modern ortadoğu tarihi dördüncü hafta

advertisement
MODERN ORTADOĞU TARİHİ
DÖRDÜNCÜ HAFTA
18. ve 19. YÜZYILARDA BATI’NIN YÜKSELİŞİ VE ORTADOĞU
Bu bölümde esas itibariyle Batı’nın yükselişinin bir sonucu olarak Ortadoğu siyasetinin
yeniden biçimlenme sürecinde hayati derecede önemli merkezler olarak öne çıkan İran, Mısır
ve Suudi Arabistan’ın 18. ve 19. yüzyıllardaki siyasi, ekonomik ve toplumsal tarihleri
üzerinde durulacaktır. Aslında bu iki yüz yıl modern Ortadoğu’nun coğrafi ve siyasi
bakımdan şekillenmeye başladığı dönemi ifade etmektedir.
Batı dünyası, 18. yüzyılda İslam coğrafyası, Osmanlı ve Ortadoğu karşısında askeri,
ekonomik ve siyasal üstünlüğü ele geçirmiş ve bunu takip eden yüzyıllarda olabildiğince ileri
bir düzeye taşımıştır. Bu dönemde Hıristiyan Batı/Avrupa ile Müslüman Doğu/Ortadoğu
ilişkilerinin düzeyi yeni ve farklı bir boyut kazanmıştır. Rönesans, reform, coğrafi keşifler,
aydınlanma ve sanayi devrimiyle Batı dünyasının gücü 16. ve 17. yüzyıllarda öylesine arttı ki,
dünyanın geri kalanı bu duruma uyum sağlamak ile ortadan kaybolmak seçenekleriyle yüz
yüze kalmıştır.
18. yüzyıla gelindiğinde artık Osmanlı Devleti’nin Avrupalı devletler karşısında kendini
askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda savunamaz duruma düştüğü açık bir şekilde görülmeye
başlanmıştır. Bozulan askeri düzeni, zayıflayan ekonomik yapısı ve güçsüzleşen merkezi
otoritesiyle Osmanlı Devleti, Avrupalı rakipleri karşısındaki üstünlüğünü kaybetmiş, bu
ülkelerin saldırılarına karşı kendini koruyamaz duruma düşmüştür.
18 ve 19. Yüzyıllarda Avrupalı Büyük Güçlerin Ortadoğu Politikaları
18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında Osmanlı toprakları üzerinde stratejik
çıkarları ve hesapları olan üç büyük Avrupalı büyük devletten söz edilebilir. Bu ülkeler:
Rusya, Fransa ve İngiltere. Bahsedilen devletlerin Osmanlı ve Ortadoğu üzerinde münferit ve
müşterek menfaatleri söz konusuydu:
Rusya: 18. ve 19. yüzyıllarda Rusya’yı Avrupa ve dünyaya açan deniz yolları Baltık
Denizi ve Kuzey Buz Denizi’ydi. Ne var ki, bu iki deniz de uzun ve sert geçen kışlar
nedeniyle çoğu zaman buz tutmaktaydı. Bu nedenle Rusya’nın dış ticaret ve dünyaya açılma
1
bakımından sıcak denizlere yani Karadeniz’e çıkma gereksinimi bulunmaktaydı. Ancak 17.
yüzyılda bu denizin tamamı Osmanlı Devleti egemenliğindeydi.
Rusya’yı sıcak denizlere indirmek için Büyük/Deli Petro ve ardılları 18. yüzyılda bir dizi
savaş yürüttüler. 18. yüzyılda Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki savaşları bu anlamda da
değerlendirmek gerekir. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Rusya, Karadeniz’in çevresinde
Osmanlı aleyhine genişleme kaydetmiştir. Ancak halen daha Rus ticaret gemileri Karadeniz
üzerinden Akdeniz’e geçebilmek için Osmanlı yönetimindeki boğazlardan geçmek
zorundaydı. Rusya’nın burada gayesi, boğazların denetimini elde etmek veya en azından
Osmanlı Devleti’yle kendi savaş ve ticaret gemilerine herhangi bir sorun çıkarmayacağı bir
anlaşmayı imzalamak.
Rusya’nın böyle bir stratejik hedef üzerine gayret göstermesi ise diğer bir Avrupalı büyük
güç olan İngiltere’yi rahatsız ettiği içindir ki 18. yüzyılın sonlarından başlamak üzere 1882’de
İngiltere tarafından işgal edilene kadar İngilizler Osmanlı Devleti’nin siyasal bağımsızlığını
ve toprak bütünlüğünü savunmuşlardır.
1774 Küçük Kaynarca ile başlayarak ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na (93 Harbi) kadar
devam eden yaklaşık yüz yıllık Osmanlı-Rus mücadelesinde Rusya’nın temel amacı bu
emelini elde etmektir. Sıcak denizlere inme hedefi, Ortodoks Hıristiyanların hamiliğine
soyunması ve pan-Slavizm politikasıyla (özellikler Balkanlar üzerinde) Rusya, Osmanlı için
dönem itibariyle baş düşman halini almıştır.
Tam da bu noktada Doğu Sorunu, Rusya’nın boğazlar dahil Osmanlı’nın stratejik
toprakları üzerinde kontrol veya nüfuz elde edip edemeyeceği ya da Avrupalı büyük güçlerin
Rusya’yı bu konuda durdurup durduramayacağı üzerine kuruludur. İkinci ve genel bir
tanımlama ise Doğu Sorunu; askeri, siyasi ve ekonomik bakımdan dağılma sürecine giren
Osmanlı Devleti’nin hakim olduğu toprakların Avrupalı büyük güçlerin savaşa tutuşmadan
nasıl ve ne zaman paylaşılacağı sorunudur.
Britanya: 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde İngiltere, denizlere ve Hindistan’a egemen
olan büyük imparatorluktu. İngiltere, 1756-1763 arasındaki Yedi Yıl Savaşları’yla Hindistan’ı
Fransa’dan ele geçirmişti. Bu nedenle burayla güvenli deniz ve kara ticareti yapabilmek
İngiltere’nin öncelikli hedefi olmuştur.
19. yüzyılın başlarında İngiltere, Hindistan ile Avrupa arasındaki bağlantının kopmaması
için aynı güzergâh üzerinde bulunan Osmanlı Devleti’nin korunmasını zorunlu kılmıştır.
2
Akdeniz’i Kızıl Deniz ve Arap Denizi üzerinden Hindistan’a bağlayan stratejik ticaret
yolunun Osmanlı toprakları üzerinde olması onu İngiltere için vaz geçilmez kılmıştır.
Konuya uluslararası ilişkilerin temel mantığından baktığımızda, Avrupa’da güç
dengesinin muhafaza edilmesini dış politikasının temel omurgası haline getiren İngiltere’nin
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü ve siyasal bağımsızlığını koruma politikası izlemesi
gerekiyordu.
Hindistan yolunun güvenliği açısından İngiltere, 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın
Anadolu’nun doğu yakasından ve İran üzerinden Basra Körfezi’ne ulaşmasını önlemek
amacıyla daha saldırgan bir tavır içerisine girmiştir. Osmanlı Devleti’nin siyasal
bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü savunma politikasında değişikliğe giden İngiltere,
Osmanlı topraklarından Kıbrıs adasını 1978’de, Mısır’ı da 1882’de işgal etmek suretiyle
Rusya ve Fransa’nın Ortadoğu’daki ilerleyişinin durdurulmasında etkili olmuştur.
Fransa: 18. ve 19. yüzyıllarda Fransa, diğer Avrupalı büyük güçler gibi büyük bir
sömürge imparatorluğu kurma peşindeydi. Bu nedenle İngiltere’ye kaybettiği Hindistan’ı geri
almak ya da en azından İngiltere’nin burayla olan ticari ve siyasi bağını kırmaya yönelmiştir.
Bu amaçla ilk başta İngiltere’nin burayla bağlantısını kesmek amacıyla Ortadoğu
coğrafyasında bazı bölgelerde denetim için stratejik konumu haiz Mısır’ı işgal etmiş, ancak
bunda başarılı olamayınca Mehmet Ali’nin İngiltere’nin müttefiki Osmanlı Devleti’ne karşı
ayaklanmasına destek çıkmıştır. İngiltere ise Fransa’nın bu politikalarını hem Avrupa güç
dengeleri açısından hem de Ortadoğu ve Uzak Doğu güç dengeleri açısından büyük bir tehlike
olarak görmüş ona göre politika tayin etmiştir.
3
Osmanlı-Avrupa İlişkilerinde Temel Dönüm Noktaları
1- Karlofça Antlaşması (1699)
Karlofça Antlaşması, 1683-1699 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Habsburg/Avusturya
İmparatorluğu arasında uzun yıllar süren savaşlar dizisinin sonunda taraflar arasında
imzalanmıştır. Savaşın başlama nedeni Osmanlı Devleti’nin Kanuni Sultan Süleyman’ın
1529’da denemesinin ardından yaklaşık 150 yıl sonra yeniden Viyana’yı kuşatma girişimidir.
Söz konusu antlaşma Osmanlı Devleti ile Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya arasında
imzalanmıştır. Özellikle Habsburg Avusturya’sı Hıristiyan Avrupa’nın Müslüman Osmanlı’ya
karşı savunulmasında en önemli rolü oynamıştır.

Karlofça
Antlaşması
ile
Osmanlı
Devleti,
Kutsal
Roma-Cermen
İmparatorluğu’nun başkenti Viyana’yı ele geçirememiş tersine, Macaristan’ı
Habsburg hanedanına ve Ege kıyısını da Venediklere bırakmıştır.

Viyana Kuşatması (1683) ve ardından imzalanan Karlofça Antlaşması Osmanlı ve
Avrupa tarihi açısından son derece önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı Devleti
ilk defa ve açıkça bir savaşta yenilgiye uğramış bir devlet olarak barış antlaşması
imzalamıştır.

Karlofça Antlaşması Osmanlı Devleti’nin duraklama döneminin başlangıcıdır.

Osmanlı Devleti artık Avrupa’da savunma durumuna geçmiştir. 18. yüzyılda
Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletleriyle ilişkilerinde bir silah olarak savaşın
yerini diplomasi almıştır. Osmanlı artık rollerinin savunma olduğunu ve bunun
için de müttefiklere ihtiyacı bulunduğunu anlamıştır.

Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın temsil ettiği İslam dünyası karşısındaki
üstünlüğü ele geçirdiğinin net göstergesidir. Karlofça Antlaşması, genel olarak
İslam dünyası ile Avrupa arasındaki askeri dengede tam bir dönüm noktasıdır.
Karlofça Antlaşması, Osmanlı’nın askeri gücünün önemli ölçüde zayıfladığını açık
bir şekilde ortaya koymuş ve Avrupa üzerinde yüzyıllardır süren Türk tehdidinin
yok olmaya başladığının göstergesidir.

Osmanlı Devleti Karlofça ile birlikte geleneksel diplomatik alışkanlıklarını bir
tarafa bırakarak uluslararası hukukun kurallarına uygun bir şekilde Avrupa
diplomasisinin içerisine girmiştir.
4
Daha önce Avrupalı devletleri anlaşmalarda eşit kabul etmeyen ve tek taraflı
olarak ticari anlaşmalar yapan Osmanlı Devleti, bundan sonra Avrupalı devletlerle
ilişkilerinde yeni bir ilişki türüne geçmiş, mütekabiliyet esasını kabul etmiştir.
Karlofça Antlaşması’na kadar Osmanlı Devleti’nin diplomasisi tek taraflı ve
karşılıklılık esasına dayanmayan bir uygulamalar bütünüydü. Avrupalı devletlerin
küçük ve hor görülmesi nedeniyle Osmanlı Devleti sürekli büyükelçi
göndermemiştir.

Karlofça Antlaşması, modern Ortadoğu’nun biçimlenişinde en önemli dönüm
noktalarından birini teşkil etmektedir.
2- Küçük Kaynarca Antlaşması (1774)
Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1768-1774 yılları
arasında yapılan savaşlar sonrasında imzalanmıştır. Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı
Devleti-Avrupalı devletler ilişkilerinde yeni dönemin başladığının ikinci en önemli
göstergesidir. Bu antlaşmayla Rusya’nın sağladığı kazançlar toprak, ticaret ve etkinlik olmak
üzere üç grupta toplanabilir.

Antlaşma ile birlikte Osmanlı Devleti, Karlofça’yla birlikte kaybettiği Hıristiyan
toprakların tersine Müslüman toprağı olan Kırım’ı kaybetmiştir. Kırım başta Özerk
olmuş daha sonra (1783) ilhak edilmiştir. Kırım balkanlarda kaybedilen bölgelerin
tersine hem Türkçe konuşan hem de Müslüman halktan oluşmaktaydı. Bunların
yanında Kerc ve Yenikale limanları ve Dinyester Nehri olmak üzere Rusya
Karadeniz’de stratejik iki bölgeye de sahip olmuştur.

Daha önce tüm Karadeniz’i çevreleyen Osmanlı Devleti, bundan sonra bazı
bölgeleri Rusya’ya terk etmek zorunda kalmıştır.

Rusya’nın Osmanlı topraklarında istediği yere konsolosluk açabilmesinin önü
açılmıştır.

Rus ticaret gemileri Karadeniz’de serbestçe dolaşabilme ve boğazlar kanalıyla
Akdeniz’e geçe bilme hakkını elde etmişlerdir.

Rus tebası, Osmanlı Devleti’nin daha önce İngiltere ve Fransa gibi “en fazla
müsaadeye mazhar devlet” ilkesinden yararlanacak.

Rusya bu antlaşmayla birlikte İstanbul’da sürekli bir elçi tarafından temsil
edilecek.
Daha
önce
Osmanlı
Devleti’nin
tek
taraflı
olarak
verdiği
5
düşünüldüğünde Rusya’nın böyle bir hak elde etmesi diplomatik bir başarı olarak
değerlendirilebilir.

Rusya, Osmanlı topraklarındaki Ortodoks Hıristiyanların koruyuculuğunu
üstleniyor ve Osmanlı topraklarına bir kilise inşa ederek kilisenin denetimini de
Rus elçiliğinin eline veriliyordu. Bundan böyle Kuzeydeki güçlü komşusu
Osmanlı’nın içişlerine karışma hakkına sahip olmuştur.
3- Fransa’nın Mısır’ı İşgali (1798)
1789 (1799’a kadar sürer) yılında meydana gelen Fransız Devrimi, Fransa’nın Osmanlı
toprağı Mısır’ı işgal etmesine giden süreci başlattığı söylenebilir. Fransız Devrimi ile
revizyonist politika izlemeye başlayan Fransa, Avrupa kıtasında güç dengelerini yerinden
etmiş, Avrupa’da Fransız-İngiliz güç mücadelesine yol açmıştır.
Aynı zamanda, Mısır’ın işgali, Avrupa ile Ortadoğu, Osmanlı ile Ortadoğu ve Osmanlı ile
Avrupa arasındaki ilişkilerde yeni bir aşamanın başlangıcı olmuştur. Böylece Mısır ve
Ortadoğu, Avrupa’nın nüfuz ve rekabet alanı içerisine sokulmuştur.
1789 Fransız Devrimi’nden sonra başlamak üzere Fransa ve İngiltere, Napolyon
Bonapart’ın 1815’te durdurulana kadar sürecek bir dizi savaş yapmışlardır. Kısa sürede
Fransız-İngiliz rekabeti Avrupa kıtasını aşarak iki büyük gücü deniz aşırı pazarlara ulaşma ve
stratejik noktaları denetleme hususunda büyük bir güç mücadelesi şeklini almıştır.
Fransa’nın artan gücü ve ekonomik gelişmesi dünya pazarlarındaki ve sömürgelerdeki
üstünlüğünü tehdit etmesi nedeniyle İngiltere üzerinde ciddi bir alarma yol açtı. Ekonomik
açıdan güçlü bir Fransa, İngiliz sermayesinin yerleşik tekeline zarar verebilirdi. Fransa ve
İngiltere arasındaki dünya egemenliği mücadelesi, İngiltere’nin yükselişi ve Fransa
İmparatorluğu’nun düşüşüyle sonuçlanan uzun bir savaş serisinin altında yatan sebepti.
Söz konusu dünya egemenliği mücadelesinde Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu toprakları
rekabet ve çekişmenin en yoğun yaşandığı bölge haline gelmiştir. İngiltere’yi Hindistan’a
bağlayan en kestirme yol Mısır üzerinden geçmekteydi. Avrupa ile Hindistan’ı birbirine
bağlayan ticaret güzergâhı Akdeniz’i Hint Okyanusu’na bağlayan Kızıl Deniz sayesinde
kurulmuştu.
Fransa’nın Mısır’ı 1798’de işgal etmesinin arkasında yatan temel dinamiği yukarıda
bahsedilen Avrupa güç dengesi ve sömürge mücadelesinde aramak gerekir. Napolyon’un
6
komuta ettiği Fransız ordusu, 1798 yılında ülkeye girip Memlük ordusunu yenilgiye uğratınca
Mısır da bu rekabetin önemli stratejik merkezi halini almıştır.
1789 Fransız Devrimi’nin ardından devrimci politikalar izleyen Fransa, 1797’de İtalya’yı
ele geçirmiş ve Balkanlara doğru ilerlemekteydi. Fransa’nın hedefinde yakın zamanda
Avusturya ve Rusya karşısında ağır yenilgiler alan güçsüz Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu
toprakları üzerinde nüfuz elde etmek vardı. Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu coğrafyasına sahip
olmasının sağladığı stratejik konumu Napolyon’un yayılmacı planlarının içerisine giriyordu.
Napolyon’un Mısırlılara Hitabı:
Mısırlılar, size dininizi yıkmaya geldiğimi söyleyecekler. Bu açık bir yalandır, inanmayın!
İftira atanlara söyleyin ki, buraya haklarınızı ezenlerin elinden alıp size vermeye geldim.
Benim Memlüklerden daha fala Allah’a hizmet ettiğimi, onun Peygamberi Hz. Muhammed’e
ve Kuran’a saygı duyduğumu söyleyin…. Fransızlar her zaman Osmanlı padişahının en
samimi dostları, düşmanının düşmanı olduklarını ilan etmişlerdir. Memlükler ise padişaha
boyun eğmeyi hep reddettiler.
Fransa’yı Mısır’ı İşgal etmeye yönelten nedenler:

Fransa’nın Mısır’ı ele geçirmekle öncelikli hedefi, Hindistan’a giden güzergâhta
stratejik bölgeyi denetleyerek İngiltere’ye büyük bir darbe vurmaktı. Mısır,
İngiltere ve Fransa açısından bereketli topraklarının yanında Asya ve Afrika
kıtalarının birleşme noktasında bulunan, Hindistan ve doğu yolunu kontrol eden
önemli bir jeostratejik konuma sahipti. Napolyon Bonapart, Mısır’ı işgal etmek
suretiyle Avrupa’daki büyük düşmanı İngiltere’nin zenginliğinin kaynağını
ortadan kaldırmayı ve Hindistan’a ulaşım yolunu denetim altına almayı
hedefliyordu.

Fransa, 1763’de Yedi Yıl Savaşları sonrasında İngiltere’ye kaybettiği Hindistan’ı
Mısır, Suriye, Irak, İran ve Pakistan üzerinden geri almaktı.

Hâlihazırda İtalya yarımadasını ele geçirmiş olan Fransa, doğu ve güney Akdeniz
sahillerine sahip olan Osmanlı topraklarını da ele geçirerek Akdeniz’i kendi iç
denizi haline getirebilecekti.

Fransa Mısır’ı sömürgeleştirerek güvenilir bir tahıl kaynağı yapmak istiyordu. Bu
sayede zengin ve geniş bir sömürge elde etmiş olacaktı.
7

Daha sonra üzerinde yayılmayı planladığı Osmanlı’nın Doğu Akdeniz bölgesinde
askeri üs elde edecektir. Buna ek olarak Napolyon, Kuzey Afrika ve Anadolu’nun
sömürgeleştirilmesiyle kaybedilen Amerikan ve Hindistan sömürgelerinin yerini
alarak büyük bir sömürge imparatorluğu kurmanın önünü açacağını düşünüyordu.
1798-1801 yılları arasında üç yıl sürmüş olan Fransa’nın Mısır’ı işgali, Osmanlıİngiliz ittifakıyla sona erdirilmiştir. İngiltere’nin Mısır’ı denetim altına almış bir Fransa’yı
hayati çıkarlarına tehdit olarak görmesinin doğal sonucu Osmanlı-İngiliz ittifakıdır.
Denge Politikası: Osmanlı Devleti, 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgalinden başlamak
üzere tüm 19. yüzyıl boyunca dış politikada “denge politikası” takip etmiştir. Denge
politikasının dayanağı, devletin giderek zayıflayıp askeri gücüne güvenememesidir. Bu
nedenle denge politikasının temel amacı, siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü
sürdürmek için Osmanlı Devleti’nin Avrupalı büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarından
faydalanarak dış politikadaki ağırlığı şu ya da bu devlete vermek olarak tanımlanmaktadır.
Viyana Sözleşmesi: Fransa ile Napolyon Fransa’nın Avrupa’da izlediği revizyonist
politikalarına karşı olan dört büyük Avrupa gücü Avusturya, Rusya, Prusya ve İngiltere
arasında 1815 yılında imzalanan sözleşmedir. Bu sözleşmenin önemi, Fransa’nın izlediği
politikalarıyla Avrupa’da bozulan güç dengesinin yeniden yapılandırılmasıdır.
Güç Dengesi: Her bir devletin güç kapasitesinin farklı olduğu devletler sisteminde saldırgan
ya da yayılmacı bir devletin bu amacından alıkonulması ve engellenebilmesi için bu devletin
söz konusu tavrından tehdit algılayan veya rahatsız olan devletler kümesinin bir araya
gelmesiyle oluşan dengeye güç dengesi denir. 1815 yılında kurulan güç dengesi ise Fransa
gibi yayılmacı bir devletin tüm Avrupa üzerinde hâkimiyet kurmaktan alıkoymaya hizmet
etmiştir.
Fransız işgalinin sonuçları:

İşgalin önemli sonuçlarından biri, ilk defa bir Avrupa devleti Akdeniz’i aşarak
Osmanlı Devleti’nin Arap coğrafyasında egemenlik kurabileceğinin sinyalini
vermiştir.

Mısır’da Osmanlı merkezi otoritesine sadakatle ülkeyi yöneten Memluklerin otoritesi
zayıflamış, ortadan kalkmış ve iktidar boşluğu doğmuştur.

Avrupalı büyük güçler arasındaki rekabet ve güç mücadelesi Osmanlı tarafından idare
edilen Ortadoğu’ya taşınmıştır.
8

Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya karşı İngiltere ile ittifak yapması, Osmanlı’nın bundan
sonra siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü teminat altına almak için denge
politikası izlemesinin bir sonucudur. Osmanlı Devleti 1798’e gelinceye kadar dış
politikada ittifaklar sistemine girmemiş, yalnızcılık politikası izlemiştir. Ama bundan
sonra Osmanlı Devleti, askeri alandaki zayıflığını telafi etmek amacıyla diplomasiye
ağırlık verip, Avrupalı Hıristiyan devletlerle ittifaklar yapmak zorunda kalmıştır.

Osmanlı Devleti bundan sonra yalnızca Avusturya ve Rusya ile değil, İngiltere ve
Fransa ile de uğraşmak zorunda kalmıştır.
Kavalalı Mehmet Ali ve Mısır
Fransa’nın Mısır’ı işgal etmesinden sonra Mısır’ın iç ve dış politikasında köklü
değişiklikler meydana gelmiştir:

İç politikada yönetici aile değişmiş

Dış politikada Osmanlı Devleti’nden bağımsız hareket edilmeye başlanmıştır.
1805-1848 yılları arasında Mısır’ı idare eden Mehmet Ali Paşa, Osmanlı Devleti’nin
işgalci Fransızları ülkeden çıkarmak amacıyla 1801 yılında Mısır’a gönderilen ordunun
Arnavut birliğinin ikinci komutanıdır. Fransa’nın Mısır’ı terk etmesinin ardından ortaya
çıkan iktidar boşluğunda pek çok grup rekabet ederken bunlar arasında Mehmet Ali galip
gelmiş, yönetimi eline almıştır. Daha sonra 1805’de İstanbul yönetimi Mehmet Ali’yi
Mısır’ın Osmanlı valisi olarak tanımıştır. Böylece 1805’ten başlamak üzere 1852 yılındaki
askeri darbeye kadar Mısır’ı Mehmet Ali ailesi/hanedanı yönetmiş, 1260 yılından bu yana
Mısır’daki Memlük idaresine son verilmiştir.
Mehmet Ali yönetiminde Mısır resmi olarak Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti olarak
kabul edilmeyi sürdürdü. Mısır’ın valisi olarak Mehmet Ali İstanbul’da padişaha tabiydi.
Aslına bakılırsa Mehmet Ali ile birlikte Mısır, kendi hükümeti, ordusu, hukuk ve vergi
sitemi olan bağımsız bir devlet haline gelmiştir. Gerçekleştirilen askeri reformlar,
ekonomik ve toplumsal düzenlemeler sayesinde Mısır, kâğıt üzerinde Osmanlı’ya bağlı
fiiliyatta bağımsız bir devlet görünümünü almıştır. Mehmet Ali Osmanlı yönetimine
arasındaki bağ yıllık küçük bir vergi ödemesi, padişah tarafından tanıması ve padişahın
ismi Mısır’da okunan hutbelerde geçmesi dışında fazla bir şey değildir.
Mehmet Ali’nin Mısır’da iktidarını güçlendirmesinin nedenleri:
9

Derhal harekete geçen Mehmet Ali Paşa, silahlı kuvvetleri yeniden
düzenlemiş, idari yapıyı değiştirmiş, merkezi bürokrasiyi yerleştirmiştir.

Osmanlı sultanının görevlendirmesiyle 1811-1818 yılları arasında Arap
Yarımadası’ndaki Vahhabilere karşı savaşmış, I. Suud Emirliği’ni yıkmıştır.

1811 yılında kendisine ayak bağı olduğunu düşündüğü Memlüklerin ileri
gelenlerini verdiği bir yemek çıkışında öldürtmüştür.

1823 yılında Sudan’ı işgal etmiştir

1824 yılında Osmanlı sultanının çağrısı üzerine Yunanistan’daki ayaklanmayı
bastırmış, Atina’ya kadar ilerlemiştir.

1833’de Osmanlı yönetimine başkaldırarak Suriye ve Anadolu’nun güney
kısımlarını işgal etmiştir.
Mehmet Ali ve I. Suudi Emirliği (1744-1818)
I. Suudi Emirliği’nin ortaya çıktığı siyasi, ekonomik ve toplumsal ve coğrafi şartlara
baktığımızda 18. yüzyılın başlarında Arap Yarımadası herhangi bir devlet örgütlenmesine
sahip değildi. Nüfusu bozkır bedevileri ve vahalardaki yerleşik çiftçilerden oluşmaktaydı ve
bir dizi kabileye bölünmüştür. Parçalanmış ve birbiriyle sürekli savaşan bu kabileler otlaklar,
sürüler, ganimetler ve su kuyularına sahip olmak için sürekli savaşlara girişiyorlardı.
Arap Yarımadası’nın kabilesel parçalanmışlığı işgalci devletlerin burayı ele geçirmesi
için uygun bir ortam sunuyordu. 16. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti, Arap
Yarımadası’nın Kızıl Deniz kıyılarını, Hicaz bölgesini, Yemen’i önemli bir direnişle
karşılaşmadan ele geçirdi.
Portekizler, Hollandalılar ve İngilizler de 16. yüzyılda Arabistan sahil şeridine üsler
kurmaya başladırlar. 18. yüzyılda ise İranlılar el-Ahsa, Umman ve Bahreyn’i ele geçirdiler,
bunların dışında sadece çöllerle kaplı merkezi Arabistan bölgesi işgalciler tarafından zapt
edilemedi veya edilmedi.
Tam da böyle bir konjonktürde Arap Yarımadası’nın Necid bölgesinde I. Suudi
Emirliği (1744-1818) kurulmuştur. Bu emirliğin kurulmasında alim Muhammed İbni
Abdülvehhab (1703-1792) ve emir Muhammed İbni Suud önemli bir rol üstlenmişlerdir. İbni
Abdülvehhab’ın öncülük ettiği Vehhabi hareketi ile İbni Suud’un liderlik ettiği Suudi
hanedanı arasında yapılan işbirliği Arabistan’ın merkezi bölgesi Necid’de böyle bir devletin
doğmasına yol açmıştır.
10
Vehhabi hareketinin teolojik temelleri orta Arabistan ulemasından İbni Abdülvehhab
tarafından atılmıştır. Mekke, Medine, Şam ve Bağdat’ta din eğitimi alan Abdülvehhab,
İslam’da tevhid inancını ön plana çıkarmıştır. Abdülvehhab’a göre bölge nüfusu, İslam’ın
gerçek yolundan sapmış, tevhid inancına aykırı yaşayan ve şirke düşmüş Müslümanlardı. Bu
nedenle Müslümanların arınarak gerçek ve doğru İslam’ı yaşamaları için tebliğ ve cihad
yapılmalıydı. Vehhabi İslam anlayışına göre Müslümanların esas itibariyle başvurmaları
gereken Kuran ve Sünnet olmak üzere iki ana kaynak bulunmaktadır.
Diğer taraftan Suud hanedanı, bölge üzerinde kontrolü ele geçirmek ve bölgeye hakim
olmak istiyordu. Arap Yarımadası’nın parçalı yapısı ve kabilelere bölünmüş sistemi siyasal
birliğin kurulması önünde büyük bir engel teşkil ediyordu. Abdülvehhab’ın tevhid anlayışını
öne çıkaran dini doktrini İbni Suud’un bölgede siyasal birliği sağlamışında dini motivasyon
temin etmiştir.
Tam da bu noktada, İbni Abdülvehhab ve İbni Suud 1744 yılında Necid’de yaptıkları
ittifakla I. Suudi Emirliği’nin teşkil etmişlerdir. Bu ittifak anlaşmasına göre İbni Suud, İbni
Abdülvehhab’ın dini anlayışını kabul ediyor ve bunun yayılması için askeri ve siyasi desteği
vereceğini taahhüt etmiştir. İbni Abdülvehhab ise İbni Suud’un merkezi Arabistan’daki siyasi
otoritesini kabul etmiş, ona dini desteği vereceğini taahhüt etmiştir. Böylece I. Suudi
Emirliği’nde dini otorite Abdülvehhab ve onun soyuna ait olurken Siyasi otorite ise İbni Suud
ve onun hanedanına ait olmuştur.
Vehhabi din anlayışı kabirlere aşırı bağlılığı, kabirlerin yanına ibadet yerleri (türbe)
inşa edilmesini Allah’a ibadet yolunda düşülen şirk olarak adlandırmaktadır. Bu nedenle ele
geçirdikleri bölgelerde gösterişli kabirler ve türbeler yıkılmıştır. Vehhabi hareketi, Şiileri
mürted olarak görmekte, onlara karşı savaşmayı dinin emri olarak kabul etmekteydi. Aynı
zamanda Osmanlı padişahlarının halifeliğinin sahte olduğu ilan etmişler, Osmanlı Devleti’nde
yaygın olan tasavvuf anlayışını saf İslam’ın yolundan sapmak olarak görmüşlerdir.
Öncelikli olarak Necid’in tüm bölgeleri üzerinde hakimiyet kuran I. Suudi Emirliği,
18. yüzyılın sonlarında savunma durumundan saldırı pozisyonuna geçmiştir.

Vehhabi-Suudi hareketi ilk saldırılarını stratejik önemi haiz Basra Körfezi kıyılarına
gerçekleştirerek 1793’de el-Hasa bölgesini ele geçirdiler.
11

1801 yılında Irak’ın Kerbela bölgesine saldırı düzenleyerek bölgede yaşayan Şii
Müslümanları mürted oldukları gerekçesiyle katletmişlerdir. Bunun yanında Hz.
Hüseyin’in kabri ve türbesi de tahrip edilmiştir.

1803 yılında Bahreyn ve Kuveyt üzerinde egemenlik kurdular.

1804 yılında Suriye topraklarına saldırılar düzenledirler.

Vehhabi-Suudi hareketi bir yandan Basra Körfezi üzerinde denetimi ele geçirmeye
çabalarken diğer taraftan da Kızıl Deniz ve Hicaz bölgesi üzerinde hakimiyet kurmaya
yönelmiştir. 18. yüzyılın sonlarına doğru Hicaz bölgesine saldırılar düzenleyen I.
Suudi Emirliği, Hicaz’daki Osmanlı’ya tabi Şerif ailesini yenerek 1804 yılında Medine
ve 1805 yılında ise Mekke’yi yönetimi altına almıştır.
Mehmet Ali’nin Arabistan Seferi /1811-1818)
I. Suudi Emirliği’nin dini anlayışı ve siyasi ihtirasları Osmanlı Devleti’nin hem dini hem
de siyasi otoritesine meydan okumaktaydı. Bir taraftan Vehhabi ideolojisi Osmanlı
halifelerinin uydurma olduğunu ve dini bir otoritesinin olmadığını ileri sürerlerken diğer
taraftan Vehhabi din anlayışıyla motive olmuş Suud askerileri Osmanlı Devleti’nin
yönetimindeki topraklar üzerinde egemenlik kurmaya başlamışlardır. Bu yönüyle I. Suudi
Emirliği, Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesine büyük bir meydan okuma şeklinde ortaya
çıkmış ve kısa sürede yayılmıştır.
Dönemin Osmanlı padişahları III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmut (1808-1839)
diplomatik kanalları kullanmak suretiyle Vehhabi-Suudi hareketini durdurmaya çabalamış
ancak başarılı olamamışlardır. İslam’ın iki kutsal şehri Mekke ve Medine’nin de kaybedilmesi
üzerine 1811’de II. Mahmut Mısır valisi Mehmet Ali’yi Arap Yarımadası’nda güvenlik ve
istikrarı zedeleyen isyancı Vahhabileri durdurmakla görevlendirdi.
Mehmet Ali oğlu Tosun Bey’i Vahhabileri Hicaz bölgesinden çıkarmakla görevlendirdi.
1815 yılında Hicaz bölgesi Vehhabi savaşçılardan temizlendi. Ancak I. Suud Emirliği
başkenti Necid/Diriye’de varlığını sürdürmekte, Osmanlı Devleti’ne tehdit oluşturmaya
devam ediyordu. Bu sefer Mehmet Ali, diğer oğlu İbrahim paşayı I. Suudi Emirliği’nin Arap
Yarımadası’ndan tamamen temizlemekle görevlendirdi. 1818 yılında Necid’teki VehhabiSuudi birlikleri yenilgiye uğratılmış, I. Suud Emirliği yıkılmıştır. O dönen Suud Emirliği’nin
başındaki Emir Abdullah esir alınmış, önce Kahire daha sonra İstanbul’a gönderilerek
asılmıştır.
12
Sonuç olarak, I. Suud Emirliği’ne son verilmiş, Osmanlı Devleti’nin egemenlik sahası
Arap Yarımadası’nın içlerine kadar genişlemiş, Mehmet Ali askeri donanım ve güç açısından
kendisini kanıtlamış ve Hicaz’a kendisi bir şerif tayin etmiştir.
İbrahim paşanın 1820’de merkezi Arabistan’dan ayrılmasının ardından Emir Abdullah’ın
akrabası Prens Türki liderliğinde Vehhabi güçleri yeniden ayaklanış ve 1824 yılında Riyad
merkezli II. Suud Emirliği’ni kurmuşlardır. Bu emirlikte kısa sürede çevre bölgeler üzerinde
hakimiyet sahasını genişletmiş, 1830’da el-Hasa’yı ele geçirdiler. 1824 yılında kurulan II.
Suud Emirliği iç karışıklıklar ve Raşid hanedanının baskıları sonucu 1891’de yıkıldı.
Önemli bir husus, Mısır birliklerinin ve Vehhabi güçlerinin Basra Körfezi kıyılarında
hakimiyet mücadelesi vermeleri bölge üzerinde hayati çıkarları bulunan İngiltere’yi rahatsız
etmiştir. Bunun sonucunda İngiltere Basra Körfezi’ne donanma göndermekle kalmamış
bölgedeki şeyhliklerle “himaye” anlaşmaları imzalayarak onları yabancı tehdidine karşı
koruma sözü vermiştir. Koruma sözü karşılığında yerel kabile şeflerinden başka bir devletle
siyasi ve askeri anlaşma içerisine girmeyecekleri ve üçüncü ülkelerle dış ilişkilere İngiltere
aracılığıyla girecekleri taahhüdünü almıştır. İlk önce 1880’de Bahreyn olmak üzere, 1891’de
Umman, 1899’da Kuveyt ve 1916’da ise Katar gibi Körfez ülkeleriyle himaye anlaşması
imzalamıştır. Haliyle Basra Körfezi’ndeki Osmanlı siyasi otoritesi İngiltere’nin bu hamlesiyle
büyük bir darbe almıştır.
Mısır’ın Sudan ve Yunanistan Seferleri
Mehmet Ali’nin ikinci büyük seferi güney komşusu Sudan üzerine olmuştur. Bunun
nedeni:

Mehmet Ali, uzun Arabistan savaşlarından sonra tükenmiş hazinesini, tekrar
doldurmak ve büyük bir donanma inşa etmek için paraya ihtiyacı olmasından
dolayı Sudan’da gördüğü ticarete el koymayı hedefine koymuştur.

Ayrıca Mehmet Ali Sudan’a sefer düzenleyerek Mısır’dan buraya kaçan
Memluklerin kalıntılarını temizlemek istiyordu.
Mehmet Ali’nin oğlu İsmail paşa 1820 yılında beraberindeki orduyla birlikte Sudan’a
saldırmış, güçlü bir direnişle karşılaşmadan 1823 yılına gelindiğinde Sudan’ın büyük bir
kısmı Mısır’ın yönetimine geçmiştir.
13
Mehmet Ali’nin üçüncü büyük seferi Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan
Yunanistan’a gerçekleştirildi. Mehmet Ali, bağımsız ve güçlü bir Arap devleti kurma amacına
her geçen gün biraz daha yaklaşmaktaydı. Mehmet Ali Akdeniz’in güneyinde Mısır,
doğusunda Suriye ve kuzeyinde Yunanistan üzerinde hakimiyet kurarak büyük bir Arap
devleti inşa edebilmenin mücadelesini veriyordu.
1821 yılında Osmanlı toprağı Yunanistan’da patlak veren milliyetçi bağımsızlık
ayaklanması Mehmet Ali’ye yeni bir fırsat doğurmuştur. Yunanistan’daki isyanı bastıramayan
II. Mahmut, yeniden Mehmet Ali’den yardım talep etti. Osmanlı yönetimi, Yunan
ayaklanmasını bastırması karşısında Mehmet Ali’ye Mora valiliğini verdiğini açıkladı. Bunun
üzerine harekete geçen Mehmet Ali’nin oğlu İbrahim paşa, 1824 yılında Yunanistan seferine
çıkmıştır.
Mısır askerilerinin Yunanistan’ın başkenti Atina’yı ele geçirmesi Avrupalı büyük
güçleri rahatsız etmiş, onların müdahalelerine yol açmıştır. Uluslararası boyut kazanmasıyla
Fransa, Rusya ve İngiltere’nin müdahalesi sonucunda 1828 yılında Mısır birlikleri
Yunanistan’ı terk etmiş, 1829 yılında imzalanan Edirne Antlaşması ile Yunanistan özerklik
elde etmiştir. Daha sonra Yunanistan tam bağımsızlığına kavuşmuştur.
1927 yılında üç büyük Avrupa ülkesi olan İngiltere, Fransa ve Rusya aralarında
yaptıkları anlaşma uyarınca ayrılıkçı Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında Yunanistan’ın
özerklik kazanacağı şekilde ateşkese arabuluculuk yapacaklarını kararlaştırdılar. Ayrıca bu
anlaşmada alınan bir diğer karar ise Mısır birliklerinin komutanı İbrahim paşanın
Yunanistan’dan geri çekilmesini sağlamaktı.
Söz konusu büyük güçler Doğu Akdeniz’de ikinci bir güçlü Müslüman devlet
istemiyorlardı. Avrupalı büyük güçler Osmanlı yönetiminden Yunanistan’a özerklik verilmesi
ve askeri güçlerin geri çekilmesi yönündeki talebinde bulundular. Ancak II. Mahmut bunu
reddetti. Bu nedenle 1827 yılında Fransa, İngiltere ve Rusya’dan müteşekkil ittifak güçleri
Navarin’de Mısır ve Osmanlı donanmalarını yok ettiler.
Mehmet Ali’nin Suriye Seferi (1831)
1930’lara gelindiğinde Yunanistan’ın bağımsızlığını alması ve Cezayir’in Fransa
tarafından işgal edilmesinden sonra Osmanlı Devleti, on yıl süreyle Mısır valisinin
ayaklanmasını bastırmakla meşgul olmuştur.
14
Mısır valisi Mehmet Ali’nin ayaklanmasının görünen nedeni, valinin Yunanistan
meselesi nedeniyle Navarin’de yanan donanmasının yeniden kurmak için Suriye’nin
ormanlarından ve yeraltı kaynaklarından yararlanmak için bu yüzden Mısır’ın yanında Suriye
valiliğini de istemesidir. Ancak Mısır’ın bu davranışının arkasında yatan daha derin nedenler
bulunmaktaydı:

Her şeyden önce Mehmet Ali; Sudan, Mısır, Suriye, Arabistan ve hatta
Yunanistan dahil Akdeniz’i iç deniz olarak kapsayacak büyük bir devlet
kurmak amacındaydı.

İstanbul’dan bağımsız bir şekilde hareket etmek

Mısır valiliğini bir hanedanlık biçiminde babadan oğula geçirmek

En nihayetinde Anadolu dahil Osmanlı topraklarını kapsayacak ölçüde
İstanbul’da Mehmet Ali hanedanını oluşturmak.
Bu emellerle hareket eden Mısır valisi Mehmet Ali’nin oğlu İbrahim paşa, 1831
yılında Suriye ormanlarından yararlanmak gerekçesiyle Osmanlı ordusunu yenilgiye
uğratarak Suriye’yi işgal etti. Daha da ilerlemeye devam eden Mısır ordusu Konya
yakınlarında Osmanlı ordusunu ağır yenilgiye uğrattı.
Valisinin ilerlemesini engelleme hususunda askeri kapasitesi yetmeyen Osmanlı
Devleti için Avrupalı büyük güçleri yardıma çağırmaktan başka çare kalmamıştır.
Osmanlı’nın yardımına gelebilecek güçte üç büyük devlet İngiltere, Fransa ve Rusya idi.
İngiltere ilk başta yardım edebileceğini ifade etmiş, ancak meclisten geçirememiştir. Fransa,
rakibi İngiltere’nin Hindistan yolunun güvenlik ve istikrarını bozmak amacıyla zaten Mehmet
Ali’ye destek çıkmaktaydı. Son olarak Osmanlı Devleti’nin yardım çağrısına Rusya olumlu
cevap vermiştir.
Rusya, zayıf bir Osmanlı Devleti yerine, sözünü dinletemeyeceği ve Fransa tarafından
desteklenen bir Mısır’ın geçmesini Akdeniz’deki stratejik çıkarları açısından tehlikeli bulduğu
için Osmanlı’nın yanında yer almıştır.
Kütahya Antlaşması (1833)
Osmanlı Devleti’nin yardımına Rus ordusunun gelmesiyle Mısır ordusu durdurulmuş,
taraflar arasında Kütahya Antlaşması imzalanmıştır. Anlaşmaya göre:
15

Mehmet Ali’ye Mısır valiliğinin yanında Suriye (Bugünkü Suriye, Filistin, İsrail,
Lübnan ve Ürdün topraklarını içerisine almaktadır.) valiliği verilecek

Oğlu İbrahim paşaya Cidde valiliği verilecek

Mehmet Ali’ye Adana’nın vergi toplama hakkı verilmiştir.
Hünkar İskelesi Antlaşması (1833)
Mısır ayaklanmasına karşı Osmanlı Devleti’nin yardımına Rusya’nın gelmesinin bir
takım maliyeti olmuştur. Mehmet Ali durdurulduktan sonra Osmanlı Devleti ile Rusya
arasında 1833 yılında Hünkar İskelesi Antlaşması imzalanmıştır.

Antlaşmanın açık maddeleri klasik savunma ittifakıydı. Yani, imzacı
devletlerden birine üçüncü bir ülke tarafından saldırı gerçekleştirildiğinde
saldırıya uğrayan devlete yardım edileceği taahhüt edilmiştir.

Ancak antlaşmanın gizli maddesine göre Rusya’ya bir saldırı ortaya çıktığı
takdirde, Osmanlı Devleti’nin zayıflığı göz önünde bulundurularak, bu devlet
boğazları bütün yabancı devletlerin gemilerine kapatacaktı.
Bu sayede Rusya, Osmanlı Devleti ve onun stratejik suyolu boğazlar üzerinde açık bir
şekilde nüfuz elde etmiştir. Aslında anlaşmanın gizli maddesi, her hangi bir savaş durumunda
Türk boğazları Rusya dışındaki bütün devletlere kapalı hale gelmiştir. Bu, Rusya’nın diğer iki
baş rakibi İngiltere ve Fransa karşısında önemli bir stratejik kazanım olarak duruyordu.
Hünkar İskelesi Antlaşması’nın gizli maddesinden haberdar olan İngiltere, büyük
rahatsızlık duymuş bundan sonra boğazların kapalılığı ilkesini uluslararası bir yükümlülük
altına almak için gösterdiği çabalara hız verecektir.
Londra Konferansı (1840)
Londra Antlaşması, valisine 1833 yılında verdiği tavizleri geri almak isteyen II.
Mahmut’un 1839 yılında Mısır’a savaş açması ve bu savaşta da İngiltere’nin yardım
etmesinin bir diyeti olarak Osmanlı Devleti ile Avrupalı büyük güçler arasında imzalanmıştır.
Fakat Osmanlı ordusu Mehmet Ali’nin ordusu karşısında başarı sağlayamadı, Nizip’te
(Gaziantep) yenik düştü. Bunun üzerine Osmanlı yönetimi yeniden Avrupalı büyük güçlerin
yardımına başvurmuş, bu kez başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Rusya Osmanlı’nın
yanında yer almışlardır.
16
Mısır’ın yeni statüsü görüşülmek üzere İngiltere, Fransa, Rusya ve Osmanlı’nın
katılımıyla 1840 yılında Londra’da bir konferans yapılmıştır. Konferanstan çıkan sonuca göre
Mısır’ın babadan oğula geçmek üzere Mehmet Ali’ye verilmiş ve bundan sonra diğer
valilerden ayrıcalıklı statü olarak Hidiv denmeye başlanmıştır.
Buna karşılık Mehmet Ali’nin Sudan dışında işgal ettiği bütün topraklardan
çekilmiştir.
Londra Boğazlar Sözleşmesi (1841)
Osmanlı Devleti’ni on yıl boyunca zor durumda bırakan Mehmet Ali meselesi Batılı
büyük güçlerin müdahalesiyle Osmanlı lehine bir çözüme kavuşturulmasının maliyeti Londra
Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıdır.
1833 Hünkar İskelesi Antlaşması’yla Rusya’nın Osmanlı ve boğazlar üzerinde etkinlik
kazanmasını stratejik çıkarları bakımından tehlike olarak değerlendiren İngiltere, Boğazlar
Sözleşmesi ile istediğini elde etmiş, boğazların barış zamanında savaş gemilerine kapalılığı
ilkesini uluslararası yükümlülük haline getirilmesine büyük çaba göstermiştir. Söz konusu
sözleşme; İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Prusya ve Osmanlı arasında imzalanmıştır. Bu
sözleşmeyle Türk boğazları ilk kez uluslararası bir statü kazanmıştır.
Sonuç olarak 1841 yılına gelindiğinde Hünkar İskelesi Antlaşması son bulmuş,
İngiltere’nin Osmanlı üzerindeki nüfuzu Rusya hilafına genişlemiştir. Buna ilaveten Suriye’de
1831-1840 yılları arasındaki Mısır iktidarı dönemi, ülkeyi tamamen Avrupa nüfuzu açık hale
getirmiştir. Avrupalı diplomatlar, Hıristiyan misyonerler ve tacirler Suriye’ye engelle
karşılaşmadan girip faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Mısır’ın İngiltere Tarafından İşgali (1882)
Mısır’ın İngiltere tarafından işgal edilmesinde birçok neden bulunmasına rağmen
bunlar arasında en dikkat çekeni; 1798’de Mısır’ı, 1830’da Sudan’ı, 1881’de Tunus’u ve
1912’de Fas’ı işgal edip Osmanlı Arap topraklarının Kuzey Afrika bölümünde sömürgeler
elde eden Fransa’nın önüne geçmektir. Buradan hareketle Mısır’ın en nihayetinde işgal
edilmesi Fransa-İngiltere arasında süregiden Ortadoğu’ya dair sömürge rekabetinin bir
sonucudur.
Osmanlı yönetimine karşı ayaklandığı 1831’den İngiltere tarafından işgale uğradığı
1882’ye kadar Mısır, Osmanlı Devleti’ne tabi yarı bağımsız bir devlet şeklinde hareket
17
etmiştir. 1840 yılında Mehmet Ali’nin teslim oluşu başta İngiltere olmak üzere yabancı
sermayenin Mısır’a girişinin önünü açmıştır. Düşük gümrük vergileri ve sanayi ürünleriyle
Avrupalı şirketler Mısır’ın ekonomik sistemi üzerinde nüfuz sahibi olmuşlardır. Bu, bir
anlamda Mısır’ın finansal esaretinin ve sömürgeleştirilmesinin ilk adımı olmuştur.
Daha sonra 19. yüzyılın ikinci yarısında Süveyş Kanalı’nın yapımı için yüksek
faizlerle yabancı krediler temin edilmesi ve bu kredilerin bozulan ekonomik yapıyla geri
ödenememesi sonucunda Mısır, Avrupalı sömürgeci devletlerin ekonomik sömürü ve
denetimine maruz kalmıştır.
Öte yandan, İngiltere ve Fransa Süveyş Kanalı’nın Akdeniz ile Kızıl Deniz’i birbirine
bağlamasıyla stratejik önemi artan Mısır’ı denetimi için daha çetin rekabet içerisine girdiler.
Hidiv İsmail’in Avrupalı devletlere büyük borçlar edinmesi üzerine bu borçların ödenmesinin
takibi amacıyla İngiltere ve Fransa tarafından mali komisyon kurulmuş, ülkede kilit
kurumlara ve mevkilere yabancılar atanmıştır. Kendi mali ve stratejik çıkarlarını teminat
altına almak amacıyla ülkede doğan milliyetçi hareket ezilmiştir.
Ekonomik sömürü ve siyasal istikrarsızlığın beraberinde getirdiği toplumsal
huzursuzluk Batı müdahalesine karşı bir tepkiyi doğurmuş ve Mısır’da milliyetçi hareketin
doğmasına zemin hazırlamıştır.
Ahmet Urabi adındaki köy kökenli Albay rütbeli ordu mensubu Mısır’da milliyetçi
harekete liderlik etmiş, Mısır ekonomisi ve maliyesini yabancı denetiminden kurtarmak ve
Mısır hıdivinin yetkilerine anayasal sınırlamalar olmak üzere iki hususta hedef belirlemiştir.
“Mısır Mısırlılarından” sloganıyla ortaya çıkan bu milliyetçi hareket sömürgeci
devletlerin Mısır’daki menfaatlerine halel getirdiği için bu devletleri rahatsız etmiştir. Bu
hareketin etkili olduğu bir yönetimin kurulması durumunda Mısır’ın sömürgeci devletlere
verdiği mali yükümlülükler tehlikeye girebilirdi. Bu nedenle kendi talimatlarını yerine
getirecek milliyetçi olmayan Batı ile iyi geçinen yönetimin muhafaza edilmesi düşünülmüştür.
1882 yılında yabancı aleyhtarı bir gösteri yapılması üzerine İngiltere, ordusunu Mısır’ı
göndererek Urabi birliklerini yenilgiye uğratmış ve burayı işgal etmiştir. Temel gayesi Mısır’ı
yabacı ekonomik ve siyasi kontrolünden kurtarmak olan Ahmet Urabi, ülkesine ihanetle
suçlanmış ve sürgüne gönderilmiştir. Böylece Mısır, I. Dünya Savaşı’na kadar İngiltere işgali
altında kalacak, 1952 darbesine kadar ise fiili olarak İngiltere’nin nüfuzu devam edecektir.
18
İngiltere’yi Mısır’ı işgal etmeye iten nedenler:

Fransa’dan önce davranarak bu ülkenin Ortadoğu’daki yayılmasının önüne
geçmek

Hindistan yolunun tehlike altına girmesini engellemek

Süveyş Kanalı’nı güvence altına almak

Mısır’daki siyasi ve ekonomik çıkarlarını koruma altına almak
19
Batı’nın Yükselişi Karşısında İran
İran’da Safevilerin güçlerini kaybetmelerinin ardından yaklaşık yüz yıl kadar devam
eden siyasal karışıklık dönemi yaşanmıştır. 1722 yılında Safevi Devleti’nin yıkılmasının
ardından İran’ı uzun bir süre içerisine sürüklendiği siyasal istikrarsızlıktan 1796 yılında Kaçar
hanedanı kurtarmıştır. Safevilerden sonra İran toprakları üzerinde Kaçarlar iktidarı ele
geçirmiş 1796-1926 yılları arasında ülkeyi yönetmişlerdir.
Kaçar hanedanının İran’da kontrolü ele almasına kadar geçen süre zarfında Kaçar,
Zend ve Afşar hanedanları arasında iktidar mücadelesi yaşanmış bunlar arasından Kaçarlar
güçlü çıkmıştır. Kaçar Devleti’nin kurucusu Ağa Muhammed Han, İran’da dağılan siyasal
birliği 18. yüzyılın son yıllarında yeniden sağlamıştır.
Kaçarlar döneminde İran, Kafkasya ve Orta Asya’daki topraklarını Rusya’ya vererek
ve Afganistan ve Pakistan üstündeki iddialarından vazgeçerek bugünkü sınırlarına
kavuşmuştur. İran bu dönemde İngilizler ve diğer yabancı tüccarların ticari sızmasına ve
sömürüsüne maruz kalmıştır.
Kaçar Hanedanı Döneminde Şii Ulema ve İktidar İlişkileri
İran’da yönetimi Kaçarların ele geçirmesinden sonra din-devlet ilişkileri köklü bir
değişim geçirmiş, Şii ulemanın toplum ve devlet işlerindeki rolü ve önemi güçlenmiştir.
Safevi şahları, kendilerini gaib imamın yeryüzündeki temsilcileri olduklarını iddia
ediyor ve bu şekilde dünyevi iktidarlarını meşrulaştırıyorlardı. Safevilerin aksine Kaçarlar ise
bu tarzda bir iddia içerisine girmemişlerdir. Kaçarlara göre gaib imamın temsilciliği görevinin
Şii ulemanın yetkisinde olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu sayede Şii ulema devlet işlerinin
dışında tutulmaya çalışılmıştır. Böylece saklı imamın meşru temsilcileri olduklarını ileri süren
Şii ulema da hukuk ve dini uygulamalar konusunda yetkisini kullanarak toplum üzerindeki
nüfuzunu artırmıştır.
Safevi hanedanının çöküşü ve ilahi nitelikleri olmayan şahların iktidara gelmesiyle
birlikte Şii İslam yaklaşımı ile devlet arasındaki ilişki türü köklü bir şekilde dönüşmüş ve Şii
din kurumu devletten bağımsız olarak işlevini sürdürmüştür. Kendilerine dini ve hukuki
konularda geniş yetkiler tanınmasının beraberinde getirdiği nüfuz, siyasal iktidarın politikaları
üzerinde etkili olabilmelerinin önünü açmıştır.
20
Bu dönemde Şii ulema, İran toplumunda sorunların çözümü için müracaat edilen
saygın bir kurum haline gelmiştir. Faaliyetlerini artık devletten bağımsız olarak yürüten Şii
ulema, eğitim, aile/evlilik/ölüm, hukuk ve tapu gibi toplumsal meselelerde yetkili hale
gelmiştir. Bunların yanında cami, medrese ve türbelere bitişik inşa edilen vakıflardan el edilen
gelirler ve halktan toplanan Humus sayesinde Şii ulemanın ekonomik bağımsızlığını
sağlamıştır.
Sonuç olarak, Şii ulemanın sosyal/toplumsal açıdan olduğu gibi ekonomik bakımdan
da bu denli güçlenmesi, onları siyasal iktidar üzerinde ciddi bir baskı aracı haline getirmiştir.
Siyasal iktidarın bazı politikalarına muhalefet ederek onları bu karlarından döndürmeleri ise
Şii ulemanın siyasal nüfuzunu da ortaya çıkarmıştır.
Büyük Güçlerin Stratejik Rekabeti ve İran
İran, 18. yüzyılın son on yılından başlayarak 1907’de imzalanan İngiliz-Rus
Anlaşması’na kadar İngiltere ile Rusya arasında siyasi ve iktisadi hâkimiyetin hedefinde
olmuştur. Bu döneme, uluslararası ilişkiler literatüründe “Büyük Oyun” adı verilmektedir. 19.
yüzyılın başlarından itibaren başlamak üzere İran’ın yaklaşık yüz yıllık tarihi, Avrupa’nın en
büyük iki gücünün rekabeti altında geçmiştir.
Rusya, Orta Asya bölgesindeki hâkimiyetini ve etkinliği artırma noktasında İran
coğrafyasına üzerinden güneye, Basra Körfezi’ne yani sıcak denizlere inme hesabı
yapmaktaydı. İngiltere ise Hindistan’a yakınlığı dolayısıyla İran’a ayrı bir önem atfediyor
aynı zamanda stratejik rakibi Rusya’nın güneye doğru yayılmasının önünde tampon bölge
olarak değerlendirmekteydi.
Rusya’nın güneye doğru yayılması, Hazar Denizi’nin batı ve doğu kıyılarında
topraklar elde etmesiyle İran üzerinde Rus etkisinin artmasını imparatorluk çıkarlarına bir
tehdit olarak gören İngiltere, Rusya’nın yayılmasını durdurmak amcayla kendi yayılmasını bu
bölgede genişletmiştir.
Gülistan (1813) ve Türkmençay (1912) Antlaşmaları
İran’da ulema, 19. yüzyılın sonlarına doğru siyasi tartışmalarda ve karalarda etkili
olmaya başlamıştır. Kaçar hanedanı döneminde (1796-1926) İran, Britanya ve Rusya’nın
izledikleri politikalar sonucunda Batı’nın ekonomik nüfuzuna ve siyasal tahakkümüne ileri
21
düzeyde maruz kalmıştır.1 Britanya ve Rusya gibi Batılı güçlerin İran’ın ekonomisi, siyaseti
ve toplumu üzerinde nüfuz elde etmeleri ve tahakküm kurmaları ulemanın konumuna ilişkin
ilginin canlanmasına yol açmıştır.
19. yüzyılda Batılı devletlerin Kaçar hanedanından zorla ya da rızayla elde ettiği
imtiyaz, denetim ve tekeller Britanya ve Rusya’nın İran üzerinde kurduğu etkinliğin boyutunu
ortaya koymaktadır. Sahip olduğu jeopolitik konumu nedeniyle İran, sömürgeci devletlerin
rekabet ve çatışma alanı haline gelmiştir.
19. yüzyılın hemen başında Kaçarların zayıflığından faydalanarak topraklarını güneye
doğru genişletmeye koyulan Rusya, ilki 1802-1812 yılları arasında ve ikincisi 1826-1828
yılları arasında olmak üzere iki savaşta da İran’a büyük zayiat vermiştir. Her iki savaşı da
kaybeden İran, Rusya ile 1812 Gülistan ve 1828 Türkmençay anlaşmalarını imzalamıştır.
Gülistan Antlaşması uyarınca, Gürcistan ve Azerbaycan’ın büyük bir kısmı İran’ın
elinden Rusya’ya geçmiştir.
Türkmençay Antlaşması’na uyarınca:

İran Kafkasya topraklarını Rusya’ya terk etmiştir.2

Rusya ile İran arasında serbest ticaretin önü açılmıştır.

Siyasi ve ekonomik bakımdan ise Türkmençay anlaşmasıyla Rusya’ya
kapitülasyonlar verilmiş,

Rus mallarına gümrükte kolaylıklar getirilmiş ve

İran’da yaşayan Rus vatandaşlarına bazı ayrıcalıklar tanınmış

Çıkan ihtilaflar ise Rus kanunlarına göre Rus konsolosluğunda halledilmeye
başlanmıştır.3
Diğer taraftan, güneyden ise Britanya’nın baskısına maruz kalan İran, 1856‘da güney
batı sahilleri işgal edilmesi üzerine Britanya ile 1857 Paris Antlaşması’nı imzalamış ve
Gürcistan, Ermenistan ve Afganistan üzerindeki hak iddialarından vaz geçmiştir.4
Nikki R. Keddie, “Iranian Revolutions in Comperrative Perspective,” The American Historical Review, Cilt 8,
Sayı 1, 1983, ss 579-559.
2
Hamid Ahmedi, “Islam and nationalism in Contemporary Iranian Society and Politics”, Iranian Review of
Foreign Affairs, ss. 194-211 (201).
3
Pierre Jean Luizard, İslam Topraklarında Otoriter Rejimler, Çev:Egemen Demircioğlu, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2013, s.10.
4
Ervand Abrahamian, Iran: Betveen Two Revolutions, New Jersey: Prenceton University Press, 1982. s.51.
1
22
Ekonomik ve ticari ayrıcalıklar kazanan İngiltere ve Rusya 19. yüzyılın ikinci
yarısında İran üzerinde siyasi nüfuz elde etmeye çabalamaya başladılar. Rusya, İran’ı
gelişmemiş ve zayıf bırakmak suretiyle bu ülkenin üzerinde hakimiyet kurmaya çabalarken
İngiltere, Rusya’nın bu ülke üzerinde kontrolü sağlayamaması ve Rusların yayılmasına
direnebilmesi için İran’ın ekonomik gelişmesine destek de vermiştir.
Tütün Ayaklanması (1891)
1870’lere gelindiğinde Rusya İmparatorluğu Orta Asya bölgesindeki yayılmasını
tamamlamış, güneyde İran’la sınır komşusu olmuştur. Zayıflığı göz önüne alındığında İran’ın
kuzeyden Rus baskısına mukavemet gösterebilmesinin tek yolu olarak bölge üzerinde Rusya
ile rekabet eden öteki büyük güç İngiltere’nin desteğini elde etmekti. Bu da İngiliz ticaret
çevrelerine bir takım ticari ve hukuki ayrıcalıkların tanınmasını gerektiriyordu. Devletin
ekonomik gerileyişi ve gelirlerin düşüşü de bu stratejik düşünceyle birleşince yabancı
şirketlere İran’da önemli ayrıcalıkların önü açılmış oldu.
1872 yılına gelindiğinde Nasreddin Şah, en büyük imtiyazı İngiliz işadamı Reuter’e
tanıdı. Reuter, İran’daki bütün demiryollarını, kanalları, ve barajları yapma hakkını aldıktan
sonra madencilik ve tarım alanlarında da büyük kolaylıklar elde etti.
Avrupa’dan kredi karşılığında Nasireddin Şah, ülkenin ekonomik ve siyasi iradesini
yabancı şirketlerin ipoteği altına sokuyordu. İçeride İran toplumunun ve dışarıda Rusya’nın
tepkileri sonucunda İran şahı bu imtiyazı 1873 yılında geri almak zorunda kaldı.
Ne var ki şah, 1890’da bir İngiliz şirketine İran’ın bütün tütününü üretme, satma ve
ihraç etme hakkını verdi. İran toplumu tarafından hem üretilip satılan hem de tüketilen
tütünün yabacı bir şirkete imtiyaz şeklinde verilmesi farklı grupları hükümete karşı
muhalefette birleştirdi.
Tütün Sözleşmesi İran toplumumda büyük bir rahatsızlığı beraberinde getirmiş, bilhassa
tüccarlar ve din adamlarının güçlü tepkisiyle karşılaşmıştır. Bu durum, tüccarlar ile ulemanın
ittifak halinde yabancı müdahalesine karşı mücadele etmesinin ortamını hazırlamıştır.

Her şeyden önce, Tütün imtiyazının yabancı bir şirkete verilmesi İranlı tüccarın
iflasına veya büyük zararlar etmesine yol açacaktı.

İkinci olarak ulema, Tütün Sözleşmesi’ni şeriat hükümleri ve İran toplumunun
bağımsızlığına aykırı görüyordu.
23
Dolayısıyla, kısa zaman sonra 1891 yılında hemen hemen bütün ülkede Tütün
Sözleşmesi ve Talbou Reji’sine karşı ayaklanmalar baş göstermiştir. Ayetullah Mirza
Hasan Şirazi, Kaçar hanedanı Nasreddin Şah’a bir mektup yazarak ülke ekonomisinin
merkezine yerleşen yabancı güçler veya şirketleri dışarı çıkarmasını istemiştir.5
Diğer taraftan Cemalettin Afgani, Tütün Sözleşmesi’ne karşı bir fetva yayınlaması
hususunda Mirza Hasan Şirazi’yi ikna etmiştir. Yayınlanan fetvayla imtiyazın iptaline
kadar Müslümanların tütün kullanması yasaklanmıştır.6 Böylece, ülke genelinde tütün
kullanımı durma noktasına gelmiş ve aynı zamanda tütün fetvasından cesaret alan Pazar
esnafının da genel greve gitmesiyle yaygın bir protesto ortamı oluşmuştur. Gösteriler ve
grevler karşısından daha fazla direnemeyen Nasreddin Şah, 1892 yılında Britanya’ya
verdiği tütün imtiyazını iptal etmek zorunda kalmıştır.
Netice itibariyle İran’da ilk defa yabancı bir gücün elde ettiği ayrıcalıklar ve şahın
keyfi yönetimine karşı birleşen din adamları ve tüccarlar başarı elde etmişlerdir. Tütün
Ayaklanması modern İran tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Din adamlarıyla
tüccar sınıfın yabancı müdahalesi ve şahın keyfi tutumuna karşı nasıl işbirliği yapabileceğini
göstermiştir. Ayrıca belli bir bölgede başlayan kalkışmanın kısa sürede ülke geneline nasıl
yayıldığını göstermesi açısından ayrı bir ağırlığı söz konusudur. Tütün Ayaklanması’nın kısa
sürede sonuç vermesi, İran toplumu ve siyaseti üzerinde ulemanın nüfuzunun artmasını
beraberinde getirmiş ve ulemanın siyaset sahnesindeki gücünün farkına varılmıştır. Tütün
Ayaklanması’nın gelişim süreci ve sonuçları açısından bakıldığında ileride yaşanacak olan
Meşrutiyet Devrimi’nin provası niteliğinde olmuştur
İngiliz-Rus Anlaşması (1907)
19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Ortadoğu ve Orta Asya üzerine yaptıkları rekabetin
sonucunda İngiltere ve Rusya, İran’ı bir tampon bölge ve Büyük Oyun’un karşılaşma sahası
haline getirdiler. 19. yüzyılın hemen başında İran üzerindeki rekabet ve çekişmeyi daha fazla
ileriye taşımayan İngiltere ve Fransa 1907’de bu ülke üzerindeki stratejik çıkarlarına dair bir
anlaşma imzaladılar.
Pierre Jean Luizard, İslam Topraklarında Otoriter Rejimler, Çev:Egemen Demircioğlu, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2013, s.11.
6
Bijan Cezani, İran Meşrytiyet Devrimi:Güçler ve Amaçlar (1906-1911), Çev: Ramin Cabbarlı ve Türkan
Urmulu, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2014, s.81.
5
24
Bu anlaşma uyarınca Afganistan tamamen İngiltere’nin nüfuzuna bırakılırken İran ise
üç temel nüfuz bölgesine bölünmüştür.

Kuzey İran; Rusya’nın etki sahası şeklinde taksim edilmiştir.

Güney İran; İngiltere’nin nüfuz alanı olarak belirlenmiş

Tampon Bölge; iki ülkenin nüfuz bölgeleri arasında tarafsız bir bölge
oluşturulmuştur.
Böylece I. Dünya Savaşı’nın arifesinde İngiltere ve Rusya İran üzerine anlaşarak
Büyük Oyun’a son vermişler ve ülkeyi kendi stratejik menfaatleri çerçevesinde parçalara
ayırmışlardır. I. Dünya Savaşı esnasında ise her iki ülke de bu nüfuz alanlarını işgal
edeceklerdir.
Ancak İngiltere bu antlaşmaya rağmen İran üzerindeki ekonomik nüfuzunu artırmaya
devam etmiştir. Şah Muzaffereddin, bütün İran topraklarını kapsayan petrol ve gaz imtiyazını
60 yıllığına İngiliz William Knox D’Arcy’e verdi. İngiltere hükümetinin finansal ve
diplomatik desteğiyle İran’da aranmaya başlanan petrol ilk kez 1908’de bulunmuş ve AngloPersian Oil Company kurulmuştur. Bu şirketin ismi ilerleyen süreç içerisinde önce Angloİranian Oil Company ve daha sonra British Petroleum olmuştur.
25
Download