonomi, eğitim, kültür, aile, kurumları büyük önem taşır. Ve bu sosyal bütünlük kayıtsız şartsız halkın iradesine, hâkimiyetine dayanır. Sosyal gelişme gruplar arası iş bölümü ve dayanışmaya bağlıdır. Görüldüğü gibi Atatürk düşüncesinde hiç boşluk yoktur, bütün fikirleri ve uygulamaları sistematik olarak bir bütünlük arz eder. İnsanların ilk dönemlerinden itibaren birlikte yaşamalarının temel nedenlerini açıklayan ve modern toplumu çok güzel tanımlayan Atatürk’ün iki toplum tanımı ile konuşmamı bitirmek istiyorum. "Bizi koruyan, refah içinde yaşatan toplumdur. Bu sebeple topluma ehemmiyet vermek, onu kuvvetlendirmek ve yaşatmak lâzımdır. Bunun için her türlü gelişme, huzur ve güven kaynağı toplumdur.”36 "İnsanlar, dünya yüzünde insan sıfatını aldıkları tarihten önceki zamandan bugüne kadar, yalnız yaşayamayan ve mutlaka topluluk halinde yaşamak tabii nasibinde yaratılmış olduklarını bilmelidirler. İşte bu itibarla hepimiz söyleriz, hepimiz şerefleniriz, hepimiz bu şerefi kendimize bağlayabiliriz, fakat hakikat şudur ki her ferdî şeref ve haysiyet ve kahramanlık hiçbir ferdin değildir, bütün bu fertlerden meydana gelen toplumundur.”37. NOT: Bu konferans, Atatürk Araştırma Merkezi’nin tertiplediği “Atatürk Konferansları” dizisi içinde 28 Aralık 1990 günü verilmiştir. 1 Barry Wellman and S.D. Berkowitz ed. Structures, A Network Approach, University of Cambridge Press, New York 1988, s.15. 2 David Lockwood, System, Change and Conflict, ed. Demerath and Peterson, The Free Press, New York 1967, s.283. 3 Robert K. Merton, Social Theory and Social Structure, The Free Press, New York, 957. S.I32-I33. 4 George Lundberg, C. Schrag and N. Larsen Çeviren: Özer Ozankaya, Sosyoloji, cilt: I, Işın Yay., Ankara 1970, s.166. 5 Nihat Nirun, Sosyoloji, II Kitap, Yaykur Yay., Ankara 1977, s.108. 6 Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Aydın Matb., Ankara 1981, s.20. 100 7 İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Evrensel Boyudan, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yay., Sevinç Matb., Ankara 1988, s. 126. 8 Bedia Akarsu, Atatürk Devrimi ve Yorumlar, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1969, s. 12. 9 Ahmet Mumcu, Ergun Özbudun ve diğerleri, Atatürk tikeleri ve İnkılâp Tarihi II- Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), Yüksek öğretim Kurulu Yay., Ankara 1986, s.83. 10 Bedia Akarsu, a.g.e., s. 14. 11 İsmet Bozdağ, a.g.e., s. 128. 12 İsmet Bozdağ, a.g.e., s.40. 13 Ahmet Mumcu, a.g.e., s.19. 14 Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihî, Savaş Yay., Ankara 1990, s. 420. 15 Ergun Özbudun, a.g.e., s.69. 16 Ergun Özbudun, a.g.e., s.69. 17 Ergun Özbudun, a.g.e., s.64. 18 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.420. 19 Ergun Özbudun, a.g.e.,s.85. 20 Ergun Özbudun, a.g.e., s.66. 21 Yusuf Sarınay, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1990, ss.5-8. 22 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.391. 23 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.389. 24 Ergun Özbudun, a.g.e., ss.47-48. 25 Ergun Özbudun, a.g.e., s.49. 26 Ahmet Mumcu, a.g.e., s.24. 27 Yusuf Sarınay, a.g.e., s.61. 28 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.487. 29 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Olgaç Matb., Ankara 1984, s. 102. 30 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.339. 31 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.339. 32 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.206. 101 33 Ergun Özbudun, a.g.e., s.84. 34 David Lockwood, a.g.e., 5.283. 35 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.207. 36 Utkan Kocatürk, a.g.e, s.204. 37 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.204. Prof. Dr. Tülin Günşen İçli Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 20, Cilt: VII, Mart 1991 ATATÜRK LİDERLİĞİNİN SOSYOPSİKOLOJİK ANALİZİ Giriş I.- Atatürk’ün hayat hikâyesine, özellikle tarihî yönden değinen Türkçe’de ve yabancı dillerde oldukça kabarık sayıda kitap, makale ve araştırma yayınlanmıştır. Bunlar arasında, milletler arası edebiyat alanında ün yapmış olanları da vardır. Biz, bu denememizde bir hayat hikâyesini nakletmenin ötesinde Atatürk’ün liderliğini sosyopsikolojik bir olay sıfatıyla analize tâbi tutmayı, sosyoloji ve sosyal psikoloji, patolojinin verileri karşısında âdeta bir olay (case) sıfatıyla Atatürk’ün liderliğini, bilimsel ölçülere göre belirlemeyi, olayın böylece teori ve verilere göre analizini yapmayı arzuluyoruz. Böyle bir analizin, duygusal etkiler dışına çıkarak tam objektif ve bilimsel bir tutum içinde yapılması iki yönden güçlük arz etmektedir: Bir kere böyle bir analizin yapılabilmesi, liderlik olgusuna nispetle sosyoloji, sosyal psikoloji, patoloji, tıp, tarih bilimlerine aynı derecede vukufu gerektirdiğinden disiplinler arası bir işbirliğini zorunlu kılmaktadır. İkinci olarak Atatürk liderliği olayının, özellikle bizim neslimize mensup bilim adamları tarafından tam bir objektiflik içinde incelenip belirlenmesi de ayrıca pek güçtür. Zira Atatürk’ün dönemini yetişkin gençler olarak 102 idrak etmiş ve ona meftun olmuş bir nesil, Atatürk liderliğine karşı sübjektif bağlılık duyguları dışına çıkarak tam objektif olamaz. Karizmatik otorite ve liderlik 2. - Özellikle yabancı yazarlar ve sosyal bilimciler günümüze dek Atatürk’ün liderliğini, Max Weber’in ünlü eserine dayanmak ve 1919’lardan sonra Anadolu’da oluşturulan siyasî otoritenin açıklanmasında, bu eserde yer alan bilgileri1 o dönemin Anadolu Türk toplumunun oluşturduğu sosyal gruba uygulamak suretiyle, otoriteyi ve bunu kullanan lideri karizmatik olarak nitelendirmek yolunu tutmuşlardır; Atatürk’ün bir karizmatik lider olduğunu belirtmek suretiyle, yukarda sözünü ettiğimiz analizin yapılmış bulunacağını ifade etmek istemişlerdir2. Bilindiği gibi Max Weber, insan ilişkilerinin açıklanmasında otorite, cebir gücü, iktidar, fizik kuvvet üzerinde önemle durmakta ve sosyal olguyu izah ederken bunları bir nevi mihver gibi kullanmaktadır. Otorite, insan faaliyetlerinde cebredici, zorlayıcı gücün, fizik kuvvetin kullanılması demektir. Hukukî bakımdan egemenlik ve iktidar, söz konusu otoritenin kullanılabilmesi yetkisini ifade eder. Weber’e göre grup, bir bakıma, otoriteye nispetle rollerin farklılaşması demektir. Grubun normal, mutad üyeleri dışında sorumluluk taşıyan ve bu sebeple otorite kullanan kişiler vardır ve bunlarda en yüksek otoriteyi taşıyan şef ve bazı yönlerden şefin otoritesi altında bulunan ve diğer üyeler üzerinde otorite kullanan idare ediciler yani idarî kadrodur3. Weber’e göre çağdaş batı toplumlarındaki otoritenin karakteri aydınlatıcı bir unsur olarak ele alınmalı ve değerlendirmede bir atıf unsuru olarak kullanılmalıdır. Bu tip, rasyonelyasal otoritedir. Söz konusu otorite, özetle, düzenin genelleştirilmiş, evrensel, gayrı şahsî kurallara bağlı olmasını ifade eder. Otoritenin temel kaynağını kurallar oluşturur. Böylece kullanılan otoritenin meşruluğunu egemen olan, şefleri ve idarî kadroyu da bağlayan söz konusu kurallar sağlar. Otoriteyi kullanan idarî kadro ise bürokrasiyi oluşturur. Böylece sosyal düzen geniş ölçüde olmak üzere bürokrasi ile bağımlıdır. İkinci temel otorite tibi, geleneksel otoritedir. Bu tip otoritede meşruluk, geleneksel nitelikteki otoritenin her zaman mevcut bulunmuş olmasına dayanmaktadır. Geleneksel otoritede de statüler vardır. Ancak bunlar, geleneksel düzenin somut ve geleneksel kurallarına bağlıdırlar. Statülerin üstünde, diğer bir kısım kişilerin hiyerarşik ve keyfî, serbestçe lûtufta bulunmak yetkisini de veren güçleri, otoriteleri mevcut bulunduğu gibi bu kişilere sadakatle uymak mecburidir. Ayrıca otorite alanı ile bunu kullanan kişinin özel alanı arasında açık bir ayırım yoktur. Rasyonel-yasal ve geleneksel otorite tipleri yerleşmiş, sürekli sosyal sistem örgütlenme biçimlerini oluşturmaktadır. Sistemler belirli bir alışılmış düzen çerçevesinde işleyip giderler. Üçüncü otorite tipini, karizmatik otorite oluşturur. Karizmatik tip Waber’e göre, “tarifi gereği tamamen kurumsallaşmış, yerleşmiş bir düzenin meşruluk temelleriyle çekişme halinde bulunan bir nevi otorite talebidir”. Bu otoriteyi taleb eden, tesis eden lider de karizmatik lider olur ve bir anlamda ihtilâlcidir. O halde karizmatik lider bir nevi sapıcıdır; içinde yer aldığı, çalıştığı toplumun yerleşmiş yönlerine karşı bilinçli bir muhalefet yürütmekte ve bunu yerleştirmeye çabalamaktadır. Açıkladığımız gibi karizmatik lider yukarda açıklanan nitelikte bir davranış biçimini ortaya koyan, buna uyulmasını kesin bir görev olarak yerleştirmek isteyen, kendisini izleyenlerden meşruluk ve moral destek taleb eden kimsedir. 103 Dikkat edilmelidir ki, Weber’e göre karizmatik otorite ve karizmatik liderlik birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Liderin karizmatik vasfı onu takib edenler tarafından kabul edilecektir. Ancak bu, demokratik anlamda, lideri takib edenlerin açık iradeleriyle belirlenmiş bir nza değildir ve fakat onların borcudur; görevidir. Bu tanıma, aslında liderin otorite talebinin meşruluğunu oluşturan unsurdur. Liderin etrafında yer alan idarî kadronun mensupları adeta birer havari gibidirler; onlarda da bir hedefe ulaşmanın heyecanı veya lidere olan sadakat duygusu yahut her ikisi birlikte vardır. Sözü geçenlerin faaliyetlerine lider sınırlar koyar. Karizmatik hareketler ücret veya ganimet dağıtmak yollarıyla desteklenir. Böylece, Weber’e göre, ihtilâlci bir güç olarak, kurumsallaşmış düzenlerin istikrarını bozmak amacını taşıyan karizma, meşru bir otorite kaynağı olmaktadır. Karizma, kurulu düzende statülerde rasyonel veya geleneksel olarak sahip olanlara karşı bir ferdin otoritesini tesis etmektedir. Ancak karizmatik otorite zamanla, rutinleşme yoluyla giderek, liderin kişiliğinden ayrılacak ve objektif bir kurumsal yapı haline dönüşüp yerleşecektir. Yukarda da açıklandığı üzere, bir kısım yazarlara göre4 Atatürk, karizmatik otorite kullanmış olan karizmatik bir lider tipindedir. Karizma ve karizmatik liderlerin nitelik ve karakterleri üzerinde yazılmış eser ve düşünceler küçük bir kısım farklarla birlikte esasta birbirine çok benzemektedir; özetlemek gerekirse: Karizmatik otorite kullanımından kaynaklanan karizmatik otorite istisnaî bir kutsallığa, liderin kahramanlığına ve örnek teşkil edecek karakterine, getirdiği düzene toplumun üyelerinin yürekten bağlılığına dayanmaktadır5. Karizmanın kendisi ise, kişiyi diğer insanlardan ayıran ve böylece onun ilâhî veya hiç olmazsa çok istisnaî kudret ve vasıflara sahip bulunduğuna inanılan kişilik nitelikleridir6. Lider, bir misyonla ilâhî yönden görevlendirildiğini açıklayarak taleplerde bulunduğunda karizmatik sayılacağı gibi, onu takib edenler adı geçenin herkeste bulunmayan karakteristiklere, becerilere, kişilik özelliklerine sahip bulunduğuna inanıp bunu kabul ettikleri takdirde de karizmatik sayılır. Ancak karizma liderin sıfatından, kişiliğinden kaynaklanır; yoksa bu tâbir liderin ulaşmak üzere mücadele ettiği amaca atıf suretiyle kullanılmaz. Bu sebepledir ki, hedefleri birbirinden çok farklı olan Hitler, Napolyon, Roosvelt karizmatik liderler sayılmışlardır. Gene yukarda açıkladığımız gibi, karizma sosyolojik yönden kişiyi değil ve fakat belirli bir otorite tipini ifade için kullanılmıştır7. Özellikle Weber’in yaklaşımı böyledir. Yine yukarda Weber’i açıklarken belirttiğimiz gibi, karizmatik otorite geçici, istikrarsız ve ekseriya ihtilâlci sosyal durumlara tekabül etmektedir. Karizmatik otoriteyi ve liderleri meydana çıkaran olgular; bu itibarla, toplumsal değer ve inançlarda değişmeler, siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar ve sosyal buhranlardır. Bu sebeple karizmatik otorite demokrasi dışı yöntemdedir. Merlin Krüger-Frieda Sivert’in açıkladıkları gibi lider meşruiyetini aramaz; bunu talep eder, yani bu sözün anlamı liderin meşruiyet kazanmak için ayrıca çaba göstermediğidir. Ancak karizmatik lider misyonunu yerine getirebildiği takdirde ve sürece otoritesini muhafaza edebilecektir. Rasyonel-yasal ve geleneksel otoritelerden farklı olarak burada idare eden ve edilen arasındaki bir ilişki ve bu ilişkide de alan ve veren vardır. Hattâ bu alışveriş karşılıklıdır. Karizmatik otorite geçici ve şahsî olduğu için zamanla siyasî devamlılık ve süreklilik problemleri mutlaka ortaya çıkacak ve karizmatik otoritenin rasyonel-yasal veya geleneksel otoriteye dönüşmesi zarurî olacaktır. Karizmatik otorite ve liderlik mi? 104 3. - Karizmatik otorite ve liderlik hakkındaki bu açıklamalardan sonra Atatürk’ün liderliğinin ve kullandığı otoritenin karizmatik karakterde olup olmadığını gözden geçirmek gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya savaşı sonunda mağlûbiyetinden sonra ülkede büyük bir otorite buhranı, boşluğu meydana gelmişti. Ülkesi düşman tarafından işgal edilmiş, kendisi düşman tehdidi altında bulunan Halife-Padişah’ın ülkedeki otorite ve liderliği sadece nominal hale gelmişti. Padişah’ın kullandığı otorite 19. yüzyılın ikinci yarısında ve yirminci yüzyılın başındaki anayasa hareketleri dolayısıyla, Max Weber”in tasnifine göre rasyonel-yasal ve geleneksel otoritelerin karışımı niteliğinde idi. Mağlûbiyet ve meydana gelen sosyal olaylar sebebiyle, bu otoriteyi veraset yoluyla elde etmiş bulunan ve fakat gerçekte fiilî liderlik yeteneklerine sahip bulunmayan Padişah acınacak halde idi. Ayrıca otoriteyi kullanacak durumda da değildi. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bu dönemde düşmana karşı kısmî mukavemet hareketleri başlamıştı. Hareketler çerçevesinde kullanılan otorite cebir şeklindeki güç ve kudret idi7. Oysa kaynağı sadece cebir ve güce dayalı iktidarlar da, otorite zamanla erimeye ve çözülmeye mahkûmdur8. Mustafa Kemal Atatürk’ün daha işin başlangıcındaki temci misyonu bu mukavemet hareketlerini güçlendirmek, sosyolojik anlamda hemen yapılaştırmak ve meşru bir otoriteye bağlamak olmuştur. Bu maksatla da hiç vakit geçirilmeksizin hukuk araçlarına başvurulmuştur: Seçim veya seçime benzer bir usul ile millî iradeyi temsil edecek bir meclis kurmak ve onun tarafından kullanılacak meşru bir kudrete dayalı otoriteyi yapılaştırıp tesis etmek. Dikkat edilmelidir ki, Atatürk millî hareketin daha başlangıcından itibaren bir karizmatik iktidarın tesisi peşinde olmamıştır. Çanakkale savaşlarından kaynaklanan kişisel karizmasını kullanmak suretiyle karizmatik otorite tesisi çabasında bulunmamıştır. Karizmaya dayalı kişisel otorite ve liderlik tesisi yolunda ise hiç olmamıştır. Bir kere başlangıçta Padişahın kurallara ve geleneklere dayalı otoritesini reddetmiş değildir. Hal ve şartların ortaya çıkardığı korkunç otorite boşluğu bertaraf edilmeden millî mukavemetin teşkilâtlandırılmasının mümkün olamayacağı, Atatürk ve arkadaşları tarafından, sahibi oldukları engin savaş tecrübeleri dolayısıyla bilindiğinden, Padişahın otoritesini açıkça reddetmeden boşluğun doldurulmasına girişilmiştir. Bu boşluk nasıl doldurulacaktı? Mustafa Kemal ve arkadaşları söz konusu otorite boşluğunu daha başlangıçtan itibaren şahsî karizmalarına dayalı ve otorite ve kudret elde etmenin bütün şekillerini de kullanmak suretiyle doldurmaya çalışmak yerine, Max Weber”in otorite tasnifinde birinci sırada ifade ettiği rasyonelyasal otorite tipini kurmaya çalışmışlardır. Yetkilerin, ne kadar üstün kişisel vasıflar taşımış olsalar da, liderde ve etrafındakilerde değil ve fakat millî iradenin temsilcisi olduğu imajı her zaman vurgulanan bir meclisin meydana getireceği objektif kurallarda bulunmasına çalışılmıştır. Bizce Büyük Millet Meclisi’nin mutlak olarak uyguladığı otorite rasyonel-yasal nitelikte olmuştur. Mustafa Kemal’in kişiliğindeki karizmanın böyle bir otoritenin oluşmasını, tesisini kolaylaştırdığını, elbette ki, ifade etmelidir. Bizim görüşümüz şudur ki, İstiklâl Savaşı’nın zaferle sona erişine kadar geçen dönemde tesis edilen otorite rasyonel-yasal niteliktedir ve bunun uygulanışında Mustafa Kemal’in kişisel liderlik karizması temel faktör olmamıştır; ama elbette ki, etkili bulunmuştur. İstiklâl Savaşı’nın sona erişinden sonra Cumhuriyet’in ilânı ve inkılâpların teker teker gerçekleştirilmesi, rasyonel-yasal nitelikteki otoritenin karizmatik karaktere dönüşmesini ifade etmiş midir? 105 Bilindiği üzere Max Weber’e göre çağdaş yapısal düzenin karakteristiği rasyonel-yasal otoritenin nisbî egemenliğidir. Kişi özgürleri, piyasa ve pazar ekonomisi, akademik hürriyetler ve basın hürriyeti ve diğerlerinin varlığı böyle bir otoritenin yürütülebilmesine bağlıdır. Ancak bu çeşit otoritenin de meydana çıkarabileceği bir kısım sakıncalar mevcuttur; rasyonel-yasal otoritenin parçalanması, otoritenin karakterinde giderek değişmelerin meydana çıkması mümkündür. Rasyonel-yasal otorite sanayi işçisini, işverenin keyfi otoritesinden kurtarırken, işçi kuruluşları liderlerinin sultası altına da sokabilmektedir. Rasyonel-yasal otorite değişirken karizmatik hareketler de ortaya çıkabiliyor. Meselâ yerleşmiş bir düzen yaygın nitelik almış suçlarla sarsılıp yerleşmiş rutinler, beklenti ve semboller çözülmeye başladığında yaygınlaşabilecek psikolojik güvensizlik insanları karizmatik hareketlere bağlanmaya, bunlarla bütünleşmeye yatkın hale getirebilir. Rasyonel-yasal otorite düzeninde meşruiyetin temelinde serbest seçim vardır. Serbest seçim ise kişisel çekicilikleri, karizmaları ile kitlelere yaklaşabilen parti liderlerini ortaya çıkarmakta ve adı geçenler belirli derecede karizmatik lider tipine yaklaşmaktadırlar. Dikkat edilmelidir ki, günümüzde de seçimlerde parti liderleri belirli bir ölçüde ihtilâlci, hiç değilse toplum düzenini değiştirici önerilerle halkın huzuruna çıkıp oy istemektedirler. Bu girişten sonra yukarda açıkladığımız sorunun cevabına geçelim. 1924 Teşkilâtı Esasiyesi ile cumhuriyet rejimi kurulduktan ve Osmanlı siyasî düzeni tasfiye edildikten sonra, birbirini izleyen ve toplum bakımından yapıyı değiştirmek amacını güden inkilâplar yapılmıştır. Ancak bütün bunlar bizce rasyonel-yasal otoritenin karizmatik otoriteye dönüşmesini ifade eden hareketler olmamış, bütün değişme teklifleri hukuk çerçevesinde yani kurallar marifetiyle ve kuralların egemenliği altında gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kullanılan otorite meşru kudrettir. Fakat bunun yanında iletişim gücü, özdeşleştirme gücü ve bazan cebir de kullanılmıştır. Ancak bunların hepsi yasal nitelikte olmuştur9. 4. - Düşüncemizin tam anlaşılması için şu hususu bir kere daha vurgulamak istiyoruz: Atatürk’ün liderliği rasyonel-yasal bir otorite düzeninin liderliğidir. Atatürk’ün kişiliğinde çok güçlü bir karizma vardır ve fakat otorite münhasıran bu karizmaya dayanmakta değildir. Tam tersine Atatürk ve arkadaşlarının bu karizmaya dayanmak yerine hemen rasyonel-yasal bir otorite tesis etmek, başlangıçta kesinlikle ihtilâlci gözükmemek ve bu otoritenin araçlarıyla hedefe ulaşmak amacını güttükleri aşikârdır. Rasyonel-Yasal otoriteden ayrılmak eğiliminin ortaya çıktığından şüphe edildiği andan itibaren, Atatürk ile en yakın arkadaşları arasında çözülme ve ayrılmaların meydana çıkmaya başladığı görülüyor. Yetiştirilen liderler ve kendi yollarını açan liderler 5. - Bilindiği üzere toplumsal gruplar içinde belirli sektörlerde, bu kısımlara özgü becerilere sahip liderler çıkar. Liderler, belirli kişisel vasıfları ve içinde bulundukları hal ve şartların sağladığı imkân ve fırsatlar dolayısıyla ortaya çıkmaktadırlar. Aslında, insanda iktidar ve güce sahip olmak, otorite kullanmak ihtiyacı esasen vardır. Toplum, sosyal grup bakımından da, çeşitli alanlar itibariyle, liderlik vazgeçilmez bir ihtiyaçtır ve bu sebeple gruplar içerisinde mutlaka iktidara dayalı farklılıklar olacaktır. Bazı kişilerin diğerlerine nazaran daha fazla karar vermek iktidarına sahip bulunmaları, böylece toplum içerisinde bir farklılığın ortaya çıkması zorunludur. Eğer herkes birbiri üzerinde eşit iktidara sahip bulunsa idi, toplum istikrarlı bir örgütlenme olarak varlığını sürdüremezdi. 106 İşte bu sebepledir ki, toplum, geniş ölçüde olmak üzere, belirli usullere göre, liderlerini ortaya çıkarmakta yani seçilmiş, tayin edilmiş liderler belirlenmekte ve fakat bunların yanında yine bir kısım liderler kendi hazırlıkları, çabaları, mücadeleleri sonucu statülerini kazanmaktadırlar. Sosyal psikolojinin belirttiği üzere lider, liderlik vasıflarına sahip olan kişidir. Bu nitelikler ise tesadüfi değildir; sistematik bir eğitim veya hayatta kazanılan tecrübeler ve yetişkinlik sonucudur. Bu sebepledir ki, toplumsal gruplar çok sayıda kişiyi lider olarak yetiştirmektedirler. Amerika’da Harward, Columbia, İngiltere’de Oxford ve Cambridge Üniversiteleri, Türkiye’de tarihen Enderun, sonra Mülkiye, Haip Okulu ve Harp Akademileri bu fonksiyonu yerine getirmişlerdir ve bugün de diğer eğitim kurumlarıyla birlikte getirmekte devam etmektedirler. Atatürk, bu bakımdan hem yetiştirilmiş ve hem de otorite ve iktidar yolunu kendi güç ve mücadelesi ile açmış bir liderin vasıf ve özelliklerini aynı zamanda taşımaktadır. Bir kere Silâhlı Kuvvetler mensubu olarak, her subay için olduğu gibi, eğitimde liderlik vasıflarının geliştirilmesi temel unsur teşkil etmiştir. Subaylar rütbelerini giderek, yavaş yavaş ve liderlik vasıflarım belirtebildikleri ölçüde kazanırlar veya kazanmalıdırlar. Böylece liderlik vasıfları adı geçenlerde sistematik bir eğitim sonucu teessüs eder. Atatürk aynı zamanda savaşlarda aslî roller alıp birliklere kumanda ederken de liderlik vasıflarını ve karizmasını pekiştirmiştir, özellikle Çanakkale Savaşları’nda kişisel liderlik vasıflarını geniş kitlelere tanıtmış ve kabul ettirmiştir. Kişisel liderlik vasıfları ve Atatürk 6. - Burada kişisel liderlik vasıflarının nelerden ibaret bulunduğunu belirtmek için ayrıntılı izahlarda bulunmak tebliğimizin amacını aşacaktır. Ancak şu kadarını belirtelim ki, değişik alanlarda liderlik ayrı vasıf, özellik ve becerileri gerektirmektedir ama, bütün liderlik alanlarına ortak özellikler de vardır. Bu özelliklerin Atatürk’te çok ileri derecede mevcut bulunduğu görülüyor: Elde edilmesi istenen hedefe ulaşmak hususunda yüksek derecede güdülenmiş olmak başta gelmektedir. Bu güdülenme hattâ bazan bir sapma niteliğinde ve kişiyi hayatın diğer alanlarına karşı ilgisiz kılacak surette güçlü de olabilir. Eğlenceden, aile sorumluluklarından uzak kalmak, sadece hedefe yönelik faaliyetlere konsantre olmak, bu sebeple hayatın birçok basit zevklerinden uzaklaşmak şeklinde tezahür edebilir. Hayat hikâyesi, bu özelliklerin Atatürk’ün kişiliğinde yer tutmuş bulunduğunu göstermektedir. İstiklâl Savaşı’nda temel motivasyon vatanın kurtarılması, düşmanın millî misak sınırları dışına atılmasıdır. Bu hedefe ulaşılmasından sonra ikinci temel hedef medenî bir hukuk devleti rejiminin kurulması ve buna yönelik güdülenmedir. Bununla birlikte toplumun çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması hususunda yapılacaklara ilişkin olmak üzere değişik alanlara yönelik güdülenmeler söz konusudur. Böylece Atatürk aralarında bir irtibat bulunsa da çok sayıda hedeflere yönelik olarak güdelenmiş bulunuyor. Liderliğin ortak kişisel özelliklerinden birisini oluşturan değişik faaliyet alanlarının birisi üzerinde gerektiğinde konsantre olmak özelliği de, Atatürk’te en ileri derecededir. Ortak özelliklerinden en önemli birisini oluşturan azim ile ve hiçbir istisna yapmaksızın, bıkmadan bir faaliyeti sürdürebilmek yeteneği de Atatürk’ün kişi özelliklerinden birisi olarak hayat hikâyesinin muhtelif aşamalarında yer almaktadır. Ancak, kendini devamlı olarak işe verebilmek, azimkârlık kavramları ile katılığı birbirinden dikkatle ayırmak uygun olacaktır. Katılık gerektiğinde davranış biçimini değiştirmek hususundaki yeteneksizlik olarak tanımlanabilir. Atatürk’te azim yeteneği, belirli güdülenmelere bağlı olarak, eski deyimiyle “ikdam” üzere hareket edebilme şeklinde tezahür etmektedir. Bu 107 davranış, yanlışlığın tespit olunduğu hallerde, davranış biçimini değiştirmeyi de içerir. Atatürk’ün dil konusundaki tutumu buna ait çok güzel bir misal teşkil etmiştir. İki çeşit liderlik ve Atatürk 7. - Yukarda da açıkladığımız gibi Atatürk hayat dönemleri içinde hem belirli bir alan için yetiştirilmiş liderdir ve hem de siyasette liderlik yolunu kendi azim ve iradesiyle açmış bulunan bir liderdir. Bu sebepledir ki, bu iki nevi liderlik özelliklerinin bir nevi sentezini şahsiyetinde gerçekleştirmiş bulunmaktadır: Yetiştirilmiş ve tabir yerinde ise, devşirilmiş olan liderler az saldırgan, aslında muhafazakâr olurlar. Bir yazarın dediği gibi bunlar “yem bir savaşı eski silâhlarla yapanlar gibidirler ve statükonun devamını isterler”10. Yollarını kendi güçleriyle açmış bulunan liderler ise bunların tam antitezini oluştururlar. Dikkat edilmelidir ki, Atatürk’te temkinli davranış tipi, hareketlerinde gidilecek ve durulacak yeri isabetle ve basiretle tayin etme kabiliyeti en yüksek derecededir. Kadın konusunda gerçekleştirilen inkılâp hamlelerinin son derecede dikkatli olarak yürütülmüş bulunması ve bu alanda Türk toplumunda yerleşmiş tutumlarla zıtlaşılmaması, yetiştirilmiş liderlik özelliklerini yansıtıyor. Buna karşılık yeni devlet düzeninin kurulmasındaki cesur hamleler, inkılâplar gerçekleştirilirken bunlara karşı dirençlerin kırılmasındaki kararlılık, kendi yolunu açan liderin özelliklerini yansıtıyor ve böylece ortaya bir sentez çıkmış oluyor. Dikkat edilmelidir ki, yetiştirilmiş liderlerin kişisel özellikleri belirli bir eğitim plânına göre adeta inşa edildiği halde, kendi yolunu azimve iradesi, mücadele kabiliyeti ile açan liderlikte hem kişisel özellikler faktörü ve hem de içinde bulunulan tarihî dönemin ortaya koyduğu hal ve şartların ortak etkisi, adeta iki nevi faktörün bir nevi sentezi söz konusu olmaktadır: Bugün üzerinde uzlaşma olan teorik görüşe nazaran kişinin sahibi bulunduğu liderlik vasıflarıyla toplumun o anda içinde bulunduğu durumun şartları, sorunları bir etkilenişim (enteraksiyon) halindedir. Zamanın karakteri, kişiliklerinde belirli özellikler bulunan kişilerin lider olmalarını sağlamakta ve bu potansiyeli taşıyanlardan hangisinin lider durumuna geçebileceğini tayin etmektedir. Aslında sosyal psikolojide kişilerin ne suretle kudret, otorite kazandıkları hususunda iki ayrı yaklaşımı ve bu ikisinin sentezini belirten görüşü sunmuş bulunuyoruz. Bugün genel görüş bu ikisinin birbiriyle bütünleştirilmesidir. Bu bakımdan Atatürk’ün liderliğinde bu sentezin ne surette gerçekleştiği kolaylıkla tespit edilebiliyor. Atatürk’ün liderlik potansiyelinde beceri önce kendisini Çanakkale’de gösteriyor ve onun yüksek derecede karizma elde etmesini sağlıyor. Gençlik döneminden itibaren yetişmesi süreci içerisinde askerî kadro, Atatürk’ün liderlik yeteneğine esasen inanmıştır. Nitekim 1919’un paşaları Anadolu’daki mukavemet hareketlerini örgütlendirmek fikri üzerinde birleştikleri zaman liderin tayininde hiçbir zorluk ortaya çıkmıyor. Her dönem, liderlik potansiyelini taşıyanlardan hangisinin lider olacağını belirlediğine göre, 1919’ların Türkiye’sinin sosyal şartları yani o dönemdeki siyasî kaos, uygun bir askerî strateji ile yurdun kurtarılması sorunu, Atatürk liderliğini ortaya çıkarmıştır. Bir yazarın dediği gibi “belirli bir zaman süresi içinde lider olacak kişi, bu belirli zamanın özel şartlarına göre liderliği oluşturacak vasıflara sahip bulunandır”11. Tarih liderlerin hayat hikâyeleri değildir; fakat tarih liderleri imal etmektedir. Liderlik stilleri ve Atatürk 9. - Burada liderlik stilleri üzerinde bir miktar durarak Atatürk’ün liderlik stilini belirlemeye çalışmak uygun olacaktır: 108 Fiedler, stilleri arasındaki tezatlara işaret ederken liderleri iki kısma ayırmıştır12: Bir kısım liderler amacı vurgularlar13. Buna karşılık diğer bir kısım ise ilişkileri vurgulamaktadırlar™. Amacı, görevi vurgulayanlar kendilerini bütünüyle amaçlara adamışlardır ve liderlik faaliyetlerinde iletişim, eksperlik, ödül ve cebir güç ve kudretlerini kullanırlar15. Buna karşılık ilişkiyi vurgulayanlar, başta insanlar ve kitleler arasındaki pozitif münasebetleri muhafaza hususunda çaba sarf ederler ve kitleleri kendileriyle özdeşleştirmek suretleriyle otorite kullanmak eğilimindedirler16. Bu iki ayrı stildeki liderlik olaylar karşısında hal ve şartlara ve kişisel karakterlere bağlı olarak aynı derecede başarılı olabilir. Bazı kişilerde ise, her iki stilde de lider olmak kabiliyeti vardır ve Atatürk bu nadir yetenekli kişilerdendir. Atatürk her iki liderlik stilini, kendisindeki potansiyel sayesinde yerine göre kullanabilmiştir. Kitlelerle pozitif ilişkilerini başarı ile sürdürmekle beraber amacına yönelik olarak otoritenin bütün şekillerini kullanmış, hiçbir zaman idarei maslahat yoluna gitmemiş, amacına düz yoldan ulaşmayı ve daima kitlelere doğru söylemeyi tercih etmiştir. Atatürk’ün her iki stili de birlikte olarak kullanabilmesi yeteneği, kişilik yapısının özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Atatürk’ün kişiliği sosyal psikolojide (İnternal) içsel ve (external) dışsal olarak kavramlaştırılmış iki tipten birincisini yansıtır gibi gözükmektedir: depresyonlara düşmenin nadiren meydana gelmesi gibi özellikler ve fizik sağlığın esasta iyi olması gibi. Ancak bu tipteki belirli maddelere tutkunluğun az olması özelliği, alkollü içkiler bakımından Atatürk’te mevcut değildir. Bu tipte kişi kötü ihtimalleri önleyici stratejiler üretebilmektedir. Atatürk’te bu yetenek yüksek derecededir ve askerlikteki eksper gücünden kaynaklanmaktadır. Yine bu tipte kendine inanç çok güçlüdür. Atatürk’teki nefse güven yeteneğinin ne derecede güçlü olduğu ise bilinmektedir. Atatürk esasen kendine güveni Türk milletinin fertlerine en temel ilke olarak sunmuş bulunmaktadır. “Türk, övün, çalış, güven” derken kendi ruhundaki özelliği, toplumu kendi şahsiyeti ile özdeşleştirmek amacı ile hareket etmektedir. İçsel tipte olanların politik gruplara ve hareketlere katılma eğilimlerinin de güçlü olduğu bilinmektedir. Nitekim Atatürk’ün siyasete olan ilgisi, otorite kullanma hususundaki ihtiyacının gücü, daha gençliğinden itibaren kendisini gösteriyor ve lider olarak yetişmesinde çok etkin bir faktör teşkil ediyor. Çanakkale Savaşlarında daha yüksek derecedeki kıt’aların komutanlığını taleb ederken Alman komutanının (fazla gelmez mi) sorusuna cevap olarak (az gelir) cümlesiyle hitap etmiş bulunması bu otorite ihtiyacının yoğunluğuna delâlet eden önemli bir misaldir. Beceri-liderlik ve Atatürk 10. - Liderlik bütün beşerî ilişki alanlarında söz konusudur. Liderlik bakımından çok önemli unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz o alana özgü beceri (ekspertise) dir. Bu itibarla liderlikte başarı sadece gösterilen çabalara, fizik gayretlere bağlı değildir. Tam tersine zihnî faaliyet ile zihnî yeteneğin üstünlüğü ile ilgilidir. Bir yazarın dediği gibi müzik âletinin ne derecede, ne kadar güçle ve ne kadar süreyle üflendiği önemli değildir; önemli olan üflenirken çıkarılan sesin niteliğidir. Ancak sağlık ve yüksek enerjinin çok önemli bir unsur olduğu muhakkaktır. Bu bakımdan Atatürk’ün kişiliği analize tabî tutulduğunda durumun şöylece tespit edilmesi gerekeceği görüşündeyiz: 1919 yılında ülkenin durumu Büyük Nutkun başlangıcında belirtildiği gibidir. Yurdun muhtelif yerlerinde başlamış olan mukavemet hareketleri birleştirici bir lider beklemektedir. Herşeyden önce savaşmak söz konusu olduğundan, elbette ki, birleştirici liderin becerili bir asker olması gerekiyordu ve o sırada tarih, bütün hayatı süresince liderlik için yetişmiş, yetiştirilmiş, Çanakkale’de zafer kazanarak üstün derecede karizma kazanmış bir paşayı toplumun önüne çıkarmıştır. Tarihî şartlar, askerî ve siyasî sorunları bir araya getirmiş, içice 109 koymuştu. Siyasî şartları kontrol etmeden askerî başarı elde etmek mümkün değildi. Askerî basan elde etmeden de siyasî şartları düzeltmenin imkânı yoktu. Bu sebeple askerî ve siyasî liderliğin aynı şahısta birleşmesi gerekiyordu. Görülüyor ki, Atatürk liderliğinde askerî beceri en başta gelen faktörü oluşturmuştur. Siyasî liderliğin temelinde böylece askerî beceri vardır. Siyasî liderlik, kendisi ile beraber bulunan sivil ve askerî kadronun yardımlarıyla böylece gelişmiştir. Siyasî liderliğin gelişmesinde ayrıca yine bizzat Atatürk’ün gençliğinden beri içinde bulunduğu siyasî hareketlerin etkili olduğu hususunda da şüphe yoktur. Ayrıca şu hususa da işaret edelim ki, kişisel vasıfların ve tarihî şartların Atatürk liderliğini, rekabetsiz olarak, nasıl sağladığını ifade etmiş olmamız, bu liderliğe ulaşmak için Atatürk’ün çabalarını göz ardı etmiş bulunmayı ifade etmez. Atatürk 1919 ve sonrası döneminin liderliğini, toplumun bir ödülü olarak üstlenmiştir ve fakat Atatürk’de, bu istiklâl hareketine karşılık teşkil eden ödülü vermiştir. Bu ödül harekete sağladığı prestij gücüdür. Bazı kişiler isimlerinin dikkat uyandırıcı gücüyle katıldıkları hareketlere prestij getirirler. Atatürk’ün Anadolu’da mukavemet hareketinin başına geçişi, bu hareketin liderliğini üslenişi ve hele belirli bir anda bütün resmî sıfatlarından vazgeçerek bir milliyet ferdi sıfatıyla hareketin başarısı için çalışmaktan başka bir emeli bulunmadığını ifade edişi, Anadolu’daki yeni örgütlenmeye büyük prestij getirmiş ve bazılarındaki tereddütleri yok ederek toplumun güven ve cesaretini büyük ölçüde arttırmıştır. Böylece liderliği oluşturan davranış biçiminin, geçirilen sosyal tecrübeler sonucu elde edilmiş ve tarihin getirdiği şartlarla bütünleşmiş kişilik ve vasıf ve özelliklerinin bir tezahürü olduğu Atatürk liderliğinde de açık ve seçik olarak doğrulanmakta ve yine liderlik davranışının kişiye özgü vasıfların ve bu vasıfları yaratan sosyal şartlarla birlikte belirli bir zamanın fonksiyonu olduğu anlaşılmaktadır. Demokratik ve diktatör liderlik ve Atatürk II.- Sosyal bilimde liderliğe ilişkin çeşitli tasnifler vardır17. Bunlardan önemli birisi hiç kuşkusuz demokratik ve diktatör liderlik ayırımıdır: Liderlik mevkiinin kuvvet kullanma dışında, mevcut yasal örneklere uygun surette kurumlaşmış demokratik sürece ve ilerleme usullerine uyularak, kuralına uygun rekabet çerçevesinde elde edildiği ve liderin hukuk kurallarına tam uygun surette hareket ettiği hallerde demokratik liderlik söz konusudur. Buna karşılık siyasî liderin, liderlik mevkiini kuvvet kullanarak sağlamış ve sürdürmekte bulunmuş olduğu hallerde diktatör liderlik vardır. Diktatör lider de halkın bir kısmının desteği olmadan yerini koruyamaz. “Bu itibarla diktatörlük sosyal çözülme ârâzındandır”18; bir sosyo-psiko-patoloji şeklidir. Bir kısım batı yazarları Atatürk’ü diktatör olarak tanımlamaktadırlar. Bizce bu tanımlama sosyal durumları, halleri, belirli ve katı modellere uydurma gayretinden kaynaklanıyor. Oysa toplum olay ve olguları bu derecede katı modellerle ifade olunamaz. Atatürk’ün liderliği herşeyden önce bir sosyo-psiko-patoloji şekli değildir; tam tersine bütünüyle sağlıklı bir sosyal gelişmeye işaret etmektedir. Atatürk’ün 1919 dan başlayan siyasî liderliği ne kuvvet kullanılarak sağlanmıştır ve ne de kuvvet kullanılarak sürdürülmüştür. Tam tersine yukarda da açıklandığı üzere rasyonel-yasal otorite düzeni kendisini hiç tartışmasız olarak liderliğe getirmiştir; liderlik için onunla rekabete girişmek hiç kimsenin aklına dahi gelmemiştir. Kurulan düzen daima demokrasiyi hedeflemiştir ve bütün gayretler demokrasiye ulaşmak üzere sarf olunmuştur. Suistimal ve liderlik 12. - Kısaca değindiğimiz bu hususu, liderlik ve kudretin kötüye kullanılması olgusu yönünden ele alacak olursak, Atatürk liderliğinin yukarda tarifi yapılan diktatör liderlik biçiminden olan farkı daha da açık şekilde ortaya çıkabilir: 110 Kudret ve iktidarın suistimal yolunu da nefsinde taşıdığı ve mutlak iktidarın mutlak suistimale götürebileceği hususları sosyal bilimin verilerindendir. Bu sürecin ne suretle geliştiği ve işlediği sosyal psikoloji eserlerinde ayrıntılı biçimde izah ediliyor19. Bu izahlar arasında en önemlileri, kudret sahibinin, iktidarı taşıyanın zamanla hedefin faaliyetleri bakımından kendisinin çok etkin olduğuna inanması, böylece hedefi daha az değerli görmeye başlaması, hedefle arasına mesafe koyması, nefsine biçtiği değeri abartması, kendisi dışında kalanları çok küçük görmeye alışması ve hattâ kendisini ortak ahlâkiyet sınırları dışında mütalâa etmesidir. Bu sebepledir ki, bazı kuruluşlarda liderlik mevkiinin aynı kişi tarafından ancak belirli sürelerle işgal edilebileceği hukuk kurallarına bağlanmıştır. Bir zamanlar üniversitelerimizde uygulanan ve bizce çok uygun sonuçlar vermiş bulunan dekanlıkta, rektörlükte rotasyon sisteminin temelinde de bu gerçek vardır. Atatürk 1919’dan ölümüne kadar sürdürdüğü liderlik dönemi çerçevesinde gerçekleştirilen bütün başarıları Türk toplumuna maletmek, bütün bunların onun eseri olduğu hususunda daima çaba göstermek ve bu hususu vurgulamak yolunu tutmuştur. “Ne mutlu Türküm diyene” diye haykırdığı zaman sürekli savaşlardan yıpranmış, ekonomik gücü çok azalmış Türk halkı, dünyanın en gururlu bir toplumu olarak kendisini bütün cihanla başa çıkabilecek bir güçte görmekte idi. Diktatörlere has olan kendini hergün biraz daha büyük görme, ilâhlaştırma, herşeyi kendi hesabına kaydetme eğiliminin zerresi Atatürk’te mevcut değildir ve kendisini kudretin kötüye kullanılması sürecine hiç bir suretle kaptırmamıştır. Lider ve toplum arasında alışveriş 13. - Fiedler’in liderlik konusunda açıkladığı önemli bir hususa Atatürk liderliği bakımından da eğilmek suretiyle bu incelememizi bitirmek istiyoruz: Fiedler’e. göre liderle kendisini takib edenler arasındaki ilişki, çok nadir haller müstesna, sabit değildir. Liderlik ile onu izleyenler arasında adeta bir iş anlaşması, bir alışveriş ilişkisi vardır. Bu ilişkinin devam edebilmesi için her iki tarafın da mümkün olduğu kadar çok kazanması şarttır. Siyasî liderlik bakımından tarafı oluşturan millet yönünden kazanç iyi, yerinde politikaların üretilmesi, askerî bakımdan zaferdir. Lider, amaçların gerçekleştirilmesi hususundaki katkısına göre yerini koruyabilir. Zira statü, şöhret, itibar, prestij ve hattâ bazan maddî karşılıklar grubun lidere verebileceği ödüllerdir. Lider, grubu, amaçlarını gerçekleştirmek suretiyle ödüllendirdikçe, grup da buna karşılık onu iktidarın yetkileriyle ödüllendirir. Toplumun otorite yapısı ne olursa olsun, bu süreç geçerlidir. Türk milleti Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını verdiği zaman öksüz kalmışlığın ortaya çıkardığı noksanlığı gidermek üzere bunu yapmış değildir. Tüm tersine dünyanın en gururlu milleti liderine kendisine sağladığı ödüller karşılığı en büyük ödülü vermiş, onu bütün Türklerin atası sıfatıyla taçlandırmıştır. Liderlik kredisi ve Atatürk 14. - Başarılı liderin toplum için gerçekleştirdiği ödüller, özellikle bunların ekonomik tabiatta olanları, gruba dahil olanların beklentilerini arttırır; yeni beklentileri ortaya çıkarır. Liderliğe bağlanan insanlar her şeyi ondan beklemeye başlarlar. İnsanlara herşeyi vermek mümkün olmadığına göre başarılı olan lider adeta kendi eliyle sonunu hazırlamış olur. 111 Hollander20 bu paradoksu çözmek için özetle şöyle diyor: Liderliğin zaman içerisinde gruba sağladığı faydalar adeta bir bankaya yatırılmış para gibidir; böylece kredi almak üzere bir fon oluşturulmuştur. Bu kredi, liderliği halkın beklentilerinden sapmak hususunda iktidarlı kılmış olur. Ancak sapmanın birikmesi bir yandan da krediyi azaltıp hattâ tüketebilir. Bu bakımdan Atatürk liderliği değerlendirildiğinde bir kere birikmiş kredinin çok yüksek olduğu görülüyor. O kadar ki, İstiklâl savaşından sonra kendisine edebî başkanlık, padişahlık dahi teklif olunabiliyor. Sonra “milletin atası” sıfatı tevcih ediliyor. Türk geleneğinde atanın kredisi hiç bitmez. İstiklâl savaşının zaferle bitmesi ve insanların bütün dünya karşısında başları dik olarak gururla yaşamak imkânına kavuşmalarında Atatürk’ün oynadığı rolün azameti bu krediyi arttırıyor. Türk milleti gibi, gururlu olmanın kültürünün en önemli parçasını oluşturduğu bir halk için, bu durumun önemi olağanüstüdür ve bu bakımdan açılan kredi de sonsuz olmuştur. Atatürk inkılâpları olarak ifade edilen sosyal değişme önerilerinin aslında bir iki münferit direnme dışında ciddî bir mukavemet görmeden gerçekleşebilmesi, Atatürk liderliğine açılmış bu kredi dolayısıyladır. Ayrıca İstiklâl savaşından başı dik çıkmış Türk milleti ekonomik yönden gerçekten yoksul durumda idi; bundan sonra da “nisbî yoksunluk” teorisinin işlemesini sağlayacak bir gelişme ve bunun neticesi olarak da beklentilerin yükselmesi olayı gerçekleşememiştir. Beklentilerin yükselmesi olayının gerçekleşmesi için Atatürk’ün gösterdiği yolda 1960’lara kadar gelmek gerekmiştir. Atatürk’ün hayat süresi bu beklentilerin gerçekleşmesini mümkün kılacak derecede uzun da olmamıştır. Atatürk daha uzun süreler yaşasa ve beklentiler, bugün olduğu gibi çok kabarsa idi olaylar nasıl şekil alırdı? Bu hususta tahminlerde bulunmaya girişmek bilimsel bir tutum olmayacaktır. Sonuç 15. - Biz bu incelememizde Atatürk araştırmaları bakımından yeni bir alana sadece işaret etmek ve genç araştırmacıların ve özellikle sosyolog ve sosyal psikoloji uzmanlarının dikkatini konuya çekmek istedik. Değerlendirmelerimiz, teşhislerimiz ve vardığımız sonuçlar eleştirilirse herkesten çok biz mutlu olacağız. 1 Max Weber, The Theory of Social and Economic Organization (Edited with an Introduction by Talcoot Parsons), The Free Press, New York, fourth printing) 1966. 2 Bu konuda kısmen Dankwart A. Rustow, Devlet Kurucusu Olarak Atatürk (Prof. Dr. Yavuz Abadan’a Armağan s. 573 ve son); Matta Doğan, Atatürk ve de Goulle “Karizmatik nitelikli iki insan arasındaki benzerlikler” (Türkiye İş Bankası Uluslar Arası Atatürk Sempozyumu 17-22 Mayıs 1981). 3 Talcott Parsons, The Social System (The Free Press, New York second printing, 1964, s. 136 ve son.). 4 Frank Tachau, (Atatürk as a charismatic Leader) bu yazarlar arasında sayılmalıdır. 5 Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 10. bası, İstanbul 1990 s. 298 ve son. 6 Merlin Krüger-Frieda Silvert, Charisma, (Ancyclopedia Americana, c.6, s. 296). 7 İktidar, Kudret başkalarının fiil ve hareketlerini etkileyerek değiştirme yeteneği olarak da tarif edilmektedir. 8 Bilindiği gibi liderlerin kullandığı iktidarın muhtelif şekilleri vardır: İnsanların ilişkilerinde kullandıktan etkileme kudret ve gücü sosyal psikolojide beş grupta toplanmaktadır: 112 İletişim gücü: Elde bulunan iletişim araçlarıyla, kişileri etkilemek suretiyle, onların fiil ve hareketlerini değiştirmektir. İnsanların, genel olarak inanç ve tutumlarına uygun surette hareket etmeleri dolayısıyla ve inanç ve tutumlar da geniş ölçüde olmak üzere insanların tasarruf etmekte bulundukları iletişim araçlarıyla belirlendiğinden, iletişim gücü çok önemli bir kudret kaynağı olmaktadır. İletişim araçlarını beceriyle kullanmak suretiyle iktidarda bulunan kimseler fertlerin inanç ve tutumlarını, kendilerinin arzu ettikleri şekilde hareket etmelerini sağlayacak surette değiştirebilirler. Kişileri kendisiyle özdeşleşmeye yöneltme kudret veya gücü: Bir kişinin ve tabiî olarak liderin, diğer kişilerce pozitif bir yollama konusu haline getirilmesini ifade eder. Kişide tahrik edilen liderle özdeşleşme duygusu, onun davranış ve eylemlerini etkileyecek ve lidere belirli bir miktar kudret sağlamış olacaktır. (Bu hususta bk. Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 10. bası 1990 s. 104 ve son.) Meşru kudret ve güç: Meşru kudret, değişik hal ve şartlar içerisinde, kişilerin davranışlarını sevk ve idare etmek hususundaki sosyal anlaşmalardan kaynaklanan güce verilen isimdir. Bu kudret sınırlıdır. İnsanların kudreti kullananların belirli bir hususta karar vermek ve toplumun bunları kabul etmek mecburiyetinde bulunduğuna inandıkları hallerde kuvvetli ve güçlü olur. Eksper kudret ve gücü: Belirli işleri yapabilmek hususundaki beceriler, kişilere maddî imkân sağlamakla beraber prestij ve kuvvet de temin ederler. Ödül verme ve cebir kullanma kudret ve gücü: Liderin kullandığı araçlarından birisini de diğer kişileri ödüllendirmek veya cezalandırmak, onlar üzerinde cebir ve kuvvet kullanabilmek otoritesi yeteneği oluşturur. Ödüllendirme ve cezalandırmanın kişilerde psikolojik değişme ve davranış uyumu veya uyumsuzluğu sağladığı bilinmektedir. (Bu bilgiler hakkında bk. Kenneth J. Gergen-Mary M. Gergen, Social Psychology, Harcourt Brace Jovanrvich, s. 312 ve son; Sulhi Dönmezer, Sosyoloji s. 301 ve son.) 9 Bak. not 8. 10 La Pierre-Farnsworth, Social Psychology, third edit, 1949, s. 256 ve son. 11 La Pierre-Farnswort, s.g. eser. 12 Zikreden J. Gergen-M. Gergen, s. g. ecer, s. 325. 13 Task Oriented. 14 Relationship Oriented. 15-16 8 No.lu nota bak. 17 Sulhi Dönmez.tr, Sosyoloji, s. 296 ve son. 18 La Pierre-Famsuıorth, s.g. eser s. 256 ve son. 19 David Kipnis, The Powerholclers, Chicago University Press 1976. 20 Hollander, Competence, Status and Idiosyncracy Credit (Psychological Review, 1958; zikreden J. Gergen-M. Gergen, s. 8. eser). Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 22, Cilt: VIII, Kasım 1991 113 ATATÜRK'TE "GENÇLİK" KAVRAMI ve ATATÜRKÇÜ GENÇLİĞİN NİTELİKLERİ Atatürk’ü yücelten önemli bir yönü de toplumumuzda gençliğe verdiği değerdir. Memleketin geleceğini oluşturan “gençlik” kavramı, Atatürk’te en güzel anlamını bulmuş, en yüce değer yargısına erişmiştir. Büyük Adam, daha Millî Mücadele’nin başından itibaren köhnemiş fikirlere, milleti geriye götürmek isteyenlere karşı, yegâne çarenin gençlikte ve genç fikirlerde olduğunu görmüş, çağdaş zihniyetle yetişecek kuşakların, gelecekte eserini daha da geliştireceğini, onu her türlü tehlikeden koruyarak ebediyen yaşatacağını hissetmişti. Onun içindir ki Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan ve büyük inkılâplarını başardıktan sonra, Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs tarihini “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak Türk gençliğine mal etmiştir. Gençlik kavramı, biyolojik anlamda kullanıldığı zaman şüphesiz ki belli bir yaş dönemini ifade eder. Bu dönem genellikle gençlikle, gençliğin yetişme devresinin iç içe olduğu çok kıymetli bir safhadır. Atatürk de gençliğin yetişmekte olduğu bu devreye çok önem vermiş, Türk gençliğinin bu devrede Cumhuriyet’i yaşatacak bir ruhla beraber, mesleklerinde de iyi yetişmelerini ısrarla istemiştir. Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki Atatürk’te gençlik kavramı, genel anlamda, bu biyolojik dönemi kapsamakla beraber zaman zaman yaş sınırlarını aşarak, fikrî bir anlam kazanmakta, bir diğer ifade ile fikrin yeniliği ile el ele gitmektedir. Atatürk’ün “Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir”1 sözü bu anlamda kullanılmıştır. 42 yaşında Cumhuriyet’i ilân eden, 44 yaşında şapka ve kıyafet inkılâplarını gerçekleştiren, 48 yaşında Arap harfleri yerine yeni Türk harflerini koyan Büyük Atatürk, taşıdığı düşünce yeniliği, ruhundaki enerji tazeliği sebebiyle yaşamının her çağında genç idi. O’na göre genç olmanın ölçüsü sadece yaş değil, yaşın yanında koyduğu ilkelere, başardığı inkılâplara inanç ve bağlılık idi. Onun içindir ki kendisi: “Benim anladığım gençlik, bu inkılâbın fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek kuşaklara götürecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyar, yetmiş yaşında bir idealist ise zinde bir gençtir” 2 diyordu. Bu bakımdan Atatürk’ün “Ey Türk gençliği” hitabında bir anlamda yaş sınırlarını aşarak bir fikir gençliği, bir ideal gençliği aramak, bu gençliği görmek, bu gençliği düşünmek lâzımdır. Çünkü Atatürk’e göre, ancak ilke ve inkılâplarına bağlı bir gençlik, kurduğu rejimin teminatı olabilir. 114 İlkelerine bağlı, çalışkan ve vatansever bir gençlik, Atatürk’ün ideali idi. “Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum”3 derken Türk gençliğine olan sarsılmaz güvenini dile getiriyordu. Bu bakımdan gençlerimiz Atatürk’ü gerçek anlamıyla kavramak, onun istediği, ona layık evlâtlar olmaya çalışmalıdır. Esasen kendisi: “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir”4 demişti. Bu sebeple gençler için Atatürk’ü tanımak; ancak onun fikirlerini, düşüncelerini ve duygularını gerçekten iyi bilmek ve bunları benimsemekle mümkündür. Atatürk bize, memleket gerçeklerinden kaynaklanan, problemler karşısında dogmalara kapılmaksızın, aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden gerçekçi bir ideoloji bıraktı. Atatürkçülük adını verdiğimiz bu ideolojiye sarılmalı, Türk gençliği olarak onu söz halinden eser haline getirmeliyiz. Çünkü, O’nun gençlere bıraktığı Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış, akılcı bir dünya görüşüdür. Genç kuşaklara aklın ve mantığın yollarını açan bu gerçekçi görüş, bugünün olduğu kadar yarının da gereklerine cevap veren, kendisini daima yenileyen çağdaş bir görüşü simgeler. Atatürkçü görüşte Atatürk ilke ve inkılâpları Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu bakımdan Türk gençliğine hedef olarak gösterilen Atatürkçülük, daima ileriye, daima doğruya, daima faydalıya yönelmek, çağdaş uygarlık düzeyine erişme yarışında daimî bir atılımın, daimî bir gelişmenin içinde olmaktır. Ama, bu atılım, bu gelişme kaynağından uzaklaşmayacak, bu gelişmeye yön veren Atatürkçü fikir kaybolmayacak, Atatürkçü görüş saptırılmayacaktır. Gençler unutmamalıdır ki Cumhuriyet Türkiye’si Atatürk’ün görüşleri üzerine kurulmuştur. Mesut ve kuvvetli bir Türkiye ideali, Türk gençliğinin Atatürkçü düşünce ile yoğrulmasına ve bu düşüncenin kuşaktan kuşağa inançla devredilmesine bağlı bulunmaktadır. Esasen kendisi: “îki Mustafa Kemal vardır. Biri ben fanî Mustafa Kemal, diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemal’ler idealidir” 5 demişti. Bu idealin gerçekleşmesinde bugün gençlere düşen görev ve sorumluluk, Atatürkçü düşünceye sarsılmaz bir inançla bağlanmak, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına bütünüyle sahip çıkmak ve onları ebediyen yaşatmaktır. Türk gençliği için Atatürkçülük, gerçek Atatürk sevgisi, bu olmalıdır. Atatürk’e göre gençlik, millî şuura sahip ve modern kültürlü olarak yetişmelidir. Gençlerin sağlam ve olumlu bir karakter taşımaları bilhassa önemlidir. Atatürk’e göre gençler, almakta oldukları eğitim ve kültür ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaklardır. Gençler çağdaş eğitim ve öğretim içinde yetişecekler, müspet ilmin ışıklarıyla donanacaklardır. Atatürkçülükte vatanın bütün ümit ve istikbali genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. Zira Cumhuriyeti yükseltecek ve devam ettirecek olan, gençlerdir. Bu sebepledir ki Türk istiklâlini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma görevi onlara emanet edilmiştir. Atatürk’ün kastettiği ve özlediği gençlik, ayrı ayrı idealler peşinde koşan, bölünmüş ve parçalanmış bir gençlik değildir. Aksine, bütünüyle Türk milletinin müşterek eğilimlerini temsil eden, Atatürkçülük dışında hiçbir yabancı akımın, hiçbir yabancı ideolojinin esiri olmayan bir gençliktir. O gençlik ki memleketin geleceğini çizecek, yarınki Türk toplumunun temellerini daha da sağlamlaştıracaktır. Bunun içindir ki Türk gençliği bir fikir gençliği, bir inanç gençliği, bir ideal gençliği oluşturmalıdır. 115 Atatürk, gençliğin bu niteliklerle, bu duygularla yetişmesinde, bu kutsal ödevi yerine getirme şerefini özellikle Cumhuriyet öğretmenlerine bırakmıştı. Şu sözleri bu bakımdan büyük değer taşımaktadır: “Memleketi ilim, kültür, iktisat ve bayındırlık sahasında da yükseltmek, milletimizin her hususta pek verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lâzımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için savaşan aydın kuvvetlerin arasında öğretmenler en mühim ve nazik yeri almaktadırlar.”6 Büyük Adam, yine 1937 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmamız için gerekli yolları göstermiş, memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumların yaratılması üzerinde durmuş ve sözlerini şu cümle ile tamamlamıştı: “İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir.”7 Atatürk’ün bu sözlerini asla unutmamalıyız. Onun ideallerini kendi mevcudiyetimiz için hararetle müdafaa etmeli ve yerine getirmeye çalışmalıyız. Gençlerimiz ve her gelecek kuşak bilmelidir ki bu kutsal vatan, bu vatanda kurduğumuz Cumhuriyet yönetimi çok büyük fedakârlıklarla kazanılmıştır. Bu büyük başarının arkasında -bize bugünü rahat teneffüs imkânı veren- binlerce şehidin, binlerce gazinin harcı olduğu unutulmamalıdır. Sınırları Atatürk ve Atatürkçüler tarafından çizilen bu topraklarda, onların idealine ters düşen hiçbir akım yeşermek imkânı bulmamalıdır, bulamamalıdır. Gerçek şudur ki, bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk ekmiş, gelişmesini ve korunmasını bize bırakmıştır. Bu bakımdan, gençliği yetiştirmekle görevli Türk öğretmeninden defalarca istediği ve Prof. Şemsettin Günaltay’a bir çalışma esnasında söylediği: “Hocasın, profesörsün! İsterim ki daima idealimi gençlere telkin edesiniz ve daima korumak hususunda çalışasınız!” 8 sözleri Cumhuriyet çocuğu her Türk öğretmenine -gençliğin yetiştirilmesi hususunda- Atatürk’ün bir vasiyeti kabul edilmelidir. 1 Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan: Utkan Kocatürk, 3. Basım 1984, s. 76. 2 a.g.e., s. 165. 3 a.g.e., s. 164-165. 4 a.g.e., s. 342. 5 a.g.e., s. 342. 6 a.g.e., s. 105. 7 a.g.e., s. 178. 8 a.g.e., s. 107. Prof. Dr. Utkan Kocatürk * * Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Eski Başkan Vekili ve Atatürk Araştırma Merkezi Eski Başkanı Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 4, Cilt: II, Kasım 1985 116 Sivas Kız Lisesi'nden çıkarken. (20 Kasım 1930) ATATÜRK'TE DEVLET ADAMLIĞI DUYARLILIĞI Parlak bir geçmişe dayanan milletlerin, tarihleri boyunca, yüksek yetenekli siyaset ve devlet adamları ya da üstün nitelikli askerler yetiştirdikleri oldukça sık görülen bir olaydır. Türk Milleti de, bu bakımdan, seçkin bir örnek oluşturur. Fakat, toplumların çok değişik alanlarını kapsayan hayatlarında, asker ve devlet adamlığı nitelik ve yeteneklerini, hele köklü reformları gerçekleştirme başarısını bir bütün olarak, kendi kişiliğinde toplamış bulunan çok yönlü liderin varlığına pek az rastlanır. Atatürk, dünya tarihinde, bu müstesna kişilerden biridir. Hele, Milli tarihimizde, “Tek” insandır. Atatürk, Türk bağımsızlık savaşının askeri lideri olduğu kadar, siyasi lideridir ve sadece bizim gözümüzde değil, dünya kamuoyunca da “Çağdaş Türk Devleti’nin Kurucusu”dur. Genç yaşından beri, askerlik yönünden olduğu kadar, toplum yaşamının siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşulları bakımından da kendini bunalımlı bir ortamda bulmuş; İmparatorluğun hemen her köşesine uzanan askerlik hayatı, O’nu çökmekte olan bir devletin iç ve dış sorunları ile yüzyüze getirmiştir. Uyanık ve araştırıcı zekası O’nu ülke sorunlarına çözüm bulmaya yöneltmiştir. Hatta, bir ara, kendisini aktif politikanın içinde bulmuş; fakat, kısa zamanda sıyrılmayı başarmıştır. Bununla beraber yüksek komuta kademelerinde bulunduğu dönemlerde, siyaset ve stratejinin iç içe oluşu nedeni ile, Osmanlı Hükümeti’ni ve kamuoyunu uyarıcı düşünce ve önerilerini açıklamaktan da geri kalmamıştır. Özellikle Millî Kurtuluş Savaşı ve sonrası Onun devlet adamlığı vasıflarının bütün parlaklığıyla ortaya çıktığı dönemdir. Birbirine yol veren bu vasıfları içerisinde en barizi, “İnsanları iyi tanıması ve kimi nerede, nasıl görevlendireceğini bilmesidir”. 117 Milli Mücadelemizin zaferle sonuçlanmasından sonra barış görüşmelerinde Türkiye’yi kimin temsil edeceği sorun olmuştu. Kamuoyunun beklentilerine göre en güçlü aday Rauf Orbay’dır. Rauf Orbay’da bu konuda isteklidir. Ancak Atatürk, “Başmurahhas” olarak Rauf Orbay’ı değil, İsmet İnönü’yü Lozan’a gönderdi. Herkeste bir sükut-u hayal! Atatürk der ki; “Siz, İsmet Paşa’yı tanımıyorsunuz. Çünkü ömrü cephede geçti. Ankara’da pek az müddet kaldı. Tanımaya vakit ve imkan bulamadınız. Bu adam, zekidir, müdebbirdir. Bilhassa görüş ve tetkik hassası kuvvetlidir. Meselâ içinizden birini, şu masayı devirmeye memur etsem, iki-üç nihayet dört şekilde devirebilir. İsmet Paşa, bunu sekiz, on şekilde devirmek iktidarına mâliktir.1 Bir başka Örnek: T.B.M.M.’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra, asiler Nallıhan’da Kaymakamı balta ile keserek öldürürler. Ankara üzerine yürümeleri söz konusudur. Mecliste bir tedirginlik havası esmeye başlar. Meclis üyeleri, hemen Mustafa Kemal’a başvurdular. O da tereddütsüz “Refet Bey’i gönderelim, başka çaremiz yok. Bu işin hakkından ancak o gelebilir” dedi. Refet Bey, heyecan ve ümitle uğurlandı. Gitti... Hayret edilecek bir süratle isyanı bastırdı.2 Devlet adamının vasıflarının başında vatan ve millet aşkı gelir. Aşksız adam pörsümeye, aşksız toplum sönmeye mahkumdur. Tarihte devlet ve toplumların çöküş sebepleri sadece aşkını kaybetme yüzündendir. Eski Roma ve Abbasiler... Kanuni’den sonraki Osmanlı Devleti ve daha neler, neler! Aşka en güzel örnek, Atatürk’ün doğumundan ölümüne kadar milletine karşı duyduğu sonsuz aşktır. Zaferden sonra bir akşam yemeği yeniyor. Herkesin yüzünde zaferin mutluluğu ve tatlı bir tebessüm var. Bir ara Ruşen Eşref, Izmir’li bir gencin yazdığı şiiri okuma müsaadesi ister. Şiir, (işte tarihte yeri) Ordular! Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri! sözleriyle bitmektedir. Herkes şiiri beğenir. “Yazanı bulduralım”, “Teşvik edelim” diyenler olur. Gözler Mustafa Kemal Paşa’ya çevrilir. Acaba ne söyleyecektir? Ata, kısık bir sesle düşüncesini açıklar; Bu şiir, hemen baştan sona benim değersiz varlığımı övüyor, oysa ben övünülecek bir iş yapmadım. Zafer milletindir. Hepimizindir... Ben sadece sizlerin görüntüsüyüm. Övülmesi gereken millettir. Sakarya’dan İzmir’e kadar çarıksız koşan yüzbinlerce Mehmet’tir. Bu genç arkadaşımıza deyin ki, bundan sonra Mustafa Kemal Paya’yı değil, ulu Türk Milleti’ni öv... Çünkü bütün bunları yapan millettir. Atatürk’e bu sözleri söyleten sonsuz millet aşkı değil midir? Devlet adamının ana vasıflarından biri, gözü kara olmaktır. Gözü kara olmak, devlet adamının, inandığı şeyi hayata geçirebilmesi için biricik vasıtadır. Her tedbir alındıktan ve basiret planında herşey pişirildikten sonra mutlaka cürete, gözü karalığa ihtiyaç vardır. Atatürk, hayatı boyunca bu vasfını sık sık harekete geçirir. Erzurum’a geldiğinin beşinci günü makina başına çağrılır. Çağıran doğrudan doğruya padişahtır. İstanbul’a dönmesi emrediliyor, uzun bir tebdili hava ile istediği yere gidebileceği vaad ediliyor... Paşa, reddediyor, padişah ısrar ediyor... Konuşma giderek sertleşerek sürüyor.. Geride bıraktığı köprülerin hepsini yakmış olan Mustafa Kemal’in; “Katiyyen reddediyorum, İstanbul’a dönmeyeceğim...” demesinden sonra padişah da; “O halde resmi vazifeniz sona ermiştir...” tebliğini yapar... Paşa, o anda demir bir iradenin, sonsuz bir cesaretin örneğini verir...”Onlar beni azlediyorlar fakat ben, hem memuriyetimden, hem de canım kadar sevdiğim mesleğimden, askerlikten de çekiliyorum...” Hemen saraya ve harbiye nezareti’ne istifasını bildirir. Telgrafların çekilmesinden sonra, en küçük bir tereddüt ve hatta teessür göstermeyerek yanındakilere döner; “Aziz arkadaşlarım, bu andan itibaren hiçbir resmi sıfat ve memuriyetim yok, bir millet ferdi olarak ve milletten kuvvet ve kudret alarak vazifeye devam edeceğim” der.3 118 Devlet adamı muhteris olmalı... İhtiras, devlet adamına dinamizm kazandıran güçlü bir etken... Atatürk’de bir ihtiras adamıdır. Nedir bu ihtiras? Bir Mussolini, bir Hitler’inki gibi milletlerini uçuruma yuvarlayan sefil bir ihtiras değil, Türk Milleti’ni zafere, başarıya, refaha ve mutluluğa götüren kutsal bir ihtiras... Tarihin en eski, en uygar milletini devletsiz bırakmama ihtirasıdır. Kainat üzerinde bulunan bundan daha yüce daha ihtişamlı ne olabilir? Devlet adamı davasında samimidir. Samimiyet; derin, büyük, katıksız bir samimiyet, büyük adamların başlıca özelliği... Samimiyetten kasıtımız, samimiyeti kendinden menkûl bir samimiyet değil... Böyle bir samimiyet, boş bir böbürlenmeden ibaret... Atatürk’ün şahsına baktığımızda örnek bir samimiyet görürüz. Sakarya Meydan Muharebesi öncesi cepheye hareket eder. Çevreye hakim olan Karadağ’a çıkar. Amacı, düşmanın izlemesi muhtemel hücum yönünü görmek... Bir sigara yakıp atına biner. Hayvan, kibritinin alevinden ürkerek geri tepince Mustafa Kemal şiddetle yere düşer... Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştır; bir an için ciğerlerini sıkıştırarak nefes almasına ve konuşmasına engel olur. Yanındaki doktor, kendisini ciddi şekilde uyarır: “Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer”. Mustafa Kemal, “Savaş bitsin, o zaman iyileşirim. Bu, Tanrının bir işaretidir. Kemiğim nasıl kırıldı ise, düşmanın mukavemeti de aynı yerde kırılacaktır” deyip orduya başkasının komuta etmesi tekliflerini geri çevirir. Ve o halde Sakarya Meydan Muharebesi’nde Türk ordusuna komuta eder.4 Devlet adamı çok güzel konuşmasını bildiği kadar dinlemesini de bilir... Atatürk, çevresindekileri davaya inandırmaya çalışırken sürekli konuşan biridir. Halbuki O, konuştuğu kadar dinlemesini de bilir. O’na sorarlar; Kuvvetinizin sırrı nedir? “Durur dinlerim” der. Sonra tekrar eder; “Dinlerim” ve susar. Zamanı en iyi kullanmak, her zaman kararlı olmak, herşeyi yerinde ve zamanında yapmak, inandığı davadan ödün vermemek Atatürk’ün en karakteristik özelliklerindendir. Harf inkılâbı çalışmaları başlamış ve bir de komisyon kurulmuştur. Başbakan İsmet Paşa da dahil olmak üzere herkes, bu işin gerçekleşmesi için yedi yıllık bir geçiş süresine ihtiyaç olduğu kanaatindedir. Büyük inkılâpçı süreyi tayin eder. 3 ay.5 Daha süre dolmadan yeni Türk Alfabesi yurdun her tarafında kullanılmaya başlanır. Uzakgörüşlülük, tarihe yön veren devlet adamlarının altın vasıflarındandır. Atatürk, çevresindeki dünyayı, o kendine özgü derin bakışıyla izlerken, ilerde neler olacağını bütün açıklığıyla görmüştür. 1932 yılında kendisiyle görüşen Amerikalı General Mac. Arthur’la yaptığı uzun konuşmalarda, geleceği adeta bir kahin gibi önceden bilerek söylemişti. 1932 yılındaki bu görüşme sırasında Atatürk’ün şu değerlendirmeyi yaptığını görüyoruz. “Almanya kısa sürede büyük bir ordu meydana getirebilecek ve Rusya hariç, bütün Avrupa’yı işgal edebilecek kabiliyettedir. Fransa büyük bir askeri güç oluşturmak yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere, artık adaların savunması bakımından Fransa’yı hesaba katmaz... İtalya’nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya’nın bir askeri güç olmaktan çok uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır... Amerika, tarafsız kalmayacak ve Almanya, Amerika’nın savaşa katılması sonucu yenilecektir. Eğer Avrupa devlet adamları ulusal alandaki bencil ve bölücü duygularını bir kenara atmazlarsa; temel siyasal sorunu, tüm Avrupa’nın yararına olmak üzere, içtenlikle, kararlılıkla çözüme bağlamaya çalışmazlarsa; korkarım ki yeni bir felaketten kaçınmak imkansız olacaktır.... Bugün, medeniyeti, hatta bütün insanlığı tehdit eder şekilde, Doğuda yeni bir güç ortaya çıkmıştır. Bu güç, maddi ve manevi bütün kaynaklarını bir dünya ihtilali için seferber ettikten başka; Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından henüz bilinmeyen yöntemler de uyguluyor... Avrupa’da patlayacak savaşta zaferi kazanacak olan, İngiltere ile Fransa veya Almanya değil; fakat Bolşevik Rusya olacaktır.” Ve öyle olmuştur.6 119 O, tarihte pek çok devlet adamının yakasını bırakmayan, bizde de Enver Paşa’da somutlaşan maceraperestlik hastalığından da pek uzaktı. Bu yüzden, hesapsız ve lüzumsuz bir tek Türk’ün hayatını tehlikeye sokmamak davasından sonuna kadar şaşmamıştır. Bir gün, Edirne’ye kadar gittiniz, Selanik bir kurşun ötesiydi, doğduğunuz yeri alamaz mıydınız? diye sordular. Atatürk; sokaklarında çember çevirdiğim, aşık oynadığım ve ölülerimin yattığı güzel Selanik’i nasıl almak istemezdim. Biz, İstiklâl harbini yaptığımız günlerde kavak ağacına benziyorduk. Biliyorsunuz, kavak kökleri satıhta, toprağa yakındır. Ya düvel-i muazzama bir daha geriye dönüş bizimle uğraşmaya kalksaydı belki Anadolu’da tehlikeye düşerdi. Ben o zaman hissimi değil aklımı kullandım, demiştir.7 Ömrünün sonlarında Hatay meselesi yüzünden uykusuz ve sinirliydi. Bir gün bir arkadaşı, paşam niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz. Bir Tümen yollasanız Hatay’ı alırsınız. Fransızlar Suriye’nin bir sancağı için sizinle muharebe mi edecekler, dedi. Öfke ve siniri dalga gibi dinerek sesi yavaşladı. Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam Hatay’ı alabiliriz. Fakat bu durum Fransızların haysiyetlerine dokunupta karşı koyacakları tutarsa! Sual sorana dönerek, Ben bir sancak için altmış şu kadar Türk vilayetini tehlikeye sokamam. Böyle olduğu için M. Kemal Atatürk kurtardığı vatanına yeni topraklar katarak ölmüştür. Halbuki Hitler, kül yığınları haline gelen vatanın bir harabesinde düşmana esir olmamak için kendini öldürmek zorunda kalmıştır. O, devlet adamlarının söz ve davranışlarında dikkatli olmaları gerektiğini, devletin şeref ve haysiyetini kollamaları lüzumunu inançla uygulamıştır. Yalnız kendi ülkesinin değil, karşısındaki ülkelerin de bu değerlerini saygıyla korumuştur. Barış savaşçısı büyük Atatürk, Başkumandanlık zaferinin sabahı, yaveri Muzaffer Kılıç’la harp meydanım gezerken gördüğü manzaradan son derece müteessir olmuştu. Yaverine, “şu gördüğün manzara insanlığın yüzünü kızartacak bir şeydir. Fakat bunu biz yapmadık, bizi mecbur ettiler, demiş ve biraz sonra yerde gördüğü bir Yunan bayrağını işaret ederek, “Bunu derhal kaldırınız, Bir milletin istiklâl alameti yerde sürünemez” emrini vermiştir. Onu çok yakından tanıyan Başkanlık ettiği Millet Meclisinde bulunan, riyaset ettiği hükümette bulunan, sofrasında, seyahatlerinde bulunan H. Suphi yalnız kendi nesli için değil, birbirini takip edecek nesiller için de koskoca bir manevî servet ve koskoca maddî bir sermaye olarak gördüğü ve bizzat Atatürk’ün yüksek şahsında müşahede ettiği devlet adamlığı vasıflarını şöyle sıralamıştır. - Kıymetleri tanımak ve kıymetleri yerinde kullanmak, - Sevmek ve sevindirmek, - İnanmak ve inandırmak, - Başkalarım yenmek için evvela kendini yenebilmek, - Bitmez, tükenmez bir sabır, - Takip fikri, - Hitabet kabiliyeti, 120 - Kuvvetli hafıza, yani temas ettiğimiz adamları unutmamak, başlanılan işleri unutmamak, mazinin ihtarlarını unutmamak, - Seziş kabiliyeti, - Verilen sözü tutmak, - Meslekî bilgiyi devamlı artırmak, - Kararlı olmak, - İstikbalde elde edilecek zaferi, günün geçici zaferlerine tercih etmek.8 Son söz olarak şunu söylemek istiyorum; Hemen eşiğinde bulunduğumuz şu yeni dönemde, 21. yüzyılda kendi ulusumuzu olduğu kadar diğer ulusları da idare etmeye talip olan devlet adamları o imkansızlıklar ve pek güç şartlar altında Atatürk’ün yaptıklarını hatırlamalıdırlar. Eminim ki hem biz hem de diğer dünya milletleri barış ve mutluluğun sırrına bu sayede ereceklerdir. Bu vesileyle, Cumhuriyetin temelini biz burada attık dediği Sivas’ta bu büyük insanı bir defa daha minnet ve şükranla anıyorum. 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, İst. 1955, s. 85. 2 Niyazi Ahmet Banoğlu, A.g.e., s. 85. 3 Mazhar Müfid Kansu,4 Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I. Cilt, T.T.K.Yay., Ank. 1966, s. 38. 4 F. Rıfkı Atay, Çankaya, Batış Yay., 1st. 1984, s. 292. 5 F. Rıfkı Atay, A.g.e., s. 563. 6 “Atatürk ve Mac. Arthur”, Yeni Forum, S. 324, s. 39. The Caucasus Dergisi’nden çev.: Murat Aygen. 7 Şükrü Elçin, “Hissimi Değil Aklımı Kullandım”, Türk Kültürü, Yıl XXX, S. 346, s. 91. 8 “Devlet Adamının Esas Vasıflan”, Türk Yurdu Dergisi, Mart 1955, Sayı 242, s. 649-652. Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 35, Cilt: XII, Temmuz 1996 121 GERÇEKÇİ ATATÜRK I. GİRİŞ Çağımızın başarı ile sonuçlanmış ilk ulusal bağımsızlık hareketi olan Türk Bağımsızlık Savaşı’nın Ulu Öderi Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), hiç kuşkusuz, ulusal ve evrensel nitelikli büyük bir liderdir. Bu değerlendirmede yalnız olmadığını için mutluyum. Çünkü; birçok otorite bu görüşü paylaşır. Örneğin; tanınmış İngiliz tarihçi Lord Kinross, Atatürk ile ilgili kanısını şu kesin ifade ile belirtir: “... Kemal Atatürk’ün çağımızın en büyük adamlarından biri olduğu hakkında en ufak bir kuşkum yoktur..?”1. Türkiye ve Atatürk ile ilgili incelemeleri ile tanınan Amerikalı bilim adamı Prof. Dr. Dankwart Rustow ise, Atatürk’ün büyüklüğünü şöyle tanımlar: “... Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümünde Kemal’in oynadığı rol, Weber’ce (Max Weber) bir terimle, çok kez karizmatik olarak anılan türdendir. Bir karizmatik lider, izleyicilerinin gözünde normal insan değer ölçülerini aşan ve onların yararına mucizeler yaratma yeteneğinde olan bir kişidir... Kemal’in büyüklüğü ülkesinin savunucusu, Cumhuriyet’in kurucusu ve köklü reformcu, olarak, üçlü başarısında yatar...”2. Yukarıdaki değerlendirmelerin ortaya koyduğu doğal sonuç, Kemal Atatürk’ün üstün nitelikli bir lider olduğudur. Çünkü; liderlik, en geniş kapsamı ile, toplumları sevk ve idare sanatıdır. Dünya literatüründe yer alan liderleri simgeleyen değişik sayı ve özellikte birçok nitelik göze çarpar. “Gerçekçilik”in de dahil bulunduğu bu nitelikler sayesinde, liderler, “Liderlik Prensipleri” olarak bilinen kavram ve kuralları yerinde ve zamanında kullanmasını başarırlar. Atatürk, çok yönlü tarihî kişiliği içinde, her şeyden önce, meslekten yetişmiş bir asker olarak, Askerlik Sanatı’nı ve bunun en önemli unsuru olan Savaş Prensipleri’i kavramış, yerinde ve zamanında uygulamasını bilmiş yüksek bir strateji, usta bir taktikçi, insan gücü ve lojistik konularında büyük bir teşkilâtçı olduğunu kanıtlamış seçkin bir komutan, daha özgün bir deyişle “askerî deha sahibi” bir önderdir. Bu görüşü vurgulamak için, hiç değilse, iki örnek vermek isterim. I. Dünya Savaşı’nda (1914-1918) Çanakkale Muharebeleri (1915) ile ilgili olarak bir Avustralyalı yazarın Gelibolu adlı eserinde şu dikkate değer satırları görüyoruz: “... Çanakkale Harekâtı’ın başlangıcı, Entente (İtilâf) devletleri bakımından seferin en acı olayıdır. Çünkü; ilk çıkarma anında (25 Nisan 1915 sabahı) bölgede deha sahibi genç bir komutan (Mustafa Kemal) 122 hazır bulunuyordu. Bu komutan olmasaydı, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar (ANZAK Kolordusu) Conk Bayırı’ra pekâlâ o sabah ele geçirebilirler ve Çanakkale Harekâtı’nın kaderini daha o zaman ve o yerde tayin edebilirlerdi...”3. Atatürk, askerî dehasını kısa sürede siyasal dehaya dönüştürebilen nadir liderlerden biridir. Bu gerçeği, Lord Kinross şöyle dile getirir: “... Atatürk, her şeyden önce, büyük bir askerdi; fakat, zamanla büyük bir devlet adamı oldu. Tarihin bize anlattığı pek çok büyük “askerler ve büyük adamların yanında, bu iki özelliği kendinde toplayan pek az kişi vardır ve Atatürk, bu seyrek görülür kişilerdendir. O, büyük bir asker-devlet adamıdır. Atatürk, bir taraftan, savaş adamı; öte yandan da, barış adamıdır. İçindeki büyük askerî deha, ulusunu çökmekten kurtarmış ve yine, içindeki devlet adamı özelliği, hayatına ışık saçtığı ulusunun yeniden doğuşunu sağlamıştır...”4. Bu konuda, sanırım, en yetkili otorite, Atatürk’ün en yakın silah ve devrim arkadaşı olan rahmetli İsmet İnönü’dür. Kendisi de seçkin bir asker ve devlet adamı olan İsmet İnönü’ye göre, “... (Atatürk’ün) büyük vasıfları vardır. Karar sahibidir, kararları açıktır ve bir defa karar verdikten sonra, onu uygulatmak için kişiliği çok etkileyicidir... Bu, bir kumandan için en büyük niteliklerden biridir. Askerî vasıfları hakikaten yüksektir. Her millette, her devirde yüksek vasıfta kumandan sayılır... (Ama) siyasî vasıflarının daha büyük olduğu görülür. Bu ikisi birleşince, Atatürk’ün kişiliği müstesna bir ölçüye çıkmış oluyor...”5. Bu giriş bölümünü bitirirken; yazımın asıl bölümüne ışık tutabilir nitelikli bir pasajdan yararlanmak isterim: “... Bu büyük basan, insanlarda az rastlanan yetenek birleşimlerinin eseridir. Atatürk, milletine derin bir sevgi ile bağlı bir vatanseverdi. Yapıcı idi, enerji dolu idi. Olaylar karşısında kendini çabucak toparlayabilirdi. Yılmak bilmez bir irade ve direnme gücüne sahipti. Sezgiyi ve mantığı az rastlanır bir yetenekle zihninde bütünleştirebilen bir insandı, ülkesinin bünyesine ve halkının yaşayış şekline reform getirmek isteyen bir idealistti. Bütün bu yapıcı ve hayat verici özellikleri arasında bir tanesi, Churchill’de ve o çağda yetişen pek az kişide bulunur. Bu, “gerçekçilik”tir. Atatürk’ün pratik alandaki başarılarını onun gerçekçiliğine bağlamak gerekir... Gerçekçilikten çok uzak bir çağda yetişmiş olan Gerçekçi Mustafa Kemal, olmayacak şeylerin peşinde koşan düşmanı, mantık ve sağduyunun emrettiği gerçeklerle yenerek vatanını kurtardı ve güvenlik içine aldı...”6. II. ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİLİĞİ Ünlü Alman şair ve yazan Johann Wolfgang von Goethe. “... Deha için gerekli ilk ve son şey, gerçeğe duyulan aşktır...” der7. Bu şair tanımlaması, hiç kuşkusuz, Atatürk’ü de kapsamına alır. Çünkü; Atatürk, deha sahibidir ve “Gerçek, ne kadar acı olursa olsun, olduğu gibi kabul edilmelidir” diyecek kadar, gerçeğe tutkundur. Atatürk’ün gerçekçiliğinde en büyük etken, hiç kuşkusuz, bütün düşünce ve davranışlarına, her zaman, aklın, bilimin ve sağduyunun önder olmasıdır. Çünkü; Atatürk’e göre, “Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur” ve “hayatta en hakikî mürşit ilimdir”. Atatürk’ün sağduyusunu bir örnekle belirtmeyi tercih ederim. Atatürk Çağı’nın tanınmış yazarlarından Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinde şu öyküyü görüyoruz: 1920lerin başlangıç yıllarında Atatürk, sık sık İzmir’e girmektedir, Yine böyle bir gezi sırasında, İzmir’de Kordon Boyu’nda kendisine ayrılan evde, arkadaşları ile yaptığı fikir alışverişi ile ünlü akşam sofrası düzenlenir. Sofra, yoldan geçenlerin görebileceği bir odadadır. Yoldan geçen halk, pek tabiî, ilgilenir ve merakla seyre başlar. Bunun üzerine Vali, perdelerin kapatılmasını emreder. Atatürk, bu duruma müdahale ederek şöyle der: “... Vali Bey, dışarıdaki halk, acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden şüphesi yok. Fakat; şimdi, kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdeleri açtırınız”. 123 Atatürk, bütün yaşamı boyunca, gerçeklere bağlı kalmış; onları, kafasının hayal ettiği veya gönlünün arzuladığı gibi değil, oldukları gibi görmüştür. Her şeyin yok olmuş gibi göründüğü bir dönemde, I. Dünya Savaşı’nı hemen izleyen o çöküntü ortamında, Türk Bağımsızlık Savaşı’na girişmesi, başkalarının sezemediği, gerçekçiliğine dayanır, hayalciliğe değil. Atatürk, bazı yazarların “kuzum Mustafa, sen deli misin?” diyecek kadar kendisini hafife aldıkları o bunalımlı dönemde, gölgelerinden bile ürkülen Büyük Devletler’in hükümetlerini değil, kamuoylarını değerlendiriyor ve savaş yorgunu o kitlelerin, kendileri için hayatî derecede önemli bir durum olmadıkça, yerlerinden kıpırdamayacaklarını seziyordu. Atatürk’ü müstesna kılan da, bu sezgi gücü, bu ileri görüşlülüktür. Evet, Atatürk, tam bir gerçekçi idi. Fakat, hemen belirtmeliyim: Kendisi, olumsuz gerçekler karşısında asla yılgınlığa kapılmaz; aksine, iradesi daha da bilenir ve gerçek duruma çözüm bulma yolunda en uygun ve kararlı bir tutuma yönelirdi. Bu önemli noktayı bir örnekle aydınlatmayı yararlı görüyorum. Bağımsızlık Savaşımızda “Direnme (yıpratma) Safhası”nı oluşturan 1921 yılında, Türk Batı Cephesi Kuvvetleri, 8-23 Temmuz günlerinde cereyan eden Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sırasında, Eskişehir doğusuna çekilmek zorunda kalır. Beliren bu kritik durum üzerine, 19 Temmuz 1921’de savaş alanına gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, durumu yakından inceledikten sonra, ordunun Sakarya Nehri gerisine çekilmesi emrini verir. Bu, gerçekten, cüretli bir karardır. Çünkü; esasen KütahyaEskişehir Muharebeleri yenilgisi ve Kütahya, Afyon, Eskişehir gibi önemli yerleşme merkezlerinin kaybedilmesi, ülkede moral gücü sarsmıştır. Şimdi de, Eskişehir doğusu bölgesinde Sakarya kesimine kadar 100-150 km. çekilmekle, geniş bir yurt parçası daha, bile bile düşmana bırakılmış oluyordu. Bunun doğal sonucu olarak, ordunun ve halkın morali daha da bozulabilirdi. Fakat; fiziksel ve ruhsal cesareti kadar, gerçekçi bir karakter sahibi de olan Mustafa Kemal Paşa, “... askerliğin icaplarına uyalım...” demiş ve bu cüretli karan vermiştir. Aslında bu karar, gerçekçi ve ileri görüşlü bir komutanın, askerî dehası örneklerle kanıtlanmış bir önderin sağlam durum muhakemesine dayanıyordu. Atamızın bu durum muhakemesindeki değerlendirme, eminim, askerlik tarihimizde eşsiz bir örnek teşkil eder. Nitekim, Bağımsızlık Savaşımızın hayatî önemde bir dönüm noktasını oluşturan Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül)’nin basan ile sonuçlanması, Atatürk’ün kararının doğruluğunu kanıtlar. Olumsuz durumlarda sükûnet ve itidalini kaybetmeyen Atatürk, zafer sırasında da kişisel kontrolünü yitirecek bir lider değildir: çünkü, gerçekçiliği, gereğinden fazla coşkuya kapılarak sağduyudan uzaklaşmasına engeldir. Bu hususu da bir örnekle vurgulamak isterim. Bağımsızlık Savaşımızın “Kesin Sonuçlu Safhası”nı oluşturan 1922 yılında, 30 Ağustos Başkumandan Meydan Muharebesi’ni zaferle sonuçlandıran Mustafa Kemal Paşa, takip harekâtı sırasında (31 Ağustos-18 Eylül), Çanakkale Boğazı kesimini tutmakta olan ve Türk Ordusu ile ciddî bir çatışmaya hiç de istekli görünmeyen, ama durumu kurtarmaya çalışmaktan da geri kalmayan İngiliz Kuvvetleri ile çarpışmayı göze alarak, daha sert bir tutum izleyebilirdi. Öyle yapmadı. Sadece, boğazlar doğrultusunda ileri harekete devam ederek, gücünü göstermekle yetindi ve ilk uzlaşma eğilimini gördüğü zaman, ordularını durdurdu. Çünkü; asıl savaşı, Türk Bağımsızlık Savaşı’nı kazanmıştı. Amacı, artık, yeni savaşlar peşinde koşmak değil; barışı, “ülkeye uygarlık, kalkınma ve çağdaşlaşma sağlayacak barışı” kazanmaktı, kazandı da... Atatürk’ün bu tutumunda gerçekçi ve caydırıcı bir strateji ve devlet adamım hâkim kişiliği göze çarpar. Bu hâkim kişiliği, tanınmış İngiliz tarihçi Bemard Lewis’in şu değerlendirmesinde belirgin şekilde görebiliriz. “... (Lozan Antlaşması ile) Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın yenilmiş devletleri arasında tek olarak, kendi perişanlığından ayağa kalkmayı başardı ve galipler tarafından kendisine dikte edilen barışı reddederek, kendi şartlarının kabulünü sağladı.... Askerî savaş kazanılmıştı. Milliyetçiler’in siyasal programı başarılmış, uluslararası bir antlaşma ile kabul edilmişti. Bundan sonra ne yapmalı idi? Mustafa Kemal, gerçek büyüklüğünü, işte bu soruya verdiği cevapta göstermiştir. Bu nokta, Türk gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasındaki bir 124 karşılaştırmasında iyi belirtilmiştir: “Enver’in niteliği cüret, Mustafa Kemal’in niteliği ise uzak görüşlülüktü. Mustafa Kemal, 1914’te, Harbiye Nazırı olsaydı, Devlet’i I. Dünya Savaşı’na sokmazdı. 1922’de Enver Paşa İzmir’e girmiş olsaydı, o hızla döner, Suriye ve Irak üstüne yürür, kazanılanı da kaybederdi”. Cidden, o zaman, bir savaş kahramanını baştan çıkarabilecek birçok çekici şey vardı... 1923’te, zaferi sırasında, bir komutanı daha çok şan ve şeref aramaya veya bir milliyetçi liderde yeni ihtiraslar uyandırabilecek birçok fırsat mevcuttu. O, bunların hepsini reddetti ve kahramanlar arasında pek az görülen gerçekçilik, kendini tutabilme ve ılımlılık ile bu çeşit sarhoşça maceralara karşı halkını uyardı...”8. Atatürk’ün gerçekçiliği ile ilgili olarak, bir başka İngiliz yazar da benzer görüşler taşıyor. Ülkemizde sekiz yılı aşkın bir süre ile aramızda yaşayarak bizi oldukça yakından tanımak fırsatını bulmuş olan gazeteci-yazar David Hotham’a göre; “... Bütün milletlerin büyük adamları vardır; fakat. Atatürk’ün eşsiz kişiliğine benzer bir varlığın başka bir yerde bulunduğundan kuşkuluyum. O, ebedî Önderdir... Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı sonundaki karmaşık ortama tam zamanında müdahale eden bir devdi ve Türkiye’nin alınyazısını tam anlamıyla değiştirdi... Morali bozulmuş ve parçalanmış ülkesine bağımsızlık ve gururunu yeniden kazandıracak şekilde, askerî yenilgiyi zafere dönüştürdü. Temelde başarılı bir komutandı. Sonraları giriştiği bütün hareketler başarıya ulaştı. Çünkü; ordu bütünü ile arkasında idi... (Atatürk) toprak işgal etmek veya diğer ülkelere saldırmak gibi hiçbir girişimde bulunmadı. İstanbul’u ve Boğazları’nı da kapsayacak şekilde Türkiye’nin yeni sınırlarını tespit ettikten sonra, bununla yetindi. Bu bakımdan, erişilmez bir gerçekçi idi...”9. Atatürk, hiçbir zaman hayalci olmamış, hayal peşinde koşmamıştır. Bununla beraber; sağlam kararlara varabilmek için, durum değerlendirmelerinde her ihtimal üzerinde dururdu; bu da hayalen zengin olmayı gerektirir. Ata’mız, “hayatın gerçekleri”ne tutkundur; şu sözleri bunu kanıtlar “... Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir...”10. Bununla beraber; burada, bir nokta üzerinde durmalıyım. Atatürk, realist olduğu kadar, idealisttir de. Uğrunda hayatın bile feda edilebileceği değerlerin varlığına inanır. Ulusumuzu egemenliğe ve bağımsızlığa kavuşturan Bağımsızlık Savaşımıza girişmesi bu inançtan kaynaklanır. O’nun idealizminin özünde medenî cesaret ve özveri önde gelen niteliklerdir. Bu hususu bir örnekle vurgulamak isterim. Yıl 1919, Atatürk (Mustafa Kemal Paşa olarak) Sivas’tadır. Sivas Kongresi (4-11 Eylül)nin sona erişinden sonra, 20 Eylül’de, şehre bir Amerikan heyeti gelir; heyet başkanı, tecrübeli bir asker olarak bilinen Tümgeneral James G. Harbord’tır; ABD Başkanı Woodraw Wilson tarafından “Doğu Anadolu’daki durumu ve Ermenistan Sorununu incelemek” ile görevlendirilen heyet başkanı Harbord aynı gün (20 Eylül) Mustafa Kemal Paşa ile görüşür: “... Kemal, sıtmadan rahatsız bulunuyor ve yorgun görünüyordu. Fakat; iki buçuk saatlik bir görüşme süresince kolaylık ve rahatlıkla konuşarak, düşüncelerini bir mantık düzeni içinde öne sürdü... Harbord, ‘şimdi ne yapmak niyetindesiniz?’ diye sordu. Konuşmaları sırasında; Mustafa Kemal, ince parmakları arasında çevirdiği bir tespihle oynamakta idi. Bu anda, sinirli bir hareketle, tespihin sicimini koparmıştı. Taneler yere düşüp dağıldı. Kemal, taneleri teker teker topladı ve bunun, General’in sorusuna cevap olduğunu söyledi. Böylece; memleketin dağılmış parçalarını bir araya getirmek, çeşitli düşmanlardan temizlemek, bağımsız ve uygar bir devlet yaratmak isteğini belirtmiş oluyordu. Harbord, ‘bu türlü bir umudun ne mantığa, ne de askerî gerçeklere uyduğunu’ söyledi. ‘Birtakım insanların kendi canlarına kıydıklarını biliyoruz. Şimdi de, bir milletin intiharına mı şahit olacağız?’ Mustafa Kemal, ‘söylediğiniz doğrudur, General’ dedi. ‘İçinde bulunduğumuz durumda, yapmak istediğimiz şey, ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan izah edilebilir. Fakat; her şeye rağmen yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir Türk devleti kurmak, insan 125 gibi yaşayabilmek için yapacağız bunu.’ Avucu yukarıya doğru dönük olarak, elini masanın üzerine koydu. ‘Başaramazsak’ diye devam etti, ‘bir kuş gibi düşmanın avucunun içine düşecek ve ağır ve şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde konuştuğu sırada parmaklarını yavaş yavaş kapatıyordu Atalarımızın çocukları olarak, döğüşerek ölmeyi tercih ederiz’. Önünde, yumruğu tamamen kapanmıştı. Mustafa Kemal’in kararlılığı, yılmazlığı Harbord’u etki altında bırakmıştı. ‘Her şeyi hesaba katmıştım, fakat bunu değil’ dedi. Sizin yerinizde olsaydık, biz de aynı şeyi yapardık.”11. Atatürk, stratejinin “amaç ve araç arasında dengeli bir uyum sağlanması” kuralını siyaset hayatında da geçerli kılmış ve gerek iç, gerek dış siyasetinde tam bir gerçekçi olduğunu ortaya koymuştur. Bu bakımdan, Osmanlı yönetimini eleştirerek “... iç siyasetlerini dış siyasetlerine göre düzenlemek zorunda kaldıklarını” belirtir ve “halbuki, gerçek, bunun tersi olmalıdır; yani, dış siyaset, iç siyasetin dayanabileceği ölçüde yürütülmelidir....” der. Atatürk’ün gerçekçiliğe verdiği önem, şu sözlerinde açıkça yansır: “... Milleti aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, âdi politikacılar gibi, yalancı vaatlerde bulunmaktan nefret ederiz”12. Atatürk’ün Gerçekçiliğinde “özeleştiri”, dikkate değer bir ölçüdedir. Bu konuda da bir örnek vermek isterim. Çağdaşlaşma ve bunun kesin gereği olan sosyo-ekonomik kalkınma çabaları, Atatürk’ün büyük tutkularıdır. Bu alandaki çalışmalarını durup dinlenmeksizin sürdürür ve çalışma arkadaşlarını kesintisiz yönlendirir, özendirir, destekler ve gerekirse zorlardı. Bu arada, Türk İnkılâbım gerçekleştirme yolundaki reform hareketlerinin akışını yakından izlemek üzere sık sık yurt gezilerine çıkardı. Büyük Millet Meclisi Gizli Zabıtlarında bulunan bir örneğe göre; 1930 yılındaki bir yurt gezisinde, kendi sözleri ile “... Çankaya Köşkü’nün sıcak ve rahat koltuklarına dönüşünde” Atatürk, çevresindekilere şu hikâyeyi anlatır: “... Biz Harbiye’de (Harp Okulu) öğrenci iken, Okul’un sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. Nihayet, bir gün, arkadaşlar, beni (ve bir iki arkadaşı) Müdür’e çıkmak için seçtiler. Müdür, Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık, huzura çıktık; önce Padişah’a, sonra Müdür’e dualarımızı sunduk. Nihayet, maksada geldik: Meseleyi anlatmak istedik. Fakat (ne mümkün!), müdür, daha ilk cümlelerde kükredi, ‘ne soğuğu be nankörler. Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun; görmüyor musunuz? sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan!’ Gerçekten, Müdür’ün sobaları gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu; sıcaktan göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar... Çocuklar, biz bu Çankaya köşkünde, bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi, kendimizi aldatıyoruz.” Görülüyor ki; Atatürk, tam bir gerçekçidir, hatta klasik ölçüleri aşarak özeleştiriden çekinmeyen uygar ruhlu bir gerçekçi. Bu bakımdan, elbette, daha da yücelir. Bununla beraber; burada, bir noktaya hemen açıklık getirmeliyim. Atatürk, gerçekleri sadece görmek veya sezmek ile; ya da, gerekiyorsa özeleştiride bulunmakla kalmaz; olayları derinlemesine inceleyip her yönü ile kavrayarak, gördüğü aksaklıkları giderici, muhtemel bozuklukları önleyici tedbirleri sorumlulara bildirir, bu önlemlerin uygulanmasını ve sonuçlarını kontrol eder veya ettirirdi. Bu bakımdan, tam bir “pragmatist”, diğer bir deyişle “çare bulma ve sonuca varma adamı” idi. III. SONUÇ Sonuç olarak diyebilirim ki; çok yönlü tarihî kişiliği, ulusal yaşamımıza ışık tutan ilkeleri ve yarattığı Türk İnkılâbı ile yücelen ve ulusumuzu da yücelten bir “Atatürk Gerçeği” vardır. Bu gerçek, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın benimsediği sözlerle, “... bütün insanlık dünyası için bir onur simgesi...” oluşturur13. 126 Atatürk Gerçeği’nin yapısında, düşünsel ve eylemsel niteliği ile “Atatürk’ün Gerçekçiliği”nin katkısı büyüktür. Ulu Önder Atatürk, bu gerçekçi yanı ile kendisini tanımlarken, “İki Mustafa Kemal vardır: Biri, ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal...” diyerek, onu bir kenara bırakır ve hemen devam eder; “Öteki Mustafa Kemal, onu ben kelimesi ile ifade edemem, O, ben değil, bizdir. O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarması gereken Mustafa Kemal odur.”14. 1 Lord Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Council, Ankara, 1981, s. 8. 2 Dankwart A. Rustow, Atatürk as Founder of a State, p. 208 3 Alan Moorehead, Gallipoli, Hong Kong. 1975, p. 97. 4 Lord Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Couııcil, Ankara, 1981, s. 8. 5 Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul, 1968, s. 35. 6 Lord Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Council, 1981, s. 11. 7 Tryon Edwards D.D., The New Dictionary of Thoughts, U.S.A., 1957, p. 230. 1988, s. 254255. 8 Bernard Lewis, (The Rebirth of Turkey), çeviri: Modern Türkiye’nin Doğuşu. Ankara, 9 David Hotham, The Turks, London, 1978. p. 23, 61. 10 Utkan Kocatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 189-190. 11 Lord Kinross, (çeviri) Atatürk-Bir Milletin Yeniden doğuşu, 1972, s. 297-298. 12 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 235. 13 Turkish National Commission for UNESCO, Atatürk, 1963, p. 215. 14 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 342. Emekli Korgeneral Cemal Enginsoy Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 27, Cilt: IX, Temmuz-Kasım 1993 127 ATATÜRK'TE ULUSAL ve EVRENSEL BOYUTLARIYLA BARIŞ KAVRAMI İnsan varoluşu ile birlikte, kendisini savaş içinde bulmuştur. İlk kez doğaya sonra çevresine karşı verdiği bu savaş, özde yaşamını, özlemini duyduğu en ideal biçimde sürdürmeye yönelikti. Giderek boyut kazanarak, bireyin doğal ve yaşamsal hak ve özgürlüklerinin yanısıra bu değerlere saygılı olunmasını arzulayan niteliği ile belki toplum açısından verilen savaşların en mutluluk verici olanı idi. Çünkü, bireyin ve toplumun geleceğinin sağlıklı, huzurlu ve güvence altında olmasına süreklilik kazandırma ana temasını oluşturuyordu. Acaba, özlemi duyulan, en ideal ölçülerde bir yaşam yaratma savaşı, başarısızlığa mahkûm mu idi? Veya “ideal” ne idi? Ne değildi? “İdeal” belki bir ütopya, ulaşılması güç bir kavram olarak algılanabilir. Ama, tüm güçlüklere karşın, hiç olmazsa “ideal” olanın en yakınlarına ulaşabilmek de olanaksız mıdır? Aslında, kişinin böyle bir savaşı başlatması doğası gereğidir. Bilinmeyeni araştırma ve öğrenme içgüdüsü...Bu doğal olarak onu, araştırmaya, bulmaya, değerlendirmeye, öğrenmeye ve giderek “ideal”e ulaşmaya itecektir. Bu süreç içinde kişi kendini eğitirken aynı zamanda çevresini de eğitmekte ve bilinçlendirmektedir. Çevrede ve dünyada özlenen “barış”ı bir ütopya olmaktan çıkarıp, gerçekleştirmek düşüncesi, kişiyi aynı yukarıdakine paralel bir süreci zorunlu kılan çalışmaya iterken, ona, aynı zamanda mutlu bir savaşı da başlatmış olmaktadır. İnsanları mutluluğa ulaştırabilmenin, onları doğal ve yaşamsal hak ve özgürlüklerine sahip kılarak, insan olmanın onuruna yaraşır bir biçimde, uzun görünen ama gerçekte kısa olan yaşamlarını birlik ve beraberlik, huzur ve güven içinde geçirmelerinin ancak ve ancak “barış” ortamında olanaklı olduğuna inandırma ve buna sahip çıkma savaşıdır bu. Ve niteliği ile savaşların en mutlu olanıdır : Barış için Savaş... “Savaş”ı da “barış”ı da başlatıp bitiren “insan”dır noktasından hareketle : “Savaş insanların fikirlerinde başlamaktadır. Bu nedenle “barış”ın savunması da insanların fikirlerinde inşa edilmelidir” yaklaşımıyla “barış”ın gerçekleşmesinde eğitimin kaçınılmazlığına yasasında yer veren UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim-Bilim-Kültür Kurumu)’dan çok önceleri Atatürk 1937 yılında dünya barışının sağlanmasının temel öğelerini ve bunda “eğitim”in rolünü şöyle vurgulamaktaydı : “...eğer devamlı barış isteniyorsa insanların, insan kütlelerinin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının 128 yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidirler...”1 İnsan varlığına sevgisi, O’nun yaşamsal hak ve özgürlüklerine olan saygısı, O’nda “dünya vatandaşlığı” kavramının doğması sonucunu beraberinde getirmiştir. Zaten O, tüm yaşamını, kendini adadığı bu idealin gerçekleşmesi yolunda verdiği savaşımla geçirmemiş midir? Mustafa Kemal, savaş denen felâket değil, felâketler zincirinin içinde yetişmiştir. Savaşların tüm yıkıcılığını, sefaletini, insanları nasıl insanlıklarından uzaklaştırdığını görmüş, yaşamıştır. Sonuçta umutla bağlanılmış beklentilerin, geleceklerin yerine yıkıntılar ve yıkıntıların altında kaybolup giden umutsuz, mutsuz, karamsar tablolara şahit olmuştur. İçinde yaşadığı ortam ve geçirdiği deneyimler, O’nu sadece ülkesinde değil dünyada “barış”ı gerçekleştirmeyi ilke edinen uzun bir savaşın içine itecektir. Bu da savaşların yıkıcılığından, toplumunu ve toplumları uzak tutmayı amaçlayan ve “barış”ın özlemini duyan insanın doğal tepkisidir. I. Dünya Savaşı’nın bitimini takiben Mustafa Kemal, bu kez ülkesini haksız işgallerden, ulusunu tutsak edilmişlikten kurtarmak için başlattığı Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın stratejisti ve yöneticisidir. O’nda yeni bir devlet kurma ve bu devletin niteliklerinin ne olacağı fikri gençlik yıllarına uzanır. İmparatorluğun felâketli yıllarında, 1907’de “en iyi çözümün, dağılmakta olan imparatorluktan önce bir Türk Devleti çıkarmak”2 olduğunu arkadaşlarına söylemektedir. Ve 1908’de Bulgar Türkoloğu Manolofa, “hayal kabul edilebilecek şeylerin hepsini bir gün başaracağını söyleyerek” kurmayı plânladığı yeni Türk Devleti’nin niteliklerinin ne olacağını şöyle sıralamaktadır : “Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız- Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batı ‘ya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız. “3 O’nda daha gençlik yıllarında ideale dönüşmüş olan çağdaş ve uygar devlet kurma yolundaki düşüncelerini gerçekleştirebilmesi, başlangıçta “ulusal sınırlar içinde özgür ve bağımsız yaşamak”4 koşulunun sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu amaçla başlattığı Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın en sıcak yıllarında, 1921 ‘de izleyeceği dış politikanın temel çizgisini, “Baylar, dış politikamızda dost bir devletin hukukuna saldırı yoktur. Ancak, hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz, edeceğiz… Türkler bütün medenî milletlerin dostudur... “5 şeklinde belirtmektedir. İtilâf devletlerin oyunlarıyla Anadolu’ya çıkan ve işgale cüret eden Yunan ordularını, 9 Eylül 1922 tarihinde, ilk ayak bastıkları yere doğru püskürtürken, İsmet Paşa’ya söylediği sözler, O’nun, izleyeceği dış politikanın temel esprisini ve “barış” kavramına olan özlemini yansıtmaktadır : “Ta uzaklarda kılıç artığı perişan Yunan askerlerinin, silâhlarını alıp canlarım kurtarmak için Ege kıyılarına doğru koşuştuklarını görüyorum. İsmet şunu bil ki : Yunan ordusunu perişan etmek suretiyle onlarla hesaplaşmış olduk. Fakat bu iş burada bitecek, ben, yakında Yunan lideri Venızelos’u memleketimize davet ederek Türk-Yunan dostluğunun temellerini atacağım. Çünkü, Ege’nin ve bütün dünyanın selâmeti için Türk ve Yunan milletlerinin dostça ve yan yana yaşamaları gerekir...6 Açtığı savaşla batının yayılmacı emellerine set çeken Atatürk, bunun bir gün tüm dünyadan yok olacağının inancı içinde, “Sömürgecilik yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslar arasında 129 hiçbir renk, din ve ırk ayrılığı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır”1 derken, tüm insanları sevgi, dostluk ve kardeşlik ortamında bir araya getirecek olan evrensel boyutlara ulaşmış bir “barış” kavramının özlemini çekmektedir. Böylesine kaynaşmış bir dünyada insanlar, kendi sorunları olsun olmasın tüm sorunlara sahip çıkacaklar ve tüm insanlığı tehdit edici boyutlara ulaşmadan çözümleyeceklerdir. Sadece kendi ülkesi için değil, diğer ülkelerin de ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirebilmeleri için “barış” kaçınılmazdır. Çünkü, köklü ıslahat ve gelişmeler içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem çevresinde barış ve huzuru arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir durum olamayacağına8 kendisini inandırmıştır. Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın bitimini takiben bu düşünceleri doğrultusunda, birkaç sene öncesine kadar ülkesini işgal ederek bağımsızlığına kastetmiş olanlar da dahil olmak üzere uzak yakın bütün ülkelerle dostluk ilişkilerini başlatmıştır. Lozan Barış Konferansı’nda çözümlenememiş sorunlar, izlediği dış politikanın temel esprisine uygun olarak, dünya siyasî konjonktüründeki gelişmeler yakından takip edilip değerlendirilerek, uluslararası plâtformlarda girişilen diplomatik taarruzlarla barışçıl yollardan çözüme ulaştırılmıştır. Yunanistan’la ekalliyetler sorunu, İngiltere ile Musul sorunu, boğazların yeni statüye kavuşturulması, diplomatik girişimleri O’nun sağlığında başlatılmış ama, çözümü ölümü sonrasına uzamış olan, Fransızlarla Hatay sorunu örneklerden sadece birkaçını oluşturmaktadır. Dış politikasında hiçbir devletin hukukuna saldırı ve yayılmacılığın yer almadığını vurgulayan Atatürk, bu nitelikte olduğunu tarihsel örnekleriyle gördüğü İslamcılık ve Turancılık siyasetlerini reddetmektedir : “İslamcılık ve Turancılık siyasasının başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanmamaktadır. Soy ayrımı gözetmeksizin, bütün insanlığı kapsayan tek bir dünya devleti kurma hırslarının sonuçları tarihte yazılıdır...insanlara her türlü özel duygularını ve bağlantılarını unutturup onları kardeşlik ve tam eşitlik içinde birleştirerek insancı bir devlet meydana getirme kuramının da kendine özgü koşulları vardır. Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında düşçü olmak kadar büyük yanılgı olamaz, tarihin dediği budur, bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir”9 diyerek tüm dikkatini ülke içinde gerçekleştirilmesi gereken amaçlar üzerinde toplamaktadır : “... Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak ve gelişigüzel ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışı ve karşılıklı dostluğunu beklemektedir... “10 Çevre ve dünya ülkeleriyle kurulacak iyi komşuluk ve dostluk ilişkilerinin belirlediği barışçı politika, ülkede toplumun yaşam düzeyini yükseltici, geleceğini güvence altına alıcı, huzurlu ve mutlu bir toplum yaratma yolunda sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınma girişimlerinin de dinamiğini oluşturacaktır. İşte bu noktada O, iç politikayı dış politikadan soyutlamamakta, tam tersine, birbiriyle devamlı etkileşimde olduklarını, birincinin ikinciye dayandığı ayrıca onunla uyumlu olması gerektiğini vurgulamıştır.11 Atatürk’ün iç politikada toplumsal barışın sağlanmasında temel gördüğü kavram “özgürlük” tür. Çünkü, ancak özgürlükçü bir ortamda, kişi üretebilecek, ülkenin düşün yaşamına, ekonomik yaşamına katkıda bulunabilecektir. 130 O’nda “özgürlük” kavramının ortaya çıkışı Harp Okulu’nu bitirip kıtaya çıktığı günlere uzanır. Baskıcı yönetime karşı olan tepkilerde yerini alırken ulaşmaya çalıştığı kavram “özgürlük” tür. 1906’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik şubesini kurarken söylediği şu sözler anlamlıdır: ...”Özgürlük olmayan ülkede ölüm, yıkılış vardır. Her ilerlemenin kurtuluşun anası özgürlüktür...”12 Aklı ve bilimi temel alan çağdaş uygarlıklara ulaşabilmenin ilk ve kaçınılmaz koşulu budur. Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve ulusun tutsak edilmesi karşısında “özgürlük” kavramına bu kez “bağımsızlık” kavramı eşlik etmeye başlayacaktır. Aslında bu iki kavram O’nda etkileşim halindedir, birbirinin tamamlayıcısıdır. Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın bitmesini takiben her bakımdan özgür bir toplum yaratılması konusunda çalışmalar başlayacaktır. Burada temel hedef: Çağdaş olmanın gereği, kişinin vazgeçilmez doğal ve yaşamsal, hak ve özgürlüklerini tarif edip saptamaktır. Ancak bu da, demokratik sistemin bilimsellik sınırları içinde özgür irade ve akılcı düşünüşün sentezinin ürünü olan yasaların, devlet, toplum ve kişi ilişkilerinin, karşılıklı hak ve görevlerinin uyumlu bir biçimde saptanması ve titizlikle uygulanması ile olanaklıdır. Bu uyumu bilinçli bir şekilde kuran ve koruyan toplumlarda huzur, mutluluk ve ilerlemenin olduğununl3 inancı içinde ulusal egemenliğin “özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası olduğunu”14 vurgulamaktadır. Yurtta barışı gerçekleştirmeye çalışırken ulusal egemenlik kavramından, başka deyişle kişiyi özgürleştirmekten yola çıkmaktadır. Çünkü, egemenliğin ulusta olduğu demokratik rejimlerde, kişi özgürce düşünecek, araştıracak, değerlendirecek sonunda gerçeğe ulaşacak ve eğitecektir. O halde, ortaya bir soru çıkmaktadır : Özgürlük nedir?... Atatürk, “başkalarınınkine tecavüz etmeden kişinin her türlü tasarrufta bulunmasıdır”15 şeklinde tarif ettiği özgürlüğü ikiye ayırmaktadır : i) Kişinin nesnel çıkarlarıyla ilgili özgürlükler. Örneğin : Kişisel, meskenin saldırıdan korunması, mal-mülk edinme, ticaret, çalışma, zanaat v.b.,2) Kişinin düşün yaşamındaki haklan. Örneğin : İnanç, toplanma, basın, cemiyet kurma, eğitim.16 Burada özellikle üzerinde duracağımız inanç özgürlüğü, herkesin istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendisine mahsus siyasî bir fikre sahip olmak, mensup bulunduğu bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Ancak, âyinlerin, kamu düzenine ve ahlâk kurallarına karşı olamayacağı gibi siyasî gösteri şekline dönüştürülemeyeceği de 17 vurgulanmıştır. Eleştiri, toplanma ve basın özgürlükleri gibi demokratik sistemin temelini oluşturan özgürlüklerin tarifi titizlikle yapılmış ve sınırları belirlenmiştir.18 Bu özgürlüklerden herhangi birinin sınırlanması, baskı altına alınması veya daha kötü bir ihtimalle ortadan kaldırılması toplumsal rahatsızlıkları davet ederek iç barışı tehdit edebilecektir. İşte tüm bu özgürlüklerin ifadesini bulduğu Halkçılık İlkesi yeni Türk Devleti’nin niteliklerini oluşturan diğer beş ilkenin tamamlayıcısı, sosyal dayanışma ve toplumsal bansın vazgeçilmez bir koşulu olarak Anayasa’daki yerini almıştır. 131 Atatürk’ün ölümünü takiben, yeni Türk Devleti O’nun “Yurtta Barış, Dünyada Barış” prensibi doğrultusunda, iç ve dış politika ilkelerine titizlikle sadık olarak hem toplumsal barışa sahip çıkmakta, hem de bölgesel barışa katkılarını sürdürmektedir. 1 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.III., 3B., Ankara, 1981.s.99 2 A. F. Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967.s.108 3 Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Atatürk-Bir Çağın Açılışı, İnkılâp Yayınevi, İstanbul, 1984.S. 5 4 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I.,3B. Ankara, 1981.s. 184.5 A.g.e.,s.236. 6 Sadi Irmak, Atatürk’ün Dünyadaki Yankıları. Harp Akademisi Atatürk Özel Bülteni, Ankara, 1981. 7 Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası. Meb. Yay. İstanbul, 1973. 8 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I., 3B.Ankara, 1981.S.356. 9 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk (Söylev).C.II (1920-1927). Ankara, 1984.S.586. 10 A.g.e., s.587. 11 A.g.e., s.585. 12 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.H., 3B. Ankara, 1981.S.I. 13 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I. 3B. Ankara, 1981.S.308 14 A.g.e., s.308. 15 Prof. Dr. Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. K. Atatürk’ün El Yazılan. Ankara, 1969.S.50. 16 A.g.e.,s.56. 17 A.g.e., s.56. 18 A.g.e., s.57. v.d. Prof. Dr. Ünsal Yavuz Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 16, Cilt VI, Kasım 1989 132 ATATÜRK'ÜN BARIŞÇI POLİTİKASI Atatürk’ün dış politikasının temel hedeflerinden biri olan “barış” Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği temel politikalardandı. 1911 - 1912 döneminde cepheden cepheye koşan, durmadan savaşmak zorunda kalan Mustafa Kemal, her zaman barış özlemiyle yaşamış, Türkiye’nin millî sınırlar içinde egemenliğini güvenlik altına alan bir barışı sağladıktan sonra da onu korumak için elinden geleni yapmıştır. Bazı şeyleri sadece ele geçirmek değil aynı zamanda ele geçen şeyleri ne denli koruyabiliyoruz, onu ne denli yaşatabiliyoruz işte o önemlidir. O’nu daha 1923 Şubatı’nda; “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” dediğini görüyoruz. Nitekim, savaşı yasaklayan 1928 Briand Kellogs Antlaşması’na ve ertesi yıl bu Antlaşmayı Doğu Avrupa’da hemen yürürlüğe koyan Moskova protokolüne Türkiye’nin katılmasını isteyen O’dur. Numan Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanı bulunduğu sırada bir resmi davet sonrasında diplomatlara öğüt veren Atatürk, “Diplomatlar barışın kurmaylarıdır” demekle de hem barışı, hem de onun sağlanması için diplomasi yolunun önemini belirtmiş oluyordu. Atatürk, barış ve devletler arasında ilgi, ilişkiler kurulması özlemiyledir ki, Lozan Barış Antlaşması’yla yetinmemiş, Türkiye’nin başta komşular olmak üzere, tüm devletlerle dostça ilişkiler sürdürmesi için bir dizi antlaşma bağlılığı istemiştir. 1925 - 1930 döneminde bunların en önemlileri Sovyetler Birliği ile 1921 Dostluk Antlaşması’ndan sonra, 1929 yılında Saldırmazlık Paktı; Bulgaristan ile 1925 yılında bir Dostluk Antlaşması, ertesi yıl Fransa ile, Türkiye - Suriye ilişkileri konusunda, bir iyi komşuluk sözleşmesi ki 1930’da bunu bir de Türkiye - Fransa Dostluk Antlaşması izleyecektir. Daha sonra İtalya ile bir Tarafsızlık Antlaşması ve 1930 yılında, Yunanistan ile Dostluk Antlaşması olmuştur. Böylece Türkiye’nin etrafında dostluk çemberi tamamlanmıştır. Atatürk 20 Nisan 1931 günü, milletvekilleri seçimleri öncesi, Cumhuriyet Halk Partisi lideri olarak, açıkladığı bir bildiride: Yurtta Sulh, Cihanda Sulh için çalışıyoruz” demiştir. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi barışa verdiği değerin ifadesidir. Atatürk, içeride de dışarıda da barışın korunmasını temel amaç almıştı. Bu anlayış, “her ne pahasına olursa olsun barış” demek değildi. Kurtuluş Savaşı sırasında görüldüğü gibi Atatürk, ancak Türkiye’nin temel hedeflerine ulaşıldığında, yani haklları kabul edildiğinde barışa razı olacağını ortaya koymuştu. 133 Atatürk, dünyada gerçek barışın kurulmasından yanaydı. Yani, savaşların nedenleri üzerinde durarak, bunları ortadan kaldırmadan gerçek barışa ulaşamayacağının bilincindeydi. Atatürk bu özdeyişi yalnız bir dilek sayılmazdı. “Barış için çalışıyoruz” demek, “Onun sürdürülmesi için gerekli güvenlik önlemlerini alacağız” demekti. Başka bir deyişle, O’nun barışçılığı pasif, hareketsiz, sessiz bir tutum değildi. Tehlikeler karşısında uyanık kalınmalı, tedbirli olunmalıydı. Gerçekçilik bunu gerektiriyordu Kısacası, Atatürk için barış ve güvenlik birbirinden ayrılmayan kavramlardı. Şimdi, 1933 yılında bulutlar kararmaya başlarken, Türkiye ve içinde bulunduğu bölgenin güvenliği için, Atatürk’ün tutumuna değinebiliriz. Batının sanayi ülkeleri başta olmak üzere, dünya 1929-34 ekonomik bunalım içindedir. Milletler Cemiyeti üyesi büyük devletlerden Japonya 1931 Eylülü’nde Mançurya’da Çin’e saldırmıştır. Buna karşı bir eyleme geçmeyen Milletler Cemiyeti’nin güvenirliği sarsılmıştır. Mussolini İtalya’sı emperyalist emeller peşindedir. İlkin Habeşistan’ı ele geçirmeğe hazırlanmaktadır. Almanya’da 1933 başlarında başbakanlığa getirilen Hitler ki Ağustos 1934’de Hinderburg’un ölümü üzerine devlet başkanlığını da üstlenip Almanya’nın Führer’i olacaktır. Versailles Barış Antlaşması’nın bağlarını koparmak üzeredir. Amerika Birleşik Devletleri ise 1921’den beri, silahsızlanma konuları dışında, dünya işlerine pek karışmamaktadır. Sovyetler Birliği, Hitler’in Mein Kamp adlı kitabında Doğu Avrupa’da Almanya’nın genişleme emellerinden söz etmesi nedeniyle kaygı içindedir. Bu durumda, Versailles Antlaşması’na ve onu bütünleyici nitelikteki 1925 Lorcarno Antlaşması’na ve 928 Briand / Kellegg Paktı’na saygıyı sağlamak, dolayısıyla Milletler Cemiyeti’nin toplu güvenlik sistemini ayakta tutmak sorumluluğu İngiltere ile Fransa’ya düşmektedir. Oysa, her iki ülkede kamuoyu yeni bir savaş hazırlığına karşıdır. Atatürk, dünya barışı için sorumluluklar alınması ve barışı sağlayan toplu önlemlere katılınması gerektiğine inanmıştı. Örneğin, 1937’de bir gün diyor ki; “Barış yolundan nereden bir çağrı gelirse Türkiye, onu candan karşıladı ve yardımını esirgemedi.” Aynı yıl bir başka konuşmasında şunları söylüyordu: “Dünya uluslarının mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan kendi esenlik ve mutluluğuna çalışmak demektir. Beşeriyeti bir vücut ve bir ulusu, onun bir uzvu saymalıdır. Bir vücutta parmağın ucundaki acıdan bütün öbür uzuvlar da acı duyar. Dünyanın şu yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne, dememeliyiz. Onunla ilgilenmeliyiz.” Nitekim, 1935 Ekimi’nde İtalya’nın Habeşistan’a saldırması üzerine Türkiye, Millet Cemiyeti çerçevesinde İtalya’ya karşı ekonomik tüm yaptırımlara katıldığı gibi, ertesi yıl İspanya iç savaşı sırasında Akdeniz’de İtalyan korsan deniz altılarına karşı Nyon Konferansı’nda alınan önlemlere de katılmaktan kaçınmamıştır. Atatürk, Montreux sözleşmesi yapılır yapılmaz, Türkiye’nin ikinci büyük davası olarak Hatay sorununu ele almış ve bu çetin davayı da barışçı yoldan son aşamasına getirdikten sonra aramızdan ayrılmıştır. Hatay bölgesi Misak-ı Millî sınırlan içindeydi. 1921 Türk - Fransız Ankara Antlaşması’yla Hatay’ı Türkiye’ye bağlamak olanağı bulunamamışsa da, orada çoğunlukta olan Türkler yararına özel bir yönetim rejimi kurulması, Türkler’in kültürünün geliştirilmesi ve Türkçe’nin resmi bir nitelik taşıması sağlanmıştı. Atatürk’ün dış politikada ön yargıları yoktu. O, değişen uluslararası durum içinde, barışçı Türkiye’nin çıkarları ne ise onu yapmıştı. Nitekim, 1421-1935 döneminde Sovyetler Birliği ile 134 dayanışma içinde kalmış, 1936’dan sonra İngiltere ile yakınlaşma sağlayıp Türk dış politikasında Sovyet etkisini dengelemiş, Dünya Savaşı yaklaşırken saldırgan niyetleri belli olan devletlere karşı batılılarla (İngiltere ve Fransa) ittifak hazırlığına girişilmesini onaylamıştı. Eğer yaşasaydı, kanımızca savaştan hemen sonra, Türkiye’yi tehdit eden Sovyetler Birliği’ne karşı Nato’ya katılmasından da, toplu güvenlik uğruna, Birleşmiş Milletler çerçevesinde, 1950’de Kore’ye asker gönderilmesine duraksama göstermeyecekti. Atatürk zamanında Türkiye’de yabancı devletlerin temsilcilerinden kimileri de anılarını yazmışlardır. Fransızlar’ın ilk temsilcisi Alb. Jeanmovingin, ilk Büyükelçi Sarrault, daha sonra Chambrun, ilk Amerikan Büyükelçisi Grew, daha sonra Sherril bunlar arasındadır. Ancak, yapıtlarında analizler yoktur. 1981 yılında Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, Türkiye’de olduğu gibi, dışarıda da Atatürk üzerinde yeni kitap ve makaleler çıkmıştır. Bunlar arasında, Fransa’da Türk İncelemelerini Geliştirme Birliği’nin “Turcia” adlı dergisinin Atatürk özel sayısı özellikle belirtilmeğe değer. Şu da var ki, henüz batıda yeterli analizler yapılmış değildir. Özellikle Atatürk’ün uluslararası ilişkiler, barış ve güvenlik üzerindeki düşünceleri ve izlediği yol gereğince anlaşılamamıştır. Arşiv belgelerine dayalı incelemeler yapıldıkça, O’nun devletler arasındaki ilişkilerde egemen olmasını dilediği ilkelerin değerinin öğrenileceğine kuşku yoktur. Örneğin, ancak günümüzde 1970’lerde Birleşmiş Milletler çerçevesinde gündeme getirilebilen zengin kuzey - yoksul güney diyalogu konusunda Atatürk’ün 1935 Haziranında Amerikal’lı Baker’e şu sözleri ibret vericidir: “Eğer sürekli barış isteniyorsa, halkların durumunu iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün refahı açlık ve baskının yerine geçmelidir.” Atatürk yabancı devlet adamlarının Türkiye’yi ziyaret etmelerine büyük özen gösterdi. 1928 Mayısında Afgan Kralı Emrullah Han, 1931 Temmuzunda Irak Kralı Faysal, 1937 Haziranında Ürdün Kralı Abdullah ve 1938 Haziranında Romanya Kralı Karol gibi devlet başkanlarının yanı sıra, Yunanistan Başbakanı Venizelos, Türkiye’ye görüşmeler yapmak ya da Atatürk’ü tanımak üzere gelmişlerdir. Bunların olumlu izlenimleri ve basında çıkan haberler Türkiye’nin her zaman olduğu gibi imajını yükseltmiştir. 1933 yılında şöyle diyecekti: “Sömürgecilik ve emperyalizm yer yüzünde yok olup yerine uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır”. Şunu hemen belirtelim ki, O, bu düşüncelerini yaymak için hiçbir propagandaya başvurmamıştır. Etki kendiliğinden olmuştur. Bunu ortaya koyduğu örneğin, her şeyden önce batı emperyalizmi ve sömürgeciliği altında ezilmiş uluslara bağımsızlık ve özgürlük umudu vermesinde görüyoruz. Etkinin, Fas’tan, Endonezya’ya dek uzanan geniş İslam dünyasında ve birçok Afrika ülkesinde ne denli derin olduğu önceleri anlaşılamamıştır. Ama bu ülkeler bağımsızlıklarına kavuştukça içlerindeki duygulan açıklama olanağı bulmuşlar, daha önce yabancı yönetimin korkusuyla gizledikleri Atatürk hayranlığını dile getirmişlerdir. Atatürk “Ülkeler çeşitlidir, ama uygarlık birdir” diyor ve; “Uygarlığın bir ateş olduğunu, ona yabancı kalacakları yakacağını, yok edeceğini” söylüyordu. Bundan anladığı çağdaş uygarlıktı. Bu uygarlık içinde kültürlerin korunacağına da inanıyordu. Bugün batımızdaki ülkelerde sık sık Türkiye’nin hiçbir zaman tam batılı olamayacağı sanki temenni edilircesine söylenirken, doğumuzdaki ülkelerde de Türkiye’nin İslâm’dan uzaklaştığı yolunda iddialar vardır. Bunlar Atatürkçülüğü iyi anlamamaktan kaynaklanmaktadır. 135 Doğumuzdaki kardeşlerimiz merak etmesinler. Türkler İslâm dinine bağlıdır. Türklerle onlar arasında, kökü bin yıl öncelerine dayanan kültür bağlan vardır. Ama, çağdaş dünyada toplum yaşamının çağdaş koşulların gereklerine göre düzenlenmesi zorunluluğu da ortadadır. Türkiye Atatürk’ün ortaya koyduğu toplum düzenini kimseye model, örnek olarak göstermiyor propagandasını da yapmıyor ama ona inanıyor. Şuna da inanıyor ki bu düzen Haçlı Seferleri’nden beri bin yıldır süregelen İslâm - Hıristiyan savaşımına son verip doğu ile batı arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğine erişmenin tek yoludur ve Türkiye bu yol üzerine köprü kurmuştur. Atatürk, dış politika hedeflerine ulaşılmasında, diğer önemli hedeflere ulaşılmasında da barışı savaşa tercih eden bir kişiliğe sahipti. O, savaşın ne demek olduğunu yakından bilen, bu sebeple de bansın özenle korunmasına inançla çalışan üstün nitelikli bir askerdi. Bizde bu Ulu Önder’in göstermiş olduğu yol bulmada kullandığı pusulayı kendimize düstur edinmeliyiz. Elif Aydın Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 44, Cilt: XV, Temmuz 1999 YURTTA SULH, CİHANDA SULH I. Genel Olarak Sulh ve Harp İnsanlar arasındaki ilişkiler ya çarpışma, zorlama veya uyumdur. Menfaat çarpışmalarının tabiî sonucu, mücadeledir, harptir. Menfaatlerin uyuşması ise sulhtur. Sulh (barış) ve harp (savaş) birbirine taban tabana zıt iki ayrı müessesedir. Barış kısaca sosyal düzendir, güvenliktir, hukuk ve kazanılmış haklara saygıdır. Toplum hayatında dengenin sağlanmasıdır. Mücadele, en vahimi olan harp ise anarşidir, karışıklıktır, kararsızlık ve dengesizliktir. 136 İnsanlar değişik sebeplerden ötürü sulhu veya harbi menfaatlerinin karşılanması amacı ile tercih ederlerı. Teknik anlamı ile harp, düzenli bir insan topluluğunun (Devlet), iradesini zorla kabul ettirmek amacı ile diğer bir insan topluluğuna (Devlet) karşı zor kullanarak yaptığı silâhlı mücadeledir 2. İnsan toplulukları harbi ya bir amaç bilirler veya bir amaca yönelik vasıta olarak kullanırlar. Harp her zaman ve her devirde tehlikeli olmuş, insanların ölümüne, sefaletin artmasına, ıztırapların çoğalmasına âmil olmuştur. Harp ve sulh sosyal birer olay olarak toplum hayatının gelişme seyrini takip eder. Harp ve sulh anlayışında değişiklikler, bu müesseselerin muhtevalarında da değişmelere ve gelişmelere neden olmuştur. Çağımızda harbin topyekûn mahiyet alması, mağlupları olduğu kadar galipleri de yıpratması, harbin dışında kalan devletleri de etkilemesi, harbin millî siyaset aleti olarak kullanılması yolundaki ihtirasları azaltmış, önce harbin Briand-Kellog Paktı ile kanun dışı sayılmasına, daha sonra da, Birleşmiş Milletler Şartı (Antlaşması) ile daha geniş ve şümullü şekilde yasaklanmasına neden olmuştur. Alexander Rustow’a göre, “Harp insan tabiatının iktizası değildir. Harp, daima mevcut olmamıştır ve daima mevcut olması da lâzım gelmez. Dünya sulhu boş bir hayal değildir.” 3 Harp nasıl topyekûn bir mahiyet almışsa barış da yeni teknik terakkiler karşısında dünyanın çok küçülmüş olması nedeni ile bir bütün teşkil etmektedir. Bu bütünlük yalnız devletler arası ilişkiler bakımından değil, her milletin iç hayatı itibariyle de varlığını ve mahiyetini bütün insanlara duyurmaktadır. Barışı iç barış ve dış barış olarak ayırmak mümkün değildir. Aynı zamanda, Avrupa barışı, Amerika barışı, İngiltere barışı, Sovyet barışı diye ayırmak da mümkün değildir. “Aile teşekkülünden itibaren, cemiyet hayatının en yüksek basamağını teşkil eden devletler camiasına kadar her türlü cemiyet içinde barış problemi, gerek prensibi ve gerek tekniği bakımından bir ve aynıdır4. Yirminci yüzyıl öncesi dönemde, sulh ve harp yalnız bir siyaset işi olarak telâkki ediliyor, onunla da siyaset adamları meşgul oluyordu. Bu dönemde asıl önemli sorun, siyaset adamlarının girişimlerinin Devletler Hukukuna uygun olup olmaması idi. Bugün ise sulh ve harp yalnızca bir diplomasi sorunu, konusu olmaktan çıkmış, toplumda yaratılan bunalımlar bakımından sosyal, ekonomik, kültürel ve psikolojik bir sorun olmuştur. Sulhun sağlanması için yalnız diplomasi faaliyetleri yetmez. Öncelikle harbe sebebiyet verecek âmilleri ortadan kaldırmak gerekir. Bu tedbirlerin en önemlisi kuvvete ve kuvvet tehdidine müracaat etmemek, uyuşmazlıkları barışçı yollarla çözümlemek, ekonomik ve sosyal işbirliğini sağlamak, her ülkede insan ana hak ve hürriyetlerini garanti altına almaktır. Bunun dışında ayrıca, millî düzenleri, birbirine düşman ideolojilerin ve hayat telâkkilerinin tesirlerinden kurtarmaktır. Temel hak ve hürriyetlerine sahip olan insanlar işbirliği içinde adaletli bir menfaat dengesi ile gerçek bir barış sağlarlar. 137 İnsan hayatı, aile hayatı, şehir hayatı, millet hayatı ve milletlerarası camianın hayatı, birbiri ile çok girift bir mahiyet arzeder ve birbirine bağlıdır. Bunlardan herhangi birinin temellerinin sarsılması ve yıkılması diğerlerini de hemen etkiler ve dengeyi bozar. Bugün kurulması istenen barış, toplum hayatının her safhasını, her çeşit faaliyetini ilgilendiren ve bunlara dayanan bir sulhlar sentezi veya senfonisidir5. Cumhuriyet Türkiyesi, daha ilk günlerden beri bu gerçeği sezmiş, kendi iç ve dış politikasına ona göre yön vermiştir. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi, Türkiye’nin barış meselesi ile ilgili düşünce ve politikasını pek güzel ifade etmektedir. II- Yurtta Sulh ve Cihanda Sulhun Anlamı ve Kapsamı. Yurtta sulh, cihanda sulh, Türk İnkılâbının bir temel ilkesi, Türk dış politikasının da dayanağıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarımızda yer alan, devlet yönetiminde ve her türlü devlet faaliyetlerinde yönlendirici bir nitelik taşıyan, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh,, ilkesi, sadece bir parola değil, aynı zamanda bir üstün hukuk kuralıdır. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi bir taraftan yurt içinde huzur ve sükûnu, güven içinde yaşamayı, diğer taraftan da milletlerarası barış ve güvenliği hedef tutar, ilke, hem iç politikanın, hem de dış politikanın temel dayanağıdır. Atatürk’ün belirttiği gibi, “Haricî siyaset bir heyet-i içtimaiyenin teşekkülü dahilisi ile sıkı surette alâkadardır. Çünkü teşekkül-ü dahiliyeye istinat etmeyen haricî siyasetler daima mahkûm kalırlar. Bir heyet-i içtimaiyenin teşekkül-ü dahilisi ne kadar kuvvetli olursa, siyaset-i hariciyesi de o nisbette kavi ve rasin olur.” 6 Yine Atatürk’ün dile getirdiği gibi, “Haricî siyaset, dahilî teşkilâtla mütenasip olmak lâzımdır.” 7 Bu bakımdan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini iç ve dış politika ile birlikte, bir arada incelemek ve değerlendirmek lâzımdır. “Yurtta Sulh” insanın huzur ve güven içinde, insan kişiliğine yakışır şekilde yaşamasını ifade eder. “Yurtta Sulh” herşeyden önce ülkede, o insanın, insanca yaşamasını, insanlık tıynetinin gereğinin tanınmasını ifade eder. “Yurtta Sulh” toplum hayatındaki düzeni, vatandaşın devlete güvenini, devletin de ülkede asayiş ve otoriteyi sağlamasını öngörür. Ülkede kanun hakimiyeti ve hukuk hükümranlığı,”Yurtta Sulh” ilkesinin en tabiî bir sonucudur. “Yurtta Sulh”, Devletin, vatandaşına karşı huzur ve güven içinde yaşama imkânına kavuşması için yükümlülükler de yükler. Atatürk barış içinde Türk insanını mutlu kılmanın yolunu, Cumhuriyette bulmuştur. Atatürk’e göre, Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslariyle, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur8. “Cihanda Sulh” ise, milletlerarası barış ve güvenliğin korunmasını ve sağlanmasını, milletlerarası barışın bölünmezliğini, insanlığın da hepsini bir vücut ve her milleti de onun bir uzvu addetmeyi amaç bilir. “Cihanda Sulh” milletlerarası ilişkilerde kuvvete ve kuvvet tehdidine başvurmamayı, milletlerarası uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesini öngörür. 138 “Cihanda Sulh” bütün milletleri barış içinde, refaha, saadete ve daha ileri uygarlık çağına yöneltmeyi ifade eder. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, ilkesinin temelinde yatan, insan sevgisi ve insanlık anlayışıdır. Atatürk, “Biz kimsenin düşmanı değiliz, yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız”9 derken eşsiz bir insan sevgisinden, insan saygısından bahsetmiştir. Atatürk’ün barış ve güvenlik içinde insanlık ailesine verdiği değer, 1937’de Romanya Dışişleri Bakanı Antenesku ile yaptığı konuşmada en açık şekilde dile getirilmiştir: “insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hadim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, vuzuh ve iyi geçim olmazsa bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurundan mahrumdur... En uzakta zannettiğimiz bir hadisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz.” 10 “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” en geniş ve yaygın anlamı ile, teknik bir deyim olan kollektif güvenliği, milletlerarası barışın korunmasını ve devamlılığını da ifade eder. III- İç ve Dış Politikada Uygulamalar ve Değerlendirmeler. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, ilk defa C.H.P. Genel Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın (Atatürk’ün) 20. Nisan 1931’de seçim dolayısıyla millete beyannamesinde dile getirilmiştir11. “Cumhuriyet Halk Fırkasının müstakar umumî siyasetini şu kısa cümle açıkça ifadeye kâfidir zannederim: “Yurtta sulh, cihanda sulh için, çalışıyoruz” 12. Atatürk’ün imzası ile yayınlanan bu beyanname, Atatürk’ün de başında bulunduğu bir partinin, bir siyasî iktidarın içerde ve dışarıda güttüğü politikanın esaslarını belirtmektedir. Atatürk 1933’te, A.B.D. Cumhurbaşkanı Roosevelt’in Cumhuriyetin Onuncu Yıldönümü dolayısı ile Türk Milletine gönderdiği mesaja verdiği cevapta da, yurtta sulh, cihanda sulh ilkesine değinmektedir: “Türkiye Cumhuriyetinin en esaslı umdelerinden biri olan yurtta sulh cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı âmil olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için iftihara medardır.” 13 Atatürk bu mesajında sadece, yurtta sulh, cihanda sulh ilkesine deyinmemekte, bu ilkenin insanlığın ve uygarlığın refah ve gelişmesinde de en esaslı âmil olduğunu da vurgulamaktadır. Ayrıca bu ilkeye hizmet etmiş olmanın da iftihara değer olduğunu belirtmektedir.Açıkça belirtmek gerekirse, barışa inanmak, ona politikada değer vermek, insanlığa hizmet etmek demektir. Bunun bir devlet başkanı ile yapılan karşılıklı mesajlarda dile getirilmesi, dünya siyasetinde rol oynayan bir devlet başkanı ile aynı konu üzerinde ortak amaçlara hizmet etmeyi de ifade etmektedir. 139 “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi yeni Türkiye’nin bir devlet politikası olarak, kuruluşundan itibaren izlenmeye başlamıştır. Ancak burada dikkatimizi çeken önemli nokta, Millî Mücadele yıllarında esas hedef, ilk hedef, Misâk-ı Millîde sınırları belirlenen vatan topraklarını işgalden kurtarmak, millî bağımsızlığı sağlamak, Türk millî menfaatlerine saygılı âdil bir barış yapmak, öncelikle izlenmesi gereken bir politik tutum olmuştur. Millî Mücadele yılları içinde Atatürk konuşmalarında öncelikle vatan kurtuluşuna önem vererek, devamlı ve istikrarlı bir barışın sağlanmasını buna bağlamıştır. Çeşitli konuşmalarında da bu konuya ağırlık vererek, millî siyasetimizin esaslarını da belirlemiştir. Bir misal olmak üzere, Mustafa Kemal Paşa’nın 8 Temmuz 1920 TBMM’de yaptığı bir konuşmada belirttiği gibi, “Efendiler, biz bir maksat takip ediyoruz. Bu maksadımız öteden beri muhtelif vesilelerle ifade edilmiştir. Ben şimdi onu tekrar ediyorum. Milletin, devletin istiklâlini muhafaza etmek. Bunun içinde namus ve şeref tamamen mündemiç olacaktır. Müstakil olarak milletimizin muayyen hudutlar dahilindeki tamamiyetini muhafaza etmektir. Bunun için muharebe ediyoruz” 14 sözleri bu gerçeği ifade etmektedir.Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Muharebesinin kazanılmasından sonra, harp tarihine misâl olabilecek Meydan Muharebesinin kazanılmasından sonra, TMMM’de 19 Eylül 1921 günü şu açıklamada bulunmuştur: “Şüphesiz, hukukumuzu temin edinceye kadar silâhımızı elden bırakamayız. Fakat, bundan bizim müfrit harp taraftarı olduğumuz zannolunmasın. Böyle bir telâkki kadar büyük haksızlık olamaz. Biz bilâkis herkesle sulh yapmak istiyoruz. Efendiler! Sulhen hukukumuzu temin etmek için her vasıtaya tevessül ettik. Bu hususta hiçbir kusur etmedik. Fakat, bizim bütün hüsnü niyetlerimizi, ciddiyetimizi âlem-i medeniyet nazarında gizlediler. Ve ancak akvam-ı iptidaiyeye tatbik edilebilir muamele ile ve çocukça birtakım mânâsız tehditlerle bizi karşıladılar. Efendiler! Bütün cihanın bilmesi lâzımdır ki: Türkiye halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez. Her medenî millet ve hükümet gibi varlığının, hürriyet ve istiklâlinin tanınması talebinde katiyen musirdir. Ve bütün davası da bundan ibarettir. Biz cenkçi değiliz. Sulhperveriz. Ve bir an evvel sulhun teessüsünü girmek ve ona yardım ve hizmet etmek isteriz 15. Bu açıklamalar, çok geniş yetkileri olan TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından açıkça ilân edilmektedir. “Biz cenk değil, sulh istiyoruz. Sulh yapmaya hazırız ve bence buna mâni hiçbir sebep yoktur” 16 diyerek de bir defa daha aynı konuşmasında konuyu dünya kamuoyuna duyurmuştur. 1 Mart 1922’de, henüz kesin zaferin kazanılmasından önce, T.B.M.M.’de, Meclisin açılışı ile ilgili olarak yaptığı konuşmada Atatürk, millî sınırlarımızı belirleyen ve bağımsızlığımızı öngören Millî Misâk’a bağlılığımızı da şöyle dile getirmiştir: “Siyaset-i dahiliyemizde olduğu gibi siyaset-i hariciyemizde de umde-i esasiyemiz Misâk-ı Millî mevadından ibarettir. Misâk-ı Millîyi kabul ederek, maddiyat ve maneviyat sahasında istiklâl-i tamımızı tasdik edenleri derhal dost telâkki ediyoruz,, ve devamla, “Efendiler! Siyaseti hariciyemizde ahar bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edecegiz”17 Büyük zafer kazanılmıştır, silâhlı çatışma son bulmuştur. Ancak batı Avrupa ile görülecek yüzyılların hesabı vardır. Lozan’da barış konferansı toplanmış, birinci dönemde ise sonuç alınamamıştır. 1 Mart 1923’te, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı vesilesi ile yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa, ısrarla barıştan, şerefli bir barıştan bahsetmiştir. 140 “Hayat ve istiklâl için milletin vaz eylediği mütevazi esasat dairesinde bir sulha kavuşursak, o zaman bütün menabii kuva (kuvvet kaynaklarını) ve semere-i istihsalâtımızı (üretim ürünlerini) inkişafat-ı dâhiliyeye müteveccih mesai üzerinde teksif edeceğiz.”18 Atatürk bir an önce sulha kavuşarak ülkenin iç düzenine yönelineceğini de açıkça belirtmiştir. Aynı konuşmasında özellikle dış politikadan bahsederken, “Malûmdur ki takip ettiğimiz siyaset, siyaset-i sulhperverane-dir. Memleketimizi hiçbir hak ve adalete istinat etmiyerek çiğnemek ve çiğnetmek teşebbüsü muzaffer ordumuzun fedakârane ve cansiparane gayretiyle lâyık olduğu akamete uğratılmış ve milletimiz, tarihin nadir kaydettiği bir muzafferiyat iktisap ederek sevgili yurdumuzu kurtarmıştır. Sulh-u âlemi tesis için her fırsattan istifade arayan hükümetimiz büyük muzafferiyetten sonra da harekâtı tevkif ederek mütarekeyi temin etmiş ve uzun teahhurlar ve müşkilât ile ancak teşrinisaninin yirmisinde (20 Kasım) açılan Lozan Konferansına hakikî bir arzuyu itilâf ile iştirak eylemiştir.” 19 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imza edilen barış antlaşmasından sonra barışın korunması ve andlaşmalara riayet bir esas gereği sayılmıştır 20. Atatürk açıkça, 1 Kasım 1929’da, TBMM’i açış konuşmasında, “Hariciyede dürüst ve açık siyasetimiz bilhassa sulh fikrine müstenittir. Beynelmilel herhangi bir meselemizi sulh vasıtalariyle halletmeyi aramak bizim menfaat ve zihniyetimize uyan bir yoldur. Bu yol haricinde bir teklif karşısında kalmamak içindir ki, emniyet prensibine ve onun vasıtalarına çok ehemmiyet veriyoruz. Beynelmilel sulh havasının mahfuziyeti için Türkiye Cumhuriyeti iktidarı dâhilinde herhangi bir hizmetten geri kalmıyacaktır.” 21 Yeni Türkiye kendi millî menfaatlerinin de gerektirdiği gibi, Lozan’dan sonra barış idealini samimî ve dürüstçe savunmuştur. Ancak çok gerçekçi bir açıdan politik olayları değerlendiren Atatürk, gerek dış politikada barışı sağlamada ve gerekse iç politikada vatandaşa huzur sağlayacak bir düzenin konulmasında, güçlü bir orduyu vazife ve hizmette bulundurmanın en doğru yol olduğunu görmüştür. Atatürk, 1 Kasım 1928’de, T.B.M.M.’i açarken, dış politika ile ilgili olarak şu hususları açıklamıştır. “Efendiler, Haricî siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin emniyetine ve inkişafının masuniyetine dikkat, şiarı hareketimize kılavuz olmaktadır. Esaslı ıslahat ve inkişafat içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir keyfiyet olamaz. Bu samimî arzudan mülhem olan haricî siyasetimizde memleketin masuniyetini, emniyetini, vatandaşların haklarını herhangi bir tecavüze karşı bizzat müdafaa edebilmek kudreti de bilhassa gözde tuttuğumuz noktadır. Kara ve deniz ve hava ordularımızı bu memlekette sulhu ve emniyeti masun bulunduracak bir kuvvette muhafazaya bunun için çok ehemmiyet veriyoruz. Cumhuriyet hükümeti, milletler arasında emniyet misâkları akdi için hususî bir gayret göstermektedir. Bize teklif olunan Kollog misâkına iltihak için de aynı samimiyetle muvafakatimizi bildirdik.” 22 Atatürk’e göre, “beynelmilel siyasî emniyetin inkişafı için, ilk ve en mühim şart, milletlerin hiç olmazsa sulhu muhafaza fikrinde, samimî olarak birleşmesidir.”23 Atatürk, milletlerarası barışın temel şartını milletlerarası anlayışta ve zihniyette görmektedir. Devletlerin sulhu muhafaza fikrinde samimî olarak birleşmesi ile barışın korunacağına kanidirler. 1932 yılında yapılan bu konuşma, Atatürk’ün barışın geleceği bakımından birtakım tereddütleri 141 olduğunu belirtmektedir. Bu tereddütler, 1934 yılı Meclisi açış konuşmasında daha açıkça ortaya konmuştur: “Uluslararası siyasa acunu, geçen yıl içinde korunma kaygısına düştü; bu yüzden bütün ülkelerde silahlanmaya hız verildi. Cumhuriyet hükümeti de, bundan dolayı, bir yandan, ulusal koruma gücünü pekiştirmeye çalışırken bir yandan da barışın sarsılmaması için, ulusların birlikte çalışmasına umut veren yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememiştir.” 24 Atatürk, 9 Mayıs 1935’de ise CHP Dördüncü Büyük Kurultayını açarken, “Cumhuriyetin dış siyasada özenle güttüğü amaç, arsıulusal barışı korumak ve güven içinde yaşamaktır” 25 demiştir. Lozan Barışından sonra, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin özellikle “yurtta sulh” ilkesi büyük gelişmeler göstermiş, Türk insanını mutlu etmenin, güven altında tutmanın yolları araştırılmıştır. Bu mutlu gelişmeleri, Atatürk 1 Kasım 1937’de TBMM’de, Meclisi açış konuşmasında şöyle dile getirmiştir: “Memnuniyetle görmekteyiz ki Cumhuriyet rejimi, yurdumuzda huzur ve sükûnun en iyi yerleşmesini temin etmiş bulunuyor. Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, cumhuriyet kanunlarının eşit şartları altında kendileri için hazırlanan hürriyet, refah ve saadet imkânlarından azamî istifade etmektedirler. Milletimizin lâyık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeğe yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım.” 26 Atatürk, aynı gün, aynı konuşma içersinde, yurt içinde güvenliğe de çok geniş yer verildiğini dile getirmiştir: “Bilindiği gibi, biz yurt emniyeti içinde fertlerin emniyetini de, lâyık olduğu derecede göz önünde tutarız. Bu emniyet, Türk Cumhuriyeti kanunlarının, Türk hâkimlerinin teminatı altında, en ileri şekilde mevcuttur.”27 Atatürk, 1937 yılında yaptığı konuşmada dış politika açısından, Türkiye’nin milletlerarası barışa katkısını ortaya koymaya çalışmıştır: “Cumhuriyet Hükümetinin, komşularıyla ve diğer büyük, münasebetlerinde, ahenkli bir istikrar ve inkişaf göze çarpmaktadır. küçük devletlerle olan Sulh yolunda nereden bir hitap geliyorsa, Türkiye onu, tehalükle karşıladı ve yardımlarını esirgemedi.” 28 Keza aynı konuşmasında, milletlerarası barış ve güvenliği sağlamakla görevli Milletler Cemiyetine de atıf yaparak, sulh idealine yardımcı olmayı amaç edinmiştir: 142 “Milletler Cemiyetinin geçirmekte olduğu çetin safhalarda, Cumhuriyet Hükümeti, bu arsıulusal kuruma olan bağlılığını her sahada göstermek suretiyle, sulh idealine en uygun yoldan ayrılmamıştır.” 29 Türkiye, milletlerarası uyuşmazlıklarını barışçı yollarla çözümlemeye çalışmakla, kuvvete ve kuvvet tehdidine müracaat etmemekle barışa hizmet etmiştir. En önemli iki uyuşmazlık, Hatay Dâvası ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi ilgili devletlerin karşılıklı rızaları ile çözümlenmiş, Türkiye milletlerarası hukuk kurallarına saygılı olmuştur. Lozan’da düzenlenen Boğazlar Sözleşmesinin yetersizliği, yeniden bir düzenlemeyi gerekli kılmış, ilgili devletlerin uygun bulmaları ile Montreux’de toplanan konferans 20 Temmuz 1936’da Montreux Boğazlar Sözleşmesini kabul etmişti. Konferansın gerek açılışında ve gerekse kapanışı sırasında konferansa katılan devletlerin delegeleri, Türkiye’nin barışçı tutumu ile Boğazlar Sözleşmesini, tarafların karşılıklı rızaları ile değiştirmek için çabasını dile getirmiş ve övülmüştür. Bu konuşmalar içerisinde en enteresan olanlardan biri de, konferansın başkan yardımcısı, Devletler Hukuku Profesörü Yunanlı temsilci Politis’in sözleridir: “Dostlar, kavgaya atıldığında, onlara başarı dilenir; onların yanı başında, davranışlarını, eylemlerini kolaylaştıracak ve olanak ölçüsünde kendi gücünü onların gücüne katarak, işi iyi yola yöneltmeğe çalışılır. Benim gözümde yıllardan beri ülkeme sarsılmaz dostluk bağlarıyla bağlı bulunan Türkiye’den daha çok böyle bir yardımı hak etmiş ülke olamazdı. Bu başarıdan sonra, Türkiye, buradan, dünya gözünde moral açıdan daha da yücelmiş olarak, uluslararası haklılığın sancaktarı, uluslar arasında uzlaşmanın koruyucusu ve barışın düzenlenmesinin savunucusu olarak çıkmaktadır. Türkiye’yi dünyanın gözünde yücelten her şey, dostları için bir kazançtır; işte bana burada elimden geldiğince çalışma gücünü veren, açıkça söylemek isterim ki, bu duygu olmuştur; çünkü, Türkiye’nin kazancı, dolaylı olarak benim ülkemin de kazancıdır.” 30 Montreux Boğazlar Konferansında Türkiye’nin örnek alınacak barışçı tutumu, birçok delegeler tarafından parlak sözlerle dile getirilmiştir. Dileğim, savaşı değil, barışı arayan ve onda insanlığın mutluluğunu bulan ve Türkiye gibi barışı savunan bir ülkeye dost gözü ile bakan, değerli bilgin ve diplomat Politis gibi devlet adamlarının ülkelerini yöneltmeleri ve insanlığın yararına olan barışa hizmet etmeleridir. Montreux Boğazlar Konferansının açılışında Türkiye’nin temsilcisi Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın, Boğazlarla ilgili tasarımız hakkındaki konuşması, barışçı Türkiye’nin dünya barışına hizmete ne ölçüde hazır olduğunu da göstermektedir: “İnanıyorum ki, Kemalist Türkiye’nin politikası, gerçekçi düzeyde bir barış ve iyi geçim politikası sayılmak için kanıtlarını yeterince ortaya koymuştur. Tasarımız, işbirliği yolunda beslediğimiz içten isteğimizi bir kez daha görebilmemizi sağlayacaktır.”31 Barışçı Türkiye, “yurtta sulh, cihanda sulhu”, sadece bir ilke olarak değil, bir politik düstur olarak uygulamakta, onda insanlığın mutluluğunu da aramaktadır. Atatürk’ün dile getirdiği gibi sulh, millet hayatında ve milletlerarası ilişkilerde, ayrı bir dikkat ve itina ister. 143 “Sulh, milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu mefhum bir defa ele geçirilince daimî bir ihtimam ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.” 32 SONUÇ İnceleme konumuz olan “Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh” hakkında yapmış olduğumuz açıklamaların ışığı altında bir sonuca varmamız gerekmektedir. 1 - Sulh, bugün milletlerarası hayatın kaçınılmaz bir düzenidir. Yurtta Sulh ile Cihanda Sulhu birbirinden ayırmak, bu iki sosyal düzeni birbirinden koparmak demektir. Sulh bir bütündür, parçalanamaz, bölünemez. İçerde barışı sağlayan ülkenin dışardaki politikası başarı ile sonuçlanır. Millî hayat ile milletlerarası hayatın karşılıklı etkileri barışı bir bütün olarak değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Devletin kendi ülkesindeki düşmanlığın kaldırılması ile, düzen ve güvenlik hâkim olmakta, bir tek kelime ile ülkede barış sağlanmaktadır. Ülkede barışın sağlanması ise, medeniyetle birlikte gelişmektedir. Barış, hukuk düzenini, haklılığı ve adaleti gerekli kılar. Barış, kuvvete ve kuvvet tehdidine başvurmayı değil, kanunî ve meşru yollara müracaatı öngörür. Andre de Maday’a göre, “bugün mahkûm ettiğimiz harp geçmişte gerekli bir kuram idi, bunu insan aklı icat etti. Bugün aynı insan aklı harbin yerine barışı ikame edecektir.” 33 Sulh bugün insan hayatı için gereklidir. Huzurlu ve rahat yaşamanın yolu ise ancak barıştır. 2- “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesini devletler arasında münasebetlerde kılavuz yapan inkılâp Türkiyesi kadar Devletler Hukukuna, hem inanı, hem de hareketi ile bağlı bulunan ve ona samimî olarak riayet eden başka bir devlet yoktur. Türkiye millî menfaatinin gerçek ve sağlam dayanaklarını, ancak insanlığın umumî menfaatinin sağlanmasında görmektedir. Atatürk inkılâbının umumî hedef ve manası, hem içerde, hem dışarda hukuk düzeninin kurulmasına çalışmak ve yardım etmektir.” 34 Prof. Mesut Alsan’ın haklı olarak dile getirdiği bu sözler, bir bilimsel değerlendirmenin tabiî bir sonucudur. Aynı görüş ve değerlendirme, ünlü Ord. Prof. Dr. Alexander Rustow tarafından, “Harbin Sosyolojik Mahiyeti” adlı incelemesinde de yapılmaktadır. Aynı yazar, 1939 yılında yazdığı incelemesinde, harbin kaldırılması ve insanlığın birliğinin kurulması için henüz şartların gerçekleşmediğini belirterek, harbin her an tehlike teşkil ettiğini dile getirmektedir. Ancak dünya sulhu için nelerin yapılabileceği de bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Ünlü bilgin, her ne pahasına olursa olsun sulhun korunması için ortaya koyacağı tehlikeye de değinerek bu yolla sulha hizmet edilemeyeceğini açıklamaktadır. Bu durum, A. Rustow’a göre, kendi zayıflığımız yüzünden harbi, başkaları için kolay ve tehlikesiz bir hale getirir, demektedir35. Ünlü hoca A. Rustow, bu açıklamalardan sonra, Türk milletinin tarihî mücadelesine değinmektedir: 144 “Bir millet, hak ve istiklâli uğruna hayatını feda etmeğe hazır bulunarak, aynı zamanda hakkını sulhperver vasıtalarla, makul anlaşmalar, mertçe müzakereler yoluyla ve aktedilmiş muahedeler ve deruhte edilmiş mükellefiyetler çerçevesinden dışarı çıkmamak suretiyle korumakla, sulha en iyi hizmet etmiş olur. Türkiye’den başka, dış siyaseti bütün bu ideallerin tahakkuku ve telifi hususunda yüksek mikyasta bir örnek teşkil eden bir memleket yoktur. Yeni Türkiye, kendisini hiç de kolay bir vaziyette bulmamıştı. Haksız muahedelerle mahrum edildiği birçok haklarını geri isteyecekti. O, bu haklardan hiçbirisini feda etmedi. Ancak, sulhu muhafaza, akit sadakatine hürmet ve Devletler Hukuku bakımından mutlak olan meşruiyete riayet etmek suretiyle bu hakların hepsini geri almanın yollarını bildi. Bu başarıdan hakikî bir gurur duyması onun hakkıdır. Ve bu başarı karşısında, yeni Türkiye’ye, dirayetle ve mesuliyeti müdrik olarak harbe hazırlıklı bulunmak yolunda, bundan sonra da şerefli ve muvaffakiyetli bir sulh nasip olması dileğini candan dileriz.” 36 3- Türkiye’nin barış politikası izlemesi, “Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh” parolası ile bunu değerlendirmesi, kendi millî çıkarlarının sonucudur. Türkiye’nin Millî Mücadele’nin başında esas hedefi, daha önce de belirtildiği üzere, ülkenin düşman işgalinden kurtarılması, millî bağımsızlığa kavuşması ve Millî Misâk’ın öngördüğü hedeflerin gerçekleştirilmesi idi. Lozan’da sağlanan basan, Türkiye’yi barış politikası izlemeye yöneltmiştir, yöneltmiştir. Z.M. Alsan’a göre, “Lozan Antlaşması, galip ve mağlup diye iki zümreye ayrılmış devletler arasında değil, haklarını ve menfaatlerini savunma hususunda aynı hak ve yetkileri haiz taraflar arasında aktedilmiş olduğu için, her taraf için faydalı bir barış kurmuş ve dünya çapındaki sarsıntılara rağmen, feyizli varlığını muhafaza etmiştir. Boğazlar meselesi, Hatay meselesi gibi, enternasyonal hayatın yeni şart ve zaruretlerine göre değişmesi gereken durumlar da, yine barış içinde ve tarafların rızaları ile mümkün olmuştur. Bunda İnkılâp Türkiyesinin “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” umdesinin ve insanlık ideallerinin ve hususî menfaatlerinin, ancak umumî menfaatlere saygı göstermekle sağlanabileceği yolundaki kanaatin büyük rol oynadığına şüphe yoktur.” 37 Yurtta Sulh, Cihanda Sulh, Türkiye’ye barış getirdiği gibi ülkede huzur ve güvenliğin sağlanmasına da imkân vermiştir. Bu politika, millî menfaatlerimizle insanlık menfaatini birleştirmiştir. 4- Türkiye’nin barış politikası, hayalî ve nazari değil, gerçekçi, uygulamada başarı sağlayan ve sağlam temellere dayanan bir politikadır. Atatürk, uluslararası kuruluşların dünya barışını sağlamada güçsüzlüğünü görerek, barışın sağlanmasında millî kaynaklara, milletin kendi kuvvetine güvenmesinin gereğini ifade etmiştir. Millî siyasetin tarifinde de açıklandığı gibi kendi kuvvetine güvenmek ordunun vazife ve hizmete hazır olmasını ifade eder. Atatürk’ün bir konuşmasında da bu durum açıkça İfade edilmektedir: 145 “Vatanın ve rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp en geniş ve hakikî manasıyla bir sulh âmili ve bir eğitim ve öğretim ocağı olan yenilmez ordumuzun geçen sene de işaret ve izah ettiğim gibi son sistem silâh ve motorlu vasıtalarla cihazlandırılması yolundaki çalışmalara hız verilmiştir.”38 Atatürk’ün bu gerçekçi görüşü, milletlerarası barışın garantisini, milletlerarası teşekküllerin müeyyidesinde arayan görüşlerin yetersizliğinde olduğu gibi, meşru müdafaa harplerinin de etkili olmasında aramalıdır. Ayrıca güçlü orduya, 1950 Kore örneğinde olduğu gibi, mütecavize karşı, milletlerarası müeyyidelerin uygulanmasında başarı sağlamak için de gerek vardır. Atatürk, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, ilkesinin gereğini, millî ordu ve millî güce güvenmekle, hem daha gerçekçi, hem de daha sağlam ve emin bir politikanın izleyicisi olmuştur. Nitekim aynı değerlendirme A. Rustow’un daha önce değindiğimiz sözlerinde de yer almaktadır. Ünlü Profesör, sonuç olarak, Türkiye’nin bundan sonra da, harbe hazırlıklı olarak şerefli ve başarılı bir sulh yolunda hizmetler yapacağını candan dilediğini ifade etmektedir. 1 Andre de Maday, Sociologie de la Paix, Introduction â la Philosophie du droit international, Paris, 1913, s. 1-9. 2 Charles Rousseau, Droit International Public, Paris, 1953, s. 537 ve devamı. Louis Delbez, Les Principes generaux du Droit International Public, 3. bası, Paris, 1964, s. 509 ve devamı. 3 Alexander Rustow, Harbin Sosyolojik Mahiyeti, Profesör Cemil Bilsel’e Armağan, İst, 1939, s. 521. 4 Zeki Mesut Alsan, Devletler Hukukunda Yeni Gelişmeler, Ankara, 1948, s, 206-207. 5 Zeki Mesut Alsan, Devletler Hukukunda Yeni Gelişmeler, Ankara, 1948, s. 116. 6 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara 1966, s. 123. Metnin bugünkü dile aktarılmış şekli için bk. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 3. Baskı, Ankara, 1984, s. 313. 7 Enver Ziya Karal, a.g.e., s. 123. Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 313. 8 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 59. 9 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 323. 10 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 327-328. 11 Mehmet Gönlübol, Atatürk’ün Dış Politikası; Amaçlar ve ilkeler, Atatürk Yolu, 1981, s. 269. 12 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C. IV, (1917-1938), s. 549-552. 13 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV, (1917-1938), s. 560. 14 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 78. 15 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 180-181. 146 16 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 181. 17 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 229. 18 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 274. 19 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 290-291. 20 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 319. 21 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 347. 22 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 342-343. 23 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 357. 24 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 364. 25 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 367. 26 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 377. 27 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 378. 28 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 388. 29 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 388. 30 Montreux Boğazlar Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, (Çevirenler: Seha L. Meray, Osman Olcay), Ankara, 1976, s. 272. 31 Montreux Boğazlar Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, (Çevirenler: Seha L. Meray ve Osman Olcay), Ankara, 1976, s. 25. 32 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 396.33 Andre de Maday, Sociologie de la Paix, Önsöz, s. VIII. 34 Zeki Mesut Alsan, Devletler Hukukunda Yeni Gelişmeler, önsöz, s. VII-VIII. 35 Alexander Rustow, Harbin Sosyolojik Mahiyeti, s. 521. 36 Alexander Rustow, a.g.e., s. 521-522. 37 Zeki Mesut Alsan, a.g.e., s. 209-210. 38 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 395. Prof. Dr. Hamza Eroğlu Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985 147 ATATÜRK ve BARIŞ 1.Bölüm UNESCO Genel Konferansı’nın Atatürk’ün 100. Doğum Yıldönümü dolayısıyla 27 Kasım 1978’de kabul ettiği karar suretinde, Atatürk’ün “Dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek oluşturduğunu ve eylemlerinin her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden” gerçekleştiğini beyan etmesi çok yerinde olmuştur. Zira Atatürk sadece büyük ve muzaffer bir komutan değil, çok başarılı bir barışçı politikanın izleyicisi de olan büyük bir devlet adamıdır. Diğer tarafta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1986 yılım (Dünya Barış Yılı) olarak ilân ettiğini görüyoruz. Atatürkçülüğü karakterize eden ilkelerden birisi de : “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”tur. Zira O, Türk ulusuna ana hedef olarak gösterdiği “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma”nın ön koşulunu yurtta ve cihanda barışta görmüştür. Çünkü O, çok iyi biliyordu ki, Osmanlı împaratorluğu’nda, daha Selim III ve Mahmut II dönemlerinden beri yapılması düşünülen yeniden düzenlemeler; iç çekişmeler, isyanlar, sokak kavgaları gibi olaylarla başarıya ulaşamamıştı. Atatürk’ün “Cihanda Sulh”u da içeren ilkeyi, 1931 yılında, Avrupa’da dünya barışının açık seçik olarak tehlikeye girdiği bir dönemde ortaya attığını görüyoruz. Milletçe, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı amaçlayan Atatürk, bozulacak bir dünya barışının Türkiye’nin modernleşme ve çağdaşlaşma atılımında yapabileceği olumsuz etkileri biliyor, Türk ulusunun kısa zamanda eksikliklerini tamamlayabilmesi için dünya barışının devamında zaruret görüyordu. Ayrıca dünyanın en hassas ve kritik yerinde bulunan Türkiye’nin, dünya ölçüsünde çıkabilecek bir çatışmaya her zaman kolaylıkla karıştırılabileceği ortadaydı. Bu nedenle Atatürk, ulusal mücadelenin başından itibaren dünya barışının oluşumuna katkıda bulunacak bir politikayı izlemiştir. Dış politikada da bir gerçekçi ve pragmatist olan Atatürk ulusal mücadelenin başında Türk dış politikasının temel ilkeleri olarak ulusal bir devlet kurmak ve uluslararası gerçeklerin gerektirdiği bir dış politika izlemek ilkelerini benimsemiştir. Türkiye’nin jeopolitik durumu, büyük ve güçlü devletlerin yayılma ve ulusal çıkarlarına giden yollar üzerinde bulunduğuna göre, dış politikamızın uluslararasındaki ilişkilerin gelişmesine göre ayarlanması zorunlu idi. 148 Atatürk’ün, dünya barışma verdiği önemi birçok konuşmalarında vurguladığını görüyoruz. Nitekim 1 Kasım 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “Karşılıklı güven ve esenlik, bütün dünya uluslarının üzerinde titremesi gereken bir mutluluk ilkesidir. Ancak bu ilke bütün uluslar için gerçekleşmedikçe genel bir barışma sağlamaktan çok, sömürülmek istenen bir takım uluslara karşı bir takım güçlü ulusların yeni davranış ve ayrıcalıklar kazanmasını sağlamak niteliğinde görülse yeridir. Hele uluslararası silah alışverişinin bir takım ulusların denetimi altında tutulmasını sağlayacak tedbirlerin alınması bu kuşkuyu artırmaktadır”. Atatürk bir diğer konuşmada da, “Barış ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. Memleketimizi hergün daha çok kuvvetlendirmek, her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır” demiştir. Barışı seven ve onu sonuna kadar muhafaza etmek isteyen Atatürk, ne pahasına olursa olsun bir barıştan da yana değildir. Nitekim 1923’te yaptığı bir konuşmada “Behemehal şu veya bu sebeple milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim, Harp zarurî ve hayatî olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur : Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım, “öldüreceğiz" diyenlere karşı “ölmeyeceğiz” diye savaşa girmeliyiz. 1928’de bu konuda şöyle demiştir : “Esaslı ıslahat ve gelişme içinde bulunan bir memleketin, hem kendisine hem çevresine barış ve huzuru cidden arzu etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir keyfiyet olmaz. Bu samimi arzudan esinlenen dış politikamızda memleketin dokunulmazlığını, güvenliğini, vatandaşların haklarını herhangi bir tecavüze karşı bizzat savunabilmek kudreti de özellikle gözde tuttuğumuz bir noktadır”. Atatürk, uyuşmazlıkları barışçı yollarla çözümden yanadır. I92g’da şöyle der : “Uluslararası herhangi bir problemimizi barış vasıtaları ile halletmeyi aramak bizim menfaat ve düşüncemize uyan bir yoldur. Bu yol dışında bir teklif karşısında kalmamak içindir ki güvenlik prensibine ve onun araçlarına önem veriyoruz”. 1931’de; "Türkiye’nin güvenliğini amaç tutan, hiç bir ulusun aleyhine olmayan bir barış istikameti bizim düsturumuz olacaktır" demiştir. Bu dış politika, Türkiye’nin itibarını dış dünyada arttırmış ve 1932’de Milletler Cemiyeti’ne girmesine vesile olmuştur. 2.Bölüm Atatürk iç barışı sağladıktan sonra komşulardan başlayarak, dost ve müttefik sağlamaya girişmiş, 1930 larda Avrupa’daki huzursuzluğu çok iyi gören lider, Amerikalı gazeteci bayan Gladys Baker ve General Mac Arthur ile görüşmelerinde bu huzursuzlukları ve bunların nereye varacağını, dünyanın başına neler getirebileceğini belirterek, dünyayı idare edenleri uyarmak istemiştir. Türkiye’ye yakın bölgelerin güvenliği için, 1934’de Balkan Antantı ile 1937’de Sadabat Paktı’nı da oluşturduğunu biliyoruz. Büyük bir asker olan Atatürk savaş değil, barış adamıdır. İzmir’in 9 Eylül 1922’de düşman işgalinden kurtulmasından sonra 26 Eylül 1922’de “Daily Mail” gazetesinin İzmir’deki muhabirine verdiği demeçte; “Ben gerçek biçimde barış isterim. Son taarruzu yapmağa isteğim yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu’dan kovmak için başka çıkar yol bulamadım. Zaferde gösterdiğimiz ölçülük, Yunanlıların yıkıcılıkları ile çelişmektedir, İngiliz milletinin de artık Türkiye ile ticaret ve dostluk ilişkilerine gireceğine güveniyorum”. Nitekim ilk fırsatta hem Yunanlılar, hem İngilizlerle dostluk ve hatta ittifak ilişkilerinin kurulduğunu biliyoruz. 149 Atatürk 1935’te, dünyada milletler bir apartmanın sakinleri gibi kabul edilir. Eğer bir apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkân yoktur, demiştir. Atatürk’ün dünya barışma ilgisini ortaya koyan bir diğer beyanı 17 Mart 1937 tarihinde Romanya Dışişleri Bakanı Victor Antonesco’nun Ankara’yı ziyareti dolayısı ile söylediği şu sözlerdir : “En uzakta sandığımız bir olayın bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanoğlunun hepsini bir gövde ve bir ulusu bunun organı saymak gerekir. Bir gövdenin parmağının ucundaki acıdan öteki bütün organlar etkilenir... Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu ilkeden şaşmamak gerekir, işte bu düşünüş, insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarır”. Uzak görüşlü devlet adamı Atatürk’ün, 28 Eylül 1932 günü kendisini ziyarete gelen General Mac Arthur’a Dolmabahçe Sarayı’nda söylediği ve daha sonra Generalin anılarında yayınlanan sözleri kehanet derecesine ulaşan derin bir sezinin ürünüdür: “... Bence dün olduğu kadar yarın da Avrupa’nın kaderi Almanya’nın alacağı duruma bağlı bulunacaktır. Olağanüstü bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî akıma kendini kaptırdı mı ergeç Versay Andlaşması’nın kaldırılmasına kalkışacaktır”. Atatürk aynı konuşmada İtalya için de şöyle konuşmuştur: “... Korkarım ki İtalya’nın bugünkü önderi (Mussolini), Sezar rolünü oynamak hevesinden kendini kurtaramayacak ve İtalya’nın askerî bir kuvvet yaratmaktan henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir.” Atatürk, Amerika’nın geçen savaşta olduğu gibi bu savaşta da tarafsız kalamayacağım ve Almanya’nın ancak Amerika dolayısıyla yenileceğini söylemiş ve sözlerine şunları eklemiştir: “Avrupa Devlet adamları başlıca anlaşmazlık konusu olan önemli siyasî sorunları her türlü millî bencillikten uzak ve yalnız genel yarara uygun olarak son bir çaba ve tam bir iyi niyetle ele almazlarsa korkarım ki felaketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi, İngiltere, Fransa, Almanya arasındaki anlaşmazlıklar sorunu olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün medeniyeti ve hatta beşeriyeti tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve manevî olanaklarım tüm olarak dünya ihtilali amacı uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen yepyeni siyasî yöntemler uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile en iyi olarak yararlanmasını bilmektedir. Avrupa’da olacak bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu ülke ile en çok savaşmış olan biz Türkler, oradaki olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığı ile görüyoruz. Uyanan doğu milletlerinin zihniyetlerini istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri depreştirmesini bilen Bolşevikler yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır.” Daha sonra anlaşılmıştır ki eğer bütün dünya ve özellikle A.B.D. ve Britanya yöneticileri, Atatürk’ün görüşünü anlayabilse idi, insanlık, İkinci Dünya Savaşı ve sonraki ıstıraplı gelişmelerin çoğunu yaşamazdı. 150 3.Bölüm 12 Eylül 1980 öncesi en sık sorulan sorulardan birisi de “Atatürkçü dış politika ile Paktların bağdaşıp bağdaşamadığı ve bunların Atatürk’ün “Bağımsızlık” ilkesi ile nasıl telif edileceği” hususu olmuştur. Çok defa kamuoyunda yapılan maksatlı ve sürekli propaganda ve telkinlerden kaynaklanan, bazen de gerçekten sadece öğrenme merakına dayanan bu tür sorulara verdiğim cevapları şöyle özetlemek mümkündür: Bağımsızlık, hiçbir devletin ulusal çıkarlarının gerektirdiği antlaşmaları yapmak hakkından vazgeçmesi anlamına alınamaz. Bilakis bağımsızlık, bağımsız devlet iradesine dayanarak, bir millet ve devletin çıkarlarının gerektirdiği her türlü ilişkilere girmesi anlamını taşır, önemli olan bu girişimlerin, dışardan yapılan zorlamalarla değil, ulusal otoriteye dayanarak yapılması ve ulusal çıkarların gerektirdiği ölçüde ve sürece sürdürülmesi ve yine sadece devletin serbest iradesine dayanarak bu ilişkiye gerekiyorsa son verilmesidir. Atatürk döneminde ve bizzat Atatürk’ün girişimi ile, Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan andlaşmalara karşı beliren revizyonist akımlara karşı Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında bu ülkelerin sınırlarını karşılıklı olarak garanti altına alan Balkan Antantı’nın, 9 Şubat 1934’te kurulduğunu bilmiyor muyuz? Bunun gibi İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ile Doğu Akdenizde ve önanayasa’da ortaya çıkan Mussolini’nin yayılmacı politikasına karşı, yine Atatürk’ün önayak olması ile 8 Temmuz i937’te, Tahran’da Sabadat Sarayı’nda Türkiye-İran-Afganistan ve Irak arasında “Sadabat Paktı” olarak bilinen andlaşmanın imzalandığı hâlâ hatırlardadır. Böylece Atatürk Türkiye’si, Balkan Antantı ve Sadabat Paktı ile Batı’da ve Doğu’da birer güvenlik sistemi kurmak ve kendisi için önemli olan bu iki bölgede beliren tehlikeli ve yayılmacı eğilimleri durdurmak istemiştir. 4.Bölüm Atatürk’ün gerek Büyük Nutkunda, gerekse çeşitli zaman ve yerlerde yaptığı konuşmalarda ve verdiği demeçlerde, askerî görüş ve ilkelerini açıkladığını biliyoruz. Büyük Komutan harbi ve savaşmayı zarurî ve hayatî olmadıkça uygun kabul etmemiştir. O ancak öldürmek isteyenlere karşı ölmemek, özgürlük ve bağımsızlığını korumak için harbi kaçınılmaz kabul ederdi. Daha 1919’da “Ulusun bağımsızlığı tehlikeye girdiği zaman, ulus ordularını kendi toplar ve yalnız bir hareket tarzı kabul eder. O da kurtuluş uğrunda sonuna kadar kanını dökmek”tir demiştir. “Kurtuluş için, bağımsızlık için düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur” diyen Atatürk, savaş sebebi konusunda da şunları söylemiştir: “Şu veya bu sebepler için, ulusu harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Ulusumuzu harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım.” “Öldüreceğiz” diyenlere karşı “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Fakat ulusun hayatı tehlikeye girmeyince harp bir cinayettir.” Atatürk, 30 Ağustos 1924’de Büyük Zaferin Üçüncü Yıldönümünde Dumlupınar’da yaptığı konuşmada savaşı şöyle tanımlamıştır: “Harp, muharebe, hele meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir, ulusların çarpışmasıdır. Ulusların bütün varlıkları ile, bilim ve teknik alandaki seviyeleri ile, başarıları ile, ahlakları ile, kültürleri ile, faziletleri ile kısacası göz ile görülür bütün güçleri ve varlıkları ile, her türlü araçları ve olanakları ile çarpıştığı bir sınav alanıdır. Bu 151 alanda çarpışan ulusların gerçek güçleri ve değerleri ölçülecek demektir. Sonuç yalnız göze görünür güçlerin değil, bütün güçlerin özellikle ahlaktan ve kültürden gelen güçlerin üstünlüğünü ortaya koyar. Bu nedenledir ki meydan muharebesinde yenilen taraf ulusça ve ülkece bütün güçlerince ve varlıklarınca yenilmiş, alt edilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne korkunç olabileceğini kestirebilirsiniz. Dağılıp çökme yalnız savaş içindeki orduda kalmaz. Asıl o orduyu çıkaran ulus bu korkunç sonuca uğramış olur. Tarih başlarındaki Haçlılarla hırsını yenemeyen politikacılar elinde bir takım boş ve yersiz isteklere oyuncak olmuş istilacı ulusların, istilacı orduların uğradığı bu tür korkunç sonuçlarla dopdoludur”. İkinci Dünya Savaşı’nda dünya askerî litaratüründe ortaya çıkıp işlenen “topyekün savaş” kavramını Atatürk’ün çok daha önceleri Ekim 1927’de okuduğu “Büyük Nutuk”ta şu şekilde tanımladığını görüyoruz: “Bilirsiniz ki harp ve muharebe demek iki ulusun yalnız iki ordusunun değil, iki ulusun bütün mevcutları ile ve bütün maddî ve manevî güçleri ile karşı karşıya gelmesi ve birbirleri ile vuruşması demektir. Bu nedenle bütün Türk ulusunu cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Ulus fertleri, yalnız, düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes silahla vuruşan muharip gibi, kendini görevli duyarak bütün varlıklarını mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte yavaş davranan ve görmezlikten gelen uluslar, harp ve muharebeyi ciddiye almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.” Atatürk 17 Şubat 1923’de İzmir iktisat Kongresi’ni açarken ise şöyle demiştir: “Ulus tüfeksiz, topsuz, araçsız, parasız işe başlayıp dünyanın en güçlü ordularından birini kurabilmiş ve bu ordu daha kuruluş halindeyken Birinci İnönü, ikinci İnönü ve Sakarya Muharebelerini kazanmış ve sonunda kutsal yurdumuzu çiğneyen düşman ordularını, son erine kadar yok etmiştir.” 5.Bölüm Doğu ve güney komşularımız olan iki dost ve kardeş ülke İran ve Irak’ın birbirlerini sadece askerî yönden değil ekonomik bakımdan da tahribe yönelik savaş ile ilgili haberleri okuyup resimleri görenlerin büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk’ün barışseverliğini ve zarurî olmayan savaşları cinayet olarak niteleyen görüşünü hatırlamamalarına imkân yoktur. Mustafa Kemal’e göre ancak bir ulusun özgürlük ve bağımsızlığı tehlikeye düştüğü zaman silaha başvurulabilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Birinci kuruluş yıldönümü ile ilgili olarak 22 Nisan 1921 tarihli “Hakimiyet-i Milliye” gazetesinde çıkan bir mülakatında gazetecinin; “Paşa Hazretleri, Türk ulusu’nun bütün dünyaya gösterdiği bu temiz ve soylu direnme düşüncesi, yüksek kişiliğinizde önce nasıl doğdu?” sorusuna Mustafa Kemal’in verdiği cevap şudur : “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben ulusumun ve büyük atalarımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Çocukluğumdan bu güne kadar aile, özel ve resmî yaşamımın her dönemini yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinmektedir. Bence bir ulusta onurun, saygınlığın, namusun ve insanlığın varlığı ve kalıcı olabilmesi, kesinlikle o ulusun bağımsız ve özgürlüğüne sahip olması ile ayakta durur... Ben yaşayabilmek için kesinlikle bağımsız bir ülkenin ferdi olmalıyım.Bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. Ulus ve ülkenin çıkarları gerektirdiği zaman, insanlığı oluşturan uluslardan herbiri ile, uygarlık gereği olan dostluk ve politik ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla değerlendiririm. Ancak benim ulusumu esir etmek isteyen herhangi bir ulusun da, bu isteğinden vazgeçinceye kadar uzlaşmaz düşmanıyım”. 152 5 Ağustos 1921 ‘de kendisine Başkomutanlık verilmesini öngören kanun ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Efendiler, yoksul ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları, Tanrının yardımı ile kesin olarak yenilgiye uğratacağımıza dair güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu inancımı yüksek heyetinize karşı, tüm ulusa karşı ve tüm dünyaya karşı açıklarım”. Sakarya Meydan Savaşanın kazanılması üzerine de, 19 Eylül 1921’de Başkomutan Mustafa Kemal TBMM’de şunları söylüyor : “Haklarımızı sağlayıncaya kadar silâhımızı elden bırakamayız. Ancak bundan bizim aşırı savaş yanlısı olduğumuz sanılmasın. Böyle bir anlayış kadar büyük haksızlık olamaz. Biz tam tersine herkesle barış yapmak istiyoruz. Barış yolu ile haklarımızı almak için her yola baş vurduk... Biz döğüşçü değiliz, barışçıyız. Bir an önce barışın kurulmasını görmek ve ona yardım etmek isteriz... Yüce Heyetinizin başkanı olarak bildirmeliyim ki, biz savaş değil, barış istiyoruz. Bir an önce barışın kurulmasını görmek ve ona yardım etmek isteriz... Barış yapmaya hazırız... Eğer Yunan ordusunun bizi haklı olan davamızdan vazgeçireceği düşünülüyorsa imkansızdır”. Yine Atatürk 18 Nisan 1922’de T.B.M.M’de şöyle diyor : “Arkadaşlar, yüce meclisinizin, bilinen güçlükler içinde yaratmayı başardığı ordular, gerçekte Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak kendisinde bulunan yüksek insancıl ülkü bakımından, onlardan daha üstün nitelikte ve değerde bir çelik parçasıdır. T.B.M.M. hükümetinin ordusu, topraklar ele geçirmek, ya da devletler yıkmak, devlet kurmak için şunun bunun elinde ihtiras aracı olmaktan arınmıştır”. 30 Ağustos 1922’de Büyük Zafer’in kazanılması üzerine Mustafa Kemal İngiliz gazetesi “Daily Mail”in İzmir’deki muhabirine 26 Eylül i922Jde şu demeci verir: “Artık muharebenin sürdürülmesine neden kalmamıştır. Ben gerçek biçimde barış isterim. Son taarruzu yapmaya isteğim yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu’dan kovmak için başka çıkar yol bulamadım. .. Zaferde gösterdiğimiz ölçülülük, Yunanlıların yıkıcılıkları ile çelişmektedir. İngiliz ulusunun artık Türkiye ile ticaret ve dostluk ilişkilerine gireceğine güveniyorum”. 4 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şunları söylüyor: “... Geçen yıl Ağustosun beşinci günü, kürsüden, beni Başkomutan atamış olduğunuz zaman teşekkürlerimi sunarken demiştim ki: “Ülkemizi çiğnemek üzere ülkemize giren Yunan ordusunu kutsal ocağımızda boğacağız” Bu sözümde yanılmamış olduğumu olaylar kanıtladı sanırım. Gerçekten Yunan ordusu kutsal toprağımızda tümü ile boğulmuştur... Arkadaşlar ulusumuz tek bir adam gibi gösterdiği sarsılmaz birlik ve çaba ile bu başarıyı kazanmıştır. Ulusumuzun barış işlerinde de, barıştan sonraki işlerde de, aynı yardım ve çaba ve birliği göstererek, bu zaferi tamamlayacağına kuşkum yoktur. Bu zafer bize bir imkan veriyor biz bu imkanı ülkemizin, ulusumuzun aydın, mutlu ve müreffeh geleceği için kullanacağız”. Nihayet Mustafa Kemal 1 Kasım 1930’da T.B.M.M’yi açarken şunları söylüyor: Dış politikamızda barış ve iyi ilişkiler amacı içtenlikle izlenmektedir. Umarım ki uluslararası ilişkilerde, dostluklara gerçekten bağlı olan ve hiç bir ulusun karşısında bulunmayan açık ve sağlıklı tutumumuz gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Prof. Dr. İsmet Giritli * *Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 6, Cilt: II, Temmuz 1986 153 ATATÜRK ve BARIŞ - 2 Uzun yıllar boyunca Osmanlı Devletinin cephelerde uğradığı acı yenilgilerin yakın tanığı olan ve bizzat kendisi de senelerce cephelerde savaşan Mustafa Kemal Atatürk, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletinin içte ve dışta barışçı bir politika izlemesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Çünkü bu uzun savaşlar, Türk milletinin refaha ve saadete kavuşmasına büyük bir darbe indirmiş; yurt toprakları işlenemediği, teknoloji ve sanayileşme sağlanamadığı gibi; yığınlar halinde Türk çocukları cephelerde harcanmıştır. Bu acı tabloyu Atatürk Nutuk’ta, geçmiş dönemlerde izlenmiş olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık politikalarını eleştirirken canlı bir biçimde ortaya koymuştur1. Çünkü bu politikalar, Türk milletinin gerçek mutluluğuna hizmet eden politikalar değildi. Atatürk’ün kendisinin vurguladığı gibi, hepsi birer hisse ve hayale dayanıyordu2. Oysa, kurulan yeni Türk devletinin en önemli ilkelerinden birisi olarak gördüğü ve yorumladığı “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini, yalnızca Türk Milleti’nin değil, diğer dünya milletlerinin de gerçek mutluluk ve refahı için mutlaka hakim kılınması gereken bir politika olarak görüyordu. Atatürk’e göre, insanlığın gerçek kurtuluşu barıştan geçmekteydi. Barış için yapılması gereken çok şeyler olmakla birlikte, tarihin acı bir gerçeği olarak, bunu sağlamanın ne denli güç olduğunun da farkındaydı. Türk Milleti, uzun yıllar başka milletlerle harp halinde yaşamıştı ve arka arkaya yapılan büyük yanlışlar onu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yok olmanın eşiğine getirmişti. Milletin mutluluk ve saadetinden çok, kendi kişisel mevkilerini düşünen ve hayallerini gerçekleştirmeye çalışan politikacılar, Türk milletinin maddî gücünü aşan politikalarla, çok geniş amaçlar uğruna Türk milletini idam sehpasının karşısına getirmişlerdi. Bu yanlış politikaların hepsi, millîlik vasfından uzak politikalardı; millî olmayan politikaların da, tarihin en eski milletlerinden birisi olan Türk milletinin gerçek hasletleri, amaçları ve beklentileri ile uyum içinde olması da mümkün değildi. Oysa, Atatürk’ün sahip olduğu felsefenin özünde, millî çıkarları aşan dış politikanın yeri yoktu. Büyük Nutuk’ta; “Millî siyaset dediğim zaman kasdettiğim anlam ve öz şudur: Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak…Genellikle milleti uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medenî dünyadan, medenî, insani ve karşılıklı dostluk beklemektir” diyordu3… Türk Kurtuluş Savaşı’nda Türk milleti, tam bağımsızlığını ve özgürlüğünü gerçekleştirmek, egemenliğine sahip çıkmak için savaşmak zorunda kalmıştı. Bütün 154 bunlara rağmen Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan ve Türk milletinin kaderini eline almış olan Büyük Millet Meclisi, savaş halinde olduğu batılı devletler nezdinde, Türk milletinin tam bağımsızlık ve kendi geleceğini kendisinin belirlemesi hakkından taviz vermeden, barış sağlanabilmesi için gerekli teşebbüslerde sürekli bulunmuştu. Mecliste kurulan hükümetler, batılı başkentlere gönderdiği temsilcileri aracılığıyla savaşı sona erdirmenin ve kalıcı bir barış ortamı yaratmanın zeminini araştırmıştır. Bu girişimlerde güdülen amaç, daha fazla kan dökmeden, Türk milletinin gasb edilmek istenen haklarını elde etmekti. Savaşa gerek kalmadan bu hakların kazanılması, en çok arzu edilen bir sonuç olacaktı. Ne var ki, Türk milletinin düşmanı olan devletler, tutum ve tavırlarıyla buna imkan vermiyorlardı; tarihsel kinleri ve insanlık dışı yaklaşımlarıyla, en aşağı yedi bin yıllık tarihi olan Türk milletini tarihten silmeye çalışıyorlardı. Lord Kürzon, bir entrika ve fesat kaynağı olarak gördüğü Türkleri Avrupa’dan sürüp atmaktan ve İstanbul ile Boğazlar’ın Cemiyet-i Akvam’a verilmesinden sözederken; Lloyd George, Perikles’ten sonra Yunanistan’ın yetiştirdiği en büyük devlet adamı olarak gördüğü Venizelos’un düşüncelerini, İngiliz politikalarıyla uzlaştırarak destekliyordu4. Fransa Başbakanı Clemenceau ise, Türkler’in Avrupa’dan atılmalarıyla da yetinmiyor, bütün Küçük Asya’daki varlıklarının silinmesini ve Ortaasya’ya sürülmelerini öngörüyordu. Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde, dünyanın ilk kapsamlı bağımsızlık ve özgürlük savaşına girişti. Batı ülkelerinin bütün askerî ve siyasî baskılarına büyük bir fedakarlıkla ve kahramanlıkla göğüs gerdi. Zamanla gerçek durumu, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerine göre daha erken kavrayan Fransa, Türkiye’nin haklı davasının özelliklerini anlayarak, eski düşüncelerini bir yana bıraktı. Türklerin onurlu bir yaşama hakkı ve barış istediğini anlamıştı. Sakarya Savaşı’ndaki Türk başarısından sonra Fransa adına Türkiye’ye gelen Franklin Bouillon Türkiye’nin barış esası üzerine yürüyen politikalarına olumlu karşılık vermiş ve bu devletle 20 Ekim 1921’de “Ankara İtilafnamesi” imzalanmıştı. Böylece; “Ankara İtilafnamesi güçlü bir düşmanın daha fazla kan dökülmeden safdışı kalmasını sağlamış oluyordu”5. Buna karşın öteki ülkelerin uzlaşma kabul etmez tutumları devam etmiş, Misak-ı Milli ilkelerini kendisi için bir yaşam nedeni sayan Türkiye’nin barışçı yaklaşımlarının önü tıkanmıştır. Bundan sonraki süreç, barış isteyen bir halkın, zorunlu olarak istiklâli için savaşması sürecidir. Bu sürecin başından buyana Atatürk, gerek Türkiye içindeki kimi söylevlerinde ve eylemlerinde ve gerekse diplomatlar aracılığıyla Batı hükümetlerine gönderdiği mesajlarda, Türk milletinin bağımsızlığı için yok olana kadar savaşacağını tam bir kararlılıkla belirtmekle birlikte, gerçek amacın barış ve barıştan doğacak refah ve saadet olduğunu vurgulamıştır. Milli Mücadele’nin daha başlangıcında, Büyük Millet Meclisinin açılışından bir gün sonra, 24 Nisan 1920’de, Meclisin gizli oturumunda, yayılmacılık esasına dayanan politikaları şiddetle red etmiştir. Atatürk “Hakikaten bütün gayemiz bu hudud-u milli dahilindeki milletimizin istirahatini, refahını ve bu hudud-u milli ile muayyen vatanımızın tamamiyetini masun bulundurmaktan ibarettir” sözleriyle, gerçekçi bir dış politikanın çerçevesini çizmiştir6. Bu dış politikanın en temel özelliğini, gerçekçiliği oluşturmaktadır. Öyle ki Misak-ı Milli ile Türk ulusunun varlığını sürdürmesine imkan verecek istekler, çağdaş ulus kavramının tanımıyla ortaya konulan özelliklerden ilham alınarak belirlenmiş; siyasal yönden dayanağını ise Wilson Prensiplerinden almıştır. Temel amacı, millî sınırlar içinde Türklerin bağımsız ve özgür olarak yaşaması, barış içinde kalkınma amacına yönelmesidir. Bu nasıl sağlanacaktı? O günkü şartlarda emperyalizmin amaç ve yöntemleri elbet de modern bilimin belirlediği çerçeveyle uzlaşmıyordu. Emperyalizm modern bilimin ortaya koyduğu millet kavramının tanımını, kendi yöntemlerine uydurmaya çalışıyordu. Nitekim Wilson prensiplerinin bile bir süre sonra aldatmaca olduğunu Atatürk, özellikle General Harbord’un Amerikan mandasının Türkiye şartlarını belirlemek üzere Anadolu’da yaptığı temaslar sırasında pek net biçimde görmüştü7. Dayandığı esaslar ne kadar sağlam görünürse görünsün, büyük devletlerin ve bu arada Amerika’nın siyasî alanda bu ilkeleri istenildiği gibi yorumlandığı ve kullanıldığı ortadaydı. Bu durumda, Türk milletine onurlu bir 155 yaşam hakkı verecek sonuçlara savaş yöntemine başvurmadan kavuşmanın imkanı bulunmuyordu. Nitekim Atatürk, Meclis gizli oturumlarından birinde; “… her zaman arzedildiği üzere, Büyük Millet Meclisinizin takip ettiği siyaset harp siyaseti değildir; müslihane (barış yoluyla) temin-i menafii etmektir” demişti8. Ne var ki, barış yolu şimdilik tıkanmış görünüyordu. Atatürk, Türk milletinin emperyalist politikaların sonucu olarak tutsaklığına karar verenlere karşı, önderlik ettiği milletinin başında, tarihin görmediği fedakarlık örnekleriyle dolu bağımsızlık savaşını verirken, ne büyük bir askerî dehaya ve strateji bilgisine sahip olduğunu göstermişti. Türk ulusunun bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşılan bu dönemlerde bile, Atatürk bu büyük fedakarlıkların barış için gerekli olduğuna kendisini inandırmıştır. Bunu en güzel anlatan örnek hiç şüphesiz, 30 Ağustos Başkomutan Meydan Muharebesi sonrasında savaş meydanını gezerken hissettikleridir. Lord Kinross’un aktardığına göre, Mustafa Kemal Paşanın çadırı savaş alanına yakın, harap olmuş bir köyde, bir ahırın damına kurulmuştu. Çevresine toplanan köylü kadınlar ona bakıyor, kendisinden Yunanlılardan çektiklerinin öcünü almasını istiyorlardı. Aşırı neşesi gitmiş, yerini kara düşünceler kaplamıştı. Sessizce inerek yolun kenarında bir sandalyeye oturmuştu. Üstleri paramparça, kan toz içinde gelen Yunan esirlerine bakmaya başladı. Savaşın vahşiliğine ne kadar alışık olursa olsun, bu yıkıntı sahnesi onu sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına bundan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Bütün insan topluluklarının, özellikle Yunanlıların aksak yönleri üzerinde düşünce yürüttü. Sonra yerde gördüğü bir Yunan bayrağının oradan kaldırılmasını ve bir Yunan tüfeğine sarılmasını emretti9. Aynı şekilde İzmir’in kurtuluşu sırasında, atının kuyruğuna Yunan bayrağını bağlamış olan Çolak İbrahim’i şiddetle azarlamış ve bayrağı atın kuyruğundan çözdürmüştü. Oysa Yunan Kralı Konstantin İzmir’e geldiğinde, kendine ayrılan ikametgahına giderken, Türk bayrağını fütursuzca çiğnemişti. Oysa Atatürk, haksızca Türk milletine tarihteki en büyük kötülüğü eden, Anadolu’da taş üstünde taş bırakmayan istilâcı bir ordunun sahibi olan milletin şerefiyle, savaş ortamında oynamayacak kadar büyük bir asalete sahipti. Yunan Kralı Konstantin’in Türk bayrağını çiğnemesine karşın, o hasım bir milletin bayrağını, bir kin uğruna çiğnememiş ve; “Arkadaşlar! Bir milletin orduları mağlup edilebilir, komutanları esir edilebilir; fakat bir milletin şeref sembolü olan bayrağı asla çiğnenmez!” diyerek insanlığa mümtaz bir ders vermiştir10. Bu istilâ ordusuna kumanda etmiş olan General Trikopis esir olarak karargahına getirildiği zaman ne kadar dostane ve nazik davrandığını olayın tanığı Halide Edip şöyle anlatır: “Sırtını yere getirdiği pehlivanın elini sıkan galip bir pehlivan gibi, Trikopisin elini yakaladı; alalade bir el sıkışı müddetinden fazla tuttu; ‘Oturun General! Yorulmuş olacaksınız’ dedi. Sonra sigara tabakasını uzattı. Kahve ısmarladı. Diyanis’e de nazik muamele etti. Fakat gözleri Trikopis’in gözlerindeydi. Trikopis ona, açık bir hayranlıkla bakıyordu. Konuşma bitince Mustafa Kemal ayağa kalktı: ‘Sizin için bir şey yapabilir miyim?’ diye sordu. Trikopis: ‘İstanbul’daki karıma durumumdan haber verilmesini isterim’ diye cevap verdi. O zaman Mustafa Kemal Paşa, Trikopis’in elini yine uzunca bir süre elinde tutarak dedi ki: “Savaş bir tarih oyunudur. General; bazen en beceriklisi de yenilir. Siz görevinizi yaptınız. Sorumluluk şanstan geliyor, üzülmeyiniz!”11… Atatürk, 4 Ekim 1924 tarihinde, Büyük Millet Meclisinde, büyük zafer hakkında bilgi verirken de bu barışçı ve insancıl duygularını belirtmiş, üzüntüsünü şu satırlarla aktarmıştır: “Hakikaten arkadaşlar, bu harp cephesini ertesi gün gezdiğim zaman, teessürden men-i nefs edemedim. Bir asker için, herhangi bir asker için bu vaziyet mucib-i teessürdür. Fakat Allah’ın bunu bunlara mukadder etmiş olmasına göre, burada bu vaziyete girenler asker değildir. Bunlar her halde caniler ve katillerdir”12. Nitekim Atatürk savaş meydanını gezerken, parçalanmış insan bedenleri karşısında çok duygulanmıştı. Yer yer cesetlerden toprak görünmüyordu. Yakınındakilere; “Allah bir daha bize ve insanlığa bir daha böyle feci bir akıbet göstermesin. Bu insanlık adına yüz kızartıcı bir manzaradır. Ne yapalım ki bizi buna mecbur ettiler; çünkü onlar birer caniydiler” demiştir. 156 Atatürk, hayatının her döneminde, “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesini ısrarla vurgulamış ve bunu yalnızca bir düşünce olarak görmeyip, bizzat izlenen politikalarda uygulamıştır. Nitekim, savaşı yasaklayan 1928 tarihli Briand-Kellogg Andlaşması’na13 ve ertesi yıl bu andlaşmayı Doğu Avrupa’da yürürlüğe koyan Moskova Protokolü’ne Türkiye’nin katılmasını istemiştir14. Bu nedenle “Yurtta Barış Dünyada Barış” özdeyişi bir slogan değil, Atatürk’ün öngördüğü çağdaş Türk dış politikasının en değişmez prensibidir. Nitekim O, “Yurtta Barış Dünyada Barış” prensibini, Türkiye Cumhuriyetinin en önemli umdelerinden birisi olarak sayar ve bu prensibin amacını, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı amil olarak yorumlar. Bu ilkeye elden geldiği kadar hizmet etmiş olmayı ve hizmete devam etmeyi, kendisi ve ulusu çin bir iftihar nedeni sayar15. Atatürk, Yurtta Barış Dünyada Barış prensibini dış politikanın temel prensibi haline getirmek için yoğun bir çaba harcarken, uluslararası diplomaside yeni gruplaşmalar ortaya çıkmaktaydı. Özellikle Avrupa’da Nazizim ve Faşizm gibi diktatörlük rejimleri, akıl almaz bir çılgınlığa doğru giderlerken, dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey, akılcı politikalar ve barışçı siyasetlerdi. İtalya’da Mussolini’nin Faşist Rejimi, Almanya’da Hitler’in Nazi Rejimi, Sovyetler Birliği’nde Stalin’in Komünist Rejimi ve bu sistemlere toplumlarını tutsak etmiş liderler, kendi muhteris amaçları uğruna dünyayı hiç çekinmeden büyük felaketlere sürüklüyorlardı. 1932 yılında Amerikalı General Mc Arthur’u konuk eden Atatürk, dünyanın içinde bulunduğu kaosa ve büyük tehlikeye dikkati çekerek; “Avrupa devlet adamları, başlıca ihtilâf mevzuu olan mühim siyasî meseleleri, her türlü egoizmden uzak ve yalnız umumun nef”ine olarak, son bir gayret ve tam bir hüsnüniyetle ele almazlarsa, korkarım ki felaketin önü alınamayacaktır” diyor, Amerikalı General de Atatürk’e katıldığını belirtiyordu16. Atatürk, bu dönemde bile hem Türkiye’nin kendi iç siyasetinde barış içinde olmasını istiyor, hem de dünya ülkelerinin barış unsurunu ön plana çıkarmalarını arzuluyordu. Bu prensibe dayanarak, tüm dünya devletleriyle Türkiye barış esasına dayanan ikili ilişkiler geliştirmeye özellikle dikkat etmişti; ama bu ilişkilerde, barışı baltalamak isteyen ülkelerle ilişkiler, daha sınırlı bir seviyede gelişmekteydi. Nitekim Revizyonist devletler grubunda olan İtalya’nın 1935 yılında Etiyopya’ya saldırmasından sonra, Milletler Cemiyeti’nin aldığı yaptırım kararına zaten iyi olmayan ilişkileri tehlikeli noktalara getirme pahasına Türkiye’de uymuştu17. Ayrıca, bu haksız saldırı karşısında ekonomik yaptırımlara destek veren Türkiye, ertesi yıl İspanya iç savaşı sırasında Akdeniz’deki İtalyan korsan deniz altılarına karşı, Nyon Konferansı’nda alınan önlemlere katılmaktan da geri kalmadı.18 Atatürk, savaş durumu sona erer ermez, kalıcı barış için genç Türkiye Cumhuriyetinin aktif bir rol oynamasını sağlamıştır. Önce komşularıyla barış ortamı yaratacak Türkiye’nin, istikrarlı bir bölge oluşturabileceğini düşünmüş; bölgesel istikrarların, dünya istikrarına büyük katkılar sağlayabileceğini etkin bir biçimde göstermiştir. Bu nedenle önce Türkiye’nin komşularıyla dostça ilişkiler sürdürebilmesi için antlaşmalar yapmıştır. Lozan Barış Antlaşması’nı izleyen dönemde gerçekleştirilen bu bir dizi antlaşmanın ilk ve en önemlisi, Sovyetler Birliği ile 1925 yılında imzalanan dostluk ve saldırmazlık paktıdır. Aynı yıl Bulgaristan’la da böyle bir antlaşma imzalanarak, Balkanlar’da bir barış ortamı yaratmaya çalışmıştır. 1926’da İngiltere ve dolayısıyla Irak ile sınır ve iyi komşuluk antlaşması, İran ile bir dostluk ve güvenlik antlaşması; 1928’de Yakın Doğu ve Afrika’da modası geçmiş, klâsik sömürgeler kurma emelinde olan İtalya ile bir tarafsızlık antlaşması imzalanmıştır. Bu süreçte, Balkan Paktı ve Sadabat Paktı Projeleri, onun bölge ve dünya barışına katkı konusundaki en ciddi girişimleridir. Bu iki paktı oluşturmaya dönük bir dizi antlaşmalar serisi, Türkiye’nin kendi bölgesinde bir dostluk ve güven ortamı yaratma çabalarının açık göstergeleri olmuştur. Bu çaba o kadar etkili ve istekli olmuştur ki, o dönemde de neredeyse gelenekselleşmiş olan Türk - Yunan anlaşmazlığının sona erdirilerek, aradaki meselelerin çözümlenmesi ve Venizelos ve Atatürk arasında tarih kitaplarına geçen bir dostluk ortamı yaratılarak, bunun ülke ilişkilerine yansıtılması son derece anlamlıdır19. Atatürk’ün düşündüğü şey, özellikle Osmanlı 157 Devletinin dağılmasıyla ortaya çıkan Balkan ve Ortadoğu kökenli devletler arasında oluşturulabilecek sıcak ilişkileri geliştirebilmekti. Bu devletler arasında o dönemde derin bir güvensizlik duygusu hakimdi. Bu politikaların sonuç vermesiyle, saldırgan ve yayılmacı politikaların önünde Türkiye’nin aynı paktlar içinde yer aldığı devletlerle ciddi bir engel ve caydırıcılık unsuru oluşturulabileceğini düşünüyordu. Üstelik bölge devletlerinin birbirlerine dönük tehdit unsuru olma özellikleri ortadan kalkacaktı. Bu bloklar, Avrupa’daki ırkçı ve Sovyetler Birliği ve çevresindeki kuşakta oluşan gelişmelere karşı da bir denge sağlayabilecekti. Böylece ilk önce Balkan Birliği projesi gündeme geldi. Atatürk’ün çabalarıyla, 10 Haziran 1930’da Yunanistan ile Türkiye arasında imzalanan anlaşma, tarihin derinliklerinden buyana gelen azınlıklar sorununu çözümlediği gibi, Balkan Birliği Projesi’ne yönelişte de en önemli adım olmuştu. Bu antlaşma ile Yunanistan’la Etabli sorunu çözülmüş, barış esasına dayanan yeni bir dönem başlatılabilmişti. Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti bu girişimleri daha da güçlendirdi. Zamanla bu pakta Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk’un da katılması düşünülüyordu. Bu amaçla, Balkan devletleri 1930-1933 yılları arasındaki bir çok konferanslar gerçekleştirdiler. Ne var ki Bulgaristan’ın statükodan hoşnut olmaması nedeniyle, Balkan Paktı Projesi resmi bir nitelik alamadı ve dolayısıyla da caydırıcı bir bloka dönüşemedi.20 Doğu ülkelerine yönelik yakınlaşmada, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliğinin önemli katkıları olmuştur. Özellikle Hilâfet Kurumunun kaldırılması, Türkiye ile Ortadoğu ülkeleri arasında ciddi sayılabilecek soğuklukların oluşmasına yol açmıştı. Bu anlaşmazlığın temelindeki neden duygusaldı. Bunun dışında, doğu komşularıyla Türkiye’nin sınır anlaşmazlıkları ya da hayati değerde olan siyasal ve sosyal sıkıntıları bulunmuyordu. 1926’da İran’la, 1928’de de Afganistan’la yapılan anlaşmalar, bu sorunları aşmada ilk büyük adımlar oldu. Musul Meselesi’nin çözümünden sonra da Irak ile Türkiye arasında önemli bir sorun kalmamıştı. 1934 yılında İran Kralı Rıza Şah Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti, bu ülkeyle olan sıcak ilişkileri daha da geliştirdi. Bu gelişmeler sonucunda, bu ülkelerle Türkiye 1937 yılında Sadabat Paktı’nı imzaladı. Bu pakt, askerî bir nitelik taşımamakta, ilgili ülkelerin dostluk esası üzerinde ilişkilerini sürdürmelerine zemin hazırlamaktaydı. Bununla birlikte, ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışmayacakları yönündeki taahhütleri, birbirlerine dönük güven duygularının gelişmesine neden olmuştu. Böylece Türkiye, Balkan Paktı ile Balkan ülkelerine, Sadabat Paktı ile de doğudaki komşularına, Osmanlı Devletinin uzantısı olarak, bu ülkeler üzerinde bir siyasî emelinin olmadığı mesajını veriyordu. Eğer dünya milletleri Atatürk’ün bu sesini duysalardı ve buna uysalardı bugün olduğu gibi kan, barut, gözyaşı, ağıt ve yarınından emin olmayan insanlar yerine insanlık alemi huzur içinde, barış rüzgarlarının estiği mutlu insanlar olurlardı. Atatürk’ün anlayışına göre, savaş bir ulusun ancak zorunlu kalması durumunda başvuracağı bir çözüm yolu olabilir. Nitekim; “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Millet hayatı tehlikelerle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözü onundur. Savaş ortamına gelinceye kadar, diplomasinin bütün inceliklerini kullanmanın önemine Atatürk; “Diplomatlar barışın kurmaylarıdır” sözleriyle değinmiştir.21 Çünkü Atatürk, kendi çağının liderleri olan Hitler, Mussolini gibi millî sorunlarını olup bittilerle değil, diplomasi yolu ile ve görüşmelerle çözüme kavuşturmaktan yana idi. Örneğin, 1936’da Boğazlar’ın statüsünü belirleyen Montreux Konferansı’na gidişteki uzun siyasî yolda ya da 1939’da Hatay’ın Fransa mandasından alınarak Türkiye’ye bağlanmasında, diplomasinin bu inceliklerini görmek mümkündür. Atatürk; bütün insanlığı bir insan vücuduna benzetir. Bir insan parmağındaki acıdan nasıl ki biraz sonra müteessir olursa, dünya milletleri arasındaki herhangi bir huzursuzluk da bir süre sonra diğer milletlerin huzursuzluğu olacaktır. Uzakdoğuda da olsa bir kıvılcıma neme lazım diye sırtınızı dönemeyeceğimizi; çünkü, bir süre sonra bu kıvılcımın kendi memleketimizde bir 158 yangın olarak tezahür edebileceğini söyler. Ona göre, dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi milletinin huzur ve saadetine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükun, vuzuh ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur. Bu noktada Atatürk şöyle devam ediyor: “Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabii evvela ve evvela kendi kitlelerinin mevcudiyet ve saadetinin amili olmak isterler. Fakat aynı zamanda, bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır. Bütün dünya hadiseleri bize şunu açıktan açığa isbat eder: En uzakta zannettiğimiz bir hadisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icab eder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün aza müteessir olur”.22 Bir konuşmasında da şunları söylemiştir: “Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alakadar olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak lazımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik şahsi olsun, millî olsun daima fena telakki edilmelidir. O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağız: Tabii olarak kendimiz için bütün lazım gelen şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile alakadar olacağız”.23 Atatürk’ün barışa ne büyük değer verdiğini, 1935 yılında Çanakkale’de dünya analarına hitaben Şükrü Kaya’ya okutturduğu notları pek güzel anlatır. Şükrü Kaya aracılığıyla Atatürk, Çanakkale’de Mehmetçiğin eşsiz direnişi karşısında hayatlarını yitiren yabancı-istilâcı askerlerin annelerine, artık gözyaşlarını dindirmelerini öğütlerken; “Bu topraklarda canlarını verenler artık bizim çocuklarımız olmuşlardır” derken, onların Mehmetçikle koyun koyuna, huzur içinde yattıklarını ve huzur içinde yatacaklarını söylerken, tarihte hiç bir devlet adamında görülmemiş bir hoşgörüyü, hümanizmayı ve barış çağrısını dile getirmiş oluyordu. 1 Kemal Atatürk, Nutuk 1919 - 1927, (Haz. Zeynep Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara, 1991, s. 480-481; Atatürk’ün kendi söylevleri içinde, kendisini dünyanın hakimi zanneden politika ve politikacıları gaflet içinde gören sözleri çoktur: “Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimizi tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir”: Bkz. A.g.e., s. 481. 2 “Bu milleti bugün sehpayı idam karşısında bulunduran ef’al ve harekatın menşei hayaldir, hissiyattır”: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Ankara, 1961, s. 199. 3 Nutuk, C. II, s. 299. 4 Lord Kürzon, Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar, t.y., s. 179 - 181. 5 Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara, 1987, s. 270; Ayrıca bkz: Seçil Akgün, “Ankara Antlaşması ve Önemi”, Prof. Dr. Ahmet Şükrü Esmer’e Armağan, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi yay., Ankara, 1981. 159 6 TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. I, İş Bankası yay., Ankara, 1985, s. 2. 7 Konu ile ilgili olarak bkz: Seçil Akgün, General Harbord’un Amerika Gezisi ve Raporu, İstanbul, 1981. 8 TBMMGizli Celse Zabıtları, s. 454. 9 Lord Kinross, a.g.e., s. 379. 10 Bkz. M. Gönlübol, a.g.m., s. 272. 11 Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Atlas Kitabevi, s. 232-233; Ayrıca bkz: Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1967, s. 598-599. 12 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Ankara, 1961, s. 259. 13 Ersin Onulduran, “Kellog-Briand Paktı ve Barışçı Politika”, Milliyet, 30 Ocak 1981. 14 İsmail Soysal, “Atatürk’ün Barışçı Politikası ve Dünyadaki Etkileri”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara, 1992, s. 1075. 15 Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, TTK yay., Ankara, 1983, s. 149. 16 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, Ankara, 1981, s. 94. 17 Mehmet Gönlübol, a.g.e., s. 274. 18 İsmail Soysal, a.g.m., s. 1078. 19 Bkz. a.g.m., s. 1075; ayrıca bkz; aynı yazar, “Balkan Paktı 1934 - 1941”, Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan, TTK yay., Ankara, 1985, s. 125-145; Hikmet Bayur, Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, İstanbul, 1938. 20 Mehmet Gönlübol, a.g.m., s. 272. 21 Dışişleri eski bakanlarından Numan Menemencioğlu’nun 1944 yılında bir resmi davette aktardığı Atatürk’e ait bu söz için bkz. a.g.e., s. 1075. 22 Arı İnan, a.g.e., s. 149-150. 23 Arı İnan, a.g.e., s. 150. M. Vehbi Tanfer Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 52, Cilt: XVIII, Mart 2002 160 ATATÜRK İLKELERİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ Çok tekrarlanan bir tarife göre, dış ilişkileri yönetmek anlamına gelen diplomasi için: “Mümkün olanın sanatıdır” denilmektedir. “Mümkün olanın elde edilmesi” şeklindeki tarif ilk bakışta, diplomasiye çok dar bir hudut çizdiği intibaını verebilir. Oysa ki, devletlerin güçlerini oluşturan öğelerden, stratejik konum, nüfus ve işgücü, doğal kaynaklar, endüstriyel ve tarımsal potansiyel ve gelişmişlik düzeyi, askerî güç gibi objektif kıstaslar yanında; sübjektif öğeler diyebileceğimiz ulusal moral, halkın dış politikayı desteklemekteki kararlılığı, topluma önderlik yapabilme bakımından ve halkın desteğini devamlı sağlayabilmek yönünden kuvvetli sayılan hükümetler, ve dış ilişkileri yürüten diplomatların kalitelerinin niteliği gibi hususlar işin içine girer. Diğer taraftan, devletlerin dış politikayı uygulamadaki araçlarının, uluslararası hukuka uygun biçimde kullanılmaları da kabildir.. (Meşru müdafaa, ambargo, barışçı bloküs, sıcak takip vs. gibi) Bütün bu hususlar dikkate alınınca, sözünü ettiğim diplomasi tarifinin verdiği kısıtlayıcı izlenimin doğru olmadığı, çünkü dış ilişkilerin meşru zeminlerde yürütülmesinin ve ulusal çıkarların kollanıp elde edilmesinin çok emek, sabır, bilgi ve tecrübe isteyen, icabında “hesaplanmış risk-calculated risk”leri de içeren, kısa ve uzun vadeli planlamaları, hatta siyasî ve askerî ittifaklar dahil çeşitli çalışma ve girişimleri gerektiren çok karmaşık bir “process” olduğu anlaşılır. Dış ilişkilerin yürütülmesi ile ilgili çalışma ve girişimlerde şu temel kriterleri de hatırlamakta büyük yarar vardır. Şöyle ki; bu süreçte devamlı olarak, devletin kudretini oluşturan kaynaklar ile dış politika uygulamaları arasında bir dengenin mevcudiyetini göz önünde bulundurmak gerekir. 161 Diğer bir deyimle, devletin varlığının bir saldırıya uğraması hali hariç, dış politika hedef ve uygulamaları daima ulusal güç ile sınırlı tutulmalıdır. Diğer taraftan, bu süreçte mümkün olabileceği derecede milletlerarası hukuk çerçevesinde ve meşru zeminlerde bulunmaya azami itina gösterilmelidir. Yukarıda altını çizdiğim, özetin de özeti denilebilecek tanımlamalar, bir bakıma dış ilişkilerin ruhunu teşkil eder. işte kanımca “Kuvayi Milliye Ruhu”nun dış ilişkilerdeki yeri ve başarısı da buradan kaynaklanır. Gerçekten, Kuvayi Milliye’nin eşsiz önderi Mustafa Kemal’in dava ve silah arkadaşları ile 19 Mayıs 1919’da başlattığı “Millî Mücadele” ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da temsilcileri ile birlikte yürütülen “İstiklal Savaşı” sürecinin 24 Temmuz 1923’te Lozan Andlaşması’nın imzası aşaması ile sona ermesine kadar geçen 4 yıl içerisinde, yeni doğmakta olan Türk Devleti’nin dış ilişkilerinin incelenmesi bu kanıyı doğrulamaktadır. Bu konuda, “insanlığın Barış İdeali ve Atatürkçü Dış Politikada Bu İdealin Yansıması” adlı makalemden (**) kısa bir kaç alıntı ile görüşümü biraz daha açıklamak isterim: Daha T.B.M.M.’nin Ankara’da yeni toplandığı ve Kurtuluş Savaşı’nın en buhranlı günlerinde, Nisan 1920’de büyük ATATÜRK şöyle diyordu: “Hududu Milliyemiz dahilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve ümranına çalışmak... Alelıtlak tûl emeller peşinde milleti işgal ve izrar etmemek... Medenî cihandan medenî ve insanî muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.” 1921 Aralık ayında da ilave ediyordu: “Efendiler, siyaset-i hariciyemizde ahar bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak, hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edeceğiz.” “Türkler, bütün medenî milletlerin dostudurlar”. 1931 yılının Kasım ayındaki şu sözlerini de nakletmek isterim: “Türkiye’nin emniyetini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir sulh istikameti bizim daima düsturumuz olacaktır.” Diğer taraftan Atatürk’ün insanlık, istiklâl ve hürriyet için yüceliği ve şaşmazlığı kanıtlanmış şu sözleri ne kadar anlamlıdır: “Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağarmasını nasıl görüyorsam, uzaktan Şark Milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum, istiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır... Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.” (Mart 1933) Görüleceği üzere “Kuvayi Milliye Ruhu”nda kaya gibi, fevkalâde güçlü bir “Gerçekçilik” yanında, ölçülü, olabilirliği kolayca ve olumsuz yönde tartışılamayacak dengeli bir “idealizm” de mevcut bulunmakta ve ikisi de devamlı surette “aklın” emrinde tutulmaktadır. Millî Mücadele’nin ana motoru olan “Kuvayi Milliye Ruhu”nda çok dinamik girişimciliğe, gözüpekliğe, ataklığa yer vardır. Hatta bu nitelikler o ruhun, onsuz olmaz (sine qua non), ayrılmaz birer parçasıdırlar. Ancak, şunu da hemen belirtmek gerekir ki, bu eşsiz ruhta, us dışı hareketlere, maceracılığa asla yer yoktur. Burada Yunan maceracılığına ilgi çekici bir örneği, Lozan Andlaşması’nı tahlil ederken vermiş olan Yunan asıllı ve A.B.D. vatandaşı Profesör Harry J. Peomiades’in ifadelerini (***) okuyucularımın yararlanacaklarını düşünerek aktarmak isterim: “Lozan Andlaşması Doğu Akdeniz’de bir barış sürecini hemen başlatmadı ise de, böyle bir barışı destekleyecek temeli 162 oluşturdu. Lozan, Yunan-Türk ilişkilerinde, yeni statükonun içtenlikle kabul edileceğini ve Megali-Idea emellerinin ilelebet terkedilmesi arzusunu gösteren bir temel taşı olmuştur. Modern Yunan tarihinde ilk defa, Yunan halkının etnik hudutları ile Yunan Devlet hudutları genelde yekdiğer ile uyuşmuş ve milletin “kurtarılamamış” parçalarının elde edilmesi yerine Devletin güvenliği Yunan dış politikasının başlıca amacı haline gelmiştir. Böylece, Megali-Idea’yı sağlamak bakımından gerekli olacak kaynaklar ile fakirleşmiş devletin mevcut kaynakları arasındaki ölçüsüz farklar dolayısı ile Yunanistan beynelmilel gelişmelere olan eski bağımlılığı sona ermiştir”. Ulusal Kurtuluş Savaşımızı başarı ile sona erdirmede, askerî gücün hazırlanması ve askerî bir deha olan Mustafa Kemal’in tayin ettiği taktik ve stratejik çerçeve dairesinde kullanılması kuşkusuz bu zaferin en önemli âmillerinin başında gelir. Diğer yandan, aynı süreçte dış ilişkilerin yukarıda özetlediğimiz öğeler ve kriterler içerisinde yine Mustafa Kemal’in siyasî alandaki dehasının bir sonucu olarak optimal düzeyde kullanılmış olması da, askerî zaferin yanında çok değerli bir yer tutar. Türkiye, gerek Gazi Mustafa Kemal, gerek Mustafa Kemal Atatürk ismi altında eşsiz önderin bizzat dış ilişkileri tayin ettiği yıllarda olduğu gibi, ondan sonraki devrelerde de, heyeti umumiyesi itibarı ile, ATATÜRK’ün dış politika ölçülerini korumağa ve uygulamağa özen göstermiştir. Nitekim Türk dış politikası, milletlerarası hukukun ve katıldığı BM-Avrupa Konseyi vs. gibi uluslararası kuruluşların yasalarının öngördüğü meşru çerçeveler içerisinde, ulusal hedef ve çıkarlarını korumuş, geliştirmiş ve mümkün olan hallerde gerçekleştirmiştir. Bunu yaparken Devlet’in ve Ulus’un temel güvenliğinin muhafazasına en büyük dikkati göstermiştir. Diğer bir ifade ile, hukuka saygının yanında uluslararası iklim ve şartlardaki uygun durumları çok iyi değerlendirmeyi bilmiştir. Türk boğazlarındaki askerlikten arındırmayı kaldıran Montreux Sözleşmesi’ni (1936), Misakı Millî hudutları içerisinde bulunan Hatay’ın Anavatan’a katılmasını (1939), Yunanlı ve Rumlar’ın Enosis için Rum toplumuna tek taraflı selfdetermination taleplerini (1954-59) Birleşmiş Milletler’de mağlup ederek Zürih ve Londra anlaşmaları ile Türk toplumunun Kıbrıs Devleti’ni Rumlarla eşit ortak statüsü ile kurmasını (1959-60), esas itibarı ile müzakereler yolu ile sağlamıştır. Diğer taraftan, yine uluslararası hukukun içinde kalarak, 1963 Noeli’nde Kıbrıs Rum toplumunun Türk toplumuna saldırısını jetler ile ihtar uçuşu yaparak durdurmuş, meşhur Başkan Johnson Mektubu’ndan (Haziran 1964) sonra Kıbrıs’ta Erenköy’deki mücahitlere 5000 kişilik bir kuvvetle saldıran Grivas’ı ve Rum yönetimini, 7-8-9 Ağustos 1964 tarihlerinde icra ettiği “Sınırlı Hava Harekâtı” içinde jetler ile 3 gün bombalayarak durdurmuştur. BM Güvenlik Konseyi sadece ateşkes istemiş fakat Türkiye’yi kınamamıştır. Benzeri başka örnekler de verilebilir. Bunlara kısaca dokunmaktan amacım, bazen her türlü ölçüyü aşıp millî çıkarları zedeleyebilecek eleştirilerde, tamamı ile güçsüz, inisiyatifsiz ve tedbirsiz gibi bir tablosu çizilmek istenilen Türkiye Cumhuriyeti’nin, O’nun dış politikasındaki uygulamalarının, “maceracı” olmak hariç, genellikle gereken meşru dış politika araçlarını başarı ile kullanmakta olduğunu belirtmektir. *** Şimdi, bir miktar da son yıllardaki gelişmelere göz atalım. 1985’ten ve özellikle 1989’dan bu yana ortaya çıkan gelişmeleri incelediğimizde, görüyoruz ki, Demokrasi’ye, insan Hakları’na daha fazla saygı göstermeğe ve serbest piyasa ekonomisini uygulamağa dayanan Avrupa’daki bu yeni tablo şüphesiz çok olumlu bir gelişmedir. Desteklenmesi ve başarısı için ortak gayretler sarfedilmesi fevkalâde isabetli, hatta kanımızca zaruridir. 163 “Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu gibi kapsamlı değişimler, yani intikal devreleri aynı zamanda genel bir istikrarsızlığın da nedeni olurlar. Bu istikrarsızlık, kaypaklık yeni birtakım “Riskler” oluşturur. Avrupa’da bu sürecin başlamasından bu yana gözlendiği gibi, pek çok devlet arasında uzun süredir unutulmuş görünen etnik kökenli rekabetler, ayrılıkçılık mücadeleleri birdenbire alevlenmiştir.” “Aynı kökenli rahatsızlıklar bazı devletlerin iç bünyesinde çeşitli mücadelelere sebep olmuştur. Bir taraftan demokrasi ve insan haklarının geniş çapta saygı görmesinden doğan güzel umutlar, diğer taraftan da bu mücadelelerin ortaya çıkardığı parçalanmalar (fregmentation) tezatlı bir manzara sunmaktadır. Bu durum intikal devresindeki “belirsizlikler”in kaynağını teşkil etmektedir. Kaldı ki, insan hakları, azınlık hakları ile ilgili uluslararası sözleşmeler ve anlaşmalarda yer alan ilkelerin bazı devletlerce, kendi bencil millî ülkü ve hedefleri doğrultusunda kötüye kullanılması önlenememektedir.” “Bunun örnekleri daha şimdiden görüldüğü gibi ileride de, maalesef daha fazla görülecektir. Örneğin, AGİK Paris Şartı’nın ilke ve hükümlerinin örtülü bir biçimde devletlerin iç işlerine müdahale için kullanma istidatları görülmüştü. Esasen AT, Avrupa Konseyi, NATO, BAB, AGİK gibi çeşitli kuruluşların yetki alanlarında mevcut boşluklar “Yeni Avrupa Mimarisi”ni zorlamaktadır. Bu kuruluşlardan NATO ve Avrupa Konseyi daha ılımlı ve ihtiyatlı iseler de, diğerleri daha fazla etkiye sahip olma temayülündedirler. Uluslararası toplantılarda diplomatik üslûp içerisinde bu temayüller ve rahatsızlıklar mümkün mertebe gözden ırak tutulmaya çalışılıyor ise de, bu konularda ihtisas sahibi kişiler için “görünen köye kılavuz istemez” denilmesi isabetlidir. Diğer bir ifade ile 1945’ten beri esasen tüm etkin olamayan “Uluslararası Düzen” (International quasi order) bu yeni hukuki ilâvelerle daha karmaşık bir hale gelmiştir. Bu nedenledir ki, pek çok akademisyen ve devlet adamı bu durumu “Uluslararası Düzensizlik International Disorder” şeklinde nitelemektedirler. “Bütün bu kaypak ve değişkenler üzerinde vücut bulan gelişmelerin ışığında, oluşmakta olan Yeni Dengeler hakkında isabetli teşhisler koymak mümkün müdür?” “Önce Süper-Devletler hakkında genellikle şu gözlem ileri sürülmektedir: Sovyetler Birliği tasfiye olunmuş, geride gerçek tek Süper-Devlet olarak A.B.D. kalmıştır.” “İlk bakışta çarpıcı olan bu gözlem, bazı ilâve mütalâaları gerektirmektedir. Çağımızda “süperlik” vasfı, ekonomik refah ve dengede, eğitimde, bilimsel araştırma ve teknolojide, üretimde, nükleer yeteneklerde, askerî güç ve onu idame ettirecek nüfus yoğunluğunda, coğrafî konumda çok yüksek düzeyde nitelikleri gerektirmektedir. A.B.D. bu ölçeklerden, henüz, hemen hepsine en tatminkâr cevapları vermektedir. Bununla beraber, ekonomik dengede oldukça uzun süren önemli rahatsızlığını yenebilmiş gözükmemekte ve bazı ileri teknolojilerde de, özellikle Japonya ve Almanya tarafından zorlanmaktadır. Ancak, halen ve görünebilir bir istikbalde, özellikle de, nihaî tahlilde askerî gücün en yaptırımcı unsuru olan nükleer silahlardaki sözgötürmez üstünlüğü kendisine bu süperlik vasfını kolayca vermektedir.” “Almanya, 80 milyon nüfusu ile ve kapladığı coğrafî alan ile “etkileyici bir görünümde”, ekonomisi ve teknolojisi ile de üstünlüğü bariz ise de, yayıldığı coğrafî alan ve nükleer silahlardaki kısıntısı onu uzunca bir süre “Süperlik” vasfından yoksun bırakacaktır. Japonya da, bu konuda, Almanya’ya pek çok bakımdan benzemektedir. Avrupa’da AB’ni bir bütün olarak irdelersek, Fransız ve İngilizler’in mevcut nükleer silah teknolojisi yetenekleri ile birlikte ve yayıldığı coğrafî alan bakımından, Almanya ve Japonya gibi Ekonomik Süperler’den olmakla birlikte tam anlamı ile ve her yönden “Süper” olabilmesi zamana ve kendi içinde pek çok istihalelere bağlıdır. Zira, ekonomik entegrasyondan sonra siyasî ve askerî entegrasyonda halen 164 15 devletten müteşekkil AB’nin gelecek 10 yıl içerisinde 20 devleti bulması hatta aşması çok olası görüldüğünden, halihazır 15’li halinde bile, Fransız, İngiliz, Alman Milliyetçilik direnişleri ile, İtalyan ve İspanyollar’ın da ilâvesi ile pek çok zorluklarla karşılaşan bu bölgesel topluluğun, 10 yıl sonra daha fazla sorunlarla karşılaşacağını söylemek bir kehanet değildir. AB, Altılar Avrupası olarak, tanımladığımız Süper’liğe belki daha yatkındı. Önümüzde diğer bir bilinmez daha mevcuttur. O da Rusya Federasyonu’dur. Nüfusu, yayıldığı alan ve nükleer silah teknolojisi ve mevcut arsenali ile, halen de askerî bir “Süper”dir. Bu federasyonun içindeki milliyetler itibarı ile ileride daha fazla iç sorunları, özerklik, ayrılıkçılık sorunları ile karşılaşması mukadderdir. Bununla beraber, kendisine taahhüt edilen Batı malı ve iktisadî yardımlarını süratle ve etkili biçimde kullandığı takdirde, birkaç yıl içerisinde çok başka bir Rus Federasyonu ile karşılaşmamız da çok muhtemeldir. Ekonomik yönden de güçlü olacak bir Rusya Federasyonu’nun, Ukrayna’yı o zaman daha başka etkilemesi söz konusu olacaktır. Orta ve Ön Asya’daki 5 Türk Cumhuriyeti ile Tacikistan’ı BDT’ye bağladıktan sonra yeşerttiği “Arka Avlu” gelecekteki niyetlerini sergilemek için yeterlidir. Son defa Duma’da Sovyetler Birliği’nin dağılışının “illegal” olduğunu ileri süren partilerin demokrat kimliği çok ilginçtir.” “Şayet, tarih ve coğrafya bazı öğretiler veriyorsa, Rusya Federasyonu’na mim koymakta ve gelişmeleri çok yakından takipte, yalnız Türkiye’nin değil, tüm Avrupa’nın büyük menfaati vardır. Çin Cumhuriyetini de gelecek on yılın içerisindeki oluşumlar, ya daha yukarı bir süper statüsüne götürecek, ya da Rusya’da olanlar orada da olacaktır.” “Şu kısa izahattan anlaşılacağı veçhile, önümüzdeki on yılda en üstte A.B.D. olmak üzere, Almanya, Japonya, tümü ile AB, Rusya Federasyonu, Çin, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve genelde Akdeniz Havzası ve Asya çeşitli derecelerde oluşan ve oluşmak süreci içindeki ülke ve bölgeleri teşkil edeceklerdir. Bu dengelerin oluşumunda, en sağlıklı süreci teminat altına alabilmek için, mevcut uluslararası kuruluşlardan en etkilisi kuşkusuz “yeni NATO”nun hayatiyetini koruması ile mümkün olacaktır.” Ülkemiz Türkiye, bu yeni denge oluşumlarında, kendisi başlıbaşına etkin bir rol oynayacak bir bölgesel güç haline dönüşecektir. Buna, coğrafyası, nüfus yoğunluğu, gelişme düzeyi, genel ekonomisi ve yetişmiş kadroları ile güçlendirdiği demokrasisi ve askerî kuvveti imkân vermektedir. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ile Orta Asya ve Kafkas Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanmaları ayrı bir “ivme” verebilecektir. “Ancak, işaret ettiğimiz kaypak milletlerarası konjonktür dolayısı ile, yeni oluşmağa yönelen dengeleri de dikkate alarak, Türkiye’nin çok özenli ve içeride de ulusal bütünlüğünü güçlendirici bir tutum izlemesi gereklidir.” Kuşkusuz Türkiye’nin geleneksel dış politikası, ülkenin güvenliğini mümkün olan en iyi biçimde sağlayarak, milletimizin ekonomik ve sosyal gelişmelerine büyük imkânlar hazırlamıştır. Barış ve işbirliğinin korunması ve kuvvetlendirilmesi için de katkıda bulunmuştur. Cumhuriyet Türkiyesi Lozan’dan bu yana askerî bir saldırıya uğrayıp savaşmak zorunda kalmadan barışın nimetlerinden yararlanmıştır. Başta Montreux Sözleşmesi, Hatay ve Kıbrıs Türk toplumunun haklarını korumak gibi ulusal davalarımızı ve diğer önemli dış menfaatlerini genelde barışçı yollarla gerçekleştirmiştir. Memleketimizin bu başarılı siyasetinde temelde bir değişikliğe ihtiyaç yoktur. Ancak, son 73 yılda Türkiye büyümüş ve gelişmiştir. Nüfus itibarı ile halen Avrupa’nın, Rusya Federasyonu dahil 6 büyük devleti arasındadır. Ekonomik ve sosyal gelişmeler bakımından da, bölgesinin en güçlü ülkesi ve AB standartlarına namzettir. “Bununla beraber, 20. nci yüzyılın sonuna kadar eğitim, sağlık, hızlı şehirleşme ve göç, işsizlik, çevre ve nüfus planlaması alanlarında büyük bir kalkınmayı başarmak zorundadır. Keza 165 ekonomik alanda da, daha âdil bir gelir bölüşümü başta olmak üzere, başarılarını arttırmak mecburiyetindedir. Bu gelişmeleri bir takım değişkenlerle geciktirmeye tahammülü yoktur. Keza nükleer enerjide ve savunma sanayiinde yeterli düzeye büyük bir süratle erişmek zorundadır.” “Bütün bu hususları gözönünde bulundurarak şunu belirtmek isterim ki, bu durumun kaçınılmaz bir icabı olarak, hayatî ulusal çıkarlarımızı korumak veya elde etmek için, bundan böyle daha belirgin “Ulusal Politikalar” oluşturmamız lâzımdır. Çoğulcu ve katılımcı demokrasimizi büyük bir arzu ve azimle en yüksek düzeye ulaştırmak için sarfettiğimiz çabalar, kanımızca, siyasî hayatımızda husule gelen ulusal “consensus’lerden güç almaktadır. Bu toplumumuzun bütün kesimlerince desteklenmelidir. Kamuoyumuzun nabzını tutan basınımızda bu istek açıklıkla belirtilmektedir. Siyasî partilerimizde de, genel olarak, aynı arzuyu müşahede etmekten mutluluk duyuyorum. Bu ulusal politika özlemini, iç istikrar ve güvenliğimizin bir parçası olduğu için öncelikle Güvenlik ve Dış-ilişkiler açısından ele alınca, görüyoruz ki, Güneydoğu bölgemizdeki durum başta olmak üzere, AT’a tam üyelik, yabancı ülkelerde çalışan vatandaşlarımızın hukukunun korunması, Batı ve Orta Asya ile Kafkasya’daki kardeş Türk Cumhuriyetleri’ne yapacağımız yardımlar, onların demokrasi çabalarının desteklenmesi, kendi Anayasamızın gerekli değişikliklerle donatılması, Yeni Avrupa Mimarisi’nin oluşmasındaki görüş ve menfaatlerimiz, Orta Doğu’da Barış ve Güvenliğin kalıcı biçimde sağlanması, Türk Savunma Sanayiinin en hızlı şekilde gereken düzeye getirilmesi konularında, vakit kaybetmeden, ulusal politikaları tespit etmemiz bir zaruret haline gelmiştir. Bu politikaların tespiti için, ön hazırlıklarda, üniversitelerimiz, ilgili kuruluşlarımız ve parlamenterlerimizle yüksek bürokratlarımızdan ve bunların emeklilerinin de geniş bilgi ve tecrübelerinden yararlanılması (Batıda çok kullanılan “Think-Tank”lar) isabetli olacaktır. Bunların organize edilmeleri ve hazırlayacakları belge ve önerilerin nihaî şekillere getirilmesini içtenlikle Hükümetimize ve siyasî partilerimize öneriyorum. Böyle hazırlanmış ulusal politikaların kesintisiz ve bilinçli uygulanması yolu ile ülkemizde millî yararlarımız için tam bir birlik sağlanacağı gibi dış ilişkilerimizde akılcı, etkin ve çağdaş nitelik kazanmış olacaktır.” Yukarıda ( “ “ ) içerisindeki ifadelerim, bundan üç yıla yakın bir süre önce, 13 Nisan 1993 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi’nde “Değişen Dünyada Türkiye ve Türk Dünyası” sempozyumunda “Dünyadaki Değişmeler ve Oluşan Yeni Dengeler” kısmında verdiğim bildiriden alınmıştır. Bugün de bu görüşlerimin bir satırını değiştirmek ihtiyacını hissetmiyorum. O tarihte etnik ve ayrılıkçılık nedenleri ile ortaya çıkan parçalanmalardan (fragmentation) bahsederken, “Bunun örnekleri daha şimdiden görüldüğü gibi ileride de, maalesef daha fazla görülecektir.” demiştim. Gerçekten o tarihten bu yana geçen sürede Bosna-Hersek’te, Azerbaycan’da, Gürcistan’da ve sair yerlerde vukua gelen trajediler, insanlık dışı saldırılar bu tahminimizi doğrulamıştır. İşte bundan dolayıdır ki, Parlamentomuzda, Akademik çevrelerde, Medyamızda ve genelde Kamuoyumuzda, zaman zaman “Kuvayi Milliye Ruhu”na atıflar yapılmakta, hatta Parlamentomuzun Kurtuluş Savaşımızdaki T.B.M.M. gibi hareket etmesi arzuları dile getirilmektedir. Bütün bunlar planlı, düzenli bir aksiyon için duyuları kuvvetli bir arzunun ortaya çıkardığı sonuçlardır. Türk Dışişleri, genellikle sanıldığının aksine, görevinin tabiatı icabı, kısa, orta ve uzun vadeli planlarla çalışmaya mecbur ve buna geleneksel olarak alışmış değerli bir kuruluşumuzdur. O kadar ki, Siyaset Planlama birimimizin A.B.D.’den sonra Türk Dışişleri’nde, 1959 yılında kurulması üzerine, pek çok batılı devlet (Örneğin; Federal Almanya Cumhuriyeti, Kanada vs.) bizdeki birim hakkında Hariciyemizden bilgiler aldıktan sonra kendi dışişlerinde bu birimi kurmuşlardır. 166 Ancak unutmamak gerekir ki, “Dış Politika bir bakıma iç Politikanın bir uzantısıdır” gözlemi tamamı ile aksiyon dışında tutulamaz. Bu yalnız bizim ülkemiz için değil tüm ülkeler için belirli derecelerde geçerlidir. Kuşkusuz, bu açıdan incelediğimizde, iç politikamızda ülkemize ve milletimize onur veren büyük başarılar mevcuttur. Başta gerçekleştirdiğimiz inkılâplar olmak üzere çoğulcu demokrasimiz bunun en çarpıcı delilleridir. Esasen, bölgemizde çoğulcu ve katılımcı modern demokrasi ile idare edilen nadir ülkelerden biri ve en önemlisi olmamız nedeni ile bu başarı uluslararası düzeyde de ilave bir saygınlık kaynağıdır. Yine diğer ülkeler için de varit olduğu gibi, kendi ülkemizde de iç politikamızdan bazı şikâyetler olduğu gözlenmektedir. Bu yakınmalar veya eleştiriler arasında, konumuzla ilgili olanı, dış ilişkilerde ve millî yararlarımızın elde edilmesinde, kuşkusuz bunların en önemlilerinde, henüz “Ulusal Politikalar” oluşturamadığımıza dair tenkitlerdir. Yukarıda belirttiğim gibi Türkiye Devleti’nin Millî Politikaları bulunmadığı savı gerçek değildir. Hayatî konularda devletçe oluşturulmuş, geleneksel hale gelmiş bulunan politikalarımız elbette mevcuttur. Bu politikalar hep “Kuvayi Milliye Ruhu’ndan esinlenmiştir. Türk dışilişkilerinin temel taşları, devamlı surette ATATÜRK’ün vazettiği ilkelerden oluşmaktadır. Ancak benim halen ve önemle işaret etmek istediğim şudur: Kamuoyumuz, çok kaypak uluslararası ilişkilerde daha ziyade “bilgilenmek” istemekte ve önemli dış sorunlarımızda Hükümeti ve Parlamentosu ile yek vücut olmuş bir görünüm içerisinde ve Ulusal Politikalar oluşturmuş bir düzeyde bulunmamızı şiddetle arzulamaktadır. Türkiyemiz’in ana menfaatlerini ilgilendiren sorunlar ya da “fırsat”lar birkaç adet olmayıp, pek çoktur ve gayet günceldir. Ulusumuzun ve fertlerinin yakın bir gelecekteki hayatlarına doğrudan etkiler yapabilecek niteliktedir. Bu hususları nazarı dikkate alınca, bu arzu ve istekleri olumlu karşılamamızda hem milletin, hem de devletin büyük yararları mevcuttur. Çok önemli dış konularda “Ulusal Politikalar” oluşturmanın, sağlayacağı arzedilen menfaatler yanında ve belki de bunlar kadar önemli sayılması gereken diğer bir niteliği de, ulusun millî birliği korumak ve arttırmaktaki özel etkisidir. Umut ediyorum ki, millet ve devlet hayatımızda, artık bu başarıları da sağlayacak bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Böylece, “Kuvayi Milliye Ruhu”nu en zor şartlarda ortaya koymuş bulunan büyük vatanperverlerimizin ruhları da yeniden şâd olacaktır. *** Muhterem dinleyiciler, Atatürk’ün büyük dehasının dış ilişkiler ve güvenlik konuları ile ilgili olan kısmından bahsederken, şu çok önemli konuya da değinmek isterim: Bilindiği veçhile toplumlar bir nüfus dinamiğine de sahiptirler. Kuşaklar birbirini takip eder. Genç nesil yalnızca katı ve değişmez ya da pek yavaş değişim gösteren veyahut da bunlardan kaçınmayı yeğler hale gelir. Bunun için “gençlik ümidimizdir” denir. Bu nedenlerle gençliğin kanını harekete geçirecek idealler bu öğeler için de çok mühimdir. îşte Mustafa Kemal, bu konuda da dehasını göstermiştir. Çünkü, dış ilişkiler ve güvenlikte gerçekliğin yanında idealizme de emsalsiz bir değer vermiştir. Üstelik Mustafa Kemal’in idealizmi yansıtan beyanlarının hemen hepsi bir kehanet halini almış, hepsi doğru çıkmıştır. Elbette bu onun dehasının mahsulüdür. 167 Barış ve işbirliği hakkında Atatürk’ün 1937 yılının Mart ayında - hem de dünya savaşının gelmekte olduğunu daha 1932 yılında kesin bir şekilde görmüş ve bunu ifade etmiş fevkalade ileri görüşlü bir devlet adamı olmasına rağmen- yaptığı şu beyandan heyecan duymamak kabil midir? “Bugün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla, insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hadim olmaya elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, vuzuh ve iyi geçim olmazsa bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur”. Ve ilâve ediyordu: “Beşeriyetin hepsini bir vücut ve milleti bunun bir uzvu addetmek icap eder. Bu vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün aza müteessir olur. Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak lazımdır, işte bu düşünüş; insanları, milletleri ve hükümetleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik şahsî olsun, millî olsun daima fena telakki edilmelidir.” Diğer taraftan, konuşmamın başında da değindiğim gibi, Atatürk’ün insanlık, istiklâl ve hürriyet için yüceliği ve şaşmazlığı kanıtlanmış şu sözleri ne kadar anlamlıdır: “Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum, istiklâl ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler, bütün güçlükler ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir. Bu hususu bilhassa nazarı dikkatinize celbederim.” (Mart 1933) Burada bir parantez açacağız: insanlığın barış hakkındaki gerçek özlemlerini ve o yöndeki muhtemel gelişmeleri uzak görüşlü ve samimi bir idealizm ile dile getiren Büyük Atatürk’ün, dünyamızın içinde yaşadığı şartları gözönünde tutarak ve milletlerarası ilişkilerin mahiyetinin uzunca bir süre ne şekilde devam edeceğini gayet iyi kestirerek yapmış olduğu uyarılarını, yani onun idealizmi kadar sağlam gerçekliğini de burada tekrar vurgulamak isteriz. Filhakika: “Harp zarurî ve hayatî olmalıdır. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. “Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmeyeceğiz” diye harbe girmeliyiz. Lakin “hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir.” diyen büyük lider: “Vatanın dahilî ve haricî herhangi bir tehlikeden en az fedakârlıkla, en kısa zamanda kurtulması için yegâne çare, herhangi bir seferberlik davetine her vatandaşın derhal, bir an kaybetmeksizin icabet etmesidir. Türk vatanperverliğinin birinci farikası vatan müdafaası karşısında her işi bırakarak silah altına koşmaktır” sözleriyle hepimize ve tüm barışsever uluslara çok değerli bir uyarıda bulunmaktadır. Diğer taraftan bir ulusun aksine yöndeki tüm dilek ve gayretlerine rağmen, savaşmak mecburiyetinde kalabileceğini gayet iyi bilen gerçekçi lider: “Harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetiyle, bilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla, harslarıyla hulâsa bütün maddî ve manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada çarpışan 168 milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür” demek suretiyle, ulusların barış içinde büyük bir samimiyetle çalışmalarının lüzumu kadar, gerektiğinde kendi varlıklarını, bağımsızlıklarını koruyabilmek için de daima ve en iyi şekilde hazırlıklı bulunmaları gereğini en veciz biçimde hatırlatmıştır. Atatürk bu hazırlıkların yalnız ulusal alanda kalmayıp uluslararası bir nitelik kazanması gerektiğine de şu sözleriyle işaret etmiştir: “Eğer harp bir bomba infilâkı gibi birdenbire çıkarsa, milletler harbe mani olmak için müsellâh mukavemetlerini ve millî kudretlerini birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En seri ve en müessir tedbir, bir mütearrıza taarruzunun yanında kâr kalmayacağını açıkça anlatacak beynelmilel bir teşkilâtın kurulmasıdır. (21 Mayıs 1938)” Görüldüğü veçhile, Atatürk, dış ilişkilerde, uluslararası dayanışma zaruretini, dünyanın değişmekte olduğunu, müstemlekeciliğin yeryüzünden yok olacağını, yeni kardeş ülkeler ortaya çıkaracağını, insanlığın birbirinin dert ve problemleri ile daha yakından ilgilenmek aşamasına geldiğini ve 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı gibi bir kuruluşun vücuda getirilmesi lüzumunu 1920’lerden 1938 yılına kadar beyan etmiş, bunların öncüsü olmuştur. Ve unutmayalım ki, 1938’den bugüne tam 58 yıl akıp geçmiştir ve onun söyledikleri daima doğru çıkmıştır. Pek çok defa yanlış yorumlandığını -ya da kasıtla böyle davranıldığını-görerek derin üzüntü duyduğum ve gereken her yerde bu konudaki düşüncelerimi açıkladığım bir hususu daha belirtmek istiyorum. Genç arkadaşlarıma faydalı olacağına inandığım konu, ATATÜRK’ün meşhur “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ile ilgilidir. Hepiniz gerek uluslararası alanda, gerek ulusal çerçevede barışın korunması ve devamlı kılınmasında önemli rolü olabilecek münakaşaların cereyan ettiğini bilmekte ve görmektesiniz. Bunların arasında dikkati çeken bir görüş şöyle özetlenebilir. “Özgürlüğü eşitlikten öne alan, yani eşitlikten evvel özgürlüğe önem veren toplumlar; eşitliği öne alıp özgürlüğü ihmal edenlere kıyasla çok daha ileri gitmekte ve daha başarılı olmaktadırlar.” Bu görüş, bir bakıma toplumların demokrasi ile idare edilmelerinin yararının diğer bir biçimde ifadesinden başka bir şey değildir. Özgürlükçü demokratik sistemi, bilimsellik hudutları içerisinde özgür irade ile vücud bulan yasaların titiz bir disiplinle uygulanması sayesinde toplum ve kişi yararlarını en ahenkli biçimde dengelediği ve bu sistemi bu bilinçle uygulayan toplumlarda huzuru ve mutluluğu sağladığı, sosyal adaleti yaygınlaştırdığı ve her yönden ilerlemeyi teşvik ettiği müşahede edilen bir vakıadır. Bu itibarla “Yurtta Sulh” kavramının, en geniş anlamı ile ve hürriyet içerisinde demokrasiye götürdüğünü söylemek gerçek dışı bir düşünce addedilemez. Diğer taraftan, demokratik sistemin, bunun yanında -daha doğrusu bu niteliği dolayısıyla- uluslararası hakiki ve devamlı bir barışın bir gün tahakkukunda en etkili ve özgürce seçilmiş bir vasıta olacağını düşünmek de yine gerçek bir umut kaynağıdır. “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi modeli ile devlet şekli demektir” sözleri ile Türk ulusuna demokrasi hedefini belirleyen büyük Atatürk: “Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası ulusal egemenliktir” buyurmuşlar ve ulusumuz için şu unutulmaz teşhislerini dile getirmişlerdir: “Türk Ulusu’nun doğal âdetlerine en uygun olan yönetim Cumhuriyet yönetimidir.” Genellikle kabul edilen bir tarife göre dış politika, iç politikanın bir uzantısı, eski deyimi ile “temadisi”dir. Bu açıdan bakıldığı takdirde, Atatürk’ün Türk Ulusu için göstermiş olduğu demokrasi hedefi nasıl “yurtta sulh”un en değerli ve devamlı dayanaklarından birini teşkil etmiş ve edecek ise; aynı “demokrasi anlayışı” ve idaresi de dünya sathına yayıldıkça hiç şüphe yok ki, “cihanda sulh”un da en güçlü temellerinden bir diğerini vücuda getirecektir. 169 Toplumların hür ve ortak iradesine dayanmak yerine, otoriter bir gücün veya güç merkezlerinin baskısı ile kalıcı bir barışın sağlanamadığı tarihin acı tecrübeleri ile sabittir. Bu bakımdan demokratik Türkiye, ister BM içerisinde, ister diğer uluslararası kuruluşlarda olsun, devamlı, adil bir barış için en sağlam ve en sürekli katkıyı sağlayabilecek bir iç yapıya ve itici güce sahip bulunmaktadır. Bu münasebetle ve büyük bir içtenlikle belirtmek isteriz ki, Türk Ulusu’nun fertleri olarak yalnız dış konularda değil, iç yaşamımızda da bunu iyi değerlendirmeli ve kadrini bilmeliyiz. Demokrasi bir bakıma, belki de haklı olarak, çok güç ve karmaşık bir sistem olarak görülürse de, onu yaşatmak ve geliştirmek aslında bazı temel unsurları yerine getirmekle kolaylaşır. Demokrasinin ruhu, toplumun, bir toplumu teşkil eden insanların siyasî iradelerinde düğümlenir. İnsan denen varlığın da insiyaki denilebilecek büyük bir tutkusu “özgürlük, hürriyet aşkı”dır. Bu tutum ise demokrasinin en değerli ve en güçlü manevi hazinesidir. İnsanın bu hürriyet tutkusunun devamı, fikrî, bilimsel ve yasal bakımlardan kendiliğinden oluşmuş bir iç disiplin kadar, bazı temel ekonomik ve sosyal sorunların daha doğru bir tabirleihtiyaçların çözümleriyle de yakından ilişkilidir. Gerçekten, bir toplumda insanlar “özgürlük karın doyurmuyor”, “bu sonsuz kargaşa nedir, niye durmuyor, durdurulmuyor?” gibi karamsarlıklara düşürülmemelidir. Böyle bir temayülün ortaya çıkmasına meydan bırakmamak, yeniden keşfedilecek önlemlere ya da teknolojilere bağlı bir keyfiyet değildir. Kısaca belirtmek gerekirse yasal eşitliği sağlayan demokratik bir ortamda insana: Yaşamını onurlu bir biçimde sürdürebilecek bir iş; geçici işsizliğe karşı sigorta; mütevazı fakat uygar ölçülerde bir konut; hastalık veya kazalara karşı uygar ölçülerde tıbbî bakım; eğitimde okulsuz öğrenci bırakmamak ve fırsat eşitliği sağlamak; gençlerin, üniversiteler ve yüksek okulların kapılarında yığılmalarını önleyerek her birini yeteneklerine ve toplumun planlı ihtiyaçlarına uyan bir eğitime sahip kılmak; süratli ve etkin bir adaleti sağlamak; bürokrasi elemanlarını halka hizmeti zevkle yapar hale getirmek ve bürokraside yükselmeyi üzerinde tartışma yapılmayacak derecede objektif kriterlere sıkıca bağlamak; maaş ve ücretlerin tesbitinde kıdemi, tahsili, sorumluluk derecesini gözönünde tutmak; sosyal adaleti ve sosyal kesimlerdeki genel dengeyi korumak; âdil ve etkili bir vergileme sistemi ile vatandaşlar arasındaki manevî tesanüdü pekiştirmek gerekir. Keza, eğitimde öncelikle memleketin tarihinin, coğrafyasının başlıca çözülmüş ve çözüm bekleyen sorunlarının, bu çözümlerin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğinin, demokratik haklarla, sorumluluklar dengesinin öğretilmesine ağırlık veren ve ezbercilikten ziyade düşünme ve tartışmaya açık, dengeli kıyaslamaları içeren bir sistemi oluşturmak, bu konuda başarının temel şartlarıdır denilebilir. Bu yönlerden tatmin edilen fertleri, demokratik sistemin geniş özgürlüklerini zaman zaman kötüye kullanmak sureti ile çıkarılan ve bazen kargaşa hissini veren tabloları âlet ederek demokratik sistemden bezdirmek, otoriter sistemlere özendirebilmek, insanın hür iradesine saygı gösterildiği sürece, kolay ve mümkün değildir. Zira değindiğimiz koşullarda yaşamını bir düzene koyabilmiş olan fert, kendisinin bu hür ortamda tüm yeteneklerini geliştirebilmesi için kapıların açık olduğunu görecek ve bu sistemin değerini ve kadrini kuşkusuz idrak edecektir. Demokratik yöntemle idare olunan tüm toplumlarda olduğu gibi, bu temel şartlar ülkemiz için de câridir. Kesinlikle eminiz ki Atatürk’ün Millî Mücadele’de yarattığı birlik ruhunu ve azmini bugün yenilememiz zarurîdir. Ülkemizde, milletçe elele vererek ve tüm maddi, manevi, bilimsel kaynak ve yeteneklerimizi seferber ederek, toplumumuzun insanlarına bu temel ihtiyaçları normal sürede sağlayabiliriz. Hiç şüphe etmiyoruz ki, aziz ATATÜRK “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” düsturunu vazederken, genel barışın, hür, temel ekonomik ve sosyal ihtiyaçları karşılanmış, ilerlemeye açık, aydın ve netice olarak huzur içerisinde yaşayacak olan toplumların varolacağı bir dünyada gerçekleşebileceği özlemini ve hakikatini de dile getiriyordu. 170 *** Bu ana hedefler, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış siyasetinde hiçbir zaman değişmemiştir. Bu hedefleri gerek iç politikada, gerek dış politikada değiştirmeye, bozmaya yeltenenler veya gafletleriyle buna sebebiyet verenler daima hüsrana uğramışlardır. Nitekim bir iki misalle belirtmem gerekirse: 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan ilk Cumhuriyet Hükümeti’nde bu konuda şöyle denilmektedir. “Cumhuriyet Hükümeti’nin münasebatı hariciyede üç temel esası Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyetini ve tamamiyetini sağlam tutarak, menafii hayatiyesini gözönünden ayırmamak esası dahilinde müsalemeti, huzuru, hüsnü münasebatı mümkün olduğu kadar tevsi ve teyit etmekten ibarettir. Hem hudutlarımızla ve kendileri ile muahedatı imza edip safahatını tatbik etmekte olduğumuz ve diğer taraftan ve henüz münasebata girmediğimiz devletlerle samimi bir dostluk tesis için bütün kuvvetimizi sarf edeceğiz. Göreceğimiz hüsnüniyete fazlasıyla mukabele edeceğiz.” 1937’de: Atatürk’ün yüksek irade ve irşadlarında temelini bulmuş, yürüyeceği yolu çizmiş olan bu siyaset aynı sulh, dostluk ve teyakkuz yolunda devam edecektir. 1961’de: Dış politikamızın temelini, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi teşkil etmektedir. Birleşmiş Milletler Yasası’na uygun olarak, bütün milletler için barış, hürriyet, adalet ve hak eşitliği esaslarına dayanan devamlı bir dünya nizamının kurulması, başlıca hedefimizdir. 1973’de: Millî hüviyeti dolayısıyla milletimizce bir bütün olarak benimsenen dış politikamıza Atatürk ilkeleri ilham vermeğe devam edecektir. Bu politikanın uygulanmasında egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğüne saygı, içişlerine karışmama gibi temel prensiplere bağlı kalınacak ve millî çıkarlarımız daima gözönünde bulundurulacaktır. Keza ilişkilerimizin düzenlenmesinde Ahde Vefa prensibine riayet ve Mütekabiliyet Esasları titizlikle gözetilecektir. Dış siyasetimizde ana hedefimiz, barış ve güvenliğin korunmasıdır. Bu örnekleri artırabiliriz. Fakat görüldüğü üzere bütün Cumhuriyet Hükümetlerinde yukarıda belirttiğim esaslar, daima dış ilişkilerimizin temelini teşkil etmiştir. Devletimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün bu konuda bize çizdiği yol, memleketimizce, en çetin şartlar altında dahi, devamlı uygulanmaya çalışılmıştır. Büyük Atatürk’ün ebediyete intikalinden sonra görev almış olan Cumhuriyet hükümetlerinin dış politikadaki uygulamaları, zaman içerisinde, haklı ya da haksız pek çok eleştiriye şüphesiz tabi tutulmuştur ve demokratik rejimlerde böyle olması da doğaldır. Ancak, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde devamlılık gösteren bir özelliğinin, daima Barış ve Güvenlik kavramları yanında yer almasının teşkil ettiği keyfiyeti pek tartışılmamaktadır. Tartışılan daha ziyade barışçı politikasında Türkiye’nin Güvenlik unsuruna gereğinden fazla bir ağırlık koyup koymadığı hususudur. Her görüş muhakkak ki muhteremdir. Ancak geçen 73 yıl süresince bütün Cumhuriyet hükümetlerinin bu hususlara aynı titizliği gösteregelmiş olmasının da elbette bir anlamı olmak gerekir. Sonuç olarak şunu ifade etmek isterim ki: Türk dış politikasında, millî hedefler etrafında genellikle ulusça sağladığımız birlik ve beraberliğimiz, diğer milletlerin gıptasını çekecek derecede bir olgunluk örneği vermiş, yarım asrı aşan Cumhuriyetimiz devresinde başarılı sonuçların alınmasında en kıymetli ilham kaynağı olduğu kadar en değerli güçlerimizden birisini 171 de teşkil etmiştir. Bu millî duyuş ve gücü kıskanç bir titizlik ve dikkatle korumak başlıca vazifemiz olmalıdır. NOT: Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’nca düzenlenen bu konferans 23 Kasım 1995 tarihinde Türk Dil Kurumu konferans salonunda verilmiştir. ** Birleşmiş Milletler Türk Derneği Yayınları, No. 8, ATATÜRK’e Armağan, s. 1-30. A. Ü. S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Basımevi, Ankara 1982. *** The eastern Question: The Last Phase by Harry J. Psomiades, Thessaloniki 1968, pp. 106109. Emekli Büyükelçi Haluk Bayülken Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 36, Cilt: XII, Kasım 1996 Amasya'da Milli Mücadele'nin faziletli müftüsü Abdurrahman Kamil Efendi ile görüşüyor. (22 Kasım 1930) HALKIN İÇİNDEN HALKÇI BİR ÖNDER Mustafa Kemal’in yaşam öyküsü, bağımsızlık için savaşan bir halkın öyküsüdür. Çünkü Mustafa Kemal bütün yaşamını Türk halkının bağımsızlık savaşı için harcamıştır. Mustafa Kemal için halk, bağımsız ve özgür bir ülke için çabalayan herkestir. Onun için halkın içindeki hiç kimsenin bir diğerinden ayrıcalığı yoktur. Bağımsızlığı uğruna savaştığı Türk halkının içindeki din adamları, gazeteciler, tarikat şeyhleri, avukatlar, askerler, mühendisler aynı zamanda 1920’de kurulan ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde yer almıştır. Mustafa Kemal yaşamının hiçbir döneminde, halktan uzak, aristokrat bir yurttaş gibi yaşamamış; hep halktan sıradan bir yurttaşın 172 yaşadığı koşullar içinde yaşamış, halktan bireylerle birlikte yemek yemiş, yurttaşlarla birlikte gezip şarkı söylemiştir. Gittiği her yerde halk onu şehirden kilometrelerce önce karşılamıştır; yaranmak için değil, kendilerinden olan bir parçaya kavuşmak için. Çoğu zaman içine lirik unsurlar da katılarak epik bir öykü biçiminde anlatılan Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşam öyküsü aslında, halkın içinden, aklının ve zekasının gücüyle yaşayan ve bütün yaşamını, kişiliğiyle özdeşleşmiş amacına ulaşmak için harcayan bir bireyin öyküsüdür. Onun özelliklerini ve eylemlerini abartarak ortaya koymak, onun kişisel çabalarını ve emeğini hiçe saymakla eş anlamlıdır. Kendisini her zaman halk kitlesinin tam ortasında duran bir bireyle aynı konumda gören Mustafa Kemal’i anlatabilecek yaşam öyküsü, yine onu en iyi anlayabilen halkın öyküsüdür. Mustafa Kemal 10 Eylül 1922’de İzmir kıyılarından Ege Denizi ufuklarına bakar ve; “bir rüya görmüş gibiyim” der.1 Mustafa Kemal’in gördüğünü söylediği rüya aslında, kendisinin halka armağan ettiği düş gibi bir gerçekliktir. Tek başına yola çıktığı noktada başlayan bu öykü giderek bir halk çığına dönüşerek kocaman anakaraları yıkıp geçmiş, savurduğu toprakların arasına aydınlık gelecek tohumları ekmiştir. Mustafa Kemal ufuklara bakarak bir rüya gördüğünü söylediği zaman 43 yaşındadır. Henüz orta yaş çağında bir ordunun başkumandanı ve bir devletin başıdır. Bir cihan savaşı kazanmış, yeni bir devlet kurmuş, belki de yeryüzünden yok olmak üzere olan bir halkı sarsarak yeniden diriliğe kavuşturmuştur. Halkların, devletlerin de, orduların da ve bütün diğer evrensel kurumların da özünde bulunan temel bir hammadde olduğuna inanan Mustafa Kemal halkın aşamadığı bir engeli hiçbir gücün aşamayacağına, halkın aşamayacağı hiçbir engel de bulunmadığına inanmaktadır. Bir halkın, içine düşebileceği en olumsuz durumlara, tutsaklığa, aşağılanmaya, yoksulluğa çok yakından tanık olan Mustafa Kemal ulusların gönenç içinde, onurlu bir biçimde yaşamaları için ilk koşulun bağımsızlık olduğunu söylevinin başlangıcında belirtmektedir.2 Bütün yaşamını da böyle bir amaç uğrunda, bir halkın bağımsızlığı için harcamıştır. Halkı olmadan o, bağımsızlık ve özgürlük yolculuğunda bir adım bile atamazdı. O olmadan da, binlerce yıllık tarihte adı geçen halkının hiçbir anlamı olmazdı, çünkü zaten o halk kalmazdı. Mustafa Kemal Atatürk’ün adı, onun halkının adını ve hacmini de kapsayan dev bir gerçeğin adıdır. Onun başkomutan, efsanevi bir muzaffer veya devlet başkanı olması, çoğunlukla ekonomik olarak halkın alt tabakasından bir birey gibi yaşaması gerçeğini hiçbir zaman değiştirmemiştir. Milli Mücadele yolculuğunda Sivas’ta iken yiyecek işleriyle ilgilenen arkadaşı karşısına dikilip ona; “Paşam paramız bitti, bakkallar kasaplar da artık veresiye vermiyorlar” der. Sivas’tan Ankara’ya yola çıkarken de temsil heyeti ve beraberindekilerin cebindekilerle ancak 20 yumurta, 1 okka peynir ve 20 ekmek alabilmişlerdir. Yolcuları taşıyan üç külüstür otomobilden ikisinin lastikleri paçavralarla doldurulmuştur. Bu görüntü, savaşa hazırlanan bir halkın görüntüsüdür. Mustafa Kemal için halk, bağımsız ve özgür bir ulus ve vatan için çabalayan herkestir. Onun için halkın içinde hiç kimsenin bir diğerinden ayrıcalığı yoktur. Nisan 1920’de Anadolu’ her yanından Kuvayı Milliye’ye katılmaya gelenleri Mustafa Kemal Ankara istasyonunda bizzat karşılamıştır. Çünkü onlar, kendisiyle aynı amacı paylaşan, en sadık destekçileri olan halktan bireylerdir. Birinci TBMM’nin 414 kişilik kadrosu içinde de halkın her kesiminden bireyler vardır. Bunlardan 8’i tarikat şeyhi, 10’u aşiret reisi, 61’i din adamı, 6’sı gazeteci, 29’u avukat, 51’i asker, 2’si mühendis, 15’i hekim, 46’sı çiftçi, 36’sı tacir, 119’u memur ve emeklidir.3 173 Yıllardır halkının yaşadığı topraklarda dolaşıp insanları gözlemleyen, onların çektikleri acılara tanıklık eden ve kendini anlar gibi onları anlayan Mustafa Kemal, halkla birlikte olmanın, onlara seslenmenin, amacını onlara anlatmanın ve halkı yanına katmanın da en etkin yöntemlerini bulmuştur. Halka bir mesaj vereceği zaman genellikle halkın yoğun olarak bulunabileceği, söylenenleri açıkça anlayabileceği ve günlük yaşamda da halkın sık sık gelip gittiği yerlerde halkla buluşmayı yeğlemiştir. Bunun için, Anadolu halkını işgalcilere karşı örgütlediği Milli Mücadele yolculuğu sırasında sık sık camilerde konuşmuştur. 7 Şubat 1923’te Balıkesir’de Paşa Camii’nde yaptığı konuşmada da camilerin halk için ne anlam taşıdığını ve nasıl bir işlev üstlendiğini anlatmıştır. Camilerin, yüz yüze bakılmaksızın yatılıp kalkılan yerler değil, din ve dünya işlerinin karşılıklı konuşulduğu yerler olduğunu vurgulamıştır. Camilerin hem tanrının hem de halkın evleri olduğunu söylemiştir.4 Yüreğinde ve düşüncesinde sürekli, bütün yeryüzünü kaplayan bir halk kitlesinin içinde yaşayan Mustafa Kemal, özel yaşamında genellikle yalnız olmayı, halkının geleceğini bu yalnızlık içinde kurmayı yeğlemiştir. Tarihin en acımasız savaşlarına nisbet yapan bir savaşın stratejilerini ve yeni bir devletin, hem de bir cumhuriyetin yapısını düşünüp biçimlendirmek de başka bir ortamda olası değildir zaten. Mustafa Kemal’in bedeni daha çocukluğundan beri başka insanların bulunduğu, hatta anne ve kardeşinin bulunduğu bir evde bile yaşamaya pek katlanamamaktadır. Bu yüzden de Suriye’den İstanbul’a döndüğünde annesinin ve kardeşinin yaşadığı Akaretler’deki 76 numaralı eve yerleşmek istemez.5 Halkının bağımsızlığına ve özgürlüğüne dair plânlarını, stratejilerini kendi bağımsızlığı içinde geliştirmek ister. Mustafa Kemal’in halkının geleceği için düşünüp biçimlendirdiği esenlik dolu ülkenin çekirdeğinin kökleri onun çocukluğuna, Selanik’e kadar uzanmaktadır. Onun yeni ülkesi, bir ömrü dolduran deneyimler ve birikimler zenginliğinin üzerine kurulmuştur. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Selanik, o zamanki Osmanlı Avrupasının en büyük vilâyet merkezi ve liman kentidir. Bütün Osmanlı şehirleri gibi Selanik’te de Müslüman ve Hristiyan mahalleleri birbirinden ayrıdır. Selanik aynı zamanda Yahudiler için de doğudaki en önemli merkezdir. Yine bütün Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi Selanik’te de Müslüman mahallelerinin diğerlerinden daha geri, harap, bakımsız bir görünüşü vardır. Müslümanların yaşadığı bölgelerde mahallenin, mahalle halkı üzerinde tam ve kesin bir denetimi vardır. Mahallelerde görünmez bir hiyerarşi ve resmî olmayan bir disiplin uygulanmaktadır.6 Bu geleneksel denetim de Mustafa Kemal’e, kararlı bir özgürlük yolculuğuna çıkmak için ilk dürtüleri vermektedir. Bütün doğu kentlerinde olduğu gibi Selanik’in Müslüman halkı için de şehirde yaşam erken bitmektedir. Erkekler güneş batmadan işlerinden döner, kadınlar kendilerini erkekler için hazırlardı. Ancak batan günün insanları alıştırdığı, erken biten gün heyecanı Mustafa Kemal’i hiçbir zaman sarmadı. Onun için hiçbir zaman erken akşam olmadı. Mustafa Kemal hep, hiç bitmeyen günler boyunca okudu, gözlemledi, düşündü. Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım da babası Ali Rıza Efendi de halktan kişilerdi. O dönemdeki bütün Türk aileleri gibi onların ailelerinin de bir veya iki kuşak ötesi hatırlanamamaktadır. Ali Rıza Efendi’nin gümrük muhafaza memurluğu yaptığı Çayağzı, Yunan mitolojisinin kutsal dağı olan Olimpos’un eteklerindeydi. Ancak Mustafa Kemal büyük olasılıkla çocukluğunda Yunan mitolojisindeki efsanelerden hiçbirini dinlememiş, kendi halkının öyküleriyle büyümüştür. 174 Mustafa Kemal’in kendi kararı ile ve annesine karşı bir olup bitti ile askerî okula girdiği yıllar; haritada teorik olarak Osmanlı devletinin Bosna’dan Basra’ya, Ağrı Dağı’ndan orta Afrika’ya kadar uzandığı, ama yönetimin egemenliğinin kalmadığı, ordunun çöktüğü, dağların, yolların eşkiyanın eline geçtiği, hazinenin bomboş kaldığı, devletin iflas ettiği, kapitülasyonların, devletin bütün egemenlik alanlarına hakim olduğu yıllardı. Selanik’ten Manastır idadisine geçtiği yıllarda azınlıkların kaynaşması vardı. Azınlıklar bağımsızlık istiyorlardı. Mustafa Kemal Manastır Askerî İdadisindeyken 1897 Türk-Yunan savaşı da patladı. Savaşın Manastır’daki yankıları Mustafa Kemal’de de heyecan uyandırdı ve tartışmalara katılarak hitabetini ve edebiyata ilgisini geliştirdi. 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlayan özgürlük yolculuğu sırasında Mustafa Kemal zaman zaman bindiği Mercedes-Benz marka otomobilden inerek halkla, çiftçilerle söyleşir, sorular sorar.7 Bu söyleşiler kurtuluş savaşı stratejilerinin ilk verilerini oluşturmaktadır. Onun ulusal bağımsızlık yolculuğu sırasındaki ilk amacı halkı kazanmaktır. Çünkü ulusal bağımsızlık hareketi bir halk hareketi olacaktır. Bunun için öncelikle ulema, tarikat şeyhleri, eşraf gibi halkın önde gelenlerini kendi amacına inandırmaya yönelir. Amasya’da halkı, hem İstanbul hükümetine hem de işgalcilere karşı ayaklanmaya çağırır. Çünkü o günkü koşullar bunu gerektirmektedir. Böylece Milli Mücadele’nin ilk halk direnişi Amasya’da başlar. Direnişin ilk prensipler belgesi de Amasya Kararları adıyla kaleme alınır.8 Kuvayı Milliye hareketinin iki yönünden biri bir örgütlenme düşüncesi ise, diğeri de bir halk hareketi oluşudur. Mustafa Kemal bu düşünceyi ilk kez Erzurum Kongresi beyannamesinde dile getirir: “Kuvayı milliyeyi amil ve iradei milliyeyi hakim kılmak esastır.” Mustafa Kemal’in hedefi yalnızca halkın egemenliğidir. Halktan oluşan ordu ile silâhlı halk grupları olan çeteler birbirinden çok farklıdır. Bu nedenle Mustafa Kemal halkı örgütleyip, düzenleyip disipline ederek sömürgecilere karşı konulabilecek orduyu elde etmeye çalışmıştır. Tokat’tan Sivas’a geçerken ordudan azledildiğini öğrenmesine karşın onun halkı kavrayan gücü, halkın çarıkla ülkenin son kayasını savunmak için yollara dökülmesine yetmiştir. Mustafa Kemal’in halkla olan iletişimi ve onlarla kullandığı ortak dil o kadar güçlüdür ki; iletişim süreçlerinin yoğunluğu ve yöntemlerin çokluğu işgalcileri bile şaşırtmakta, telaşlandırmaktadır. Samsun’da görev yapan İngiliz yüzbaşı Hurst, 12 Haziran 1919’da Mustafa Kemal hakkında verdiği raporda şunları söylemektedir: “Çevredeki kasabalar ve ötesiyle kurduğu telgraf iletişimi öylesine büyük boyutlu ki, neredeyse telgrafhaneyi tekeline almıştır.9 Kendisinin de bir parçası olduğu halkı en duyarlı noktasından kavrayabilen Mustafa Kemal, kendi çabasıyla bir halk önderi olduğu gibi, halkın içinde de halktan bir önder olarak efsaneleşmiş, her gittiği yerde halk tarafından coşkuyla, içtenlikle, görkemli törenlerle karşılanmıştır. Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya gelirken Ankara’dan kilometrelerce önce onu, saf saf dizilmiş halk toplulukları karşılamıştır. Mustafa Kemal orta boylu, narin elleri ve ayakları bulunan, ince sesli bir insandı. Ancak bu minyatür özelliklerine karşın her zaman, her durumda ön plâna çıkarak dikkatleri üzerinde toplayan, karşısındakileri kolayca etkileyen bir karizmaya sahipti.10 Fazlaca heybetli olmayan görüntüsüne karşın onun kitleleri ardından sürükleyen çekiciliğinin gizemini, halkla olan yakın bağlarla ve toplumu oluşturan bireylerle tek tek kurduğu içten ve inandırıcı iletişim süreçleriyle açıklamak gerekmektedir. 175 Ankara’yı bağımsızlık ve cumhuriyet için üs olarak seçip karargahını kurduktan sonra Ankara bütün Anadolu’nun ve dış devletlerin ilgi odağı haline gelir. Ankara’ya girişinde halk tarafından kentin epeyce dışında karşılanan Mustafa Kemal, 1919’da bağımsızlık yolculuğu sırasında Erzurum’a girerken da kendin dışında coşkulu bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. Halkından kaynayan coşkunun kendi yüreğine yansımasıyla halkına olan güveni daha da pekişen Mustafa Kemal Erzurum çıkışında ordudan istifa edip halkıyla birlikte hem İstanbul hükümetine hem de işgalcilere karşı savaş verme kararı almıştır. Halk yürüyorsa o da yürümüş, halk duruyorsa o da durmuş, halk acı çekiyorsa o da çekmiş, halk gülüyorsa o da gülmüştür. Öyle bir nokta gelmiş ki, halkın her eylemiyle Mustafa Kemal’in eylemleri bütünleşmiş, tek bir eylem haline gelmiştir. Yalnızca savaş için, cumhuriyet için, devrimler için hazırlık yaparken değil, tarlada çalışırken, düş görürken, yemek yerken de halkın ve onun eylemleri bütünleşmiştir. Mustafa Kemal hiçbir zaman tek başına yemek yememiş, yemeğe otururken çoğunlukla arkadaşı olan veya halktan kişilerle birlikte oturmuş, sohbet ederek yaklaşık iki saat boyunca sofrada kalmış, sıcak iklime sahip yerlerde yanındakilerin ceketlerini çıkarmalarına izin vermiş, servis yapanları telaşlandırmadan acele etmeden yemek yenmesini istemiştir.11 Cumhuriyet, halkın ve Mustafa Kemal’in ortak ürünüdür. Ancak cumhuriyet, kurulması için harcanan çabadan çok, onu sonsuzluğa taşıyacak çabayı ve yöntemleri gerektirmektedir. Mustafa Kemal bunun altyapısını oluşturmak için de çalışmaktadır. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşarak cumhuriyeti sonsuzluğa taşımanın büyük adımlarından birinin halk aydınlanması olduğuna inanan Mustafa Kemal, bir ulusun kendi dilini en uygun alfabeyle yazıp konuşarak yükselip gelişebileceği düşüncesiyle 1928 haziranında bir komite kurdurarak Lâtin alfabesinin Türkçe fonetiğe uygun olarak nasıl kullanılabileceğinin belirlenmesi amacıyla çalışmalar başlatır. Mustafa Kemal ülkesinde, hiç istisnasız herkesin okur yazar olmasını istemektedir. İstanbul Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşmada; her yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya yeni Türk harflerinin öğretilmesini, bunun bir vatanseverlik olarak bilinmesini vurgulamıştır.12 Mustafa Kemal hiçbir toplumun ve ülkenin ilkel inanç ve uygulamalarla, hurafelerle ilerleyemeyeceğine inanmaktadır. Bu nedenle onu en fazla öfkelendiren konu, çoğunluğu dine atfedilen batıl halk inançlarıdır. Belki din değil ama din temeline dayandırılan hurafeler onun öncelikle savaştığı düşmanlardır. Kastamonu’da yaptığı konuşmada, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletlerin mahvolmaya veya tutsak ve zelil olmaya mahkum olduklarını vurgulamıştır.13 Mustafa Kemal ışıltılarla parlayan yeni cumhuriyette sonsuzluğa uzanacak uygarlık yolunu açarken, bu yolun en önemli aşamalarına, en değerli noktalarına güzel sanatların ilkelerini, ürünlerini, güzelliklerini yerleştirmek istemiştir. Dünya gazetesinin 1935 yılında açtığı “Kimlerin heykelleri yapılmalıdır?” yarışması için Mustafa Kemal’in görüşü çok açıktır: Halkına hizmet etmiş tarihi kişilerin. Bunun için de öncelikle Türk Tarih Kurumu’na Mimar Koca Sinan’ın heykelinin yapılması için emir verir.14 1 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. 3, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998, s. 131. 2 Kemal Atatürk, Nutuk, Millî Eğitim Basımevi, Ankara 1987, s. 13. 3 Feridun Ergin, K.Atatürk, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İstanbul 1978, s. 102. 4 Aydemir, a.g.e., s. 76. 5 Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Hatıraları, T. İş Bankası Yay. Ankara 1965, s. 34. 176 6 Aydemir, a.g.e., s. 21. 7 Aydemir, a.g.e., s. 22. 8 Aydemir, a.g.e., C. 3, s. 38. 9 Andrew Mango, Atatürk, Sabah Kitapları, İstanbul 1999, s. 222. 10 Vomık Volkan - Norman Itzkowitz, Ölümsüz Atatürk, Bağlım Yayınları, İstanbul 1998, s. 208. 11 Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, TTK Yayını, Ankara 1972, s. 115. 12 Muzaffer Erendil, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, GNKUR Yayını, Ankara 1998, s. 72. 13 Volkan - Itzkowitz, a.g.e., s. 341. 14 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, T. İş Bankası Yayını, Ankara 1984, s. 183. Doç. Dr. Sedat Cereci* *Yüzüncü Yıl Üniversitesi Öğretim Üyesi Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 52, Cilt: XVIII, Mart 2002 Hazırlayan : Vehbi Moğol 177