Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi EĞİTİM PROGRAMI GENEL MESELELER VE KAVRAMLAR İmtiyaz Sahibi Harun ÖZTÜRK Genel Yayın Yönetmeni Osman Ertürk ÖZEL Yazı İşleri Müdürü Onur ŞAHİN Dizgi-Mizanpaj-Kapak Ahmet ALKAN İdare Yeri Oğuzlar Mah. 1387. Sok. No : 26 Balgat / Ankara Telefon 0312 285 44 44 www.u l k u o c a k l a r i.org.tr İçindekiler Bölücü Terör (PKK)...............................................................................................................4 Türk Modernleşme Modeli....................................................................................................54 Azınlıklar...............................................................................................................................72 Sevr ve Lozan Antlaşması......................................................................................................76 Ermeni Meselesi....................................................................................................................102 Karabağ Sorunu ve Hocalı Soykırımı....................................................................................160 Doğu Türkistan......................................................................................................................166 Türkmenler............................................................................................................................191 Kıbrıs Sorunu........................................................................................................................ 210 Bağımsız Türk Devletleri ve Sorunları..................................................................................222 Kırım, Balkan ve Ahıska Türkleri..........................................................................................226 Milliyetçilik...........................................................................................................................244 Liberalizm..............................................................................................................................264 Komünizm - Sosyalizm.........................................................................................................268 Anarşizm................................................................................................................................272 Faşizm....................................................................................................................................274 Irkçılık....................................................................................................................................277 Nasyonal Sosyalizm...............................................................................................................280 Muhafazakârlık......................................................................................................................284 Köktendincilik (fundamentalizm)..........................................................................................287 Oryantalizm...........................................................................................................................290 Siyonizm................................................................................................................................295 Sömürgecilik ve Emperyalizm...............................................................................................299 Sosyal Demokrasi..................................................................................................................344 İdealizm.................................................................................................................................347 Hümanizm..............................................................................................................................348 Modernite...............................................................................................................................350 Postmodernizm......................................................................................................................352 Pozitivizm..............................................................................................................................356 Realizm..................................................................................................................................358 Üç Tarz-ı Siyaset....................................................................................................................361 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BÖLÜCÜ TERÖR (PKK) Batuhan ÇOLAK Türkiye 1984’ten bugüne kadar bölücü teröre binlerce şehit vermiş, binlerce askerimiz gazi olmuştur ve bu kayıplar devam etmektedir. Can kaybının yanı sıra terörün yoğun olduğu bölgelere kimi zaman kamu hizmeti dahi götürülememiştir. Bölücü terörün Türkiye’ye verdiği ekonomik zararın ise yüz milyar doların üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye’ye maddi olarak, tam olarak bir rakam verilemese de, yüz milyarlarca dolarlık ekonomik zarar verdiği yorumları yapılmaktadır. Bölücü terör örgütü PKK’nın Türkçe karşılığı ‘Kürdistan İşçi Partisi’dir. PKK harfleri terör örgütünün Kürtçe adının kısaltmasıdır (Partiya Karkerên Kurdistan). Bu yüzden PKK kısaltması yerine Türkçe KİP kısaltmasını kullanmak daha mantıklı görünmektedir. Fakat gerek medyada, gerekse de yıllardan beri kamuoyunda bu kısaltma kullanılmadığı için çalışmamızda bölücü terör örgütünün kısaltması ‘PKK’ olarak kullanılacaktır. Türkiye’de bölücü terörün (PKK) başlangıcı, ilk terörist eylem baz alındığında 1984 yılı, yakalanan örgüt mensuplarının ifadelerinden yola çıkılarak örgütlenme girişimlerine bakıldığında ise 1978 yılı olarak görülmektedir. PKK terörü eylem bazında incelendiğinde, 1970 yılından önce örnek verilebilecek bir olay görülmemektedir. Ancak bu durum PKK’nın 1980’li yılların başından itibaren ortaya çıktığı yargısını da meşrulaştırmamaktadır. Çünkü PKK 1980’li yılların başından itibaren ortaya çıkmamıştır. PKK terörünün ortaya çıkışını 1970’li yıllar ve daha öncesinde değerlendirmek PKK’nın gelişim sürecinin net bir şablonda ortaya çıkmasına ışık tutacaktır. Bu kapsamda bir terör örgütünün doğuş evresini iyi kavramak gerekmektedir. Dünya üzerinde binlerce terör örgütü doğmuş, gelişmiş ve son bulmuştur. Dünyadaki terör örgütlerinin en önemli ortak noktası belirli bir siyasi amaç çerçevesinde hareket etmesidir. Bu görüşün eylem bazında terörizm odaklı bir boyut kazanması, terör örgütlerinin beslendiği fikirsel odakların sapkınlığıyla mümkündür. PKK terörü aşırı Kürt milliyetçiliğine dayanmaktadır. Amacı; Türkiye topraklarını içine alan bir alanda sözde Kürt devletini ilan etmektir. Bu devletin yönetim şeklinin ise Marksist-Leninist bir çizgide olacağı savunulmaktadır. Bölücü terör örgütünün kendi içindeki mantıksızlığı burada başlamaktadır. Hem etnik milliyetçilik yapıp hem de Marksist-Leninist olmak gerçekten büyük bir başarıdır! Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Son yıllarda (bilhassa 2005 yılından itibaren) Türk kamuoyunda çeşitli zaman ve aralıklarda bölücü terör örgütü hakkında önemli tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmaların genel seyrine bakıldığında oldukça ilginç argümanlara rastlanmaktadır. Bu argümanlar arasında, söz konusu terör eylemlerini görmezden gelen ve kendilerini aydın olarak nitelendiren kişilerin, terör örgütünün tezlerini meşrulaştırmaya çalıştıkları özellikle göze çarpmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’deki bazı aydınlar (!) PKK’nın ortaya çıkmasına sebep olarak 1980 Askeri Darbesi’ni göstermektedirler. Bu darbe neticesinde 1980 darbesinin katı ve sert yönetimin Kürt kökenli vatandaşlara büyük zararlar verdiği, bunun sonucunda da PKK’nın doğduğu iddia edilmektedir. Bu iddia son derece cahilce ve geçmişten kopuktur. Terör örgütünü bir noktada haklı çıkaran yanlış bir iddiadır. Bu yanlış sav, aslında PKK terörünü haklı çıkarma çabasından başka bir şey değildir. Tüm bu çarpıtmaların aksine PKK’nın gerçek manada oluşmaya, doğmaya başlaması 1968 yılındadır. PKK terör örgütünün tüzüğünün incelenmesi de, bu tarihi kanıtlanabilir bir zemine çekmektedir. PKK’nın sözde tüzüğünde şu metin bulunmaktadır: “Kürdistan’da son otuz yılın ideolojik-politik gelişmelerine ağırlıklı olarak PKK’nin yürüttüğü halk özgürlük eğilimi damgasını vurmuştur. PKK, 1968 dünya devrimci gençlik çıkışının Türkiye üzerinden Kürdistan’a ve Kürt gençliğine ulaşması hareketidir. Kürdistan’daki isyanlarla ilgili olmakla birlikte Türkiye devrimci gençlik hareketi içinde doğmuş ve gelişmiştir.” PKK’nın sözde tüzüğündeki ifadeler argümanımızı güçlendirmektedir. İşte bu noktadan hareketle PKK’nın ilk filizlenmelerini 1968 yılında başlayan gençlik hareketlerine bağlamak mümkündür. O dönemin aşırı sol gruplarının terörsel eylemleri “hedefe ulaşmak için temel araç” olarak nitelendirmeleri, terörizmin tüm Türkiye’yi etkisi altına almasına sebep olmuştur. 1968 yıllarında başlayan öğrenci hareketlerinin terör eylemlerine dönüşmeleri çok uzun sürmemiş, bu öğrenci hareketleri aşırı sol ideolojilerin etkisiyle Türkiye’yi buhranlı yıllara sevk etmiştir. Türkiye’de, 1960’lı yılların son dönemlerinde sayıları oldukça artan aşırı sol eksenli terör gruplarının içerisinde yer alan Kürt orijinli örgütler 1984’e kadar eylemlerini diğer terör grupları içerisinde sürdürmüşler ve bir süre sonra PKK’da birleşmişlerdir. PKK terörü 1984 yılındaki Şemdinli ve Eruh saldırılarıyla somut olarak eyleme geçmiştir. 1984’ten, aslı itibariyle 1968’lerin başından itibaren ülkemizde faal olma çabasında olan bu örgütün, 2000’li yıllarda dahi kendini yaşatması önemli bir durumdur. Bu kendini yaşatma olayı dolaylı yollardan da olsa, toplumda sürekli bir tehdit oluşturmuştur. İşte bu huzursuzluk kaynağı sapkın ideolojilerin gençliğimize enjekte edilmesi ne yazık ki günümüzde de son hızıyla devam etmektedir. A. 1968-1990 ARASI PKK TERÖRÜ ve BÖLÜCÜ TERÖRÜN GELİŞİM SÜRECİ PKK’nın filizlenmesi 1968 gençlik hareketlerine dayanmaktadır. PKK terör örgütü, 1970’li yıllarda THKP-C ve DEV-GENÇ terör örgütleri içerisinde faaliyet gösteren birkaç öğrencinin sıradan ev sohbetleriyle başlamıştır. Sohbetler neticesinde bu örgütlere mensup teröristler PKK’yı ciddi anlamda güçlendirme, yapılandırma çalışmalarını organize etmeye başlamışlardır. 1980 darbesine kadar yapısal bir bütünlüğe ulaşamayan örgüt, daha sonraları ortaya çıkan iç ve dış desteklerle kendini geliştirmiş ve terör eylemlerini yoğunlaştırmıştır. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında oluşan ortam PKK’nın işini kolaylaştırmıştır. 1980’den önce devletin ve milletin bütünlüğüne karşı faaliyetle bulunan anti-milli terör örgütlerinin bir anda güçlerini kaybetmesi, lider kadrolarının yakalanması ya da yurt dışına kaçması, Marksist-Leninist çizgideki terör örgütlerinin bir anda yok olmasına zemin hazırlamıştır. Aynı ideolojiden beslenen terör örgütlerinin birer birer yok olması da PKK’nın gelişimine büyük katkı sağlamıştır. www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Askeri darbe sol terör örgütlerine büyük darbe indirmiş, Türkiye’deki ‘aşırı sol’ olarak nitelendirilen kesimi bitirme noktasına getirmiştir. Türkiye’de aşırı solun tükenme noktasına gelmesi, bölücü terör örgütünün hiçbir sol grupla mücadele etmeden kendini anlatmasına olanak vermiştir. Öte yandan terör gruplarının içerisindeki Kürtçü kişiler de kendilerini ifade edebilmek için PKK’yı uygun görmüşler ve örgütlenmesine katkıda bulunmuşlardır. 1980 darbesi öncesinde sol gruplara mensup olup, aynı zamanda Kürtçü fikriyata sahip olan kişiler, PKK’nın yaygınlaşmasıyla birlikte güçlerini bu örgüt üzerinde birleştirmişlerdir. 80 öncesinin DEV SOL’u, DEV YOL’u adeta PKK ile birlikte yeniden hayata dönmüştür. 1970’li yıllarda filizlenmeye başlayan PKK, 1980 darbesinden, diğer sol terör gruplarına nazaran, asgari düzeyde etkilenerek örgütsel çalışmalarını hızlandırmıştır. Bu çalışmaların birçok dış devlet tarafından desteklenmesi, zamanın istihbarat güçlerinin gözünden kaçmış ve etnik tabanlı terörün doğmasına adeta zemin hazırlanmıştır. Hâlbuki PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’da halka yönelik propaganda ve eleman temini faaliyetlerinde istihbarat güçlerinin yapacağı tespitler, bu örgütün ölü doğmasına zemin hazırlayacaktı. Terör örgütü PKK’nın örgütsel çalışmalarından sonraki ilk hedefi de geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek olmuştur. Bunun sağlanabilmesi için de “Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtleri ezdiği, onların temel hak ve özgürlüklerini engellediği, Kürtlere zulüm yapıldığı” yönünde kara propagandalara başlanmıştır. Bu süreçlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti haritasının değiştirilerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun da bir bölümünü içine alan sözde Kürdistan’ın kurulması öncelikli propaganda faaliyeti olmuştur. Abdullah Öcalan ve PKK Bölücü terör örgütünün kurucusu olarak ‘bebek katili’ sıfatını fazlasıyla hak eden Abdullah Öcalan, 1947 yılında Şanlıurfa’nın Halfeti İlçesi’ne bağlı Ömerli Köyünde dünyaya gelmiştir. Kimi iddialara göre, anne tarafı Türk, baba tarafı Suriyeli bir Ermeni olan Öcalan’ın gerçek adı da ‘Artin Agopyan’dır. Yine bu iddialara göre bu adını yıllarca gizlemiş ve Ermeni kimliğini hiçbir zaman ön plana çıkarmamıştır. 1969’da Ankara Tapu Kadastro Meslek Lisesini ‘iyi’ dereceyle bitirmiş, Temmuz 1969’da Diyarbakır Tapulama Müdürlüğüne atanmıştır. Ekim 1970’de İstanbul Bakırköy Tapulama Müdürlüğüne tayin edilmiştir. 1971’de Bakırköy’de çalışırken İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştır. Şanlıurfa ili Halfeti İlçesi Askerlik Şubesince son yoklama çağrısı çıkmışken 2 Ağustos 1971 tarihinde ‘öğrenci’ olduğunu bildiren yazıyı gönderince askere alınmamıştır. 1971’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’ne yatay geçiş yaptı. Öcalan SBF’den başlayan (Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de güvenlik güçlerince çatışmada öldürülmeleri üzerine) boykot ile Doğu Perinçek ve arkadaşlarınca çıkarılan “Şafak Bildirisi” adlı dergiyi dağıtmak suçundan gözaltına alındı (7 Nisan 1972) ve tutuklandı. Öcalan 7 ay Mamak Cezaevi’nde kaldı. Öcalan gösteriler sırasında, “sol kolunu havaya kaldırarak, bağımsız Türkiye diye bağırmış”, hatta tanık öğrencilerce, “grubun elebaşısı olduğu ve boykotta büyük çabası görüldüğü” ifade edilmiştir. Savcılık (Yzb. Baki Tuğ), haklarında önce en ağır cezayı istemesine rağmen (toplam 22 öğrenci idiler), Öcalan’ı serbest bırakmış (24 Ekim 1972), SBF Yönetim Kurulu da ona en hafif cezayı (15 gün okuldan uzaklaştırma) vermiştir. Öcalan’a 1971-1975 arasında fakültede iken Maliye Bakanlığı bursu bağlanmıştır. Fakülte ile öğrencilik ilişkisi 1984 yılına kadar sürmüştür. [1] Bu zaman diliminde İstanbul DDKO’larına üye olan Öcalan, burada yürütülen seminer çalışmalarına katıldı ve ilk konuşmalarını yaptı. Kendi ifadesine göre, ana fikirde anlatımı da “Kürt devleti neden olmasın?” idi. Kimsenin ağzına almadığı bu fikri Öcalan’a göre kendisi tek başına dile getiriliyordu. O günlerde saygıyla yâd ettiği iki kişiden birisi Hikmet Kıvılcımlı diğer ise Mahir Çayan’dır. Özellikle THKP-C’nin önde gelen üç ismi Mahir Çayan, Yusuf Küpeli ve Sinan Kazım Özüdoğru’nun toplantısında “Mahir’in cesur bir biçimde Kemalizm ve Kürt meselesi üzerine yaptığı konuşmadan çok etkilendiğini” ifade etmektedir. Cesurca konuşmalar yapan Çayan’ın Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Öcalan’ı etkileyen en önemli düşüncesi “devrimci şiddeti ele almakta çekinmemesi gereken örgüt” üzerine olan fikirleriydi. Çayan’ın öngördüğü, ifadesini Marksizm’de bulan, silahlı propagandanın devrimci mücadeleye etkisi, daha sonraki yıllarda Öcalan’ın şiddet uygulamasında ve bunu meşrulaştıran teorik yaklaşımlarında da bir hayli etkili olacaktır.[2] 1974 yılında Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD) isimli gençlik organizasyonu içerisinde faaliyet gösteren Abdullah Öcalan, Kesire Yıldırım (Öcalan), Haki Karaer, Cemil Bayık, Kemal Pir isimli şahıslar Ankara’nın Tuzluçayır semtinde yaptıkları bir toplantıyla PKK’nın temelini atmışlardır. Teröristbaşı Abdullah Öcalan ise PKK’nın kuruluşunu şöyle ifade etmektedir: “…Grubumuzun ilk şekillenişi 1973 baharıdır. Kürdistan adına anti-sömürgecilik temelinde iş yapma açıklamasını, 1973 Nevruz’unda yaptım.” PKK’nın ilk şekillenmesini bu şekilde ifade eden Abdullah Öcalan, daha sonraları 27 Kasım 1978 tarihinde terör örgütünün ilk manifestosunu yayınlayacak ve özellikle Güneydoğu Anadolu’dan topladığı yandaşlarıyla ilk büyük çaplı toplantısını gerçekleştirecektir. 1979 yılında PKK terör örgütü kurucularından Merkez Komite Üyesi Şahin Dönmez güvenlik güçlerinin operasyonları sonucunda yakalanmıştır. Şahin Dönmez’in yakalandıktan sonra yaptığı samimi itiraflar, kurulma aşamasında olan PKK terör örgütünü oldukça zorlamıştır. O güne kadar terör örgütü hakkında çok az şey bilen güvenlik güçleri, terör örgütünün parti program ve tüzüğünü ele geçirerek örgüt hakkında önemli bilgilere sahip olmuşlar ve örgütün birçok gizli ilişkisini ve militanını yakalamışlardır.[3] Öte yandan PKK, kendi adına eylemlerine başladığı yıl olan 1976’dan, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine kadar politik amaçlı 354 Öldürme, 366 yaralama olayının sorumlusudur.[4] Abdullah Öcalan bu gelişmeler üzerine aynı yıl Suriye’ye geçmiştir. Öcalan’ın Suriye’ye geçişini sağlayan Talabani ve KGB bölge şefi Anthony Primmokov ve Şam yönetimi, Öcalan’ı FKÖ ile tanıştırdı. PKK’ya eğitimi ise Suriye kontrolündeki FKÖ’lü gruplar tarafından yaptırıldı.[5] Öcalan daha sonra da Suriye üzerinden Lübnan’a geçmiştir.[6] 1984 yılına kadar Irak, Filistin, Rusya, İran, Suriye ve Lübnan’ın destekleriyle eleman temini, örgüt propagandası, silah temini, para transferi ve örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Aynı zamanda Türkiye içerisinde faaliyetlerine hız veren PKK terör örgütü, 1980’li yılların başından itibaren ASALA terör örgütü ile ortak çalışmalar yapmaya başlamıştır. Özellikle ASALA’nın uzman olduğu bombalama, suikast gibi eylemlerin planlanmasına ve PKK kadrolarının bu yönde eğitimine hız verilmiştir. 1983 yılına gelindiğinde ASALA PKK ile birleşme kararı almış ve kanlı eylemlerini bu örgüt üzerinden yürütmüştür. PKK, ASALA’nın da kendi saflarına katılmasıyla Türkiye içinde terör eylemlerine girişebilecek güce erişmiştir. Marksist-Leninist ideolojiyi temel alan PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan Suriye-İran-Irak üçgeni içerisindeki topraklar üzerinde ayrı bir devlet veya federatif yapı kurma amacıyla etnik kimliği temel alan bir hareket başlatmıştır. Terör örgütü PKK ilk başlarda yöre halkı tarafından fazla tasvip edilmemiştir. Ancak zamanla örgütün yoğun şiddet uygulamaları ile halkı sindirmesi, çok iyi örgütlenmiş bir propaganda faaliyeti yürütmesi, en önemlisi bölgenin arazi ve iklim şartlarının etkisi, sosyal-ekonomik birçok eksikliğinin istismara açık olması ve ayrıca güvenlik kuvvetlerinin yaptığı birtakım hatalar, zaman içerisinde PKK lehine bir temel oluşmasına neden olmuştur.[7] www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı PKK’yı Eğiten ve Destekleyen Ortadoğu Ülkeleri Örgütün kuruluş aşamasındaki eleman kadrosu silahlı bir örgütlenme içerisine girmiş ve 1979 yılında, Lübnan’da bulunan Yaser Arafat’ın liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü içerisindeki en etkin örgüt olan El Fetih’in kamplarında askeri eğitim görmüştür. Yaklaşık 1 sene bu kamplarda askeri eğitim alan PKK terör örgütü üyeleri, 1980’den sonra özellikle basın-yayın alanında önemli atılımlar içerisine girmiştir. Yaptıkları propagandalar neticesinde örgüte yandaş kazanılmış ve gelişen süreçte silahlı terör eylemleri meydana gelmiştir. PKK’nın bu denli geniş kapsamda bir oluşum içerisine girmesi, dışarıdan gelen maddi yardımlar ölçüsünde ivme kazanmıştır. Özellikle terörist faaliyetler için örgüte verilen eğitim ve silahların kaynağında Türkiye’nin müttefiki ülkeleri görmek, üzerinde durulması gereken çok hassas ve önemli bir konudur. PKK’nın ileriki yıllarında yakalanan eylemcilerinden biri olan Abdülkadir Aygan’ın itirafları ise çok ilginç bir noktaya dikkat çekmektedir. Aygan, yakalandıktan sonra şu itiraflarda bulunmuştur: “Lübnan’da Filistin örgütler adına açılmış olan eğitim kamplarında eğitilen PKK’lı militanların denetimini Bulgar, Küba ve Sovyet yetkililerin yapmasını hangi sebep icap ettiriyordu? PKK kongre ve konferanslarına dünyanın birçok terörist örgütünün yanı sıra Küba, Bulgar ve diğer sosyalist blok ülkelerinin kutlama mesajları göndermeleri, bu önemli toplantılarda gözlemci bulundurmaları anlamlı değil mi?”[8] Öte yandan PKK terör örgütü, Filistin, Suriye, Irak ve Lübnan’da sürekli olarak faaliyette bulunmuş, büyük ölçüde kendisini yenilemiş, örgüt elemanlarını ve silahlı kadrosunu eğitme imkânına kavuşmuştur. 1979–1984 arasını kapsayan dönem içerisinde, örgüt hazırlık faaliyetlerini büyük ölçüde tamamlamış ve eleman sayısını da her geçen gün arttırmıştır. PKK Ortadoğu ülkelerinde bu kadar rahat bir şekilde gelişirken, bir yandan da Türkiye’de örgütlenmeye devam ediyordu. Örgüte ekonomik güç kazandırmak için Avrupa ve Balkan ülkelerinde de hızlı bir gelişim süreci sergileniyordu. Özellikle Kürt kökenli gurbetçi vatandaşlar üzerinde kurulan baskılar gün geçtikçe artıyordu. 1983 yılına gelindiğinde ise PKK terör örgütü artık elemanlarının ihtiyaçlarını karşılayabilmek için geniş arazilere, kamplara, depolara ihtiyaç duyuyordu. Lider kadrolarının artması ve buna istinaden eleman sayısının da artması, örgütün sürekli olarak barınabileceği kampların aranmasına yol açmıştır. Bunun içinse en uygun yer, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge kontrolündeki bölgelerdi. Burada peşmergeler tarafından desteklenen PKK, yerleşik bir düzene geçmiştir. PKK terör örgütü, yapılan tüm bu eğitimler, sağlanan destekler neticesinde hem silahlı bir güce sahip olmuş, hem de maddi açıdan önemli bir noktaya gelmiştir. 1980 sonrasındaki ASALA desteği de önemli bir saldırı potansiyeli kazanılmasına zemin hazırlamıştır. 15 Ağustos 1984-PKK’nın İlk Terör Eylemleri: Şemdinli ve Eruh Eruh PKK terör örgütü ilk kanlı terör faaliyetini 15 Ağustos 1984 tarihinde Şemdinli ve Eruh ilçelerine yaptığı baskınlarla gerçekleştirmiştir. PKK’nın ilk kanlı saldırısı olma özelliğini taşıyan Eruh baskınını gerçekleştiren terör grubu 15 kişiden oluşmaktaydı. Saldırıdan hemen önce Jandarma Bölük Komutanlığı’na yakın bir caminin minaresinden propaganda yapılmış ve daha sonra komutanlığa saldırılmıştır. Yapılan bu saldırı neticesinde bir askerimiz şehit düşmüştür. Şemdinli Saldırısı ve Seferi Yılmaz Eruh’ta yapılan saldırıyla neredeyse aynı dakikalarda Şemdinli ilçesinde de başka bir terör eylemi yapılmıştır. 2006 yılındaki Şemdinli olayının baş aktörü olan Seferi Yılmaz, PKK’lı teröristlere Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kılavuzluk yapmıştır. Bu saldırının sorumlusu olarak yakalanan teröristlerden Hüseyin Tilki Diyarbakır Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi’nin 07.10.1985 tarihli oturumunda şu anlatımda bulunmuştur: “Seferi YILMAZ, Şemdinli ilçesini iyi bildiği için bize kılavuzluk yapıyordu. Seferi YILMAZ önümüze düştü. Baran, Mehmet AĞAASLAN ve Celal’i Jandarrna Karakolu karşısındaki cami ile yol arasına yerleştirdi. Bizi de yanına alıp önceki plan gereğince inşaat halinde olan Askerlik Şubesine götürdü. Askerlik Şubesi inşaatının kapısından girerken bir şahısla karşılaştık. Bu şahsı yakalayıp Seferi YILMAZ’a teslim ettik. Bu şahsı da alıp Askerlik Şubesinin içine girdik. Orada yatan işçiler vardı. Kapıdan içeri girdik. 6-7 kadar işçiye ‘korkmayın size bir şey yapmayacağız’ dedik. Bu şekilde konuşma yaptıktan sonra bunların başına Hamit kod adlı Mardinli arkadaşımızı koyduk. Seferi YILMAZ bizi şubenin üst katına çıkardı. Bizi yerleştirdi. Daha sonra kendisi dönüp Abdullah EKİNCİ’nin yanına gitti. Askerlik Şubesi inşaatının üst katına yerleştiğimizde bende Bisifing denilen roketatar, Şerif’te G-1, Halit’te Diktiriyof, Hamit’te G-1 silahları vardı. Önce ben roketatarla gazinoya hedef alıp bir el ateş ettim. Roketatar ağaca çarptı. Bana verilen talimata göre bir mermi daha kullanmam gerekirdi... İkinci mermiyi atmaktan vazgeçtim. Diğer arkadaşlarım subay gazinosunu sürekli olarak ateşe tuttular. 4 dakika kadar ateş ettikten sonra inşaattan inip çekildik. Abdullah EKİNCİ, Dişsiz Mahmut, Seferi YILMAZ, biz yukarıda gazinoya ateş ederken onlar da gazinoyu hedef alarak ateş etmişlerdi. 10 dakika kadar sonra tamamen Şemdinli’yi terk ettik ve trafonun yanında saldırı grubu olarak buluştuk. Zaten birlikte geri çekilmiştik. Propaganda ve ajitasyon grubu silah seslerinin kesilmesi üzerine onlar da geri çekilip, trafonun yanına gelmişlerdi..” şeklinde olayın oluş biçimini açıklamıştır. Askeri karakol ve subay gazinosuna ağır silahlarla yapılan bu saldırı, büyük hasara yol açmıştır. Şemdinli saldırısı sonucunda 3 askerimiz ağır yaralanmış ve 1 askerimiz şehit düşmüştür. PKK’nın ilk eyleminde baş aktör olan Seferi Yılmaz’ın 2007 genel seçimlerinde bağımsız aday olabilmesi, terörle mücadelede sorgulanması gereken önemli bir hukuki boşluğa işaret etmektedir (Seferi Yılmaz bir süre sonra adaylıktan çekilmiştir, ancak YSK adaylığı önünde herhangi bir engel bulunmadığını belirtmiştir). Yılmaz, aynı zamanda 2005 yılında bir patlama sonucu yıkılan Umut Kitabevi’nin de sahibidir. Bu patlamayla ilgili olarak çok çeşitli yorumlar yapılmakla birlikte, son dönemlerde bu saldırıyı PKK’nın yaptığı ihtimali üzerinde durulmaktadır. Hatırlanacağı üzere bu patlama sonrasında Güneydoğu Bölgesindeki illerimizin çoğunda, terör örgütü tarafından yönlendirilen gruplar can ve mal kayıplarına yol açan olaylar çıkarmışlardır. 1987 Yılında Dünya’da Gerçekleşen Terör Eylemi: 666, Türkiye’de 335! PKK özellikle 1984 yılından sonra silahlı eylemlerine bir süreklilik kazandırmış, Türk askerini, kamu görevlilerini ve örgüte destek vermeyen masum halkı baş hedef olarak tanımlamıştır. Bölücü örgütün yaptığı eylemler 1985 yılına gelindiğinde toplam 85 iken, 1989 yılında 642’ye kadar çıkmıştır. Sadece 1985-1989 yılları içerisinde olayların bu denli yükselmesi örgütün ne denli büyük destek aldığını kanıtlar niteliktedir. ABD hükümetinin yayınladığı “Patterns of Global Terrorism” raporunda 1987 yılında dünyada gerçekleşen terör eylemi sayısı 666 olarak tespit edilirken, PKK’nın sadece Türkiye’de gerçekleştirdiği eylem sayısının 335 olması dünyadaki terörün %50’sinin Türkiye’yi hedef seçtiği şeklinde yorumlanabilir. Ancak yayınlanan bu raporun Türkiye’deki terör faaliyetlerini ne derece objektif olarak değerlendirdiği de ayrı bir tartışma konusudur. Yukarıdaki verilerden de anlaşılacağı üzere, Türkiye 1984 yılından itibaren büyük bir terör tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır. Bölücü PKK terörü silahlı eylemlerinin ön plana çıktığı 19841994 yılları arasında en çok zararı vermiştir. www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ortadoğu’daki Gelişmeler ve PKK Ortadoğu’nun yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yanı sıra, gelişmiş ülkelerin petrol ihtiyacının önemli bir bölümünü temin etmesi, bölgedeki tansiyonu her zaman yüksek tutmuştur. PKK terörünün başlangıç yıllarından itibaren Ortadoğu’da savaşlar ve çatışmalar devam etmekteydi. İran’daki Şii Humeyni iktidarı ve Irak’taki Saddam iktidarı sürekli olarak karşı karşıya gelmişlerdir. Özellikle 1980-1989 yılları arasında süren İran-Irak savaşı bu döneme damgasını vurmuştur. Bu savaş sonucunda herhangi bir galip olmasa da, Türkiye bu süreçte çok büyük zararlar görmüştür. Bu zararların en büyüğü de, Irak’ın askeri gücünü İran ile savaştığı bölgelere kaydırmasıydı. Bunun sonucunda da Irak’ın kuzeyinde büyük bir yönetim ve güç boşluğu doğmuştu. Bunu fırsat bilen Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Lideri Molla Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYP) lideri Celal Talabani Irak’ın kuzeyinde denetimi ellerine geçirdiler. Böylece PKK’ya yeni bir mesken daha çıktı. Özellikle KDP Lideri Molla Barzani’nin 1979 yılında ölümü üzerine yerine geçen oğlu Mesut Barzani, PKK’ya kucak açarak örgüte büyük destek sağlamıştır. İran-Irak Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra Irak’ın kuzeyindeki Kürt egemenliğine son vermek isteyen Saddam, Ortadoğu’daki çıkar çatışmaları yüzünden bunu tam olarak gerçekleştirememiştir. Özellikle Irak’ın kuzeyine hâkim olmaya başlayan Kürtlere karşı çok sert önlemler almış ve 1988’de Halepçe’de kimyasal silah kullanarak Kürt egemenliğine son vermek istemiştir. Yapılan kimyasal saldırı sonrasında, Irak’ın kuzeyindeki Kürt nüfusu için hızlı bir kaçış süresi başlamıştır. Kürtlerin bir kısmı İran sınırına, bir kısmı ise Türkiye sınırına yığılmıştır. Bu yoğun nüfus hareketi üzerine Türkiye’nin karşısına PKK’dan sonra bir sorun daha çıkmıştır. Bu sorun; sınıra yığılan evsiz, işsiz ve aynı dili dahi konuşmayan bir topluluğu sınırlarından içeri kabul etme ve topluma entegre edebilme sorunuydu. Yaklaşık 1 seneye yaklaşan bu süreç sonucunda Turgut Özal, Irak’tan gelecek Kürtlere kapılarının açık olduğunu belirterek büyük bir hata yapmıştır. Yaklaşık 300 bin Kürt Türkiye’ye sığınmış, ilerleyen zaman diliminde de vatandaşlık hakkı kazanmıştır. Irak’tan gelen Kürtler Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yerleşmiştir. İşte tam bu aşamada Irak’tan gelen Kürtlerin bir kısmının dahi olsa PKK’ya güç vermesi, Türkiye için çok büyük bir tehlikenin baş göstermesi anlamına geliyordu. 1990’dan sonra artan PKK terörü ve bunun destekçileri ülkemizin gencecik vatan evlatlarını kaybetmesine yol açarken, birileri terörü Kürtçe konuşamamaya bağlamakla meşguldü. Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken İran- Irak Savaşı’ndan hemen sonra, Saddam’ın Irak’ında ekonomi acil durum sinyalleri vermeye başlamış ve Irak ekonomisi büyük bir dış borç yükünün altına girmişti. Saddam, bu durumdan çıkış için İran ile giriştiği savaş sürecinde, Kuveyt’in Irak petrollerinden hiçbir karşılık almadan yararlandığı iddiasında bulunmuş ve Kuveyt’i işgal etmiştir. Bu işgalin altındaki tek amaç Kuveyt’in zengin petrol kaynaklarını ele geçirmek ve Irak’ın içinde bulunduğu ekonomik çöküntüyü bir an önce aşabilmekti. Tüm bu gelişmeler sonucunda 2 Ağustos 1990’da Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak Askeri Kuvvetleri Kuveyt’i işgal etmiştir. Bu işgalin hemen ardından Birleşmiş Milletler çok sert bir bildiriyle işgali protesto etmiş ve Irak kuvvetlerinin, acilen Kuveyt’i terk etmesini istemiştir. Fakat geri adım atmak istemeyen Irak’ın Kuveyt’i terk etmemesi üzerine, 17 Ocak 1991’de ABD öncülüğündeki 33 ülkenin desteklediği koalisyon kuvvetleri Irak’a müdahale etmiştir. Bu bağlamda, 5 Nisan 1991’de, BM’nin 688 sayılı kararı çerçevesinde “Huzur Operasyonu” başlatıldı. Bu kararla birlikte, Irak-Türk sınırı boyunca yığılmış olan binlerce insanın can güvenliğinin sağlanması, insani yardımın tedarik edilmesini ve Irak Ordusu’nun meydana gelebilecek herhangi bir saldırısından korunmalarını garanti altına alıyordu. Bu kapsamda 36.paralelin kuzeyinde bir güvenlik bölgesi oluşturuldu.[9] Bu durumdan ötürü de Türk kamuoyu tarafından Irak’ın kuzeyine “Kuzey Irak” tanımlaması getirilmiş ve günümüzde de geçerliliğini koruması dolayısıyla, Irak’ın kuzey bölgesi bu şekilde tanımlanmıştır. I. Körfez Savaşı’nda ABD baskılarıyla Irak’ta 36. Paralel olarak ifade dilen bölge tarafsız ilan 10 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı edilmiş ve Irak’ın kuzeyinde bugünkü yapının oluşmasına zemin hazırlanmıştır. Zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Irak’ın kuzeyindeki bu yapılanmayı desteklemesi ve ardından gelen süreçte Talabani-Barzani ikilisine kırmızı pasaport vermesi ise son derece düşündürücüdür. Tüm bu gelişmeler ışığında Irak’ın kuzeyinde merkezi yönetimden ayrı bir otorite doğmuş ve bu otoritenin yürütücüleri olarak da Talabani-Barzani ikilisi seçilmiştir. Irak’ın kuzeyindeki bu durum birçok kez Türkiye tarafından endişe ile karşılansa da sert bir tepki gelmemiş olması, bölgedeki PKK varlığını daha da güçlendirmiştir. Türkiye’de Turgut Özal’ın geliştirdiği politikalar sayesinde Irak’ın kuzeyine egemen olan peşmerge başlarıyla sıkı ilişkiler kurulmuş, PKK’yı Irak’tan atmak için el sıkışılmıştır. Ancak tüm bu iyi niyetli gibi görünen çabalar karşılıksız kalmış ve Irak’ın kuzeyindeki bölgeler her zaman PKK’nın en büyük güç merkezi olmuştur. Tüm bu süreçler esnasında Türkiye, terör eylemleri karşısında zor günler geçirmiş ve terörün en yoğun olarak görüldüğü dönemlere şahitlik etmiştir. Özellikle bölücü terör örgütü kamplarının burada yaygınlaştırılması, kırmızı pasaport hediye ettiğimiz peşmerge başları tarafından gerçekleştirilmiştir. Bugün AKP’nin yapmış olduğu açılım süreci ve Gülen Cemaati’nin Abant Platformlarının en önemli isimlerinden biri olan Gazeteci Cengiz Çandar’ın o dönemlerde Barzani ve Talabani’yi hem Turgut Özal’a hem de Türk Medyasına ‘şirin gösterme çabaları’ ise hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Irak’ın kuzeyinde başlarına buyruk şekilde otorite kurarak, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin desteğini alan Tabalani-Barzani, Irak-Türkiye sınırına kurdukları ‘sınır karakolları’ aracılığıyla da Türkiye’nin başını ağrıtmışlardır. Terör örgütüne maddi gelir sağlayan kaçakçılık, uyuşturucu ve silah ticareti gibi yasadışı yollardan büyük kazançlar elde etmişlerdir. Irak’ın kuzeyinden gelip, Türkiye’deki hedeflere saldıran birçok örgüt üyesi genellikle bu sınır karakollarına sığınmışladır. Bölgede görev yapan komutanların da basın aracılığı ile kamuoyuna yaptıkları “Dostumuz olarak gördüğümüz peşmerge karakollarından üzerimize defalarca ateş açıldığına şahit olduk.” açıklamaları son derece önemlidir. Bu süreçte belirtilmesi gereken en önemli konu Körfez Krizi’nin PKK’ya sağladığı avantajlardır. İlk olarak; Türkiye, İran ve Irak topraklarında aşiret ayaklanmaları, bölgesel isyanlar, silahlı çete faaliyetleri, legal ve illegal propaganda faaliyetleri şeklinde cereyan eden Kürtçü faaliyetler, uzun süre bölgesel ve mevzii olmaktan ileri gidememiş ve bu durum Kürtçü organizasyonlarda handikap yaratmıştır. Ancak, Körfez Krizi’nin bitiminde Irak’ın kuzeyinde meydana gelen değişmeler nedeniyle Kürtçülük sorunu, Batılı devletlerin ve medyanın da çabalarıyla bir anda dünya gündemine girmiştir. Sözde Kürt sorunu böylece uluslararası bir boyut kazanmaya başlamıştır. PKK böylece Kuzey Irak’ın kuzey şeridine, İran’dan Suriye hududuna kadar olan bölgede oluşturduğu kamplarda elemanlarını mevzilendirerek serbestçe hareket etme imkânı kazanmıştır. [10] PKK’nın bir diğer avantajı, elde ettiği silahlar olmuştur. 1988 yılından itibaren Irak istihbaratı ile ilişki sağlayan PKK, bu irtibatını Körfez Krizi esnasında devam ettirmiştir. Savaşın bitiminde kuzeyden çekilen Irak ordusu, silahlarını PKK’ya terk etmiştir. Ayrıca savaş sırasında ülkemize sığınan Kuzey Iraklılardan çok miktarda silah ve mühimmat gasp edilmiştir. Öte yandan 36’ncı paralelin kuzeyindeki toprakların Irak yönetimine kapatılarak, Kürtlerin sözde koruma altına alınması iradesini “bölgede bir Kürt devleti kurulmak istendiği” şeklinde değerlendiren PKK, diğer Kürtçü örgütlerin önüne geçerek bölgede varlığını güçlendirmeye başlamıştır. Bu amaçla Haziran 1991 tarihinde sözde Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) isimli paravan örgütü kurmuştur.[11] Kısacası Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ardından gelen Körfez Savaşı, Kuzey Irak’taki Kürt varlığını iyice güçlendirmiş ve PKK’nın güçlenmesine ivme kazandırmıştır. PKK Irak’ın kuzeyine hiç çıkmayacakmış gibi yerleşirken, Barzani ve Talabani’den gördüğü büyük destek örgütü iyice cesaretlendirmiştir. Çünkü Saddam’ın iktidarı üzerinde sürekli bir baskı kurmak isteyen ABD, www.ulkuocaklari.org.tr 11 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Barzani ve Talabani’yi Kuzey Irak’ta tek egemen güç haline getirme çabası veriyordu. Bu durum da, PKK’nın Barzani ve Talabani’ye sırtını dayama nedenini güzel bir şekilde açıklamaktadır. Kuzey Irak’taki kamplarında güç toplayan PKK, sürekli olarak Türkiye sınırından sızıp terörist eylemler yapmaktaydı. Özellikle sınır karakollarını hedef alan bu saldırılar sonucunda Türkiye birçok vatan evladını kaybetmiş ve büyük zararlara uğramıştır. Terörist eylemlerini gerçekleştirdikten sonra tekrar sınır ötesine geçen PKK elemanlarının kaçışı, Barzani ve Talabani himayesinde sona eriyordu. Türkiye birçok kez Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yapmış ve hepsinde de başarılı olmuştur. Ancak Türkiye bölücü terörü her yerde ve her koşulda yok etmeyi arzularken, her nasıl oluyorsa birileri yeniden besliyor ve Türkiye üzerine salıyordu. Bu besleyiciler kimi zaman Türkiye sınırları içerisinde, kimi zaman da dışarısında kendilerine hayat buluyorlardı. B. 1990 SONRASI PKK Tarihler 1 Ocak 1990’ı gösterdiğinde, PKK terörü Türkiye’de büyük bir can ve mal kaybına sebebiyet vermişti. Bu eli kanlı örgüt 1984’ten 1990’a kadar geçen süre içerisinde 320 askerimizi, 20 polisimizi, 52 GGK (geçici köy korucusu), 19 öğretmenimizi, 33 kamu görevlimizi şehit etmiş ve 695 vatandaşımızı katletmişti. Buna karşın, yapılan operasyonlar sonucu 1984’ten 1990’a kadar geçen sürede 1214 terörist ölü olarak ele geçirilmiştir. PKK 1990’lı yılların başında Dev-Sol, TİKKO, THKP-C gibi aşırı sol terör gruplarıyla işbirliğine gitmiştir. Bu işbirliği sonucunda özellikle büyük kentlerde terör eylemlerini gerçekleştirebilecek potansiyele ulaşan PKK, bu işbirliğini her dönem yenileyerek genişletmiştir. İlk zamanlarda aşırı sol terör gruplarıyla ortaklaşa hareket eden PKK, ilerleyen yıllarda bir takım aydınların ve sivil toplum örgütlerinin de desteğini alacaktı. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaşın bitmesi, dünyayı yeni bir süreçle baş başa bırakmıştı. Küreselleşmenin hızla gelişmesi olarak da nitelendirilebilecek bu süreç, her milleti, her devleti bir şekilde içine alıyordu. Bunun sonucunda Soğuk Savaş olarak nitelendirilen ABDSovyet eksenli kutuplaşma sona eriyor, çıkar çatışmaları ve özellikle Ortadoğu’da yoğunlaşan sıcak çatışma dönemi başlıyordu. Bu sıcak çatışmalar sonucunda harita üzerinde büyük sınır değişiklikleri olmasa da, eskiden tek parça halinde duran devletler, artık parçalı ve içinde çok farklı egemen grupları olan bir yapıya kavuşuyordu. En net örneğini Irak’ta görebileceğimiz bu yapı, 1990’dan günümüze kadar sürekli bir iç mücadele ve alınan dış desteklerle garip bir yapı kazanmıştır. Bu yapının içindeki belirleyici grup da kimi zaman Sünniler, kimi zaman Şiiler, kimi zamanda Kürtler olmuşlardır (günümüzdeki Irak örneği). Buna karşın Irak’ın kuzeyindeki Türkmenler ne yazık ki her dönemde en çok zararı gören etnik grup olmuştur. Türkiye de bu sıcak gelişmelerden ve değişimlerden nasibinin fazlasıyla almıştır. Terörün hiç bitmediği bir ülke olarak, 1980’den sonra bir de bölücü etnik terörle karşı karşıya kalınmıştır. Bu örgüt yukarıda belirttiğimiz Soğuk Savaş döneminde vur-kaç taktiğiyle biraz ürkek bir saldırı anlayışı taşısa da, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Ortadoğu’daki sıcak çatışmalar, PKK terörünü de farklı bir zemine taşımıştır. “Terörün hiçbir zaman için etnik kökeni, dili, milleti, bayrağı olmayacağı” görüşünü savunsak da, Ortadoğu merkezli, tüm dünyayı etkileyen bu sıcak dönem PKK’yı da bu tanımın dışına atmıştır diyebiliriz. Bir terör örgütü bir ülkenin siyasi arenasında, sivil toplumda, sokakta, okulda, devlet dairelerinde, üniversitelerinde, gençlik arasında ve coğrafi bölgeler arasında faaliyetlerini legal yollardan sürdürebiliyorsa, bunun adı ya terör değildir ya da terör amacına ulaşmış demektir. İlk kanlı saldırısını 1984’te gerçekleştiren PKK terör örgütü, 1990’lara gelindiğinde muazzam bir dış desteğe kavuşmuş ve adeta akıllı bir virüse dönüştürülmüştür. Bu akıllı virüsleşme döneminin en büyük düşüncesi, 1990’ların başından itibaren siyasi iktidarda söz sahibi olabilmek ve Türk Devleti’nin bağlı olduğu değerleri yıpratarak Kürtçülük faaliyetlerine hız vermektir. Bunun yanı sıra kanlı terör eylemlerine devam etmek, özellikle kırsal kesimden sonra büyük şehirlerde de eylem yapabilecek düzeye ulaşmak en büyük amaçlardan biriydi. 12 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1984’ten 1990’a kadar geçen süreç PKK’nın giderek güçlendiği bir dönemdir. Bu dönemde yurtdışı kampları olarak nitelendirilen yerleşik düzene kavuşan PKK’lı teröristler, o ülkenin güvenlik güçlerince korunmuştur. Bu ülkeler arasında bugün Türkiye’nin yardımını bekleyen devletlerin olması, ‘tarihin cilvesi’ tanımlamasını telaffuz etme gereksinimini ortaya koymaktadır. PKK, kendilerine lojistik destek sağlayan bu ülkelerde eğitim ve propaganda imkânlarına kavuşmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’ya yönelik gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonlarda birçok defa karşılarında örgüt mensubu yerine o ülkenin güvenlik güçlerini bulmaları oldukça dikkat çekicidir. Bu durum da çoğu zaman operasyonların yarıda kesilmesine sebep olmuştur. 1990’lı yıllara silahlı güç ve eylem stratejisi ile giren PKK, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda gerçekleştirdiği kanlı terör eylemlerini metropollere taşımaya başlamıştı. Aynı zamanda üniversitelerde Kürt kökenli öğrencilere yapılan propaganda faaliyetleri neticesinde, batı bölgelerimizdeki illerde de bölücü terör örgütü yandaşlarına rastlanmaya başlanmıştı. Bölücü terör örgütünün ilk zamanlarda askerimize büyük kayıplar verdirmesinin nedenleri arasında en önemlisi; Türk askerinde bulunmayan gelişmiş silahların teröristlerin kontrolünde olmasıydı. Türkiye’deki bölücü terörü yaşatan ve geliştiren devletlerin sağladığı silahlar, PKK’nın silahlı terör eylemlerini sıklaştırmasına ve bu eylemlerde daha çok zarar vermesine yol açmıştır. Bölücü terörün ilk yıllarından 1993 yılına kadar Türk askerinde olmayan silahların teröristlerin kullanımında olması da, Türkiye’nin gerilla tipi terörle mücadeleye hazırlıksız yakalandığını kanıtlar nitelikteydi. Terörün en yoğun olduğu 1992-1994 yılları arasında hassas bölgelerden biri olan Şemdinli’de, Jandarma Sınır Komutanı olan Erdal Sarızeybek, 17 askerimizin şehit düştüğü Alan Çatışması’nın en önemli görgü tanıklarından bir tanesidir. Yaşadığı dönemi ve çatışmaları anlattığı “Şemdinli’de Sınırı Aşmak” isimli kitabında aktardığı, Alan Çatışması’ndan sonra bölgeye gelen dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ile arasında geçen konuşma Türk ordusundaki silah yetersizliği hakkındaki yorumlara yeni bir bakış açısı getirmektedir: “Dönemin Jandarma Genel Komutanı rahmetli Eşref Bitlis yanıma yanaştı, ‘Oğlum bir şeye ihtiyacın var mı’ diye sordu. ‘Komutanım, şu gördüğünüz RPG-7 roketatar. 10 teröristten biri bu silahı kullanıyor. Bizde 89 milimetrelik roketatar var. Biz teröristlere bir roket atarken, karşılığında beş-altı roket üzerimize geliyor. Şu gördüğünüz, 5-56 milimetrelik Bixi makineli tüfek. Toz, çamur demeden yüzlerce mermi atıyor. Biz de ise MG-3 makineli tüfek var. En ufak tozda tutukluk yapıyor. Bu silahlar Irak’ın kuzeyinde satılıyor. Orada silah pazarları var. Eğer bana para verilebilirse bizde bu silahlardan alabiliriz dedim. ‘Peki Evladım’ dedi. Aslında, devletin istihbarat örgütleri, teröristlerin kullandığı silahlar konusunda iyi haber alamamış, önceden devleti uyarıp güvenlik güçlerinin zamanında hazırlık yapmalarını sağlayamamıştır. Çok acıdır, devlet kendi askerine teröristlerden etkili bir silahı verememiştir ve askerler kaçak silahlara yönelmiştir. Devlet bize istediğimiz silahları vermeyince, biz de kendi paramızla satın aldık. Rahmetli Eşref Bitlis sayesinde tabura Hakkari Valiliği’nden önemli sayılacak bir para geldi. Derecik’in meşhur Iraklı Cemil’ine silah siparişleri verildi. Kader bu ya, alınan silahlar Eylül 92’de yapılan ünlü Derecik çatışmasında PKK’lılar tarafından gasp edildi” Dönemin Şemdinli Hudut Tabur Komutanı olan Sarızeybek’in anlattıkları gerçekten düşündürücüdür ve bir o kadar da dikkat çekicidir. Koskoca bir ülkenin sınır karakolunda olmayan silahların terör örgütünde olması, üzerinde düşünülmesi ve çözüm üretilmesi gereken bir sorunun varlığının temel kanıtını oluşturmaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr 13 Ülkü Ocakları Eğitim Programı PKK ile mücadelede ele geçirilen malzemelerin arasında Sniper tipi uzak mesafeli tüfek, haberleşme sisteminde kullanılan telsizler, gece görüş dürbünleri, yüksek güçteki patlayıcılar, elektronik haberleşme sistemi, çelik yelek gibi önemli askeri mühimmatların bulunması, PKK’nın gördüğü dış desteğin ne denli büyük olduğunu kanıtlar niteliktedir. Çünkü kalaşnikof vb. silahlar kaçak yollardan temin edilebilirken, özellikle Körfez Savaşından önce, yukarıda belirttiğimiz ileri teknoloji ürünü olan askeri mühimmatlar sadece gelişmiş ülkelerde bulunuyordu. Bu açıdan PKK’nın bunları nasıl ve nereden temin ettiği sorusu, örgütün AB ülkeleri, ABD, Rusya ve Ortadoğu ülkeleri ile kurduğu ilişkiler dikkatlice incelendiğinde, cevap bulacaktır. PKK bu dönemde siyasallaşmayı de örgüt stratejilerinden biri haline getirerek sırasıyla HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve DTP gibi siyasi partileri kurduracaktır. Siyasallaşma çabalarının yanı sıra Avrupa Birliği ülkelerinin bölücü terör örgütüne kucak açması, PKK için yeni bir yerleşim alanı oluşturmuştur. Bu sayede birçok gurbetçi vatandaşımız üzerinde mafyavari yöntemlerle ekonomik bir hegemonya kuran terör örgütü; gasp, haraç, hırsızlık ve uyuşturucu ticareti gibi yollardan gelir elde etmiştir. AB’ye girmek için büyük çaba sarf eden Türkiye, bu süreçte bilhassa dış politika yönünden oldukça zayıf kalmıştır. Yetersiz ve stratejisiz dış politika anlayışı neticesinde terörü destekleyen birçok AB ülkesi Türkiye’nin en yakın müttefiki haline gelmiştir. Türkiye’nin, dış politikası ve terörle mücadele stratejisi bakımından kabul edilmesi güç olaylar zincirinin yaşandığı böylesi bir dönemde, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge başlarıyla kurulan sıcak ilişkileri anlamak oldukça güçtür. PKK’nın eylemlerinde verilen şehitlerin ve bunca gazinin yanı sıra ülke ekonomisi de büyük bir darboğaza girmiştir. Terör örgütü özellikle Irak’ta büyük arazilere kurulmuş ve hastanesinden okuluna kadar tüm ihtiyaçların karşılandığı kamplarda kendisini geliştirmiştir. Bu kampların Türkiye tarafından tespit edilmesi ve ardından operasyon kararı alınması bilgisine çok çabuk bir şekilde ulaşan PKK, bu kampları boşaltmakta ve kampta ‘ajan’ ya da ‘işe yaramaz’ olarak nitelendirdikleri örgüt mensuplarını bırakmaktaydılar. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1990’dan sonra yapmış olduğu sınır ötesi operasyonlarda çok büyük başarılar sağlanmıştır. Dönemin komutanları ve yakalanan örgüt mensupları tarafından da dile getirildiği gibi, PKK bu dönemde çok büyük kayıplar vermiştir. Ancak, yukarıda da değinildiği üzere, bu etkili operasyonlar PKK’nın üst kademesi nezdinde çok etkili olmamıştır. Çünkü yapılacak operasyonları bir şekilde haber alan PKK’nın Merkez Komite mensupları bölgeyi hızlı bir şekilde terk ederek, gerekirse farklı bir ülkeye geçerek faaliyetlerine devam etmişlerdir. 90’lı yılların başında Türk ordusunun terörle mücadele noktasındaki eksikliği ileriki yıllarda sağlanan tecrübelerle giderilmiş ve gerçekleştirilen modernizasyon çalışmasıyla terör örgütüne büyük darbeler indirilmiştir. Yapılan modernizasyon çalışmaları sayesinde kullanılan dürbünden, piyade tüfeğine kadar birçok alanda ekonomik imkânlar seferber edilmiştir. Yapılan bu değişimler ve özellikle askeri yetkililerin bölgedeki kararlı mücadeleleri 90’lı yılların başındaki terör dalgasını durdurmuş ve PKK’nın gerileme dönemine girmesini sağlamıştır. Bu sayede terörle mücadelenin kapsamı genişletilmiş ve hükümetler nezdinde zaman zaman da olsa gösterilen siyasi irade sayesinde terör örgütü mensupları imha edilmiştir. Fakat terörle mücadelede askeri yöntemlerle yapılan mücadele bir süre sonra yetersizleşmeye başlamıştır. Bunun nedeni ise bölücü terörün eylem stratejisini değiştirme kararıdır. Örgüt tarafından bu kararın alınması hiç şüphesiz Türk askeri karşısında örgütün tutunamayacağının anlaşılmasıyladır. Karşılarında 1984 yılındaki hantal yapısından uzak bir ordu bulunmakla beraber, sistemli bir şekilde uygulanan ‘Koruculuk Sistemi’ bölücü teröre büyük zararlar verdirmiştir. Örgütün eylem stratejisini değiştirmesiyle birlikte, geniş kapsamlı bir sivil örgütlenme ve propaganda dönemine girmiştir. Bu döneme girilmesinde PKK’yı destekleyen devletlerin ve 14 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı uluslararası örgütlerin de rolü büyüktür. Öte yandan AB ve ABD’nin Türkiye’deki ‘Sivil Toplumun’ geliştirilmesi projeleri de bu süreçte PKK’ya büyük kolaylıklar getirmiştir. Dış kaynaklardan sağlanan yardım ve fonlarla birçok Sivil Toplum Kuruluşu (STK) kurulmuş ve bu STK’ların bir kısmında açıkça terör örgütünün propagandası yapılmaya başlanmıştır. Aynı zamanda siyasallaşma kapsamında bölgede kurduğu baskılarla milletvekili kazanan örgüt, TBMM’de dahi kendi propagandasını yaptırmıştır. İşte tam da bu noktada terörle mücadelede yalnızca askeri yöntemlerin yeterli olmadığı bir kez daha görülmüştür. Bu dönemde bölücü terör örgütü yandaşları birçok üniversitede, STK’da ve kamu kuruluşlarında kadrolaşmaya başlamış, etkin bir propaganda sayesinde geniş bir kitleye ulaşmıştır. Örgütün MED TV isimli bir televizyonu dahi bu süreçte ortaya çıkarılmış ve bu televizyon birçok AB ülkesinin desteğiyle bugünlere kadar getirilmiştir. Bugün ROJ TV adı altında yayın yapan bu kuruluşu var eden Danimarka’nın, Türkiye’deki mevcut hükümet tarafından Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekterliği’nde desteklenmesi, tıpkı 1990’lı yıllarda Barzani ve Talabani’ye verilen kırmızı pasaport olayına benzemektedir. 1993 ve 1999 yılları arasında terörle mücadelede önemli başarılar sağlanmıştır. Bu başarılar neticesinde birçok örgüt mensubu yakalanmış, bilhassa 1997’den sonra teröre destek veren devletlere karşı net bir tavır sergilenmiştir. Böylece terör örgütü birçok ülkede barınamaz hale gelmiştir. Aynı zamanda bölge insanın terörden duyduğu rahatsızlık had safhaya ulaşmış ve örgütün düşük miktar da olsa almış olduğu sivil destek asgari düzeye inmiştir. Terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan bu süreçlerde sürekli olarak örgütün stratejisini değiştirme söylemlerinde bulunmuş ve örgüt içerisinde uyguladığı infaz kararlarıyla terör örgütü içinde birçok kez tartışma konusu haline gelmiştir. Kendi taraftarları arasında dahi liderliği tartışılmaya başlanan Öcalan, yakalandığı 1999 yılından önce sürekli olarak ülke değiştirmek zorunda kalmıştır. Öcalan’ın yakalanma sürecine değinmeden önce 1989 yılından beri Suriye’de özel villasından terör örgütünü yönettiğini unutulmamalıdır. Lakin Türkiye’deki siyasilerin, hükümetlerin ve askeri kanadın Suriye’ye göstermesi gereken tepkiyi neden bu kadar geç gösterdiği ya da gösterebildiğine mantıklı bir cevap bulmak son derece güçtür. Buna rağmen, geç de olsa, Suriye’ye gösterilen tepki bir anda Öcalan’ın yakalanmasına ve beraberinde örgütün çözülmesine zemin hazırlamıştır. Bebek Katilinin Yakalanışı 1989 yılından beri Öcalan’ı himaye eden Suriye’ye, dönemin Kara Kuvvetleri komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in, siyasilerin göstermediği tepkiyi şu sözlerle dile getirmesi bebek katilinin yakalanma sürecini başlatmıştır: “Bütün bu iyi niyetimize ve gayretimize rağmen, bazı komşularımız, özellikle ismini açıkça söylüyorum, Suriye gibi komşular iyi niyet ve gayretimizi yanlış tefsir ediyorlar. Apo denen eşkıyayı destekleyerek Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye, iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. Ancak, sabrımız kalmadı. Artık sabrımız kalmadı. Eğer gerekli tedbirleri almazlarsa biz Türk Milleti olarak her türlü tedbiri almak zorunda kalacağız.”[12] Konu önce Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında Çankaya Köşkünde toplanan Milli Güvenlik Kurulunda ele alındı. Bu toplantıda oluşturulan Milli Güvelik Siyaset Belgesi, güvenlik konseptinin değiştiğini gösteriyordu. Türkiye, PKK’ya destek veren ve Öcalan’a kucak açan Suriye’ye karşı ilk kez güç kullanma kararlılığındaydı.[13] Türkiye terör belasından kurtulmak için savaşı bile göze almıştı. Türk savaş uçakları Suriye sınırında denetim uçuşları yapıyor; TSK, Suriye sınırının sıfır noktasına kadar 35 bin asker ve gerçek mermilerle yapılacak olan tatbikata hazırlanıyordu.[14] www.ulkuocaklari.org.tr 15 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Suriye’ye yapılan bu baskılar olumlu sonuç verecek ve Öcalan sınır dışı edilecektir. Öcalan daha sonra, Suriyelilerin kendisine, “Ya Türkiye ile aramızda savaş çıkar veya biz seni yakalar ve Türkiye’ye teslim ederiz; tercih yapmak zorundasın.” dediklerini anlatacaktı.[15] Bu gelişmeler üzerine 9 Ekim 1998 günü Suriye’den ayrılan Abdullah Öcalan’ın yolculuğu, Yunanistan, İtalya ve Rusya’da devam edecek, 15 Şubat 1999’da Kenya’da son bulacaktır. [16] Türkiye Cumhuriyeti’nin yetkili organları tarafından yargılanma sonucunda açıklanan gerekçeli kararda Öcalan’ın kaçış süreci şu şekilde açıklanmıştır: “Sanık Abdullah ÖCALAN, Türkiye Cumhuriyeti Şanlıurfa İli Halfeti İlçesi Ömerli Köyü nüfusuna kayıtlı olup, kararımızın sonraki bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, 1978 yılında PKK terör örgütünü kurmuş, o tarihten yakalandığı 15.02.1999 gününe kadar fiilen genel başkanlığını yürütmüştür. Sanık 1978 yılında PKK’yı kurduktan sonra, 1979 yılında yurtdışına kaçmış ve Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde, Filistin Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’nin himayesindeki kamplarda uzun yıllar kaldıktan sonra 1992 yılından itibaren Suriye’ye geçerek Şam’da faaliyetlerini sürdürmüştür. Türkiye’nin baskıları sonucu Suriye Devleti tarafından 09 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkış yapmaya zorlanmış ve böylece 09 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkış yapıp Yunanistan’a gelmiş, Yunanistan’da bir süre kalmış, iltica talebi kabul edilmemesi nedeniyle buradan da ayrılıp Moskova’ya gitmiş, Rusya’da da 33 gün kaldıktan sonra İtalya’ya geçmiş, İtalya’da siyasi iltica talebinde bulunmuş, ancak bu talebi kabul edilmeyince 66 gün sonra, 16 Ocak 1999 günü İtalya’dan ayrılıp tekrar Moskova’ya gelmiş, burada hoş karşılanmaması sonucu 29 Ocak 1999 tarihinde Moskova’dan ayrılarak tekrar Yunanistan’a gelmiş, fakat gelmesine karşı çıkan Yunanistan görevlilerince uçakla Minsk Havaalanı’na bırakılmış, burada da kabul görmemesi nedeniyle zorunlu olarak tekrar Yunanistan’a dönmüş; bunun üzerine Yunanistan’da kalması sakıncalı görüldüğünden Kenya’ya götürülerek Yunanistan Büyükelçiliği’ne ait konutta barındırılırken Kenya güvenlik birimlerince yakalanarak 15.02.1999 günü Türk güvenlik görevlilerine teslim edilerek Türkiye’ye getirilip özellikle sanığın kendi can güvenliği sağlamak amacıyla İmralı Adası’nda inşa edilen ve yüksek güvenlik sistemi ile donatılan cezaevine konulmuştur.”[17] Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sürecinde AB üyesi ülkelerin, Rusya’nın ve komşularımızın ikiyüzlü politikaları dikkat çekmektedir. Aslında ellerinde tuttukları bu katili türlü oyunlarla Türkiye’ye vermeyen ülkeler ve bunların o zamanki siyasileri açıkça insanlık suçu işlemişlerdir. Eğer ki Türkiye o zamanlar dış politika noktasında ciddi bir güç olsaydı veyahut kendi gücünün farkında olsaydı; Öcalan’ı iade etmeyen ülkeler, onun çok daha önce yakalanmasını sağlayıp Türkiye’ye teslim edebilirlerdi. Abdullah Öcalan 29 Haziran 1999’da “vatana ihanet” suçundan idama mahkûm edilmiştir. Ekim 2001’de yapılan Anayasa değişiklikleriyle Türk Ceza Kanunundan “ölüm cezasının” kaldırılması sonucu ömür boyu hapis ile cezalandırılmıştır.[18] Açıklanan gerekçeli karar daölüm cezası şu şekilde yer almıştır: “Şanlıurfa ili, Halfeti ilçesi, Ömerli köyü, Cilt No: 029/Ol, Aile Sıra No: 18, Birey Sıra No: 13’de nüfusa kayıtlı, Ömer ve Uveyş’den olma 14.04.1947 Asli, 14.04.1949 Tashih doğumlu Sanık Abdullah ÖCALAN’ın; Kurduğu silahlı terör örgütü PKK’yı, aldığı kararlar ve verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldüğünden, eylemine uyan TCK’nun 125. maddesine göre ÖLÜM CEZASI ile Cezalandırılmasına.”[19] Öcalan’ın idam cezasının uygulanabilmesi için kararın TBMM tarafından da onaylanması gerekmekteydi. Zamanın birçok medya kuruluşunun ve kanaat önderlerinin karşı çıktığı idam hakkında Türkiye’de önemli tartışmalar yaşanmıştır. Koalisyon ortakları DSP ve ANAP idam cezasının kaldırılmasını isterlerken, MHP idam cezasının ‘terör suçlarını hariç tutacak şekilde’ 16 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kaldırılmasını talep etmekteydi. MHP’nin bu tutumu hükümet içinde de anlaşmazlık yaratmıştı. İdam cezasının kaldırılmasına ilişkin dosya hakkında TBMM’nin vereceği karar, Öcalan’ın idamı konusunu da açıklığa kavuşturacaktı. 1 Ağustos 2002 tarihinde Meclis’in olağanüstü gündemle toplanmasıyla ‘idamın kaldırılması oylamaya sunulmuştur’. MHP dışında tüm partilerin idam cezasının kaldırılması yönünde oy kullanması sonucu Türk Ceza Kanunundan idam cezası kaldırılmıştır. Alınan bu karar neticesinde idam cezasına çarptırılmış tüm mahkûmlar gibi Öcalan’ın cezası da ömür boyu hapse çevrilmişti. İdam cezasının kaldırılmasıyla alakalı tartışmalar zaman zaman alevlenirken 1 Ağustos 2002 tarihinde idamın kaldırılması yönünde oy kullanan milletvekillerinin partilere göre dağılımı şu şekilde olmuştur: ANAP 73 DSP 72 YTP 52 AKP 46 Saadet 20 Bağımsız 11. İdam cezasının kaldırılmasını kabul etmeyerek ‘hayır oyu’ kullanan tek parti de 116 milletvekiliyle MHP olmuştur. 1984-1999 Arası Terör Bilançosu[20] PKK’nın silahlı terör eylemlerini başlattığı 15 Ağustos 1984 tarihinden 30 Eylül 1999 tarihine kadar geçen dönemde 21.631 terör olayı gerçekleşmişti. Olaylardan 6.742’si saldırı, 8.511’i güvenlik kuvvetleriyle çatışma, 3.473’ü mayın döşeme ve bombalama suretiyle patlama, 411’i gasp, 1.076’sı yol kesme ve adam kaçırma, 758’i kanunsuz toplantı düzenleme, 660’ı bildiri dağıtma şeklinde gerçekleşti. Bu olaylarda 4.018’i asker, 1.264’ü GKK (geçici köy korucusu), 254’ü polis olmak üzere toplam 5.536 güvenlik görevlisi şehit oldu. 8.644’ü asker, 1.723’ü GKK, 987’si polis olmak üzere toplam 11.354 güvenlik görevlisi yaralandı. 4.558 vatandaş bu olaylarda hayatlarını kaybetti. 5.853 vatandaş da yaralandı. Bu olaylara neden olan 18.741 terörist ölü ele geçirildi, 2.133 terörist de güvenlik güçlerine teslim oldu. Güvenlik güçlerinin yapmış oldukları başarılı operasyonlar neticesinde, örgüte ait 23.611 uzun namlulu silah, 5.552 tabanca, 21.276 bomba ve çok miktarda mühimmat ele geçirildi. C.1999-2002 ARASI DÖNEM Bölücübaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanışı ve ölüm cezasına çarptırılması sonrasında bölücü terör örgütü PKK dağılma sürecine girmiştir. Bu süreçte Türkiye içerisindeki birçok örgüt militanı Irak’ın kuzey bölgesi ve komşu ülkelerdeki kamplara kaydırılmıştır. Öte yandan Öcalan’ın yakalanması psikolojik savaşta da Türkiye’nin büyük bir üstünlük kurmasına olanak vermiştir. Terörün bitirilmesine yönelik bu olumlu dalga, zamanın koalisyon hükümeti MHP-DSP-ANAP 3’lü koalisyon hükümetinin gösterdikleri siyasi irade ile meyvesini hızlı bir şekilde vermeye başlamıştır. AB’nin, terörle mücadele yönündeki yasaları değiştirerek, PKK’yı dolaylı yollardan rahatlatma çabaları ise MHP’nin çabalarıyla büyük ölçüde engellenmiştir. Terör örgütünün propaganda araçlarının ve aldıkları ekonomik desteklerin birer birer deşifre olduğu www.ulkuocaklari.org.tr 17 Ülkü Ocakları Eğitim Programı bu dönemde örgütün önemli isimleri de yakalanarak Türk adaletine teslim edilmiştir. Medyada terörün bittiğine dair oluşan hava tüm Türkiye’yi sarmaya başlamıştır. Bu durum ‘PKK’nın çöküş sürecini’ oluşturduğu için, örgüt yeni bir strateji belirleme ihtiyacını duymuştur. PKK’nın bu yeni stratejisinde, “Kürt kültürel kimliği”ne yapılan vurgu, örgütün siyasallaşma çabalarının en önemli ayağını oluşturmaktadır. Etnik kimliğin böylelikle ön plana çıkarılmasıyla birlikte, Kürtlerin kendilerine özgü ortak bir geçmişe ve ortak bir dile sahip oldukları yönündeki savların Kürtçü yayın ve faaliyetlerde sık sık dile getirildiği görülmektedir. Etnisiteye dayalı bir tür mikro milliyetçilik çerçevesinde ele alınması gereken bu tür savlar, bilimsel temellere dayanmaktan ziyade, hem kökensel hem de kültürel açıdan Kürtler ile Türkler arasında bir ayrıştırmayı amaçlamakta, böylelikle de terör örgütünün eylem ve iddialarına haklılık kazandıracak yapay bir zemin oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Kürt kimliğine ilişkin araştırma ve çalışmalarda ortaya konulan tezlerin PKK’nın uygulamaya koyduğu yeni strateji ile nasıl paralellik içinde bulunduğunu ve hatta örtüştüğünü görmek açısından, öncelikle Kürt tarihi ile ilgili savlar incelenecek, ardından Kürt dili hakkında ortaya atılan iddialar ele alınacaktır.[21] Bölücü terör örgütünün bu stratejisi AB’nin tüm desteğine rağmen bir türlü hayata geçirilememiştir. AB’nin özellikle etnik farklılıkları ön plana çıkaran ve terörle mücadelede güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayan paketleri meclisten geçirme girişimleri çoğu zaman başarısızlıkla son bulmuştur. Aynı zamanda Kürtçe kursların açılması, Kürtçenin yaygınlaştırılması, Kürtçe televizyonun kurulması gibi Kürt dilini yaygınlaştırma çabaları bu dönemde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Hiç şüphe yok ki bu durumun oluşmasında MHP’nin çok büyük katkısı vardır. Terör örgütü yandaşı STK ve kendilerini aydın olarak nitelendiren bazı grupların da Öcalan’ın yakalanma sürecini farklı bir şekilde yorumladıkları bilinmektedir. Hatta bazı medya organlarında, 1980 öncesindeki buhranlı yıllara vurgu yapılarak, MHP ve yöneticileri için ‘faşist’ yaftalaması yapıp, terör örgütünden ‘halk hareketi’ olarak bahsettikleri görülmüştür. Bu süreçlerde PKK mensupları ile bazı aydınların MHP hakkında ortak noktada buluşmaları ise oldukça dikkat çekicidir. Sonuç 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden sonra iktidara gelen AKP hükümeti, neredeyse sıfır terörle yönetimi devralmıştı. Fakat bölücü teröre karşı verilen bu mücadelenin bu dönemde geri plana itilmesi, AB’ye uyum adı altında değiştirilen yasalar, PKK’nın değişen stratejisiyle paralellik göstermiştir. Eskiden örgütün propagandasını yapan STK vb. kuruluşların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, uyum yasaları çerçevesinde bu gibi yapılanmalar yüzlerle ifade edilir hale gelmiştir. PKK’nın değişen tezleri ve stratejileriyle uyumlu olarak gelişen süreçlerde siyasallaşma da büyük önem teşkil etmekteydi. Bu kapsamda PKK yandaşı eski DEP milletvekilleri Leyla Zana ve arkadaşlarının, AB’nin yaptığı baskılarla serbest bırakılması sağlanmıştır. Ardından gelen süreçte kurulan DTP (Demokratik Toplum Partisi) ise PKK’nın tüm tezlerini meşrulaştırma çabasında olan ana merkez haline gelmiştir. Terörle mücadelede en önemli olgu hiç şüphesiz ‘Siyasi İrade’dir. Çünkü Türkiye’nin askeri mücadele yöntemleri azami gücüne erişmiş ve çağın gerektirdiği teknolojik imkânlar çerçevesinde donatılmıştır. Hem bölgesinde, hem de dünyada, bilhassa kara kuvvetlerinin gücü bakımından sayılı kuvvetler arasında yer alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin potansiyeli iyi kavranılabilmelidir. Bu potansiyelin siyasi hükümetler tarafından desteklenmesi de hiç şüphesiz çok önemlidir. Salt askeri müdahale ile terörün bitirilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü PKK, dağda bir terörist kalmasa dahi, varlığını sürdürecek bir siyasallaşma ve propaganda gücüne ulaşmıştır. Bu şartların oluşmasına zemin hazırlayan yapılanmaları en ince ayrıntısına kadar tespit edecek ve bununla mücadele edecek olan güç ise terörü bitirmeyi hedefleyen siyasi iradedir. 2002 yılından sonraki dönem bu bağlamda incelendiğinde, terörle mücadele noktasında önemli bir siyasi zafiyet göze çarpmaktadır. 18 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı PKK terörünü 2002 yılından itibaren ele alacak olursak; özellikle sivil toplum örgütleri kanalıyla ve siyasi söylemlerle başlatılan bölücü örgüt propagandasının, içinde bulunduğumuz 2009 yılında had safhaya ulaştığını görebilmekteyiz. Her gün verdiğimiz şehitler, ancak 13 şehit aynı anda verildiği zamanlarda ülke gündemine taşınmış ve sınır ötesi hareket konuşulmaya başlanmıştır. Kısacası, terör ne zaman Türkiye’ye büyük kayıplar verdirmişse o zaman konuşulmaya başlanmış, gündem maddesi olabilmiştir. Bunun dışında yapılan bölücülük faaliyetleri ise sivrisinek ısırıkları gibi geçici bir etkiye sebep olmuştur. Hâlbuki bu ısırıklar, dikkat edilmemesi durumunda insanda sıtmaya kadar birçok hastalığa yol açabilmektedir. Bu ciddi tıbbi meseleyi ufak bir benzetme yoluyla Türkiye’ye uyarladığımız zaman aynı sonuçları alabilmekteyiz. Bu yüzdendir ki ufak çaplı terör kayıpları geri plana atıldıkça büyümüş, Türkiye’nin her köşesini esir alan bir hastalık haline gelmiştir. Bu durum 20 yılı aşkın süredir böyle süregelmiş ve teröre karşı gösterilmesi gereken siyasi irade yoksunluğu bu durumun devam edeceğinin de sinyallerini vermiştir. Günümüze baktığımızda Türkiye’nin eli kolu bağlanmış, hantal bir yönetim mekanizmasına sahip olduğu görülecektir. Bu hantal yapının terörle mücadele noktasındaki bürokratik karmaşası da aşılması gereken bir problemdir. Genelkurmay Başkanının Başbakana mı yoksa Cumhurbaşkanına mı bağlı olup olmadığı tartışmalarının gündem belirlediği ülkemizde bu bürokratik hantallık bir türlü aşılamamaktadır. Tüm bunların sonucunda da terörle mücadelede gösterilmesi gereken tavır, garip bürokratik karmaşalar arasında geri planda kalmaktadır. Son yıllarda bir takım kamuoyu oluşturucular tarafından Genelkurmay Başkanının nereye bağlı olduğu tartışmasının ana gündem maddesi haline getirilmesi de bunun göstergesidir. Terörü bitirecek siyasi irade ne zamanki aşağıda sıralanan maddeleri gerçekleştirecektir, işte o zaman bu ülkede terörün şiddeti en asgariye indirilecektir. Bu noktadan hareketle en kısa zamanda aşağıdaki maddeler bir an önce uygulanmalıdır: -PKK’yı terör örgütü kabul etmeyen ülkeler Birleşmiş Milletler nezdinde protesto edilmelidir, -PKK’yı siyasi, maddi, manevi destek veren her kişi, kurum, kuruluş ve topluluğa karşı hukuki çerçevede yaptırıma gidilmelidir, -Terörle Mücadele Yasası’nda, CMUK’ta, Türk Ceza Yasası’nda yapılan değişiklikler, Türkiye’nin terörle mücadelede güç kaybetmesine yol açmıştır. Yapılan bu değişiklikler AB çıkarında değil, Türkiye’nin çıkarında iyileştirilmeli ve yasal boşluklar bir an önce giderilmelidir, -PKK’nın en önemli hayat kaynaklarını sağladığı, Irak’ın kuzeyinde bulunan kamplarına sınır ötesi askeri bir operasyon acilen yapılmalıdır, -Eğitim müfredatı çerçevesinde tüm okullarımızda terörün adı konmalı ve geleceğimizin lider kadroları olacak ve özellikle üniversite okuyan gençlerimiz bilinçlendirilmelidir, gerekirse terörü anlatan ve Türkiye’deki terörizm faaliyetleri tanımlayan dersler zorunlu olarak okutulmalıdır, -Türkiye’ye gelip PKK’nın sözcülüğünü yapan bir takım yabancı diplomatlara kesinlikle sınırdışı cezası getirilmeli ve Türkiye’nin terör konusundaki hassasiyeti açıkça ortaya konmalıdır, -Terörle mücadele edilmesi için Türk Silahlı Kuvvetlerine tam yetki verilmelidir, kaldırılmaya çalışılan koruculuk sistemi ve askeri istihbarat terörle mücadele kapsamında yeniden yapılandırılmalıdır, -PKK’ya destek veren tüm sivil toplum örgütleri, sözde aydınlar, kuruluşlar, kişiler en kısa zamanda yargıya intikal ettirilmeli ve gereken demokratik tepki en sert biçimde verilmelidir, -PKK’nın özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaptığı görsel ve yazılı yayınlara son verilmesi için gerekli düzenlemeler acilen yapılmalı; başta ROJ TV ve Özgür Gündem gazetesi olmak üzere bu kuruluşların tüm yönetici ve çalışanları Türk Adaletine teslim edilmelidir, www.ulkuocaklari.org.tr 19 Ülkü Ocakları Eğitim Programı -DTP’nin PKK ile ortak noktaları çok açık bir şekilde görülmekdüğü hâlde seçimlere dahi katılıp mecliste grup kuracak bir duruma gelmesine olanak sağlayan yasal boşluklar giderilmeli ve DTP’nin kapatma davası hızla sonuçlandırılarak DTP’ye bağlı kişilere gerekli yasal yaptırımlar uygulanmalıdır. Yukarıda genel manada değerlendirdiğimiz konular Türkiye’de PKK terörünün bitmesi için gerekli olan en önemli hususlardır. Bu maddelerin çok daha geniş bir şekilde ele alınıp, genişletilmesi Türkiye’nin terörle mücadelede göstereceği siyasi irade ile mümkün olacaktır. 2002 yılında tüm unsurlarıyla bitme noktasına gelen PKK terörünün, bugünkü durumda 1990’lı yılların başındaki gücüne ulaşması çok tehlikeli bir durumdur. 1990’lı yılların başından itibaren çok yoğun bir biçimde şehit vermemize sebep olan bu bölücü örgüt, bugün kuruluş amaçlarından biri olan “siyasallaşmaya” da ulaşmış bulunmaktadır. İşte bu gerçeğin farkında olarak, siyasi iradenin en kısa zamanda terörü bitirmek için ortaya konması gerekmektedir. Yıllardır dindar-laik kavramları arasında kısır bir tartışmaya mecbur bırakılan Türk Milleti, bu durumdan bir an öce kurtulmalıdır. Sandıkta verilen oyla bitirilmeyeceği çok net olarak karşımızda duran PKK terörü, yukarıdaki maddelere işlerlik kazandırılması durumunda büyük bir çöküş sürecine girecektir. İşte bu süreçte ve sürecin sonucunda gösterilmesi gereken en önemli tavır, terörle mücadelede siyasi iradenin tecelli etmesidir. Ne zaman ki Türkiye’de Milli Devlet anlayışı herkes tarafından kabul edilecektir, işte o gün Türkiye hem içte hem de dışta gerçek bir bağımsızlığa ve güce ulaşacaktır. Dipnotlar [1] ŞEHİRLİ, Atila, Türkiye’de Bölücü Terör Hareketleri, Burak yay, İstanbul, Nisan, 2000, s.270 [2] ÇEŞME, Ahmet, ‘Kansız Mücadelenin Kanlı Yüzü/ Psikolojik Harekat ve PKK’, IQ Yayınları, İstanbul, 2005, sy.140 [3] ÇEŞME, a.g.e. s.144 [4] ÖZCAN, Nihat, Ali, Terör ve Ekonomi, ASAM Yayınları, Ankara, 2000, s.300. [5] ŞENOCAK, Hasan Emre, “Avrupa Terör Örgütleri ve Ülke Politikalarına Yansımaları” Platin Yayınları, Ankara, 2006, s.152 [6] ÇEŞME a.g.e. s.145 [7] ERDOĞAN, Davut, ‘Terörle Mücadelede Halkla İlişkiler ve Propagandanın Yeri ve Önemi’, TODAİ, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1998, s.24-25 [8] ŞENEL Adnan, ‘Çılgınlıktan Sağduyuya: İtirafçılar Anlatıyor’, Ankara: Daily News Matbaası, 1987 sayfa: 165 [9] KİRİŞÇİ, Kemal “Türkiye ve Kuzey Irak’taki Kürt Güvenlik Bölgesi”, Avrasya Dosyası, Cilt 3, No.1 [10] Hamza Keleş, Nuh Mete Yüksel ve Talat Şalk, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 26/04/1999 gün ve 1998/98 Esas No’ku iddianamesi 2.bölüm sy: 44 [11] Hamza Keleş ve diğerleri, sy: 44 [12] ÖZKAN, Tuncay, ‘Abdullah Öcalan Ne Olacak ?’, Alfa Kitap,İstanbul, 2005, sy.59 [13] ÇEŞME, a.g.e. s.159 [14] PİRİM, Oktay ve ÖRTÜLÜ, Süha, ‘Ömerli Köyünden İmralı’ya PKK’nın 20 Yıllık Öyküsü’, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999, s.80 [15] ÖZKAN, Tuncay, ‘Operasyon’, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2000, sy.69 20 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [16] ÇEŞME, a.g.e. s.159 [17] Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1999/21 Esas No, 1999/73 Karar No’lu Sanık Abdullah Öcalan Davası Gerekçeli Kararı [18] ŞENOCAK, a.g.e. s.170 [19] Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1999/21 Esas No, 1999/73 Karar No’lu Sanık Abdullah Öcalan Davası Gerekçeli Kararı [20] EGM, Temuh Daire Başkanlığının Verileri [21] DOĞAN, Dr. Gürkan, “Stretejik Müttefikten Uluslar arası Terörizme”, IQ Yayınları, İstanbul, 2007, s.171-172 KAYNAKÇA Kitaplar ÇEŞME, Ahmet, ‘Kansız Mücadelenin Kanlı Yüzü/ Psikolojik Harekat ve PKK’, IQ Yayınları, İstanbul, 2005 DOĞAN, Dr. Gürkan, “Stretejik Müttefikten Uluslar arası Terörizme”, IQ Yayınları, İstanbul, 2007 EGM, Temuh Daire Başkanlığının Verileri ERDOĞAN, Davut, ‘Terörle Mücadelede Halkla İlişkiler ve Propagandanın Yeri ve Önemi’, ÖZCAN, Nihat, Ali, Terör ve Ekonomi, ASAM Yayınları, Ankara, 2000 ÖZKAN, Tuncay, ‘Abdullah Öcalan Ne Olacak ?’, Alfa Kitap,İstanbul, 2005 ÖZKAN, Tuncay, ‘Operasyon’, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2000 PİRİM, Oktay ve ÖRTÜLÜ, Süha, ‘Ömerli Köyünden İmralı’ya PKK’nın 20 Yıllık Öyküsü’, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999 ŞEHİRLİ, Atila, Türkiye’de Bölücü Terör Hareketleri, Burak yay, İstanbul, Nisan, 2000, ŞENEL, Adnan, ‘Çılgınlıktan Sağduyuya: İtirafçılar Anlatıyor’, Ankara: Daily News Matbaası, 1987 ŞENOCAK, Hasan Emre, “Avrupa Terör Örgütleri ve Ülke Politikalarına Yansımaları” Platin Yayınları, Ankara, 2006, TODAİ, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1998 Belgeler Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1999/21 Esas No, 1999/73 Karar No’lu Sanık Abdullah Öcalan Davası Gerekçeli Kararı Hamza Keleş, Nuh Mete Yüksel ve Talat Şalk, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 26/04/1999 gün ve 1998/98 Esas No’ku iddianamesi 2.bölüm www.ulkuocaklari.org.tr 21 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BİRİLERİ TERÖRLE MÜCADELE ETMİYOR! Batuhan ÇOLAK “Erzincan’ın Kemah ilçesine bağlı Olukpınar Köyü yakınlarında, terör örgütü PKK’nın yola yerleştirdiği mayın, askeri aracın geçişi sırasında uzaktan kumandayla patlatıldı. Olayda 9 asker şehit oldu, 2 asker yaralandı.” Evet, bu haberi duyup, dinleyip her zamanki gibi hüzünleniyor, kahrediyor ve siyasilerimizin verdikleri “Terörle mücadelemiz artarak devam edecektir.” demeçleriyle rahatlamaya çalışıyoruz. Ama her zamanki gibi yanılıyoruz. Bu yanılgımız öyle ileri boyutlarda ki; 1984’ten bu yana süren bölücü etnik terörün tüm uzantıları ortaydayken, hayali kurucular yaratıp telefon görüşmelerini esas alarak bölücü örgütü çökerteceğimizi sanıyoruz. HEP, DEP, DEHAP, HADEP ve son olarak DTP’yi mecliste barındırırken, PKK yandaşı milletvekillerine aylık 9,500 YTL vererek, terörü bitireceğimizi sanıyoruz. Öyle bir noktaya geldik ki, Ankara’nın göbeğinde “Gençlik APO’nun fedaisidir!” sloganlarına soruşturma açılıp herhangi bir yaptırım uygulanacağını düşünerek, terörle mücadele ettiğimizi sanıyoruz. Bizi öyle kandırıyorlar ki, DTP’li 56 belediye başkanına açılan soruşturmaların neticesinde, bu belediye başkanlarının artık PKK’yı desteklemekten vazgeçtiğini sanıyoruz. Öyle bir durumdayız ki, Fethullah Gülen destekli Abant Platformları’nda ‘II. Cumhuriyetçiler’ gibi, herhangi bir fikirsel argümanı olmayan, kamuoyu yönlendiricileri ve PKK’nın açık destekçileri olan bir takım baro başkanları, akademisyenler ve bir takım milletvekilleri ‘Türkiye’nin adam olması için Kürt kimliğini tanıması gerektiği’ şeklinde sert açıklamalar yapıp gazete ve televizyonlarımızı işgal edebiliyorlar. Ve yine biz, bu kişilerin açık bağlantısı olan gazete, TV ve diğer yayınlarını tiraj ve reytinglerde en üste çıkartarak terörle mücadele ettiğimizi sanıyoruz. Zihnimiz o kadar berrak ki, şehit babasının oğlunun cenazesinde hükümet yetkililerine gösterdiği tepki sonrası jet soruşturma açılarak, 11 ay hapis cezasına çarptırıldığını unutup, DTP’nin kapatılması için yapılan “Zaman lazım.” şeklindeki resmi açıklamalara inanıyoruz. Terörle o kadar yoğun bir mücadele veriyoruz ki, DTP’li 56 belediye başkanına açılan soruşturmaların sonucunda görevden alınmaları gerekliliği yönünde İçişleri Bakanlığımıza giden evrakların hiçbiri kabul görmüyor ve bu belediye başkanları görevlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Terörist cenazelerine resmi araç, bölücü örgüt liderinin doğum günü kutlamaları için otobüs tahsisi, terör örgütü yanlısı halkı galeyana getirme faaliyetlerini öylece seyrediyoruz. Ve sanıyoruz ki bu kişilere gerekli hukuki işlemler yapılacak. Artık biliyoruz ki, Kürtçülük yapmak entelektüel olmanın temel gerekliliği olurken, ‘bölücü terör örgütü’ demek dahi şoven milliyetçilik olarak değerlendiriliyor. Ve böylece demokratik ve terörsüz bir ülke olduğumuzu sanıyoruz. 22 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Silahlı Kuvvetleri birtakım medya organları tarafından sürekli olarak siyasi polemiklere sokulmak istenirken, terör örgütünün destekçisi birtakım kişiler ABD’deki bir cemaatin sağladığı finansmanla Türk ordusunu yıpratmaya çalışıyor. Ve yine biz sanıyoruz ki bu ‘basın özgürlüğüdür’. Demokrasi algımız öylesine ileri ki, bölücü terör örgütünün tüm siyasi yapılanması televizyonlarda, gazetelerde boy boy görüntülerle Türk halkının gözünün içine baka baka ‘Sayın Öcalan’ derken biz bunun ifade özgürlüğü olduğunu sanıyoruz. Bilişim alanında o kadar uzmanlaştık ki, terör örgütünün açık propagandasını yapan sadece bizlerin tespit ettiği 400 internet sitesi varken, biz ‘YouTube’ isimli internet sitesinin kapatılmasını ana haber bültenlerinde tartışıyoruz. Çünkü biz, gelişmiş bir ülke olduğumuz için, terörden ziyade bilişim sorunlarıyla ilgileniyoruz. Sosyal devlet anlayışımız öyle gelişti ki, kömür, erzak yardımı derken halkı bir kuru ekmek yemeğe mecbur bırakanları, yardımsever ve karizmatik lider olarak tanımlıyoruz. Ve toplumsal reflekslerimiz o kadar gelişti ki, haftalardır, aylardır ve yıllardır süregelen şehit cenazelerinde gördüğümüz yetim kalan evlatlarımıza ah ederken, terör örgütünün destekçilerine hukuki tepkimizi bile gösteremiyoruz. *** İşte biz böylesine gelişmişken bazı sorular yine de kafamıza takılıyor. Bu sorunların çözümü için de: “Neden?” diye soruyoruz: Neden, DTP içinde faaliyet gösteren tüm yönetici, üye v.b. kadrolar terör örgütü sempatizanlığı yapmaktan hukuki prosedüre tabi tutulmuyor? Nasıl oluyor da söz konusu kişilerin sadece bazıları hakkında ufak soruşturmalar açılıp konu geçiştirilirken, bölücü örgüt propagandası yapmaya devam eden esas başlar özgür bir şekilde dolaşabiliyor? Neden, 2004 yerel seçimlerinden beri, İçişleri Bakanı’nın atacağı bir imza ile görevden alınması gereken PKK yandaşı belediye başkanları, hâlâ görevlerinin başında bölücü örgüte destek olabiliyorlar? Neden, Hindistan’ın bile uzaya roket attığı bir dönemde, “Türkler mi yoksa Kürtler mi terörden daha çok etkileniyor?” gibi abuk tartışmalar içerisine giriyoruz? Neden, kendilerini aydın olarak adlandıran bir kısım ünlülerimizin, herhangi bir terörizm faaliyeti karşısında bu durumu ‘Kürt sorunu’, bölücü örgüt propagandası yapıldığında ise bunu ‘ifade özgürlüğü’ olarak tanımlamalarını sorgulamıyoruz? Neden, şöhretli bildiğimiz birçok sanatçı, PKK’nın çeşitli organizasyonlarında sahne alıyorlar ve haklarında herhangi bir işlem yapılmıyor? Neden, işçi, memur eylemleri en sert şekilde polis müdahalesine uğrarken, bölücü örgüt yanlısı faaliyetler bu tarz sert tepkilerle karşılaşmıyor? Neden, üniversitelerde bölücü örgüt yandaşlarının çıkardığı olaylar ve provokatif eylemler, ‘birtakım marjinal sağ ve sol grupların çatışması’ şeklinde basite indirgenmeye çalışılıyor? Neden, kendilerini aydın olarak gösteren bir takım akademisyen, hukukçu, gazeteci, sanatçı gibi toplumsal statüleri sayesinde kitle etkisi yaratan kişiler, DTP’yi demokrasinin gereği olarak tanımlıyor ve bu kapsamda kapatılmasına karşı çıkıyorlar? www.ulkuocaklari.org.tr 23 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Neden, DTP’nin ve bu bazda bölücü örgüt faaliyetlerinin yasal yollardan engellenmesine çok büyük tepki gösteren kesimler, söz konusu Türk Milleti’nin hassasiyetleri olduğunda, sessizliğe gömülüyorlar? Bu ‘Neden’leri sayfalarca uzatılacak kadar olaya şahit oluyoruz, lakin sizleri sıkmamak için bu kısa hatırlatmalarla konuyu burada sonlandırmak istiyoruz. *** Sonuç Terörle mücadeleyi sadece askerimizin dağlarda, bayırlarda, ovalarda mücadelesiyle değerlendirmek yanlış bir bakış açısıdır. Hele ki ülkemizde bu denli siyasallaşma imkânına sahip olan bir örgütü sadece askeri yöntemlerle bitirmek mümkün değildir. Mevcut durumda, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin olağanüstü gayretleri, söz konusu terör örgütünün açık destekçisi olan vakıf, dernek, parti, kişi ve kadroların faaliyetlerine izin verildiği sürece heba olmaktadır. Siyasi iradenin terör örgütünü bitirmek için “Terörle mücadelemiz azim ve kararlılıkla sürecektir.” gibi tekrarlı sözlerinden ziyade icraatlarını görmek gerçek bir terörle mücadele örneği olacaktır. Eğer ki, Türkiye’de terörizm bitirilmek isteniyorsa, bu yolda samimi adımlar atılmalıdır. Sonuç olarak milletimize bu acıyı yaşatanlara; 8 Bin 500 YTL aylık maaş, devlet yardımları, milletvekilliği, dokunulmazlık, parti kurma izni, vakıflaşma, dernekleşme ve daha birçok imkân sunulduğu müddetçe, terörle mücadelenin azim ve kararlılıkla sürdürüleceğine kimseyi inandıramazsınız. 24 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı BİZ BUNLARI UNUTMADIK, UNUTAMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ ! Batuhan ÇOLAK Türkiye, yıllardan beri süregelen terör eylemleri neticesinde ekonomik zarara, psikolojik baskıya ve kaos ortamına sürüklenmek istemiştir. Neticede terör kavramının özünde bu amaçlar bulunmaktadır. Lakin Türkiye’nin terörle mücadelede karşılaştığı zorluklar hepimizin malumu… PKK terörünün başladığı yıl 1984’ten beri, başta şehitlerimiz olmak üzere nice değerlerimizi kaybettik. Gönül isterdi ki bu kadar kaybımıza karşın terör bitsin ve onun tüm odakları etkisiz hale getirilsin. Gelinen nokta göstermektedir ki, gönlümüzün isteği gerçekleşmemekte, o kurutulmasını istediğimiz odaklar daha da yaygınlaşmakta ve terör örgütünün ilk çıktığında belirttiği talepler adım adım gerçekleşmektedir. PKK’nın Talepleri Neydi, Hangileri Gerçekleşti ? TV, gazete, dergi gibi araçlar vasıtasıyla kürtçe yayın talebi (GERÇEKLEŞTİ), Kürt kökenli vatandaşlar için, ayrı bir etnik grup tanımlaması yapılması talebi (Başbakan’ın ‘kürt sorunu’ tanımlamasıyla GERÇEKLEŞTİ), Siyasallaşma talebi, mecliste temsil hakkı talebi (HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve DTP örnekleriyle GERÇEKLEŞTİ), Üniversitelerde akademisyenler sağlama ve kadrolaşma (GERÇEKLEŞTİ), Yerel seçimlerde belediye başkanlıkları kazanma (GERÇEKLEŞTİ), STK kuruluşları üzerinden faaliyet yapma (GERÇEKLEŞTİ), Türkiye’nin milli ve manevi değerlerini medya desteği ile anlamsızlaştırarak yozlaştırma ve yıpratma (GERÇEKLEŞTİ), Uluslar arası örgütler tarafından tanınma ve desteklenme, AB ilerleme raporları, Irak’ın kuzeyindeki yapılanma ve çeşitli uluslar arası yayın yapan medya kuruluşlarının desteği (GERÇEKLEŞTİ) Sadece yukarıdaki maddeler bile PKK’nın kuruluş amaçlarına neredeyse ulaştığı göstermektedir. Son derece azami önem gerektiren bu konu hakkında herhangi bir çalışmanın yapılmadığı düşüncesindeyiz. Çünkü bölücü terör örgütü gerçekleşen taleplerinden sonra her gün bir yeni istekte bulunmaktadır. Bunu da DTP’li milletvekilleri aracılığıyla Mecliste siyasi söylemle birleştirmektedir. AKP ve Terörle Mücadele Türkiye’nin etnik-bölücü terörle mücadelesi resmi rakamlara göre 24 yıldır devam etmektedir. Böylesi bir süreçte 5 Cumhurbaşkanı ve 15 Hükümet değişmiştir. Her gelen yönetim farklı terörle mücadele stratejileri izlemiş en yoğun mücadele ise 1990-1995 yılları arasında, en bitirici mücadele www.ulkuocaklari.org.tr 25 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ise; 1999-2002 yılları arasında gerçekleşmiştir. 1999’un 16 Şubat’ında PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanması terör örgütünde büyük bir çözülmeyi beraberinde getirmiş ve terör olayları asgari düzeye inmiştir. Bu noktada ‘terörle mücadelede etkin siyasi irade gösterilmesi’ terörün siyasi odaklarına da büyük darbe indirmiştir. AB’den gelen terörle mücadele yasasının değiştirilmesi yönündeki baskılar göz ardı edilmiş ve terörün bugünkü halini alması 1998-2002 yılları arasında sekteye uğramıştır. Kısacası, dış güç odaklarının Türkiye’nin terörle mücadelesinde uygulamasını istediği strateji kesinlikle kabul edilmemiş ve bu sayede 1998-2002 yılları arasında terörle mücadelede çok büyük başarılar sağlanmıştır. Terörün bu denli bitme noktasına geldiği bir dönemden (2002) sonra tek başına iktidara gelen AKP Hükümeti döneminde yapılan yasal değişikliler ve gerekli siyasi iradenin gösterilememesi neticesinde terör örgütü yeniden harekete geçmiştir. Siyasi faaliyetler başta olmak üzere, örgüt yanlısı sivil toplum kuruluşları ve dağ kadrosunun yeniden oluşturulmaya başlanmasıyla yeni bir döneme girilmiştir. Terörün bitirilmesi yönünde Türk Milleti tek bir kanıdadır. Bu kanı da; ‘Terörün bitirilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalı’ düşüncesidir. Bu gerçeğin çok iyi bir şekilde farkında olunmasına rağmen ABD ve AB’ye verilen tavizler neticesinde en başa dönülmüştür. Bu başa dönüş son zamanlarda öyle bir noktaya gelmiştir ki; ülkemiz terörle mücadele etmek yerine, PKK’yı tüm dünyaya terör örgütü olarak tanıtabilme telaşına düşmüştür.[1] Sınır Ötesi Harekat Tezkeresi Neden Bekletildi? Bilindiği üzere, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra Irak’ta oluşan gayri-resmi federatif yapıda, Irak’ın kuzey bölgesine egemen olan güçlerin PKK terör örgütüne verdikleri destek çok ileri boyutlardadır. Yakın zamanda Aktütün ve Dağlıca’daki karakollarımıza yapılan saldırıların, Irak’ın kuzeyinden gelen terörist gruplarca yapıldığı açıktır. Özellikle son dört yılda bu denli saldırıların artmasına rağmen, Sınır ötesi operasyon özelliği taşıyan tezkerenin yaklaşık 1,5 sene mecliste bekletilmesi kabul edilemez bir şeydir. Bu konu üzerinde yapılan çalışmalar son derece yetersiz olmakla birlikte, AKP’nin sınır ötesi tezkereyi bu denli bekletmesinin geçerli bir sebebi olmalıdır (!). DTP’li Vekillerin Dokunulmazlıkları Neden Kaldırılmadı ? PKK’nın taleplerinden en önemlisi hiç kuşku yok ki, siyasi hak kazanma ve bunu TBMM çatısı altında yapabilmektedir. Bölücü terörü başlattıkları ilk zamanlarda dahi hayal edemeyeceklerine ulaşanlar, bugün gelinen noktada milletvekili sıfatı kazanabilmişlerdir (Sabahat Tuncel örneği). Bir terör örgütünün TBMM çatısı altında propaganda yapabilecek bir kişiye sahip olması dahi son derece düşündürücüdür. Bir kişi bir yana mevcut durumda, yaklaşık 22 milletvekilinin bu noktada faaliyet yürütmesi ise ‘skandal’ boyutundadır. Terörün zarar verdiği herhangi bir ülkede böylesi bir meclis yapısının olması düşünülemezdir. Lakin ülkemizde hala birileri demokrasi adı altında sistemi sorgulamakta, dolaylı yollardan bölücü örgütün sesi olabilmektedir. Hatırlanacağı üzere Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) bu durumu sonlandırmak için, ‘milletvekili dokunulmazlıklarının kaldıralım’ önerisinde bulunmuştur. AKP tarafından olumsuz bir şekilde karşılanan bu anayasa değişikliğinin hangi mantıkla kabul edilmediği oldukça merak konusudur. Acaba seçim meydanlarında ‘dokunulmazlıkları kaldıracağız’ şeklinde vaatte bulunanlar, söz konusu ülkenin bölünmez bütünlüğü olduğunda neden geri adım atmışlardır? ‘Kürt Sorunu’ Ne Anlama Geliyor ? Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda herhangi bir etnik ayrım tanımlaması yapılmamasına rağmen, 26 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı PKK yandaşı bir takım marjinal kişi, grup ve çevreler anayasada etnik grupların belirtilmesi gerektiğinden bahsetmektedirler. Söz konusu grupların taleplerinin altındaki amacı anlamak hiç de zor değildir. Buna rağmen bir takım kamuoyu yönlendiricilerinin bu propagandaya çanak tutmaları anlaşılır bir durum değildir. Özellikle ülkemizdeki siyasilerimizin, yöneticilerimizin bu konuda söylediklerine göz atmakta fayda var. İşte bazı sözler ve o sözleri söyleyenler: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Türkiye’de farklı bir etnik grubun tanımlamasını yaptı: “Kürt kökenli vatandaşların geçmişte ayrımcılığa uğramış ve Kürtçe konuşamayıp yazamamış olduklarını kaydeden Gül, ancak günümüzde durumun değiştiğini, Kürt kökenli vatandaşların kültürel haklarının güçlendirildi”. [2] Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmasında “Kürt sorunu benim sorunumdur”[3] ifadesini kullandı. AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan: “Doğduğum yer itibariyle kürdistan vatanımdır. Şu anda Türkiye’de 27 etnik grup yaşamakta. Bunların varlığının tanınması gerekir. TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR gibi tezler yanlıştır. Örneğin KÜRTLER biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilir. Bu durumda belki OSMANLI EYALETLER SİSTEMİ benzeri bir şey yapılabilir. Son İslam devleti ve onun müesseselerini ortadan kaldıran ve yegâne politikası İslam’a düşmanlık ve onu yok etme esası üzerine kurulan bir zihniyet ve otoriteye karşı, tüm isyan ve baş kaldırıları (Kürt isyanları ve PKK terörü) alkışlamak gerekir”[4] AKP Manisa Milletvekili (TBMM Eski Başkanı) Bülent Arınç: “Türk kamuoyu bir an önce Behiç Aşçı’nın sağlıklı bir şekilde aramıza dönmesini istiyor. Behiç Aşçı’nın hayatı söz konusudur ve herkesin bu konu üzerine eğilmelidir. Yaşama hakkı kutsaldır. Bu duruma Meclis’in duyarsız kalması söz konusu değildir” [5] PKK’ya yardım ve yataklıktan F tipi cezaevinde mahkûmiyetini sürdüren şahıs hakkındaki çabalardan sonra söz konusu PKK’lı cezaevinden tahliye edilmiştir. Öte yandan Bülent Arınç’ın Meclis Başkanlığı döneminde Şehit Aileleri Derneği Ankara Şubesi’nin randevu talebinin reddedilmesiyle bu olayın herhangi bir bağlantısı yoktur (!). PKK Yanlısı Belediye Başkanları Neden Görevde ? 2004 yılı yerel seçim sonuçları itibariyle DTP’li 56 belediye başkanı ortaya çıkmıştır. Hepimizin bildiği mağlum olaylar yaşanmış ve yaşanmaktadır (PKK yardım yataklık, terörist ailelerine yardım, resmi araçlara sözde bayraklar v.b.). Bu kabaca tabir ettiğimiz durumlar 2004 yılından günümüze kadar tüm hızıyla süregelmektedir. Daha açık bir şekilde izah edecek olursak, PKK terör örgütünün destekçisi 56 belediye başkanı bulunmaktadır. Ve şahıslar yaptıkları faaliyet ve çalışmalarla örgüte büyük güç ve destek sağlamaktadırlar. Sadece Diyarbakır Belediye Başkanı hakkında yaklaşık 240 soruşturma ve dava açılmasına rağmen, İçişleri Bakanımız ne hikmetse mağlum şahsı görevden almamıştır. Bu durum sadece Diyarbakır Belediyesi için değil, söz konusu diğer DTP’li belediyeler için de geçerli bir durumdur. Acaba önceki İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ve şimdiki İçişleri Bakanı Beşir Atalay hangi sebeplerden ötürü bu örgüt yandaşı kişileri görevlerinden almamış ve almamaktadırlar ? Sonuç 2000’li yılların başında terör örgütünün başı yakalanmış, dağ ve şehirlerdeki terör kadrolarına büyük darbeler indirilmiş, terörün siyasi uzantılarının önüne geçilmiş, terörle mücadele yasasındaki boşluklar giderilmiş…İşte bu şekilde bir manzarayla hükümeti teslim alan AKP 6 yıl içerisinde www.ulkuocaklari.org.tr 27 Ülkü Ocakları Eğitim Programı terörün yeniden hortlamasına adeta seyirci kalmıştır. Bu 6 yıllık süreçte (2002-2008 arası) Türk Milleti çok acı verici olaylar yaşarken ‘birileri’ bölücülük adına mecliste nutuk atabilmiştir. Kısacası son 6 yılda sadece şiddet olayları değil, terörizmin neredeyse tüm unsurları azami noktada fiiliyat göstermiştir. Bunlar neticesinde Türk Milleti ‘terörle mücadeleyi’ sorgular, şehitlerin ardından ‘vatan sağolsun’ diyemez olmuştur. Siz, vatandaşın “başbakanım şehitler ne zaman bitecek” şeklindeki sorusuna “askerlik yan gelip yat yeri değildir” diye cevap verirseniz, Siz, meclisteki terör örgütü yandaşlarının dokunulmazlıklarını kaldıralım diyenleri tanımaz, örgüt yanlısı vekillerle rakı sofrasına oturursanız, Siz, terörle mücadelede olması gereken en önemli olguyu ‘siyasi iradeyi’ göstermezseniz, Siz, bir takım parti mensuplarınızın kirli geçmişini sorgulamak yerine, vatandaşın geçmişini sorgularsanız, Siz, bölücü terör örgütünün kuruluş amaçlarına çanak tutan, Kürtçe yayınlara izin verir ve bir de üzerine tv yayını başlatırsanız, Siz bir millet ferdinin ulaşabileceği en büyük makam olan şehitlik mertebesini sıradan bir olay olarak görecek olursanız, SİZ ŞEHİT CENAZELERİNDEN KOVULMAYA MAHKUMSUNUZ ! Dipnotlar [1] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Frankfurt Kitap Fuarı’nda yaptığı açıklamalar… [2] http://www.hurriyet.de/index.php?navi=sonarticle&banner=0&docid=10158431&cat=3206 [3] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?viewid=616646 [4] Emin Çölaşan’ın 26 Eylül 2006 tarihli yazısı http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5149094&yaza rid=5 [5] http://www.haberdokuz.com/batuhan-colak/anlamak-mumkun-degil.html 28 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı BÖYLE MÜCADELE OLMAZ, OLURSA DA ‘TERÖRLE’ OLMAZ ! Batuhan ÇOLAK Türkiye, son yıllarda şiddeti gittikçe artan bir terörizm dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu dalga her geçen gün büyümekte ve başta siyasi söylemlerde olmak üzere büyük etkiler bırakmaktadır. Söz konusu değişimin temelinde Türk medyasının değişen çehresi de önemli rol oynamaktadır. Bu doğrultuda TMSF tarafından el konulan birçok gazete ve televizyon yapılan ihalelerle iktidar partisine yakın çevrelere devredilmiştir. Böylece ‘yandaş medya’ olarak tanımlanan yeni bir medya oluşumu ortaya çıkartılmıştır. TMSF’nin el koyduğu gazete ve televizyonlar dışındaki diğer medya organları da her ne hikmetse bu durumdan doğrudan doğruya etkilenmişlerdir. Bu etkileşim sonucunda yayın politikaları değişmiş ve ‘AKP yandaşlığı’ medyada yükselebilmenin, reyting ve tirajlarda ön saflara geçmenin en temel koşulu haline gelmiştir. Türk Medyası’nda iktidar merkezli değişimlerle oluşturulan yapı, görevini en iyi şekilde yerine getirirken, AKP sözcülüğü birtakım medya için ‘sıradan’ bir sorumluluk halini almıştır. Bu bağlamda özellikle yazılı basında kullanılan kelimeler de büyük ölçüde değişime uğratılmış ve bu değişimler neticesinde teröre meşruluk kazandırılmaya başlanmıştır. Medya üzerinde başta yayın politikalarında yaşanılan değişimler artarak devam ederken bir başka değişim süreci de gazetedeki köşelerin fotoğraf sahiplerinde meydana gelmiştir. Kendini ‘aydın’ olarak tanımlayan birtakım kişiler kalemlerinden döktükleri kelimelerle ‘terör eylemlerini’ meşru ilan etme hevesine girmişlerdir. Yarattıkları şiddet kültürü ve onun savunuculuğunda kendilerini ‘çözüm merkezi’ ilan ederek sosyalleşmeye çalışanlar televizyon kanalları ve gazetelerde ‘gazete yazarı’ sıfatıyla Türkiye’ye kader ve politika tayin etmeye başlamışlardır. Bu söylemler öyle boyutlara ulaşmıştır ki, Türkiye’nin yıllardan beri mücadelesini verdiği terör örgütü ve onun siyasallaşma organları ‘barış’ ın merkezi olarak tanımlanabilmiştir. Özellikle medyada kullanılan kelimelerde yapılan değişiklikler ve söylemlerdeki farklılaşmalarla, Türk Halkı’nın psikolojik bir sürece sokulması planlanmaktadır. Bu sayede terörle mücadele noktasında öncelikli olarak halk desteği kırılacak ve ilgili kurumların mücadele noktasındaki etkinlikleri azaltılacaktır. Başta Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve terörle mücadele noktasında diğer yetkili organlar üzerinde yapılan medya saldırılarının ardındaki en temel amaç budur. Hatırlanacağı üzere Taraf Gazetesi’nin terörle mücadelenin yoğunlaştığı dönemde TSK aleyhine yaptığı yayınlar bir anda ülke gündemine oturmuş ve terörle mücadelenin zihinlerde sorgulanmasına çalışılmıştır. Terörle mücadele noktasında herhangi bir başarısızlık durumunda veyahut istenilen düzeye gelinmemesi noktasında ilgili kurumların eleştirilmesi gayet normaldir ve olması gereken de budur. Ama süreç öyle bir hal almıştır ki, terörle mücadele eden tüm kurumlar ‘kötü ve saldırgan’, terörün merkezi ‘kişi ve örgütler’ haklı olarak tanımlanabilmiştir. Başta Taraf Gazetesi’nin yayınlarında gördüğümüz bu durum, yapılan ihalelerde yeniden şekillenen ve yönetimleri iktidar tarafından tayin edilen diğer medya kurumlarında da nüksetmeye başlamıştır. Taraf Gazetesi örneğinden yola çıkarak medyada yapılan birçok haberin gerçeği yansıtmadığı açıkça görülebilmektedir. Bilindiği gibi, Taraf Gazetesi’nin ‘İşte TSK’nın müdahale etmediği sınırdaki www.ulkuocaklari.org.tr 29 Ülkü Ocakları Eğitim Programı teröristlerin fotoğrafı’ olarak yayınladığı görüntülerin sahte olduğunun anlaşılması bir gün bile sürmemiştir. Buna rağmen şiddet kültürü savunuculuğu üzerinden kendilerine aydın sıfatını alan birtakım yazarlar, bu yalan dolu politikalar üzerinden günlerce TSK’ya saldırabilmişlerdir. Yapılan tüm bu girişimlerin ve çabaların ardında hiç kuşku yok ki çok büyük amaçlar yatmaktadır. Bu amaçların genel gidişatına ve yöntemine baktığımızda ‘psikolojik savaş’ akıllara gelmektedir. Birilerinin büyük kaygılarıyla oluşturulan bu psikolojik savaş neticesinde de hiç kuşku yok ki şunlar hedeflenmektedir: Türk Halkı’nın karşılaşılan sorunun aslında terör olmadığı ve bunun ‘kürt sorunu’ olarak tanımlanmasının benimsetilmesi, ‘Kürt sorunu bu ülkenin birincil meselesidir’ şeklindeki söylemlerle sahte gündemler yaratılarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik şartlar, çevresel tehditler ve siyasallaşan terör gibi asıl sorunların göz ardı edilmesi, Türk, Türklük gibi kelimelerin ‘ırkçı’ kelimeler olduğu iddia edilerek bunun yerine ‘Türkiyelilik’ gibi içi her şekilde doldurulabilecek kavramlarının kullanılması, Yıllardır yapılan terör saldırıları unutturularak, bu vahşi saldırıların tek sorumlusunun ‘devlet’ olduğuna inandırılması, Türk Halkı’nın terörle mücadele noktasındaki kararlılığının kırılması ve bu bağlamda milli duyguların bastırılması, Değiştirilen medya yapısı ile terör örgütüne meşruluk fikri oluşturan yayınların yapılması, Bölücü terör örgütünü yöneticilerinin görüşlerinin çarşaf çarşaf gazetelerde ‘masumane’ bir tavırla sergilenerek karşılıklı ateşkes gibi kavramları ortaya atılmasıyla, ‘terör’ tanımı yerine ‘savaş’ tanımının kullanılması, ‘Genel af’ adı altında teröristlerin affedilmek istenmesi, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözlerinin silinerek, Kürtçülük hareketlerine daha çok olanak verilmesi ve oluşturulan ‘öteki’ için yeni taleplere zemin hazırlanması, TESEV, İnsan Hakları Derneği, Eğitim-Sen, DTP gibi yapılara medyada geniş yer ayrılması yoluyla, bölücü terör örgütünün taleplerinin sivil toplum tarafından dile getirilmesine olanak sağlanması, Millet olabilmenin en temel koşulu olan dilin yıpratılması, ‘geri kafalılığı bırakma’ adı altında farklı dil ve lehçeleri resmi olarak kullandırılması… Bu maddeleri çoğaltabilmek mümkün olmakla beraber, Türkiye üzerinde kurgulanan senaryoları gösterebilmek adına da en dikkat çekici örneklerdir. Psikolojik savaş yöntemleri uygulanarak yapılan tüm bu amaçlar, her geçen gün gerçekleşmekte ve yerine yenileri gelmektedir. Bu bağlamda kısa bir süre içerisinde yukarıda saydığımız amaçlarını gerçekleştiren çevrelerin ‘kan akmasın, barış olsun’ gibi söylemlerle ‘bölünme-ayrılma’ taleplerini dile getirmeye başlaması kuvvetle muhtemeldir. Terörü Bitirmek İçin Neden Bekleniyor ? 1999 yılında yakalanarak Türkiye’ye getirilen terör örgütü başı Abdullah Öcalan’ın düşünceleri iyi özümsenmeli diyenler bugün birçok gazetede dolgun maaşlarla yazarlık yapabilmektedirler. Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in terör örgütünün üst yöneticisi Murat Karayılan ile yaptığı röportaj sonrası oldukça dikkat çekici gelişmeler olmuştur. Karayılan’ın sözleri birçok gazetede, internet sitelerinde ve televizyonlarda birincil gündem maddesi haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu yapılarak hiç kuşku yok ki PKK’nın bir muhatap olarak kabul edilmesi planlanmaktadır. Hasan 30 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Cemal’in yapmış olduğu röportajda da en çok dikkat çeken konu, PKK’nın artık değiştiği ve silahlara veda etmek istediği şeklinde yorumlanmaktaydı. Terör örgütünün ininden gelen bu açıklamalardan kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Kürt sorunu Türkiye’nin birinci sorunudur” sözleri ise olayı çok farklı bir duruma getirmiştir. Cumhurbaşkanlığı makamının böylesi sözlerle, böylesi bir zamanda, partici bir üslupla açılımlar yapması birçok açıdan sakıncalıdır. Daha önce Talabani’yi Ankara’da ağırlayan daha sonra da Irak’a giderek oradaki kukla yönetimi tanıyan bir zihniyetin bu çıkışına şaşmamak gerekir. Buna rağmen Cumhurbaşkanlığı Makamı gibi Türk Milleti açısından da kutsal olan bir makamın böyle bir sürece sokulması kabul edilebilecek bir durum değildir. PKK’ya sağladığı desteklerle zihinlerimizden silinmeyen Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Cumhurbaşkanlığı makamı hakem kurumudur. Kürt sorununda bugüne kadar yıpranmayan tek kurumdur” şeklindeki sözleri karşı karşıya kaldığımız durumun ne kadar acı verici olduğunu bize bir kez daha ispatlamıştır. İmralı’da yatan bir kişinin avukatı olan, terör örgütü mensuplarına devletin resmi araçlarını tahsis eden bir kişinin böyle bir açıklama yapması argümanlarımızdaki haklılığı gözler önüne sermektedir. ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ Yazısını Kabullenemeyen Zihniyet ! Cumhurbaşkanı, Türkiye’yi etnik gruplar bazında ayırarak sorun tanımlaması yaparken, Zaman Gazetesi’nin kurucu ortağı ve AKP Diyarbakır Milletvekili olan İhsan Arslan, çözüm için gerekenleri sıralıyordu: “Dağlardaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısının sosyal tedbir çerçevesinde silinmesi gerekir. Bunlar daha önce başçavuşun talimatıyla yazılmış yazılardır. Bugün de başçavuşun talimatıyla silinir. (Abdullah Öcalan’ın yanına hükümlü gönderilmesi) O da planlandı zaten. Orası bir tip haline dönüştürülüyor, orada birden fazla mahkûm söz konusu olacak. DTP tarafıyla zımnen de olsa mutabakat şart. Tek taraflı dayatma ile asla ilerleme olmaz. DTP’yi yok sayarak iyileştirme yapsanız bu DTP tarafından kabul görmedikçe karşı tarafta karşılık bulmaz”. Bu sözleri söyleyen AKP’nin Diyarbakır Milletvekili ve Tayyip Erdoğan’ın en güvendiği isimlerden biridir. Artık durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, Cumhuriyetin kurucusu M.Kemal Atatürk’ün sözlerinin silinmesi gerektiği söylenmektedir ve bu iktidar partisinin bir milletvekili tarafından yapılmaktadır. Zihinlerde söz konusu kişinin söylemi bireyseldir ve sadece kendisini bağlar düşüncesi oluşabilir. Lakin bu kişinin 1991 yılında çıkardığı ‘kürd soruşturması’ isimli kitabına baktığımızda bu şahsın fikirlerini ve gerçek yüzünü çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Söz konusu kitapta daha önceki yazılarımızdan da bilineceği üzere:“Doğduğum yer itibariyle kürdistan vatanımdır, Son İslam devleti ve onun müesseselerini ortadan kaldıran ve yegâne politikası İslam’a düşmanlık ve onu yok etme esası üzerine kurulan bir zihniyet ve otoriteye karşı, tüm isyan ve baş kaldırıları (Kürt isyanları ve PKK terörü) alkışlamak gerekir”4 gibi kan kokan satırların altına imza atmıştır. Böylesi bir kitaba AKP sıralarından tek bir tepkinin bile gelmemesi ve söz konusu kişinin tekrar milletvekili yapılması oldukça manidardır. İhsan Arslan’ın aynı zamanda tirajlarda en çok satan gazete olarak gösterilen Zaman Gazetesi’nin kurucu ortağı olması da tedirgin edicidir. Kandil Dağı’na Neden Operasyon Yapılmıyor ? AKP sıralarından terörün çözümü için mantığa sığmayacak açıklamalar gelirken, kurulan platformlarda, dış kaynaklı fonların desteğiyle hazırlanan raporlarda terörle mücadele noktasında önerilerde bulunuluyor. Bu gibi oluşumların yaptığı tek şey hepimizin de bildiği üzere PKK’nın taleplerinin yerine getirilmesi ve bunu doğrudan terör örgütünün talebi değil de ‘açılım veya barış’ şeklinde tanımlamaları. Acaba bu kişiler terör örgütünün muhatabının devlet olamayacağının, TSK’nın yapmış olduğu operasyonların da terör mücadele kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini bilmiyorlar mı? Pek tabi onlarda bu durumun farkındalar ve yapmak istedikleri de, terör örgütüne yönelik bu operasyonları durdurmasını sağlamak terörün siyasallaşmasının önünü açmak. Bunun için de halk üzerinde öncelikli olarak psikolojik bir etkinin bırakılması amaçlanmaktadır. Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in rahatlıkla ulaşabildiği, terör örgütünün şu anki başı olan www.ulkuocaklari.org.tr 31 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Murat Karayılan’a askeri bir operasyon yapılmaması da bir diğer düşündürücü noktadır. Acaba birileri bu noktada TSK’nın elini kolunu bağlamakta ve konuyu ‘sınır ötesi operasyon’ a getirip diplomatik engel mi çıkarmaktadırlar? Bu soruyu iyi düşünmek gerekir. Eğer argümanımızda doğruluk payı varsa, Genelkurmay’ın haftalık basını bilgilendirme toplantılarında bu konuya açıklık getirmesi en sağlıklı yol olacaktır. Ülkemizdeki duruma genel olarak baktığımızda terörle mücadelede büyük eksikliklerin olduğunu görmekteyiz. Bu eksikliklerin başında gelen siyasi iradenin eksikliği ve bu bağlamda sınırlandırılan askeri mekanizmalardır. Terörle mücadeledeki eksiklikler de hiç kuşku yok ki, terörü meşrulaştırmak isteyenlerin işine gelmektedir. Terörü meşrulaştırmak isteyenler, “yıllardır uygulanan askeri müdahalelerle terörle mücadele edilmektedir ve başarı sağlanamamıştır. Gelin örgütü muhatap alın ve sözlerimize kulak verin” şeklindeki açıklamalarıyla medyada yer bulabilmekte ve iktidar partisi nezdinde bu yönde açıklamalar gelebilmektedir. Terörle Mücadeledeki Eksiklikler Türkiye, şunu çok iyi bilmelidir ki terörle mücadele sadece askeri sahada değil, siyasi sahada da sürdürülmelidir. Eğer yıllardan beri bitmeyen bir terörizmle karşı karşıya kalınmışsa buradaki eksiklikler iyi analiz edilmelidir. Yıllardan beri terör örgütünün insanlardan zorla oy toplaması yoluyla kimi zaman belediye, kimi zamanlarda da milletvekili olabildikleri görülmektedir. Ama bu şahıslar için işlemesi gereken yargı oldukça yavaş işlemekte (tıpkı bugünkü durum gibi) dokunulmazlık zırhıyla bu konu kapatılmak istenmektedir. Uluslar arası anlamda terör örgütüne destek veren ülkeler için gerekli girişimler yapılmak yerine, (gözükme adına) stratejik müttefik olunmaktadır. Son olarak Rasmussen’in Nato Genel Sekreterliğine göz yuman Türkiye bir kez daha teröre destek veren bir ülkeye tepkisini gösterememiştir. İmralı’da yatan şahsın her hafta avukatlarına verdiği talimatlarla terör örgütünü yönlendirdiği ve DTP’li vekillere yeni politikalar belirlemesine bilerek göz yumulmaktadır. PKK ile bağlantılı sivil toplum örgütleri, birtakım akademisyenler v.b gibilerinin üzerine gitmek yerine, medyada yer verilmesi yoluyla terörle mücadele noktasında gösterilmesi gereken hassasiyetler gösterilmemektedir. Türk Milleti’ne küfür eden bir kişinin yargılanması yapılırken ayağa kalkan birtakım aydınlar ve bağlı bulundukları çevreler şehit cenazesinde Başbakan’a tepkisini gösteren şehit babasının bu hareketinden dolayı 11 ay hapisle cezalandırılmasında ise ortalıkta görünmemişlerdir. Bu durum bize samimiyetlerini ve gerçek niyetlerini açık bir şekilde göstermektedir. Hepimiz şunu çok iyi biliyoruz ki, birileri terörle mücadele edilmesinden çok büyük rahatsızlık duymaktadırlar. Ve o kişiler bilmektedirler ki ne zaman terör örgütü bitirilecek, onlarında yaşam kaynakları kesilecektir. Tüm korkuları ve telaşları bundan ileri gelmektedir. Eğer ki birileri bugün terör saldırılarını ‘savaş’ olarak nitelendirip ‘milletvekili’ sıfatı alıyor ve 9 bin TL’lik maaşlarıyla dokunulmazlık zırhına bürünüyorlarsa, diyoruz ki: Böyle Mücadele Olmaz, Olursa da ‘Terörle’ Olmaz ! 32 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı HANGİ TERÖR? Batuhan ÇOLAK Son aylarda artan terör faaliyetlerinin sonuçlarını, acılarını, yitirdiğimiz nice vatan evladıyla daha çok yaşıyoruz. İşin acısı, sadece can vermiyoruz. Verdiğimiz canların yanında gururumuz, kimliğimiz, hassasiyetlerimiz bölücü ağızlar tarafından yıpratılıyor. Biraz tepki verildi mi, hemen AB’ye uyum yasaları karşımıza çıkıyor. Haklıyken haksız konumuna düşüyoruz. Artık bölücülük yapmayı dağlara çıkmak olarak algılamak yanlış olacaktır. “Neden?” diye soracak olursanız, nedeni basit... Dağda yapamadıklarını üniversitelerimizde, belediyelerimizde, devlet dairelerinde rahatça yapabilmektedirler. Terörün boyutu, siyasallaşarak, ülkemizdeki terör kavramı genişleyerek her geçen gün daha da tehlikeli bir hâl almaktadır. PKK terörü 25 yıldır yapamadığını, siyaset yoluyla yapabilmektedir. Uğrunda canımızı vermekten kaçınmayacak kadar hassas olduğumuz toprağımız, vatanımız, bayrağımız, dilimiz, milletimiz, devletimiz üzerinde hain emelleri olanlar, mevcut iktidarın aciz yönetimi sayesinde siyasette pay sahibi olmuşlar, ülkeyi karıştırma görevini büyük bir başarı ile yürütmüş ve yürütmektedirler. Sokağa baktığımızda da, aynı tablo, farklı yöntem ve şekillerle yine karşımıza çıkmaktadır. Her gaspın, kapkaçın, dolandırıcılığın vb. suçların arkasından PKK çıkıyor. Yapılan operasyonlarda yakalanan uyuşturucu, silah mafyalarının ardından yine PKK çıkıyor. Bütün bunlar bile terör olarak adlandırılmazken, hala Türklerin Ermenilere zulüm yaptığı yazılıyor çiziliyor, olmayan Kürt sorunu en büyük üniversitelerde tartışılıyor. Ülkemiz her koldan yıpratılmaya çalışılıp psikolojik olarak yıldırma politikası izleniyor. Bu politikanın baş aktörlerinin son 1 hafta içinde söylediklerine biraz değinelim. “Türk Devleti en kısa zamanda APO’yu da kapsayacak bir af çıkarmalı.” DTP Eşbaşkanı Ahmet TÜRK “APO Kürtlerin önderi, onsuz çözüm olamaz.” DTP Batman Belediye Başkanı “Dağdakiler de bizim kardeşimizdir.” Yavuz BİNGÖL Örnek Haber: “Kafkas Üniversitesi Öğrenci Derneği’nin (KAÜ-ÖDER) Kars Sanat Merkezi’nde düzenlediği www.ulkuocaklari.org.tr 33 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ‘Demokrasinin Öncelikli Sorunları’ konulu konferansa DTP Kars İl Başkanı Mahmut Alınak ile İstanbul Kürt Enstitüsü Tarih Bölümü Başkanı Hasan Baraçkılıç konuşmacı olarak katıldı. “Dişe diş siyasal mücadele ve sivil devrim diyorum. Çünkü istikrar bozulduğunda biliyorlar ki, saltanatları sarsılacak. Saltanatlarının sarsılması da onlar için ölümdür. Ben diyorum ki, devletin tepesindekilere diyorum, istikrar eğer aranıyorsa oturun derin derin düşünün. ‘Özgürlük yoksa istikrar da yoktur.’ diyorum ben. Bu nedenle dişe diş siyasal mücadele, bu nedenle dişe diş sivil mücadele.’’ diye konuştu. Sözleri sık sık alkışlarla kesilen ALINAK, şöyle devam etti. “Şu anda Kürt sorunuyla ilgili proje koyan Abdullah Öcalan’dır. Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi gerekir, yani Meclis’te Kürtçe de konuşulacak, Türkçe de konuşulacak.” Nefes alması bile insanlığa zararlı olan bu varlıklar ‘ifade özgürlüğü’, ‘insan hakları’, ‘Kürt sorunu’ vb. terimleri kendilerine AB yasaları ile kalkan olarak kullanabilmektedirler. Peki bu ağızlardan çıkan sözlerin dönüşü nasıl mı oluyor? İşte yazımızı yazarken aldığımız 2 haber: Denizli şehidine ağladı Bingöl’de teröristlerin askeri birliğe düzenlediği saldırıda şehit olan piyade er Ömer YANKAYIŞ (21) için Denizli’de tören düzenlendi. Hakkari’de hain pusu Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde yaya olarak devriye görevi yapan askeri birliğe, terör örgütü PKK üyelerince ateş açılması sonucu 2 er şehit oldu, 2 er yaralandı. PKK terörünü senelerdir dış ülkelere bağlayanlar, niye içeride olanlar karşısında sessiz kalıyorlar anlamak mümkün değil. Bu adamları piyon olarak görenler, unutmasınlar ki bu ülke 25 yıldır piyonlarla savaşmıyor. Bunlar içimizdeki hainlerdir. Piyon değillerdir, ‘Şah’ın ta kendileridir. 34 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı HASANKEYF ÜZERİNDEN OYNANAN OYUN! Batuhan ÇOLAK Batman’ın bir ilçesi olarak yönetilen Hasankeyf üzerine son dönemlerde kopan tartışmalar ve söylemlerin arkasındaki unsurları masaya yatırmak ve görülmeyeni gösterebilmek adına bu yazıyı yazma gereği duyduk. Bilinen tarihiyle 3 bin 500 yıllık bir geçmişi olan Hasankeyf antik kenti, Güneydoğu’daki önemli coğrafyalarımızdan biri halinde… Özellikle GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) kapsamında önemi bir kat daha artmakta. Bu bağlamda, Hasankeyf bölgesini yakından ilgilendiren ‘Ilısu Baraj Projesi’ etrafında şekillenen oyunları anlatabilmek önemli bir gereklilik halini almıştır. Ilısu Baraj Projesi nedir? GAP’ın tamamlanabilmesi için çok önemli bir adım olarak görülen Ilısu Barajı, bitirilmesi halinde ülkemiz adına çok önemli bir tesis olacaktır. Tamamlandığında gövde büyüklüğü açısından ülkemizin 2. büyük; kurulu güç ve yıllık enerji üretim kapasitesi bakımından da 4. büyük barajı olma özelliğini kazanacak Ilısu Barajı; Dicle Nehri akımlarını ekonomik ölçüler dâhilinde düzenleme yeteneğine sahip yegâne depolama tesisidir. Tesis; DSİ Genel Müdürlüğü tarafından geliştirilen ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin uzun vadeli bölgesel kalkınma plânının temel unsuru, GAP’ın en önemli yatırımlarından biri olacaktır. İşte böylesi gerekli ve önemli bir projeye bazı kesimlerden çeşitli tepkiler gelmektedir. Tepki veren kesimlere değinmeden önce, tepki gösterdikleri konuyu ele alacak olursak; ‘söz konusu baraj projesinin gerçekleşmesi sonucunda, bölgenin tarihi ve kültürel özelliklerinin yok olacağından’ söz edilmekte ve bu doğrultuda üzerinden bir polemik yaratılarak baraj yapımının karşısında durulmaktadır. Ilısu Baraj Projesi’nin En Büyük Zararı Kimleredir? Ilısu Baraj Projesinin gerçekleşmesi durumunda, Dicle Vadisi’nde yer alan yaklaşık 10 bin hektar alan ve 200 mağara sular altında kalacaktır. Güvenlik güçleri bu bölgeyi bölücü terör örgütüne mensup teröristlerin çok yoğun olarak barındığı bir bölge olarak tanımlanmaktadır. Bölgedeki mağaraların tespitinin güç olması, yapılacak askeri operasyonları da büyük ölçüde engellemektedir. Bölücü terör örgütü üyelerinin Hasankeyf’teki askeri bölgelere ve çevredeki kamu binalarına bu mağaralarda barındıktan sonra saldırdığı bilinmektedir. Saldırı sonrası inlerine geri dönen teröristlerin bulunması da yine bu mağaralar yüzünden son derece güçleşmektedir. Kısacası projenin gerçekleşmesi durumunda en büyük zararı bölücü terör örgütü görecektir. Projenin gerçekleşmesi ihtimalinden dolayı oluşturulmak istenen panik havasının başlıca sebebi de budur. Ilısu Baraj Projesine Engel Olmak İsteyenler Kimlerdir? www.ulkuocaklari.org.tr 35 Ülkü Ocakları Eğitim Programı PKK’nın barındığı yerlerin su altında kalmasından korkan ve örgütün büyük bir kayba uğrayacağını çok iyi bilen bir takım kişi ve STK’lar acilen konuya müdahil olmuşlar ve kamuoyunu yönlendirmeye başlamışlardır. Sanatçı Tarkan’ın bile Hasankeyf’e gelerek konser vermesi ve kültürel mirasın yok olacağını savunarak bir dizi etkinliğe katılması oldukça düşündürücüdür. DTP’li milletvekilleri ve DTP’li belediyelerin yoğun olarak tepki gösterdiği bu projeye birçok STK da karşı çıkmaktadır. Legal görünen bu STK’ların arka planlarını araştırdığımızda ise bölücü terör örgütünün açık destekçileri olduğu görmek, oynanmak istenen oyunu bizlere açık bir şekilde göstermektedir. İşte bu olaylara örnek iki haber: Haber 1: “ ‘Hasankeyf’e sadakat’ yürüyüşü PKK gösterisine dönüştü BATMAN Belediyesi tarafından düzenlenen ‘5’inci Batman Hasankeyf Kültür Sanat Festivali’ kapsamında yapılan ‘Hasankeyf’e Sadakat Yürüyüşü’, terör örgütü PKK’nın gösterisine dönüştü. Aralarında DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile DTP milletvekilleri Sevahir Bayındır, Sebahat Tuncer, Akın Birdal, Ayla Akat, Bengi Yıldız’ın da bulunduğu yaklaşık 3 bin kişi, baraj suları altında kalacak Hasankeyf İlçesine bağlı Suçeken Köyünde toplandı. Buradan 5 kilometre uzaklıktaki Hasankeyf İlçesine doğru yürüyüşe geçen grup, terörist başı Abdullah Öcalan’ın posteri ve ‘Operasyonlara, tecrite ve kültürel soykırıma yeter’, ‘Tarih günümüzde gizli, biz tarihin başlangıcında gizliyiz.’ pankartları açan göstericiler, bölücü örgüt lehine sloganlar attı. Eylemciler Batman- Mardin karayolunu da bir süre trafiğe kapattı.” Haber 2: “Hasankeyf Paneli’nde ‘Kürdistan Haritası’ Kuzey Irak’ın Duhok kentinde bulunan, ‘Kürt Mirasını Koruma Enstitisü’, Batman’ın Ilısu Barajı için tarihi Hasankeyf İlçesi’nin feda edilmemesi için panel düzenledi. Enstitü girişine sözde Kürdistan haritası asılırken, yazarlar Hasankeyf’in kurtarılması için kampanya başlatacaklarını açıkladı.” Sonuç Ilısu Baraj Projesi başta GAP olmak üzere ülkemiz açısında son derece önemli ve gerekli bir projedir. Kültürel mirasa sahip çıkma adı altında, bölücü terör örgütüne zaman kazandırmayı amaçlayanların gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır. DTP’li vekil ve belediyelerin Milli İrade noktasında bir meşruiyetlerinin olmadığı açıktır. Buna rağmen ‘kültürel miras’ adı altında Hasankeyf’e sahip çıkanlar ve Ilısu Baraj Projesi’nin karşısında duranlar çok iyi tanınmalı ve projenin en kısa zamanda fiiliyata geçmesine destek olunmalıdır. Türkiye’nin önüne yıllardan beri çözümü olmayan sorunlar çıkarılmaktadır. Bu sorunların 36 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ‘AÇILIMCILARA’ İTHAF EDİLİR… Batuhan ÇOLAK uluslar arası siyasette de Türkiye’nin aleyhine kullanıldığı görülmüştür. Bilhassa son dönemde Türkiye’nin iç siyasetinde yaşananlar uluslar arası arenada aleyhimize kullanılan argümanların birileri tarafından meşrulaştırılmaya çalışıldığı gözler önüne sermektedir. Öyle ki bugün Türkiye’de PKK terörü ile başlayan etnik terör, etnik kimlik kazanma noktasına gelmiştir. Terörün bitirilmesi için gerekli olan askeri operasyonlar ertelenip, PKK’nın terör örgütü olup olmadığı tartışmaları yapılmaya başlanmıştır. Daha düne kadar terör sorunu olan Türkiye’nin bu sorununu bir günde ‘Kürt sorunu’ haline getirenleri ve bunları meşru olarak gösterenleri analiz edebilmek bu Türkiye’de yaşanan gelişmelerin arka planındaki aktörleri net bir şekilde tanımlayabilmek gerekmektedir. Hiç şüphesiz bu yaşananlar Türkiye’deki iktidar partisi-iktidar medyası toplum kuruluşlarının (STK) el ele verdiği bir süreçte yaşanmaktadır. kasetleriyle ün yaparak mürit kazanan bir dini cemaat, bugün iktidarın organlarına insan yetiştirip medyada kullanılan dili değiştirme yoluyla meşruluk kazandırmaktadır. ve iktidara yakın sivil 1990 öncesinde video en yakınındaki medya iktidarın söylemlerine Açılım Süreci İktidarda bulunan kişilerin zihin yapılarına bakıldığında, çok geçmişlere dayanan bir ordu düşmanlığı ve devlet kurumlarının kabullenememe anlayışlarının olduğu görülecektir. Buna somut bir örnek vermek gerekirse Abdullah Gül’ün 1991 yılında PKK terör örgütü ile ilgili söylediği sözler, Tayyip Erdoğan’ın ‘askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ demesi, bölücü başı için ‘sayın’ ifadesi kullanması ve aynı konuşmasında şehitlerimizin için ‘kelle’ ifadelerini kullanması söz konusu zihniyetin somut söylemleridir. 2004 Yılında başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘kürt sorunu vardır, bu sorun benim sorunumdur’ sözleriyle başlayan açılım süreci 2009 yılına gelindiğinde somuta indirgenmiştir. Yaklaşık 5 yıl beklenmesinin nedeni ise, oluşabilecek tepkilerin başka kanallar vasıtasıyla giderilmesidir. Bu sayede öncelikli olarak sivil tepki önlenecek, ardından iktidarın denetimi dışında bulunan devlet kurumlarının tepkisi kırılacak ve son olarak da öldürücü darbe vurulacaktır. Bu yüzden Erdoğan’ın düşüncelerini ve açılımlarını sadece bugüne bağlamak sığ bir yorum olacaktır. Geçmiş zihinlerinde ve gelecek hedeflerinde bu açılımı kurgulayanlar bugün bu amaçlarına ulaşmışlardır. Türkiye’de demokratik açılım adı altında İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın basın açıklamasıyla (tarihin yazacağı adıyla ‘AKP’nin kürt açılımı’) süregelen proje oldukça tehlikeli bir geleceğe işaret etmektedir. Söylemler ve yapılanların içeriğine bakıldığında bölücü başı Abdullah Öcalan ve PKK’nın siyasi söylemleriyle aynı doğrultuda olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Türk medyasının da açılımı destekler maiyetteki yayınları son derece ilginçtir. Bir yerlerden emir verilmişçesine Türk ordusunu suçlayan, olmayan kanıtlarla ‘katliamlar’ üreten, neredeyse her emekli ordu mensubunu derin devletçi yapan bir yayın anlayışı başlamıştır. www.ulkuocaklari.org.tr 37 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkemizin terörle mücadelede verdiği her mücadele, kara propagandaya maruz bırakılarak, zihinlerde soru işaretleri oluşturulmaya başlanmıştır. Bu sayede Türk tarihinde ilk kez şehit cenazelerinde hükümet mensuplarının protesto edilmesi unutturulmaktadır. Kim bilir belki de Türk ordusu ve onun mensuplarına basın yoluyla yapılan bu saldırıların amacında şehit o cenazelerindeki protestolardan kaynaklanan intikam duygusu yatmaktadır ! Aslında ülkemizin milli reflekslerinin zayıflatılması yeni bir olgu değildir. Bunun çalışmaları yaklaşık 20 yıldır yapılmakla birlikte son 8 yıllık süreçte daha organize ve kapsamlı bir hale bürünmüştür. Son yıllardaki sözde açılımlara verilmeyen tepkiler, bugün yaşadığımız sürecin bu kadar rahat bir şekilde organize edilmesine zemin hazırlamıştır. Aynı zamanda Gülen Cemaatine bağlı gazete yazarları, vakıflar, dernekler ve diğer kuruluşların söz konusu açılım öncesinde yaptıkları dikkat çekicidir. Düzenlenen Abant Platformları’nda konuşulan sözler, Irak’ın kuzeyinde Barzani tarafından açılan cemaat okulları, düzenlenen çalıştaylar, hazırlanan raporlar hiç şüphesiz bugün kullanılan söylemlerin ana harcı maiyetindedir. Açılım Projeleri İşte adım adım açılım projeleri: Talabani’nin Ankara’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından ağırlanması, DTP’nin kapatma davasının gündem dışı bırakılması, Ümraniye Soruşturması kapsamında terörün kaynağının devlet gibi sunulması, TESEV’in hazırladığı ‘kürt sorunu’ raporu, Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’in açılması, Taraf Gazetesi’nin bir ‘anti-TSK’ projesi olarak hazırlanıp piyasaya sunulması, Kendilerini ‘aydın’ olarak nitelendiren isimlerin PKK propagandası yapması, Türk medyasının iktidar eliyle değiştirilen yapısı, DTP’li vekillerin barış isteyen taraf gibi gösterilmesi, Terör örgütü PKK’nın silah bırakma söylemine meşruluk kazandırma çabaları, DTP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmaması, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sürekli olarak ‘kürt kimliği’ tanımı yapmaları, Yaşar Kemal’in Cumhurbaşkanlığı tarafından özel ödüle layık görülmesi, Hasan Cemal’in sanki barış elçisi gibi Kandil dağına gönderilerek Murat Karayılan ile röportaj yaparak ‘PKK’nın değiştiği’ propagandasını yapması, Türk kelimesi yerine ‘Türkiyelilik’ açılımlarının yapılması, Anayasada bulunan ‘Türklüğe hakaret’ suçunun etkisizleştirilmesi, Yeni anayasa çalışmaları kapsamında Kürt kimliğinin oluşturulma çabası, Üniversitelerde Kürtçe bölümlerinin açılması gibi projeler AKP Hükümeti döneminde yaşanmakla birlikte bugün yaşadığımız sürecin zemininin nasıl oluştuğunu bizlere açıklamaktadır. 38 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tüm bu projeler Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kuruluş unsurlarına aykırı olmakla birlikte ihanet senaryosundan başka bir şeyi ifade etmemektedir. Bölücü terör örgütünün tüm argümanlarını kullanarak ‘açılım’ geliştirmek ve bunun adına ‘demokratiklik’ demenin hiçbir meşruluğu bulunmamaktadır. Terör örgütünün tezlerini meşrulaştıranlar, onların sanatçılarını TRT ekranlarına çıkaranlar, bölücübaşının avukatlarını vekil yapıp meclise getirenler, hiçbir hezeyan içerisinde olmamakla birlikte son derece bilinçli bir şekilde hareket etmektedirler. Yıllardan beri içlerinde barındırdıkları kin ve nefreti kusmak için önce Taraf gazetesini ardından gelen Ergenekon operasyonlarını araç olarak kullananlar zihinlerindeki ‘devlet’ ve ‘cumhuriyet’ karşıtlığını bir kez daha gözler önüne sermişlerdir. Şehit babasını oğlunun cenaze töreninde hükümete söylediği sözler yüzünden hapis cezasına çarptırdıklarında hüzün dahi duymanlar, Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısında PKK’yı açıkça destekleyen birçok şarkısı bulunan Şivan Perver örneğinde göz yaşlarını tutamamaktadırlar! Kendilerini gömlek değiştirerek ‘yenilikçi’ olarak tanıtanlar, bu tanıtımlarını eksik bırakmaktadırlar. Giydikleri gömleğin kumaşı ABD’den, işçiliği PKK’dan dağıtımı ise elden yapılmaktadır. Satışı yapan işletmenin adı ise, ‘Demokratik Açılım’ olmuştur ! Hiçbir Açılım Tarihi Unutturmayacaktır! 15 Ağustos 1984 yılında ilk şehidini verdiğimiz bölücü terörle mücadelede, Türkiye’nin geçmişini sorgulayarak askeri operasyonları suçlu çıkaran zihniyetin bugünkü açılımın tarafı olmasını tarih elbette yazacaktır. Türkiye’nin milli bir devlet olmasından, cumhuriyet rejimini uygulamasından rahatsız olanların yıllardan beri dile getiremedikleri ne yazık ki bu dönemde dile getirilmeye başlanmıştır. Milliyetçilik ile ilgili hangi değer varsa ayaklar altına alınmış, kutsallıklarımız, hassasiyetlerimiz ithal kalemlerin (!) kara mürekkepleriyle çizilmiştir. Anadolu coğrafyasını kazanıp, bağımsızlık, hürriyet ve vatan yolunda türlü cefayı çeken Türk Milleti’dir. Bu uğurda yüz binlerce hatta milyonlarca insanını şehit verirken bu açılımı yapanların işte bu milyonların vebalini alacakları unutulmamalıdır. Bir partinin %90 oy alması durumunda dahi Türkiye’nin bazı değerlerini değiştiremeyeceği bir gerçektir. Seçim sistemindeki açıklardan kaynaklanan bir durumdan dolayı %38’lik bir oyla tüm Türkiye’yi yönetme çabasında olanların bu yaptıklarının demokratik zeminde dahi bir açıklaması olmamakla birlikte yapılanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Şehitlik Makamını da mı sorgulayacaksınız? Türkiye’de ilk kez bir hükümet şehit cenazelerinde yuhalanmış ve hükümet mensupları bu törenlere gelmeye korkar hale gelmişlerdir. Açılımla birlikte yapılan söylemlere bakıldığında kimsenin bölücü terör örgütü için ‘terör’ veya ‘terör örgütü’ ifadesi kullanmadığı göze çarpmaktadır. Aynı zamanda hükümet yetkililerinin ‘çözüme çok yakınız’, ‘barışa az kaldı’ gibi sözleri akıl almaz bir şeydir. Tüm bu sözleri sarf edenler yaptıklarının çok iyi bir şekilde farkındadırlar. Bu noktadan hareketle yakın bir gelecekte PKK için hiçbir basın kuruluşu ve iktidar mensubunun ‘terör örgütü’ ifadesini kullanmaması muhtemeldir. Böylece ülkelerini bölmeye çalışan, bebeklere dahi acımasızca Rus ve Amerikan yapımı mermileri sıkanlar suçsuz olarak (!) aramıza karıştırılacaktır. Terörle mücadele yolunda şehit düşen askerlerimizin, yaralanan gazilerimizin yakın zamanda ‘şehit’ ve ‘gazi’ sıfatlarının sorgulanmasına çalışılacaktır. Bugün açılımı yapanların asıl zihniyetlerine baktığımızda, askerlerimizin Allah yolunda değil, cumhuriyetin devletini koruma yolunda öldüklerini düşündükleri görülecektir. İşte bu sıkıntılı zihniyet bugün ülkeye barış getireceğini söyleyerek takiye yapmaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr 39 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Psikolojik savaş tekniklerinin de en üst seviye uygulandığı sürecin geleceği, her dakika kararmakta ve başta Türk milletinin asli unsurları olan Türkleri tedirgin eder hale gelmektedir. Sonuç AKP Hükümeti’nin başlattığını söylediği açılım süreci aslında çoktan başlamıştır. Bu sürecin gelişiminde yaşananların örneklerine yazımızın içerisinde değindik. İşte bu gerçeklikten yola çıkarak artık resmi politika haline getirilmek istenen bu açılım, Türk Milleti’nin kalbinde ve değerlerinde çok büyük yaralar açmaktadır. İşsizliğin giderek arttığı, ekonominin bozulduğu, milli değerlerimizin tarumar edildiği, ‘Türküm’ demekten korkulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bugün yaptıklarının pek tabii farkında olanlar yargılanacakları Yüce Divan yolunda durmadan yollarına devam etmektedirler. Türk Gençliği’nin geleceği karanlık değildir ve bu gençlik karanlıklara da mahkum edilemeyecektir. Türkiye’yi ayrıştırmak isteyenlerin tarih önündeki akıbetleri ortadadır, buna kalkışmak ise tarihin tekrarı olacaktır. O yüzden tarihi tekerrür ettirerek bu ülkeye zaman kaybettirmeyin ! 40 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı KÜRTÇE TELEVİZYON SKANDALI! Batuhan ÇOLAK “Bir ülkeyi yıkmak istiyorsanız, dilini tahrip edin.” KONFÜÇYÜS AKP’nin son açılımlarından biri olan, TRT’nin Türkçe dışında bir dilde yayın yapan kanalı TRT6, 2009 yılı itibariyle yayın hayatına başladı. Açılış yayını kapsamında AKP’li milletvekilleri, bakanlar ve çeşitli bürokratların hazır bulunduğu gecede yaşanan manzara, bir milletin tarihine kara leke olarak geçmiştir. PKK’lıları Düşününce Hüzünlenen Bakan! TRT’nin yayın anlayışı kapsamında, Türkçeyi konuşmakta zorlanan vatandaşlarımıza dilimizi daha kolay öğretir ve millet olmanın gereğini yani ‘dil ve kültür birlikteliğini’ sağlar düşüncesini taşıyarak iyi niyetle baktığımız Kürtçe TV, her zaman olduğu gibi bizim iyi niyetimizi suistimal etmiştir. Bu bağlamda, TRT-6’nın açılışını yapanlar arasında olan, eski solcu, yeni AKP’li Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günaydın’ın sözleri bizleri şoke etmiştir. İşte o sözler: “Bu özellikler bizi zenginleştirerek güçlendiriyor. Ancak geçmiş yıllarda bu zenginlikleri yok etmek isteyen akıl dışı anlayışlar ülkeyi yönetti ve bunun acı sonuçlarını gördük. Geçmiş yıllarda bu talepleri dile getirdikleri için gereksiz acılar çeken Mehmet Uzun’u, Ahmet Kaya’yı, Ahmet Arif’i hüzünle hatırlıyorum. Haksızlıklar yaşadı bazı insanlar... Bunları da hüzünle hatırlıyorum. Bu girişim daha önceki yıllarda olsaydı, gereksiz bazı tartışmaları yaşamamış, bazı sancıları çekmemiş olurduk. Ama yanlışın neresinden dönülürse kârdır” Bu sözler sıradan bir sanatçı için söylenmemiştir. PKK terör örgütünün konserlerine çıkıp, “Vallahi APO’yu özledim.” sözleriyle terörist başına duyduğu özlemi dile getirip, evlatlarımızı şehit eden terör örgütü için şarkı yazıp, açık propagandasını yapan Ahmet Kaya için söylenmiştir. Bu şahsın “bölücü PKK terör örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” suçundan Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından 3 Yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldığı unutulmamalıdır. Fakat söz konusu PKK’lı yurtdışına kaçtığı için hapse girmekten kurtulmuştur. İşte bu adamdan özür dileyen ve onu düşününce hüzünlenen kişi ise; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dır. Ertuğrul Günay’ın bahsettiği Ahmet Arif ise; 1991 yılında hayatını kaybetmiş bir şairdir. Bu şahsın şiirlerinin PKK’lı teröristlerin dillerinden düşmediği ise birçok kesim tarafından dile getirilmiştir. Bakan Günay’ın ismini zikrettiği son şahıs olan Mehmet Uzun için ise fazla söz söylememize gerek yoktur. Kendisi geçen sene kanser hastalığına yakalandığında PKK terör örgütünün elebaşı Murat Karayılan kendisi için şu mesajı göndermiştir: “Bizlerin ve halkımızın, düşüncelerinize, kaleminize ve yaşamınıza ihtiyacı var. Hepimizin yüreği sizinledir. Kaleminizle her daim yaşayın.” www.ulkuocaklari.org.tr 41 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Açılış Gecesinde Kürtçe Konuşan Başbakan Kürtçe TV’nin açılışı sebebiyle konuşma yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri arasında Türkçe’nin yanı sıra Kürtçeye de yer vermesi; bizlere gelecek günlerde neler yaşanacağını açıkça anlatır nitelikteydi. Ayrıca gecede AKP Van Milletvekili Gülşen Orhan’ın Kürtçe bir türkü söylemesi oldukça dikkat çekmiştir. İngiliz vatandaşlığına da sahip olan AKP’li Devlet Bakanı Mehmet Şimşek “Piroz be TRT şeş li ser xˆrˆ be” (“TRT 6 kutlu olsun, hayırlı olsun.” anlamına gelmektedir.) şeklinde basına açıklama yapması da Türk Milleti’ni derinden yaralamıştır. Çünkü söz konusu kişi sıradan bir vatandaş değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut iktidarında bakanlık yapan bir kişidir. Kürtçe Kanal Açılmasının Sebebi ve Mantığı Nedir? Millet olma veya olabilmenin en temel unsuru ortak dil ve kültür iken, bu iki kavram üzerinden ‘ötekileştirme’ yapmanın mantıklı bir izahı yoktur. Acaba devlet eliyle resmi dil dışında yayın yapmak kime veya kimlere hizmet edecektir? Farklı dil ve lehçelerde yayın yapmak veya yapabilmek hususunda AB’nin yaptığı baskılar ortadadır. Lakin Kürtçe TV açma konusu arz-talep meselesidir. Talebi gerektiren unsur ‘ihtiyaç’ ise, bu ihtiyacın nereden kaynaklandığını sorgulamak gerekmektedir. Acaba TRT’nin Kürtçe televizyon kanalı halkın mı, yoksa dış kaynaklı merkezlerin ihtiyacı mıdır? Bu iki soru çevresinde çözümü görmek ve gerçekleri kavramak son derece önemlidir. ‘Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 yılından 2009 yılına kadar geçen süre içerisinde, bölge insanının Türkçeyi öğrenmediği ve bu yüzden başka bir dil kullandığı’ iddiası iyi analiz edilmelidir. Acaba bu zamana kadar devlet dairesinde, resmi işlerde veyahut diğer tüm olaylarda mecburi iletişimler ‘tercümanlar’ aracılığı ile mi sağlanmıştır? Cumhuriyet’in ilanından bu yana geçen sürede ‘göç’ sebebi dışında Türk insanının Türkçeyi öğrenememesi kesinlikle doğru bir tez olmamakla birlikte, yapılan çalışmaların amacı son derece nettir. Bu amaç da Kürt dilini oluşturmak ve bu dili okullarda öğreterek kültür farklılığı yaratmaktır. Bu sayede dilde farklı, işte farklı, kültürde farklı bir millet oluşturulacaktır. Cevaplanamayan Sorular “Bizi buraya milli irade getirdi.” diyerek, eleştiri kültürünü dahi baskılayan bir zihniyete, acaba bu ‘milli irade’ nasıl bir yol göstermiştir ki devlet eliyle Kürtçe yayın başlatılmıştır? Atatürk’ü içki masalarında devlet yöneten bir kişi olarak gösteren projelere devlet arşivlerini açanların, Kürtçe yayını başlatanlarla aynı safta yer almaları bir tesadüf müdür? Bölücü terör örgütü mensuplarını ‘gerilla’ olarak tanımlayan Yaşar Kemal’in, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü almasıyla, Kürtçe TV açılımı arasındaki herhangi bir bağlantı var mıdır? Gülen Cemaati’nin kontrolünde olan Abant Platformu’nda, terör örgütü yerine devleti suçlu gösteren “Kürt Sorununun Çözümü” isimli bildiriyi hazırlayanların, TRT’nin Kürtçe TV açılış töreninde en ön saflarda yer almaları tesadüf müdür? Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV) yayınladığı ‘Kürt raporu’nu destekleyen milletvekili ve bir takım yazarların AKP tarafında olması bizlere neyi göstermektedir? TESEV’in 42 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı raporunda yer alan diğer taleplerin, önümüzdeki süreçte AKP tarafından ‘açılım’ adı altında önümüze getirilmesi mümkün müdür? Sonuç Halkın etnik kökenlerine göre devlet eliyle ayrım yapan bir hizmet ve görev anlayışı Anayasamızda yoktur. Tüm vatandaşlar yasalar önünde, herhangi bir etnik köken farkı olmaksızın, eşittir. Birileri, Kürtçe TV’nin Türkiye’nin üniter yapısına, Anayasasına aykırı olduğunu unutmaktadırlar. Türkiye yıllardan beri süregelen çeşitli senaryolar, projeler ve faaliyetlerin hedefindeki ülke olma konumundadır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için verilen fonlar, dış yardımlar ve oluşturulan siyasi mekanizmanın olgunlaştığı bir dönemde bulunmaktayız. Çeşitli cemaatlerin ve birtakım ‘değişken fikirli’ aydınların ‘devrim’ olarak nitelediği Kürtçe TV, bu dönemde ortaya çıkan acı bir örnektir. Türkiye’yi önce ‘mozaik’ olarak tanımlayıp, ardından federatif ve son olarak da parçalanmış ülke konuma getirmek isteyenler, süreci son hızla devam ettirmektedirler. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kültür ve Turizm Bakanı’nın sözleri, başta şehit aileleri ve gazilerimizi çok derinden yaralamıştır. ‘PKK’lıları düşünüp hüzünlenmek’ ve kesinleşmiş yargı kararı olmasına rağmen onları ‘mazlum’ pozisyonuna getirmek son derece tehlikeli bir tavırdır. Tüm bu oyunlara rağmen ümitsizliğe kapılmamak ve geleceğe umutla bakmak durumundayız. Bu noktadan hareketle geleceğimizin haklı gururunu koruyacak gençlerimizin şu sözlerden bir sonuç çıkarması en büyük mükâfatımız olacaktır: “Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.” Mustafa Kemal Atatürk www.ulkuocaklari.org.tr 43 Ülkü Ocakları Eğitim Programı SAHİL KENTLERİMİZ PKK KISKACINDA MI? Batuhan ÇOLAK Terör örgütü PKK’nın ülkemizin kıyı şeridindeki illere yönelik amaçları uzunca bir süredir bilinse de, kamuoyunda pek dile getirilmemektedir. Getirilse dahi yerel gazetelerden öteye geçememektedir. Özellikle Mersin, Antalya, Adana, İstanbul, İzmir, Muğla, Sakarya gibi sahil şeridindeki şehirlerimizde PKK tarafından önemli açılımlar yakalandığı görülmektedir. Bu açılımların özünde ise uyuşturucu ticareti ve turizm gelirlerinden alınacak pay yatmaktadır. Sahil kentlerimizdeki haller, plajlar, alkolün bir tüketim aracından çok ihtiyaçmışçasına tüketildiği mekanlar örgütün beslendiği kaynakları teşkil edebilmektedir. Okul çevrelerinde seyyar satıcı kılığında uyuşturucu madde satanlar, kaçak sigara, korsan CD satıcıları, kapkaç ve gasp çeteleri gibi illegal yapılanmaların tümü, terör örgütü PKK ile doğrudan bağlantı içerisindedir. İşte bu yasadışı faaliyetler, başta sahil kentlerimizdeki halkı ve bahsi geçen illere gelen turistleri tedirgin etmektedir. Söz konusu sahil kentlerimizdeki üniversiteler de bölücü terör örgütü için önemli bir faaliyet alanı haline dönüştürülmek istenmektedir. Bunun son örneğini Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’nde yaşandı. Bu bağlamda son 1,5 yılda basına ve yöre halkına yansıyan şu olayları iyi kavramak gerekiyor: Olay 1: Zonguldak Karaelmas Üniversitesi (ZKÜ) Alaplı Meslek Yüksekokulu’nda okuyan S.E. isimli öğrencinin okulda PKK propagandası yapması, kaldığı devlet yurdundaki oda dolabından sözde Kürdistan haritası, PKK dokümanları, örgüt bayrağı önünde çekilmiş fotoğrafı, kitap, CD ve kasetler gibi malzemelerin çıkması, Alaplı ilçesinde büyük yankı bulmuştu. Öyle ki adı geçen öğrenci yerel bir gazete olan Haftalık Sınır gazetesi ‘Kardeşche’ isimli bir bölümde yazılar da yayınlıyordu. Söz konusu olayla ilgili Radikal Gazetesi’nin son derece taraflı bir haberi de mevcut. İlgilenenler için haber linki: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=212878 Olay 2: Yurtsever Cephe isimli oluşumun PKK terör örgütü ile organik bir bağı net olarak görünmese de, yaptığı faaliyetler ve söylemleri incelendiğinde örgütün yan kuruluşu olduğu görülecektir. İşte böylesi bir yapılanma olan Yurtsever Cephe, 1 Nisan 2007 günü Zonguldak Ereğli’de bir faaliyet yapıyor. Faaliyet kapsamında Ereğli’nin en işlek bölgesinde stant açıp, dergi, gazete v.b. basılı yayınları dağıtıyor. Bu durumun ilçede duyulması büyük bir hareketliliğe yol açıyor. Karadeniz insanının karakteristik özelliği olan milli ve manevi duyguların güçlü olması bir kez daha ortaya çıkıyor. “Kahrolsun PKK” sloganları atılıyor ve bu bağlamda da Yurtsever Cephe’nin standının kaldırılması için uyarılarda bulunuluyor. “Kahrolsun PKK” sloganlarına karşılık vererek ortamı daha da gerginleştiren Yurtsever Cepheliler, olayların çıkmasına adeta davetiye çıkarıyor. Daha sonrasında ise, televizyonlara da yansıyan, istenmeyen olaylar yaşanıyor. Birçok vatandaş ve Yurtsever Cephe üyeleri arasında kısa süreli arbede çıkıyor ve tam 8 kişi yaralanıyor. 44 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Olay 3: Son olayımız da Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Alaplı Meslek Yüksekokulu’nda yaşanıyor. 22 Mayıs 2008 Cuma günü Bahar şenlikleri sebebiyle üniversitenin kapalı spor salonunda bir konser düzenliyor. Normal olarak başlayan konser, bir anda PKK yandaşı öğrencilerin propagandasına dönüşüyor. Ahmet Kaya şarkılarının çalınmasıyla birlikte, zafer işaretleriyle PKK terör örgütü lehine sloganlar atılmaya başlıyor. Olacaklardan habersiz konseri izlemeye gelen öğrenciler bir anda kendilerini örgüt propagandasının içinde buluyorlar. Bu durum karşısında tepki gösteren öğrenciler durumu üniversite yönetimine bildiriyorlar. Konu karşısında herhangi bir önlem alınmaması sonucu, öğrencilerin etkinliği yönetime şikâyet ettiği haberini alan PKK yandaşları öğrencilere saldırıyorlar. Saldırılar sonucunda 1 öğrenci hastaneye kaldırılıyor. Olayın Zonguldak’ta duyulması neticesinde de birçok vatandaş okula geliyor ve olaya tepkilerini belirtiyorlar. Söz konusu konserin afişi aşağıdadır: Bu üç olayda da terör örgütünün üniversitede ve şehirde geldiği nokta görülmektedir. Artık o kadar cesaretlenmişlerdir ki, konser düzenleyip tepki gösterenlere saldıracak kadar ileri gidebilmişlerdir. Eminiz ki güvenlik güçlerimizin istihbaratı son derece mükemmel çalışmaktadır. Buna rağmen PKK yandaşı bu gibi oluşumlara karşı herhangi bir yaptırım uygulanmaması son derece düşündürücüdür. Eğer ki geleceğimizi gelişmiş ve büyük bir Türkiye’de hayal ediyorsak, bu gibi can sıkan hususların bir an önce son bulması icap etmektedir. www.ulkuocaklari.org.tr 45 Ülkü Ocakları Eğitim Programı SANAL SORUNLARA GERÇEK ÇÖZÜM: MİLLİ KİMLİK Batuhan ÇOLAK İç Savaş Tehlikesi Yakın tarihte, iç savaşların çıktığı, beraberinde yıkım ve gözyaşının hâkim olduğu coğrafyaların iç savaş öncesi durumlarına baktığımızda etnik milliyetçiliğin azami noktaya ulaşmış olduğunu görürüz. İşte bu süreçlerde ortaya çıkan kimi siyasi partiler ve sivil örgütlü yapılar etnik milliyetçiliği körükleyerek iç savaşa adeta davetiye çıkarmışlardır. Bu savaşların ayrımcılık noktası kimi zaman ırk düzeyinde olurken kimi zaman da dini farklılık düzeyinde meydana gelmiştir. İç savaşların yaşandığı ülkelere baktığımızda ciddi bir kültür farklılığı ön plandadır. Tam da bu noktada ortak tarihin olmadığı gerçeğiyle karşılaşmaktayız. Ortak tarihin olmamasından kasıt ise, aynı devlet mekanizması içerisinde yaşayan farklı grupların ortak bir geçmişten, ortak bir kültürden ve ortak bir amaçtan uzak olmasıdır. Bu kapsamda iç savaş çıkma tehlikesi yüksek olan toplumlarda ortak bir tarih paylaşımından söz etmenin güçlüğü net bir şekilde görülmektedir. Ortak kültür ve tarihi geçmişe sahip olup, iç savaşı yaşayan ülkeler de olmuştur. Bu ülkelerin iç savaşı yaşamadan önceki dönemlerine bakıldığında, ortak paylaşımların giderek kaybolduğu ve etnik milliyetçiliğin giderek arttığı tespit edilmiştir. Tüm bu ortak özelliklerin kaybedilmesi noktasında, söz konusu ülke üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen uluslar arası güç unsurlarının payı büyük olmakla beraber, iç savaşın yaşandığı ülkelerin gelişmişlik düzeylerindeki geri kalmışlık dikkat çekmektedir. Birçok ülkede sömürgesel ulus-inşaları etnik çatışkıları diri tutmuştur. Böylelikle, 1 milyonun üzerinde Hindu ve Müslüman, Hint alt kıtasını Hindistan ve Pakistan olarak bölünmesine eşlik eden şiddet olaylarında yaşamını yitirmiştir. Filistin’deki Araplarla Yahudiler arasındaki sorunlar Britanya mandası döneminde baş göstermiştir. Az gelişmiş ülkelerdeki etnik çatışkılar, sömürgelerin tasfiyesinin zirve noktaya ulaştığı 1960’larda iyice su yüzüne çıkmıştır. Zaire, Nijerya, Bangladeş, Sudan, Hindistan, Srilanka, Irak, Etiyopya, Uganda, Ruanda, Brundi ve Lübnan’da şiddetli etnik çatışmalar olagelmiştir. Bunların pek azı çözüme kavuşabilmiştir. 1 İç savaş yaşayan devletlerin çoğunluğunun 3.dünya ülkesi olarak adlandırılan geri kalmış ve sömürgeleştirilmiş ülkelerden oluşması dikkat çekicidir. Bu ülkelerde yaşayan etnik grupların tek bir milli kimlikte bütünleşememeleri, beraberinde iç savaşın çıkmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda sömürgeyi bir devlet politikası haline getiren çağdaş (!) batılı devletlerin bu iç savaşlarda rolü çok büyüktür. Türkiye’ye gerek AB gerek diğer örgütlerin yaptığı dayatmalar incelendiğinde ülkemizdeki etnik gruplar üzerinde önemle durulduğu görülmektedir. Bu çerçevede 3. Dünya ülkesi olmamakla birlikte gelişmekte olan ülke statüsünde olan Türkiye’nin üniter yapısının dağıtılarak, önce sömürgeleştirip sonra parçalanmasını istemek, Türkiye’nin bölgesinde güçlü olmasını istemeyen birçok devletin adeta resmi politikası haline gelmiştir. Öyle ki bölücü terör örgütü PKK’yı Irak, İran, Suriye, Ermenistan, Yunanistan, Lübnan, Filistin, Rusya, ABD, İsrail, İsveç, Danimarka, Hollanda, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelerin açık bir şekilde desteklediği dönemlerin olması bu durumun gerçekliğini gözler önüne sermektedir. 46 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Kimliğinin Önemi Köklü bir kültürel mirasın da sahibi olan Anadolu Coğrafyası’nda 1071’den itibaren yoğun bir Türk etkisi görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu ile başlayan farklı etnik kimliklere özerklik verilerek tek çatı altında toplama girişimi, 1789 Fransız İhtilali’ne kadar geçerli olmuştur. Fransız ihtilali sonrasında ortaya çıkan milli devlet yapıları çokkültürlü bir toplum ve kimi zaman da federatif özellikler taşıyan Osmanlı’yı yakından etkilemiş ve dağılma sürecini başlatmıştır. Osmanlı’nın çöküşünün ardından milli devlet arayışları kapsamında kurulan ve içerisinde tüm vatandaşların eşit bir şekilde yaşamlarını sürdürecekleri, üniter bir devlet yapısına sahip olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Osmanlı’nın dağılmasının ardından yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu coğrafya birçok yabancı devleti rahatsız etmiş ve daha o zamandan Türkiye’yi etnik temelde bölme çalışmaları başlamıştır. Dr. Ali Güler, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar’ isimli kitabında bu konu üzerinde şu şekilde durmuştur: “İngiltere, özellikle Musul petrollerinin kontrolleri açısından bölgedeki Kürtler üzerine politika yapıyordu. Daha Mondros Mütakeresi öncelerinde başlayan bu konudaki İngiliz faaliyetlerinin bir uzantısı olarak Lozan Konferansı’nda İngiltere; Türkiye Müslümanları arasında dil ve ırk ayrımı yaparak, özellikle Kürtleri ayrı tutmak, onları da azınlık statüsüne sokmak için çalışmıştır” 2 Lozan Antlaşması görüşmelerinde, azınlıklar alt komisyonu Türk Heyeti Başkanı Dr. Rıza Nur hatıralarında bu konuda şunları söylemektedir: “Frenkler ekalliyet diye 3 nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet[1], dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar… Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt, ilh...yi, Rum ve Ermeni’nin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan 2 milyon kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi işittiğim vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bileklerimi sıvadım bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım pek müşkilat ile fakat kaldırım…” 3 Rıza Nur’un hatıralarında da değindiği gibi Lozan Antlaşması imzalanmadan önce Türkiye’nin çok parçalı bir etnik yapıya dönüştürülmesi için birçok baskı yapılmıştır. Bu baskılar sonucunda sadece Ermeni, Rum ve Musevi vatandaşlar azınlık statüsünde tanımlanmıştır. Zamanın devlet yöneticilerinin kararlı tutumu ve milli devlete olan inançları doğrultusunda bugünkü Türkiye’nin temelleri atılmıştır. İşte bu sağlam temeller üzerinde büyüyen Türkiye bazı dönemlerde Türk kimliğini koruma noktasında büyük yanlışlıklara şahit olmuştur. Bu doğrultuda Türkler, kimi dönemlerde dış desteklerle içeriye salınan Truva atlarına, kimi dönemlerde de büyük devletler tarafından yetiştirilip kontrol edilmekte olan devlet yöneticilerine şahitlik etmişlerdir. İşte bu süreçler sırasında doğan bölücü terör hareketleri de Türkiye’nin yıllardan beri korumuş olduğu üniter yapısını ve tüm alt kültürleri tek bir çatı altında birleştiren Türk kimliğini kendisine hedef seçmiştir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’deki duruma bakıldığında, üniter bir devlet yapısının yanı sıra, tüm etnik grupların tek bir kimlik olan ‘Türk’ kimliğinde buluştuklarını görmekteyiz. Türk kimliği çerçevesinde ve ortak bir paydada buluşan tüm vatandaşların eşitliği, gerek kanunlar gerekse de kültür çerçevesinde korunmuştur. Bu zamana kadar Türkiye’de ırkçılık sebebiyle saldırılar yaşanmamıştır. Farklı kültürel özellikleri bulunan tüm vatandaşlar sanat alanında, bürokrasi alanında ve nihayetinde siyaset alanında en yüksek noktalara ulaşmışlardır. www.ulkuocaklari.org.tr 47 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerinde kurduğu ‘etnik gruplara hak tanıma’ baskısı her geçen yıl şiddetini arttırarak devam etmektedir. Bu kapsamda AKP hükümetinin yapmış olduğu yasa değişiklikleri ve Türk kimliğini hiçe sayan ‘Türkiyelilik’ gibi kavramların genel politika haline getirilmek istendiği görülmüştür. Türkiye’de 1984 yılından beri etnik temelli bir terör hareketi görülmesine rağmen, hiçbir zaman için Kürt kökenli vatandaşlara yönelik tepki meydana gelmemiştir. 2004 ilerleme raporunda Türkiye’deki etnik kökeni farklı olan grupların toplam nüfusunu 44 milyon olarak kabul edip, bu nüfusa gerekli demokratik hakların sağlanması talebi de, AB’nin samimiyetinin bir kez daha sorgulanması ihtiyacını doğurmuştur. Çünkü Türkiye’deki nüfusun ne 44 milyonu farklı etnik kökene mensuptur, ne de farklı etnik kökene mensup olan vatandaşlarımız özel haklar talep etmektedir. Açılım Sürecinin Tehlikesi Tıpkı 3. Dünya ülkelerine, sömürgeci devletler tarafından ihraç edilen ayrıştırma politikaları gibi, Türkiye’de de benzer politikalar uygulanmak istenmektedir. Türkiye’nin önünde çözülmeyi bekleyen onlarca sorun varken, çözüm yerine yeni sorunların üretilmesi mantıklı görünmemektedir. Türkiye’nin kendi imkanlarıyla uzaya tek bir uydu gönderememiş olması (Ör, TÜRKSAT’ın Fransa tarafından uzaya gönderilmiş olması), savunma sanayini geliştirememesi, akademik alanda uluslar arası yayınlarımızın giderek azalması, istihdam sorununun giderek artması gibi daha yüzlerce sorunlar varken, Türksün-Kürtsün-Çerkezsin-Arapsın-Abazasın-Gürcüsün vb gibi sanal gündemlerle kamuoyunun meşgul edilmesi dikkatle incelenmelidir. Eğer bu süreçler ileriki yıllarda bağımsız ve tarafsız bir siyaset bilimci ve iletişim uzmanları tarafından incelenecek olursa, yaşadığımız sürecin ne kadar gülünç olduğu bir kez daha gözler önüne serilecektir. Bugün beğenmediğimiz Hindistan bile uzaya kendi roketini gönderirken, 1923 yılında Lozan Antlaşmasıyla karara bağlanmış azınlıklar konusu bugün ülkemizde bizzat iktidar partisi tarafından yeniden canlandırılmak istenmektedir. Bugün ‘kürt açılımı’ adı altında yapılmak istenenler de Türkiye’de yeni bir azınlık grubunun oluşturulması çabasıdır. Bu sağlandığı takdirde başta AB olmak üzere, çeşitli yapıların Türkiye üzerinde kurdukları baskı arttırılacaktır. AKP’nin tek başına iktidar olması sebebiyle, Türkiye’de her alanda kutuplaşma süreçleri yaşanmaya başlamış ve beraberinde de toplumsal huzurun azalmaya başladığı görülmüştür. Bu bağlamda AKP’nin ülkeyi kamplaştırdığı ve bunu yaparken de çok ciddi bir medya desteği aldığı ortadadır. Tüm bunlar siyaset sahnesinde olabilecek olaylardan ve ileriki dönemlerde farklı partilerin iktidarlarında da yaşanması muhtemel süreçlerdendir. Fakat AKP döneminde öyle olaylar yaşanmaktadır ki, bunların hiçbirinin yaşanması bir daha mümkün gözükmemektedir. Bu durumun son örneği olan ‘açılım’ süreci de son derece hatalı ve bir o kadar da tehlikelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlığını taşıyan herkesin her alanda eşit olduğu ülkemizde, kime ve neye açılım yapılacağı hala anlaşılamamıştır. Kimileri Kürt kökenli vatandaşlara, kimileri bölücü terör örgütüne yönelik, iktidar yanlılarının ise ‘demokrasiye’ yönelik olduğunu iddia ettikleri süreç içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Bugün, Türkiye yeniden Lozan görüşmelerine başlamışçasına sıkıntılı bir süreci yaşamakta ve kendini anlatabilme ihtiyacını duymaktadır. Türk kimliğinin ortak bir kimlik olarak tanımlanması, etnik aidiyetliğin sağlanması, kültürel farklılığın asgari düzeyde olduğu yolunda yapılan çalışmalar bunun somut kanıtı niteliğindedir. Ülkemizin onlarca sorununa rağmen 90 yıl önce çözüme bağlanmış bu konuları bugün yeni bir 48 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı sorunmuş gibi ortaya sunmak oldukça düşündürücüdür. Yazımızın girişinde de belirttiğimiz üzere ortak bir tarihte, ortak bir kimlikte birleşemeyen toplumlarda, etnik milliyetçilik olaylarının artması beraberinde iç savaşı getirebilmektedir. Son zamanlarda Türkiye’de de buna benzer bir senaryonun uygulanmak istendiği görülmektedir. Bu senaryoda ‘demokratik açılım’ adı altında etnik milliyetçiliğin önü açılmaktadır. Etnik milliyetçiliğin körüklenmesi beraberinde diğer etnik unsurların milli kimlikten kopmalarına sebep olacaktır. Bu durum milli ve üniter yapısı olan ülkelerin en büyük tehditlerinden biridir. KAYNAKÇA KOTTAK, Conrad Phillip, Antropoloji İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Ütopya Yayınevi, 2002, Ankara, s 82 GÜLER Ali, Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar, Berikan Yayınevi, Ankara, 2003, s. 256 Ekalliyet: Azınlık Dr. Rıza Nur’un Lozan Hatıraları, İstanbul, 1991, sy.83 [1] Ekalliyet: Azınlık www.ulkuocaklari.org.tr 49 Ülkü Ocakları Eğitim Programı SİVİLLEŞEN TERÖRÜN MEŞRULUK ARAYIŞI Alper ERTAŞ Terör, kelime olarak “korkutma, yıldırma” manalarına gelmektedir. Her hangi bir ideolojinin veya ayrılıkçı fikirlerin baskı ve şiddet kullanılarak propagandasıdır da diyebiliriz. 12.04.1991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ise terörü şöyle tanımlamaktadır: “Terör, baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir.” Terörizmin temelinde bulunan şiddetin meşruluk kazanması ise her zaman en büyük açmaz olmuştur. Örgütsel kademelerinin dogmalarının, baskı şiddet unsurlarının kabulü gerekmektedir. Bu örgütsel yapı içinde şiddet öğesini elinde bulunduran kademe aynı zamanda otorite ve otoritenin kademeleşmiş hali olan hiyerarşik düzeni de elinde bulundurmaktadır. Terör örgütlerinin birincil çabaları her zaman için propaganda olmuştur. Özellikle PKK terör örgütü için bu süreçte 1995 yılına kadar geçen süre zarfında silahlı bir propaganda uygulanmıştır. Başlangıçta Marksist-Leninist öğretide sözde bir parti olarak kurulan PKK, 1978 kuruluş sürecinden itibaren özellikle 1984 Eruh baskını ile başlayan dönemde silahlı propagandayı benimsemiştir. 1995 yılına kadar silahlı propaganda yanında sivil propaganda da oluşturulmaya başlanmıştır. Bu bölücü terör örgütünün birçok uzantıları sivil yaşama da müdahil olmuştur. Yapılan propagandalar sayesinde sözde örgüt kadroları yaptıkları baskıları, uyguladıkları şiddeti meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu birinci öncelik olan örgüt içi meşrulaştırmadır. Çünkü heterojen bir örgütsel yapıyı bir arada tutabilmeniz için baskı ve şiddet araçlarına sahip olabilmeniz gerekmektedir. Bunun yanında bu birliği sağladıktan sonra ise teröristlerin kendilerini feda edebilmeleri için gerekli eğitimler verilmektedir. Teröristin, insanlığa sığmayan vahşeti, kendi kafasında meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunda ise sözde örgüt içi siyasi eğitim, MarksistLeninist örgütsel eğitimler ayrılıkçılığa vurgu yaparak yanlış bilgilendirmelerle birer gönüllü kul statüsünde terörist kazanmış olurlar. Terörün meşruluk kazanma mücadelesini iki cihette incelemek gerekmektedir. Bunlardan biri örgütsel meşruluk, ikincisi ise ulusal ve uluslararası alanda meşruluk kazanma çabasıdır. Örgüt içi meşruluk da değindiğimiz gibi korku ve itaat kavramlarının arasında birer gönüllü kulluk oluşturma çabasıdır. Bu süreç içerisinde yaşanılan terör öyle bir boyuta gelmektedir ki kullanılan kavramlar bile değişmektedir. Terörün adını sözde meşru savunma, insanlık dışı saldırıların sözde barış için mücadele ismini aldığı görmekteyiz. PKK terör örgütünün üst kademesinde bulundurduğu baskıya ve şiddete dayalı gücünün iktidara dönüşmesi ancak rıza ile mümkün olabilir. Bu sistem içinde rızanın şiddetten çok olabileceği gibi çoğu zaman şiddet rızanın önüne geçmiştir. Güç ve rıza ilişkisinden yeni bir statü ve durum 50 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı doğmaktadır. Güce rıza gösterilmesi iktidarın doğuşuna sebep verirken de sözde düzenlerini oluşturmuşlardır. Oluşturulan güç kullanan sözde iktidar ise otoriteye dönüşerek örgüt içi meşruluğunu tamamlamış olur. Sözde yönetici kadroların çıkarlarının çatıştığı yerlerde, örgüt içi cinsel istismarın, tecavüzlerin yaşandığı zamanlarda mağdurlar ya yaşanılanları meşrulaştırmak zorunda kalmaktadır. Diğer bir sonuçla mevcut sözde otoriteye direndiği takdirde “işbirlikçi, ajan, karşı devrimci” vb. gibi kavramlarla infazlar yaşanmaktadır. Rıza ile gücün oluşturduğu sözde iktidar ve düzen ilişkisinde sonra iktidar ve gücün oluşturduğu sözde otorite ve adalet sistemi bulunmaktadır. Örgüt içi sözde mahkemelerin varlığı meşruluk yanında örgütün sözde yasallığını sağlamaya çalışmaktadır. 21. yüzyılla birlikte neo-liberal akımlarının etkisiyle küreselleşme tüm imkânları ile “Milli Devlet” yapısını zayıflatmak için uğraşmaktadır. Milli Devlet yapısı da bütün gücüyle direnmektedir. Milli Devlet yapısının ana karakteri olan “milletin geleceğinin yine milletin belirlemesi” uluslar üstü kapitalist şirketler için büyük tehlike arz etmektedir. Milli Devlet, küresel şirketler tarafından gereklidir ama zayıflatılması gerekmektedir. Egemenliğini elinde bulunduran Milli Devlet uluslararası tekelci sermayenin girmesi yönünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Böyle bir süreçte ise Milli Devlete iki yönlü bir baskı uygulanmaktadır. Bunlardan birincisi; yapılan uluslararası anlaşmalarla egemenliği milletten alıp uluslararası alanda paylaşmaktır. Siyasi egemenliğin Avrupa Birliği vb. gibi birlikler tarafından paylaşılması, iktisadi egemenliğin “International Monetary Fund”, “The World Bank” gibi Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi yapılarla paylaşılması Milli Devlet temelini zayıflatmaktadır. Bunlar yukarıdan gelen baskılarla egemenliğin zayıflatılması yönünde yapılan çalışmalardır. Haricen alttan yapılan baskı olarak bölücü ayrılıklar harekete geçirilmektedir. Kültürel zenginliği birer ayrılıkçı sebep olarak göstererek Milli Devlet yapısı zedelenmek istenmiştir. Federatif yapı, konfederalizm söylemlerinin günümüzde ne kadar sıklıkla söylendiğini duyabilirsek ülkemizde yaşanılan terörün aslında bölgesel bir mesele olmadığının farkına varabiliriz. Milli Devletin küresel sermayenin girişinde sorun teşkil etmektedir. Küresel güçler gümrükler, kotalar, sınırlar, vergiler vb. gibi sebeplerden dolayı Milli Devletin zayıflatılması ve egemenliğinin paylaşılması bağlamında bölgesel bölücü terör örgütleri ile birlikte hareket etmektedirler. Değişen dünya şartlarına göre terör örgütün yaptığı terör saldırıları da boyut değiştirmektedir. Artık terörist saldırılar şiddet cihetinde eskisi gibi yaşanmamaktadır. Küreselleşmenin milli devletler üzerindeki zayıflık yaklaşımından yararlanmaktadır. Özellikle teknolojik gelişmelerden yararlanarak örgütün propagandası rahatlıkla yapılabilmektedir. Mevcutta 28 yayın organı, 11 ayrı dilden yayın yapan 17 radyo, 1 televizyon istasyonu ve yaklaşık 700–750 kişilik propaganda elemanları ile birlikte çalışmaktadırlar. PKK terör örgütü kuruluşundaki Marksist-Leninist yapıdan biraz daha sıyrılıp günümüzde tamamıyla pragmatist, dengeci ve uluslararası sistemi gözeterek kendi dengesini oluşturma çabasındadır. Teröristlerine karşı sözde “büyük kürdistan”, batı ve uluslararası kamuoyuna karşı ezilen halk, sözde gasp edilmiş haklar, Yunanistan, Ermenistan vb. gibi ülkelere karşı “Türklere karşı birlik”, bölge halkına karşı Kürt-İslam Devleti teması işlenmektedir. Küresel sermayenin uluslararası arenada görmek istediği tek şey kapitalist tüketim kültürünün oluşmasıdır. Bunun dışında bir birlik istememektedir. Ortak tüketim kültürü oluşturarak geniş bir pazar alanına sahip olmak istemektedir. Bu sebeple ki Milli Devlet duvarlarını yıkarak daha geniş ama daha gevşek sınırların inşa edilmesi yönünde çalışılmaktadır. Bölgesel birlikteliklerle bu geniş sınırlı pazarlar oluşturulurken federasyon ve konfederasyon söylemleri ile bu sınırlar gevşetilmek istenilmektedir. Bu zaviyeden baktığımızda küreselleşmenin bağımlılık yaklaşımını görebilmekteyiz. Uluslararası oluşumlar bu yaklaşımlarını gerçekleştirirken “İnsan Hakları ve Demokrasi”yi bahane ederekten Milli Devlet’in iç işlerine karışılmaktadır. Azınlık Hakları vb. gibi konularla bölücü teröre zemin hazırlamaktadır. Ayrılıkçı ve etnik milliyetçi terörizm son yıllarda yaşadığı süreci, www.ulkuocaklari.org.tr 51 Ülkü Ocakları Eğitim Programı küresel sermayenin yardımları ile gerçekleştirmektedir. Bütün dünyada kırmızı bültenle aranan teröristlerin bölgesel birliklerin çeşitli toplantılarına davet edilmeleri, vatandaşlarımızın temsilcileri gibi itibar göstermelerinin tek bir nedeni vardır; bölücü terör örgütünün meşruluk açmazındaki sorunlarını gidermek. PKK, örgüt içi meşruluk mücadelesi, uluslararası meşruluk mücadelesinin haricinde ulusal alanda da bir meşruluk çırpınışları içindedir. Ulusal meşruluk zemininde incelediğimizde, özellikle PKK bölücü terör örgütü birçok değişimler geçirmiştir. 1978–1995 yılları arasında büyük ölçüde silahlı propaganda, yer yer sivil itaatsizlik propagandaları ile varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Özellikle 1995 yılından itibaren giderek sivilleşen bir terör sürecini çok kolaylıkla görmekteyiz. Marksist-Leninist ideolojiden büyük ölçüde sıyrılması, sivilleşme yolunda büyük bir değişiklik olmuştur. Örgütü temsil eden renkli bezlerden “orak-çekiç” resimlerinin çıkarılması bu bağlamdaki bir değişikliktir. Haricen basın yayın vb. gibi araçları kullanarak sarf edilen cümleler meşruluk için özenle seçilmişlerdir. Terörist faaliyetlerle ilgili, savaş, dağdaki kuvvetler, ateşkes, görüşme vb. terimlerin kullanılması, sözcüklerin anlamlarını ve bağlamlarını tahrif ederek bu örgütlerin hedeflerine ulaşmasına yardım eder. Devletin ve rejimin karşısında, dilin imkânlarından bilinçli ve etkili olarak yararlanan gruplar vardır. “PKK terör örgütü hedeflerine ulaşmak üzere şiddete dayalı ve şiddete dayalı olmayan devrim tekniklerini kullanmaktadırlar. Devletin otoritesini tanımamaya, sarsmaya odaklı şiddete dayalı olmayan teknikler arasında genel grevler, kitlesel gösteriler, sivil itaatsizlik eylemleri, basın açıklamaları, yöresel bayramlar, imza kampanyaları, cenaze törenleri vb. gibi sıralanabilir. Bu teknik, geniş ve kışkırtılmış kitlelerin “eylemsellik”lerine dayalıdır. Şiddete dayalı olmayan hareketler, çoğu zaman, şiddete dayalı kampanyaların başlangıç aşaması, müteakip aşamalarda ise ‘savaşım’ın cephesidir.” Güvenlik güçlerimizin terörle mücadele çerçevesinde PKK terör örgütünün yasadışı niteliğini vurgulamaya çalıştığı ve özellikle terör örgütünün dil ile ilgili yönlendirmelerine karşı da mücadele verdiği görülmektedir. Böylesine bir mücadelenin dışında kalan kesimlerin söylemlerinde “bebek katili”nden “sayın”a uzanan yelpaze aralığında sıfatlar seçmeleri aslında meşruluk-gayrimeşruluk arasındaki mücadelenin bir örneklemidir. PKK terör örgütü ve yandaşlarının terörle mücadele ile ilgili açıklama ve yorumlarındaki oyunlara kanılmaması gerekmektedir. Böylesine ciddi bir süreçte yazılı-görsel basın ve yetkililer gerekliği hassasiyetleri taşımak zorundadırlar. Terörle mücadele ile ilgili terör örgütü ve yandaşlarının kullandıkları “demokratik eylemde bulunan kitlelere saldırı ve tahammülsüz davranma, devlet terörü, halka yönelik düşmanca tutum, halkın özgürlük dinamiklerini ortadan kaldırma, imha operasyonları, inkâr ve imha politikaları, yok etmeci operasyonlar” gibi açıklamaları meşruluk yolundaki gayretlerini göstermektedir. Siyasi yetkililerin “dağda silah tutacağınıza düz ovada siyaset yapın”, “silahların gölgesinde demokrasi olmayacağı önce silahların susturulması gerektiği” gibi söylemlerin aslında terör örgütünün propagandasını yaptığı sözde amaçların meşruluğunu ifade etmektedir. Yetkililerin bu şekilde yaptıkları açıklamalar gerçekten durumun vahametini gözler önüne sermektedir. Türkçemizde bulunmayan ve ayrılıkçılığa vurgu yapmak amacıyla özellikle kullanılan Q,X,W harflerinin kullanılması ise bölücülüğün sosyal alandaki etkinliğinin göstergesidir. Bundan daha çok bizleri şaşırtan ise eski bakanlardan birinin Türkçenin 32 harfe çıkarılması yönünde kanaat taşımasıdır. 52 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yüzyıllardır kardeş olarak yaşamış bir milleti bölmeye çalışan dış mihraklar şunu bilmelidir ki; yaptıkları insanlık dışı katliamların hiçbir meşru zeminde savunma imkânı bulamayacaklardır. Necip Türk Milleti’ni bölmeyi ve yıpratmayı kendilerine şiar edinmiş uluslar üstü yapıların ve onların içerdeki işbirlikçileri amaçlarına ulaşamayacaklardır. Kundaktaki bebeklere bile kurşun sıkabilen insanlıktan çıkmış teröristler ve onların sivildeki uzantıları meşruluk açmazını gideremeyeceklerdir. www.ulkuocaklari.org.tr 53 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK MODERNLEŞME MODELİ Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN E. Kennedy’nin 1962 yılında Dallas’da bir suikasta kurban gitmesi üzerine hükümet bir komisyon kurdurmuş, “Ne oldu? Niçin oldu? Ne yapabiliriz? Gibi sorular üzerinde yoğunlaşan bir soruşturma açtırmıştır. Komisyonda ele alınan hususlar uzun süren bir araştırma sonucu tartışılmış ve neticede şu görüşe varılmıştır.” “Kennedy’nin öldürülmesinde Amerikan toplum yapısı sorumludur.” Bu hüküm, her şeyden önce bir cumhurbaşkanının katledilmesi olayını, basit ve münferit bir olay değil, arka planda toplum yapısından kaynaklanan dinamiklerin sorumluluklarına işaret etmektedir. Türk toplumunda da, son yıllarda giderek artan modernleşme batılılaşma tartışmaları da alt yapıdan kaynaklanan sosyo-psikolojik gerilimlerin bir patlaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, sosyal yapı dinamikleri Türk aydınları arasında, bu kavramların arka planında yatan temel felsefelerin, düşünce kalıplarının yeniden irdelenmesi hususunu gündeme getirmektedir. Türk sosyoloji geleneğinde, bu kavramın ayrıntılı bir biçimde ele alınış dönemi, Tanzimat sonrası yenileşme hareketlerinde rastlanan Batıyla yakın ilişkilerimizin başlangıç safhasıdır. Ancak, “Osmanlı İmparatorluğu, Batı uygarlığı adını verebileceğimiz kültür bütünüyle hiçbir zaman ilişkisini k.esmemiştir” (Mardin, 1991: 11,12). Gerçekte, konunun edebiyata yansıyan yönü üzerinde yapılan araştırmalar göstermektedir ki, Orta Çağ Avrupa medeniyetinde ve 2. Haçlı seferiyle ilgili edebiyatta Türklere temaslara geniş yer verilmektedir (Bilgegil, 1973:8-20). Özellikle, 15. Ve 16. Yüzyıl Avrupa’sı; Türk devletinin azametini, Türk adetlerinin inhirafsızlığını, Türk maliyesinin ideal seviyede bulunuşunu, Türk hükümetinin dayanışmasını, Türk padişahının halk sevgisini, Türk milletinin intizamperver, kanaatkar, merhametli oluşunu anlatan bir edebiyata sahiptir. Yine bu yüzyıllarda, İtalyan tarihçisi Spanduagino Fatih’in birçok Hıristiyan kitapları okuduğunu; Sezar ve İskender’le ilgili Frenk kitaplarının Türkçeye çevirisini emrettiğini bildirir. Bütün bu bakış açıları bir noktada toplanırsa, 15. Ve 16. Yüzyıllarda Batıyla temasta, daha ziyade Osmanlı toplumunun Batıyı cezbeden yönleri belirtilmeye çalışılmıştır. Bu hususta (1522–1592) yıllarında yaşayan Avusturya elçisi Ogier G. Busbeck’in (1555-1560) yılları arasında kaleme almış olduğu mektupları dikkat çekici olsa gerek. Osmanlı bürokrasisinde yeteneğe dayalı kadrolaşmadan tutunuz da askeri disiplin, temizlik, ordunun sükûnete dayalı yapısı, güçlü harp oyunları, üste itaat gibi bir çok nitelikleri veciz bir şekilde kaleme alınmıştır. Busbeck, bununla da kalmamış, izlenimlerini Türk sosyal hayatının öteki alanlarına da aktarmıştır. Türk halkının döştük ifadesi etrafında birleşen özellikleri, yüksek karakter ve kişilik yapılan en ince ayrıntılarına kadar bu mektupta yer almıştır. Avusturya elçisinin Türklerde gördüğü konukseverlik, cömertlik gibi hasletleri yanında, “Selim’in İran hükümdarı İsmail’e ait meşhur muharebesinin mozaikle yapılmış pek canlı bir resminden de” söz açmaktadır. “Türkler”, diyor, Busbeck “gül yapraklarını da yere düşmesine hiç meydan 54 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı vermezler. Çünkü itikatlarınca gül Hz. Muhammed’in terinden peyda olmuştur.” Türklerin dini yaşantılarındaki sadelik, ticari alandaki tasarrufa dayalı tutumları estetik bir hayat hamlesi içinde açıklanır: “Her şey öylesine ucuzdur ki bizim memlekette bir adamın bir günlük geçinme masrafı bir Türk’ün on günlük masrafından ziyadedir diyebilirim.” Büyük Elçinin, öteki yabancı gözlemcilerde gördüğümüz gibi, Türk ailesi hakkındaki yargıları hiç de şaşırtıcı değildir: “Şimdi Türk kadınlarındaki yüksek ahlak seviyesinden bahsedeceğim. Türklerin karılarının iffetine öteki milletlerin hepsinden ziyade ehemmiyet verdiklerini biliyoruz!” Örtünme hususunda da Busbeck Türk kadını hakkındaki takdirleri son derece olumludur. Kısacası büyük elçi; “Türk devletinin azameti, Türk ordusunun disiplini, Türk hayatının düzeni hususunda büyük saygı duymuş; hatta bu durum karşısında Avrupa’nın akıbeti için endişeye düşmüştür” (Bügegil, 164) Bu yüzyıllarda Türklerin Avrupa içindeki nüfuzu arttıkça, İslam’a olan tutumlarda da değişmeler başlamıştır. Luther, Türklere karşı korunabilmek için onları tanımanın lüzumuna inanıyordu. Halka bu yönde telkin ve öneride bulunması birçok kişinin Müslüman olmasına da yol açmıştır. Luther’in nezaretinde Hümanistlerden Buchmann Kur’an’ın Latince çevirisinden yararlanarak basımına çaba gösterdiler. Calvin de maddi katkıda bulundu. Hatta bu faaliyet o zamanlar sahte prensiplerin yayılmasına sebep olur” diye bazı kimseler tarafından iyi karşılanmamıştı. Alman ıslahatçılarının vaazları ve hemşehrileri arasındaki Türk muhabbetini aksettirmeleri bakımından anlıyoruz ki, o devrin basit halkı içinde Türklerin gelmesini ve memleketi idare etmesini isteyen birçok insan vardı. “Nitekim Luther, 1541’de bu konu ile ilgili daha belirgin açıklamalarda bulunuyor: “Öğreniyoruz ki Alman halkı Türklere açıkça azizler nazarıyla bakmaktadır. Türkler kuvvetli ve daima muzafferdir, onların kudreti tamamıyla artıyor. Bu hali insanlar şuurlu bir şekilde izahtan çekinerek, her şeyi, Türklerin kutsiliğine atfediyor ve hem onlara ait dinin, hem de hayat tarzının Allah indinde mergup olduğuna inanıyorlar” (Bilgegil, 177) Avrupa’nın 15. Ve 16. Yüzyıldaki Türklere olan tutumu bu tip kaynak çalışmalarla daha da zenginleştirebiliriz. Gerçek o’dur ki, devlet büyük olduğu vakit gücü çevreyi etkileyebilmektedir. Aslında, bu antropolojik dilde bir akütürasyon vetiresini ortaya koymaktadır. Hâkim kültür zayıf kültürü tesir sahasında tutabilmektedir. Avrupa’nın Türk toplumunu tanıması, aydınlarının, militarist kadronun, din adamlarının, politik temsilcilerinin, seyyahlarının Osmanlı toplumu ile yakın temasları, bu yüzyıllar için hiç de küçümsenecek değer yargıları taşıdığı iddia edilemez. Bu durum, daha sonraları Batıda Türkleri (Turquerie) hareketinin doğmasına neden olacaktır. Batının Türklere her alanda yaklaşımı ve yakından tanımaları anlamına gelen bir akımın ilk filizleri bu yüzyıllarda böylece atılmış oluyordu. Antropolojik dilde bu yaklaşım, yenilik (innovation) kavramını ilk kez algılama ve onunla yakından ilgilenme diye belirlenebilir. Farkına varmak (awarereness) süreci her hangi bir iletişim yoluyla, ortaya çıkmaktadır. Bu da, bizzat yeni bir şeyi görerek farkına varması, duyması veya öğrenmesi yoluyla gerçekleşir. 15. Ve 16. Yüzyıllarda Türklerin Viyana’ya kadar dayanmalarım militarist alanda teması yoğunlaştırmıştır. Buna ek olarak elçiler, seyyahlar ve benzeri yollarla yürütülen kültürel temaslar yeniliklerin farkına varılması sürecini başlatmış olabilir. Bu husus, tamamıyla bir zihinsel yönelim biçimidir. Daha sonraki safha, alakalanma veya iletişimin devreye girmiş olmasıdır. Bu durum daha ziyade yeni olarak algılanan o nesneler üzerinde daha fazla zihinsel yorumda bulunma ve onu yakından tanıma gibi önemli zihinsel değerlendirmeyi gerektirir. Türkleri tanımada, kültür ve değerler sistemi, sosyal norm ve inançları hakkında Batıya bilgi aktaranlar genellikle bizzat Osmanlı toplum yapısı içinde görev alan aydın kişilerin rolü büyük olmuştur. Turquerie hareketi böyle başlamıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, yeniliğin benimsenmesi ve yayılması (diffusion of innovation) sürecinde daima farklı iki kültürün karşılaşması ve birinin diğerinden daha fazla şeyleri alabilecek eksikliği hissetmesi gibi bir psikolojik kimliğin ortaya çıkması gerekir. Çünkü yeniliğin kabulünü kolaylaştıran birçok faktörlerden biri de o şeyin değeri veya fiyatıdır. Biz, 15. Ve 16. Yüzyılda Batılı insanın Türk kültür ve değerlerine yaklaşımını analiz ederken, bugün bu tür bir zihinsel süreci yaşamış olabilecekleri kanısındayız. Türkleri hareketi bu ihtiyaçtan doğmuştur. Batının doğuya yaklaşımı, bir batılı için önemli bir algı alanını teşkil etmektedir. Bu da temelde bir ihtiyaçtan doğmaktadır. İhtiyatlılık yenilik için itici gücü oluşturmaktadır. Daha sonraları Türkleri www.ulkuocaklari.org.tr 55 Ülkü Ocakları Eğitim Programı hareketi bir çeşit Türk hayranlığına dönüşecek ve Lale Devri (1715- 1730) boyunca bu yenilik hareketi yoğunluk kazanacak ve iki kültür arası etkileşimi hızlandıracaktır. Sosyal antropoloji bize açıklamaktadır ki, her kültürün bir sert (hard) bir de yumuşak (soft) yönü vardır. Değişme süreci içinde ortaya çıkan tutum ve davranışlar kültürün bu niteliklerini belirler. Batıda Rönesans, farklı uygarlık alanlarının uzun tarihi süreç içinde oluşumudur. Bu sebeple, 15. Ve 16. Yüzyıllar arasında meyvelerini veren yenileme hareketleri bu Rönesans olgusunun başlangıcını teşkil eder. Bu nedenle Batı kültür biçimi ile yayılan, arayan ve yeniliğe açık Herodian bir özelliğe sahiptir. Rönesans, bazı tarih felsefecilerine göre, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasında bir geçit dönemidir (Gökberg, 1979:37). Bir anlamda Rönesansta yeni bir biçimde, yeni bir birleşimi ortaya koymuşlardır. Rönesans dil ve edebiyattaki gelişmeler göz önüne alınırsa ondördüncü yüzyılda başlamıştır denilebilir. Çünkü bu yüzyıldaki bir takım gelişmeler, Batı ve Orta Avrupa toplumlarını Orta Çağ düzeninden artık yavaş yavaş ayırmaya başlamıştır. Bu süreç, 15. Ve 16. Yüzyılda doruk noktasına ulaşacaktır. Rönesans kültürü, kendisini en olgun biçimi ile bu yüzyıllarda gösterecektir. Aynı şekilde, Nef de düşünce hareketlerinin 1570–1660 civarında oluştuğunu ileri sürmektedir (Nef, 1 – 8) Dil ve edebiyata dayalı gelişmelerin ardında, dini reform hareketlerinin izlenilmesi geniş çapta düşünce çağının gündeme gelmesi demektir. Bu düşünce biçiminin temelinde reform hareketlerinin özellikle Luther ve Calvin’le başlatılan Püritan gelişiminin büyük etkisi olmuştur. Artık, fert Tanrı ile kendisi arasında bir üçüncü kişiye ihtiyaç duymaksızın Tanrısıyla baş başa kalabilmektedir. Böylece, reform ferdi tanrı karşısında özgür kılmıştır. Ferdi sorumluluk, ferdi özgürlüğün gelişimini sağlamıştır. Bu özgürlük anlayışı, giderek “millet” dediğimiz sosyal ferdiyetin oluşumunu da etkilemiştir. Millet olgusunun belirlenmesiyle, felsefesi sistemlerde milli özellikler kendini göstermeye başlamıştır. Bu arada Orta Çağın tek kültür dili olan Latince yerine milli diller (İtalyanca, Fransızca İngilizce vb.) kültür dilleri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu da, Batının deyim yerindeyse, “ümmet”ten (bir dinin mensubu olmaktan) “millet’e geçiş sürecini oluşturuyordu. Kanuni’nin Protestan politikası bu dönemde ortaya çıkmaktadır. Luther’e bu amaçla mektup yollamış olabilir. Batı ile Türk toplumu arasında karşılıklı bir yaklaşım var. Ancak, Batı başlatmış olduğu yenileşme süreci içinde Zilotoist olmaktan ziyade Herodian bir kimliğe dönüşmüş bulunuyordu. Bu kimlik değişimi, temelde, milletleşme ve pürtianizmin ortaya çıkarmış olduğu zihniyet farklılaşmasının, yeni danışma çerçevesi (frame of referanca) kazanmasının bir yansımasıdır. Dil ve düşüncede beliren bu yenileşme, aslında Antik Çağı canlandırmak için özgür kişiliğin bir girişimidir. Böylece, Batı, askeri fetih gücüne sahip, üstelik Haçlı Seferleri gibi uzun süren dini savaşların da acı deneyiminden esinlererek, Osmanlı toplum yapısını anlamaya, tanımaya çalışıyordu. Tutumlarda beliren bu zihniyet değişimi, Doğu kültürünün bir uzantısı olan Osmanlı toplumunun yakından tanınması, sert ve yumuşak kültür unsurlarının tespitini de başlatmış bulunuyordu. Bu eğilim, kuşkusuz Batı toplumunda yenileşme olgusunun arka planını oluşturmaktadır. 15. ve 16. Yüzyıl, bir yanda Osmanlı toplumunun gelişme ve yükseliş çağıdır, öte yandan ise batının 12. Ve 13. Yüzyıldan beri başlattığı Doğu ve İslam kültürü ile yoğun temasları dönemidir. Bu bir holistik (bütüncül) görüş açısının ürünüdür. Bir bakıma, Haçlı seferleri süresince Batının, zaaf noktalarını anlaması ve askeri alanda güçlenmenin şartlarının ancak İslamla temasın sağlanması sonucu mümkün olabileceğini idrak etmesidir. Bu durum bir çelişki olarak tüm kalkınma modellerinin niteliğini ortaya koyar. Batı, Haçlı seferleriyle, aynı zamanda büyük bir çeviricilik kampanyası içine girmek suretiyle, hem İslama hem de Greko-Latin kültürüne ait mevcut eserleri toplumuna mal ediyordu. Böylece, sistemler arası yaklaşımın (paradigma) ilk örnekleri veriliyordu. Doğu-Batı sentezini gerçekleştiren İslam, Bağdat’ta ilk fabrikasını 800 yılında kurmuştur. Batı, kağıdı Araplardan ancak dört yüz yıl sonra öğrenecektir. O sırada kütüphaneler bütün Arap dünyasına yayılmış bulunuyordu. Halife el 56 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Mem’un 815’te Bağdat’da “Dar’ül Hekme” adlı kurduğu kültür yuvasının kitaplığında bir milyon kadar kitap mevcuttu. Meraga Rasathanesinin müdürü Nasreddin Tusi 400 bin ciltlik bir kütüphane meydana getirmiştir. Müslüman İspanya’da ise (Kurtuba) Halife el Hakem X. Yüzyılda 400 bin ciltlik bir koleksiyonu bir araya getirmişti (Türkdoğan 51-91). Cundişapur, Bağdat ve Kurtuba önemli bilim merkezlerini oluşturuyordu. Çoğu Süryani, Nesturi ve Monofıst olan ve Hem Arapça hem de Yunanca-latince bilen çeviriler yoluyla Antik kültürünün bütün miraslarına İslam sahip olmuş bulunuyordu. Böylece, İslam eğitim modeli Afrika’dan Endülüs’e kadar yayılıyordu. Modern bilimin, temelde yeni olmakla beraber Batılı olduğu tezi savunulamaz. Bu bir anlamda: “Doğu ile Batıyı birleşebilecekleri tek noktaya, (Güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan) noktaya eriştiriyordu.” Hıristiyan dünyası, Haçlı politikası (sonucu) gerçekleştirdiği çeviricilik yoluyla doğu kültürünü batıya aktarırken Endülüs, Sicilya ve Güney İtalya’da kurulan İslam medresesiyle de yakın temas sağlama imkanını elde ediyordu. O kadar ki, Yahudi ve Hıristiyan öğrencilerle müslüman çocukları buralarda birlikte okumak suretiyle eğitimlerini sürdürüyorlardı. Nitekim, İspanya’nın müslüman üniversitelerinde öğrenimini tamamlayan Roger Bacon, “Opus Majos” adlı perspektif çalışmasının V. Bölümünü İbn Haytam’ın “Optik”ini kopya etmek suretiyle tamamlamıştır. Bacon’u Batıda deneysel bilimin öncüsü ve modern bilimin yaratıcısı olarak tanıtan eseri işte bu kitaptır. Roger Bacon’un kendisi dahi, en az felsefe dalında yaptığı alıntıları itiraf etmekten çekinmemektedir: “Felsefe Arabistan’dan getirilmiştir. Bu kitapların çevrildiği dili bilmeyen hiçbir Latin, bilgelik (hikmet) ve felsefeyi gereği gibi öğrenemez” diyordu (Garaudy, 120). Bazı bilim tarihçilerine göre, “12. Yüzyıl bir geçiş yüzyılıdır. İslam, Hıristiyan ve Yahudi dünyaları Akdeniz’de, önceki yüzyıllara oranla çok daha sıkı bir ilişki kurmuşlardır. Bunların içinde en önde olanı İslam dünyası idi; diğerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve bu taze bilgileri kendi bünyeleri içinde sindirmeye çabalıyorlardı. Bütün bu uğraşılar öylesine canlıdır ki, bilim tarihçileri 12. Yüzyıl rönesansından söz ederler. Bu Batı dünyasının zaferi, Yunan-İslam dünyası biliminin Batıya geçişidir. Doğu kültürü ile Batı kültürünün karşı karşıya gelişi yeni bir Avrupa’nın doğmasının nedeni olmuştur” (Tekeli, 41). Böylece, Goethe’nin Westöslichet’de dile getirdiği gibi, Bilen adam o’dur ki, kendisini ve ötekilerini tanımanın ötesinde şunu da bilir: Bundan böyle Doğuyu Batıdan, Batıyı Doğudan görmek suretiyle de olsa, ikisinin ayrılmazlığı yanında birbirlerini sadece tamamladıkları noktadan öteye gidilemeyecektir.” “İslamın etkisiyle ortaya çıkan 12. Yüzyıl rönesansı (Sarton, 115) Batıda modern bilimin temelini oluşturmuştur. İtalyan rönesansı sanat, dil ve edebiyata yönelirken, öteki Avrupa rönesansı bilime ağırlık vermişti. Her iki koldan yürütülen sistematik Doğu kültür ile temaslar Batı toplumunun öğrenme anlama ve yeni sentezler oluşturmak suretiyle güç kazanma güdüsünün devreye gitmesi, her şeyden önce kazanılmış yeni bir dünya görüşünün eseridir. Bu bir kültürel yumuşama, Apolonian (barışçıl) bir yaklaşımdır. Doğunun yükselişi, niteliğe dayalı kültür yapısı karşısında Batının hayranlığı ve çabalama güdüsüdür. Hunkenin yerinde teşhisiyle; “... Doğu ile Batı arasında düzenli ilişkilerin kesilmesi, vahim ve meşum sonuçlar doğurmuştur. İslam dünyasına karşı zihnen kendi içine kapanma, Avrupa’nın ekonomik ve kültürel gelişmesini yüzyıllarca gerilere atmıştır.” Yasaklara ve resmi husumetlere rağmen Batı, İslam Dünyasına ve “Doğu ticaretine” açıldığı ilk andan itibaren ekonomik gelişmesine başlamıştır. Bu esnada Batı teknik, sağlık, hijyen ve devlet organizasyonu bakımından İslam Medeniyetinin genel kültür varlıklarına yakınlık peyda etmiştir. Yavaş yavaş onun zihinsel mirasını eline geçirmiştir. Bu sayede yüzyıllarca süren bir uyuklama ve uyuşukluk devresinden kurtularak, nihayet kendi kanatlarıyla emsalsiz bir yükselişe doğru harekete başlamıştır” (Hunke, 475) Kısacası, Batıda yenileşme hem akılcı hem de psikolojik eğilimlerin sonucu ortaya çıkan kültürel yumuşamanın, tutum ve davranışlardaki olumlu yansımanın bir ürünüdür. Batıda kalkınmanın temelleri rasyonalizasyona, hesaplama tekniğine ve metoda dayanmaktadır. Doğu ve İslam mirasını temsil eden Osmanlı toplumu 16. Yüzyılda Avrupa’nın içindedir. Rönesans ve dinde reform hareketleri, temelleri 12. Yüzyılda atılan kültür değişmesi süreciyle güç kazanan Batı toplumuna www.ulkuocaklari.org.tr 57 Ülkü Ocakları Eğitim Programı yeni bir direnç ve atılım sağlamak içinde. Bunda da başarı elde edildi. Turhan’ın “serbest kültür değişmeleri” başlığı altında topladığı olaylar bu çizgide gelişmiştir. Turhan’ın kültür değişmeleri yenileşme hareketlerine farklı bir bilim adamı bakışıdır. Bunun için de metodoloji bakımından biricikliğini korumaktadır. O, iki uygarlık veya kültür karşılaşmalarını, kötüleyen bir reddi miras olarak ele almakta, aksine olguların temelinde yatan nedenlerin tahlilini yapmaktadır. Turhan, lale devrinde İkinci Mahmut dönemine kadar (1808) geçen süreyi serbest kültür değişmeleri adı altında toplamaktadır. II. Mahmut döneminden sonra Cumhuriyete kadar sürüp giden merhaleyi de mecburi kültür değişmeleri arasında kalan III. Selim dönemini de (1789-1807) geçiş dönemi olarak belirtmektedir. (Turhan, 138) Görülüyor ki, Turhan, Lale Devriyle başlattığı yenileşme hareketini sosyal antropolojinin konusunu teşkil eden “kültür değişmesi” olgusu çerçevesinde incelemektedir. Bu alanda artık klasikleşmiş bulunan Linton, Kardiner, Ogbum, Herskovits, Barlett, Thumuald, Malinouski ve Rivers gibi ünlü antropologlara temas etmektedir. Turhan, toplumların değişmesi sürecini “kültüre ait değişme” kategorisi içinde düşünmektedir. Onun için temel hareket noktası kültür değişmesidir. Değişme de; “... Birbirinden farklı iki kültürü temsil eden ilk grupların karşılaşmasıdır” (Turhan, 9). Kültür değişmesi, ister acculturation (Culture transfer) veya sosyal kültür karışması (Social cultural diffusion), hatta kültür alıntısı (cultural borrovving) türünde olsun, sürekli olarak iki farklı toplumun maddi ve manevi olmayan kültürlerindeki farklılaşmayı ortaya koyarlar. Bu anlamda, serbest kültür değişmesinden Turhan’a göre;”... Bir sosyal grup veya toplumun, yabancı bir kültüre sahip grup veya toplumla temasa geldiğinde hiçbir iç veya dış baskının altında kalmaksızın münferit unsurlar veya o kültürün belirli bir kısmını alıp benimsemesi sonucunda yapısında ortaya çıkan dönüşümler” kast olunmaktadır. Günümüzde bu olgu, modernleşme/çağdaşlaşma çizgisinde izlenebilir ve yorumlanabilir. Ancak, Batıyla temas, doğu-batı karşılaşmasında dengeli gitmiyor. İlkin, Batının Doğuya olan hayranlığı diye belirleyebileceğimiz 12. Yüzyıldan itibaren başlayan çeviricilik anlama, algılama ve özümleme dönemi. Nihayet Greko-Latin uygarlık çevresiyle İslam’dan etkilenen kültür değerlerinin sentezini sembolleştiren rönesans çağı... Batı, bu noktaya kabuğuna çekilerek bir Zilotoist (Zealotoist) kültür kimliği ile gelmemiştir. Aksine, Doğu kültürünü savaş ticaret, siyasi temaslar ve sosyo ekonomik yaklaşımlarla algılamaya çalışmıştır. İlk tohumlan 15. Ve 16. Yüzyıllarda filizlenmeye başlayan Batının Doğuya yaklaşımı, Lale Devriyle dengelenmeye hatta zaman zaman Osmanlının tersine bir hayranlığa dönüşmektedir. Bu yüzden Lale Devri, Osmanlı toplumu için bir uyanma çağı olarak kabul edilir. Türkeri dediğimiz hareketin sınırları kalın çizgileriyle daha da belirlenmiş olmaktadır. Damat İbrahim Paşa döneminden Avrupa’ya gönderilen elçiler, Paris ve Viyana gibi Batı kültürünün en duyarlı merkezlerinden sağlanan bir çok yeniliklerin, Osmanlı elitleri tarafından ülkeye transferine neden olmuştur. Özellikle Sadabad kasırlarının inşasında rastlanılan Fransız zevk ve üslubunun görünmesi bu kültürel temasların ilk örneklerini teşkil eder. Viyana bozgunu (1683)’ndan Lale Devrine kadar olan dönemde Osmanlı toplumu, Turhan’ın ifadesiyle bir “bocalama” durumuna girmiştir. Devletin kuruluşundan bugüne kadar Batı karşısında sürekli zaferler peşinde koşan Osmanlı toplumu, bu defa önemli bir yenilgi ile karşılaşmaktadır. Lahbabi’nin ifadesiyle Doğu toplumu ilerleyen bilime (akli bilimlere) yöneleceği yerde, kazanılmış bilgilerle (nakli bilgilerle) yetinmek zorunda kalıyordu. Bu, Batının karşısında Doğunun/İslamın gerileyişidir. Batının sistematik Doğuyu anlama, algılama ve özümleme yapma gibi bir planizasyona dayalı yöneliş biçimlerine karşılık, Osmanlı toplumu ile temasa bir plan bir sistem aramak beyhudedir. Bunlar tamamıyla gelişi güzel rastlantılara bağlı olarak meydana gelecektir. Bu durum, Babıali’nin (idare-i maslahatçılık) ve (vaziyeti kurtarma) namıyla meşhur karakteristik siyasetinin başlangıcıdır...” Bir aşağılık duygusu biçiminde ortaya çıkan bu psikolojik durum, Osmanlı toplum yapısında anlama, algılama, tanıma ve sindirme diye belirlenen bir zihinsel süre yerine taklit mekanizmasını ortaya çıkarmıştır. Türk toplumunun batılılaşma karşısındaki bu tutumu, daha sonraki kültür değişmelerinde de yaratıcılık yerine taklitçiliğin sürdürülmesine neden olmuştur. Lale devriyle Fransız zevk ve üslubunun taklit edildiğine tanık olmaktayız. Fransızların yaşayış tarzı, tezyin, tefriş biçimine olan eğilim özellikle saray ve yüksek tabaka arasında taklit eğilimlerini şiddetlendirmiştir. 58 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu tablo, Toynbee’nin teşhisiyle Zeâlotluk-tan Herodianlığa geçiştir. Böylece kendisinden hünerli ve daha iyi silahlanmış olan biriyle karşılaştığında geleneksel savaş tekniğini unutarak düşmanın taktik ve silahıyla savaşmayı öğrenen insan Herodiandır. Toynbee’ye göre: “Herodianlığın iki zayıflığı kendini ele veriyor. Birincisi, Herodianlığın yaratıcı değil de taklitçi olması... Bu yüzden bir başarıya ulaşsa bile, insani bir yaratıcılığı geliştirmek yerine taklit ettiği toplumun makine yapımı maddelerini geliştirmeye mahkum. İkincisi, Herodianlığın bu yolu seçenlerden ancak bir azınlığı kurtuluşa erdirebileceği gerçeğidir. Çoğunluk, taklit edilen bir toplumun yönetici sınıfının emrine girmeyi göze alamaz. Bunların kaderi, taklit ettikleri toplumun işçi sınıfını arttırmaktan ibaret... Herodianlığın etkisiyle bu insanlar ülkelerini batının milli devletlerinden biri haline getirip, Batılı kardeşleriyle aynı derecede eşit, özgür ülkeler haline gelseler bile bir şey değişmeyecektir.” (Toynbee, 190) Batılılaşma karşısındaki bu psikolojik teslimiyet, bu defa toplum yapısı içinde karşıt güçlerin başkaldırmasına da neden olacaktır. İslamcı Zealot’un ilk örnekleri bu aşamada ortaya çıkacaktır. Dış zorlama ile, eski değerlerin diriltilmesi biçiminde belirleyebileceğimiz bu girişimler daha sonraki çağlarda ilerici gerici sağ-sol farklılaşmaların odak noktasını oluşturacaktır. Toynbee’ye göre “Zealot”, artık ölmüş bir medeniyetin fosili haline gelirken, “Herodian” kaybolmaktan kurtulup taklit ettiği toplumun içinde erimektedir. İki grup da içine girdikleri medeniyete yeni bir şey eklememe durumundadırlar. “Bir çeşit Proleter milletler haline dönüşmektedirler. Ülkemizde, İslamcı Zealotlar ile Batıcı Herodianların karşılaşmasının köklerini bu noktalarda aramak gerekir. “Batı medeniyetinin, bütün insanlığın büyük bir toplum halinde birleştirilmesini ve modern Batı tekniği sayesinde kullanabildiğimiz yerdeki, gökteki, denizdeki her şeyin kontrolünü isteyen büyük tutkusunun bir parçası olduğu” tezini algılama, tanıma ve anlama süreci içine giremeyen Osmanlı toplumu, Batının sadece askeri tekniğini benimseyen San’a İmamı Seyyit Yahya’nın durumuna düşeceği kanısındadır. Toynbee (Türk-doğan, 1988: 98-100). Tanzimatın da hatası, hatta Turhan’ın deyimi ile kabahati, bugünkü zihniyetle cezri hareket etmemesinde değildi; gerektiği gibi hazırlıklı, planlı ve sistemli bir şekilde belirli bir gayeye göre faaliyetlerini düzenleyememesinde ve tasavvur ettiği şeyleri yapacak bunları tahakkuk ettirecek insanları yetiştiremeden teşebbüs etmesindeydi.” (Turhan, ) Batılılaşma tezi, aslında Turhan’a göre bir kültür değişmesi sürecidir. Ancak, bu sürecin kuralları bilimsel olarak tesbit edilmiş değildir. Bunun da nedeni: a) Görüş darlığı, b) cehalet ve c) her şeyden önce Batı medeniyetini anlayamamaktan, onun esas unsurlarını kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Bu bir metodoloji meselesidir, Yoksa, “yarım yamalak Fransızca öğrenerek gençlerin Batıyı gülünç bir tarzda taklit etme hevesi değildir. O zamanın adınca alafrangalık/sivilize olmak hiç değildir. (Levend, 9). Alafrangalık/veya sivilize olmak barbarlıktan kurtulmak, batılı gibi davranmak oluyordu. 19. Yüzyılın ilk yarısında Osmanlılara yönelik bütün savaşların anlamı, barbarlığa karşı insanlık ve sivilizasyonun savaşıdır (Baykara, 9). Nitekim, 1828-29 Rus-Türk savaşı sonucu “Rus elçisi artık hapsedilmedi, hatta harp esirleri de tersane zindanına konmadı. Üstelik Osmanlı ordusu, savaşa artık mehter marşıyla değil, Mozart ve Rossini’den parçalarla gitti.” Bütün bu çabalar Osmanlıların artık bir barbar olmadığı noktasında toplanıyordu. Batılı gibi davranmak, değerler sistemini batıya göre ayarlamak bir çeşit alafrangalık veya sivilize olmak anlamına geliyordu. İşte Tanzimat da sivilizasyon yolunda atılan ilk adım oluyordu. Bu bir taklit mekanizması idi. Oysa, “bir kültür değişmesinde esas mesele, eskinin yanında yani o tamamıyla yakılmadan yeninin kurulmasında değil, yeninin hakikaten bütün şartlara uygun düşecek bir şekilde tam olarak alınmamasındadır...” Çünkü, taklit yolu ile Batıdan aktarılan yeniliklerin batı medeniyetiyle olan alaka ve ilişkileri ne kesin bir biçimde belirlenebilmiş, ne de ona göre hareket edilebilmiştir. Bu tür kültür iktibaslarının tehlikeli sonuçlarına bizzat Batılı düşünürler de dikkatlerimizi çekmişlerdir. “Fakat bugün hemen herkesçe bilinen bir gerçektir ki, bir uygarlık tarafından bir diğerinin uygulamalarından yapılan iktibas sınırlı ve tercih edilmiş olamaz; dışardan alınan her www.ulkuocaklari.org.tr 59 Ülkü Ocakları Eğitim Programı unsur, bir dizi sonucu da beraber getirir” (Levvis, 7). Bazen, “maskeyi insan, kabuğu da meyve diye alabiliriz. Çünkü, batılılaşmayı yönlendiren mihrak noktalarının planlı ve hedefli oldukları hususunda Levvis kesin kararlı idi. Böylece, reformlar, Avrupa kaynaklı uygulama ve yöntemlerin, Avrupa devletlerinin ısrarıyla değilse bile, teşvikiyle ve Avrupalı uzman ve danışmanların yardımıyla, Müslüman bir ülkeye zorla kabul ettirilmesi idi (Levvis, 127). Çünkü, Tanzimat öncesi sonrası Batıya yönelirken, medeniyet ve kültür değerlerimizi oluşturan İslami ve doğulu bir bakış açısıyla yenileşme hareketlerini açıklamaya çalışacağımız yerde, kendi kültür ve değerler sistemimizin oluşturduğu zihni kategori ve düşünce kalıplarımızı Batı standart norm ve değerlerine indirgemek suretiyle bir başka medeniyetin zihin kategori ve düşünce kalıplarına uyarlama yoluna gitmişizdir. Böyle bir metodoloji biçimi, kendi düşünce özelliklerimizin Batılı kalıplara dökülerek imaline izin verdiği için yaratıcılığım yitirmiş, taklitçi bir duruma düşmüştür. Oysa kendi bakış açımız ve değer inanç sistemlerimizin oluşturduğu bir metodoloji, olayları yorumlamada daha isabetli sonuçlar doğurabilirdi. Doğurabilirdi ne demek? Bizi bizde bulan, yerlilik kimliği yüksek bir milli kalkınma politikası gerçekleştirebilirdik (Türkdoğan, 1911: 148-149). Bu gerçeği Tanzimatın yeni aydınlarından İslamcı akım temsilcisi Şehbenderzadede görüyoruz. O şöyle diyordu: “Eğer biz tarihi ve irsi hallerimizi ve milli fikirlerimizi hiç nazarı dikkate almadan Avrupa’yı körü körüne taklite kalkışırsak, sosyolojinin katı kanunlarıyla çatışacağımız için muvaffak olacağımız son derece meşkuk olmakla beraber şayet muvaffak olursak, milli ve manevi simamızı kaybetmemiz diğer bir şekle isithale etmemiz icabeder. (Şekben-derzade, 15-26). Şehbenderzade’de Tasladığımız, bir toplumu ötekinden farklı olan tarih, irsi ve milli türünden kavramlar günümüz sosyal psikolojisinde fertlerde algı alanlarını oluşturan danışma çevreleri (frame of reference)dir. Bu davranış çerçevesi, bir toplumun inanç norm ve kültür önermelerinin ürünü olması sebebiyle, aynı zamanda olayları anlamlı bir biçimde kavramamızı da etkiler. Oysa, biraz önce açıkladığımız gibi, Batı metod ve tekniklerinin geliştirdiği model, Batı toplumlarının ihtiyaçları için üretilmiş ve büyük ölçüde Hıristiyan değerleriyle yüklü normları taşır. Batı sınıf olgusuna dayalıdır; buna karşılık Doğu-İslam toplum yapısı, özellikle Osmanlı toplumu kişilik ilişkilerini yansıtmaktadır. Kültür değişmesi olgusunun 19. Yüzyılda Batıda uygarlık çevresinde ağırlık kazanması, sosyoloji çalışmalarının izlenmesi neticesi kimliğine kavuşmuştur. İlkel kabileler üzerindeki antropolijik ve etnolojik incelemeler din, aile, evlenme, mülkiyet ve benzeri kurumların belirli teoriler altında yorumlanmalarına imkan sağlamıştır. Bizde antropolojik ve etnolojik çalışmalar ise 1924’te gündeme gelmiştir (Magnarella ve Türkdoğan, 1976: 263-273). Bu sebeple, bu alanda gerekli bilgi ve deneyimi bulunmayan ve Batının yayılma politikasına yabancı kalan imparatorluk, uzun süren bir bocalama dönemi geçirmiştir. Batı, özellikle Fransa Turquerie denilen “Türk hayranlığı” ideolojisini 15. ve 16. Yüzyılda başlayan biçimi ile bırakmamış, her yüzyıl pekiştirerek bütüncül (holistik) yayılma stratejisine uygun bir biçimde kullanmaya başlamıştır. Bu, Türkoloji gibi bilimsel görümün de ötesinde, bir Oryantalizm ruhu içinde yönlendirilmiştir. Nitekim, Fransız katolikliğinden ayrılıp Protestanlığı tercih eden De Rochefort’un hazırladığı iktisadi ve sınai kalkınma projesi ki bu aslında İbrahim Müteferrikanın Risale-i İslamiyesinde ileri sürülen yeniliklerin temelini oluşturur o zamanki Fransız elçisi (1716-24) Merquis de Bonnac’ın raporlarından anlıyoruz ki, kendisi Fransa politikasının bir parçasını teşkil eden kapitülasyonlar ve katolik misyonerlerin faaliyetlerini durdurmaya çalışan sadrazam Ali Paşa’yı krala: “Sedarette iki üç yıl daha kalsaydı belki de bu haklarımızı kaybedecektik” diye şikayet eder. Aynı raporunda elçi niyetini açık bir şekilde dile getirmekten çekinmemektedir: “Benim ödevim Yakın doğu’da katolikliğin yayılması (Ermeniler ve Rumlar arasında) imkanının sağlanması ve Fransız ticareti için elverişli ortamın yaratılmasıdır” (Berkes, 46). Görülüyor ki, Oryantalizm sadece sömürgeciliğin yasallığı anlamını taşımıyor, aynı zamanda Batının Doğuyu kucağına alması ve onu oryantalize etmesidir de (Sait, 72). Ancak, unutmamak gerekir ki, oryantalizm, Batının Doğuya bakış açısının bir parçası, hatta iç dinamiğidir. Bu nedenle, Oryantalizm Turquerie ve Türkoloji hareketleri gibi 19. Yüzyıldan önceki iki yüz yıl içinde ortaya çıkmamıştır. Hıristiyan Batıda oryantalizmin resmi varlığı 1312’de Viyana Kilise Konseyinin Paris, Oxford, Bolonya, Avinyon Salamaka’da Arapça, Yunanca, İbranice süryanice hakkındaki bir dizi kürsü kurulmasına ilişkin kararı ile ortaya çıkmıştır (Soither, 60 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 72). Bu oluşuma dikkatleri çekmek isterim. Batının doğuya bakışı, bir temaşa ve hayranlık değil onun da ötesinde sistematik bir planizasyon ve yönlendirmenin ürünüdür. Edward Said’e göre: “Oryantalizmin daha geniş bir anlamı vardı, oda Doğu ile Batı arasındaki ontolojik, epistemolojik ayrıma dayalı bir düşünce biçimidir. Günümüzde ise Yeni Oryantalizmin hedefi kültür düşmanlığı yapmaktadır. Bu eğilim, Amerikan sosyal Bilimler çerçevesine kadar uzanmıştır. İngilterenin doğu deneyiminin bakım felsefesi ise, liberalizm ve kilise kalıntılarına eklenmiş faydacılıktır. Bu faydacılık, oryantalist müessese ve muhtevadaki ilerleme devresi ki Avrupa’nın misli görülmemiş genişleme devresiyle çakışır olan 1815’ten 1914’e kadar Avrupa’nın sömürge hakimiyetini yeryüzü karalarının %35’inden % 85’ine çıkarmıştır” (Said, 72 Magdoff, 893-9417) Kısacası, Batıda Oryantalizmin hedefi, “Batı bilgisi ve gücü ile Doğuyu abluka altına almaktır.” Doğu’nun istila edilici de öyle yıllar süren çalışmaların sonucu değil tersine çok uzun süre örgütleşmesi 1312Viyana Kilise Konseyine dayanabilir devam eden bir iktisabdır (sadece 18001950 yılları arasında Doğu ile ilgili olarak 60 bin kadar kitap yayınlanmıştır). Batıda, doğuya yönelik her eylem bu plana göre yürütülür. Nitekim, I. Dünya Savaşından önce ve sonra Anadolu’nun paylaştırılması, İngiltere ve Fransa arasındaki ortak bir projeye dayanır. Sırf bu gaye ile 1914’de Paris’de muazzam bir basın kampanyası başlatılmıştır. Böylece, örtülü oryantalizm zamanla açık oryantalizme dönüşmüştür. (Nevakivi, 13). Görülüyor ki, Osmanlı toplumunun Batıyla olan kültür temaslarının arka planında 1312 Viyana kilise konseyinin kuruluşundan beri oryantalizm ideolojisinin izlerine rastlamak mümkündür. Gerek Tanzimat öncesi, gerekse Tanzimat sonrası girişilen kültürel iktibas veya kültürleştirme (acculturation) esnasında “verici” toplumun “alıcı” toplumun tutum ve zihniyetini etkileyici istikamette değişmeyi yönlendirdiği tezi ileri sürülebilir. Tanzimat Fermanının ilanıyla daha o zaman Le Temps Gazetesi: “...Müslüman milletinin siyasi ve sosyal rejimini, Batı devletlerinin istinat ettiği esaslar üzerine bina ettiğini” ve bu fermanın: “Büyük Avrupa ailesinin bir nevi katılma delili” olduğunu yazıyordu. (Siyavuşgil, 752). Aynı şekilde Le Siecle gazetesi 9, Kasım, 1839 tarihli sayısında Tanzimatın “Batı Medeniyetinin zaferi olduğunu ileri sürüyordu. Netice olarak, modernleşme tezi Türk toplumunda yaklaşık iki yüzyıldan beri tartışılmasına rağmen henüz belirli standartlara ulaşılmış değildir. Bunun nedeni, konuya bakış açımızda ulaşılmış değildir. Bunun nedeni, konuya bakış açımızda değişiklik yapılmasıdır. Tarihi antropolijik, askeri, politik açılardan getirilecek yorumların bir bütüncül görüş içinde yorumlanması gerekmektedir. Bu nedenle; çağdaşlaşma veya Batılı ifadesiyle modernleşmeyi, yeni dönemin bir ürünü olarak kabul edenler kadar, onu evrensellik, rasyonalizm ve pozitivzm çerçevesi içinde düşünenler de belirli bir bakış açısından konuya yaklaşmış olmaları nedeniyle bütüncüllükten uzaklaşarak Batının oltasına düşmüş sayılabilirler. Çağdaş Türk eğitimini “Kültür Atatürkçülüğü” biçiminde yorumlayan görüşler yanında, çağdaşlaşmayı püriten kimliği ile evrensellik boyutuna oturtan tezler de eleştiriye son derece açık tutulabilir. Çağdaşlaşmayı (ferdi açıdan tüm yaşantımızdaki değişme) biçiminde yorumlayan, modernleşmeyi ise toplumun dönüşümü olarak analiz eden ve bundan toplumun iktisadi ilerleme paradigmasını savunan görüşler de sonunda “Batının yaşadığını yaşamak zorunluluğuna” bizi götürmektedir. Bunun gibi, Batılılaşma modeli üzerinde Greko-latin köklere dönüş biçiminde özetleyebileceğimiz Türk Hümanizma akımı da son derece radikal bir kimliği yansıtır. Çünkü, bu teoriye göre: “Tanzimat Batı kültürünün köklerine inmesini bilmemiştir. Bilseydi işler düzelirdi. Tanzimat daha ilk gününden batı kültür ve batı medeniyetine geçmek kararını verecekti” (Ülken, 41). Yeryüzünde “tek medeniyet ve tek kültür vardır” diyen bu görüş taraftarları, İslamcılar ve Türkçüler gibi Batının tekniğini ve somut kuruluşlarını kabul etmekle yetinmeyip, onun iç evrenini de, içeriğini de benimsemekle mümkündür” tezini savunuyorlardı. Oysa, adı ne olursa olsun yenileme, Turquerie, sivilizasyon, Alafranga, Tanzimat ıslahat, medeniyet, modernleşe, çağdaşlaşma gibi dönem dönem toplum yaşantımızda yer alan bu kavramlar, temelde Doğu ve Batı karşılaşması sonucu ortaya çıkan kültürel temasların dalgalanmalarıdır. Nasıl ki, Mezopotamya uygarlığı Sümer, Eti, Asur ve Akad gibi yörede yaşayan milletlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkmışsa, çağdaşlaşma gibi oluşumlar da iki uygarlığın karşılaşmasının bir ürünüdür. www.ulkuocaklari.org.tr 61 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak, bu etkileşimde Batının payı doğuya nazaran “asla payı” olmuş ve Doğu kültürü üzerindeki etkinliğini korumuş, hatta onu biçimlendirmiştir. Batı toplumları, Orta Çağ boyunca doğu kültürünü anlamaya, tanımaya ve kavramaya çalışmışlar. Bunun için de planizasyon ve akılcılık yolunu izlemişlerdir. Kilisenin öncülüğünde İslamın Batıdaki en yakın odak noktaları olan Endülüs, kuzey Afrika ve Osmanlı İmparatorluklarıyla geniş çapta bir çeviricilik kampanyası başlatmışlardır. Bu çeviricilik Batıda bilimsel araştırmanın ilk çözüm yollarını ortaya koyacaktır. Batı Greko-Latin köklere inerek, İslamdan aldıkları malzemeleri birleştirmiş, yeni sentezlere ulaşmıştır. Dinde reform, özgür insanın tabiatı araştırmayı hedeflemesinde rol oynamıştır. Hepsinin üzerinde Rönesans ve Reformun sağladığı ortam insanı hareket merkezi haline getirmiştir. Bu da dilde ve edebiyatta, estetikte milli benliklerin tanınması gerçeğini desteklemiştir. Milli devletler hümanizma, rönesans ve reform ile başlatılan üçgenin içindedir. Milletleşme veya millet kimliğine kavuşma aynı zamanda Batının bütünleşmesine giden yolu açmıştır. Modern bilimin doğuşu, demokrasinin ortaya çıkışı, insan hakları hepsi batıda gelişmiş bulunmaktadır. Max Weber Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu adlı 1905’de yayınlanan eserinde bu unsurların özellikle Protestanlığın malı olduğu tezini ileri sürüyordu. Bu görüşlere günümüzde R. Merton da katılmıştır. O da bilimin Pietizmin esiri olduğunu iddia ediyordu. Bunun gibi Evrensel kültür ve hümanizma da Batının malı oluyordu. Batıda dünyayı Avrupalılaştırırken aynı zamanda Avrupalılığı da evrenselleştirmektedir (Morin 130). Edgar Morin, bu tezini güçlendiren görüşlerini şu şekilde özetliyordu. Ve yine belirtilmesi gereken bir başka nokta da, Avrupa’nın tek evrensellik olmadığıdır. Hıristiyanlık gibi Buzdizm ve İslam da, dünyanın neresinde olursa olsunlar bütün insanlara seslenen evrensel dinlerdir. Ama yalnız Avrupa dünyaya din dışı bir evrensellik verebilmiştir ve hümanizmin içinde gerçekten de ne enternasyonellerin ne de dünya çapında başka hareketlerin tam olarak yakalayabildikleri gizli bir evrensel din saklıdır(Morin 132). Böylece, Morin’e göre, Avrupanın ürettiği kadar orijinal şey varsa bugün bunların hepsi iyisiyle kötüsüyle evrenselleşmiştir... Bu da bir çeşit Avokrasi yani Avrupa damgalı yönetim modelidir. Aynı şekilde Armand: “Dünyanın her yerini çıldırmış Avrupa düşünceleri sarmıştır” diyordu, “hümanizma, akılcılık, bilim, teknik, millet, özgürlük, demokrasi, halkların hakları, yeryüzünde kurtuluşu vaadeden din, evren çapında girişilen kültür hareketi, önce kapitalist, sonra sosyalist sömürü bunların hepsi dünyaya Avrupadan yayılan düşünceler ve çılgınlıklardır.” Eliot da, Büyük Avrupalı idealini şöyle belirliyordu: “Bir şair büyük bir şair olmadıkça Büyük Avrupalı da olamaz” (Eliot, 230-31). Her şeyin fiyatı Batıya göredir. Bu ünlü düşünür ve şair hümanizmi de eleştiriyordu: “Hümanist dünya görüşünün tek başına kurduğu hiçbir değer ve alışkanlık yoktur. Hümanizm, ya dinin yerini alacak bir sistem olmuş veya her hangi bir dinin desteğinde varlığını sürdürmüştür. Bu nedenle hümanizm, geleneksiz, yani dine dayalı bir gelenek olmaksızın yaşayamaz. Dinsiz hümanizm yıkıcı olmuştur. Hümanizm ve din, birbirinin eşliğinde gelişmiş iki olgudur” (Eliot, 58-61) Kısacası, evrensel kültür gibi hümanizma kavramı da Batının malıdır. Batı değer ve kurumlarının bir ürünüdür. Dinin yerini alması, aşırı laikliği pompaladığı, hedonistik kültür ve pozitivizmi desteklediği için günümüzde Avokrasi diye ifade edilen batı merkezli düşüncenin de eleştirisine uğramaktadır. Bugün, bazı çevrelerin dillerden düşürmediği evrensel kültür ve hümanizma, görüldüğü üzere, batının egosantrik düşüncesinin bir ürünüdür. Kari Marx da bu gerçeği şu şekilde dile getiriyordu: “Bunlar, yani Doğulular kendilerini temsil edemiyorlar, temsil edilmeleri gerekir.” Bu bir çeşit oryantalizmdir, yani sömürgeciliğin beşinci koludur, “batının doğuyu kucağına alması ve onu sömürmesidir.” Buraya kadar ileri sürülen görüşleri bir noktada toplamak gerekirse, yaptığımız şey Batının kendi açısından doğuya bakışıdır. Yoksa batıya ait bir serzeniş değildir. Şerif Mardin’in “Çağdaşlaşma” adlı eserinden ötürü Berkese yöneltmiş olduğu “Batı Emperyalizmden önce ve sonra hunhar ve küstah Batıdır” türünden bir serzenişe burada yer verilmiş değildir. Batının ego-santrizmi; Batı’nın inanç sistemi, kültür ve değerler normu kadar tarihi gelişimin de bir ürünüdür. Bu oluşumda, İslamdoğu kültürü karşısında 12. ve 13. Yüzyıllardan itibaren bozulan medeniyet dengelerini yeniden düzenleme gibi planlı, anlamaya dayalı akılcı sistematik, parçadan ziyade bütüncüllüğü (holistik) amaçlayan bir zihniyet hakimdir. 62 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bunu çeviricilik, kültürel taşıyıcılık gibi yollarla ülkelerine nakletmişler, yeni kültür merkezleri oluşturmak suretiyle yeni sentezler meydana getirmişlerdir. Rönesans, Reform hareketleri bu sistemli çalışmanın bir yansımasıdır. Sosyal antropoloji diliyle bu süreç bir akültürasyon olayıdır. Hakim olan doğu kültürüne ait yenilikler ülkelerine aktarılmak suretiyle bilimde Gazali şüpheciliği deney ve gözlem metodları yolu ile modern bilimin ilk sentezleri oluşturulmuştur. Batı, Bizans’tan ziyade İslamın etkisiyle bilimsel gelişmenin yollarını açmıştır. Rönesans, İslam/ Doğu kültürü ile Greko-Latin diye belirlenen Antik kültür çevrelerinin Batı düşünce ve zihniyetine göre yoğrularak biçimlendirilmesidir. Rönesans’ın ilk safhasını oluşturan dil, edebiyat, sanat ve estetikte meydana getirilen yeniden doğuş hareketi daha ziyade Katolik dünyasına ait olduğu halde, daha sonraki bilimsel düşünce ve oluşumun hareket noktası Protestan dünyası olmuştur. Protestanlığın kilise babalarım ortadan kaldıran ve ferdi Tanrısı ile baş başa bırakan özgür ve bağımsız dünya görüşü modern bilimin yaratılmasında en önemli itici gücü teşkil etmiştir. Aynı şekilde haklar ve özgürlükler, devlet topraklarının bütünlüğünün sağlanması, tek bir para birimi, tek bir milli dilin yerel dillere ve lehçelere üstün kılınması, kentlerin siyasetle uğraşmaları, feodal imtiyaz sahipleri ile bölgesel hükümdarlar arasındaki güç dengesinin bölgesel hükümdarlara geçmesi imtiyaz sahiplerinin bölgesel yönetime katılım şartlarının değişime uğramış olması ve standestatın ortaya çıkması, sivil toplumun doğması gibi bir seri değişimler Batıda milletleşme (millet-yapma) sürecini desteklemiştir. Bütün bunlar, son derece Herodian bir kültürün ürünüdür. Ve bu kültür Doğu Batı sentezini başarmıştır. Bu oluşumda dinin rolü unutulmamalıdır. E Hazard’ın belirttiği gibi, Aydınlanma Çağının başlangıcını oluşturan 17. Yüzyılın ikinci yansına kadar (1650) “Avrupada eğitim görmüş kişilerin çoğunun kültürel ufkuna sorgulanamaz. İki otorite kaynağı hakim olmuştur. Kutsal kitaplar ve klasikler” (Hampson, 15-16). Descartes’in: “Tanrının bildirdiği, başka her şeyden daha kesindir” sözü modern bilim çağını açıyordu. Böylece “Felsefenin ilkeleri” adlı eserinin son sözlerinin ulaştığı her yerde, gerek tarih, gerek felsefe, gerekse teolojide, İncilin otoritesi mutlaktı. Bu zihniyet, Batıda “konaklaizm” daha sonraki dönemlerde aydınlanma çağı ve pozitivizmin doğuşunu hazırlayacaktır. Artık, bağımsız bilim araştırmaları bilimin güçlülüğü bayrağını yükseltmeye başlamıştır. J. Locke (1632-1704), aklın bu zaferi için şöyle diyordu: “Zihnimizde başkalarının fikirlerinin yüzmesiyle bir milim daha bilgilenmiş sayılamayız. Çünkü önemli olan onlara bu saygınlığı kazandıran işi, gerçekleri anlamamız gerekir. Bu da ancak kendi aklınızı kullanmakla mümkündür. Bilimde herkes kendi anladığı kadar bilir.” Aydınlanma çağının bilime yönelik felsefesi “bilimin güç olduğu” ilkesine dayanır. Bilim çağını açan Descartes Bacon ve Newton gibi Lock da görüşlerini Hıristiyanlığa uygun bir çerçeveye oturtmuştur... Hoşgörü doğal zekanın dışında insanların eşit olduğu fikri bu çizgide gelişmiştir. Ancak, bütün bu gelişmeler Viyana Kilise Konseyinin felsefesinden sapmayarak bir ve bütün Avrupa fikrini oluşturmaya yönelmiştir. Uzun süren din savaşları ve milli birlik mücadeleleri bu yüzyılın (18. Yüzyıl) ikinci yarısından sonra Batı Avrupanın birliği düşüncesini de pekiştiriyordu. Rousseau: “Artık bir Fransa Almanya, İspanya hatta İngiltere yok, yalnızca Avrupalılar var. Hepsinin zevkleri, heyecanları, yaşam biçimleri aynı” diyordu. Sterne ise Sentimental Journey adlı kitabında hemen hemen aynı düşünceleri ele alıyordu. İslam da büyük kültür ve uygarlığını Greko Latin ve Doğu kültür odaklarıyla oluşturduğu sentezle gerçekleştirmiştir. İslam “ilim müminin yitiğidir, nerede bulursa oradan alır” ilkesini getirmiştir. Bu büyük bir hoşgörü ve zihniyet meselesidir. Bu yüzden, Greko Latin kültürle sentez yapabilmiş ve Hunke’nin deyimiyle “Avrupa’nın üzerinde doğan güneş” olabilmiştir. Batının bilimsel düşüncesinin temelinde İslam vardır. İslam, Kur’an’ın tevrülüyor ki, İslam-Helenistik sentezi, Allah’ın birliği ilkesinde yeni bir yapı kazanmaktadır. Böylece, Helenistik kültür islamlaştırılmıştır. Aristo kozmolojisi İbn Sina yoluyla İslami inançlarda birleştirilmiş ve tamamiyle İslami olan bir kimliğe dönüştürülmüştür. Böylece Aristo kozmolojisini Yeni Eflatuncu şekliyle İslami prespektife uyarlamakla İbn Sina, İslami düşüncelerin temel yapısına kalıcı bir katkıda bulunabilmiştir (Nasr, 132-133). Kısacası, İslam eğitim, bilgi teorisi ve kozmolojisinde tümü ile Helenestik kültür karşısında dogmatik ve sert bir kültür yaklaşımında bulunmamış, tamamiyle yumuşak, açık ve yaklaşıma www.ulkuocaklari.org.tr 63 Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir akültürasyon sürecine katılmıştır. Bunun içinde tevhid ilkesinden hareket eden bir İslami metedoloji geliştirmiştir. Batı da; İslamla karşılaşmasında hemen hemen aynı ilkelerden hareket etmiş, Hıristiyanlıkla aklın birleşimine dayalı metodolji ve felsefi düşüncesini kurmuştur. Helenestik paganizm yerine Hıristiyan üçleme (trinity) modelini getirmiştir. Günümüzde İslamcı görüşlerin bir modernizm anlayışı vardır ki, bunlar içinde geleneksel metodoloji bize İslamın klasik yapısal dönmenin kurallarını da açıklamaktadır. Bu yöntem, bizim modernleşme/batılılaşma tezimize de ışık tutması bakımından zikredilmeye değer. Gelenekçilere göre: “Gelenek kavramı, hem vahiy yoluyla insana bildirilen kutsal olanı, hem de insanlık tarihinde bu kutsal mesajın açılması ve kendini göstermesi anlamında kullanılmaktadır. Öncelikle gelenek, kavramın tam anlamıyla dini ve onun bütün yönlerini kapsayan el dindir, olağan anlamında bir gelenek haline gelen ve ilahi modellere dayanan el sünnettir. Gelenek, tasavvufta da görüldüğü gibi geleneksel dünyadaki düşünce ve hayatın her devri, her aşaması ve her asrını asla bağlayan zincir, yani el silsiledir (Nasr; 14-15). Böyle bir metodoloji, Nasr’a göre, geleneksel İslami sadece modernizmden değil, aynı zamanda onu Batılı araştırıcılar tarafından fundamentalist veya öze dönüşcü İslam olarak adlandırılan his, hareket ve bazen düşünce spektrumundan da ayrılmasını gerektiren yeni bir anlayıştır. Görülüyor ki, geleneksel İslam metodolojik yaklaşım olarak Kur’an-ı Kerim, Allah’ın ezeli ve ebedi kelamının dünyevi bir açıklamasıdır. Böylece, fundamentalizm bir yapay gelenek-ise, hadis ve sünnet geleneksel olandır. Gelenekselcilere göre, İslam bilimi modern bilimden doğası ve özgü itibariyle farklıdır. Bodern bilim (batı bilimi)in temelini Hıristiyanlık oluşturur. Eğitim sisteminin İslamileştirilmesi, bilginin İslamileştirilmesi gibi tezler bu metodolojinin bir parçası olarak düşünülmelidir. Gellen’e göre günümüzde bu tür İslamcı akımlar, fundamentalist görüşler ortaya çıkıyorsa, bunun da nedeni teknolojinin ilerlemesi ve sanayi devriminin etkiliyeci durumudur. Bunlar, eski toplumun dayanışmacı yapısını yıkarak yerine kültürü geçiriyordu. Geleneksel-sanayi öncesi toplumlarda aile tutuyordu. Temenni ederim ki bu yaklaşım biçimleri, İslama özgü bir metodolojinin sınırlarını çizerken, ülkemizin de Batı karşısındaki durumuna bir çözüm getirebilmiş olsun. Çünkü, Gökalp’ten beri modernleşme ile Batılılaşmayı birbiriyle eşdeğer görmek bir gelenek halini almıştır. Bu husus Batı için de geçerlidir, hatta yaygınlık arzeder. Nitekim, modernleşme teorisinin en güçlü temsilcisi olan Eisenstadt’da: “Modernleşmeyi Batı Avrupada veya Kuzey Amerikada geliştirilmiş olan sosyal, iktisadi ve siyasi sistemlere yönelik bir değişme olarak” tanımlamaktadır. Evrensel kültür, Hümanizma gibi modernleşme süreci de Batının malı olarak görülür. Aynı şekilde Lerner de “Geleneksel Toplumların Geçişi” adlı eserinde modernleşmenin, geleneksel toplumdan geçişli topluma, oradan da modern topluma olmak üzere üçlü bir modeli yansıttığı inancındadır. Ona göre modernleşme çok bataryalı bir değişkendir. Okuyup yazma oranın yükselmesi, kozmopolitlik derecesinin artması, kitle iletişim araçların yoğun bir biçimde kullanılması ve nihayet empatinin yüksekliği... Bütün bunlar bir bataryalı mekanizma gibi birbirini içten etkileyerek modernleşme sürecini başlatır. Modernleşme tek boyutlu değildir. Böylece, modern bilgi, siyasi katılımın gelişmesi eğitimin yaygınlaşması ve kişisel değerlerin değişmesi, bütün bunlar aynı zamanda iktisadi büyümenin de temellerini oluşturur. Bu da Batılılaşma’nın modernleşme ile eşdeğerliği anlamını taşımaktadır. Geleneksel İslamcılar bu anlamda modernleşmeye karşıdırlar. Onlar modernleşmenin Batılılaşma ile olan eşdeğerliği karşısında Kur’an metodolijisini işletmektedirler. Bunlara göre; İslamın ilk ortaya çıkışı ve yükselişi “Asr-ı Saadet” ifade edilen kutlu yüzyıl Kurana göre oluşmuş insanın eseridir. İslam geçmişte Kur’an rehberliğinde bilim, sanat, mimari, edebiyat, siyaset, iktisadi alan da dahil olmak üzere, hemen her hususta, büyük bir medeniyetin temsilcisi olmuştur. Onu yükselten nedenleri aramak, algılamak, günümüz şartlarına göre yorumlamak tamamiyle Batıdan farklı bir metodolojiyi bir farklı açıdan yaklaşan Fazlı Rahman’ın “Dinde yenilik değil, dinin yorumunda yenilik esastır” dediği biçiminde özetlenebilir. Rahman, çağdaşlığı (modernity) bir yenileme olarak kabul etmektedir. Bu nedenle çağdaşçılık (modernizm) zorunlu olarak yenilikçiliği (reformizm) ve değişmeyi içerir. Yenilenmeden çağdaşlık düşünülemez (Rahman, 71-82). O halde, Fazlur Rahmana göre, böyle bir ortamda gerçekçi ve gelecek vadeden bir islam iki yönlü hareket etmek durumundadır: 64 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Birincisi, nazil olduğu zamanın konu ile ilgili mevcut toplumsal şartlarını göz önünde tutarak, Kuranın somut olayları işleyişinden, bir bütün olarak Kuranın hedeflediği genel hid ilkesinden hareket ederek, Greko kültürü ile İslami düşünce arasında birleşim yapabilmiştir. Öyle ki, Batı Protestanlığın Tanrı karşısında ferde sağladığı özgürlüğü bir başıboşluluk biçimine dönüştürdüğü halde İslam, tasavvuf yoluyla yükselen ferdi özgürlüğü evrenselle bütünleştirmiştir. Göve yeniliğine görememeleridir. Oysa, Batı yenileşme ve değişmenin odak noktasını oluşturmaktadır. Bu yüzden Batı gerçeğinden kaçılamaz. Hıristiyanlık da batmış değildir. Batıdan etkilenmenin iki yönü vardır. Bunlardan ilki, fikri ve sosyal bir varlık olarak bizzat Batının kendisi; ikincisi de Batıda bilim ve teknolojinin gelişmesi. Görülüyor ki, Rahman; Kur’an hedeflediği genel ilkelere doğru giderken gelenekçilerle uyum sağlamakta; reddi miras türü çağdaş yenilik ve değişmeyi reddeden görüşlere de karşı olmak suretiyle, dinde yenilik değil de, dinin yorumunda yani metodolojisinde yenilik getirmektedir. O buna tarihi metod diyordu. Sanıyoruz, bu metodoloji önemli ölçüde Batının 12. ve 13 yüzyıllarda uygulama alanına aktardığı metodolojinin bir benzerini bize hatırlatmaktadır. Batı da anlamaya, kavramaya ve planizzasyona dayalı bir yaklaşım biçimini benimsemiş, Hıristiyanlık ilkesinden hareket ederek, döneminin büyük yenilik ve değişme sürecine yönelmiştir. Reddi miras ederek veya “Doğunun hunharlığı” biçiminde reel gerçeklere olumsuz tepkide bulunmamış onu bütüncül yapısıyla anlamaya ve kavramaya çalışarak metodolojsini kurmuştur. Böylece Coomarasywamy’nin ifadesiyle “Batıyı doğululaştırmak için değil, fakat, Batıya kendi hayatının, köklerinin bilincini getirmek için doğuya dönmeyi Batı kabul etmiştir. Biz de, günümüz modernleşmesinin getirmiş olduğu yenileme ve değişmeye karşı Zealotoist bir yaklaşım içinde hareket edemeyiz. Aynı şekilde, bilim metedolojimizi sağlamadan Herodian bir kimlikle her türlü yemlik ve değişmeyi bir taklit mekanizmasıyla sürdürmeyiz. Metodolojimizin hareket noktası aslına dönmektir. Oysa taklit aslın kopyasıdır Her kopya da aslı yansıtmadığı için çirkindir. Ülkemiz, giderek globalleşen bir dünyada yaşamaktadır. Batı bilimi ve teknolojisi de güçlü ilerleme çizgisindedir. AET-AGİG ve NATO’-su ile AVO-AMERİKAN bir çemberin içindeyiz; güçsüzü, kifayetsiziz ve bilimsiziz. Bu nedenle, yapılacak iş ne geçmişimize dönmek ne de reddi miras etmektedir. Yapılacak şey, hem islamın Greko-Latinle, hem de Batının İslamla karşılaşmasında tutulan yollan izlemektir. Yani metodolojide yenilik yapmaktadır. Bunun için de akıl ile imanın uyumunu gerçekleştirmek, birini diğeri için harcamamaktır. Psalm H’de yer alan: “Tanrı korkusu hikmetin başıdır” sözü, Yeni Ahit’in 150 kutsal şarkısından biridir. Tevrat ve İncil kadar Kur’an da aynı ortak kırsal yaşantı müesseseseleşmiş bir dayanışmayı oluşturuyordu. Oysa, sanayileşme ve teknoloji bu eski yapıları yıkarak yerini kültüre bırakıyordu. Böylece yapısal dayanışma zayıflıyordu. Bu da fertler arasında gevşek bir ilişkiler sistemini ortay koyarken, kültürel bilinci de yükseltiyordu. Milliyetçilik ve dinde modernleşme (fundamentalizm) böyle bir ortamda yükseliyordu. Gellnere göre “modernleşme dinin gerilemesi değil, aksine canlanması anlamını da taşımış bulunmaktadır. Bu durum, Batı veya modernleşme karşısında İslamın vaziyet alışı gibi önemli bir yaklaşım biçiminde de ışık ilkelere doğru hareket etmektir. İkincisi genelleme düzeyinden günümüzde geçerli olan konu ile ilgili mevcut toplum şartlarını gözönünde tutarak, şu anda uygulanmak istenen özel yaşamaya doğru hareket etmektir.” İşte genel ilkeler ancak bu tarzda elde edilebilinir. Böylece KURAN METODOLOJİSİ Teo-santrik (Allah merkezli) bir toplumu hedef almış oluyor. Kuranın Hermeneutic yaklaşımı, Rahmana göre bu çizgide yorumlanmalıdır. Böylece, İslami modernizmin merkezi tezi: Temel kaynaklan oluşturan Kuran ve sünnete dayanan ve onların ışığında oluşan topyekun tarihi miras, ilmi ve rasyonel süzgeçten geçirilerek anlaşıldığı ve yorumlandığı takdirde günün problemlerini çözmeyi başarabilir. İşte İslami saf haliyle üç asır önce gündeme getirmeye çalışan İbn Teymiyye’nin öncülük ettiği ihyacılık hareketinin Rahmana göre yanılgısı, ciddi bir düşünce kısırlığı içinde bulunmaları, değişme gerçeği sembolleştirmektedirler. Akıl ve imanın uyumuna dayalı bir metodoloji, yenileşme ve değişme sürecinde iz bırakabileceğimiz tarihi miraslar göz önüne alınırsa bize göstermektedir. Bilimin ilerlemesi, doğanın sırrını çözmekle başlamıştır. Bu da ancak değerler sistemi ve inançla mümkündür. Bu nedenle bilimle değerler arasında çatışma değil uyum vardır. Nef, daha önce de belirttiğimiz gibi rönesansla başlayan sanayileşme ve bilimsel gelişmenin temelinde manevi, estetik ve ahlaki unsurların etkisi olduğunu belgeleriyle göstermiştir. Hatta Nefe göre “Medeniyetin www.ulkuocaklari.org.tr 65 Ülkü Ocakları Eğitim Programı asıl kültürel temellerinin e modern bilimin ne de modern ekonominin doğuşunda bulabilirz. Bu temellerin başlıca kaynağı Hıristiyan ahlakını geçici dünyaya sokmak ve kendini hazza vermiş bir cemiyete güzellik ile fazileti bir araya getirmek üzere kısmen başarılan çabalarıdır (Nef, 198) Aynı şekilde, daha önce Weber günümüzde de Merton ve Hill, Protestanlık ile bilimin gelişmesi arasındaki yakın alakaya dikkatlerimizi çekmişlerdir (Hill, 1964)... Bu araştırmalar, ortak nokta olarak asketik Protestanlığın bilimsel ilerlemeye yönelik sosyal tutum ve özellikle değerleri hazırladığı görüşündedirler (Becker, 23-55) Rölativite teorisinin en güçlü temsilcisi büyük bilgin Einstein da aynen dinin önemi hakkında şöyle diyordu: “Bilimsel düşünce alanında başarılı ilerlemeler elde eden herkes, varlığın yapısındaki akla uygunluk karşısında derin bir saygı duymaktadır. Anlama yoluyla kişisel umut ve arzuların çalkantılarından çok geniş ölçüde kurtulmayı başarmakta ve varlıkta cisimleşen aklın büyüklüğü önünde alçak gönüllü bir tutum kazanabilmektedir. Bu akıl, en derin yanlarıyla insanın kavrayamayacağı bir şeydir. Ancak böyle bir tutum, bana göre kelimenin en yüksek anlamında bir dindir” (Einstein, 182). Yine “bilimsiz din kör, dinsiz bilim topaldır” sözü de Einstein’a aittir. Bugün, ülkemizde hakim olan görüş sekülarize edilmiş bir bilim anlayışıdır. Bu nedenle Gibbi’in de isabetle belirttiği gibi, bilim hayatımız pozitivizmin Anıt Kabiri haline dönüşmüştür.” Bu yüzden aydının bilimsel hayatı güdükleşmiş, kalkınmamızda itici gücünü yitirmiştir. Günümüzde Pasifik Kuşağının başarısında Naisbitt “Budizmin itici gücünü” bulmaktadır. Mega Trends 2000’de bu belgeleri gözlemek mümkündür. Türkiye’nin kalkınma ve gelişme felsefesi, bilim din veya değerler sistemi arasındaki uyuma dayanmadığı sürece taklitçi olmaktan kurtulamaz. Orta Asya uygarlıklarına nazaran Selçuklular ve Osmanlıların kültür ve uygarlık alanlarında yükselişinde Türk-İslam sentezinin önemi büyüktür. Kültürel varlıklarımız, Amerika’ya kadar taşımaya çalıştığımız maddi ve manevi değerlerimiz böyle bir sentezin ürünüdür ilerleyen bilgiye ulaşabilmemiz için akıl ile imanın uyumunu sağlayan bir metodolojiyi elde etmemiz gerekir, yoksa taşıma su ile değirmen dönmez. İslam Asri Saadeti ve daha sonraki dönemlerde Doğu uygarlığının en son verilerini temsil etmek üzere Batı bilim dünyasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu da İslam’ın bilime açık uyumcu (Apolyonia) ve (Herodian) özelliklerini gösterir. Aksi takdirde İslam’da bilimin başarısını başka türlü açıklamak mümkün değildir. Nef in isabetle belirttiği üzere, rönesansla başlayan sanayileşme ve bilimsel gelişmenin temelinde nasıl Hıristiyan ahlakı rol oynamışsa, Doğu’da da İslam uygarlığının temelinde İslam dininin bilimi destekleyici gücüne belirli sınırlar içinde değinmiş bulunuyoruz. Amerika ve Türkiye üzerinde dini ve siyasi modernleşme ve dünyevileşme konusu ile ilgili 1970’lerde bir araştırma yapan Palmer Play çok dikkat çekici sonuçlar ortaya koymuştur. Jay’a göre, “Japonya’da bir milli yapı veya milli devlet anlamına gelen bir kokutai kavramı vardır ki, bunu Türkiye için ümmet kavramıyla karşılayabiliriz. Japon mitolojisinde sık sık rastlanan bu, kokutai olarak bilinmektedir. Ümmet, Allah’ın birliğine ve peygamberin müjdecisi olduğuna inananların cemaatı oluyordu.” (Jay, 163) Japon modernleşmesine, kokutai gibi ümmet de Jay’e göre, “Türkiye’nin siyasi modernleşmesinde rol oynayabilirdi. Çünkü, ümmet, insanların bir dayanışması, sosyal birliği idi. Ancak, İslam dini sembolik farklılaşma, ferdileşme ve rasyonalizasyon anlamında mit ve büyük yapısına dayalı Japon dininden daha modern olmasına rağmen Türkiye, modernleşme enerjisini Japon Şintosunda rastlanıldığı gibi, başarılı bir biçimde değerlendirmemiştir Zira, kokutai uygun bir sembol olarak siyasi alanda umumileşmeyi sağladığı halde, ümmet Türkiye’nin modernleşen elitleri tarafından özel bir alan olarak, keddedilmişti” (Jay, 174-175, 200). Bu tür örnekler, bize, İslam dininin iş ahlakını, fertlerin dünya görüşü ve davranış biçimlerini etkilemede bir güç kaynağı olduğunu göstermektedir. İslam dini, tıpkı F. Benjaminin Püritan norm düzenine benzer iş ahlakı kurallarıyla toplum katlarında İslam püritanizminin belirli sınırlar içinde artık gündeme gelmesi gerekir. Nasıl Weber’de Protestan İş Ahlakı Batıda bilimin doğmasına ve 66 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı gelişmesine neden olmuşsa aynı şekilde İslam İş Ahlakı da aynı şekilde bilimsel gelişmenin itici gücü olabilir. Japon kalkınmasını Şinto dini, Meiji döneminde bir takım milli mitler hazırlamış, Budizm aile ve devlete sadakati, Konfüçyüzm ise ahlaki dayanışmayı sağlamıştır. Kalkınmada bu tarz manevi destek unsurlarının kullanılması, iş ahlakının verimliliğini arttırmakta ve bireyi, emeği kutsallaştıracak biçimde yabancılaşmaktan kurtarmaktadır. Bu nedenle, İslamı devreden çıkarmak büyük yanılgı olmuştur. Uzun süre ülkede bilim din çatışması biçiminde bir sofızmanın gündeme gelmiş olması ve karşıt dinci akımların devletin ve akademik kurulukların Ortodoks felsefesi olarak yaygınlık kazanması, Türk pozitivizminin sancılarını meydana getirmiştir. Oysa, Guenon, Northrop, Garaudy, Lings gibi çok sayıda Batılı araştırmacılar yanında, modern fizik alanında ünlü bilim adamları, özellikle Fritjof Capra doğu mistisizmi ile modern fizik arasında son derece yakın ilişkiler bulunduğuna dikkatlerimizi çekmişlerdir (Capra, 14). Gökalp, “bir milletin kültürel şuuru, yani milli kültürü kazanmadıkça medenileşmenin mümkün olamayacağım” belirtmek suretiyle millet olma sürecinin önemine dikkatlerimizi çekiyordu. Ona göre, millet: “Termiyede, harsta (kültür) yani duygularda iştiraktir”... Tanzimatın başarısızlıkla sonuçlanmasını Gökalp henüz milli kültürü kazanmadığımız olgusuna dayandırır: Gökalp’ten sonra bu sosyal gerçek üzerinde duran ikinci düşünürümüz M. Turhan’dır. O da, ilerlemenin ve garplılaşmanın temci ilkesini millet olma (nation-huilding) gerçeğine dayandırmaktadır: “... Batıda millet olma beş asır süren içtimai ve siyasi oluş sonunda kültür bütünlüğü, milli şahsiyet ve benlik şuurunu ilk olarak idrak eden İngiltere ve Fransa olmuştur. Onun için milliyetçilik bu memleketlerde kültür bütünlüğünden, içtimai tesanütten, demokratik ve milli iradeden gelen bir benlik şuuru halinde tecelli etmiştir.” (Turhan, 410). Tarihte kurulmuş Türk devletler, Karpat’a göre: “Türklüğü bir şuur olarak ifade edemedikleri için milli devlet sayılmazlar”... Toplumumuzda milli kavramı ilk kez resmen 1912 yılında (Müdafaa-i Milliye Cemiyeti)nde kullanılmıştır. “Bu cemiyet, halkçılık akımını bir adım daha götürüyor ve daha millet kelimesi Türk anlamına gelmesi de eski Osmanlılar ve İslamlık kavramının yerine millet kavramını getirmeye çalışıyordu” (Ahmad, 139) Milletleşme süreci üzerinde büyük titizlikle duran Gökalp sosyolojisinde, milli devlet düşüncesi, ancak siyasi egemenliğin milli irade yolu ile halkın eline geçtiği parlamentarist bir sistem içinde daha çok kimliğine ulaşabilmektedir. Böylece, bir kavimi ancak kendini milli bir parlamento ile idare eden hakiki bir millet haline geldikten sonra yüksek ve samimi bir cemiyet hayatı yaşabilir. Batı uygarlığının temelinde bulunan iki ilke vardır ki, bunlar: 1) Hıristiyanlık, 2) milletleşme sürecidir. Her ikisi de, Batının ilerlemesinde önemli sıçrama taşını teşkil etmişlerdir. Biz açıkladığımız nedenlerle İslam’ı 17. Yüzyılın başlarından itibaren devreye sokamadığımızdan hatta 1924 Tevhidi Tedrisat yasasıyla eğitim ve öğretimin adı altında dini dışlamamız sonucu, bu önemli güç kaynağından uzak kalmışız. Milletleşme süreci ise ancak 1932’lerde Türk Tarih ve Türk dil Cemiyetlerinin kurulması neticesinde gündeme gelmiştir. Ancak bu milletleşme süreci de; Atatürk’ün ölümünden sonra, Türk Hümanizması denilen Greko-Latin kültürün resmileşmesiyle heyecanını kaybetmiştir. Günümüzde, eğitimdeki bu ikilik (milli köklere yönelik tarih teziyle, Helenistik dünyanın birliliğini bir fetiş haline getiren Türk Hümanizması görüşleri) yanında, Doğu bölgesindeki PKK’ya dayalı gerilla savaşları, aşiretleşme, etnikliğin bilinçlendirilmesi biçimindeki Ortodoks felsefeler milletleşme gerçeğimizi engelleyen unsurlardır. Modernleşmenin boyutları tartışılırken , veya Batılılaşma ile ilişkileri nedir tarzındaki sorulara eğilmeden diyebiliriz ki, konu tamamiyle bir kültür değişmesi sürecidir. Ülkemiz, bu değişme ortamında güçlü bir sosyal yapıyı oluşturamadan etkinlik rolünü oynayamaz. Egemen kültür, sürekli olarak kültürasyon süreciyle yayılma alanlarını zorlayacak ve zayıf bulduğu kültürleri tesir sahası altına alacaktır. Türkiye, bu açmazdan kurtulmak istiyorsa yapacağı tek şey, revitalizm diye ifade edebileceğimiz, geçmiş değerlere dönerek gelenekçi ve modernist İslamcı yorumcularda rastladığımız gibi İslamın yeniden sosyal dayanışmacı ve ilimci doğrultuda canlandırılması ve milletleşme olgusunu gerçekleştirmesiyle mümkündür. www.ulkuocaklari.org.tr 67 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Üçüncü İzmir İktisat Kongresi öteki iki kongre gibi, ne kadar Liberal sistemlere yönelirse yönelsin, devlet ne kadar küçültülürse küçülsün, gelecek kuşaklara bugün; yüz elli yıl sonra eleştirdiğimiz 1839’lu Tanzimat fermanı sonuçları üzerine yoğunlaştırılacak bir tartışmalar paketinden başka miras bırakacağımız hiçbir şey kalmayacaktır. Üçüncü İzmir İktisat Kongresi de batı anlamında iktisadi sistemimizin manevi zihniyetine yer vermemiş, kalkınmanın itici güçlerini saf dışı etmiştir. Bu da, kalkınma olgusunun holistik değil, atomize edilmiş bir biçimde görülmesinden kaynaklanmaktadır. Liberal ekonomik sistemin Batıdaki kaynaklan, eşitlik, özgürlük ve bireyci (individualist) ilkelere dayanır. Oysa, halk katlarında yaşayan İslam ise parçalanmaya, atomize edilmeye karşıdır. O, bütünleştirici, dayanışmacı cemiyet içinde cemaatçı kimliğin korunması felsefesini yansıtır. Bu farklılaşma, aslında Doğu ve batı uygarlıklarının görüş açıları ve dünya görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Batı bireyin zaferini kollektifin çöküşünde bulmaktadır. Bireyselleşmenin evrenselleşme ile eşdeğer tutulması Batının inanç ve değerler sisteminin bir ürünüdür bu nedenle, Batılılaşma veya modernleşme süreçlerinin standart ve üniter kültür oluşturması tipindeki hegemonyasına dikkat etmemiz gerekmektedir. Biz dikkat etmezsek bile yine Batılı düşünürler bu noktalarda bizleri uyandırmaktadırlar: Nitekim bugün Amerikalı sosyologların da katıldığı, modernleşmede üç ortak yanlış kavram vardır. Bu da yapıcı modernleşme yanında yıkıcı modernleşmenin önemine dikkatlerimizi çekmektedir: 1) bunlardan ilki, modernleşmenin Avrupalılaşma veya Batılılaşma ile eşitleştirilmesidir. Böyle bir görüş, değişme için kaynak ve uyarıcıların sadece Avrupa veya Batılı milletlerden geldiği ilkesine dayanır. Oysa, modernleşme eski ve yeni yolların bir sentezidir. Bu sebeple, yeni unsurların zaruri olarak Batıdan gelmesi beklenemez. 2) Modernleşme sadece faydalı olanları değil, fakat aynı zamanda çatışma acı ve zararları da ortaya koyabilir. Az gelişmiş ülkelerde AİD uzmanları, birleşik devletlerdeki görevlerine döndüklerinde modernleşmenin çift standartlı korkusunu yaşarlar. Ne zaman ıslah edilmiş bir sınai ve tarım teknolojisini uygulamaya kalktıklarında geniş aile grubunun yıkılmasını sağlayan güçleri harekete geçirmekten de korkarlar. Günümüzde aşırı çevre kirlenmesi, yeşil sahaların tüketilmesi, Ozon tabakasının delinmesi radyasyonlu gıda maddelerinin üretimi, Çernobil faciası ve Hiroşima katliamı bunlar arasındadır. Bu bakımdan, modernleşmeye yeni yaşam biçimlerinin bireyleri zaruri olarak daha iyiye yöneltmeyen sonuçlarını da kabule zorlar. Black’in de ileri sürdüğü gibi, modernleşme, aynı zamanda insan ıstırabı ve felaketi bakımından yüksek fiyata mal olan yeni fırsatlar ve umutlar için yaratıcı ve yıkıcı bir süreç olarak düşünülmelidir” (Black, 1966). Modernleşme sürecinde üçüncü yanlış da modernleşme sürecinin tek boyutlu olarak düşünülmüş olmasıdır. Oysa modernleşme tek boyutla ölçülemez. Bir insanın yüksek hayat tarzına sahip olması veya modern biçimde giyinmesi, onun zaruri olarak modern veya modernleşme yolunda olduğu anlamına gelmez. Tersine böyle bir kimse tamamen gelenekli bir kimliği de yansıtabilirdi. Bu bakımdan modernleşme bir çok unsurların karşılıklı etkileşiminin bir ürünüdür. Lerner’in deyimi ile modernleşme çok bataryalı bir değişkendir. Bu değişkenler; okuyup yazma oranının yüksek seviyede oluşu, kozmopolitlik derecesinin (yani sık sık seyahatler yapma özelliği) artması, kitle iletişim araçlarının yoğun bir biçimde kullanılması ve empatinin yüksekliği tarzında özetlenebilir. Görülüyor ki, Batı modernleşmeyi sürekli olarak kendine ait yeteneklerin bir ürünü, bir yansıması olarak algılamaktadır. Nitekim, Eistenstadt’da modernleşmeyi: “Tarihi olarak Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da geliştirilmiş olana sosyal, iktisadi ve siyasi sistemlere yönelik bir değişme süreci olarak tanımlamaktadır” Black’da modernleşmenin dört aşamalı olduğu hususuna ısrarlıdır: 1) Modernleşmenin zorlaması, yani yeniliğin ilk kez görülmesi ve algılanması, böylece fertte bir ihtiyaçlılık duygusunu meydana getirmesi; 2) Modernleştirici liderliğin sağlamlaştırılması; 3) İktisadi ve sosyal değişmelerin gerçekleştirilmesi; 4) Toplumun bütünleşmesidir” (Black, 56-74) Black de tıpkı Lerner gibi modernleşme olgusunu belirli aşamalara göre analiz etmektedir. Türk modernleşme adeta batıya bir bakış açısı tarzında algılanmıştır. Black’a göre “modernleşme her toplumun kendi gelenekleri mirası, kaynakları ve liderliği açısından değerlendirilmelidir”... 68 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Görülüyor ki, modernleşme, gelenekli yapısal sistemi anti-etik değerler olarak görmemektedir. Bir toplum, gelenekselliğini koruyabilmek kaydıyla, modernleşmeyi gerçekleştirebilir. Japonya ve Asya Pasifik Kuşağı (Dört Kaplan), buna ek olarak Malezya zikredilebilir. Malezya, İslami bir perspektif içinde Pasifik kuşağı ülkelerine kısa zamanda katılabilecek ilk İslami kimliğe sahip bir topluluk durumundadır. Bunda da İslamın kalkınmanın modus Operandi’sini teşkil etmesi önemli rol oynamaktadır. Ülkemizde Lerner’in geliştirdiği; gelenek-sel-geçişli ve modern toplum üçlü sınıflandırılması kısa zamanda benimsenmiş ve yayılma istidatı göstermiştir. Oysa, modernleşmeyi gelenekselliğin karşıtı olarak gören düşünce tarzı eleştiriye açıktır. Yüksek ölçüde dinsel yönelim ya da dindarlığın Türkiye’de kuvvetli bir gelenekçilik sembolü olarak gösteren bu grup “din ile genel olarak modernleşme arasında ters bir ilişki bulunduğu” kamsındadırlar (Kağıtçıbaşı, 23). Magneralla’ya göre, “modernleşme geleneksel halka yeni yaşam biçimleri getirmesine rağmen, gelenek ile çağdaşlığı anti-etik zıt kutuplar olarak görmemiz hususunda çok uyanık bulunmamız gerekir. Çünkü geleneksel değerler ve sosyal yapılar her zaman modernlik ile çatışma halinde olamaz. Bazı hallerde bu ikisi birbirine uygun olabilir, hatta birbirlerini karşılıklı olarak pekiştirilebilirler” (Magneralla, 8). Antropologlar, ne yazık ki modernleşmenin genel olarak benimsenilen bir sosyal kültürel teorisi olmadığı kamsındadırlar. Ancak, Smelser bu hususta Max Weber’in geleneksellik perspektivinde modelini sunmak suretiyle, Üçüncü Dünya ülkeleri için de geçerliliğini kanıtlamıştır. Smelser’e göre modernleşme a) Geleneksel güçtür, b) farklılaşma güçleri ve yeni bütünleşme güçleri arasındaki “üç karşıt” yönde düşünülebilen bir süreçtir. Bu üç unsur düşünülmeden, Smelser’e göre modernleşmeyi anlamak mümkün değildir. Gerçekte, Max Weber’de de, akli olana karşıt gelenek eylemdir. Bu tür bir gelenek, akli olana karşıt olmakla beraber değişmeye zıt olarak düşünülemez. Çünkü, Weber’e göre, gelenek, dışa yönelik davranış görünümlerinde bir seterotipten ibaret değildir; tersine tutumların ve zihinsel durumların sürekliliğini sağlayan bir keyfiyete sahiptir. Modernleşmede yüksek ölçüde sanayi toplumlarında bir çok uygulamalar geleneğe ve geleneksel normlara dayanır. Japon modernleşmesinde “Japon ruhu ve Batı bilimi” sloganını önemini unutmamak gerekir (Aso Amano, 67) böylece geleneksel değerler ile modern değerler arasında her zaman çatışmaların olabileceğini düşünmek hatalıdır. Bunu ülkemiz şartlarına uygulayan tanınmış Antropolog Magnerella göstermiştir ki, “modernleşme halka artan seçme olanaklarından birini hazırlar. Örnek olarak modern tıp ve büyüsel halk tedavileri, bir toplumda birbirleriyle çatışmadan devam edebilirler. Hatta, bir kişi bunlardan birini veya ikisini birden tercih edebilir. Bazı hallerde ise modernleşme gerçekten gelenekselleşme derecesini arttırabilir. Öyle ki, Türkiye’de ekonomik gelişme gelir artışını sağlamış ve taşıma olanaklarını ıslah etmiştir, buna karşılık gelir artışı ve taşıt olanaklarının çoğalması da giderek geleneksel bir eylem olan Hacca gitme eğiliminin Türk müslümanları arasında yayılmasını sağlamıştır” (Magneralla, 8). Aynı şekilde Susurluk araştırması Magneralla’da şu görüşlerin de canlanmasına neden olmuştur: Susurluk’da geleneksel geniş aile ve bu ailede akrabalık bağlarının yayılması, modern perakende satış işlemi ve başarılı parasal faaliyetler için etkin bir sosyal grup oluşumunu sağlamıştır.” Aynı şekilde Ernest Gellner de: “Nations and Nationalism” adlı eserinde sanayi öncesi toplumlarda daha ziyade sosyal yapının hakim olduğunu ancak sanayileşme ile bu yapıların yıkıldığını, yerine kültür kavramının geçtiğini ileri sürer. Çünkü, hızlı değişmeye ancak kültür cevap verebilirdi. Bu oluşum yani gelenekli kurumların yerine kültürün geçmesi toplumda yabancılaşma ve kimlik kaybına neden olmuş, bunun da önlenmesi için milliyetçilik ve dinin ön plana çıktığını görmekteyiz. Böylece din ve milliyetçilik, sanayi öncesi yapının sağlam rolünü, Sanayi sonrası toplumda kültüre enjekte etmek suretiyle yeni güven verici odak noktalarını belirlemektedir. Moderneşme Gellnere göre, kültür ön plana çıkarmakta, bu da fertlerde kimlik arayışı bakımından milliyetçilik duygusu ve kültürü Gellner açısından modernleşme, dini duyguların geleneksellik çizgisinde olduğu izin terk edilmesi anlamını taşımaz, tersine güç kazanmasıdır. Bu nedenle, geleneksellik ile modernleşme süreçlerini iki farklı kutup gibi düşünmek, buna dayalı modeller oluşturmak Batılı dünya görüşlerinin bir ürünüdür. Oysa kapitalist ekonomik sisteme rağmen Doğu toplumları www.ulkuocaklari.org.tr 69 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ile Batı toplumların önemli sosyal yapı farklılaşmalarını gözleyebilmekteyiz. Nitekim, Japonya ve Batı Almanya’da sosyalleşmenin bazı görünümleri üzerine Tromsdorf tarafından yürütülen karşılaştırmalı bir araştırmada, Protestan İş Ahlakının (PİA) farklı boyutlarını görmek mümkündür. Böylece sosyo-ekonomik bakımından birbirine benzer (Piyasa ekonomisine dayalı) bu iki ülkenin, hayat tarzları bakımından birbirinden tamamen farklı olduğu görülmüştür. Modernleşme hakkındaki bazı teorilere göre: “Sanayileşmenin toplumlar arasındaki benzerliği arttırdığı” tezine rağmen (İnglehart, 1977), bugün Japonya ve Almanya’nın post metaryalist değerlere sahip oldukları kanıtlanmıştır. Öyle ki, post materyalist değerlere yönelik değişmelere günümüz Japonyası’nda rastlamak mümkün değildir. (Trommsdoorf, 337-360) “Japon hükümeti tarafından 20 yılı aşan bir süreden beri milli Japon karakteri üzerinde yürütülen son derece titiz bir taramada Japon temel değerlerinde hiçbir değişme olmadığı gözlenmiştir.” (Hayashi, 1977; Suzuki; 1984, 77-108). Bu araştırmaların sonuçları yorumlandığında, piyasa ekonomisine yönelik liberal bir iktisadi sisteme sahip bulunmasına karşılık, Japonya’da grup saygınlığı ve sadakati gibi merkezi Konfüçuzyan ve Samuray değerleri hala sosyalleşme sürecinde egemen ve etkilidir”... bu da Japon toplumunda A. Gelhlen’in pek güzel ifade ettiği gibi “kurumsallaşmaktan yoksunluk” ve “sübjektivitasyon” türü bir yabancılaşmaya, kimlik yitirilmesine tanık olmamaktayız. Kısacası, modernleşme ana temasıyla Batılı sosyologlara göre, “özelden evrenselliğe açılan bir gelişmedir” (Parsons, 130) “Bu gelişmenin odak noktası, son derece gelişmiş endüstri toplumlarında az gelişmiş toplumlar üzerine bir şua gibi yayılmaktadır. Modernizasyonun, ‘bugün dünyanın büyük bir kısmınca Batılılaşma süreci olarak adlandırılmasının nedeni budur. Bu süreç sosyal bir değişme değil, aynı zamanda bir kültür empoze etme olayıdır” (Berger, 132-133) Kaynaklar 1. Baykara, Tuncer, Osmanlılarda medeniyet kavramı ve ondokuzcuncu yüzyıla dair araştırmalar, 1992, İzmir 2. Berkes, Niyazi, Türkiye’de çağdaşlaşma, 1973, Ankara 3. Bilgegil, Kaya, rönesans çağı cihan Edebiyatında Türk takdirkarlığı, 1973 4. Becker, Howard Pietism, and sicience: A Critique of Robert K, Merton’s Hypothesis, AJS, vol, 89 Nr. 5 March 1984 5. Einstein, Albert, Science and Religion, Science Nevvs Letter, Sept 1940 6. Eliot Thomas, Edebiyat üzerine düşünceler, Kültür Bak Yay. 1988 Ankara 7. Gökberg, Macitdr, Felsefenin evrimi, 1979 İst. 8. Garaudy, Rogaer, İslamın vadettikleri; sayılı Aydın, Orta Çağ bilim ve tefekküründe Türklerin yeri, TKD, Nisan, 1986 Ankara; Macit Fahri İslam Felsefe Tarihi, 1987 Hilmi. Z. Ülken, İslam düşüncesi 1946 9. Hunke, sigrid, Avrupamn üzerine doğan İslam Güneşi 1972 İstanbul 10. Hampson, Normau, aydınlanma çağı, 1991 İstanbul, Gianfranco Poggi, Çağdaş devletin gelişimi, 1991, İstanbul 11. Hill, Chrisopher, Puritanism, Capitalism and Scientific Revolution: Past and Present, 1964 12. Levend Agah, Sim, Edebiyat tarihi dersleri, 3, cilt, İst. 13. Lewis Bernard, Mlodem Türkiye’nin doğuşu, 1984, Ankara 14. Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi Makaleler, 1991, İletişim Ankara 15. Magneralla, J. Paul, And Orhan Türkdoğan The develoqment of Turkish Social Anthropology, Current Anthropology, June 1976, Vol. 17 Nr.l 16. Nalbantoğlu, Ünal Needham ve Baa bilimi üzerine, s. 4; R Guenon Doğu ve Batı, s. 55 R. Garaudy, Modern dünyanın bunalımı, s. 25 1979 Hüseyin Nsr; Batı felsefeleri ve İslam s. 79, 1985 İst; Tekeli sevim, modern bilimin doğuşunda Bizansın Etkisi s. 42,1975 147, Ankara 17. Nef, Ü. John, Sanayileşmenin kültür temelleri, 1970, Ankara 70 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 18. Nevakivi, Jukka, İngiltere, Fransa ve Arap-Ortadoğu; 1914-1929-1969 Londra zik Edward Said, Oryantalizm; 1969 19. Mozin, Edgar, Avrupayı düşünmek, 1968 İstanbul 20. Nasr, Hüseyin, İslamda düşünce ve hayat, 1988 İst. 21. Nasr, Hüseyin, modern dünyada geleneksel İslam, 1989 İst. 22. Rahman fAzlu, İslam ve çağdaşlık, 1990 Ank 23. Siyavuşgil, E. Sabri; tanzimat Fransız umumiyesinde uyandırdığı akisler, Tanzimat l, 1940 24. Said, Edvvard, Oryantalizm: Sömürgeciliğin keşif kolu; 1989 ikinci baskı 25. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslam Tarihi, Zik İsmail kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi; 1986 26. Souther, W.R. Ortaçağlarda islam üzerine görüşler 1962 Zik E. Said a.g.e s. 85 27. Thormar, İsidor,Ascetic Protestanizm and devleopment and science and techonolgy, 1952 AJS vol. 58 28. Türkdoğan Orhan, Değişme, kültür ve sosyal çözülme 1988, İstanbul 29. Türkdoğan, Orhan Bilimsel değerlendirme ve araştırma metodolojisi, 1989 İstanbul 30. Turhan mümtaz, kültür değişmeleri, 1989 İst. 31. Toynbee, Arnold Medeniyet yargılanıyor, 1980 32. Ülken, Hilmi Ziya, millet ve tarih Şuuru, 1948 ist. 33. Ahmad Feroz, İttilıad ve Terakki, 1971 34. Aso, Makoto, İkuo Amıano, Japon Eğitim sisteminin Kültürel Kaynaklan, 1986; keza Rutlı Mendict, Krizantem ve Kılıç, 1968, s. 157-168 2. Basta. Ankara 35. Black E.C, The Dynamics of modernization: A study in Comparative History, Aynı yazarın: Çağdaşlaşmanın itici güçleri 1986 s. 56-7 36. Capra, Fritzof, Fiziğin Tao’su 1991, Arıtan yayınevi; keza Capra P., Batı Düşüncesinde Dönüm nokatsı, 1989 İst. Ve Yeni bir Düşünce 1992 İst. 37. Kağıtçıbaşı, Çiğdem, sosyal değişmenin psikolojik boyutları, 1972 Ankara 38. Magnarella, J. Paul, Tradition and Change in a turkish Town 1974 39. Palmer, Parker Jay: Religion, political modernization and secularization:Casi Studies in Ameriaca, turkey and Japon Mimeo, 1970 40. Turhan, Mümtaz, Atatürk ilkeleri ve kalkınma, Bütün Eserleri, 1980 İst. 41. İngelhart, R., The silent Revolution: Changing values and political style among vvestern publics. 42. Tromsdorf, Gisela., ‘Value changes in Japon and Ger-many”, İnternational Journal of İnterculturel Relations, 7 (337-360). 43. Hayeshi, C., Japonese values: Statstical surveys and analyses, Öp. CitÇ. Kağıtçıbaşı, 1990 İnsan, aile-kültür, s. 91, . İst. 44. Suzuki T., Ways of life and social millienus in Japan and The United states: A Comparative Studry, Behavior Metrika, 15,1984 45. Parsons, Talcott, Zik Peter L. Berger, Brigitte Berfger and H. Keliner, modernleşme ve Bilinci,Çev.Cevdet Cerit, 1985, p. 130 46. P. Berger, B., Perger ve H. Keliner, a.g.e. ss. 132-133 www.ulkuocaklari.org.tr 71 Ülkü Ocakları Eğitim Programı AZINLIKLAR Alper ERTAŞ Azınlık kavramının günümüzde gerçek anlamından daha çok bir kalkan gibi kullanılmasının sonucu olarak, bilgi kirliliği oluşmuştur. Böylesine önemli olan bir kavramın anlaşılmasındaki sorunlar, akabinde zuhur edecek azınlık olgusuna ve haklarına nüksedecektir. Böylesine girdap haline gelen süreçte ortaya çıkacak bu sonuç ise kaçınılmaz olacaktır. Çok yönlülük arz eden azınlık kavramının süreç içindeki yerini doğru olarak tespit edebilmemiz için öncelikle ‘azınlık tarihçesi’nin çok iyi olarak kavranması gerekmektedir. AZINLIK TARİHÇESİ’NE BİR BAKIŞ Azınlık kavramının var olabilmesi için ilk olarak Ortaçağ’da bütünleştirici en önemli güç olan dinsel bütünlüğünün bozulması ile ortaya çıkmıştır. Toplumun yekün olarak oluşturduğu ortak değerlerin bileşenleri bu bütünlüğün birer elemanı olarak görülmelidir. Aksi takdirde çok büyük bir hata yapılır. Bu ana bütünlükteki farklılıklar ise o bütünlüğün birer zenginliğini teşkil etmektedir. Özellikle Ortaçağ Avrupası’na bakıldığında kati bir bağlamda Katolik Hıristiyan egemenliği görülmektedir. Sonrasında işleyen süreçte özellikle Almanya’da reformist hareketlerin görülmesiyle bu bütünlük sarsılmaya başlamıştır. Çatırdayan bu süreç ise Protestanlığın ortaya çıkışı ile de keskin bir biçimde bozulmuştur. Reformist hareketlerin neticesinden sonra ise Katolik Krallıklardaki protestan varlığının, Protestan Krallıklarda ise katolik varlığının korunması büyük bir sorun oluşturmuştur. İşte tam da burada “azınlık haklarının”, azınlık sorunlarının ilk örneklemleri ortaya çıkmıştır. Azınlık kavramını geliştirerek onu uluslararası hukuk ve ilişkilere sokan, Katolik ve Protestan yönetimli devletler arasında imzalanan azınlık koruma antlaşmaları oldu. Çünkü, karşı tarafta azınlığı bulunan ve kendi içerisinde de karşı tarafın azınlığı bulunan bu devletler, uzun süren savaşlarla birbirlerini imana getiremeyeceklerini anlamışlardı. Birinci ve ikinci Dünya savaşları sonrasında da, ayrımcılığın önlenmesi ve Azınlıkların korunması konuları bir bütün halinde ele alındı. 1789 Fransız Devrimi ile de din temelli olan azınlık kavramının yanına bir de ulus temelli bir azınlık kavramı eklemlenmiştir. 72 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İlerleyen süreç içindeki yerinden sapıp cinsel kimlik ve kodlamalar üzerinden de azınlık oluşturulmak istenmektedir. AZINLIK VE TÜRKLER Avrupa’nın içinde bir nebze de çözümlenen azınlık sorunu yerini Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslim tebaa temelinde suni bir soruna bırakmıştık. Osmanlı Devleti’nde mevcut olan gayrimüslimlerin korunması ve buna benzer sebepler gösterilerek, devletin iç işlerine karışılmaktaydı. Öylesine bir siyaset aracı haline getirilmişti ki, devlete müdahale etme yarışına giren güçlerin oluşturduğu tablo bir birliktelik arz etmekteydi. Özellikle Balkanlar’da Rusya, Ortadoğu Bölgesinde İngiltere, Fransa adeta Birinci Dünya Savaşı’nın taraflarını ve cephelerini gözler önüne sermekteydi. İngiltere’nin yine Balkanlar’da ki bölünme hareketlerinde de aktif bir rol oynadığı görülmekteydi. Şark Meselesi olarak da bilinen bu sürecin Türkleri, önce Avrupa, Balkanlar sonra da Anadolu’dan Orta Asya’ya ger gönderme projelerini ortaya koymuşlardır. Bu uluslararası koruma çabaları önce tek taraflı koruma fermanları (örn.1598 Nant Fermanı) ve ikili anlaşmalar (örn. 1699 Karlofça Antlaşması) biçiminde başlamış, 19.yy.’da çok taraflı antlaşmalar (örn. 1856 Paris Antlaşması) evresine geçmiş ve nihayet 1920’de Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıyla (Uluslararası örgüt güvencesinde azınlık koruması) dönemi açılmıştır. Dünya şu anda da bu evrededir ve uluslararası azınlık koruma mekanizması Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, AGİT gibi kuruluşların şemsiyesi altında yürümektedir. TÜRKİYE’DE AZINLIK KAVRAMI VE TANIMI Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da azınlık statüsü gayrimüslim topluluklar içinde sadece Yunanlar, Yahudiler ve Ermeniler için devam etmektedir. Fakat Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Müslüman nüfus Türk sayılmış ve azınlık sayılmamaktadır. Gayrimüslim olan Süryaniler azınlık statüsünde bulunmamaktadır ve diğer Müslümanlar gibi Türk sayılmıştır. BASKI UNSURU OLARAK AZINLIKLAR Günümüzde en çok tartışılan konuların başında azınlıklar gelmektedir.Uzunca bir süreden beride ülkemizde hayli tartışmalara sebep olmaktadır.Azınlık kavramını iyi anlayabilmek için önce bu kavramın tarihsel sürecini ve anlamını mercek altına almak zorundayız. Azınlık kavramı Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde toplum bilimi açısından; Bir ülkede ayrı soydan veya inançtan olan ve sayıca az bulunan topluluk,ekalliyet olarak ifade edilmektedir. Bu açıklamayı göz önüne aldığımızda ilk akla gelen soru ülkelerin azınlık olarak ifade ettikleri kavramın her toplumda aynı anlamı verip vermediği sorusudur.Kuşkusuz toplumlar açısından baktığımızda buna her toplumda aynıdır demek zordur. Bu açıdan azınlık kavramını daha iyi anlayabilmek için tarihsel süreci iyi incelemek zorundayız. Azınlık kavramı 16.y.y da Avrupa’daki reform hareketleriyle literatüre girmiştir. Avrupa’da meydana gelen din savaşlarıyla değişen sınırlar Protestan ve Katolik toplulukların bazı yerlerde azınlık durumuna düşmesine neden oldu. Her dinin kendi insanları üzerinde hakimiyet kurmak istemesi kendi toprakları dışında yaşayan din mensuplarını desteklemesine neden olmuştur. Fransız Devrimi’nden sonrada milli kimlik faktörü üzerinden yeni bir azınlık kavramı ortaya çıkarmıştır. Bu tarihten sonra azınlık kavramı din ve milliyet esası üzerinden yürümüştür. Bu dönemde Avrupalı devletler diğer devletlerin iç işlerine karışmak için bu kavramın ne kadar önemli bir yer teşkil ettiğini anlamışlardır.1815 Viyana Kongresi bunun en büyük kanıtlarından birsidir.1815’te Avrupa Devletleri Avrupa düzenini sağlamaya çalışırken kendi ülke bütünlüklerini www.ulkuocaklari.org.tr 73 Ülkü Ocakları Eğitim Programı korumak için din,dil ve ırk faktörlerini önemsememişlerdir. Fakat konu Osmanlı Devleti olunca şark meselesini ortaya atmışlardır. Kendi sınırlarını korumak isteyen Avrupa Devletleri Osmanlı sınırları içinde yaşayan toplulukları din,dil ve ırk faktörleri çerçevesinde Osmanlıya karşı kışkırtmışlardır. Bununla Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü bozmayı hedeflemişlerdir. Nitekim bu topluluklara verilen destekle Osmanlı toprak bütünlüğü yavaş yavaş bozulmaya başlamıştır. Osmanlı ise hiçbir zaman içindeki toplulukları millet faktörü üzerinden azınlık olarak görmemiştir. Sadece gayri Müslim olarak tanımlanan topluluklar vardır. Bu topluluklara da özgür ibadet hakkı ve gayrimüslim hukuku üzerinden yargılanma hakkı verilerek devlet tarafından kendi topluluklarından ayırt edilmedikleri gösterilmiştir.Bu kışkırtmalar neticesinde Osmanlı’nın Balkanlar’da toprak kaybetmesi Avrupalıları bu kartı Osmanlı üzerinde daha fazla oynamaya teşvik etti. Avrupalıların özellikle azınlık sorunun var olduğunu Osmanlıya kabul ettirmek için sürekli müdahalede bulunması bunun iyi bir baskı aracı olduğunun en büyük kanıtıdır.Osmanlıyı azınlıklar lehinde reform yapmaya zorlamak,bazı topraklarda özerklik ve bağımsızlık vermesini istemek Şark Meselesinin iç yüzünü göstermektedir. Toparlayacak olursak Şark Meselesi Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hıristiyan toplulukların Avrupalı devletler tarafından savunularak Osmanlı topraklarının paylaşma projesidir. 19. yüzyılın ortalarına geldiğimizde ise Batı dünyasının azınlık meselesi üzerinden Osmanlının iç işlerine karışması Osmanlıyı Tanzimat ve Islahat Fermanlarını ilan etmeye zorlamıştır. Bu fermanlarla Osmanlı içinde sorunların olduğunu kabul etmiş ve bunları düzeltmek istediğini ilan etmiştir. Bu da Osmanlının egemenliği açısından atılan geri adımdır. Osmanlı kapitülasyonlarında etkisiyle iç işlerine iyice karışılan bir hale gelmiştir. Özellikle bu kapitülasyonların sayesinde açılan yabancı okullar misyonerlik faaliyetleriyle azınlıkların isyan etmesinde önemli bir rol almıştır. 20. yüzyılın başına geldiğimizde ise Osmanlı Balkanlardaki topraklarının büyük çoğunluğunu kaybetmişti.Birinci Dünya Savaşına girildiğinde ise ‘millet-i sadıka’ ünvanı alan topluluklar bile Osmanlıyı sırtından vurmuştu. Çünkü Batılı Devletler çıkarları çerçevesinde Osmanlıyı çok önceden paylaşmışlar ve buna göre de azınlıkları devreye sokmuşlardır. Savaştan sonra yapılan Mondros Antlaşmasıyla bütün kontrol Avrupalı Devletlerin eline geçmiştir.Antlaşmadan sonra da ülkede bir çok azınlık cemiyeti kurulmuştur.Bu cemiyetlerin ortak özellikleriyse bağımsız devlet kurmak istemeleri,Osmanlı’nın parçalanması için faaliyet göstermeleri,antlaşma devletleri tarafından desteklenmeleri,işgali kolaylaştırmaları ve çete faaliyetleriyle halkımıza mezalim yapmalarıdır. Osmanlının her türlü imkanı vermesine rağmen bu topluluklar Osmanlıya isyan etmiştir. Ayrıca bu toplulukların zamanında Osmanlı tarafından kurtarılmasında başka bir tezatlıktır. Örneğin Yahudiler İspanya’da Katolik zulmünden Osmanlı sayesinde kurtulmuşlardır. Mondros’tan sonra 1920 de dayatılan Sevr Antlaşması’nda ki haritaya baktığımızda bu parçalanma planının 100 senedir ince ince devreye sokulduğunu anlıyoruz.1815 ‘ ten beri yapılan bütün müdahalelerin iyi bir planın parçası olduğunu açıkça görüyoruz. Bunun da en büyük maşası azınlık konusu olmuştur. Çünkü bazı topluluklar yabancı devletlere kulluk etmenin hediyesini haritada almışlardır. Sevr de öngörülen Doğu Trakya ve Batı Anadolu’nun Yunanlılara bırakılması, doğu Anadolu da ermeni devleti kurulması ve bir de Kürt devleti kurulması azınlıkların rolünü daha iyi göstermektedir. Çünkü içerisinde milli birliği sağlayamayan bir devleti içten içe yıkmak bu yüzden Avrupalılar azınlık kartını oynamayı her zaman daha ucuz ve kolay bulmuştur. Mustafa Kemal ile Türk milletinin tekrar bağımsızlığını kazanmasıyla Sevr planı suya düşmüştür. Fakat bu durumda bile azınlıkların yaptığı mezalimlerin acısı hala soğumamıştır. Milletler Cemiyetinin kurulmasıyla azınlık kavramı üç boyutlu bir hale gelmiştir. Cemiyet azınlıkları din, dil ve etnik azınlıklar olarak 3 e ayırmıştır. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti Lozan’da bu 3 durumu kabul etmeyerek sadece gayrimüslimlerin azınlık olduğunu söylemiştir. Bu da gösteriyor ki Türkiye Cumhuriyeti her türlü etnik yapıyı asli unsur olarak görmüştür. Lozan bu konuda çok önemli bir yer tutmaktadır. 19.yüzyıl başlarında beri Türk Milletinin başını ağrıtan azınlıklar sorunu Türkiye’deki bütün azınlıkların Türk vatandaşı kabul edilmesiyle sonuca ulaşmıştır. Böylelikle yabancı devletlerin Türkiye’nin iç işlerine karışması engellenmiştir. Yabancı okulların da Türk Milli Eğitim bakanlığına bağlanmasıyla diğer bir sorunda halledilmiştir. Fakat yabancı devletler azınlıklar konusunu hiçbir zaman rahat bırakmamaktadır. 74 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkiye’yi güçsüz kılmak için azınlık olduklarını iddia eden terör örgütlerine bile destek vermekten kaçınmamışlardır. ASALA ve PKK terör örgütü bunun en büyük kanıtıdır. Batı Devletlerinin bu iki örgüte her türlü desteği verdiği bilinmektedir ama aynı ülkeler aynı anda barış ve demokrasi çığırtkanlığı yapmaktadırlar. Özellikle Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’yi azınlık konusuyla kıskaca almaktadırlar. Örneğin Helsinki Zirve Deklarasyonunda çıkan sonuçlarda Türkiye’nin içinde bulundurduğu kültürel farklılıkları birer azınlık olarak kabul ettirmek gibi bir sonuç olduğunu görüyoruz. Yani sadece dinsel olarak değil etnik olarak da bir ayrılık yaratmak istiyorlar. Bir başka durumda ise 2005 yılında Avrupa Konseyinin azınlık kavramını kabul etmesini istediği Fransa buna azınlık kavramı bölünmezlik ve birlik ilkelerimize aykırıdır diyerek karşı çıktı. Bu açıdan baktığımızda Avrupa Birliği kuran bir ülkenin azınlık konusuna nasıl baktığını görüyoruz. Bu gibi bir çok örnek daha verilebilir fakat tarihsel bir karşılaştırma yaptığımızda Osmanlının son dönemlerindeki isteklerin aynısıyla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz bu yüzden daha akılcı davranmak zorundayız çünkü bir Sevr daha istemiyoruz. Bu ülkenin birliğini ve bütünlüğünü düşünen herkes bu milletin öz evladıdır.Bu ülkenin Millet anlayışı ayrıştırıcı değil birleştiricidir sonuç itibariyle anayasanın 3.maddesinin belirttiği gibi Türkiye devleti,ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.Dili Türkçedir.Ayrıca anayasanın 66.maddesinde Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ifadesi bile azınlıklar konusunda konuşmanın yersiz olduğunun kanıtıdır.Türk Milleti bu durumu kimlerin kaşıdığını iyi bilmekte ve herkesi Ne Mutlu Türk’üm demeye davet etmektedir. www.ulkuocaklari.org.tr 75 Ülkü Ocakları Eğitim Programı SEVR ve LOZAN ANTLAŞMASI Ahmet ERDOĞAN Sevr’e varıldığında durum şöyleydi: 1) Dünya, Avrupa emperyalizminin denetimine girmişti. 2) Bu emperyalizmin sıkı denetiminde bir ulus-devlet olma süreci başlamıştı. Bunların önemli bir bölümü Osmanlı’nın eski toprakları ve dolayısıyla düşmanlarıydı. 3) Osmanlı İmparatorluğu, bu süreçte kurtuluş yolunu; çok uluslu, çok dinli vs. bir yarı-feodal imparatorluğun sınırlarının ve yönetiminin mümkün olduğunca korunması olarak görüyordu. SEVR’İN İMZALANMASI ÖYKÜSÜ Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından Müttefik devletler Osmanlı İmparatorluğu ile ilk temasını, Osmanlı Delegasyonu’nu 17 Haziran 1919’daki Paris Barış Konferansı’nda Onlar Konseyi’ne katılmaya davet etmesi ile olmuştur. Bu davet üzerine İstanbul konferansa sadrazam ve Damat Ferid Paşa ile katılım göstermiştir. Ancak İstanbul temsilcilerinin gerek yaptıkları konuşma olsun gerekse verdikleri muhtıra Müttefik devletlerce şaşkınlık ve öfke ile karşılanmıştır. Çünkü İstanbul temsilcilerinin verdiği muhtıra Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarının batıda 1878 sınırlarına ve Musul dahil Rus ve İran sınırlarına kadar olan bölgenin talep edilmesi kapsıyordu. Yukarıda bahsedilen sürecin ardından Müttefik devletler 12 Şubat 1920 ila 11 Temmuz 1920 tarihleri arasında bir dizi konferans gerçekleştirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak barış görüşmelerinin taslağını oluşturmuştur. Ancak daha bu görüşmeler bitmeden oluşan taslak metin ile Osmanlı İmparatorluğu delegeleri 10 Mayıs 1920 tarihinde Sevr’e davet edilmiştir. Bu görüşmelere Osmanlı İmparatorluğu’ndan giden isimler ise şunlardır: Ayan Meclisi Başkanı, eski Sadrazamlardan Tevfik Paşa, Maarif Nazırı Fahreddin Bey ve Nafıa Nazırı Cemil Paşa. Müttefikler müzakerelere başlamadan önce belirledikleri barış koşullarını Osmanlı Heyetine bildirmiştir. Fakat başta Tevfik Paşa olmak üzere heyet önlerine konan barış taslağının şartlarını çok ağır bulmuşlar ve görüşmeleri doğrudan kesmişlerdir. Müttefiklerin ise bu hamleye karşı sert çıkışı Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’ya saldırması şeklinde tezahür etmiştir. Yapılan bu saldırıda Balıkesir, Uşak ve Bursa Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir. Yaşanan bu süreçten sonra heyet başkanlığına Tevfik Paşa’nın yerine Damat Ferit Paşa atanmıştır. Damat Ferit Paşa müttefiklerce sunulan barış taslağına yanıtı Müttefik devletler komutanlarına 76 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı iletmiştir. Ancak bu girişim de karşı taraftan gelen bir ültimatom üzerine sonuçsuz kalmıştır. 22 Temmuz 1920 günü ise Padişah VI. Vahdeddin Şura-yı Saltanat’ı toplamış ve Osmanlı’ya sunulan barış koşullarının kabulüne karar vermiştir. Bunun üzerine tam olarak 10 Ağustos 1920’de Sevr Barış Antlaşması imzalanmıştır. Şimdi ise yukarıda bahsedildiği üzere Damat Ferit Paşa başkanlığındaki heyetin verdiği yanıtı incelemek konunun tüm boyutları ile anlaşılması bağlamında gerekli görülmektedir. OSMANLI HEYETİ’NİN BARIŞ TASLAĞINA YANITI Osmanlı Heyeti’nin 1920 yılında verdiği bu yanıtın Latin harfleri ile ilk çevrilmesi 1977 yılında yapılmıştır. Verilen bu yanıt hakkında genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak ilk önce şunu belirtmeliyiz ki Osmanlı Hariciyesi’nin verdiği bu yanıt son derece onurlu bir duruş ile yazılmıştır. Nitekim bu yüzden de Müttefikler ağır bir ültimatomla cevap vermişlerdir. İkinci olarak verilen bu yanıt çok gerçekçi bir bakış açısı ile yazılmıştır. Yanıt incelendiğinde o dönem Osmanlı Hariciyesi’nin çok donanımlı olduğu göze çarpmaktadır. Özellikle yanıtta Osmanlı Heyeti’nin savları sürekli olarak uluslar arası belgelerle desteklenmiş, sık sık Batı’nın kendi silahı olan yabancı uluslar arası ilişkiler yazarlarının kitaplarına, görüşlerine atıflarda bulunulmuştur. O yüzden belge Müttefikleri kendi silahları, Batı’nın kendi kavramları ile vurması açısından son derece başarılıdır. Ayrıca yanıt metni çok sağlam bir şekilde uluslar arası hukukla da donatılmıştır. Yanıt’ın başlangıç bölümünde direkt olarak Sevr’in çelişkisine saldırılmıştır: “…Osmanlı İmparatorluğu, en sonunda, gerek iç gerek dış egemenliğin neredeyse tüm koşullarında yoksun edilmiş bulunacak ama, barış antlaşmasının ve uluslar arası yükümlülüklerin yerine getirilmesinden sorumlu olacak.” Yukarıda bahsettiğimiz gibi devamında ise dik duruşlu tutum devam ettirilmiştir: “Ya Müttefik Devletler, Türkiye’nin varlığını sürdürmesi düşüncesindedirler; böyle ise, ona yaşamak ve özgür ve sorumlu bir devlet gibi ödevlerini yerine getirmek olanağını vermek zorundadırlar. Ya da, Müttefik Devletler, Türkiye’nin ortadan kalkmasını istiyorlar; öyle ise, hükümlerini kendilerinin yürürlüğe koymaları ve savunması bile dinlenilmemiş olan hükümlüden, bu hükme imza koymasını ve uygulanması konusunda kendileriyle işbirliğinde bulunulmasını istememeleri gerekir.” Başlangıç bölümünden sonra ise “Siyasal Hükümler” bölümü gelmekte idi. Yanıt’ın bu bölümünde ise Osmanlı egemenliğinin çiğnendiği belirtilmiş ve buna çarpıcı bir örnek vermiştir. İstanbul’da tek olması gerekirken tam 8 adet makam bulunduğu belirtilip, bu makamlar liste halinde sunulmuştur: 1) Padişah, 2) Boğazlar Komisyonu, 3) İşgal Kuvvetleri Askeri Yönetimi, 4) İngiltere-Fransaİtalya Siyasi Temsilcileri, 5) Müttefiklerarası Denetleme ve Örgütlenme Askeri Komisyonları, 6) Maliye Komisyonu, 7) Osmanlı Düyun-ı Umumiye Meclisi, 8) Konsolosluk Mahkemeleri. Ayrıca Yanıt’ta Boğazlar Komisyonu’nda bazı devletlerin iki oyu bulunurken, mülkiyete sahip Osmanlı’nın temsil hakkının bile bulunmamasının mantıksızlığı belirtilmiştir. Ardından ise İzmir ve yöresinde Yunan kuvvetleri tarafından yapılmakta olan işgalin yanlışlığı yabancı kaynaklara atıflarda bulunularak şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir. Ermenistan konusunda ise Ermenistan’ın güney sınırındaki belirsiz durumun, sınırın Osmanlı tarafına doğru genişletilmesi ile giderilmesi durumunda Türk ve Kürt nüfusunun Ermeni nüfusundan fazla olacağı belirtilmiştir. Yanıt ayrıca kapitülasyonlar konusuna da değinmiş, iktisadi kapitülasyonların kaldırılmasını önerirken ve adli kapitülasyonların kaldırılmasını önermemiştir. Adli kapitülasyonlar karşısında takınılan bu durumun sebebi ise Batı’nın saldırısına karşı yine Batı tarzı hukuk sistemi ile daha kuvvetli direnebilineceğine dair görüştür. www.ulkuocaklari.org.tr 77 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ANTLAŞMANIN İNCELENMESİ A-)SINIRLAR Antlaşmanın sınırlar bölümü md.27-35 arasında düzenlenmiştir. Avrupa sınırı ile başlayacak olursak Osmanlı İmparatorluğu’nun Trakya toprakları yaklaşık olarak Karadeniz kıyısındaki Kıyıköy’den başlıyor ve Silivri’yi bile dışarıda bırakarak Büyük Çekmece’nin hemen batısında Marmara Denizi’ne ulaşacak biçimde sona eriyordu. Bu durumda, Trakya’da Osmanlı’ya kalan, yalnızca bugünkü İstanbul ilinin Rumeli bölümünün bir parçasından ibaret oluyordu. Antlaşmaya göre Gökçeada ve Bozcaada Yunanistan’a, Onikiadalar ise İtalya’ya bırakılmıştır. Yukarıda bahsedilen sınırların dışında kalan Trakya toprakları ise Marmara Denizi’ne kadar Yunanistan’a verilmiştir. Ayrıca “Boğazlar Bölgesi” olarak adlandırılan bölge ise özel statüsü ile Boğazlar Komisyonu’na bırakılmıştır. Asya sınırına bakacak olursak, burada da Suriye ve Irak’la olan güney sınırı bugünkü sınırların biraz daha güneyinden başlatılmıştır. Örneğin, Sevr’deki hükümlere göre Osmaniye, Mardin, Urfa ve Gaziantep Osmanlı sınırları dışında kalmaktaydı. Rusya sınırında ise Kars, Ardahan, Artvin, Sarıkamış ve Iğdır Osmanlı sınırları dışında bırakılmıştır. İzmir ve civarına ise özel bir statü atfedilmiştir. Antlaşmaya göre İzmir ve yöresinin mülkiyeti Osmanlı’ya bırakılırken, fiili yönetimi Yunanistan’a bırakılmıştır. Ayrıca devamında ise 5 yıl sonra bu fiili durumun hukukiye dönüşmesi için gerekli hükümler konmuştur. Özerk Kürdistan konusunda getirilen hükümlere göre ise Fırat’ın doğusunda yaşayan Kürtler için yerel özerklik kazanmaları ve sonradan bağımsızlık öngörülmüştür. B-) SİYASİ HÜKÜMLER I-) İstanbul Antlaşmada İstanbul Padişah’ın oturacağı başkent olarak tanımlanmış ve Osmanlı’ya bırakılmıştır. Ancak Osmanlı’ya bırakılmasının yanında Müttefiklerce birçok koşul getirilmiş ve bu koşulların ihlal edilmesinden doğacak bütün kararları Osmanlı şimdiden yükümlenmeyi kabul etmiştir. II-) Boğazlar ve Komisyonu Boğazların savaşta ve barışta “…bayrak ayrımı yapılmaksızın, bütün ticaret ve savaş gemileriyle askerlik ve ticaret uçaklarına açık” olacağı kabul edilmekteydi. Boğazlardaki ulaşım özgürlüğünü sağlamak için ayrıca özel yetkilerle donatılmış “Boğazlar Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır. Bu Komisyon’un yetki alanı ise boğazlar ve boğazların girişlerinin 3 mil açıklarını kapsıyor idi. Daha da önemli olan şudur ki Boğazlar Komisyonu’nun yetkileri gerektikçe kıyılar üzerinde de aktif olabilecekti. Bu komisyonun idari yapısına bakacak olursak, komisyonda ABD(eğer komisyona girmeyi kabul ederse), İngiltere, Fransa, Japonya ve eğer Milletler Cemiyetine girerse Rusya’nın ikişer oy hakkı vardı. Ancak Romanya’nın, Bulgaristan’ın ve Türkiye’nin ise sadece bir oy hakkı bulunuyordu. Ayrıca bu komisyonun kendine ait bayrağı, bütçesi ve örgütü vardı. Bunun diğer anlamı ise şudur ki bu komisyon resmen Osmanlı içinde bir başka devlet durumundaydı. III-) Kürdistan Sevr Antlaşması’nda bu konuya dair üç önemli madde vardır: md.62, md.63, md.64. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtlerin yönetimi İngilizlere verildi. Ancak Sevr’in çizdiği Osmanlı sınırları içerisinde kalan Kürtlerin yönetimi işte bu ilgili 3 madde ile saptandı. Söz konusu bu 3 maddeye göre, Kürtlere yerel özerklik verilecek ve en uygun zamanda bu özerkliğin bağımsızlığa dönüştürülmesi için Osmanlı tarafından bütün yükümlülükler yerine getirilecek. Aslında antlaşma bu husus üzerine bir çok ayrıntıya girmiştir. Fakat bu ayrıntıların burada verilmesi 78 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı konunun çok karmaşıklaşmasına yol açacağı için ilgililerin antlaşmanın 3 maddesine bakması yeterli olacaktır. IV-) İzmir O dönemde İzmir denilen bölge bugünkü İzmir ilinin tamamı ile Manisa ilinin 1/3’ünü kapsamaktaydı. Bu bölge hakkındaki sırasıyla madde 68, madde 69 ve md.71: “Türkiye’den ayrılmış topraklarla bir tutulacaktır.” “Bu topraklar Osmanlı egemenliği altında kalmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye, (…) egemenlik hakkının kullanımını Yunanistan’a aktaracaktır. Bu egemenliğin simgesi olmak üzere, Osmanlı bayrağı kentin dışındaki bir kaleye sürekli olarak çekilecektir. Bu kale Müttefik Devletlerce saptanacaktır.” “Yunan hükümeti bu topraklarda kamu düzeninin ve güvenliğinin korunması için gerekli askeri kuvvetleri bulundurmak hakkına sahip olacaktır.” V-) Ermenistan Bu hususa dair md.88 aynen şöyle diyordu: “…Osmanlı Devleti Ermenistan’ı özgür ve bağımsız bir Devlet olarak tanıdığını bildirir.” Ayrıca antlaşmanın bir diğer hükmüne göre ise Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın çizimi konusunda Osmanlı Devleti de ABD Başkanı’nın hakemliğini kabul eder. Ayrıca sınır çizilirken nereden olacağı tam belli olmamakla beraber Ermenistan’a deniz çıkışı mutlaka verilecektir. C-) AZINLIKLARIN KORUNMASI Bu bölümdeki md.143 Türk ve Yunan halklarının karşılıklı ve gönüllü göçüne ilişkin özel bir sözleşme yapılacağına ilişkindir. Bu konudaki belki de en önemli husus ise madde 144’te belirtilmiştir: “1 Ocak 1914’ten beri, yurtlarından kovulmuş, Türk soyundan olmayan Osmanlı uyrukları yurtlarına dönebileceklerdir. Bunlara ait olan taşınır ve taşınmaz mallar kimin elinde bulunurlarsa bulunsunlar, bir an önce geri verilecektir ve bu el koymalar geçmişte ve gelecekte hükümsüz olacaktır.(…) 1 Ocak 1914’ten sonra bu mallar üzerinde yapılan bütün satış işlemleriyle, hak yaratan işlemlerin geçersiz sayılması kararlaştırılmıştır.” Bu bölümdeki diğer maddelerde ise klasik olarak Osmanlı’nın azınlık okullarına haklar vereceği, yabancı diplomaları tanıyacağı vs. gibi hükümler bulunmaktadır. Ç-) ASKERİ HÜKÜMLER Sevr Antlaşması tahmin edilebileceği gibi askeri hükümler konusunda Osmanlı aleyhine çok ağır yükümlülükler getirmekteydi. Bu hükümlere göre Osmanlı Devleti sadece Padişah’ın özel koruma birlikleri ve asayiş, düzen vs. sağlamak için kolluk kuvvetlerinden hariç hiçbir silahlı kuvvet bulunduramayacaktı. Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren 6 ay içinde bu kuvvetler terhis edilecekti. Ayrıca Osmanlı’nın bütün savaş gemilerine el koyulmuş ve deniz kuvvetleri de terhis edilmiştir. D-) MALİ HÜKÜMLER Antlaşmanın bu bölümünde Müttefik Devletlerin katılımı ile oluşturulacak bir Maliye Komisyonu kurulmasına karar verilmiştir. En önemli olanı ise bu Maliye Komisyonu’na bütçeyi yapmak görevi verilmiştir. Bu komisyon bu niteliği ile Meclis-i Mebusan’ın yerini almıştır. www.ulkuocaklari.org.tr 79 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ayrıca madde 233’te bu komisyona para sürümünü düzenleme görevi verildiği için aslında komisyonun Merkez Bankası işlevini de üstüne aldığı söylenebilir. Madde 234’te ise bu komisyonun izni olmadıkça Osmanlı’nın iç ve dış borçlanmaya gidemeyeceği belirtilmiştir. Yine bu komisyonun izni olmadan hiçbir devlete Osmanlı tarafından imtiyaz verilemez. Bu komisyon ihracat ve ithalat kotalarını belirler. Görüldüğü üzere aslında Sevr’in en ağır hükümleri Mali Hükümler bölümünde yer almaktadır. Yukarıda sıralanan ağır hükümlerin yanında daha birçok yıkıcı hüküm de yer almaktadır. E-) İKTİSADİ HÜKÜMLER Bu bölümde yer alan md.261’de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kaldırılan kapitülasyonlar geri getirilmekteydi: “(…) Kapitülasyonlar rejimi, 1 Ağustos 1914’ten önce, bu rejimden doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak yararlanan Müttefik Devletler yararına yeniden kurulacak ve 1 Ağustos 1914’te bu rejimden yararlanmayan Müttefik Devlet yararına genişletilecektir.” LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI I) Lozan Barış Konferansı A) Konferans Hazırlıkları Türk Tarafının Temsili Sorunu ve Çözümü: Saltanatın Kaldırılması Ankara başından beri İstanbul hükümetinin Türkiye’yi temsil edemeyeceğini açıkladı. İstanbul hükümeti ise, Ankara hükümetinden bir temsilci seçip göndermesini, aksi halde kendilerinin Ankara için bir temsilci seçip göndereceklerini açıkladı (29 Ekim 1922 – Sadrazam Tevfik Paşa). Mustafa Kemal, bu durumu iyi değerlendirip TBMM’den ‘Osmanlı Devleti’nin yıkıldığına ve yerine yeni bir Türk devletinin doğduğuna’ ilişkin bir karar almasını istedi. Tartışmalar sırasında Mustafa Kemal, komisyonu tehdit edercesine ‘bazı kafalar kesilecektir’ deyince, komisyon mecburen (!) ikna oldu ve 2 maddelik bir yasa tasarısını hazırladı. Md 1: Ankara hükümeti Türkiye’nin tek meşru temsilcisidir. Dolayısıyla İstanbul hükümeti sonsuza dek tarihe geçmiştir. Md 2: Halife, Osmanlı hanedanı arasından TBMM tarafından seçilecektir. Tasarı kabul edildi (1 Kasım 1922). Bunun üzerine İstanbul hükümeti istifa etmiş, Ankara kazanmıştır. Padişah Vahdettin ise bir İngiliz zırhlısına sığınarak ülkeden kaçtı, İngiltere’ye iltica etti. 1926’da, İtalya’da öldü. Mezarı Şam’dadır. Çağırılan Devletler ve Türk Heyeti 1) Çağrıyı yapanlar: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya. 2) Tüm görüşmelere çağrılanlar: bir yanda Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven devleti, ABD, diğer yanda Türkiye (ama ABD gözlemci gibi davrandı, Türkiye’yle ancak 1927’de resmi ilişki kurmuştur.). 3) Boğazlar konusunda çağırılan Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti (RSFSC) – Ankara yalnız kalmamak için çağırdı; hem Boğazlar hem Batı Trakya sınırına ilişkin çağırılan Bulgaristan. 4) Ticaret ve yerleşme gibi belli konularla ilgili olarak çağrılan Belçika ve Portekiz’dir. 80 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk heyeti: en başta Baş Delege İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur, Hasan bey (SAKA) olmak üzere 33 kişi Müttefik heyetleri: Venizelos ve Curzon. Venizelos’un o sırada hiçbir resmi görevi olmadığı halde her türlü belgeyi imzalama yetkisine sahipti (Yunanistan’ın umutsuz durumunu ve Venizelos’un önemini gösteriyor). Curzon ise önemli bir diplomattı ve görüşmelere baştan sonra egemendi. Heyete Verilen Talimat (14 madde) 1) Doğu Sınırı: ‘Ermeni yurdu’ söz konusu olamaz, yoksa görüşmeler kesilir (taviz yok, yoksa savaşa devam). 2) Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek, konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa Hükümetten talimat alınacak. 3) Suriye Sınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Re’si İbn Hani’den başlayarak Harimü Müslimiye, Meskene sonra Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşacak. 4) Adalar: Duruma göre davranılacak, kıyılarımıza pek yakın olan adalar ülkemize katılacak, olmazsa Ankara’dan sorulacaktır. 5) Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacak. 6) Batı Trakya: Misak-ı Milli (yani plebisit uygulamasında ısrar edilecektir). 7) Boğazlar ve Gelibolu yarımadası: yabancı bir askeri kuvvet kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi verilecek 8) Kapitülasyonlar: kabul edilemez, görüşmeleri kesmek gerekirse gereken yapılır (taviz yok, yoksa savaşa devam) 9) Azınlıklar: Esas mübadeledir (Rum) 10) Osmanlı borçları: Bizden ayrılan ülkelere paylaştırılacak, Yunanistan’dan alınacak tamirat bedeline mahsup edilecek, olmazsa 20 yıl ertelenecek, Düyun-ı Umumiye İdaresi kaldırılacak, zorluk çıkarsa sorulacak. 11) Ordu ve donanmaya sınırlama konması söz konusu olamaz. 12) Yabancı kuruluşlar yasalarımıza uyacaklar. 13) Bizden ayrılan ülkeler için Misak-ı Milli’nin ilgili maddeleri geçerlidir. 14) İslam cemaat ve vakıflarının hakları eski anlaşmalara göre sağlanacaktır (Yunanistan). Ankara 2 konuda çok hassastı: Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar. Bu konularda heyet Ankara’ya danışma ihtiyacı bile duymadan gerekirse görüşmeleri kesme yetkisine sahipti. Batı için, Lozan konferansı, 1.Dünya Savaşı’nda yenik olsa Osmanlı’yla imzalanıyordu, oysa Ankara için, Lozan konferansı, Kurtuluş Savaşı sonucunda, yani Türklerin galip geldiği bir savaş sonucunda imzalanıyordu. Bu iki farklı mantık, Lozan’ın genel akışını değerlendirmekte önemlidir. Konferansın temel çelişkisi: Müttefikler ‘Mondros’tan geliyoruz’ diyorlardı, Türkler de ‘Mudanya’dan geliyoruz’ diyorlardı. B) Konferans’ın ve İmzalanan Bağıtların Genel Nitelikleri Konferansın Örgütlenmesi ve Genel Atmosferi www.ulkuocaklari.org.tr 81 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2 dönemde yapıldı: 21 Kasım 1922-4 Şubat 1923 – 2,5 aylık bir ara (kapitülasyonlardan dolayı) – 23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923. Bu ara verilen 2,5 ay süresinde İzmir İktisat Kongresi yapıldı. 2 önemli mesaj: yeni kurulacak devlet, sistem dışına çıkmayacak, kapitalist Batı kampında kalacak, Bolşevik Rusya’yla bir ilgisi yok; yeni devlet ‘anti-sistem’ değildi ama sisteme kendi şartlarıyla tam bağımsız bir ülke olarak katılmak istiyordu. Yabancı sermayeye açık bir devlet olacak. 3 komisyon: 1) Ülke ve askerlik sorunları için komisyon. (sınırlar, uyrukluk, azınlıklar, Boğazlar) 2) Türkiye’de yabancılara uygulanacak rejim için komisyon. (yargı yetkisi, kapitülasyonlar, imtiyazlar) (başkan İtalyan: kapitülasyoncu en eski ülke, Venedik ve Ceneviz; 12 adalar sömürgecilikte geri kaldığı için önemli) 3) Ekonomik ve Mali işler ve Osmanlı borçları (başkan Fransız: Düyun-ı Umumiye alacaklılarının çoğu Fransız vatandaşıydı) Müttefiklerin üstünlükleri karşısında Türk heyetinin 2 önemli kozu oldu: 1) Misak-ı Milli: Delegeler, bu belgeyle bağlı olduklarını, bundan fazla fedakârlık yapmaları halinde ülkeye dönüşte çok hırpalanacaklarını, üstelik antlaşmanın da TBMM’den geçme umudu olmayacağını her fırsatta ileri sürdüler. 2) Batılılaşma: Ankara’nın genel taktiği; azınlık haklarından yargı yetkisine ve imtiyazlara varıncaya kadar kendisine dayatılan hususların gereksiz olduğunu, çünkü yeni devlet kurulur kurulmaz hemen Batı tarzı yasalar ve özellikle Medeni Kanun çıkarılacağını ileri sürmekteydi. Kabul Edilen Bağıtlar Hakkında Genel Bilgi Konferansı’nın önemli konuları: (5) 1) Sınırlar: Trakya ve Boğazlar Bölgesi işgal altındaydı. SSCB-İran sınırlarında bir sorun yoktu. Yunan orduları gitmişti, İtalya ve Fransa’yla bir sorun kalmamıştı. Trakya bölgesi için bir plebisit istendi, ancak Venizelos Türkiye’nin Batı Trakya’yı kaybettiğini (1913), kendilerinin de bu bölgeyi Müttefiklerden aldığını (1920) söyleyerek cevap veriyordu. Irak sınırı tartışmaları ise tıkanmaya yol açtı. İngiltere Musul’dan vazgeçmeyeceğini gösteriyordu. 2) Boğazlar: İngiltere, Boğazlardan geçişin tamamen serbest olmasını istiyordu (Wilson ilkeleri), ancak Sovyetler, büyük devletlerin Karadeniz geçişinin mümkün olduğu kadar kısıtlanmasını talep ediyordu. Türk tezinden çok bir Sovyet-İngiliz tezi çatışması söz konusuydu. Ankara da zaten bu çatışmadan faydalanmak için Sovyetleri çağırmıştı. Ancak reel politik gereği Türkiye, İngiltere yaklaşımına daha yakın durdu, ancak Sovyetler için de Karadeniz dışı ülkelerin sınırlı girişinde ısrar etti ve öyle oldu. Yine de Sovyetler sözleşmeyi beğenmeyerek imzalamadı. 3) Kapitülasyonlar ve İmtiyazlar: bu konu konferansın 2,5 ay ara verilmesine neden oldu, ancak yine de Türkiye’nin istediği biçimde sonuçlandı. Bununla beraber, bazı ödünler verildi: gümrüklerin 5 yıl süreyle artırılamaması kabul edildi, Ekim 1914’ten önce verilmiş imtiyazlar tanındı, kabotaj hakkı ve imtiyazlar konusunda geçici ödünler verildi, sağlık-yerleşme-yargı konularında geçici egemenlik sınırlamalarına razı olundu. 4) Azınlıklar: Müttefikler ‘soy, dil, din’ olarak azınlıklardan bahsederken, Türkiye, Osmanlı geleneğine bağlı kalarak, sadece gayrimüslim azınlıkları tanıdıkları konusunda direndi ve sonunda Türk tezi kabul edildi. Müttefikler, gayrimüslimlerin bedel vermesini ve askerlik yapmamasını istediler ama sonunda bu da kabul edilmedi. Ermeni Yurdu konusu çok tartışmalı geçti ama kesin talimat almış olan Türk heyeti bu konuda da ödün vermedi. Patrikhane’nin yurt dışına çıkartılmaması için Müttefikler yalnızca ruhani yetkilerle yetinmesine razı oldular. 82 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 5) Düyun-ı Umumiye: çok tartışmalı geçtiği için tamamen halledilemedi. Türkiye, Osmanlı’dan ayrılan ülkelerinden biri olduğu için borçların bir kısmını üstlendi ancak kesin çözüm Lozan sonrasına bırakıldı. 1954’te son taksit Fransa’ya ödendi. Lozan’ın Temel Önemi (3) 1) Lozan bir eşitlik belgesidir, dayatılmamıştır (Sevr’in tam tersine). Gerçek bir müzakere ürünüdür, Milletler Cemiyeti Misakı yer almamıştır. Karşılıklı pazarlıkla ortaya çıkan bir uzlaşma metni olduğu için de, Savaş’ı bitiren antlaşmalar içinde halen bir tek o uygulanmaktadır; diğerleri ortadan kalkmıştır. 2) İktisadi bağımsızlık ve millileştirmenin ilk adımıdır: kapitülasyonların kaldırılması ve Düyunı Umumiye borçlarının ödenmesi, Türkiye’nin dışa iktisadi bağımlılıktan kurtulmak için ihtiyaç duyduğu alt yapıyı kurmaya yöneltmiştir. 3) Siyasal bağımsızlık belgesidir. Türkiye’yi bağımsız bir devlet olarak tanıyan ve bunu uluslararası planda tescil eden belgedir. Bu nedenle, Antlaşma Türkiye devletinin kurucu belgesidir. II) Barış Antlaşmasının İncelenmesi A) Siyasal Hükümler Sınırlar Batı Sınırı: Bulgaristan’ın güney sınırı, Karadeniz’den Meriç ırmağına kadar, 1919’daki BulgarYunan sınırı olarak saptandı. Edirne’yi içine almak koşuluyla, Meriç’ten sonraki sınır Türk-Yunan sınırına dönüşmekte ve Ege Denizine kadar ırmağı izlemekteydi. Türkiye-Bulgaristan-Yunanistan, 30 kilometrelik bir ‘silahtan arındırılma’ bandı kuracaklardı. Güney Sınırı: 20 Ekim 1921 Türk-Fransız Anlaşmasının saptadığı sınır kabul edildi. Hatay dışında bugünkü sınırla aynı. Irak sınırı içinse, eğer Türkiye ve İngiltere anlaşmanın yürürlüğe girmesinden 9 ay içinde bir çözüm bulamazsa, konu Milletler Cemiyetine götürülecektir (yani MC’ye kesin egemen olan İngiltere saptayacak demektir) . Adalar: Md 12-13-14: Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adaları dışındaki bütün Kuzey Ege adaları silahsızlandırmak koşuluyla Yunanistan’a verilmekteydi. Md 15: 12 adalar İtalya’ya devredilmekteydi. Kapitülasyonlar Md 28: Bütün kapitülasyonlar kaldırıldı (ekonomik, yargısal, yönetsel). Azınlıkların Korunması Md 37: bu hükümler Türkiye’yi katı bir biçimde bağlamaktadır ve hiçbir kanun, bir yönetmeliğin ve işlemin bu hükümlere aykırı bir nitelik taşıyamaz. Md 38: Türkiye’de oturan herkese (yabancılar dahil) negatif haklar verilmekteydi (hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı Türkiye garanti eder). Buradan, Müttefiklerin halen Türk topraklarında bulunan kendi vatandaşlarını güvenceye almak amacında oldukları tahmin edilebilir. Md 39: her Türk uyruğu dilediği dili kullanmakta özgürdür (ticaret, basın, toplantılar …). Yani sadece gayrimüslimler değil, her Türk vatandaşı kastediliyor. Devletin resmi dili Türkçe olsa da mahkemelerde her Türk uyruğu kendi dilini sözlü olarak kullanabilecektir. Türk heyeti bunun ‘sözlü’ olmasına önem vermiştir, yani yazılı ifade konusunda bir hak tanınmıyor. Bugün hala bu hüküm, azınlıkların dillerinin basın yayın (TV-radyo) alanında kullanıp kullanılmayacağı konusunda temel oluşturmaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr 83 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Md 40: azınlıkların okullarına hak verilmekteydi (pozitif ayrımcılık). Md 41: azınlıklar okullarında ana dilleri öğretilebilecektir, bunun için Türkiye gereken kolaylıkları sağlayacaktır. Bu hüküm, Türk dilinin öğretilmesinin zorunlu kılınmasına engel olmayacaktır. Bu okullara devlet bütçesinden pay sağlanacaktır. Md 42: aile hukuku geleneksel biçimde çözülecektir: evlilikler kilisede veya havralarda yapılabilecektir. Ancak bu hüküm, 1926’da Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle kaldırıldı. Olası bir ihlal sonucunda MC’nin ‘özel komisyonları’ bu konu hakkında karar verebilecektir. 1926’da Yunanistan MC’ye başvurdu, ancak konunun görüşülmesi gereksiz bulunmuştur. Md 43: gayrimüslim Türk uyrukları, hafta tatili günlerinde mahkemelerde hazır bulunmamaları ya da kanunun öngördüğü herhangi bir işlemi yerine getirmemeleri yüzünden haklarını yitirmeyecekler. Hafta tatili cumadan pazara alınınca bu hükmün önemi azalmıştır. Md 45: bu hükümler, Yunanistan’da yaşayan Müslüman azınlığa da tanınmıştır (karşılıklılık değil, paralel yükümlülük). Lozan’da Azınlık Kavramı, Hakları ve Uygulaması Lozan’da azınlık ‘gayrimüslimler’ olarak tanımlandı. Ancak, bu sadece Rum, Musevi ve Ermeni azınlığı kapsadığı anlamına gelmiyor. Örneğin Süryaniler ve Keldaniler de gayrimüslim olmalarına rağmen bu tür haklardan faydalanamamaktadırlar. B) Mali Hükümler Mali hükümlerden kasıt, Osmanlı’nın borçlarıydı. Borçlar 4e bölünüyordu: 1) Türkiye 2) 1912-13 Balkan savaşları sonucu olarak kendilerine Osmanlı’dan topraklar katılmış devletler 3) adalar (Yunanistan ve İtalya) 4) Osmanlı’nın Asya toprakları üzerinde kurulmuş yeni devletler (Araplar) Md 49: Borcun ödeme koşulları Paris’te kurulacak bir komisyon tarafından yapılacaktır Md 58: karşılıklı olarak tamiratlardan ve birtakım ödemelerden vazgeçmeyi öngörüyordu. Md 59: Türkiye, savaşın sorumlusu Yunanistan’dan her türlü tazminat ve tamirat almaktan vazgeçer (tıpkı Sevr’de Osmanlı’ya yapılan muamele gibi). Ancak yine de Türkiye Karaağaç’ı alacaktır. III) Konferanstaki Diğer Önemli Bağıtların İncelenmesi A) Lozan Boğazlar Sözleşmesi Md 1: Serbest geçiş ilkesi. Serbest geçişten kasıt: denizden ve havadan serbest geçiş. Md 2: Ticaret gemileri: Barış zamanında hiçbir işlem olmadan gündüz ve gece geçilebilir. Savaş zamanında: - Eğer Türkiye tarafsızsa: geçişler aynen barıştaki gibi serbest. 84 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Eğer Türkiye savaşıyorsa: tarafsız gemi ve uçaklar, düşmana yardım etmemek koşuluyla geçebilecekler, düşman gemi ve uçaklarındaysa Türkiye istediği önlemi almakta serbesttir. Savaş gemileri: Barış zamanında hiçbir işlem olmadan gündüz ve gece geçilebilir. Ancak bir kısıtlama: Karadeniz dışı bir devlet, Karadeniz’in en güçlü devletininkinden (burada SSCB kastediliyor) büyük kuvvet geçiremez. Savaş zamanında: - Eğer Türkiye tarafsızsa: geçişler aynen barıştaki gibi Eğer Türkiye savaşıyorsa: barıştaki kısıtlama geçerli olmak koşuluyla tarafsız gemilere tam serbestlik uygulanacaktı. Md 4: Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki kimi bölgeler askerden arındırılmaktaydı (1936 Montreux’de kaldırıldı). Md 10: Boğazlar Komisyonu adına bir Uluslararası Komisyon kurulacaktır. Md 18: Boğazların güvenliği tehlikeye düşerse, bu durumun Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya tarafından önleneceği hükmü getirildi. B) Yerleşmeye ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşme Türkiye’de bulunan din, öğretim, sağlık ve yardım kurumları tanınmakta, bunların parasal bakımdan Türk kurumlarıyla eşit muamele görecekleri ve Türk yasa ve yönetmeliklerine bağlı bulundurulacakları bildirmekteydi. C) Ticaret Sözleşmesi 1916 gümrük tarifesi dayatılmıştı (dolaylı yoldan). Ancak bu kısıtlama sadece 5 yıl için geçerliydi. Böylece, 1929’da dünya bunalımı çıktığı zaman bu hüküm sona ermişti ve Türkiye de gümrüklerini yükselterek kendini bunalıma karşı koruma olanağı buldu. Ç) Sağlık Sorunlarına İlişkin Bildiri Türk hükümeti, 5 yıl süreyle sınırlarının Sağlık Yönetiminin Danışmanı olarak Avrupalı 3 hekim atayacağını kabul etti. Ancak bu hekimler Türk memurları olacak ve Sağlık Bakanlığına bağlı bulunacaktı. Bu kısıtlama da 5 yıl sonra kalktı. D) Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri Türk hükümeti, 5 yıl süreyle Avrupalı hukuk danışmanları alınması niyetindedir. Ancak bu bildiri de 5 yıl sonra geçerliliğini yitirdi; zaten Türkiye hukuk reformlarının en önemlilerini bu arada yapmıştı. E) Osmanlı İmparatorluğunda Birtakım İmtiyazlara İlişkin Protokol ve Bildiri Osmanlı döneminde verilen imtiyazlar tanındı. IV) Lozan-Sevr Farkları 1) ‘Osmanlı İmparatorluğu bu konuda ileride getirilecek hükümleri şimdiden kabul etmiş sayılır’ biçimindeki açık çek Lozan’da yoktu. www.ulkuocaklari.org.tr 85 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2) Ermenistan, İzmir konusunda Lozan’da hüküm yoktur. 3) Kapitülasyonlar kaldırılmıştır. 4) Maliye Komisyonu kalkmıştır. 5) Boğazlar Komisyonu, ‘özerk’ biçimiyle kalmıştır. 6) Sevr’de azınlıklar hükümleri dönemin standartlarından çok ilersindedir. Lozan’da ise gerisindedir. Azınlık statüsü ancak gayrimüslimlere tanınmıştır. Ermenilerin dönüşüne ilişkin bir madde yoktur. Soy azınlıklarının orantılı temsiline dayanan bir seçim sistemi hükmü kaldırılmıştır. Okullara hiçbir biçimde karışmaksızın ibaresi kalkmıştır. Türkiye artık yabancı okul diplomalarını tanımak ve sahiplerinin Türkiye’de serbestçe çalışmalarını kabul etmek zorunda değildir. Türkiye; kilise, okul, adalet konularında özel buyruk ve fermanlarla verilmiş ayrıcalık ve bağışıklıkları tanımak zorunda değildir. Uluslararası güvence bakımından, Büyük Devletlere açık çek kalkmıştır; anlaşmazlık halinde Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na gidilecektir. 86 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı OSMANLI DEVLET’İNİ PAYLAŞMA PROJELERİ Atilla GÖKTUĞ Giriş Sanayi inkılâbı ve sömürgecilik dönemleriyle birlikte Doğu; özellikle de Ortadoğu ve İslâm Dünyası, Batılı Devletler nazarında büyük bir cazibe merkezi haline gelmişti. Çünkü, dünya ulaşım ve ticaret hattının en işlek noktasında yer alması, sömürgelere giden yolda son derece stratejik bir mevkide bulunması; hele de yapılan geniş çaplı araştırmalar sonucunda zengin petrol rezervlerini barındırdığının anlaşılması, sömürgeci güçler nazarında bu coğrafyayı bir kat daha vazgeçilmez kılmıştı. Öyle ki, zamanla dünyaya hakim olmanın öncelikle Ortadoğu’ya hükmetmekten geçtiği düşüncesi yaygınlık kazanır olmuştu. Bölgeye tek başına egemen olmak isteyen her bir Batılı devlet, bu uğurda pek çok taktik ve strateji geliştirmiş ve aralarında kıyasıya bir mücadeleye tutuşmuşlardır. Bütün bunların önünü açmak ve zeminini hazırlamak için de, sunî birtakım meseleler ve kavramlar üretip, bunların üzerine bina ettikleri sözde ilmi ve politik çabalarla hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır. Batılı güçler ve bilhassa İngiltere, bölgede uzun süreli bir hakimiyetin kapısını açabilmek için “Şark Meselesi” adı altında bir çok siyasi oyun tertiplemişti. Böylece, “Şark Meselesi” kılıfını giydirdikleri koloniyalist yayılma ve ekonomik emperyalizm politikalarını gerçekleştirme fırsatını elde edeceklerdi. 1815 Viyana Kongresi’nden sonra politik bir terim olarak ifade edilmeye başlanan Şark Meselesi’nin tarihî kökeni aslında oldukça eskidir. Zaman ve mekâna bağlı olarak çeşitli görünümlerde ortaya çıkan ve değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesi’nin temelinde Hıristiyan-Müslüman veya Avrupa-Osmanlı münasebeti yatmaktadır. Kavramın Avrupa’da doğduğu dikkate alınırsa, Şark Meselesi’nin esasen Avrupa’nın haçlı zihniyetiyle üstüne eğildiği yapay bir mesele olduğu kendiliğinden anlaşılır. Ancak burada hemen şunu da belirtelim ki, Osmanlılar İslâmiyet’in hamisi ve İslâm Alemi’nin lideri konumuna gelmekle Avrupa için Şark Meselesi, Osmanlı meselesi halini almıştır. Osmanlı devleti üzerinde yayılmacı emelleri olan dört büyük devlet İngiltere, Fransa, Rusya ve İngiltere, ilk defa I. Dünya Savaşı’nda aynı ittifakın içinde yer almışlardı. Üstelik bölmek, parçalamak ve topraklarına sahip olmak istedikleri Osmanlı Devleti karşı ittifakta yer almış ve savaşa girmişti. İşte bu nedenle, I. Dünya Savaşı yıllarında “İtilâf devletleri”ni oluşturan İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya değişik tarihlerde bir araya gelerek Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı amaçlayan projeleri ele almışlar ve bazı gizli paylaşım planları hazırlamışlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması dünya literatüründe “Şark meselesi” diye geçen ve Orta Doğunun konjonktürün çıkarlarına uygun bir şekilde yapılandırılması denemelerini sekteye uğrattı. Gerçekte bütün Orta Doğuyu kapsayan Şark Meselesi Türkiye’nin dışında bütün Orta Doğu’da çözülürken, Türkiye bunun dışında kaldı. Cumhuriyetin temel senedi olan Lozan Anlaşması ve devamında uluslararası arenada yaşanan gelişmeler Türkiye’nin Soğuk Savaşın sonlarına kadar bu anlamda sorunsuz kalmasına olanak tanıdı. www.ulkuocaklari.org.tr 87 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu çalışmada önce Şark Meselesi değerlendirilecek daha sonra ise Şark Meselesinin devamı niteliğinde olan Birinci Dünya Savaşı öncesi ve savaşın devam ettiği sırada yapılan Gizli Paylaşım Antlaşmaları incelenmiştir. 1- Şark Meselesi 1071 Malazgirt Meydan Muharebesinde Sultan Alparslan’ın kazandığı zafer Anadolu’nun kapılarını Türklere açmış ve Anadolu kısa zaman içinde tamamen Türk yurdu haline gelmiştir. XIII. asrın son yarısında Iran Moğollarının tazyiki altında Türkiye Selçuklu Devleti’nin çökmesinden sonra XIV. asrın başlarından itibaren Anadolu’nun kuzey, batı kısmında yeni bir Türk devleti doğdu; bu devlet kısa zamanda Balkanlara ve Anadolu’nun büyük kısmına sahip oldu ve büyük bir siyasi teşekkül olarak varlığını XX. yüzyıla kadar sürdürdü. 1071 yılında Hıristiyan Batı alemine karşı kazanılan ilk zaferden sonra Türkler Batıdaki ilerlemelerini altı asır daha devam ettirdiler. İşte bu altı asırlık mücadelede mütemadiyen mağlup olan ve savunma durumunda olan Hıristiyan alemi Türklerin ilerlemesini durduramamış ve bu mücadele Şark Meselesi’nin temelini oluşturmuştur. Zamana ve mekana bağlı olarak çeşitli tezahürlerle ortaya çıkan ve değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesinin temelinde Hıristiyan-Türk veya Avrupa-Türk münasebetleri yatmaktadır. Avrupa’yı hayli meşgul eden Şark Meselesi’ni iki kısımda inceleyebiliriz:[1] Birincisi; 1071-1683 tarihleri arasındaki dönemdir ki bu safhada Hıristiyan Batı alemi devamlı savunmada, Türkler ise taarruz halindedir. Bu dönemde Şark Meselesi’nin esaslarını Avrupalılar açısın­dan şu şekilde özetleyebiliriz: a. Türkleri Anadolu’ya sokmamak, b. Türkleri Anadolu’da durdurmak, c. Türklerin Rumeli’ye geçişini önlemek. Ancak, Avrupa’nın bütün gayretine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmişler, kısa sürede burayı vatan haline getirerek Balkanlara geçmişlerdir. 1683’de İkinci Viyana muhasarasındaki muvaffakiyetsizliği­miz Şark Meselesi’nin İkinci safhasını başlatmıştır. Bu dönemde Türkler savunma durumuna düşerken, Avrupa taarruza geçmiştir. Bu safha Osmanlı Devleti’nin sona erişine kadar devam etmiştir. Avrupa, ikinci safhada şu gayeyi gerçekleştirmeye çalışmıştır a. Balkanlardaki Hıristiyan milletleri Osmanlı hakimiyetinden kurtarmak b. Bu gerçekleşmezse Hıristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Bab-ı Ali nezdinde müdahalelerde bulunmak. c. Türkleri Balkanlardan atmak. d. Osmanlı Devleti’nin Asya toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan ekalliyetler lehine reformlar yaptırmak, muhtariyet elde etmek veya mümkünse istiklallerine kavuşmak. e. Anadolu’yu parçalamak ve Türkleri buradan çıkarmak.[2] Türkleri Balkanlardan atma hususunda sınırlı da olsa başarılı olan Batılı devletler artık oyunun son perdesi olan İstanbul’u almak ve Anadolu’yu paylaşmak için. XX. yüzyılın başlarında faaliyetlerini artırdılar. 88 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2- Büyük Devletlerin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri Osmanlı devleti üzerinde emeli bulunan büyük devletlerin başında Rusya gelmekteydi. 16891723 yıllarında hüküm süren Çar Petro’nun Rus milli bir politika olarak kazandırdığı Boğazlardan Akdeniz’e inmek siyaseti bu devletin Osmanlı Devleti üzerindeki en büyük emeli idi.[3] Rusya için Osmanlı meselesi herhangi bir yabancının eline düşmemesi lazım bir anahtar olan İstanbul ile Boğazları ele geçirmekti. Rusların bu at bazen kuzeyden gelen kumral ırkın Ortodoks kilisesinin en eskisi Ayasofya’da bir taç giyerek doğu imparatorluğunun canlandırılması şeklinde de tezahür etmektedir.[4] Bu emellerini gerçekleştirmek çalışan, Türklerin en büyük düşmanı olan Ruslar Kırım’ı alıp, Tuna boylarına kadar ilerlerken bu arada da Balkanlardaki Slavları kışkırtmak, Osmanlı hakimiyetinden çıkarmak faaliyetinde bulunuyorlardı. Bu sonucu Slavlar da ister Katolik olsun, ister Ortodoks olsun kurtuluş imkanlarının ancak Rusya tarafından sağlanabileceği görüşü gitgide yayılmış ve Rusya da bunların hamiliği rolünü üstlenmiştir.[5] Nitekim 1912-1913 Balkan Harbi’nin çıkmasında Rusya’nın bu siyasetinin büyük bir rol oynadığı malumdur. Yine I. Dünya Harbi’nin çıkmasında Osmanlı Devleti’nin bu harbe katılmasında Rusların büyük rolü olmuştur. Ruslar böylece Boğazlar üzerindeki tarihi emellerine kavuşacaklarını ümit ediyorlardı. Bu tahakkuk ettiği takdirde Anadolu dahil bütün Devletleri Rusya’nın idaresi altına alınmış ve Rusya için daima tehlike teşkil eden hür bir Türkiye ortadan kalkmış olacaktı. Fakat Rusya Bolşevik ihtilalinin çıkması bu emellerini gerçekleştirmelerine engel olmuştur.[6] İngiltere ise, Mısır ve Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek Osmanlı Rus Harbi’nden (93 Harbi) istifade ederek Kıbrıs’ta bir üs elde etmiştir. Böylece Hindistan sömürge yolunu emniyete almada köşe başlarına sahip olmuştur. Bu durumu daha kuvvetlendirmek istemektedir. Önceleri Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü savunan İngiltere XIX. yüzyılın sonlarına doğru bu politikasından vazgeçmiştir. Hafta, 1898’de İngiltere Rusya’yı Türkiye’yi nüfuz bölgelerine ayıracak bir taksim projesine katılmaya çağırdı. Buna göre Bağdat’ın kuzeyi Ruslara güneyi de İngilizlere ait olacaktır.[7] İngiltere daha sonraki gelişmeler sonucu bu politikasını bırakarak Rusya’dan ayrılmak yolunu seçmiştir. Zira, Pamir’de ve İran Körfezi istikametinde faal bir siyaset izlemeye başlayan Rusya İngiltere için tehlikeli bir rakip olma yoluna gitmiştir.[8] İngiltere için stratejik bakımdan en önemli nokta Hindistan yolu üzerindeki bulunan Irak idi. Dicle ve Fırat nehirleri üzerindeki ulaşım tamamen İngilizlerin tekelinde bulunuyordu. Aden’in İngilizler tarafından zaptından sonra Güney Anadolu’nun elde edilmesi ise İngiltere için Rusya’ya karşı bir mücadele ihtimalinden daha çok Süveyş ve Mısır’ın savunulmasında bir hareket üssü olarak gerekliydi.[9] Fransa’ya gelince, Osmanlı Devleti ile münasebetlerinden çeşitli menfaatler elde ediyordu. Fransızlar Suriye üzerine özel önem veriyorlardı. Suriye, demiryollarının özellikle Bağdat demiryolunun inşası ile önemli bir stratejik mevki kazanıyordu. Fransa bir taraftan Uzakdoğu kolonileri korumak ve nezaret etmek için Suriye sahillerinde ikmal ve yükleme limanı elde etmek isterken diğer taraftan Müslüman memleket­lerde hakimiyetini temin için İslam’ın bazı kültür merkezlerini elinde tutması gerekiyordu. Suriye’nin şehirlerinden Şam bu rolü en iyi oynaya­cak bir merkezdi.[10] Ayrıca, Fransa dokuma sanayisi için gereken maddeyi yine Güneydoğu Anadolu ve Adana bölgesinden temin edebileceğini hesaplarken, diğer taraftan ürettiği malları satmak için önemli bir pazar olarak göstermekteydi.[11] Gizli antlaşmalarda imzası olan diğer bir devlet de İtalya’dır. İtalya, milli birliğini tahakkuk ettirdikten sonra geniş bir yayıl­ma siyaseti ile Akdeniz’de faal bir siyaset takibine başladı. İtalya’nın gözü Tunus’ta idi. Fakat burada İtalyanların karşısına Fransa çıkacaktır. Zira, Fransa Cezayir’i istila etmişti, Tunus’un İtalyanların eline geçmesi demek Akdeniz’in ikiye ayrılması ve Cezayir’in tehdit affına girmesi demekti. Fransa bunu kabullenemeyerek Tunus’ta 1883’te himayesini tesis etmiştir. İtalya, Kuzey Afrika üzerindeki isteklerini tahakkuk ettiremeyince bütün faaliyetlerini Balkan Yarımadası’na ve Doğu Akdeniz’e doğru çevirmişti. Özellikle Adalar denizi üzerinde duruyordu. İtalya, daha sonra Afrika’nın kuzeyinde büyük devletlerin saldırılarından uzak kalmış olan Libya’ya yönelecektir. Ancak, İtalya Osmanlı Devleti’nin bu vilayeti üzerindeki isteklerini tahakkuk ettirebilmek için hayli Çetin diplomatik çalışmalar yapmak mecburiyetinde kalacaktır. Fransa bir antlaşma çerçevesinde İtalya’nın Trablusgarp’ta hareket serbestisini www.ulkuocaklari.org.tr 89 Ülkü Ocakları Eğitim Programı bozmamağa karar verdiğini bildirmiş, İtalya da Fas’ta Fransızların hareketine engel çıkarmamayı vaat etmiştir. 1909 yılında Rusya ile İtalya arasında imzalanan gizli Racconiği Antlaşması ile İtalya Rusya’nın Boğazlardaki menfaatini, Rusya da İtalya’nın Trablusgarp’taki menfaatlerini tanıyor­ du. Ayrıca İtalya’nın Avusturya ile yaptığı antlaşma da İtalya’ya Trablus­garp konusunda rahatlık veriyordu.[12] Sonuçta İtalya 1911’de başlattığı savaş sonunda Osmanlı Devleti ile yapılan Uşi Antlaşması ile Trablusgarp’a ve geçici olarak da Oniki adaya sahip olacaktır. İtalya’nın Türkiye üzerindeki istekleri bitme­yecek, Milli mücadele döneminde Antalya ve çevresine sahip olmaya çalışacaktır. 3- Birinci Dünya Savaşı Sırasında Osmanlı Devleti Aleyhinde Yapılan Gizli Antlaşmalar İtilaf Devletleri daha savaş sona ermeden, Osmanlı Dev­leti’nin topraklarını yukarıdaki emelleri istikametinde ne şekilde paylaşa­caklarına karar vermişlerdi. Bu düşünce etrafında bir çok gizli antlaşma imzalamışlardı. a. İstanbul Antlaşması 1915 yılı başında İngiltere ile Fransa Çanakkale’yi geçmeye çalışırken, Boğazların ve İstanbul’un elden gideceğinden endişelenen Rusya harekete geçti. Rusya’nın müttefikler üzerindeki baskılarıyla 4 Mart-10 Nisan 1915 tarihleri arasındaki beş haftalık bir süre içerisinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki notalaşma suretiyle, tek bir metne dayanmayan bir antlaşmalar demeti ortaya çıktı.[13] Türkiye’ye karşı Birinci Dünya Savaşı düzenlemelerinin ilk gizli antlaşması olarak bilinen bu antlaşma aslında o dönemin yazışma ve haberleşme sistemi içinde bir aylık bir sürede gerçekleşmiştir. Bu mektup alışverişi biçimindedir. İlk mektup 4 Mart 1915 tarihinde Petrograd’da İngiltere Büyük Elçisi Sir G. Buchanan’a Rus Dışişleri Bakanı B. Sazanof tarafından verilen bir muhtıradır. Aynı metin 6 Mart 1915’de Fransızca olarak Londra’daki Rus Elçisince Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’e sunulmuş­tur. Özet olarak bu muhtırada: İstanbul şehri, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi’nin batı kıyıları ve Midye-Enez çizgisine kadar Güney Trakya Rus İmparatorluğu’nun içine alınmadıkça, varılacak tüm çözümler eksik ve eğrelti kalacaktır, denilerek adı geçen bölgede Fransız ve Britanya özel çıkarlarına özenle saygı gösterileceği belirtiliyor.[14] Bu muhtıraya 6 Mart 1915 tarihinde Petrograd’daki İngiliz Büyük Elçisi’nin Rus Hariciye Nazırı Sazanof’a verdiği Muhtıra ile cevap verildi. Özetle bu muhtıra da İngiltere’nin Çanakkale. savaşına girme gayesinin Boğazlar’a yerleşme olmadığının, Türkiye’yi Almanya için faydasız bir hale getirmek, öte yandan da Rusya ve Britanya. aleyhine’ yönelmiş saldırı kuvvetlerini zayıflatmak amacıyla olduğu belirtilerek, İstanbul ve Boğazların geleceği hususunda Sir E. Grey’in de Sazanof gibi düşündüğünü bildirildi. Ayrıca, Yunanistan’ın Çanakkale muharebeleri esnasında yapacağı yardımın karşılığı olarak, Yunanistan’a verilecek Küçük Asya’daki topraklardan bahsedilmektedir. Buna göre; Yunanistan için, düşünülen Türkiye parçası İzmir’dir denilerek Yüce Kraliyet hükümetinin bugün için Küçük Asya’daki çıkarları (İzmir-Aydın) demiryolu üzerinde toplanmış olmasına rağmen Yüce Kraliyet Hükümeti; Fransız ve Rus Hükümetleriyle birlikte bu bölgenin Yunanistan’a verilmesine razı olmuştur denilmektedir.[15] Bu mektup üzerine Rus Dışişleri Bakanı Sazanof 7 Mart1915 ‘de Atina’daki Rus Elçisi E. F. Demidoff’a gönderdiği bir telgrafta; Yunanistan’ın Türkiye aleyhinde savaşa katılmasına karşı­lık, Küçük Asya’da geniş ölçüde mükafatlandırılacağı, fakat bu müka­fatın Rusya’nın açık denizlere çıkmasına kesinlikle mani olmayacak, şekilde olacağını ve bu noktada teşebbüslerde bulunmasını istiyordu.[16] 90 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu arada İngilizler de Rus isteklerini artık kabule hazırdılar. 12 Mart 1915’de verilen bir mektupla da; Savaşın başarılı bir sonuca ulaştırılması, Büyük Britanya ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nda başka yerlerdeki arzularının gerçekleşmesi şartıyla, İstanbul ve Boğaz­lar’a ilişkin Rus Hükümet muhtırasının kabul edileceği bildirildi..[17] 12 Nisan 1915 tarihinde Fransa’nın Petrograd Elçisi 8. Pa­lealogue da 8. Sazanof’a İngiltere’nin vermiş olduğu cevabın aynısını verdi.[18] Böylelikle İngiltere ve Fransa Ruslar’ın İstanbul şehri, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizinin batı kıyıları ve Midye-­Enez çizgisine kadar Güney Trakya, İstanbul Boğazı’nın. doğu kıyısı ile Sakarya nehri ile Izmit Körfezi’nin sonradan tesbit edilecek bir noktası arasında kalan topraklar, Marmara denizindeki adalar Rusya’ya ilhak edilecek, İmroz ve Bozcaada’nın kaderi de Rusya’ya danışılmadan tayin edilmeyecekti. Rusya’nın bu baskısı İngiltere ile Fransa’nın hoşuna gitme­mesine rağmen, müttefiklerin ortak davası için yaptığı hizmetlerden ve batı cephesinin yükünü hafifletmek için: Boğazlar ve İstanbul konusun­daki isteklerini kabul etmek zorunda kaldılar.[19] Ruslar da İngiltere’nin Asya Türkiye’sindeki özel haklarını ayrıca Osmanlı hakimiyetinden ayrılacak Arap ülkelerinin istiklalini tanı­yacaklarını Fransızların da, İskenderun Körfezi ve Toroslar’a kadar Kilikya dahil olmak üzere Suriye’nin Fransa’ya ilhakını kabul ettiğini bildirdi. Aynı günlerde ise İngilizler Çanakkale muharebelerinde Yunanistan’ın yardımını sağlamak için, Yunanlılara İzmir’i vaat ediyor­du. Britanya’nın Atina orta elçisi Elliot 12 Nisan 1915’de Müttefikler adına sunduğu bir notada şöyle diyordu; “Yunanistan’a Türklere karşı savaşa katılma bedeli olarak Ocak’ta vaadedilen Aydın vilayeti dahilindeki araziyi garanti etmeye hazır olduklarını bildirdiler. EIliot, bu bildirinin ancak harbe derhal katılmak şartıyla geçerli olduğunu da şifahen ilave ediyordu; fakat bu garanti teklifi 3 Ekim 191 5de müttefiklerin Selanik’e asker çıkarmasına karşı vaki protestodan sonra tekrarlanıp Venizelosun 5 Ekim’de düşmesinden sonra yeniden suya düştü. Bundan böyle İzmir ve hinterlandını Yunanistan lehine ipotekle takyid edilmiş telakki ediyorlardı.[20] b. Londra Antlaşması İtalya’yı İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa sokmak üzere İngiltere, Fransa ve Rusya ile İtalya arasında 26 Nisan 1915’de Londra’da yapılan antlaşmalarda, Türkiye üzerinden (İtalya’ya da) pay verildi.[21] Bu antlaşma Londra’daki İtalyan Büyük Elçisi tarafından kendi hükümeti adına Grey’le Fransız ve Rus Büyük Elçileri Paul Combon ve Benkendorf’a verilmiş ve onlarca yine hükümetleri adına kabul edilmiş bir muhtıra (memorandum) biçimindedir. Sonunda İtalya en geç bir ay içinde savaşa katılacağını söylemektedir. Böylelikle İtalya, üçlü antlaşmaya katılmış olur. İtalya aynı gün, ayrı barış yapılmayacağına dair olan 5 Eylül 1914 Londra misakına katıldığını bildiren bir ikinci belge de imzalar. Bundan sonra üçlü antlaşmaya Dörtlü Antlaşma denildiği de olur[22]. İtalya’nın savaşa katılmak için ileri sürdüğü 16 maddeden müteşekkil şartlar arasında Türk ve İtalyanları ilgilendiren hükümler şunlardır: MADDE-8. İtalya bu sırada elinde bulundurduğu Oniki Ada (Rodos vs.) üzerinde tam egemenliğe sahip olacaktır. MADDE-9. Fransa, Büyük Britanya ve Rusya, İtalya’nın Akdeniz denkliği ile ilgili olduğunu ve Asya Türkiye’sinin tamamen veya kısmen paylaşılması halinde İtalya’nın bir İtalyan-İngiliz antlaşmasına zaten konu teşkil etmiş olan hak ve menfaatlerinin bulunduğu Antalya iline yakın olarak kabul ederler. ileride İtalya’ya ayrılabilecek olan bölge, vakit gelince Fransa ve Büyük Britanya’nın var olan menfaatleri göz önünde bulundurularak sınıflandırılacaktır. www.ulkuocaklari.org.tr 91 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlı imparatorluğun un toprak bütünlüğü muhafaza edilir ve büyük devletlerin menfaat bölgelerinde değişiklikler yapılırsı, İtalyan menfaatleri de göz önünde tutulacaktır. Eğer bu savaş boyunca Fransa, Büyük Britanya ve Rusya, Asya Türkiye’sinde yerler işgal ederlerse, Antalya iline yakın olan ve yukarıda sınırlandırılmış bulunan Akdeniz bölgesi İtalya’ya bırakılacaktır. Ve onun burasını işgal etme hakkı olacaktır. MADDE-10. Lozan (Uşi) antlaşması gereğince bugün Libya’da (Trablusgarb’da) Sultan’a ait olan hak ve imtiyazlar İtalya’ya geçecek­tir[23]. İtalya, özellikle bu hükümlerden 9. maddenin yorumunu yaparken Antalya iline yakın olan Akdeniz bölgesine adilane bir pay alması cümlesinin İzmir ve hinterlandını da dahil olarak kabul etmiş ve buna dayanarak 17 Nisan 1917’deki Saint Jean de Maurienne Antlaş­ması’nda bu bölgeyi istemiş ve kabul ettirmişti. İtalya, Londra Andlaşması’nın kabul edilmesine karşılık bir ay içerisinde savaşa katılmayı taahhüt etmişti. Gerçekte İtalya 20 Mayıs 1915’de Avusturya’ya savaş ilan etti. Çanakkale muharebelerinin şiddet­lendiği bir sırada da yani 1915 Ağustosu’nda Almanya ile Osmanlı Devleti’ne[24] de savaş ilan edecektir[25]. c. Sykes-Picot Antlaşması İngiltere 21 Ekim 1915’de, o sırada devam eden Hüseyin­ Mc. Mahon yazışmasından Fransa’yı haberdar etti. Asya Türkiye’si hakkın­da iki ülkenin kendi çıkarlarını görüşmelerini önerdi. İngiltere adına Sir Mark Sykes ile Fransa adına Charles François Georges-Picot arasında yapılan görüşmeler sonunda 1916 Şubatı’nda Arap vilayetlerinin bölüşümü konusunda antlaşmaya varıldı.[26] Daha sonra Sykes ile Picot 1916 yılının Mart ayında birlikte Rusya’ya giderek, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof’la da görüşmeler yaparak bir antlaşmaya vardılar. Üçlü İtilaf Devletleri arasında yapılan Onbir Mektup[27] teatisi sonunda, Sykes-Picot Antlaşması diye bilinen metin kabul edilmiş oldu[28]. Sykes-Picot mutabakatı esas tutularak 26 Nisan 1916’da Fransa ve Rusya arasında bir antlaşma imzalanmıştı. 30 Mayıs’ta İngilizlerin de katıldığı bu antlaşma ile Osmanlıların Asya’daki toprakları bu devletler arasında taksim olunuyordu. Bu antlaşma gereğince Rusya; Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerini İngiltere, Mezopotamya’nın bütünü ile Akka ve Hayfa limanlarını, Fransa ise Suriye Kıyıları, Kilikya, Harput’u İngiliz ve Fransız nüfuz bölgelerinde bir Arap devleti veya konfederasyonu kurulacak, Filistin milletlerarası bir idareye tabi tutulacaktı[29]. İngiltere, Fransa ve Rusya Devletleri, 1916 Eylül’ünde bu antlaşmadan İtalyanları haberdar ettikleri vakit, onları kendilerine bırakı­lmış olan toprakların Fransa’nın hissesine düşenden daha az olduğunu ileri sürerek İzmir ve Mersin’in de İtalyanlara bırakılmasını istediler[30]. Petrograd’daki İtalyan Büyükelçisi Marki A. Karlotti tarafından Rusya Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şturmere 19 Kasım 1916’da bir nota vererek: İtalya’nın herhangi bir tehditle karşılaşmadığı halde kendi isteğiyle savaşa girdiğini, bunun da müttefiklerin yararına olduğunu, binaenaleyh İtalya Hükümeti’nin Akdeniz’in doğu bölümünde kuvvetlerin dengeli olmasını istediğini belirterek, Londra Antlaşması’nın, 9. maddesinin yanlış ve olumsuz bir biçimde İtalya’nın aleyhinde yorumlan­ masından çekilmesini Lord Grey’in yaptığı değişikliğin kabul edilmeyeceğini bildirdiler. Onlara göre 9. madde aşağıda yazılı üç esastan ibaret olmalıydı: 1. Akdeniz’in doğusunda, İtalya için temel ilke olan kuvvet dengesinin tamamen sağlanması. 2. İtalya için, müttefiklerin alacağı bölgeye sahalarda orantılı hakkaniyete uygun bölge ve sahaların tanınması. 3. Antalya bölgesine bitişik ve halen İtalya’nın bazı haklara sahip bulunduğu bölgeler hakkında 92 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İtalyan isteklerinin kabulü. Aydın, Konya ve Adana vilayetleri Antalya bölgesine bitişiktir­ler. Mayıs 1915’de imzalanan İtalyan-İngiliz sözleşmesiyle İtalya’ya verilen Antalya bölgesi Aydın[31] ve Konya vilayetlerinin de bazı bölümlerini kapsamaktadır. Fakat, Antalya bölgesinin bu vilayetlerle olan sınırları, adı geçen sözleşmede pratik bir tarzda tespit edilmemiştir. Halbuki Antalya’nın bütün geleceği Aydın vilayetine bağlıdır[32]. İtalyanların bu isteklerini ise Ruslar, İzmir’e sahip olan bir devletin Çanakkale Boğazını hem karadan, hem de denizden kontrol edebileceğini düşüncesiyle İzmir’in Türkler’de kalmasını daha uygun mütalaa ettiler. İngiltere’de İzmir’in İtalyanlar’a verilmesine razı olmadı. Bu razı olmayışın bir sebebi de belki oranın Yunanlar’a vaadedilmiş olması idi. Öte taraftan, Fransızlar da Mersin limanının İtalyanlar’a bırakılmasını uygun görmekte idiler. İşte tartışmaların bu şekilde sürüp gittiği sıralarda Rusya’da ihtilal olmuş ve Rus kuvvetlerinin Alman ve Avusturyalılar üzerindeki baskısı azalmıştı. Bu sebepten dolayı İngiltere ve Fransa İtalya’yı daha,çok tutmak mecburiyetini duydukları için onunla Saint Jean de Maurienne Antlaşması’nı imzaladılar[33]. d. Saint Jean de Maurienne Antlaşması Sykes-Picot Antlaşması’nın İtalya tarafından öğrenilmesin­den sonra, İtalya İtilaf Devletleri’nden aralarında yapılan gizli antlaşma­ların kendisine açıklanmasını istedi. Bunun üzerine Londra’daki Rus Büyük Elçisi Benkendorf’un Hariciye Nazırı Sazanof’a çektiği 19 Mayıs 1916 tarihli telgrafa göre İngiltere. Hariciye Nazırı Sir E.Grey İtalya’nın Londra Büyük Elçisi Imperialiye gayet dostane bir tavırla; “şayet İtalyan Hükümeti Müttefikler arasında olup bilenlerin hepsini öğrenmek istiyor­ sa, o halde durumunu bir müttefik sıfatıyla vakit kaybetmeden açıklamalı ve Almanya aleyhine derhal savaşa katılmalıdır” cevabını verdi[34]. Bu konu üzerinde uzun tartışma ve telleşmeler olur ve sonunda İtalya 28 Ağustos 1916’da Almanya’ya karşı savaşa girer. Bunu yapar yapmaz da Osmanlı İmparatorluğu’nun bölüşülmesiyle ilgili olanlarla birlikte üç bağlaşığın aralarında yaptıkları bütün gizli antlaşmaların kendisine bildirilmesini ister[35] ve 26 Nisan 1915 tarihli Londra sözleşmesinin 9. bendi gereğince Anadolu’da kendisine vaadedilen hissenin büyük Ölçüde genişletilmesine ait olmak üzere Akdeniz havalisinde Antalya vilayetine adil bir hissenin verilmesi hususunda isteklerini bildirir[36]. Bunun üzerine 19 Nisan 191 7’de İngiltere, Fransa ve İtalya Başbakanları B. Lioyd, B. Ribot ve B. Bozelli, Saint Jean de Maurienne’de toplanarak[37] İtalya’nın istekleri hakkında anlaşmaya varmışlardır. Bu toplantıda Rusya’nın bir temsilcisi yoktur. Toplantı olup bittikten sonra Rus Hükümeti’ne oraya çağrılmasının nedeni olarak işin ivediliği ve uzaklık ileri sürülecektir. Şu kadar var ki eğer çağrılsaydı bu hükümet Batı’daki Büyükelçilerinden biriyle kendisini temsil ettirebilirdi[38]. Fakat daha sonra da görüleceği gibi Paris konferansı esnasında bu anlaşmaya konulan Rus Hükümeti’nin muvaffakatı ihtirazi kaydıyla hükmünden dolayı antlaşma geçersiz sayılacaktır. Saint Jean de Maurienne Antlaşması diye bilinen metin 18 Ağustos 1917’de Londra’da 21-22 Ağustos 1917’de Paris’te (sadece İtalya ile Fransa arasında) ve 26 Eylül 1917’de yine Londra’da Fransa Büyükelçiliğinin 18 Ağustos tarihli ilk mektubudur. Paris’te Başbakana ulaştırıldığını bildiren son bir mektuptan oluşan bir mektuplar alışverişi­dir[39]. İtalya’nın Paris’teki Büyükelçisi Marki Salvago Ragi’nin Başvekili ve Hariciye Nazır: Mösyö Ribo’ya gönderdiği 21 Ağustos 1917 tarihli gizli telgrafa göre antlaşmanın Rus Hükümeti’nin muvafakatına bağlı kalmak şartıyla İzmir ile ilgili hükümleri şunlardır: 1.Fransız ve Büyük Britanya Hükümetleri arasında 9-16 Mayıs 1916 tarihiyle akdedilen www.ulkuocaklari.org.tr 93 Ülkü Ocakları Eğitim Programı antlaşmaların birinci ve ikinci maddele­rinde yazılı kararlara İtalyan hükümeti muvafakatını beyan eder. Buna karşılık Fransız ve Büyük Britanya Hükümetleri de, ekli haritada (yeşil) renkteki bölge ile (c) bölgesinin idari ve çıkarları bakımından aynı şartlar altında İtalya’ya aidiyetini tanırlar[40]. 2. Fransa’nın sömürgeleri ve himayesi altında bulunan böl­gelerin ticaretiyle ilgili hususlar ve keza Büyük Britanya ile ona bağlı bölgelerin ticaretiyle ilgili hususlar için, İtalyan Hükümeti İzmir’de serbest bir liman kurulması zorunluluğunu kendi üzerine alır[41]. Yukarıda belirtildiği gibi antlaşmanın tamamlanması için İngiliz Dışişleri Londra’daki Fransız Büyük Elçiliği’nde B.de Fleuriau’ya Paris’teki İtalyan Büyük Elçiliğinden B. Salvago Raggi imzasıyla Fransız Dışişleri Bakanlığı’na eş manada mektuplar gönderilerek, karşılıklı olarak antlaşmayı kabul ettiklerini hem de antlaşmanın gizli kalması icab ettiğini birbirlerine bildirmişlerdir. Böylelikle 17 Nisan 1917 tarihli Saint Jean de Maurienne uzlaşmasıyla İtalya’nın Anadolu’daki hak iddiaları aydınlatılıyor ve Aydın ile İzmir’in İtalya’ya verilmesi kabul ediliyordu[42]. 4- Birinci Dünya Savaşının Sonu Mondros Mütarekesi a. Mütareke Öncesi Faaliyetler Talat Paşa yerine Sadrazamlığa getirilen ve ilk-defa milliyetçi unsurlara kabinesinde yer veren İzzet Paşa, memleketin içinde bulundu­ğu kritik durumu göz önünde tutarak, vakit kaybetmeksizin bütün gayreti ile bir antlaşma yapmak yolunda çalışmalara başlamıştı[43]. İzzet Paşa, İngiliz ve Fransızların Trakya’da kurdukları yedi tümenlik kuvvetin İstanbul ve Boğazlar üzerine harekete geçmesine mani olmak için mütareke yollarını aramaya başladı. Hükümet Almanya, Avusturya-Macaristan ile anlaşarak, barış için 5 Ekim 1918’de Wilson’a müracaatta bulundu. 5 Ekim ile 12 Ekim arasında muhtelif kanallardan yaptığı ve tekrarladığı mütareke ve barış teşebbüslerine hiç bir cevap alamadı[44]. İtilaf başkomutanlığının bu teşebbüsleri cevaplandırmak için, Meriç cephesinde General Milne ordusu tarafından alınmakta olan askeri tedbirlerin baskısını hissettirecek bir zamanın geçmesini ve Çanakkale Boğazı karşısında kuvvetli bir İngiliz filosunun toplanmasını beklediğine hükmetmek mümkündü[45]. Ayrıca, Mütarekeyi geciktir­mekle görüşmeler başlayıncaya kadar daha çok toprak ele geçirmek istiyorlardı. Çünkü mütarekeyle birlikte toprak işgalleri mümkün olmayabilirdi. İzzet Paşa mütareke için faaliyetlerine devam edilirken, yapı­lacak mütarekenin temel esaslarını da ortaya koymaya çalışıyordu. 19 Ekim 1918’de .Meclis-i Meb’usan’da okuduğu beyannamede Wilson Prensipleri hakkında Amerika Reis-i Cumhuru tarafından ilan edilmiş olan hak ve adil esaslarına müstenid bir sulhu kemal-i hulus ile kabul edececeğiz. Mösyö Wilson’un Washington’un mezarında irad eylediği nutukta “dermeyan olunan arazi, hakimiyet-i milliye, münasebat-ı siyasiye, İtilaf-ı iktisadiye mesailinin kendi nüfuzu haricilerin veya mehmanı siyasilerin temin etmek isteyen milel ve akvamın menfaatleri esasına nazaran değil, doğrudan doğruya alakadar olan kavim tarafından, serbestçe kabul olunacak bir şekilde hal ve tavsiyesi düsturuna tamamen taraftarız”[46] diyerek, Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı Wilson’un prensiplerini yapılacak mütarekede esas kabul ettiklerini söylüyordu. İzzet Paşa Hükümeti’nin mütareke yapma yollarını arayıp, bir türlü muvaffak olamadığı sıralarda1 Kut’ül Amara’da esir düşerek Büyük Adada esirlik günlerini geçiren İngiliz Generali Towshend 14 Ekim 1918’de Sadrazam İzzet Paşa ile görüşmek istedi. 15 Ekim’de de eskiden beri tanıdığı Rauf Bey’e bir mektup göndererek esirliği süresince gördüğü hoş ve şerefli muameleye karşılık olarak, İngiltere ile müzakerelere girişildiği takdirde, Osmanlı Hükümeti’ne yardıma hazır olduğunu bildirdi[47]. General Towshend’in bu müracaatı, Osmanlı Hükümeti’nce bulunmaz bir fırsat telakki olundu. Çünkü, Hükümet mütareke yapabil­mek için çeşitli yollardan teşebbüse geçmiş, fakat olumlu 94 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir sonuç elde edememişti. Halbuki şu anda General Towshend hem mütareke için bir zemin hazırlayacağını, hem de Osmanlılar için şerefli şartlar elde edilmesine çaba harcayacağını Rauf Bey’e gönderdiği mektupta bildiriyordu[48]. General Towshend ile Sadrazam İzzet Paşa ve Bahriye Nazırı Rauf Bey arasındaki görüşme 17 Ekim 1918 günü gerçekleşti. Towshend görüşmede hazırladığı şu barış taslağının kabul edilip edilmeyeceğini sordu. Bu taslağa göre: 1. İngiliz donanmasına boğazların açılması, 2. Irak ve Suriye’nin Osmanlı hükümranlığı altında muhtari­yeti (Bavyera, Saksonya ve Würtemberg gibi), 3. Kafkasya için de böyle bir durumun kabulü, 4. Irak ve Suriye’den üçlü antlaşma ordularının çekilmesi, 5. Avrupa’da Osmanlı sınırları Londra Antlaşması’ndaki gibi olacaktır. (Midye-Enez) 6. İngiliz ve Hintli esirlerin geri verilmesi[49]. Towshend’in bu isteklerine Sadrazam İzzet Paşa, Rauf Bey aracılığı ile mütareke esaslarını şu şekilde düşündüğünü söyledi: 1. İtilaf kuvvetleri tarafından işgal olunan topraklarda oturan ahalinin idari muhtariyetlerini Türkiye kabul edecektir. 2. Türkiye’nin siyasi, mali ve iktisadi istiklali mahfuz kalacaktır. 3. Şimdiki buhranın önlenmesi için gerektiğinde Türkiye’ye mali yardım yapılacaktır. 4. Yukarıdaki esaslar içinde sulh yapılması için İngiltere Hükümeti’nin dürüstlüğünün ve azami müzaheretinin[50] temini[51]. Karşılıklı bu metin teatileri ve görüşmelerden sonra 18 Ekim 1918’de General Towshend İngiliz Hükümeti yetkilileri ile görüşmek üzere gizlice İstanbul’dan ayrıldı. Diğer taraftan İngiliz Hükümeti de Osmanlı Devleti ile yapıla­cak mütareke müzakerelerinin Fransızlar’la değil, bizzat kendisi ile yapılmasını istiyorlardı. İngilizler General Towshend’in getirdiği teklifleri kabul etmemekle beraber, mütareke yapılma isteğini kabul ettiler. Bu arada Towshend ile birlikte .Midilli’ye gitmiş ve 22 Ekim’de İzmir’e dönmüş olan Tevfik Bey, mütareke yapılması hususunda Amiral Calthorpea İngiliz Hükümeti tarafından yetki verildiği haberini İstanbul’a getirmişti[52]. Limni adasındaki Mondros limanına gelmiş olan İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Calthorpe 23 Ekim 1918’de Ahmet İzzet Paşa’ya bir telgraf gönderdi. İngiliz Amirali bu telgrafında; Osmanlı Devleti ile mütarekenamenin imzasını kendisinin memur edildiğini bildiriyor ve Osmanlı murahhaslarının gönderilmesini istiyordu[53]. b. Mondros Mütarekesinin İmzalanması Amiral Calthorpe’nin bu telgrafı üzerine Padişah Vahideddin ile görüşen Sadrazam İzzet Paşa bir heyet teşkil etti. Heyete Bahriye Nazırı Rauf, Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet, o zaman İzmir’de bulunan Erkan­ı Harp Kaymakamlarından Sadullah Bey’ler seçildi[54]. Heyetde Bahriye zabitlerinden Sait ile Tevfik Bey ve katip olarak da Ali Türkgeldi dahil bulunmakta idiler. Osmanlı Mütareke Heyeti 24 Ekim 1918 Perşembe günü gece yarısı Peyk-i Şevket torpido kruvazörü ile İstanbul’dan İzmir’e hareket etmiş, 28 Ekim 1918’de Muzaffer römorkörü ile de www.ulkuocaklari.org.tr 95 Ülkü Ocakları Eğitim Programı İzmir’den Midilli’ye gitmiştir. Aynı gün Heyet Başkanı Rauf Bey İngiliz Amirali Calthorpe ziyaret ederek resmi konuşmalara 27 Ekim 1918 sabahı başlanmasını kararlaştırdılar[55]. Görüşmeler 27 Ekim 1918 günü saat 9.30’da Limni adasının Mondros limanında İngiliz Agememnon zırhlısında başladı. İlk oturumda -önceden Osmanlı heyetine verilmemiş olan­ mütarekename projesi metni okunarak maddeleri üzerinde müzakerelere geçildi[56]. Maddelerin müzakeresi 27 Ekim sabahından başlaya­rak dört gün muhtelif saatlerde yapılan beş oturumda bitirilmiş ve mütareke 30 Ekim 1918 saat 20.03’de imza edildi[57]. Müzakereler müddetince Amiral Calthorpe, ilk oturumda verdiği mütareke metni projesinden fazla bir değişiklik yaptırmamaya çalıştı. Kendini, bu şartları Türk delegelerine imza ettirmeye mecbur addediyordu. Türk delegasyonu ise maddeler üzerinde küçük bazı değişikliklerden başka bir şey yapamıyorlardı. Delegelere göre şayet şartlar kabul edilmez ise, ya imzaya veya avdete davet olunacak bu takdirde de küçük değişikliklerden de mahrum kalınacaktı[58]. Eğer antlaşma yapılmaz ise, İngilizler İstanbul’u işgal edecek, o zaman bağımsızlık ve varlığımızla bağdaşmayacak kadar ağır bir antlaşma imzalamak mecburiyetinde kalınacağını düşünüyorlardı. Buna rağmen Calthorpe’un istediği şartları ve ısrarını İstanbul’a bildiren Türk delegasyonu, İstanbul’dan gelecek yeni direktifleri beklemekte iken, Calthorpe’un 30 Ekim günü yapılan müzakereler sırasında o gün akşam saat dokuza kadar mütarekenin ya imza veya reddedilmesini istemesi üzerine, hey’et üyeleri kendi aralarında konuştuktan sonra, Bab-ı ali’den cevap almadan imzaya karar verdiler[59]. Mütarekeyi İtilaf Devletleri adına İngiliz Akdeniz Filosu Komu­tanı Calthorpe, Osmanlı Devleti adına da Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler imzaladılar[60]. Türk Milletinin kaderini büyük Ölçüde etkileyen altı yüz küsur yıllık Osmanlı Devleti’nin sonucunu hazırlayan Mondros Mütarekesinin en ağır maddeleri ya da sık sık ihlalinden şikayet edilen maddeleri şunlardır[61]: MADDE-1. Karadeniz’e geçiş için Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının açılması ve Karadeniz’e geçiş güvenlik altına alınması için Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının müttefikler tarafından işgali, MADDE-5. Hudutların korunması ve iç güvenliğin sağlanması için lüzum görülecek askeri kuvvetten fazlasını derhal terhisi (İş bu askeri kuvvetin sayısı ve durumu İtilaf hükümetleri tarafından Devlet-i Aliye ile müzakere edildikten sonra kararlaştırılacaktır.) MADDE-7. Müttefikler, güvenliklerini tehdit edecek durumda olduğunda herhangi stratejik noktasını işgal hakkına sahip olacaklardır. MADDE-10. Toros tünellerinin müttefikler tarafından işgali, MADDE-15. Bütün demiryollarına İtilaf denetleme subayları memur edilecektir. Bunlar arasında halen Osmanlı hükümetinin denet­lemesi altında bulunan Maverayı Kafkas Demiryolu kısımları dahildir. İş bu Kafkas hatları serbest ve tam olarak İtilaf memurlarının idaresi altına verilecektir. Ahalinin ihtiyacının karşılanması göz önünde tutulacaktır. İşbu maddede Batum’un işgali dahildir. Osmanlı hükümeti Batum’un işgaline itiraz etmeyecektir. MADDE-21. İtilaf Devletleri’nin menfaatlerini korumak için İaşe Nezaretinde İtilaf mümessilleri bulundurulacak ve kendilerine bu yolda gerekli görülecek bütün bilgiler verilecektir. MADDE-24. Vilayat-i Sittede karışıklık çıkması halinde bu vilayetlerin. herhangi bir kısmının işgal hakkını İtilaf Devletleri muhafaza ederler[62]. Meydana getirilen mütareke tamamen İngiliz menfaatlerini ve üstünlüğünü sağlayan bir vesika olmuştu. Bu nihayete kadar İngiltere’­nin elinde, Fransa ve İtalya’ya karşı Osmanlı toprakları üzerinde taviz vermekte silah olarak kullanılmıştı[63]. 96 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Müzakereler süresince Rauf (Orbay) Bey ve arkadaşları, ilk İngiliz Önergelerini hafifletmek için çok uğraşmışlar, birtakım noktalarda ufak başarılar elde etmişlerdir. Ancak birtakım cümleler[64] ve bunların alabildiğine galiplerce kendi lehlerine yorumlamaları mütareke hü­kümlerinin galip devletlerin elinde öldürücü bir silah olmasına vesile olmuştur. İtilaf devletleri bu mütarekeye, dış görünüşte Osmanlı Devle­ti’ni ve Türk Milletini yok edici kayıtsız şartsız teslim hissini verecek açık hükümler koymaktan dikkatle kaçınmışlardı. Buna mukabil, harp içinde aralarında vardıkları gizli paylaşma anlaşmalarının tatbik edilebilmesi için de yeteri kadar elastiki ve tefsire müsait bir metin düzenlemekte büyük gayret sarf etmişlerdi.[65] Ayrıca, Calthorpe mütareke dışında bir gizli mektubu da Rauf (Orbay) Bey’e verdi. Bu mektupta Amiral, Çanakkale ve Karadeniz Boğazları İstihkamlarının yalnız İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgalini, İngiliz Hükümeti’nin kabul ettiğini, işgal kuvvetleri yanında Türk kuvvetlerinin bulunmasını da hükümetine duyurduğunu, İstanbul ve İzmir’e Yunan askeri gönderilmemesi hakkında Türk dileğini tervicen bildirdiğini, Osmanlı Hükümeti asayişi koruyabildiği sürece İstanbul’un işgal edilmeyeceğini, Osmanlılar ile İngilizler arasında dostça ilişkiler kurulması hususunda büyük bir gayretle çalışacağını ifade ediyor. Bu mektubun Padişah ve Sadrazam’dan başka kimseye gösterilmemesini istiyordu[66]. Amiral Calthorpe’un Türk isteklerini tasvip eder gibi görünen bu mektubu İngiliz Hükümeti’nce hiç dikkate alınmamıştır. Zaten resmi vesika niteliği olmayan böyle bir vesikadan medet ummak doğru değildi. Çünkü devletlerin menfaatleri bahis konusu olduğu vakit, diplomatların şahsi olarak, imzaladıkları metinler bile tev’il ettikleri çok görülmüştür. Osmanlı murahhasları bu mektubu ister istemez bir teminat saydılar. Fakat hakikatte ise Boğazlar’daki istihkamlarda İngilizler ve Fransız’dan başka asker bulundurulmaması gerçekleşmiş, Öbür tarafları hemen ilk günden hiç dikkate alınmamıştır. Mütarekenin imzalanmasını her iki hükümetin de kendi açı­larından başarı saydıklarını[67], Sadrazam Izzet Paşa’nın Rauf Beye gönderdiği teşekkür yazısı ile İngiliz Harp Kabinesi’nin 31 Ekimde. Calthorpe’a müzakereleri kudret ve başarı ile yaptığından dolayı bir tebrik telgrafı göndermeye karar vermesinden anlaşılıyor[68]. Aslında mütareke Osmanlılar için, diğer müttefik devletlerin yaptıkları antlaşmalara bakarak daha hafif bir görünüyorsa da, uygu­lamada Türk Milleti’nin felaketinin başlangıcı olmuştur. c. Mütarekenin Tatbikatı Mustafa Kemal’in yaptığı yazışmalar gösteriyor ki; memleke­tin durumu hakkında oldukça endişelidir ve bu endişesini İstanbul hükümetine yansıtmakla güçlü bir vatanperver olduğunu göstermiştir. Ne yazık ki İstanbul Hükümeti işin ciddiyetini henüz kavrayamamıştır. Mütareke maddelerinin uygulanmaya geçilmesi ile görüşlerinin ne kadar isabetli olduğunu göreceğiz. Mütareke şartlarının esnek ve çarpışık olması birçok güçlük ­çıkmasına yol açıyor. Bu şartlardan yararlanan İtilaf devletleri, Osmanlı Devleti’ni parçalamak maksadıyla önceden hazırladıkları, gizli planlarını açıkca uygulamaya koyuyorlardı. İtilaf Devletleri mütareke dışına çıkarak Yedinci ve Onaltıncı maddeleri isteklerine uygun tarzda yorumlayarak işgale başladılar. Özellikle bu iki madde Osmanlı topraklarının işgal edilmesi için yeterliydi. Bu maddeler Fransızlar’ın son derece işine yarayacak ve hemen işgallere başlayacaklardır. Müttefikler mütareke maddeleri hükümlerine aykırı olmasına rağmen İstanbul’a asker çıkarmaya başlamışlardır. Ayrıca, mütarekenin birinci maddesine muhalif olarak donanmaları arasında Yunan harp gemilerini de geçirmişlerdir. Mütarekede bazı maddeler belirsizdi. Mesela Kilikya adı resmi herhangi bir yazışmada geçmeyen tarihi bir kelime olmasına rağmen mütareke şartlarına sokulmuştu. www.ulkuocaklari.org.tr 97 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Diğer yandan Suriye ve Irak sınırlarının açıkça çizilmiş olmaması mütarekede geçen Kontrol kelimesinin anlam ve muhtevasının belirtilmemesi daha birçok güçlüklerin çıkmasına yol açmış; bu belirsiz şartlardan yararlanan müttefikler işgalleri altındaki bölgeleri genişlet­mek gayesiyle adeta yarışır olmuşlardı. Böylelikle işgaller başladı. İlk işgal hareketi Kasım 1918’de İngiliz askeri kuvvetlerinin Türk olmayan halkın baskı altında olduğu gerekçesiyle Musul’un 20 km güneyindeki Türk kontrolü altındaki Hamamalik’in işgaliyle başlar. Altıncı Ordu Komutanı Ali Ihsan Paşa’nın bu işgali şiddetle protesto etmesine rağmen, İngiliz askeri kuvvetleri ilerlemeye devam ederek 3 Kasım’da Musul’u işgal ederler. Daha sonra İngiliz askeri kuvvetleri 9 Kasım’da İskenderun’u işgal ederler. Böylelikle İngilizler mütarekenin 7. maddesini kendi menfaatlerine göre kullanmışlardır. Bu sırada İskenderun’un bir işgal tehlikesi karşısında oldu­ğunu gören Mustafa Kemal savunma fikrinde idi. Hükümet ise bir saldırıya taraftar değildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa Komutayı hemen teslim etmek üzerine yerine tayin edilecek zatın süratle gönderilme­sini bildirdi. Sadrazam, Amiral Calthorpe’nin müracaatı üzerine İskende­run’un teslim edilmesi emrini verdi. Mustafa Kemal’in direnmesi yukarıya karşı uyarmalarda bulunması iyi karşılanmayarak Yıldırım Orduları Karargahının lağvına karar verildi. Birlikler 2. Ordu Komutanı’nın emrine verilerek 15 Kasım’da Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nezareti emrine verildiği bildirildi. Aynı günün akşamı Mustafa Kemal Paşa trenle İstanbul’a hareket eder. İngiliz Generali Clark, Türk birliklerinin yılbaşına kadar Ceyhan gerisine çekilmesini ister. Fakat Harbiye Nazırı silahlı karşı -koymayı uygun bulmaz. Sonunda Nihat Paşa çekilme süresini uzattı ise de pek az silah ve cephane İngilizlere terk edilir. Fransızlar 11 Aralık 1918’de takviyeli bir piyade alayı ile Dörtyol kasabasını işgal eder. 20 Aralık 1918 gününe kadar Adana, Osmaniye sancaklarını işgal ederler. 9 Ocak’ta Fransız Albayı Romien Genel Vali olarak Adana Hükümet Konağına yerleşir. Onun resmi mühüründe Ermenistan İdari Servisi yazısı vardır. Fransız birliklerinde Ermeni müfrezeleri bulunduğu gibi Suriye’ye göç eden Ermeniler de getirilerek yerleştirilmekte ve silahlandırılmakta idiler. Ermeniler de Türklere baskılarını gittikçe arttırıyorlardı. 17 Aralık’ta Mersin, Antep, 22 Şubat 1919’da Maraş, 7 Mart’ta Kozan, 24 Mart’ta Urfa İngilizler tarafından işgal edildi. Kuzeyde dağlık bölgede yerleştirilen Ermeniler kasabaları tahkim etmeye, Fransızlar da kuzeye doğru sızmaya başladılar. Tüm bu bölgeler Kilikya adının verildiği bölgelerdir. Bu sırada, İtalyanlar Antalya. Yunanlılar İzmir bölgelerinde çıkarma yapmışlardı. Batı Trakya Yunan yönetiminde, Doğu Trakya Fransız kontrolü altında bulunuyordu. İşgal edilen yerlerde Türklere esir muamelesi yapılıyor, azınlıklar olabildiğine şımartılıyordu. İtilaf Devletlerinin ve Yunanlıların silahlandırdıkları Rum çeteleri Karadeniz ve Ege bölgesinde Türklere saldırmakta idi. Görüldüğü gibi mütarekenin tatbik şekli galip devletlerin Osmanlı Devleti’ni yok etme çabalarını en açık şekilde gözler önüne sermektedir. Dipnotlar ve Kaynaklar [1] Ayrıntılı bilgi için b.k.z., Bayram Kodaman, “Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi”, Türkiye’nin Sorunları Semp.(DünBugün-Yarın), T.T.K. Yay. Ankara, 1992, s:59 vd.; Necati Aksanyar, Millî Mücadele’de Şark Meselesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1984. [2] Bayram KODAMAN, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdülhamid’in Anadolu Politikası, İstanbul, 1983, s.162. [3] Yuluğ Tekin KURAT, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara,1976, s.7. 98 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [4] Reşat SUGAY, XIX. ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma Siyasetleri ve Milletler Arası Önemli Meseleler, İstanbul, 1972, s.70 [5] Akdes Nimet KURAT “Panslavizm”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.XI, Sayı:23-4, s.250 [6] KURAT, “Panslavizm”, s.274. [7] E.E ADAMOFF, Sovyet Devlet Arşivi Gizli Belgelerinde Anadolu’nun Taksimi, Çev.: Hüseyin Rahmi, İstanbul, 1972, s.34 [8] SUGAY, a.g.e., s.72 [9] ADAMOF, a.g.e., s. 35 [10] SUGAY, a.g.e., s.74 [11] Yahya AKYÜZ; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1975, s.33. [12] SUGAY, a.g.e., s.74-75 [13] Ömer KÜRKÇÜOĞLU, Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926, Ankara, 1978, s.40 [14] Osman OLCAY, Sevr Antlaşmasına Doğru, Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler, Ankara, 1981, s.LIV-LV.; ADAMOF, a.g.e. s. 189, Belge No:16 [15] ADAMOF, a.g.e., s.190-193; Belge No:17 [16] ADAMOF, a.g.e. ,s. 193-194, Belge No:18 [17] OLCAY, a.g.e. ,s.LV; ADAMOF, a.g.e. ,s. 199, Belge No:22; KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e., s.40 [18] OLCAY, a.g.e. ,s.LVI [19] Fahir ARMAOĞLU, Siyasi Tarih, 1739-1960, Ankara, 1973, s.428 [20] Gotthard JAESCHKE; Kurtuluş Savaşı İle ilgili İngiliz Belgeleri, Çeviren. Cemal Köprülü, Ankara, 1956, s.60 [21] KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e., s.41 [22] Yusuf Hikmet BAYUR, ; Türk İnkılabı Tarihi, C, III, K.IV, Ankara, , 1955, s.16 [23] BAYUR. a.g.e. ,s.271 [24] İtalya 3 Ağustos’ta Bab-ı aliye 48 saatlik bir ültimatom vererek yerine getirilmesi güç isteklerde bulunur. İsteklerinin yerine getirilmemesini de bahane ederek 21 Ağustos’tan itibaren kendisinin Osmanlı Devleti ile savaş halinde olduğu bildirilir. Ültimatomun metni için bkz. BAYUR, a.g.e., s. 276-77 [25] ARMAOĞLU, a.g.e., s. 431 [26] KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e., s. 42 [27] Bu mektupların tam metinleri için bkz., OLCAY, a.g.e., s. LVII-LXIII; ADAMOF, a.g.e. ,s. 285-287. Belge No: 103-104 [28] KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e. s.42 [29] Tevfik BIYIKLIOĞLU, Atatürk Anadolu’da 1919-1921, Kent Basımevi, 1951. s.98; OLCAY, a.g.e., s.LVII. [30] Selahaddin TANSEL; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.1. Ankara,1973, s. 159 [31] Eski “Aydın Vilayeti” şimdiki İzmir vilayetinden farklı ve daha geniş idi. Vilayetin adı Aydın olmakla beraber, merkezi İzmir şehri idi. [32] ADAMOF, a.g.e., s. 279-289, Belge No:207 [33] TANSEL, a.g.e., C.I, s. 160 www.ulkuocaklari.org.tr 99 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [34] ADAMOF. a.g.e. ,s.294, Belge No: 110 [35] BAYUR, C.III, K.IV, s. 16 [36] JACHKE, a.g.e. , s. 60 [37] OLCAY, a.g.e. ,s.LXIII: [38] BAYUR, a.g.e , s.26 [39] OLCAY, a.g.e., s.LXIV [40] Birinci Madde’de 9-16 Mayıs 1916 tarihli antlaşmanın adı geçen maddeleri bağımsız bir Arap devleti kurulması hakkındaki Fransız-İngiliz antlaşması olup bahsedilen haritanın yeşil renkteki bölge ile (e) bölgesi İzmir’in de dahil olduğu Batı ve Güney Anadolu bölgesini göstermektedir. [41] ADAMOF, a.g.e. , s.230, Belge No:331 [42] Selahi SONYEL, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C.I, Ankara,1971, s. 2 [43] BAYTOK, a.g.e. ,s.7. [44] 5 Ekim 1918’de İspanya, 12 Ekim 1918’de İsviçre Hükümeti vasıtasıyla barış için Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’a müracaat olunmuştu. Ayrıca, Ahmet İzzet Paşa barış isteğinde bulunmak üzere bir murahhasını gizlice Selanik’teki Fransız generali Franchet D’Espaley’e gönderdiyse de, bu murahhas müttefik karakolları tarafından yoldan geri çevrildi. Aynı amaçla, Trakya’ya gönderilen diğer muralılıası da -İngilizler geri göndermişler. Bkz.Galip K. SOYLEMEZOĞLU, Başımıza Gelenler, Yakın Bir Mazinin Hatıraları, (1918-1922), İstanbul, 1939, s.6l [45] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.27-28 [46] Ali Fuad TÜRKGELDİ, Mondros ve Mudanya Mütarekesi Tarihi, Ankara, 1968, s.29 [47] Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, C.I, Sayı; 4, s.113-114 [48] TANSEL, a.g.e. ,C..I, s.125 [49] BAYUR, C. I. s.26; Sina AKŞİN, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1976, s.55 [50] Towshend eserinde birkaç defa metindeki “müzaheret” sözünü İzzet Paşa Rauf Orbay’ın ağzından Türkiye’nin İngiltere’ce korunulmasından bahsettiklerini yazar. Bu söz İngiltere’nin “himayesi” istenildiği şeklinde yorumlanır. Fakat, İngilizler bunu yalanlamışlardır. Gerçektense Towshend’in metninde geçen kelime Mısır, Tunus, Fas biçiminde bir “himaye” istenildiği anlamına gelmiyor. Belki içinde bulunulan güç durumda dışardan gelecek tehlikelere karşı “korunulmak” anlamı taşıyor. BAYUR, a.g.e. ,C.I, s.26-27; AKŞİN, a.g.e., s.55 [51] TANSEL; a.g.e. C.I, s. 26-27 [52] Celal BAYAR; Ben de Yazdım, C.I, İstanbul, 1965, s.41 [53] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.29; Türkgeldi, a.g.e., s.29; TANSEL, a.g.e., s.25 [54] TÜRKGELDİ, a.g.e., s. 31; Seçil AKGÜN , General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu (Kurtuluş Savaşı Başlangıcından), Tercüman 1001 Temel Eser, s.29. [55] TÜRKGELDİ, a.g.e. , s. 31-32 [56] TÜRKGELDİ, a.g.e. , s. 34-35, Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.32. Ayrıca, mütarekenin projesinin tam metni ve müzakereler hakkında geniş bilgi için bkz. TURKGELDİ. a.g.e. , Rauf Orbay’ın Hatıraları, C.I, Sayı:8, s.239-241, Sayı:9, s.272-274, Sayı: 10, s.304-306, Sayı: 11, s.336-338, Sayı: 12, s.368-370, Sayı:13, s.400-402, CJI, Sayı:14, s.16-18, Sayı:15, s.48-50 [57] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.33 [58] TANSEL, a.g.e., C.I, s.31. [59] TÜRKGELDİ, a.g.e., s. 60; TANSEL, a.g.e. ,C.I, s.32, Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.38 [60] TANSEL, a.g.e. ,s.32; Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi , C.I, s.44 100 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [61] Mütarekenin İngiliz teklifleri ile karşılaştırmalı kati metni için bkz TÜRKGELDİ, a.g.e. ,s.69; Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.l, s.38-41; Nihat ERİM, Devletler-arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), C.I, Ankara, 1953, s. 519-524; Resmi metin için ayrıca bkz., Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.41-44; Fahri BELEN, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara, 1973, s.11-14; BAYUR, a.g.e., C.III, K.IV, s.742-746. [62] Sabahaddin SELEK, Anadolu İhtilali, İstanbul, 1973, s.43-45 [63] İngilizlerin Fransa ve İtalya’ya danışmadan Türkler’in bırakışma görüşmelerine girişmeleri ve sonunda tek başlarına Osmanlı yönetimiyle bir bırakışma imzalamalarını içerleyen Fransızlar, bu davranışı protesto ediyorlar Amiral Calthorpe ile işbirliği yapması için Fransız Amirali Ameti Mondros’a gönderdikleri halde İngiliz baş murahhası, Fransız meslektaşım bırakışma Müzakereleri’ne sokmamış, sonunda Fransa ile İtalya, İngilizlerin yarattığı oldu bitti karşısında boyun eğmek zorunda kalmışlardır. SONYEL, a.g.e., s.7-31. [64] Mütarekenin İngilizce metni geçerli idi. Türkçe metin ile İngilizce metin arasında da farklılıklar vardı. Ayrıca, maddeler içerisinde kullanılan tabirler yorumlanmaya muhtaç idi. Mesela, Kilikya, Suriye, Irak adı verilen bölgelerin sınırları belli değildi Bu durumda galip devletler daha sonra kendi lehlerinde kullanmışlardır. Kelimelerdeki muğlaklıklarda tefsire muhtaç idi. Meseli mütarekeııin 16. maddesindeki Türkçe metinde “Muhafız Kıtası” denilirken, İngilizce metinde “Garnizon”, 24. madde de, Türkçe metinde “Vilayet-ı Sitte” yani altı vilayet (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Sivas) denilmişken, İngilizce metinde “Six Armenian Vilayets” tabiri kullanılmaktadır. Bu durumda hangi birlik “garnizon” sayılır, hangisi sayılmaz. Doğu Anadolu’nun hemen tamamı Ermenistan mıdır, değil midir belli olmuyor. [65] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.44 [66] TANSEL, ag.e., s.32-33; Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.200, BAYUR, C.I, s. 175; TÜRKGELDİ, a.g.e. , s.67 [67] Her ne kadar Osmanlı Hükümeti yapılan mütarekeden memnun kalmışsa da, Padişah Vahideddin, Meb’usan ve Ayin Meclisi’nin onayladığı bu mütarekeyi lastik etmiş olmasına rağmen, 10 Kasım 1918’de arz-ı tazimat için saraya gelen mütare­keye imza koyan delegeleri kabul etmeyerek, yapılan işi beğenmediğini anlatmak istemiştir. İbnülemin, TÜRKGELDİ, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1984, s. 156 [68] JAESCHKE, a.g.e., s.28 www.ulkuocaklari.org.tr 101 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ERMENİ MESELESİ Erkan GÖKSU Kendilerini Anadolu’nun en eski kavimlerinden biri olarak gösterme çabası içinde olan Ermeni yazar ve tarihçileri, erken dönem Ermeni tarihi hakkında bir çok farklı iddia ileri sürmüşlerdir. Bu iddialardan birinde, Ermenilerin tarihi Nuh tufanına (M.Ö. 2350) kadar götürülmüş ve Ermenilerin atası olarak kabul edilen Hayk’ın,[1] Nuh’un oğlu Yafes’in soyundan geldiği iddia edilmiştir.[2] Tufan bittikten sonra Nuh’un oğulları çevreye yayılmış, bunlardan bir kısmı Yafes ile birlikte Mezopotamya’ya gitmiştir. Babil kulesinin yapımında da çalışan Hayk, ailesiyle beraber Ermenistan’a gelmiş ve Ermeniler bu efsanevî kahramandan türemiştir. Hayk’ın, Ermenistan topraklarındaki hükümranlığının başlangıcı M.Ö. 2107 tarihi olup, Krallığının sınırlarını Babil’e kadar genişletmiştir. Bu soyun ve Ermeni Krallığının bölgedeki hâkimiyeti M.Ö. 2200-350 arasında devam etmiş ve bu süre içerisinde hüküm süren kral sayısı altmışı bulmuştur.[3] Ermenilerin Doğu Anadolu’yu öz Ermeni vatanı olarak tanıtma çabalarına destek bulmak için ortaya attıkları bu iddia, gerçekçi olmaktan çok uzaktır. Bu konuda Ermeni Meselesi hakkında yaptığı başarılı çalışmalarla tanınan Azmi Süslü şunları söylemektedir: “Nuh’un insanlığın ikinci atası olduğu düşünülürse; Ermenilerin bu hikayeden yola çıkarak çizdikleri Ermenistan bölgesinde başka bir kavimden bahsetmemeleri, bütün toplulukların Ermeni soyundan geldiği sonucunu doğurur ki, bunun da bilimsel olarak kabul edilebilir bir tarafı yoktur.”[4] Ermeni yazarların kökenleri ile ilgili ileri sürdükleri diğer bir iddia da kendilerini Urartular’a dayandıran görüştür.[5] Bu iddiaya göre Ermenistan adı, Urartu Kralı Aramu’dan gelmiştir. Ancak son dönem Ermeni tarihçilerce de artık pek itibar edilmeyen bu iddia da hiçbir bilimsel temele dayanmamaktadır. Zira Urartu dönemine ait hiçbir belgede Ermenilerden bahsedilmemekte; Ermenilerle Urartular arasında hiçbir kültürel bağ bulunmamaktadır.[6] Ermenilerinin kökeni hakkında ileriye sürülen diğer bir görüş de, Ermenileri, Frikyalılar’a dayandırmaktadır. Son dönem Ermeni yazarlarınca oldukça rağbet gören bu iddiaya göre, Trakya’dan Anadolu’ya gelen Firikyalılarla beraber yaşayan Ermeniler M.Ö. VI-VII. yüzyıllarda Doğu Anadolu’ya göç etmişler ve Aras ve Ararat bölgesine yerleşmişlerdir.[7] Ermenilerin iddialarına kaynak teşkil eden temel kaynak, Herodot Tarihi’dir. Herodot, M.Ö. VI. yüzyıl başlarında Frikyalıların yanında Aras nehri havzasına bazı insan topluklarının geldiğini ve bunların İran’a karşı savaştıklarını zikretmektedir.[8] Bu tarihlerde İran Hükümdarı Darius’un M.Ö. VI. yüzyılın başlarında diktirdiği Behistun (Bistun) kitabelerinde Armina ve Arméniya kelimeleri de geçmektedir. Ermeni tarihçiler bu iki veriyi birleştirmek suretiyle, bir köken iddiası geliştirmişlerdir. 102 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak Darius kitabesinde geçen Armina ve Arméniya kelimeleri ile, bugün Ermenistan denilen bölgenin “yukarı ülke” ve bu bölgede yaşayan insanların kastedildiği görülmektedir.[9] Diğer yandan Ermenilerin bu tarihlerde “Hay” adını kullandıkları, yani bu tarihlerde bir Ermeni milletinin varolmadığı bilinmektedir.[10] Bu görüşlerin dışında Ermenilerin, Hititlerden geldiği,[11] Haylarla kuzeyden inip Tuna nehrini ve boğazları geçerek Anadolu’ya giren Armen’lerin karışımı (Hayk-Armen) oldukları,[12] Güney Kafkas ırkından geldikleri gibi iddialar da vardır.[13] Görüldüğü gibi Ermenilerin erken tarihleri, kökenleri ve yaşadıkları bölge hakkında açık ve kesin bilgiler yoktur. Esasen yaşamış oldukları bölgelerin uzun yıllar büyük imparatorlukların nüfuzu altında olması ve bu bölgelerin çeşitli devletlerin mücadele sahası haline gelmesi, bölgede sürekli bir yönetimin ve müstakil bir Ermenistan’ın varlığını imkansız kılmıştır. Bütün bu gelişmeler, Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük nüfus ve göç hareketlerini beraberinde getirmiştir.[14] Ermenilerin tarih boyunca dağıldıkları coğrafya; bugünkü Ermenistan, Azerbaycan, Doğu Anadolu, Batı ve Kuzeybatı İran, Kuzey Irak, Kuzey Suriye ve Kilikya gibi oldukça geniş bir bölgedir. Ancak bu bölgeler, tarihin her döneminde Ermenilerin dışında birçok toplumun yaşadığı, değişik milletler tarafından birçok devletin kurulduğu bölgelerdir. Dolayısıyla Ermenilerin bu bölgeyi Ermenistan olarak ifade etmeleri demek, bu coğrafyada varlık gösteren, devlet kuran diğer bütün toplumları reddetmek anlamına gelir ki, bu iddia tarihi gerçeklere tamamen ters düşmektedir.[15] Ermeni tarihi hakkındaki bilgilere göre; Ermenilerin ilk göçleri, Doğu Anadolu’ya olmuştur. Bağımsız bir Ermeni krallığının Büyük Tigranes hakimiyetinde teşekkül ettiği bilinmektedir (M.Ö. 95-96). Tigranes’ten sonra Ermeniler; Roma, Sasani ve Bizans İmparatorluklarının vassalı olarak yaşamışlardır. Ermeni lordları arasındaki kavgalar, birlik şansını zayıflatmıştır. Fakat Bizans, Fars (İran) ve Arapların büyük imparatorlukları hakimiyeti altında XI. asra kadar Doğu Anadolu’nun küçük bir bölgesinde Ermeni krallıkları varolmuştur. 1071’de Malazgirt Zaferinden sonra Doğu Anadolu Ermenileri Selçuklu Türklerinin idaresi altına girmiştir. XI. yüzyılın sonlarından XIV. yüzyıla kadar Kilikya’da bir diğer Ermeni krallığı hüküm sürmüştür. Çok geçmeden bu devlet de Türk hakimiyetine geçmiştir.[16] Ermeni krallığının etnik durumu meçhuldür. Yöneticiler genellikle Ermeni idi, fakat bölgede başka halklar da yaşamakta idi. Bölgede sık sık cereyan eden savaşlar, Türk akınları, Haçlı seferleri ve Moğolların yol açtığı kargaşa, Ermenilerin ve diğer halkların dağılmalarına sebep oldu. Bu gelişmelerin sonucunda çok erken zamanlardan itibaren Ermeniler, tarihî Ermenistan sınırlarının dışında kalmışlardır.[17] Ermenilerin dini durumuna gelince; Ermenilerin Hıristiyanlıkla ilk olarak M.S. 1. yüzyılda tanıştıkları iddia edilmiştir. Bu iddiaya göre, İsa’nın havarilerinden Aziz Tadeos, Aziz Bartolomeos ve takipçilerinin çabaları sayesinde Hıristiyanlığı kabul eden Ermenilerin ilk kilisesi de İsa peygamber tarafından kurulmuştur. 301 yılında de, Aziz Gregor (Krikor) Lusavoriç’in etkisiyle Ermeni Kralı III. Dırtad, Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etmiştir. Bu Ermeni Krallığı, bilinen ilk Hıristiyan devlettir.[18] Ermenilerin Hıristiyanlığı IV. Yüzyılda ve Aziz Gregor (Krikor) Lusavoriç’in vasıtasıyla kabul ettikleri doğrudur. Ancak bu olayın İsa peygambere dayandırılması ve ilk Hıristiyan devletinin bir Ermeni krallığı olduğu iddiası hiçbir tarihi belgeye dayanmamaktadır.[19] Ermeni kilisesinin temelini atan Gregor, Ermeniler için ilk ruhani lider kabul edildiğinden adı Ermenilerin mensup olduğu Hıristiyan mezhebine verilmiştir. Ancak Kirkoriye, Gregorien, veya Lusavoriçagan adıyla da bilinen Ermeni Kilisesinin ibadet şekil ve inançları tamamen bağımsız olup Katolik ve Ortodoks kiliselerinin ibadet şekillerinden ayrılmaktadır. Papalık, Ermenileri Katolik yapmak için yaşadıkları yerlere misyonerler göndermiş ise de bu durum değişmemiştir. Ancak buna rağmen Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır. Esat Uras’ın verdiği bilgilere göre 1914 yılındaki nüfus sayımında, Osmanlı topraklarında Ermeni Gregoiren sayısı; 1.161.169; Katolik www.ulkuocaklari.org.tr 103 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ermeni sayısı; 67.838; Protestan Ermeni sayısı ise 65.844 kişidir.[20] Selçuklu Türkleri ve daha sonra Osmanlı hakimiyetinde Ermeniler, Hıristiyan bir dinî grup olarak yaşamışlar ve bu ayrı varlıkları İslâm kanunları ile garanti altına alınmıştır. Ermenilerin dinlerine olan düşkünlüğü, Doğu Anadolu’daki coğrafî durumları ve Osmanlı hoşgörüsü bir halk olarak devam etmelerini garanti altına almıştır. Ekonomik fırsatlar aramak yönünde anavatanlarından göç etmeleri Bizans döneminde başlamış, Osmanlı döneminde devam etmiştir. Ermeni kolonileri Batı Anadolu şehirleri, Balkan şehirleri ve İstanbul’da kurulmuştur. Filhakika, Osmanlı Devleti’nin inkırazı ile en yoğun Ermeni yerleşimi “Ermenistan”da değil fakat Kuzeybatı Anadolu’da görülmüştür. Yine de Ermenilerin kendi anavatanları ile tanımlanmaları, Osmanlı Devleti topraklarında yayıldıkları ve tarihî Ermenistan’da bir azınlık oldukları zaman bile devam etmiştir.[21] Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında, Bursa’nın alınarak merkez yapılması üzerine Kütahya’da bulunan Ermeni dinî merkezi Bursa’ya taşınmıştır. I. Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra ise Bursa’daki Ermeni ruhanî lideri Hovakim, 1461 yılına buraya getirilerek İstanbul’da bir Ermeni Patrikhanesi kurulmuştur. Bundan sonra Ermenilerin Kumkapı, Yenikapı, Samatya, Narlıkapı, Edirnekapı çevresine yerleştirildikleri görülmektedir. İstanbul’daki Patrikhane’nin dışında, başta Adana ilinin Sis kasabası ve Kudüs olmak üzere beş Patrikhane daha bulunmakta idi. II. Mahmud döneminde, Fransa elçiliğinin aracılığı ile 1830 yılına Ermeni Katolikleri bir topluluk olarak kabul edilmiştir. Çok geçmeden Protestan Ermenileri de İngiltere’nin aracılığı ile bir topluluk olarak tanınmıştır (1850). Tanzimat ve Islahat Fermanları, diğer azınlıklar gibi Ermenilere de ayrıcalıklar tanımış ve siyasî bakımdan gelişmelerine sebep olmuştur. 1856-1860 yılları arasında yapılan Ermeni Patrik Meclisleri toplantıları “Ermeni Milleti Nizamnamesi” ile sonuçlanmış ve bu nizamname Osmanlı Devleti’ne onaylatılmıştır. Bu nizamname, Osmanlı sınırları içinde yaşayan Ermenilerin siyasal ve sosyal varlıkları üzerinde yeni bir devir açmış; devrim ruhunu uyandırmış ve ulusal Ermeni Meselesi siyasi bir kimlik kazanmıştır. Meşrutiyet döneminde Ermeniler, Kanûn-i Esâsî’den memnun gibi gözükmelerine rağmen kuvvetli meşrutî bir Osmanlı Devleti’nin ileriye yönelik hedeflerini tehdit ettiği endişesiyle meşrutiyetten faydalanmaya çalışmışlardır. Baskı yoluyla dinlerinin değiştirilmeye çalışıldığını iddia ederek şikayetlerde bulunmuşlar ve bu sorunlarını Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında dile getirmişleridir. Bu konuda Osmanlı Devleti’ne ve Avrupalı ülkelere muhtıralar vermişlerdir. Böylelikle Avrupalı ülkelerin himayesine girerek özerklik ve nihayet bağımsızlıklarını elde etmeyi düşünmüşlerdir. II. Abdülhamid’in Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek Anayasayı rafa kaldırması ve baskı yönetimi uygulaması tüm çevrelerce tepki görmüştür. Bu sırada Devletin tebası olan Müslümanlar ve Hıristiyanlar örgütler kurmuş ve isyanlar çıkarmışlardır. Bu örgütler kimi zaman ilişki içinde de olmuşlardır. Jön Türklerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Ermeni örgütleri ile ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çalışmaları sonucu II. Abdülhamid, 1908 yılında II. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Çok geçmeden tahttan indirilen Abdülhamid’in yerine V. Mehmed Reşad padişah olmuştur. Bundan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti Hükümeti iktidarı ele geçirmiş ve I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar etkili olmuştur.[22] Ermeni Meselesinin Doğuşu Ermeni Meselesi için başlangıç noktası olarak, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve bu savaşı izleyen anlaşmalar gösterilebilir.[23] Bu savaşta Rusya, Anadolu’nun kuzey doğusundaki bazı Türk şehirlerini işgal ederek bu şehirlerde yaşayan Ermenileri bağımsızlık amacıyla Osmanlı Devletine karşı kışkırtmıştır.[24] 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı devleti ağır bir yenilgiye uğramış ve buna paralel olarak 104 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ağır bir anlaşma imzalamıştır. Savaşın sonlarına doğru Ermeni Patriği Nerses ve İzmirliyen’ın başkanlıklarında gizlice toplanan Ermeni Meclisi, Rus Çarına gönderilmek üzere Eçmiyazin Katogigosluğuna bir muhtıra gönderilmesini kararlaştırmıştır. Bu muhtırada Ayastefanos Anlaşmasına kendi lehlerine bir maddenin konulması isteğinde bulunulmuştur. Böylelikle 187778 Osmanlı-Rus savaşının ardından imzalanan Ayastefanos Anlaşması’nın Osmanlı Devleti’nce kabullenilmek zorunda kalınan 16. maddesi şöyledir: “Ermenistan’dan Rusya askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devleti’ne verilmesi gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı karışıklıklara yol açabileceğinden, Osmanlı Devleti, Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder.” Anlaşmanın bu hükmü esas itibariyle bağımsızlık kazanmak isteyen Ermenileri tam anlamıyla tatmin etmemiş olsa dahi Ermeni Meselesinin tarihte ilk kez bir uluslararası belgeye yansıması ve “Ermenistan” diye bir bölgenin varlığından söz etmesi yönlerinden büyük önem taşımaktaydı. Bu anlaşmanın Avrupalı devletlerce kabul edilmemesi üzerine 1878 yılında toplanan Berlin Kongresi sonucunda Berlin Antlaşması diye bilinen yeni bir anlaşma imzalanmıştır. Ermeniler bu anlaşma sayesinde bağımsızlıklarına kavuşacakları ümidine kapılmışlardır. Ancak kongrede alınan kararlar önceden İngiltere, Avusturya ve Rusya arasında kararlaştırıldığından Ermenilerin teklifleri fazla dikkate alınmamıştır. Bunun yerine Ayastefanos Anlaşmasında yer alan 16. madde değiştirilerek Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi getirilmiştir. Türk–Ermeni ilişkilerine Avrupalı devletlerin müdahale edebilme hakkını sağlayan bu madde şu şekildedir: “Osmanlı hükümeti, Ermenilerin meskun olduğu illerde ‘Islahat’ yapmayı ve Ermenilerin Çerkeş ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir.” Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni Meselesi iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleridir. Meselenin ikinci yönü ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli’de yaşayan Ermenilerin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Kilikya’da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır. Her iki konuda da Ermenilere ilk destek Rusya’dan gelmiştir. Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları da Ermenilerle ilgilenmeye sevk etmiştir. Doğu Anadolu’daki İngiliz Konsoloslukları’nın sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir. Avrupalı devletlerin bu desteği sonucunda Doğu Anadolu’da 1880’den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komitelerin varlıkları başlangıçta, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşamlarını sürdüren Ermeni halkının büyük çoğunluğunun ilgisini bile çekmemiştir. Ancak bu durum uzun sürmemiştir. Zira Armenakan, Hınçak ve Taşnak komitelerinin kurulmasından sonra Ermeniler, planlı bir şekilde terör ve isyan hareketlerine girişmişler ve Anadolu’nun birçok bölgesinde kanlı Ermeni olayları görülmeye başlamıştır.[25] Dipnotlar [1] “Hayk” kelimesi, Ermenice’de “Hay” adının küçültülmüşüdür. Yavuz Ercan, “Tarihi Belgelerin Işığında Ermeni İddiaları”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, s.208. [2] Mozes Hoyrenatsi’nin “Ermeni Tarihi” adlı eserinde ortaya attığı bu iddia, 19. yüzyıldan bu yana Ermeniler hakkında yapılmış bütün araştırmalara temel teşkil etmekle birlikte, tarafsız bilim adamlarınca her yönüyle ciddiyetsiz bulunmaktadır. Yazarın tarihi kişiliği, eserin yazıldığı dönem ve eserini hazırlarken faydalandığını iddia ettiği kaynaklar “uydurma”dır. Ayrıntılı bilgi için bkz., Mehlika Atok Kaşgarlı, “Ortaçağ Ermeni Tarihleri Kritiği”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, s.323 vd. [3] Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Sorunu, Belge Yay., İstanbul 1987, s.23-24.; Kazım Karabekir, Ermeni www.ulkuocaklari.org.tr 105 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Dosyası, Yayına Hazırlayan: Faruk Özerengin, Emre Yay., İstanbul 1995, s. 30.; Mehmet Hocaoğlu, Arşiv Vesikalarıyla Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, ER-TU Matbaası, İstanbul 1976 s. 1. [4] Azmi Süslü, “Tarihte Ermeniler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi (B.T.T.D.), Sayı 23, Ocak 1987, s.6. [5] Urartu iddiası, Ermeni tarihçileri arasında da pek itibar görmemektedir. Süslü, a.g.m., s. 66. [6] Afif Erzen, Doğu Anadolu ve Urartular, T.T.K. Yayınları, Ankara 1992, s. 26-27.; Süslü, a.g.m., s. 66. [7] İhsan Sakarya, Belgelerle Ermeni Sorunu, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1984., s. 4.; Ki Young Lee, Ermeni Sorunu’nun Doğuşu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1978., s. 6-7.; Erzen, a.g.e., s. 24.; Uras, a.g.e., s. 98-102.; Kazım Karabekir, a.g.e., s. 29. [8] Herodotos, Herodotos Tarihi, Çev: Müntekim Özmen, Remzi Kitabevi. İstanbul, 1991, s.347. [9] Bu isimler Elazığ-Ergani bölgesinde çıkan bir ayaklanmadan bahsedilirken, bu bölge halkı kasdedilerek kullanılmıştır. [10] Fahrettin Kırzıoğlu, “Armenya/Yukaru-Eller-Tarihinin İç yüzü, Dede Korkut Oğuz-namelerinin Mahiyeti”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, s.133 vd. [11] Geçmişten Bugüne Türk-Ermeni İlişkileri, ATASE Yay., Ankara 1989, s. 2. [12] Uras, a.g.e., s. 24. Sakarya, a.g.e., s.4 [13] Bu iddialardan belki de en ilginci Ermenilerin Türk menşeli oldukları görüşüdür. Sadi Koçaş, Tarih Boyunca Ermeniler Ve Türk-Ermeni İlişkileri, Altınok Matbaası, Ankara 1967, s.42-43. [14] İsmail Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Türkar Yay. Ankara, 2001, s.1-2. [15] Abdurrahman Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ocak Yayınları, Ankara 1997, s. 7.; Ki Young Lee, a.g.e., s. 4.; Wilhelm Barthold, “Azerbaycan ve Ermenistan”, Çev: İsmail Aka, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: VIII-XII, Sayı: 14-23, s. 84.; Cemallettin Taşkıran, Geçmişten Günümüze Karabağ Meselesi, ATASE Yay., Ankara 1995, s. 47.; Kazım Karabekir, a.g.e., s. 36-38.; Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, T.T.K., Ankara 1983, s. 10. [16] Ermenilerin bu dönem tarihleri hakkında ayrıntılı bilçi bkz.; Gürün, a.g.e., s. 15 vd.; Uras, a.g.e., s. 10 vd.; Karabekir, “Ermeniler Nereden Geldiler –Nereye Gidiyorlar III”, B.T.T.D., Sayı.20, Ekim 1986, s.72 vd.; Koçaş, a.g.e., s.21 vd.; Kırzıoğlu, a.g.t, s.135 vd.; Fahrettin Kırzıoğlu, “Belgelerle Selçuklu Fethinden Önceleri Türklerin Armenya’da Yaşadığını Gösteren Kaynaklar”, B.T.T.D., Sayı 11, Ocak 1986, s. 45 vd.; Süslü, a.g.m., s.67 vd.; Erol Kürkçüoğlu, “Ortaçağda Bizans ve İran’ın Ermeni Siyaseti”, 21. Yüzyıla Girerken Tarihe Dostça Bakış: Türk-Ermeni İlişkileri, Yayına Hazırlayan: Berna Türkdoğan, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2000, s. 46. [17] Özçelik, a.g.e., 2-3. [18] Ayrıntılı bilgi için bkz.; Erdal İlter, Ermeni Kilisesi ve Terör, Ankara Üniversitesi Yay., Ankara 1969.; Uras, a.g.e., s.14 vd; Koçaş, a.g.e., s.49 vd.; Sakarya, a.g.e., s.14-15. [19] Bu iddialar da Ermenilerin Hıristiyan Avrupa kamuoyunda oluşturmak istedikleri Ermeni ve Ermenistan düşüncesinde kullanılan temelsiz bir iddiadır. Bkz., İlter, a.g.e., s.18. [20] Uras, a.g.e., s. 145. [21] Özçelik, a.g.e., s.3-4. [22] Ermenilerin erken dönem, tarihi, etnik, kültürel ve dini durumları ve Türk Ermeni münasebetleri hakkında geniş bilgi için, Esat Uras, Kamuran Gürün, Sadi Kocaş ve diğer araştırmacıların eserlerine bakılabilir. [23] Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı 1878-1897, İstanbul 1987, s. 3-8. [24] Halil Metin, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, MEB. Yay., Ankara, 2001, s.63. [25] Özçelik, a.g.e., s.11 vd. 106 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ve ERMENİ FAALİYETLERİ Erkan GÖKSU Ermeni Meselesinin ilk defa uluslar arası platformda gündeme getirilmesi ile başlayan süreçte Ermeniler, batılı devletlerden aldıkları destekle geniş çaplı propaganda ve eylem hareketine girişmişler; Osmanlı Devleti’nin parçalanarak kendilerine vaat edilen hayali Ermenistan’a ulaşacakları günü beklemeye koyulmuşlardır. Meşrutiyetin ilanından sonra Avrupa çalışan Ermeni komiteleri, siyasi suçlular, kaçaklar ve serserilerin sayıları İstanbul’da büyük bir artış göstermişti. Hele şapkalarıyla, Rus lehçesi ile konuştukları Ermeniceleri ile özellikle Taşnaklar göze çarpıyorlardı. Meşrutiyetin getirdiği özgürlük ortamı Ermeniler için şu sonucu ortaya koydu. Bu ülkede iki ayrı dinden, iki ayrı ulusa yer yoktur. Anadolu özellikle Çukurova’dan itibaren ya Türklerin ya da Ermenilerin olacaktı.[1] Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi, Ermeniler için amaçlarına ulaşma yolunda giriştikleri yeni ve hareketli bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ermeniler, Türk hatta Rus ve İran egemenliğinden kurtularak, bağımsız bir Ermenistan kurma emellerine ulaşabilmek için, daha etkili ve sistemli bir mücadeleye girişmişlerdir. Onların bu çabaları, büyük devletlerin tahrik ve destekleriyle had safhaya ulaşmıştır. Zira büyük devletler Ermenilere bağımsızlık vaat etmişler ve hem içerdeki hem de dışarıdaki Ermenileri silahlandırmışlardır. Bu devletlerin asıl amacı, Osmanlı devletini savaştan kısa sürede çıkararak saf dışı bırakabilmektir. Bu durumda Ermenilerin tarihi emelleri, büyük devletler tarafından kullanılmıştır. Bu tahrik ve yönlendirmeye açık olan Ermeniler de, büyük devletlerden aldıkları desteklerle faaliyetlerini hızlandırmışlar, propaganda ve silahlı hareket konusunda etkilerini artırmışlardır.[2] A) Savaş Öncesi Hazırlıkları Seferberliğin ilan edilmesinden önce İstanbul Galata’daki Ermeni Büyük Merkez Okulunda patrikhane başkanlığında bir araya gelen Ermeni komiteleri, (Hınçak, Taşnak, Ramgavar vb.) Osmanlı Devletinin savaşa katılması halinde “Ermenilerin Osmanlı Hükümetine bağlı kalmaları, askerlik görevlerini yerine getirmeleri ve dış tahriklere aldanmamaları konusunda” karar almışlardır.[3] Ancak Osmanlı Devletine sadık kalma konusunda zikredilen bu kararlar, daha çok hükümeti kuşkulandırmamak için alınmış, aldatıcı kararlardır.[4] Ermenilerin hükümete sadık kalma konusunda aldıkları kararlarında samimi olmadıkları alınan istihbarattan öğrenildiği gibi, daha sonraki olaylarla da ortaya çıkacaktır. Daha Ağustosun başında, seferberliğin ilanından önce Erzurum’da toplanan 8. Taşnak-sütyun kongresinde, bu samimiyetsizlik ciddi ve tehlikeli bir şekilde belirmiştir. Kongrede Doğu illeri başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinden gelen, hatta milletvekili olan bir çok temsilci hazır bulunmuştur. Kongre devam ettiği sırada da Osmanlı hükümetinin seferberlik ilan ettiği öğrenilmiştir. Bu kongrenin toplanma amacı hakkında net bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Kongreye hükümetin gözlemci gönderip göndermediği kesin olarak bilinmemektedir. Bazı yazarlara göre Ermenilere yönelik Doğu Anadolu idarî reformunun gündemde olduğu bir zamanda Erzurum’da böyle bir kongrenin toplanması gayet doğaldır.[5] Ermeni yazarlara göre ise amaç; “Osmanlı devletini savaşa girmekten vazgeçirmek”tir ki, kongre sonucunda varılan karar da “Osmanlı devleti savaşa girerse Türk Ermenilerinin hükümete sadık kalmaları ve ülkeyi korumada hizmet etmeleri” şeklindedir.[6] www.ulkuocaklari.org.tr 107 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak konuşulan konular ve alınan kararlar hakkında Osmanlı hükümetinin aldığı istihbarat ve sunulan rapor, Ermenilerin Erzurum’da I. Dünya Savaşı boyunca yapacakları faaliyetleri planlayıp karalaştırdıklarını göstermektedir. Bu rapor şu şekildedir[7]; “Türkiye’nin yok olma anının yaklaştığı her tarafta ilana başlanıldı. İstanbul’da yapılan büyük kongrenin sonuçlarını bildirmek ve gereken düzenlemeleri yapmak almak üzere Mebus Papasyan ile Viremyan Erzurum’a geldiler. Kafkasya’dan gelen Taşnak delegelerinin de katılımıyla Erzurum’da büyük bir toplantı yaptılar. Rusların Osmanlı Ülkesinden alacakları toprakları Ermenilere vererek, bağımsızlıklarının sağlanacağı hakkında Ruslarla belirlenen uyuşma şekli Erzurum toplantısında konuşuldu. Kongre Rus-Ermeni ittifakını onaylayarak ve komitelere bildirilmek üzere şu kararları aldı: “Savaş ilanına kadar sükûnet ve itaatlarını muhafaza etmek, fakat bu zaman zarfında Rusya’dan gelecek ve içeriden bulunacak silahlarla donanımlı bir hale gelinecektir. Savaş ilan edilirse Türk ordusundaki Ermeniler silahlarıyla Rus ordusuna katılacaklardır. Türk ordusu ilerlerse sükunet muhafaza edilecektir. Türk ordusu geri çekilirse ya da ilerleyemeyecek bir hale gelirse çeteler derhal ordu gerisinde ellerindeki programa göre faaliyete geçeceklerdir.”[8] Kongrede ayrıca; “İttihat ve Terakki hükümeti gayr-ı müslimlere, özellikle de Ermenilere karşı uyguladığı siyasetten ötürü eleştirilmiş ve hükümetin Doğu Anadolu’ya yönelik olan reform programı konusunda samimi olmadığından söz edilerek, İttihat ve Terakkiye muhalif olunması, cemiyetin siyaseti ve programının tenkit edilmesi ve cemiyetle ve teşkilatıyla şiddetle mücadele edilmesi; Ermeni yerleşim birimlerindeki köy bekçilerinin oluşturulması ve bunların resmî hükümet silahlarıyla donatılması, jandarma birliklerinde Ermenilerin sayılarının artırılması; “Müdafaa-i şahsiyye” (bu ifade komitelerce doğrudan doğruya silah manasında kullanılmaktadır.) konusunda bu yıldan itibaren komitelerin bütün mesaisinin bu konuya sarfı, bu amaçla para ve çeşitli araçlardan çok mıntıkalar teşkilatının büyütülmesi ve desteklenmesi ve sırf “müdafaa-i şahsiyye” yani silah işleriyle uğraşmak üzere beş kişiden oluşan bir genel merkez oluşturulması; Propaganda ve basın-yayın faaliyetlerinin artırılmasına, bazı gazetelerin para toplama işi için aracılık etmesi...” konularında da karara varılmıştır.[9] Bu kararlar bütün Ermenilere ve taşra teşkilatlarına da duyurulmuştur.[10] Yine Ermeni yazarlara göre, aynı kongreye Osmanlı Devletinin temsilcilerinin katıldığı ifade edilmiş ve olası bir Türk-Rus Savaşında devlete sadık kalmalarını, Kafkasya ötesinde Rus Ermenileri arasında bir ayaklanma çıkarmalarını ve bu bölgenin ele geçirilmesinde yardımcı olmalarını istemişlerdir. Hatta Ermeniler de yapacakları bu hizmete karşılık, Osmanlı topraklarından bazı yerlerin de katılımıyla özerk bir yönetim kurdurmayı teklif etmişlerdir. Buna karşılık Ermeni temsilcileri bu önerileri kabul etmeyerek devlete sadık kalacaklarını, ayrıca Rus Ermenilerini ayaklandırma faaliyetine katılmayacaklarını bildirmişlerdir. Ancak Osmanlı hükümetinin tekliflerini kabul etmeyen Taşnak-sütyun komitesi, aynı teklifleri Osmanlı Devletine yönelik olarak yapan Rus temsilcisi Daşkov’a ılımlı davranmış ve Tiflis’te bir toplantı düzenleyerek Rus önerilerini kabul etmiştir. [11] 108 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1- Silahlanma Faaliyetleri Osmanlı Devletinin savaşa girmesi, Ermeniler için “... Artık Türkiye Ermenileri adını taşıyan o kanlı tarihe son verme zamanı”[12] olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla her Ermeni’nin, “... vatanî vazifesini yapmak ve Türklerin başını ezmek için...” mücadeleye girişmesi gereklidir.[13] Ermeni komiteleri bu amaçla 1913-14 yılları arasında bir yandan propaganda ve teşkilatlanma çalışmalarına hız verirken, bir yandan da hızlı bir silahlanma faaliyetine girişmişlerdir. Zira onlara göre “silah meselesi önemli bir iştir. Ve bunun gerekliliğini herkes bilmektedir”.[14] Bu yoğun silahlanma faaliyetleri komite yazışmalarında çok açık bir şekilde görülmektedir. Hınçak liderleri, komite üyelerindeki silah azlığından şikayet ederek; “... komitacılık yalnız düşünce ile olmaz, eylem olmadıkça hiçbir şeye yaramaz.” düşüncesiyle, silah konusunun kendilerini en fazla meşgul eden bir sorun olduğuna dikkat çekmişlerdir. Yine komiteler ve bu komitelerin şubeleri birbirlerine silah ve cephaneleri hakkında bilgiler vermiş, çeşitli yazışmalarda silah ihtiyacını gidermek için para bulunması, silahların güven içinde istenen yerlere taşınması, silah almakla görevli komite üyeleri gibi konular ifade edilmiştir.[15] Sözünü ettiğimiz olaylardan başka, Rusya’dan Doğu Anadolu’ya silah sokulduğuna dair de bilgiler mevcuttur. Bunların bir kısmı Ermenilerin kendi gayretleri sonucunda, bir kısmı ise Ruslar tarafından oluşturulan çetelere verilmek üzere çeşitli yerlere gönderilmiştir.[16] Böylece Ermenilerin yaşadığı yerler birer silah deposu haline getirilmiştir. Bu silahlar Osmanlı görevlileri tarafından zaman zaman saptanmış ve yakalanmıştır.[17] Ancak silahlanmanın tehlikeli bir boyuta ulaştığı gözlenince 26 Nisan 1915’te geçici bir kanun çıkartılmıştır. Bu kanuna göre, gayr-i müslimlerin özellikle de Ermenilerin ellerinde bulunan silah, cephane, bomba ve bunların yapımından kullanılan her çeşit maddenin Harbiye Nezaretince toplatılması istenmiştir. Bunun üzerine Anadolu’nun her tarafında Ermenilerin ev ve iş yerlerinde yapılan aramalarda binlerce silah ele geçirilmiştir. Ele geçirilen silah ve mühimmatın listesi, illere göre aşağıda verilmiştir. Ancak bu rakamların yüzeysel bir arama sonucunda ortaya çıktığı ve sadece memleketin iç kesimlerinde elde edilen sayılar olduğu unutulmamalıdır. Erzurum, Van, Bitlis, Sason, Erzincan ve Karaköse gibi bölgelerde o sırada çarpışmalar olduğundan, tam bir arama yapılamamıştır. Söz konusu şehirlerde 50 bin tüfek mevcut olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla tablodaki sayılara bunlar da eklenmelidir.[18] Silah ve Mühimmat Araması Yapılan Merkezlerde Bulunan Silah ve Mühimmat Sayısı Bursa 400 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası İzmit 100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Sivas 100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Arapkir Çok sayıda tabanca ve hançer İzmit 200 Tüfek, 50 bomba, 10 gaz tabancası, bomba ve dinamit Dörtyol 150 Tüfek Samsun 250 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Trabzon 100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Urfa 180 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Merzifon 200 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Amasya 100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Adana 200 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası www.ulkuocaklari.org.tr 109 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Hasanbeyli 100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Saimbeyli 1200 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası Elazığ 100 Tüfek, barut deposu, cephane ve bombalar Malatya 200 Tüfek, barut deposu, cephane ve bombalar Diyarbakır 450 Tüfek Maraş 300 Tüfek Antep 300 Tüfek Halep Çok sayıda el bombası Kayseri 150 Tüfek Toplam 4780 2- Gönüllü Ermeni Alayları ve Çeteler Ermeniler amaçlarını gerçekleştirebilme konusunda en büyük desteği Rusya’dan almışlardır. Bu birliktelik, Rusya’nın da uzun süredir beklediği bir olaydır. Ruslar Ermenilere, alacakları yerlerde Özerk bir Ermenistan kurulacağı sözünü vermişlerdi.[19] Bu amaçla daha Osmanlı devleti savaşa girmeden bir yandan Kafkasya’da hazırlıklar başlamış ve gönüllü alayları kurulmuş; bir taraftan da Doğu Anadolu’da çeteler teşkil edilmiştir. Bu grupların başlarına da tanınmış ihtilalciler geçirilmiştir. [20] Meşrutiyet’in ilanından sonra politik yönde ve ihtilalci yapıla olan komitecilerin çalışmalarına son vermeleri ve Meşrutiyet’in koruyucu bekçileri olarak memleketin onarılmasına, ekonomik yönden yükseltilmesine çalışmaları gerekmekteydi. Komiteler de buna karar vererek faaliyetlerine başladılar. Bu amaçla da gönüllü Ermeni alayları ve çetelerinin kurulmasına bir zemin hazırlandı.[21] Gönüllü alaylarının kurulması işi Ermeni liderleri ile Rusya arasındaki görüşmelerden sonra kesinleşmiş ve Rusya, bu işi daha koordineli bir hale getirebilmek için Tiflis’te bir Ermeni Ulusal Bürosu kurmuştur. Burada gönüllüleri yetiştirme görevini de, Kafkasya genel valisi Daşkov’a vermiştir. Türkiye’deki Ermeni ileri gelenleri de Tiflis’e geçerek bu alayların kurulmasında görev almışlardır. Bunlar arasında “Armen Garo” takma adını kullanan Osmanlı Erzurum milletvekili Karakin Pastırmacıyan ve Van milletvekili ve aynı zamanda da Taşnaksütyun yetkililerinden olan V. Papazyan gibi isimler bulunmaktadır.[22] Rusya, İran ve Kafkasya’daki Ermenilere silah dağıtmış[23], dünyanın her yerinden Kafkasya’ya gelen Ermeniler, hem Rus ordusuna, hem de oluşturulan çete ve intikam alaylarına gönüllü olarak girmişlerdir. Bunların silah ve yiyecekleri Rusya, elbise ve atları ise kendileri tarafından karşılanmıştır.[24] Her tarafta gönüllü listeleri dolaştırılmış; Rusya, İran, Amerika, İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Romanya ve hatta Buhara’dan çıkan gönüllüler, mallarını satarak, iş ve topraklarını bırakarak Tiflis’e gelmişlerdir.[25] Bu arada daha önce sözünü ettiğimiz direktifler uyarınca, askere alınmak istenen Ermeniler orduya katılmamış, alınanlar ise silahlarıyla beraber kaçmışlardır. Bunlardan büyük bir kısmı Rusya’ya gitmiş ve gönüllü Ermeni alaylarına katılmışlardır.[26] Bu gönüllülerin sayısı, Rusların üç kolordusunda kendi kaynaklarına göre 180 bin kişi civarındadır.[27] Gerek Türkiye’den gerekse Rusya ve diğer memleketlerden gelerek Rus saffına koşan Ermeni gönüllülerinin bir kısmı da Türk sınırına ve içerilere gönderilmiştir. Bunlar arasında casus olarak ele geçirilenler de mevcuttur. Ruslar, Ermeni ileri gelenleri liderliğinde oluşturdukları bu çeteleri para ve silah bakımından da iyice kuvvetlendirmiştir. Çetelerin teşkilatlandırılmasında dikkat 110 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı edilen husus, seçilen yerlerin stratejik bakımdan önemli olmasıdır. Türk ordusunu arkadan vura bilecek yerler (Pasinler, Van, Bayezid vb.) ve ordunun ikmal yolunda bulunan Sivas ve Şarkî Karahisar gibi bölgelerde Ermeniler tahrik ve teçhiz edilmiştir. Çete faaliyetleri yapan, bu çetelere adam toplayan, silah kaçıran, saklayan ve bulan bir çok kişi yakalanmış ve bunların faaliyetleri hükümete bildirilmiştir. Aslında Osmanlı hükümeti Ermenilerin bu faaliyetlerini çok önceden haber almakla beraber, henüz olay patlak vermediğinden harekete geçmemeye ve karşı tedbirlerle yetinmeye karar vermiştir. Küçük çaplı hareketlerin başladığı sıralarda ise bizzat Enver Paşa Ermeni patriğini çağırarak ona; “Ermenilerden bu durumda sadakat beklerken onların köy basıp Müslümanlara ve devlete zarar verdiklerini, Patriğin onlara nasihatte bulunmasını, aksi halde bu durumun genel bir şekle bürünmesiyle, en sıkı askerî tedbirlerin alınacağını” söylemiştir. Ancak Ermeniler, çok önceden ne şekilde hareket edeceklerini kararlaştırmış olduklarından bunların hiçbir faydası olmamıştır.[28] Kaynaklar [1] Abdullah Yaman, Ermeni Meselesi ve Türkiye, Otağ Yay., İstanbul, 1973, s.107. [2] Özçelik, a.g.e., s.20. [3] Öke, a.g.e., s.101 [4] Uras, a.g.e., s. 581. [5] Yuluğ Tekin Kurat, “Doğu Anadolu’da Ermeni Sorunu (1900-1920)”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, , s:232 [6] Muammer Demirel, Birinci Dünya Harbinde Erzurum ve Çevresinde Ermeni Hareketleri (1914-1918), Genelkurmay Basımevi, Ankara 1996., s:21 [7] Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, s.26 vd. [8] Askeri Tarih Belgeleri Dergisi (A.T.B.D.), S:83, Belge No:1903 [9] E.K.A.H.İ., s:198-200 [10] A.T.B.D., S:83, Belge No:1893 [11] Demirel, a.g.e., s:25 [12] Taşnaksütyun’un savaş bildirisinde geçen bu ifade ve bildirinin tamamı için b.k.z., Uras, a.g.e., s.594. [13] Kurat, a.g.t., s:233. [14] E.K.A.H.İ., s.125. [15] E.K.A.H.İ., s:118, 119 ve muhtelif yerler. [16] A.T.B.D., S:81, Belge No:1810; Demirel, a.g.e., s:17 [17] A.T.B.D., S:83,Belge No:1903 [18] Tablo için b.k.z., Demirel, a.g.e.,s:19-20; Özçelik, a.g.e., s.23. [19] A.T.B.D., S:81, Belge No:1804 [20] Özçelik, a.g.e., s.29-30. [21] Metin, a.g.e., s.119. [22] Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, s. 69-70. [23] A.T.B.D., S:81, Belge No:1807-1809 www.ulkuocaklari.org.tr 111 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [24] A.T.B.D., S:82, Belge No:1895 [25] Uras, a.g.e., s:592 [26] A.T.B.D., S:83, Belge No:1896, 1899, 1902 [27] Demirel, a.g.e., s:36 [28] Talat Paşa’nın Anıları, Haz:Alpay Kabacalı, İstanbul, 1994, s:71; Hamit Pehlivanlı, “Gölge Oyunu, 1915 Haklı Tehcir Olayının Ermenilerce Bir Soy Kırım Gibi Yansıtılması”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl 21, Sayı 40, Şubat 1996, Ankara 1996, s. 90. 112 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA ERMENİ İSYANLARI Erkan GÖKSU Osmanlı Hükümeti 1-2 Ağustos 1914 tarihinde savaşta tarafsız kalacağını açıklamış ve “tarafsızlık kararına karşı çıkacak devletleri bu karara uymaya mecbur etmek” için, Osmanlı ordusunun seferber hale konulmasına karar vermiştir. Hemen arkasından da “tedabir-i ihtiyatî” gerekçesiyle seferberlik ilan edilmiştir. (2 Ağustos 1914) Ancak Osmanlı Devleti her ne kadar daha sonraları da savaşta tarafsız kalacağı yönünde açıklamalar yapmışsa da, seferberliğin ilan edildiği gün OsmanlıAlman ittifakına imza atmıştır.[1] Bu seferberliğe ilk defa Ermeniler de dahil tutulmuştur.[2] Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi Ermenilerin, seferberliğin ilanı ve savaşın başlamasıyla beraber yapacakları işler önceden kararlaştırılmış ve ciddî olarak hazırlığı yapılmıştır. Artık son direktifler verilmiş, beyannameler neşredilmiştir. Nitekim seferberliğin ilan edildiği gün, Ermeni komitelerinin İstanbul merkezlerinde bir fevkaladelik görülmüştür. Ermeni komiteleri arasında (Taşnaksütyun, Hınçak, Ramgavar vb.) her zamankinden daha fazla bir beraberlik ve ortak faaliyet çalışması görülmüştür. Ermeni liderleri taşra teşkilatlarına şifreli talimatlar vermişlerdir. Bu talimatlara göre; “Rus ordusu sınırdan ilerler ve Osmanlı askeri çekilirse; her tarafta eldeki bütün imkan ve araçlarla isyan edilecek, Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, binalar ve resmi daireler bombalanacak, yakılacak, hükümetin kuvveti dahilde işgal olunacak, levazım kafileleri vurulacaktır. Eğer Osmanlı ordusu ilerler ise de, Ermeni askerleri silahlarıyla beraber Ruslara katılacak ve birliklerinden firar ederek çeteler oluşturacaklardır.”[3] Ayrıca; “... her bir Ermeni’nin seferberliğe şiddetle muhalefet etmeye mecburdur...” denilerek, Ermenilerin seferberliğe karşı koyması açıkça istenmiştir.[4] Aynı günlerde Rus ve Ermenilerin ortak amacı bir kez daha gündeme getirilmiş ve Ecmiyazin Katagigosu Kevork, Rusya’nın Kafkasya genel valisi Daşkov’a müracaatla, Ermenilerin Rusya tarafından korunmasını isteyerek buna karşılık Osmanlı Devletine karşı Ruslarla beraber savaşacaklarını söylemiştir. Daşkov ise yine bu sıralarda Tiflis’te, Osmanlı topraklarının (altı vilayetin) Ermenilerin yardımıyla ele geçirilmesi halinde, burada bir Ermeni muhtariyetini tanıyacaklarını ilan etmiştir.[5] Yine Rus çarı Nikolas da Eylül 1914 tarihinde beyanname ile Ermenileri Rusların yanında savaşmaya çağırmış ve beyanname komitelerce Ermenilere aynen nakledilmiş[6] ve Taşnaksütyun “Doğru bir iş için, kurtuluşumuz için savaşacağız. Biz yalnız değiliz; bizimle birlikte Avrupa’nın kültürlü milletleri de vardır. Alman Vandallarına Türklerinin gönüllülerine karşı mücadele edeceklerdir. Ermenistan’ın kurulma zamanı gelmiştir. Ermeniler, Türkler aleyhine silaha sarılın!” diyerek askerî faaliyetlere katılmayı öğütlemiştir.[7] Bu arada diğer komiteler ve basın yayın organları da boş durmamış ve Ermenileri galeyana getirici bildiriler yayınlamışlardır. Hınçak komitesinin yayın organı olan Hınçak gazetesi, Ekim 1914 tarihinde yayınladığı beyannamede; “...Hayatlarını Ermeniliğin kurtuluşu uğruna feda etmeye hazır olan kahramanlar, maddî ve manevî kuvvetleriyle meydana atılsınlar...O halde ileri arkadaşlar, iş başına! Ölümümüzle, Ermenistan’ı tehdit eden ölümü ezelim ve bu suretle Ermenistan yaşasın, ebediyen yaşasın.”[8] demek suretiyle Ermenilerin bekledikleri günün geldiğini ifade etmiştir. Görüldüğü gibi Ermeniler, tarihî emellerine ulaşmak için gereken bütün hazırlık, siyasî ve askerî www.ulkuocaklari.org.tr 113 Ülkü Ocakları Eğitim Programı destek, plan-program ve örgütlenme aşamalarını tamamladıktan sonra, Osmanlı devletinin savaşa girmesini beklemeye koyulmuşlardır. Belli bir plan ve yönlendirme ile hareketlenen Ermeniler, Osmanlı-Rus savaşının başlaması ile bütün planlarını uygulamaya koymuşlardır. Tarihî emelleri uğruna ve hasım devletlerin kışkırtmaları ile, uzun bir süre beraber ve huzur içinde yaşadıkları; ancak şimdi tarihinin en kötü günlerini yaşayan Osmanlı devletine ve sivil Müslüman halka insanlık sınırlarını zorlayan muameleleri reva görmüşlerdir. Bu dönemdeki ilk Ermeni olayları Zeytun’da başlamıştır. Seferberliğin ilanından sonra (17 Ağustos 1914) Zeytunlu Ermeniler Osmanlı hükümetinden askerî hizmet karşılığı olarak komutan ve subayları kendileri tarafından tayin edilmek üzere ayrı bir Ermeni alayı kurmak istemişlerdir. Hükümetin bu isteği reddetmesi üzerine, Zeytunlu Ermeniler tarafından bağımsız bir “Zeytun Ermeni Alayı” kurmuşlar ve çevre köylere saldırarak çok sayıda kişiyi öldürmüşlerdir.[9] Aynı grup, Andırın’ı basarak burada da 100 kişiyi katletmişlerdir.[10] Yine aynı tarihlerden itibaren, Siirt, Ağrı, Çukurova, Erzurum, Van, Bitlis, Muş, Eleşkirt, Trabzon, Artvin ve Kağızman’dan Ermenilerle ilgili isyan haberleri gelmeye başlamıştır.[11] Bu isyan ve terör olayları şu şekilde özetlenebilir:[12] a) Bitlis ve Muş Olayları Ermeni komiteleri en çok önem verdikleri bölgelerin başında Van, Muş ve Bitlis yörelerine geliyordu. Bölgenin yolları, genellikle açık ve ulaştırma için uygundu. Bitlis; Van-DiyarbakırHalep-İskenderun yolu üzerinde önemli bir yerleşim merkeziydi. Ermenilerin Muş ve Talori İsyanları da bu yörede çıkmıştır. Bu sebepledir ki gerek komiteler, gerek patrikhane bu yöreyi en seçkin, en kudretli temsilcilerini, ruhanilerini ve murahhaslarını göndermekte büyük bir özen gösteriyorlardı.[13] Bölgenin bu özeliği sebebiyle Patrikhane, Ermeni davası için en uygun kişileri ve din adamlarını değişik görevlerle bu bölgeye göndermiştir. Patrikhanenin ve komitelerin Osmanlı yönetimine karşı Avrupa’ya yaptığı şikayet ve başvurmalarda daima bu iki ildeki olaylardan söz edilmiş; ıslahat sorununda da yine bu iller ileri sürülmüştür. Bu bölge, bir gün bile Ermenilerin saldırı ve isyanlarından kurtulamamıştır. Bitlis yöresindeki Ermeniler, sudan sebeplerle olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Taşnak komitesi tarafından Van’da yayınlanan Eşhadank ve Vandosb, Erzurum’da yayınlanan Haraç gazeteleri bu olayları, yabancı ülkelerdeki Ermenilere duyuruyorlardı. Komiteler, bu olaylarla Ermenilerin bir özerkliğe kavuşturulmasını amaç ediniyorlardı. Seferberliğin ilanından sonra Taşnak komitesi Rusya’dan gereken talimatı alarak bu bölgede tanınmış komitacılardan Van Mebusu Vahan Papasyan’ı getirmişti. Seferberlik ilanına uyan Türk gençleri vatan savunmasına giderken, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin pek çoğu bu çağrıya uymamış, uyanlar da silahlarıyla birlikte kıtalarından kaçmaya başlamışlardı. Ocak 1915’te Bitlis’in Hizar kazasının Sekür Köyü Ermenileri, asker kaçağı aramaya giden jandarma müfrezesine, Osmanlı Hükümeti’ne asker vermeyeceklerini ve hükümeti tanımadıklarını söyleyerek silah kullandılar ve jandarmaları öldürdüler. Aynı durum, Korsu, Akhis, Beygeri, Arşin, Tasu gibi büyükçe köylerde de tekrarlandı. Komitalar Van-Bitlis arasında Gevaş yolunu ve buradan geçen önemli haberleşme hattını kestiler. Bu köylerde isyan devam ederken merkeze bağlı Viyris Köyü’nde de 20 Şubat 1915’te çarpışmalar çıktı. Bunu Hizan ve Bitlis bölgesindeki isyanlar izledi. Muş Ovası’nda da olaylar görülmeye başlandı. Akan bucağı Kümes Köyü’ne giden Bucak Müdürü’yle yanındaki jandarmaların oturdukları eve sekiz saat süreyle ateş edildi. Jandarma ve milislerden 9 kişi öldü. Buradaki harekatın Muş Taşnak delegesi Rupen ve komite başkanlarından tanınmış Esro ve Papazyan tarafından yönetildiği açıklığa kavuştu. Asker toplamak için Hizan’a giden Bitlis Jandarma Alay Komutanı’yla emrindeki müfrezenin Karkar Deresinde yolları kesildi. 114 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yedi saat çarpışmadan sonra bir jandarma eri şehit düştü. Bu sırada Erzurumlu meşhur Üzümlü Lato, Van fedailerinden meydana gelen Mokes ve Hizan çevresinde etkinliklerde bulunmuştur. Ermenilerin bu isyanlarındaki amaçları, harekat, ulaşım ve askeri haberleşmeyi aksatmak, askeri kuvvetleri meşgul etmekti. Bunun için de Bitlis’te ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bitlis’teki Rus konsolosu, İstanbul’daki Rus elçisine gönderdiği 24 Aralık 1912 gün ve 63 sayılı raporunda şöyle diyordu: “Ermeni kamuoyunun yukarıda belirtilen duruma gelmesinde Taşnak Komitesi’nin büyük bir payı vardır. Komite, Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmalar çıkarmaya ve meydana gelecek kötü durum üzerine Rusların işe karışmasını sağlamaya ve buraların Rus askerleri tarafından ele geçirilmesine bütün güçleriyle çalışmaktadırlar.”[14] b) Erzurum İsyanları Erzurum yıllarca Ermeni isyanlarına sahne olmuştur. Rus ve İngiliz konsolosları burada çok büyük oyunlar çevirmişlerdir. Komitecileri eski Erzurum isyanlarında kışkırtan, silah veren, korumaya söz veren ve en şiddetli olayları çıkarttıktan sonra konsoloshane kapılarını Ermeni isyancıların yüzüne kapayan Ruslar, Birinci Dünya Savaşı sırasında da Erzurum Ermenilerini yönlendirmişlerdir.[15] Seferberliğin ilanından sonra yıllarca Ermeni isyanlarına, kıyım ve kırımlara sahne olan Erzurum bölgesinde savaş başladığı zaman, il merkezi ve sancaklarda Ermenilerden silah altında bulunanlar, kendi silahlarıyla birlikte Ruslara sığınmışlardır. Rus Hükümeti bunları silahlandırarak çeteler kurmuş ve Anadolu içerisine salmıştır. Ermeni gençlerini askerlikten kurtarmak için kilise adamları büyük çaba göstermişlerdir. Erzurum’da seferberliğin ilanından sonra Müslüman halk topluca askerlik şubelerine başvururken, bir çok Ermeni evlerinde gizlenerek kendilerini dış ülkelere çıkmış gibi göstermişlerdir.[16] Ermeniler, bir yandan Türk ordusunun lojistik yollarını tıkamaya çalışırken, bir yandan da halkın moralini bozmak için Osmanlı’nın ve müttefiklerinin başarısız olduğunu propaganda ettiler ve düşmanların zaferi için kiliselerde dua ettiler. Ermeniler Erzincan’da kendilerine uzun süre yetecek yiyecek ve eşyaları daha seferberlik başında hazırlamışlar ve saklamışlardır. Bunlar daha sonraki aramalarda meydana çıkmıştır. Kasım 1914’de Kemah’ın Karni Köyü civarındaki Çanlıvank Manastırı’nda toplanan komitacılar isyan planlarını hazırladılarsa da uygulama alanına konmadan meydana çıkarıldı. Erzurum ve sancaklarında Ermeniler silahlı olarak evlere saldırmaya, Müslüman kadın ve çocukları öldürmeye başladılar. Bu sayede bölgeden cepheye gönderilen askerlerin morallerini bozacak ve onların ailelerinin yanına dönmelerini sağlayarak Türk kuvvetlerinin gücünü azaltacaklardı. Erzincan bölgesinde pek çok silahlı asker kaçağı, silah, cephane, bomba ile ele geçirildi. Azgın bir komiteci olan ve yalnız bu nedenle Patrikhane tarafından Kemah’a atanmış bulunan Kemah Murahhasası çevresinde topladığı gönüllüleriyle Türklere pek çok zulümler yapmıştır. Osmanlı güvenlik kuvvetleri tarafından tutuklanan Erzincanlı Dikran Papazyan adındaki bir şahıs “üç beş gün daha gecikme olsaydı, komitelerin aldıkları tertibat ile Erzincan’ı tüm ateşler içinde bırakacaklarını, yakıp yıkacaklarını; bütün Türkleri, askerleri öldüreceklerini, ancak hükümet uyanık bulunduğu için bu girişimin başarılı olamadığını” açıkça söylemiştir.[17] c) Elazığ (Harput) İsyanları Seferberlikten sonra Elazığ’da da Ermeni askerlerin kaçmaları ve Müslüman halka saldırıları yaygın bir halde aldı. Bunların en önemlileri şunlardır: Elazığ İngiliz Konsolosluğu tercümanlığını yapan Osmanlı uyruklu bir Ermeni, çevreyi dolaşmak www.ulkuocaklari.org.tr 115 Ülkü Ocakları Eğitim Programı bahanesiyle 11. Kolordu hakkında bilgi toplayarak bunları rapor halinde konsolosluğa vermek istemiş, fakat bu rapor ele geçirilmiştir.[18] Yine il içindeki Ermenilerin Paskalya yortularını Rus bayrağı altında geçirmeyi istediklerine dair birçok mektup yakalandı. Doğu aşiretlerini kışkırtmak ve Ermenilerle birleşmelerini sağlamak için yapılan çalışmalar meydana çıkarıldı. Eğin’den (Kemaliye) orduya gönderilmek üzere hazırlanmış olan ikmal maddeleri Eğinli Filipos ismindeki bir Ermeni tarafından yakılmak istenmiştir. Filipos yangında ölmüş; fakat, evinde yapılan aramada bu işi Eğin Ermeni Murahhasası’nın teşvikiyle yaptığı, bu olaydan birçok tanınmış Ermeni’nin de haberi olduğu meydana çıkmıştır. Başta en büyük dini liderleri olduğu halde, hükümete sadık olduklarını ve asla silahları olmadığını söyleyen Ermenilerden, arama sonunda yalnız il merkezinde 5.000’den fazla silah, 300 kadar bomba, 40 kg. kadar bomba fitili, 200 paket dinamit, 5.000 adet dinamit misketi bulundu. Arapkir Ermeni Kilisesi’nde de silah, cephane ve iki derviş elbisesi ele geçirildi. Ocak ve Şubat 1915 aylarında Türk askerlerinden yaralı ve sakat olarak evlerine dönenlerin birçoğunun yollarda ve Ermeni köylerinde pek barbarca öldürüldükleri anlaşılmıştır. Ruslarla savaşa başlamadan ve başladıktan sonra, Rus ordusuna yardım ve Osmanlı Hükümeti aleyhinde hareket etmeyi bir görev sayan Ermeniler, gönüllü taburları kurarak Van bölgesine, İran sınırına gitmişlerdir; bunların büyük bir çoğunluğu ilden kaçan veya yabancı ülkelerden gönüllü olarak gelen Elazığ Ermenileriydi.[19] d) Diyarbakır İsyanları Ermeniler, bu bölgede müslüman halka oranla azınlıkta kalmalarına karşın komite örgütünün ihtilal düzenini hazırlamışlardır. Rus işgalini kolaylaştırmak, Türk ordusunun hareketini geciktirmek ve oyalama yolunda ellerinden geleni yapmışlar, askerden kaçmayı teşvik etmişlerdir. Savaştan önce büyük bir umuda kapılan Ermeniler, her türlü taşkınlığı yapmada bir sakınca görmemişlerdir. Askere gitmeyen veya askerden kaçan Ermenilerin oluşturduğu “Dam Taburu” için halktan zorla ihtiyaç maddeleri toplanmıştır. Rusların ileri harekatı halinde yapacakları işleri kararlaştırmışlardır. Alınan haber üzerine yapılan aramada, komitacıların adamları yakalanmış ve planları öğrenilmiştir. 27 Nisan 1915’te yapılan baskında da pek çok silah, cephane, bomba ve asker kaçağı ve komitenin şu bildirisi ele geçirilmiştir: “Van tarafında Ruslar başarılı olarak ilerlerse bütün Ermeniler, yapılmış olan plan ve özel emirler gereğince başkaldıracaklar, Müslümanları öldürecekler, şehri yakacaklar, resmi binaları yıkacaklar, hükümeti zorlayarak Ermeni önerilerini kabule zorlayacaklar ve Rusların işgalini kolaylaştıracaklar.” Asker kaçakları, kovuşturmadan korkan gönüllüler Muş, Kiğı, Bitlis, Van, Talori gibi yerlerden gelenlerle birleşerek her tarafa saldırmaya başlamışlar, rastladıkları perakende askerleri, Müslümanları öldürmüşler, askeri ikmal maddeleri ulaştırmasını hedef olarak seçmişlerdir. Diyarbakır Valiliği’nin İçişleri Bakanlığı’Na 27 nisan 1915 tarihli mesajı şöyledir: Diyarbakır’da asker kaçağı, silah ve mermi araması yapılmıştır; sonucunda pek çok silah, cephane, askeri elbise, patlayıcı madde bulunmuştur. Ermeni komitacılarından yalnız merkezde 1.000’den fazla asker kaçağı ele geçirilmiştir.”[20] e) Sivas İsyanları Birinci Dünya Savaşından önce de bir takım Ermeni olaylarının olduğu Sivas’ta Birinci Dünya 116 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Savaşının başlaması üzerine de Ermeni olayları çıkmıştır.[21] Sivas, Ermeniler için, Erzurum kadar önemliydi. Tanınmış Daniel Çavuş ve Murat gibi birçok çete reisleri buralarda yetişmiş ve büyük olaylar çıkarmışlardır. Sivas’ın Şebinkarahisar ve Suşehri bölge komitacılar için önemlidir. Komitacılar buralarda köy köy dolaşarak “Türklerin meşrutiyetten, hürriyetten amaçları Ermenileri yok etmektir. Eşitlik, kardeşlik sözlerine sakın aldanmayın. Ermeniler, hürriyetlerini silah ve bombayla alacaklardır. Öküzünüzü satın bomba alın” diyorlardı. Bu propagandacıların başında Penganlı Piza Mıgırdiç, Gökdenli Murat, Suşehirli Dagisyan Aram, Şebinkarahisarlı Karagözyan Hemayak vardı. 1913 yılı Ağustos ayı tatilinde Şebinkarahisar ve Suşehri’ne giden Amerikalı öğretmen Mr. Huborg Şebinkarahisar’dan dönüşünde Suşehri’nde bir gece bahçede yatarken tüfekli öldürülmüştü. Katillerin önceleri Müslüman olduğu sanılmış, birçok suçsuz Türk tutuklanmış ve haklarında inceleme başlatılmıştı. Sonunda cinayetin siyasi nedenlerle Ermeniler tarafından yapıldığı anlaşılmış ve sanıklar serbest bırakılmıştı. Bu cinayetleri yapanlar meydana çıkarılamamışsa da, Türkiye’de güvenlik olmadığını ve Türkleri barbar göstermek, yabancı devletlerin işe karışmalarını sağlamak için Ermenilerin yaptıkları anlaşılmıştır. Yine 1913 yılı Ekim ayında Suşehri’nin Ezbidir bucağı Ermeni Papazı Kerih’in bazı hareketleri hükümeti kuşkulandırmış ve bir hırsızlık olayından dolayı evi arandığında çalınan eşyadan başka birçok yasak silahlar da bulunmuştur. Kerih’in tutuklanması, Şebinkarahisar Murahhaslığını telaşlandırmış ve yaptığı girişimler gözden kaçmamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kerih’in yaptığı her iş, Şebinkarahisar Murahhasalığının isteği ve bilgisiyle olmuştur. Şebinkarahisar İsyanı’nda Kerih’in oynadığı rol, sonradan daha iyi anlaşılmıştır. Şebinkarahisar’ın Yaycı Köyü Papazı Siponil bir papazdan çok komitacı olarak tanınmış. Siponil, papaz olmadan önce Ermeni hareketlerini bizzat yönetmiş, kasım ayında kilise aidatını toplamak üzere köylerde dolaşırken, “Osmanlılar yenilecekleri bir harbe başladılar. Kısa bir zaman sonra Ruslar cepheden, biz geriden saldıracağız. Size önceden verilen silahların kullanılma zamanı geldi. Önce silah almakta kuşkuluydunuz. Bugün elinizdeki silahların yararını göreceksiniz. Silah bulan ve dağıtanları siz yücelteceksiniz” diyerek propaganda yapıyordu. Papaz Siponil’in arkasından Panganlı Piza Mıgırdıç, deri ticareti bahanesiyle köyleri dolaşmaya ve yapılan propagandaları pekiştirmeye başladı. Ermeniler, bütün önlemleri aldıklarını, pek yakında başarıya ulaşacaklarını sanıyor; fakat, beklenilen bu yakın gün bir türlü gelmiyordu. Bu beklemeye daha fazla tahammül edemeyen Suşehri Pürek Köyü Muhtarı Agop, “Bu silahları hangi gün için saklıyoruz” diye bağırarak Zara Özel Örgütü Kafile Memuru Nuri’yi tabancasıyla yaraladı. Böylece önceden hazırlanan ihtilal olayı meydana çıktı. Yapılan aramada, 150 tüfek ve 10.000 kadar cephane ele geçti. Bu olay, diğer Ermeni köylerindeki silahları da meydana çıkardı. Yalnız Suşehri ilçesi Ermeni köylerinden 160 silah bulundu. Şebinkarahisar Murahhasası, silahların hükümet eline geçmesinden düşükleri maddi zararı, moral çöküntüsünü görüyor ve “Ne yapmak gerekirse yapılsın, silahlar verilmesin” diye ilgililere haberler gönderiyordu. Bu haberlerin etkisiyle köylerde saklanan silahlar Karahisar Kilisesi’nde toplandı. İleride çıkan Şebinkarahisar İsyanı’nda kullanıldı. Seferberlikten önce, Zara ilçesinde Ermeni komite reislerinden Gemisli Tanil ve arkadaşları, Zara ve Hafik ilçeleri arasındaki Sakar Dağı’nda harman süren 12 Türkü, Karahisar Savcısı Cemal ile 2 jandarmayı ve bölgede daha birçok kimseyi öldürüp soydular. Yalnız Zara kazasında 30 adet bomba, 45 parça dinamit ve çeşitli silahlar bulundu. 10. Kolordu Komutanlığı’nca 3. Ordu Komutanlığı’na gönderilen 27 Mart 1915 tarihli mesajda şöyle denilmektedir: www.ulkuocaklari.org.tr 117 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tokat’ta bir Ermeni evinde silah ve cephane bulunmuştur. Sivas’ın Kangal kazasının Ulaş bucağındaki Ermenilerden silah ele geçirilmiştir. Suşehri’nin Purek köyü Ermenileri, 25 Şubat 1915 tarihinde oradan geçen gönüllü ve silahsız Osmanlı askerlerine saldırmış ve ateş açmışlardır. Bu köyde yapılan aramada silah ve mermi ele geçirilmiş, 95 asker kaçağıyla 25 suçlu er yakalanmıştır. Sivas Valiliği’nin İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği 22/23 Nisan 1915 tarihli mesajda ise şöyle denilmektedir: “Vilayet içinde Ermenilerin toplu olarak bulunduğu yerler, Şebinkarahisar, Suşehri, Hafik, Divriği, Gürün, Gemerek, Amasya, Tokat ve Merzifon’dur. Şimdiye kadar Suşehri’nin Türk köyleriyle, civarında ve Hafik’in Tuzhisar, Horasan köylerinde ve merkeze bağlı Olataş bucağında yapılan aramalarda pek çok yasak silah ve dinamit bulundu. Ermenilerin bu vilayetten 30.000 kişiyi silahlandırdıkları, bunlardan 15.000 kişinin Rus ordusuna katıldığı ve diğer 15.000 kişinin de, Türk ordusunun başarısızlığı halinde ordumuzu gerisinden tehdit edeceği, yakalanan sanıkların ifadeleriyle kesinleşmiştir. Taşnak Komitesi, Ermeni çete reisi Murat’’n sığındığı Tuzhisar köyüne gönderilen güvenlik birliğiyle Ermeniler arasında çarpışmalar olmuştur, kaçanlar kovalanmaktadır.” Kaçak Ermeni Murat’ın aranması için Horasan’a gönderilen müfrezenin aramasında Murat bulunamamış ise de bir sandık tüfek, bir sandık bomba ve dinamit ele geçirilmiştir. Hafiğin Tuzla köyündeki aramada da 16 sandık silah, 20 adet bomba bulunmuş; Murat’ın arkadaşları ile jandarmalar arasında çarpışmalar olmuştur. Sivas bölgesinde ortaya çıkan olayların yanı sıra, askerî ekmek çıkaran Ermeni fırınlarının bazıların da ekmeklere zehir koymak suretiyle Türk askerlerini zehirlemeye kalktıkları bile görülmüştür.[22] f) Trabzon Olayları Samsun ve Trabzon, önemli ithalat ve ihracat limanları olduğundan Ermeniler, Anadolu’ya sokmak istedikleri silah ve cephane için buralardan yararlanıyorlardı. Bu nedenle, buralarda düzenli bir komite örgütü kurulmuştu. Dışarıdan haber alma ve yabancı memleketlere de bilgi verme işleri, buralardan kolaylıkla yapılabiliyordu. Giresun İskelesi de önemliydi. Burada komisyonculuk yapan Vahan Badilyan ve Kel Artin adındaki iki Ermeni, silah ulaştırmasını yönetiyorlardı. Bir gün, vinçten düşen bir saman balyasının içinden çıkan pek çok tüfek ve mermi, kaçakçılık olayını meydana çıkardı. Buralarda ekonomik yönden üstün olan Ermeniler, seferberlik davetine uymadıkları gibi Müslümanları da uymamaya zorladılar. Giresun’un bir Rus torpidosu tarafından bombardımanında büyük sevinç gösterileri yaptılar. Hükümet memurlarını ve Müslüman halkı küçük düşürücü hareketlere yeltendiler.[23] g) Yozgat Olayları Birinci Dünya Savaşı döneminde Yozgat’ta da birçok Ermeni olayları çıkmıştır. İlk olarak Boğazlıyan’ın Orih Ermeni köyü halkı tarafından, Çayırşehri köyünün çeşitli yerlerine dinamitler yerleştirilmiş ve bunlardan birisinin patlamasıyla bir Türk çocuğu ağırca yaralanmıştır. Bunun üzerine Orih, Menteşe ve İğdeli Ermeni bölgesinde arama yapılmış, birçok silah, cephane ve patlayıcı madde ve komitelerin propaganda evrakı bulunmuştur. Asker toplamak üzere köylere giden jandarma komutanına ve jandarmalara silahla saldırılmıştır. Çatkebir köyü yanındaki ormanlığa sığınan yüzden fazla silahlı Ermeni, jandarmalara, askerlere ve yoldan geçen suçsuz halka saldırmışlardır. Akdağmadeni kaza merkezinde Ermeniler birkaç defa bomba atmışlar ve gösteriler yapmışlardır. 118 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Buradaki komitacılar, diğer bölgelerden haber alıyorlar ve onlarla şifreli olarak konuşuyorlardı.[24] Askere gitmemek, tek tek saldırılarla Türk halkını kışkırtmak ve aşağılamak, askere giden Türk ailelerini korkutmak, genel bir şekilde sürüp gidiyordu.[25] h) Van İsyanı Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında çeşitli bölgelerde çıkardıkları isyanlar içinde sonuçları bakımından en önemlisi İkinci Van isyanı olmuştur. O dönemde Van’da Türk, Ermeni, Nasturi veya Keldani cemaat arasında İttihat ve Terakki, Taşnaksutyun, Ramgavar, Hınçak, Parti Serakan, Parti Karsakan adlarında 4 parti ve 2 hayır derneği bulunmaktadır. Ermeni parti ve dernekleri, Ermeni halkını eğitmiş ve silahlandırmışlardır.[26] Ermeni din adamları ve komitacılar ise Rusya’nın bilgisi ve gözetiminde hareket etmişlerdir.[27] 1908’de başlayan bu tür organizasyonların arkasında Rusların bulunduğu, Rusya’nın Van konsolosu ile Rus Büyükelçisi arasındaki yazışmalardan açıkça anlaşılmaktadır. Söz konusu destek, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Trabzon konsolosu Moricz tarafından 30 Ocak 1914 tarihli bir raporda şöyle belirtilmektedir: “Ruslar, Ermenileri harekete geçireceklerdir. Bu maksatla çok para harcıyorlar, gizlice asilerin hizmetlerine silah sevk ediyorlar ve bir Ermeni ayaklanmasının patlak vermesine aracılık ediyorlar.”[28] Bütün kışkırtmalara rağmen Van vali vekili Cevdet Bey, 1 Aralık 1914’te Ermeni ileri gelenlerini toplayıp kendileriyle bir görüşme yaparak Müslümanlarla Ermenilerin arasında çıkacak olayların devlete vereceği zararları anlatmışsa da hiçbir sonuç elde edememiştir.[29] Aksine Ermeni komitacıları, Van ve çevresinde savaşın çıkışından itibaren başlattıkları mezalimi daha da arttırmışlardır. Özellikle Mahmudiye’de Müslümanlarını toplu halde katlederek camileri ahıra çevirmişlerdir. Mahmudiye kaymakamı 15 Mart 1915 tarihli yazısında Ermenilerin bu hareketlerini hükümete rapor etmiştir.[30] Van valiliğine getirilen Cevdet Bey ise 25 Mart’ta, Rusların Van’ı işgalini kolaylaştırmak için Ermenilerin büyük bir hazırlık içinde bulunduklarını ve her tarafta birden isyan edeceklerini bildirmiştir.[31] Osmanlı devleti o günlerde Çanakkale’de ve Irak’ta ölüm-kalım savaşı vermekte, Van bölgesinde bulunan asker ise, Rusların Kafkaslardan yaptıkları saldırılara karşı savaşmaktadır. Bu durumu değerlendiren Ermeni çeteleri 15 Nisan 1915’te önce Van çevresinde, 17 Nisan’da Şatak’ta (Çatak), 18 Nisanda Bitlis’te ve 20 Nisanda Van’ın merkezinde büyük bir ayaklanma başlatmışlardır.[32] Van ve çevresinde memur ve jandarmalar öldürülmüş; karakollar ve Türk evleri saldırıya uğramış; resmi binalar yakılarak isyan bütün Van bölgesine yayılmıştır. Van jandarma tümeninin bir kısmı ile bir takım aşiretler Ermenilere karşı savaştılarsa da ayaklanmayı bastıramamışlardır. Bu arada, Çölemerik’de de Nasturiler ayaklanmışlardır. Van valisi Cevdet Bey Rus-Ermeni baskısı karşısında tutunamayarak 16/17 Mayıs gecesi çekilmiş; böylece Van, Rus ve Ermenilerin eline geçmiştir. Ermeniler şehir ve çevre halkından yüzlerce kişiyi katletmişlerdir. Bu durum, Alman Büyükelçisi Wangenheim tarafından Alman Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 10 Mayıs 1915 tarihli telgrafta şöyle bildirilmiştir: “Van vilayetindeki Ermeniler ayaklanmışlar, Müslüman köylere ve kaleye saldırıya geçmişlerdir. Kaledeki Türk garnizonu 300 kayıp vermiş, günlerce devam eden sokak muharebeleri sonunda şehir asilerin eline geçmiştir. 17 Mayıs 1915’te de Van Ruslar tarafından işgal edilmiş, Ermeniler düşman tarafına geçmiş ve Müslümanları katle başlamıştır. Bitlis istikametinde 80.000 Müslüman kaçmaya başlamıştır.”[33] Rus Çarı, 18 Mayısta Van’ın Rus ve Ermenilerin eline geçmesinden dolayı “Van halkına fedakarlıkları dolayısıyla teşekkür ettiğini” bildiren bir teblig yayınlamış, bunu, Rus Hariciye Nazırı Sazanof’un Ermenilerin yardımlarına teşekkür eden beyannamesi izlemiştir. Dünyanın çeşitli yerlerine çıkan Ermeni gazeteleri ve bazı batılı gazeteler, Ermenilerin Ruslara yaptıkları yardımları ve Osmanlı devletine verdikleri zararları büyük bir sevinçle manşetlerine çıkarmışlardır. Paris’te çıkan Le Temps gazetesi 13 Ağustos 1915 tarihli nüshasında Ruslar tarafından Van valiliğine atanan Aram Manukyan hakkında ilginç bilgiler vermektedir. Gazete, Manukyan’ın www.ulkuocaklari.org.tr 119 Ülkü Ocakları Eğitim Programı II. Abdülhamid devrinde Van’da çetecilik yaptığını, II. Meşrutiyet sırasında Osmanlı ülkesinde öğretmenlik ve okul müdürlüğü görevinde bulunduğunu bildirdikten sonra şunları yazmaktadır: “Aram bu savaşın başında bir kere daha silaha sarıldı ve Van’da ayaklanmış olanların başına geçti. Şimdi bu ili elinde tutan Rusya, Türkiye’ye karşı savaşa bu derece parlak bir biçimde katılmış olan Ermeni unsurunu memnun etmek için Aram’ı oraya vali yaptı.” Ermenilerin bu ihanetleri yüzünden Osmanlı ordusunun ikmal yolları kesilmiş; askere yiyecek ve cephane taşıyan kollar ise Ermeniler tarafından vurulmuştur. Böylece Türk ordusu geri çekilmek zorunda kalmış ve saldırıya geçen Ruslar Erzurum, Bitlis ve Trabzon’u da işgal etmişlerdir. Ermeniler ise Ruslardan aldıkları cesaretle, Müslümanlara karşı tecavüzlerini iyice artırmışlardır. Pek çok Müslüman aile canını kurtarmak için iç bölgelere çekilmiştir. Bu sırada diğer bölgelerde de yer yer Ermeni ayaklanmaları başlamıştır. Katledilenler Müslümanlar olmasına rağmen, Ermeni Patriği, Ermenilerin tecavüze uğradığı iddiasında bulunmuştur. Türk hükümeti batılı devletlerin baskısına uğramamak için bir araştırma komisyonu kurmak zorunda kalmıştır. Sivas, Van, Erzincan ve Erzurum yörelerinde yapılan incelemeler sonucunda, Patriğin, öldürüldüğünü iddia ettiği Ermenilerin sağ olduğu belirlenmiştir. Komisyon raporunda, Ermeni isyanının Sivas ve Van’da hala devam ettiği ve bunlara karşı koyacak ne jandarma ne de silahlı Türk halkının bulunduğu belirtilmiştir.[34] ı) Şebinkarahisar Olayı Anadolu’da Ermeni isyanlarının yanı sıra pek çok ayaklanma meydana geldi. Bunlardan biri 5 Haziran 1915 tarihli Şebinkarahisar olayıdır. Sivaslı Murat (Hamparsum Boyacıyan) adında bir Ermeni çete reisi, 500 kadar adamıyla Şebinkarahisar’ı basmıştır. Türk ordusu Doğu Cephesi’nin ana ikmal yolu buradan geçtiği için bölgenin stratejik önemi vardır. Ermeniler bu bölgeyi ele geçirdikleri takdirde TSK’nin ikmal ve geri hizmetleri aksayacak, Rus ordusunun ileri harekatı kolaylayacaktır. Çeteciler Şebinkarahisar’ın Müslüman mahallesini yaktılar. Rastladıkları Türkleri, işkenceler yaparak öldürmeye başladılar. Çevreden toplanmış olan asker ve jandarma müfrezelerine de saldırdılar. Bu durum karşısında başka bölgelerden kuvvet tasarruf edilerek Şebinkarahisar’a getirilmiş ve Ermeni isyancılar kuşatılmıştır. Sivas’taki 10. Kolordu Komutanlığından Başkomutanlığa gönderilen 15 Haziran 1915 tarihli mesajda, olayla ilgili olarak şu ifadeler kullanılmıştır: “Şuradan buradan toplanan 500 kadar Ermeni eşkıyasının Şebinkarahisar’da eski kaleye sığınarak isyan ettikleri öğrenilmiştir. Güvenlik kuvvetleriyle çeteciler arasında çarpışmalar olduğu Sivas Valiliğinden bildirilmiştir.” Sivas Valiliğinin 3. Kolordu Komutanlığına gönderdiği 18-19 Haziran 1915 tarihli mesajda ise şöyle denilmektedir. “Şebinkarahisar isyanının bastırıldığı, Ermeniler 800 kadar kadın, erkek ve çoğunun kaleye sığındığı, isyancılardan 200 kadarının silahlı olduğu bildirilmiştir.”[35] i) Bursa Olayı Ermeni isyan ve olaylarının artması üzerine Adapazarı ve İzmit’teki aramalar sonunda pek çok silah elde edildiğini duyan ve Çengiler, Soloz, Orhangazi, Gemlik, Bilecik bölgelerinde öteden beri hazırlanmış bulunan Ermeni çeteleri, Türk halkına saldırmaya başlamışlardır. Hükümeti, jandarmayı ve askeri birlikleri kendilerini izlemeye zorlayarak cephedeki kuvvetleri zayıflatmayı amaçlayan Ermeniler, cephede düşmanla savaşan askerlerin morallerini bozmak yolunu tutmuşlardır. 120 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ellerinde en modern silah ve hatta sıhhi malzemeler bulunan Ermeni çeteleri, İzmit ve Adapazarı’ndan kaçan çetecilerle de birleşerek, 60-70 kişilik gruplar halinde, öteye beriye saldırmaya başlamışlardır. Ermeni çetelerinin başında Başpapaz Vekil Barkef, onun sekreteri Sokpas, Bursa Ermeni Okulu Müdürü, kilise hademesi ve diğer din görevlilerinin oldukları belirlenmiştir.[36] j) Adana Olayları Adana’da hiç eksik olmayan Ermeni saldırıları, Birinci Dünya Savaşı için yapılan seferberlik çağrısından sonra, daha büyük çapta ve ayrıntılı bir şekilde hazırlanmıştı. Bu bölge, hem de Akdeniz kıyılarına, hem Suriye ve Irak Cephelerine çok yakın olduğundan Ermenilerin buralarda yapabilecekleri işler çok etkili olacaktı. Önce casusluktan başladılar. Bu bakımdan Ermeni komitacıları bölgeyi ilk planda ele aldılar. 1 Şubat 1915 tarihinde iki Ermeni, İskenderun Körfezi’nde bulunan bir düşman gemisine sığınarak kendilerine verilen ajanlık görevini yerine getirdiler. 2 Şubat tarihinde Dörtyol Ermenilerinden Abraham Salcıyan, Artin ve Bedros adlarındaki üç Ermeni de limandaki düşman gemilerine sığınarak Türk ordusunun kuvveti, askeri düzeni hakkındaki bilgileri düşmana ulaştırdılar. 24 Şubat 1915 tarihinde Köşger Torosoğlu ve Öğretmen Agop adındaki şahıslar, düşman tarafından Kıbrıs’tan getirilerek İskenderun’a çıkarıldılar. Bunlar, düşman filo komutanından aldıkları yönergeyle birlikte kıyıda yakalandılar. Yine, 24 Şubat 1915 tarihinde düşman gemilerine sığınan Ermeniler arasında bulunan Dağlıoğlu Artin, üzerindeki evrakla yakalandı ve askeri mahkemeye verildi. Böylece Ermeni komitacılarının memleketin en can alacak noktalarına nasıl sızdıkları görüldü. Ayrıca Saimbeyli, Dörtyol, Kozan ile diğer kazalarda ve Hasanbeyli Bucağı’nda sayısız silah, bomba, dinamit, harita ve bayraklar bulundu. Saimbeyli (Haçin) kasabasında yalçın kayalıkları üzerinde bulunan Ermeni Manastırı’nda din adamları ve Ermeni komitacıları tarafından, bölgedeki mağaralarda depolanmış 200 kilo kadar barut bulundu.[37] k) Urfa Olayları Meşrutiyetin ilanından sonra Ermeni komiteleri, Urfa’da da gönüllülerden oluşan bir örgüt kurmuşlar, Doğu Anadolu harekat alanından göç ettirilip bu bölgeye yerleştirilen Ermenileri de kandırmışlardır. Bu sırada 1895 yılındaki Urfa isyanında suçlu görülerek Tablusgarp’a sürülen Meşrutiyetin ilanından sonra affedilerek Türkiye’ye dönen ve kendisini papaz olarak tanıtan bir şahıs, İstanbul Emeni Patrikhanesi tarafından Urfa’ya gönderilmiştir. Bu şahıs Ermenilerin isyanını hazırlamış, onlara Türk düşmanlığı aşılamış, silah ve cephane sağlamanın önemini anlatmıştır. Ermenilerin hazırlığına Ruslar da büyük önem vermişlerdir. Çünkü Urfa bölgesi, Doğu Anadolu’dan İskenderun doğrultusunda uzanan anayolun üzerinde bulunmaktadır. Urfa bölgesinde isyancılara sekiz on yıl yetecek ölçüde yiyecek depo edilmiştir. Van’ın Ruslar tarafından işgali; Ermeni komitacıların kışkırtma ve propagandalarına hız vermiştir. Rusların birkaç ay içerisinde Diyarbakır, Siverek üzerinden Urfa’ya geleceklerini ileri sürerek Ermenileri isyana çağırmışlardır. İsyan hazırlıklarında en çok göze batan hususlardan birisi de, Zeytun, Sason, Bitlis, Antep bölgeleri için bir komutan emrinde kullanılmak üzere Maraş’tan Diyarbakır’dan gelen, komitacılara yerli fedailer ve asker firarilerden oluşan bir silahlı kuvvet ile su taşımak, un öğütmek, ekmek pişirmek hasta ve yaralıları bakmak, tüfek temizlemek, emir götürmek, mermi yapmak, konuşmalar yapmak için ekipler kurma başarıları olmuştur. İsyana başlamak için uygun bir zaman beklenirken silah toplanması ve 1894 doğumluların askere www.ulkuocaklari.org.tr 121 Ülkü Ocakları Eğitim Programı alınması sırasında Zeytun, Sason, Haçin, Diyarbakır bölgelerinden kaçan Ermeni askerler de komitacılara katılınca, Urfa’ya 7.5 km. uzaklıktaki Germiş Köyünde ve 19 Ağustos 1915 Perşembe günü de Urfa merkezinde ilk isyanlar başlatılmıştır. Urfa olayının ertesi günü Tellülebyaz-Urfa-Siverek yolunda çalışan hizmet taburunun Ermeni erleri evvelce kararlaştırdıkları gibi subayları ve Türk işçileri öldürmeye teşebbüs etmişlerse de başarılı olamamışlardır. Daha sonra Tellülebyaz-Urfa kısmında çalışan bölüğün Ermeni erler, kazma, kürek ve muhafız jandarmalardan ele geçirdikleri silahlarla Yedek Subay İbrahim Hilmi’yi şehit etmişler; dört jandarma eriyle köy muhtarını yaralamışlardır. 28 Ağustos 1915’teki bu olaydan sonra 29 Eylül 1915 tarihine kadar sükunet hakimdir. Ancak 29 Eylül 1915’te 40 el kadar tüfek atılmış, ertesi günü bu olayın sorumlularını araştırma için Ermeni mahallesine giden polis ve jandarmaya ateş edilmiş ve bir jandarma şehit olmuş, iki jandarma yaralanmıştır. Asiler Türk evlerine hücum ederek savunmaya ve saldırıya uygun olanlarını ele geçirmişler, Müslüman ailelerinden büyük-küçük 10 kadını şehit etmişlerdir. Urfa’daki isyan, Ermeni komiteleri tarafından çok iyi planlanmış ve yönetilmiştir. Yabancı devletlerin de bu olayda ilgi ve yardımları olduğu saptanmıştır. İsyandan sonra Ermeni çetelerinin ele başları, yine bir kolayını bularak başka bölgelere kaçmışlardır. Çatışmanın 16 Ekim 1915’te bittiği aynı tarih ve 7664 sayılı şifreyle 4. Ordu Komutanlığı’nca Başkomutanlığa arz edilmiştir.[38] l) Fındıkçık Olayı Osmanlı hükümetine karşı zaman zaman başkaldıran Zeytun bölgesindeki Ermenilerin başka bölgelere göç ettirilmeleri sırasında Nur Dağları kuzeyindeki araziye dağılan Ermeni çeteleri, Türk köylerine, askeri birliklere ve jandarma müfrezelerine saldırarak yakmış, yıkmış ve öldürmüşlerdir. Bir süre sonra Zeytun, Saimbeyli ve Maraş Ermenilerinden oluşan 600 çeteci, 1915 yılı baharında Maraş ile Bahçe kasabası arasında ve Ayvalık Bucağına 30 km. kadar uzaklıkta bulunan Fındıkçık Köyünde toplanarak ayaklanmışlar; bu köyün yanındaki dört Türk köyünü de yakmışlardır. Maraş bölgesindeki Ermeniler de isyan merkezi olan Fındıkçık’ta toplanmaya başlamış; köy, iyi bir şekilde savunmaya hazırlanmıştır. Bu arada isyan bölgesine bir jandarma müfrezesi göndermişse de olumlu bir sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine Islahiye’den 132. Piyade Alayıyla Belen’deki bir piyade taburu ve bir dağ top takımı Fındıkçık bölgesine gönderilerek isyan bastırılmıştır. Bu olayda 10’dan fazla Türk köyü yakılmış, yıkılmış ve 2.000 kadar Türk, vahşice öldürülmüştür.[39] m) Musa Dağı Olayı Musa Dağı, Nur Dağlarının eteklerindedir. 1.000 metre kadar yükseklikte, büyük kayalar ve sık çalılıklarla kaplı sivri ve tek bir blok görümündedir. Verfel adında bir Yahudi tarafından yazılan “Musa Dağı’nda 40 Gün” adındaki kitap Amerika’daki Ermeniler tarafından kendilerine yapılan sözde zulümleri belirtmek için sinema filmi haline getirilmiştir. I. Dünya Harbi’nde çıkan bu olayı, o zaman Halep Valisi olan General Fahrettin Türkkan şöyle anlatır: “Birinci Dünya Harbi sırasında İtilaf devletlerinin İskenderun Bölgesi kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yaylınca Samandağ Bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı, hükümete olan vergi borçlarını ödememişler, TSK’nin ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişler ve Musa Dağı’na çıkmışlardır. Bunun üzerine hükümet emirlerine uymaları için asilere memurlar gönderilmişse de Ermeniler, bunları dinlememiş ve silahla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge komutanı Albay Galip, jandarma alayıyla Musa Dağından inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat 122 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kendisi Musa Dağı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de dağ üzerinde hiçbir kimsenin kalmadığını görmüştür. Yapılan incelemede Ermenilerin denize doğru uzanan bir yamaçtan Akdeniz’’ indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır. Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin, Musa Dağı’ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır. Bu konu, Fransız hükümetinden resmen sorularak doğruluğu öğrenilebilir. Daha sonra Musa dağında yapılan araştırmalarda hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi; yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır. Bu bakımdan Yahudi asıllı Verfel tarafından yazılan ve bütün dillere çevrilerek dağıtılan ve filme de alınan bu kitabın konusunun tamamen hayali ve uydurma olduğu, Türkler aleyhinde kamuoyunu yanıltmak için bir propaganda niteliği taşıdığı sonucuna varılmıştır.” İşte Musa Dağı olayı budur, böyle olmuştur. Amacı, Türkleri kötülemek ve suçlamaktır. Fransızlar Birinci Dünya Harbi’nde İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz’e en önemli giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı çıkarma harekatı yapma olanaklarını araştırmışlardır. Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun Şehrinin 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini güç bir durumda bırakmak istemişlerse de harbin sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya cesaret ve fırsat bulamamışlardır.[40] n) İzmit ve Adapazarı Olayları Rus donanması Karadeniz Ereğlisi’ni top ateşine tuttuğu zaman, bölgedeki Ermenilerin Ruslar yararına casusluk yaptıkları saptanmıştır. Özellikle Adapazarı’ndaki Ermeniler, “Ruslar Karadeniz kıyılarına birkaç güne kadar asker çıkaracaklar, buralara gelecekler, o zaman bölgemizde hiçbir Türk kalmayacak” diye açıkça haberler yaymaya ve propaganda yapmaya başlamışlardır. Bunun üzerine hükümetin bölgede yaptırdığı arama sonucunda yalnız birkaç tanesi Adapazarı’nı tahrip edebilecek nitelikte çok sayıda patlayıcı madde, tüfek, tabanca, asker ve jandarma elbisesi, pek çok cephane ve dinamit fitilleri bulunmuştur. Aynı aramalar İzmit’te de yapılmış, burada da aynı şeyler ele geçirilmiştir. Gerek Adapazarı ve gerek İzmit’te yakalanan ihtilalcilerin ifadelerine göre; Ruslar, Sakarya Nehri ağzı bölgesini bir çıkarma yaptıkları zaman bu silahlar patlayıcı maddeler Türk askeri ve halkına karşı kullanılacaktır. Böylece genel bir öldürme, yok etme planı uygulayacaklardır. Bir kısım Ermeniler de Türk askeri elbiselerini giyerek Türk ordusunu içinden vuracaklardır. Ermenilerin planları ortaya çıkınca komite ele başları Yalova, Bursa bölgelerine kaçmışlar, buralarda karşılaştıkları Türkleri soymuş ve öldürmüşlerdir. Buna karşın Ermeniler her yerde Ermenilerin öldürüldüğü, Ermenilere işkence yapıldığı haber ve dedikodularını geniş ölçüde yaymaya başlamışlardır. En sonunda hükümet köklü önlemler almak zorunda kalmış, Ermeni çetelerinden bir kısmı tutuklanmış, diğer bir kısmı da memleketin çeşitli bölgelerine kaçarak kurtulmuşlardır.[41] Görüldüğü gibi Ermeniler, Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için fırsat olarak gördükleri Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde harekete geçmişlerdir. Bir yandan Rusya’nın diğer yandan ise Ermeni komite, kilise ve çetelerinin yürüttüğü propaganda ve hazırlıklar, savaş başlar başlamaz uygulamaya konulmuştur. Ermeni isyanları ve mezalimi, 29 Ekim 1914’te Osmanlı-Rus savaşının başlaması üzerine artmıştır. Rus orduları, Mayıs başında Malazgirt ve Ahlat’a girmişler ve bu birlikler Van’a ulaşarak, burada Osmanlı kuvvetleri tarafından kuşatılan Ermenileri kurtarmışlardır. İsyancı çeteler, Muş ve Bitlis istikametine doğru yürüyüşe geçen Rus birliklerine katılarak katliamlarına devam etmişlerdir. Ordu kumandanı Mahmut Kamil Paşa, Rusları püskürtmek için ihtiyatta tutulan IX. kolordu ile www.ulkuocaklari.org.tr 123 Ülkü Ocakları Eğitim Programı XI. kolordunun bir kısmını Erzurum güneyinde Hınıs bölgesine kaydırmış, ayrıca Bitlis-Siirt dolaylarından geri çekilen Halil Bey’in seferi kolordusu, jandarma tümeni, 36. tümen ve teşkilatsız süvari birliğinden muazzam bir ordu teşkil edilmiştir. Bu arada XI. kolordu kumandanı Abdülkerim Paşa komutasındaki bütün birlikler, Temmuzun ikinci yarısında hücuma geçmişler ve Rusları, Rusİran sınırının ötesine sürmüşledir. Ancak bu başarı uzun sürmemiş, Ağustos ortasında kuvvetli bir Rus ordusu, Kağızman istikametinde Eleşkirt üzerinden ileri harekata geçerek Abdülkerim Paşa’yı geri çekilmeye mecbur bırakmıştır. Böylece Ruslar, Temmuzda terk ettikleri yerleri Ağustos sonunda tekrar ele geçirmişlerdir.[42] 1915 Mayısına kadar da Rus ilerlemesi devam etmiştir. Osmanlı Devletini Ruslar karşısında çok zor durumlara düşüren Ermeni isyanları sebebiyle sadece Doğu cephesiyle sınırlı kalmamıştır. Ermeniler özellikle Adana ve Maraş’ta da isyanlar çıkarmışlardır. Güneydeki Ermeni isyanlarının amacı Suriye’yi Anadolu’dan koparmaktır. İtilaf Devletleri tarafından tertiplenen bu isyanlar, Adana’dan Urfa’ya kadar olan bölgeyi savaş alanı haline getirmiş Osmanlı orduları bir hayli meşgul etmiştir. Bu dönemde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde ve Kafkasya’da faaliyete başlayan Ermeniler, gönüllüler ve çeteler halinde, aktif gücü savaşta bulunan köy ve şehirlere saldırarak evleri, tarla ve bahçeleri yakmışlar yüz binlerce Müslüman’ı, yaşlı, çocuk, kadın, kız, yaralı, hasta ve sakat demeden sistemli bir şekilde katletmişler, cepheden dönen yaralı, hasta veya sakat askerleri öldürmüşlerdir. Köy ve kasabaları yakmışlar, Osmanlı ordusunu arkadan vurarak ikmal yollarını kesmişler, önlerine gelen her şeyi tahrip etmişlerdir. Resmî devlet dairelerine, binalara, karakol ve kışlalara saldırılar düzenlemişlerdir.[43] Bu faaliyetlere katılmayan Ermenileri ve Türk olmayan diğer unsurları da öldürmekten çekinmeyerek, bu katliamları Türkler yapmış gibi göstermişlerdir. Ayrıca İtilaf devletleri lehine casusluk yapmışlar, Müslüman halkın moralini bozacak propagandada bulunmuşlardır. Sırf bu casusluk faaliyetleri neticesinde bile ordumuz çok zor anlar yaşamıştır. Böylece başta Zeytun olmak üzere, Kayseri, Bitlis, Sivas, Trabzon, Ankara, Adana, Urfa, İzmit, Bursa ve daha bir çok yerde akla gelmeyecek vahşetler sergilemişlerdir.[44] Bu olaylar, gerek resmî devlet evrak ve tutanaklarında, gerekse görgü tanıklarının hatıra ve yeminli ifadelerinde açıkça ortaya konmuştur. Mezalim ve katliamın belgeleri diyebileceğimiz bu kaynaklar, resmî ve özel bir çok kurum tarafından yayınlanmıştır. Bunlardan başka diğer devletlerde hazırlanan raporlar ve çalışmalarda aynı neticeleri göstermektedir. Ortaya çıkarılan toplu mezarlar ve çeşitli fotoğraflar da Ermeni mezaliminin, en dehşet verici belirtileridir. Kaynaklar [1] Kemal Arı, Birinci Dünya Savaşı Kronolojisi, Gen. Kur. Baş. Yay., Ankara, 1997, s:18 [2] Dikran Kevorkyan, “Ermeni Meselesinde Tehcire Amil Olan Sebepler”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s:300 [3] E.K.A.H.İ., s:130-131; Talat Paşanın Anıları, s. 67 vd. [4] E.K.A.H.İ., s:132 [5] Erdal İlter, Ermeni Kilisesi ve Terör, s.53 [6] E.K.A.H.İ., s:142-144 [7] Demirel, a.g.e., s:27 [8] Uras, a.g.e., s:598 [9] Gürün, Ermeni Dosyası, s. 260.; Arı, a.g.e., s:32 [10] E.K.A.H.İ., s.217-220. [11] Süslü, a.g.e., s. 70-71.; Gürün, a.g.e., s. 260. 124 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [12] Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni isyan ve terör hareketlerine, konu hakkında yapılmış hemen hemen bütün araştırmalarda yer verilmiştir. Geniş bilgi için bu eserlere müracaat edilebilir. [13] Cemal Anadol, Ermeni Dosyası, Turan Kitapevi, İstanbul, 1982, s.290 [14] A.T.B.D., Sayı. 81, Belge. 1815, 1818.; A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1893.; E.K.A.H.İ., s.227 vd.; Sakarya, a.g.e., s.190-192.; Uras, a.g.e., s.616.; Süslü, a.g.e., s.72. [15] Yaman, a.g.e., s.273. [16] Anadol, a.g.e., s.131. [17] Ayrıntılı bilgi için bkz, Sakarya, a.g.e., s.192-193.; Süslü, a.g.e., s.84. [18] Anadol, a.g.e., 303. [19] E.K.A.H.İ., s.237 vd.; Sakarya, a.g.e., s.193-194. [20] A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1912.; Sakarya, a.g.e., s.194-195. [21] Parmaksızoğlu, a.g.e., s.90. [22] A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1904, 1908, 1911, 1915.; E.K.A.H.İ., s.242 vd.; Sakarya, a.g.e., s.195-199. [23] Sakarya, a.g.e., s.198-199.; Süslü, a.g.e., s.89. [24] Bu şifreli konuşmalara örnek olarak şu mektup verilebilir: Kayseri’deki bombalara hükümetin el koyması olayını Kayseri’deki Haykons adlı bir kadın Kırşehir Amele Taburu hekimi olan Devletyan’a yazdığı mektupta “buranın okulundan kırk kitap (bomba) gitti, hocalar (komitacılar) çok korkuyorlar, yalan gerçek birkaç güne kadar tatyos Efendi Van’dan gelir, kendisinden çok iyi haberler alıyoruz.” Parmaksızoğlu, a.g.e., s.91. [25] Ayrıntılı bilgi için bkz, E.K.A.H.İ., s.358.; Sakarya, a.g.e., s.199. [26] Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918), T.T.K. Yay., Ankara 2001. [27] A.T.B.D., Sayı. 86, Belge 2050. [28] Nejat Göyünç, “Türk Ermeni İlişkileri ve Ermeni Soykırımı İddiaları”, Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri, Bursa, 2000, s.10. [29] A.T.B.D., Sayı 85, Belge 1966. [30] A.T.B.D., Sayı 86, Belge 2051. [31] A.T.B.D., Sayı 86, Belge 2052. [32] A.T.B.D., Sayı 85, Belge 2003, 2005. [33] Göyünç, a.g.m., s. 11. [34] A.T.B.D., Sayı 85, Belge 2003, 2004.; Ayrıca bkz., Mustafa Gül, “Van’da II. Ermeni İsyanı”, Yakın Tarihimizde Van Uluslararası Sempozyumu (Van 2-5 Nisan 1990), Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yay., Ankara, 1990, s.273 vd. [35] A.T.B.D., Sayı 81, Belge 2833, 1834.; Sakarya, a.g.e., s.227-228.; Uras, a.g.e., s.624 vd. [36] Sakarya, a.g.e., s.239. [37] Ayrıntılı bilgi için bkz, E.K.A.H.İ., s.295 vd.; Süslü, a.g.e., s.90.Sakarya, a.g.e., s.239-240. [38] Sakarya, a.g.e., s.240-243.; İsmail Özçelik, “1915’te Urfa’da Ermeni Olayları ve İsyanı”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl:11, Şubat 1987, Sayı.21. [39] A.T.B.D., Sayı. 81, Belge. 1836.; A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1836.; E.K.A.H.İ., s.357 vd.; Sakarya, a.g.e., s.243244. [40] A.T.B.D., Sayı. 81, Belge. 1840, 1841.; E.K.A.H.İ., s.292 vd. www.ulkuocaklari.org.tr 125 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [41] Sakarya, a.g.e., s.238.; Süslü, a.g.e., s.92. [42] Azmi Süslü, Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1987, s. 27.; Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi 3 ncü Ordu Harekatı, Genelkurmay Başkanlığı Yay., C. I, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1993, s. 592-593.; Gürün, a.g.e., s. 246-248. [43] İsmet Binark, Asılsız Ermeni İddiaları ve Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, A.T.O. Yay., Ankara 2001, s. 60. [44] Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, s:70-71 126 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ERMENİ FAALİYETLERİNE KARŞI ALINAN ÖNLEMLER VE TEHCİR (YER DEĞİŞTİRME) KANUNU Erkan GÖKSU Ermenilerin faaliyetlerinin günden güne artması üzerine, Osmanlı hükümeti bir takım tedbirler almayı uygun görmüştür. - 27 Ağustos 1914’te, isyan kışkırtmalarında bulunan gazete ve dergileri kapatılmış veya ülkeye girişi yasaklanmıştır. - 6 Eylül 1914’te Ermenilerin kalabalık olduğu il merkezlerine, Ermeni ileri gelenlerini kontrol altında tutulması hakkında talimat verilmiştir. - Ocak 1915’te Ermeni asker ve jandarmalarının silahtan arındırılması ve yol yapımında kullanılmaları kararlaştırılmıştır.[1] Ancak bu tedbir fazla etkili olmadığı gibi, asker kaçaklarının ve onların çıkarttığı huzursuzlukların artmasına sebep olmuştur. Bunun üzerine; - 20 Nisan 1915’te Enver Paşanın imzasıyla bir genelge yayınlanmış ve “Ermeni çetelerine mensupları yakalayıp hükümete teslim eden müslim veya gayr-i müslimlere, kişi başına 1 liradan az olmamak şartıyla ödül verileceği” ilan edilmiştir. - Oluşturulan yol taburlarında Ermenilerin sayısı 2 bin 600 kişi civarında olup, bunlar da çeşitli bölgelerde yol ve haberleşme araçlarına zarar vermişlerdir. Ayrıca bu kadar çok Ermeni’nin Erzurum-Kiği-Palu-Elazığ ve Diyarbakır gibi hassas bir bölgede tutulmasının sakıncalı olduğu düşünülmüş ve bunlar çeşitli bölgelere dağıtılmıştır. - 24 Nisan 1915’te ise Dahiliye Nezaretinden valiliklere ve mutasarrıflıklara gönderilen talimatla Bab-ı Ali ilk ciddi tedbirini almıştır. Ermeni komitelerinin Osmanlı devletine karşı hareketleri ve özellikle bu nazik zamanda çıkartılan isyanlardan söz edilerek, hükümet için bu sorunun hayatî bir hal aldığı ve Osmanlı ordusunu ve devleti arkadan vuran bu komitelere daha fazla müsamaha edilemeyeceğini anlaşılmıştır. Buna dayanarak da; “Ermeni komitelerinin (Taşnak, Hınçak vb.) illerdeki şubelerinin kapatılması, şubelerde bulunan evrakların imha edilmesine fırsat verilmeden ele geçirilmesi, komite başkan ve üyeleri ile, mahir Ermenilerin hemen tutuklanması, il içinde bulunmaları sakıncalı görünenleri ise il veya sancak içinde başka yerlere gönderilerek birleşmelerine fırsat verilmemesi, gereken yerlerde silah aranmasına, bu işlerin iyi niyetle yapılması, evrak ve belgeler incelendikten sonra gerekli kimselerin Divan-ı Harbe gönderilmesi ve bütün bu icraatta sadece komite teşebbüslerine karşı olduğundan, Müslüman ve Ermeni halk arasında bir çatışmaya neden olacak bir şekil verilmemesine önemle dikkat edilmesi istenmiştir.”[2] Bu aşamada Ermeni komitesi üyesi olan 77.735 kişiden 2.345’i devlet aleyhine faaliyette bulundukları gerekçesiyle mahkemeye verilmiştir.[3] - Nisan ayını takip eden günlerde, alınan önlemlere rağmen Ermeni olayları ve isyanları artarak devam etmiştir. Van’daki isyan iyice büyümüş ve bu şehrin elden çıkmasına sebep olmuştur. www.ulkuocaklari.org.tr 127 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu sırada bir taraftan Ruslarla savaşan diğer taraftan ise isyanları bastırmaya çalışan Osmanlı ordusu zaman zaman iki ateş arasından bırakılmıştır. Önlem alınması bakımından bazı yerlerdeki Ermenilerin de göç ettirilmesi gerekli görülmüştür. Bu manada Pasinler Ermenilerinin, toplu bir isyan veya Tortum-Köprükaya hattında savaşan Osmanlı ordusunu arkadan vurmaları tehlikesine karşı, Kastamonu’ya nakledilmesine karar verilmiştir. 15 Mayıs 1915’te de köy ve nahiye Ermenilerinin sevk işlemine başlanmıştır.[4] Bu şekilde başlayan ve askeri zorunluluklarından doğan bu tehcir uygulaması, Dahiliye Nezaretinin bilgisi ve talimatlarıyla yapılmıştır. Göç ettirilen Ermenilerin can ve mal güvenliğinin, yiyecek ve istirahatlarının sağlanması için devlet memurları görevlendirilmiş, taşınabilir malları ile eşyalarının götürülmesine izin verilmiş ve Ermeniler göç sırasında bütün varlıklarıyla devlet güvencesine alınmışlardır.[5] Ancak Ermeni olaylarının giderek arttığı ve bir iç karışıklık söz konusu olacak boyutlara varma ihtimaline karşı, tehcir işlemine daha fazla gerek duyulacağı anlaşılınca, Dahiliye Nazırı Talat Paşa, bu işlemin Meclis-i Vükela tarafından uygun bir yasaya bağlanması için girişimde bulunmuş ve Sadrazamlığa bu konuda tezkire gönderilmiştir. (26 Mayıs 1915) Bu tezkirede; - Meydana gelen huzursuzluklara sebep olanların savaş alanlarından uzaklaştırılmaları işleminin bazı yerlerde uygulandığına dikkat çekilerek, devletin çıkarlarına uygun olduğu düşünülen bu hareketin, uygun bir yöntem ve kurala bağlanmasının yasal bir zorunluluk olduğu vurgulanmıştır. Bu yasadan sonra çıkan hükümet kararnamesinde ayrıca “gönderilmeleri gerekenlerin iskan bölgelerine sıkıntı çekmeden gidip yerleşmeleriyle, güzergahlarında istirahatlarının sağlanması, mal ve can güvencelerinin sağlanması, vardıklarında iskan edilene kadar yiyeceklerinin karşılanması, eski mali ve iktisadî durumları oranda kendilerine emlak ve arazi verilmesi, ihtiyacı olanlara hükümet tarafından ev yapılması, muhtaç çiftçi ve zanaatkarlara tohumluk, alet, edevat verilmesi, memleketlerinde kalan mal ve eşyalarının yahut kıymetlerinin uygun bir durumda kendilerine iadesi, bunun için bunların tespiti, bütün bu işlerin düzenli yapılması için Dahiliye nezaretine bağlı komisyonların kurulması, maaşlı memur alınması vb.” bir çok husus hakkında fikir beyan edilmiş ve keyfiyetin Meclis-i Vükela tarafından alınacak bir karara bağlanması önerilmiştir.[6] Dahiliye Nezaretinin gönderdiği önerge, Mecliste 30 Mayıs 1915 tarihinde görüşülmüş ve aynen kanunlaştırılmıştır. Ancak bu önergenin 26 Mayıs’ta Bakanlar Kuruluna sunulmasından bir gün sonra, yani 27 Mayıs’ta, Padişah Mehmet Reşad, Sadrazam Sait Halim Paşa ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın imzalarıyla; “Vakt-i seferde icraat-ı hükümete karşı gelenler için cihet-i Askeriyyece ittihaz olunacak tedabir hakkında kanun-ı muvakkat” adını taşıyan “Tehcir (Yer Değiştirme) Kanunu” çıkarılmıştır. Dönemin Resmi Gazetesi olan Takvim-i Vekayî’de yayınlanarak da yürürlüğe girmiştir. (H. 18 Recep 1333/ R. 19 Mayıs 1331/ M. 1 Haziran 1915) Sadece Ermenilerin değil, hiçbir etnik veya dini grup isminin geçmediği bu yasa şöyledir; “1- Vakt-i seferde ordu, kolordu, fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları ahali tarafından her hangi bir surette evamir-i hükümete ve müdaafa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe müteallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve mukavemet görürlerse der-akab kuvva-yı askeriyye ile en şiddetli surette tedibat yapmaya ve tecavüz ve mukavemeti esasından imha etmeye me’zun ve mecburdurlar. (Devlet güçlerine ve kurulu düzene karşı muhalefet, silahla tecavüz ve mukavemet görülürse şiddetle karşı konulması ve imha edilmesi) 2- Ordu, müstakil kolordu ve fırka kumandanları icabat-ı askeriyyeye mebni veya casusluk ve hıyanetleri hissettikleri kura ve kasabat ahalisini münferiden veya müctemien diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler. (Devlet güçlerine ve kurulu düzene karşı muhalefet, silahla tecavüz ve mukavemet görülürse şiddetle karşı konulması ve imha edilmesi) 128 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 3- İş bu kanun tarih-i neşrinden muteberdir. (Yayınlanma tarihinden itibaren geçerli olması) 4- İş bu kanunun mer’iyyet-i ahkamına Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı memurdur. Meclis-i Umuminin içtimaında kanuniyeti teklif olunmak üzere iş bu layiha-i kanuniyetin muvakkaten mevki-i mer’iyete vazını ve kavanin-i devlete ilavesini irade eyledim.” 13 Receb 1333(14 Mayıs 1331) Mehmed Reşad Sadrazam Mehmed Said Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver”[7] Bu arada daha önce sözünü ettiğimiz Dahiliye Nezaretince 26 Mayıs tarihinde Sadrazamlığa gönderilen önerge de, 30 Mayıs 1915’te çıkan yönetmelikle aynen kabul edilmiştir.[8] Ayrıca bu yönetmelikten başka, Tehcir kanunun uygulanmasında çıkacak aksaklıkları çözmek ve uygulamayı kolaylaştırmak için zaman zaman çeşitli yönetmelikler de çıkartılmıştır.[9] Dahiliye, Harbiye ve Maliye Nezaretlerine gönderilen genelgede, göçün nasıl uygulanacağı ayrıntılı şekilde anlatılmış ve özetle şöyle denilmiştir: “Göç ettirilenler, kendilerine tahsis edilen bölgelere can ve mal emniyetleri sağlanarak rahat bir şekilde nakledileceklerdir; Yeni evlerine yerleşene kadar iaşeleri Göçmen Ödeneğinden karşılanacaktır; Eski malî durumlarına uygun olarak kendilerine emlak ve arazî verilecektir; Muhtaç olanlar için hükümet tarafından konut inşa edilecek; çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk, alet ve edevat temin edilecektir; Geride bıraktıkları taşınır malları, kendilerine ulaştırılacak; taşınmaz malları tespit edilecek ve kıymetleri belirlendikten sonra, paraları kendilerine ödenecektir; Göçmenlerin ihtisasları dışında kalan zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkan, han, fabrika ve depo gibi gelir getiren yerleri açık arttırma ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine ödenmek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir; Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta ayrıntılı bir talimatname hazırlanacaktır.”[10] Görüldüğü gibi, çıkarılan kanun ve yönetmelikler, yer değiştirmenin nasıl yapılacağını ayrıntılı olarak açıklamakta ve düzene koymaktadır. Nitekim taşınır ve taşınamaz malların teslim alınması, araziler ve üzerindeki mahsulün durumu hakkında kayıtlar tutulması, göç edenlere yiyecek sağlanması gibi konular talimatlarla belirlenmiştir. Bu talimatlardan anlaşıldığına göre, uygulama esnasında göçmenlerin can ve mal güvenliklerine zarar verilmesi yönünde herhangi bir ima olmadığı gibi, tersine uygulamada hata ve suistimali olanların ağır cezalarla çarptırılacakları ayrıca belirtilmiştir. Bunun dışında göçmen kafileleri, yol kavşakları üzerinde bulunan Konya, Diyarbakır, Cizre, Birecik ve Halep gibi belirli merkezlerde yani da ana yollara, tren veya nehir taşımacılığına uygun yerlerde toplanarak, yolculuklarının rahat ve güvenli geçmesine çalışılmıştır. Yer değiştirmenin düzenli bir şekilde yürümesi ve kafilelerin herhangi bir zarara uğramaması için azami dikkat gösterilmesi bazı Batılılar tarafından da diile getirilmiştir. Bunlardan birisi www.ulkuocaklari.org.tr 129 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Mersin’deki Amerikan Konsolosu Edward Natan’dır. Natan, 30 Ağustos 1915 tarihinde Büyükelçi Morgenthau’ya gönderdiği raporda, Tehcir (Yer Değiştirme) Kanununun uygulanması hakkındaki izlenimini; “Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergahının Ermenilerle dolu olduğunu; kalabalık yüzünden birtakım sıkıntıların olmasına rağmen Hükümetin bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare ettiğini; şiddete ve düzensizliğe yer vermediğini; göçmenlere yeteri kadar bilet sağladığını; muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu” sözleriyle belirtmiştir.[11] Tehcir Kanunu uygulamaya konulduğu sıralarda İzmit, Kayseri ve Bursa gibi bölgeler hariç tutulmuştur. Ancak, İtilaf devletlerine ait donanmaların sahillerimize hücum etmeye başlaması üzerine bu bölge yaşayanlar da Tehcir Kanunu kapsamına alınmıştır.[12] Yine savaş bölgelerinden uzak olan Urfa, Antep ve Kilis Ermenileri de bölgede isyan hareketleri başlattıklarından göç ettirilmiştir.[13] Eğer Osmanlı hükümeti bir grup insanı yok etme maksadıyla bu uygulamaya girişmiş olsa idi, göç edenlere yolda sağlanacak imkanları, kafilelerin eşkıya baskınlarına karşı korunmasını, hastalara yardım yapılmasını, çocukların korunmasını, geride bıraktıkları menkul ve gayr-i menkullerin kayıt altında tutulmasını, etli yemek verilmesine ilişkin kararları uygulamaya geçirmezdi. İşte bu nedenlerle, yer değiştirme, Ermenileri yok etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür. Ermenilerin yeni yerleşim bölgelerine nakilleri sırasında bazı kafilelere, özellikle Halep-Zor arasında bölge haklı tarafından saldırılar düzenlenmiştir. 8 Ocak 1916 tarihli bir telgraftan anlaşıldığına göre; Halep’e bir saat mesafeden Meskene’ye kadar olan yollarda Arap eşkıyasının gasp için yaptığı saldırılar sonucu pek çok Ermeni’nin öldürüldüğü; Diyarbakır’dan Zor’a ve Suruç’tan Menbiç yoluyla Halep’e nakledilen Ermenilerden 2.000 kadarının yine Arap aşiretlerinin saldırılarına maruz kalarak soyuldukları anlaşılmıştır. Diyarbakır bölgesinde çeteler ve eşkıya tarafından 2.000’e yakın kişinin öldürüldüğü; Erzurum-Erzincan arasında 500 kişilik başka bir kafilenin de bazı aşiretlerin saldırısı sonucu öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Osmanlı hükümeti, bir yandan cephelerde düşmanla savaşırken bir yandan da kafilelerin emniyetlerini sağlamak için olağanüstü gayret sarf etmiştir. Ermeni kafilelerinin sevki sırasında ihmali veya yolsuzluğu görülen görevlileri tespit etmek üzere inceleme heyetleri kurulmuş ve göç bölgelerine gönderilmiştir. Bu heyetler, suçu sabit görülenleri Divan-ı Harp’e sevk etmiştir. İhmali bulunan görevliler işten el çektirilirken, bir kısmı da ağır cezalara çarptırılmıştır.[14] E) Tehcir Kanunundan Sonra Ermeniler Şimdiye kadar verdiğimiz bilgileri tekrar hatırlayacak olursak, Osmanlı hükümetinin Tehcir Kanununu çıkartmasına sebep olan Ermeni faaliyetlerini şu şekilde özetleye biliriz: - Savaştan önce başlayan örgütlenme ve silahlanma faaliyetlerine hız vererek gerek gizli gerekse aleni toplantı ve kararlarla Osmanlı hükümetine karşı tavır almışlardır. - Başta Rusya olmak üzere diğer devletlere müracaat ederek Avrupa kamuoyunu Osmanlı devleti aleyhine kışkırtmışlar. - Osmanlı ülkesinin taksimi projelerinde toprak talebinde bulunmuşlar, buna karşılık çıkacak harpte Osmanlı aleyhine her türlü faaliyette bulunacaklarını vaat etmişlerdir. - Savaşın başlamasıyla beraber bütün dünyada etkili bir propaganda faaliyetine girişmişler, Gönüllü Alayları, İntikam Alayları ve çeteler teşkil etmişlerdir. - Seferberliğin ilanı üzerine askere gitmeyi reddetmişler ve şiddetle karşı koyarak dağlara çekilmişlerdir. - Askere gidenler ise silah ve cephaneleriyle kaçarak çete ve Gönüllü Alaylarına katılmışlardır. 130 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı - Yine savaşın başlamasıyla bir kısmı Rus ordusuna katılmış; onları para, asker, silah, lojistik vb. bakımdan desteklemişlerdir. - Ruslar sınırı geçer geçmez Osmanlı ordusuna karşı savaşmışlardır. - Köy ve kasaba baskınlarında bulunup büyük katliamlar yapmışlardır. - Resmî binalara, askerlere, jandarmalara, mülkî ve idarî memurlara saldırılarda bulunmuşlardır. - Çeşitli yerlerde geniş çaplı isyanlar çıkarmışlardır. - Rus ordusunun işgal hareketlerine her türlü destek vermişler, sağladıkları imkan ve yardımla Rus işgaline kolaylık kazandırmışlardır. - Yaptıkları casusluk faaliyetiyle bazı mühim yerlerde ordumuzu büyük tehlikelere sokmuşlardır. - Nakledilen yaralı ve hasta askerleri, kadın, çocuk ve yaşlıları katletmişlerdir. - Yaydıkları söylentiler ve hareketleriyle halk arasında moral ve asayişi bozmuşlardır. Görüldüğü gibi Tehcir Kanunu, Ermenilerin iddia ettikleri gibi hükümetin Ermenilere eza ve cefa çektirmek, katliam yapmak gibi amaçlarla çıkartılmamış, bilakis Osmanlı ordusunun ve masum halkın korunması amacıyla çıkarılmıştır. Bu iş devleti her yönüyle yeni bir savaş cephesi açmış gibi külfet sokmuştur. Eğer Osmanlı hükümeti Ermenilere katliam uygulamak isteseydi; bunu böyle bir kanun çıkarıp ödenek ayrılması, özel memurların atanması gibi zahmetli çalışmalara girmeden de yapabilirdi. Ayrıca Tehcir kanununun, savaş alanı bölgesinde bulunan Ermenilere uygulandığı unutulmamalıdır. Nitekim Orta Anadolu’da ve diğer yerlerde bulunan Ermeniler göç ettirilmemiştir. Ancak buralarda bırakılan Ermenilerin, tehcirden sonra çeşitli isyan hareketlerinde bulunduğu görülmektedir. Urfa, Akdağ, Bayburt ve Karahisar’da 3. orduyu günlerce meşgul eden isyanlar çıkmıştır. Hatta bu isyanlarda masum halk katliama tâbi tutulmuştur. Kışlalara ve fabrikalara sabotaj hareketlerinde bulunmuşlar, yurdun çeşitli yerlerinde, Bağdat’ta bile harekete geçen Ermeniler, sayısız insanı kadın ve çocuk demeden öldürmüşlerdir. Bu faaliyetlerde bulunan Ermeniler, Rum ve Ermeni köylerinde saklanmışlar ve iaşelerini buralardan karşılamışlardır. Buna karşılık Osmanlı hükümetinin, ordusunda bulunan Ermeni subay ve askerlere vatandaş sıfatıyla görev verdiği, askeri okullarda okuyan Ermeni öğrencilerin tahsillerine devam etmelerine izin verildiği, hatta bu askeri okullardan mezun olanlara orduda görev verildiği görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı hükümetinin Ermenilere karşı doğrudan bir husumet beslemediği, sadece tehcire sebep olan hadiselere karışanların bu kanuna tâbi tutulduğu görülmektedir ki, bunlar arasında sadece Ermeniler değil, Rumlar da bulunmaktadır.[15] Buna rağmen Ermenilerin soykırım dedikleri 24 Nisan’da alınan tedbirler ve ardından tehcir uygulamasının başlamasından itibaren, İtilaf Devletleri nezdinde girişimlerde bulundukları ve İtilaf devletlerinin de kendi çıkarlarına uygun olarak bu iddiaları kabul ettikleri görülmektedir. bu manada olmak üzere İtilaf devletleri, 24 Mayıs 1915’te Havas Ajansı aracılığıyla Osmanlı hükümetini soykırım yapmakla itham etmişlerdir. Bâb-ı Âlinin bu notaya cevapta, “İmparatorluk bünyesinde kesinlikle bir Ermeni katliamı olmadığı, bu iddiaların tamamen yalan olduğu” söylendikten sonra, Ermeni olayları hakkında bilgi verilmekte, dış tahriklere dikkat çekilmekte ve bazı yerlerde Ermeni ileri gelenlerinin hala Osmanlı devletine karşı silahlı harekât içerisinde olduğu vurgulanmıştır.[16] Ancak İtilaf devletleri işin iç yüzünü bilmelerine rağmen Ermeni meselesini sürekli gündeme getirmeye devam etmişlerdir. Rusya’da gerçekleşen Bolşevik ihtilali ve ardından yeni hükümetin savaştan çekilmesiyle, Ermeni Meselesinde yeni bir dönem yaşanmıştır. Ruslar Brest-Litovsk Antlaşmasına (3 Mart 1918) kadar yavaş yavaş çekilmişler, bu arada Ermeniler daha serbest hareket etmeye başlamışlar www.ulkuocaklari.org.tr 131 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve 1918 yılının başlarından itibaren, başta Erzurum olmak üzere bir çok yerde büyük katliamlar yapmışlardır.[17] Ancak Kazım Karabekir komutasındaki Türk ordusunun ileri harekâtıyla, işgal altında olan ve Ermenilerce büyük kıyımlar yapılan yerleşim birimleri teker teker işgalden kurtarılmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler üzerine bağımsızlığını ilan etmiş olan Güney Kafkas Federasyonu içerisinde bulunan Ermeniler (diğerleri Gürcüler ve Azerilerdir) Trabzon’da yapılan müzakereler sonucunda, Brest-Litovsk Antlaşmasını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Osmanlı yöneticilerinin Brest-Litovsk ilkelerinden daha fazla toprak talepleri ise tartışmalara sebep olmuş, ancak 15 Mayıs’ta Gümrü’nün Osmanlı ordularınca geri alınması üzerine Ermeniler bu teklifleri kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak Ermeniler bu müzakerelerin yapıldığı sıralarda bile Osmanlı devletine karşı savaşlarını devam ettirmiş, halka katliamlar uygulamışlardır. Bu arada Güney Kafkas Federasyonu meclisi, kurulan konfederasyonun devam etmeyeceğini anlayarak kendisini feshetmiş ve diğerleri gibi Ermeniler de 28 Mayıs 1918’de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Ardından Batum’da bir araya gelen Ermeni ve Osmanlı delegeleri, 4 Haziran 1918’de Batum Antlaşmasını imzalamışlardır. F) Tehcir ve Ermeni Nüfusu[18] Ermeni komitacılar ve bugünkü destekçileri tarafından günümüzde en çok istismar edilen konu Ermeni nüfus durumudur. Savaş döneminde tutulan kayıtlar, resmi rakamlar, kilise kayıtları, yabancı misyonların raporlarında yer alan nüfus bilgileri ve diğer belgelere rağmen sürekli olarak o günkü gerçek nüfusun asgari üç katı bir rakam gösterilerek soykırım iddialarına dayanak aranmaktadır. Verilen rakamlardan bazıları, dünya genelinde bugün yaşayan toplam Ermeni nüfusunu bile birkaç kat aşmaktadır. Bu nedenle, nüfus bilgilerini veren ciddi kaynaklar karşılaştırmalı olarak müteakip maddelerde değerlendirilmiştir. 1- Tehcir Öncesi Ermeni Nüfusu Osmanlı Devletinde yaşayan Ermenilerin nüfusuna ilişkin çok değişik iddialar mevcuttur. Bunları sırasıyla aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz;[19] Kaynaklara Göre Ermeni Nüfusu 1917 İngiliz Salnamesine(yıllığına) Göre; 1.056.000 Patrik Ormanyan’a Göre; 1.579.000 Kevork Aslan’a Göre 1.800.000 Alman Papas Johannes Lepsıus’a Göre; 1.600.000 Cuinet’e Göre; 1.045.018 Fransız Sarı Kitabına Göre; 1.475.011 Basmacıyan’a Göre: 132 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2.380.000 Patrik Nerses Varjabedyan’a Göre; 1.150.000 Ermeni Asıllı Marcel Leart’a Göre; 2.560.000 Lozan’a Katılan Ermeni Heyetine Göre; 2.250.000 Fransız Sarı Kitabına Göre; 1.555.000 Britannica Ansiklopedisine Göre; 1.500.000 Ludovik de Constenson’a Göre; 1.400.000 H.F.B. Lynch’ye Göre; 1.345.000 Osmanlı İstatistiklerine Göre (ortalama) 1.295.000 2- Osmanlı Devleti Resmi Belgelerine Göre Ermeni Nüfusu Yabancılar Osmanlı belgelerini görmezden gelmeye çalışmaktadır. Ancak, bu konudaki en güvenilir rakamların resmi belgelerde olduğu kesindir. Son zamanlarda olduğu gibi tehcir öncesi Ermeni nüfusun olduğundan 4, hatta 5 kat fazla gösterildiği olmuştur. Örneğin 1878 Berlin Kongresi’nde Bağımsız Ermenistan isteyen Ermeniler. Doğu Anadolu illerinde 3.000.000 Ermeni olduğunu savunmuşlar ancak Berlin Anlaşmasında Hıristiyanlardan vergi alınması hükme bağlanınca, bu sayıyı Osmanlı Hükümetinin belirlediği sayının altına indirmişlerdir. Osmanlı Devletinde İstatistik Genel Müdürlüğü 1892 yılında kurulmuştur. Genel Müdürlük görevini 1892 yılında Nuri Bey. 1892-1897 yılları arasında Fethi FRANCO adlı bir Musevi, 18971903 yılları arasında Mıgırdıç ŞINABYAN isimli bir Ermeni. 1903-1908 yılları arasında Robert isimli bir Amerikalı. 1908-1914 yılları arasında Mehmet BEHİÇ Bey yapmıştır.[20] Görüldüğü gibi Ermeni meselesini siyasi alana taşıyan önemli olayların cereyan ettiği dönemde, Osmanlı nüfus bilgileri yabancıların kontrolü altındadır. Buradan hareketle, bugüne kadar aksi bir belge ve kanaat olmadığına göre Osmanlı nüfus bilgilerine itibar edilmesi gerekmektedir. Buna göre;[21] 1882’de 1.125.386 1895’te 1.167.068 1906’da 1.280.493 1914’te 1.294.831 www.ulkuocaklari.org.tr 133 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Her üç grup veri kaynağı değerlendirildiğinde, gerek Osmanlı, gerek Ermeni ve yabancı istatistikler, I. Dünya Savaşı döneminde yaşayan Ermenilerin nüfusunun 1.250.000 civarında olduğunu ortaya koymaktadır. 3- Tehcir Sonrası Ermeni Nüfus Hareketleri Osmanlı Devletinin son nüfus istatistiği 1914 yılında yapılmıştır. 1914 nüfus istatistiğine göre Ermeni nüfusu 1.221.850’dir. Tehcirin yasallaştığı 27 Mayıs 1915 tarihinden, 1927 yılına kadar Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde sayım yapılmamıştır. Ayrıca, Tehcirin yapıldığı bugünkü Irak ve Suriye bölgelerinden; Irak bölgesi İngilizler tarafından, Suriye ise Fransızlar tarafından işgal edilmiş olup, bu bölgelere götürülen Ermeni sayısı ile nüfuslarının ne kadar arttığı, dolayısıyla intikal eden ve edemeyenlerin sayısını kestirmek mümkün olmamıştır. Ayrıca, konu ile ilgili kaynaklarda yukarıda arz edilen netlikle bilgiye rastlanılmamıştır. Bununla birlikte Noradungian Gabrıal’in Lozan Konferansı Tali Komisyonu’na sunduğu rapora göre; - Kafkasya’ya 345 bin, - Suriye’ye 140 bin, - Yunanistan ve Ege Adalarına 120 bin, - Bulgaristan’a 40 bin, - İran’a 50 bin olmak üzere toplam 695 bin kişinin gittiği görülmektedir. Trabzon Konferansı’na (14 Mart-14 Nisan 1918) katılan Ermeni ileri gelenlerinden Hatisov, (daha sonra Ermenistan Cumhurbaşkanı olmuştur) Hüseyin Rauf Bey’e gönderdiği mesajda Kafkasya’da Osmanlı memleketinden kaçan 400 bin Ermeni’nin bulunduğunu bildirmektedir.[22] yine bir başka Ermeni Richard Hovannısıan; Suriye dışındaki Arap ülkelerinden; - Lübnan a 50 bin, - Ürdün’e 10 bin, - Mısır’a 40 bin, - Irak’a 25 bin, - Fransa ve Amerika’ya 35 bin Ermeni’nin göç ettiğini belirtmektedir. Bir başka grup ise, Militaristler olarak bilinen Katolik Ermenilerdir. 1917 Osmanlı Nüfus istatistiğine göre 67.838 Katolik Ermeni yaşamaktadır. Musa Dağı olayına da karışan bu Ermenilerden yaklaşık 60.000 kişinin Türkiye’nin liman şekillerini kullanarak Türkiye’yi terk ettiğine ve başta Avusturya -Fransa ve ABD olmak üzere birçok ülkeye gittiklerine dair bilgiler de bulmaktadır. Ancak yukarıda arz edilen rakamlara Katolik Ermenilerin de dahil olduğu varsayılmaktadır. Buradan hareketle tehcir uygulamasında; - Kafkasya’ya 345 bin, - Suriye’ye 140 bin. - Yunanistan ve Ege Adalarına 120 bin, - Bulgaristan’a 40 bin, - İran’a 50 bin, 134 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı - Lübnan’a 50 bin, - Ürdün’e 10 bin, - Mısır’a 40 bin, - lrak’a 25 bin, - Fransa, ABD, Avusturya vd. 35 bin olmak üzere, - Toplam 855.000 Ermeni’nin göçe tabi olduğu anlaşılmaktadır. Bu rakam Türk araştırmacılar tarafından da 800 bin civarında kabul edilmektedir. Ayrıca Kemal Beydilli’nin belirttiği kendiliğinden göç eden 60 bin Ermeni’nin de Ermeni yazarlar tarafından göç ettirilenler içinde gösterildikleri değerlendirilmektedir. Ermeni belgeleri esas alınırsa, buradan hareketle 855 bin rakamı 1914 Ermeni nüfusundan çıkarıldığında, geriye 366.850 kişi kalmaktadır. Göçe tabi tutulmayan nüfus ise 167.778’dir. Bunların; 82.880’i İstanbul, 60.119’u Hüdavendigar’da (Bursa), 4.548’i Kütahya Sancağı, 20.237’si Aydın vilayetinde bulunmaktaydı. 366.850’den, göçe tabi tutulmayan 167.778 kişi çıkarıldığında ise yaklaşık 200.000 kişi kalmaktadır. Ermeni belgelerine dayanılarak yapılan bu çalışma sonucunda; İtilaf Devletleri saflarına katılarak Osmanlı ile savaşta ölen, yurtdışına kaçan, tehcir sırasında çeşitli nedenlerle ölen veya eşkıya tarafından öldürülen Ermeni sayısının yaklaşık 200.000 kişi olduğu söylenebilir. Kimi yabancı yazarlar, Osmanlı ordusunu arkadan vuran ve Rus ordusu saflarında savaşan Ermenilerin sayısını 180 bin olarak vermektedir. Bazı belgeler ise 200.000 kişiden önemli bir bölümünün göç ettirilmeyen dört merkezi İstanbul, Aydın, Kütahya ve Adana civarına geri döndüğü, bir kısmının saklandığı ve daha sonra yurtdışına çıktığını kanıtlamaktadır. Buradan görüleceği üzere Ermeni iddialarında esas alınan rakamların, tamamen hayal mahsulü ve propaganda maksatlı olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca kimsenin görmek istemediği bir gerçek daha vardır: o da ölen Türklerin sayısıdır. Justin McCarthy bu konuda şunları belirtmektedir: “Ölü Ermeni sayısı ele alınırken ölü Müslüman sayısını da göz önüne almalıyız. İstatistikler çoğunun Türk olduğu 2.5 milyon Müslüman’ın da öldüğünü söylemektedir. Ermenilerin yaşadığı 6 vilayette 1 milyondan fazla Müslüman ölmüştür... Sivas ili savaş sınırları içinde değildi. Rus ordusu asla bu kadar içeri girmedi. Fakat Sivas’ta 180 bin Müslüman öldü. Aynı şey bütün Anadolu için geçerliydi.” [23] Kaynaklar [1] Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, s37. [2] Demirel, a.g.e., s:49-50 [3] Bilindiği gibi bu tarih, Ermeniler tarafından Ermeni Soykırımının Yıldönümü olarak anılmaktadır. Geçmişten Bugüne Türk-Ermeni İlişkileri, s. 49. [4] Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, s.39-40. www.ulkuocaklari.org.tr 135 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [5] Demirel, 51-52 [6] Uras, a.g.e., s.609. [7] Takvim-i Vekayi, Numara 2189 [8] A.T.B.D., Sayı 83, Mart 1983, s. 129-133.; A.T.B.D., Sayı 81, Aralık 1982, s. 147-153. [9] Göç etmek zorunda olan Ermenilere karşı uygulanacak esaslar ve göç anında uygulanması ve uyulması zorunlu esaslar hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz., Salahi R. Sonyel, Ermeni Tehciri ve Belgeler, Baylan Matbaası, Ankara 1978.; Dokuz Soru ve Cevapta Ermeni Sorunu, s. 24-25; Süslü, a.g.e., s:110 vd. [10] Tam metin için bkz, Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918), s.70. (ŞFR., nr. 54/315 (Ek-III) [11] Halaçoğlu, a.g.e., s.70. [12] E.K.A.H.İ., s. 306. [13] Nejdet Bilgi, Ermeni Tehciri ve Boğazlıyan Kaymakamı Mehmed Kemal Bey’in Yargılanması, KÖK Yay., Ankara 1999, s. 33. [14] Halaçoğlu, a.g.e., s.61-62. [15] Necati Ökse, “Ermeni Sorununun Doğuşu, Tehcir Kanunu ve Uygulanması”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s:274-275 [16] Uras, a.g.e., s:606 vd. [17] b.k.z., Sakarya, a.g.e., s.289 vd [18] Bu bölüm için bkz., İsmail Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Türk-Ar., Ankara, 2001 [19] b.k.z., Dokuz Soru ve Cevapta Ermeni Sorunu, Dış Politika Enstitüsü Yay., Ankara, 1983, s:29 [20] Nurşen Mazıcı, Belgelerle Uluslar Arası Rekabette Ermeni Sorunu, İstanbul, 1987 [21] b.k.z., Stanford J. Show- Ezel Kural Show, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, İstanbul, 1983, s:256 [22] Akdes Nimet Kurat, Türkiye Ve Rusya, Ankara, 1990, s:471 [23] b.k.z., (www.ermenisorunu.gen.tr) 136 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ERMENİ İDDİALARI ve GERÇEKLER Erkan GÖKSU 1- Sözde Soykırım Günü 24 Nisan 1915 tarihi, Anadolu’nun hemen her köşesinde başlayan ve İstanbul’da o günün Devlet Başkanı’na yönelik suikasta kadar uzanan Ermeni terör ve tedhişine karşı Osmanlı Devleti’nin tutuklamaları başlattığı tarihtir. Asılsız soykırım iddiaları kadar, 24 Nisanın sözde soykırımın başlangıcı olarak ilan edilmesi de tarihi gerçeklerden uzaktır. 24 Nisan 1915 (11 Nisan 1331) tarihinde Ermeni Komite Merkezleri’nin kapatılmasını, evraklarına el konulmasını ve elebaşılarının tutuklanmasını öngören ve 14 valilikle 10 mutasarrıflığa gönderilen genelge (emirname) ile devlet olayları önlemeye çalışmıştır. Bu genelge sonrasında İstanbul’da kamu düzenini bozdukları için 2.345 kişi tutuklanmıştır. Eğer yapılan icraat bir soykırım olsa idi, o tarihte İstanbul’da yaşayan 82.880 Ermeni’nin % 3’ü karşılığı olan 2345 kişi değil, daha fazla sayıda Ermeni’nin tutuklaması yapılabilirdi. Bu tarihin Ermeniler tarafından sürekli istismar edilmesinin asıl sebebi, daha sonra yaşanan Ermeni olaylarında elebaşılık yapacak etkin kadronun tutuklanmış olmasıdır. Bu tutuklama ile belki de, Türklere yönelik olarak tarihin kaydedeceği en büyük katliamlarından birisi engellenmiştir. Aslında Ermenilerin sindiremediği durum budur. 2- Sevk ve İskan, Soykırım Anlamına Gelir mi? Tehcir uygulamasından önce Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, ele başları ile ve bazı teröristlerin tutuklanmasına rağmen, olaylar yatışmamış tam aksine gittikçe artmıştır. Olaylar büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine kaymış ve önlenemez hale gelmiştir. Taşrada emniyet ve asayişten sorumlu birim amirlerinin merkeze gönderdikleri mesajlarda, sürekli olarak yer değiştirmenin teklif edildiği görülmektedir. Yapılan bu tekliflerle de “yer değiştirilerek fesat yuvalarının dağıtılmasını” önermiştir. Sevk ve İskan anlamındaki tehcir, meskun bir grubun bir başka yere nakledilmesi ve yeniden iskan edilmesi anlamındadır. Osmanlı Devleti’nce yapılan uygulamada, Ermeni vatandaşları, gemilere, trenlere bindirilerek sınır dışı edilmemiş, gaz odalarında ya da krimatoryumlarda yok edilmemişlerdir. Yapılan uygulama sürekli toprak kaybeden İmparatorluğun dağılmasını önlemek üzere, Osmanlı Devleti yöneticilerince zorunlu görülmüş bir tedbirdir. Buna rağmen Devlet Yöneticilerinin büyük bir soğukkanlılıkla hareket ettikleri görülmektedir. Göç ettirilenlerin sevklerinde uyulacak esaslar, kararnamelerle düzenlenmiştir. Bu kararnamelerde göç edenlerin hakları ve bunlara verilmesi gereken her türlü hizmet detayları ile birlikte belirtilmiştir. Bunlardan biri de, “Harp ve Olağanüstü Siyasi Durum Sebebiyle Başka Yerlere Gönderilmeleri Yapılan Ermenilere ait Mülk ve Arazinin İdare Şekli Hakkında Yönetmelik”tir. Yönetmeliğin 3. ve 5. maddeleri ise, hükümetin savaş koşullarında bile Terkedilmiş Mallar Komisyonu kuracak kadar konuya önem verdiğini göstermektedir: “...Madde.3: Koruma altına alınan eşyanın cinsi, miktarı, değerleri, sahiplerinin isimleri uzun, uzun belirtilerek deftere yazıldıktan sonra kilise, okul, ev gibi depoya elverişli olabilecek yerlere gönderilecek, sahipleri ayırt edilebilecek şekilde ayrı, ayrı konularak korunmasına özen gösterilecek ve eşyanın özelliği, miktarı ile sahibinin ismi, alındığı yer ve korunduğu yeri bildirir bir tutanak düzenlenerek, aslı yerel hükümete ve onaylı bir sureti terkedilmiş Mallar Komisyonu’na verilecektir.... www.ulkuocaklari.org.tr 137 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Madde 5: Mevcut taşınabilir mallar arasında durmakla bozulabilecek olan eşya ile hayvanlar komisyonun uygun bulacağı bir kurul tarafından ileride açık olarak satılarak, karşılığı, sahibi biliniyorsa onun adına, sahibi bilinmiyorsa, eşyanın bulunduğu köy veya ilçe adına emanete alınması için mal sandıklarına teslim edilecektir. Satılan eşyanın cinsi. miktarı, kıymeti ve kime ait olduğu, alıcısı ve karşılığı (bedeli) etraflıca bu özel deflere işlenerek altı: artırma suretiyle satan kurul tarafından onaylanacak ve açıklayıcı bir tutanak düzenlenerek, aslı yerel hükümete ve onaylı sureti bırakılmış mallar idare komisyonuna verilecektir.” Aynı yönetmeliğin 6. maddesi ise Fatih Sultan Mehmet’le başlayan dinler arası hoşgörünün, en zor şartlar altında bile sürdürülmeye çalışıldığına verilecek en çarpıcı örnektir: “...Kiliselerde bulunan eşya ve resimlerle kutsal kitaplar iyice belirtilerek deftere yazılacak ve tutanağa bağlanarak yerlerinde saklanmalarına özen gösterilecektir...” Tüm bu tedbirlere rağmen sevk ve iskanla ilgili mevzuata uymadıkları gerekçesiyle; Sivas vilayetinden 648 kişi. Ma-müratül Aziz vilayetinden 233 kişi. Diyarbakır vilayetinden 70. Bitlis vilayetinden 20, Eskişehir mutasarrıflığından 8, İzmit mutasarrıflığından 33, Ankara vilayetinden 32, Kayseri mutasarrıflığından 69, Suriye vilayetinden 27, Hüdavendigar (Bursa) vilayetinden 12, Konya vilayetinden 12, Urfa mutasarrıflığından 189, Canik Mutasarrıflığından 14 kişi olmak üzere toplam 1397 kişi çeşitli cezalara çarpıtılmıştır. Bunlardan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey ile eski Bayburt Kaymakamı ve Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey, Nemrut Mustafa Başkanlığı’ndaki Divanı Harb’da yargılanmış ve mahkemeler sonucunda idam edilmişlerdir. Geçmiş tarih sayfalarına bakıldığında; savaş bölgesinde oturan ve birliklerin hareketini engelleyen, karşı tarafa istihbarat sağlayan, yardım ve yataklık yapan ya da düşman ile birlikte onun safında hareket eden halkların ve grupların cephe gerisine gönderildiği görülebilir. Sevk ve iskanın bir amacı da sivil halkın savaştan zarar görmesini önlemektir. Daha sonraki yıllarda bu tür zorunlu göç uygulamalarına bazı devletlerin de başvurduğunu görüyoruz. Fransa’da Radikal Sosyalist Fransız hükümeti tarafından, Almanca konuşan ve Fransa-Almanya sınır bölgesinde yaşayan Alsazların 1939-40 kışında, Majino hattının doğusundan alınarak Fransa’nın güneybatısına, özellikle de Dordogne’ye nakledildiği bilinmektedir. Aynı şekilde, Amerikan yönetimi de, Pearl Harbour baskınından sonra, Japon asıllı vatandaşlarını Pasifik bölgesinden Misisipi vadisine göç ettirmiş ve savaş sonuna kadar toplama kamplarında barındırmıştır. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Buradan anlaşılacağı üzere Devletler zorunlu hallerde, halkının bir kısmını göçe tabi tutmak mecburiyetinde kalabilir. Diğer bir belge ise, ABD’nin Kaliforniya Eyaletinde yaşayan Albert J.Amateu’ nun 1989 yılında noter aracılığıyla verdiği yeminli beyandır. Amateu bu beyanında sözde Ermeni soykırım iddialarının asılsız olduğunu açıklamaktadır. 20 Nisan 1989 tarihinde, 100 yaşında bir insanın vicdan muhasebesinin ürünü olan beyan, sözde Ermeni soykırımı iddialarında bulunanlara verilebilecek en güzel cevaptır. Bu göç esnasında yaklaşık 200 bin Ermeni’nin kayıp olduğu, yukarıda detaylarıyla açıklanmıştır. Ancak, konuya Osmanlı Devleti’nin 1915 1918 yıllarını kapsayan dönemde cephelerde ve cephe gerisindeki kayıpları açısından bakarsak; 400 bin yaralı, 240 bin hastalık nedeniyle ölen, 35 bin yaralanan ancak yeterli bakım sağlanamadığından ölen, 50 bin savaş alanında şehit ve 1.560.000 hasta, firar, esir ve kaybının olduğu görülmektedir. Bu rakamlar esas alındığında savaş şartlarının ağırlığı, ekonomik ve teknik imkansızlıklar tıbbi malzeme eksikliği gibi zor şartlar ile salgın hastalıklar nedeniyle 275 bin insanın hastalık ve bakımsızlıktan öldüğü görülmektedir. Osmanlı Devleti bu şartlar ve ciddi imkansızlıklar içinde iken özellikle göç yollarında kafilelere 138 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı saldıran Ermeni çeteleri ile eşkıyalar da iç güvenliği tehdit etmektedir. Buradan şu sonuca varmak mümkündür: Osmanlı Devleti’nin planlı, sistemli bir soykırım düşüncesi ve uygulaması içinde olduğunu söylemek bir iftiradan öteye geçemez. Ermeni komitalarınca iddia edilen soykırım asla olmamıştır. Ancak savaş şartlarındaki imkansızlıklar, teknik ve tıbbi yetersizlikler ile kafileleri koruyan askere saldırarak firar edilmesini sağlamayı hedefleyen Ermeni çeteleri ile soygun ve yağma amaçlı eşkıyanın eylemlerinde hayatlarını kaybeden, düşman saflarına katılan, kendiliğinden yurtdışına çıkan, göç uygulaması dışında tutulan illere kaçan veya göç güzergahındaki mahallin halkı tarafından saklanan Ermenilerde vardır. 3- Sevk ve İskan Amaçlı Yapılan Harcamalar Dağılma sürecinde Osmanlı ülkesi sürekli olarak göç almıştır. Özellikle 1900’lü yıllarda, Balkanlar ve Kafkaslardaki gelişmeler nedeniyle bu bölgelerden Anadolu’ya yoğun göçler gözlenmiştir. Sevk ve İskan Kanunu ile yerleri değiştirilen Müslüman, Rum ve Ermeniler ile Anadolu’ya yönelen göç hareketlerine ilişkin ihtiyaçları karşılamak amacıyla, Muhacir’in Müdüriyeti Umumiye (Göçmenler Genel İdaresi) kurulmuş, bu idare tarafından göçmenlerin, iskan, iaşe ve diğer sorunları çözülmeye çalışılmıştır. Sevk ve İskana tabi göçmenlerin sevk, iskan, iaşe ve ibatelerinin temini için; - 1915 yılında 25 milyon, - 1916 yılı sonuna kadar ise 230 milyon kuruş harcandığı anlaşılmaktadır. Göç esnasında teşekkül ettirilen kafilelere vasıta veya binek hayvan temin edilmiş, kadın, yaşlı ve çocuklarla, hastalara özel ihtimam göstermiştir. Dönemin İçişleri Bakanlığı’nca yayınlanan konuyla ilgili yönetmeliğin 2 ve 3ncü maddeleri bu ihtimamın derecesini gözler önüne sermektedir: “... Madde 2: Nakledilen Ermeniler kâffe-i menkûlat (taşınabilecek bütün mallarını) ve hayvanâtını (hayvanlarını) birlikte götürebilirler... Madde 3: Mahall-i iskâniyelerine (yerleşecekleri yerlere sevk edilen Ermenilerin esnâ-yı râhda (yolculuk sırasında) muhâfaza-i can (canlarının korunması) ve mallarıyla temin-i iâşe (yiyecek temini ve istirahatları, güzergâhlarında (geçtikleri yerde) bulunan memurîn-i idareye (yönetim makamlarına) aittir. Bu hususta vâki olacak terahi ve tekâsülden (gevşeklik ve ilgisizlikten) ala-meratibihim kaffe-i memurîn mesuldür (sırasıyla bütün memurlar sorumludur)...” Deniz yoluyla göç edenlerin o dönemde salgın bulunan sıtma hastalığına karşı korunabilmeleri için kinin dağıtılmış, hastalar için sivil hastaneler yanında askeri hastanelerden de yararlanma imkanı getirilmiştir. Göçmenlerden ailelerini yitirmiş olan kimsesiz çocuklar yetimhanelere veya göç edilen mahallerdeki ailelere yerleştirilmiş ve bunların iaşeleri sağlanarak meslek sahibi olmaları için eğitim imkanı sağlanmıştır. 4- Talat Paşa’ ya Atfedilen Telgraflar ve Gerçekler Aram ANDONİAN adlı bir Ermeni, 1920 yılında Londrâ da “Naim Bey’ in anıları. Ermenilerin Tehcir ve Katliamına İlişkin Resmi Türk Belgeleri” isimli bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap daha sonra Paris’te “Ermeni Katliamına İlişkin Resmi Belgeleri” ve Boston’da “Büyük Suç, Son Ermeni Katliamı ve Talat Paşa, İmzalı Orijinalleriyle Resmi Telgraflar” adı ile yayınlanmıştır. Bu kitapta yer alan ve Talat Paşa’ ya atfedilen telgraflar; bir soykırım suçlusu yaratmak amacıyla üretilmiş sahte belgelerdir. Şinasi OREL ve Süreyya YUCA tarafından bu belgeler üzerinde yapılan inceleme sonucunda belgelerin alındığı söylenen Naim Bey isimli bir şahsın Halep İskan www.ulkuocaklari.org.tr 139 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Dairesinde hiçbir zaman çalışmadığı, belgelerin otantik ve kullanılan kağıtların Osmanlı Devletinin yazışmalarda kullandığı kağıt türünde olmadıkları, orijinal nüshalarının Başbakanlık Arşivindeki İçişleri Bakanlığı belgeleri arasında bulunmadığı, sahte belgelerde yer alan kayıt numaralarında çıkış adresi olarak gösterilen daire kayıtlarında bu evraklara rastlanmadığı, hicri ve miladi tarihlerde hata yapıldığı, imzaların gerçekleriyle uyuşmadığı, Osmanlıca yazım kurallarında rastlanılmayacak hatalara yer verildiği gibi çok sayıda somut delillere rastlanılmıştır.[2] Ayrıca, kitapta kullanılan belgelerin orijinallerinin Manchester’deki Ermeni Bürosunda olduğu söylenmesine rağmen, bugüne kadar dünya kamuoyunun bilgisinden ve incelemesinden ısrarla kaçırılması ve doğruluğunun Osmanlı Dönemindeki Halep Ermeni Birliğinin raporuna dayandırılması gibi durumlar Ermenilerin sözde soykırım maksatlı iddialarının ne ölçüde gerçek dışı, başka deyişle sahte olduğunu göstermesi açısından önemlidir. 5- Ermeni İddialarına Karşı Yabancılar Tarafından Yapılan İncelemeler ve Varılan Sonuçlar Birinci Dünya Savaşının hemen sonrasında, itilaf devletleri ordularının İstanbul ve diğer bölgeleri işgal etmelerini müteakip, birkaç yüz Osmanlı siyasi ve askeri lideri ile aydını savaş suçlusu oldukları iddiası ile İngilizler tarafından Malta Adası’na gönderilerek hapsedilmişlerdir. İstanbul’daki Hükümet, hem saltanatın ve kendi varlığının muhafazası, hem de son on yıl içinde imparatorluğu yöneten ve hükümete hakim olan İttihat ve Terakki Partisi’nin ortadan kaldırılması amacıyla, İtilaf devletleri ile her konuda işbirliğine girme konusunda istekli davranmıştır. Sonuç olarak, gerek İttihat ve Terakki rejimi gerek İstanbul’da ve Malta’da tutuklu bulunan kişiler hakkında suç kanıtlarına bulunabilmesi için Osmanlı arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Bununla birlikte, ne zamanın İstanbul Hükümeti, ne de Malta’daki tutuklular hakkındaki suçlamaları ispat edebilecek nitelikte hiçbir delil mahkemeye sunulmamıştır. İngiliz Hükümeti çaresizlik içinde kendi arşivlerinde ve ABD Hükümetinin Washington’daki arşivlerindeki raporlar üzerinde de araştırmalar yapmış, ancak yine hiçbir sonuca ulaşamamıştır. ABD arşiv raporlarında Washington’daki İngiliz Büyükelçisi R.C Craıgıe, Lord Curzon’a 13 Temmuz 1921’de çektiği mesajda şöyle diyordu: “Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhine delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey olmadığını bildirmekten üzüntü duyuyorum... Yeterli delil oluşturabilecek hiçbir sorun vakit mevcut değildir. Söz konusu raporlar, hiçbir şiddetle, Türkler hakkında Majesteleri Hükümeti’nin halen elinde bulunan bilgilerin takviyesinde yararlı olabilecek delilleri bile ihtiva eder görünmemektedir.” Sonuç olarak, 29 Temmuz 1921’de. Kral Londrâ’daki Hukuk Danışmanları; Dışişleri listesindeki kişilere karşı yöneltilen suçlamaların yarı siyasi bir maliyet taşıdığına ve bu nedenle haklarında, harp sırasında İngiliz savaş esirlerine zulüm yapıldığı iddiasıyla İngiliz Hukuk Danışmanları’nın önerisi üzerine savaş suçlusu olarak tutuklanan Türklerden ayrı işlem yapılması gerektiğine karar vermişlerdir. Ayrıca, “Şimdiye kadar hiçbir şahitten, tutuklular hakkında yapılan suçlamaların doğru olduğunu kanıtlayan bir ifade alınmış değildir. Esasen, herhangi bir şahit bulunup bulunamayacağı da belli değildir, zira Ermenistan gibi uzak ve ulaşılması zor bir ülkede ve özellikle bu kadar uzun bir zaman geçtikten sonra şahit bulunması ne ölçüde zor olduğunu belirtmek dahi gereksizdir” ifadeleri de Kralın Londrâ’daki Hukuk Danışmanlarına aittir. Sonuç olarak Malta’daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapıldı 1922’de serbest bırakılmışlardır. Bu zaman zarfında İngiliz basınında Osmanlı Hükümetin sözde soykırım ile suçlayan ve bu konuyu ispata yeltenen bazı belgeler yayınlanmıştır. Söz konusu belgelerin General Allenby komutasındaki İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından Suriye’deki Osmanlı Devlet Dairelerinde ortaya çıkarıldığı iddia edilmiştir. Ancak, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından sonradan yapılan soruşturmalar, İngiliz basınına verilen bu belgelerin İngiliz ordusu tarafından ele geçirilen belgeler olmayıp, Paris’teki Milliyetçi Ermeni Delegasyonu tarafından müttefik delegasyonlara yazılan uydurma belgeler olduğu anlaşılmıştır. 140 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 6- Osmanlı Devletinin İddialar Karşısındaki Tutumu Önceki bölümlerde soykırım iddialarıyla yapılan gösteriler ve eylemlerin, sözde soykırımın 50. yılı nedeniyle 1965 yılında başlatıldığını belirtmiştik. Osmanlı Devleti Ermeniler gibi 50 yıl beklememiş ve 26 Mart 1919 tarihinde, II. Dünya Savaşında taraf olmamış olan İspanya İsviçre, Danimarka, İsveç ve Norveç’e gönderdiği notalarla bu ülkelerden, ikişer hukukçu gönderilmesini istemiştir. Belgeleri son bölümde verilen bu girişim, İngilizlerin müdahalesi üzerine sonuçsuz kalmış ve bu komisyonun kurulması, dolayısıyla konu soruşturması engellenmiştir. Bu konu, Osmanlı Devleti’nin icra etmiş olduğu işlemlerde uluslararası hukuk çerçevesinde yanlış bir şeyin bulunmadığını gösteren, kendisine olan ön güvenin önemli bir göstergesidir. Adeta, gerçek faillerin ve tasvirlerin ortaya çıkarılması islenmemiştir. Eğer bu komisyon kurulsa idi, bugün Türk milletine yöneltilen asılsız ithamlar gerçek muhatabını bulacak, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bu asılsız iddialar da o gün tarihin derinliklerine gömülebilecekti. Osmanlı Devleti’nin girişimleri bununla da bitmemiş ve Osmanlı Hükümeti 7 Mart 1920 tarihli telgrafı ile İtilaf Devletleri ve Amiral Bristol’dan konunun araştırılmasını, gerçeklerin tespit edilerek dünya ve Türk Kamuoyunun aydınlatılmasını talep etmiştir. Bu başvuruda; “...uydurma Ermeni katli meselesinin uluslararası bir komisyon oluşturularak yerinde süratle tetkik edilmeli ve kasıt ve ihtiras ürünü propagandaların aydınlatılarak Türk milletinin kötü ve adi töhmetten aklanması için...” yardım istenmiştir. aynı tarihlerde, tüm gazetelerde de açık duyuru şeklinde yayımlanmıştır. Ayrıca ikinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Ahmet Refik başkanlığında bir grup yabancı gazeteci mahallinde inceleme yapılmak üzere Doğu Anadolu’ya gönderilmiştir.[3] Hukuk ve insanlık dışı bir suçu işleyen bir Devletin, böyle girişimlerde bulunması düşünülebilir mi? Bu ve Burada bahsedilen onlarca örnek ele alındığında Türk Milleti’ne ve tarihine karşı yapılan haksızlığın ne kadar ileri götürüldüğü ve insanlık adına utanç duyulacak bir hal aldığı görülebilmektedir. 7- Osmanlı Arşivleri ve Tehcirle İlgili Belgeler Arşivlerde Tehcirle ilgili her konuda orijinal belgelere ulaşma şansı vardır. Bu belgelerin Bulunduğu Osmanlı Arşivleri günümüzde Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak 1925 yılından itibaren tüm araştırmacıların incelemesine açıktır. Bu tarihten günümüze kadar: ABD’den 605, Japonya’dan 203, Almanya’dan 168, Fransa’dan 150, Suudi Arabistan’dan 98, İran’dan 84, İngiltere’den 74, İsrail’den 70, Libya’dan 63, Macaristan’dan 58, Arjantin’den 52, Bulgaristan’dan 47, Mısır’dan 47, Hollanda’dan 39, Romanya’dan 36, Cezayir’den 35, Tunus’tan 35 ve Kanada’dan 28 olmak üzere toplam 3.817 bilim adamlarınca Osmanlı Arşivleri’ni incelemiştir. Ayrıca 180’i Ermeni asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan toplanı 190 kişi de, özellikle Ermeniler konusunda bu arşivlere girmiş ve çalışma yapmışlardır. Binlerce yabancının bizzat belgeye ulaşarak yaptıkları çalışma yanında, Bu belgeler Türkçe ve İngilizce olarak da yayınlanmış ve araştırmacıların kullanımına sunulmuştur. Bunların yanı sıra, Genelkurmay Başkanlığı arşivindeki belgeler ATASE Başkanlığı’nca. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi adı altında orijinal ve günümüz Türkçesiyle yayınlanmakta ve satışa sunulmaktadır. Bu konuda hazırlanan bir başka yayın ise, Başbakanlık Yıldız Arşivinden yararlanılarak Osmanlıca ve günümüz Türkçesi ile İngilizce dillerinde sunulan 3 ciltlik yayındır. Tüm bazı gerçeklere rağmen, ya bilgisizliklerinden ya da kasıtlı olarak yerli ve yabancı bazı kişi ve kurumların Türkiye Cumhuriyeti’ni, arşivleri incelemeye açmaktan kaçtığı şeklinde suçladığı görülmektedir. Bu konuda verilecek cevabı okuyucuya bırakıyorum. 8- Soykırım İddialarına Karşı Bilim Adamlarının Tavrı ve Konunun Bilimsel Alanda Tartışma Durumu Tarihi ve tarihte meydana gelen olayları, tarih biliminin ölçüleri ve ilkeleri doğrultusunda algılayan, kalemini kiraya, beynini sağlayacağı menfaatlere endekslenmemiş bilim adamları; “Soykırım” www.ulkuocaklari.org.tr 141 Ülkü Ocakları Eğitim Programı iddialarını bazı konuyu destek edip, siyasi ve mali kazanca dönüştüren bir grubun hezeyanı olarak görmektedirler. Bu değerlendirmeyi yapan bilim adamları 1925 yılından bugüne kadar bu konudaki bilgi ve belgelerin orijinallerine ulaşmış, canlı şahitleri dinlemiş, olay yerlerinde bizzat gözlemde bulunmuş kişilerdir. Bunlar, 1925 yılından bu yana Osmanlı Arşivlerinin yabancı araştırmacılara açık olduğunu bilen ve belgelere bizzat ulaşan bilim adamlarıdır. Dolayısıyla kanaatleri hakkındaki yorumu veya karşı görüşü. Ancak onlar kadar konuyu derinlemesine bilenler yapabilecektir. Batı Avrupa Devletleriyle, Rusya destekli Ermeni iddiaları ve Ermenilerin ileri sürdükleri belgelerin doğuluk durumunu tartışmak üzere Türkiye Devleti tarafından değişik zamanlarda çağrılar yapılmıştır. Bu çağrılar doğrudan Ermeni bilim adamlarına yapıldığı gibi. Ermeniler adına onların propagandistliğini yapan şahıslara da yapılmıştır. Ancak Bunların önemli bir bölümünün bu toplantılara katılmaktan imtina ettikleri ve gerekçe göstermeden toplantıya katılmadıkları bilinmektedir. Bunun son örneği 1990 yılında XI. Türk Tarih Kongresinde yaşanmıştır. XI. Türk Tarih Kongresinde ilk defa olarak bir Ermeni Senksiyonu programlanmış ve bu Senksiyon’daki tartışmalara “Ermeni Davası Savunucusu” yabancı tarihçiler de davet edildiği halde, her biri çeşitli mazeretler ileri sürerek, bu bilimsel tartışmalara katılmaktan kaçınmışlardır. 9- 1948 Tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi Açısından Ermeni Meselesine Bir Bakış Soykırım kavramı: 1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme ile tanımlanmıştır. Sözleşmenin 2. maddesine göre soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle; Grup üyelerinin öldürülmesi, Grup üyelerinin Fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Soykırımda planlı, devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur. Konuyu soykırım sözleşmesi açısından yorumladığımızda, tarihteki bazı olaylara değinmeden geçilemeyecektir. Soykırım gibi vahim bir insanlık suçunun işlenebilmesi için o milletin tarihinde bu suça yatkınlık gerekir. Bir fert için suça eğilimlilik nasıl bir özellik ise, toplumlar için de öyledir. Türk tarihi incelendiğinde soykırıma ve asimilasyona rastlanamaz. Kısa bir tarih gezintisi yaparak, Osmanlının yayıldığı coğrafyayı hatırladığınızda Osmanlının; Avrupâ da Viyana önlerine kadar; Afrikâ da, Akdeniz’e sahil tüm Kuzey Afrika’yı; Ortadoğu’nun tamamını ve Arap yarımadasını uzun yıllar yönetimi altında tuttuğu görünür. Bu süre asgari 200-400 yıl arasıdır. Bu coğrafyadaki, hangi halkın yok edildiği söylenebilir? Anadolu’da şer’i hükümlerin hakim olduğu dönemde, en eski Hıristiyanlık mezhebi Süryanilik, tavus kuşuna ateşe tapan Yezidilik gibi inançlar yaşatılırken, 1800’lü yıllarda şer hükümlere aykırı olmasına rağmen Anadolu’da kiliseler açılmıştır. Hatta kardeşlerden biri Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa iken, diğer kardeş Makarije Sırp Kilisesine Patrik tayini edilmiş ve Sırp halkını diriltmiştir. Avrupa’daki mezhepler mücadelesi döneminin soykırımlarını, uzak doğuda dili değişen halkları (Hindular-Peştun), komple dili ve dini değişen Afrika’yı, Güney Amerika’yı görürüz. Türk yönetimi hakim olduğu yörelerde diğer kültür ve soylara sahip halklarla yaşamaya alışıktır. Belki de bu tarihinde uzun süre farklı kültürlerle bir arada yaşamanın kazandırdığı bir özelliktir. Türk devlet geleneğinde adalet vardır, kültürlerin yaşatılması vardır ancak, katliam ya da soykırım yoktur. Bu konuyu. Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” isimli kitabı açıkça ortaya koyulmaktadır. Bu kitapta, Balkan ve Kafkas halklarının ölümden kurtulmak için Osmanlı yönetimine nasıl sığındıklarını görürüz Yine Osmanlı yönetimini soykırımla suçlayanlara sormak gerekir: 1469 yılında İspanya ve Portekiz’den Musevi ve Müslümanlar, 1680 yılında Tökeli İmre ve adamları Macaristan’dan. 1711 yılında Rakoczi Ferençh ve adamları, 1849 yılında Layoş 142 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kosuth ve 2000 kişilik Macar grubu. İsveç Kralı Şarl ve 1500-2000 kişilik adamları. 1841 ve 1856 yıllarında Polonya’lı Prens Chartorski. 135 bin kişilik ordusuyla Ekim 1917’de Rus komutan Vrangel, hatta Troçki ölümden soykırımından kurtulmak için nereye sığındılar? Tabii ki Osmanlı ülkesine. 1915 yılında “Sözde Ermeni Soykırımı”nın yapıldığını iddia edenler, 1930’lu yıllardan itibaren Polonya ve Almanya kökenli Musevilerin Türkiye’ye sığındıklarını bilmiyorlar mı? Sözde Ermeni soykırımından 20-25 yıl gibi kısa bir süre geçmiş iken, soykırım yaptığı iddia edilen bir milleti kurtarıcı olarak görenler, neden Türkiye’yi tercih etmişlerdir acaba? Bugünkü insan hakları normlarını ihtiva eden 1478 tarihli Fermanı ile ülkesi insana sahip oldukları tüm değerleri yaşama, yaşatma ve yeni nesillere nakletme imkanı veren Osmanlı Padişahı Fatih’ten yaklaşık 550 yıl sonra Balkanlardaki soykırım ve asimilasyonları hatırlayalım. Bu ferman ile dili, dini, kilisesi, okulu vs. güvence altına alınan Balkan milletleri; homojen toplumlar oluşturma adına XXI. yüzyıla girildiği bir dönemde Boşnakları, Arnavut asıllı Müslümanları, Makedonları ve Bulgaristan Türklerini yurtlarından söküp atmışlardır. Bugün bizi soykırım ile suçlayanlar, aylarca süren katliamları görmezlikten gelmiş, ırzına geçilen her yaştaki kadının feryadına kulaklarını tıkamıştır. Balkan halkları ile, Batılı kimyasal silah üreticilerinden temin ettiği hardal gazı ile soykırıma kalkışan Saddam’ın elinden kaçan Irak halkı, yine Türkiye’ye sığınmıştır. Türk insanı sınırlı imkanlarına rağmen, ekmeğini paylaşmış, mazlum halklara tarihin her döneminde kucak açmıştır. Türk insanının, Osmanlının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer milletlere ve Devletlere örnek olacak temiz sicili budur. Prof. Justin McCarthy deABD Temsilciler Meclisinde yaptığı Savunma Bilgilendirme konuşmasında, I. Dünya Savaşı’nda Türklerin de büyük acılar yaşadığını ancak bu acıları yüreğinde saklamayı tercih ettiğini şu sözlerle ifade etmiştir: “...Savaşlarda her şeylerini kaybedenlerin akıllarında intikam duygusu yer etmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyetini bu duyguların yönetmesi halinde daha çok fazla ölüm olayı yaşanacaktı. Mustafa Kemal Atatürk hükümeti bu nedenle geçmişteki kayıpları görmezden gelen ve eski düşmanlarla barış imzalayan bir politika ortaya koymuştur. Türk hükümeti, Ermenilere ve diğerlerine karşı Türk davasında baskı yapılmasının eski nefretleri canlandıracağını ve savaşa davetiye çıkaracağını hissetmiştir. Bu yüzden Türkler dertleri ile ilgili hiçbir şey söylememişlerdir. Bu, o dönem için alınabilecek en doğru karardı. Hiç kimsenin Türkler adına konuşmaması ise bu noktadaki olumsuz sonucu oluşturmuştur... Yapmadıklarına inandıkları bir şeyden dolayı haksız yere eleştirilen Türklerin ne düşünmesi gerekiyor...” Justin Mc Carthy’nin konuşması karşısında, siyasi nedenlere dayalı tavırlarını değiştirmeyen A.B.D’li Temsilciler Meclisi üyelerini ve ileride aynı şekilde hareket etmesi muhtemel diğer kişileri tarih hiçbir zaman affetmeyecektir. İnsanlık, elbet bir gün sağduyulu tarih yazarlarının gün ışığına çıkarıp sergileyeceği gerçeklerle aydınlanacaktır. Aksi takdirde Atatürk’ün dediği gibi “Değişmeyen Hakikatler, İnsanlığı Şaşırtacak Bir Mahiyet Kazanacaktır”. Kaynaklar [1] Bu bölüm için bkz., İsmail Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Türk-Ar., Ankara, 2001. Ayrıca bkz., (www. ermenisorunu.gen.tr) [2] Şinasi Orel-Süreyya Yuca, Ermenilerce Talat Paşaya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, T.T.K. Yay., Ankara, 1983 [3] Daha Geniş Bilgi İçin b.k.z., Ahmet Refik, Kafkas Yollarında, Ankara. 1992 www.ulkuocaklari.org.tr 143 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ASALA TERÖRÜ Alper ERTAŞ 1789 Fransız İhtilali, Avrupa’yı olduğu kadar Osmanlı’yı da ziyadesiyle etkilemiştir. Özellikle liberalizm olgusunun temel hak ve hürriyetler bağlamında zuhur ettiğini göz önünde bulundurursak 19. Yüzyılın Osmanlı için gerçekten de en uzun yüzyıl olduğu sonucuna varabiliriz. Osmanlı’daki gayrimüslim azınlıkların hak ve özgürlükleri için gerekli reformist hareketleri, bölgedeki bu azınlıkların hamileri üstleniyorlardı. Islahat adıyla devletin iç işlerine karışılarak, Osmanlı giderek zayıflatılıyordu. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan gibi ülkelerin Osmanlı üzerindeki yoğun çalışmalarını, bölücü ve ayrılıkçı örgütlenmeleri ya bizatihi üstlendiklerini ya da büyük destek verdiklerini görebilmekteyiz. 3 Kasım 1839 yılında Raşit Paşa’nın Gülhane Hatt-ı Hümayun’u olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı ilan etmesiyle birlikte Müslüman ve özellikle de gayrimüslim tebaaya can,mal ve namus güvencesi verilmiştir. Fermanın aslında temel prensibinde yer alan ana fikir, Müslüman-Gayrimüslim arasında eşitliği sağlamak olmuştur. 1856 yılında ise Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi ile birlikte devam eden süreçte Osmanlı’nın dağılma dönemini yaşamaktaydı. Ayrılıkçı milliyetçilik fikrinin Ermeniler arasında genel kabul görmesi ile diğer yabancı ülkelerin bölücü politikaları ve baskıları da artmaya başlamıştır. Ermeniler, Osmanlı’ya karşı gittikçe içeride ve dışarıda örgütlenmeye başlatılmıştır. Buı süreçle birlikte Ermeniler, Millet-i Sadıka’dan Terör Devleti’ne olan geçiş sürecini yaşamaya başlamıştır. Rusya’nın devlet politikalarından biri olan sıcak denizlere inme planları için bu sefer bulunmaz bir fırsat bulunmaktaydı. Doğu Anadolu bölgesinde Osmanlı ve İran’a karşı Ermeni kozunu oynayacaktı. 1816 yılında Rusya tarafından Moskova’da, Ermeni Şark Dilleri Enstitüsü kurularak, Ermenilerde milli bir şuur oluşturma yönünde somut bir adım atılmış olmaktadır. 1828 yılında Rusya’nın İran ile yaptığı savaşı kazanarak Türkmençay antlaşmasını imzalamışlardır. Bu antlaşmanın verdiği avantajlara göre Rusya’nın sınırlarına kattığı Revan ve Nahcivan Hanlıkları birleştirilerek Ermeni Vilayeti kurulmuştur. Rusya’nın Ermenileri kendi hamiliğinde toplama çalışmaları sayesinde Osmanlı ve İran gibi ülkelerlerden Ermeni nüfusunun bir bölümünü ülkelerine çekmeyi başarmıştır. 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında pek çok Ermeni gücünün Rusya saflarına geçmeleri ise ilerde gerçekleşecek sıkıntıların bir habercisi olma niteliği taşıyordu. Rusya’nın bu açılımı aslında bağımsız ve güçlü Ermeni Devleti kurmak yönünde gerçekleşmemiştir. Rusya hakimiyetinde bulunan Ermeniler çok sıkı bir Ruslaştırma politikasına maruz kalmışlar, Ermeni Kilisesi’nin elinden birçok gücü alınmış, mal varlığına el konulmuştur. Bunun haricinde ise bir çok Ermeni okulu da kapatılmıştır. Bu yaptırımlara direnen binlerce Ermeni ise de ya tutuklanmış ya da sürgüne yollanmıştır. Bünyesindeki Ermenilere karşı böylesine sert davranan Rusya ise dışarıya karşı ve özellikle de Osmanlı’da yaşayan Ermeni halkının savunuculuğunu da kimseye bırakmıyordu. Uygulanan bu politikalar neticesinde Ermenilerde uyanan fikir ise Anadolu da özerk bir Ermeni devleti kurulması doğrultusunda olmuştur. Mikhael Ohannesyan bu konuyla ilgili şöyle demektedir: 144 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Ruslar gibi müthiş pençeli bir canavara karşı koymak güçtü. Türkiye, çalışmalarımız için daha elverişliydi. Oradaki Ermeniler, ıstırap içinde bulunuyorlardı. Özellikle Ermenilik, Türkiye’de devletlerarası bir şekil almış, kendi hesabına bir garanti elde etmişti. Şu halde, orada faaliyete geçmek daha uygundur. Rusya’da milliyete, öğretim ve eğitime, Ruslaştırma siyasetine karşı da basınla, propaganda ile çalışmak, Rusya’daki hareketlere de bu suretle karşı koymak daha doğru olacaktı.” Ermenilerin Anadolu’da planladıkları yöntem Bulgaristan örneği idi. Bilindiği gibi, Bulgaristan’ın Osmanlı Devletinden ayrılması sürecinde, içte karışıklıklar çıkarılarak, Avrupa’nın güçlü devletlerinin dikkatini çekme yolu denenmiş ve bunda da başarılı olunmuştu. Yalnız, bu yöntemde Ermeniler açısından iki dezavantaj vardı: 1. Ermeniler, en kalabalık oldukları Doğu Anadolu’da bile hiçbir bölgede çoğunlukta değildiler. 2. Yaşadıkları bölgenin ulaştırma sistemi gelişmemiş, coğrafyası çetin, denizden erişilmesi pek zordu. Yani, Ermeniler Avrupa donanmalarının ya da seferi kuvvetlerinin kolay kolay erişemeyecekleri yerlerde yaşıyorlardı. Bu durumda Osmanlı’dan kopmaya çalışmak aslında bir kumardı, ama kendilerinde Ermeniler adına davranma yetkisini gören Ermeni tedhiş örgütleri bu kumara girdiler[i]. Böylesine zor şartların olduğu bir durumda Ermeni örgütlerin yapacakları tek şeyin, şiddete ve teröre dayalı korkutma politikası uygulayarak istediklerini ele geçirme hamlesi olacaktır. Asıl korkutucu olan ise gayelerine ulaşmak için her yolu ve yöntemi mübah görmeleri olacaktır. Yabancı Devletler kadar Ermeni Meselesi’nin oluşmasında ana kaynaklardan biri de komitelerdir. Birçok ülkeden açık ya da gizli destek sağlayan bu komiteler, terörü salt bir propaganda malzemesi olarak değil aynı zamanda baskı, korkutma, sindirme cihetinde de önemli bir araç olarak görüyorlardı. Bu terörist komitlerin en önemli özellikleri arasında Türk ve Türkiye düşmanlığı da vazgeçilmez bir rükun olmuştur. TAŞNAKSUTYUN KOMİTESİ Ermeni Devrimci Federasyonu olarak bilinen Taşnak Terör Örgütü, çoğunluğunun Rusya’dan gelen birkaç grubun biraraya gelmesi sebebiyle federatif bir örgütlenme tipine gitmişlerdir. 1890 yılında bu terör örgütüne Hınçak Terör örgütü de katılsa da 5 Haziran 1891 yılında fikir ayrılıkları bahanesiyle ayrılmıştır. Taşnak Terör Örgütü ana olarak üç gruptan oluşmaktadır. Hınçak ve Asala gibi homojen bir yapı ihtiva etmektedir. Bu gruplardan birincisi olarak, Ermeni milliyetçiliğinin aşırı derecede benimsenmiş ve bu yönüyle Armenekan Komitesi yakınlığı ile bilinen, Tiflis merkezli Kuzeyliler vardır. İkinci grup ise Kuzeylilere tam zıt olarak sosyalist ideolojiyi benimsemiş bir grup mevcuttur. Bu gruba göre birincil görev Çarlık Rusya’sının yıkılması ve Sosyalist Ermenistan’ın inşaasıdır. Üçüncü grup ise ideolojik bağlamda ikinci gruba yakın olsa da strateji ve pratiklerde bira daha farklılıklara sahiptir. Bu iki grupta Güneyliler olarak adlandırılmaktadır. Örgüt yapısı bakımından diğer komitelere nazaran daha organize bir yapıları bulunmaktadırlar. Büro-Merkez Komite-Hizmet Bölümleri olarak 3 ana tabakadan oluşmaktadır. Büro kademesi, örgütün en üst düzey yöneticilerin bulunduğu kıdemden oluşmaktayken, merkez komite ise örgütün üst düzey yöneticilerin mevcut lakin Hizmet bölümü ve diğer yöneticilerle Büro kademesi arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır. Her ne kadar barışçı bir strateji benimsediklerini ilan etseler bile geçmişleri her daim terörist ve şiddet temelli icraatlarla doludur. 1972’den sonra birçok terörist eylemleri üstlenen JCAG ( Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları) Taşnak örgütü tarafından kurulmuştur. Bununla birlikte 1919 www.ulkuocaklari.org.tr 145 Ülkü Ocakları Eğitim Programı yılında Erzincan’da gerçekleşen “Dokuzuncu Taşnak Dünya Kongresi”nde sürgündeki Osmanlı eski yetkililerinin izlenmeleri ve suikastlarla öldürülmesi talimatları alınmıştır. Bu kongrede bilindiği gibi “İntikam Harekatı” başlatılmıştır. Taşnaksutyun Komitesi, amaçlarını gerçekleştirmek için basın-yayın organlarından ciddi anlamda faydalanmıştır. Bu doğrultuda kullandıkları en önemli yayın organları ABD’de “Asbozez” ve İngilizce yayınlanan “Armenian Weeky” olmuştur. ASALA “Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu” mücadelerinin artık silahla verileceğini açıklayarak 20 Ocak 1975 tarihinde Lübnan’da kurulmuştur. Bu terör örgütünün temel amacı birleşik, demokratik ve sosyalist bir Ermenistan kurmak ve bu bağlamda her türlü terör faaliyetlerini yürütmektir. Bunun dışında 1915 Tehcir olayını sözde bir soykırım olarak kabul ederek, yapılacak her türlü terörist eylemlerle bu büyük soykırım yalanını dünya kamuoyunda canlı tutarak tanıtılması ve tanınılması yönünde gerçekleştirilmiştir. Marksist bir temelde şekillenen örgüt, sözde Ermeni Topraklarının yeniden kazanılması ve bu bağlamda üstün sınıfların hakimiyetlerini kabul etmeyen her grupla ittifaka girerek örgütün güçlenmesi yönünde çalışılacaktı. Bu açılımın doğal bir sonucu olarak da şiddet ve terör yadsınamaz bir realite olarak görülmekteydi. ASALA’nın da içinde günümüzde var olan terör örgütleri gibi örgüt içi infazların yaşandığı, üst yöneticilerin kendi arasında mücadele ettikleri ve yer yer kendi aralarında çatıştıkları da bilinmektedir. Örgüt yapısının oluşturması klasik hücre tipi terör örgütlenmesini yansıtmaktadır. Askeri ve Siyasi komutaları iki ana bölüme ayrılmaktadır. Bunların ikisi de merkeze bağlı olmakla birlikte alt tabaka olarak ülke ve bölge sorumluları olarak bir görev taksimi yapılmıştır. Siyasi merkezler çalışmalarını legal ve illegal olmak üzere iki cephede çalışmalarını sürdürmektedir. Legal olanlar genelde öğrencilere yaptırılmaktaydı. Gazete, dergi, broşür vb. Gibi yayınlar çıkartarak hem bir genel kamuoyu oluşturma çabası göz önünde bulundurulmuştur hem de yapılan ve yapılacak terör eylemlerinin meşruluk arayışını karşılamaya çalışmışlardır. Kendi hücre komitelerinin dışında, kendine bağlı paravan örgütlerle de hedef şaşırtmak, daha çok destek sağlamak amaçlanmıştır. Daha sonra ise yaptıkları terörist faaliyetlerden dolayı kendilerini sıkıştıran ülkelere yönelik gözdağı vermek amacında kullanmışlardır. Asala terör örgütünün üç temel desteği bulunmaktadır. Birincil olarak, Sovyetler-Doğu BloğuSosyalist ülkeler desteği, ikinci olarak Türkiye’yi bölgede tehdit olarak gören ülkelerin iç ve dış tehdit oluşturma çabaları ile verdikleri destekler ve son olarak da Ermeni Kilisesi’ni görebilmekteyiz. Nisan 1980 yılında Lübnan’da yapılan ortak bir antlaşması ile ASALA-PKK arasındaki işbirliği başlamış olmaktadır. Bu süreçten sonra ASALA’nın büyük ölçüde yıpratılması ile PKK’nın Eruh baskını ile gücünü artırması da büyük bir tesadüf olmasa gerek. 1973-1984 yılları arasında Ermeni terör örgütü olan Asala tarafından 34 tane Türk diplomatını ve yakını katlederek ve 300 kişiyi de yaralamışlardır. Bunlarla birlikte yurtiçinde de 29 Mayıs 1977 İstanbul Yeşilköy Havaalanında ve Sirkeci garına patlayıcı atılması ile 4 kişi ölmüşve 31 kişi yaralanmış, 7 Agustos 1982’de 3 Ermeni teröristin, Ankara Esenboğa Havaalanına silahlı, bombalı saldırı düzenlemesi ve katliam yapması sonucunda 3’ü emniyet görevlisi toplam 9 kisiyi ölmüş ve 72 kisiyi yaralanmış ve 16 Haziran 1983’de Kapalı Çarsı’daki bombalama eylemleri sonucunda 2 kişi ölmüş, 21kişi yaralanmıştır. DAĞLIK KARABAĞ Osmanlı’ya karşı Rusya başta olmak üzere Fransa ve İngiltere gibi birçok Batılı devletlerle işbirliği yapan Terörist Ermeni çetelerinin, Milli Mücadele sürecinde Hınçak ve Taşnak komitelerinle Anadolu’da birçok katliama imza attıkları tarihe geçmiştir. 1970li yıllarla birlikte Türk Düşmanlığını 146 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı dünya arenasında gösteren ASALA Ermeni terör örgütü, savunmasız vatandaşlarımızı ve diplomatlarımızı hedef almıştır. Böyle yaparak dünya kamuoyundan geç gelen göstermelik tepkiler sebebiyle başka bir bölücü terör örgütü PKK ve onun ele kanlı elebaşı Abdullah Öcalan ile irtibata geçerek, işbirliği gerçekleştirmişlerdir. Sovyetlere yönelerek Rusya’nın desteğini alan bu çapulcu çete bozması komiteci anlayış yönünü masum Azerbaycan Türklerine çevirmiştir. Dağlık Karabağ bölgesinde Ermenilerin masum Azerbaycan Türklerini katletmeye başlaması sonucunda çok doğal olarak Azerbaycan Türkleri protestoları gerçekleştirmiştir. Bu protestoların tek bir amacı vardı, o da ; Sovyet yönetimin katliamları ve başıbozukluğu durdurmasıydı. Sovyetlerin bunu durdurmak bir yana dursun 19 Ocak 1990 gecesi zırhlı birlikler ile AZATLIK MEYDANI’nda masum Azerbaycan Türklerini katlettikleri ve büyük bir vahşet gerçekleştirdiklerini tarih unutmayacaktır. Rus güçleri ile birlikte durumdan vazife çıkartan Ermeni çeteci güçleri Rus kolordusu ile birlikte harekete geçmiştir. 26 Şubat 1992’de HOCALI SOYKIRIMI olarak hafızalarımıza kazınan soykırımı gerçekleştirmişlerdir. Hocavend, Hocalı, Şuşa, Laçın, Kelbecer, Cebrayıl, Ağdam, Gubadlı, Fuzuli ve Zengilan şehirleri Rus güçleri ile silahlanan Ermeni terörsitleri tarafından işgal edilerek soykırım uygulanmıştır. İşgal edilen bu şehirlerde çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek ayrımı gözetmeden binlerce masum katledilmiştir. Her ne kadar Ermenistan yönetimi bu sorunun Azerbaycan ve sözde Dağlık Karabağ yönetiminin iç meseleleri olduğunu iddia etse de konu ile ilgili BM Güvenlik Konseyi kararlarında sorunun Ermenistan ve Azerbaycan arasında olduğunun vurgulanması, bir takım uluslararası belgelerde ve bazı devletlerin açıklamalarında Ermenistan’ın işgalci devlet olduğunun açık bir şekilde belirtilmesi, kimi zaman kendi yetkililerinin işgali ve Azerbaycan topraklarında halen asker bulundurduklarını kabul eder açıklama yapmaları, Azerbaycan’ın Ermenistan tarafından silahlı saldırıya uğradığını, yani Ermenistan’ın BM anlaşmasının 2/4 maddesini ihlal ettiğini göstermektedir. Ayrıca, Ermenistan Parlamentosunun 1 Aralık 1989 tarihli, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesini topraklarına katma doğrultusunda almış olduğu kararı hala yürürlükte tutulması da sorunun muhatabının Ermenistan Cumhuriyeti olduğunu ortaya koymuştur. KAYNAKÇA Sina AKŞİN, Türkiye Tarihi-3 (Osmanlı Devleti 1600-1908), İstanbul 1997 Zeynep Karaş, Ermeni Terör Örgütü: Asala, Ankara 2007 Sentyar Hüseyinov, Tarihte Türk-Ermeni İlişkileri ve Ermeni Sorunu, Ankara 2004 URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul 1987 www.ulkuocaklari.org.tr 147 Ülkü Ocakları Eğitim Programı AMPULLE AYDINLANAN YOL HARİTASI ! Batuhan ÇOLAK Ermenistan ile sınır kapısının açılması tartışması, Obama’nın ‘soykırım’ diyecek mi, demeyecek mi paranoyaları, eski Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın bakanlığının son günlerinde yaptığı Ermenistan ziyareti ve ‘yeni yol haritasının belirlenmesi’ gibi birbirini izleyen zincirleme olaylarla, AKP’nin dış politikada yaptığı açılımlara bir yenisini daha eklendi. Bu bağlamda AKP Hükümeti’nin dış politikada yedi yıllık değerlendirmesini yaptığımızda, yapılan çoğu açılımların Türkiye’nin aleyhine işlediğine tanık olmaktayız. Hatırlanacağı üzere: Irak’ta ABD askerlerinin hadlerini aştığı malum çuval olay sonrası herhangi bir tepki verilmemiştir, Irak’ın kuzeyindeki PKK yapılanmasına göz yumulmuş ve bölgede yasadışı yollarla değiştirilen demografik yapıya tepki gösterilmemiştir. Bölücü terör örgütünün televizyonu ROJ TV’yi ülkesinde türlü imkanlarla barındıran Danimarka Başbakanı Rasmussen’e göstermelik cılız bir tepki verilmiş sonrasında da NATO Genel Sekreteri olmasına olanak sağlanmıştır, KKTC’de, AB uğruna Rauf Denktaş ‘kötü’ ilan edilmek istenmiş, yenilikçi Cumhurbaşkanı tezahüratlarıyla AKP’nin desteklediği bir kişi bu makama getirilerek, KKTC kaderine terk edilmiştir. ABD’nin, peşmerge başı Barzani’yi ‘bölgesel devlet başkanı’ sıfatıyla Beyaz Saray’da ağırlanması skandalına herhangi bir açıklama yapılmamıştır, Irak’ta yapılan ABD işgaline adeta seyirci kalınmış ve stratejik müttefiklik kapsamında Türk Milleti’nin öz değerlerinden vazgeçildiği görülmüştür. Bölücü terör örgütünün kuruluşunda ve gelişmesinde büyük destekler ve son ABD işgali sonrasında lojistik imkanlar sağlayan Talabani, Cumhurbaşkanı Gül tarafından Ankara’da kabul görmüş ve bir devlet başkanı statüsünde ağırlanabilmiştir. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere AKP’nin ‘dış politika açılımları’ her ne hikmetse Türkiye’nin hassasiyetlerini ihmal eden, kırmızı çizgilerini unutturan bir seyirde artarak devam etmiştir. Tüm bu olumsuzluklara son olarak Ermenistan sınır kapısının açılacağı şeklinde yapılan açıklamalar ise kaygılarımızın bir kat daha artmasına sebep olmuştur. Dış politikada yaşanılan başarısızlıkların yerel seçimler sonrasında ‘kabine revizyonu’ adı altında üzeri örtülmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda Ali Babacan görevini meclis dışından biri olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’na devretmiştir. Aslında bu değişim ambalaj değiştirmekten başka bir anlam taşımamakla birlikte AKP’nin göz boyama stratejisi olarak da yorumlanabilecek bir süreci içinde barındırmaktadır. Bu zamana kadar Başbakan’ın dışişleri politikalarını yönlendiren kişi olan Ahmet Davutoğlu, acaba bundan sonra ne gibi bir dış politika uygulayacaktır ki böyle bir değişime ihtiyaç duyulmuştur? Siyaseti yakından takip eden herkes bilmektedir ki Davutoğlu bu zamana kadar 148 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı AKP’nin dış politikasının teorisini hazırlamış ve bu teoriler de Başbakanın talimatıyla pratiğe dökülmüştür. Kısacası son kabine revizyonu sonrasında Türkiye’nin dış ülkeler nezdinde imajının güçlenmesini beklemek veyahut dış politikalarında değişimler ummak hayalden başka bir şey değildir. Dışişleri bakanlığındaki koltuk değişimi malumun ilanından başka bir şey değildir. Ermenistan Açılımı AKP’nin son zamanlarda yaptığı ‘radikal ve değişimci’ imajı taşıyan açılımlarından birisi de Ermenistan ile kurulan ilişkiler olmuştur. Hatırlanacağı üzere Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ermenistan-Türkiye milli takımları arasında oynanan futbol maçı için Ermenistan’a giderek yeni bir süreci başlatmıştır. Bu hareketiyle dünyaya ‘Ermenistan ve Türkiye arasındaki sorunda, Türkiye’nin çözüm isteyen’ bir devlet olma mesajı iletilmek istemiştir. Abdullah Gül’ün bu hareketi Ermenistan’ın ‘abi devletleri’ tarafından diplomatik manada ‘tepkisizlikle’ karşılanması AKP’nin planlarının değiştirmesine zemin hazırlamıştır. Milli maçla başlayan süreci daha da ileri götürmek isteyen AKP yaptığı söylemlerle Azerbaycan Türklerini de endişeye sevk etmiştir. Maç bahanesiyle başlayan süreç öyle bir hal almıştır ki, ‘Türkiye’nin soluk alıp vermesiyle boğulma tehlikesi geçirebilecek’ bir ülke olarak tanımlayabileceğimiz Ermenistan karşısında ülkemiz, ‘taviz veren ülke’ konumunu almıştır. Verilen tavizler, Türkiye’nin yıllardır savunduğu temel politikalarının da inkârına sebep olmuştur. Azerbaycan topraklarının %20’sini işgal altında tutan ve ‘soykırım’ yalanlarıyla tüm dünyadaki kara propaganda faaliyetlerini hız kesmeden sürdüren bir ülkeye karşı (sanki suçlu bir ülkeymiş gibi) ilk açılım Türkiye’den gelmiştir. Milli maç ile sonuçlanacağını umduğumuz bu geri adım politikası gelinen gün itibariyle kabul edilemez bir sürece girmiştir. Ermenistan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki işgali sürerken, 1992 yılında Hocalı’da Rus askeri güçleriyle Azerbaycan Türklerine yaptıkları soykırım gözlerimizin önünden gitmezken böylesi bir açılım neden yapılmıştır ? Azerbaycan’ın toprakları olan yedi bölge: Fuzuli, Cebrail, Zengilen, Gubatlı, Laçin, Kelbecer ve Agdam’da da Ermenistan işgali sürerken, yapılan bu AKP kaynaklı politikalar Azerbaycan’da büyük bir tepkiye yol açmıştır. Yıllardır ‘iki devlet, tek millet’ düşüncesini savunurken dış politika noktasında böyle bir adım atılması çok doğal olarak Azeri kardeşlerimizin kalplerinde onarılmaz yaralar açmıştır. Azeri kardeşlerimiz şunu çok iyi bilmelidirler ki, Türk Milleti her zaman için onları taşıdığı hassasiyetleri taşımış ve taşımaya da devam edecektir. Günlük politikaların ve tamamen iktidar partisinin tasarrufunda olan gelişmeler karşısında tüm Türkiye sorumlu tutulmamalıdır. Sınır Neden Kapatıldı, Neden Açılıyor ? Türkiye, 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı ilk tanıyan ülkelerden biri olma özelliğini taşımaktadır. Fakat Ermenistan, 1991-1993 yılları arasında Rusya’nın da desteğini alarak, Azerbaycan topraklarına girmiş ‘Dağlık Karabağ’ olarak nitelendirilen bölgeyi işgal etmiştir. Bu insanlık dışık işgal sonrasında Türkiye haklı olarak sınırları Ermenistan’a kapatılmıştır. Zamanında böylesi gerekli ve onurlu bir tepkiyi veren Türkiye acaba bugün neden bu tepkisinden vazgeçme yoluna girmiştir ? Söz konusu işgal bitmiş midir ki, sınırların açılması yeniden gündemdedir? Bu suallerin muhatabı hiç kuşku yok ki AKP’dir. İlginç Olaylar Zincirinden ‘Yol Haritasına’ Doğru ! Ermeni tezlerini yaptığı çalışmalar, yazdığı eserler ve ortaya çıkardığı tarihi belgelerle çürüten ve bunu kamuoyuyla paylaşan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu, 15 yıl başkanlığını yaptığı Türk Tarih Kurumu’ndaki görevine son verilmesinin AKP’nin Ermenistan’a yapacağı açılımların hemen öncesinde gerçekleştirilmesi acaba bir tesadüf müdür ? www.ulkuocaklari.org.tr 149 Ülkü Ocakları Eğitim Programı AKP, Türk Ceza Kanunun 301.maddesi etrafında kopartılan yaygaralar neticesinde söz konusu maddeyi değiştirerek, Türkiye içerisinde ‘Ermeni soykırımı vardır’ sözlerine serbestlik getirerek bugün gelinen noktanın psikolojik olarak altyapısını mı hazırlamıştır? Psikolojik olarak insanların böyle bir sürece hazırlanması ve birkaç siyasi parti dışında herhangi bir demokratik tepkinin doğmaması acaba rastlantı mıdır? 301.madde kapsamında Türkiye’yi çeşitli uluslar arası kuruluşlara şikayet eden bir takım aydınlarımız, konu Azerbaycan’ın işgal edilen toprakları ve Dağlık Karabağ’da zulüm gören bir halk olduğunda neden konuyu tartışma zahmetine dahi katlanmamaktadırlar? Abant Platformu’nda çeşitli coğrafi tanım geliştirenler, bu tanımlamalarını neden Türkiye’nin kırmızı çizgilerini göz ardı etme yoluyla yapmaktadırlar. AKP Hükümeti’nin Türkiye’nin aleyhine faaliyet yürütenlere karşı daha ciddi bir tavır takınması gerekirken, onların söylemlerini meşrulaştıran yasal düzenlemelere gitmesinin sebebi nedir? Tüm bu soruların cevapları aslında çok açık ve nettir. AKP yapacağı Ermenistan ile yol haritasını kendince çok evvelden planlamış, birtakım devletlere ‘şirin’ görünebilmek adına çeşitli yasal düzenlemelerle ihanete varan sözleri yasal çerçevede suçsuzlaştırabilmiştir. Yıllardır ‘soykırım’ yalanlarıyla uluslar arası arenada Türkiye’yi zor durumda bırakmak isten Ermenistan, Azerbaycan’ın %20’sini işgal altında tutan yine Ermenistan… Böylesi bir Ermenistan ile ‘yol haritası belirledik’ söylemi de nereden çıkmaktadır? Kurumlar Arası Çelişki Tek başına iktidarın mevcut olduğu süreçlerde genellikle kurumlar arası uyum üst düzeye ulaşır ve istikrarlı bir performans öngörüsünde bulunulur. Ancak AKP dönemine baktığımızda bırakın kurumlar arası uyumu ve istikrarı, yapılan açıklamaların dahi bir saat içerisinde yalanlandığını ve bir saat sonra yeniden dillendirildiğini görebilmekteyiz. Bu duruma en güncel örnek olarak ‘Ermenistan ile belirlenen yol haritası’ söylemidir. Başbakanlık Ermenistan ile ilişkilerde: ‘yeni yol haritası belirledik’ derken, Dışişleri Bakanlığı’ndan ‘henüz böyle bir yol haritası belirlenmedi’ açıklaması AKP’nin çelişkisini gözler önüne sermektedir. Henüz Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı’nın dahi üzerinde ortak bir kanıya varamadıkları bir süreçte AKP tarafından yapılan açılımlara şüphe ve kaygıyla bakılması da çok doğaldır. AKP hükümeti Ermenistan ile hazırladığını iddia ettiği yol haritasının içeriğini Türk halkıyla paylaşmaktan kaçınmaktadır. TBMM içerisindeki siyasi partilerle dahi bu konunun paylaşılmaması kafalarda derin şüphelere yol açmaktadır. Ermenistan devletince desteklenen ve Türk diplomatlara yönelik terörist eylemler düzenleyen ASALA terörü hatırımızda canlı bir şekilde yerini korurken Türkiye’nin son bir yıl içerisinde yaptığı dış politikayı anlayabilmek mümkün değildir. Ermenistan ile belirlenen yeni yol haritası biran önce Türk halkına açıklanmak ve halk tarafından onaylanması gereken çok hassas bir konudur. Soykırım Yalanlarıyla Dolu Ülke ! Türkiye’de Ermeni meselesi hakkında çalışma yapan uzman kişilerin en başında gelen Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun ‘Ermeni Tehrici’ isimli kitabında batılı düşünürlerin ‘soykırım’ iddialarını şu sözleriyle çürütmektedir: “Bugün Ermeni soykırımı olarak Türkiye’yi suçlayan devletlerin tarih-bilim adamları, Osmanlı Arşivi’nde yıllardır araştırma yapmaktadırlar. Bu araştırmalar kendi ülkelerinde yayınlanmış ve tarih bilimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu tür kitaplarda kullanılan Osmanlı arşiv malzemesi ilk elden kaynaklar olarak sunulmuştur. Oysa, üç binden fazla yabancı araştırıcının büyük önem verdiği ve güvendiği arşivi, ne gariptir ki Ermenilerle ilgili olan belgeleri, batı dünyasında inandırıcı bulunmamakta, bilhassa Türk araştırıcılar tarafından yayımlanan kitaplar da tıpkı 1915’te olduğu gibi siyasi bir yaklaşımla değersiz addedilmektedir. Ayrıca ne gariptir ki, 1921 yılından 2001 yılı başına kadar üç binden fazla yabancı ilim adamının araştırma yaptığı 150 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlı Arşivi’nin kapalı olduğu iddia edilmektedir. Bu arada ciddi tarih araştırmacılarının, özellikle siyasi ve hayati mülahazalar sebebiyle Ermeni sorununu araştırmak istemedikleri de dikkat çekmektedir. Nitekim yukarıda belirtilen tarihler arasında, Amerika Birleşik Devletleri’nden Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapan 610, Fransa’dan 150, İngiltere’den 75, Almanya’dan 170 ilim adamından Ermeni asıllı olmayan bir iki kişi hariç hiç kimse bu konuda araştırma yapmamıştır. Öte yandan, doğrudan Ermeniler için çalışan ve Ermeni katliamını araştıran Hilmar Kaiser ve Ara Sarafyan gibi araştırıcılara istedikleri izin verildiği gibi, Osmanlıları, Ermenileri soykırıma tabi tutmakla suçlayan bu araştırmacılardan birinciye altı bin, ikinciye ise üç bin civarında fotokopi de verilmiştir. Buna rağmen Osmanlı arşivlerinin açılmadığını iddia edenlerin aslında, gerçek hedefleri ortaya çıkmaktadır. Bu hedef, soykırım iddiasıyla, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki batı siyasetinin temeli diyebileceğimiz ‘Şark Meselesi’nin yeniden canlandırılmasından başka bir şey değildir.” Görüldüğü ‘batı’ tarafından üretilen ve geliştirilen Ermeni iddiaları birtakım küresel güçlerin de desteğiyle Türkiye için sürekli bir tehdit algısı oluşturmaktadır. Her yıl ABD Başkanı’nın söz konusu meseleyle ilgili yapacağı açıklaması Türkiye’de aylar öncesinden tartışılmaya ve gündem belirlemektedir. Bu sayede ülkemiz insanı üzerine psikolojik baskı kurulmakta, devletimiz üzerinde ise tedirginlik hali yaratılmaktadır. Kısacası Ermeni iddialarının ve argümanlarının hiçbir zaman için geçerliliği olmayan ‘sanal iddialar’ olduğu açık ve net bir şekilde görülmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin de dünyaya anlatamadığı birçok olay ve durum söz konusudur. Bunların başında gelen ASALA terörü, Hocalı Soykırımı ve Dağlık Karabağ İşgali tüm dünyaya iyi bir şekilde anlatılabilmeli, ‘sorunun kaynağı olan ülke Türkiye’ psikolojisi biran önce terk edilmelidir. www.ulkuocaklari.org.tr 151 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BÖL, PARÇALA ve YÖNET !.. Faruk BOZBEY Emperyalist devletlerin tarih boyunca uyguladıkları hain politikadır böl, parçala ve yönet. 19. Yüzyılda Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen İngiltere, Rusya ve Fransa gibi emperyalist devletler Osmanlı’nın içinde yaşayan gayrimüslim ve gayri Türk unsurları birer birer Osmanlı’dan koparmaya başlamışlarıdır. Uyguladıkları kışkırtma politikasının en büyük kozu azınlıkların birer milli devlet kurmaları yönünde idi. Nitekim Balkanlarda Sırpları, Yunanları, Bulgarları ve en sonunda Arnavutları kışkırtarak Osmanlı’ya karşı isyan ettirmişlerdir. Afrika ve Arap yarımadasında ise Müslüman olup da Türk olmayan milletleri ve toplulukları Osmanlı’dan ayırmayı başarmışlardır. Londra konferansında Avrupalı devletlerin ortaya attığı şark meselesinin sonucu olarak bu hadiseler gerçekleşmiştir. Amaçları Türkleri öncelikle Avrupa topraklarından atmak daha sonra ise Afrika’dan koparıp en sonunda da Anadolu coğrafyasından Türk’ün ismini silmekti. Yukarıda da belirttiğim gibi Türkler Avrupa’dan ve Afrika’dan atılınca sıra Anadolu coğrafyasına gelmişti. 1071’den itibaren Anadolu’yu yurt bellemiş olan Türk milletini nasıl buradan atacaklarını planlamışlardı. Belirttiğim tarihten itibaren Türklerle birlikte kardeşçe yaşayan Ermenileri kullanacaklardı. Ermenilerle aynı dinden oldukları ve onlara bağımsız olmaları gerektiğini dikte etmişlerdi. Onlara eğer bağımsızlık hareketine girişirlerse her türlü maddi ve manevi yardımı yapacakları vaadini verdiler. Böylelikle Anadolu coğrafyasına fitne ve fesat tohumlarını atmış oldular. Bu vakıa Osmanlı devletini ve yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyıl ve içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl içerisinde uğraştıracaktır. Adını Ermeni meselesi alacak olan bu vakayı emperyalist devletlerin Türk devletine devamlı bir kozmuş gibi kullanmaları ile devam edecektir. Öncelikle bu vakıanın tarihi temellerine inmek gerekmektedir. Osmanlı devletindeki Ermeniler diğer gayri Müslimler gibi Tanzimat fermanı ile eşitlik elde etmişlerdir. Islahat Fermanı ile ayrıcalıklar sahip oldukları vakit ayrılık fikirlerinin de doğduğu vakittir. Ayrılık fikri uyanan Ermeniler bunu gerçekleştirebilmek için hemen teşkilatlanma yoluna gitmiştir. Dikkat çekmemek için dini ve kültürel kurumlar kuran Ermenilere Osmanlıda çok güvendiği için yardım etmiştir. Çünkü Osmanlı Ermenileri sadık bir millet olarak görüyordu. Hatta 1862’de Ermeniler Osmanlı’nın da yardımı ile kendi anayasalarını oluşturmuşlardır. Bu tarihten itibaren faaliyetlerini hızlandırmaya başlamışlardır. Ermeniler’in ayrılıkçı faaliyetlerindeki en büyük destekçisi Rusya idi. Rusya Ermenilerin bulundukları yerlere kendi öğretmenlerini ve din adamlarını yollayarak bağımsızlık için onlara manevi destek veriyordu. Nitekim 1877–1878 Osmanlı-Rus harbi sırasında Rusya Kafkas orduları başkumandan vekili Ermeni asıllı Loris Melikof’un Ermenileri isyan için teşvik etmiştir. Bu yolla Ermeniler 93 harbi diye adlandırılan bu savaşta Rusya’yı desteklemişlerdir. Osmanlı savaşı kaybedince Ermenilere gün doğmuştur. Nitekim Osmanlı’nın Rusya ile yaptığı Ayastefanos(1878) anlaşmasında Osmanlı’nın Doğu Anadolu’da Ermenilerle ilgili ıslahatlar yapacağına dair bir madde konulmuştur. Böylelikle Ermeniler açıkça Osmanlı’dan ayrılmak istediklerini ortaya koymuşlardır. Böyle bir anlaşmada Ermenilerle ilgili bir maddenin olması da Ermeni meselesinin devletlerarası bir sorun haline gelmesinin başlangıcıdır. Böylelikle Rusya Ermenilerin koruyucusu ve kollayıcısı durumuna gelmiş oldu. Fakat İngiltere’nin Rusya’yı Doğu Anadolu’da serbest bırakmak istemeyişinden dolayı Ermeni meselesini büyük devletlerin ortak bir sorunu haline getirdi. 152 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Büyük devletlerin himayesine giren Ermeniler destek sözünü de alınca faaliyetlerini açıktan yapmaya başladılar. Artık Ermenilerde tıpkı Balkanlardaki topluluklar gibi ıslahattan muhtariyete, muhtariyetten de bağımsızlığa gideceklerine inanmaya başladılar. Fakat Ermenilerin milli bir devlet kurmaların önünde büyük bir engel vardı. Şöyle ki Ermeniler Osmanlı devletinde dağınık olarak yaşıyorlardı. Genelde ticaretle uğraştıkları için Anadolu’nun hemen her yerinde Ermeni’ye rastlamak mümkündü. Hiçbir vilayette nüfus çoğunluğu Ermenilerin lehinde değildi. Ermeniler Avrupa’da propagandayı hızlandırmak için 1887’de İsviçre’de Hınçak (Çan sesi) Cemiyetini kurdular. Böylelikle içte ve dışta yoğun bir propaganda faaliyetine girerek Ermeni cemaatini fikren ve zihnen Türk düşmanı yapmaktı. Artık Ermeniler kültürel, dini ve siyasi teşkilatlanmayı tamamlayınca Doğu Anadolu bölgesinde eşkıya faaliyetlerine başladılar. Amaçları Doğu Anadolu’daki Türkleri korkutarak batıya göç etmelerini sağlayacak bir anarşi ortamı yaratmaktı. Böylelikle Doğu Anadolu’daki nüfus çoğunluğunu lehlerine çevirmek istiyorlardı. 1891 yılına gelindiğinde artık Ermeniler kendilerini her yönden isyan etmeye hazır görüyorlardı. Böylece isyan hareketlerine yavaş yavaş başladılar. Öncelikle küçük olaylar çıkararak nabız ölçtüler. Büyük devletlerin baskısından dolayı Osmanlı herhangi bir tedbir alamıyordu. Bunun üzerine Ermeniler ilk önemli isyanlarını 8 Ağustos 1894’de Bitlis’in Sasun kasabasında çıkardılar. Ermenliler dağlara çekilerek Türkleri öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Abdülhamit üzerlerine bir ordu göndererek isyanı bastırdı. Fakat hadise Avrupa’da “Türkler Ermenileri katlediyor” olarak yansıdı. Hemen İngiltere, Rusya ve Fransa duruma müdahil olmak istedi. Bir inceleme heyeti gönderdiler. Osmanlı’dan Berlin Anlaşması gereği Ermenilerle ilgili ıslahatlar yapması istendi. Fakat hükümranlık haklarına aykırı olduğu gerekçesi ile Osmanlı buna şiddetle karşı çıktı. Çünkü Osmanlı devleti artık biliyordu ki önce ıslahat sonra muhtariyet ve en sonunda da bağımsızlık gelecekti. Nitekim Avrupa’daki topraklarını böyle yitirmişti. Kendilerini büyük devletlerin güvencesinde hisseden Ermeniler faaliyetlerine ara vermeden devam ettiler. 30 Eylül 1895’de İstanbul’da büyük bir yürüyüş düzenlediler. Sağa sola saldırmaya başlayınca askeri müdahale oldu. Olaylar üç gün sürdü. Osmanlı’nın ıslahat yapmamakta ısrarlı olduğunu gören İngiltere, Ermenileri isyan için teşvik etti. 26 Ağustos 1896’da Ermeniler İstanbul’da Osmanlı Bankasını bastılar. Fakat Ermeniler konusunda ihtiyatlı davranan Abdülhamit olayı kısa sürede bastırdı. İngiltere tekrar hadiseye müdahil olmak istedi. Fakat pek başarılı olamadı. Ermeniler Avrupa’nın dikkatine çekebilmek için 1904’de ikinci Sasun baskınını yaptılar. Olaylarda birçok Türk’ün ölmesine rağmen hadise Avrupa’da gene “Türklerin Ermenileri katlettikleri” şeklinde duyuruldu. Fakat olayların kısa sürede bastırılması ve Abdülhamit’in itinalı siyaseti Ermenileri kızdırdı. Nitekim Ermeniler 21 Temmuz 1905’de Abdülhamit’e karşı bir suikast yapmak istediler fakat başarılı olamadılar. Suçlular kaçmayı başardıysa da Abdülhamit bütün Ermenilerin ev ve iş yerlerini arattırdı. Birçok silah ve mühimmat bulundu. Abdülhamit’in bu itinalı siyaseti karşısında başarılı olamayacaklarını anlayan Ermeniler faaliyetlerinin devamını Abdülhamit’in tahtan inmesinde görmeye başladılar. Bunun için Abdülhamit’e karşı olan ve Meşrutiyeti tekrar ilan ettirmek isteyen İttihat ve Terakki Cemiyetine yardım etmeye başladılar. Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ve meşrutiyetin tekrar ilan edilmesi için büyük bir faaliyete giren İttihatçılar Ermenilerin yardımını kabul etmekle kalmayıp Ermeni teşkilatlanmasına yer yer yardım etti. Bu durum neticesinde Ermeniler İkinci Meşrutiyet’in ilanına kadar suskunluklarını korudular. İkinci meşrutiyetin ilanı ile birlikte Ermeniler faaliyetlerine tekrar başladılar. Rusya’nın ve İngiltere’nin desteği ile Ermeniler Adana ve civarında (Kilikya) bir Ermeni devleti kurmak için Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Ermenileri buraya göç ettirmeye başladılar. Aynı zamanda isyanı gerçekleştirebilmek için büyük bir silahlanma faaliyetine giriştiler. Bu faaliyetlerin öncülüğünü her zamanki gibi papazlar ve piskoposlar yaptı. 13 Nisan 1909’da İstanbul’da 31 Mart Vakası’nın ortaya çıkışı ile birlikte oluşan kargaşa ortamından yararlanmak isteyen Ermeniler Adana’da isyan başlattılar. Böylece 14 Nisan 1909’da Ermeniler Birinci Adana İsyanı adı ile anılacak olan isyanı başlattılar. Yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan isyan kısa sürede bastırıldı. Bu yüzden isyan amacına ulaşamamış oldu. www.ulkuocaklari.org.tr 153 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Birinci Dünya Savaşı’na kadar Ermeniler faaliyetlerine ara verdiler. Fakat büyük devletler Dünya Savaşının arifesinde Osmanlının Ermenilere yönelik ıslahat çalışmalarının yapılması konusunda baskılarını artırdılar. Fakat Balkan örneğinin yaşanamaması için Osmanlı bu durumu tepki gösteriyordu. İngiltere ve Fransa’nın konuyu Rusya ve Osmanlı arasında yapılacak bir anlaşmaya bırakması ile birlikte Rusya tekrar Ermenilerin hamiliğini üstlenmiş oluyordu. Sonuçta ıslahatların yapılmasına dair bir anlaşma yapıldıysa da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile anlaşma uygulanamadı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler Osmanlı’dan ayrı hareket etmek konusunda görüş birliğine vardılar. Buna göre; “Ordudaki Ermenilerin firar etmeleri, çetecilik yapmaları veya Rus ordusuna katılmaları, Türk köylerine baskınlar yaparak Türk askerinin cephe gerisini düşünmek zorunda bırakılması, askeri hizmetlerin yürütülmesine mani olmak üzere ulaşım, haberleşme vasıtalarının tahribi, isyanlar çıkararak Osmanlı ordusunu iki ateş arasında bırakmak, Osmanlı Devleti aleyhine casusluk yapmak”. Nitekim Ermeni çetecileri savaş boyunca planlarını harfiyen yerine getirdiler. İşin daha vahimi ise Ermeniler 15 Nisan 1915’de Van’ı kuşattılar ve 15 Mayıs’da şehri ele geçirdiler ve şehri Ruslara teslim ettiler. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler Doğu Anadolu’da onlarca köyü basıp Türkleri katlettiler. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı 24 Nisan 1915’de Ermenilerin faaliyetlerini engelleyebilmek için daha etkili tedbirler almak zorunda kaldı. Osmanlı Ermenilere ait birçok dernek, okul, dini kuruluşlarda aramalar yaptırdı. Birçoğunda silah ve mühimmat ortaya çıktı. Suç unsuru bulunduran ve Ermeni mezaliminde karargâh durumuna gelen yerler kapatıldı. Tüm bunlarla dahi Ermenilerin Doğu Anadolu’daki faaliyetlerini engelleyemeyen Osmanlı Devleti, Ermenileri Suriye dolaylarına “tehcire” tabi tuttu. Osmanlı zamanın şartları ve savaş durumunda olmasına rağmen tehcirle ilgili bütün önlemleri almaya çalıştı. Fakat tehcirin başarı ile gerçekleştirilmesine engel olmak isteyen Ermeni komitacıları yolda kendi soydaşlarına öldürmekten geri durmadılar. Tüm bunlar yaşanırken İtilaf devletleri Ermenilere yardımlarını artırmaya devam ettiler. Mondros ateşkes anlaşmasında dahi Ermenilerle ilgili maddeler koymuşlardır. Çarlık Rusya’sının yıkılması ve İngiltere’nin ısrarı sonucunda Kafkasya’da bir Ermeni devleti kuruldu. Yeni kurulan Ermeni devleti TBMM’den de bir takım isteklerde bulunmaya çalıştı. Doğu Anadolu’dan toprak talebinde bulunması ile birlikte TBMM Ermenilerin üzerine gitti ve kısa sürede Ermeni ordusunu bertaraf etmeyi başardı. Bunun üzerine 3 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Antlaşması imzalandı. Böylece Abdülhamit’in büyük bir titizlikle takip ettiği Ermeni meselesi TBMM hükümeti zamanında son bulmuş görünmektedir. Lozan Barış Antlaşmasında ise İtilaf devletleri her ne kadar istemese de Ermeni meselesini kapatmışlardır. Lozan’dan sonra Ermeni örgütleri kaybettiklerini kabul edip birbirleri ile uğraşmaya başladılar. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO’ya girmesinden hoşnut olmayan Rusya’nın Erivan’da bir Soykırım Anıtı diktirmesi ve Türkiye’den Ermeniler için toprak talep etmesi ile birlikte Ermeniler yeni bir cesaret buldular. Bunu fırsat bulan Ermeniler 1947’de New York’ta “Dünya Ermeniler Birliği Kongresi”ni toplayarak BM vasıtasıyla Türkiye’den toprak talebinde bulunma kararı alsalar da bir netice alamadılar. Rusya Ermeni meselesini siyasi boyuttan başka bir boyuta çekti. Şöyle ki çeşitli Sovyet cumhuriyetlerinde Ermeni meselesini tek taraflı inceleterek sorunu sözde ilmi olarak ispatlandırmaya çalıştı. Bu arada Hınçak ve Taşnak cemiyetleri birlikte hareket etme kararı aldılar. Avrupa ve Amerika’da çeşitli sosyal ve kültürel örgütler kurdular. Bundaki amaçları Ermenistan dışında yaşayan Ermeni gençlerini Türk düşmanı olarak yetiştirmekti. Ayrıca Avrupa ve Amerika’da çeşitli vasıtalarla halkı kendi taraflarına çekip, kendilerini masum ve ezilmiş, Türkleri ise soykırımcı göstermekti. Nitekim gerçekleri öğrenemeden kin ve intikam duyguları içinde yetişen Ermeni gençleri, Ermeni halkına Taşnak ve Hınçak partilerini desteklemeleri konusunda baskı yapmaya başladılar. Taşnak ve Hınçak tüm bunlar yaşanırken çözümün sadece siyasi ve kültürel boyutta olmadığını düşünerek birer terör örgütü kurdular. Hınçak bütün Ermeni sol örgütlerinde içinde bulunduğu ASALA örgütünü 1975 yılında kurdu. Örgütün kuruluş amacı olarak da “Ermeni topraklarının kurtarılması için Türk ve Türk dostlarına karşı büyük bir terörist eylem içerisine girmek” olarak belirlemiştir. Örgüt faaliyetlerinde ise SSCB’nin, Türkiye’nin iç ve dış düşmanlarının, Filistin 154 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kurtuluş Örgütü’nün, PKK’nın ve TKP’nin desteğini alarak beraber hareket etme planını benimsemiştir. Taşnak ise 1972’de kısa adı “JCAG” Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları örgütünü kurdu. Bu örgütün amacı ise Türkiye’ye sözde soykırımı kabul ettirerek, para ve toprak almaktı. Finansal kaynaklarını ise zengin Ermenilerden tehdit ile para sızdırmak ve büyük devletlerin para yardımını almaktı. Örgüt militanları ise Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından eğitilecekti.[1] ASALA ve JCAK terör örgütleri 1975 yılında yapılanmalarını tamamlamışlar ve eyleme geçme kararı almışlardır. İlk olarak ASALA 22 Kasım 1975 de Viyana’da Türk büyük elçisi Daniş Tunagil’i şehit etti. JCAK ise 18 Ocak 1980 de Vatikan’da Türk Büyük elçiliğine saldırmakla eylemlerine başlamış oldular. 1973-1984 arasında bu iki terör örgütü, Türkiye’nin Atina, Beyrut, Belgrad, Bern, Brüksel, Lizbon, Madrit, Ottowa, Paris, Lahey ve Viyana’daki temsilciliklerine yaptığı saldırılar sonucunda 28 Türk diplomatı ile 34 yabancı uyruklu hayatını kaybederken 300 kişide yaralanmıştır. Ermeni terör örgütlerine en büyük yardımları ise Sovyet Rusya, ABD, Fransa, Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Suriye ve Lübnan yapmıştır. Kaynakça [1] Bkz. ASAM Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi Bildirileri II. Cilt s. 386 www.ulkuocaklari.org.tr 155 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KİMLİK VE TOPLUMSAL PSİKOLOJİ: ERMENİSTAN DIŞ POLİTİKASI’NIN BİR ANALİZİ Ali Burak KUL 20. yy.’ın son on yılında uluslararası alanda yaşanan hızlı gelişmeler bu alana dair kuramsal tartışmalarda ezber bozan bir yapı arz etmiştir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan devletlerin “devlet ve millet olma” süreçleri Batı’nın klasik milliyetçilik tanımlamalarına yeni bir mevzi kazandırabilecek düzeydedir. Özellikle toplumsal bir bilinç ve buna paralel olarak millet oluşturma sürecinde kimliğini “düşman” üzerinden tanımlama bu coğrafyanın adeta bir kaderi olmuştur. Ermenistan devletinin 20 seneye yaklaşan tarihindeki bütün politik açılımlarını bu minvalde değerlendirmek gerekir. Özelikle dış politika alanında diaspora Ermenilerinin de etkin olma çabaları dış politika alanını tam anlamıyla bir kimlik oluşturma süreci haline getirmiştir. Ermeni dış politikasını belirleyen Ermenistan’ın içerisindekilerle diaspora Ermenilerinin birleştiği noktada sözde soykırım iddiaları yer almaktadır. Bu iddianın ikinci aşamasında ise “Daha Büyük Ermenistan” iddialarıdır. Bu iki etken Ermenistan’ın dışarıya yansıyan bütün hallerinde mevcuttur. Örneğin, Ermenistan Cumhuriyetinin devlet armasında bulunan Ağrı Dağı ve Nuh’un Gemisi adeta Almanya’nın devlet armasında bir Atlantik kalesinin, Fransa’nınkinde bir Kanada Akça ağacının yaprağının veya Hollanda’nınkinde New York’un hemen önünde olması gerekçesiyle Özgürlük Anıtı’nın olmasıdır.[1] Bu bağlamda Ermenistan’ın Gümrü ve Kars Anlaşmalarını reddederek Büyük Ermenistan’ın Batısı için bir fetih savaşı seçeneğini açık tuttuğuna dikkat çekilmelidir. Ermeni fikir yapısı ve stratejileri iki temele dayanır: Birincisi, reel politik açıdan imkânsızlığın ötesinde bir anlam ifade eden “Daha Büyük Ermenistan” iddialarıdır. Ayrıca bu iddialara kaynak olan ve aynı zamanda Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesine yönelik olarak işgal saldırılarını gerekçelendirmek ile birlikte bu gerekliliği ispatlamak için kullanılan Nuh’un soyundan gelme iddiasındaki ırkçı söylem vardır. İkinci temel dayanak ise kendilerine uygun gördükleri şehit halk statüsüdür. Bugün Ermenistan’daki halk ve Dünyanın her bölgesinde Ermeni fikrinin doğal savunucuları olduklarını iddia edenler 1915’te 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğüne inanıyorlar. Bu iki temel üzerinden inşa edilen Ermeni fikir yapısı dış politikada da belirleyici bir konumdadır. Tabii bu iddialarının arka planında da Ermenistan Devleti halkının sosyo-ekonomik ve politik yapısı ile diaspora Ermenilerinin özellikle ABD’deki ekonomik ve sosyal statü kazanma çabalarından temellenmektedir. Ermenistan Dış Politikasında Ermeni Kimliği Oluşturma Süreci Bağımsızlık sonrasında Ermenistan’ın dış politikasını belirleyen temel etkenlerin Ermenistan dışındaki Ermeni diaspora güçleri ile Ermeni etkin bilincinde oluşturulmaya çalışan millet olma ve Büyük Ermenistan olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu etkenleri incelemeden önce daha derinde sosyo-ekonomik bir analiz yapmak faydalı olacaktır. Bugün Ermenistan Devletinin önündeki en ciddi problem göç’tür. Göç olgusu kaçma noktasında anlamlandırılan bir süreçtir. Ülkenin yaklaşık üçte biri ekonomik ve sosyal nedenlere geri dönmemek üzere göç etmiştir. Göçler Ermenistan’ın devamlılığını engellemekte ve dış etkileri kolaylaştırmaktadır.[2] Zira bir ülkenin gücünü belirleyen etkenlerden birisi de nüfustur. Nüfustaki 156 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı azalmaya rağmen kişi başına düşen milli gelirin değişmiyor oluşu da ülkedeki ekonomik sıkıntıların bir diğer boyutudur. Bu ortamda devamlı ve sürekli bir nüfus oluşamıyor ve ülkeyi ve devleti bir anlamda sahipsiz kalıyor. İkinci olarak Ermenistan Devletinin bu sosyo-ekonomik durumu ülkede toplumsal gerilimlere de sebep olmaktadır. Bu iki neden Ermenistan dış politikasında bir “düşman belirleme” ve “milli bilinç” oluşturma gerekliliklerini ortaya koyuyor. Ermenistan devleti Ermenilerin tek devleti olma özelliğini taşımaktadır. Bu anlamda devletin bekası öncelik kazanmaktadır. Devletin bekası için belirlenen en önemli stratejik hamle bir düşman ortaya koyma sürecidir. Bu anlamda Ermenistan için düşman Azerbaycan devletidir. Aslında Ermeni dış politika yapıcıları Türkiye ile Azerbaycan’ı ayrı düşünmemektedirler. En büyük korkuları da Türkiye ile birlikte hareket edecek olan Azerbaycan’ın Karabağ’ı geri almak ve Ermeni devletini işgal etmek için düzenleyeceği bir askeri operasyondur. Şubat 2007’de açıklanan Ermenistan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde de bu durumu gözlemlemek mümkün. Belgenin “devletin güvenliği ve kimliğin korunması” başlıklı birinci bölümünün Ermenistan’ın güvenliğine simetrik dış tehditler kısmında Cumhuriyetin nüfusunun fiziksel varlığına karşın olan tehditler, ülkenin bağımsızlığına, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne tecavüz; Karabağ sorununun Azerbaycan tarafından askeri yollarla çözülmeye çalışılması olarak gösterilmektedir.[3] Bütün bu açıklamalar bir anlamda Ermeni dış politikasının neden bir mağduriyet psikolojisi, şehit halk düşüncesi ve bir anlamda kimlik oluşturma süreci olarak kullanıldığını göstermektedir. Cevap bulunması gereken bir diğer soru ise bütün bu sürecin nasıl yaşandığı ve yaşatılmaya çalışıldığıdır. Bir kere konuya kimlik inşa süreci açısından bakıldığında sürecin ilk aşaması olarak Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesine bakmak gerekmektedir. Bildirgenin 11. maddesinde yer verilen Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi için “Batı Ermenistan” ifadesinin kullanılması “Büyük Ermenistan”ın bir aşamasıdır. İkinci olarak Ermenistan’ın yayılmacı politikasının bir tezahürünü görmek mümkündür. Ermeni düşüncesinde Ermenistan devlet armasındaki Ağrı Dağı da bu anlamda “kaybedilmiş topraklar”ın kalbidir. Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırlara ilişkin olarak “Kars Anlaşması’nın SSCB ile Türkiye arasında imzalandığını ve bu anlaşmanın Ermenistan’ı böldüğü, SSCB’nin bugün olmaması nedeniyle sınırın Ermenistan ve Türkiye arasında yeniden çizilmesi gerektiği” düşüncesi de Bildirgenin 11. maddesinin meşrulaştırılmasıdır. SSCB’nin dağılmasından sonra Cumhuriyet devletlerinin imzaladıkları anlaşmalar ve Ermenistan özelinde devlet adamlarınca yapılan açıklamalar Sovyetler Birliği’nin varislerinden birisi olduğunu kabul ettiklerini göstermektedirler. Dolayısıyla hiçbir hukuki kabul edilebilirliği olmayan bu iddia sadece Ermeni kimliğine bir dayanak oluşturmak amacıyla dile getirilmektedir. Ermeni ulusal bilincinin yerleşmesi bağlamında takip edilen bütün stratejileri “Haydat Doktrini” olarak anılan Ermeni ulusal çıkarlar doktrini ile ilişkilendirmek mümkündür. Doktrin Ermenilerin genelinin bugün de içinde bulunduğu etno-psikolojik travma halinin bir ürünüdür.[4] Doktrinin temelini oluşturan bölgesel yayılmacılığı ulusal güvenlikleri için başlıca tehdit olarak kabul eden Ermenistan’ın komşularından duydukları korku psikolojisinin yansımalarını 2007 yılında kabul edilen Ermeni Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde göstermiştik. Doktrin, Ermenilerin yurtlarının tarih boyunca emperyalist güçler tarafından işgal halinde olduğu mantığı ile bu toprakları geri istemelerinin en doğal haklarının kendilerine iade edilmesi olarak görmektedir. Bu anlamda Ermenistan işgalindeki topraklara da “kaybedilmiş ülkenin geriye alınması” olarak bakmaktadır. Doktrin Ermeni terör eylemlerini ise tarihte uğradıkları haksızlıklara karşı mecbur kaldıkları bir faaliyet olarak değerlendirmekte ve siyasi çıkarları ile uyuşmaları sebebiyle birçok ülke tarafından bu yaklaşımları uygun görmektedir. www.ulkuocaklari.org.tr 157 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Haydat Doktrininin kesin ve değişmez ulusal amaçları olarak benimsenen üç temel amacı vardır:[5] Tarihi Ermeni topraklarının geri alınması ve Birleşik Ermenistan ulusal devletinin kurulması, Dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış Ermeni ulusunun söz konusu topraklara geri dönmesini sağlamak, sosyal devletin kurulması. Sosyal devletin kurulması amacının bu amaçlar içerisinde yer almış olması yadırganıcı olabilir. Ancak Ermenistan devletinin bugün içerisinde bulunduğu demografik kriz, Ermeni ulus devlet kurma süreci, yolsuzluğa karşı mücadelenin yapılamaması, ekonomik krizin etkilerini ağır bir şekilde hissettirmesi, gelir dağılımındaki adaletsizlikler dikkate alındığında bugün daha anlamlı olarak karşılanabilecektir. Haydat Doktrini bu haliyle Ermeni lobisi ve Ermenistan’daki çok sayıda siyasi oluşum tarafından benimsenmektedir. Siyasi partilerin birbirlerinden ayrı düştükleri nokta doktrinin amaçları konusunda değil, bu amaçlara ulaşmada izlenecek yöntemler noktasındadır. Zira doktrininin temel özelliği yukarıda açıklanan hedeflere varabilmek için devrimcilik ilkesinin ve silahlı mücadelenin gerekliliğinin kabul edilmesidir.[6] Milli kimlik-dış politika ilişkisi: Farklı bir örnek Gerçekten dış politika analizcilerinin milli kimlik-dış politika tartışmasında birbirlerine yönelik etkileri bağlamında birincisinin ikincisine etkisinin daha belirgin olduğu zerinde hem fikir olmuşlardır. Ancak Ermenistan örneğinde sürecin tam tersi bir ilişki ağında işlediğini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bir kere Ermenistan devletinin doğduğu uluslararası ortam ve bölgesel şartlar birinci tarzda bir etkileşim için yeterince zaman vermemekteydi. Sovyet sonrası dönem de dikkate alındığında Ermenistan’da milletleşme ve devletleşme süreci kol kola gitmek zorundaydı. İki süreç de birbirlerinden ayrı düşünülememekteydi ve kullandıkları parametreler büyük oranda ortaktı. Ermeni diasporası ile Ermenistan devletinin örneğin, dış politika alanında birlikte hareket etmesi bu anlamda iki taraf için de rahatsızlık verici olmaktan uzaktır. Sözde soykırım sorunu ve Büyük Ermenistan hayali çerçevesinde belirlenen stratejiler özellikle diaspora Ermenileri için aslında bir kimlik sorunudur. ABD’de Ermenice bile bilmeyen Ermeniler Amerikan toplumu içerisindeki varlıklarını sözde soykırım iddialarına dayandırmaktadır. Sözde soykırım ABD’de Ermeniler için ciddi bir istihdam ve iş alanı yaratmıştır. Bu rakamın bugün için 75–80 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Gerek Ermenistan halkının ulusal bilinç oluşturma sürecinde gerekse diaspora Ermenilerinin bu etno-psikolojik durumları “seçilmiş travma” kavramıyla değerlendirilmektedir. Seçilmiş travma grupların kimliklerinde geçmişte kazandıkları başarılar veya karşılaştıkları faciaların tarihi gerçekliklerden uzaklaştırılıp, bir tür mitoloji haline dönüştürülmelerini ifade eder. Bunlar sürekli anılarak kuşaktan kuşağa aktarılır. Konuyu Ermeniler açısından değerlendirdiğimizde zaferden değil, sözde travmalardan bahsetmek gerektir. Ermeni düşüncesinde Ermeniler için iki travma dönemi yaşanmıştır. Birincisi tarihin her döneminde görülen Ermeni topraklarının sürekli işgal durumudur. İkincisi de 1915’te yaşanan tehcir olayının sözde soykırım iddiaları için kullanılmasıdır. Ermeni örneğinde travma geçiren grup kendisini kurban edilmiş hissediyor ve “şehit halk” bilinci bu şekilde oluşturulmaya çalışılıyor. Ermeniler kendilerini kurban edilmiş hissetmektedirler. Yani sözde soykırım açısından değerlendirdiğimizde kendilerini masum, düşman olarak gördükleri Türkler ise kötüdürler. Dolayısıyla aslında Haydat Doktrinin de temeli olabilecek Ermeni bilincinde kurban ve iyi olan Ermeniler kötü düşman olan Türkler tarafından travma oluşturan sözde soykırıma bilinçli bir şekilde uğratıldıklarını iddia etmektedir. Bu bağlamda Ermeni kimliğinin iyi ile kötü arasındaki çarpışmada “iyinin kötü tarafından mahvedilmesi” denklemine oturtulmaktadır. Bu tanım Ermeni kimliğinin tanımı olması dolayısıyla 158 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı tanımın aksini iddia etmek Ermeni kimliğinin yıkacağından, tarihi gerçeklere ilişkin bilgiler de reddedilmektedir. İşin diğer bir kötü tarafı da Ermenistan vatandaşlarının bu anlayış içerisinde eğitilmesi ve “kaybedilmiş topraklar” için savaşılması, “dış saldırılarının kurbanı” olarak “şehit halk” bilinci ile yetiştirilmesidir. Bu ideoloji bugün Ermeni milli bilincinde hâkim bir konumdadır. Bu durumun en açık göstergeleri Dağlık Karabağ sorununun çözümünde, diaspora ile birlikte Ermenistan halkının ve devletinin takındığı uzlaşmaz tavırdır. Sonuç olarak, Ermenistan’ın dış politikası bir milli kimlik oluşturma sürecinin bir parçasıdır. Özellikle Türkiye’ye yönelik geliştirilen politikalar sözde soykırım iddiaları ile birlikte düşünüldüğünde “öteki” oluşturma çabalarını göstermektedir. Nihai aşamada Ermenistan dış politikası açısından değerlendirildiğinde ulusal kimliği oluşturma stratejik bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Kaynakça [1] FEIGL, Erich, Ermeni Mitomanyası, y.y., 2007, İstanbul, s:61. [2] GÖKA, Erol, Ermeni Sorunu’nun (Gözden Kaçan) Psikolojik Boyutu, http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/ makaleler/makale25.html 03.02.2009 [3] GÖKA, Erol, Ermeni Sorunu’nun (Gözden Kaçan) Psikolojik Boyutu. [4] GÜL, Nazmi, EKİCİ Arif, Azerbaycan ve Türkiye ile Bitmeyen Kan Davası Ekseninde Ermenistan’ın Dış Politikası, Avrasya Dosyası Azerbaycan Özel, C: 7, S:1 2001, ASAM Yayınları, Ankara, s:373.. [5] GÜL, EKİCİ s:374. [6] GÜL, EKİCİ s:374. www.ulkuocaklari.org.tr 159 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KARABAĞ’DA AZATLIĞA SAPLANAN HANÇER: HOCALI SOYKIRIMI Emre ŞENBABAOĞLU Hocalı soykırımına gelinen süreci tarihî bağlamda ve Karabağ sorunu açısından ele almak gerekmektedir. Tarih boyunca çeşitli devletlerin hüküm sürdüğü Azerbaycan 19. yüzyılın ikinci yarısında Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmıştır. 1828 yılında İran ile Rusya arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Karabağ da dâhil olmak üzere Azerbaycan’ın kuzeyi Rusya’ya bırakılmış, Güney Azerbaycan ise İran’ın egemenliği altına girmiştir. Söz konusu tarihte Karabağ bölgesinin demografik yapısında Türkler büyük bir çoğunluğu oluşturmaktayken (yaklaşık olarak % 95), Kuzey Azerbaycan’ın Rusya’nın denetimine geçmesiyle birlikte bölgeye sistematik bir Ermeni göçü başlamış ve dünyanın birçok bölgesinden gelen Ermeniler Karabağ’a yerleştirilmiştir. Sovyetler döneminde Stalin’in 1923 yılında Karabağ’ın yukarı kesimlerine yerleştirdiği Ermenilerle bölgenin demografik yapısı değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu tarihten sonra Rus ve Ermeniler Karabağ’ın yukarı kısmını “Dağlık Karabağ” şeklinde telaffuz etmeye başlamıştır. Karabağ’ın tamamında nüfus olarak Azerbaycan Türkleri ağır basarken Dağlık Karabağ olarak adlandırılan bölge dışarıdan gelen göçlerle birlikte Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir yer haline getirilmiştir. Bazı akademisyen ve yazarlar bu gerçeği bilinçli bir şekilde göz ardı ederek Karabağ sorununda Ermenistan’ı haklı çıkarma gayreti içerisine girmişlerdir. 1988’de Karabağ’ın yukarısındaki Ermeni nüfusun yoğunluğunu ileri sürerek Karabağ üzerinde hak iddia eden ve faaliyete geçen Ermeniler, Sovyetlerin de bu konuda kendilerini desteklemesiyle birlikte Karabağ’a yönelik eylemlerini arttırmıştır. Sovyetlerden alınan askeri ve psikolojik destek, Ocak 1990’da Bakü ve Karabağ’da kendini açık bir şekilde göstermiş ve 20 Ocak’ta Bakü’de yaşanan katliamla, bu konuda sabıkalı Ermenistan’ın katliamlarla dolu tarihine bir kara leke daha eklenmiştir. Sovyetlerin dağılma sürecine girdiği 1991 yılında Ermeniler Karabağ bölgesindeki baskılarını arttırmış ve 3 Eylül 1991’de sözde Dağlık Karabağ Özerk Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Karabağ’ın merkez şehri Hankendi’nin 1992 Ocak ayında işgal edilmesinden sonra, stratejik bakımdan çok önemli bir yerde bulunan 7 bin nüfuslu Hocalı kenti 26 Şubat’ta Ermeniler tarafından işgal edilerek, şehir halkı soykırıma maruz bırakılmıştır. Hocalı soykırımına gelinen süreç bu şekilde gelişmiştir. Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinin Hocalı ilçesinde 1992 yılının 25 Şubat’ını 26 Şubat’a bağlayan gecede yaşanan soykırım dünya ve insanlık tarihine kara bir leke olarak düşmüştür. Tarihi soykırım ve katliamlarla dolu olan ve bu konuda oldukça deneyimli (!) olan Ermenilerin, bölgede konuşlanmış olan Rus 366. Motorize Alayının da desteğini alarak planlı ve sistemli bir şekilde gerçekleştirmiş olduğu soykırımda resmi rakamlara göre 83’ü çocuk, 106’sı kadın olmak üzere 613 kişi hayatını kaybetmiştir. 160 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Vahşet dolu görüntülerin ortaya çıktığı Hocalı’da insanlar rakamların da gösterdiği gibi yaş ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın imha edilmiş ve soykırım “Türk” kimliği hedef alınarak gerçekleştirilmiştir. Kulakları kesilen, kafaları koparılan çocuklardan karnı deşilen hamile kadınlara, kafa derileri yüzülen erkeklerden öldürüldükten sonra yakılanlara kadar hemen herkes bu insanlık dışı olaylardan nasibini almıştır. Soykırıma uğrayan 613 kişiye yaralıları, rehin alınanları ve Karabağ’da yerlerinden edilen yüz binlerce kişiye de eklersek yaşanan vahşetin boyutları çok uç noktalara varmaktadır. Hocalı’da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet’in “Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Nazilerin zulmünü işittim, ama Hocalı’daki gibi bir vahşete umarım kimse tanık olmaz.”[1] şeklindeki değerlendirmesi de bu durumun en büyük göstergesidir. Sovyetlerin dağılma sürecinde Ermenistan tek başına böyle bir saldırıyı gerçekleştirebilecek nitelikte güçlü bir orduya sahip bulunmamaktaydı. Ermenistan’ın bu askeri başarılarının(!) arkasında Arman Cilavyan’a göre Sovyet döneminden kalan askeri malzemeler ve Rusya Federasyonu’nun Ermenistan’ı el altından desteklemesi yatmaktadır.[2] Bu noktaya gelinmesinde, gerek Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazandıktan sonra devletleşmesini tamamlayamamış olması ve yeterli bir orduya sahip olamaması, gerekse Rusya Federasyonu’na bağımlı dış politika belirleyici olmuştur. Tüm çabalarına rağmen Muttalibov’un Rusya ile aynı kulvarda yürüme politikası, Rus ordusunun 366. Alayının 26 Şubat 1992’de Hocalı katliamında aktif rol almasıyla çökmüştür.[3] İç siyasal istikrarsızlıklar da işin içine girince, Hocalı’ya giden süreçte Ermeniler hedeflerine ulaşmak bakımından önemli mesafeler kat etmiştir. Muttalibov’un, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgali karşısında dahi Rusya yanlısı politika izlemesi ve çözümü Rusya’da görmesi Hocalı soykırımını kaçınılmaz kılmıştır. Hocalı soykırımı sonrasında Azerbaycan’da Rus Ordusunun öncelikli olarak eski Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi(DKÖB) coğrafyasından çıkmasına yönelik talepler artmış ve Rus askeri birlikleri Ermenistan’a yerleşme gerekçesi ile bölgedeki üslerin boşaltarak Laçin koridoru aracılığı ile bölgeden çıkarken Ermenilerle birlikte 9 Mayıs 1992’de Şuşa’nın ve 17 Mayıs 1992’de Laçin’in işgali operasyonlarına katılmıştır.[4] Özellikle Ebulfez Elçibey’in 7 Haziran’daki devlet başkanlığı seçimlerini kazanmasının ardından izlediği dış politika Rusya’nın Azerbaycan üzerindeki nüfuzunu kırma noktasında etkili olmuştur. AHC lideri Elçibey’in Rusya ve İran’a karşı takındığı tavır, bu iki ülkenin Ermenistan’a destek vermesinde etkili olmuştur. Özellikle Rusya, Ermenistan’ı Azerbaycan’a karşı baskı unsuru olarak kullanmış, İran da Ermenistan’ı el altından desteklemiştir. Ancak bu dönemde Hocalı soykırımının da dâhil olduğu Karabağ konusunda ikili ilişkiler düzeyinde bir sonuç alınamamıştır. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel, Bakü karşıtı bir politika izlediği gibi Elçibey’in yardım taleplerini de reddetmiştir. Azerbaycan, 1993 tarihinden sonra gerek AGİT gerekse Türkiye’nin kurulmasına öncülük ettiği Minsk Grubu bağlamında, sorunu uluslararası düzeye taşımaya çalışmıştır. Hocalı soykırımını uluslararası açıdan ele aldığımızda ise, karşımıza olayın niteliği hakkında tartışmalar çıkmaktadır. Dünya tarihinde her milletin soykırıma uğradığından yola çıkarak olayı sıradanlaştırmaya çalışan çevreler “soykırım” kavramı yerine daha yumuşak ve ılımlı bir kavram olan “katliam” kelimesini kullanmayı yeğlemektedirler. Hocalı’da yaşananların soykırım niteliği taşıyıp taşımadığı ise sorunun boyutunu daha farklı noktalara taşıması bakımından son derece önemlidir. Uluslararası hukuk açısından incelediğimizde bu tartışmalara açıklık getirecek en önemli uluslararası belge, 9 Aralık 1948’de imzalanan “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”dir. Sözleşmenin 2. maddesi yoruma ve yanlış anlamaya yer bırakmayacak ölçüde açık ve nettir: “ Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki aşağıdaki fiillerden herhangi biri soykırım suçunu oluşturur. www.ulkuocaklari.org.tr 161 Ülkü Ocakları Eğitim Programı a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b)Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c)Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d)Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek.” Görüldüğü gibi sayılan fiillerden yalnız birinin işlenmesi durumunda dahi olay “soykırım” suçu kapsamına girmektedir. 2. maddenin a) ve b) bendindeki koşullar Hocalı’da yaşananların soykırım olduğunu göstermektedir. Soykırım Türk etnik varlığı hedef alınarak gerçekleştirilmiş, Türk etnik varlığı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Azerbaycan Türkleri, bir insanın aklına gelemeyecek yöntemlerle barbarca öldürülmüş ve çoğu kişiye bedensel ve zihinsel anlamda zarar verilmiştir. 366 sayılı alayda yer alan 4 Özbek, 6 Kazak, 3 Kırgız ve 4 Tatar kökenli askerin de aynı dönemde alayda görevli Ermeni gruplarca öldürülmesi, genel hedefin Türk etnik varlığı olduğunu göstermektedir.[5] Ayrıca Hocalı soykırımı, uluslararası hukukta saygın bir yere sahip “ Nürnberg Mahkemesi Kuruluş Senedinde ve Mahkeme Kararında Tanınan(kabul edilen) Uluslar arası Hukuk İlkeleri” metninin 6. ilkesinin ii) bendinin de c.fıkrasında tanımlanmış insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında da ele alınmalıdır.[6] Tüm bu belgeler Hocalı’daki vahşetin soykırım kavramı kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir. Ayrıca olayın insan hakları açısından değerlendirilmesi gereken bir başka boyutu vardır. Bölgede ilk incelemeleri yapan Memorial isimli Moskova merkezli insan hakları örgütünün tespitlerine göre “bu katliam ile insan haklarına ilişkin temel sözleşmelerin tamamı ihlal edilmiş ve insanlık suçu işlenmiştir.[7]Human Rights Watch da olayı insanlık dramı olarak nitelendirmiştir.[8] Uluslar arası kamuoyu olayı halen bir katliam veya dram/trajedi olarak yansıtmaya çalışmaktadır. Olayın soykırım olduğuna yönelik birçok görüntü kaydı, fotoğraf, görgü tanığı bulunmasına rağmen Ermenistan’a ve soykırımın emrini bizzat veren Robert Koçaryan’a karşı herhangi bir yaptırım uygulanmamaktadır. Rusya’nın 366. Motorize Piyade Alayı’nın da işin içinde olduğu kanıtlanmıştır. Rusya bunu inkâr etmektedir ancak alaydan firar eden üç Rus askeri 3 Mart 1992’de düzenledikleri baskın toplantısında, “Hıristiyan Ermeniler yanında Müslüman Azerbaycanlılara karşı savaşmalarının istendiğini”[9] itiraf etmiştir. Soykırımın yaşandığı tarihte bölgeye gelen yetkililer, yabancı gazeteciler ve araştırmacılar da olayı dünya basınına yansıtmışlar ve soykırım sonrası ortaya çıkan dehşet verici manzarayı bizzat kendi gözleriyle görmüşlerdir. Örneğin Dağlık Karabağ’ın Azerbaycanlı valisi Assad Faradzhev: “Kadınlar ve çocukların kafa derileri yüzülmüştü. Cesetleri seçmeye başladığımızda bize ateş etmeye başladılar.”[10] demiştir. Yine Ağdam’daki Milis şefi Rashid Mamedov: “ Cesetler koyun sürüsü gibi uzanıyorlardı orada. Naziler bile hiç bunun gibi yapmadılar.” diyerek düşüncelerini dile getirmiştir. Bir Reuters fotoğrafçısı olan Frederique Lengaigne ise yine Ağdam’da cesetlerin iki tıra doldurulmakta olduğunu görmüştür. Bölgeye helikopterle giden Azerbaycan yetkilileri ve gazeteciler kafalarının arkası uçurulmuş üç çocuğu helikopter aracılığıyla geri getirmişler ve bazı cesetleri seçerken yine Ermeniler ateş ederek onları engellemeye çalışmıştır. Bu örnekleri uzatabiliriz ve bu konuda oldukça fazla görgü tanığı bulunmaktadır. Yine kameraya alınan görüntüler ve çekilen fotoğraflar soykırımın en önemli kanıtları arasında yer almaktadır. Bu ibret verici görüntüler olayı katliam ya da trajedi olarak görme çabası içerisinde olanları yeniden düşünmeye davet edecek yöndedir. Ayrıca olayın insan hakları açısından değerlendirilmesi gereken bir başka boyutu vardır. Bölgede ilk incelemeleri yapan Memorial isimli Moskova merkezli insan hakları örgütünün tespitlerine göre “bu katliam ile insan haklarına ilişkin temel sözleşmelerin tamamı ihlal edilmiş ve insanlık suçu işlenmiştir.[11]Human Rights Watch da olayı insanlık dramı olarak nitelendirmiştir.[12] 162 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ortada bulunan tüm kanıtlara rağmen uluslararası kamuoyu olayı görmezlikten gelmektedir. İnsan hakları örgütleri, sivil toplum örgütleri ve demokratik oldukları söylenen birçok ülke olayı soykırım olarak değerlendirmemekte ve suçluların cezalandırılmasına yönelik herhangi bir girişimde bulunmamaktadır. Olay uluslararası hukuka göre suç teşkil etmektedir ve her iki ülke de Birleşmiş Milletlere üye olmakla beraber “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”yi imzalamıştır ve her iki üyeyi de bağlamaktadır. İlgili sözleşmenin 4. maddesi soykırım suçunu işleyenlerin, anayasaya göre yetkili yöneticiler veya kamu görevlileri veya özel kişiler de olsa cezalandırılmasını öngörmektedir. Buna ek olarak 6. Madde, soykırım suçunu işleyenlerin suçun işlendiği ülkedeki devletin yetkili bir mahkemesi veya yargılama yetkisini kabul etmiş olan sözleşmeci devletler bakımından yargılama yetkisine sahip bulunan Uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından yargılanmasını gerektiğini belirtmektedir. Bu konuda karşımıza çıkan en önemli örnek 11 Temmuz 1995’te gerçekleştirilen Srebrenitsa Soykrımı’dır. Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Adalet Divanı, Bosna-Hersek’in Srebrenitsa kasabasındaki olayın soykırım olduğuna karar vermiştir. Hocalı Soykırımı da Srebrenitsa Soykırımı ile benzeşmektedir. Böyle bir kararın alınması yönünde girişimlerde bulunulması ve olayın tarafsız bir biçimde incelenerek ‘soykırım’ olduğuna yönelik UAD’den bir karar çıkartılması halinde adalet yerini bulmuş olacaktır. Sonuç 1992 Şubat’ında insan aklının hayal edemeyeceği yöntemlerle imha edilmeye çalışılan Azerbaycan Türkleri, olayın üzerinden 16 sene geçmesine rağmen bu vahşetin acılarını hala unutabilmiş değildir. Yerlerinden edilen yaklaşık 1 milyon Azeri Türkü, öksüz ve yetim bırakılan çocuklar ve sakat kalan insanlar ortada tam anlamıyla bir insan hakları ihlali olduğunu göstermeye fazlasıyla yetmektedir. Ekranlarda sıkça rastladığımız insan hakları savunucularının ve sözde demokratların olaydan bir kelime bile söz etmemesi son derece düşündürücüdür. İnsan hakları ihlal edilenler ve mağdur olanlar Türkler olduğunda olaylar görmezlikten gelinmekte ve sıradanlaştırılmaya çalışılmaktadır. Hocalı Soykırımı’nın hukuki mücadelesinin yanında sivil toplum örgütlerinin ve bireylerin de bu olaya duyarlılık göstermesi ve bunu uluslararası topluma anlatması gerekmektedir. Türk Dünyası’nın tüm devlet yetkilileri bu konuda fikir birliğine vararak sorunun çözümü için işbirliği yapmalı, dünyanın hemen her ülkesinde yer alan Türk lobileri Hocalı Soykırımı’nı anma törenleri ve yürüyüşler düzenlemelidir. Gerek Birleşmiş Milletler gerekse diğer uluslararası örgütler nezdinde girişimlerde bulunularak Hocalı Soykırımı’nı tanıyan yasaların ilgili devletlerin meclislerinden geçirilmesine çalışılmalıdır. Bu konuda özellikle Azerbaycan ve Türkiye’nin ve diğer Türk devletlerinin öncülük ederek bu utanç verici soykırımı kabul ettirmeleri ve yetkililerin cezalandırılmasını sağlamaları, kendilerinin soykırımcı bir millet olarak suçlandığı bir zaman diliminde tüm asılsız hezeyanları ortadan kaldırmaya yetecektir. Kaynaklar [1] United Nations General Assembly, Human Rights Questions, 30 Ocak 1996. Ayrıca bkz. http://www.un.org/ documents/ga/docs/51/c3/ac351-9.htm [2] Arman Cilavyan, “ ’Ni Pugayte Çeçnu s Karabahom!’-Prizıvayet Robert Koçaryan”, Nezavisimaya Gazeta, 27.1.2000. Aktaran, Erel Tellal, Güney Kafkasya Devletlerinin Dış Politikaları, Mülkiye Dergisi, Cilt:24, Sayı:225, s.90 [3] Araz Aslanlı-İlham Hesenov, Haydar Aliyev Dönemi Azerbaycan Dış Politikası, Ankara 2005, s.21. [4] A.g.e. s.35, Arif Yunusov, “Karabağ Savaşı”, Azerbaycan, 23 Ocak 1993. [5] Araz Aslanlı, Hocalı Katliamı, 27.02.2006. [6] Nazim Cafersoy, 14. Yılında Hocalı Soykırımı, 25 Şubat 2006. Ayrıca bkz. http://www.turksam.org [7] Araz Aslanlı, Hocalı Katliamı, 27.02.2006. [8] a.g.k. [9] a.g.k. [10] New York Times, Massacre by Armenians Being Reported, 03.03.1992. [11] Araz Aslanlı, Hocalı Katliamı, 27.02.2006. [12] a.g.k. www.ulkuocaklari.org.tr 163 Ülkü Ocakları Eğitim Programı HOCALI SOYKIRIMINI UNUTMAYIN UNUTTURMAYIN! Saldırı sırasında şehir nüfusu 3000 kişiden oluşmaktaydı. 1992 yılı 25 Şubat akşamı saat 23.00’da Ermenistan ordusunun “Artsah Halk Kurtuluş Ordusu” adını verdiği, Dağlık Karabağ’ın silahlı Ermeni çeteleri ve SSCB’den kalma 366. Alay’a bağlı Rus komutan ve askerleri, çaresiz, kaderine terk edilmiş, savunmasız Hocalı halkına saldırdı. Onlarca Azeri Türk’ü, akşamdan sabaha kadar savaşarak öldü. Şehrin giriş çıkış noktaları kapatıldı… Sonra bir çıkış yolu bırakılmaya karar verildi… Canlarını kurtarmaya çalışan insanlar bu yolla şehri terk etmek isterken, Ermenilerin tuzağına düşürülerek vahşice katledildiler… Kayıplar çok vahimdi. Sivil halktan 613 kişi öldürülmüştü. Ölenlerden 63’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’i ihtiyardı… Toplam 239 kişi özel işkence yöntemleri, 487 kişiye ise ağır beden hasarı verilerek katledilmişlerdi. Çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlardan oluşan toplam 1275 kişi rehin alınarak vahşice işkencelere, hakaretlere maruz kalmışlardı. Bu rehinlerden 1165’i sonradan Ermenilerin elinden kurtarılmıştır. Geriye kalanlardan 68’i kadın, 26’sı çocuk olan toplam 110 kişiyle ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır. 230 ailede baba veya anne ölmüştür.Hocalı katliamı sırasında 7 ailenin bütün fertleri öldürülmüş, 27 ailenin ise sadece bir ferdi hayatta kalabilmiştir. 200 kişinin ayağı soğuktan donmuş, kangren olduğu ve tedavisi mümkün olmadığı için kesilmiştir. Bunlar sadece resmi rakamlardır. Oysa tanıkların, gazetecilerin ve hatta bazı Ermenilerin verdikleri bilgilere göre ölü sayısı 1300’den fazladır ! Bu facia sırasında Hocalı’da bulunan “Moskovskie Novosti” gazetesinin muhabiri Yuri Pompeyev, gördüklerini bir cümle ile şöyle özetler: “Hocalı’da, sadece cesetler kalmıştı !”. Yine helikopterle olay yerine gelen ABD’li gazeteci Thomas Goltz şöyle demektedir: “Fotoğrafçı arkadaşım öyle etkilenmişti ki, fotoğraf çekebilmesi için kendisini objelerin üzerine doğru itmem gerekiyordu. Cesetler, koparılmış uzuvlar… Her bakımdan mide bulandırıcıydı… Bazı cesetlerin cinsiyetini anlamaya çalıştım ama yüzleri parçalanmış, tanınmayacak halde olanlar vardı. Bazılarının kafa derileri yüzülmüştü.” Başka bir gazeteci, Rusyalı savaş muhabiri Yuri Romanov gördüklerini şöyle anlatıryor. “Altı yaşında, kafası sarılı bir kız çocuğu gördüm… Sargı, çocuğun her iki gözünü kapatmış şekilde sarılıydı. Kameramı kapatmadan ona doğru eğildim: - Neyin var tatlım? - Gözlerim yanıyor. Gözlerim yanıyor. Amca… Gözlerim yanıyor! 164 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Doktor sırtıma elini vurdu. - Gözleri kör olmuş. Onun gözlerinde sigara söndürmüşler... Bize getirdiklerinde gözlerinin içinde sigara izmaritleri vardı. Orada şahit olduklarımı, gözlerimin gördüklerini ve kulaklarımın duyduklarını dilim ifade edemiyor.” TÜM BUNLAR SOYKIRIMIN ACI HATIRALARIDIR, UNUTMAYIN, UNUTTURMAYIN ! www.ulkuocaklari.org.tr 165 Ülkü Ocakları Eğitim Programı UNUTULAN VATAN ‘DOĞU TÜRKİSTAN’ Osman Ertürk ÖZEL Doğu Türkistan, son birkaç aydır bölgede yaşanan vahşetin medyaya yansımasıyla insanların ismini öğrendiği bir Türk elidir. Oysaki bölgede baş gösteren olaylar ne ilk kez yaşanıyordu ne de ilk defa bu kadar aşırılık içeriyordu. Yaklaşık olarak 250 yıldır Çin egemenliğinde bulunan Doğu Türkistanlılar bu vahşete yeterince aşinaydılar. Ancak, dünyanın gözü onları bir türlü görmüyordu. Ekonomik açıdan giderek büyümeye başlayan Çin, bu kuvvetine güvenerek, giderek artan bir şiddetle Doğu Türkistan’daki zulme devam etti ve ediyor. Dünya medyasında “Çin’in kuvveti ABD‘yi korkuttu” ve “ABD, Uygurları kışkırtıp Çin’e karşı kullanıyor” şeklindeki haberler kulağa mantıklı gibi gelse de, bölgede yaşanan olaylar ne 10 yıllık ne de 100 yıllık bir tarihe sahiptir. Yüzlerce yıldır zulüm gören Uygurlar, bu zulüm süresiyle bile piyon olmadıklarını kanıtlayabilirler. Peki, neresidir bu Doğu Türkistan? Türkiye Türkleriyle bağı nedir? Günümüzde yaşanan olaylar nelerdir? Türkiye bu olaylar karşısında nasıl konumlanmalıdır? Ya ülkücüler olarak bizlere ne gibi görevler düşüyor? Doğu Türkistan Coğrafyası Doğu Türkistan, Cungurya, Tanrı Dağları ve Tarım Havzası olmak üzere üç bölgeye ayrılmış ve Orta Asya’nın orta bölümünde yer alan Türkistan’ın doğusunda konumlanmış bir yerleşim yeridir.Doğu Türkistan Çin’in çölün ilerisinde ve Çin Seddi’nin arkasında kalan tek toprağıdır.Bu etken, bu topraklara Çin’in batıya açılan kapısı olma özelliğini kazandırmıştır.Coğrafi konumun siyaset üzerindeki etkisi bu toprakları Çin için vazgeçilmez hale getirmiştir.Bölge,denizden uzakta ve yüksek dağlarla sarılı olduğundan çölleşmiştir. Yerleşim, akarsu boylarında uzanan Kaşgar, Yarkent, Hotan, Aksu ve Turfan vahalarında yoğunlaşmıştır. Bölgedeki su kaynaklarının azlığı tarımı bitirme noktasına getirmiştir. Turfan ve Hoten’de de çölleşme hızla yayılmaktadır. [1] Bölgenin yeraltı kaynaklarının zenginliği, Çin’in bölgedeki emellerinin sebebini açıkça ortaya koymaya yetecek değerdedir. Doğu Türkistan sınırlarındaki Taklamakan Çölü’nün petrol kaynakları, dünyanın en zengin petrol rezervleri arasında yer almaktadır. Ancak, bu kadar zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasına rağmen, elde edilen gelirden Uygurlar kesinlikle yararlanamamaktadırlar.[2] 21. yüzyılın Kuveyt’i olarak da anılan Doğu Türkistan, petrol, doğalgaz, uranyum, kömür, altın ve gümüş madenlerinin bolluğu ile dikkat çekmektedir ve bu yönü ile Çin’in en önemli hammadde kaynaklarından biridir. Yetkililer tarafından, 2005 yılında Doğu Türkistan’ın petrol ve doğalgaz üretiminde Çin’in ikinci önemli merkezi haline geleceği bildirilmişti. Özellikle Doğu Türkistan’ın 166 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı orta bölgesinde yer alan Tarım Havzası’nın geniş petrol rezervlerine sahip olduğu düşünülmekte ve bu yönde araştırmalar devam etmektedir. Bu özelliğinden dolayı “Umut Denizi” olarak adlandırılan Tarım Havzası’nın 10,7 milyar ton petrol kapasitesi olduğu tahmin edilmektedir. Doğu Türkistan’ın yeraltı zenginlikleri şüphesiz bunlarla sınırlı değildir. Zengin doğalgaz, bakır ve kömür yatakları da bu bölgeyi Çin için önemli kılmaktadır. Demografik Yapı Doğu Türkistan’ı demografik açıdan da öğrenmek ayrı bir zarurettir. Buradaki nüfus büyük oranda Türklerden oluşur, ancak bölgede hâkimiyetini pekiştirmek isteyen Çin yönetimi, sorun olarak gördükleri bu nüfus yapısını değiştirmek için stratejiler üretmiş ve uygulamaya koymuştur. Han Çinlilerinin yoğun göçü bölgedeki Türkleri rahatsız eden en önemli unsurlardandır.[3] Bölgedeki Han nüfusu 1949’da %6 iken, bu oran 2001’de %40’a yükselmiştir. Günümüzde nüfus yoğunluğu konusu eskisi kadar itibar görmese de devlet politikalarındaki yeri önemini korumaktadır. Özellikle de Çin gibi sayısı milyarları bulan bir ülkede, demografik yapı ve bu yapıyı oluşturan farklı din, dil ve ırka sahip insanların varlığı, bu geçerliliği kanıtlamaktadır. Tarihsel Açıdan Doğu Türkistan Tarihi M.Ö. 200’lü yıllara kadar dayanan Türkistan toprakları, tarihin ilk anlarından beri Türklerin anayurdudur. Aynı zamanda bu topraklar bin yıldan beri İslâm toprağıdır. Orta Asya’nın büyük bölümünü oluşturan söz konusu alan, eski çağlardan beri Türklerin yerleşim merkezi olduğu için Türkistan olarak adlandırılmıştır. Özellikle de araştırmacılar tarafından tarihin ilk medeniyet merkezlerinden biri olduğu belirtilen Doğu Türkistan, jeo-stratejik konumu itibariyle Batı ve Doğu kültürlerinin kaynaştığı bir alan olmuştur. İslamiyet’in kabulünden sonraki süreçte bölge altın çağını yaşamıştır. Medreseleri, eğitim kurumları ile ünlenen bölge, yetiştirdiği Türk öğrencileri dünyanın dört bir tarafına göndererek Türk –İslâm mefkûresine katkıda bulunmuştur. Doğu Türkistan onlarca kez Çin tarafından işgal edilmiştir. Çin, imparatorluk döneminde de, komünizm döneminde de, bugün de Doğu Türkistan’ı işgal politikasını hiç değiştirmemiştir. Aşağıda verilen tabloda Doğu Türkistan’ın tarihinin ¼’ünün Çin zulmü ile geçtiği belirlenebilir. DOĞU TÜRKİSTAN’IN BAĞIMSIZLIK DÖNEMLERİ[4] Birinci Dönem MÖ 206’ya kadar geçen dönem İkinci Dönem MÖ 206 -108 Hun Türk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare Üçüncü Dönem MÖ 86 - 60 Hun Türk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare Dördüncü Dönem MÖ 10 - MS 73 Hun Türk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare Beşinci Dönem Tam Bağımsızlık Altıncı Dönem 555 - 639 Göktürk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare www.ulkuocaklari.org.tr 167 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yedinci Dönem 650 - 660 Göktürk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare Sekizinci Dönem 699 - 738 Türgiş Türk Hanlığı’na Bağlı Yerel İdare Dokuzuncu Dönem 751 - 1216 Tam Bağımsızlık Onuncu Dönem 1217 - 1352 Moğol İmparatorluğu’na Bağlı Yerel İdare On Birinci Dönem Tam Bağımsızlık On İkinci Dönem 1679 - 1752 Kalmuk Devletine Bağlı Yerel İdare On Üçüncü Dönem 1756 - 1759 Tam Bağımsızlık. Birinci Dönem MÖ 108 - 86 Sadece Ülkenin Güney Bölgesi İkinci Dönem MÖ 60 -10 Sadece Ülkenin Güney Bölgesi Üçüncü Dönem MS 74 - 103 Sadece Ülkenin Güney Bölgesi Dördüncü Dönem 640 - 649 Ülkenin Tamamı Beşinci Dönem 660 - 699 Ülkenin Tamamı Altıncı Dönem 738 - 751 Ülkenin Tamamı ve Batı Türkistan’ın Bir Bölümü (tablonun devamıdır.) Yedinci Dönem 1753 - 1756 Ülkenin Tamamı Sekizinci Dönem 1759 - 1861 Ülkenin Tamamı 168 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Dokuzuncu Dönem 1879 - 1931 Ülkenin Tamamı Onuncu Dönem 1934 - Bugün. Ancak, belirtildiği üzere Doğu Türkistan’ın birçok defalar işgale uğramasına rağmen özellikle İslâmiyet’in Satuk Buğra Han tarafından kabul edilip tüm Türkler arasında hızlıca yayılmasını takip eden ilk yıllarda, bölgede yaşayan Uygurlar; Kutluk Bilge Kağan’ın oğlu Moyençor önderliğinde en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Bu dönemde Uygurlar Çin’i vergiye bağlamayı dahi başarmışlardır. Tarihî bilince ve bilgiye sahip olan Çinlilerin Uygurlara olan öfkesinin bir sebebi de şüphesiz tarihî gerçeklerdir. Türkiye ve Doğu Türkistan Peki; ülkemiz insanlarının büyük çoğunluğunun birkaç ay öncesine kadar adını bile bilmedikleri Doğu Türkistan’ın bizim için önemi nedir? Uygurlarla atılan gönül köprüleri ne kadar eski? Orta Asya’da yaşayan Türkler dünyanın çeşitli bölgelerine göç etmeye başladıktan sonra dönem dönem bu coğrafyadan tamamen kopmuş gözükseler de, bu toprakların ata toprağı olduğunu, orada yasayan insanların da Türk olduğunu bilen, anlatmaya çalışan ülkücüler ve Turancılar hep var olmuştur. Biz Türkiye Türkleri, bulunduğumuz coğrafya dolayısıyla Osmanlı’nın torunlarıyız ve Osmanlı’nın Uygurlarla olan ilişkileri bizlere Uygurlarla olan kardeşliğimiz hakkında referans olabilir. Bu konuyu pekiştirmek amacıyla tarihten bir olay misal gösterilebilir.[5] 1872’de Yakup Han bölgede kurduğu bağımsız devletin istikrarını sağladıktan sonra, tarihî ve kültürel bağları olan, İslâm dünyasının hamisi konumunda bulunan Osmanlı devleti nezdine elçi göndermiş, Sultan Abdulaziz Han’dan yardım ve himaye talebinde bulunmuş, devletinin Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kabul edilmesini dilemiş ve kendisine biat ettiğini bildirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Yakup Han’ın bu talebini kabul etmiş ve Padişah’ın direktifi üzerine Albay Kazım Bey komutasında 5 muvazzaf ve 3 emekli subaydan oluşan bir asker eğitim grubunu, 1200 piyade tüfeği, 6 sahra topu ve cephane yapımında kullanılan barut ve malzemeleri ile Hindistan üzerinden Doğu Türkistan’a göndermiştir. Heyet, Kaşgar’da büyük coşku ve sevinç ile karşılanmış, hutbeler padişah adına okunmuş ve paralar da Sultan Abdulaziz Han adına bastırılmıştır. Doğu Türkistan semalarında Osmanlı sancağı dalgalandırılmıştır. Osmanlı devletinin izlediği bu politika şüphesiz ki bir nebze de olsa gücünü kanıtlamaya yöneliktir. Ancak; Uygurların Müslüman ve Türk olması Osmanlı için önemli bir kıstas olmuştur. Uygurların bu zor durumda ilk başvurdukları ilk yerin Osmanlı devleti olması, bugün de mevzubahis olan Türkiye Türklerinin hamiliği konusuna gerekli açıklığı kazandırmıştır. Anadolu Türkleri ile Uygurların ilişkisi bunlarla da sınırlı değildir. Uygurların Moğollarla birlikte Anadolu’ya gelip umûmî valî gibi önemli görevlerde bulundukları, hattâ Kayseri, Konya ve Karaman gibi şehirlere yerleştikleri, Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmed’in fermanlarını Uygurca yazdırdığı, Fatih’in sarayında Uygurcanın da öğrenildiği bilinmektedir.[6] Osmanlıların Doğu Türkistan Türklerine olan ilgisi bununla kalmamış, 1914 yılında Osmanlı paşalarından Talat Paşa Rodoslu Habibzade İlkul’u Uygur Türklerinin eğitimi için Doğu Türkistan’a göndermiştir. Öğretmen olarak Kaşgar’a gelen İlkul, burada Dâr-ül Muallim-il İhtihat adında bir öğretmen okulu açmış, bundan dolayı hapse atılmış ve 1920’de Türkiye’ye dönebilmiştir.[7] Cumhuriyet döneminde de bu ilişkiler devam etmiştir. Üzerinde Rus baskısı hisseden Türkiye Cumhuriyeti hiç bir zaman maddi olarak Uygurlara bir destekte bulunamasa da, özellikle eğitim alanındaki Türkiye Cumhuriyeti desteği Uygur eğitiminin temelini oluşturmaktadır. Yakın tarihimizde ise Türkiye Türklerinin Uygurlara olan sevgisinin üst noktalarda olduğunu söylemek imkânsızdır. Ülkücüler, Türkçüler ve Turancılar dışında Türk Dünyası’na duyulan www.ulkuocaklari.org.tr 169 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ilginin zayıflığı, şüphesiz Uygurlarla olan ilişkilerimizi de etkilemiştir. Türkiye Türklerinin Türk Dünyası’na en yoğun ilgi duydukları dönemlerde (1940’lı yıllar) ırkçı-faşist olarak adlandırılmaları da bu ilişkilere zarar vermiştir. Bu dönemlerden kaynaklanan Türk Dünyası şuuru eksikliği günümüzde de devam etmektedir. İnsanların Doğu Türkistan’da yaşanan onca olaya rağmen gösterdikleri hassasiyetin zayıflığı da bu şuur eksikliğinin yegane kanıtıdır. Son aylarda gittikçe artan Çin zulmü medyaya yansımış ve insanların vicdanlarında kıpırdanmalar başlamıştır. Ancak, bu kıpırdanmaların birkaç dakikalık görüntüden ve birkaç kare fotoğraftan kaynaklanıyor olması, Uygurların tam bir bilinçle Türkiye Türkleri tarafından kollanmasını imkânsızlaştırmaktadır. Uygurların ülkemizdeki temsilcilerinin, sivil toplum örgütlerinin ve bunlara ek olarak az sayıdaki bilinçli basın mensubu arkadaşlarımızın çabaları büyük bir etki yaratamamıştır. Doğu Türkistan’da Uygulanan Asimilasyon Politikaları Son günlerde Doğu Türkistan’ı Sincan olarak da olsa medyaya taşıyan bu olaylar nelerdir? Çin bu konuda nasıl bir strateji izlemektedir ve Uygur ağırlıklı (Kazak-Uygur) Doğu Türkistan halkının durumu nedir? Çin yönetimi Doğu Türkistan için 3 önemli strateji izlemektedir.[8] Bunlardan ilki, bölgedeki Çin nüfusunu arttırarak Uygurları azınlıkta bırakıp kültürel asimilasyonu sağlamak, ikinci olarak Uygurların A.B.D, Türkiye ve benzeri ülkelerden alabilecekleri yardımı engellemek ve bunlara ek olarak çeşitli yasaklamalar getirip Uygurları dinî faaliyetlerden uzaklaştırarak İslâm kültürünü tamamen ortadan kaldırmaktır. Çin yönetimi Han Çinlileri’ni bölgeye yerleştirme vasıtasıyla asimilasyon politikasını başarılı bir şekilde yürütmektedir. Çin’in genelinde uygulanan aile planlaması kuralları bu bölgede esnektir, ancak şüphesiz sadece Çinliler için. Bölgede yaşayan Uygurların defalarca toplu kürtajlara maruz bırakıldıkları aşikârdır. Özellikle kırsal kesimde uygulanan kürtaj politikası Uygurların kanayan bir yarasıdır. Hijyenik olmayan ortamlarda yapılan toplu kürtajlar anne ve çocuğun ölümüne dahi sebep olabilmektedir. Çin kürtaj politikasını yürütebilmek için her mahalleye 1 kadın görevli göndermekte ve hamile kadınları tesbit etmektedir. Çin yönetiminin uyguladığı kota politikasına aykırı durumlarda ,anne adayının kaç aylık hamile olduğuna bakılmaksızın kürtaj edilmektedir. 1991 yılında Hoten vilayetine bağlı Karakaş ilçesinde zorunlu kürtaja tabi tutulan kadınların sayısı 18 bin 765’tir ki, bu sayı ilçedeki anne adaylarının yüzde 49’unu teşkil etmektedir. Sincan gazetesinin 12 Eylül 1992 tarihindeki sayısında verdiği bilgilere göre Doğumu Yasaklama Kanunu’nu tam olarak uygulamak için hükümet tarafından bu ilçeye 432 kişilik Çinli memur kadrosu tayin edilmiştir. Nankivell’e göre Çin’in izlediği politikalardan birinin de İslâm kültürünü yok etmek olduğudur. Ancak Çin, Müslüman kültürden çok Türk ve Müslüman olan kültürü yok etme gayesindedir. Çünkü tam olarak bilinmese de 20 ile 40 milyon arasında Müslüman Çinli (Dungan), Çin nüfusu içinde bulunmaktadır. Çin, Dunganlar üstüne Uygurlara uyguladığı politikaları uygulamamaktadır. Bu yüzden Çin için asıl ayırt edici unsur Türklük’tür. Kuran okunmasının yasaklanması, camilerin kapatılması, iş yerlerinde orucun yasak olması bilinen birkaç örnek… Müslüman Uygurlar sadece dinlerini yaşamak istedikleri için tutuklanmakta, işkenceleri ile ünlü Çin hapishanelerinde aylar, hatta yıllar boyunca tutulmakta, özgürlük ve demokrasi taleplerini dile getirenler acımasızca idam edilmektedir. Bunun yanı sıra Çin’in asimilasyon politikaları Doğu Türkistan’ın çoğunluğunu oluşturan Müslüman Türklerin, dillerini konuşmalarını, kültürlerini devam ettirmelerini de engellemektedir. Doğu Türkistan’da zorunlu kürtaj politikası o kadar dramatik bir noktaya varmıştır ki, kaldırım kenarlarında yasa dışı doğduğu için ölüme terk edilmiş yeni doğmuş bebekler görmek mümkün hale gelmiştir. Çin, Uygurlara uygulanan zulüm iddialarına karşılık dünyaya Doğu Türkistan’ın güzel yüzünü göstermeye çalışmaktadır. En önemli argüman olarak da Urumçi kullanılmaktadır. Urumçi’nin sanayi ve ticaret merkezi olması, bu bölgeye yapılan yatırımlar ve buna benzer iddialarla Çin’in 170 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı dünya kamuoyu önünde kendini aklama çabaları, Urumçi nüfusunun yaklaşık olarak %90’ının Çinli olması gerçeğiyle suya düşmektedir. Pekin’in bölgede izlediği bir başka strateji de Orta Asya, Almanya, Türkiye ve A.B.D’ de bulunan Uygur diasporalarının Doğu Türkistan’a yapacakları muhtemel yardımları engelleme ve çıkan olayların üzerini örtme politikasıdır. Çin’i bu konuda en çok zorlayan isim de, Nobel Barış Ödülü adaylığına layık görülmüş Rabia Kadir’dir. Rabia Kadir’in çevresinde toplanan diaspora, çalışmalarını sürdürmektedir. ABD, G.W.Bush yönetiminde olduğu yıllarda Rabia Kadir’in Çin’deki hapis hayatının sona ermesi için çaba sarf etmiş ve Bush, Rabia Kadir’le görüşmüştür. Bu olaylar Uygurları dünya medyası için daha önemli bir konuma getirmiştir. Ancak ne yazık ki Rabia Kadir bu desteği soydaşlarından görememektedir. Çin’in son yıllarda ekonomik olarak korkunç bir şekilde büyümesi ve ticaret devi olmaya başlaması diğer devletleri korkuttuğu gibi, Uygurlara destek konusunda hamle yapmak isteyen Türk Devletleri’ni de bir çekinceye düşürmüştür. Ülkemize giriş yasağının olması bu konuda en açık örnektir. Ülkemiz sınırlarında herhangi bir suç işlememiş ve aslına bakılırsa Çin içinde de herhangi bir suç işlememiş bir insanın Türkiye’ye gelip kamuoyu oluşturabileceği gerçeğinin açık olması, Çin yönetimini korkutmaktadır. Sonuç Türkiye’deki Ülkücü-Türkçü, Turancı çevrenin Rabia Kadir ve Uygur halkına olan desteği son derece açıktır. Bu sebepten, Çin yönetimi Rabia Kadir’ in Türkiye’ye gelmesi konusunda son derece hassastır. Ancak, son aylarda meydana gelen olaylar Türkiye Cumhuriyeti’ni konu üzerine hamle yapmaya mecbur bırakmaktadır. Buna rağmen AKP Hükümeti konuya gerekli ilgiyi göstermemiş ve konunun gündemden düşmesiyle adeta sessizliğe gömülmüştür. Demokratik açılım adı altında çeşitli etnik milliyetçiliklerin önüne açan AKP’nin bu anlayışını kavramak her zamanki gibi güçtür. Aynı milletin evlatları Doğu Türkistan Türklerine ABD’nin değil Türkiye’nin sahip çıkması gerekmektedir. Fakat mevcut AKP iktidarında bunun gerçekleştirilmesi pek muhtemel görüşmemektedir. Siyasi çıkar, ekonomik hesaplar ve başarısız bir dış politika bir kez daha Doğu Türkistanlı soydaşlarımızı kaderlerine terk etmiştir. Tıpkı Irak’ın kuzeyinde Türkmen soydaşlarımızın kaderlerine terk edilmeleri gibi… Görüldüğü üzere, Doğu Türkistan’ın tarihteki önemi, Türkiye Türkleri ve Uygurların ilişkileri, Türk dış politikasında Doğu Türkistan’ın konumu ve Çin’in bölgede yürüttüğü politikalar son derece açıktır. Bölgenin içinde bulunduğu durumun sorumluluğu sadece Uygurların değil tüm Türklerin üzerinedir. Ancak, bizler Ülkücü Türk gençliği olarak Turan ülküsünün bir eli olan bu toprakların sorunlarının ne olduğunu ve nasıl çözüleceğini bilmek konusunda sıradan insanlardan çok daha fazla yükümlülük taşımaktayız. Çünkü, bizler nerede bir Türk varsa oralı olanlarız. Konu üzerine yazılan kitaplar, incelemeler, raporlar Ülkücü Türk gençliği tarafından taklip edilmeli ve ülkücüler bilgilerini diğer insanlara aktarmayı da görev edinmelidir. Aynı zamanda, gelişen olayların tarihi geçmişi de iyi kavramalıdır. Unutulmamalıdır ki dünya üzerinde Türk’ün bulunduğu her yer biz ülkücülerin görev alanıdır. Dipnotlar [1] Fuller and Star, The Xinjiang Problems, s. 17 [2] China Daily 26 nisan 1999 [3] China: Human Rights Concerns in Xinjiang, s. 1 www.ulkuocaklari.org.tr 171 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [4] Unutulan Vatan Doğu Türkistan, İsa Yusuf Alptekin, Seha Neşriyat ve Ticaret AŞ, 1999, s. 90-91 [5] Boulger, Demetrius Charles, The life of Yakoob Beg; Athalik Ghazi, and Badaulet; Ameer of Kashgar, London, Wm.H. Allen & Co., 1878 [6] A. Zeki Velîdî Togan, Umûmî Türk Târihine Giriş. Enderun Kitabevi. Istanbul. 1981, s: 381 [7] Şincang Târih Meteryalleri (25). s: 418 [8] Nankivell, China’s Muslim Seperatists: Terrorists or Terrorized?, s. 2 172 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı YETİM ATAYURT “DOĞU TÜRKİSTAN’’ Hatay Ülkü Ocakları GİRİŞ Eski dünyanın bir ucundan diğer ucuna, dinamik varlığını, yüzyıllar boyunca, aksiyoner bir öze bağlılıkla sürdürebilmiş bir milletin en eski coğrafyası ‘’ata yurdu’’ nasıl bir başka kadim medeniyet için Xinkiang (yeni ülke) olabilir sorgulamasının somut misali Doğu Türkistan’dır. Türk idare örfü uyarınca Türk ülkesinin siyasi olarak üstün tarafı olan ‘’Doğunun’’ nasıl Türk yurtları içinde yetim kaldığının hikâyesidir Doğu Türkistan’ın acıklı ve ibretlik tarihi. Zira bir beden gibi olduğu ifade edilen İslam coğrafyasının feryadı duyulmayan, acısı hissedilmeyen uzvudur Doğu Türkistan. İrtibat sinirleri nerede ise kopuk olduğu için dindaşlarının acısını hissetmediği, güneşin battığı yere doğru çok uzun bir yol kat eden soydaşlarının ise arkalarına baktıklarında artık onlar için bile uzak kalan atalığını yitirmiş yetim bir yurt, eski ve daimi düşman için ise yeni ülkedir Doğu Türkistan. Doğu Türkistan coğrafi olarak Türkistan’ın Doğusudur. Fakat artık bir Türkistan’dan bahsedilemeyeceği için Türkistan’ın Doğusu ifadesi de havada kalmaktadır. Bir zamanlar Doğu Türkistan olan yer, yani bir zamanlar Hun Devletinin sınırları içinde kalan, bilinen tarihin başlangıcından beri Asya’nın cazibe merkezlerinden çoğu zaman en önemlisi olan, Asya’yı bir bütün olarak düşünürsek askeri-ticari ve politik merkezi olan, Göktürklerin yeşerdiği kök tuttuğu ve gövererek etrafını gölgelediği, Uygurların insanlık mirasına katkı sağladığı yer bugün bir Çin eyaletidir. Altta yağız yer çökmedikçe, üstte mavi gök delinmedikçe ilini ve töresini kimsenin bozamayacağı bu Çin eyaleti, mevcut kölelerinin (yani eski sahiplerinin), Halk Cumhuriyetinin halkının bir parçasını abide hatıralarının mevcudiyeti hariç, Çinin geri kalanı için gayet mühimdir. Zira Çin için hayati derecede önemli olan hammadde kıstas alınırsa Çin’den çıkarılabilen 148 maden türünden 118’i Doğu Türkistan’ dan çıkarılmaktadır. Jeopolitik durum kıstas alınırsa, Doğu Türkistan’ın önemi bir başka açıdan ortaya çıkacaktır ki, o da; mevcut halde Doğu Türkistan’ın Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Pakistan, Hindistan ve Tibet’le komşu oluşudur. Bu coğrafi konum dikkate alındığında, Orta Asya ve Ön Asya ile Hindistan ve Hint Alt Kıtasına açılan koridorun kapısının neresi olduğu gayet açıktır. Tarihsel süreç ve coğrafi konum birlikte okunduğunda ise Doğu Türkistan’ın Rus-Çin münasebetleri açısından nasıl bir Jeopolitik öneme sahip ve çok kutupluluğa evirilen dünya düzeninde Rusya-Çin ve Hindistan faktörlerinin işaret ettiği şiddetli bir Jeostratejik sıkışmaya sahne olduğunun farkına varılabilir. Eğer önem analizinde baskın kıstas farklılıklar zenginliktir yaklaşımı olacaksa, Doğu Türkistan’ın Çin’in kuzey batı ucunda dini, dili, soyu, kültürü, gelenekleri, lokal motifleri, örfü ve medeniyet bağları ile Çin’in yerleşik medeniyeti ve sabit yapısı ile bağdaşmayacak kadar ayrı, özgün ve müstakil bir yapı arz ettiği ve bütüne eklemlenme süreci devam eden bir parça değil asimile edilmeye çalışıldığı, 1.82 milyon kilometre karelik bir kültür mirası sahası olduğu görülecektir. YETİMLEŞME SÜRECİ Doğu Türkistan’daki mevcut durum ve bu durumun tarihsel arka planı için kaba bir işgal hali tespiti yapmak ancak bir tahlil zafiyeti olabilir. Çünkü Doğu Türkistan’daki hal; galibin hastalıklı bakış açısından kaynaklanan ve fiziki kuvvetle devamlı kılınan sadistçe ve istikrarlı bir zulüm nizamının belirli bir coğrafyada tesis edilmesidir. İşgalci gücün ele geçirdiği coğrafyanın sakinlerine, insanın yaradılışına aykırı bir düzeni, bahsi geçen coğrafyanın imkânlarının gaspı sayesinde kullandığı www.ulkuocaklari.org.tr 173 Ülkü Ocakları Eğitim Programı gücün dayatmasıdır. Bu dayatma tarihsel süreç içerisinde çok çeşitli yöntemler, baskının sürekliliği, asimilenin organizeliği bakımından Çin devletinin güçlenmesi ile paralel bir artış seyri göstermiştir. Fakat bu kaba işgal halinin ve kesif dayatmaların yetimleştirmeye evrimlenmesi Çin’deki zihniyet değişiminin bir ürünüdür. Doğu Türkistan’ın işgalle muhatap olduğu ilk etapta (ki tarik 18. yy. ikinci yarısıdır) Çin’deki Doğu Türkistan ilgisi işgalle somutlaşacak bir yönelişin, iç dinamiklerle harekete geçişini ifade etmez. Elbette ki Doğu Türkistan’ın durumu ve Doğu Türkistan’la münasebetler ve etkileşimler daima Çin’in gündeminde az veya çok yer tutmaktadır. Fakat Doğu Türkistan’ın Çin tarafından çevreye rağmen işgal edilmesi diye bir durum yoktur. Batı Türkistan’daki Rus ilerleyişini küresel çıkarları için tehlike addeden İngilizlerin teşviki ile Çin’in işgalci ilgisi ile Çin Doğu Türkistan’a saldırmıştır. 2. Dünya savaşı arifesine kadar olan zaman diliminde Çin’in Doğu Türkistan’la olan münasebetlerinin, İngilizlerin ve Rusların bölgesel politikaları ve bölgedeki nüfuzları ile daha yoğun bir etkileşim halinde olduğu açıktır. Bu dönemde Doğu Türkistan çeşitli kereler işgale karşı isyanlar tertip etmiş, organize ve silahlı mücadelelerde bulunmuş zaman zamanda bu mücadelelerinde muzaffer olmuş, Çin i püskürtmüş ve ardından başıbozukluğa mahal vermeksizin kendi şahsiyeti ile devletler kurmuştur. Örnek olarak; Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (1934), Doğu Türkistan Cumhuriyeti. Çinin Doğu Türkistan’daki kaba işgal süreci tahlil edildiğinde Doğu Türkistan Türklerinin kurtuluş ümidinin onu silahlı mücadeleye sevk edecek kadar güçlü olduğu ve Çinin Doğu Türkistan’dan püskürtülebilecek bir güç olduğu sonucu ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda denilebilir ki Doğu Türkistan’ın yetimleşme sürecinde, kaba işgal döneminin Doğu Türkistan Türklüğünü uzun yıllar boyunca her anlamda yıpratması ve 2. Dünya savaşı akabinde Çin’de gerçekleşen zihniyet değişimi de çok etkili olmuştur. 1949 sonu itibari ile nihayet eren Çin’deki Maoist devrim ve bütün Çin’de ki zihniyet değişimi Doğu Türkistan Türklerin’i yetimleştiren esas faktördür. İki asır boyunca Çin işgalleri ile boğuşan Doğu Türkistan Maoist idare eliyle esirken köle yapılmış, kronik bir mağduriyete bürünmüştür. İki asırlık mücadelenin ardından bitap düşen, yıpranan Doğu Türkistan, maoist idare eliyle kendi karakterine yabancılaşmaya mahkum edilmiştir. Maoist kadroların Çini idare ederken ilkeleştirdikleri ‘’başı olan herkes baş kaldırabilir, öyleyse bütün başlar küçükken ezilmeli’’ perspektifinden Çinin tamamı gibi Doğu Türkistan’da nasibini almıştır. Bu sebeple Doğu Türkistan’daki işgalin son altmış yılı daha farklı ele alınmalı, daha önceki iki asırla bağlantısı inkar edilmeksizin ayrı bir bakış açısı ile irdelenmelidir. Zira yetimleşme olgusu ile Doğu Türkistan’daki hal su açılardan örtüşmektedir; 1-) Sürecin yoğun psikolojik yıpranma ve travma içermesi 2-) Mağduriyet hali 3-) Sürecin geri dönüşünün olmaması, artık durumla ilgili yapılabilecek bir şeyin kalmaması, duruma adapte olunması gerektiği yaklaşımı. İşte Çin’deki maoist yönetimin Doğu Türkistan’da yerleştirmeye giriştiği ve büyük ölçüde de maalesef başarıya ulaştığı zihin yapısı budur. Çin’in bu yaklaşımının kökleştirilmesinde kamu gücünün dev bir somut zulüm ve kara propaganda aygıtı gibi kullanılmasının yanında, Doğu Türkistan’ın badiresine bahadır olacak ve Doğu Türkistan ile benzer aidiyetlere sahip bir kuvvetin bulunmayışı da çok etkilidir. Doğu Türkistan’ın yetimleşme sürecine tesir eden faktörlerden biri de, yeni Çin’in eskiye oranla bile daha kapalı bir yapı haline gelişidir. 18 ve 19.yy’da konjonktürden daha fazla etkilenebilen, küresel aktörlerin politik ve ekonomik satrancında kendi köhneliğini yine kendi ayaklarına dolaştığı Çin gitmiş, yerine süper güçlerin mücadelesinde komünist bloğun dev bir unsuru gelmiştir. Adalete dahi az görüp mutlak eşitliği talep eden maoistlerin sonuç itibari ile amaçlarına ulaşabildiklerinden bahsedilemez. Evet Çin’de herkesin payına zulümden bir miktar düşmüştür 174 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı fakat herkes adaletsizlikte ve yoksullukta eşitlenememiştir. Denilebilir ki iç savaş döneminde “Çinli Çinli ile savaşmamalı’’ diyen Mao Çinlileri hem Çinlilerle ve başkaları ile hem de Maoist düzene karşı hayatta kalabilmek için savaşmak mecburiyetinde kalmışlardır. YETİMLİĞİN ANATOMİSİ Doğu Türkistan’ın ve Doğu Türkistan Türklüğünün yetimliğini kavraya bilmek önce onu yetimleştiren aygıtın mantığını-işleyişini ve yapısını anlamayı ve yetimliğin anotomisini ortaya koymakla mümkündür. Zira kavrayış eserde müessiri, faciada faili, hikmette hekimi, katliamda katili sezebilmeyi gerektirir. Komünist Çin nasıl bir yerdir ve ne biçim bir yapıya sahiptir ki Doğu Türkistan Türkleri figan etmekten mücadele etmeye, bırakınız mücadele etmeyi; öğrenilmiş çaresizlik kıskacı çerçevesinde durumu kabullenmeye dahi fırsat bulamamaktadırlar. Çinin Doğu Türkistan’a ve Doğu Türkistan Türklerine reva gördüğü muameleyi çok sancılı bir entegrasyon dönemi yada sıkıntılı bir asimilasyon süreci olarak nitelendirmek haksızlık olur. Çünkü bu ne berbat bir dönem ya da süreçtir ki muhatabından en ufak bir olumlu yaklaşım görememekte, 250 senedir bir dengeye varamamakta, en ufak uzlaşma sağlanamamakta, maddi ve manevi cihetlerdeki büyük maliyetine rağmen devam ettirilmekte ve insafsızlığın hudutlarını zorlamasına rağmen evrensel vicdanı hakkıyla harekete geçirememektedir. Çin uygulama ve politikaları özet olarak Doğu Türkistan Türklerine demektedir ki ‘’Seni kendi sistemim içerisinde şeklen var etmem, seni görünür kılmam karşılığında seni sen yapanı inkar et, özünü yadırga ve kendine yabancılaş.’’ Doğu Türkistan’daki Çin zulmünün geldiği nokta artık Doğu Türkistan Türklerinin hakları, cemiyet şuuru v.b gibi bir topluluk meselesi yada ikinci – üçüncü kucak insan hakları sorunu değil insanlık onuru ve en temel insan haklarına sahip olabilme kavgasıdır. Doğu Türkistan’daki Çin zulmünün ulaştığı boyut ise dev bir tiyatro sahnesi üzerinden betimlenebilir. Maoist tepe kadrosu oyunun ana fikri, bir insan topluluğunda kendilerini yok saymalarını birde buna uygun yaşamalarını istemek senaryo, uyum ve reform adları altında kamufle edilmiş zulüm politikaları ve tedhiş uygulamaları başrol yani baş mağdur daha doğrusu tek mağdur Doğu Türkistan Türkleri, yardımcı oyuncular Çin adli teşkilatı, Çin polis kuvvetleri Çin ordu gücü Çin hapishaneleri, sahne Urumçi, sahne Hoten, sahne Kaşgar, sahne Doğu Türkistan... Çin’in Doğu Türkistan’a ve Doğu Türkistan Türklerine yönelik politika ve pratiklerinde amaçlar ve araçlar ayrımı yapmak gerekirse amaçlar için denilebilir ki Çin hem Doğu Türkistan’ı hem de Uygur Türklerinin hafızalarını, kimliklerini ve aidiyetlerini kendi uygun gördüğü hafıza, kimlik ve aidiyetlerle değiştirmekle mecburi tutmakta bu yolla fert-memleket ilişkisini bozmayı amaçlamaktadır. Çin Doğu Türkistan’da uygulaya geldiği iskân politikaları ile Uygur Türklerini Çin denizi içinde eritmeye çalışmakta bu sayede Doğu Türkistan ile Doğu Türkistan Türkü arasındaki iman-vatan bağını ve mesken-sakin ilişkisini yok etmeyi hedeflemektedir. Çin’in Doğu Türkistan’da aidiyetleri tahrip politikasında en çok etkilenen ve hedef tahtasından hiç indirilmeyen iki olgu İnanç ve Milliyettir. İnanç bazında Doğu Türkistan Türklerinin İslam dinine yönelik temel eğitim kurumlarına saldırılmakta, Müslüman kimlikleri hayatın her safhasında aşağılanmakta, Müslüman Uygur Türklerinin ibadet hayatları ve Müslüman kimliklerinin her türlü ameli çeşitli engellemelerle karşılaşmakta, ibadet hanelerinin yani camilerin İslam cemiyetinin hayatında hak ettiği yerde rahat bırakılması bir yana var olması dahi türlü yasaklarla baş başa kalmaktadır. Doğu Türkistan Türklerinin zaruret miktarında din eğitimi almalarına bile müsaade edilmemekte, her Müslüman toplum için hayatın ruhunu temsil eden ve akışını temsil eden İslam, komünist Çin devleti eli ile yaşamın özünden sökülmeye çalışılmaktadır. Doğu Türkistan Türklerinin Türklükleri ise çok yönlü bir baskıya devamlı suretle maruz bırakılmaktadır. Türklük ve Türk dili Çin’de her anlamı ile horlanmakta, devlet tarafından hayatın akışından koparılmaya çalışılmakta, sistem içerisinde önce işlevsiz dolayısıyla faydasız nihayetinde de anlamsız kılınmaya gayret edilmektedir. www.ulkuocaklari.org.tr 175 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Milli Kimliğinin iki ana damarını teşkil eden dilin ve törenin değil kamu gücü tarafından kültür mirası olduğu için korunmayı yada kendi haline bırakılmayı, nesilden nesile kendi dinamikleri ile miras bırakılabilmesi ile bile mücadele edilmektedir. Uygur Türklerinin binlerce yıllık tecrübeler, hatıralar ve yaşanmışlıklarla oluşturdukları gelenekleri ve bu binlerce yıldan süzülerek gelen teamülleri devlet otoritesi tarafından zalimane usullerle tarumar edilmektedir. Doğu Türkistan Türklerinin inanç ve milliyet merkezinden her türlü hak arama ve mağduriyetlerinin tazmini talepleri tahrik, terör ve hukuksuzluk olarak değerlendirilmekte, her çeşit baskı reva görülmekte, devlet imkanları ile devlet tarafından ve devlet politikası olarak geniş kitleler üzerinde yıldırma faaliyetleri insaf ölçüleri ile ve evrensel ilkelerle hiçbir şekilde bağdaşamayacak bir tarzda tatbik edilmektedir. Çin devletinin Doğu Türkistan da imza attığı ve yukarıda küçük bir bölümü zikredilebilen zorbalıklara karşı insanlık onuru ve insan hakları kavramlarını dilinden düşürmeyen batı medeniyetinin ikiyüzlülüğü bir kez daha gözler önüne serilmektedir. Fakat Doğu Türkistan’ın kurtuluşu ve Doğu Türkistan Türklerinin ferah ümitleri asla sönmeyecek, kurtuluşun ve ferahın Doğu Türkistan ve Uygur Türklüğü için hayal ve imkansız olduğu kanaati asla kabullenmeyecektir. Çünkü iman en büyük imkândır. SONUÇ YERİNE, FELAH VE FERAH MERKEZİNDE ÖNERİLER Öncelikle belirtilmelidir ki Doğu Türkistan’daki yetimlik hali kesinlikle işgalci Çin tarafından dünden bugüne elde edilmiş, kolay gerçekleştirilmiş bir mevcudiyeti ifade etmemektedir. Çin’in asırlarca yürüttüğü, zihni olgunluğunu geliştirdiği, maliyetine bütün yönleriyle katlandığı bir faaliyetler bütününün ürünüdür. Bu bağlamda denilebilir ki Doğu Türkistan’ın kurtuluşu ve dünyanın her yerindeki Doğu Türkistan Türklerinin ferahı çok uzun ve çetin bir yoldan geçmekte, düşmanın azmini aşan bir azim ve onun sabrına denk bir sebatı, doğru kurgulanmış bir stratejiyi gerektirmektedir. Elbette ki Müslüman bir toplumun mutlak anlamda ferahı, vatanının kurtuluşundan geçer ve vatanın özgürlüğü sağlanmaksızın toplum tam manasıyla feraha kavuşamaz. Fakat Doğu Türkistan’ın yaşadığı badireler ve süregelen yıpratılmışlığı göz önüne alındığında Doğu Türkistan Türklerinin acilen ve tüm imkanlar seferber edilmek suretiyle bir rehabilitasyon sürecine tabi tutulmaları şarttır. Doğu Türkistan Türklerinin ferahı için, Doğu Türkistan’da ki Uygurlar ile Uygur Diasporası arasında ki birliktelik, iletişim imkanları tüm kanallar üzerinden geliştirilmeli, Uygur diasporasının dünya genelinde ki kamuoyu yaratma çalışmaları mümkün mertebe arttırılmalı ve yasallaştırılmalıdır. Doğu Türkistan’ın felahı için yapılacak faaliyetlerde esas destek noktası ve mücadelenin omurgası Doğu Türkistan ile benzer kadere sahip kişiler, kurumlar, organizasyonlar ve ülkeler olacağı unutulmamalıdır. Çünkü benzer kaderi paylaşmayanlar aynı sebeplerden kaynaklanan acıları bile aynı şekil ve şiddette hissedemezler. Bu sebeple Doğu Türkistan Türklerinin tabii ve haklı destekçisi ve Doğu Türkistan davasının öncelikli savunucusu Türk – İslam toplumlarıdır. Doğu Türkistan Türkleri ile omuz omuza ve her anlamda birlikte mücadele edebilecek partnerler Müslüman Türk topluluklarıdır, başta da Türkiye Türkleridir. Uygur Türkleri ile dünya genelinde ki Türk İslam Toplumlarının Doğu Türkistan davasının zaferi uğruna uzun vade de sonuca yönelik olarak ortak bir kanıya varılıp nasıl en verimli şekilde çalışabileceklerinin tespiti acilen yapılmalıdır. Doğu Türkistan davasının başarısı namına en önemli faaliyetlerden biri de bu meselenin bütün bir ümmetin meselesi haline getirilmesi gerekliliğidir. Zira İslam coğrafyası yer altı kaynakları ve insan zenginliği ile küresel satrançta hiçbir oyuncunun göz ardı edemeyeceği kadar mühim bir yer tutmaktadır. İnsan hakları ihlalleri sicili zaten çok kabarık olan Çin uluslararası arenada yoğun bir şekilde bu ihlaller göz önüne getirilerek edilerek rahatsız edilmelidir. Şüphesiz ki Çin dünya siyasetinde dev 176 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir faktördür, ekonomik dengelerde ise belirleyici bir unsurdur. Fakat unutulmamalıdır ki büyük güçlerin daima büyük düşmanları vardır çünkü büyük güçlerin çıkarları mutlak suretle birbiri ile çatışır. Sonuç olarak denilebilir ki nasıl ki yüzyıllar önce Türklerin önemli bir kısmını Orta Asya’dan göç etmeye ve Orta Asya’nın genelinde ki Türk hâkimiyetini zayıf kalmaya mecbur eden güç Orta Asya’yı çevreleyen yabancı milletlerin fiziki gücü değil de jeopolitik ve jeostratejik kudretleri ise bugün de uzun bir zaman ve çok yoğun bir çaba neticesin de Doğu Türkistan’ı kuruluşa ve Doğu Türkistan Türklerini feraha kavuşturacak güç, Türk unsurların sahip ve/ veya etkin olduğu jeopolitik güç ve jeostratejik dengelerdir. Şüphesiz ki zulüm asla payidar olamayacaktır. www.ulkuocaklari.org.tr 177 Ülkü Ocakları Eğitim Programı DOĞU TÜRKİSTAN CUMHURİYETİ (1944–1949) Faruk BOZBEY Doğu Türkistan’da Yakup Bey tarafından 1865’de kurulan Kaşgar Devleti 1877 yılında Yakup Bey’in ölümü ile birlikte yıkılmıştı. Bu tarihten itibaren Doğu Türkistan toprakları 1882 yılına kadar Çin ordusunun işgali altında kaldı. 18 Kasım 1884’de ise Çin İmparatorluğu Doğu Türkistan topraklarını Çin’in 19. eyaleti olarak yeni toprak anlamına gelen “Şin Cang” adını vererek merkeze bağladı. Doğu Türkistan 1933 yılına kadar Çin’in bir eyaleti olarak varlığını sürdürdü. 1931’de Hoca Niyaz’ın başını çektiği “Kumul Ayaklanması”, 1933’de ise Mehmet Emin Buğra’nın başını çektiği “Hoten Ayaklanması”, Mahmut Muhiti’nin başını çektiği “Turfan Ayaklanması” gibi isyanlar neticesinde Doğu Türkistan’da 12 Kasım 1933’de Sabit Damolla başkanlığında “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” devleti kuruldu. Fakat Sovyetlerin yanı başında böyle bir devletin kurulmasına tahammülü yoktu. Neticede Sovyetler Doğu Türkistan topraklarına doğrudan müdahale etmek yerine kendisine bağlı bir şahsiyet bularak devletin başına geçirdi. Bu şahsiyet ise Şın Si’den başkası değildir. Onun yönetimi önceleri barışçıl gözükse de Sovyet direktifleri neticesinde Doğu Türkistan topraklarına terör hâkim oldu. Böylece devlet kurulalı daha bir yıl olmadan yıkıldı. Ömrü bir yıl bile olmayan bu devlet Doğu Türkistan’ın geleceği için önemlidir. Çünkü bu devlet 1944 yılında kurulacak olan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ne öncülük etmiş, ışık tutmuştur. 1933–1943 yılları arası Sovyetlerin dolaylı yoldan yani Şın Si eliyle Doğu Türkistan’da istediklerini yaptığı dönemdir. Aslında Sovyetlerin Doğu Türkistan’daki bu derece üstün nüfuzları bu dönemde ortaya çıkmış değildir. Ruslar, Yakup Bey hâkimiyetinden itibaren Doğu Türkistan’ı takip etmeye başlamışlardır. Ruslar her buldukları fırsatta Doğu Türkistan topraklarına adamlarını yollayıp Doğu Türkistan’ı sosyolojik ve kültürel açıdan incelemişlerdir. Bunun neticesinde Sovyetler elde ettikleri bilgi birikimi vasıtasıyla Doğu Türkistan topraklarında etkin olabilmenin yolunu; bölge halkının cahil bırakılarak gerçekleşebileceğini tespit etmişlerdir. Nitekim Yakup Bey’den sonra Çin’in, 1933’den sonrada Sovyetlerin Doğu Türkistan’da uyguladıkları politika bu yöndedir. Sovyetlerin ise Doğu Türkistan’da Çin’e rağmen bu denli rahat hareket edebilmelerinin sebebi; Çin’de yaşanan Sovyet destekli komünistlerin başlattığı iç savaş ve 1930’lu yıllarda patlak veren Çin-Japon savaşıdır. Ayrıca Sovyet zulmünden kaçan Tatar, Kırgız ve Özbek Türkleri ile birlikte Doğu Türkistan’a sızan Sovyet ajanları da bölgede fitne ve fesadı eksik etmiyordu. NILKI İSYANI Nılkı, Cengiz Han’ın altıncı kuşaktan torunu Esen Boğa Han’ın oğlu Tuğluk Timur’un doğum yeridir. Doğu Türkistan’ın kuzey ucunda bulunan Nılkı çayından ismini alan bu nahiye komünist istilasına kadar Moğolların elindeydi. Nılkı’nın kuzeyindeki Kukavay dağlarından başlayıp güneyde, Nılkı’nın batısından Kaş nehrine dökülen Nılkı çayının civarında yerleşik bir Türk gurubu bulunmaktaydı. Herhangi bir boy ismiyle anılmayan bu grup hayvancılıkla uğraşmakta ve ileri bir medeniyete sahip bulunmaktaydı. Nılkı kent merkezinde ise esas topluluk Uygur Türk’lerindendir. Fakat Nılkı’nın mahalleleri ile birlikte en büyük nüfus başta Çinliler olmakla birlikte Moğollar ve Kazak Türklerine aittir. 1943’de Sovyetlerin Çin tarafından Doğu Türkistan topraklarından uzaklaştırılması ile birlikte bölge ekonomisi çöküşe geçti. Bir sonraki sene ticari emtialar önceki seneye göre en az yedi misli arttı. Bu durum bölgedeki Çinlileri daha da zengin ederken bölge halkını oldukça fakirleştirdi. 178 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Çinlilerden borç alıp ödeyemeyen halk adeta köle durumuna düştü, topraklarını kaybetti. Böylece Doğu Türkistan halkının isyandan başka çaresi kalmamıştı. Nılkı bölgesindeki Türkler bir araya gelerek Çin Müslümanlarını da içlerine aldılar. Türklük ve İslam bayrağı altında isyana hazırlananlar; Moğollara da “aynı zulmü paylaşanlar sizde gelin bizimle olun” diyerek onları da içlerine aldılar. Artık Nılkı’da çıkacak olan isyanın tek eksiği; isyana önderlik edecek bir şahsiyetti. Tam bu esnada lider de ortaya çıkmıştı; Kazak Türklerinden 40 yaşındaki Fatih Müslim. Fatih Nılkı’nın zenginlerinden olup bir çiftliği vardı. Fatih’i harekete geçiren hadise ise kardeşi Sadık’ın Çinliler tarafından tutuklanmasıdır. Fatih Müslim çiftliğinde Nılkı’nın ileri gelenlerini toplayıp isyan için hazırlık yapmaya başlar. İlk toplantı Mayıs 1943’de yapılır. Yapılan bu ilk toplantıya şunlar katılmıştır; Kanatbek Akalakçı, Orazkan Akalakçı, Leydin Ükünday ve Cakanbay. Toplantıda şu kararlar alındı; kan içici Çin hükümetine karşı halkımızı inkılâp ruhu ile terbiyeleyip, yakın bir zamanda bu hakimiyeti kökünden koparıp, yerine “Azat Doğu Türkistan Cumhuriyeti”ni kurmak için söz veriyoruz. Aynı zamanda birbirimizin canına kast etmemeye Allah kelamı ile yemin ediyoruz. Toplantıdan sonra Kanatbek, Fatih’in Sovyetlerden yardım aldığını öğrenince durumu Çin hükümetine bildirir. Fatih de durumdan haberdar olup hemen Nılkı’yı terk eder. Fatih’in Sovyetlerden destek aldığı doğrudur. Fakat O, biliyordu ki çok az kuvvetle Çin’e karşı mücadele etmek mümkün değildi. Ayrıca iki kuvvet arasında kalmaktansa denge siyaseti izleyerek Çin’e karşı Sovyetlerden destek almak daha akıllıcaydı. Fatih Müslim Nılkı’dan kaçtıktan sonra 30 arkadaşı ile birlikte Sovyet topraklarına geçti. 1944 yazında Sovyetlerden askeri eğitim alan Fatih ve arkadaşları tekrar sınırı geçip Ilastay’da karargâh kurdu. Ilastay, Nılkı’nın 20–30 kilometre kuzey batısındadır. Sovyetlerin Nılkı’da çıkacak bir isyanı desteklemesi bölgenin Sovyet sınırına biraz uzak olması nedeniyle dikkatlerin üzerlerine çekilme endişesini ortadan kaldırmaktır. Ayrıca dağlık bir bölge olan Nılkı’da Çin askeri kuvvetleri yok denecek kadar azdı. Fatih’in bir yıl aradan sonra tekrar Nılkı yakınlarında görülmesi Urumçi Çin hükümetinde telaşa neden olmuştur. Hükümet devamlı halkı Fatih’e karşı uyarmaya başladı. Fakat Fatih zaman geçirmeden gerilla savaşına başladı. Nılkı yakınlarındaki Çin karakollarını bastı. Bunun üzerine hükümet Fatih’in üzerine bir birlik gönderdiyse de başarılı olamadılar ve Fatih gelen kuvveti püskürtmeyi başardı. Artık Fatih Müslim tüm hazırlıklarını tamamlayıp Nılkı üzerine yürüdü. Ekim 1944’de Fatih Nılkı’yı ele geçirdi. Halk Fatih’i bir kahraman gibi sokaklarda karşıladı. O gün Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin ilk adımı atılmış oldu. Fatih Nılkı’yı ele geçirdikten sonra şehre dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı, şehrin etrafındaki stratejik noktalara birlikler yolladı. Bu noktalar; Gulca-Nılkı arasındaki Mezar köyü, Basilgen deresi ve Töte geçidiydi. Fakat Çin birlikleri Karatöbe’den Töte geçidini kullanarak Nılkı’ya hücum ettiler. Fatih gelen Çin kuvvetine karşı koyamayacağını anlayınca 27 günlük işgali bitirmek zorunda kaldı ve Nılkı’dan tekrar uzaklaştı. Fatih eski karargahına geri döndü. Fatih her ne kadar geri çekilmiş olsa da halk nazarında; O Nılkı’yı ele geçiren kahraman bir komutandı. Fatih artık gözünü Gulca’ya dikmişti. Fakat orayı ele geçirebilecek kuvvete sahip değildi. Kader bu engeli de aşması için Fatih’in önüne bir fırsat sundu. Daha önce Gulca’dan kaçıp Sovyetlere sığınan ve iyi askeri eğitim almış 200 kişi şehirde isyan çıkarttı. Bu tarihi fırsatı değerlendiren Fatih şehre girdi ve fazla mücadele etmeden şehri teslim aldı. DEVLETİN KURULUŞU Gulca’da yaşanan isyanın önderliğini yapan Alihan Töre ve beraberindekiler Fatih’in de yardımları ile başarıya ulaşmıştı. Böylece 11 Kasım 1944’de Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Alihan Töre devlet başkanı oldu ve 1 Ocak 1945’de devlet programı açıklandı. Devlet Programının ana hatları şöyledir; Doğu Türkistan toprakları Çin işgalinden kurtarılacak ve Doğu Türkistan halkının her türlü hakkı korunacaktır. İli yöresindeki diğer nahiyelerde kurtarıldıktan sonra, oralardan da gelen vekillerle birlikte yeni bir hükümet kuruldu. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin bayrağı da “Ay yıldızlı yeşil bayrak” olarak kabul edildi. 1945 Mayısında Doğu Türkistan Cumhuriyeti Milli Ordusu kuruldu. Bu ordu 10.000 kişi civarında olup başında General İshakbek bulunuyordu. Milli ordu Mayıs sonunda harekat kararı aldı. Haziran başında Dörbülcün ve Çöçek şehirleri ele geçirildi. Türk kuvvetleri Eylül’de Burçin şehrini ele geçirdi. Altay-Sarısümbe bölgesi ise kendiliğinden www.ulkuocaklari.org.tr 179 Ülkü Ocakları Eğitim Programı teslim oldu. Dahiyangzı ele geçirildiğinde milli ordunun sayısı 30.000’e ulaşmıştı. Çünkü her ele geçirilen şehirle birlikte milli orduya oldukça fazla gönüllü katılım oluyordu. Bu büyük kuvvet artık gözünü Alihan Töre’nin de emriyle Urumçi’ye dikmişti. Umrumçi’ye doğru harekete geçen ordu Şihu şehrini ele geçirdi ve Manas Nehri kıyısına kadar geldi. Artık Urumçi’nin ele geçirilmesi içten bile değildi. Doğu Türkistan’da tüm bunlar yaşanırken dışarıda farklı gelişmeler yaşanıyordu. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin bu denli hızlı büyümesi başta Çin olmak üzere Sovyetler ve diğer ülkeleri oldukça tedirgin etmişti. Alihan Töre biliyordu ki başta kendilerine yardım eden Sovyetlerin, Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin fazla büyüyüp kontrolden çıkmasını istemeyeceklerdi. Alihan Töre bu nedenle Hindistan ile bağlantıya geçmeye çalıştı. Sovyetlerde Doğu Türkistan’ın bu denli hızlı büyümesinin önüne geçmek için Çin ile bir anlaşma yaptı. Buna göre; Çin Moğolistan’ın bağımsızlığını tanıyacak, Sovyetler ise Doğu Türkistan’a karışmayacaktı. Bu anlaşmadan sonra Sovyetler, Alihan Töre’yi kaçırıp Sovyet topraklarına götürdüler. Bu hadiseden sonra Alihan Töre’den bir daha haber alınamadı. Alihan Töre’nin kaçırılmasından sonra yerine Ahmet Kasimi geçti. Çin devleti Doğu Türkistan Cumhuriyeti ile anlaşma kararı aldı. Neticede 8 ay süren pazarlıklar sonucu Haziran 1946’da Urumçi Uygur-Çin ortak hükümeti kuruldu. Buna göre Çin, Doğu Türkistan halkına; ticaret, din, basın ve hukuk özgürlüğü tanıyacaktı. Kurulan hükümetin resmi dili Çince ve Türkçe olacaktı. İlk ve orta dereceli okullarda Türkçe okutulacaktı. Kurulan hükümetin 25 üyesi olacak ve bu üyelerin 10’u Çinli, 5’ide Türk olacaktı. Aslında bu anlaşma Çin’in hazırladığı bir tuzaktı. Çin, Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin bu hızlı ilerleyişinin önünü kesmek ve oyalamak için bu anlaşmayı yapmıştı. Anlaşmanın uygulanmayacağı “25 Mart Olayı” ile ortaya çıktı. Urumçi birleşik hükümet binasının önüne toplanan 10.000 civarında Çinli “İli bölgesinde ölen kardeşlerinin intikamlarını alacaklarına dair yeminler ediyorlardı”. Onların asıl hedefi Ahmet Kasimi’ydi fakat O, olaydan önce binadan ayrılmıştı. Ahmet Kasimi yaşanan bu olaydan sonra Gulca’ya gitti. Ahmet Kasimi’nin bu hareketinden sonra Çinliler birleşik hükümetin başına Mesut Bey’i getirdi ve genel sekreterliğe de İsa bey’i getirdi. Mesut Bey bir Türk milliyetçisi olup, İli bölgesinde ki Türkiye Türkleri ile bir araya geldikten sonra Pantürkizm fikrini benimsemiştir. O, bu fikri yayabilmek için okullar kurmuş ve bu okullarda Türkiye’den getirilen kitapları okutmuştur. Çinlilerin böyle bir şahsiyeti başa getirmesinin sebebi Doğu Türkistan’da milliyetçi Türkleri ön plana çıkararak bölgedeki Sovyet etkisini kırmaktır. Fakat Çin’de 1949 yılında komünistlerin yönetimi ele geçirmesi ile birlikte yeni hükümet Urumçi’nin başına Burhan Şehidi’yi geçirdi. Koyu bir komünist olan Burhan Şehidi’de 26 Eylül 1949’da Çin’e teslim olduğunu açıkladı. Böylece kurulalı daha 5 yıl olmayan Doğu Türksitan Cumhuriyeti tarihe karışmış oldu. Sovyetlerin Doğu Türkistan topraklarında bir Türk devleti kurdurup daha sonra da yıkılmasına yardımcı olmasının sebebine gelince… 1943’de Sovyetlerin, Doğu Türkistan topraklarından Milliyetçi Çin tarafından uzaklaştırılırken Çin’e; geri geleceklerini ve intikam alacaklarını söylemişlerdi. Sovyetler Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kurdurmakla milliyetçi Çin’den intikamını almış ve komünist Çinlilerin nüfuzunu artırmak için bu devlet vasıtasıyla Çin’i tehdit etmiştir. Böylece “komünistlik beynelmilel vazifesini(!)” yerine getirmiş oluyordu. İşini sağlama alan Sovyetler Milliyetçi Çin’in mağlup olması durumunda diğer güçlü devletlerin –İngilizler ve Almanlar- Sovyetler ve Kızıl Çin arasında bir tampon bölge oluşturmasını engellemek için; Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin kendileri tarafından kurulduğunu ilan etmiştir. Nitekim Milliyetçi Çin’in yıkılmasından sonra Sovyetler Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin Kızıl Çin’e bağlanmasına yardımcı olmuştur. Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını elde ettiği bu beş yıl zarfında bölge hızla geliştirildi. Çok sayıda okul açıldı. İlim ve teknikte ilerlemeler kaydedildi. Bölgede siyasi birliğin sağlanması ile birlikte bölge halkının sosyal ve ekonomik durumu iyileştirildi. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin hâkim olduğu bölgeler; Çin’in yönetiminde olan bölgelere nazaran daha emin ve istikrarlı duruma geldi. Bölge halkından alınan vergi yarı yarıya azaltıldı. Bölgedeki tarım faaliyetleri de çok büyük bir gelişme gösterdi. Tarım yapılan alan neredeyse iki katına çıktı. Bölgede enflasyon durdu, tüketim 180 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı malları ucuzladı ve ticaret gelişti. Doğu Türkistan Cumhuriyeti bütçesinin 1/3’ü eğitim ve iktisadi faaliyetlere ayrıldı. Bölge adil yönetimden dolayı feraha kavuştu. Türk’ün varlığının nişanı olan bağımsızlığın Doğu Türkistan’da tekrar elde edilmesi; Doğu Türkistan Türklerinin milli birlik ve beraberlik arzusunun yükselmesine neden olmuştur. Böylece Doğu Türkistan Cumhuriyeti Devleti’nin yıkılmış olması her şeyin sonu değil, büyük bir bağımsızlık mücadelesinin başlangıcı olmuştur. www.ulkuocaklari.org.tr 181 Ülkü Ocakları Eğitim Programı UYGURLARIN HÜRRİYET MÜCADELESİ Kürşat HÜRMÜZLÜ Tarih incelendiği zaman sayısız devletin kurulup yıkılmış olduğu ve bu devletlerin kimisinin iyi kimisinin kötü anıldığı görülür. Beş bin yıldan fazla bir geçmişe sahip olan Türk tarihine bakıldığında kurulmuş olan hiç bir devletin hâkim olduğu topraklarda yönettiği milletlere zulüm ve işkence yapmadığı aksine onlara refah, mutluluk sağladığı yaşadıkları dinlerini, konuştukları dillerini ve bunun gibi daha bir çok konuda kendilerine özgürce yaşama hakkı sağladıkları görülür. Yakın tarihimize bakıldığında Osmanlı Devleti’nin fethettiği topraklarda tıpkı diğer Türk Devletleri gibi tebaasına aynı hoşgörüyü göstermiş olduğu bilinmektedir. Eğer atalarımız yönettikleri halklara Türkçe konuşma zorunluluğu veya müslüman olma zorunluluğu getirmiş olsalardı bugünkü genel dünya konjonktürü çok farklı yerde olmuş olurdu. Görülüyor ki bu kadar hoşgörüye rağmen milleti sadıka olarak nitelendirilen Ermeni milleti Osmanlı’yı sırtından vuran ilk millet olmuştur. O hoşgörünün üzerine yapılan ihanet görülmüşken bugün acımasız Çin zulmünün Doğu Türkistan’da yaşayan Uygurları karabasan gibi boğması yadırganmamalıdır. Yüz yıllar boyunca Türk devletleri ata topraklarında yaşadıkları süre boyunca Çinlilerle mücadele etmişlerdir. Türkler’in güçlü olduğu zamanlarda barış yoluna gitmişler, zayıfladıklarını hissettikleri anda ise yapılmış olan sulhu bozmuşlardır. Sulh zamanlarında bile çeşitli hainlikler planlayıp Türkleri sırtlarından vurmaya çalışmışlardır. Atalarımızın iyi niyetinden faydalanıp koca devletlerin yıkılmasında başrol oynamışlardır. Yine aynı Çinliler bugün orada bağımsızlık mücadelesi Uygur Türklerine kan kusturup hayat hakkı tanımamaktadırlar. Tıpkı İran Devletinin Güney Azebaycanlı kardeşlerimize yaptıkları gibi, tıpkı şu anda yönetimde olan Kürtlerin K.Irak’ta Türkmen kardeşlerimize yaptıkları gibi tıpkı Balkanlarda yaşayan kadeşlerimizin yaşadıkları zulüm ve işkenceler gibi Doğu Türkistan’da yaşayan kardeşlerimiz de aynı zorlukları yaşıyor ve istiklal mücadelesi vermeye çalışıyorlar. Uygur adı Türkçe kaynaklarda, Orhon yazıtlarında ilk defa 716 yılındaki olaylar sırasında, Uygur İlteberi’nin ismi vasıtasıyla söylenmiştir. Çin kaynaklarında Uygur adının Hui-hu, Hui-he, Weihu, Wei-wu gibi çeşitli şekillerde yazıldığı görülür. Bütün bu değişik yazılışlar Uygur adını ifade etmektedir. Uygur adının anlamı ve etimolojisi hakkında çeşitli görüşler vardır. Uygur’un manasının “şahin gibi hızla hücum eden, orman halkı”, “çukur” anlamlarında olduğu söylenmiştir. Kâşgarlı Mahmut’un yazmış olduğu Divan-ı Lugatit Türk’te ise , “kendi kendine yeter” manasında kullanıldığı belirtilmektedir. Kelimenin genellikle Uy+gur şeklinde geliştiği, “akraba, müttefik” anlamında olduğu, On Uygur adının da “On Müttefik” anlamına geldiği yolunda açıklamalarda bulunulmuştur. Çin kaynakları, Uygurların Kök Türkler gibi Hunların neslinden olduğu yolundaki haberlerde hemfikirdirler ve Kök Türkler gibi onların da kurttan türediklerini söylerler. Fakat bunun yanı sıra Uygurların ağaçtan türediklerine dair efsaneler de vardır[10]. Uygurlara ait en eski kayıtların M.Ö. 176 ve 43 yıllarında Issık-Köl civarlarındaki kalıntılarda bulunduğu söylenmektedir. Karabalgasun yazıtının Çince yüzünde Uygurların dokuz aileden meydana gelmiş oldukları anlatılır, fakat bu “dokuz aile”nin adı tek tek sayılmamıştır. Uygurları meydana getiren dokuz aileyi şu şekilde sayılabilir: 1) Yüe-lo-ko (Yaglakar), 2) Hu-to-ko (Uturkar), 3) To-lo-wu/Hou (Kürebir), 4) Mo-Ko-si-k’i (Bakasıkır), 5) A-vu-ti (Ebirçeg), 6) Ko-sa (Kasar), 7) Hu-Wu-su, 8) Yüe-wu-ku (Yagmurkar), 9) Hi-Ye-Vu (Aymur/Eymür). Bunların liderliği ise Yaglakar ailesinin elinde bulunuyordu. 182 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Doğu Türkistan’ın, tarihte birçok Türk Devlet’ine ev sahipliği yapmış olduğu bugün herkes tarafından bilinmektedir. Tarihi kaynaklarda, Teoman Yabgu tarafından M.Ö. 220 yılında kurulduğu kaydedilen Büyük Hun İmparatorluğu’nun asırlarca hâkimiyeti altında bulunan Doğu Türkistan; bu imparatorluğun M.S.430 yıllarında yıkılmasından sonra, başka bir Türk Devleti’nin hâkimiyeti altına girmiştir. Bu devlet ise Türk adını isminde ilk defa kullanan Göktürk Devleti’dir. M.S.552 yılından itibaren varlığını hissettirmeye başlayan Göktürk Devleti, bütün Türkistan hükümdarlarını boyunduruğu altına alarak, büyük bir imparatorluk vücuda getirmiştir. 660 yılında bir ara Çin istilasına uğrayan Doğu Türkistan, Kapağan Han zamanında 669 Çinlilerden geri alınmıştır. Göktürk İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla, hâkimiyet yeni Türk devletinin eline geçmiştir. Türkeş Devleti, Karluk Devleti ve Uygur Devleti gibi devletlerin idarelerinden sonra, Türk tarihinin en büyük devletlerinden olan Karahanlılar Devleti, Doğu Türkistan’a adeta yepyeni bir kapı açarak onları bambaşka bir âleme götürmüştür. Bu devreye kadar Türk toplumlarında, tek tük İslam olma olayları görülmekteyse de, Karahanlılar devrinde İslam Dini Türk milletinin vazgeçilmez hayat kaynağı olmuştur. Öteden beri hiç bir yabancı din kendilerine yakıştırmayan Türkler, Karahanlı Devleti’nin devlet politikası içerisinde kısa zamanda İslam Dini ile şereflenmişlerdir. Karahanlılar’dan sonra, Karahıtaylılar ve Moğollar hakimiyetini de yaşayan Doğu Türkistan, 1760 yılında Çin-Mançur istilasına maruz kalmıştır. Mançurların ülkeye girişleriyle korkunç bir işkence ve zulüm devri başlamış, boyunduruk altında olmayı kabul edemeyen ve gururlarına yediremeyen atalarımız Türkler, zaman zaman Mançur yönetimine karşı ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmalar içerisinde 1863 yılında, bütün ülke çapında başlatılan kurtuluş hareketi kısa zamanda gelişmiş ve Yakup Han Bay Devleti’nin gayretiyle Çinliler ülkeden çıkartılarak milli bir devlet kurulmuştur. Yakup Bey’in bu hareketi İngilizlerin dikkatini bu bölgeye vermelerini sağlamıştır. Yakup Bey bir yandan İngilizlerle dostça münasebetler kurmaya çalışırken, diğer yandan da Osmanlı Devletine oğlu Seyid Yakup Han Töre (Hoca Töre)’yi yollayarak Osmanlı padişahı aynı zamanda İslam Dünyasının halifesi Sultan Abdülaziz’den yardım talep eder. Hoca Töre, Türkistan’daki gelişmeleri sultana ve ileri gelenlere ilettikten sonra sultanın yüksek himayesine girmek istediklerini belirterek Doğu Türkistan’daki halkın da Osmanlı tebaası olmak istediğini anlatır. Sultan bu isteğe kayıtsız kalmayarak bir gemi ile silâh ve asker yardımı yollamıştır. Bu andan itibaren Yakup Bey, sultanın verdiği emirlik unvanını alarak hâkimiyeti altındaki topraklarda hutbeyi Abdülaziz Han adına okutmuş ve sikkeleri onun adına bastırmıştır. Emir Yakup Bey elini daha da kuvvetlendirmek için Petersburg’a elçi yollayarak Rusya ile de dostça ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Ne yazık ki Yakup Bey 1877 yılının Mayıs ayında vefat etmiş ederek Doğu Türkistan halkını yasa boğmuştur. Yakup Beyin vefatını fırsat bilen Çinliler hiç vakit geçirmeden yaptıkları taarruzla 16 Mayıs 1878’de Doğu Türkistan’ın tamamını işgal ve istilâ etmişlerdir. Bir süre Zo Zungtang komutasındaki ordu tarafından idare edilen Doğu Türkistan, 18 Kasım 1884’te Çin imparatorunun emriyle 19. eyalet olarak Şin-cang (Xin jiang “Yeni Toprak”) adıyla doğrudan imparatorluğa bağlanmıştır. Doğu Türkistan üzerindeki Mançu sülâlesinin hâkimiyet ve idaresi 1911 yılına kadar devam ancak, Çin’de cumhuriyet rejimi kurularak Mançu sülâlesi yıkar ve bu rejim de bölgeyi sadece kâğıt üzerinde elinde tutar. Bu boşluktan istifade eden mahallî idareciler merkezin zayıflığını da fırsat bilerek tamamen bağımsız hareket etmeye başlamışlardır. Bu zaman zarfında Doğu Türkistan idarecilerinin Çinli olduğu hatırlanmalıdır.Tarih 1930’lu yılları gösterdiğinde, yerli idarecilerin halk üzerindeki baskıları artmış ve halkı bezdirmişti. Bunun bir sonucu olarak yer yer ayaklanmalar patlak vermeye başlar. Bunlardan en önemlileri şunlardır: Hoca Niyaz Hacı liderliğinde, Nisan 1931’de Kumul ayaklanması, Mahmut Muhiti liderliğinde, Ocak 1933’te Turfan ayaklanması Mehmet Emin Buğra liderliğinde, Şubat 1933 Hoten ayaklanması www.ulkuocaklari.org.tr 183 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bunların yanında, yine 1933 yılı içinde Tarım havzasında Timur ve Osman isimli kişilerin liderliğinde, Altay’da Şerif Han Töre liderliğinde ayaklanmalar patlak verdi. Bütün bu ayaklanmalar sonuç verdi ve aynı sene Ürümçi şehri haricinde bütün Doğu Türkistan Çinlilerden temizlendi. İhtilâllerin ilk başladığı yer olan Kumul’daki ayaklanmaya Döngenlerden Ma Jung Ying, Mayıs 1931’de emrindeki yüz gönüllü ile katıldı; ancak yaralanınca Temmuz’da Kansu’ya döndü. Kumul’a Eylül 1931’de Ruslar yardım teklif etti ise de Kumul ihtilâlcileri reddetti. Bunun üzerine Rusya Doğu Türkistan’ın valisi Jing Şu Ren’le Ekim ayında gizli bir antlaşma yaparak vali kuvvetlerine silâh yardımına başladı. Buna rağmen bölgeye hâkim olamayan Jing Şu Ren, Nisan 1933’te Rusya üzerinden Çin’e kaçınca başkumandan Şing Şi Sey kendini askerî vali ilân ederek idareyi ele aldı. 1933’te Ma Jung Ying binden fazla gönüllüyle tekrar gelerek 16 Haziranda Hoca Niyaz Hacıyla görüştü. Ma Jung Ying’in bütün askerî işleri tek başına ele almak istemesine Hoca Niyaz karşı çıktı. Bunun üzerine Ma ihtilâlcilere saldırarak ellerindeki silâh ve mühimmatı aldı. Hoca Niyaz’ın zor duruma düştüğünü gören Rusya, Hoca Niyaz’a Şin ile anlaşmasını teklif etti. Teklifi değerlendiren Hoca Niyaz, 9 Temmuz 1933’te Şin ile anlaştı. Antlaşmaya göre Tanrı dağlarının güneyi Hoca Niyaz’ın, kuzeyi de Şin’in idaresinde olacaktı. Antlaşma Ürümçi’de imzalandı. Bu şekilde 12 Kasım 1933’te, Kâşgar’da “Şarkî Türkistan İslâm Cumhuriyeti” ilân edildi ve aşağıdaki hükûmet kuruldu: Cumhurbaşkanı Hoca Niyaz Hacı Başbakan Sabit Damollah Abdülbaki Erkan-ı Harbiye Reisi General Mahmut Muhiti İçişleri Bakanı Seyitzade Yunus Bek Dışişleri Bakanı Kasım Can Eğitim Bakanı Abdulkerimhan Mahdum Evkaf Bakanı Şemsettin Turdi Adalet Bakanı Zarif Kari Ziraat ve Ticaret Bakanı Abdul Hüseyin Maliye Bakanı Ali Ahun Harbiye Bakanı Oraz Bek Sağlık Bakanı Abdullah Hani Ocak 1934’te Çöçek ve Altay sınırından giren Kızıl Ordu, Ürümçi civarında Ma Jung Ying’i bozguna uğratarak Kâşgar’a doğru ilerlemeye başladı. Bu arada Ürümçi’den Kâşgar’a gelen başkonsolos Afserof, Hoca Niyaz ile görüşerek hükûmetin lâğvedilmesi ve kendisinin Ürümçi’de Şing Şi Sey ile birlikte ortak idare kurmasını teklif etti. Bunu kabul etmek zorunda kalan Hoca Niyaz, Afserof ile birlikte Kâşgar’dan ayrıldı. Ürümçi’de genel vali yardımcısı oldu ve böylece hükûmet sona erdi. Eylül 1938’de Şing Şi Sey, Stalin’in mümtaz misafiri olarak Moskova’ya gitti ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne üye oldu. Nisan 1937’de çıkan ihtilâlin bastırılmasının ardından Hoca Niyaz tutuklandı; sonra da Şerif Han Töre ve diğer mücahitler gibi işkence ile öldürüldü. Aynı yıl Barköl’de dört ayaklanma ile Şubat 1940’ta ve Haziran 1941’de Altay’da çıkan ayaklanmalar kanlı bir şekilde bastırıldı. Şing Şi Sey bir yandan Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurarken diğer yandan Çin ile gizlice 184 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı anlaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında fırsatını bulan Şing Şi Sey Çin’e bağlılığını ilân etti. Bunun üzerine önceden sınıra yığınak yapmış bulunan Çin ordusu ülkeye girdi, Kızıl Ordu Doğu Türkistan’ı terk etti. Bu, Milliyetçi Çin’in Doğu Türkistan’a soktuğu ilk kuvvetti. Halk Çin işgaline karşı yer yer direnişe geçti. Bunlardan bir kısmını Rusya desteklemekteydi. Eylül 1944’te İli’de çıkan ayaklanma sonuç verdi ve İli, Altay, Tarbagatay vilâyetleri kurtarılarak 12 Kasım 1944’te “Şarkî Türkistan Cumhuriyeti” ilân edildi: Cumhurbaşkanı Ali Han Töre Cumhurbaşkanı Vekili Hekim Hoca Beg Genel Sekreter Abdürrauf Beg Maliye Bakanı Enver Musabay Eğitim Bakanı Seyfettin Azizi Sağlık Bakanı Muhittin Kanat Adalet Bakanı Mehmet Can Mahdum İli’de hükûmet kurulduktan sonra Ruslar isyancılara yardım olarak silâh, askerî ve sivil müşavirler yolladı. Bu müşavirler vasıtasıyla Rusya, Çin’le antlaşma yapılmasını telkin etti. Bunun üzerine Çin’le görüşmeler başladı. Çin görüşmelerde aracı olmaları için literatürde “Üç Efendi” olarak bilinen İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Mesut Sabrı’yi Doğu Türkistan’a davet etti. Ülkeye gelen Üç Efendi çoğunlukla gençlerin dinleyici olarak katıldığı bir konferans düzenleyerek tam bağımsızlığa ulaşmak için önce Çin’e bağlı bir millî muhtariyet kurulmasının ve bu şekilde kültürün, mefkûrenin ve iktisadî hayatın yükseltilmesinin en uygun yol olduğunu, bir süre sonra Doğu Türkistan’ın Rus boyunduruğuna girme tehlikesinden de uzak olarak bağımsız olabileceğini anlattılar. Görüşmelerin sonunda anlaşma sağlandı. Ancak antlaşmaya taraftar olmayan Ali Han Töre ile birkaç reis Rusya’ya kaçırıldı. Antlaşma neticesi Ürümçi’de 15’i yerli, 10’u da Çinli olmak üzere 25 kişilik ortak bir hükûmet kuruldu. Buna göre Çinli general Zhang Zhi Zhong Genel Vali, Kremlin yanlısı olan Ahmetcan Kasım ile Burhan Şehidî de vali muavinleri olmuşlardı. Aynı hükûmete Mehmet Emin Buğra Bayındırlık Bakanı, Canım Han Maliye Bakanı, İsa Yusuf sandalyesiz üye olarak girmiş, Mesut Sabri de Eyalet Genel Müfettişi olmuştu. İhtilâl kuvvetlerinin altında olan ve Ruslarca desteklenen İli, Altay, Tarbagatay vilâyetlerine Çin eli uzanmıyor, güneydeki Çinlileştirme politikası ise halkın kuzeydeki gibi Rusya’ya meyline sebep oluyordu. Bunun üzerine Çin, Mesut Sabri’yi genel valiliğe, İsa Yusuf’u da hükûmet genel sekreterliğine atamak yoluyla idareyi milliyetçilere bıraktı. Hükûmetin Rus yanlısı üyeleri bu yeni durum karşısında İli bölgesine çağrıldılar ve hükûmetten çekildiler. “Milliyetçi hükûmet” ilk iş olarak Türkleşme prensibiyle eğitime el attı. Bu hareket Çin’i ve Rusya’yı telâşlandırdı. 1948’de Doğu Türkistan’da bulunan Çin silâhlı kuvvetleri başkumandanı bir beyanname yayınlayarak yerli milliyetçilerin Rus taraftarlarından daha tehlikeli olduğunu ifade etti. Aynı sıralarda Çin’de Mao’nun meşhur yürüyüşü gerçekleşmekteydi. Bunun bir neticesi olarak Çin hükûmeti, S.S.C.B.’ne hoş görünmek amacıyla, 1 Ocak 1949’da Mesut Sabri ve İsa Yusuf’u işten el çektirdi. Yerlerine Kremlin yanlısı komünist Burhan Şehidî getirildi. Bu arada Çinli komünistler yavaş yavaş Çin’e hâkim olmuş ve Doğu Türkistan sınırına dayanmıştı. Eylül 1949’da Doğu Türkistan’daki milliyetçi Çin birliklerinin başkumandanı, Çin komünist hükûmetine bağlılık ilân etti. Böylece komünist ordu hiçbir askerî kuvvetle karşılaşmadan ülkeye girdi. İsa Yusuf, Mehmet Emin Buğra ve binlerce Uygur ve Kazak Türkü Hindistan ve Pakistan’a iltica etti. Mesut Sabri şehit edildi. Böylece Doğu Türkistan’daki karanlık günler başladı. On binlerce aydın öldürüldü ve hapislere atıldı. www.ulkuocaklari.org.tr 185 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Doğu Türkistan’da yaşanan zulüm ve işkenceler daha doğru bir tabir ile yapılan soykırım o tarihten günümüze kadar devam etmektedir. Ata topraklarımızda yaşanan bu insanlık dışı olayların durdurulması ve son verilmesi için Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Dışişleri nezdinde hemen harekete geçmeli ve Çin hükümetini bu konuda bir an önce uyarmalıdır. Doğu Türkistan’ın gerek yer altı gerekse yer üstü zenginlikleri bol miktarda petrolün, uranyumun ve bunun daha bir çok değerli madenin bulunması Çinliler için ata topraklarından vazgeçememenin en önemli sebepleri olarak gösterilebilir. Tıpkı K.Irak’ta olduğu gibi Kürtlerin ve A.B.D’nin o topraklardan vazgeçmek istememesi gibi. Genele bakıldığında isimler ve yerler değişse de yaşanan sorunların ve oynanan oyunların hep aynı olduğu görülüyor. Ne zaman ki başımızı gömdüğümüz topraktan çıkartırız, ancak o zaman dünyanın çeşitli yerlerinde bizden yardım bekleyen kardeşlerimizin imdadına koşabiliriz. 186 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı YAKUP BEY HÂKİMİYETİ DEVRİNDE DOĞU TÜRKİSTAN (1865–1877) Ahmet Faruk BOZBEY Yakup Bey Hâkimiyetinin Kuruluşundan Önce Doğu Türkistan’ın Durumu Timurilerden sonra Türkistan’da büyük bir siyasi otorite kurulamamıştır. 16. yüzyılın başında Buhara ve Hive hanlıkları, 18. yüzyılın başında kurulan Hokand Hanlığı Maveraünnehir’in etrafında kısmen siyasi otoriteyi sağlamışlardır. Kazakların kurdukları küçük hanlıklar 18. ve 19. yüzyıllarda İdusu bölgesinde Ruslara bağlı hanlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Doğu Türkistan’da ise siyasi otorite olmaksızın Çin’e tabi şehir devletleri görülmektedir. Doğu Türkistan Çin’e doğrudan veya dolaylı olarak Çin’e bağlı kalmıştır. 1757 yılında Çin ordularının Doğu Türkistan’a hücum ettiği sırada, Doğu Türkistan’ın idaresi “Hocalar” elindeydi. Çin İmparatorluğu 17. yüzyılda Doğu Türkistan’ı işgal ettikten sonra bölgeyi doğrudan İmparatorluğa bağlamak yerine halk üzerinde büyük nüfuzu olan Hocaları şehirlere vali tayin ederek, dolaylı yoldan Doğu Türkistan’da hâkimiyetini kurmaya çalışmıştır. Çin İmparatorluğunun Doğu Türkistan’da Hâkimiyet kurma çabaları yani 1757’de Çin ordusunun Doğu Türkistan’a girmesi ve Yakup Bey’in otoriteyi ele aldığı 1865’e kadarki 110 yıllık süre zarfı birinci Çin istilası dönemi olarak adlandırılmaktadır. Yakup Bey Hâkimiyeti’nin Sağlanması (Kaşgar Devletinin Kurulması ve Gelişmesi) İsmi Kaşgar Devleti ile birlikte anılan Muhammed Yakup Kuşbeyi Hokant Hanlığına bağlı Taşkent’in Pişkent kasabasında 1820 yılında doğmuştur. Yakup Bey çeşitli beyler ve devlet görevlilerinin hizmetinde bulunduktan sonra eniştesi Taşkent valisi Nur Muhammed vasıtası ile Hokand askeri kuvvetlerine girmiş, kısa zamanda yükselerek Hokant Hanı Hudayar’a yaver olmuştur. Daha sonra yüzbaşı ve 1847 yılında binbaşı rütbesini almıştır. Aynı yıl evlenmiş ve üç oğlu dünyaya gelmiştir. Nur Muhammed, Yakup Bey’i Çenaz’a savcı tayin etmiş ve buradan da Evliya Ata’ya atanmıştır. Yakup Bey Akmescid’te bulunduğu süre zarfında pek çok servet sahibi olmuştur. Yakup Bey Ak Mescit hâkimi iken Hokand’a bağlı kazak ve Kırgızlar zekâtlarını vermeyip hükümet görevlilerini kovunca 1852’de Kazak ve Kırgızlar üzerine yürür 110 kadar köyü talan edip mallarına el koyar. Bununla yetinmeyen Yakup Bey Hokant sınırları dışına çıkıp Ruslara bağlı Kazak ve Kırgızlarında mallarını yağmalar. Bu durumu haber alan Hudayar Han Taşkent hâkimi Nur Muhammed Bey’e Yakup Bey’in yaptıklarını bildirerek cezalandırılmasını emretmiştir. Yakup Bey bu durum üzerine pek çok hediye ile Hokand’a gelerek Hudayar Han’ı ziyaret etmiştir. Bunun üzerine Hudayar Han Yakup Bey’i Akmescid’den alarak Nur Muhammed’in hizmetine vermiştir. 1853’de Akmescid’i Ruslara karşı müdafaada gösterdiği askeri başarı ile bu sahadaki kabiliyetini ortaya koymuş ve bu başarı ona büyük şöhret kazandırmıştır. Gösterdiği bu başarılardan dolayı 1863’den itibaren Rusların Hokand toprakları üzerinde ilerlemeye başlamasıyla Çimkent’in müdafaası görevi Yakup Bey’e verilmiştir. Fakat Rusların hücumlarına dayanamayan Yakup Bey şehri boşaltmak zorunda kalmıştır. 1865’de Taşkent’i Ruslara karşı kahramanca müdafaa ederken ölecek olan Âlim-Kul’un yanına dönmüş ise de Hokand Hanlığına hâkim olmak düşüncesinde olan Âlim-Kul tarafından adeta Taşkent’ten uzaklaştırılmıştır. www.ulkuocaklari.org.tr 187 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1864’de Kaşgar’ı ele geçiren Çinliler üzerine, 1865’de ilk hücumunu yapan Yakup Bey geri çekilmek zorunda kalmıştır. Fakat daha sonra Taşkent’in Rusların eline geçmesi ile bir takım Hokand askerleri Yakup Bey’in hizmetine girmiştir. Hokand’da gerekli hazırlıkları yapan Yakup Bey, Büzürg Han ile birlikte Kaşgar’a hücum etmiş ve yapılan mücadeleyi kazanarak Çinlileri Kaşgar’dan atmıştır. Yakup Bey’in Doğu Türkistan topraklarına girişini halk büyük sevinç gösterileri ile karşılamış ve kısa zamanda binlerce kişi Yakup Bey’in ordusuna katılmıştır. Yakup Bey, ordusuna katılan bu gönüllüleri kısa zamanda eğitip disiplinli askerler haline getirmiştir. 1866’da Büzürg Han ile Yakup Bey halkın sevinç gösterileri ile Kaşgar’a girmişlerdir. Ne var ki Yakup Bey’in ordu kumandanı olarak Kaşgar’a girmesi Sadık Bey’i rahatsız etmiştir. Büzürg Han bu iki kumandan arasındaki rekabette tercihini Yakup Bey lehinde kullanınca Sadık Bey sahneyi genç rakibine bırakmak zorunda kalmıştır. Daha sonra Yakup Bey’in, Sadık Bey’in adamlarının ellerindeki silahları almaya kalkışmasıyla ortalık karışmış ve yaşanan çarpışmada Sadık Bey ölmüştür. Bunun üzerine Sadık Bey’in askerlerinin çoğu Yakup Bey’in saflarına katılmıştır. Böylelikle Yakup Bey Doğu Türkistan’daki askeri gücün yegâne sahibi olmuştur. Yakup Bey bundan sonra askeri işlerin yanında idari işlerle de ilgilenmeye başlamıştır. Büzürg Han bu durum karşısında Yakup Bey’i “Kuşbeyi” yani başbakan yapıp elini devlet işlerinden kısmen çekmiştir. Böylelikle Yakup Bey hem ordunun hem de ülkenin idarecisi konumuna gelmiştir. Fakat Büzürg Han’ın kendi başarılarını kıskanıp aleyhinde bir vaziyet alması üzerine 1867’de Yakup Bey, Büzürg Han’ı Mekke’ye hacca göndererek Doğu Türkistan’ın mutlak hâkimi olmuştur. Yakup Bey Hokand hükümetinin sona erdiğini ilan edip kendisini de Kaşgar ve Yarkent’in hükümdarı ilan etmiştir. Devletin Gelişmesi ve Yapılan Fetihler Kurulan devletin bir şehir devleti veya mahalli bir idare olmadığı daha sonra yapılacak olan fetihler ve diğer devletlerle kurulan diplomatik ve ticari ilişkilerden anlaşılmaktadır. Yakup Bey devletin başına geçtiği vakit ilk icraat olarak düzenli bir ordu kurmuştur. Yakup Bey ilk fetih hareketini Maralbaşı’nın üzerine yapacaktır. Çünkü hem doğu sınırını korumak hem de Döngel istilalarını engellemek Maralbaşı’nın alınmasına bağlıydı. Ayrıca bahsi geçen bölge Aksu, Kaşgar ve Yarkent yollarının birleşme noktası idi. Yakup Bey Maralbaşı’yı ele geçirdikten sonra bölgedeki Çin kalelerine yönelmiştir. Bölgedeki en önemli kale olan Yenihisar üzerine hücum eden Yakup Bey şehrin iyi direnişi ile karşılaşmış fakat tam başarısız olmak üzere iken daha önce Ruslarla savaşırken edindiği tecrübeler sayesinde kale duvarını havaya uçurarak kale halkının paniğe kapılmasını sağlamıştır. Bunun üzerine kale kumandanı kaleyi Yakup Bey’e teslim etmek zorunda kalmıştır. Yakup Bey’in 1866’da elde ettiği bu zaferle birlikte şöhreti bütün Doğu Türkistan’a yayılmıştır. Böylelikle uzun süredir parçalanmış bir vaziyette olan Doğu Türkistan’ın tekrar birleşmesi için gerekli zemin hazırlanmıştır. Yakup Bey’in bu başarısı Döngenlerin ve Kuça Hocalarının hâkimiyeti altında olan Yarkent’de değişik tepkilere yol açmıştır. Şöyle ki şehirde yaşayan Müslümanlar Yakup Bey’e bağlanmak isterken şehrin hâkimi Döngenler ve Hocalar şehri teslim etmek istemiyorlardı. 1867 baharında Yarkent’i kuşatan Yakup Bey şehrin çok iyi savunulduğunu görünce daha fazla kan akmaması için muhasarayı kaldırmıştır. Böylelikle Yakup Bey’in Yarkent’i ele geçirmek için yaptığı ilk sefer başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yakup Bey başarısızlıkla sonuçlanan ilk Yarkent seferinden sonra hazırlıklarını tamamlayıp tekrar Yarkent önlerinde görünür. Döngenler ve Hocalar bunun üzerine 10.000 kişilik bir kuvvet hazırlayıp Yakup Bey’in ordusuna bir gece baskını yapmak isterler. Fakat Yakup Bey bu planı daha önceden haber alıp Yarkent ordusuna pusu kurarak orduyu ortadan kaldırır. Yakup Bey bunun üzerine şehrin teslimini ister. Şehrin hâkimi önce teslim olmak istemese de şehirdeki Müslümanların baskısına dayanamayarak şehri teslim etmek zorunda kalır. Böylelikle 12 Eylül 1867’de Yarkent Yakup Bey’e bağlanmış olur. Yarkent’i de ele geçiren Yakup Bey ordusuna güçlendirerek Doğu Türkistan’ın diğer şehirlerini de almaya muktedir hale gelmiştir. Yakup Bey’in bu başarıları devlet içindeki bir takım zevatı rahatsız etmiştir. Onun askeri harcamalara çok önem vermesi hasebiyle halkın daha çok vergi vermesi durumu ortaya çıktığı için onu Büzürg Han’a şikâyet ederler. Ayrıca bu fitneci grup Büzürg Han’a Yakup Bey’in yerinde gözü olduğunu söylerler. Fakat amaçlarına ulaşamazlar. 188 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yakup Bey Maralbaşı, Yenihisar ve Yarkent’i ele geçirdikten sonra yönünü Hoten’e çevirmiştir. Çünkü Hoten şehri ticaret yollarının üzerinde olup halkı çalışkan idi. Bu dönemde şehrin başında Hacı Habibullah bulunuyordu. Çin ile arası iyi olan Hacı Habibullah, Çin’e vergisini zamanında vermekte ve şehir halkını ticaret sayesinde huzur ve refah içerisinde yaşatmaktaydı. Bu nedenle şehir istikrarlı bir yapıya sahipti. Ayrıca Hacı Habibullah şehri düşmanlarına karşı çok iyi savunuyordu. 1867 Kasımında hazırlıklarını tamamlayan Yakup Bey Büzürg Han’ı da yanına alarak Hoten üzerine yürüdü. Şehrin halkı hükümdarını çok sevdiği için şehri top yekûn savunmaya karar verdi. Bunun üzerine Büzürg Han Müslüman kanı dökülmemesi için Hacı Habibullah’a ittifak teklif eder. Hacı Habibullah teklifi ret etmesine rağmen Yakup Bey’in daveti üzerine karargâh’a görüşmeye gelir. Burada yapılan tartışmalar esnasında Hacı Habibullah öldürülür. Fakat Yakup Bey ölümü gizleyerek şehre girer. Hükümet görevlilerinin tutuklanması ile birlikte gerçek ortaya çıkar. Şehir halkı isyan etmek istediyse de başarı gösteremez ve mecburen Yakup Bey hâkimiyetini tanımak zorunda kalır. Böylece Yakup Bey Hoten’i de ele geçirmiş olur. Yakup Han hükümdarlığını ilan ettikten sonra ilk seferini Kuça üzerine yapacaktır. Çünkü Yakup Han Kuça, Üç-Turfan, Aksu ve Urumçi’yi kontrolü altına alarak Doğu Türkistan siyasi birliğini kurmak istiyordu. Yakup Han Müslüman kanı dökülmemesi için bu şehirlere elçiler göndererek kendisine bağlanmalarını istedi. Bu davete Aksu icabet etmişse de diğer şehirler özellikle Kuça sert bir biçimde karşı çıkmıştır. Zira Kuça Hocalar hâkimiyeti altında idi. Yakup Han Hocalarla savaşmak istemese de Doğu Türkistan siyasi birliği için buna mecbur kaldı. Yakup Han ordusunu alarak Önce Aksu’yu ele geçirdi. Daha sonra Kuça üzerine yürüyen Yakup Han karşısına çıkan orduları tek tek yenerek Kuça’yı ele geçirdi. Bu gelişmeler üzerine Üç-Turfan kendi istediği ile Yakup Han idaresine girdi. Yakup Han 1868’de Urumçi hariç diğer şehirleri ele geçirmiştir. Bundan sonra Yakup Han fetihlere ara vererek 1868 ve 1869 yıllarında devletin iç işlerini ve devletin yeniden yapılanması ile uğraştı. Döngenlerin ülkenin doğusundaki en büyük merkez olan Urumçi’ye hâkim olması ve Yakup Han’ın ticaretine engel olması sebebiyle Yakup Han doğu seferine çıkma kararı aldı. Yakup Han hazırlıklara başladığı sırada Döngenler önce davranıp Yakup Han’ın uç kuvvetlerine baskınlar yaptılar. Yakup Han hazırlıksız yakalanmasına rağmen Döngenlerin 20,000 kişilik kuvvetine karşı 15,000 kişilik bir kuvvet yolladı. Fakat bu ordu başarılı olamayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bununla yetinmeyen Döngenler savunmasız olan Kuça’yı işgal etti. Bunun üzerine Yakup Han 23,000 kişilik asıl ordusuyla harekete geçti. Bunu duyan Döngenler şehri yağmalayıp boşalttılar. İlerleyişini sürdüren Yakup Han Döngenlerin kuvvetlerini birer birer mağlup edip önce Toksun’u daha sonra Turfan’ı ele geçirdi. Daha sonra bir müddet Turfan’da kalan Yakup Han Urumçi’nin fethi için plan yapmaya başladı. Müslüman kanının dökülmesini istemeyen Yakup Han Urumçi hükümdarı Davud’a elçiler göndererek teslim olmasını istedi. Fakat Davut bunu kabul etmemekte ısrar etmesi üzerine askeri harekât yapmaya karar veren Yakup Han 1870 Kasımının sonunda Urumçi üzerine yürüdü. Yakup Han’a karşı gelemeyeceğini anlayan Davud şehri teslim etti. Ne var ki Yakup Han Urumçi’den ayrıldıktan sonra Urumçi’nin kuzeyinde bulunan Çinliler şehri bir baskınla ele geçirdiler. Bunun üzerine Yakup Han tekrar Urumçi üzerine hareket etti. Bunu duyan Çinliler şehri terk ettiler fakat Davud tekrar hükümdarlığını ilan etti. Bunu duyan Yakup Han oğlu Beg Kuli Beg’i şehri teslim almak üzere yolladı. Beg Kuli Beg şehri teslim alıp Kaşgar’a bağladı. Yakup Han’ın en büyük amacı olan Doğu Türkistan’daki Müslüman Türkleri bir arada tutma hedefi halifenin onu “Kaşgar Emiri” ilan etmesi ile daha da perçinlenmiştir. Yakup Han birlik ve beraberliğin daimi olması için Halife Abdülaziz’den “Emirliğinin hayatı boyunca sürmesini ve vefatından sonra büyük oğluna verilmesi” ricasında bulundu. İslam Halifesi ve aynı zamanda Osmanlı hükümdarı olan Abdülaziz Han ise bu isteği; kendi adına daimi hutbe okutulması, para bastırılması ve Osmanlı sancağının Doğu Türkistan topraklarında dalgalanması şartı ile kabul etti. Ayrıca toprak kaybedilmemesi ve çevresi ile iyi geçinmesini istedi. Yakup Han Osmanlı himayesine girdikten sonra Doğu Türkistan iç siyasetini başarı ile yürütmüşse de dış siyasette Çin ile olan ilişkilerinde aynı başarıyı sağlayamamıştır. www.ulkuocaklari.org.tr 189 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 16 Mart 1878’de “Pekin Gazetesi” bütün Doğu Türkistan’ın işgal edilerek Çin hâkimiyetine sokulduğunu resmen ilan etmiştir. Çinliler Doğu Türkistan’ı işgal ettikten sonra Yakup Han’ın hizmetinde bulunanları vahşice öldürmüştür. Yakup Han’ın mezarını kazarak cesedini çıkararak yakmışlardır. Ayrıca Çinliler halkı sindirmek için Yakup Han’ın kafasını Kaşgar kalesinin kapısına asmışlardır. İşgalden sonra işkencelere dayanamayan Müslüman Türkler dağlara çekilmiş ve aralıklarla Çinli işgalcilere karşı mücadele etmeye çalışmışlardır. Fakat Türklerin bu davranışı neticesinde Çinliler bölgedeki bütün halkı katletmeye başlamıştır. Ayrıca Çin İmparatorluğu savaş sırasında harcadığı parayı da vergi olarak Doğu Türkistan Türklerinin üzerine yüklemiştir. Çinliler savaş sırasında öldürmediği devlet görevlilerini de aylarca zindanlarda tutarak çeşitli işkenceler yaparak şehit etmiştir. 190 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı GÜNEYİN MAZLUM TÜRKLERİ Prof. Dr. Metin ERGUN ABD ile müttefiklerinin orduları, uluslararası terör bahanesiyle önce Afganistan’a, ardından da Irak’a girdi. Sıranın yakın zamanda İran ve Suriye’ye gelmesi beklenmektedir. Anılan bölgelere, demokrasi ve özgürlükler adına girildi; ama, her geçen gün kaos daha da derinleşmekte, dünya hızla küresel bir çatışma alanına dönüşmektedir. Kuzey Afrika’dan başlayarak Çin sınırlarına kadar onlarca devletin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen küresel emperyalizmin yoğunlaştığı alan Türkleri de kapsamaktadır ve bundan dolayı da bu bölgelere yapılan müdahalelere kayıtsız kalmak mümkün değildir. Bu yazı, dünyanın kalbinin attığı yer haline gelen Ortadoğu coğrafyasında yaşayan kimi Türk topluluklarını, Türk kamuoyuna yeniden hatırlatmayı ve içinde bulundukları problemleri dile getirmeyi amaçlamaktadır. Yazıda, halen işgal altında olan ve her gün onlarca insanın katledildiği Irak’tan başlayarak Suriye, Mısır, Lübnan, Tunus, Cezayir ve İran’a, oradan da Afganistan’a kadar uzanacak, “Güneyin Mazlum Türkleri” nin fotoğrafını çekmeye çalışacağız. Yazımızın bu bölümünde sadece Irak ve Suriye’de yaşayan Türkleri ele alacağız. İran Türklerini dergimizin önceki sayılarında yazmıştık. Bunun dışında kalan bölgelerdeki Türk varlığını, Ülkü Ocakları’nın gelecek sayılarında değerlendireceğiz. IRAK TÜRKLERİ Irak’ta 1300 yıldır var olan Türklerin Irak’a yerleşmeleri üç safhada gerçekleşmiştir. Bu aşamalar kısaca şöyledir: I. Aşama: Yeni Coğrafyaya “Zoraki” İlk Adım Bu aşama, Ubeydullah bin Ziyad’ın M. S. 633 yılında iki bin Türk’ü getirtip Basra’ya yerleştirmesiyle başlamıştır. Türkler, Emevî ordusunda da hizmete alınmış ve birçoğuna yüksek mevkiler verilmiştir. Abbasiler de bu savaşçı ve kahraman Türklerden yararlanmıştır. Daha sonraki dönemde Halife elMansur’un talimatıyla Horasan Valisi Abdullah bin Tahir, her yıl Türkistan’dan 2.000 Türk’ü Irak’a göndermiştir. Birinci aşama, Türklerin Irak’a ayak basmalarını, yeni ülkeye aşina olmalarını, iklim şartlarına uyum sağlamalarını, Araplarla ilişkiye geçmelerini sağlamıştır. Türkler, bu ilk aşamada savaşçılıkları sebebiyle herhangi bir bölgeye yoğun bir şekilde yerleşememişlerdir. Kısacası, ilk aşama, Türklerin Irak’ı tanımalarını, diğer aşamaların gerçekleşmesini sağlamıştır. II. Aşama: Yerleşme Bu aşama, Selçuklular döneminde yaşanan Türkmen göçlerini akla getirmektedir. Selçuklular www.ulkuocaklari.org.tr 191 Ülkü Ocakları Eğitim Programı döneminde Anayurt’tan kopup gelen Türkmen grupları Irak’a yerleşmişler ve burasını vatan yapmaya başlamışlardır. Birinci aşamadaki “zoraki” adımların yerini bu aşamada “gönüllü” adımlar almıştır. Bu dönemde Oğuzlar, Irak’a tek tek ya da öbek öbek köle halinde değil, kalabalık bir topluluk olarak hür, silahlı ve fatih olarak girmişlerdir. Bu aşamada Oğuzlar (Türkmenler) Irak’ta çeşitli devletler ve atabeylikler kurmuşlardır: a) Irak Selçukluları: Sultan Mehmet Tapar’ın ölümünden sonra Selçuklular, Irak’ta 76 yıl süren bağımsız bir devlet kurmuşlardır. 1118 yılında kurulan bu devlette, ilki Sultan Mahmut, sonuncusu ise Sultan II. Tuğrul olmak üzere, dokuz sultan hüküm sürmüştür. Irak Selçukluları, 1157’ye kadar Sultan Sencer’e tabi olmuşlar, onun ölümünden sonra ise bağımsız olarak hüküm sürmüşlerdir. Daha sonraki yıllarda otoriteleri zayıflamış ve Atabeylere tabi olmuşlardır. b)Musul Atabeyleri (Zengiler): Atabey lakabı Selçuklu prensleri ve şehzadelerinin her türlü eğitimiyle uğraşan tecrübeli hocalara verilmiştir. Türkmen beylikleri arasında en ünlü olanı Musul Atabeyliği’dir. Musul Atabeyliği, siyasî ve askerî dehaları ile ün salan ve özellikle Haçlı ordularına karşı başarı ile savaşan İmameddin Zengi ve oğlu Nurettin Zengi’ye nisbetle tarihte Zengiler adıyla da anılmıştır. c) Erbil Atabeyliği: Bu dönemde Irak’ta kurulan Türkmen beyliklerinden birisi de Musul, Erbil, Şehrizor, Harran, Sincar ve Tikrit’te hüküm süren Erbil Atabeyliği’dir. 1144 yılında Selçuklu komutanlarından Beğtiğin tarafından kurulan beylik, daha sonra Beğtiğin’in oğulları Zeyneddin Yusuf ve Muzaffereddin Gökbörü tarafından yönetilmiştir. ç) Kerkük’te Kurulan Türkmen Beyliği: Kerkük ve Şehrizor bölgesinde İvaki (İvaiyye) Türkmenleri tarafından bugünkü Süleymaniye bölgesiyle Şerhrizor ovasını da içine alan bir Türkmen beyliği kurulmuştur. Bu beyliğin başında Arslantaş oğlu Kıpçak bulunmuş ve daha sonra bu beylik Musul Atabeyliği’ne katılmıştır. d) Karakoyunlu (Baranlı) Devleti: Baranlı boyuna mensup Karakoyunlular, başkanlık yolu ile iktidara geçmişlerdir. Boya ad veren Baran’ın Oğuz’un torunlarından biri olduğu sanılmaktadır. 1385 yılında Bağdat’ı istila eden Karakoyunlu Beyi Kara Yusuf, oğlu Ahmet’i Irak tahtına oturtmuştur. Kara Yusuf’un ölümünden sonra bütün ülkeyi yöneten Ahmet, kardeşi Emir’in isyanına maruz kalmıştır. Ahmet’in ölümünden sonra kardeşi Cihan Şah iktidara gelmiştir. Ancak, Cihan Şah’ın Akkoyunlu devletinin kurucusu Uzun Hasan karşısında 1449 yılında aldığı yenilgi devleti sona doğru sürüklemiştir. Karakoyunlu devleti, 1458 yılında tarihe karışmıştır. e) Akkoyunlu (Bayındırlı) Devleti: Akkoyunlular, 24 Oğuz boylarından biri olan Bayındır’a mensupturlar. Bu devletin önde gelen ismi Uzun lakabı ile tanınan Hasan Bey’dir. Uzun Hasan’ın 1477 yılında ölümünden sonra en büyük oğlu Hüseyin tahta geçmiştir; fakat çok geçmeden kardeşler arasında taht kavgaları başlamıştır. Bu kavgalar, Murat Bey zamanında son bulabilmiştir. 40 yıl kadar süren Akkoyunlu Devleti, Şah İsmail Safevi’nin Bağdat’ı 1508 yılında işgal etmesi ve Sultan Murat’ın Kirman’a kaçması üzerine son bulmuştur. III. Aşama: Osmanlı Hâkimiyeti Yavuz Sultan Selim, Tebriz seferinden sonra 1515’te bugün Kuzey Irak olarak adlandırılan coğrafyayı Osmanlı Devleti’ne katar. Yaklaşık 19 yıl sonra 28 Kasım 1534’te Kanuni Sultan Süleyman Bağdat’a girerek Safevi hâkimiyetine son vermiştir. Böylece bütün Irak Osmanlı’nın bir eyaleti haline gelmiştir. İşte bu dönemde Türkmenler, kitleler halinde Oğuz ülkesinden gelip Irak’a yerleşmişlerdir. Bir Türkmen olan Nadir Şah, 1734’te Kerkük’ü İran topraklarına katmıştır. Kerkük, 1746 anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’ne geri verilmiş ve bölge 1914’te patlak veren I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başlamıştır. Özellikle İngiltere, 1910’lu yılların başından itibaren, 192 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı gerek petrol kaynakları, gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik önem sebebiyle Irak’ın geneline ve özellikle de Musul vilayetine göz dikmiştir. I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat olmuştur. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu’yu bölmüş, Irak’ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı’yı Ortadoğu’da karşı karşıya getirmiştir. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi’nde, Hindistan’dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra’ya çıkarak kısa zamanda Bağdat’a kadar ilerler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz ilerleyişini durdurur ve Irak Cephesi’nde önemli başarılar elde edilir. Burada özellikle 1916 yılındaki Kut’ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunca kuşatılır ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalır. I. Dünya Savaşı’nın tarihçesini anlatan birçok yazara göre bu zafer, “İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük aşağılanmasıdır. Türkler -ve onların müttefiki olan Almanya- içinse, çok önemli bir moral takviyesi olur ve Ortadoğu’daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde azaltır. Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri çekilmek zorunda kalır. Ancak Irak’ın kuzeyini yine de başarıyla korur. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul’da bulunur. İngilizler ise anî bir işgal hareketi ile Musul’a egemen olmak isterler. Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00’de) itibaren, 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde yer alır. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunur. Yâni, Mütareke’nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu’nun elindedir. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymaz. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım’da Hamamalil’e girerler. Buradan Musul’u işgal edecekleri tehdidinde bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini isterler. Ali İhsan Paşa, İngilizlerin bu talebini Sadrazam’a bildirir. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa’ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım günü şehrin boşaltılması emrini verir. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım’da Musul’u İngilizlere terk eder, ordu karargâhı ile birlikte Nusaybin’e doğru çekilir. Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal edilir. Misak-ı Milli’ye göre güney sınırlarının tespiti meselesinde Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu sebeple son derece haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı millî haklarımızı korumak anlamına gelmektedir. Misak- ı Millî (Milli Ant), Lozan, Ankara Antlaşması ve Musul-Kerkük Mustafa Kemal tarafından Erzurum Kongresi ile başlatılan “Misak-ı Millî”[1] süreci, Sivas Kongresi ile sürdürülmüş, Ankara’da tamamlanmış ve 28 Ocak 1920’de “Meclis-i Mebusan” tarafından bazı küçük değişikliklerle kabul ve ilân edilmiştir. “Misak-ı Millî”de Irak sınırları konusu da yer almış ve bu bağlamda Kerkük ve Musul üzerinde de özellikle durulmuştur. Sevr Anlaşması, bütün Doğu Anadolu’nun Türklerden boşaltılmasını talep ederken, “Misak-ı Millî” ise Musul ve Süleymaniye’yi Mondros Mütarekesi imzalandığı tarihte işgal altına alınmadığı için Türk sınırları içinde kabul edilmiştir.[2] Buna göre, Lozan görüşmeleri sırasında Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecekti. Lozan Barış Antlaşması’nın 3. maddesi aynen şu şekilde olmuştur: “Türkiye ile Irak arasındaki hudut, dokuz ay zarfında Türkiye ile İngiltere arasında yapılacak görüşmeler neticesinde halledilecektir. Tayin edilen müddet zarfında iki hükümet arasında uzlaşma temin edilemediği takdirde mesele, Cemiyet-i Akvam Meclisi’ne arz olunacaktır.” www.ulkuocaklari.org.tr 193 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Lozan Konferansı’nda üzerinde en çetin tartışmaların yürütüldüğü konu ise “Musul Meselesi” oldu. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, I. Dünya Savaşı’nın galibi olarak Lozan Konferansı’na egemen olan İngiltere için de gerek zengin “petrol kaynakları” ve gerekse “Hindistan yolunun emniyeti” bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve ekonomik öneme sahip bir bölgeydi. Türkiye ise, haklı olarak, Misâk-ı Millî’nin vazgeçilmez bir parçası olan ve üzerinde yaşayan insanların da kendisiyle dil, din, kültür ve tarih bağlarıyla bağlı olduğu Musul vilayetine sahip olmak istiyordu. Lozan’a giden Türk heyetinin başında olan İsmet Paşa, gerek TBMM’de yaptığı konuşmada gerekse Sapanca’da trende iken gazetecilere verdiği demecinde, Türk heyetinin amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı’nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa, Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ve son derece tutarlı bir biçimde savundu. İsmet Paşa’nın bu konuşması incelendiğinde Musul’un bir Türk toprağı olarak tanımlanmasındaki gerekçelerin yanı sıra İngiltere’nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü dikkati çekmektedir. Türk tezinin dayandığı temel noktalardan biri etnik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş, Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu’dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. İsmet Paşa’nın ortaya koyduğu diğer kanıtlar ise şu şekilde özetlenebilir: Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü, sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler. (Bu, aslında Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını gerekli kılan en önemli değerdir ve günümüz için de geliştirilecek bir “Musul stratejisi” için en önemli değer olmalıdır.) Coğrafî ve siyasî bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul, ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir. Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz. Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkileri ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur. Musul vilâyeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir. Ancak Musul’u elde etmeye kararlı olan İngiliz heyeti bu gerekçelere karşı çeşitli demagojilerle direndi ve Musul Meselesi konferansın ikinci celsesine bırakıldı. İkinci celse görüşmelerinde meselenin iyice çıkmaza girmesi üzerine Türk Heyeti yeni bir çözüm önerdi; plebisit, yani, halkoyu. Musul’da bir oylama yapılmalı ve vilayet halkına Türkiye’ye mi yoksa İngiliz mandası altındaki Irak’a mı katılmak istedikleri sorulmalıydı. Son derece akılcı, adilane ve makûl olan bu teklif Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıydı. Curzon’a göre, bölge halkının oy verme alışkanlığı yoktu. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürdü. Bu samimiyetsiz argüman, İngilizlerin koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını küçümsediklerini, onlara kendi geleceklerini tayin etme hakkını kesinlikle tanımadıklarını gösteriyordu. İngiltere, Musul halkına, dönemin egemen ideolojisi olan Sosyal Darwinizm gözüyle bakıyor, onları sözde güdülmesi ve İngiliz çıkarları için sömürülmesi gereken “ilkeller” olarak görüyordu. Plebisit teklifi karşısında Lord Curzon’un ikinci önemli manevrası Musul Meselesi’nin, I. Dünya 194 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Savaşı’nın ardından galip devletler tarafından kurulan Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesi ve kararın cemiyet tarafından verilmesi teklifiydi. Bu teklif İngiltere’nin müttefikleri tarafından da desteklenmiştir. Ancak, elbette ki bu istek İngiltere’nin Musul Meselesi’ni neredeyse kendine havale etmesi anlamına geliyordu. Çünkü İngiltere Milletler Cemiyeti’nin kurucusu ve en güçlü birkaç üyesinden biriydi. Bu kuruluşun İngiliz çıkarlarına aykırı bir karar vermeyeceği çok açıktı. Türkiye ise Milletler Cemiyeti’ne üye bile değildi. Dolayısıyla Türk Heyeti İngiltere’nin bu tuzak teklifini kabul etmedi. Türkiye’nin Musul’dan vazgeçmeyeceğini ifade etti. Lozan Konferansı’nın sonraki celselerinde de bir gelişme olmadı. 4 Şubat’ta yeni bir barış projesi hazırlayan İngilizler ve müttefikleri barış görüşmelerinin kesilmesi tehdidinde bulunarak bunu Türk Heyeti’ne kabul ettirmeye çalıştılar. İsmet Paşa bu teklifi kabul etmedi ancak 4 Şubat 1923 tarihinde yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlenmek üzere konferans programından çıkarılmasını istedi. Görüşmeler aynı gün sona erdi ve Türk Heyeti yurda döndü. Kısacası, Lozan Barış Konferansı Musul meselesini çözüme kavuşturamadan sona erdi. Mesele Lozan Antlaşması’ndan sonra Haziran 1926 tarihine kadar sürüncemede kalacaktı. Üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde mesele önce 19 Mayıs 1924 tarihinden itibaren Haliç Konferansı’nda ele alınacak, daha sonra Milletler Cemiyeti Meclisi’nde görüşülecek ve nihayet, Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile neticelenecekti. Bu sürede yaşanan gelişmeler ise, aslında Türk tezinin haklı olduğunu gösteriyordu. Musul halkında, Kürt, Türkmen veya Arap olsun, Türkiye’ye katılma yönündeki eğilimler ağır basmaya devam etti. Özellikle Kürtlerin Türkiye’ye ve Ankara’ya olan bağlılığı dikkat çekiciydi. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, TBMM’de yaptığı konuşmada, bir Kürt olarak “Bir insanı ikiye bölmek veyahut herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değil ise, Musul’u Türkiye’den ayırmak da mümkün değildir” diyerek, bölgede Türkler ve Kürtler arasında bir ayrılığın olmadığını savunmuştu. Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924’de İstanbul’da İngiltere’yle başlayan ikili görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hakkâri üzerinde de hak iddia etmesi üzerine Konferans’tan sonuç alınamadı. Bunun üzerine İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos’ta Milletler Cemiyeti’ne götürdü. Milletler Cemiyeti Musul meselesini 20 Eylül 1924’te görüşmeye başladı. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de daha önce Lozan’da yaptığı gibi “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi. Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924’te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırdı. Komisyon başkanlığına da Macaristan’ın eski başbakanlarından Kont Teleki getirildi. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine sebep oldu. Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924’te bir sınır tanımı yaparak “Brüksel Hattı” adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etti. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz I925’te Cemiyet Meclisi’ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi: *Brüksel Hattı’nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi, *Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtlerden meydana geldiği, *Kürtlerin, Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu, *1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması, *Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine bırakılması, www.ulkuocaklari.org.tr 195 Ülkü Ocakları Eğitim Programı *Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde; Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi, Milletler Cemiyeti, Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtlere imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı, *İngiltere’nin Hakkâri üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925’te La Haye Adalet Divanı’ndan görüş istedi. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925’te Divan’ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925’te Soruşturma Komisyonu Raporu’nu kabul ederek, Brüksel Hattı’nın güneyindeki toprakların Irak’a bırakılmasını kabul eden kararını aldı. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç meseleleri, Türkiye’nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması, daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Cemiyet Meclisi kararına uydu ve 5 Haziran I926’da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terk etmeyi kabul etti. Irak’taki Türkmen Yerleşim Bölgeleri Ve Türkmen Nüfusu: Türkmenler Irak’ta Kerkük, Erbil, Selahaddin, Musul, Telafer şehirlerinden yaşamaktadırlar. Türkmenlerin yerleştiği Kerkük, Erbil, Musul, Selahaddin ve Diyala şehirlerine ait ilçe, nahiye ve köylerin bazıları şunlardır: Tazehurmatu, Dakuk, Yayçı, Belova, Kızılyar, Topuzova, Kadirkerem, Dibiz, Türkkalan, Çardağlı, Ömermende, Kümbetle Leylan, Beşir, El-Reşidiye köyü (Kara Yatak), Muhallebiye Köy, Kazı Köy, Bastamlı, El Kebir köy (Buz Atlı), Şenef Köy, Altunköprü nahiyesi, Tuzhurmatu kazası, Bastamlı köy, İmralı köy, Kadıköy, Kubik, Kara köy, Selamiye, Kazaniye, Karakaşçı, Amirli, Yarımca, Karahasan, Bedre, Kifri kazası, Karatepe nahiyesi, Karahan (Celevla), Hanekin kazası, Kızlarbat nahiyesi, Şehriban kazası, Mendeli kazası ve Halis nahiyesi. Çeşitli kaynaklarda Irak’taki Türkmenlerin sayıları hakkında farklı verilere rastlanmaktadır: 1976 için 1 milyon, 1990 yılı için 2.1 milyon, 1991 yılı için 2 milyon, 2000 yılı için 2.5-3 milyon, 2003 yılı için 2.8-3 milyon.[3] Ankara’nın Gözleri Önünde Kürtleştirilen Bir Türk Şehri: Kerkük Bin küsur yıllık bir Türk şehri olan Kerkük’ün bu yapısı, bugün ABD ve Kürtler tarafından hızla değiştirilmektedir. ABD işgalinin ardından Kürt milislerin Kerkük’e girmesi, Irak’taki bu önemli Türk kenti için de sonun başlangıcı olmuştur. Peşmergeler önce tapu dairelerini yağmalamışlar ve bir anlamda kentin hafızasını silmişlerdir. Sonra da hiç zaman kaybetmeden Kürt göçünü teşvik etmeye başlamışlardır. Kısa bir süre içinde kente önemli bir Kürt akını başlamıştır. Kerkük’ün kenar mahallelerinde göçmen Kürtlerin varoşları oluşmaya başlamıştır. Saddam Hüseyin döneminde Araplar ve Kerkük petrol şirketi çalışanları için yapılan konutlara da Kürtler çoktan yerleşmişlerdir. Kerkük stadyumunun soyunma odalarıma bile duvar örüp kendileri için ev yapmışlardır. Toplam Kürt göçünün 622 bin civarında olduğu bildirilmektedir. Bugün Kerkük’ün toplam nüfusunun ise 1,5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Saddam Hüseyin’in Kerkük dışına sürdüğü Kürtlerin toplam sayısının 45-60 bin civarında olduğu göz önüne alındığı zaman, Kerkük’ün nasıl Kürtleştirilmekte olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Oysa Kerkük, tam bir Türk şehridir. 196 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı SURİYE TÜRKLERİ Suriye’de Türklerin görülmeye başlaması, M.S. 8.-9. yüzyıla kadar gitmektedir. Abbasiler zamanında, özellikle de Halife Memun ve Mutasım zamanlarında Türkler, Abbasi ordusunda ve yönetiminde önemli mevkilere getirilmişlerdir. Bu dönemde Mısır ve Suriye topraklarında kurulan ilk müstakil Türk devleti Tolunoğlu Ahmed tarafından kurulan Tolunoğulları (875-905) devletidir. Babası Tolun gibi bilgisi ve cesareti ile ün yapan ve halkın takdirini kazanan Ahmed, Türk kumandanlarının emrine verilen Mısır’da önemli vazifeler almış ve kuvvetli bir ordu meydana getirmişti. Kısa bir süre sonra Bağdat ile arası açılan, Tolunoğlu Ahmed, 875’te Mısır’da bağımsızlığını ilan etti. Mısır maliyesinde yaptığı ıslahat hareketleri ile halkı sıkıntıdan kurtarması sebebiyle çok sevilen Tolunoğlu Ahmed, Mısır’da tutunmaya muvaffak oldu ve kısa sürede Şam, Halep ve Antakya şehirleriyle Suriye’yi idaresi altına aldı (877). Tolunoğlu Ahmed’in 884’te vefatı üzerine yerine oğlu Humâreveyh geçmiş, devletin sınırlarını batıda Toroslar’a, doğuda Irak’a kadar genişletmiş, fakat kendisinin ölümü üzerine yerine geçen oğulları bağımsızlığı koruyamamışlar ve Tolunoğlu devleti 905 yılında tekrar Abbasilere bağlanmıştır. Hilafet toprakları içerisinde yer alan ikinci Türk siyasî teşekkülü Akşid veya İhşidlilerdir (935969). Muhammed Ebû Bekir tarafından kurulan devletin yönetimi altında Suriye de bulunmaktadır. Devlet iç mücadeleler nedeniyle, 969’da Fatımîlerin Mısır’ı işgal etmesiyle birlikte Suriye toprakları da Fatımî yönetimi altına girmiştir.[4] Selçuklular Dönemi ve Suriye Selçukluları 1040 yılında Dandanakan zaferi ile bir Türk devleti olan Gaznelilerin mağlup edilerek Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun temellerinin atılmasından sonra Selçuklu Türklerinin başına Tuğrul Bey geçmiş ve Anadolu ve Irak topraklarının fethi için seferler düzenlemeye başlamıştır. Bizans topraklarına akınlar düzenleyen Selçuklu prenslerinin maiyetinde bulunan kuvvetlerden bazıları, XI. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Suriye’ye girmeye başlayarak siyasî olaylarda önemli rol oynayarak, bu bölgenin de çok geçmeden Selçuklular tarafından fethini ve beraberinde Türk hâkimiyetine girmesine öncülük etmişlerdir. Suriye’ye Türk girişini ilk olarak temsil eden Han Oğlu Harun adlı bir Türk emiridir. Akınlar düzenlemek üzere Anadolu’ya giren Türklerle birlikte 1063 yılında, Doğu Anadolu’ya gelerek Diyarbakır civarına yerleşen Han Oğlu Harun, Bizans’a akınlar düzenlediği esnada Halep’teki Arap Mirdaoğulları emirliğinin başında bulunan Eseddüddevle Atiyye tarafından yardıma çağrılmıştır. Han Oğlu Harun’un bu girişini, İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-Haleb adlı eserinde “Bu, (Harun’un Suriye’ye gelişi) Suriye’ye ilk Türk girişi idi.” şeklinde vermektedir. Han Oğlu Harun, Arap Mirdasî Emirlerinin aralarındaki taht mücadelelerinden istifade ederek Suriye’de geçici de olsa önemli bir rol oynamış, onun sayesinde arkadan gelen Türk birliklerinin katkısı ile ve bir Türk Emiri olan Uvak Oğlu Atsız’ın faaliyetleri neticesinde bu bölge Türk yönetimi altına girmiş ve beraberinde Suriye Selçukluları Devleti kurulmuştur.[5] Suriye’de ilk Türk yerleşmesi Halep ve Lazkiye şehirleri ile bunların kuzeyindeki bölgelere olmuştur. Daha sonra Türkmen iskânı Akdeniz sahili tarafında Lazkiye’den, güneyde Trablusşam’a doğru ve iç kısımda da Asi ırmağı vadisi boyunca Hama, Humus ve Şam istikametinde gelişmiştir. Anadolu Selçuklu Sultanı Kutalmış Oğlu Süleyman (1077-1086), Çukurova, Maraş, Gaziantep, Antakya bölgeleri ile birlikte Halep-Lazkiye hattının kuzeyinde kalan bölgeleri Bizanslılardan fethederken; Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş (1078-1095), Sina Yarımadasına kadar uzanan Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’i Fatımîlerden almıştır. Suriye Selçuklu Devleti’nin zayıflamasından sonra, kuzeyde Halep bölgesinde Musul Atabeğleri; güneydeki Şam bölgesinde ise Börüler veya Tuğ-Tiginliler adındaki Şam Atabeğleri hâkim olmuştur. Bu dönemde Halep bölgesine Oğuz boylarından Yıvalar’a mensup Yaruklu Türkmenleri kendilerinden önce buraya gelerek yurt tutan Türkmenler gibi dirlik sahibi olmuşlardır. 1243 yılında Anadolu Selçuklu ordusu Kösedağ Muharebesi’nde Moğollar’a mağlup olunca www.ulkuocaklari.org.tr 197 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Anadolu’daki nizam bozulmuş, dolayısıyla bazı Türkmen boyları Anadolu’dan ayrılarak Suriye’ye göçmüşlerdir. Sultan Baybars zamanında (1260-1277) 40 bin çadırlık büyük bir Türkmen topluluğu Halep bölgesine gelerek yerleşmiştir. Bunlar kışlak olarak Kuzey Suriye, yaylak olarak da Maraş ve Sivas’a kadar uzanan bölgeyi kullanmışlardır. Böylelikle XIII. yüzyılın ikinci yarısında Suriye’nin kuzeyi tam manasıyla bir Türk yurdu haline gelmiştir. Bu bölgede yaşayan Türkler, tamamen tarihî yapıya uygun olarak Bozok ve Üçok şeklindeki teşkilatlanmayı muhafaza etmekteydiler. Bozoklar; Amik Ovası’ndan itibaren doğuya doğru Halep bölgesinde ve buradan da Asi Irmağı vadisi boyunca Şam bölgesine kadar olan alanda; Üçoklar ise Amik Ovası’ndan güneye doğru, Lazkiye ve Trablusşam istikametinde Ensariye dağlarının batısında yaşamaktaydılar. Bunlar ağırlıklı olarak Bayat, Avşar, Beğdili ve Döğer boyuna mensup olan oymaklardı. Bu oymaklardan Suriye’nin kuzeyinde oturan Türkmenlere “Halep Türkmenleri” (Dulkadirli ile birlikte Yeni İl’i meydana getirmektedirler.); güneyinde oturanlara da “Şamî Türkmenler” (Bozulus’a bağlı) adı ile bilinmektedirler. [6] 1402 yılında Ankara Savaşı’nı kazanan Timur’un, 1243 yılından sonra Anadolu’ya yerleşen Kara Tatarlar’ı Türkistan’a geri götürmesi üzerine güney Suriye’de yaşayan Şamî Türkmenler, kuzeye ve Anadolu’nun içlerine gelmişler, Halep Türkmenleri ise bulundukları bölgelerde yaşamaya devam etmişlerdir.[7] Osmanlı Yönetimi ve Aşiretlerin İskânı Suriye, Osmanlı hâkimiyetine girdiği 1516 yılından 1918 yılına kadar 400 seneden fazla bir süre kuzeyde Halep ve güneyde Şam olmak üzere, merkeze bağlı iki vilayet halinde idare edilmiştir. Bu iki vilayetten Şam’ın nüfusunu ağırlıklı olarak Araplar oluşturmaktayken, Halep ağırlıklı olarak Türklerden oluşmaktadır ve bu dönemde Maraş, Antep, İskenderun, Urfa ve Rakka Halep vilayetine bağlı birer sancak konumundadır.[8] XVI. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı sosyal ve iktisadî düzeni bozulmaya yüz tutmuş ve bu bozulma XVII. yüzyılın ilk yarısına kadar “Celali İsyanları” nedeniyle devam etmiştir. Buna bağlı olarak Osmanlı, dağınık halde ve göçebe olarak yaşayan aşiretleri iskân etmeye ve yerleşik düzene geçişlerini sağlamaya çalışmıştır. Aşiretlerin iskânındaki temel sebepleri askerî, siyasî, iktisadî ve sosyal sebepler olarak değerlendirmek mümkündür. Bunları kısaca açıklayacak olursak; Osmanlı İmparatorluğu, Suriye’deki ilk hâkimiyeti döneminden beri bölgenin güvenliğinin sağlanmasında Arap aşiretleri olan Fadl ve Mevalî aşiretlerinden istifade ediyordu. Ancak güneyden gelen Şamar ve Aneze adlı Arap aşiretlerinin, Fadl ve Mevalî aşiretlerinin gücünü zayıflatması Osmanlı için bir tehlikeyi de beraberinde getirmiş, güvenliğin sağlanması için aşiretlerin Rakka ve civarına iskânı hasıl olmuştur. Osmanlı ekonomisinin tarımı desteklemek ve teşvik etmek ve ekili alanlara hayvanlarıyla zarar veren aşiretleri iskâna tabi tutmuştur. İsyanlar neticesinde sosyal bir buhranın meydana gelmesi de iskânın sebeplerinden biri olarak kabul edilebilir. 1691 yılında aşiretlerin Rakka’ya iskânı başlamış, ancak kışlak-yaylak hayatına alışmış olan Türkmenler buna direnmişler ve iskân hareketi pek çok problemi de beraberinde getirmiştir.[9] Başlı başına bir inceleme konusu olan aşiretlerin iskânı hadisesini, burada uzun uzun anlatmanın yersiz olduğu kanaatindeyiz. Ancak burada şu hususu özellikle belirtmek isteriz ki, güney bölgelerimizde aşiretlerin iskânına bağlı olarak hikâyeler teşekkül etmiş, iskân hadisesi ve Horasan’dan göçü anlatan türküler aşiret âşıkları tarafından söylenmiş ve günümüzde de âşıklık geleneğinin temsilcileri tarafından söylenmeye devam edilmektedir. 20 Ekim 1921 yılında Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması gereğince çizilen sınıra göre İskenderun sancağı Türk topraklarının dışında bırakılmış, böylece Suriye topraklarında yaşayan Türkler, topraklarıyla birlikte ait oldukları devletin sınırlarının dışında bırakılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün gayretleri ile 23 Temmuz 1939’da Hatay, Anavatana katılmıştır. Ancak, daha önce Hatay devleti ilan edilirken (2 Eylül 1938), seçime kış şartları sebebiyle yetişemeyen BayırBucak nahiyelerine ait 350’ye yakın köy hududun öbür yakasında kalmıştır. Şam, Hama ve Humus vilayetlerinde yaşayan Türkler için 1918’de, Halep, Hazez, Mümbiç bölgelerinde yaşayanlar için 198 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 20 Ekim 1921’de, 23 Temmuz 1939’da da Bayır-Bucak’ta yaşayan Türkler için hasretlik, gurbetlik ve esaret hayatı başlamıştır.[10] Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye’ye Göç Aşağıda bahsedeceğimiz üzere Suriye’nin baskısı sonucunda çok zor durumda kalan Türkmenlerin bir kısmı, varlıklarını devam ettirebilmek için Türkiye’ye iltica etmişlerdir. Özellikle 1967-68 Arap-İsrail savaşı esnasında, Suriye hükümetinin Türkler dışındaki kesimleri silahlandırmalarından dolayı, Arap bölgelerine yakın olan yerlerde yaşayan Türkmenlerden 100 hane Türkiye’ye göç etmiştir. Ve vatanlarından ayrılıp, devletlerine kavuşan bu insanlar, uzun süre kendi devletlerinin vatandaşı olmak için mücadele vermek zorunda bırakılmışlardır. Türkiye’nin bu konudaki politikası hakkında kanaatimizce başka bir şey söylemeye gerek yoktur. Esir Türkleri hatırlamak ve yâd etmek, dün olduğu gibi, bugün de Türk Milliyetçilerine düşmektedir. Bugün Suriye Devleti İçerisinde Yaşamakta Olan Türkler ve Yaşadıkları Bölgeler Bu tarihî bilgilerden sonra şimdi de Türklerin Suriye’de yoğun olarak yaşadıkları yerler üzerinde durmak istiyoruz. Türkler, bugün ağırlıklı olarak Halep, Lazkiye, Hama, Humus, Rakka ve Şam civarında yaşamaktadırlar. Türkiye’de özellikle Bayır-Bucak Türkleri, “Bayır-Bucak Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği” vasıtasıyla bilinmektedirler. Dernek başkanı Mehmet Şandır, bu Türkleri haklı olarak “Devletinden koparılan Türkler”, diğerlerini de “Yâdellerde kalan Türkler” olarak adlandırmaktadır. Bayır ve Bucak, Lazkiye’ye bağlı iki nahiyedir. Hatay-Suriye sınırını mütakiben hemen Bucak Nahiyesine bağlı köyler yer almaktadır. Bu köyler sınırın hemen öbür tarafında Bodur-Su Köyü ile başlamakta ve Himmetli, Kızıllı Köyleri ile devam etmektedir. İç kesimlerde ise Bohça-Ağız, Fakı Hasan, köyleri bulunmakta, sahil kesiminde ise Alaca, Karakol Köyü, Gümüş Hort Köyü yer almaktadır. Akdeniz’e dökülen Kandil Deresi ile Akdeniz sahili arasındaki köyler “İsa Beğli Köyleri” adıyla anılmaktadır. Bucak Nahiyesi’nin doğusunda Bayır Nahiyesi yer almaktadır. Bayır Nahiyesi’ndeki Türkmen köyleri Uluçay’a kadar uzanır. Bu nahiyenin merkezi Kebele’dir. Kebele’nin kuzeyinde Türk sınırına doğru uzanan köyler, Türkiye tarafındaki Yayladağ kazasının köylerinin devamıdır. Kara Kise, Moruklu, Salur, Kara-Pınar gibi köyler bu köylerden bazılardır. Halep civarında yaşayan Türkler, Gaziantep’in güneyinden itibaren sıralanan köylerde ve Halep merkezinde yaşamaktadırlar. Kilis’in güneyinde kalan Azez kazası da Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlerden biridir. Yine Gaziantep’e bağlı barak köylerinin devamı da Sacur Suyu boyunca Suriye topraklarında devam etmektedir. Rakka, Hama ve Humus’ta yaşayan Türkmenler sayı bakımından oldukça azdır. Kaynaklarda özellikle Hama ve Humus civarında yaşayan Türkmenlerin büyük bir çoğunluğunun Araplaştığı zikredilmektedir. İşgal altında bulunan Golan tepelerinde yaşayan Türkmenlerin ise iç kesimlere, özellikle Şam civarında geldikleri söylenmekle birlikte, söz konusu topraklarda bulunan 40 bin kişi arasında Türkmenlerin de olabileceği ihtimali bulunmaktadır. Ayrıca bu bölgede Karaçay Türkleri de vardır. Suriye’nin Türklere Karşı Uyguladığı Asimilasyon Politikası ve Suriye’de Yaşayan Türklerin Problemleri Suriye yönetimi bağımsızlığından beri Fransızların attığı kin tohumları neticesinde gerek Türkiye’ye karşı, gerekse Hafız Esad döneminde Suriye’de yaşayan Türklere karşı bilinçli bir asimilasyon politikası izlemiştir. Türklerin oturduğu yer adlarının Arapçalaştırılması, bu politikaların başında www.ulkuocaklari.org.tr 199 Ülkü Ocakları Eğitim Programı gelmektedir. Örneğin İsa Beyli İseviyye, Kaba Mazı Bellutiye, Tırınca Ümmütiyye olmuştur. Karınca ise Arapçası olan Nemle’ye çevrilmiştir. [11] Suriye Türklerine uygulanan baskıları maddeler halinde sayacak olursak şunları söylememiz mümkündür: 1. Arazilerine devlet tarafından el konulmuştur. 1921’de yapılan Ankara Antlaşması ile Türklerin Suriye’de mallarına tasarruf hakkı tanınmasına rağmen 1958’de yapılan toprak reformu ile Suriye, Türklere ait birçok tarla, bağ ve bahçeyi kamulaştırmıştır. Alınan bu kararla Suriye Hükümeti kamulaştırma bedellerinin kırk yıl içinde ödenmesini ve ödemelerin bono ile sadece Suriye uyruklu kimselere yapılmasını da kabul ederek, adeta Türk vatandaşı olan Türklerin mallarına el koymuştur. 2. Suriye yönetimince kamulaştırma adı altında gasp edilen bu topraklara Arap nüfus yerleştirilmiştir. Lazkiye bölgesindeki Kaynarca, Çabıtlı, Kandilcik, Belveren, Çanacık, Karaağıl, Gündeşli, Kasap, Çolturman, Halep bölgesindeki Zeyyatlı, Karun, Mahzenli, Yaşlı, Çatalviran, Kurtviran, Medene, Şeyhyahya, Camusviran, Dedenoğlu, Kurudere ve Kırkmağara gibi köyler önceden Türkmenlerle meskûn iken, bugün, bu köylerde Araplar yaşamaktadır. 3. Köyleri boşaltılan Türkler, Arapların yoğun olarak yaşadıklar iç bölgelere yerleştirilmişlerdir. 4. Okullarda verilen ırkçı eğitimle, aslında Türk olmadıkları çocuklara benimsetilmeye çalışılmıştır. Tarih derslerinde Osmanlı emperyalizmi anlatılarak çocuklara Türk düşmanlığı aşılanmaya çalışılmıştır. Türkler, Suriye Devleti tarafından Araplardan ayrı bir topluluk olarak kabul edilmediği için Türkçe öğretim veren okulları olmadığı gibi, bir teşkilatları da yoktur. Ancak Suriye yönetimi Ermenilere, Süryanilere ve çeşitli gruplara azınlık gözü ile bakarak, onlara dilleriyle eğitim imkânı verdiği halde, Türklere böyle bir hak vermemektedir. Okumak isteyen bir Türk, ilköğretimden itibaren Arapça öğrenim veren okullara gitmek zorundadır. Bu durum da köylerde oturan Türkler arasında okumaya karşı ilgisizlik doğurmuştur. 5. Okumak üzere Türkiye’ye gelmek isteyenlere pasaport verilmemektedir. 6. Suriye Türklerinin ekonomik durumu iyi değildir. Türkmenlerin çoğunluğu ziraat, hayvancılık ve dokumacılıkla uğraşmaktadır. İşe alınırken Arapçılık ön plana çıkarılarak Arap kökenlilere kolaylık sağlanırken Türkler işsiz bırakılmıştır. Türkleri, Türkiye’nin casusu olarak görüp onlara devamlı surette potansiyel tehlike gözüyle bakılmıştır. Suriye yönetimi, bu şüpheciliğinden dolayı da Kuzey Suriye’deki Türkleri başka bölgelere iskân ederek sınırda bir Arap kuşağı oluşturmaya çalışmıştır. 7. Örf ve âdetleri gereğince düğün, bayram vb. gibi geleneklerin yasaklanarak benliklerini kaybetmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Türk okullarının ya da Türkçe öğreten kurumların olmayışı, Türkçe gazete, dergi ve kitapların ülkeye sokulmayışı, Türk radyo yayınlarının uzun yıllar boyunca Suriye’den dinlenememesi ya da çok zor dinlenmesi, Türk filmlerinin gösterilmemesi, spor ve kültürel faaliyetlerinin olmaması nedeniyle planlı bir şekilde Türkler Araplaştırılmaya çalışılmıştır. Fransızların Araplara aşıladığı Türk düşmanlığı sebebiyle Türkmenler, Türklüklerini gizleyerek Araplaşma mecburiyetinde kalmışlardır. 8. Arap-İsrail savaşlarında Türkleri cepheye sürerek zayiat vermelerini sağlanmıştır.[12] Bu konuda Gaziantep Kültür Dergisi’nde, Cemil Cahit Güzelbey tarafından 1958 yılında yazılan “Suriye Türklerinin Durumu” başlıklı yazıdan bir bölüm aktarmayı, Suriye’nin uyguladığı politikanın anlaşılması için gerekli olduğu kanaatindeyiz: “Suriye’de durum daha fecidir. Birkaç gün önce gittiğim bir hudut köyümüzde bu fecaat acı acı anlatıldı. Sınırlarımızın hemen ötesinde bulunan yüzlerce Türk köyü Suriyeli Arap Milliyetçilerinin koyu bir temsil cenderesi içinde kıvranmaktadır. Nüfusu tamamıyla Türk olan bu köylerde Arapça 200 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı eğitim yapan okullar açılmıştır. O kadar ki bu okullara devam etmek mecburiyetinde bırakılan çocuklara evinde bile Türkçe konuşmak yasak edilmiştir. Bu yavrucaklar o kadar korkutulmuş, o kadar tehdit altında bırakılmışlardır ki zaman zaman Türkiye’deki akrabalarını ziyarete geldikleri vakit bile çekine çekine Türkçe konuşmaktadırlar.” [13] Türklerin Suriye’de rahat yaşayabilmeleri için Türkiye’ye düşen bazı görevler vardır. Bu görevlerden birkaçı şöyledir: a. Türkiye, Suriye ile kültür antlaşması yaparak oradaki Türklerin Türkiye’de eğitim yapmalarını ve tekrar ülkelerine geri dönmelerini sağlamalıdır. b. Türkiye, Suriye’deki Türkleri azınlık olarak tanıtmalı, Türk okullarının açılmasını, televizyon ve radyo yayınlarıyla ilgili uluslararası protokollerin yapılmasını sağlamalıdır. c. Türkiye, dinî inanç, örf ve adetlerinin yaşatılması ile ticarî, ekonomik girişimlerde Araplara tanınan haklardan Türklerin de yararlanmasını sağlamalıdır. Dipnotlar [1] Misak-ı Millî yani Millî Sözleşme, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından “Ahd-ı Millî Beyânnamesi” adıyla 28 Ocak 1920 tarihinde yapılan gizli oturumda kabul edilen, daha sonra 17 şubat 1920’de tüm dünya parlamentolarına gönderilmek üzere mecliste okunarak yayınlanan. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlar doğrultusunda açıklanan ve kabul edilen altı maddelik bildiridir. 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Millî, 12 Şubat 1920’de tüm dünya parlamentolarına açıklanmıştır. Misak-ı Millî’nin kabulü, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin feshine (11 Nisan) ve TBMM’nin kuruluşuna (23 Nisan) giden yolu açmıştır. Bu sözleşmenin yazılmasında ve kabul ettirilmesinde, Anadolu’ya çıkarak Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Mustafa Kemal Paşa ve temsil heyetinin önemli yeri vardır. Misak-ı Millî ile kapitülasyonlar reddedilmiş ve bugünkü Türkiye’nin teorik sınırları çizilmiştir. Şu maddelerden oluşur: Arapça konuşan, ancak, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne göre düşman işgali altında bulunan bölge halkının durumu, bunların hür olarak verecekleri oylara göre belirlenmelidir. Mütareke çizgisinin içinde ve dışında kalan bu yerlerin, İslam ve soyca bir olan Osmanlı çokluğunun oturduğu bölgelerin hepsi, hüküm ve fiil bakımından, anayurttan hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütündür. Halkın, ilk serbest kaldıkları sırada (Haziran 1918) verdikleri oylarla anayurda katılma kararını belirten Evliye- i Selase (Üç sancak: Kars (Oltu, Olur ve Şenkaya dahil) Ardahan (Artvin, Avara ve Çürüksu dahil) ve Batum) için gerekirse yeniden serbestçe oylama yapılmasını kabul ederiz. Batı Trakya’nın geleceği de orada oturanların serbestçe verecekleri oylara göre belirlenmelidir. İslam Halifeliği’nin, Osmanlı Saltanatı’nın ve hükümetin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizi’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazları’nın dünya ticaretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar geçerli sayılacaktır. Azınlıkların hakları, İtilaf Devletleri ile hasımları ve bir takım ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre (komşu ülkelerdeki Müslümanların da bu haklardan istifadeleri güveniyle) tarafımızdan sağlanacaktır. Millî ve iktisadî gelişmemize imkân vermek, daha çağdaş ve muntazam idare ile işleri yürütmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizi sağlamak üzere tam bir serbestliğe ulaşmamız, hayat varlığımızın temelidir. Bu sebeple; siyasî, adlî, malî ve diğerleri gibi gelişmemize engel olan bağların karşısındayız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktır. [2] “Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlıİslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir sebeple birbirinden ayrılamayacak bir bütündür.” [3] Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Ali Kerküklü, Oyun İçinde Oyun Kerkük, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2006, 31-33. [4] İbrahim, Kafesoğlu, “İlk Türk-İslam Siyasî Teşekkülleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara: TKAE Yay. 2001, 307308. [5] Ali, Sevim. “Suriye’de İlk Türkler”, Türk Kültürü, Sayı: 32, 1965, 48-49; Ali Sevim. “Kuzey-Suriye’de Görünen İlk Türk Emiri Han-Oğlu Harun”, Belleten, Ankara, Cilt: 43, Sayı: 170, 1979, 365-380. [6] Mustafa, Kafalı. “Suriye Türkleri I”, Töre, Ankara, Cilt:5, Sayı: 21, 1973, 32-33. www.ulkuocaklari.org.tr 201 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [7] Mustafa, Kafalı. agm., 32-33. [8] Mustafa, Kafalı, “Suriye Türkleri II”, Töre, Ankara, Cilt:5, Sayı: 23, 1973, 23. [9] Murat Çelikdemir, XII. Yüzyılda Aşiretlerin Rakka’ya İskanı, Fırat Üniv. Sosyal Bilimler Ens. Yayınlanmamış Doktora Tezi. [10] Mehmet, Şandır. “Suriye’de Yaşayan Türkler”, Millî Eğitim ve Kültür, Ankara, Cilt:2, Sayı:7 “Özel Sayı”, 1980, 136-141. [11] Cengiz, Orhonlu. “Lazkiye Türkleri”, Türk Kültürü, C: 4, S:40, 426-429; Ömer Osman Umar, “Suriye Türkleri”, Türkler, 20. c. Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, 599. [12] Mehmet, Şandır, “Suriye’de Yaşayan Türkler”, Millî Eğitim ve Kültür, Ankara, Cilt:2, Sayı:7 “Özel Sayı”, 1980, 136-141; Umar, agm, 599-600. [13] C. Cahit Güzelbey, “Suriye Türklerinin Durumu”, Gaziantep Kültür Dergisi, Aralık 1958, C:2, S:32, 7-8 202 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı KERKÜK ve TÜRKMENLER Kürşat HÜRMÜZLÜ Kerkük ve Türkmenler konusunu irdelemeye başlamadan önce Kerkük’ün tarihinden ve içinde barındırdığı toplumdan kısaca bahsedelim. Kerkük (1519’dan önce Gökyurt), Irak Federal Cumhuriyeti topraklarında bulunan ve çoğunluk olarak Türkmenler’in, Araplar’ın, Kürtler’in, Asurlular’ın ve Ermeniler’in oluşturduğu bir şehirdir. Merkez Kerkük’tür. Tavuk, Havice, Tazehurmatu, Tisin, Altunköprü ilçeleri vardır. Ayrıca Tirkelan, Yayçı, Leylan, Kara Hasan, Kara İncir gibi bucakları vardır. 1519’da Osmanlı hâkimiyetine girmeden önce Gökyurt olarak anılan Kerkük, 1926 yılında İngiltere ile yapılan Ankara Antlaşması’yla Irak’a devredilmiştir. Daha öncesinde şehir sırasıyla Musul Beyliği (1127 – 1233), Erbil Beyliği (1144 – 1209) Kerkük Beyliği (1230), Kara Koyunlu Devleti (1411 – 1470) ve Ak Koyunlu Devleti (1470 – 1508) hâkimiyeti altında bulunmuştur ve halen Misak-ı Milli sınırları içerisindedir. Türk Varlığı Ünlü oryantalist J. H. Kramers, “12. yüzyılda Kerkük civarının, başkenti Erbil olan Türk beyliği Begtekinliler’in idaresinde” olduğunu İslam Ansiklopedisi’nde belirtmek suretiyle, bölgedeki Türk varlığının Osmanlı Devleti’nden önceye dayandığını vurgulamaktadır. Mehmed Hurşid Paşa, Padişah’a sunulmak üzere, 1849 yılında kaleme aldığı ve resmi nitelik taşıyan raporunda Erbil ve Kerkük kasabaları ahalilerinin Türkçe konuştuklarını, civarlarındaki Kürt ve Araplardan dolayı da Kürtçe ve Arapça bildiklerini yazmaktadır. Raporunun geneline bakıldığında, bölgedeki bütün gurupların etnik özelliklerini vurgulayan Mehmed Hurşid Paşa, bu iki bölgede halkın Türkçe konuştuğunu belirttikten sonra, Kürt ve Arap ahaliden hiç söz etmemesi, bu iki kentin dâhilinde 19. yüzyılın yarısında bile henüz Kürt ve Arap yerleşik nüfusun bulunmadığını göstermektedir. Nitekim Irak’ın kuzeyi Türk hâkimiyetinden çıkıncaya kadar, bu bölgedeki en etkili Türk idaresi Kerkük ve civarında bulunuyordu. Osmanlı İdaresinde Kerkük Osmanlı İmparatorluğu döneminde (1918 yılına kadar) Musul Vilayeti ile Kerkük Müstakil Mutasarrıflığı halinde idare ediliyordu. Erbil şehri Kerkük’e, Hanekin şehri de Bağdat’a bağlı birer kara merkezi konumunda idi. 1957 yılından günümüze kadar gelen süreç içerisinde Irak iktidarları tarafından Türklerin yerleşim bölgelerinin idari şekilleri değiştirilerek, bölgenin demografik yapısının bozulmasına çalışılmıştır. 1957’de Türkmenlerin yerleştiği iller Musul, Kerkük, Erbil ve Diyala şehirleridir. Bağdat’ta da neredeyse Erbil şehri kadar bir Türk nüfusu yaşamaktadır. 1976’dan sonra Irak’taki idari yapı yeniden değiştirilmiş, yeni vilayetler ortaya çıkartılarak, Irak’ın il sayısı 18’e çıkartılmıştır. Bu yapılanmada Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin parçalanması özellikle yapılmıştır. I.Dünya Savaşı Sonrası Kerkük 1.Dünya Savaşı’ndan sonra Musul ve Kerkük’ün hâkimiyeti İngilizlerin eline geçmiş ve Osmanlı Devleti’nden ayrılmıştır. Atatürk önderliğinde yapılan Kurtuluş mücadelesinden sonra Türkiye, www.ulkuocaklari.org.tr 203 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Lozan Barış görüşmelerinde, Musul ve Kerkük’ün tekrar kendilerine verilmesini istemiş ancak İngilizler bu duruma şiddetle karşı çıkmışlardır. Türkiye bölge halkının bu duruma kendisinin karar vermesi gerektiğini ve bunun için bölgede bir oylama yapılmasını istemiştir. İngilizler ise konunun, ismi bugün ‘’Birleşmiş Milletler’’ olan o zamanki Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesini savunmuşlardır. İngilizler eğer oylamaya gidilirse sonucun kendi aleyhlerinde olacağını bildikleri için durumu değiştirmek adına kendilerine has yöntemlere başvurdular. İngiltere yeni kurulmuş olan ve henüz Kurtuluş Mücadelesinin yaralarını saramamış Türkiye’yi tıpkı bugün diğer devletlerin ülkemiz içindeki bölücü terörü destekledikleri gibi o zamanda Şeyh Sait İsyanı olarak bilinen isyanla vurmuştur. Bu isyan Türkiye’yi uzun süre oyaladı ve bunun sonucunda İngilizler Milletler Cemiyeti’nde ‘Türkiye kendi güneydoğusuna sahip çıkamazken Musul ve Kerkük’ü nasıl idare edecekler?’’ diyerek Milletler Cemiyeti’nin Türkiye aleyhinde karar vermesinde etkili olmuşlardır. 5 Haziran 1926’da Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul ve Kerkük kesin olarak Irak’a dâhil edilmiştir. Bu durumu hiçbir zaman kabullenemeyen Atatürk’ün en büyük hayali tıpkı Hatay gibi bir gün Musul ve Kerkük’üde anavatana dâhil etmekti. Ancak bu maalesef gerçekleşmedi. Özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra başa gelen hükümetlerin umursamaz tavırları ve gerek diğer devletlerin bu konuda Türkiye’nin önünü kesmeleri Kerkük meselesini milli bir mesele olmaktan çıkarmıştır. Aslında 2.Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin önüne bu toprakları geri alma konusunda fırsat çıkmışsa da (çünkü bu konuya müdahil devletler kendi dertlerine düşmüştü) bu fırsatı değerlendirmek adına hiçbir girişimde bulunulmamıştır. Türkmen Katliamları Irak 1932 yılında bağımsızlığını kazandı. 75 yıldır yönetime gelenler orada yaşayan Türkmenlere ağır baskı uygulamışlar işkenceler etmişler ve gözlerini kırpmadan katliam yapmışlardır. Musul, Kerkük ve çevre yörelerde yaşayan Türkmenler defalarca katliamlara uğramışlardır. Bunların başlangıcı 1920’deki Kaçakaç, Telafer katliamıdır. Bu katliamı sırasıyla; Levi Katliamı - Kerkük 1924, Gavurbağı Katliamı - Kerkük 1946, Kerkük Katliamı 14–17 Temmuz 1959, Tazehurmatu Katliamı 1979, Türkmen Liderlerin Katliamı 1990, Tazehurmatu Katliamı (yaşanan ikinci katliam) 25 Mart 1991, Altunköprü Katliamı 28 Mart 1991, Erbil Katliamı 31 Ağustos 1996, Tazehurmatu Katliamı (yaşanan üçüncü katliam) 22 Ağustos 2003, Telafer Katliamı 9 Eylül 2004, Telafer Katliamı (yaşanan ikinci katliam) 21 Şubat 2005, Musul Katliamı 24 Eylül 2005, Yengice Katliamı 10 Mart 2006, Karatepe Katliamı 4 Haziran 2006, Kerkük Katliamı 13 Haziran 2006, Tavuk Katliamı 8 Haziran 2007, Amirli Katliamı 7 Temmuz 2007 katliamları takip etmiştir. Yapılan bu soykırımlar sonucu binlerce Türkmen kardeşimiz şehit edilmiş, sakat kalmış, kadınlar dul, çocuklar anasız ve babasız kalmışlardır. Sözde bir Ermeni Soykırımını kabul ettirme adına çeşitli devletlerdeki Ermeni diasporası her türlü baskıyı yaparken ve dünya Türkiye’ye karşı ayaklanmışken, Türkmenlere yapılan gerçek soykırım karşısında Dünya duyarsız kalmaya devam ediyor. Türkmenlerin Bugünkü Durumu Kerkük’te durum bugün Türkmenler için öncekine göre çok daha belirsizdir. Osmanlı hâkimiyetinden sonra Irak yönetimine gelen gerek Krallık ailesi gerek diktatör Baas rejimi Türkmenlere yönelik soykırımlar yapmışlardır. Özellikle bölgeye demokrasi götürmeye giden A.B.D’nin gücünü arkalarına alıp Irak yönetimine gelen Kürtlerden sonra yapılan zulümlerin artarak devam ettiği gözler önüne serilmiştir. Çünkü bugünkü KDP’nin başkanı Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani 1958 yılında Kerkük’ü Kürdistan’ın kalbi olarak ilan edip Kürtlere hedef olarak gösterdikten sonra, yıllardır bu hedeflerine ulaşmak için çalışmışlardır. Bölgede emperyalizme hizmet eden bugünkü aktörler, işgalden medet uman alçaklar, kurdukları boş hayallere ulaşmanın derdindedirler. Amerika’nın da desteğini alan ve bölgede kullanışlı bir cihaz haline getirilen Kürtler K.Irak’ta istedikleri 204 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı gibi at koşturmaya başlamışlar, Irak Devletinin her kademesine yerleşip K.Irak’ta Kürdistan’ı kurmuşlardır. Geriye bir tek dünyaya Kerkük’ün bir Kürt şehri olduğunu ispatlamak kaldı. Yakın geçmişe kadar Kerkük’te yaşayan Türkmenler ile Kürtlerin sayıları birbirlerine kıyaslanamayacak boyuttaydı. Çünkü Kerkük Türklerin Müslümanlığa geçişinden itibaren bir Türk şehri olmuştur. Ancak bugünlerde bu durum pek de öyle değil. Saddam devrildikten sonra Kürtler Kerkük’e akın etmeye başlamışlar sokaklara çadır bile kurup yaşamaya başlamışlardır. Devlet dairelerindeki Türkmenlerin kayıtlarını yok etmişler ve Türkmenlerin Kerkük’ü terk etmeleri için her türlü baskı ve zulüm ortamını yaratmışlardır. Son günlerde Kerkük’e 6000 peşmergenin yerleştirilmesi ise bir katliam hazırlığının ve saldırı planının içinde olduklarını gösteriyor bizlere. Birkaç ay sonra Kerkük’ün kaderini belirleyecek bir nüfus sayımı gerçekleştirilecek. Yapılan nüfus sayımına göre Kerkük’ün statüsü tam olarak şekillenecek. Ancak çıkacak sonucu önceden tahmin etmek zor değil. Çünkü bundan önce yapılan seçimlerde ABD işgalinin destekçisi olan Kürtlerin çeşitli ayak oyunları, zorbalıkları ve hilekârlıkları yüzünden bugün Irak Meclisinde sadece bir Türkmen milletvekilli yer alıyor. Bu demek oluyor ki önümüzdeki nüfus sayımında da aynı şeyler yine gerçekleşecek ve Kürtler Kerkük’ü tamamen ele geçirecekler. Türkiye bu durumu dünya kamuoyuna anlatmaz ve üzerine düşeni yapmazsa Kerkük’te büyük sıkıntılar yaşanacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok… Türkmenler Neden Zayıf? Türkmenlerin bu kadar zayıf ve güçsüz hale gelmeleri hep “ağabeyleri” Türkiye’nin onları kurtaracağı umudu idi. Bu yüzden hep oturup beklediler. Türkmenlerin gözleri hep kapıdaydı, Türkiye bir gün mutlaka gelecek ve o özledikleri huzura kavuşacaklardı. Türkmenlerin Türkiye’yi hep arkalarında hissetmeleri ve onlara siz bir şeye karışmayın zamanı geldiğinde biz geleceğiz gibi vaatlerinden dolayı hiçbir zaman silahlı bir mücadelenin içine girmedikleri gibi, ciddi bir örgütlenmeleri de olmamıştır. Bu zor günlerde dahi münferit çalışmaların haricinde Kerkük’te ciddi bir silahlı Türkmen kuvveti yoktur. Dolayısıyla Türkmenler karşılarındaki Kürt, A.B.D, Şii, Arap tehdidine karşı bir nevi eli kolu bağlı oturmaktadır. Tabiî ki bütün suçu Türkiye’nin üzerine atıp bir kenara çekilemeyiz. Sonuçta Türkmenler yine de kendi aralarında ciddi bir örgütlenmeye gitmeli bu kara günler için hazır olmalı ve zamanında Türkmen lider kadrosuna karşı yapılan katliamları önlemeliydi. Bundan Sonrası Türkmenler bu zamana kadar Türkiye’den beklediklerini bulamadılar. Bundan sonra da pek mümkün görünmüyor, çünkü Kerkük meselesi Türkiye’de sadece belli bir kesimin hiç bir zaman unutmadığı ve hep dile getirdiği bir dava haline geldi yıllardır. Şu anda Türkiye’nin başında bulunan hükümet Kerkük ve Kuzey Irak konusunda basiretsiz kalmıştır. Genel anlamda dış politika alanındaki mevcut hükümetin basiretsizliği, Kerkük ve Kuzey Irak’taki aymazlığı, acizliği ve basiretsizliği ile göz göre göre bölgeden Türkiye’nin tasfiyesine neden olmuştur. Kerkük’teki durum ve hükümetin acizliği en ciddi milli güvenlik tehdididir. Barzani ve Talabani gibi basit iki aşiret reisini karşılarına muhatap alarak onları şımartan, küstahça tavırlarına ses çıkarmayan ve bu adamların Güney Doğumuzda Mehmetçiklerimizi şehit eden PKK’ya yaptıkları yardımları görmezden gelen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, daha ne kadar suskun kalmaya devam edecek bunu bilmiyoruz ama, eğer en kısa zaman içinde bu kutsal dava herkes tarafından benimsenip harekete geçilmezse her şey için çok geç olacağının farkındayız. www.ulkuocaklari.org.tr 205 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KERKÜK’ÜN GÖLGESİNDEKİ ŞEHİR: TELAFER Kürşat HÜRMÜZLÜ Türk milletinin yayıldığı coğrafi sahada vuku bulan sorunlar düşünüldüğünde akıllara gelerek, dillerden dökülenler, Kıbrıs, Karabağ ve Kerkük gibi belli başlı sorunlardır. Hâlbuki en az bunlar kadar önem arz eden Batı Trakya, Ahıska, Kırım ve Doğu Türkistan’da soydaşlarımızın yaşamaya mahkûm edildiği sorunların da bunlarla birlikte, aklımızı, zihnimizi ve tabii ki gönüllerimizi meşgul etmesi, sıralamaya tabii kalmaksızın eşit bir şekilde hatırlanması gerekmektedir. Ne yazık ki, Türkiye’nin günlük meselelerinin kaygısında Türklük Dünyası’nın büyüdükçe büyümeye devam ederek adeta kangrenleşen meseleleri ihmal edilmektedir. Tıpkı Kuzey Irak’taki Telafer’de yaşanan zulme sessiz kaldığımız gibi… Telafer Musul’un 60 km. kadar batısında yer almaktadır. Telafer kentinin sekiz yüz bin civarındaki nüfusunun neredeyse tamamı Sünni ve Şii Türkmen’lerden oluşmaktadır. Ayrıca kentin çevresinde 70-100 kadar da Türk köyü mevcuttur. Telafer kentinin bulunduğu bölgeye yönelik ilk yerleşim girişimleri, Osmanlı devleti’nin bölgeye yerleşmesi ile başlamış ve Telafer Osmanlı’nın bölgedeki ileri karakolları üzerine bina edilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın temel belgelerinden biri olan Misak-ı Milli’nin dâhilinde bulunan Telafer, Cumhuriyet’in kurulmasının ardından, Kerkük ve Musul’la aynı kaderi paylaşarak, emperyalist kışkırtmalı isyanların neticesinde oluşan koşullarda anayurttan koparılmıştır. Telafer her zaman Irak’ın incisi olarak nitelendirilen Kerkük’ün gölgesinde kalmıştır. Kuzey Irak’tan bahsedilirken daima Kerkük akıllara gelmekte ve Türkiye Türklerince Kuzey Irak’ın Türklük açısından yalnızca ibaret olduğu düşüncesi giderek yanlış bir biçimde yerleşmektedir. Bu bağlamda, ülkemizde birçok kesim ve düşünce akımı tarafından çeşitli biçimlerde Türkmen’lerin yarınına dair çözüm önerilerinin ortaya atıldığı ve bu meselenin yalnızca Kerkük ekseninde değerlendirildiği görülmektedir. Elbette Kerkük’ün Türk kültürünün dokusunda temsil ettiği kadim rol, üzerinde yükseldiği toprağın altında yatan doğal zenginlikleri ile ilk sırayı alacaktır. Ancak bu Türkiye Türk’lerinin Türkmeneli’ne yönelen siyasi ve stratejik bakışında öteki Türkmen merkezlerini ihmal eden bir takıntıya dönüşmemelidir. Nitekim Kerkük’süz diğer Türkmen illerinin düşünülmesi nasıl anlamsız bir hareketse aynı biçimde diğer Türkmen kentlerini göz önüne almadan, Kerkük’e yönelecek bütün girişimler başarısız olmaya mahkûmdurlar. ABD’nin Saddam Hüseyin’in idaresindeki Irak’ı 2003 yılında işgal etmesinin ardından Bush yönetiminin izlediği Irak siyaseti çerçevesinde Türkmenler’e yönelen yıldırma ve Irak’ta yok etme politikasını Telafer’de en vahşi suretini bulmuştur. İşgalin tamamlanması ve Saddam yönetiminin devrilmesinin ardından, ABD ve müttefiklerinden müteşekkil işgalci kuvvetlerin bölgedeki yerel unsurlarla işbirliğine girerek üç kez Telafer’e büyük çapta operasyonlar düzenlenmiş, gerek ülkemiz kamuoyu gerekse Dünya gökten, yerden ölüm yağdırılan, Türkmen’lerin şehitlikle şereflendikleri o zalimliklere karşı hareketsiz kalmıştır. Söz konusu bu üç büyük operasyon sırasıyla; 3–9 Eylül 2004, 21 Şubat 2005 ve 2 Eylül 2005 tarihlerinde gerçekleşmiş, nice Türkmen’in mahzun, ağıtları, nice mazlum feryadı gök kubbeyi sarıp, sağırlığa inat tarihi sesini salmış, Türklük için geri ödenemez bedeller vermişlerdir. 3-9 Eylül 2004; Zalim’in, Telafer’e ilk pençesi. 5000 ABD asker, yanlarında işbirlikçi 1500 peşmerge ve 1500 kişilik Şii Bedir Tugayı ile Telafer kuşatma altına aldı. İşgalciler ve işbirlikçi yerel unsurların başlattıkları taarruz havadan uçaklarla desteklenirken, Anadolu’dan koparılmış 206 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı öksüz Telafer sokaklarında, modern savaş makinelerinin yarattığı alevler, acı gözyaşı ve ölüm olarak şehrin üstüne kapkara bir perde halinde gerilmekteydi. Mazlum Telafer’i, öksüz Türkmen’i zulme gark eden emperyalistlerin bahaneleri ise bilindik ve sıradandı: “Telafer’de kimyasal silah ve El-Kaide örgütüne mensup teröristler bulunmaktaydı.” Telafer’e yönelen saldırı katliamın sınırlarını soykırıma doğru zorlarken, medeni Batı’nın en demokratik, insan hak ve özgürlüklerine, bununla birlikte de insan yaşamına en yüksek saygıyı gösteren (!!!) ABD Telafer’in üzerinden yere, o mübarek şehrin sokaklarına, napalm bombaları bırakmakta, Cehennem’in provaları yangın yerine dönen şehirde, çektikleri ile ebediyen Cennetlik olacak bir halka yaşatılmaktaydı. Bunlar da yetmeyecekti, 3 Eylül’de şehre saldırıya girişen saldırganlar, şehrin bazı mahallerini dikenli tellerle çevirerek abluka altına alırken, Türk halkının yakından tanıdığı bir manzarayı, Sırp kasaplığının zirvesi olan insan avının yeni bir şeklini yaşama geçirmekteydiler. Artık bu tellerden geçenlere yaşam hakkı tanınmamaktaydı. Aşanlar, çoluk çocuk demeden, kadın erkek, yaşlı genç ayırt etmeden, hainlerin ateşledikleri silahlarla öldürülmekte, keskin nişancıların çaresiz hedefi olmaktaydılar. 6 gün Telafer’de kan. 6 gece Telafer’de işkence. 6 gün ve gece kasırga gibi esen ölüm ve bu altı günün sonunda. 500’ün üzerinde şehit. Telafer’in bu acı hali karşısında Anadolu ses vermeliydi. Türk oldukları için zulme hedef olanlara sahip çıkılmalı dur denilmeliydi. Ancak o günlerde Türkiye’nin iradesi siyasi hırsı sermaye, emperyalizme hizmet etmeyi esas sayan siyasi bir zihniyetin idaresinde zaafa uğratılmaktaydı. Dönemin dışişleri bakanlığı sözcüsü Namık Tan yaptığı haftalık bilgilendirme toplantısında dönemin Dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün Estonya ziyareti esnasında ABD’li yetkililer ile temas kurduğunu belirtmiş ve bu bağlamda Telafer’de yaşanan insanlık dramı konusunda yalnızca yetkilileri “uyarmakla” yetindiğini Türkiye kamuoyuna duyurmuştur. Türkmeneli’nde yaşanan katliam ve kırımlara göz yumacak kadar çaresiz kalan iktidarın bu uyarıları elbette ki yeterli olmamış, işgalci ABD Telafer’de süren kutlu direnişi kırmak niyetiyle başlattığı operasyonları sürdürmüştür. 21 Şubat 2005; Türkiye’deki yetersiz iktidardan, Türkmenlerin bölünmüşlüğünden ve nihayet emperyalizmin gaddar kudretinden hareketle Telafer yeniden saldırılara maruz bırakılmakta… ABD askerlerinin başını çektiği bu ikinci operasyonda artık işbirlikçilerin devleti tamamen ele geçirmeleriyle birlikte kurulan ordunun unsurları da yer almaktadır. Irak Ulusal Muhafız Birliği askerleri karadan Telafer’ yönelirken, havadan ABD savaş helikopterleri onlara destek vermekte ve yine güzide Türkmen kenti Telafer, kana, gözyaşına boğulmaktadır. Tarih 21 Şubat 2005. Saldırganlar operasyonun ilerleyen saatlerinde Telafer kalesine kadar ilerliyorlar, bu esnada kale içerisinde yer alan ve tek suçları o saatte o yerde olmaktan ibaret çok sayıda kişi ayırt etmeksizin, askerlerin açtıkları ateş neticesinde öldürülmüşlerdir. Yapılan bu ikinci saldırının ilkiyle mukayese edildiğinde arada da ki farkın, 21 Şubat 2005 tarihli saldırının hanesine şiddet ve kayıplar bakımından daha vahim bir neticeyi eklerken, operasyon sonrasında yapılan tespitler tüyler ürperten bir gerçeği daha ortaya çıkarmaktaydı. Ölü ve yaralıların yanında, bu operasyonun zayiatları arasında kaybolan insanların sayısı dikkat çeker boyutlara ulaşmaktaydı. Meseleyi inceleyen Türkmen yetkililer, operasyon sırasında ABD ve Irak’lı askerlerin cinsiyet ya da yaş ayırmaksızın, kişileri alıkoyduklarını tespit etmişler ve nihayetinde bunun hem saldırının yarattığı psikolojik baskıyı Telafer’de daha da katı bir biçimde hissettirmek amacıyla yapıldığını belirtmişlerdir. Bu iki saldırının ardından İlk saldırısından neredeyse bir yıl sonra Türkmen direnişinin kalesine dönüşen Telafer’e üçüncü bir saldırı gerçekleştirilmiş, insanlık, hak ve merhamet olmaksızın Irak’ın hâkim güçleri ve işgalci ABD’nin savaş makinesi Telafer’in bugüne kadar görülmedik bir zulüm çemberinde, şiddetli bir saldırıya maruz bırakmışlardır. Tarih 2 Eylül 2005; 5000 ABD askerinin ve 1500’den fazla peşmergenin yer aldığı operasyonda öncelikli Telafer abluka altına alınarak, Gazze’de, Şeria’da yaşanan dramın bir benzerinin sahnelenmesinin ilk adımları atılmıştır. Ablukanın başlatılmasından birkaç gün sonra ABD’li işgal güçleri, ağır silahlar ve havadan ise helikopter ve savaş uçaklarının saldırılarıyla kent harabeye www.ulkuocaklari.org.tr 207 Ülkü Ocakları Eğitim Programı çevrildi. 80’in üzerinde Türkmen bu bombardıman esnasında hayatını kaybederken, saldırganlar şehirdeki üç camiyi de yerle yeksan ettiler. 150’den fazla ağır yaralıların bulunduğu kentte, sağlık hizmetlerini gören tek hastane ABD’lilerce çatışmalar esnasında ele geçirildi. Yerel kaynakların o günlerde çatışmaların sıcak anında verdikleri bilgilerde ABD’liler şehir hastanesini bir karargâha dönüştürürken, kesin şekilde hastane asli hizmet niteliğini kaybetti ve şehirde sağlık hizmetleri verilemez oldu. Kente mahalleler arasına tel örgü çeken ABD’li askerler şehir halkının dünya ile olan iletişimini tamamen keserken, o esnada ABD’lilerin yanında hazır kıta bulunan peşmergeler Türkmen mahallerine saldırmaktaydı. Peşmergeler, 50’den fazla evi, içinde yaşayan sakinlerini evlerinden çıkarmadan, başlarına yıkarak, 100 fazla Türk’ü hanelerinde şehit ettiler. Nihayet kentin kontrolünü bütün gaddarlıklarını sergileyerek ele geçiren ABD askerleri, Türkmen gençlerini alıkoyarak bugün bile bilinemeyen bir yere götürdüler. Bu vahşiliklerin yaşandığı anda, Telafer kentinin Reşadiye mahallesinde ise bu Irak hükümetinin altında imzasının bulunduğu bildirilerde Telafer’in Türk halkına seslenilmekteydi: “Şehri boşaltın.” Verilen mesaj, tüm çıplaklığıyla operasyonun niyetini özetlemekteydi. Telafer, Kerkük gibi, Musul gibi Türkmen’siz olacaktı. Ne pahasına olursa olsun bu böyle olmalıydı. Yapılan saldırıların ABD’ne göre gerekçesi Telafer’de yuvalanmış bulunan El-Kaide terör örgütünün militanlarını yakalamak ve Saddam Hüseyin’in sakladığını iddia ettiği kimyasal silahları ortaya çıkarmaktı. Ancak Telafer ateş çemberine alınıp, katliamlara maruz bırakıldığı bu üç operasyonun neticesinde ABD’nin gerekçe olarak gösterdiği bu unsurlara Telafer şehrinde rastlanılmadı. Bu bakımdan bu geçersiz, gerçekliklerden kopuk bahanelerin ardında gizlenen asıl sebep Telafer’in taşıdığı stratejik konumla alakalıydı. Telafer, coğrafi konumu itibariyle çok önemli bir yerde yer almaktadır. Suriye sınırına geçişte, Kuzey Irak’lı aşiretlerin ve ABD’nin “istanlı” emellerine mani olan bu kent bu bakımdan bir geçiş noktası niteliğindedir. Bugün Kürtleştirilmeye tabii tutulan bu ket, geçmişte Baas rejimi tarafından Araplaştırılmaya çalışılmıştır. Saddam’ın devrilmesinin ardından, Kuzey Irak’ta egemenliği eline alan KDP ve KYB’nin Kerkük’te uyguladığı, adam kaçırma, bombalı saldırı, ABD ile ortak operasyon düzenleme gibi araçlardan müteşekkil yıldırma politikaları ile halkı Telafer’den göç etmeye zorlamıştır. Telafer şehri, Suriye sınırının hemen kuzeyinde yer alıyor, Suriye’de Kürtlerin yaşadığı Kamışlı bölgesiyle doğuda Kürtlerin kontrolündeki Kuzey Irak arasında tampon bölge konumunda. Türkiye sınırına 70 km. mesafede olan şehir, Kürt bölgelerini ortadan bölmektedir. Yani, Irak, Suriye, Türkiye ve İran topraklarının belli kısımlarını içine alan sözde Kürdistan’ın bir bütünlük oluşturması için Türk toprağı olan Telafer’in ele geçirilmesi ne olursa olsun gerçekleştirilmesi gereken bir amaç olarak görülüyor ABD ve Kürtler tarafından. Gerçekleştirilen vahşi, insanlık dışı operasyonların daha doğru bir tabir ile soykırımın asıl amacı budur. İkinci amaç ise; hain terör örgütü PKK ile Kuzey Irak Kürtlerinin yararlandığı ve Türkiye’deki birçok suç örgütünün kullandığı Habur sınır kapısının kapatılmasını önlemek. Ayrıca Suriye sınırında açılacak Sıncar ve Türkiye sınırında açılacak Ovacık sınır kapılarının kontrolünü ele geçirmek. Bilindiği gibi, Türkiye Barzani’nin kontrolündeki Habur sınır kapısına alternatif olarak Ovacık kapısını açmayı çok istiyor. Böylece Irak’la yapılacak ticari alışveriş ve diğer ilişkiler, Kürt bölgesine girmek zorunda kalmadan Telafer üzerinden yapılacak. Daha da önemlisi Türkmenlerin güvenliği ve diğer ihtiyaçları için kolayca kullanılabilecek bir yol olacak Ovacık sınır kapısı. Bu nedenler bir araya getirildiğinde yapboz tamamlanmış oluyor. Irak’ın petrolüne ve Kürtlerin kuracağı sözde Kürdistan ile bölgeye hâkim olmayı hedefleyen ABD için Büyük Orta Doğu projesinin bir ayağı da tamamlanmış olmaktadır. Meydana gelen bu soykırım sırasında Türkiye tarafından ABD’ye, katliamları durdurması söyleniyor ve Kızılay yardım ekibi bölgeye gönderiliyor. Fakat ne ABD tarafından müttefik ülke Türkiye’nin uyarsı dinlendi ne de Kızılay oradaki soydaşlarımıza yardım edebilmiştir. Bugün Telafer’in nüfusunun %70’e yakını evlerini terk ederek Kerkük ve diğer Türkmen yerleşim birimlerine göç 208 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı etmişlerdir. Kuzey Irak’lı Kürtler ve ABD istediklerini nerdeyse elde etmiş olmaktadırlar. Meseleye başka bir cihetten bakıldığında aslında ABD’nin Irak savaşını kazandığı görülmektedir. ABD’li petrol şirketleri Irak petrolünü işletme hakkına sahip olmuşlardır. Arada ezilen Türkmenler ise hiçbir hak talep edemeyerek etseler bile Türk olmanın, şerefli ve şanlı bir soydan gelmenin cezasını kanlarıyla ödemeye devam edecekler. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti ağırlığını bölgede hissettirmeli yapılan zulümlere ve soykırımlara dur demelidir. Amerika’nın dolayısı ile İsrail’in emellerine hizmet eden BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) bölge ülkelerin teker teker parçalanması ile tamamlanacaktır. Türkiye’nin de bölge içinde olması, diğer ülkeler gibi tehdit altında olduğunu gösterir. Hem kendi içinde bulunduğu tehdidi bertaraf etmesi açısından hem de aslında kendi halkı olan bölgede yaşayan Türkmenlerin esaretten kurtulması adına mutlaka net ve kararlı adımlar atmalıdır. www.ulkuocaklari.org.tr 209 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KIBRIS SORUNU Çağrı ÖZKAN Kıbrıs Adası’nın Kısa Tarihi Kıbrıs, konumu itibariyle tarih boyunca pek çok imparatorluğun kontrolü altına girmiş bir Doğu Akdeniz adasıdır. M.Ö 1400’lü yıllardan itibaren, Hititler, Mısırlılar, Asurlular ve Persler gibi pek çok toplum tarafından yönetilmiş, M.Ö 58 yılında ise Roma İmparatorluğu tarafından alınmıştır. Ada, M.S 395 yılında ikiye ayrılan Roma İmparatorluğu’nun Bizans İmparatorluğu olarak adlandırılan kısmında kalmış, 649 yılında ise İslam Devleti’nin Şam valisi olan Muaviye tarafından ele geçirilmiştir. 300 yıl süren İslam hâkimiyeti döneminde Kıbrıs’ın Ortodoks yapısı bir nebze de olsa değişmiş, İslam toplumu adaya yerleşmiş ve adada pek çok eser bırakmıştır. Ancak 964 yılında Bizans İmparatorluğu tekrar Kıbrıs’ı ele geçirerek yaklaşık 240 sene sürecek olan ikinci hakimiyet dönemini başlatmıştır. 1191 yılında 3. Haçlı Seferi esnasında Avrupalı Hristiyanlar adayı Bizans’tan almıştır. Bu tarihten sonra Kıbrıs adasında uzun yıllar Avrupalılar hüküm sürmüştür. 16. yy.’a gelindiğinde ise, Osmanlı İmparatorluğu ada üzerinde hakimiyet kurmaya başlamış, 1517 yılından itibaren Türkler adada fiili bir hakimiyet kurmuşlardır. 1571 yılında ise II. Selim Kıbrıs’a akın düzenlemiş, Limasol, Girne ve Lefkoşe’den başlayarak adayı Osmanlı sınırlarına dahil etmiştir.1 307 yıl boyunca Kıbrıs, tarihinin en huzurlu yıllarını yaşamıştır. 93 Harbi olarak da bilinen 18771878 Rus Savaşı patlak verdiğinde ise adanın kaderi bir kez daha değişmiştir. Osmanlı’nın Rusya ile uğraşmasını fırsat bilen ve hem Doğu Akdeniz’deki gücünü sağlamlaştırmayı hem de Rusların sıcak denizlere inmesini engellemeyi hedefleyen İngiltere, Osmanlı’ya baskı kurarak adanın yönetimini ele geçirmiştir. Geçici bir süre için ve senelik yüz bin altın kira karşılığında adanın yönetimi İngiltere’ye devredilmiş ancak mülkiyet hakları korunmuştur.2 Ancak uzun yıllar sonra çıkan Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması İngiltere’nin planlarını gerçekleştirmesine yardımcı olmuş, savaş sırasında ada İngiltere tarafından ilhak edilmiştir. Bu tarihten sonra ise adanın bizim az çok bildiğimiz yakın tarihi başlar; 1960 yılında iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur, 1974’te Türkiye’nin müdahalesi ile ada ikiye bölünür ve 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Kıbrıs’ın Stratejik Önemi Akdeniz’in Sicilya ve Sardunya adalarından sonra en büyük üçüncü adası olan Kıbrıs 9,251.50 km2 büyüklüğündedir. Ada Türkiye’ye 65 km uzaklıkta yer almaktadır. Kıbrıs’ın Suriye’ye olan uzaklığı 100km, Mısır’a olan uzaklığı 420km ve yıllardır ada üzerinde hak iddia eden Yunanistan’a uzaklığı ise tam 1100km’dir.3 Kıbrıs, Doğu Akdeniz ticaret yollarının tamamına hakim konumuyla deniz ticareti için olmazsa olmaz bir duraktır. 210 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Son dönemlerde yapılan araştırmalar sonucunda ada ve etrafında bol miktarda petrol yataklarının olduğu tespit edilmiş, hatta bu petrollerin aranması ve kullanımıyla ilgili Türk ve Yunan tarafları arasında birtakım gerginlikler yaşanmıştır. Rum kesimi Mısır ve ABD’yi yanına çekerek Doğu Akdeniz’deki petrol sahalarını adeta ele geçirmeye çalışmış, bu durum Türkiye ve KKTC’nin tepkisini çekmiştir 4. Kıbrıs Rum Yönetimi, daha önce olduğu gibi petrol arama çalışmalarına Türkiye’nin müdahale etmesini engellemek için ABD flamalı petrol arama gemilerini kullanmaya başlamış, böylece Türkiye’yi doğrudan ABD ile karşı karşı karşıya bırakmayı hedeflemiştir. Ayrıca ABD’nin açıklamaları da, bölgede petrol aramaya hakkı olan devletin tek meşru devlet olan Kıbrıs Rum Kesimi olduğuna dikkat çekmiştir. Böylece ABD – Rum işbirliği ile Kıbrıs bölgesindeki petrol yatakları paylaşılabilmiş, Türkiye ve KKTC bu sürecin dışında tutulmuştur. Sadece bu süreç bile, Kıbrıs’ın doğal kaynakları ve stratejik konumunun ne denli zengin olduğunu ortaya koymaktadır. Kıbrıs Adası, tüm Doğu Akdeniz’i, dolayısıyla da Türkiye, Suriye, Mısır ve İsrail’i kontrol altında tutabilecek askeri bir üs, Süveyş Kanalı ile birlikte tüm Doğu Akdeniz ticaretinin kilit noktası olan bir liman ve her türlü doğal zenginliği için tükenen dünyanın son kaynaklarından biri konumundadır. Bunca zenginliğiyle Kıbrıs Adası’nın Avrupa, İsrail, ABD ve Yunanistan gibi güçlerin tüm dikkatini üzerine çekmesi son derece doğal bir sonuçtur. Neredeyse tüm Batı dünyası tarafından hedef olarak görülen Kıbrıs, Türkiye için de son derece önemli bir konumdadır. Her şeyden önce, ada yüzyıllardır Türk nüfusun evi olmuş, çekilen pek çok acıdan sonra Türk milleti için vatan olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında ana vatan topraklarının güvenliğini sağlayabilecek olduğu kadar, tehdit de edebilecek bir stratejik konuma sahiptir. Kıbrıs bu bakımdan Türkiye’nin güvenlik teminatıdır. Girit, Rodos ve diğer Ege adalarının Yunanistan tarafından kontrol ediliyor olması, güvenlik açısından Kıbrıs’ı Türkiye’nin olmazsa olmazı yapmaktadır. Tüm bu şartlar altında açıkça görülmektedir ki, Kıbrıs’ın geleceği Türkiye için Batılı devletlere bırakılamayacak kadar önemlidir. İlk ENOSİS Hareketleri ENOSİS, Yunancada “birleşme” anlamına gelmektedir. Bağımsızlığından itibaren Yunanistan, işgal ve ilhak ettiği toprakları ENOSİS davasının bir sonucu olarak göstermiş, Yunanların ana vatanı olan Büyük Yunanistan’a ait toprakların geri alındığı yalanının arkasına saklanmıştır. Günümüzde mevcut olan Kıbrıs sorununun kaynağı da Rumların ENOSİS hayalleridir. 25 Mart 1921 tarihinde Serhatköy’de, Rumlar ilk kez Kıbrıs’ın geleceği hakkında bir plebisit5 gerçekleştirdiler. 500 civarında Rum’un katıldığı plebisit sonucunda Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesi kararı alındı.6 Bu karar İngiliz yönetimine sunuldu ancak reddedildi. Bundan 10 sene sonra, 1931 yılında Rumların ENOSİS hareketleri fiili bir isyana dönüştü. Rum bir papazın önderliğinde başlayan ayaklanma İngiliz Sömürge Yönetimi tarafından şiddetli bir şekilde bastırıldı. İsyana katılmayan, aksine tamamen karşı çıkan Kıbrıslı Türkler ise adeta Rumlardan bile daha çok cezalandırılarak, olası bir isyana karşı tehdit edildiler. 1931 ayaklanmasından sonra İngiliz yönetimi adada sıkıyönetim ilan etti. Tüm siyasi faaliyetler yasaklandı, iki tarafın da milli ögelerine sansür getirildi. İngiliz idaresinin yasakları 1942 yılında kadar devam etti. Bu yıldan sonra ise Rumların AKEL, Türklerin ise KATAK partilerini kurmaları ve Doktor Fazıl Küçük önderliğindeki Halkın Sesi gazetesinin yayına başlamasıyla ada tekrar iki tarafın siyasi çalışmalarına sahne oldu. 1921-1931 yılları arasında yaşanan ilk ENOSİS hareketleri Rumların ada üzerindeki emellerini açıkça ortaya koyarken Kıbrıslı Türklerin adadaki yeri hakkında da akıllarda soru işaretleri bıraktı. Rumlar, Türkleri tıpkı İngilizler gibi işgalci statüsüne koyuyor, Yunanistan çatısı altında tek toplumlu bir gelecek hayali kuruyorlardı. Türkler bu durum karşısında tepki ortaya koyup, Rumların Yunanistan’a ilhak isteklerini protesto etseler de, Türkiye bu dönemde etkili bir tepki ortaya koyamamış, kendi kurtuluş mücadelesi ve ardından toparlanma çalışmaları arasında Kıbrıs meselesi adeta unutulup gitmişti. Misak-ı Milli sınırları içerisinde de yer almayan Kıbrıs, açıkça Yunan Megalo İdea’sının hedefi oldu ve bu konuda karşısında sadece İngilizleri ve adadaki Türkleri buldu. www.ulkuocaklari.org.tr 211 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kıbrıs Türklerinin Örgütlenmesi Kıbrıs Türklerinin tarihinde en önemli şahsiyetlerden biri Doktor Fazıl Küçük’tür. Halkın Sesi gazetesini çıkaran Fazıl Küçük, mücadelesine Türk okullarının İngiliz idaresinden alınarak Türk halkına teslim edilmesi için çalışarak başladı. 1944 yılında, kurucularından biri olduğu KATAK partisinden ayrıldı ve Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi’ni kurdu. ENOSİS hareketlerinin karşısında durmak üzere çalışmalarına başlayan parti, 1949 yılında KATAK ile birleşerek Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi adını aldı. Doktor Fazıl Küçük ve partisinin Kıbrıs mücadelesindeki yeri oldukça önemlidir. Özellikle de 1948 yılında Fazıl Küçük’ün düzenlediği mitingler neticesinde Kıbrıslı Türklerin kazandığı haklar, daha sonraki yıllarda devam edecek olan mücadele bakımından oldukça önem teşkil etmiştir. Türk Aile Mahkemeleri’nin ve Müftülük’ün kurulması ile Türk okullarının ve Evkaf’ın Türk halkına devredilmesiyle, Kıbrıs Türk Milli Partisi’nin 1944 yılında kuruluş bildirgesinde ortaya koyduğu hedeflerin büyük kısmı gerçekleşmiş oldu.7 1945 yılında İngiltere’de yönetime gelen İşçi Partisi, Kıbrıs konusunda yumuşak bir tavır izlemiş, bunun neticesinde Rumlar, ilhak taleplerini sunmak için iyi bir fırsat olduğunu düşünmüşlerdi. Nitekim 1947 yılında Rum AKEL partisinin temsilcileri, İngiliz Hükûmetine Ada’nın Yunanistan’a bağlanması taleplerini ilettiler. Amerikan kamuoyu da, bu tür bir ilhak yaşanması durumunda Amerika’nın karşı çıkmayacağını belirtiyordu. Bu durum karşısında Kıbrıslı Türkler derhal harekete geçtiler ve büyük mitingler düzenlediler. Ancak bütün bunlar Türkiye’nin harekete geçmesini sağlayamadı. Türk Hükümeti, tüm bu karışıklıklar karşısında sessizliğini korudu.8 Daha sonraki dönemde Türkiye’de de Kıbrıs konusunda canlanmalar yaşandı. 1949 yılında Anadolu’da Kıbrıs Türk’lerinin haklarını korumak amacıyla mitingler düzenlendi. Ancak NATO’nun kurulması gündemi değiştirdi ve Kıbrıs konusundan bir süre uzaklaşıldı. Ancak 1950 yılında Demokrat Parti hükümetinin başa gelmesiyle Kıbrıs politikası değişti ve Türkiye Kıbrıs konusunda açıklamalar yapmaya başladı.9 İkinci Plebisit ve EOKA İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya üzerindeki kolonilerin teker teker bağımsızlık kazanmaları, 1950’ye gelindiğinde Rumları da etkiledi. İngiliz hükümetinin değişen tutumunu da değerlendiren Rumlar, ikinci plebisiti düzenlediler ve İngiliz hükümetine taleplerini ilettiler. Rumların talepleri kabul edilmese de bu ikinci plebisit ENOSİS çalışmalarının hızlanmasında öncü oldu. Tüm bunlar yaşanırken, ileride Kıbrıs tarihinin en önemli karakterlerinden biri olacak olan Makarios, Rum Başpiskoposu seçilerek görevine başladı. Makarios’un ilk çalışması, ENOSİS’in gerçekleştirilmesine yönelik bir örgüt kurulması oldu. 1952’de Atina’da başlayan çalışmalar, EOKA adlı örgütün Yorgo Grivas önderliğinde 1 Nisan 1955 yılında faaliyete geçmesiyle başarıyla sonuçlanmış oldu. Kısa süre sonra EOKA, yüzlerce Kıbrıs Türkünün katledilmesinden sorumlu olacaktı. Rumlar Kıbrıs’ta ENOSİS faaliyetlerini hızlandırırken, Türkiye ve Yunanistan cephelerinde de farklı siyasi hareketler yaşanıyordu. 1949 yılında NATO’nun kurulmasıyla, SSCB tehlikesini bir süredir yakından hissetmekte olan Türkiye ve Yunanistan, güvenliklerini sağlamak amacıyla bu ittifaka katılmayı hedef olarak belirlediler. 1952 yılında iki ülkenin aynı anda NATO üyesi olması, bir süredir Kıbrıs yüzünden gerginlik yaşayan iki ülkeyi yakınlaştırdı. Ancak bu yakınlaşma çok uzun sürmedi. Yunanistan, Türkiye’nin istikrarsız dış politikası karşısında Kıbrıs konusundaki ENOSİS yanlısı tavrını son sürat sürdürürken, Türkiye ile ilişkilerini de göstermelik bir biçimde sürdürdü. Böylece Türk hükümeti her şart ve koşulda Kıbrıs konusunda ılımlı mesajlar verirken, Yunan hükümeti Ada’nın ilhakı için gerekli ortamı oluşturuyordu. Türk halkının tüm itirazlarına rağmen Türk hükümeti tavrını sürdürdü. 1954 yılına gelindiğinde Yunanistan, şartların olgunlaştığını düşünerek Kıbrıs’ın SelfDeterminasyon10 hakkını kullanabilmesi için Birleşmiş Milletlere başvurdu. Türkiye’nin de karşı çıkmasıyla BM bu talebi reddetti. Daha sonra EOKA’nın eylemlerine başlaması ve Ada’daki Türk köylerine baskınlar düzenlemesiyle gerginlik üst düzeye çıktı. Gerginliği çözmek için 29 Ağustos 212 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı – 7 Eylül 1955 arasında gerçekleştirilen Londra Konferansı da sonuçsuz kaldı.11 1956 yılında İngiltere Kıbrıs politikasında değişikliğe gitti ve Ada’daki İngiliz üslerinin korunması şartıyla selfdeterminasyon hakkının kullanılmasını kabul etti. Ancak anlaşmazlıklar ve Türkiye’nin baskıları nedeniyle karar uygulanamadı. Sorun iki kez BM’de görüşüldü ve ikisinde de Yunanistan tezlerini kabul ettirmeyi başaramadı. Ancak bu sırada EOKA saldırılarına devam ediyor ve Ada’daki Türk nüfusu ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Saldırılarda pek çok Türk şehit edildi, 30’a yakın Türk Köyü yakıldı. 1957 yılında NATO Yunanistan ve Türkiye arasında Kıbrıs konusunda ara bulucu olmayı önerdi. Böylece kısa bir süre için de olsa EOKA ateşkes ilan etti ve saldırılarına ara verdi. NATO’nun ara buluculuğu da çözüm için yeterli olmadı ancak görüşmelerin ardından Türkiye büyük bir politika değişikliğine gitti. Görüşmelerden kısa süre sonra yapılan açıklamalarda, çözümün ancak “Taksim” yoluyla çözülebileceği belirtiliyordu. Taksim Politikası, Türk Mukavemet Teşkilatı ve Denktaş Taksim politikası, genel olarak Kıbrıs’ın Türk ve Rum olarak ikiye ayrılması ve iki bağımsız cumhuriyet olarak var olmasını öngören bir politikadır. Türkiye bu politika doğrultusunda 1958 yılından itibaren çalışmalarda bulunmuş, ancak Ada’ya geniş bir özerklik ve taraflara geniş siyasi haklar veren Macmillan Planı’nın ortaya konmasıyla, bu plana destek verebileceğini belirterek tekrar politika değiştirmişti. EOKA’nın Türklere yönelik katliamları gerek Kıbrıs’ta gerekse Türkiye’de artık sabırları taşırmıştı. Bunun üzerine Kıbrıs tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Rauf Denktaş ve Doktor Fazıl Küçük, 1957 yılında Türkiye’ye gelerek Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile temasa geçtiler. Denktaş ve Küçük, Zorlu’dan silahlı bir teşkilat kurulabilmesi için yardım istedi. Bunun üzerine Fatin Rüştü Zorlu ve Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Daniş Karabelen’in çabalarıyla lider kadrosunu Rauf Denktaş, Daniş Karabelen ve Fazıl Küçük’ün oluşturduğu Türk Mukavemet Teşkilatı kuruldu. TMT, her türlü ENOSİS hareketine karşı Kıbrıs Türk’lerini korumayı hedefliyor ve Türkiye’yi ana vatan olarak kabul ediyordu.12 Türk Mukavemet Teşkilatı’nın en önemli isimlerinden biri olan Rauf Denktaş, İngiltere’de aldığı hukuk eğitiminin ardından bir süre Kıbrıs’ta avukatlık yapmıştı. Kendini davaya adamadan kısa süre önce de savcılık görevinde bulundu. Daha sonra bu görevinden istifa etti ve kendini ENOSİS’le mücadeleye adadı. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulmasına öncülük etti ve teşkilatın etkin mücadelesinde yer aldı. Rauf Denktaş, Kıbrıs Türkleri için verdiği mücadeleye daha çok uzun yıllar hizmet verecekti. Kıbrıs Cumhuriyeti 1959 yılına gelindiğinde, Kıbrıs sorunu hususunda tarafların politikalarında bazı değişiklikler yaşandı. Özellikle NATO’nun çabalarıyla, Kıbrıs’ta “Taksim” ve “ENOSİS” politikalarından görünüşte de olsa vazgeçildi. 5-11 Şubat 1959 tarihleri arasında Türkiye ve Yunanistan Zürih Konferansı’nda bir araya geldiler. Konferansta iki toplumun da haklarını koruyacak bir cumhuriyet kurulması kararı alındı. Ancak bir diğer garantör devlet olan İngiltere’nin de antlaşmayı imzalaması gerektiği için 19 Şubat tarihinde tekrar bir araya gelindi ve antlaşma üç devlet tarafından kabul edilerek imzalandı. Kurulacak cumhuriyetin temel esasları antlaşmada şu şekilde yer alıyordu: 1-Kıbrıs devleti, Cumhurbaşkanlığı rejimine dayanan bir Cumhuriyet olacaktır. Cumhurbaşkanı Rum ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Türk olacak ve genel oy verme yöntemiyle, adadaki Rum ve Türk toplumları tarafından ayrı ayrı seçileceklerdir. 2-Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi dilleri Rumca ve Türkçe olacaktır. Yasama ve idari belgeler ve dokümanlar iki resmi dilde yazılacak ve yayınlanarak ilan edilecektir. 3-Kıbrıs Cumhuriyetinin, Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı tarafından birlikte seçilecek tarafsız bir desen ve renkte, kendine özgü bayrağı olacak, Yetkililer ve Toplumlar, bayramlarda Kıbrıs bayrağı yanında Rum ve Türk bayraklarını da aynı zamanda çekme hakkına www.ulkuocaklari.org.tr 213 Ülkü Ocakları Eğitim Programı sahiptir. Rum ve Türk Toplumları Yunan ve Türk milli bayramlarını kutlama hakkına sahip olacaktır. 5-Yürütme erki, Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısında toplanacaktır. Bu maksatla, 7 Rum ve 3 Türk’ten oluşan bir Bakanlar Konseyi (Kurulu) oluşturulacaktır. 6-Yasama erki, genel seçim hakkına uygun olarak, 5 yıl için % 70 Rum ve % 30 Türk oranında Türk ve Rum Toplulukları tarafından ayrı ayrı seçilecek olan Temsilciler Meclisine verilecektir. 10-Her toplum, kendisi tarafından saptanacak sayıda temsilciden oluşan bir Cemaat Meclisine sahip olacaktır. 11-Kamu hizmetleri. % 70 Rumlardan ve % 30 Türklerden oluşacaktır. 14-Kıbrıs’ın % 60’ı Rum. % 40’ı Türk’ten oluşan iki bin kişilik bir ordusu olacaktır. 16-Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı tarafından birlikte atanacak iki Rum ve bir Türk ve bir tarafsızdan oluşan bir Yüksek Mahkeme kurulacaktır. Tarafsız Yargıç, Mahkemeye başkanlık edecek ve iki oya sahip olacaktır. 22-Kıbrıs’ın herhangi bir devlet ile tamamen veya kısmen birleşmesinin veya ayrılıkçı bir bağımsızlığın (Kıbrıs’ın iki ayrı devlet olarak taksiminin) önlenmesi kabul edilecektir. 27-Yukarıda belirtilen bütün noktalar Kıbrıs Anayasasının temel maddeleri sayılacaktır. 13 Ayrıca ek antlaşmalarda kurulacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, adada yaşayan iki halkın ve adanın bağımsızlığının tehlikeye girmesi durumunda, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantör devletler olarak müdahale hakkı olduğu belirtiliyordu. Tüm bu çalışmaların ardından 16 Ağustos 1960 tarihinde “Kıbrıs Cumhuriyeti” ilan edildi. Kıbrıs sorununun çözüldüğü düşüncesi Türkiye’yi oldukça rahatlatmış, garantörlük antlaşmalarının da etkisiyle adadaki Türk nüfusun huzur ve güvenliğinin sağlandığı düşünülmüştü. Ancak Yunanistan’ın ve Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti’ne asla inanmadıklar, bu antlaşmaları ve sözde dostluk gösterilerini ENOSİS’in gerçekleştirilmesinde bir sıçrama tahtası olarak gördükleri daha sonra ortaya çıkacaktı. Nitekim henüz 1961 yılında gelinmeden anayasanın uygulanmaması ve adadaki adaletsizlikler sebebiyle büyük anlaşmazlıklar çıktı. Akritas Planı ve Kanlı Noel 1962 yılında Kıbrıs’ta iki Türk camisinde patlayan bombalar, gerilimi bir anda tırmandırdı. Türkiye bu olayı derhal protesto etti ve sorumluların yakalanmasını istedi.14 Kıbrıs Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda EOKA terör örgütünün de kurucusu olan Makarios, Türkiye’yi ziyarete geldi ancak protestolarla karşılaştı. Makarios, 1961 yılından itibaren anayasanın yetersiz olduğunu ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bu anayasa ile idare etmenin mümkün olmadığını iddia etmeye başladı.15 1963 yılının Kasım ayında ise anayasada 13 maddelik bir değişikliğe gidilmesini önerdi.16 Makarios’un önerdiği değişiklikler tamamen Kıbrıs Türklerinin haklarını kısıtlamak amacı taşıyordu. Böylece Türk cemaati öneriye karşı çıktı ve geniş kapsamlı tartışmalar başladı. Ancak tüm bu çatışmalar kendiliğinden çıkmış değildi. Makarios’un anayasa değişikliği önerisi, daha önce Rum toplumunun ileri gelenleri ve EOKA liderlerinin birlikte hazırladıkları AKRİTAS Planı’nın bir parçasıydı. AKRİTAS Planı, ENOSİS’in silah yoluyla gerçekleştirilmesini, Türk nüfusun ortadan kaldırılmasını öngörüyordu. Böylece Rumlar, 20 Aralık 1963 gecesi, daha sonra tarihe “Kanlı Noel” olarak geçecek olan katliamlarına başladılar. İlk olarak Lefkoşa’da bir araca ateş açılması sonucu iki Türk şehit edilirken bir grup da yaralandı.17 22 Aralık günü Türk Büyükelçiliği’ne ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı İkametgahı’na saldırılar 214 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı düzenlendi. Aynı gün Lefkoşa’ya bağlı bir Türk kasabası olan Küçük Kaymaklı, Nikos Sampson adındaki EOKA lideri önderliğinde Rumlar tarafından kuşatıldı. Bu sırada adada bulunan Yunan alayı da Rum saldırılarına destek veriyordu. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın organize ettiği Türk direnişçiler Küçük Kaymaklı’da büyük bir katliamın yaşanmasına engel olmak için 5 bin kişiyi kasabadan tahliye etti. Ancak geride kalan 550 kişi Rumlar tarafından esir edildi ve 2 Türk acımasızca katledildi. Daha sonra Nikos Sampson bu vahşi saldırıyı bir Rum gazetesinde; “Yunanlıların Balkan Savaşları dışında Türklere karşı elde ettikleri tek zafer” olarak nitelendirecekti.18 24 Aralık günü ise Rumlar Lefkoşa’nın Kumsal semtinde bir başka katliama giriştiler. Olaylar sonucunda 11 Türk şehit edildi. Bunlardan 4’ü, Binbaşı Nihat İlhan, eşi ve 3 çocuğu idi. Rum katliamcılar Binbaşı İlhan ve ailesini evlerinde katlederek kanlı amaçlarına bir adım daha yaklaşıyorlardı. Olaylar ilk aşamada 25 Aralık gününe kadar devam etti. 25 Aralık’ta Türk Hava Kuvvetleri adaya bir uyarı operasyonu düzenledi. Türk jetleri ada üzerinde uçup bazı noktaları bombaladılar. Bunun üzerinde Rumlar Lefkoşa’daki saldırılarını kestiler ancak kırsal kesimde katliamlar devam ediyordu. Rumların ilk saldırılarında Lefkoşa ve çevresinde 92 Türk şehit edilmiş, 146’sı yaralanmıştı. 27 Aralık’ta İngiliz komutasındaki üç ülkenin askerleri adada barışı korumak üzere harekete geçti. 3 gün sonra Lefkoşa’nın Rum ve Türk kesimlerini birbirinden ayıran Yeşil Hat çizildi. 1964 Ocak ayında sorunu çözmek için Londra’da bir konferans düzenlendi ancak ne bu konferans ne de daha sonraki BM arabuluculuğu Rumların katliamlarına engel olamadı 1963-64 arasında Kıbrıs’ta 364 Türk şehit olmuştu.20 Nisan ayında Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra Anlaşmaları’nı tek taraflı feshettiklerini açıkladı. Bu durum garantör ülke olan Türkiye’ye müdahale hakkı tanıyordu. Ancak Türkiye bu hakkını kullanmadı. İlerleyen aylarda Makarios adaya kaçak olarak silah soktu ve 5000 kişilik bir ordu kurdu. Bunun üzerine Türkiye müdahale hakkını kullanmak üzere hazırlıklara başladı. Ancak ABD başkanı Johnson, Türkiye’nin ABD’den satın aldığı silahlarlar böyle bir operasyon düzenleyemeyeceğini belirten ağır ifadelerle dolu bir mektubu başbakan İnönü’ye gönderdi. İsmet İnönü, Başkan Johnson’ın bu mektubuna gerekli cevabı vermesine rağmen, daha sonra operasyondan vazgeçti. Ancak Rumlar boş durmuyordu. 6 Ağustos’ta Grivas önderliğindeki Rumlar Erenköy’e saldırdı. Bir avuç Mücahitin savunduğu Erenköy’e yapılan saldırılar, 9 Ağustos’ta Türk jetlerinin müdahalesi ile durduruldu. 1964-1967 yılları arasında Rum katliamları devam etse de, 67 yılında Askeri cuntanın Rum yönetimini devirip daha kanlı bir hükümet kurmasına kadar çok büyük saldırılar yaşanmadı. Darbeden sonra Rumlar Geçitkale’ye saldırarak 24 Türk’ü şehit etti. Bunun üzerine Türk ordusu müdahale etmek üzere adaya doğru harekete geçti ancak Yunanistan ve Rum kesiminin geri adım atmasıyla birlikler yarı yoldan geri döndü. EOKA-B ve Barış Harekâtı 1967 yılından itibaren, Makarios’un ENOSİS politikası silahlı saldırılardan ziyade asimilasyon üzerine gelişmişti. Bunun üzerine 1971 yılında Grivas, EOKA-B örgütünü kurdu ve adada örgütlendi. Grivas’a göre ada derhal Türklerden temizlenmeli ve ENOSİS gerçekleştirilmeliydi. 15 Temmuz 1974 yılında EOKA-B darbe yapmayı başardı ve cumhurbaşkanlığına eski EOKA lideri Nikos Sampson’u getirdi. Yeni Hükümet, Türkleri ada üzerinden silmekte oldukça kararlıydı. Bunun üzerine Türk hükümeti harekete geçti. 19 Temmuz sabahı, Türk birlikleri Mersin limanından harekete geçerek Kıbrıs’a intikal etti. İlk operasyonda Lefkoşa ve Girne bölgeleri kontrol altına alındı. Ancak BM kararıyla 22 Temmuz’da ateşkes ilan edildi ve sorunun çözülmesi için toplanacak olan Cenevre konferansının sonucu beklenmeye başlandı. Ancak bu sırada Rum birlikleri saldırılarına devam ediyordu. Yunan ve Rum siyasetçileri ise masada her türlü anlaşmadan kaçıyor, barışın tesisini imkânsız hale getiriyorlardı. 8 Ağustos’ta Cenevre Konferansı devam ederken EOKA-B saldırılarının devam etmesi Türkiye için son nokta olmuştu. Konferansa katılan Türk Dışişleri bakanı, sorunun çözülemeyeceğini anladı ve Başbakan Ecevit’e meşhur “Ayşe Tatile Çıksın” parolasını iletti. Bunun üzerine Türk ordusu 13 Ağustos’ta harekete geçti ve 16 Ağustos’a kadar Kuzey Kıbrıs’ı kontrol altına aldı. Ancak tüm bu operasyonlar sırasında da pek çok Kıbrıs Türk’ü www.ulkuocaklari.org.tr 215 Ülkü Ocakları Eğitim Programı geri çekilmekte olan Rumlar tarafından katlediliyordu. 17 Ağustos’ta Türk ordusu son kez sıkıntılı bölgelere müdahale ettikten sonra adada sükut sağlandı. Kıbrıs Türk Federe Devleti ve KKTC 1974 yılında özgürlüğüne kavuşan Kıbrıs Türk Halkı, 13 Şubat 1975 tarihinde KTFD’yi kurdu. Denktaş bu tarihten sonra Kıbrıs Türklerinin lideri konumuna geldi. Ancak adada hâlâ özgürlüğüne kavuşamamış Türkler vardı. Bunlar adanın güney kesiminde kalan Türklerdi. 1975 yılında Cenevre’de Rum ve Türk Temsilcileri arasında yapılan görüşmelerde nüfus değişimi anlaşması yapıldı ve Eylül ayında güneyde kalan 65. 000 Türk’ün kuzeye geçmesi, aynı şekilde kuzeyde kalan Rumlardan da isteyenlerin güneye geçmesi sağlandı. 1975 yılında 6 tur süren görüşmelerde başka bir neticeye varılamadı. Daha sonra 12 Şubat 1977 tarihinde Denktaş ile Makarios arasında 4 maddelik bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmanın maddeleri şöyle idi: 1- Bağımsız, bağlantısız iki toplumlu bir Kıbrıs Cumhuriyeti istiyoruz. 2- Her toplumun yönetimi altındaki topraklar, ekonomik ve toprak verimliliği ile toprak mülkiyeti ışığında görüşülmelidir. 3- Dolaşma, yerleşme serbestisi, mülkiyet hakkı gibi prensip meseleleri müzakereye açıktır. Bunların görüşülmesinde iki toplumlu federal sistem ve Türk Toplumu yönünden doğabilecek güçlükler de dikkate alınacaktır. 4-Federal Hükümetin görev ve yetkileri devletin birliği ve devletin iki toplumlu mahiyetini koruyacak şekilde olacaktır. Çözüme oldukça yaklaşılmıştı ancak kısa süre sonra Makarios öldü ve yerine Kiprianu geldi. Kiprianu, Türk tarafını tanımadığını ilan etti ancak baskılar sebebiyle görüşmeler devam etti ve 1980 yılında ilk doruk anlaşması imzalandı. Ancak Kiprianu bu anlaşmayı daha imzaladığı gün tanımadığını açıklıyordu. Daha sonraki yıllarda da Kiprianu ve Rum kesimi ENOSİS odaklı açıklamalar yaptılar ve iki toplumlu çözümü çıkmaza soktular. Bunun üzerine Kıbrıs Türkleri selfdeterminasyon haklarını kullandılar. Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi 15 Kasım 1983 tarihinde yaptığı toplantıda KKTC’nin kurulmasını oy birliği ile karara bağladı. KKTC’nin Bağımsızlık Bildirisi aynı gün Rauf Denktaş tarafından Saray otelinin balkonundan okunarak bütün dünyaya duyuruldu. KKTC’nin ilanından sonra Yunanistan ve Rum tarafı BM Güvenlik Konseyi’ne başvurdular. Cumhurbaşkanı R. Denktaş’ın ayrıntılı açıklamalarına rağmen Güvenlik konseyi 541 Sayılı kararı ile KKTC’nin ilanını hukuken geçersiz saydı. Türkiye ve KKTC bu kararı tanımadığını açıkladı. BM kararı neticesinde kurulan KKTC devleti, dünya üzerinde tanınmayan bir devlet statüsünde kalmış, Türkiye haricinde hiçbir ülke tarafından meşruiyeti onaylanmamıştır. Türkiye ve Kıbrıs Türkleri için adadaki sorun KKTC’nin kurulmasıyla çözülmüştü. Çünkü Kıbrıs Türkleri için sorun, can güvenliğiydi. Ancak Rum tarafının ENOSİS hedefi ve tüm dünyanın Rum yanlısı tutumu KKTC’nin tanınmasını engelledi ve ada tekrar çözümsüzlüğe boğuldu. Buradan açıkça görülüyor ki, Rumların ve KKTC’nin tanınmasına taş koyan tüm devletlerin amacı adada barışın tesis edilmesi değil, Türklerin olmadığı ve Rumlar tarafından idare edilen bir Kıbrıs adasıdır. Bu durum, ileriki yıllarda devam eden tek devletli çözüm arayışları ile tescillenmiş, adadaki Türk nüfusu hiçe sayacak olan Annan planı ile ENOSİS’in yaşatılmaya çalışıldığı görülmüştür. ANNAN PLANI KKTC’nin kurulması ve ardından meşruiyetinin reddedilmesiyle ada yeni bir sürece girdi. Çözüm gerçekleşmiş, adada Türk halkının can güvenliği sağlanmış ve olası çatışmalar engellenmişti ancak tüm bunlar Rum kesimi ve ENOSİS hedefleri için zararlıydı. BM’nin de Rum amaçlarına hizmet etmesi sonucunda adada yıllar sürecek müzakereler başladı. Tek devletli bir federasyon için masaya 216 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı oturulmuştu, ancak müzakereler sık sık kesildi çünkü Rumlar her fırsatta Türk askerinin adayı terk etmesini talep ediyordu. Ayrıca tamamen Rum idaresinde bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulması isteniyordu. Ancak Rauf Denktaş’ın müzakerelerdeki onurlu duruşu neticesinde Rumlar emellerine hiçbir zaman ulaşamadılar. 2002 yılında BM genel sekreteri Kofi Annan, 1959 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti benzeri bir yapı oluşturulmasını sağlayacak olan Annan Planı’nı hazırladı. Plan hiçbir şekilde Türk halkının can güvenliğini sağlamıyor, üstelik adadaki Türk toplumunu savunmasız hale getiriyor ve ENOSİS’in gerçekleştirilmesine olanak sağlayacak bir ortam yaratıyordu. Denktaş, planı şiddetle reddetti ancak BM kararıyla 2004 yılında karar iki tarafta da halk oylamasına sunuldu. 30.000 sayfalık plan, Kıbrıs Türk toplumu tarafından hiçbir şekilde okunmadı ve detayları bilinmedi. Ancak Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğinden faydalanmak isteyen Kıbrıs Türkleri, medyanın ve Rum yanlısı tarafların propagandalarıyla referandumda 65% oy oranıyla planı kabul etti. Ancak Rum kesimi 76% oranında planı reddetmişti. Böylece plan hayata geçirilmedi ancak yapılan seçimlerde Denktaş’ı çözümsüzlüğü çözüm olarak görmekle suçlayan Mehmet Ali Talat KKTC cumhurbaşkanlığına geldi. Bu tarihten sonra Güney Kıbrıs ile ilişkilerin düzeltilmesi ve tek devletli bir yapının kurulması için çabalar artarak devam etti. Ancak yapılan tüm katliamları unutarak Türk toplumunu tekrar Rumların insafına bırakmayı kabullenen KKTC hükümeti bile Rumların çözümsüzlük ısrarını geçemedi. Bugün, Kıbrıs’ta barışın korunabileceği tek çözüm, iki toplumlu, iki devletli bir Kıbrıs’tır. Geçmişte yaşanan acılar ve defalarca denenen tek devletli çözüm arayışları farklı bir çözümün mümkün olmadığını göstermektedir. Bunun için acilen KKTC’nin BM tarafından tanınmasıdır. İki toplumun adada herhangi bir şekilde tekrar bir araya gelmesinin savaşla sonuçlanacağı son derece belliyken başka bir çözümün aranması yanlıştır. KAYNAKLAR 1http://www.kktcb.eu 2Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.36-37. 3http://www.kktcbe.org 4 Ortadoğu Gazetesi, 18.07.2005 5Referandum. 6 Sarınay, Yusuf. Osmanlı İdaresinde Kıbrıs, s.28–29. 7http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=834 8Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.42 9Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.42-43 10Kendi kaderini tayin hakkı. 11Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.46 12Ulvi Keser, Kıbrıs’ta Yeraltı Faaliyetleri ve Türk Mukavemet Teşkilatı, 2007. 13http://www.cypnet.co.uk/ncyprus/history/republic/agmt-zurich.html 14Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.52. 15Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, s.238 16Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, s.239 17 Aydın Olgun, Kıbrıs’ın Anatomisi, Dört Devir, Dört Lider. s.23 18 TAK, Özel Sayı: 1/89. 19Yılmaz Polat, Barış için Oradaydılar: Parola:Kıbrıs. s.11 20 Zaim M. Nedjatigil, The Cyprus..., s. 17-18 www.ulkuocaklari.org.tr 217 Ülkü Ocakları Eğitim Programı SİLAHSIZ EOKA: AKEL Nebahat AKBAŞ 1917 Ekim İhtilali’nden sonra kurulan Sovyet Rusya, yıkılana kadar bütün dünyaya komünist fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Çünkü komünizmi benimseyen her ülke “düşman”ın kaybettiği, Sovyet Rusya’nın saflarına kattığı bir cephe demekti. Sovyet Rusya, cephe sayısını arttırmak için özellikle üç ana istikâmette yayılma çabalarına girişmiştir. Bu istikametler, İran, Irak üzerinden Basra Körfezi ile Hint Okyanusu, Türkiye üzerinden Boğazlar, Ege Denizi ve Yunanistan üzerinden de Doğu Akdeniz’dir.[1] Sovyet Rusya, tarih boyunca emperyalist devletlerin her zaman yaptığı gibi, çıkarları doğrultusunda kendi görüş ve isteklerini, o ülkedeki sivil kuruluşları özellikle de partileri kullanarak dile getirmiştir. Bu partilerden bir tanesi de Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki (GKRK), Rusya’nın kuruluşuna vesile olduğu ve 2008 seçimlerini kazanan AKEL’dir (Anorhotikov Komma Ergazomenau Laou, Emekçi Halkın İlerici Partisi). AKEL, GKRK’nin en eski siyasî partilerindendir. I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Rum Kesimi’nde örgütlenmeye başlayan komünistler, 1924’te Kıbrıs Komünist Partisi’ni (KKK) kurarak ilk teşkilatlarını kurdular. KKK kurucularından Plutis Servas partinin kuruluşunu “Ortak Vatan” (Gini Patrida) adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Kasaba ve taşradaki emekçinin haklarını koruyacak olan bir partinin kurulması mahzurluydu…. Her halükarda KKK’nın (Kıbrıs Komünist Partisi’nin) kurulması için gereken bütün imkanlar, gerek içte, gerekse dışta mevcuttu. Buna ilham teşkil eden tartışmasız Ekim Devrimi’ydi. Teorik aydınlatmacı, komünizm kitapları ve Komünist Manifestosu’ydu. Bu insanlar için anlaşılması güç bir gelişmeydi. İlk dürtüyü yapan Öğrenci Kulübü Nazareos, işçi sendikaları, emekçi kesimi, küçük komünist grupları- gazeteler, Pirsos ve Neos Anthropos ve teorik dergi Avgiydi. Dolayısıyla 1926’da ideolojik bir partinin kurulması için tüm hazırlıklar tamam görünüyordu…..Kıbrıslı Haralambos Vadilyodis, eğitimini Moskova’da yapmış ve Atina’da ikamet etmekteydi. Limasol’a Atina’dan sessizce gelmişti. Kostas Skelas ve Yannis Lefkis ile işbirliği yaparak ilk hazırlıkları tamamladılar. Böylece 14 Ağustos Cumartesi gecesinden pazar öğleye kadar Limasol’da Vasiliou Bulgaraktonu Sokak’ta bulunan küçük bir evde Kıbrıs Komünist Partisi’nin ilk toplantısı gerçekleşti. Parti’nin 16 delegesi belirlendi. Memleketin maruz kaldığı tüm sorunların temeli tartışılarak ortaya kondu, kararlar alındı. Özellikle sömürgeciliğe karşı mücadele üzerinde duruldu. Hemen arkasından Neos Anthropos’ta yayınlandı. Ondan sonra da çalışanlar için “Das Kapital”(Sermaye)’i okudular...”[2] KKK, Kıbrıs’taki Türk-Rum bütün komünistleri bir araya getirerek çalışmalarını yürüttü. Hatta 1925’te ikincisi toplanan Türk-Rum tarım işçileri konferansında, Kırsal Türk-Rum Partisi’nin kurulmasına karar verildi. Kıbrıs Türkü’nü KKK’ya yakınlaştıran: “Halk artık birbirine karşı mücadele eden Rumlar ve Türkler olarak ayrılmış değildir. Ayrım, fakir ve zengin olarak vardır.” söylemiyle; partinin, Rumların çoğunluğu ve kilise tarafından desteklenen Enosis’i (Yunanistan’la birleşme) reddeden Kıbrıs’ın bağımsızlığı için mücadeleye destek verme tavrıydı. Kıbrıs Komünist Partisi’nin kurucularından Haralambos Vadilyodis bir makalesinde şöyle demekteydi: “...Bütün Rum milletvekilleri Meclis’te fakirlik meselesini gündeme getirip hükümetten buna bir çare bulmak çağrısında bulunmak cesaretini gösteremediler. Bunu yapmak fırsatçılara ters düşüyor. 218 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Böylelikle soykırım demek olan Enosis’i ve yalnız Enosis’i istemeyi yeğlediler... Bunların (halkın) devamlı surette yokluk içinde yüzüp aç kalmalarını ve kutu içindeki Enosis otu ile beslenmelerini istiyorlar. Enosis parolası emekçinin direnişini kırmak ve şikâyet etmelerini engel olmak için ortaya atılmıştır. Kıbrıs’ta yasayan yalnız Rumlar değildir, Türkler de vardır ve Rumların sahip olduğu kadar onlar da Kıbrıs’a sahiptirler. Enosisçiler istedikleri kadar onların yerli olmadığını savunsunlar. Açık olan bir şey varsa o da Kıbrıslı Türkler hiçbir zaman Yunanistan’a bağlanmayı istemiyorlar. İstememelidirler.” [3] Haralambos’un belirttiği bu sözler aslında Sovyet Rusya’nın etkisi ve isteği doğrultusunda yazılmıştır. Rusya, Rumların Yunanistan’la, Türklerin Türkiye ile birleşmesini istemiyordu. Rusya’nın yapmak istediği, Komünist Rumların önderliğinde Kıbrıs adasında tarafsız, bağlantısız ve bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurarak Arap dünyasına uzanan bir Sovyet köprüsü görevi yapabilecek “Akdeniz Kübası”[4] oluşturmaktı. Kıbrıs’ta, 1924 yılında partileşen komünist hareket, 1931’de Ada’nın iktisadî geri kalmışlığından sorumlu tuttuğu İngiliz yönetimine karşı isyan başlatmıştır. Bu isyanın önderi, Kıbrıs Komünist Partisi olmuştur. 1933 yılında komünistlerin de katıldığı büyük ayaklanmadan sonra KKK İngiliz idaresi tarafından resmen kapatılmıştır. KKK, 1941 yılından itibaren Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) adını alarak faaliyetlerine devam etmiştir. AKEL, 1943 yılında da ilk defa belediye başkanı seçimlerine katılarak Limasol’da (Ploutis Servas) ve Gazimağusa’da (Adam Adamantos) kazandı.[5] 1946 yılında Kıbrıs’ın en güçlü siyasî teşkilâtı haline gelerek o tarihte, beş büyük şehirde mahallî seçimleri kazanmıştır. AKEL’in bu başarısında Kıbrıs İşçi Federasyonu’nun (PEO) büyük katkısı vardır. AKEL’in bu başarısı üzerine Enosis’in en büyük savunucusu kilise Milliyetçi Parti’yi kurdurtmuştur. 1949 yılındaki Belediye Seçimleri’nde, sağcı ve ENOSİS taraftarı olanlar, genel oyların % 60’ını almışlardır. Böylece, 15 belediyenin 11’ini Milliyetçi Parti almıştır. AKEL büyük bir yenilgiye uğramışsa da Limasol, Larnaka ve Magosa gibi büyük liman şehirlerini, almayı başarmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra ilk genel seçimler, 31 Temmuz 1960 tarihinde yapılmıştır. Temsilciler Meclisi’nde Rumlara ayrılan 35 sandalyeden 30’unu Makarios’un yandaşları alırken, 5’ini de AKEL üyeleri elde etmiştir. Kuruluş felsefesi halkların kardeşliği olup Enosis karşıtı olan AKEL 1931 ayaklanmasından sonra Enosis’e yönelmiş ve onun için faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştır. Bu durumun oluşmasında, Sovyetlerin 1950’lerden itibaren Kıbrıs’ta izlediği tarafsızlık politikasının etkisi göz ardı edilemez. Ancak bu durumun ortaya çıkmasındaki en büyük etken, Türk komünistlerinden farklı olarak, Batılı komünist partilerin, uluslararası sorunlarda, milliyetçi görüşü benimsemiş olmalarından Rumların da etkilenmesidir. “Kıbrıslı bir Türk gazetecisi ile AKEL’in resmi organı olan Haravgi gazetesinin ünlü bir eleştirmeni arasında geçen diyalogda: Türk Gazeteci: - AKEL, ENOSİS istiyor; siz de, gazeteniz de bunu desteklemektesiniz. Bu istek, ideolojinizin ilkeleriyle ters düşmez mi? Eleştirmen (Haravgi): - Hayır Türk Gazeteci: - Neden? Eleştirmen (Haravgi): - Çünkü ben, bir Hellenik komünistim!”[6] demesi bu duruma güzel bir örnektir. EOKA’nın Türklere yaptığı katliamları bağımsızlık mücadelesi gibi göstermek isteyen AKEL’in 3 Mart 1966 tarihinde yaptığı XI. Kurultayı’nda Genel Sekreter Ezekias Papaioannu’nun “Kıbrıs meselesi, bir pazarlık konusu değildir. Açıkça, bir bağımsız, bağlantısız, egemenlik ve selfdeterminasyon dâvasıdır. Partimizin, kurulduğundan beri izlemiş olduğu politika, Kıbrıs halkının www.ulkuocaklari.org.tr 219 Ülkü Ocakları Eğitim Programı “milli rehabilitasyon” politikası, yani Yunanistan’la birleşme politikasıdır. Bu politika, partimizin tüm kuruluşlarınca teyit edilmiştir ve kurultay tarafından da teyit edilecektir.” sözleri AKEL’in Enosis’i resmî olarak kabul ettiğini göstermektedir. Zaten 15 Ocak 1950’de yapılan Enosis ile ilgili halk oylamasında çıkan %95. 7 “evet” Rum Kesimi’nde Enosis taraftarı olmayanın kalmadığını göstermektedir. AKEL de diğer Rumlar gibi Enosis istiyordu. Lakin, resmî internet sitelerinde “EOKA kadrolarının ve üyelerinin gösterdiği kahramanlığa rağmen, silahlı mücadele Kıbrıs sorununu tehlikeli çıkmazlara sürükledi.”[7] diyerek Enosis’e “barışçıl ve demokratik” yollardan ulaşılabileceğini vurgulamışlardır. Bu taktikleri doğrultusunda da şöyle bir strateji izlenmiştir. 1. Türklerin kuşkularının yatıştırılması, 2. Kıbrıslı Rumların izleyeceği politikanın, Yunan Hükümetleri ile koordine edilerek saptanması, 3. Bağımsız bir ülke olarak Kıbrıs’ın, NATO’ya katılması[8] Daha sonra bu maddelerin arasına Rum Kesimi’nin AB’ye katılması da eklenmiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde yukarıdaki şartlardan Yunanistan’la koordineli Kıbrıs politikası ve NATO’ya katılma hatta AB’ye katılma gerçekleşmiştir. Fakat 2004 referandumunda Rum tarafının Anan Planı’na hayır demesi, Rumları “uzlaşmaz” pozisyonuna düşürmüştür. Bu durumda “Türklerin kuşkularını yatıştıracak” Tasos Papadopulos gibi çözümsüzlüğün parçası olmayan, yeni bir çözüm sürecini başlatacak bir lidere ihtiyaç vardı. Bu lider de 24 Şubat ‘ta Başkanlığa seçilen AKEL’in Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’tı. 4 Şubat 2008 tarihinde gerçekleştirilen basın toplantısında Cumhurbaşkanı adayı Dimitris Hristofyas tarafından açıklanan Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin önerilerde Hristofyas’ın nasıl bir politika izleyeceği açıkça anlaşılmaktadır. 8 Temmuz Anlaşması’nın hayata geçirilmesi çabaları üzerinde yoğunlaşarak Kıbrıs Rum tarafının derhal hareketlerin inisiyatifini alması. Çözüm konusunda bilinen bağlılığımızı değerlendirerek, çözüm ve uyum içerisinde birlikte yaşama düşünce ve iradesinin canlandırılması amacıyla Kıbrıs Türk toplumuna yönelik dostluk atağı. Göçmenlerin mutlak geri dönüş hakları da dâhil olmak üzere, bütün vatandaşların insan haklarını ve özgürlüklerini güvence altına alacak iki bölgeli, iki toplumlu federasyon çözümünün üzerinde anlaşmaya varılan çerçevesinde ısrar edilmesi. Çözümün topluluk hukukuyla uyumlu olması hedefiyle, AB üyesi devlet olma özelliğinin ve AB’nin üzerine inşa edildiği ilkelerin değerlendirilmesi. Uluslararası hukuku ve Avrupa hukukunu, Birleşmiş Milletler’in ilgili kararlarını, Doruk Anlaşmaları’nı ve insan haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmeleri temel alan çözüme ulaşmada ısrar edilmesi. İşgale karşı verdiğimiz mücadele çerçevesinde, yükseltilmiş bir Ulusal Konsey çerçevesinde gerekli birlik ve uzlaşı ruhunun güçlendirilmesi. En kısa sürede, çıkmazın aşılması ve çözümün sağlanması çabalarını güçlendirici unsur olarak, başka gecikme olmadan Türkiye’nin yükümlülüklerini uygulaması yönünde Türkiye’nin AB’ye yönelişinin değerlendirilmesi. Tutarsızlıklar olmadan, tezlerde istikrarlı tutumla ve güvenilir siyasi söylemle ikna edici, talepkâr ve esnek dış politikanın geliştirilmesi. Kıbrıs’ın öne geçmesi için, her yöne, özellikle BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri, AB ve uluslararası camianın diğer unsurlarına yönelik olarak derhal ve sürekli inisiyatiflerin 220 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı alınması.[9] Yukarıdaki maddelerden de anlaşıldığı üzere Rum Kesimi Kıbrıs konusundaki bütün inisiyatifi ele alacak; Türkiye’ye karşı AB kozu kullanılarak Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi sağlanacak; Rum göçmenler Türk tarafına yerleşecek. AB üyesi olmanın bütün faydaları kullanılacak… GKRK’nin AB üyeliği ve 2012 yılında da AB dönem başkanlığına getirilecek olması bu kararların Türkler için vahim durumlar arz ettiğini göstermektedir. AKEL’in tarihine ve günümüzdeki söylemlerine baktığımızda. “demokratik ve barışçı metodlarla” Enosis’in gerçekleştirilmeye çalışılacağı aşikârdır. Dipnotlar [1]ARMAOĞLU Fahir., 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1980), C. I.,sy 441, Ankara, 1989 [2] httplistweb.bilkent.edu.trbsbx2006Feb0271.html SERVAS, Plutis: ORTAK VATAN(Çev. Aysel-Ulus İrkad), Galeri Kültür Yayınları, 73, Lefkoşe. [3] Özgürlük Dergisi, s. 33, Mayıs 1989, httplistweb.bilkent.edu.trbsbx2006Feb0271.html [4] TAMÇELİK Soyalp, Kıbrıs Rum Komünist Partisi’nin (AKEL) 3-6 Mart 1966 Tarihli XI. Kurultayı’nda Aldığı Enosis (İlhâk) Kararı ve SSCB’nin Kıbrıs Politikası, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü [5] http://tr.wikipedia.org/wiki/AKEL [6] TAMÇELİK Soyalp, a.g.e., Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü [7] http://www.akel.org.cy/Turkish/history/80MKtezler.html#2 [8] Kıbrıs Postası Gazetesi,1983, TAMÇELİK Soyalp, a.g.e., Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü [9] http://www.akel.org.cy/Turkish/christofias/konu.htm www.ulkuocaklari.org.tr 221 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BAĞIMSIZ TÜRK DEVLETLERİ ve SORUNLARI Kocaeli Ülkü Ocakları Tarihte 16 büyük devlet ve sayısız beylik kuran Türk milleti, bağımsızlık tutkusu yüzünden tarihin her döneminde dünya devletleriyle çatışma halindeydi. Tarihten bu yana hiçbir zaman düşmanın önünde eğilmeyen yüce Türk ulusu Orta Asya’dayken Çinlilerle, Farslarla ve Moğollarla mücadele içerisinde olmuştur. Türkler, Anadolu’ya, Avrupa’ya ve Arabistan yarım adasına yerleştikten sonra buradaki bütün milletleri hâkimiyet altına almışlar ve batıda Viyana’ya, doğuda Çin Seddi’ne kadar olan bölümün hâkimiyetini ele geçirmişlerdir. Bu milletlere adaletli davranmış olmalarına rağmen, casus ve hainlerle devletleri yıpratılmıştır. Şu anda var olan 7 bağımsız Türk devletinin aslına bakıldığı zaman bütün sıkıntıları bundan kaynaklanmaktadır. Bugün bağımsız olan 7 Türk devleti şunlardır: 1- Türkiye 2- Özbekistan 3- Türkmenistan 4- Kırgızistan 5- K.K.T.C. 6- Kazakistan 7- Azerbaycan Türkiye: 29 Ekim 1923’de ilan edilen cumhuriyet ile birlikte kurulan Türkiye, Osmanlı İmparatorluğunun devamı mahiyetindedir. Türkiye’nin nüfusu son sayıma göre 70 milyon 586 bin’dir. Türkiye, gerek tarihsel geçmişinden, gerekse jeopolitik konumundan ötürü dünya devletleri açısından her zaman cazibe noktası olmuştur. Şu anda lider konumunda bulunan her devletin Türkiye üzerinde gerçekleştirmek istediği bir hayali vardır. İşte Türkiye’nin sorunları bundan kaynaklanır. Uzun yıllardır çözemediği bir terör belası ve var olduğu halde kullanamadığı çok zengin yeraltı kaynakları olan Türkiye, İslam ülkeleri ve diğer bağımsız 6 Türk devleti tarafından lider olarak görüldüğü halde, çözemediği iç ve dış meseleleri yüzünden bir türlü lider konuma yükselememiştir. Özbekistan: Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1991’in Ağustos ayında bağımsızlığını ilan etmiştir. Başkenti Taşkent olan bu ülke, 447.400 km2 yüz ölçümüne ve 21.000.000 nüfusa 222 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı sahiptir. Özbekistan zengin yeraltı kaynaklarına sahiptir. Topraklarından doğalgaz, altın, petrol, kömür, bakır, kurşun ve mobilden çıkar. Bu sebepten dolayıdır ki Özbekistan, Sovyetlerin dağılmasından sonra bile Rusya’nın etkisinden kurtulamamıştır ve hâlâ bu zengin kaynakları Rusya tarafından değerinin kat kat altında fiyatlara alınarak sömürülmektedir. Özbekistan, yeraltı zenginliklerinin yanı sıra tarımda da çok büyük söz sahibidir. Dünya pamuk üretiminde 4. sırada yer alır. Ağır sanayisi de gelişmiş olan Özbekistan, Orta Asya’nın en önemli ağır donanım ve makine üreticisidir. Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra Türkiye ile sıkı bir ilişki içerisine girmiştir. İki ülke arasında ekonomi, ticaret, kredi, turizm ve kültür anlaşmaları imzalanmıştır. Türkiye – Özbekistan ilişkileri, ilk olarak Kasım 1990 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Nurettin Sözen’in Taşkent ziyareti ile başlamıştır. Özbekistan Türkiye tarafından 16 Aralık 1991 tarihinde tanınmıştır ve diplomatik ilişkiler 4 Mart 1992 tarihinde resmiyet kazanmıştır. Türkiye – Özbekistan arasında ticari ilişkiler de oluşturulmuştur. Özbekistan’ın Türkiye ile olan toplam ticaret hacmi, 2003 yılında 272 milyon, 2004 yılında %40 dolayındaki artışla 388 milyon dolar olmuştur. 270 civarında Türk işadamının bulunduğu Özbekistan’daki toplam Türk yatırımı da 1 milyar dolar dolayında seyrediyor. Türkmenistan: Türkmenistan 22 Ekim 1991 tarihinde Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etmiş ve aynı sene Bağımsız Devletler Topluluğu’na katılmıştır. Başkenti Aşkabat olan bu ülke 448.000 km2 yüz ölçümüne, 3 milyon 859 bin nüfusa sahiptir. Bu büyük Turan ülkesi, diğer Türk devletleri gibi yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengindir. Topraklarından petrol, doğal gaz, kükürt, kurşun, brom ve iyot çıkar. Yeraltı kaynakları zengin olmasına rağmen gelirlerinin büyük bir kısmı tarıma dayanır. Pamuk, kavun, karpuz ve buğday yetiştiriciliği yapılır. Sovyetler Birliği’ne bağlı olduğu zamanlarda dini anlamda çok büyük baskılara maruz kalmışlar, resmi olan dini makamlarını kaybetmişlerdir. Dinleri İslam, mezhepleri Hanefiliktir. Türkiye Cumhuriyeti 16 Aralık 1991 tarihinde Türkmenistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olmuş, 29 Şubat 1992 tarihinde de diplomatik ilişkiler tesis etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Türkmenistan’ın tanınması, uluslararası ve bölgesel kuruluşlara katılması veya işbirliğinin pekiştirilmesi, üçüncü ülkelerin ve uluslararası kuruluşların destek ve yardımlarının sağlanması gibi konularda girişimlerde bulunmuştur. İki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin temeli, Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın ülkemize yapmış olduğu ziyaret sırasında 3 Aralık 1991 tarihinde imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti ile Türkmenistan Cumhuriyeti Arasında Ekonomik ve Ticari İşbirliğine Dair Anlaşma”ya dayanmaktadır. Kırgızistan: Kırgızistan 31 Ağustos 1991 tarihinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanmıştır. Başkenti Bişkek olan bu güzel Turan ülkesinin yüz ölçümü 198.500 km2, nüfusu 4.468.000’dir. Yeraltı zenginlikleri bol olan Kırgızistan’ın topraklarından demir, cıva, sürme ve altın çıkar ve ayrıca kömür rezervlerinde 31 milyon ton ile Orta Asya’da birincidir. Ülke ekonomisinde madencilik kadar tarım da geniş yer kaplar, daha çok hayvancılığa yönelik tarım yapılır. Kırgızistan 1932 yılında maden çıkarmaya başladıktan sonra maden sektörü büyük hızla gelişmiştir. Makine, otomotiv, gıda, çimento, cam ve konserve fabrikaları başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Akarsu üzerlerinde kurulan hidroelektrik santralleri de ekonomiye önemli ölçüde katkıda bulunur. Ülkede 600 civarında sanayi kuruluşu vardır. Kırgızistan, Sovyetler Birliği zamanında dini ve kültürel anlamda çok büyük baskılara maruz kalmıştır; ancak Kırgızlar gizli bir biçimde de olsa ibadetlerine devam etmişlerdir. Sovyetler zamanında başkent Bişkek’te 100’e yakın din aleyhtarı kitap basılmıştır. Ancak Sovyetlerin dağılmasından sonra gizlice yapılan ibadetler açıkta yapılmaya başlanmıştır. Kırgızistan bağımsızlığını kazandıktan sonra Türkiye ile ilişkileri artmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devlet ve hükümet başkanları Kırgızistan’ı, Kırgızistan devlet ve hükümet başkanları da Türkiye’yi ziyaret ederek ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olmuşlardır. Çeşitli alanlarda çalıştırılmak www.ulkuocaklari.org.tr 223 Ülkü Ocakları Eğitim Programı üzere Kırgızistan’a Türk uzmanlar gönderilmiş, Kırgızistan’dan öğrenciler getirtilerek Türk üniversitelerinde okutulmuştur. Bişkek’te Anadolu Lisesi açılması sağlanmış; gıda, ilaç vb. yardımlar yapılmış ve çeşitli antlaşmalar, protokoller imzalanmıştır. Türkiye 50 milyon dolarlık insani yardımın yanında 75 milyon dolar da kredi vermiştir. Kırgızistan’la kurulan ilişkiler günümüzde de giderek gelişmektedir. KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, nam-ı diğer “yavru vatan”ın yüzölçümü 3.355 km², nüfusu ise 265.100’dir. KKTC’de Rumların Türklere uyguladıkları ve uzun bir zaman dilimi boyunca devam eden baskı ve işkenceleri son haddine ulaştıran 15 Temmuz 1974’teki Yunan cuntasının darbesidir. Bu darbenin ardından gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı ve ardından hemen gerçekleşen İkinci Kıbrıs Barış Harekâtı sonucunda, 25-26 Ağustos 1974 tarihinde BM genel sekreteri Kıbrıs’a gelerek, devletler arasında ikili görüşmeler başlamasını istemiştir. Bu görüşmeler sonucunda mübadeleye karar kılan taraflar, federal yönetimin temellerini atmıştır. 13 Şubat 1975 günü Kıbrıs Türk Federe devletinin ilanı gerçekleşmiş ve sonuç olarak 15 Kasım 1983 tarihinde devlet bağımsızlığını ilan etmiştir. KKTC’nin kuruluş bildirgesini ise Rauf DENKTAŞ okumuştur. Türkiye, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkeler KKTC’yi tanımış fakat daha sonra Türkiye haricinde diğer ülkeler tanımaktan vazgeçmişlerdir. KKTC’li Türkler de tıpkı diğer Türkler gibi sadece ve sadece Türk olduğu için eziyet görmüş, soykırıma uğramıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ekonomisi kamu sektörü dâhilinde ticaret, turizm ve eğitimle beraber tarım ve imalat sanayinden oluşmaktadır. Kazakistan: Diğer Türk devletleri gibi Kazakistan da Sovyet zulmünden kurtulur kurtulmaz 16 Aralık 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Başkenti Astana olan Kazakistan’ın yüzölçümü 2.717.300 km2, nüfusu 17 milyondur. Bereketli Orta Asya topraklarındaki diğer Türk devletleri gibi Kazakistan’ın da yeraltı kaynakları oldukça zengindir. Karaganda bölgesinde kömür yatakları, Ural-Enba bölgesinde petrol yatakları vardır. Ayrıca topraklarından bakır, kurşun, çinko, demir ve manganez çıkmaktadır. Ruslar Sovyetler Birliği zamanında Kazakları asimile etmek amacıyla Kazak dilinden Arapça ve Farsça kelimeleri çıkartıp, yerine Rusça kelimeler koymuşlar ve böylece Kazakça kısa zamanda Rusçanın etkisi altında kalmıştır. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 16 Aralık 1991 tarihinde bağımsızlık ilan eden Kazakistan’ı ilk tanıyan ülkedir. Bağımsızlık kararından 2 saat sonra Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak Kazakistan’ı tanıdığını duyurmuştur. 2 Mart 1992 tarihinde Astana’da iki ülke Dışişleri Bakanları Töleutay Süleymenov ve Hikmet Çetin tarafından Kazakistan Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ‘Diplomatik İlişkiler Kurma Protokolü’ ve ‘Vize Muafiyeti Anlaşması’ imzalanmıştır. Halen geçerli olan ‘Vize Muafiyeti Anlaşması’na göre, iki ülke vatandaşları, karşı tarafın topraklarına 30 güne kadar vizesiz giriş yapabilmektedirler. İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin tesisinin üstünden geçen 12 yıllık süre zarfında Kazak-Türk temasları kardeşlik ve dostluk, halklarımızın tarihi bağı ve kültür mirasları, oluşan karşılıklı güven ve saygı platformu üzerine kurulmuştur. Ayrıca, iki ülke arasında ticari, ekonomik ve sosyal alanda; askeri, teknik konuların da dâhil olduğu bölgesel ve uluslararası güvenlik alanlarındaki sıkı işbirliği, ilişkilerin pekişmesindeki diğer önemli etkenler olarak göze çarpmaktadır. Azerbaycan: Azerbaycan Türkleri 1918-1920 tarihinde Kafkasya Kurultayını toplamış ve 28 Mayıs 1918’de Ulusal Azerbaycan Devleti’ni kurmuşlardır. Ancak Azerbaycan 1920’de Sovyet Sosyalist Devleti’ne katılmaya mecbur kalmıştır. 30 Eylül 1991’de ise bağımsızlığını ilan etmiştir. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’dür. Yüzölçümü 86.400 km2 olan ülkenin nüfusu 7.500.000’dur. Azerbaycan’ın toprakları tarıma elverişlidir ve ayrıca bu topraklardan demir, doğal gaz ve petrol çıkartılır. 2006’da günlük çıkartılan petrol varili sayısı 600 bine ulaşmıştır. Bunların yanı sıra Azerbaycan’ın ağır sanayisi de önemli gelir kaynaklarından biridir. Ağır sanayi olarak metalürji, makine, imal, kimya, orman ürünleri önemli yer kaplar. 224 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Azerbaycan’ın en büyük sorunu olarak tanımlayabileceğimiz Karabağ sorunu, ülkenin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Azerbaycan’ın öz toprağı olan Karabağ, bugün hala Ermenistan işgali altındadır. 4.400km² toprağa ve 295 bin nüfusa sahip olan bu Türk toprağı, Sovyetlerin dağılmasının ardından Ermeniler ile Azeriler arasında sorun olmuştur ve Karabağ’daki Ermeni işgali hâlâ devam etmektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’ı tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. İki ülke birbiri için birçok bakımdan büyük önem taşımaktadır. Bağımsızlığını yeni kazanan Azerbaycan, genç bir ülke olarak karşılaşacağı güçlüklerin üstesinden gelebilmek için Türkiye’nin destek ve yardımlarına ihtiyaç duymaktaydı. Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra karşılıklı ilişkilerin çok yönlü bir şekilde geliştirilmesi için elverişli fırsatlar, ayrıcalıklar ve daha da önemlisi halkların ortak istek ve arzularını yansıtan talepler ortaya çıkmıştır. Ancak Azerbaycan’ın jeopolitik olarak çok önemli bir konumda yer alması, Rusya, İran ve Ermenistan gibi ülkelerin Azerbaycan üzerinde çeşitli çıkarlarının bulunması, iki ülke ilişkilerinin dış faktörler olmaksızın gelişim göstermesini engellemiştir. Özellikle Rusya’nın, Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra da ülke üzerindeki nüfuzunu koruma çabasında olması, Azerbaycan-Türkiye ilişkilerini gölgelemiştir. Rusya’nın 1990’da Bakü’ye müdahalesinden sonra Azerbaycan’da başa gelen ilk devlet başkanı Ayaz Muttalibov, Rus yönetimine devamlı tavizler vererek Rusya’nın isteklerini karşılamıştır. Milli Meclis’in baskıları sonucunda istifa etmek zorunda kalan Mütellibov’un ardından demokratik seçimlerle başa gelen Ebulfez Elçibey yönetimi döneminde Türkiye-Azerbaycan ilişkileri çok sıcak bir döneme girmiş, Elçibey yönetimi Türkiye ile yakınlaşmayı dış politikasında öncelik haline getirmiştir. Bu dönemde iki ülke arasında birçok anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ve protokollerin başlıcaları şunlardır Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan Arasında Dostluk, İşbirliği ve İyi Komşuluk Anlaşması (Ankara, 24.01.1992) Türkiye-Azerbaycan Ticari ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (Ankara, 02.01.1992 Türkiye ve Azerbaycan Arasında Kredi Konusunda Anlaşma (İstanbul, 02.11.1992 Karadeniz Ekonomik İşbirliği Eğitim, Kültür, Bilim ve Haberleşme Anlaşması (İstanbul, 06.03.1993) Yukarıda saydığımız Türk devletleri bağımsızlığını kazanmış olmalarına rağmen üzerlerindeki baskı ve gizli sömürgecilik hâlâ devam etmektedir. Bütün Türk devletlerinin lider vasfıyla baktığı Türkiye, AB’ye girme yalanlarıyla oyalandığından bir türlü Orta Asya’ya dönüp bakamamaktadır. Resmiyette yapılan birçok anlaşma olmasına rağmen Türkiye hâlâ bu ülkelerin derdini dert, sıkıntısını sıkıntı edinememiştir. Bu devletleri diğer devletlerden farksız gören batı hayranı ve AB kapısında kula dönen hükümetler ve sivil toplum örgütleri sayesinde Türk cumhuriyetlerinden uzak kalınmıştır. Türklerin bu manevi uzaklıklarından faydalanıp farklı yöntemler uygulanarak Türklük şuurlarından arındırma çabaları devam etmektedir. Rusların, doğudaki Türk Cumhuriyetleri’ni Sovyetler adı altında bünyesine hapsedip komünizmi yayma ve halka benimsetme çabaları ve buna boyun eğmeyen Türk milletinin direnişi çok büyük acıları beraberine getirmiştir. Ruslar milyonlarca Müslüman Türk’ü boyun eğmedikleri için kurşuna dizmiştir. Tıpkı bugün komünist Çin’in Doğu Türkistanlı soydaşlarımıza uyguladığı soykırım gibi ve hatta katbekat fazlasını Ruslar soydaşlarımıza uygulamıştır. Zorlamayla boyun eğdiremeyeceğini anlayan dış güçler, Türk milletinin milli ve manevi duygularını suiistimal ederek yozlaştırmaya ve asimile etmeye çalışmaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr 225 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KIRIM TÜRKLERİ ve SOYKIRIM Onur ŞAHİN Karadeniz’in kuzeyindeki Türklerden Kırım Tatarları tarihte büyük haksızlıklara, zulümlere, işkencelere ve akabinde gerek kendileri yurtlarını terk etmiş gerek Rus yönetiminin yaptırımları ile sürgüne maruz kalmışlardır. Daha öncesinde Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Kırım Tatarları, Osmanlı Devleti’nin Çar Rusya’sı ile 1769-1774 arasında mücadelesi ve hemen akabinde Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Osmanlı hakimiyetinin kaybolmasının ardından Çar Rusya’sı tarafından iç karışıklıklar çıkartılmış ve bunlar bahane edilerek ilhak edilmiştir. İlk göçler bu dönemde yaşanmıştır. Rus hükümeti bölgeyi Müslüman Türklerden alarak burayı Ruslaştırma politikasına başlayınca Tatarlar Osmanlı topraklarına sığınmaya başlamıştır. Göçün sebeplerinde elbette, milli ve manevi değerlere yapılan saldırılar ve ekonomik sebepler yer almaktadır. Muazzam topraklara el koyan Ruslar, Tatarları sefalete layık görmekteydi. Göçlerin bilhassa Osmanlı-Rus savaşları ile birlikte hız kazanması dikkat çekicidir. Kırım Tatarları Rusya idaresi tarafından Osmanlıların müttefikleri olarak görüldüğünden özellikle Türklerle savaş zamanlarında varlıklarından büyük huzursuzluk duyuluyordu. Böyle dönemlerde baskılar büyük ölçüde artmakta ve hele savaşın bitiminde Çarlık rejiminin daha büyük bir hınçla üzerlerine geleceği endişesi çoğu zaman bizzat Rusya idarecileri tarafından çıkartılan söylentilerle giderek artıyor, henüz vakit varken İslâm Halifesi’nin toprağına gitme düşüncesi ağırlık kazanıyordu. Bu tür endişeler bütünüyle temelsiz de değildi. Nitekim, Kırım Tatarlarının kısmen veya tamamen Kırım’dan iç bölgelere sürülmeleri yönünde teklif ve planlar olmuştu. Bunların gerçekleşememesi ancak bunu temin edecek vesaitin mevcut olmayışından olmuştur. Esas olarak göçlerin neticeleri daima felâketli olmaktaydı. Çoğunlukla hazırlıksız ve tedbirsiz yakalanan Osmanlı idaresi ne yapacağını şaşırırken, muhacirlerin önemli bir kısmı ilkel nakil vasıtalarının kurbanı olarak Karadeniz kıyılarında yaşamını yitiriyor, bir kısmı vatanlarına hiç benzemeyen yeni yerleşim yerlerindeki olumsuz şartlar ve salgın hastalıklara yenik düşerek kırılıp yok oluyor, sağ kalanlar da çoğu zaman perişan şekilde hayat mücadelesine girişiyorlardı. Çar Rusya’sından itibaren sürgün edilen Kırım Tatarları’nın durumu Sovyet Rusya döneminde de değişikliğe uğramamıştır. Sovyet döneminde devlet yönetim şeklinde meydana gelen değişikliklerden yararlanmak isteyen Kırım Tatarları ortaya siyasi bir yapı koydular. Kırım Müslümanları Merkezî İcra Komitesi Kırım Tatarlarının kendi kaderlerini belirleyebilmeleri için millî parlamentonun yani 226 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kurultay’ın toplanması kararını almıştı. Kasım 1917 başlarında yapılan ve İslâm âlemindeki bu tarz ilk tatbikatı teşkil eden gizli oy, açık tasnif yoluyla ve kadın-erkek bütün Kırım Tatarlarının seçme ve seçilme haklarını haiz oldukları seçimlerle Kırım Tatar Millî Kurultayı toplandı. Kurultay genç milliyetçi lider Noman Çelebi Cihan başkanlığında bir hükümet teşkil ettikten başka 26 Aralık 1917’de kabul ettiği Kanun-u Esasî ile “Kırım Demokratik Cumhuriyeti” esasını kabul etti. Aynı zamanda askerî güce de sahip olan Kırım Tatar Millî Hükümeti Akyar (Sivastopol) hariç yarımadanın her yerinde kontrolü ele geçirmeyi başardı. Ancak Rus Karadeniz Filosu’nun ana üssü olan Akyar’da duruma hakim olan ve Bolşevik sempatizanı Bahriyeliler en büyük tehdidi oluşturmaktaydı. Nitekim, Ocak 1918’in ikinci yarısında milî kuvvetlerle Bolşevik Bahriyeliler arasında çıkan savaşta, millî kuvvetleri mağlûp eden Bolşevikler yarımadayı ele geçirerek, Kırım Tatarlarına karşı dehşetli bir katliama giriştiler. Kırım tarihinde gayet kanlı bir sayfa meydana getiren bu birinci Bolşevik hakimiyeti, Nisan 1918’de Kırım’ın Alman orduları tarafından işgal edilmesiyle son buldu. Osmanlıların müttefiki olan Almanya’nın Kırım’ı işgal etmesi Kırım Tatarlarına ümit verdiyse de, bütün elde edilenler Kurultay’ı temsilen Kırım Tatar Millî İdaresi’nin ve bazı millî müesseselerin tekrar faaliyet göstermesine izin verilmesinden ibaret kaldı. Kasım 1918’de Almanların Kırım’dan çekilmesinden sonra Kırım tam iki yıl sürecek olan bir kanlı kargaşanın içine düştü. Bu süre içinde Kırım Bolşevik aleyhtarı Rus “Beyaz Ordularının elinde kaldı. Beyazlar da Bolşevikler gibi hiç bir şekilde Kırım Tatarlarının millî hukukunu tanımadılar. Devam eden Rus iç savaşı Kırım’ın kaynaklarını kuruttu. Sonuçta, Kasım 1920’de ileri harekâta geçen Bolşevikler Beyazları mağlup ederek bütün Kırım’ı nihaî olarak ele geçirdiler. Bolşevik idaresindeki Kırım’ın ilk yılı, yarımadanın yeni hakimlerine göre istenmeyen unsurların acımasızca şekilde ortadan kaldırıldığı kanlı bir dönem oldu. Bunu müteakip, Bolşevikler gerek Kırım Tatarlarını rejime kazanmak, gerekse Şark halklarına bir propaganda mesajı vermek maksadıyla 18 Ekim 1921’de Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Bu muhtar cumhuriyette Kırım Tatarcası resmî dil olduktan başka, Sovyet hakimiyeti çerçevesinde Kırım Tatar kültür ve medeniyetinin geliştirilmesi öngörülmekteydi. Ancak Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilk ayları Kırım tarihinde emsali görülmemiş, dehşetli bir açlığa şahit oldu. Yıllarca süren savaşların olduğu kadar, yanlış ve insafsız Bolşevik ziraat politikalarının bir neticesi olan 1921-1922 açlığında pek çoğu Kırım Tatarı yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Kırım Tatarları 1922’den itibaren muhtariyet içinde önemli adımlar attılar. Sovyet devrine adapte olabilen millî kadrolar sayesinde, Kırım Tatarları özellikle eğitim, kültür, sanat ve edebiyat sahalarında büyük gelişmeler gösterdiler. Ne var ki, 1920’lerin ikinci yarısında Stalin’in Sovyetler Birliği’nde iktidarı tamamen ele geçirmesine bağlı olarak, bu durum kökünden değişti. Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Reisi ve milliyetçi lider Veli İbrahim’in Mayıs 1928’de idam edilmesiyle, onun çizgisinde olduğundan şüphelenenlere karşı büyük bir imha kampanyasına girişildi. 1928’de bütün Sovyetler Birliği çapında başlatılan maddi durumu iyi olanların tasfiyesi yönündeki zâlimâne politikalardan Kırım Tatarları da çok büyük kayıplar verdiler. On binlerce Kırım Tatar köylüsü oldukları Urallara, Sibirya’ya ve başka yerlere sürüldü ve mahvedildi. Stalinist politikalarla perişan edilen tarımın neticesinde 1931-1933 yıllarında yine muazzam boyutlarda bir açlık patlak verdi. Korkunç açlık, Sovyet iktidarı tarafından aralarında Kırım Tatarlarının da bulunduğu bir çok halka karşı düpedüz bir tenkil aracı olarak kullanıldı. O kadar ki, bilhassa Ukrayna, Kırım ve Kazakistan’da 15 milyona yakın insanın öldüğü açlığın varlığı bile 1980’lerin sonlarına kadar Sovyet rejimi tarafından asla ikrar edilmedi. 1930’lar boyunca Stalinist devlet terörünün en vahşiyâne şekilde tatbik edildiği dönemden Kırım Tatarları da fazlasıyla paylarını aldılar. Bu korkunç devirde, âlimi, yazarı, sanatçısı, eğitimcisi, idarecisi ve düşünürüyle bir bütün olarak Kırım Tatar millî aydın sınıfı doğrudan idam veya çalışma kamplarında yok etme suretiyle tamamen ortadan kaldırıldı. On binlerce sıradan insan da akıl almaz bahanelerle mahvedildi. Kırım www.ulkuocaklari.org.tr 227 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tatarlarının dinî ve millî değerleri bütünüyle ayaklar altına alındı. II. Dünya Savaşı öncesinde, hem Almanların hem de Rusların Kırım’a dair çeşitli planları bulunmaktaydı. Dönemin Sovyet lideri Stalin’in, 1941 sonbaharında bütün Kırım Türklerini Kazakistan bozkırlarına sürmeyi tasarladığı nakledilmektedir. Diğer taraftan, Almanlar da Kırım’ın kendi topraklarına dahil edilmesi, bölgenin Alman subayları için bir tatil beldesi haline getirilmesi veya İtalyanlarla ihtilaflı oldukları Güney Tirol Almanlarının buraya yerleştirilmesi düşüncesini taşıyorlardı. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ise, Kırım’da yaşayan Ruslar, Ukraynalılar, Kırım Türkleri dahil herkesin sürgün edilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Savaşın başlamasından yaklaşık iki yıl sonra Sovyet topraklarını istila eden Alman orduları, Ekim 1941’de Kırım’ın kuzeyindeki Orkapı’dan içeri girerek, 30 Kasım 1941’e kadar Akyar (Sivastopol) dışında bütün Kırım’a hakim oldular Kırım’ı Almanlara terk eden Sovyet idaresi, beraberindeki askeri kuvvetlerle bölgeden çekilirken büyük bir katliama girişmiş, kendi askerlerinin yattığı hastaneleri dahi ateşe vermekten kaçınmamışlardı. İşgalin ardından Kırım’da kurulan Alman idaresinin, Kırım Türklerine karşı askerî konularda gösterdiği itimadı siyasî meselelerde göstermediği dikkati çekmektedir. Kasım 1943’te Stalingrad’da Alman ordusuna karşı ezici bir galibiyet kazanan Kızıl Ordu birlikleri, ilerlemesini sürdürerek 10 Nisan 1944’te Kırım’a yeniden hakim oldu. Kırım’ın tekrar Sovyet hakimiyetine girmesinin ardından, zafer sarhoşluğu içinde olan Kızıl Ordu askerlerinin özellikle Kırım Türklerine karşı ağır baskılar uyguladığı, hatta bir çok Kırım Türkünü katlettikleri bildirilmektedir. Sovyet askerlerinin Kırım Türklerine karşı böyle bir tutum sergilemelerindeki en önemli sebebin, Almanlarla işbirliği yaparak Kızıl Ordu ve partizan hareketlerine karşı savaştıklarına inandıkları bu topluluktan intikam alma duygusu olduğu görülmektedir. Zira Sovyet yönetimi tarafından yapılan menfi propagandalarla bu insanlar Kırım Türklerinin vatana ihanet ettiklerine inandırılmışlardı. Bununla birlikte Sovyet yönetimi Kırım’a tamamen hakim olduktan sonra, 20 Nisan 1944’te Kırım Komünist Partisi bölge komitesi, savaş sırasında Almanların yapmış oldukları cinâi faaliyetler ile onlarla işbirliği yapanları tespit etmek amacıyla bir Olağanüstü Devlet Komisyonu kurulmasına karar verdi. 5 Haziran 1944’te çalışmalarına başlayan komisyon Mayıs 1945’te görevini tamamlamıştı. Bu komisyonun çalışmaları sonunda hazırlanan raporların, Sovyetler Birliği hükümeti tarafından daha önceden düşünülen Kırım Türklerinin sürgününe zemin hazırladığı düşünülmektedir ki sürgün kaçınılmaz oldu. Bu itibarla, 13 Nisan 1944 tarihinde SSCB İçişleri Halk Komiseri ve Devlet Güvenliği Genel Komiserliği ‘’Sovyet karşıtı unsurlardan temizlenmesi” hususunda bir talimatname yayınlandı. Yapılan operasyonlar sonunda 7 Mayıs 1944 tarihi itibariyle 5381 (16 Mayıs’ta ise 6452) kişi tutuklanmış ve çeşitli miktarda silah ile bunlara ait mühimmat ele geçirilmişti. Operasyon sonuçlarının merkeze bildirilmesi sırasında, Kırım Türklerinden 20.000 kişinin Kızıl Ordu saflarından ayrılarak Almanların tarafına katıldıkları da belirtilmişti. Kırım Türklerinin vatanlarından sürgün edilmesi operasyonunun başarıyla neticelenmesi şerefine 19 Temmuz 1944’te bir tören tertip edilmiş ve operasyonda görev alanlar Sovyet yönetimi tarafından mükafatlandırılmıştı. Ancak tören sırasında gelen bir haber, Arabat adlı bir Türk köyünün unutularak boşaltılmadığını gösteriyordu. Azak Denizi ile Sivaş arasında yer alan Arabat köyünün halkı balıkçılık ve tuz üretimi ile uğraşan köylülerdi. Kobulov adamlarına iki saat içinde orada tek bir Kırım Türkünün kalmaması yönünde emir verdi. Oysa Kırım Türkleriyle dolu yük katarları çoktan yol almıştı ve onlara yetişme imkanı yoktu. Bunun üzerine Arabat’taki bütün Kırım Türkleri oldukça büyük ve eski bir gemiye bindirilerek mahzene kapatıldılar. Gemi denizin en derin yerine getirilerek ambar kapakları açıldı ve gemi içindeki insanlarla birlikte batırıldı. Bu olay sonunda Arabat köyünde yaşayan Kırım Türklerinden kurtulan tek bir kişi bile olmamıştı. Bu operasyondan sonradır ki, Kobulov Kırım’ın Türklerden “tamamen” temizlendiğini belirten raporunu iletebilmiştir. 228 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sürgün operasyonunun yolda geçen safhası, Kırım Türkleri açısından unutulması güç hadiselerin cereyan ettiği bir tablo ortaya koymaktadır. Tıka basa vagonlara doldurulan halk, günlerce açsusuz bir şekilde, en temel ihtiyaçlarını gideremeden, sonunun ne olacağını bilmediği bir seyahate çıkmıştı. Yol boyunca bir çok insan hastalanmış, özellikle yaşlılar ve çocuklar açlığa, susuzluğa, vagonların havasızlığına dayanamayarak hayatını kaybetmişlerdi. Ölenler durulan ilk yerde vagonlardan indirilmiş ve defnedilmelerine müsaade edilmeden yol kenarlarına bırakılmıştı. Bu şekilde yol boyunca 7889 Kırım Türkünün öldüğü belirtilmektedir. Kırım Türklerinin topyekün vatanlarından sürgününü müteakip onlardan geriye kalan bütün taşınır ve taşınmaz mal varlıklarına Sovyet yönetimi tarafından el konuldu ve bunlar ilgili bakanlıklar tarafından müsadere edildi. Müsadere işleminin daha süratli bir şekilde yapılabilmesi için ise, sürgün operasyonunun başladığı gün (18 Mayıs 1944) devlet tarafından Eşya Kayıt ve Kabul Komitesi kuruldu. Kısa süre içinde kalan malların bir envanteri çıkarıldı ve uygulandı. Kırım’ın Slav ahalisinin Türklerden kalan malları yağmalamak, hayvanlarına el koymak ve evlerini işgal etmek niyetinde oldukları, inşaatlarda kullanmak üzere Kırım Türklerine ait mezarların taşlarını söktükleri, kıymetli eşya bulmak ümidiyle mescitleri talan ettikleri de dikkatleri çekmektedir. Kırım Türkleri ve Kırım’da yaşayan bir çok topluluğun zorla Sovyetler Birliği’nin çeşitli bölgelerine sürülmelerinden sonra Kırım adeta boşalmıştı. Her alanda son derece ciddi iş ve işçi gücü açığı ortaya çıkmıştı. Özellikle Kırım’ın ekonomisine hayat veren ünlü bağ ve bahçeleri harap olmuştu. Uzmanlar bu durumun düzeltilmesi için çok zaman geçmesi ve çok şey yapılması gerektiğini belirtiyorlardı. Sürgün kararnamesinin ardından 15 Mayıs’ta Halk Komiserliği Sovyeti (SNK) tarafından yayınlanan bir talimatname ile Kırım’ın güney bölgelerinde zirai faaliyetlerin yapılması için çalışabilecek elemanlar temin edilmesi hususu ele alınmıştı. Kırım devlet yetkilileri, bu talimatname uyarınca 27 Mayıs’ta bir kararname yayınlayarak, yarımadadaki tarım işlerinin yürütülmesi için Ukrayna’nın çeşitli yerlerinden iki ay içinde 13.800 kişinin getirilmesini sağladılar. Kırım’daki yaşanan bu karmaşalık, yerel yöneticiler için çözülmesi imkansız bir sorun gibi görülse de, sürgünün amaçlarından birinin Kırım’a Slav halkı yerleştirerek bu yarımadayı Slavlaştırmayı, diğer bir ifadeyle Ruslaştırmayı sağlamak olduğu dikkate alınırsa, Kırım Türklerinin sürgününü çok önceden planlayanların bunun önlemini çoktan aldıklarını tahmin etmek güç görünmemektedir. 12 Ağustos 1944’te Kırım şehirlerine Rus işçilerin yerleştirilmesini kabul eden bir kararname kabul edildi. Bunun dışında, Kırım’daki Türk varlığının yok edilmesi için yöneticiler ve yerel halk tarafından evlerin yıkılması, bağ ve bahçelerin kullanılmaz hale getirilmesi, Türklere ait mezarlıkların sürülerek naaşların da “dirilerin çektikleri ıstırapları çekmeleri” için yerlerinden çıkarılması, hatta mezar taşlarının yerlerinden sökülerek yeni yapılan binalarda inşaat malzemesi olarak kullanılması, Marksist-Leninist eserler dahil olmak üzere Kırım Türkçesi ile yazılan binlerce kitabın yakılması, Kırım’da yapılan tahribatın boyutlarını göstermesi bakımından önem arz etmektedir. Kırım Türklerini sürgüne götüren ilk katarlar 29 Mayıs’ta Özbekistan’a gelmeye başladılar. Özbek yetkililer, daha önceden belirlenen istasyonlarda (Taşkent, Arıs ve Kagan) onları karşıladılar. Kırım Türkleri bu bölgelerde çoğunlukla fabrika ve işletmelerin bulunduğu köy ve kasabalara yerleştirildiler. Kırım Türkleri buralarda uzun bir müddet son derece ağır şartlar altında yaşadılar. Günlerce, haftalarca at ahırlarında, kuru toprak üzerinde, hatta kazdıkları çukurlarda yaşamaya çalışarak hayatta kalma mücadelesi verdiler. Son derece çetin olduğu görülen bu hayat şartları, Kırım Türkleri arasında oldukça ciddi boyutlara varan can kayıplarına neden olmuştu. Sürgünden yıllar sonra bizzat Kırım Türkleri tarafından yapılan nüfus sayımı sonucunda ortaya çıkan tablo, yol boyunca ve yerleşim yerlerine vardıktan sonra geçen birkaç yıl içinde açlık ve hastalıktan ölen Kırım Türklerinin mevcudunu gözler önüne sermektedir. 18 Mayıs 1944’te vatanlarından topyekün sürülen 26 Kasım 1948’de kabul edilen kararname ile www.ulkuocaklari.org.tr 229 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tatarlar, vatanlarından ebediyen çıkarılmış ve bir daha yurtlarına dönme hakları ellerinden alınmıştı. Stalin’in ölümünden sonra ise, Sovyetler Birliği’nde yumuşama rüzgarları esmeye başlamıştı. Stalin’in yerine devlet başkanı olan Hruşçev, KP’ nin XX. Kongresinde yaptığı konuşmada, ülkede yaşanan bütün olumsuzlukların tek müsebbibinin Stalin olduğunu, onun zamanında yüz binlerce insanın vatanlarından çıkarılarak sürgün edildiğini ifade etmişti. Hruşçev’in bu sözleri, halkta Stalin döneminde uygulanan baskıların sona ereceği umudunu doğurmuştu. Nitekim, 24 Kasım 1954’te SSCB Bakanlar Kurulu kararıyla, II. Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu saflarında yer alan askerler, SSCB Kahramanlık madalyası ve nişanı ile ödüllendirilenler, yerli halkla evlenen kadınlar, Rus, Ukraynalı ve diğer milliyetlere mensup kadınlar, sakatlar, tedavisi mümkün olmayan hastalar ile II. Dünya Savaşı’nda ölen askerlerin yakınları sürgünlükten azat edildiler. Hruşçev’in iktidara gelmesinden sonra, Stalin’in sürgüne gönderdiği bir çok topluluk vatanlarına dönme hakkını elde etmesine rağmen Kırım Türkleri, Ahıska Türkleri ve Volga Almanlarının bu haktan mahrum bırakılmaları düşündürücüdür. Bu durum karşısında Kırım Türkleri, vatanlarına dönüş hakkını kazanmak için seslerini yükseltmenin gerekli olduğuna inanmışlar ve bu uğurda mücadele etmeye karar vermişlerdi. Bu doğrultuda Kırım Türklerinin ileri gelenleri tarafından Taşkent’te bir Teşebbüs Grubu meydana getirildi. Grubun amacı Kırım Türklerinin toplu ve organize bir şekilde vatana dönmesi, milli özerkliklerinin yeniden tesis edilmesi idi. Bu grubun ilk girişimi, büyük ölçüde demokratikleştiğine inandıkları ülke yönetimine, vatanlarına dönebilmeleri için ricacı ve itaatkar tarzda mektuplar kaleme alarak müracaatlarda bulunmaktı. Müracaat sahipleri bu tür başvurular neticesinde, hükümetin Kırım Türklerinin vatana dönme konusunda ne kadar samimi olduklarını görüp onların Kırım’a geri dönmelerine izin verecekleri düşüncesini taşıyorlardı. Vatana dönüş için bütün halkın samimiyetinin bir göstergesi olarak mümkün olduğunca çok imzalı dilekçeler göndermeye gayret ediliyordu. İlk toplu müracaat 6000 kişinin imzasıyla Haziran 1957’de Yüksek Sovyet’e gönderildi. Ardından Mart 1958’de 16.000 ve Ağustos 1958’de 12.000 kişinin imzaladığı dilekçeler Sovyetler Birliği’nin yüksek makamlarına gönderildi. Toplu dilekçelere en çok katılım 1966 yılında sağlanmıştı. Belirtilen yıl Sovyet makamlarına gönderilen bir dilekçeye toplam 120 bin imza toplanmıştı. Kırım Türklerinin geniş ölçüde takdirini ve desteğini kazanan bu hareket, Sovyetler Birliği genelinde, özellikle Kırım Türklerinin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde teşkilatlanmaya başlamıştı. Oluşturulan teşkilatlar, meselelerinin çözülmesi için kendi temsilcilerini seçiyor ve diğer teşkilatların temsilcileriyle bir heyet oluşturarak onları Sovyet devletinin başkenti Moskova’ya gönderiyorlardı. Bu heyetin her türlü masrafı Kırım Türk toplumundan toplanan paralarla karşılanıyordu. Sovyetler Birliği’nde böylesi toplu bir harekete ilk defa rastlanılıyordu. Kısa zaman sonra vatana dönüş mücadelesi için aktif faaliyet gösteren Kırım Türklerine karşı Sovyet yönetiminin uyguladığı baskı ve yıldırma olayları cereyan etmeye başladı ve hareket üyelerine yönelik ilk tutuklama olayı 1959’da gerçekleşti. Sovyet hükümeti tarafından Kırım Türkleri aleyhine açılan ilk dava ise 11 Ekim 1961’de Taşkent bölge mahkemesinde görülmüştü. Enver Seferov ile Şevket Abdurrahmanov’un yargılandığı bu mahkeme sonunda, kendilerine isnat edilen “Sovyet karşıtı milliyetçi hisler taşıyan bildiriler hazırlamak ve dağıtmak” suçlarından Seferov 7 yıl, Abdurrahmanov ise 5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Sovyet devletinin Kırım Türklerine yönelik yıldırma faaliyetlerinin, bu harekete sekte vurmak yerine daha da körüklediği görülmektedir. Bunun en bariz örneğini, 1962 yılında Kırım Türk gençlerinin bir araya gelerek bir cemiyet kurmak için teşebbüste bulunmalarında görmekteyiz. İleride Kırım Türk Milli Hareketinin (KTMH) liderlerinden bir olacak Mustafa Cemiloğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı bir toplantı sonunda, toplantıya iştirak eden Kırım Türk gençleri arasında vatana dönüş için Kırım Türk Gençlik Birliği kurulması hakkında geniş bir kanaat hasıl oldu. Ancak bazı provokatörlerin devreye girmesi ve toplantıdan birkaç gün sonra iştirakçilerden bir kaç kişinin tutuklanmasıyla bu teşebbüs bir düşünce olmaktan öteye gidemedi. Ayrıca bu toplantıya 230 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı katılanlardan bazıları ya işlerinden atıldı ya da okullarından kayıtları silindi. Mustafa Cemiloğlu da çalıştığı fabrikadan çıkarılmıştı . Hruşçev’in iktidardan indirilerek yerine Brejnev’in geçmesiyle birlikte (1964) umutlanan Kırım Türklerinin faaliyetlerinde yeniden bir canlanma görülmeye başlamıştı. Ancak Brejnev dönemi Kırım Türklerine karşı daha sert baskıların uygulandığı bir dönem olmuştu. Buna rağmen Kırım Türklerinin yakalamış oldukları çıkışı devam ettirmeyi başardıkları görülmektedi. Bu dönemde hareketin protesto tarzında değişiklikler olduğu da göze çarpmaktadır. Toplu dilekçelere yine devam edilmekle beraber, dilekçelerdeki üslubun değişikliğe uğradığı dikkat çekmektedir. Kırım Türklerinin artık talepkâr olmayı bir yana bırakarak, 1964 yılından sonra hükümetin kendilerine uyguladığı milli politikaya karşı eleştirel yaklaşımlarda bulundukları görülmektedir. Üstelik dilekçelerde daha sert ibareler kullanılarak Sovyet devletinin 1944’te Kırım Türklerinin tamamının sürgün edilmesi toplu katliam olarak ifade edilmektedir. Hareketin gelişim ve değişim gösterdiği alanlardan biri olarak da kalabalık mitingler ve toplantıların tertip edilmesi gösterilmektedir. Kırım Türkleri tarafından meselelerine çözüm getirmeyen yönetimleri protesto etmek gayesiyle organize edilen bu gösterilere kimi zaman on binlerce kişinin katılması, o dönemin şartları içerisinde oldukça önemli bir hadise olarak dikkati çekmektedir. Kırım Türkleri, hareketin gelişimi ve daha geniş kitlelere yayılması için iletişimin ne denli önemli olduğunun farkında idiler. Bu hususta, özellikle Kırım Türklerinin önde gelenleri tarafından daktilolarda yazılıp çoğaltılan bildirilerin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu yayınlar sayesinde hareket, gerek Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinde yaşayan Kırım Türklerinin, gerekse hem Sovyetler Birliği’ndeki hem de yurt dışındaki insan hakları temsilcilerinin dikkatini çekmişti. Hareketteki bu gelişimin bir tezahürü olarak Moskova’ya giden Kırım Türk temsilcilerinin sayısında da gözle görülür bir artış meydana gelmişti. Yapılan bütün baskılara rağmen azalması beklenen temsilci sayısı, gittikçe artarak 1967 yılı ortalarında 400 kişiye kadar ulaşmıştı. Bu temsilciler meselelerinin çözümü için Moskova’da resmi makamları ziyaret ediyor, onlara taleplerini içeren mektup/dilekçeler sunuyor ve geniş katılımlı gösteriler tertip ediyorlardı. Kırım Türklerinin aralıksız olarak sürdürdükleri faaliyetleri neticesinde, Sovyet devleti tarafından 5 Eylül 1967 tarihinde yayınlanan bir kararname ile bu mazlum halkın itibarları iade edilmiştir. Adı geçen kararnamede 1944 yılında vatanlarından sürülen Kırım Türklerine haksızlık yapıldığı itiraf edilmekte, o zamana kadar bu topluma uygulanan her türlü kısıtlamaların kaldırıldığı ve Kırım Türklerinin de diğer Sovyetler Birliği vatandaşlarının yararlandığı her türlü haktan istifade edebilecekleri belirtilmektedir. Bunun yanında onların seçme ve seçilme hakkına sahip oldukları, basın yayın organlarını kullanabilecekleri, devlet kademelerinde görev alabilecekleri ve her çeşit kültürel faaliyette bulunabilecekleri de kararnamenin hükümleri arasında yerini almaktaydı. Yine aynı gün yayınlanan bir başka kararname ile 28 Nisan 1956 tarihli Kırım Türklerini de ilgilendiren kararnamenin ikinci maddesinin hükmü ortadan kaldırılmıştı. Bu durumda Kırım Türkleri de diğer Sovyet vatandaşları gibi o zaman yürürlükte olan çalışma ve ikamet kurallarına uymak şartıyla Sovyetler Birliği’nin her yerinde yaşama ve çalışma hakkına sahip olmuşlardı. Sovyetler Birliği’nin diledikleri yerinde yerleşme hakkına sahip olan Kırım Türklerinin vatanları Kırım’a gelişlerinde büyük bir artış gözlemlendi. Kırım Türklerinin çoğunluğunu keşif ve müşahede amacıyla gelenler oluşturmaktaydı. Bu kişilerden bazıları Kırımlı devlet yetkilileriyle de görüşmeler yapmış ve kendilerinin Kırım’a yerleşimi ile ilgili meseleleri dile getirerek bunların çözüme kavuşturulmasını talep etmişlerdi. Ancak Kırım Türklerinin vatanlarına dönmelerini istemeyenler bunun önlemini de almışlardı. 5 Eylül 1967 kararnamesinden önce Kırım’da oturum izni sadece şehirlerde ve büyük kasabalarda geçerliydi. Kırım’ın bozkır kesiminde yaşayanların büyük bir kısmında ise ikâmetin mevcut olmadığı ve burada yaşayabilmek için ikâmetgah istenmediği bilinmektedir. Ancak kararnameden hemen sonra, Kırım’ın her tarafında ikâmeti olmayan herkese acil bir şekilde ikâmet tezkeresi dağıtılmıştı. Bunun bir tezahürü olarak, Kırım www.ulkuocaklari.org.tr 231 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türklerinin yürürlükteki çalışma ve ikâmet kanunlarına uymaları engellenmiş oldu. Bütün bunlara rağmen Kırım Türklerinin, özellikle Eylül ayının ikinci yarısında ve Ekim ayında Kırım’a toplu ve düzenli bir şekilde yerleşmek, orada oturum izni almak ve çalışma şartlarını tahkik etmek gayesiyle toplu seyahatler düzenledikleri görülmektedir. Bu durum karşısında binlerce Kırımlı Türk ailesi Kırım’da başlarını sokacak bir yer aramak için dağıldı ve bir çoğu da Kırım’ı terk etmek zorunda kaldı. Ev satın almaya muvaffak olanlar ise buralara yerleştiler, ancak bu kişilerin karşılaştıkları asıl zorluk alım-satın işlemlerin resmiyet kazandırılmasında yaşanmıştı. Bu işlemler yapılmadan satın alınan evde yaşamak Sovyet yasalarınca “kanun dışı” kabul ediliyordu. Bu meseleyle ilgilenen mahkemeler de alım-satım belgelerinin yokluğu yüzünden satın alma işlemlerinin geçersiz olduklarına karar verince çoğu aileler satın aldıkları evlerden ve Kırım sınırlarından zorla çıkarıldılar. Kırımlı yetkililer, Kırım Türklerine çalışacakları bir iş olmadan ikâmet izni ve ikâmet izni olmadan da iş vermeyeceklerini beyan ediyor, doğan çocukların nüfus kayıtlarını, evlenen çiftlerin nikah akitlerini dahi yapmıyorlardı. Sovyet yetkilileri, KTMH’ nin Kırım Türklerinin vatanlarına geri dönüşü için yürüttükleri faaliyetlerin önüne geçebilmek gayesiyle 1968 baharından itibaren, Kırım’a göçün devlet organları tarafından düzenli bir şekilde gerçekleştirileceğini açıkladılar. Kırım’a yerleştirilecek kişilerde, KTMH’ne hiç katılmamış, toplanan dilekçelere imza akmamış, hiçbir toplantıya iştirak etmemiş, Türk temsilcilerin Moskova’ya gitmeleri için para vermemiş olmak gibi şartlar aranıyordu ve bu kişiler KGB tarafından tespit ediliyordu[130]. Daha ziyade vasıfsız, kültür seviyesi düşük Kırım Türkleri arasından seçilen şahısların Kırım’da tarım alanında çalıştırılması planlanıyordu. Tahsilli ve mesleklerinde uzman Kırım Türklerinin ise yerleştirilecek kişilerin arasına dahil edilmediği dikkat çekmektedir[131]. Sovyet devletinin bu uygulaması sonucu 1968’de 198, 1969’da 104, 1970’te 45, 1971’de 65, 1972’de 50 aile Kırım’a yerleştirildi. Ferdî olarak ise 195 aile Kırım’a geldi. Bu dönemde gelenlerin toplam sayısı 3496 kişiden ibaretti. Bu durumun Kırım Türklerinin Sovyet makamlarına karşı protestolarında ve vatana dönüş mücadelesinde daha da etkili olmalarına yol açtığı görülmektedir. Kırım Türkleri kendilerinin haklı olduklarını duyurmak için birtakım gösteriler yaptılar. Bu gösterilerin en büyüğü 21 Nisan 1968’de Taşkent yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Çirçik’te gerçekleştirildi. Kırım Türkleri burada hem Lenin’in 98. doğum gününü, hem de geleneksel “Derviza” bayramını kutlamak için toplandılar. Toplantının asıl amacı Kırım’a geri dönme ve milli özerkliğin yeniden tesisi isteklerini bir kez daha yetkililere duyurmaktı. Ancak böyle bir gösterinin yapılmasına izin vermeyen Sovyet yetkilileri, aldıkları geniş güvenlik tedbirleri ile toplanan kalabalığı yüzlerinde gaz maskeleri bulunan polislerin sıktığı tazyikli ve boyalı sularla, zor kullanarak dağıtmışlardı. Kırım Türklerinin daha sonra da protesto faaliyetleri olmuştu. Bu olaylar neticesinde bir çok kişi tutuklanarak mahkemeye sevk edilmişti. 21 Nisan 1968’deki Çirçik olaylarının düzenleyicisi olarak Enver Abdülgaziyev, Said Abhayırov, İbrahim Abibullayev, Reşat Alimov, Refat İsmailov ile birlikte beş kişi daha tutuklanmıştı. Yapılan mahkeme sonucu hepsine 2,5 ila 3 yıl katı rejimli çalışma kampı cezası verilmişti. Diğer bir mahkeme ise, insan hakları savunucusu İ. Gabay ile Kırım Türklerinin liderlerinden Mustafa Cemiloğlu aleyhine açılan davalar hakkında idi. 6 gün süren yargılama sonunda her ikisine de “Sovyet karşıtı faaliyetlerde bulunmak” suçlarından 3’er yıl ağır hapis cezası verildi. KTMH liderlerinin yargılanarak mahkum edildiği 1970 yılının, hareket açısından oldukça kritik bir dönemin başlangıcı olduğu görülmektedir. Bu tarihten itibaren harekette yavaş yavaş bir düşüşün başladığı dikkati çekmektedir. Harekette yaşanan bu düşüşün altında yatan sebebin yalnızca bundan ibaret olduğunu söylemek güçtür. Bu amilin yanında, hareketin ortaya çıktığı dönem ile 1970’lerden sonraki zaman arasında Kırım Türk toplumunda meydana gelen sosyolojik, ekonomik ve kültürel bir takım değişiklikleri de göz ardı etmemek gerekir. Zikredilen dönemde Kırım Türk 232 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı toplumunda sosyal sınıf yapısında bir takım değişikliklerin olduğu bilinmektedir. Bunun yanında, 1944 yılında yaşanan sürgünden sonra Sovyet devleti tarafından ortadan kaldırılan ve milli kültürün birer temsilcileri olan aydınların yerine, yine öğretmen, doktor, mühendis gibi yüksek tahsilli kişilerin meydana getirdiği Kırım Türk “aydın” sınıfının doğması önemli bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde Kırım Türk gençlerinin tahsil yapma imkanı bulduğu, halkın pek çoğunun geleneksel meslekleri olan çiftçiliğe geri döndüğü ve bu durumun Kırım Türklerinin yerleşimi mevzuunun da değişmesini beraberinde getirdiği dikkati çekmektedir. Sürgünden sonra tespit edilen yerleşim yerlerine toplu bir halde yerleştirilen Kırım Türklerinin, artık yıllarca çalıştıkları fabrikaların da bulunduğu bu sürgün bölgelerinden ayrılarak, daha ziyade büyük şehirlere göç etmeye ve buralarda çalışıp hayatlarını sürdürmeye başladıkları görülmektedir. Bu dönemde Kırım Türk ailesinin hayat standardında da gözle görülür bir iyileşmenin yaşanması söz konusudur. Ancak Kırım Türk toplumunda meydana gelen ve müspet gibi görünen bu değişikliklerin, milli hareketin gelişimine ciddi anlamda sekte vurması da bu dönemin önemli özelliklerinden bir olarak zikredilmelidir. Daha önce hep bir arada yaşayan Kırım Türklerinin işlerini ve yaşam yerlerini değiştirmesinden sonra hareket üyeleri arasında bir kopukluk ve koordinasyon eksikliğinin yaşandığı göze çarpmaktadır. Bir çok mensubunun Kırım’a gitmesiyle birlikte hareketin düşüş trendine girmesi, doğal olarak bu hareketin liderlerini önlem almaya sevk etti. Bunun bir tezahürü olarak, 1975 yılında KTMH’nin faaliyetlerinde yeniden bir canlanma görülmeye başlandı. Birtakım önlemler alınarak Kırım’da mevcudunu arttırmaya başlayan hareketin, burada seslerini duyurabilecek çeşitli faaliyetler yapması bekleniyordu. Yapılması beklenen bu faaliyetlerin başında ise daha önce örnekleri çok görülen bildiri dağıtımı ve toplu dilekçelerle resmi kurumlara müracaat edilmesi geliyordu. Hareket liderleri ayrıca 1975 yılı içerisinde Sovyetler Birliği’nde ve özellikle Kırım’da yapılması planlanan yerel ve uluslararası etkinliklerde toplu gösteriler düzenleyerek dünya kamuoyunun dikkatlerini kendi meselelerine çekmeyi de düşünüyorlardı. Kırım Türklerinin yarımadada gitgide artan nüfusu ve faaliyetleri karşısında, Kırım’daki Sovyet yöneticileri yine baskı metotlarına müracaat etmişti. İkâmet izni alamayan bazı Kırım Türkleri, polisiye baskılarla karşılaşmış, gece baskınlarıyla evlerinden zorla çıkartılmış ve Kırım’dan uzaklaştırılmıştı. Kırımlı yöneticilerin bu davranışları son derece üzücü ve feci bir olayın yaşanmasına da yol açmıştı. Musa Mahmut adlı bir Kırım Türkü 5 çocuğu ve eşiyle birlikte geldiği ve bir ev satın alıp yerleştiği Kırım’dan polis zoruyla çıkartılmak istenince, çocuklarının gözleri önünde üzerine benzin dökerek kendini yakmıştı. Musa Mahmut’un ölümüyle sonuçlanan bu trajik olay dahi Kırımlı yöneticilerin Kırım Türklerinin yarımadadaki yerleşimini önleme gayretlerinin önüne geçememişti. Bu gayretlerin bir sonucu olarak Sovyetler Birliği Bakanlar Kurulu tarafından 15 Ağustos 1978’de Kırım bölgesindeki ikâmet kurallarını düzenleyen bir kanun kabul edildi. Buna göre, yasal olmayan yollarla Kırım’a gelip yerleşen Kırım Türklerinin bölgeden çıkarılması için Kırım İçişleri Bakanlığı organlarına tam yetki verilmiş, ayrıca bu şahıslara evlerini satan veya kiraya veren yerel halkın da cezalandırılması hükme bağlanmıştı. Kasım-Aralık 1978 ve Ocak 1979’da Kırım’a sadece 30 civarında aile gelmiş ve bunlardan yalnız bir aile yerleşme imkanı bulmuştu. Diğer aileler ise Kırım’dan çıkarılmıştı. 1979 yılının Şubat ayında ve Mart ayının ilk 15 gününde Kırım’a gayr-i resmi olarak hiçbir ailenin gelmemiş olması Sovyet makamları tarafından belirtilmektedir. Sovyet hükümetinin Kırım Türklerini vatanlarından uzak tutmak için gösterdikleri gayretlerin hepsi boşa çıkıyordu. Artık KTMH’nin önderliğinde yürütülen vatana dönüş mücadelesi dönülmez bir hal almıştı. Özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan faaliyetler, Kırım Türklerini “zafere” taşıyan amiller olma yolunda önemli katkılar sağlamışlardı. Bunun yanında gerek dünyada gerekse Sovyetler Birliği’nde yaşanan sosyal ve siyasî değişikliklerin de Kırım Türklerinin vatana dönüş mücadelesine etki eden diğer unsurları teşkil ettiği görülmektedir. Özellikle 1985 yılında www.ulkuocaklari.org.tr 233 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sovyetler Birliği’nin yönetim kadrosunda meydana gelen yenilikle M. Gorbaçev’in hâkimiyete geçmesinin ardından, ülkede uygulamaya konulan “Yeniden yapılanma” ve “Açıklık” politikası sonucunda Sovyetler Birliği’nin hemen her alanında köklü değişikliklerin meydana gelmeye başladığı bilinmektedir. Kırım Türklerine yönelik baskılar da bu dönemde ortadan kalkmaya başlamış, hapishanelerdeki liderleri serbest bırakılmaya başlanmıştı. Mustafa Cemiloğlu da Aralık 1986’da tutuklu bulunduğu Magadan Hapishanesinden çıkarılarak özgürlüğüne kavuşmuştu. Sovyet yetkililer Kırım Türklerinin temsilcileriyle görüşmelerde bulunmuşlar ve meselelerinin çözüleceği yönünde vaatlerde bulunmuşlardı. Ancak bunlar birer vaat olmaktan öteye gidememişti. Taleplerine müspet cevaplar alamayan Kırım Türk temsilcileri, bunun bir sonucu olarak seslerini daha yüksek ve farklı usullerle duyurmaya karar vermişlerdi. Bunu gerçekleştirmek için Moskova’da büyük bir miting tertip ettiler. 23 Temmuz 1987 günü Sovyet rejiminin kalbi olarak kabul edilen Kızıl Meydan’da toplanan yüzlerce Kırım Türkü ve onları destekleyen Sovyet vatandaşları, Sovyetler Birliği’nde eşi benzerine az rastlanan bir miting gerçekleştirdiler. Mustafa Cemiloğlu’nun önderliğinde tertip edilen bu gösteri, orada bulunan yabancı basın mensupları tarafından bütün dünyaya aksettirilmiş ve tüm dünya kamuoyu tarafından ilgi ve dikkatle takip edilmişti. Mitingin devam ettiği bir sırada Sovyet resmi haber ajansı TASS tarafından bir duyuru yayınlanmıştı. Bu duyuruya göre, Sovyet yönetimi Kırım Türklerine “büyük haksızlık yapıldığını” kabul ediyor ve meselenin çözümü için bir devlet komisyonu kurulduğunu belirtiyordu. Bununla birlikte, açıklamada yer alan ifadelerden Sovyet devletinin eskiden beri sahip olduğu görüşlerinin kaybolmadığı da anlaşılmaktadır. Bu hususta açıklamanın Kırım Türklerinin taleplerini karşılama noktasında yapıcı bir yaklaşımda bulunmadığını söylemek mümkün görünmektedir. Nitekim Kırım Türklerinin vatana düzenli ve toplu olarak dönüş, milli özerkliğin tesisi gibi olmazsa olmaz istekleri, Kırım’ın demografik yapısı gibi mazeretler ortaya sürülerek savuşturulmak istenmektedir. Böyle bir durumun ise Kırım Türkleri tarafından kabul görmesi, daha önce yaşanan örneklerde de görüldüğü üzere ihtimal dâhilinde bulunmamaktadır. Kırım Türkleri bu açıklamaya ve sunulan çözüm önerilerine karşı tepkilerini yine kendilerine özgü usullerle vermişlerdi. Nihayet verdikleri bu tepkiler, Sovyet hükümetinde olumlu bir tesir bırakmış ve 14 Kasım 1989’da vatanlarına dönüş yolunu açan bir deklarasyonun yayınlanmasında etkili olmuştu. Belirtilen tarihte Sovyetler Birliği’nin kabul ettiği deklarasyona göre, sadece Kırım Türkleri değil, daha önce kendilerine haksızlık yapılan bütün Sovyetler Birliği vatandaşlarının hakları kendilerine iade edilmiş ve bu haklar devlet garantisi altına alınmıştı. Sovyetler Birliği’nin en yüksek makamı tarafından açıklanan bu deklarasyon ile Kırım Türklerinin ve vatanlarından uzakta yaşayan diğer toplulukların, özgürce, hiçbir sınırlama olmadan vatanlarına dönebilmeleri için bütün hukukî ve sunî engeller ortadan kaldırılmış oldu. Devlet artık Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşünü engellemek için değil, bilakis bu dönüşü organize etmekle ilgilenmeye başlayacaktı. Bu doğrultuda, Kırım Türklerinin sorunlarıyla meşgul olmak amacıyla bir komisyon kurulmuştu. Komisyon bu konuda çalışmalara başlayarak bir göç planı hazırlamıştı. Bu plana göre, öncelikle Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşü ve milli bütünlüklerinin tesisinin kanunî hakları olarak kabul edilmesi gerekiyordu. İkinci olarak, Kırım Türk toplumunun dönüş meselesi merkezî yönetim tarafından rasyonel bir şekilde ele alınıp birbirini takip eden üç safhada gerçekleştirilmesi öngörülüyordu. Birinci safhada altyapı, konut, sosyo-kültürel ortam ve üretim alanındaki gelişim meselelerinin aynı anda çözülmesiyle, şahısların yakınlık dereceleri göz önünde bulundurularak dönüşün devlet denetiminde yapılması planlanmaktaydı. İkinci safhada, şahısların kendi başlarına, bireysel imkanları kullanarak dönmeleri tasarlanmaktaydı. Bu durumda devlet bir takım yükümlülüklerden kurtulmuş olacaktı. Üçüncü safha ise, grup halinde toplu dönüş planlarıydı. Böylece toplu olarak Kırım’a dönenlerin bir arada yaşayarak yeni köyler veya kasabalar meydana getirmeleri düşünülmekteydi Netice olarak, 1944 yılından beri Kırım Türklerinin vatana dönüş uğruna verdiği mücadeleler 234 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı geç de olsa meyvesini vermiş ve kitleler halinde vatana dönüş başlamıştır. Bunun neticesinde, 1987 yılında Kırım’a yerleşen Kırım Türklerinin sayısı 2300, 1988’de 19.3000 kişi iken, bu sayı 1989’da 28.000’e yükselmişti. 1 Mayıs 1990 itibariyle ise Kırım’da toplam olarak 83.116 Kırım Türkü yaşamaya başlamıştı. Günümüzde Kırım Ukrayna’nın özerk bölgesidir. Kaynak Doç. Dr. Hakan Kırımlı www.ulkuocaklari.org.tr 235 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BATI TRAKYA SORUNLARI Onur ŞAHİN Günümüzde Trakya, Doğu ve Bati olmak üzere iki kısma ayrılır. Doğu Trakya, bugünkü Türkiye’nin Avrupa kıtasındaki arazisini teşkil eder. Bunun dışındaki kısmı ise tamamen Yunanistan sınırları içinde kalan Bati Trakya’dır. 1913’ te kurulan “Bati Trakya Hükümet-i Müstakilesi” hudutları esas alındığında, bir kısmı Yunanistan’ in, diger bir kısmı da Bulgaristan’ in hudutları içinde kalmaktadır. Bağımsız bir devlet kuran Türkiye Cumhuriyeti komşuları ile iyi ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Bu bağlamda Balkanlarda istikrarın sürdürülmesi için Yunanistan ilişkileri olumlu bir boyut kazanmıştır. Ancak Yunanistan çok geçmeden, Lozan Antlaşması’na müteakip Batı Trakya’nın kendilerinde kalmalarının garanti altına alınmasını fırsat bilerek burada yaşayan Türklere asimilasyon politikası uygulamıştır. Bati Trakya Türklerinin hukuki durumu ve azınlık hakları Yunan Anayasası ile de teminat altına alınmıştır. “Yunan hükümeti, diğer Hıristiyan Yunan vatandaşlarına sağladığı hakların aynısını Müslüman Türk Azınlığa da sağlayacaktır” hükmü, Lozan Barış Antlaşmasında yer almıştır. Azınlığın tüm dini, siyasal ve sosyal hakları teminat altına alınmıştır. Ancak pratikte yapılan uygulamalar tamamen değişik olmuştur. Günümüzde Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı mensupları, hala devam eden ayırımları sorgulamakta, ayırımların sona ermesini ve eşit vatandaşlık ilkelerinin hayata geçirileceği günleri beklemektedirler. Bu bağlamda geçmişten gelen birtakım sıkıntılar içerisinde bulunan Batı Trakya Türkleri bugün de aynı sıkıntıları yaşamaktadır. Üzücü olan ise seslerini duyuramamalarıdır. Batı Trakya Türklerinin sorunlarını başlıklar halinde inceleyebiliriz. Kimlik Baskısı Bugün Yunanistan içerisinde, çoğunluğu Batı Trakya olmak üzere 150.000 Türk azınlığı yaşamaktadır. Türklerin hakları Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmışsa da bugün bu haklar ihlal edilmiştir. Türkler her fırsatta ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Özellikle 1950’den itibaren uygulanan yaptırımlar Türklerin bütün haklarını ellerinden almışlardır. Yunanistan, Türkleri asimile etmek ya da göç ettirmek için Türk kimliklerini hedef almışlardır. Bu bağlamda Türklüklerini asimile etmek maksadıyla; - Azınlığı Türk, Pomak ve Çingenelerden müteşekkil homojen olmayan bir topluluk olarak tanımlayıp azınlığın bölünmesine zemin hazırlamak. - Azınlığı münhasıran dini kimliği ile tanıyıp etnik kimliğinin, dolayısıyla Türkiye ile bağlarının zayıflatılması ve böylece yukarıda işaret olunan bölünmeyi gerçekleştirmek. - Azınlığın ekonomik gelişmesini engellemek ve sosyal güvenlik ve dayanışmasını sarsmak suretiyle göçü özendirme 236 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı yıllar boyunca süre gelen tüm haksız uygulamaların bir gün son bulacağı düşüncesiyle suskunluğunu hiç bir zaman bozmamıştır. Yunanistan yüksek mahkemesinin Batı Trakya’da Türk yoktur gerekçesiyle verdiği Türklere ait tüm derneklerin kapatılması kararı Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı mensupları açısından milli kimlikleri Yunan devleti tarafından inkar edilmektedir. Eğitim Sorunu Lozan Antlaşması’na göre kendi eğitim kurumlarını kurma ve öğretmenini tayin etme hakkı bulunan Batı Trakya Türk toplumu bugün “cahil bırakılma” uygulamaları ile karşı karşıya bulunmaktadır. Türk Toplumunun çağdaş eğitimden yararlanmasını sağlamak amacı ile imzalanan 1953 ve 1968 Türk-Yunan Eğitim Anlaşma ve Protokolü uygulanmamaktadır. Yunanistan ile Türkiye arasında 1953 yılında varılan bir mutabakat çerçevesinde her yıl karşılıklı olarak Batı Trakya ve İstanbul’a 25 öğretmen gönderilmesi öngörülmüş, daha sonra 1955 yılında öğretmen sayısı 35’e çıkartılmıştır. Ancak, aradan geçen zaman içerisinde Yunanistan, Batı Trakya Azınlık okullarına Türkiye’den gönderilecek öğretmen sayısını reysen giderek azaltmış ve sadece 16 öğretmen için vize vermeye başlamıştır. Din ve İnanç Sorunu Yunan idaresi, Batı Trakya Türklerinin azınlık olarak bırakıldıkları tarihten bugüne kadar dinlerine ve din adamlarına daima düşmanca tavır içinde olmuştur. Batı Trakya Türk Azınlığının din ve vicdan özgürlük ve haklarıyla din kurumları Lozan Antlaşması’nda genel ifadelerle düzenlenmiştir. Bu Antlaşma hükümleri 1920 tarih ve 2345 sayılı yasa ile Yunan hukuk sisteminin bir parçası haline getirilmiştir. Yasaya göre, Batı Trakya Türk azınlığı dinsel kurumlarını kendi özgür iradesiyle oluşturmakta ve müftüleri seçim yoluyla görevlendirmektedir. Yunanistan son dönemde müftülerin atama yoluyla işbaşına getirilmesini öngören yeni bir yasayı yürürlüğe koymuştur. Bu şekilde Atina Antlaşması’nı ihlal eden Yunanistan, Yahudi cemaatlerine tanıdığı yöneticilerini ve hahamlarını seçme hakkını Türk Azınlığından esirgeyerek azınlıklara diğer vatandaşlara tanınan hakların tamamının tanınacağını amir Lozan Antlaşması’nın 40. maddesini de ihlal etmektedir. Yunan Hükümeti’nin, Müslüman topluluğun müftülerinin atanması konusundaki tutumu da, bu azınlığın insan haklarının ihlalini gösteren en utanç verici tutumlardan biridir. Bugün, İskeçe ve Gümülcine’de, ikişer müftü bulunmaktadır. Bunlardan biri, Yunan Hükümetince, tüm antlaşmalar hilafına, yasadışı olarak “atanmış”, diğeri de Türk azınlık mensuplarınca, antlaşmalara uygun olarak, yasal olarak “seçilmiş” müftüdür. Seçilmiş müftüler, müteaddit defalar, müftü unvanını yazılı olarak kullandıklarından dolayı, “makam sahtekarlığı” ile itham edilmişler ve mahkeme önüne çıkarılarak, hüküm giydirilmişlerdir. Vakıf Sorunu Lozan Antlaşması’na göre, Bati Trakya Türk Azınlığının giderlerini kendileri karşılamak üzere, her türlü hayır kurumları, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olmaları öngörülmüştür. Vakıfların yönetimi, Yunan Resmi makamlarının yetkileri içinde bırakılmıştır. Bu yasa vakıfları ekonomik anlamda kıskaç içine sokarken, bir okul ya da bir caminin yaşamasını amaçlayan küçük yardım kuruluşlarını da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir. Daha önce de sözünü www.ulkuocaklari.org.tr 237 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ettiğimiz gibi bu yasa gerek Batı Trakya Türk cemaatinin gerekse Türkiye’nin şiddetli protestolarıyla karşılandığından on yıl kadar tam anlamıyla yürürlüğe girememiştir. 1991 yılı başında ilan edilen bir kararnameyle yasanın hükümleri uygulamaya konmuştur. Vakıf İdaresine seçilecek şahıslar yine Hıristiyan Ortodoks yöneticiler tarafından atanmaya başlanmıştır. Bu zamana kadar Bati Trakya Müslüman Türk Azınlığı tarafından seçilen şahıslar bundan böyle tasfiye edilmiştir. Ekonomik Baskılar Birçok arazi hala Osmanlı döneminden kalma tapularla belirlenmektedir. Tabii zamanla miras yoluyla bölünmeler dolayısıyla dönümlerce arazi kaybolmaktadır. Ayrıca tek yazılı senet olan bu tapular tanınmayarak Türk toprakları devlet mülkü sayılmaktadır. Türkler bahsi geçen alım satım izni dolayısıyla mallarını Yunanlılara satmak zorunda bırakılmaktadır. Türklere ait ekilebilir verimli araziler üniversite açmak, sanayi bölgesi kurmak veya askeri saha gerekçesi ile istimlak edilmekte, istimlak bedeli olarak da ekilemez bölgedeki bir çorak arazi parçası verilmek istenmektedir. 1923’ten sonra Batı Trakya’daki araziler Yunan devleti tarafından dramatik bir şekilde azınlık aleyhine değişmiştir. Lozan Barış Konferansı’nın resmi istatistiklerine göre, 1923’te Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığının elindeki araziler bölgenin %84’ünü oluştururken günümüzde bu oran %25’in altına düşmüştür. Bu mülkiyet oranı değişikliğinin ardındaki en büyük neden, Yunan kökenli vatandaşlara, son derece avantajlı krediler sunulması suretiyle, Türk azınlık mensuplarından taşınmaz mal alımının teşvik edilmesi, kamulaştırma ve toprak bütünleştirmesi, Osmanlı tapularının ve mülkiyetlerinin tanınmaması, keyfi olarak işgal edildikleri gerekçesiyle, Türk azınlığının topraklarına el konması, eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerinden getirtilen Yunanlıların bölgeye yerleştirilmesidir. Azınlık mensupları arasında ve mal alım-satımı ile Yunan kökenlilerle Azınlık mensupları arasındaki mal alım-satımı da çeşitli Yunan yasalarıyla kısıtlanmaktadır. Vatandaşlıktan Atılma Uygulamaları ve Politik Baskılar Yunanistan, Anayasasının 4. Maddesi ile çelişen vatandaşlık kanununun 19. Maddesi gereği binlerce azınlık mensubunu vatandaşlıktan çıkarmış bulunmaktadır. Yasalarını Avrupa standartlarına getirmek zorunda kalan ve Batı Trakya Türklerini asimile etmek amacıyla hazırlanıp 1955 yılından bu yana 60 bin Batı Trakya Türkünün vatandaşlıktan atılmasına neden olan anayasanın ünlü 19. Maddesi 31 Ağustos 1998’de yürürlükten kaldırmıştır . Bununla birlikte, Yunan Hükümeti, binlerce vatansız soydaşımızın beklentilerinin aksine, yasa iptalinin geriye dönük etkisi olmadığını, yani vatansız soydaşlarımızın gasp edilen vatandaşlıklarının iade edilmeyeceğini bildirmiştir. Bu iptalin üzerinden neredeyse 5-6 sene geçmiştir. Beş seneden beri Yunan hükümetin İçişleri ve Dışişleri bakanlarıyla başbakan SİMİTİS’in kendisi bu meselenin en kısa bir sürede halledileceğine dair tekrar tekrar söz vermelerine rağmen, hala bu insanlara işkence yapılmağa devam edilmektedir. Yunanistan Anayasası’nın ünlü 19. maddesini gerekçe gösteren yetkililer, maddenin yürürlüğe girdiği 1955 yılından 1979 yılına kadar 47 bin kişiyi, 1979 ile 1997 yılları arasında ise 13 bin Batı Trakya Türkünü vatandaşlıktan atarak insan haklarına sığmayan davranış sergilemişlerdir. Batı Trakya Türk Azınlığı mensuplarını vatandaşlıktan çıkarmak için kullanılan bu madde, Yunan vatandaşları arasında “etnik kökenlerini” kıstas alarak, “Yunan asıllı olanlar ve olmayanlar” 238 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı şeklinde ayırım yapmaktaydı. Bu maddeyle vatandaşlıktan ıskat edilenler kendilerine bir tebligat dahi yapılmadan, keyfi biçimde vatandaşlıktan çıkarılmışlardır. Bu şekilde Yunan vatandaşlığı kaybettirilen Batı Trakya Türklerinin sayısının 60.000 civarında bulunduğu tahmin edilmektedir. Yunanistan, ülkesinde hiçbir etnik-milli azınlık bulunmadığı ısrarını sürdürürken, kendilerine vaat edilen hakları talep edenleri ise “bölücü” ve “kökü dışarıda” olarak görmeye devam etmektedir. Yunanistan’ın resmi olarak tanıdığı tek azınlık Batı Trakya’daki Müslüman Türkler, Ancak resmi olarak sadece Müslümanlar diye tanınan bu grup aynı zamanda Türk, Pomak ve Roman kökenliler olarak hükümet tarafından ifade edilmektedir. Geçmişten gelen sıkıntıları artarak devam eden Batı Trakya Türkleri hukuki olarak mücadele vermek istese de ne yazık ki sesini duyuramamaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr 239 Ülkü Ocakları Eğitim Programı AHISKA TÜRKLERİ Alparslan GURBANLI Ahıska şehri, Türkiye’nin kuzeydoğusunda, Ardahan ilimizle sınır teşkil eden, Gürcistan toprakları içinde yer alan, çok eski bir Türklük yurdunun merkezidir. Abastuban, Adigön, Aspinza, Ahılkelek, Azgur ve Hırtız gibi kasabaları ve bu kasabalara bağlı 200 kadar köyü vardır. Ahıska, Türkiye sınırına 15 kilometre mesafede bulunmaktadır. Posof Çayının iki yakasında yer alan şehir, karayolu ile Tiflis, Batum ve Türkiye’ye bağlıdır. Ayrıca batıda Türk sınırının çok yakınına kadar uzanan bir demiryolu, Ahıska’yı doğudan Tiflis’e bağlamaktadır. Bugün sakinleri orada yaşamayan Ahıska ve çevresinde nüfus da seyrek, hatta ıssız hâldedir. 1944 sürgünüyle boşaltılan köylere, zorla veya zaruretle gelenler dışında nüfus hareketlenmesi olmamıştır. Bölgeye iskân edilmek istenen Gürcüler gelmediği gibi, kasabalara da sadece Ermeniler yerleşmiştir. Buralarda resmî görevlilerden başka Gürcü varlığından söz edilemez. 1828’de 50.000 olan şehir nüfusu, 1887’de 13.265’e düşmüştür. Günümüzdeki nüfusu 24.650‘dir. Ahıska ve çevresi, çok eski devirlerden beri, insanların topluluk hâlinde yaşadığı bir bölgedir. Milâttan önceki çağlarda Hurriler, onları takiben Urartular, Kimmerler ve Sakalar buralara hakim olmuşlardır. Yukarı Kür ve Çoruh boylarıyla Ahıska bölgesinin Türklük tarihi, çok eski asırlara dayanmaktadır. Son Kıpçakların, Gürcü Kralının davetiyle gelip yerleşmesinden yüzyıllarca evvel buralarda Kıpçak ve Bun-Türklerin yaşadığına dair ciddî haberler vardır. Doğu seferine çıkan Makedonların ünlü kralı İskender, MÖ. IV. yüzyıl sonlarında Kafkasya’ya geldiğinde, ona karşı çıkan kuvvetli bir Türk varlığının olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, Kıpçak ve Bun-Türk adıyla anılmaktadır. Bugün Rus ve Gürcü kaynaklarında Mesketya adıyla anılan Ahıska bölgesinin eski sakinleri kimlerdi? Bu soruya çok net cevap bulmak zor olsa da, milâttan önce İskender’in seferinde buralarda Türk unsurlarının yaşadığına dair kuvvetli haberler vardır. Mesketya adının da, buralarda yaşamış eski bir kavim olan Meshlerden kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavmin menşeini kesin olarak belirlemek zordur. Bununla birlikte şu görüşler ileri sürülebilir: Meshler, Nuh Nebi oğlu Yafes’in oğlu ve Oğuz’un pederi Mesek’ten gelen Masagetlere dayanır. Meskler, Kartvel (Gürcistan) güneyinde yaşamış Gogarlı (İskit) ve Turanî yerli Hristiyan halktır. Meshlerin Gürcü olduğunu iddia edenlerin de kesin kaynağı yoktur. Ahıska’nın Rustav köyünde dünyaya gelmiş olan ünlü şair Şota Rustaveli, “Üstadım Genceli Nizamî’dir” demiş ve eserinde tamamen İslâmî motifler kullanmıştır. Şair Rustaveli’nin ad ve soyadının Gürcü isim kalıplarında görülen “vili”, “dze” gibi ekleri almaması da dikkat çekici bir husustur. Dilinden başka Gürcü kültürüyle ortak noktaları bulunmamaktadır. Bu kavim, muhtemelen Hitit, Asur ve Sümerler gibi kayıp bir topluluktur. Ahıska bölgesinden sürgün edilen Türk unsuru, Mesh değildir. Bu topluluğun, Kıpçak hâtırası olduğu artık kesinleşmiştir. Eski çağlarda Kıpçak Türkleriyle birlikte bu bölgede yaşadığı anlaşılan Meshler, Kıpçakların yahut Kartvellerin arasında erimiş olmalıdır. Zira Kartvel/Gürcüler, küçük 240 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir millet olmasına rağmen, dünyada emsali az görülecek derecede ırkçı bir yapıya sahiptirler. Ele geçirdikleri yerde ilk başvurdukları yol, yerli halkın isimlerini değiştirmektir. Bunun en son örneği, 1919 yılında işgal ettikleri Posof’ta görülmüştür. Makedonyalı İskender’in, Kafkasya’ya geldiği sıralarda buralarda Kıpçak ve Bun-Türk unsurları yaşamaktaydı. Bu bilgi, batılı kaynaklarla birlikte Gürcü kaynaklarında da geçmektedir. Fransız bilgini Brosset, Bun-Türklerin Turanlı olduğunu bildirmektedir. Gürcü dil bilgini Marr ise, Bun-Türk’ün “otokton/yerli Türk” anlamına geldiğini yazmaktadır. Bu bilgiler, Çoruh ve Kür boylarında, dolayısıyla Kafkasya’da, Türklük tarihinin, ne kadar eskilere gittiği konusunda kesin bir fikir vermektedir. Ahıska, Osmanlı zamanında bir eyalet merkezi olduğu gibi aynı zamanda bilim ve kültür merkeziydi. Ahıska medreseleri şöhretliydi. Buralardan birçok din âlimi ve hoca yetişmişti. Bunlardan bilinen birkaçı şunlardır: Abdullah Efendi, M. Arif Efendi, M. Fahri Efendi, M. Fazlı Efendi, Ali Tevfik Efendi, Ali Rıza Efendi, Beyzade Mustafa Efendi, Ali Haydar Efendi, İsmail Nebil Efendi, Mehmed Nuri Efendi, M. Şakir Efendi... Ahıska bölgesinden kültür alanında yetişen önemli şahsiyetlerden ilk akla gelen Ömer Faik Numanzade’dir. Ömer Faik, İstanbul‘da tahsil görmüş, Azerbaycan‘da öğretmenlik yapmıştır. O, ünlü Molla Nasreddin dergisinin iki önemli isminden birisiydi. Ömer Faik, Stalin zamanında, 1937’de vahşî bir şekilde öldürülmüştür. Bibinoğlu Ahmet Cevdet Bey, Rus kırgın ve zulümlerinde Kafkasya, Ahıska ve Ardahan havalisi Müslümanlarının yaralarını sarmaya çalışan Bakü İslâm Cemiyeti Hayriyesi’nin üyesi olarak hayırlı faaliyetlerde bulunmuş; Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nde de (1918-1920) bakan olarak görev yapmıştır. Azerbaycan’da ilk üniversitenin açılmasında önemli rol oynamıştır. Stalin devrinde, 1935 yılında, önce sürgüne gönderilmiş sonra da idam edilmiştir. Kıpçak Atabekleri sülâlesinden olan Osman Server Atabek (1886-1962), Petersburg, Freiburg ve Breslav Üniversitelerinde okumuş, maden, ziraat, kadastro mühendisi ve hukukçuydu. Türk-Gürcü muharebelerinin unutulmaz kahramanı olup İstiklâl Madalyası sahibiydi. I. TBMM’de Ardahan milletvekiliydi. Bunlardan başka Azerbaycan millî eğitiminde rol oynayan Ahıskalı Efendizade Ailesinden yetişen birçok doktor, pedagog ve gazeteci vardır. Ahıska Türkleri, Türk kültürünü canlı olarak yaşatmaktadır. Onların, ev, mutfak, giyim, aile, düğün, bayram, yas, sünnet gibi maddî ve manevî kültür varlıkları, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Oltu ve Tortum bölgeleriyle aynı özellikleri taşımaktadır. Kuzeydoğu Anadolu’daki âşıklık san’at ve geleneği, aynı derecede Ahıska’da da gelişmiştir. Bunlardan eserleri günümüze kadar gelen âşıklar şunlardır: Ahılkelekli Hasta Hasan, Koblıyanlı Çerkezoğlu, Ahıskalı Çirkinî, Ahıskalı Gülalî Hoca, Ahılkelekli Taşdemir, Ahıskalı Emrah, Ahıskalı Korhan, Ahıskalı Pîr Medhî, Hırtızlı Sevdayî, Nihanî, Ahıskalı Şehrî, Azgurlu İsmail ve Koblıyanlı Sefilî. Bu âşıklardan Sefilî (1870-1937), güçlü bir halk şairidir. Stalin döneminde bilinmeyen bir yere götürülerek öldürülmüştür. Sefilî, Köroğlu Destanları ustası olup bildiği boylar 1929’da Bakü’de derlenmiştir. Ahıska Türkleri, Anadolu Türkçesinin Ahıska ağzı denilen şekliyle konuşmaktadırlar. Bu ağız, Yukarı Kür ve Çoruh bölgesinin ortak dilidir; Posof başta olmak üzere Ardahan, Şavşat, Artvin, Ardanuç ve Oltu çevresinin ağzı, Ahıska ağzının ortak özelliklerini taşımaktadır. Ahıska Türkleri, www.ulkuocaklari.org.tr 241 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1828 yılında Anadolu Türklüğünden koparılmış ve 1944 yılında da Türkistan’a sürülerek Anadolu’dan uzaklaştırılmış olmasına rağmen, günümüzde de bu ağzı muhafaza etmektedir. Çarlık Rusyası dönemindeki baskı ve zulümler Sovyet Gürcistan’ı döneminde de devam etti. Onlar hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile karşı karşıya kaldılar. Türk ve Müslüman olarak yaşamanın bedeli ağırlaşmaya başladı. Bu baskı, Stalin zamanında en yüksek noktaya çıktı. Ahıska Türklerinin önde gelen aydınları, çeşitli düzme suçlarla tutuklanıp ya öldürüldüler, yahut da sürüldüler. Masum insanlar için düzme suçlar icat ediliyordu: Türkçülük, Kemalistlik ve Türkiye taraftarlığı hatta Troçkistlik! Bu yıllar aynı zamanda Gürcü şovenizminin azgınlaştığı bir zamandı. Birçok Türk’ün soyadı değiştirildi: Paşaoğlu, Paşaladze; Alioğlu, Alidze; Dadaşoğlu, Dadaşidze; Zeyneloğlu, Zenişvili... 1938 Sovyet anayasasının kabulünden sonra Ahıskalıların bir kısmını Azerbaycan milleti(!) diye yazdılar. Aynı yıl Ahıska ve çevresine sınır koruması adı altında on binlerce asker yerleştirildi. Bu, yakında çıkabilecek Türk-Sovyet savaşının hazırlıklarıymış! II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere alınmayan Ahıska Türkleri, savaş başlayınca askere alınmaya başlandı. 40.000 civarında insan, Almanlarla savaşmak üzere silâh altına alınarak cepheye gönderildi. Geride kalan kadınlar ve yaşlılar da, Ahıska-Borcom demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Bu hat 1944 ekiminde tamamlandı. Ahıskalılar, kendilerini vatana hasret bırakacak trenlerin yolunu, kendi elleriyle yapmışlardı. 15 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfasıdır. Zira bu tarih, bir kış gecesi 200’den fazla köy ve kasabada yaşayan binlerce insan, birkaç saat içinde ocağından sökülerek yük ve hayvan vagonlarında, Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülmüşlerdir. Sürgün edilenlerin birçoğu yollarda öldü. Sağ kalanlar da, ata vatanından ebedî ayrılığa mahkûm edildiler. Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen sürgünün belgeleri bugün artık sır değil. 31 Temmuz 1944 tarihli “Devlet Savunma Komitesi”nin gizli kaydıyla kaleme alınan kararının altında Gürcü diktatörü Stalin’in imzası bulunmaktadır. 1990’lardan itibaren Sovyetler Birliği çözüldü. Bugün, bağımsız bir devlet olan Gürcistan, sudan sebeplerle Ahıska Türklerinin vatana dönüşüne müsaade etmemektedir. Bugün yarım milyon civarındaki Ahıska Türkü, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Sibirya ve Kuzey Kafkas ülkelerinde darmadağınık bir hâlde hayat mücadelesi vermektedirler. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti tarafından çıkarılan Ahıska Türklerinin Kabul ve İskânına Dair Kanun gereğince bir grup insan getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiştir. Bu küçük teveccüh, ıstırap çeken Ahıska Türklüğünün tarihî yarasını sarmağa yetmeyecektir. Kendi imkânlarıyla Türkiye’ye gelip, şurada burada perişan vaziyette hayat mücadelesi veren birçok göçmen aile vardır. Bunların, ikamet, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik problemleri günden güne artmaktadır. Vatandaşlık işlemleri çok yavaş yürümektedir. Türk ve dünya kamuoyu, bu toplumu artık görmelidir. Ahıska kapılarının açılması için gereken diplomatik çabalar ısrarla sürdürülmelidir. Öncelikle Türk devlet adamları, Ahıska bölgesinin tarihî ve jeopolitik durumunu öğrenmelidirler. Sonra da, Ahıska Türklerini ziyaret için dahi ülkeye bırakmayan Gürcistan’la ciddî görüşmeler yapılmalıdır. Devlet erkânımızın bu mesele hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması meselenin çözümünü geciktiriyor. Ukrayna Hükûmeti, Kırım Türklerinin dönüşüne engel olmamaktadır. Gürcistan Hükûmeti de aynı insânî davranışı gösterebilmelidir. 242 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı KAVRAMLAR www.ulkuocaklari.org.tr 243 Ülkü Ocakları Eğitim Programı AVRUPA’DA MİLLİYETÇİLİK AKIMI Prof. Dr. İsmail ÖZÇELİK Avrupa’nın Yeni Yüzü: Fransız İhtilali ve Ötesi Avrupa’daki Rönesans ve Reform hareketleri, salt kendi olgularının dışında, doğrudan veya dolaylı olarak Dünya tarihine yeni ivmeler kazandıran çok önemli gelişmelerin de alt yapısını hazırlamışlardır. Rönesans’la başlayan ve Kilisenin itibarını kaybetmesi ve dolayısıyla onun gayr-ı ilmî öğretilerinin başlangıçta sorgulanması, ardından çürütülmesiyle devam eden bilimsel araştırma ve keşifler, insanların önüne yeni ufuklar açmıştır. Avrupa insanı, çeşitliliği ve yaratıcılık potansiyelini artırarak, Avrupa’nın entelektüel ve manevi enerjisine büyük bir hamle gücü kazandırmıştır.[1] Böylece 17. asır akıl çağı, 18. asır ise aydınlanma çağı haline gelmiştir. Ancak, Rönesans ve Reform hareketleriyle beliren yeni düşünce tarzı, her ne kadar Avrupa’nın entelektüel ve manevî enerjisine büyük bir hamle gücü kazandırarak insanı temel alan bir sanatsal, dinsel ve bilimsel özgürlük ortamı sağlamış ve “Aydınlanma Çağı” denilen yeni bir dönemi beraberinde getirmiş ise de[2]; insanın toplum içerisindeki siyasî yaşamına yönelik herhangi bir serbestlik veya hürriyet getirememiştir. Siyasî manada insan hak ve hürriyetlerinin gündeme getirildiği ve bir ihtilal halinde mevcut düzene karşı çıktığı ilk hareket, Fransız İhtilaliyle ortaya çıkacaktır ki; işte bu hareket, beraberinde getirdiği yeni düşünce akımı ve kavramlarla, siyasî, sosyal, iktisadî ve askerî hadiseler ve bunların etkileriyle günümüze uzanan yeni bir sürecin, yeni bir çağın şekillendiricisi olacaktır. [3] Fransız ihtilaline kadar insanlar mevcut siyasî yapı içerisinde, otoritelerini Tanrıdan aldıklarını iddia eden ve isimleri ne olursa olsun (İmparator, Kral veya Prens) sert, sınırsız ve mutlak bir hakimiyeti temsil eden siyasî otoritelere bağlı kalmaya devam etmişlerdir. Ancak ihtilalden sonra yayınlanan ve ihtilalin mantığını, ne yapmak istediğini belirten Beyannamede açıklanan prensipler tam manasıyla “insanlara hürriyet, milletlere istiklal” esasını işleyerek bahsettiğimiz geleneksel siyasî düşünceyi yıkmıştır. İhtilal bildirisinde genel olarak şunlar ifade edilmektedir: “İnsanlar hakları bakımından hür ve eşit doğarlar ve öyle kalırlar. Bu haklar hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı direnme haklarıdır. Her türlü egemenlik esas olarak milletindir. Kanun, millet egemenliğinin ifadesidir. Her vatandaş hür bir şekilde konuşabilir, yazabilir ve yayında bulunabilir. Kamu düzenine dokunmadıkça, kimse dinî ve siyasî inançlarından dolayı kınanamaz...”[4] Görünen o ki; ihtilale kadar Avrupa’da, siyasî ve dinî bir kurum olan “devlet” ile, kültürel bir birlikteliği ifade eden “millet” arasında her hangi bir bağ kurulmamış ve dolayısıyla milletin devlet yönetimine etki etmesi yönünde bir gelişme yaşanmamıştır. İhtilalden sonra ise, millî hakimiyet 244 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı prensibi gündeme getirilerek, iktidarın millete ait olması gerektiği vurgulanmaya başlanmıştır. Avrupa’ya yayılan milli hakimiyet, millî devlet veya liberal milliyetçilik akımlarının gerek Avrupa ve gerekse bütün dünyada etkileri ise genel olarak iki şekilde tezahür etmiştir. Bunlardan birincisi daha önce de belirttiğimiz gibi, “milletin yönetime katılması ve bu doğrultuda dış siyasette daha fazla söz sahibi olması yönündeki istekler”; ikincisi ise, “yabancı milletlerin idaresinde yaşayan milletlerin, kendi kaderlerini tayin etmek için harekete geçmeleri ve kuracakları küçük prenslikleri, değişik bölgelerde yaşayan diğer ırkdaşlarının kurdukları prensliklerle bir bayrak altında toplayarak millî bir bağımsızlık, millî bir devlet, millî bir hakimiyet, millî bir sınır ve millî bir güç oluşturma faaliyetleri” şeklinde görülmüştür. İhtilalin hemen sonrasında görülen ve 19. asrın ilk yarısına kadar sürecek olan bu milliyetçilik anlayışı ve faaliyetleri, liberalizmin gerçek manada etkisi içerisinde olup, kendi milletinin çıkarları uğruna başka milletlerin hak ve hukukuna, hürriyetine yönelik tecavüzlerde bulunan katı bir doktrin eğiliminde olmamıştır. Zira amaç millî bağımsızlık, millî hakimiyet ve milletine özgü nitelikleri geliştirmek üzere milletine hizmet etmektir. Ancak 19. asrın ikinci yarısına gelindiğinde bu “romantik milliyetçilik”, liberalizmin etkisinden tamamen kurtularak, bir baskı ve yayılma ideolojisine dönüşmüştür.[5] Şüphesiz bu değişimde Sanayi İnkılabı ve onun neticesi diyebileceğimiz “Emperyalizm” olgusuyla beraber gelişen yeni düzen etkili olmuş[6] ve İrredantist (saldırgan) milliyetçilik tarzı ve anlayışı gelişmiştir. Bu arada ihtilâlden sonra görülen milliyetçilik akımının ihtilal orduları tarafından bütün Avrupa’ya yayılması, Avrupa’yı hemen her alanda büyük bir değişime doğru itmiştir. Napolyon savaşları bir taraftan Avrupa sınırlarını alt üst ederken diğer taraftan da gittiği yerlerdeki eski kurumları yıkmış, böylece milliyetçi düşüncenin ve buna bağlı siyasî teşkilatlanmanın yaygın ve etkili bir akım haline gelmesine zemin hazırlamıştır.[7] Buna karşılık devrin hakim güçleri olan ve hakimiyetleri altındaki milletlerin bu etkilere maruz kalmasından çekinen büyük devletler, kendi çıkarları aleyhine gelişen bu hadiseleri kontrol altına alabilme kaygısıyla Avrupa’da bir “Güçler Dengesi Statüsü” ve “Konferans sistemi” oluşturma çabasına girmişlerdir. Fakat 1815 Viyana Kongresi ile başlayan bu süreç -büyük savaşları engellemiş ise de- her türlü önleme rağmen İhtilâlin yaymış olduğu fikir akımlarının önüne tamamen geçememiştir. Hatta zaman zaman bu statüyü yıkmaya yönelik bir takım hareketler de görülmüştür ki[8]; bütün bunlar Viyana Statüsünün kendi içerisinde bile değişikliklere uğramasını beraberinde getirmiştir. Ancak 1870’ler den sonra gelişen hadiseler, Viyana statüsü üzerinde kesin etkili olmuştur. Zira İngiltere, Fransa ve İspanya’dan sonra, Almanya ve İtalya’nın şahsında güçlü bir bünyeye kavuşan milliyetçilik akımı, Avrupa’daki klasik güç dengesini yıkarak[9], bütün Avrupa’yı ve dünyayı yeni bir dönem içerisine, ‘milliyet asrı’na[10] götürmüştür. Netice olarak, 19. asır başlarından itibaren Avrupa, birbirleriyle bağlantılı olan iki köklü değişim yaşadığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, hemen hemen bütün ülkelerdeki mutlakıyet rejimlerinin yıkılması; diğeri ise milliyetçilik ve bağımsızlık akımlarının gittikçe daha kuvvetli hale gelerek yeni devletlerin ortaya çıkmasıdır. Bu devletlerden bir kısmı bağımsızlıklarını kazanmak yoluyla, bir kısmı ise birliklerini sağlamak suretiyle millî devletlerini kurmuşlardır. Avrupa siyasî haritası ve güçler dengesinde büyük değişime yol açan bu yeni devletler içinde en fazla yankı uyandıracak olanlar ise Almanya ve İtalya olmuştur.[11] İtalyan ve Almanların millî birliklerini tamamlamaları ve millî devletlerini kurarak Avrupa siyasetinde çok etkin olarak yer almaları, Avrupa siyasî tarihi içerisinde herhangi bir Balkan devletinin kuruluşundan çok farklı bir şekilde etki yapmıştır. Zira bu iki devlet, kuruluşlarından itibaren Avrupa siyasetinde başlıca rol oynamışlar[12], hatta dünyayı cihan harplerine götüren ideolojik ve siyasî atılımlarıyla bütün insanlığa izleri silinmeyecek etkilerde bulunmuşlardır. www.ulkuocaklari.org.tr 245 Ülkü Ocakları Eğitim Programı A- İTALYAN MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ: 1) İtalyan Birliğinin Kurulması: İtalya coğrafyası, tarihinin her döneminde olduğu gibi Yakın Çağların başlarında da, bazılarına yabancı hanedanların hakim olduğu küçük devletçiklere ayılmış bir siyasî yapılanmaya sahiptir.[13] Ancak İtalyanlar, 1789 ihtilalinin milliyetçilik, bağımsızlık veya millî devlet fikirlerinden etkilenmiş olarak, daha 1807’lerde kurulan Carbonari gizli teşkilatı adıyla faaliyete başlamışlardır.[14] Birlik konusunda farklı görüşler olmasına rağmen[15], bütün İtalyanların birleştiği ortak nokta, yabancı etkisini ülkeden kaldırarak millî birliği sağlamaktır. Bu amaçla Viyana Kongresinden sonra yeniden başlayan faaliyetler ve özellikle Piemonte’nin sivrildiği 1820, 1830 ve 1848 yıllarında yapılan hareketlerde başarılı olunmasa da, Kont Cavour’un İtalyan siyasetine girmesiyle, İtalyanlar amaçlarına doğru daha sağlam adımlarla ilerlemeye başlamışlardır. Bu arada İtalya dışında gelişen olaylar da buna yardım edecektir. 1848-49 hareketlerinde kazanılan tecrübe, önder konumuna gelen Piomonte’ye, İtalyan millî birliğinin ancak Avusturya’nın savaş alanında yenilmesi ile gerçekleşebileceğini; bunun ise başka bir devletin yardımı ile mümkün olabileceğini göstermiştir. Bu gerçeği çok iyi kavrayan Kont Cavour, 1852’de başbakanlığa getirilince ilk iş olarak, milliyetçi fikirlerin koruyuculuğu görüntüsüyle beliren Fransa’nın desteğini alma çabasına girişmiştir.[16] Zaten III. Napolyon’un siyaseti de, bu dönemde İtalyan çıkarlarını destekler mahiyettedir.[17] Diğer yandan İtalya’nın milliyetçilik ve Katolikliği temel alması da Fransa desteğini almasında rol oynamıştır.[18] İşte bu ortam içerisinde Avusturya’ya karşı dış destek arayan ve İtalyan davasını uluslar arası platformda gündeme getirmek isteyen Cavour, aradığı fırsatı 1853 tarihinde patlak veren Kırım Harbi ile yakalamıştır. Zira bu harpte İngiltere ve Fransa yanında savaşa girilmesi, bir yandan bu devletlere yaklaşarak Avusturya’ya karşı desteklerini almak, bir yandan Piemonte ordusunun gücünü göstermek, diğer yandan ise savaş sonucunda yapılacak barış görüşmelerinde İtalyan birliği fikrini Avrupa’ya duyurmak anlamına gelmektedir. Savaş sonrasında yapılan 1856 tarihli Paris Barış Görüşmelerine de katılarak, bu aşamada İtalyan birliği için büyük adım atmıştır. Konferans sonrasında İngilizlerden umulan yardım gelmeyince, yine Fransız yardımına başvurulmuştur. İtalyan davasıyla önceden beri ilgilenmiş olan III. Napolyon[19], bir şeyler yapmak konusuna istekli olmasına rağmen, Paris konferansından ancak iki yıl sonra[20], tekrar Cavour ile görüşerek Avusturya’ya karşı savaş açılması ve çizilecek sınırlar hakkında anlaşmışlardır.[21] Bu arada diplomatik temaslara da devam ederek İngiltere ve Rusya’nın tarafsızlığını, Prusya’nın ise yardımını sağlamışlardır. Neticede yapılan savaşta (1859) Fransa ve Piemonte galip gelmiş ve Zürih Antlaşması (10 Kasım 1859) imzalanmıştır. Ancak bazı yerler alınmış, bazı yerler ise Piemonte’yle birleştiklerini açıklamışlar ise de; bu savaş ve antlaşma, İtalyan birliğini tam manada sağlayacak gelişmeleri beraberinde getirememiştir. Hatta Fransa bu savaşla beraber, düşündüğünden daha büyük bir İtalya kurulacağı endişesini taşımaya başlamıştır.[22] Ayrıca Piemonte’nin toprakları sürekli genişlerken kendisinin hiçbir kazancı olmamaktadır. Bunun için Piemonte’nin elinde olan Nice ve Savoie üzerinde hak iddia etmiş, buna karşılık Cavour da dengeyi bozmamak için teklifi kabul etmiştir. Ancak bu toprak isteme, Avrupa içerisinde “Fransızların tekrar genişleme siyasetine döndükleri” şeklinde yorumlanmıştır ki; bu durum İngiltere ve Prusya’nın Fransa’ya bakış açısını değiştirmiştir. Bu olayların ardından Piemonte, güney İtalya’yı da birliğe sokabilmek için, dış destek aramaksızın faaliyete girişmiştir. 1860’da bir İspanyol hanedanının yönettiği Sicilya ve Napoli, çıkan ihtilallerden istifade ile Garibaldi önderliğindeki gönüllüler tarafından Piemonte topraklarına katılmıştır. 1861’de İtalyan parlamentosu açılmış, Piemonte Kralı II. Vittorio Emanuelle, İtalya Kralı ilan edilmiştir. Ancak aynı yıl, 1852’den beri İtalya siyasetine hakim olan ve İtalyanların birlik konusunda bu aşamaya gelmelerini sağlayan Başbakan Kont Cavour ölmüştür. En son 1866’da Venedik ve 1870’de de Roma’nın hakimiyet altına alınmasıyla İtalyan birliği tam olarak sağlanmıştır. 246 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Görüldüğü gibi İtalyan Birliğinin kurulması büyük ölçüde III. Napolyon’un eseridir denebilir. Fakat birliğin yaratıcısı Piyemonte Başbakanı Kont Cavour olmuştur. Ancak dikkat çeken bir husus; İtalyan birliği, kuruluşunun hemen sonrasında Avrupa ve dünya siyasetine etkisi bakımından, hemen hissedilen büyük bir etki yapmaktan uzak görünmektedir. Gerçekten de İtalya, 19. asır Avrupa diplomasisinin ikinci derecede bir devleti olmaktan kurtulamamıştır. Ancak bu devletin Akdeniz’deki durumunu kuvvetlendirmesi ve birinci planda bir devlet olması 20. asırda gerçekleşecektir ki; bu dönemde İtalyan siyaseti, 19. asırdaki millî bağımsızlık hareketinden çok farklı olmak üzere, 20. asırda, tarihin en korku verici ideolojik genişleme ve saldırı düzenlerinden biri olan “Faşizm” haline dönüşecektir. 2) İtalyan Milliyetçiliğinin İrredantist (Saldırgan) Yayılmacılığa Dönüşmesi: İtalya, liberal milliyetçilik dediğimiz “millî hakimiyet ve bağımsızlık” ilkelerine dayanan millî birlik hareketini tamamladıktan sonra, 19. asrın sonlarından itibaren, dünya konjonktürüne uygun bir şekilde genişleme siyaseti gütmeye başlamıştır. Zira çağ emperyalizm çağıdır; ancak İtalya birliğini sağladığı yıllarda sömürgeler neredeyse tamamen paylaşılmıştır. Birliğini tamamlayan İtalya, aynı zamanda da bir ideolojiyle, ‘İtalya İrredantı’sını genişletme siyasetini de beraberinde getirmiştir.[23] Özellikle Balkanlar ve Akdeniz’e yönelen bu siyasetinin ilk ayağı da Tunus’tur. Ancak bu arada hiç beklemediği bir gelişme olmuştur. Zira sömürgeciliğe başlamanın ilk ayağı olarak gördüğü, neredeyse kendi toprağım dediği ve yatırımlar yaptığı Tunus, 1881’de Fransa tarafından işgal edilmiştir.[24] İtalya bu işgale karşı Avrupa kamuoyunda destek aramaya kalkınca, kendi lehinde olacak bir Avrupa devletini bulamamış ve bu olay sayesinde, sömürgeciliğe başlayabilmenin ilk şartı olarak, güçlü bir devlete dayanmanın gerekliliğini anlamıştır.[25] Bunun için de, o dönem Avrupa’sının en güçlü devleti olarak görünen Almanya ile ittifak arayışlarına girmiştir. Bismarck ise önceden beri İtalyanlara güvenmemesine rağmen[26], bu ittifakın özellikle Fransa’ya karşı yerinde olacağını düşünerek teklifi kabul etmiştir. Zaten amacı Fransa ile İtalya’nın arasını bozmaktır.Bu arada İtalya’nın çatışma halinde olduğu Avusturya ile anlaşması gerektiğini söyleyerek, ittifaka Avusturya’yı da dahil etmiştir. Böylece Almanya, İtalya ve Avusturya’dan oluşan “Üçlü İttifak” 20 Mayıs 1882’de oluşturulmuştur. Bu ittifak antlaşmasından sonra da, İtalya sömürgecilikle ilgili tasarılarını müttefiklerine onaylattığı gibi İngiltere’den de destek bularak bunu devam ettirmiş; 1882-1889 arasında Habeşistan’a, 1911-12’de de Trablusgarp’a yönelik işgal harekâtında bulunmuştur. Bu arada İtalya’nın, 20. yüzyılın başlarında, 1902’de yenilenen Üçlü İttifaka rağmen, tekrar Fransa’ya yaklaşma politikası güttüğü de gözden kaçmamaktadır. Cihan Harbi başladığında, Üçlü İttifakın bir üyesi olan İtalya, Almanya ve Avusturya bloku içerisinde gibi görünse de, 1915’de İtilaf Devletleri ile yapılan gizli bir antlaşma ile İtilaf blokuna dahil olmuştur. Böylece Doğu Akdeniz ve Adriyatik’teki geniş ufuklar açılacak, Alman sömürgelerinden kendisine de pay verilecektir.[27] Ancak İtalya’nın beklentileri gerçekleşmemiştir. Savaştan yorgun çıkmasının ardından, kendisine vaat edilen sömürge ve topraklar verilmemiştir. Bu durum karşısında, savaşlar sonunda yorgun düşmüş, fakat hiçbir şey kazanamamış olan İtalyan halkı, kırgın ve kızgın olarak İtalya’daki devlet otoritesinin zayıflamasına sebep olmuştur. Bir çok fikir hareketi ve ideoloji ortaya çıkmıştır. İşe bu durum; yani işsizlik, asker kaçaklarının durumu, terhis olan askerlerin ortaya çıkardığı huzursuzluk, iç çekişmeler ve siyasî istikrarsızlık gibi bunalımlar da, en çok Mussolini’nin liderliğindeki Faşist Partisinin işine yaramıştır. Faşist partisi, 1919’da kurulup 1921’de parti haline gelmiştir. Komünizm ve liberal demokrasi düşmanı olup, aşırı disiplinci ve aşırı milliyetçi bir doktrini esas almıştır. Küçük düşürülen İtalya’yı güçlendireceği, Roma İmparatorluğunu tekrar dirilteceği propagandası ile halkın üzerinde psikolojik bir etki yapmış ve anarşiden bıkmış olan halkın, Faşizmin disiplin ilkesine sıcak bakmasının da etkisiyle Mussolini ve taraftarları gittikçe daha da güçlenmiştir. Bu arada İtalya’da komünizmin de www.ulkuocaklari.org.tr 247 Ülkü Ocakları Eğitim Programı gittikçe güçlendiği görülmektedir ki; bu da Faşistlere fırsat doğurmuş ve en son meydana gelen bir işçi grevinden sonra Faşist ihtilal gerçekleşerek 30 Ekim 1922’de Mussolini başbakan olmuştur. İlk icraat olarak da İtalya’daki demokratik kurumların hepsini kaldırarak Faşist bir diktatörlük oluşturmuştur. Ülkedeki diğer ırk ve milletler üzerinde katı bir asimilasyon propagandası başlatarak bu ırk ve milletleri İtalyanlaştırma politikasına girişmiştir. Mussolini ile beraber, 1882’den beri gerçekleştirilmek istenen sömürge emelleri, eski Roma İmparatorluğunun yeniden kuruluşu adıyla tekrar millî bir idealizm haline gelmiştir. İlk hedef olarak da beliren Akdeniz’dir ki[28]; bu iddia, bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde ve Türkiye’de endişe uyandıracaktır. Nitekim İtalya’nın bu genişleme ve saldırı temeline dayanan siyaseti, Yugoslavya’ya yönelik harekatı (1924) ile başlayacak ve bir ara müspet bir varlık gösterse de ( Milletler Cemiyetine girme,vs), ekonomik buhran sebebiyle 1936’da Habeşistan’ı işgali ve ardından Milletler Cemiyetinden çıkarak Nazi Almanya’sına yanaşması, bu iki saldırgan gücü bir araya getirerek dünyayı ikini bir “kıyamet günü makinesine” sokacaktır.[29] B- ALMAN MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU ve GELİŞİMİ: 1) Alman Birliğinin Kurulması İtalyan Birliğinin kuruluşundan birkaç yıl sonra, Alman Milli Birliğinin gerçekleşmesine yol açan olaylar zinciri de kendisini göstermeye başlamıştır. Fakat Alman birliğinin kuruluşu, sonuçları ve Avrupa siyasetine yaptığı etkiler bakımından, İtalyan birliğinden çok daha farklı olmuştur. Zira dünyada hiçbir devletin kuruluşu, Almanya’nın kuruluşu kadar başlangıcından itibaren Avrupa’yı ve dünyayı bu derece etkilememiştir. Almanya’nın ortaya çıkışı ile Avrupa diplomasisinin görüntüsü ve niteliği değişmiş, Avrupa dengesi bambaşka bir biçim almıştır. [30] Viyana Kongresinin dağınık halde bıraktığı milletlerden birisi de Almanlardır. Ancak Almanlar, daha 19. asrın başlarından itibaren millî birlik yolunda çalışmalarına başlamışlardır. Zira Fransız ihtilalinin ilk etkileri, Almanlar üzerinde Napolyon hegemonyası karşısında belirmiş ve giderek Alman birliği fikri ön plana çıkmıştır. Birlik konusundaki faaliyetleri yönlendirecek güç olarak da Avusturya ve Prusya belirmiştir. Avusturya her ne kadar bir Alman devleti görünümünde olsa da aslında kozmopolit bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla millî bir Alman devleti politikası güdecek durumda değildir. Prusya ise, Avusturya’nın içerisinde bulunduğu durumdan etkilenmediği gibi, iki asırdan beri Avrupa siyaset sahnesinde yer alan bir devlet olarak daha ön plana çıkmıştır. Nitekim Alman birliğini sağlama düşüncesini taşıyanların büyük kısmı, Prusya’nın etrafında toplanmışlardır. Bu durum içerisinde Prusya’ya düşen görev Fransa ve Avusturya’yı yenmek ve ardından, sayıları otuzu bulan küçük Alman devletlerini kendisine bağlamaktır. Bu yolda ilk faaliyeti de 1818’de çıkardığı “gümrük kanunu” ile, ülke içerisindeki gümrüklerin hepsini kaldırması ve böylece önce Prusya’nın ekonomik birliğini sağlaması olmuştur. Hatta 1819’da daha ileri giderek diğer Alman devletleri arasındaki gümrüklerin kaldırılmasını önermiş ve bu öneri Avusturya ve Bohemya dışında tüm Alman devletleri tarafından kabul edilerek uygulamaya koyulmuştur. Bu arada 1830 ve1848 ihtilalleri de Alman devletleri üzerinde etkili olmuş ve çeşitli ayaklanmalar yaşanmıştır. Neticede Prusya da dahil olmak üzere bazı devletler, anayasalı yönetime geçmişlerdir. Bu arada 1849 tarihinde Prusya Kralı I. Wilhelm’e Alman imparatorluk tacı sunulmuş, fakat Kral Avusturya’dan çekindiğinden ve daha başka bir takım sebeplerden dolayı, bunu kabul etmemiştir. Bu olay birliğin kurulmasını, Bismarck’ın başbakan olmasına kadar geciktirecektir.[31] 1862’de başbakanlığa getirilen Bismarck, iktidarda bulunduğu süre içerisinde döneme adını verecek derecede güçlü bir siyasetçi olmuştur. İç politikada anti-liberalist, inatçı, dik kafalı biri olarak tanınsa da, dış siyaset konusunda oldukça yerinde görüş ve uygulamalarıyla Alman birliğinin gerçek mimarı olmuştur. Savaş ve barış konularında gösterdiği tavırları, “devletler için sürekli dostluklar veya düşmanlıklar yoktur” düşüncesinden hareketle belirlemiş ve Almanya’nın çıkarları 248 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı çerçevesinde bazen savaşçı, bazen ise barışçı bir siyaset takip etmiştir. Bu manada olmak üzere, Alman birliğini “politika ile değil, demir ve kanla” kurmuştur. Bismarck’ın dış politikasında yer alan öncelikli hedef, Avusturya’nın Alman birliği politikasının dışına atılmasıdır. Bu sırada Elbe Dukalıkları denilen ve Danimarka’ya bağlı olmakla beraber aynı zamanda da Alman konfederasyonuna dahil olan Alman prensliklerinin Danimarka tarafından işgali, aranan fırsatı ortaya çıkarmıştır.[32] Alman konfederasyonu ve konfederasyon üzerinde güçlü etkisi olan Prusya, bu işgallere karşı çıkmış Danimarka’nın tutumunu değiştirmemesi üzerine 1864’de savaş ilan edilmiştir. İngiltere, Prusya’nın bu dukalıkları alarak denize açılmasını tehlikeli bulduğundan Fransa ve Rusya’yı harekete geçirmeye kalkmış ise de, başarılı olamamış ve neticede Danimarka yenilerek dukalıkları Prusya ve Avusturya’ya bırakmak zorunda kalmıştır. Böylece Bismarck ilk hareketinde başarılı olmuştur. Sırada Avusturya bulunmakta ve Bismarck bir bahane aramaktadır. Nihayet Danimarka’dan alınan dukalıkların yönetimi ile ilgili çıkan bir problem iki devleti karşı karşıya getirse de, Avusturya hazırlıksız olduğu bu durum karşısında barışı tercih etmiştir. 1865’de yapılan bir antlaşma ile barış sağlanmış, ancak bu barış iki devlet arasındaki hesaplaşmayı sadece ertelemekten başka bir mana ifade etmemiştir. Bismarck bunu çok iyi bildiği için, bir yandan savaşa hazırlanırken diğer yandan da Avrupa devletlerinin dostluğunu kazanmaya veya bunu başaramasa da tarafsızlıklarını sağlamaya çalışmıştır. Neticede çıkan savaşta Prusya kısa sürede üstünlük kurarak, Sadowa’da (3 Temmuz 1866) Avusturya’yı kesin bir mağlubiyete uğratmıştır. Kral I. Wilhelm ve Moltke’nin Viyana’yı ele geçirme düşünceleri ise Bismarck tarafından engellenmiştir. Zira sırada Fransa vardır ve Avusturya’nın Avrupa siyasetinde kalması Prusya’nın menfaati icabıdır. Neticede 23 Ağustos 1866’da Avusturya ile Prag Antlaşması imzalanmış ve Alman birliği konusunda büyük bir engel böylece ortadan kalkmıştır. Bu başarılarla iyice güçlü bir hale gelen Prusya, Kuzey Alman Konfederasyonunu da kurduktan sonra birliğin önündeki son engel olan Fransa ile karşı karşıya gelinmiştir. Zira III. Napolyon’un planlarının aksine Prusya, Avusturya’yı çok kısa bir sürede yenmiş ve muazzam bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Neticede 2 Ağustos 1870’de başlayan savaş, başlangıcından itibaren Prusya’nın üstünlüğüyle devam etmiş ve Sedan Meydan Muharebesinde III. Napolyon esir düşmüştür. Bu haberin duyulduğu Fransa’da III. Napolyon’u tahttan indirilerek üçüncü kez Cumhuriyet ilan edilmiştir. Nihayet Fransa, 19 Eylül’de Paris’i kuşatan Prusya karşısında 28 Ocak 1871’de yenilgiyi kabul ederek ateşkese razı olmuşlardır. 10 Mayıs 1871’de de Frankfurt’ta bir Barış antlaşması imzalanmıştır. Sedan savaşı bir taraftan Fransa’nın Avrupa üstünlüğüne son verirken diğer taraftan da Alman birliğinin kurulması için ortada hiçbir sebep bırakmamıştır. Nitekim 18 Ocak 1871’de I. Wilhelm Alman İmparatorluk tacını giymek suretiyle Alman birliğinin kurulduğunu ilan etmiş; ardından 14 Nisan 1871’de Versay’da, Alman İmparatorluk Meclisi tarafından yeni imparatorluk anayasası kabul edilerek, Alman birliği kurulması hukukî manada da gösterilmiştir.[33] Bismarck, yaşadığı devre adının silinmez damgasını vurmuştur. Bir tarihçinin dediği gibi, iktidarı ele aldığı zaman dünyanın görüntüsü değişmiş ve iktidardan ayrıldığı zaman da aynı şey olmuştur.[34] O, Alman birliğini hayatının en büyük ideali haline getirmiş ve Alman milletinin yaşamasını bu birlikte görmüştür. Bunu yaparken de politikası, daha Prusya’nın Başbakanı olmadan beş yıl önce (1857) ifade ettiği “...eğer çekiç olmak için bir şey yapmazsak, örs haline geliriz...”; “...korku telkin edebilirsek, bütün Alman Konfederasyonu emrimize amade olur...” sözleriyle beliren “kan ve demir” politikasıdır. Bismarck’a göre, Prusya’nın kuvvetlenmesi, “parlâmento ve basın politikası ile değil, ancak silahlı ve büyük bir devlet politikası ile kabil olacaktır” ki; birliğin sağlanması aşamalarında tamamen bu görüş baskındır. Alman birliğinin bu şekilde kurulması, İtalya örneğinin aksine, kuruluşunun ilk zamanlarından www.ulkuocaklari.org.tr 249 Ülkü Ocakları Eğitim Programı itibaren dünyayı kökten sarsacak gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Gerçi Bismarck, 1871’e kadar sürdürdüğü savaşçı politikasından vazgeçerek özellikle Fransa’yı yalnız bırakmaya yönelik ittifak sistemleri oluşturma çabasına girmiş ve böylece Avrupa’da bir “Silahlı Sulh Dönemi” başlamış ise de; Almanya’nın Viyana Kongresinde (1815) temeli atılan denge sistemini yerle bir etmesi, dünyayı yeni bir dönemin eşiğine getirmiştir. Öyle ki; Bismarck’ın ılımlı siyaseti sayesinde diğer büyük devletlerle silahlı bir çatışmaya dönüşmeyen Alman genişlemesi ve sömürgeciliği, II. Wilhelm’in iktidara gelip Bismarck’la beraber onun siyasetini de tasfiye etmesiyle gün ışığına çıkmış ve bu da dünyayı bir ‘kıyamet günü makinesi’ne doğru sürüklemiştir.[35] 2) Alman Milliyetçiliğinin Nazi Saldırganlığına Dönüşmesi: 1870-1871 Almanya-Fransa savaşından sonra, Avrupa siyâsî tarihinde “Silahlı Sulh Dönemi” olarak adlandırılan kritik bir dönem başlamıştır. Müthiş bir silahlanma yarışının yaşandığı bu dönemde devletler, harbi cephelere dökmemişler ise de, gerek askerî teknoloji, sanayi ve iktisâdî bakımdan; gerekse siyâsî, sosyal ve kültürel bakımdan büyük bir harp içerisine girmişlerdir. İşte bu sırada sadece Alman birliğinin değil, bu dönem Avrupa siyâsetinin ve “Silahlı Sulh Dönemi”nin en büyük mimarlarından olan Bismark, siyâset sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. Böylece onun dünya siyasetine damgasını vuran akılcı ve soğuk kanlı politikası, yerini genç kral II.Wilhelm’in hem tecrübesiz hem de ateşli siyasetine bırakmış ve genç kral, Bismarc’ın aksine, genel harbi çabuklaştırmak için adeta elinden gelen her şeyi yapmaya başlamıştır. Zaten Bismarc’ı tasfiye eden hareket tarzı da, onun bu pervasız siyâsetinin bir parçalarından biridir.[36] Gerçekten de II. Wilhelm’in, Bismarck’ın bu ince siyâsetini anlamaya ve neticelerini beklemeye ne ön görüsü ne de sabrı vardır. O’nun için birinci derecede önemli olan Avrupa dengesi ve ittifaklar değil, sömürgelerdir. Neticede Bismarc’ı saf dışı bırakarak, onun ‘anlaşma politikası ve ittifak sistemi’ni rafa kaldırmış, diğer yandan da çok iddialı ve saldırgan söylemlerde bulunmuştur.[37] Buna karşılık Bismarck’ın politikasıyla birleşmeye fırsat bulamayan Alman düşmanı devletler ise, kendi aralarında anlaşma fırsatını yakalamışlardır. Bu sırada İngiltere de infirâtçı politikasını terk etmiş ve böylece Alman karşıtı İtilâf blokunun başına geçmiştir. Oluşturulan İtilâf (Uzlaşma) bloku, sömürgeler üzerinde yapılacak bir paylaşım için uzlaşmadan başka bir şey değildir. İttifâk (Anlaşma) sistemi ise bundan farklı olarak, karşılıklı savunmaya bağlı bir anlaşma bloku şeklinde ortaya çıkmıştır. Neticede patlak veren Cihan harbi, Almanya’nın mağlubiyetiyle sonuçlanmış ve bu sonuç, İtalya örneğinde olduğu gibi, Almanya’nın gerek iç şartları ve gerekse dünya konjonktürünün etkisiyle Almanya’da yeni ve saldırgan bir rejimin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Savaş sonunda Almanya, oldukça sıkıntılı bir döneme girmiştir. Daha 1918 Kasımında bir askerî ayaklanma gerçekleşerek, Cumhuriyet ilan edilmiş ve mütarekeyi bu hükümet imzalamıştır. Ancak bu yeni rejim karışıklıkları azaltmadığı gibi, Versailles Antlaşmasının (28 Haziran 1919) ağır şartları da bunalımı iyice artırmış antlaşmayı imzalayan hükümete tepkiler oluşmuştur. Alman sağı ve solunda büyük hareketlenmeler yaşanmış ve iki tarafında ihtilal ve diktatörlük yönünde istekleri artmaktadır. Fransızların savaş tazminatının ödenmediği bahanesiyle 1923’de Rhur bölgesini işgal etmesi ise bütün bu tepki ve bunalımı artırmıştır. İşte bu ortamda, Almanya’da Nasyonal-Sosyalist Partisi iktidara gelmiştir. Nazi Partisi, 1918’de Alman işçi partisi adıyla kurulmuş ve 1919’da Hitler’in partiye girmesi ve liderliği ele geçirmesiyle kısa zamanda gelişerek, Nasyonel- Sosyalist Alman İşçi Partisi adını almıştır. Hitler, Almanya’nın ve Alman halkının o dönemki sıkıntı ve duygularından faydalanarak, işsizliğe çare bulacağını vaat etmiş ve Yahudi düşmanlığını körükleyerek oldukça destek bulmuştur. 1923’de bir darbe teşebbüsüne girişerek, kısa bir süre hükümeti ele geçirmiştir.[38] 1930 seçimlerinde107, 1932’de ise 2030 milletvekili çıkararak en büyük parti haline gelmiştir. 30 Ocak 1933’de de Başbakanlığa atanarak iktidarın sahibi olmuştur. İlk iş olarak meclisi fes edip 250 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı seçimlere gitmiş, fakat yine tam çoğunluğu sağlayamamıştır. Bunun üzerine Reichstag’dan dört yıllık olağanüstü yetkiler alarak tam manasıyla bir diktatörlük rejimi kurmuştur.[39] Hitler iktidarı ele geçirdikten sonra muhalefeti, Katolik, Sosyalist, Komünist ve Yahudileri cezri yollarla susturmuş ve karşı gelenleri çok ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Kurduğu polis teşkilatı ile de toplum üzerinde korkunç bir baskı oluşturmuştur. 1934’de Hindenburg’un ölümü ile devletin başına geçerek ‘Führer’ olmuştur. Ülkeyi hızla silahlandırmış, 1936’da Mussolini ile ittifak oluşturmuş ve dünyayı cihan harbine sürüklemiştir. Hitler’in III. Reich dediği bu dönem Almanya’sının dış politikası, bütün Germenleri bir çatı altında toplamak (tek millet, tek devlet) ve Alman devletinin refahını en üst seviyeye çıkarmak ve güvenliğini sağlamak için hayat sahası oluşturmak (Alman genişlemesi ve emperyalizmi) esaslarına dayanır. 1938’de Avusturya’ya, 1939’da da Çekoslovakya ve Polonya’ya saldırısı bu iki esasa dayandırılmış ve bu saldırılar, aynı zamanda da II. Cihan Harbini başlatmıştır. Ayrıca Germen ırkının üstünlüğü şeklindeki ırkçı görüşleri, özellikle Yahudi düşmanlığıyla beslenmiş, saf Alman ırkı oluşturma adına faaliyetler yapılmış ve bu yolda tarihin en korkunç katliamları yapılmıştır.[40] C-SLAV MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU ve GELİŞMESİ 1) Panslavizm’in Doğuşu ve Mahiyeti: Fransız ihtilalinin beraberinde getirdiği milliyetçilik akımları Slavlar üzerinde de büyük etkiler yapmıştır. Bunun sonucu olarak Slavcılık düşüncesi, Rusya’nın dışında, Avusturya-Alman egemenliği altında yaşayan ve Slav kökünden gelen topluluklarda (özellikle Çekler arasında) bu yabancı hakimiyetine bir tepki olarak gelişmiştir. Bu akım başlangıçta felsefî ve edebî bir karakter taşırken, daha sonraları siyasî bir ideoloji haline gelecektir.[41] Aslında bu akımın Slavlar arasında yayılmasından önce, Balkanlarda Rusya’nın öncülüğünü yaptığı bir “Panortodoksizm” düşüncesinin hakim olduğu bilinmektedir. Buna bağlı olarak Rus Çarları kendilerini Ortodoks Hıristiyanların hamisi olarak görmüşler ve Osmanlı İmparatorluğunun Hıristiyan tâbilerini “kurtarma” misyonunu üstlendiklerini iddia etmişlerdir. Bu hareketin hat safhaya ulaşması ise I. Petro ve II. Katerina’nin gayretleriyle olmuştur ki; I. Petro zamanında Rusya’nın Balkanlardaki prestiji artmıştır. Çar I.Petro’nun diğer bir amacı ise, Rusların “II.Roma” olarak adlandırdıkları İstanbul’u, Müslümanların elinden kurtarmaktır.[42] Buda Slavları üst bir gayede birleştirebilmenin anahtarı olmuştur denilebilir. İşte bu siyasi çabalar, Balkanlı milletler arasında hürriyet isteklerinin doğmasına, bir süre sonra da Fransız ihtilali ardından bu isteklerin milliyetçilik bayrağı altında bir hareket haline dönüşmesine neden olmuştur. Bu arada Alman hakimiyeti altında onlarla en çok temasta bulunan Çekler de, Panslavizm akımlarının ilk olarak şekillendiği toplum olmuşlardır. Zira Çekler, Alman kültür ve medeniyetinin en fazla etkisi altında kalan, dolayısıyla mevcudiyetlerini muhafaza için en çok gayret sarf etmek durumunda olan Slav topluluğu olarak dikkat çekmektedir. Panslavizm’in çalışmalarının amacı Almanların mazide olduğunu iddia ettikleri büyük Germanya gibi; büyük bir Slavya’nın da var olduğunu meydana çıkarmaktır. Nitekim Hanka adında bir Çek bilgini Sırpların, Çeklerin, Lehlilerin efsanelerini araştırarak yayınlamış, başka bir bilgin Dobrowsky (1753-1828) de, Slav dillerinin etimolojik lügâtini yazarak, “Slavnika” adıyla bir mecmua neşretmeye başlamıştır.[43] Ayrıca “Çek Edebiyat Tarihi”, “Slav Dininin Tarihi” gibi kitaplar yayınlanmıştır. “Panslavizm” terimi ilk defa Batının etkisiyle Slovak yazarlarından J. Henkel tarafından 1826’da kullanılmıştır. Edebiyat, tarih, etnografya ve diğer kültür dallarındaki bu çalışmalar Slovenler, Bulgarlar, Hırvatlar, Sırplar, Karadağlılar arasında yayılmaya başlamıştır.[44] Diğer taraftan Avrupa’da patlak veren ve milliyetçilik hareketleriyle liberal eğilimleri ihtiva eden 1830 ve 1848 ihtilalleri de Panslavizm üzerinde büyük etki yapmıştır. www.ulkuocaklari.org.tr 251 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Panslavizm hareketi, Rusya’nın dışında başlayıp ve gelişmesine rağmen, Rusya’ya da etki yapmıştır. Ancak Ruslar bu akımı bilim ve edebî yönden çıkartarak, siyasî bir doktrin haline getirmişlerdir. Nitekim Rusya’da Panslavizm’in politik bir mahiyet kazanmasının ardından, Rus entelektüellerinden Prof. M.P. Pogodin 1830’lu yıllarda Rusya’nın liderliğinde içerisinde Yunanlılar, Macarlar ve Romanyalılarda dahil bütün Slav halkının bir federasyon çatısı altında birleşmesini savunmuştur[45] 2) Rus Yayılmacılığı: Panslavizm asıl politik hüviyetine Kırım Harbi’nden sonra kavuşmuştur. Geliştirdiği Balkan Politikası karşısında bütün Avrupa’yı Osmanlı yanında gören Rusya’da bu yalnızlıktan doğan bir iç kıpırdanma baş göstermiş, Rus (Slav) Milliyetçiliği’nin trendi yükselmeye başlamış, Rusya 1856 Paris Konferansı’nda Balkanlı milletlere karşı yitirdiği prestijini etkin Panslavizm siyaseti ile gidermeye çalışmıştır. Artık Rus genişleme siyaseti, Panslavizm’in politik bir mahiyet kazanması ile daha da hızlanmıştır. Artık tarihî Rus siyaseti olarak sıcak denizlere ulaşmaktan değil, sıcak denizlere kenar olan ülkelerde (Balkanlar’da İstanbul merkez olmak üzere) kurulacak olan, Rusya liderliğindeki Büyük Slav Devleti’nden bahsedilmektedir. Rusya 1875’lerde hat safhaya ulaşacak olan Balkan bunalımını bütün harareti ile desteklerken, 1870’lerde Almanya ve İtalya’nın birliklerini tamamlamaları ile dengelerin bozulması, buna bağlı olarak İngiltere’nin tarihi “Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma” siyasetini terk etmesi gibi önemli gelişmeleri de yakından izleyen Rusya Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki topraklarına karşı olan siyasi emellerini gerçekleştirmek için daha etkin bir şekilde harekete geçmiştir. 1878 OsmanlıRus savaşı Rusya’nın deyimiyle “Şark Meselesi”nin halli yolunda önemli bir rol oynamış; zira Osmanlı Devleti Eflak-ı Buğdan’ın Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlıklarını tanımak zorunda kalmış Bosna-Hersek’teki hakimiyeti sözde kalmıştır. Rusya yayılmacılığını sadece Balkanlardaki Osmanlı topraklarına doğru yöneltmemiş, özellikle 1856’da Batıdaki emelleri karşısında engeller çıkarılması üzerine Rusya bu kez de Orta Asya’ya yönelmiş ve hemen hemen bütün Orta Asya ve Türkistan’ı hakimiyetine alarak tarihi Türkİslam beldelerini de Panslavizm siyasetine kurban etmiştir. Kurban diyoruz çünkü; Balkanlar’da Ruslar hamiliklerinde büyük bir Slav Devleti uğruna Slavlar arasında yoğun bir siyasi ve kültürel propagandalara başvururlarken, doğuda Türk beldelerinde ise Türk ve Müslüman olan etnik unsurlara karşı Hıristiyanlaştırma (Ortodokslaştırma) ve Slavlaştırma (Ruslaştırma) siyasetine başvurmuşlardır. Ananelerine, inançlarına son derece bağlı olan Türk unsurlar Rus Çarlığı’nın bu zulmüne karşı ayaklanmışlarsa da bu ayaklanmalar tarihi bir deyim haline geldiği şekliyle “Moskof mezalimleri” ile sonuçlanmış, milyonlara varan insan katledilmiş, yurtlarından sürülmüş, çöller, dağlık alanlara zorla istihdamlar yapılmış, verimli arazi olan ve maden yatakları bol olan alanlara ise bu nüfus kitleleri yerine Ruslar yerleştirilmiştir. Camiler yakılmış, yıkılmış, amaçları dışında kullanılmış, medreseler kapatılmış, vakıf arazilerine el konulmuştur. Kısacası Ruslaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak, en gerçek şekliyle de diğer etnik grupların vatanlarına ve zenginlik kaynaklarına el koymak için akla gelmeyecek hunharlıklar yapılmıştır. Görüldüğü gibi Panslavizm, bilimsel ve kültürel bir hareket olmaktan ve romantik milliyetçilik dediğimiz temelinde liberalizmin yattığı millî hakimiyet prensibinden çıkarak, Rusların öncülüğünde Rus emperyalizmi için bir araç haline getirilmiştir. Tabii ki aynı zamanda da doğrudan Osmanlı toprakları ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarını hedef alınmıştır. İşte bu tarihlerde başlayan Balkanlar üzerindeki bu siyasî çatışmalar I. Dünya savaşını doğuran sürecin en önemli unsurlarından birini teşkil edecektir. Netice olarak bu doktrinin hedefi Otokratçılık, saldırgan bir milliyetçilik ve Ortodoksçuluk olarak belirmektedir. Bu suretle Panslavizm Rusya için birden bire önemli bir akım haline gelmiştir. Panslavistlere göre, Osmanlı ile Avusturya-Macaristan İmparatorlukları yıkılmalı, bunların yerine Rusya’nın himayesinde bir Slav Devleti kurulmalıdır. Bu akımın yardımı ile devletlerini düşündükleri seviyeye getirmek isteyen Ruslar, doğuda yeni topraklar kazanıp, Rus Emperyalizmini 252 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı genişletmek, Rusya’nın egemenliği altında bulunan çeşitli toplumları asimilasyona tâbi tutarak Ruslaştırmak ve Rusya’nın dışında bulunan Slav topraklarını, Rus hakimiyeti altında birleştirmek arzu ve düşüncesi ile hareket etmişlerdir.[46] Cihan Harbinden sonra gelişen hadiseler de tipik Rus yayılmacılığının isim değiştirmiş halinden başka bir şey değildir. Zira 1917’deki Bolşevik ihtilalinden sonra ortaya çıkan S.S.C.B., başlangıçta halklara özgürlük sloganıyla hareket etmesine rağmen, kısa zamanda büyük bir katliam ve asimilasyon hareketine girişmiştir. Yine II. Cihan Harbinden sonra da bu devam edecektir. Özellikle Stalin’in yaptığı kıyımların sayısı bile belli değildir. Rus emperyalizminin doğrudan yayılma yolu üzerinde bulunan Türk toplulukları ve Türkiye Cumhuriyeti ise bu emperyalist politikadan en çok etkilenenler olmuşlardır. Kaynaklar [1] Oral Sander, Siyasî Tarih, Ankara, 1995, s:64 [2] Aydınlanma çağı için b.k.z., Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih(1789-1960), Ankara, 1975, s:2-4 [3] Fahir Armaoğlu,20.Yüzyıl Siyasî Tarihi, T.İ.B.Kül.Yay., Ankara, 1983, s:5-6 [4] Ayrıntılı bilgi için b.k.z.; Coşkun Üçok, Siyasî Tarih Dersleri, İstanbul, 1954, s:51 vd. [5] Mim Kemal Öke, Ermeni Sorunu, İstanbul, 1996, s:41 [6] Sanayi İnkılabı ve Emperyalizm için b.k.z., Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, 1994, s: 187 vd. [7] Yusuf Sarınay, “Osmanlı Devletinde Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999, C:7, s:411 [8] 1821 Yunan İsyanının Avrupa diplomasisi bakımından en önemli sonucu, Viyana’da oluşturulan kontrol mekanizması içerinde müdahale sisteminin uygulanmaması ve dolayısıyla Viyana statüsünün önemli bir darbe yemesidir. Şüphesiz bunda Osmanlı Devletinin Müslüman, ayaklananların ise Hıristiyan olmaları gibi sebepler de yatmaktadır. b.k.z., Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih (1789-1960), s:95; Bundan başka 1830 ve 1848 ihtilalleri de yine Güçler statüsünü sarsıcı hadiselerdir. b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:44-94 [9] Henry Kissenger, Diplomasi, çev: İbrahim H. Kurt, T.İ.B.Kül.Yay., 2.Baskı, İstanbul, 2000, s:155 [10] Sarınay, aynı yer; Ayrıca Ziya Gökalp de 20. asrı, “milliyet asrı” olarak ifade eder. b.k.z.; Ömer Seyfettin, Amelî Siyaset, İstanbul, 1971, s: 59 vd. [11] Rifat Uçarol, Siyasî Tarih, İstanbul, 1985, s:88 [12] Armaoğlu, Siyasi Tarih, s.160. [13] Roma İmparatorluğu ve Napolyon dönemlerini bu genel ygörünümün dışında tutmak gerekir. b.k.z., Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, 1994, s: 242 [14] Uçarol,a.g.e., s:188 [15] İtalyan milliyetçileri arasında iki farklı görüş belirmiştir. Bunlardan ilki, merkezi Roma olan İtalyan Cumhuriyetinin kurulması; ikincisi ise Papa başkanlığında federal bir İtalya kurulması yönünde belirmiştir. Ayrıca özellikle orta sınıf halkın, İtalyan devletleri içerisinde en güçlüsü olan Piemonte önderliğinde meşruti bir İtalya Krallığı kurulması yönünde düşünceleri de gündeme gelmiştir. [16] Armaoğlu,a.g.e., s:160-161 [17] Zira her ne kadar İtalyan birliğinin kurularak Fransa’nın güney-doğusunda güçlü bir İtalyan devletinin ortaya çıkması Fransa için bir tehlike olsa da; kuzey İtalya’ya hakim olan Avusturya’nın buralardaki hakimiyetine son vermek ve onları Fransa sınırından mümkün olduğu kadar uzaklaştırmak Fransız çıkarlarına daha uygun görünmektedir. Diğer yandan Piomonte’nin büyüyerek Avusturya için hatırı sayılır bir güç haline gelmesi de Fransa için fayda sağlayacaktır. Ancak buna izin verilirken, hatta desteklenirken dikkat edilmesi gereken, İtalyan büyümesinin Fransa için tehlike arz edecek bir boyuta ulaştırılmamasıdır. Yani III. Napolyon, Fransa’nın da biraz güney-doğuda genişlemesi karşılığında, www.ulkuocaklari.org.tr 253 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Piomonte’nin doğuya doğru genişlemesine ve kuvvetlenmesine razı olmuştur.Üçok, a.g.e., s:179 [18] Sander, a.g.e., s:161 [19] III. Napolyon, eski hatıraları olan İtalya’yı “ikinci bir vatan gibi gördüğünü söylemektedir. B.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:162 [20]Napolyon’un kendisine karşı gerçekleştirilen bir suikast sonrasında İtalyan davasına eğildiği bilinmektedir. Orsini olayı denen bu hadise için b.k.z., Armaoğlu, s:162-163; Uçarol ve diğerleri [21] Üçok, a.g.e., s:180-181 [22] Uçarol, a.g.e., s:193-194 [23] Tahsin Ünal, Türk Siyasî Tarihi(1700-1958), Ankara, 1977, s: 395 vd. [24] Fransa’nın bu hareketinde Bismarck’ın teşviki vardır. b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:199 [25] Uçarol, a.g.e., s: 240 [26] Armaoğlu, a.g.e., s:200 [27] Armaoğlu, a.g.e., s:485 [28] Mussolini Akdeniz için “bizim deniz” demektedir. Bu konuşması için b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:487 [29] “Askerî kıyamet günü” ifadesi Kissenger’e aitdir. b.k.z., Kissenger, aynı yer; ayrıca b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:565 vd [30] Armaoğlu, a.g.e., s:168 [31] Uçarol, a.g.e., s:197-198 [32] Bismarck’ın politikası için b.k.z., Ateş, a.g.e., s: 256 vd. [33] Uçarol, a.g.e., s:205-206 [34] Hermann Pinnow, Almanya Tarihi, çev:Fehmi Baldaş, İstanbul, 1940, s:410-411. [35] Kissenger, a.g.e., s:155 [36] Bismarck’ın II. Wilhelm hakkındaki düşünceleri için b.k.z., Ateş, a.g.e., s:377 [37] Sander, a.g.e., s:189 vd, 232 vd. [38] Armaoğlu, a.g.e., s:472 [39] Uçarol, a.g.e., s:429 [40] Davut Dursun, “Almanya”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C:II, s:516-517 [41] Akdes Nimet Kurat “Panislavizm”, Ank.Ün. DTCF Dergisi, C.XI,Sayı: 2-4, s:241, Ankara,1953 [42] Süleyman Kocabaş, Avrupa Türkiye’sinin kaybı ve Balkanlarda Panislavizm, İstanbul, 1996, s.52 [43] Kocabaş, a.g.e., s:53 [44] Doç.Dr.Ali İhsan Gencer, “Tanzimat Fermanı 1839’dan 1876’ya Kadar Osmanlı İmparatorluğu”, D.G.B.İ.T., C:11, s:512 [45] Kocabaş, a.g.e., s:54 [46] Gencer, a.g.m., s:513 254 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı BATI LİTERATÜRÜNDE MİLLİYETÇİLİK ALGILAYIŞI: “KÜLTÜR MİLLİYETÇİLİĞİ”NE ANALİTİK BİR YAKLAŞIM Emrah KÜÇÜKÖZKAN ÖZET Bu çalışmada, Ernest Gellner, Benedict Anderson, Antony D. Smith, Eric.J Hobsbawn ve John Breuilly’in millet ve milliyetçilik hakkındaki tanımlamalarına yer verilmiştir. Bu yazarlardan bazıları, millet ve milliyetçilik tanımında siyasi etmenleri, bazıları ise sosyal/kültürel etmenleri ön plana çıkarmışlar ve bu iki yaklaşım iki farklı milliyetçilik anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır.Milleti ve milliyetçiliği sosyo-kültürel etmenleri esas alarak tanımlayan yazarlar Ernest Gellner, Benedict Anderson ve Anthony Smith’tir.Diğer taraftan siyasi etmenleri esas alarak millet ve milliyetçilik olgularının tanımlamasını yapan yazarlar ise John Breuilly ve Eric. J Hobsbawn’dır. Çalışmada, bu iki gurubun millet ve milliyetçilik hakkındaki teorik tartışmalarına yer verildikten sonra, iki farklı ekolden gelen John Breuilly ve Antony D. Smith’in millet ve milliyetçilik hakkında yapmış oldukları vurgularda ortaya çıkan sonuç olarak; her iki yazarın devlet merkezli milliyetçilik yerine toplum merkezli bir milliyetçilik anlayışında buluştuklarını görmekteyiz. Bu bağlamda, her iki yazarın da kültür milliyetçiliğine vurgu yaptıklarını görüyoruz.Millet ve milliyetçilik konusunda bu tür bir sonuca ulaşıldıktan sonra çalışmanın bir sonraki aşamasında kültür milliyetçiliğinin analitik bir incelemesi yapılmaktadır. Çalışmanın bu aşamasında kültür milliyetçiliğin öncülerinden olan Herder’in görüşlerine yer verilmekte, daha sonra bu görüşler kültür milliyetçiliğinin yeni dönem savunucularından olan John Hutchison’un görüşleri ile desteklenmektedir. Çalışmanın son aşamasında ise bu görüşler, Türk Kültür Milliyetçiliğinin öncülerinden olan Ziya Gökalp’in bu konu hakkındaki görüşleri ile harmonize edilmekte ve bu bağlamda Türk milliyetçiliğinin nasıl bir anlayışa sahip olması gerektiği belirtilmektedir. BATI LİTERATÜRÜNDE Milliyetçilik Algılayışı: “KÜLTÜR MİLLİYETÇİLİĞİ”ne Analitik Bir yaklaşım Milliyetçiliğin en önemli özelliklerinden birisi “modernleşme ideolojisi” olmasıdır. Bu hususa dikkat çeken Antony D. Smith, klasik modernleşmenin doğuşunu, sömürgecilik karşıtı hareketlerin ve bu cümleden olmak üzere “ulusun inşası” modelinin ortaya çıkması ile izah etmektedir.[1] “Ulusun inşası” modelinin bir yandan modernleşme mefhumuna diğer yandan ise sömürgecilik karşıtı hareketlere yeni açılımlar sağlaması, sosyal bilimciler nezdinde büyük bir ilgiyle karşılanmasına sebep olmuştur. Bu model üzerinde geliştirilen modernist yaklaşımlar milleti “tarihi bir yapı” olarak gören farklı model ve teorilerin geliştirilmesini beraberinde getirilmiş ve millet ve milliyetçilik mefhumları kısa zaman içinde siyaset biliminin baskın teorileri haline gelmiştir. Bu konudaki çalışmaların ortak zeminini “milletlerin çağdaşlaşması” ve bu süreci şekillendirecek www.ulkuocaklari.org.tr 255 Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir model olarak “milliyetçilik” teorisi oluşturmuştur. Neticede millet ve milliyetçilik mefhumlarının Fransız Devrimi ile ortaya çıkıp modernleşme sürecine paralel bir gelişim takip ettiğini, endüstrileşme, kapitalizm, bürokratik devlet, şehirleşme ve laiklik mefhumlarının bir ürünü olarak şekillendiği ortaya koyulmuş, millet ve milliyetçilik kavramlarının “modern dünyanın sosyolojik bir gerekliliği” olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Millet ve milliyetçilik mefhumları konusunda ortaya konan bu düşünce genel kabul görmekle beraber, milliyetçiliğin tanımı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür.[2] Bazı yazarlar, millet ve milliyetçilik tanımında siyasi etmenleri, bazıları ise sosyal/kültürel etmenleri ön plana çıkarmışlar ve bu iki yaklaşım iki farklı milliyetçilik anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır. Siyasi etmenlerin yani siyasette dönüşüme sebep olan modern bürokratik devlet oluşumunun millet ve milliyetçilik kavramlarının oluşmasında büyük rol oynadığına temas eden John Breuilly, 1982’de yayımlanan “Nationalim and the State” adlı eserinde milliyetçiliğe yeni bir içerik getirmiştir. Breuilly’e göre milliyetçilik, “devletin ülke içi ve dışında tatbik ettiği gücü meşrulaştırmak için kullandığı argümanlardan oluşan siyasi bir harekettir.”[3] Buna göre milliyetçilik argümanı, siyasal doktrin olarak üç temel varsayımda bulunmaktadır: - Milletin kendine özgü bir karakteri bulunmaktadır. - Milletin değerleri ve çıkarları diğer bütün değer ve çıkarlardan daha öncelikli haldedir. - Milletler mümkün oldukça bağımsız olmalıdırlar. Bunun için de siyasi egemenlik gerekmektedir[4]. Breuilly, milliyetçiliğin sınıf, çıkar, ekonomik modernleşme, psikoloji, ihtiyaç ve kültür olarak açıklandığını belirtmekte ve milliyetçiliğin bunlar ile izah edilebileceğini, fakat bu etmenlerden hiçbirinin milliyetçiliği genel olarak anlamamıza yardımcı olamayacağını belirtmektedir. Zira bütün bu yaklaşımlarda kritik noktalar gözden kaçırılmıştır. Ona göre milliyetçilik siyaset, siyaset de güç ile ilgili bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Breuilly, milliyetçilik ile alakalı diğer bir önemli konu olan modernizasyonu, sosyal iş bölümündeki köklü değişim olarak görmektedir. Bu değişimin en önemli aşaması, fonksiyonel iş bölümüne geçilmesidir. Fonksiyonel iş bölümünün sosyal hayata girmesi ile toplum içerisindeki fertler bir bütün veya grup olarak değerlendirilmemekte, tam aksine fert veya birey olarak görülmektedir. Bu şartlar altında temel sorun devlet-toplum ilişkisinin nasıl kurulacağıdır. Yani, ferdiyetçi yapının kendi özel istekleri ile vatandaşların kamu çıkarlarının nasıl uzlaştırılacağı konusu büyük önem taşımaktadır. İşte tam bu noktada milliyetçilik düşüncesi ön plana çıkmaktadır; ki Breuilly’in bu meseleye çözüm niteliği taşıyan iki önermesinde de milliyetçilik önemli bir rol oynamaktadır. Birinci önerme siyasidir ve vatandaşlık fikrine dayanmaktadır. Bu noktada Breuilly, milleti basitçe- “vatandaşlar topluluğu” olarak tanımlamakta, kültürel ve etnik kimlikleri ikinci planda tutmaktadır. Ona göre önemli olan vatandaşların siyasi haklarıdır.[5] İkinci önermede ise kültür zeminine atıfta bulunmuş ve toplumun ortak karakterine vurgu yapmıştır. Bu düşünce ilk olarak politik ve entelektüel problemler ile karşı karşıya kalan siyasi elit tarafından formüle edilmiştir. Bu önerme daha sonraları toplumdaki farklı etnik ve sosyal gruplara kimlik oluşturma açısından önemli bir argüman olarak kullanılmıştır.[6] Bu bağlamda, Breuilly, liberalizmin toplumun ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kaldığını, toplum ihtiyaçlarının karşılanması için kitlelere ulaşabilecek siyasi bir dil ve hareketin geliştirilmesi gerektiğin ileri sürmüştür. Bunun için de milleti bir “vatandaş grubu” ve “kültürel topluluk” olarak tanımlayan bir “milliyetçilik”in geliştirilmesinin önemini vurgulamıştır.[7] Milliyetçiliğin analizinde siyasi etmenlerin rolünün vurgulayan diğer bir yazar da Eric J. Hobsbawn’dır. Hobsbawn’a göre “Hem millet hem de milliyetçilik toplum mühendisliğinin ürünüdür ve milliyetçilik, ‘invented tradition’ yani uydurulmuş, yaratılmış bir gelenektir.”[8] Ona 256 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı göre milliyetçilik, eski geleneklerin ve kurumların yeni durumlara uyarlanması ve yeni geleneklerin tamamıyla yeni amaçlar için oluşturulması olmak üzere iki dönemde meydana gelmiştir. 1870 ile 1914 arasındaki dönem “yaratılmış geleneklerin” en üst seviyeye ulaştığı noktadır. “Yaratılmış gelenekler”, kitlelerin siyasete müdahale etmesinden çekinen yönetici elit tarafından meydana getirilmiş ve demokrasinin ortaya çıkardığı tehlikelere karşı oluşturulmuş ana stratejidir.[9] Görüldüğü üzere hem Breuilly hem de Hobsbawn, siyasetin doğasındaki değişime yani modern bürokratik devletin yükselişine odaklanmış, millet ve milliyetçilik kavramlarını bu gelişmelere bağlı olarak açıklamışlardır. Millet ve milliyetçiliğin oluşumunda sosyal-kültürel etmenlerin önemi vurgulayan ikinci grup teorilere gelince: Bunlar arasında Ernest Gellner’in “milliyetçilik ve yüksek kültürler” adlı makalesinde[10] ileri sürdüğü fikirler büyük önem taşımaktadır. Gellner’in bu makalede ortaya attığı milliyetçilik teorisi, kökenleri Weber ve Durkheim’a dayanan sosyolojik gelenek içerisinde özümsenebilir.[11] Ona göre milliyetçilik siyasi ve milli birliği sağlayan siyasi bir prensiptir.[12] Milliyetçilik modern dünyada sosyolojik bir gereklilik olup milliyetçilik teorisinin görevi, bunun nasıl ve neden olduğunu açıklamaktır.[13] Gellner milliyetçiliği endüstriyel sosyal organizasyonun bir ürünü olarak görmekte[14] ve modernizm öncesi çağlarda millet ve milliyetçilik öğelerinin yokluğunu kültür ve güç arasındaki ilişkiye bağlamaktadır. Ona göre avcı-toplayıcı toplumlarda devlet olmadığından, millet ve milliyetçilikten de söz edilemez. Bu yapının bir sonraki evresi olan tarıma dayalı toplumlarda ise hakların ve imtiyazların statü esasına göre tavsif edilmesi nedeniyle bu toplumlarda da millet ve milliyetçilik söz konusu olamaz.[15] Buna karşılık, kültür ve siyasi yapı arasındaki dengelerin değiştiği modern toplumlarda milliyetçilik bir gereklilik haline gelmiştir. Gellner ayrıca milletlerin yüksek kültürünün, sadece elit azınlık arasında değil tüm toplumda yayıldığı zaman ortaya çıkabileceğinden bahsetmiştir. Gellner’in teorisine göre milliyetçilik, milliyetçilik öncesi dünyanın kültürel ve tarihi mirası arasında bir seçim yaparak, onları yeni şartlara uygun olarak dönüştürür. Bu bağlamda “Milletler milliyetçiliği değil, milliyetçilikler milleti ortaya çıkartır.”[16] Millet ve milliyetçiliği açıklarken sosyal kültürel etmenlerin önemini vurgulayan diğer bir yazar da “Imagined Communities” (Hayali Cemaatler) adlı eseriyle tanınan Benedict Anderson’dur. Anderson, milleti hayal edilmiş bir siyasi birim olarak görmektedir. Milliyetçilik ise 18. yüzyılın sonunda farklı tarihi süreçlerin kendiliğinden içi içe geçmesiyle ve bu süreçlerin geniş tabanlı farklı ideolojilere karşı farklı sosyal zeminlerde kullanılan bir model haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır.[17] Anderson’a göre milliyetçiliğin anlaşılması için geniş kültürel bir sistemde incelenmesi gerekmektedir. Bu kültürel sistem içerisinde din ve hanedanlık, milletlerin yükselmesinde büyük önem taşımaktadır. Ona göre bu iki sistem Avrupa’da 16. yüzyıla kadar hüküm sürmüş, fakat 17. yüzyıldan itibaren gitgide değerini kaybetmiştir; ki bu durum milletlerin yükselmesine sebep olmuştur.[18] “Hayali cemaatler”in yaratılmasındaki bu etmenlere ek olarak, matbaanın gelişimiyle birlikte kapitalizmin yaygınlaşarak milli dillerin gelişmesine sebep olması da milliyetçiliğin yükselişine etki etmiştir. Ona göre matbaanın yayılması ile milli dillerin güçlenmesi, milli bilincin oluşumunda büyük önem taşımaktadır. Ayrıca kapitalist yayıncılığın ortaya çıkması da milli kültürün en önemli unsuru olan dilin güçlenmesine sebep olmuştur; ki bu da “hayali cemaatler”in yani milletlerin oluşumuna katkı sağlamıştır. Anderson’a göre kapitalist yayıncılık, millet düşüncesinin yaratılmasında dile yeni bir anlam yüklemektedir.[19] Zira kapitalist yayıncılık eski yönetim dilinden farklı olarak güçlü bir çeşit dil www.ulkuocaklari.org.tr 257 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda üretim ilişkiler (kapitalizm), teknoloji, iletişim ve matbaa arasındaki ilişki, “hayali cemaatler”in yani milletlerin ortaya çıkmasına sebep vermiştir.[20] Gelişmiş iletişim teknolojisi, entelektüellerin mesajlarını sadece okur yazar olmayan topluluklara değil, ayrıca farklı dillerde okuyabilen topluluklara da yaymasını sağlamıştır.[21] Buna bağlı olarak 20. yüzyılda bir millet oluşturmak, tarihin diğer dönemlerinden çok daha kolay bir hale gelmiştir. Millet ve milliyetçilik kavramlarını sosyoloji merkezli yaklaşımlar içinde inceleyen diğer bir yazar olan Antony D. Smith, milliyetçilik kavramını beş temel ayak üzerine yerleştirmiştir: • Genel olarak milletlerin ve milli devletlerin oluşması ve varlıklarını sürdürmeleri süreci, • Güvenlik, refah duyguları ve özlemi ile bir millete ait olma bilinci, • Milli dil ve semboller ve onları rolü, • Millet ve milli irade hakkında bir kültürel doktrin ile milli amaçların başarıya ulaşmasına dair bir ideoloji, • Milli iradeyi ve milletin hedeflerini gerçekleştirebilecek sosyal ve siyasi bir hareket.[22] Smith, dünyanın milletlere bölündüğünü ve bu milletlerin her birinin bir tarihi ve bir kaderi olduğunu belirmiştir. Milletin, bütün bağlılıkların üstünde olan siyasi ve sosyal gücün kaynağını oluşturan bir kavram olduğunu vurgulamıştır.[23] Smith’e göre eğer insanlar özgür olarak yaşamak istiyorlarsa, kendilerini millet olarak tanımlamak zorundadırlar. Bu bağlamda milliyetçilik, “devletin ideolojisi değil milletin ideolojisidir.”[24] Smith, milletlerin Gellner’in belirttiği gibi sadece kapitalizm ve endüstrileşme gibi modern gelişmelerden dolayı ortaya çıkmadığını, tam aksine milletlerin kökenlerinin tarihin ilk dönemlerine dayandığını belirtmiştir. Etno-sembolcü ekolün en önemli isimlerinden olan Smith, milli simgelerin ve geleneklerin milliyetçiliğin en önemli yapı taşları olduğunu vurgulamıştır. Milli semboller ve gelenekler soyut ideolojiyi toplumun her üyesi için somut hale getirmektedir.[25] Yani, milli sembol ve gelenekler, bireyler arasında milli bir bilinç yaratmaktadır. Durkheim’ın da belirttiği üzere, milli ritüel ve gelenekler toplumda “milli duygusallık” uyandırma gücüne sahiptir. Nitekim Durkheim, Arunta ve diğer Avustralya kabileleri üzerinde yaptığı bir araştırmada, totemik ayinler ve ritüellerin milliyetçiliği güçlendirdiğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda, milliyetçiliğin ritüeller aracılığıyla varlığını koruduğunu, totem ve tanrıların ise milletin kendisi olduğuna değinmiştir. Görüldüğü üzere Smith, milliyetçiliği birbirine sıkı sıkıya bağlanmış ve ayrılması mümkün olmayan dil, semboller, duygular bütünün oluşturduğu ideolojik bir olgu olarak görmektedir.[26] Ona göre milliyetçilik, siyasi bir doktrin olmaktan çok, dil, mitoloji, sembolizmden oluşan kültürel bir formdur.[27] Anlaşılacağı üzere görüşlerine yer verdiğimiz yazarlardan Hobsbawn ve Breuilly millet ve milliyetçiliğin doğuşunda siyasi etmenlerin, Gellner ve Anderson ise sosyo-kültürel etmenlerin önemini vurgulamışlardır. Sosyo-kültürel yaklaşıma yakın olan etno-sembolcü ekolün öncülerinden Smith ise milliyetçiliği, temelinde kültürel doktrin bulunan, bir milletin birlik, kimlik kazanmasına ve bunları idame ettirmesine yönelen siyasi ve ideolojik bir hareket olarak görmektedir. Bu bağlamda iki farklı ekolden olan Antony D.Smith ve John Breuilly’in millet ve milliyetçilik hakkındaki düşünceleri diğer yazarlara göre daha öne çıkmaktadır. Breuilly, her milletin kendine özgü bir karakteri bulunduğunu belirtmiş, milletin çıkarlarının ve değerlerinin ise diğer her şeyden çok değerli ve önemli olduğunu vurgulamıştır. Toplumun ihtiyaçlarına ulaşabilmesi için de kitlelere ulaşabilecek olan siyasi bir dil ve hareketin geliştirilmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Bunun için de milleti bir “vatandaş grubu ve kültürel topluluk” olarak tanımlayan bir milliyetçiliğin 258 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı geliştirilmesinin önemini vurgulamıştır. Breuilly milliyetçiliğin ve milletin oluşumunda siyasi etmenlerin rolünün büyük olduğunu vurgulasa da, toplumun hedeflerine ulaşabilmesi için milleti vatandaş gurubu ve kültürel topluluk olarak tanımlayan bir milliyetçiliği ihtiyaç duyulduğunu vurgulamıştır. Diğer taraftan Smith ise milliyetçiliğin siyasi bir doktrin olmaktan çok dil, mitoloji, sembolizmden oluşan kültürel bir olgu olduğundan bahsetmiş; milleti ise bütün bağlılıkların üstünde olan siyasi ve sosyal gücün kaynağı oluşturan bir kavram olarak tanımlamıştır. Görüldüğü üzere iki yazar da milletin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu belirtmiştir. Bu hedeflere ulaşabilmek için ise devlet merkezli milliyetçilik yerine toplum merkezli bir milliyetçilik; kendi halkıyla, kendi uygarlığıyla barışık, toplumun siyasal taleplerini, siyasal çözümlerini dile getiren bir milliyetçilik anlayışına vurgu yapmaktadırlar. Kültür Milliyetçiliğine Analitik Bir Bakış Milletin kültürel bir varlık olarak tanımlanması, millete dair ilk tanımlamalardandır. Bu bağlamda millet, genel olarak bir dilin, dinin, tarihin ve geleneklerin bir araya getirdiği bir topluluktur. Kültür milliyetçiliğinin önde gelen savunucularından olan 19. yüzyıl Alman düşünürlerinden Johann Gottfried von Herder, her milletin “national spirit” yani millet ruhuna sahip olduğunu vurgular. Herder’e göre, milleti ortaya çıkaran en önemli unsurlar gelenekler ve dildir. Birbirini tamamlayan bu iki unsurun yanı sıra milli kültür, sanat, müzik, folklor gibi unsurlarla şekillenmiştir. Bundan dolayı Herder, milli geleneklerin değerini bilmenin ve bu geleneklerin yaşatılmasının hayati önem taşıdığını vurgulamaktadır. Kültür milliyetçiliğinin “babası” olarak nitelendirebileceğimiz Herder’e göre, ülkelerin gücü, siyasi güçlerinden gelmemekte, tam aksine insanlarının kültüründen, düşünürlerinin ve eğitimcilerinin insanlığa yaptığı katkıdan gelmektedir. Kültür milliyetçileri, toplum içindeki kültürel toplulukları kendi ortak mirasları konusunda eğiterek, topluluk içindeki farklı gurupların topluma karşı kendiliğinden oluşan bir sevgi duymasını sağlarlar.[28] Buna göre kültür milliyetçileri, milli onur ve topluluğun özsaygısının yüceltilmesine büyük önem vermektedirler. Kültür milliyetçileri, topluluğun kendi tanımlaması, bu kimliğin günlük hayatta yer edinmesi ve diğer topluluklar karşısında bir ayraç vazifesi görmesi için, “milli kültürel değerlerini” ön plana çıkarak, yabancı uygulamaları ve gelenekleri reddederler.[29] Bu bağlamda kültür milliyetçiliği, gerçek milli politikaların, tarih, inanç, gelenek ve çevre ile birbirine sıkı sıkıya bağlanmış topluluk tarafından oluşturulacağını vurgular.[30] KÜLTÜREL MİLLİYETÇİLİK ve ÇAĞDAŞLAŞMA HAREKETİ Birçok düşünür kültür milliyetçiliğinin milletin inşasında pozitif rol oynadığını konusunda hemfikirdir. Diğer bir deyişle kültür milliyetçiliği, kimlik, siyasi teşkilatlanma ve toplumun birleştirilmesi yolunda büyük önem arz etmektedir.[31] Bununla beraber kültür milliyetçiliğinin, çağdaşlaşma sürecini yönlendiren sosyo-politik ilerleme modelleri geliştirerek toplumun gelişmesi yönünde fikirler öne sürmek suretiyle çağdaşlaşma sürecinde önemli bir rol oynadığı da göz ardı edilmemelidir. Gerçekten de kültürel milliyetçilik, muhafazakar bir yapıya sahip olmakla beraber, taassup veya tutuculuğun pasif içe kapanmışlığına karşı çıkar. Zira kültür milliyetçiliğine göre millet, diğer milletler ile aktif ilişki içerisinde ilerleyen ve özüne uygun veya uyarlanmış yeniliklerle gelişen bir millet anlayışına sahiptir. Gelenekçiler ile yenilikçiler arasındaki çatışmanın önlenmesi için öne sürülen uzlaştırıcı formül ise milletin ortak mirasını yeniden canlandırmak düşüncesidir. Bu karşılık toplumun herhangi bir evrensel model (sosyalizm, liberalizm, küreselleşme vb.) içerisinde sindirilmesine karşıdır.[32] Milliyetçiliğin önde gelen teorisyenlerinden biri olan Hans Kohn da milliyetçiliği ikiye ayırmıştır. Bunlar siyasi ve kültürel milliyetçiliklerdir. Siyasi milliyetçilik gerçekçi, kültürel milliyetçilik ise www.ulkuocaklari.org.tr 259 Ülkü Ocakları Eğitim Programı mistiktir. Bu ikisinden hangisinin birbirine üstün geleceği, toplumdaki sosyo-politik gelişme ile alakalıdır. Bununla beraber Kohn, kültür milliyetçiliğini, modernleşme sürecini yönlendiremeyecek gerileyici bir fenomen olarak görmektedir.[33] Gellner de buna benzer bir yaklaşım sergileyerek kültür milliyetçiliği ve modernizasyon arasında çelişkili bir ilişki görür. Buna göre kültür milliyetçiliği, geri kalmış toplumlarda yüksek endüstriyel kültür ile baş edemeyen entelektüellerin yarattığı bir olgudur. Gellner, kültür milliyetçilerinin halk kültürünü canlandırarak çağdaş bilime dayalı bir toplum ortaya çıkarmak istediklerini vurgular. Bu bağlamda, Gellner ve Kohn’un kültürel milliyetçilik hakkındaki ortak noktaları; kültür milliyetçiliğini, var olan düzendeki modernizasyonun etkilerine karşı eğitimli elit tarafından ortaya çıkarılmış olan korumacı bir yaklaşım olarak görmeleridir.[34] Bu da günümüzde Ortadoğu’daki ve Asya’daki çağdaş İslam ülkelerindeki toplumlarda geleneksel değerleri ortaya çıkararak yer bulmaktadır. Fakat Kohn ve Gellner, milletin yüceltilmesinin, toplumu içine kapanık basit tarım toplumuna geri çekeceği konusunda yanlış düşünmektedirler.[35] Tam tersine, halk kültürünün yeniden canlandırılması ile millet, insanlığın gelişiminde büyük yeri olan medeniyetler arasındaki yerini alacaktır. Bu konuda Ziya Gökalp, “bir kavim kültür bakımından yükseldikçe, siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan kültür yükselmesinde medeniyet doğmaya başlar.”[36] demektedir. Ayrıca toplumun halk kültürü doğrultusunda yeniden yapılandırılması gelenekselciler ve modernistlerin bütünleşmesine sağlayacak ve böylece ortaya güçlü ve mutlu bir toplum çıkaracaktır. Kültür milliyetçileri, ülkenin halk kültürü temelleri üzerinde, modern bilimsel kültür doğrultusunda yapılandırılması için eğitimli neslin çoğaltılmasını desteklerler.[37] Halk kültürü temelleri üzerine kurulacak olan bu modern bilimsel kültür, toplumu geri kalmışlıktan en ileri sosyal gelişmişlik düzeyine getirecektir. Kültür milliyetçiliği, “modern-gelenekçi”, “tarım-endüstri”, “bilim- din” gibi toplumun farklı yönlerini, milletin yaşam prensibi haline getirerek yeniden birleştirmeyi hedefler. Kültür milliyetçiliği milli gelişmeyi iki ayak üzerine oturtmuştur. Bunlardan birincisi, milli geçmişin dinamik açılarını öne çıkararak, toplumda gelenekçiliğe karşı olan çağdaşlaşmacı grupların bu yolla toplum için önem taşıyan geleneksel sembolleri kullanmasını ve böylece toplumdaki gelenekselci-çağdaşlaşmacı çatışmasının azaltılmasını sağlamasıdır. İkincisi ise Batı’nın kendisine özgü kaynakları ile ilerlemesi üzerinde durarak, bu ilerlemenin toplumlar için “eşsiz” bir gelişme modeli olmadığı konusunda güçlü eleştirilerde bulunmasıdır. Bu çerçevede kültür milliyetçiliğinin amacı; toplum içerisinde modernistler ve gelenekçiler tarafından öne sürülen fikirler ve meydana gelen çatışma ortamında, ahlaki ve sosyal değerleri harmonize ederek mutlu ve müreffeh bir toplum oluşturmaktır.[38] Türk milliyetçiliğinin öncüsü olan Ziya Gökalp de kültür milliyetçiliğine büyük önem vermiştir. Gökalp, cemaatleri millet haline getirmek, toplumları ayakta tutmak ve onları yeni hamlelere muktedir kılmak bakımından kültür milliyetçiliğinin paha biçilmez bir kıymet olduğunu belirtmektedir. Ona göre “Eğer bugün Türk toplumunda, devlet nizamlarına ve ahlak kaidelerine saygılı, asil milletimize yakışır, mazbut bir yaşayış yerine, başı-boşluk; millete inanılacağı ve geleceğe güvenileceği yerde, ümitsizlik; iyi-kötü her cephesiyle halkın sevileceği yerde ondan uzaklaşma; vazifeye tam feragat ve mes’uliyet hissiyle bağlanılacağı yerde, tembellik ve umursamazlık; nihayetinde bütün bunların meydana getirdiği bir ruh haleti, aşağılık duygusu mevcut ise bu hiç şüphesiz, ancak milli ülkü ile gerçekleştirilebilecek kültür milliyetçiliğinin eksikliğinden ileri gelir.”[39] Bu bağlamda, Türk milliyetçilerinin ideolojik bakış açısı devlet merkezli milliyetçilik yerine toplum merkezli bir milliyetçilik, dolayısıyla kendi halkıyla barışık vatandaşlarının siyasi taleplerini ve siyasal çözümlerini dile getiren bir milliyetçilik anlayışıdır. Halk kültürüne dayanan, o kültürün özgürlüğünü savunan, devletten dışlanmasını değil devlet içinde meşru bir veri kaynağı olarak görülmesini savunan bir milliyetçiliktir. 260 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Böyle bir milliyetçilik anlayışı toplum içindeki hem toplumsal farklılaşmaları hem de kültürel farklılaşmaları, kültürel zenginliğin bir ifadesi olarak görür ve demokratik sınırlar içerisinde ifade edilebileceğini savunur. Bu durumda milliyetçiliğin şöyle bir misyonu ortaya çıkmaktadır: “Demokrasi içinde güçlenen bir toplum, başka ülkelerle rekabet halinde olan bir ülke yaratmak.” Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milliyetçiliği tanımı herhalde en doğrusu olacaktır: “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda, milletlerarası temas ve münasebetlerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimai heyetinin hususi seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini saklı tutmaktır[40]”. Türk milliyetçiliği ilerleme ve gelişme yolunda her zaman çağdaş milletler ile beraber yürüyecek fakat hiçbir zaman kendi milli kültürünü kaybetmeyecek ve bu yolda mutlu ve müreffeh diğer devletler ile rekabet içinde olan gücünü kültüründen alan bir milliyetçilik anlayışı içerisinde olacaktır. Dipnotlar [1] Antony D. Smith, Nations and nationalism in a global era. Cambridge: Polity Press, 1995, s.29. [2] Umut Özkırımlı, Theories of nationalism: a critical introduction, New York: St. Martin’s Pres, 2000, s. 86. [3] John Breuilly, Nationalism and the State, Manchester: Manchester University Pres, 1993, s. 2. [4] Ibid., s. 2. [5] Ibid., s. 165. [6] Ibid. [7] Eric.J.Hobsbawm and Terence Ranger, “Introduction: Inventing Traditions”, and “Mass-Producing Traditions: Europe, 1870-1914”, in The Invention of Traditions: Cambridge, 1983, s. 13. [8] Ibid., s. 14. [9] Hobsbawn milliyetçiliğin tarihi evrimini üç safa da incelemiştir. Buna göre birinci safa Franzsı ihtilalinden 1918’e kadar olan milletlerin doğması ve büyümesi ile alakalıdır. Hobsbawn bu safhada iki çeşit milliyetçilik ayırımı yapmıştır. Birincisi, 1830 ve 1870 yılları arasında büyük milletlerin Fransız ihtilali fikrindeki idealler ile ortaya çıkan demokratik milliyetçilik ile Avrupa haritasını değişmesidir. İkincisi ise, azınlıkların Osmanlı, Habsburg ve Çarist (Rusya) İmparatorluklarına karşı gösterdikleri milliyetçi hareketlerdir. Hobsbawn’a göre, Milliyetçiliğin tarihi evrimindeki ikinci safha, 1918 ve 1950 arasındaki süreçtir. Bu süreçte sadece yükselişte olan İtalyan Faşizmi değil, İspanyol iç savaşı da milliyetçi duyguların ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır. Milliyetçiliğin tarihi evrimindeki üçüncü safa is, 20. yüzyılın sonlarıdır. Hobsbawn, 20. yüzyıldaki milliyetçiliğin fonksiyonel olarak önceki periyotlardan farklı olduğunu belirtmiştir. Fakat 20. yüzyılın son dönemindeki milliyetçiliğin, tarihi gelişim bakımından fazla bir etkisi olmamıştır. Eric.J.Hobsbawm, Nations and nationalism since 1780: programme, myth, reality. Cambridge: Cambridge University Pres, 1993, s.2. [10] Ernest Gellner, Nations and Nationalism, Oxford: Blackwell, 1983, s. 1. [11] Özkırımlı, op. cit., s. 129 [12] Gellner, op.cits., s. 2. [13] Ernest Gellner, Thought and Change, London, 1964, s. 6. [14] Ibid., s. 132. [15] Gellner, op. cit., s.9-10 [16] Ibid., s. 26. [17] Benedict Anderson, Imagined Communities, London: Verso, 1991 s. 4. www.ulkuocaklari.org.tr 261 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [18] Özkırımlı, op. cit., s. 145. [19] Anderson, op.cit., s. 42. [20] Ibid. [21] Ibid., s.140. [22] Antony D.Smith, National Identity, Reno: University of Nevada Pres, 1993 s. 72. [23] Ibid., s.74. [24] Ibid. [25] Ibid., s.77. [26] Ibid., s.79. [27] Ibid., s.92. [28] John Hutchınson, The Dynamics of Cultural Nationalism, London: Allen and Unwin, 1987, s.124. [29] Ibid., s. 124. [30] Ibid., s. 125. [31] Ibid., s. 127. [32] Ibid., s. 131. [33] Ibid., s. 25. [34] Ibid., s. 128. [35] Ibid. [36] Ziya Gökalp,Türkçülüğün Esasları, İstanbul, 1976, s. 38. [37] Hutchınson, op.cit., s. 129. [38] Ibid., s. 41. [39] Gökalp’ten nakleden Kafesoğlu İbrahim, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri,Ankara, 1966, s. 49. [40] Afet İnan, T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII. No: 128, 1968, S. 557 Bibliyografya Anderson, Benedict. Imagined Communities. London:Verso, 1991. Breuilly, John. Nationalism and the State. Manchester: Manchester University Press, 1993. Diamond, Larry Jay. Nationalism, ethnic conflict, and democracy. Baltimore: Johns Hopkins 1994 İnan Afet. T.T.K. Belleten. Cilt: XXXII. No: 128, 1968. Gellner,Ernest. Nations and Nationalism.Oxford: Blackwell, 1983. Gellner Ernest. Thought and Change. London, 1964. Gilbert, Paul. The philosophy of nationalism. Boulder, Colo: Westview Press , 1998. Gökalp,Ziya. Türkçülüğün Esasları.İstanbul.1976. 262 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi University Pres, Ülkü Ocakları Eğitim Programı Gökalp, Ziya. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. İstanbul: Türk Kültür, 1974. Güngör, Erol. Türk kültürü ve milliyetçilik. İstanbul: Ötüken, 1980. Hall, Stuart. Modernity and its futures. Polity Press in association with Cambridge, 2001. Hobsbawm, E. J. Nations and nationalism since 1780: programme, myth, reality. Cambridge [Engl: Cambridge University Pres, 1993. Hobsbawm E. J. and Terence Ranger. “Introduction: Inventing Traditions”, and “Mass-Producing Traditions: Europe, 1870-1914”, in The Invention of Traditions: Cambridge, 1983. Hutchınson, John. The Dynamics of Cultural Nationalism. London: Allen and Unwin, 1987. Kafesoğlu İbrahim. Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri. Ankara, 1966. Keating, Michael. Les defis du nationalisme moderne. Quebec: Catalogne, Ecosse, Presses de l’Universite de Mon, Montreal, 1997. Kellas, James G. The politics of nationalism and ethnicity. Houndmills: Macmillan, 1998. Kohn, Hans. The Idea of nationalism : a study in its origins and background. New York: Macmillan 1958. Smith, Anthony D. National identity. Reno: University of Nevada Pres, 1993. Smith, Anthony D. Nationalism and modernism : a critical survey of recent theories of nationalism. London: Routledge, 1998. Smith, Anthony D. Nations and nationalism in a global era. Cambridge: Polity Press, 1995. Özkırımlı, Umut. Theories of nationalism : a critical introduction. New York: St. Martin’s Press, 2000. www.ulkuocaklari.org.tr 263 Ülkü Ocakları Eğitim Programı LİBERALİZM Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN Liberalizm, bireysel özgürlük ve eşitliği en önemli siyasi hedef olarak gören bir felsefedir. Bireysel haklara ve fırsat eşitliğine vurgu yapar. Liberalizm denince akla gelen önemli siyasi görüşler sırayla şöyledir: Düşünce ve ifade özgürlüğü, hükümetin gücünün kısıtlanması, hukukun üstünlüğü, mülk edinme hakkı ve şeffaf bir hükümet sistemi. Bütün liberaller, içinde açık ve adil seçimleri barındıran ve bütün vatandaşların kanun önünde eşit olduğu liberal demokrasiyi savunurlar. Liberalizmin temelleri Aydınlanma Çağı’na dayanır ve o zamanki hükümetlerin dayanak noktaları olan kralın kutsal hakları, veraset sistemi, devlet dini ve ekonomik korumacılık gibi kavramlara karşı çıkar. Dünya tarihinde ilk modern liberal devletin ABD olduğunu söylemek yanlış olmaz, çünkü kuruluş felsefesinde her insanın eşit yaratıldığı, doğuştan gelen ve devredilemez haklarının olduğu ve yönetenin, yönetilenin rızasını almadan hiçbir harekette bulunamayacağı belirtilmiştir. Düşüncenin Gelişimi: Liberalizmin köklerini hümanizme ve Büyük Britanya’da meydana gelen 1688 devrimine dayandırmak mümkündür. Yine de, liberal hareket diyebileceğimiz esas gelişmeleri Aydınlanma Çağı’na ve bunun içerisinde meydana gelen olaylara dayandırmak daha doğru bir yaklaşım olur. Bu olayların içerisinde, Büyük Britanya’da Whigs adlı partinin ortaya çıkışı, Fransa’daki Philosophe hareketi, Koloni Amerikasında gelişmekte olan kendi kendini yönetme fikri vardır. Bu hareketler, mutlak monarşiyi, merkantilizmi, birçok türdeki dini Ortodoksluğu ve ruhbanlığı reddeder. Siyasi liberalizmi John Locke’a dayandırmak mümkündür. “Two Treaties of Government” adlı eserinde iki temel liberal fikri kuramsallaştırır: ekonomik özgürlük (mülkiyet edinme ve kullanma hakkını tanımlar) ve entelektüel özgürlük (düşünce özgürlüğü). Ancak fikirlerini Roma Katolik Kilisesi’nden özgürlüğe doğru uzatmaz. Locke aynı zamanda doğal haklar (yaşama, özgürlük ve mülkiyet) fikrini ortaya çıkartır. Bu kavram, insan hakları fikrinin de atası konumundadır. Yine de, Locke’a göre, mülkiyet hakkı hükümete ve karar alma mekanizmasına katılma hakkından daha önemlidir. Her şeye rağmen, doğal haklar fikri Amerikan ve Fransız İhtilallerinin de temellerini oluşturmada anahtar rol oynadı. İskoç Adam Smith ise liberalizmin ekonomik boyutuyla ilgilenmiş ve günümüze kadar gelecek olan kapitalizmin temellerini atmıştır. Smith’e göre, bireyler devletin talimatı olmadan da hem ahlaki hem de ekonomik yaşamlarını kurabilirler. Feodal ve merkantilist düzenlemelerin, devlet tekelinin sona ermesini savunur ve laissez-faire (“bırakın yapsınlar”) ekonominin diğerinin yerini 264 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı alması gerektiğini belirtir. “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde belli koşullar altında piyasanın kendisini düzenleyebileceğini ve korumacı ekonomilerden daha çok fayda getireceğini savunur. Kıta Avrupasında monarşileri bile kısıtlayan kanun doktrini Fransız Charles de Secondat tarafından geliştirildi. Onun ayak izlerini takip eden Jean-Baptiste Say ve Destutt de Tracy ise piyasanın “uyumu” fikrinin heyecanlı savunucuları oldular ve büyük ihtimalle ekonomik liberalizmin temelini oluşturan laissez-faire kavramının da yaratıcısı oldular. Bir başka Fransız düşünür Voltaire ise Fransa’nın anayasal monarşiye geçmesi gerektiğini savunur. Rousseau ise insanoğlu için bireysel özgürlükleri savunur. Rousseau’nun fikirleri Fransa’da parlamentonun ortaya çıkmasında çok önemli rol oynar. Rousseau’ya göre devletin karar alması, herkesin rızasının alınıp ortak bir kararın çıkmasından sonra gerçekleştirilir ve Rousseau buna “genel kanaat” adını vermiştir. Rousseau’nun bu fikirleri, toplumsal sözleşme teorisinin de temelini oluşturur. Ona göre herkes kendisi için en iyi olanı kendisi belirler, fakat toplumun devamı için belli haklar karşılığında (mesela karar alma mekanizmasında sözünün geçmesi gibi) bazı haklarından (mesela yaşamak için öldürmek) feragat eder ve bunu daha üst bir otoriteye, yani devlete, bırakır. Bu sözleşme ise anayasadır. ABD’ye geldiğimizde ise, bu düşünce esasen Amerikan Devletinin kuruluş felsefesini oluşturmuştur ve bir nevi dünyadaki monarşilere karşı olan ilk tepki kabul edilebilir. Thomas Paine, Thomas Jefferson ve John Adams, Locke’dan etkilenerek, Amerika’nın bağımsızlığını yaşamak, özgür ve mutlu olabilmek için devam ettirmiştir. Burada Locke’dan farkları, Locke mülkiyet derken, bu kişilerin mutlu olabilmeyi daha önemli görmesidir. İdeoloji İçindeki Ayrılıklar Liberal düşüncenin başından beri sorguladığı en önemli konu devletin rolüdür. Bu tartışma modern tarih boyunca devam etmiştir. Temel soru her zaman şu olmuştur: Bir liberal hükümet nereye kadar vatandaşlarının refahı için aktif rol almalıdır? 19. yüzyılın sonuna doğru bazı liberaller, bireylerin özgür olabilmeleri için yiyeceğe, barınağa, eğitime ve devlet korumasına ihtiyacı olduğunu savunurlar. Bunun tam tersini savunanlar da vardır. Hatta o kadar devlet karşıtlığına gider ki bu, zaman zaman anarşizme dahi yaklaşırlar. Bu tartışma günümüzde de devam etmektedir. Diğer bir tartışma konusu ise doğal haklardır. 1810 yılında, Alman filozof Wilhelm von Humboldt, liberalizmin modern kavramlarını geliştirdi. John Stuart Mill ise bu fikirleri daha çok yaygınlaştırdı. Kolektivist eğilimlere karşı çıkarak bireylerin yaşam kalitelerine daha çok vurgu yaptı. J.S. Mill’in liberalizme bu açıdan kattığı en önemli kavram ise faydacılıktır. Mill, liberal fikirleri bir alet olarak görüp, liberalizmi pragmatist bir tabana oturttu. Günümüzde Liberalizm Günümüzde, özellikle komünist rejimin çökmesinden sonra, liberalizmin dünya sistemindeki yeri yadsınamaz bir durumdadır. Bireysel özgürlükler, kişi haysiyeti, düşünce özgürlüğü, dini hoşgörü, özel mülkiyet, evrensel insan hakları, hükümetin şeffaflığı, hükümetin gücünün kısıtlanması, egemenlik, ulusların kaderlerini kendilerinin belirlemesi, kişinin mahremiyeti, hukukun üstünlüğü, temel eşitlik, serbest piyasa ekonomisi ve serbest ticaret gibi fikirler, yaklaşık 250 yıllık bir geçmişi olan fikirlerin bir nevi sonucudur. Liberal demokrasi dünyada birçok bölgede yerleşen ya da yerleştirilmeye çalışılan temel rejim haine gelmiştir. Günümüzde liberalizm sözcüğü farklı yerlerde farklı anlamlara gelebilmektedir. En büyük fark ise ABD’de kullanılan anlamı ile dünyanın geri kalanında kullanılan anlamında yatar. ABD’de liberalizm, muhafazakârlığın karşıtı olan sosyal liberalizm anlamına gelir. Amerikalı liberaller serbest piyasaya düzenlemeyi onaylarlar ve aynı zamanda ırki, etnik, cinsel ve dini farklılıkları kabul ederler. Bu açıdan baktığımızda, çoğulculuğa yakınlardır. Avrupa’da ise, liberalizm algısı daha www.ulkuocaklari.org.tr 265 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ziyade serbest ticaret ve sınırlı hükümet algıları üstüne yatar. Bu açıdan sadece muhafazakârlığa ve Hıristiyan demokratlara değil, aynı zamanda sosyalizm ve sosyal demokrasiye de karşıdırlar. Liberaller insan hakları, hukukun üstünlüğü ve liberal demokrasiye çok fazla önem verirler. Seçilmiş temsilciler, hukuka uygun bir şekilde hareket etmelidirler ve bu güçlerini anayasaya göre kullanmalıdırlar. Liberaller çoğulcu sistemin yanındadırlar. Bu sistemde değişik siyasi ve soysal görüşler, ki bunlar aşırı da olabilir, demokratik bir tabanda siyasi gücü ele geçirmek için, belli zaman aralıklarında yapılacak olan seçimlere katılırlar. Liberaller farklılıkların demokratik yollarla çözülmesini savunurlar. Liberaller medeni haklara çok büyük önem verirler (Tüm vatandaşların kişisel özgürlüklerinin kanun ile korunması gibi). Bunun içerisinde ırk, cinsiyet ve sınıf ayrımı gözetilmeksizin bütün vatandaşlara eşit şekilde davranılması da dâhildir. Avrupa’daki liberaller yasal bir müdahale ile devletin istihdamda eşitliği sağlamasına karşılarken, ABD’de ise liberaller pozitif ayrımcılığı savunurlar. Avrupa’daki birçok liberal, cinsel ve ırksal ayrılığı bitirmek için kotalar konmasına karşıdırlar. Yine de, dünyadaki tüm liberaller, ırk veya cinsiyet temelli ayrımcılığın yanlış olduğuna inanırlar. Kapitalizm Liberalizmin temel ekonomik felsefesi olan kapitalizm, zenginliğin ve zenginliği elde etmek için kullanılan araçların özel mülkiyet temelinde yürütüldüğü bir ekonomik sistemdir. Kapitalizmle, toprak, işgücü ve sermaye özel bireylerce sahiplenilir, yürütülür ve ticari mal olarak kullanılabilinir. Yatırımlar, gelir, gelirin dağılımı, üretim, fiyatlandırma ve malların ve servislerin arzı, pazar ekonomisi içinde bulunan güçler tarafından belirlenir. Kapitalizmin en önemli özelliği, herkes kendi işgücüne sahip olması, böylece herkes bu işgücünü işverene istediği gibi satabilmesidir. Kapitalist bir devlette, devletin gücü piyasanın temel kurallarını düzenlemek ve uygulamakla sınırlandırılmıştır, fakat devlet kamu mallarını ve altyapıyı tesis edebilir. Kimi düşünürler, laissez-faire’in kapitalizmin özü olduğunu düşünürler. Laissez-faire ekonomiye devletin müdahalesinin kısıtlanmasını ya da tamamen ortadan kaldırılmasını ve arz ve talebin kendi dinamikleri çerçevesinde kendisini düzenlemesini öngörür. Fakat günümüzde laissez-faire ekonominin uygulandığı hiçbir ülke yoktur. Günümüzde devlet de bir şekilde ekonomik aktivitenin içinde yer almaktadır. Son yüzyıl boyunca, kapitalizm her zaman devlet planlı ekonomilerin tam zıttı olmuştur. Kapitalizmin temel aksiyomu, “En iyi kaynak dağıtımı tüketicilerin özgür iradeleriyle belirledikleridir ve üreticiler, tüketicilerin taleplerini yerine getirmeye çalışırlar.” teoremidir. Bu aksiyom devlet planlı ekonomilerininkinin tam zıttıdır. Bu yüzden, bu bakış açısının temel sonucu da özelleştirmenin asıl amacının daha verimli bir ekonomi yaratmak olduğudur. Kapitalist ekonomi, İngiltere’de 16. yüzyıldan itibaren giderek artan bir şekilde yerleşen bir ekonomik model olmuştur. Batı dünyasında feodalizm çöktükten sonra egemen bir ekonomik sistem haline gelmiştir. Britanya’dan Avrupa’ya siyasi ve kültürel liberalizm ile birlikte yayılmıştır. 19. ve 20. yüzyıllarda ise kapitalizm dünyanın birçok bölgesinde temel endüstrileşme aracı olmuştur. Türkiye’de Liberalizm Türkiye’de liberalizm denince siyasi bir hareketten ziyade ekonomik bir anlayış akla gelmektedir. Bunun da temelini kısmen Adnan Menderes dönemindeki bazı ekonomik açılımlar (özel girişimlere daha fazla serbestlik, özelleştirme politikaları, daha çok dış dünyaya uyum sağlama vb.) buna örnek gösterilebilir, fakat bu açılımlar beklenen başarıları getirmemiş, daha ziyade ciddi ekonomik sıkıntılar baş göstermiştir. Bu sıkıntılar da Menderes’in sonunu hazırlayan esas nedenlerden birkaçıdır. 266 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkiye’de liberalizm denince akla gelecek ilk siyasetçi Turgut Özal’dır. 1980’li yıllarda, özellikle Margaret Thatcher ve Ronald Reagan ile başlayan dönemde, dünyanın genel gidişine uygun bir şekilde ciddi anlamda ekonomik liberalleşme politikaları izlenmiştir. Bu dönemde özelleştirmeler hız kazanmış, Türk ekonomisi ithal ikame ekonomik modelden, serbest ticaret ekonomisine geçmiştir. Türkiye’de siyasal akım olarak liberalizm denildiğinde ise ciddi bir hareketin varlığından söz edemeyiz. Liberalizm daha ziyade aydın sınıfı arasında sıkışmış bir ideoloji olarak kalmıştır. Liberalizmin ekonomik ayağı ise muhafazakâr diyebileceğimiz partiler kanalıyla Türkiye’ye yerleştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, ekonomik liberalizmden ziyade güçlü bir liberal hareket görememekteyiz. Ülkücü Hareket’e Göre Liberalizm Ülkücü Hareket, Liberalizm’i tamamen reddetmemekle birlikte tam anlamıyla kabul de etmemektedir. Liberalizm’in hukukun üstünlüğü, kişi hak ve özgürlükleri ve mülkiyet hakkı hususlarındaki yorumları, Ülkücü Hareket’in getirdiği yorumlarla örtüşmektedir. Ancak ekonomik anlamda tamamen liberal bir düzen doğru kabul edilmemektedir. Tam liberal ekonomiler zengin-fakir uçurumunu derinleştirmektedir. Buna karşın Ülkücü Hareket, devlet tarafından denetim altında tutularak sosyal adaletin sağlanacağı yarı liberal bir ekonomik sistem öngörmektedir. Ayrıca liberalizmin aşırı kanatlarındaki pek çok görüş de bizim görüşlerimizle uyuşmamaktadır. Devletin rolünün aşırı derecede azaltılması, topluma anarşizm boyutuna varacak kadar serbestlik verilmesi Ülkücü Hareket’in görüşleriyle uyuşmamaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr 267 Ülkü Ocakları Eğitim Programı KOMÜNİZM ve SOSYALİZM Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN Komünizm, ortak mülkiyet ve üretim araçlarının ve mülkiyetin kontrolünün genele verildiği, eşitlikçi, sınıfsız ve devletsiz bir toplum yaratmayı öngören bir sosyoekonomik ve siyasi bir harekettir. Karl Marx’a göre komünizm insan toplumunun ulaşacağı son noktadır. Bu da ancak işçi sınıfının yapacağı devrimle olacaktır. Marxçı anlamda klasik komünizm, sınıfsız, devletsiz ve baskıdan uzak bir toplumu öngörmektedir. Siyasi bir ideoloji olarak komünizm, sosyalizmin bir dalı olarak görülür. Komünizm kapitalist ekonomik modelin ve emperyalizm ve milliyetçiliğin getirdiği “sorunları” çözme konusunda alternatif üretme çabasındadır. Marx bu problemleri çözmenin tek yolunun işçi sınıfının özgür bir toplum yaratmak için burjuvazinin yerine geçmesi olduğunu belirtir.[1] Komünizmin yaygın türleri, Leninizm, Stalinizm, Maoculuk ve Troçkizm gibi öğretiler Marxizmden etkilenmişlerdir. Karl Marx hiçbir zaman komünizmin nasıl bir ekonomik model öngördüğünü belirtmemiştir, fakat yazılarından çıkan sonuca göre ekonomik modelinin temelinde üretim araçlarının ortak kullanımı yatmaktadır. Komünizm günümüzde Bolşevizm ya da Marxizm-Leninizm gibi adlarla anılmaktadır. Komünizm Türleri: Marksizm’de, tıpkı diğer sosyalistler gibi, Marx ve Engels de kapitalizmin çökeceğini düşünmüşlerdir. Ama diğer sosyalistler uzun dönemli sosyal reformları öngörürlerken, Marx ve Engels kitlesel devrimin en son olacak olan, fakat kaçınılmaz olan bir süreç olduğunu öngörmüşler ve sosyalist devlete gidişte tek yolun bu olduğunu düşünmüşlerdir. Marksizm’e göre sınıflı bir toplumdaki bir insanın temel özelliği yabancılaşma içinde olmasıdır; bu yüzden komünizm insan özgürlüğünü ortaya çıkarabilecek yegâne yoldur. Marx’a göre komünizmin özgürlük anlayışı üç parçadan oluşur: unsuru, zorluğu ve amacı. Unsuru işçi sınıfı, zorluğu sınıf ayrılıkları, ekonomik eşitsizlikler, eşit olmayan şanslar ve yanlış bilinç, en sonunda amacı ise insanın temel ihtiyaçlarının giderilmesi ile ürünün adil dağıtımıdır.[2] Marksistlere göre komünizm insanların ne yapmak istiyorlarsa onu yapmasını sağlar, ama insanları öyle bir duruma ve ilişki ağına sokar ki, böylece insanların birbirini sömürmesine de engel olur. Marksizm’e göre sınıf mücadelesi ve devrim çabası işçi sınıfının “zaferiyle” sona erecek ve komünist toplum ortaya çıkacaktır. Marx, komünizm altında yaşamın nasıl olacağı konusunda pek fazla şeyden bahsetmemiştir. 19. yüzyılın sonunda, sosyalizm ve komünizm birbirlerinin yerine kullanılıyordu. Fakat Marx 268 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve Engels komünizmin kapitalizmin tam olarak yerleşmiş olduğu bir toplumdan doğrudan doğmayacağını savunurlar. İlk aşamada ortak mülkiyet sağlanacak, fakat sınıf ayrılıkları burada da devam edecek. İkinci aşamada ise bu sınıf ayrılıkları ortadan kalacak, bu yüzden de devlete artık hiç bir ihtiyaç kalmayacak. Lenin, sosyalizm kavramını ilk aşama için kullanırken, ikinci aşamayı ise komünizm olarak adlandırıyor. Marksizm-Leninizm, SSCB ve komünizmin dünyadaki birçok komünist parti tarafından kabul edilmiş olan bir türüdür. Bu anlayışa göre, işçi sınıfı şu anda “işçi devrimi”ni yapacak bilince ulaşamamıştır. Bu yüzden, bir öncü parti (ki bu komünist partidir) işçiler “için” devrimi gerçekleştirecek ve daha sonrasında ise işçilere “işçilik” bilincini verecektir. Marksizm-Leninizm’in temel ekonomik programı ise hızlı bir şekilde endüstrileşme ve kollektivizasyon temeline dayanmaktadır. Stalinizm ideoloji olmaktan daha çok bir hükümet sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Esasından Stalinizm’in ideolojik altyapısı da Marksizm-Leninizm’e dayanmaktadır. Stalinizm ise bunun yorumlanışıdır denilebilir. Bu yorumlamanın temelini ise hızlı sanayileşme ve kollektivizasyon oluşturmaktadır. Bu açıdan, Stalin döneminde ortaya konulan 5 Yıllık Planlar bunun en güzel örneğidir. Troçkizm, Stalin’le SSCB’nin liderliği için yarışıp kaybettikten sonra sürgüne yollanan Troçki’nin kendi Marksizm yorumudur. Troçki, olması beklenen işçi devriminin bütün dünyada gerçekleşmesini bekliyordu. O yüzden, Rusya’da olan devrimin oturtulmasını savunan Stalin’e nazaran, Troçki devrimin bir an önce diğer ülkelere de ihraç edilmesini savunuyordu. Maoculuk, Mao Zedong’un Çin’deki komünist devrimin nasıl olması gerektiğini yorumlaması ile ortaya çıkmıştır. Mao, Çin’in hiçbir şekilde endüstrileşmemiş ve geri kalmış toplumunda, doğal olarak da sömüren bir burjuva sınıfı görememiştir. O yüzden, ona göre sömürü, kentte yaşayan nispeten daha rahat konumdaki insanlardan gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında Mao, daha ziyade bir “köylü devrimi” öngörmüştür. SOSYALİZM Sosyalizm üretim araçlarının ve malların dağıtımının sahibinin kamu ya da devlet olması gerektiğini savunan bir tür ekonomik modeldir. Modern sosyalizm 19. yüzyılın sonlarına doğru sanayileşmenin ve özel mülkiyetin toplumda yarattığı sorunları çözme fikri olarak ortaya çıktı. Karl Marx’ın düşüncelerinden çıktığı düşünülse de, Marx, sosyalizmi kapitalist toplumdan komünist topluma geçerken atılan adımlardan biri olarak görmemiştir. Robert Owen gibi ütopik sosyalistler, kapitalist toplum içinde sosyalist anlayıştaki fabrikalar ve başka yapılar kurdular. Claude Henri de Saint Simon, teknokrasi ve endüstriyel planlamacılığın atası sayılır. İlk sosyalistler, teknolojinin kullanılmasıyla daha iyi bir toplumsal yapı oluşturulacağını tahmin etmişlerdir; ki günümüzdeki birçok sosyalist de bu görüştedir. İlk sosyalist düşünürler, meritokrasiye daha çok meyilli ilerken, günümüz sosyalistleri ise daha eşitlikçi bir yaklaşım gütmektedirler. Sosyalistler genel olarak, kapitalizmin sermayeyi kontrol eden küçük bir gruba güç ve zenginlik verdiğini, eşit olmayan bir toplum yarattığını ve toplumdaki herkese eşit fırsatlar sunmadığını düşünürler. Bu nedenle, sosyalistler bu zenginliğin dağıtımının daha çok emek-değer teorisine göre olması gerektiğini savunurlar. Sosyalizm denince akla sadece belli bir doktrini olan bir anlayış gelmemelidir. Mesela temel ayırım noktalarından birisi; sosyalist ekonominin nasıl kurulacağına dair farklı açıklamaları olan reformcular ve devrimciler ayrımıdır. Bazı sosyalistler üretim araçlarının ve gelirin dağıtımının tamamen millileştirilmesini savunurlarken, diğerleri ise piyasa ekonomisi içinde devlet kontrolünü yeterli bulurlar. Sosyalistler, bütün üretim araçlarını kontrol eden devletin yönetimindeki Sovyet modeli olan www.ulkuocaklari.org.tr 269 Ülkü Ocakları Eğitim Programı güdümlü ekonomiden esinlenmişlerdir. Yugoslavya, Macaristan, Polonya ve Çin gibi bazı ülkeler ise serbest ticaret ve üretim araçları hariç serbest fiyatlandırmaya izin veren piyasa sosyalizmini benimsemişlerdir. Türkiye’de Komünizm ve Sosyalizm: Türkiye’de komünizmin temeli Kurtuluş Savaşı’na kadar götürülebilse de tam anlamıyla güç kazandığı dönem 1968’den sonrasıdır. 1920 yılında Mustafa Suphi önderliğinde Türkiye Komünist Partisi kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında Bolşeviklerin yardımına ihtiyaç duyan Mustafa Kemal Atatürk, o dönemde partinin kurulmasına izin vermiştir. Ne var ki, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra parti yasadışı ilan edilmiş, parti kapatılmıştır. Bu dönemde parti üyeleri daha ziyade bir gizli örgüt şeklinde toplantılar düzenlemişlerdir, fakat bir başarı yakalayamamışlardır. 1960’lara kadar ciddi anlamda komünist bir hareketten bahsetmek zordur. 1960’lardan sonra ise, özellikle Ülkücü Hareket’e olmak üzere, ciddi boyutlara varacak şekilde terörist faaliyetler içine girmişlerdir. 1972’de kurulan Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist ve onun silahlı kanadı ‘Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’ ve 1978’de kurulan PKK ve Dev-Sol o dönemin en önemli terör örgütleri arasında gösterilebilir. Bunların arasında ise o dönemin en etkili saldırılarını DevSol ve onun gençlik kolu olan Dev-Genç yapmıştır. Ülkücü şehidimiz Gün Sazak ve nicelerinin şahadete ulaşmasında ve ayrıca Nihat Erim suikastında bu terör örgütünün parmağı vardır. Günümüzde komünizm “%0”larla ifade edilebilecek kadar azınlıkta olan bir harekettir. Bunun temel nedeni, elbette ki, Sovyet rejimin çökmesidir. Bu rejimin çökmesi, birçok komünistte hayal kırıklığı yaratmış, birçoğu fikirlerinde “yumuşamaya” gitmiş, kimisi liberal (Hasan Cemal vb.), kimisi ise ulusalcı (İlhan Selçuk, Doğu Perinçek vb.) olmuşlardır. Başbuğ Alparslan Türkeş’im Komünizm ve Marksizm Hakkındaki Düşünceleri Sınıfçı sistemlerin birincisi, Marksizm’dir, Türk Milletinin en büyük düşmanı olan Marksizm, nazariyatta sahte bir işçi sınıfını esas alır. Ancak tatbikatta, devlet yönetiminde işçi sınıfının yeri yoktur. Bütün yetkililer, işçi sınıfının öncüsü adı verilen komünist partisinde toplanmıştır. Devlet yönetimi ve toplum düzeninin bütün kurumları, komünist partisinin inhisarına bırakılmıştır. Komünist nazariyeye göre, işçi sınıfı, küçük bir sınıfa benzer. Nasıl ki çocuk, kendi gerçek menfaatlerini göremez ve onları koruyamazsa, işçi sınıfı da gerçek menfaatlerini koruyamaz. Bu sebeple çocuğun gerçek menfaatlerini korumak için tayin edilen veli veya vasi gibi, işçinin gerçek menfaatlerini korumak içinde bir veli veya vasiye, yani bir mümessile ihtiyaç vardır. İşte bu mümessil, komünist partisidir. Bu sistemde komünist partisinin yaptığı her şey, işçi lehine sayılır. İşçi, gerçek menfaatlerini takdir edecek durumda olmadığı, tıpkı küçük bir çocuk gibi gerekli fikri ve akli yeteneklere sahip bulunmadığı için, bir itiraz hakkı yoktur. İşçi sınıfı devleti olduğunu söyle-yen Marksist devlet yapısının, işçi sınıfına verdiği değer işte bundan ibarettir. Böyle bir fikirden hareket eden Marksizm, sonunda işçi sınıfı yönetimini değil, komünist partisi ve diktatoryasını kurmuştur. Şunu belirtmek gerekir ki, Marksist devlet düzeninde parti ile devlet birbirine benzerler. Bu düzende komünist partisi ile devlet bütünleşmiş, kaynaşmıştır. Komünist partisi, devletin memurları, yüksek rütbeli subaylar, hâkimler ve polis şefleri komünist partisinin üyesidir. Marksizm, özel mülkiyeti devletleştirmişti. Ülkede her şeyin sahibi tek bir patron belirmiştir. Bu patron, komünist devlettir. Ancak devlet mücerret bir kavramdır. Devlet çarkının işleyebilmesi için organlara, insanlara ihtiyaç vardır. Marksist devlet düzeninde bu çarkı işleten insanlar sadece komünist partisi üyeleridir. Komünist partisine üye olmayan devlet mekanizmasında görev alamaz. Mülkiyet devletin hâkimiyetinde bulunduğuna göre, Marksist devlette üretim araçlarının gerçek ve tek sahibi komünist partisi üyeleri olmuştur. Unutmamak gerekir ki, mülkiyet insana bir şey üzerinde faydalanma ve kontrol verir. Komünist sistem faydalanma ve kontrol hakkını fertlerden 270 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı almış, devlete ve dolayısıyla komünist partisi üyelerine vermiştir. Böylece komünizm tarihte ilk defa olarak, mutlak ve tekelci bir mülkiyet türü olan parti mülkiyetini veya bürokratif mülkiyeti yaratmıştır. Komünistler, mülkiyeti, hırsızlık mahsulü sınıflara meydan veren bir sömürü aracı olarak vasıflandırdıkları halde bundan vazgeçememişler, bilakis devletleştirdikleri mülkiyeti, komünist partisinin kontrolüne vermekle yeni bir sınıf yaratmışlardır. Tarihin en sömürücü, tekelci ve mutlak sınıfı olan bu yeni sınıf, kapitalist toplumlarda bile rastlanmayan bir devlet ve parti burjuvazisi doğurmuştur. Böylece sınıfsız bir toplum kurmak isteyen komünizm, tarihin en mutlak sınıf diktatoryasını kurmuştur. Komünist partisi üyesi bir avuç mutlu azınlık dışındaki herkes, mülkiyet hakkından mahrum olduğu için, hürriyetten de mahrum edilmiştir. Komünist rejim, insanların ellerinden mülkiyetini alırken, şeref ve hürriyetini de almış, milyonlarca insanı esarete mahkûm etmiştir. Ülkücü Hareket’e Göre Komünizm ve Sosyalizm 1970-1980 arası dönem boyunca Ülkücü Hareket Komünizm ve Sosyalizm’e karşı büyük bir mücadele vermiştir. Bu süreçte Ülkücülük ve Komünizm iki zıt cephe olarak görülmüş, Türk gençliği bu iki cephede karşı karşıya gelmiştir. Ülkücü Hareket’in Komünist ideolojilerin karşısında yer almasının pek çok sebebinden ilki mülkiyet hakkının bu ideolojiler tarafından yok edilmek istenmesidir. Dinimize göre mülkiyet kutsaldır. Ayrıca emeğinin karşılığını muhafaza etme hakkı bulunmayan bireyler sömürüye açık hale gelmektedir. Komünist ideolojiler bu hakkı ortadan kaldırmakla iddia ettikleri gibi sınıfsal farklılıkları kaldırmayı değil, elit kesim olarak toplumu sömürmeyi amaçlamıştır. Ülkücü Hareket, dinimizin de kutsal saydığı mülkiyet hakkını savunur. Bu bakımdan tüm Komünist ideolojilerin karşısında yer alır. Dünya üzerinde Komünist-Sosyalist toplum denemelerinin tamamı büyük katliamlara sebep olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında SSCB tarafından milyonlarca insan sürgün ve toplu katliamlarla yok edilmiştir. Ayrıca bu ideolojilerin mensupları Komünizm’e ulaşmak için kanlı devrimlerle yönetimi ele geçirme yolunu tercih etmişlerdir. Halk için yapıldığı iddia edilen bu devrimlerde öncelikle halkın katledilmesi, bu ideolojilerin samimiyeti konusunda ciddi soru işaretleri oluşturmaktadır. Halkçılık maskesinin arkasına sığınarak katliamlara girişen Komünistlerin aksine Ülkücü Hareket, halkın katledilmesine müsaade etmez. Ülkücü Hareket, Türk milletinin varlığı için ortaya çıkmıştır. Ona zarar vermeyi düşünmek bir yana, milletine kastedecek her türlü hareketin de karşısında yer alır. 1970’lerde de Ülkücü Hareket milletini korumak için Komünizm’e karşı mücadele vermiştir. SSCB örneğinde de görülebileceği gibi Sosyalist devletler totaliter yapıdadır. Kişi hak ve özgürlüklerini hiçe sayan, toplumu insan olarak değil de üretim yapacak bir yığın olarak gören bu devletler, milletine eziyet eden dev sömürü çarklarıdır. İddia ettiklerinin aksine diğer devletlerden daha az eşitlik ve özgürlük sağlarlar. Ancak topluma verdikleri zarar en yüksek orandadır. Bu zararlardan biri de, toplumu oluşturan kültürel değerlerin yok edilmesidir. Geleneksel kültürü ortadan kaldıran Sosyalist devletler, her türlü dini inancı da yok etmeyi hedeflemiştir. Mücadelesindeki en büyük güç kaynağı İslam inancı olan Ülkücü Hareket’in, dinleri yok sayan bir ideolojiye kucak açması mümkün değildir. Komünizm ve Sosyalizm hareketleri tüm topluma ve toplumun değerlerine saldırı niteliği taşımakta iken, milletinin bekasını kendine dava edinen Ülkücülerin bu ideolojiler ile mücadele etmesi zaruridir. Kaynakça Joad, Cyril. E. (1966). Sosyalizm, Sendikalizm, Komünizm, Anarşizm. İstanbul: Habora kitabevi. Marx, Karl. (1975). Capital. New York: International Publishers. Marx, Karl. (1963). The Communist manifesto. New York: Russell & Russell . Dipnotlar [1] Marx, K. (1975). Capital. New York: International Publishers. [2]Marx, K. (1975). Capital. New York: International Publishers. www.ulkuocaklari.org.tr 271 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ANARŞİZM Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN Anarşizm olarak adlandırılan akım, ‘devlet’ mekanizmasını zararlı gören ve bu yapıyı kabul etmeyen siyasi bir düşüncedir. Anarşizm, Aydınlanma Çağı’nın laik anlayışından ortaya çıkmıştır. Fransız İhtilalı zamanında bazı gruplar Jakobenlerin[1] gücü merkezileştirme politikalarına karşı olduklarını belirtmek amacıyla olumlu anlamda kullanılmıştır. William Godwin modern anarşizmin ilk tanımlayıcısı olarak kabul edilir. [2] Kendisini ilk defa bir anarşist olarak tasvir eden kişi ise Pierre-Joseph Proudhon’dur. Proudhon ‘spontane düzen’ kavramını ortaya atmıştır. Bu düzende herkes dilediği her şeyi yapabilecek ve merkezi bir otorite olmayacaktır. Godwin gibi Proudhon da şiddet içerikli devrimsel harekete karşıdır. Proudhon anarşiyi, düzeni korumak ve her türlü özgürlüğü sağlamak için bireyin özgür karar alabilmesi ve uygulayabilmesini tek başına yeterli olarak görmektedir. Proudhon’un bu düşüncesi sonucunda, adaleti sağlayan ‘polis’ ve sosyal devlet için gerekli olan ‘vergi’ gibi gereklilikler en aza inecektir. [3] Anarşist hareketler temel olarak bireycilikten kolektivizme uzanan geniş bir yelpazede ve radikal sol hareketin içerisinde değerlendirilir. Bu bağlamda anarşist ekonomi ile anarşist felsefe, komünizmin, kolektivizmin ve sendikalizmin anti-otoriter yönlerini almıştır. Öte yandan anarşizm her zaman bireyci akımın içinde yer almış ve ‘anarşist serbest piyasa ekonomisi’ni ve özel mülkiyeti savunmuşlardır. Anarşizmin genel eğilimi, komünist anarşizmde benimsenen sosyal hareketliliktir. Bazı anarşistler her türlü baskıyı reddederken, bazıları ise anarşiye giden yolda güç kullanılmasını meşru görürler. Bu farklı görüşler, anarşizm kendi içerisinde bile çelişebilmesine ve bu doğrultuda farklı uygulamalara yol açmaktadır. Uygulamalar ve yorumlardaki farklılıklar anarşizmin içinde şiddet kültürünü doğurabilmekte ve bu bağlamda terör eylemlerinin bir takım anarşistler tarafından uygulanmasına sebep olmaktadır. Anarşizm Türleri: Egoizm, bireysel anarşizmin en aşırı türüdür. Max Stirner’ın geliştirdiği bir kavramdır. Stirner’a göre bireyleri bir şeyi elde etmekten alıkoyabilecek tek güç onların kendi iradesidir. Ona göre toplum diye bir şey olmamakla birlikte var olan aslında bireylerdir. Stirner’a göre, eğer bireye göre doğru olan ‘öldürmek’ ise, öldürme eylemini yapmak da meşrudur. Stirner devleti gayrimeşru 272 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı olarak görür, lakin bireylerin görevinin onu yok etmek olduğunu söylemez. Bireylerin, devleti görmemezlikten gelmeleri gerektiğini savunur.[4] Anarşist Komünizm, en özgür sosyal organizasyonun kendi kendini yöneten, içinde üretim araçlarının ortak kullanıldığı ve doğrudan demokrasinin uygulandığı komünler olduğu savunan bir anarşizm türüdür. Anarşist komünizmde para ortadan kaldırılacak ve işçiler herhangi bir maaş alamayacaklar. Böylece kaynaklara serbestçe ulaşım doğacak, para yerine ‘kaynaklara serbest ulaşım’ imkanı sağlanacaktır. Anarşist komünizmin en önemli temsilcileri Peter Kropotkin ile Murray Bookchin’dir. Anarko-sendikalizm, maaş sistemini ve üretim araçlarındaki özel mülkiyeti kaldırmayı amaçlayan bir akımdır. En önemli ilkeleri, işçi dayanışması, kuvvete başvurma ve özyönetim şeklinde ifade edilebilmektedir. Anarko-sendikalizm akımında ‘hiyerarşik olmayan bir toplum’ hayali vardır. Bunun için de işçi örgütleri kurularak toplumsal devrim yapılmasını savunur. Anarko-kapitalizm, özel mülkiyeti savunan, her türlü üst otoriteyi reddeden ve toplumsal etkileşim için en gerekli mekanizmanın, serbest piyasa olduğunu düşünen bir anarşist akımdır. Anarkokapitalist toplumda gönüllü piyasa işlemleri eninde sonunda polisin, savunmanın ve altyapının ortadan kaldırılmasına neden olacaktır. Bu akım Pierre-Joseph Proudhon’in ‘anarşizm’ düşüncesiyle büyük benzerlikler gösterir. Anarka-feminizm, radikal feminizmle anarşizmin bir karışımıdır. Bu akımda, toplum gönüllü olmadığı bir hiyerarşiye uymak zorundadır. Bu zorunluluğun nedeni olarak da toplum içindeki ataerkil yapı olduğu savunulur. Bu hiyerarşinin kaldırılması için geleneksel aile ve eğitim kurumlarının kaldırılmasını öngörür. En önemli temsilcileri Lucy Parsons, Emma Goldman ve Voltairine de Cleyre’dir. Ülkücü Hareket’e Göre Anarşizm Ülkücü Hareket, ortaya çıktığı ilk andan beri etkili olduğu tüm coğrafyaları kana bulayan, toplumu ve tüm toplumsal değerleri ortadan kaldırmayı hedefleyen anarşizme şiddetle karşı çıkmaktadır. Bireyin toplumu oluşturan tüm ilke ve kuralları reddetmesi, diğer bireylerin kişisel haklarına saldırı niteliği taşımaktadır. Türk milliyetçilerinin hedefindeki toplum ise, birbirlerine saygılı, toplumu oluşturan kurallara uyan, diğer bireylerin varlıklarına saygı gösteren bireylerden oluşmaktadır. Anarşizmin hakim olduğu coğrafyalarda kargaşa hakimdir. Ülkücülerin hedefindeki dünya düzeninde ise şiddetin yeri yoktur. Ayrıca anarşizm tüm inançları ve gelenekleri reddetmektedir. Türk milliyetçileri, Türk milletini oluşturan tüm kültürel değerleri ve inançları muhafaza etmeyi kendine görev edinmiştir. Milletin varlık sebeplerine saldıran bir ideolojinin Türk milliyetçileri tarafından müsamaha görmesi mümkün değildir. Bu sebeple Ülkücü Hareket her türlü anarşizmi reddeder, toplumu bir arada tutan kuralların korunmasına özen gösterir. Dipnotlar [1] Jakobenler Fransız İhtilalı’ndan sonra ortaya çıkan, ihtilaldan sonra parlamentoda üstünlüğü alıp iktidar olan, muhafazakâr, merkeziyetçi bir partidir. [2] Stanford Encyclopedia of Philosophy. (2009, Nisan 8). William Godwin. [3] Proudhon, P.-J. (1969). Selected Writings. New York: Garden City. [4] Stanford Encyclopedia of Philosophy. (2006, Ağustos 4). Max Stirner. www.ulkuocaklari.org.tr 273 Ülkü Ocakları Eğitim Programı FAŞİZM Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN Faşizm aşırı milliyetçi ve hatta ırkçı unsurları içinde bulunduran siyasal bir ideolojidir. Faşizm, aynı zamanda, ekonomik anlamda korporatizm demektir. Faşist düşünürler, tek parti sisteminin olması gerektiğini savunurlar. Faşistlere göre uluslar ve ırklar daima birbirleriyle mücadele halindedirler ve bu mücadeleden sadece güçlü olanlar çıkabilecektir. Faşist hükümetler, hükümete doğru gelebilecek her türlü muhalefeti ve eleştiriyi bastırırlar. Faşizm sınıf mücadelesinin karşısındadır ve liberalleri sınıf mücadelesi yaratmakla, komünistleri ise bu sınıf mücadelesini sömürmekle suçlarlar. Faşizmin Temel İlkeleri: 1. Aşırı milliyetçilik ve ırkçılık: Faşistler toplumdaki ırk ve millet mücadelesini esas alırlar. Ulus ise tek bir organik yapı olarak görülür. Faşistler, etki alanının, gücün ve topraklarının yayılmasından yanadırlar. İtalyan faşistler, genişlemeci emperyalizmin gerekli olduğunu savunurlar. Benzer şekilde, Naziler de Alman ulusuna rahat bir yaşam alanı yaratmak için genişlemek gerektiğini savunmuşlardır.[1] Faşistler pasifizm karşıtıdırlar ve ulusun savaşçı bir zihniyette olması gerektiğine inanırlar. 2. Otoriterlik: Bütün faşist hareketler, bir diktatör tarafından yönetilen tek parti sistemli bir hükümet düzeninin olmasını savunurlar. Birçok faşist hareket totaliter rejimi savunur. Bunun en güzel örnekleri İtalya’da ve Nazi Almanyasında görülmüştür. Bir diğer önemli nokta ise faşist liderler genellikle kendi dillerinde lider anlamına gelecek unvanlarla çağrılırlar. Almanya’da Führer, İtalya’da Duce ve İspanya’da Caudillo bunun en güzel örnekleridir. 3. Sosyal Darwinizm: Sosyal Darwinizm, güçlü olanın ayakta kalacağına inanan bir düşüncedir. Faşist hareketler ulusları, ırkları ve toplumları bu açıdan ele alırlar. İtalyan faşist Giovanni Gentile’ye göre, ilerleme bir tarafın diğer taraf üstünde üstünlük sağlamasıyla elde edilebilir. Bu açıdan bakıldığında, dünyayı ulusların ve ırkların birbirleriyle mücadelesi olarak gören faşistler, toplum içindeki zayıf ya da sakat insanların “temizlenip” güçlü bir ırk yaratılması gerektiğini savunurlar. 4. Sosyal müdahalecilik: Genel olarak, faşist hareketler devletin çıkarlarına hizmet edecek bir toplum yaratma amacı içine girerler. Bunun içinse yeni bir toplum yaratılmalıdır. Örneğin Naziler saf bir Aryan ırkı yaratmak için, Aryan olmayanların ortadan kaldırılması gerektiğini savunurlar.[2] Faşist devletler toplumu kendi faşist hareketlerine katmak için sürekli bir beyin yıkama halindedirler. 274 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Eğitim, faşist hareketi yüceltecek şekilde düzenlenir ve o ulusa ait olmanın ne kadar büyük bir onur olduğu anlatılır. Bu açıdan bakılınca, faşist hareketler düşünmekten ziyade itaat halinde bulunan bir tek tip toplum yaratmak amacındadırlar. Bu yüzden aydın karşıtıdırlar. Naziler aydınları ve üniversite profesörlerini hor görmüşlerdi. Hitler bunların güvenilmez, gereksiz ve hatta tehlikeli olduklarını savunmuşlardı. Faşizmin Türleri: İtalyan faşizmi dünya üzerindeki ilk faşist harekettir ve faşist kelimesinin türediği yerdir. Benito Mussolini tarafından kurulmuştur ve daha sonraki faşist hareketler için ilham kaynağı olmuştur. Burada faşizm I. Dünya Savaşı’nın getirdiği toplumsal ve siyasi huzursuzlukların ve İtalya Krallığı’nın İtilaf kuvvetleri arasında yer almasına rağmen, Versay Antlaşması ile istediğini tam olarak elde edememesi neticesinde doğmuştur. Benito Mussolini Fascisti adlı derneği kurarak faşizmin kurumlaşma sürecini açmıştır ve bir anda önemli destek bulmuştur.[3] Bu kadar kısa sürede bu kadar hızlı destek bulmasının sebebi sınıf mücadelesine dayalı ayrımcılığı reddetmesi ve her türlü sınıf mücadelesine karşı çıkmasıdır. Bunun yerine Mussolini daha milliyetçi öğeler içeren konuşmalar yapmıştır. Mussolini ve faşist arkadaşları aynı anda hem devrimci hem de gelenekçilerdi. Mussolini’nin yakın arkadaşlarından biri olan Dino Grandi, İtalya sokaklarında düzeni sağlamak amacıyla savaş gazilerinden oluşan Kara Gömlekliler adlı silahlı bir örgüt kurdu. Bu örgüt, geçit törenlerinde ve gösterilerde komünistlerle, sosyalistlerle ve anarşistlerle çatıştı. Hükümet nadiren Kara Gömleklilerin hareketlerine müdahale etti. Fascisti o kadar hızlı büyüdü ki kendini Roma’daki bir kongrede Nasyonal Faşist Parti haline dönüştürdü. Ayrıca, 1922 yılında Benito Mussolini kral tarafından başbakan olarak atandı. [4] Roma İmparatorluğu’nun kavramlarından etkilenen Mussolini, İtalya’yı İtalyan İmparatorluğu’na dönüştürdü. Mussolini’nin hayali İtalya’yı dünyada korkulan bir devlet haline getirmekti. 1923 yılında Korfu Adasını bombalaması bunun bir örneğidir. Ardından Arnavutluk’a kukla bir rejim yerleştirdi ve daha sonra Libya’daki bir isyanı bastırdı. En büyük hayali Akdeniz’i tamamen ele geçirmekti. Nazizm 1933’ten 1945’e kadar Almanya’yı yöneten Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin siyasal ideolojisidir. 1932’de Naziler, Almanya’da başa demokratik seçimlerle geldiler; ertesi yıl liderleri Adolf Hitler Almanya Şansölyesi olarak atandı. Hitler’in Kavgam adlı kitabı nasyonal sosyalist ideolojiyi tam olarak yansıtmaktadır. Mussolini’nin Roma’ya yürüyüşünden etkilenen Naziler, benzer şekilde “kızıllar” tarafından yönetildiğini öne sürdükleri parlamentoya yürümek için Berlin’e yürüyüşü başlattılar. Hitler, kendisinin İtalya’daki Mussolini ile aynı amacı güttüğünü söylemesi, Mussolini’nin hareketinden etkilenen birçok Alman’ın Nazi Partisi’ne girmelerini sağladı.[5] Nazizm’in tam olarak bir faşist hareket olup olmadığı tartışılan bir konudur. Fakat çoğu kişi Nazizm’in ırk odaklı bir faşizm olduğunu savunurken, İtalya’dakinin ise daha çok devlet odaklı bir faşizm olduğunu savunur. Nazizm’i İtalyan faşizminden ayıran temel nokta da budur. İtalyan faşizmi bireyi devlete hizmet eden olarak görürken, Nazizm bireyi ve aynı zamanda devleti, ırka hizmet eden olarak görür. Ülkücü Hareket’e Göre Faşizm Türk milliyetçileri mücadelelerinin her döneminde liberaller, sosyalistler, sosyal demokratlar ve hatta siyasal İslamcılar tarafından “faşist” olmakla itham edilmişlerdir. Ancak ülkücülük, faşizm ile taban tabana zıt bir kavramdır. Faşizmin temel ilkelerinden biri olan ırkçılığın ülkücü fikir sisteminde hiçbir zaman yeri olmamıştır. Bizim millet anlayışımız dil, kültür ve inanç ortaklığından gelmektedir. Bize göre Türk olmak için bu ortak değerleri paylaşmak ve Türk milletine mensubiyet www.ulkuocaklari.org.tr 275 Ülkü Ocakları Eğitim Programı şuuru ile bağlanmak yeterlidir. Etnik köken, asla insanları sınıflandırmada kullanılamaz. Dinimiz de ırkçılığı lanetlemiştir. Bu sebeplerden dolayı Ülkücü Hareket her zaman ırkçılığın karşısında yer almıştır. Faşizme göre millet, devletin hizmetkarı konumundadır. Milletin geleceğinden ziyade devletin otoritesi önem kazanmıştır. Ancak Türk devlet felsefesinde devletin görevi milletine köle muamelesi yapmak değil, milletin bekası için çalışmaktır. Buna karşılık milletin de devletine karşı yükümlülükleri mevcuttur. Ancak asla faşizmde olduğu gibi taraflardan biri diğerinin kölesi değildir. Hun ve Göktürk devletlerinde hakan, milletini doyurmak ve giydirmekle yükümlüdür. Ülkücü hareket, atasının takip ettiği devlet felsefesini benimsemiştir. Devlet ve millet asla birbirinin kölesi ya da düşmanı değil, birbirini tamamlayan iki kurumdur. Faşizmin kaynaklarından biri olan Sosyal Darwinizm, ülkücüler tarafından asla kabul edilemeyecek sapkın bir fikirdir. Ülkücü hareket Nizam-ı Alem ülküsünü kendine dava olarak kabul etmiştir. Dünyayı kuralların olmadığı, güçlünün güçsüzü yok ederek büyüyeceği bir yer olarak kabul eden Sosyal Darwinizm’e müsamaha göstermesi düşünülemez. Bu tür ideolojiler dinimizce de doğru kabul edilmemektedir. Görüldüğü gibi faşizm, ülkücülük fikriyle uzaktan yakından alakası olmayan sapkın bir ideolojidir. Diğer ideolojilerin mensuplarının iftiraları son derece yersiz ve mantıksızdır. Ülkücüler faşizmin her zaman karşısında olmuşlardır. Dipnotlar [1]Kershaw, Ian. (2000). Hitler. W.W. Norton. [2]Kershaw, Ian. (2000). Hitler. W.W. Norton. [3]Sarti, R. (1970). Fascist Modernization in Italy: Traditional or Revolutionary. The American Historical Review , 1029-1045. [4]Sarti, R. (1970). Fascist Modernization in Italy: Traditional or Revolutionary. The American Historical Review , 1029-1045. [5]Kershaw, Ian. (2000). Hitler. W.W. Norton. Kaynakça Kershaw, I. (2000). Hitler. W.W. Norton. Sarti, R. (1970). Fascist Modernization in Italy: Traditional or Revolutionary. The American Historical Review , 10291045. 276 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı IRKÇILIĞIN DOĞUŞU, GELİŞİMİ ve GÜNÜMÜZDEKİ DURUM Tolga ÖZDEMİR Irk nedir? Irk kavramı, insanların fizyolojik ve biyolojik farklılıklarını yansıtır. Ve bu kavram bilim adamlarına göre MÖ 14. ve 15. yy.lara kadar uzanmaktadır.[1] İnsanların aynı kökten türediği öne sürülürken, farklılığın göçlerle oluştuğu ve değişik fiziksel özelliklerle beraber ırkların ortaya çıktığı düşünülmektedir. İbn-i Haldun’a göre ırklar arasındaki farklar coğrafi ve kozmik faktörlerden dolayı oluşmuştur. Darwin’e göre ise bu doğal seçilim yoluyla gerçekleşir. Irk kavramına atfedilen tanımlar ve açıklamalar 17. yy.da Fransız bilgin Bernier ile başladı. Bu tanımlarla beraber antropoloji (ırk bilimi) de ortaya çıktı ve gelişmeye başladı. Irk kavramının bilimsel arenada tartışılmaya başlanmasıyla, birçok bilim adamı tarafından ırkî farklılıklar sınıflandırılmaya ve kategorize edilmeye çalışıldı. Bu çalışmalar daha çok fiziki ve fizyolojik farklılıkların, ırklar üzerinde etkili olduğunu kanıtlamak için yapılmıştır. Örneğin, Fransız etnoloji uzmanı Joseph Arthur Gobineau ve sonradan Alman uyruğuna geçen Houston Stewart Chamberlain’in yaptıkları sınıflandırmada beyaz ırkın üstünlüğü kanıtlanılmaya çalışılmış ve “Arî Irk” kuramı ortaya atılmıştır. Bir diğer örnekte ise, İsveçli botanikçi Linnaeus, insanları Afrikalı, Amerikalı, Asyalı ve Avrupalı olarak sınıflandırırken, bu çalışmaların objektif olduğunu savunmuştur. Fakat Afrikalıları uyuşuk, Asyalıları aç gözlü tanımlarken; Amerikalıları dik başlı, Avrupalıları ise zeki ve kuvvetli olarak tanımlamıştır. [2] Bu sınıflandırmalar ve tezler bilimsel olarak günümüze kadar kanıtlanmamış olmalarının yanı sıra ırkçılığın körüklenmesine ve ırkçı doktrinlerin oluşmasına yol açmışlardır. Irkçılık Irkçılık (Racism), insanların toplumsal özelliklerini biyolojik ve ırkî özeliklerine indirgeyerek, bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğretidir.[3] En genel anlamda ise ırkçılık, ırkî farklılıkların insanların yeteneklerinde belirleyici olduğunu ve bir ırkın bu farklılıklardan dolayı diğer ırklardan daha üstün ve yüce olduğunu savunan görüştür. Irkçılık doktrininde insanlar birey olarak değer taşımazlar; ait oldukları ırk, toplum ya da soy onların kişiliği üzerindeki en belirleyici rolü oynar. “Irkçı” terimi ise asıl olarak ırkçılık fikrini savunan kişiler için kullanılmasına rağmen 1940’ların sonunda aşağılayıcı bir terim olarak kullanılmaya başlamıştır. Faşizm ve Nazizm için aynı şekilde kullanılmaya başlanan bu terim aslında bir kavram kargaşası yaratmıştır. Çünkü Faşizm İtalya’da uygulandığı şekliyle, baskının ve kesin bir otoritenin adıdır. Nazizm ise Alman ırkının üstünlüğü www.ulkuocaklari.org.tr 277 Ülkü Ocakları Eğitim Programı temel alan bir görüş ve yönetim şeklidir. Buradan yola çıkarsak ırkçılığın daha çok Nazizm’e yüklenebilecek bir sıfat olduğu anlaşılacaktır. Bütün olarak bu yargılar da insanları fiziksel özelliklerine göre kategorize etmeye sebep olmuş ve dünya üzerinde birçok yıkıma sebebiyet vermiştir. Irkçılığın Tarihi Gelişimi ve Siyasi Yönden Irkçılık Irkçılığın tarihi eski çağlara kadar uzanır. Özellikle Yunanlılarda belirginleşen bu düşünce, içtimai hayatı düzenleyen bir sistemden çok eşitlik ve eşitsizlik üzerinde yapılanmıştır. Örneğin meşhur Yunan filozofu Platon’un aşağıdaki düşünceleri dikkat çekicidir: “Yunanlı olmayanlar(Barbarlar ya da köleler) aşağı adamlardır. Bunlar için en büyük şeref Yunanlılar tarafından idare edilmektir.[4] Çirkin, hasta ve cılız olanlara da yaşama hakkı tanınmamalıdır.” Buradan yola çıkarsak ırkçıların kendilerinden farklı ırklara yaşama şansı vermediği, buna ek olarak, ırkçıların diğer ırkların kendi ırklarına hizmet etmelerini istedikleri anlaşılacaktır. Rönesans ve Reform hareketleriyle canlanan Avrupa’nın da kendi temellerini oluşturan Yunan felsefesinden etkilenmesi pek muhtemeldir. Çünkü Rönesans ve reform hareketleriyle beraber hiç gitmedikleri yerlere giden Avrupalılar, gittikleri yerlerde farklı ırklardan insanlarla tanışmışlardır. Ve bu tanışma Müslümanlardaki gibi olumlu olmamıştır. Farklı ırklarla karşılaşan Avrupalılar bu ırkları sömürmeye ve köleleştirmeye başlamıştır. Böylece kölelik sistemi de Avrupa’da doğmuş oldu. Diğer yandan Avrupalıların Amerika kıtasını keşfettikten sonra Amerika yerlilerine uyguladıkları asimilasyon da başka bir ırkçı örnektir. Arî ırkın üstünlüğüne inanan Nazi Almanyası döneminde ise ırkçılık bir siyasi anlayış haline gelmiş ve devletin yönetim şeklinin en baskın unsuru olmuştur. Alman ırkçılığında antisemitizm ve Nazizm (Ulusal Alman Sosyalizmi) birbirinden ayrılmaz birer parçadır. Naziler insanlık tarihini bir “ırklararası mücadele” olarak görmüş ve kendilerinden farklı olanları eksik ve aşağı ırklar olarak tanımlamışlardır. Onlara göre arî ırkın saflığının korunması gerekmektedir. Bununla beraber ırkçı Naziler, hastalıkları birer leke olarak görürler ve bunların çoğalmasını arî ırk için bir tehlike addederler. 1939 yılında hastanelerdeki hastaları ve engelli kişileri düzenli bir şekilde öldürmeleri[5] bundan dolayıdır. Bunun yankılarını önlemek içinse bu katliama güzel bir ad vererek “ötenazi” demişlerdir. II. Dünya Savaşı süresince de Nazilerin işgal ettikleri Polonya ve Sovyetler Birliği topraklarındaki insanlar “etnik temizlik” adı altında öldürülmüştür. Naziler için “düşman ırkların” temizlenmesi politikası, insanlık adına dünyada görülmemiş büyüklükte bir katliamlar zincirinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Günümüzde Irkçılık Sömürge imparatorluklarının kurulmasıyla birlikte insanlar arasında büyüyen eşitsizlikler ve ayrımlar ne yazık ki bu imparatorlukların yıkılmasıyla beraber yok olmamıştır. İnsan Hakları Beyannamesi’nde belirtilmesine rağmen ırkçılık olayları günümüzde de devam edebilmektedir: Güney Afrika’da küçük bir beyaz azınlığın, siyahlara ve diğer azınlıklara uyguladığı şiddet buna örnektir. Neo-Nazilerin Almanya’daki göçmen Türk işçilerine karşı uyguladıkları şiddet ise Hitler dönemindeki ırkçılığın Almanya’da hâlâ etkili olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca Çin’in 1945’ten bu yana Mao yönetimiyle beraber Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerine uyguladığı asimilasyon politikası ve uygulanan şiddet, ırkçılığın günümüzdeki bir yansımasıdır. 278 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Anayasasındaki Irkçılıkla İlgili Maddeler[6] · Madde 10 - Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiç bir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. · 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 122.maddesi: “Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yaparak; a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan hâllerden birine bağlayan, b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden, c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen, kimse hakkında altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.” Ülkücü Hareket’e Göre Irkçılık Ülkücü Hareket, ırkçılığı reddeder. Ülkücü Hareket’in milliyetçilik anlayışı ırk üzerine değil, dil, kültür ve inanç bağı üzerine kuruludur. İslamiyet’te de hiçbir şekilde tasvip edilmeyen ırkçılık, Türk Milliyetçilerinin takip edeceği bir fikir olamaz. Her ne kadar Ülkücü Hareket pek çok siyasi grup tarafından ırkçılıkla suçlansa da, gerçek itibariyle tamamen ırkçılığın karşısında yer almaktadır. Dipnotlar [1]http://www.humanity.ankara.edu.tr/timurmakale/B8.pdf [2] http://www.africanburialground.duke.edu/document/blakey2.pdf [3]http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF4376734BED947CDE&Keli me=%C4%B1rk%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k [4] Bernard Lewis (2003) [5]http://www.ushmm.org/wlc/tr/article.php?ModuleId=10005220 [6] http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html www.ulkuocaklari.org.tr 279 Ülkü Ocakları Eğitim Programı NASYONAL SOSYALİZM Tolga ÖZDEMİR Birinci Dünya Savaşının ardından savaştan mağlup olarak ayrılan devletlerde patlak veren ekonomik ve sosyal çöküntüler halkı büyük bir bunalım içine soktu. İnsanları kendi devlet yönetimleriyle hoşnutsuzluğa iten bu savaş sonucunda, merkezi devletler dağıldı ve yeni yönetim sistemleri ortaya çıktı. 1918’de I. Dünya Savaşından yenik ayrılan Almanya’da da diğer mağlup devletlerde olduğu gibi imparator (Kayzer) tahttan ayrıldı ve demokratik bir rejim, cumhuriyetçi bir devlet kurulmuş oldu. Bu yeni sistemle beraber seçimler yapıldı ve değişik siyasi partiler parlamentoya girdi. Tüm bunların yanı sıra savaştan yenik çıkmış olmanın manevi çöküntüsü ve savaşın beraberinde getirdiği buhran, halkın üzerine çökmüş karabulutlar gibiydi. Versay Antlaşması’nın gereği olarak sömürgelerini kaybeden, ordusu dağıtılan ve elinde yalnızca 100.000 kara ve 15.000 deniz kuvveti gibi küçük bir güç bulundurabilen; savaş sonrası zaten siyasal, ekonomik ve sosyal bunalımlarla boğuşan Almanya’da, sorunların bir çığ gibi büyümesi kaçınılmaz bir hal aldı. Adolf Hitler’in Tarih Sahnesine Çıkışı Tam bu sırada Adolf Hitler Alman İşçi Partisi’ne (Deutsche Arbeiterpartei, DAP) katıldı. Hitler kısa sürede partinin üst basamaklarına kadar ilerledi ve 1921’de partinin liderlik koltuğuna oturdu. 29 Temmuz 1923’te partinin adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiter Partei, NSDAP) olarak değiştirdi. Kısaca NAZİ Partisi olarak anılan parti “Büyük Almanya” ülküsüne bağlıydı. Naziler savaşın ağırlığını üstünden atamayan ve ekonomisi iyice bozulan Alman halkına iş, ekmek ve güçlü bir Almanya sözü verdiler. Halkın manevi bir eziklik yaşadığı bu dönemde, Almanların “üstün bir ırk” olduğunu ileri sürdüler, Versay Antlaşması’nı reddettiler ve başlarına gelenlerin başta Yahudilerden kaynaklandığını savundukları için anti-semitist ve ırkçı bir tavır güttüler. Bu yaklaşımlarla Almanlara yeni bir soluk aldıran Adolf Hitler, arkasında epey kalabalık bir kitle buldu. 23 Kasım 1923’te arkasında bulduğu Nazi taraftarlarıyla Münih hükümetini devirmek ve Bavyera eyaletinin yönetimini ele geçirmek için ayaklandı. Ayaklanma başarısız olunca Hitler tutuklandı ve beş yıl hapse çarptırıldı. Ancak bir yıl sonra 20 Ekim 1924’te tahliye oldu. Mahkûmiyeti sırasında yazdığı Kavgam (Mein Kampf) adlı kitap Nazilerin adeta kutsal kitabı haline geldi ve parti programının yanında Nazi partisinin fikirlerinin oluşumunda büyük rol oynadı. Adolf Hitler’in Nazi partisi ve fikri I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın içine düştüğü ekonomik ve sosyal bunalım sayesinde kendine bir yer buldu. Bununla beraber Versay Antlaşmasına karşı 280 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı çıkılması ve Alman ırkının üstünleştirilmesi, halka üstündeki Versay ezikliğinin ve savaştan yenik çıkmanın getirdiği bunalımın atılması için bir çıkış yolu açtı ve Nazi Partisi’nin gittikçe gelişmesini sağladı. Fakat 1920’li yıllardan 1929’a kadar olan dönemde Almanya’nın ekonomik olarak güçlenmesi ve halkın refahının artması Nazi partisine olan ilgiyi azalttı. Ancak 1929 yılına gelindiğinde bütün dünyayı saran “Büyük Buhran”[1] Almanya’yı da etkisi altına alınca ekonomik bozukluklar artmaya başladı. Zaten savaş borçlarını ödemekte güçlük çeken devlet, gelen krizden dolayı ihracatın kesilmesiyle birlikte çok zor bir duruma düştü. İşsizlik giderek daha da arttı. Almanya’nın içine düştüğü bu buhran ise halkın ve Nazi partisinin fikirlerinde bir kesişme noktasının oluşmasını ve Nazi ülkülerinin yeniden alevlenmesini sağladı. Tüm bunlara paralel olarak Nazi partisi ilk zaferini 1930 seçimlerinde kazandı ve Almanya’nın ikinci büyük partisi oldu. Nazi partisi 1932 seçimlerinde yüzde 37 oy alarak ülkenin en büyük partisi haline gelmesine rağmen çoğunluğu sağlayamadığından iktidar olamadı. Fakat parlamentodaki bazı milliyetçi önderler Hitler’i başbakan atamakta hemfikirdi. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’da komünistlerin ülkedeki yükselişinden ve iç savaştan çekindiği için Hitler’i Katolik Merkez Parti’yle koalisyon yapmak üzere başbakan olarak atadı. Ancak Katolik Merkez Parti koalisyonu istemeyince, milliyetçi önderlerin desteğini alan Hitler ülkeyi yeniden seçime götürdü. Komünistlerin etkisini kırmak için ise 27 Şubat 1933’te “Reichstag Yangını”nı çıkartarak suçu komünistlerin üzerine attı. Zaten komünist etkisinden çekinen Cumhurbaşkanı ise Hitler’in isteği doğrultusunda kişisel hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir maddeyi onayladı. Böylece seçime kadar Nazi Partisi ve milliyetçi partiler dışındaki partilerin propaganda yapmalarının önüne geçildi. Onaylanan madde ile Nazi Partisi’ne karşı olan her türlü olay bastırıldı ve sayısız tutuklama gerçekleştirildi. Bu şartlarda seçime giden Almanya’da Nazi partisi yüzde 44 oy alarak 5 Mart 1933 günü en büyük parti olarak seçimlerden çıktı. Ve Almanya’da 1933 yılından başlayarak 1945 yılına kadar sürecek “NASYONAL SOSYALİZM” dönemi başlamış oldu. Nasyonal Sosyalist Dönem (1933-1945) Nasyonal sosyalizm’in doktrin olarak ilk ortaya çıkışı Fransız Maurie Barres’ın 1898 yılının Mayıs ayında nasyonal sosyalizmi ilan etmesiyle başlar. Sosyalist bir milliyetçilik fikrini egemen Almanya’ya karşı seçmen kazanmak için yayan Barres, liberalizme karşı nasyonal sosyalizmi birleştirici bir milliyetçiliğin gerçekleştirilmesi için araç olarak görmüştür. Barres’a göre “işçiler kendi uluslarının işverenlerinden ziyade yabancı yani Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi.” Nasyonal Sosyalizm aslında Almanya’ya karşı ilan edilmiş bir doktrin olmasına rağmen, 20. yüzyılın ilk yarısında Adolf Hitler tarafından Almanya’da yayıldı ve burada Nasyonal Sosyalist bir devlet kuruldu. Adolf Hitler’in ekonomi ve Yahudiler hakkındaki görüşleri Barres’la paralellik göstermekteydi. Hitler’in Yahudileri kastederek “Beynelmilel sermayenin tahakkümünü tesis etmek için milli ekonomiyi tahrip etmektedirler.” şeklinde belirttiği sözler bunu kanıtlar niteliktedir. Bununla beraber Hitler, sosyalizmi sadece, ekonomik bir bunalım içinde olan Almanya’daki işçileri ve orta sınıfı kazanmak için kullandı. Çünkü Nazi Partisi temelde liberalizme, komünizme tamamen karşı ve sosyalist anlayıştan tamamen uzak bir partiydi. Daha çok milliyetçiliği esas alan Nazi düşüncesi, sağ totaliter bir rejim olarak Alman ırkçılığının siyasallaşmasıydı. Hitler’in ilham aldığı kişilerin başında Darwin’in gelmesi Darwinistik düşünce ile Alman ırkçılığının aynı doğrultuda olduğunu göstermektedir. Çünkü Nazizm’in ırkçı bir yapıya oturmasındaki temel taş olan Darwinistik düşüncenin, ırkları üstünlük veya aşağılık şeklinde ayırması Alman Ari ırkı ve Alman ırkının üstünlüğü fikirlerinin gelişmesini sağlamıştır. Böylece Versay’ı reddeden ve Alman ırkını üstünleştiren Hitler, Alman ulusunun gururunun okşanması ile ülkenin iktidarını ele geçirmekte büyük çıkar sağlamıştır. www.ulkuocaklari.org.tr 281 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Nazi Partisi’nin Uygulamaları Hitler’in iktidar olduğu 1933 yılının baskı ve şiddet ortamında, gerçekleştirilen ilk uygulamalardan biri işçilere yönelik oldu. Parti programında ve propagandalarda işçi haklarından bahseden Hitler, 1 Mayıs 1933’ün ulusal işçi günü ilan edilmesinden bir gün sonra, 2 Mayıs 1933’te Katolik sendikalar dışında ülkedeki tüm sendikaları kapattı. 24 Haziran 1933’te ise Katolik sendikalar kapatıldı. Nasyonal Sosyalizm Almanya’da iktidar olur olmaz yaşamın her alanına girmeyi amaçlayan ve sosyal ve ekonomik alanlara bazı düzenlemeler getiren bir ideoloji halini aldı. Bu amacını gerçekleştirirken de baskı ve şiddete başvurdu. Devlet, bir polis devletine dönüştürüldü. SS’ler ve Gestapo kurulduktan sonra Nazi Partisi’ne karşı olanlar ya öldürüldü ya da toplama kamplarına götürüldü. Naziler zora başvurarak yaşamın her alanında tek bir ses yaratmak için çalıştı. Karşıt görüşlerin yaşamasına izin verilmedi; partiler, dernekler kapatıldı. Hitler parlamentodan diktatörlük yetkileri aldı ve parlamentonun yetkileri yok edilircesine sınırlandırıldı. Hitler bu yetkileri ise Almanya’nın bütününe hâkim olmak için kullandı. Parlamenter sisteme karşı olan Nazi düşüncesi, muhalefetsiz, karşıt görüşe tahammülü olmayan bir “Tek Kişi Hâkimiyeti” yarattı. Böylece toplumun her kesiminde Führer (Şef) anlayışı hâkim oldu. İktidar Führer’de toplanmakta ve kanunları o yapmaktaydı. Millet ile Führer arasındaki ilişkiyi ise sadece Nazi Partisi sağlıyordu. Toplama Kampları ve Yahudi Soykırımı 1933 yılında Nazi düşüncesine karşı olanlar toplama kamplarına götürülmeye başlandı. Polonya’nın işgaliyle birlikte ise Yahudilerin toplama kamplarına götürülmesine hız verildi. Alman Ari Irkını oluşturmak ve Almanya’yı diğer etnik kökenlerden (aşağı ırklar) temizlemek amacıyla II. Dünya Savaşının başlaması ile birlikte 1939’da toplu öldürme olayları başladı. Siyasi karşıtlar, azınlıklar, bedensel engelliler ve Yahudiler, Naziler tarafından toplu halde gaz odalarında öldürüldü ya da fırınlarda yakıldı. Milyonlarca Yahudi, yüzlerce karşıt bu toplama kamplarında yok edildi. Nazizm’in Sona Ermesi Hitler dış politikada da saldırgan ve baskıcı bir tutum sergiledi. Üstün olarak nitelediği Alman ırkına daha rahat bir “yaşam alanı” (Lebensraum) sunmak için önce Avusturya’yı (1938) ardından Çekoslovakya’yı (1939) Alman topraklarına kattı. 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ederek II. Dünya Savaşını da başlatmış oldu. Yıldırım savaşı (Blitzkrieg) taktikleriyle Asya ve Avrupa’nın büyük bir bölümünü istila etti. Fakat savaşa ABD’nin katılmasıyla Almanya’nın hızlı ilerleyişi durdu ve Rusya karşısında geri çekilerek savaştan mağlup olarak ayrıldı. Böylece 1945 yılında II. Dünya Savaşının son bulmasıyla beraber Nasyonal Sosyalist dönem de sona erdi. Sonrasında ise Hitler intihar etti ve önde gelen Nazi liderleri Numberg mahkemesinde yargılanarak idama mahkûm edildiler. Nasyonal Sosyalizmin Ekonomik Görüşü Nasyonal sosyalist ekonomi tipik bir savaş ekonomisi (Wehrwirtschaft) idi. Bu ekonomi içerisinde iki temel hedef vardı: İstihdam ve ekonomik büyüme. Kendine yetmeyi temel ilke edinen Nazi Partisi, Komünizme ve Liberalizme karşıydı. Yandaşlarının sefalet içinde olmasını hiçbir şekilde kabul etmeyen bu düşünce, savaş sanayisi ve askerileştirme hareketleri ile ülkedeki istihdamı arttırdı. Böylece işsizlik büyük bir oranda düşürüldü. Bunun yanında ekonomik büyümeyi sağlamak için devlet yatırımları arttırmayı çabalarken ve özel girişim de özendirilmeye çalışıldı. Nazi partisinin programında ve propagandasında tekelleşmeye karşı savaş vaat ediliyordu. Fakat 1937 yılında alınan bir kararla sermayesi 40.000 dolardan az olan şirketler kapatıldı. Bu kararla birlikte tekelleşme daha da güçlendi ve piyasadaki şirketlerin yüzde 20’si yok oldu. 282 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkücü Hareket’e Göre Nasyonel Sosyalizm Nasyonel-Sosyalizm, Ülkücü Hareket’in bütünüyle reddettiği ırkçılık üzerine kuruludur. Son derece totaliter bir yapıdadır ve Almanya’da hakim olduğu dönemde dünyanın en büyük soykırımlarının ve katliamlarının yaşanmasına sebep olmuştur. Tıpkı Faşizm gibi bu sapkın ideolojiyi de Ülkücü Hareket bütünüyle reddeder. Dipnot [1] 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, 1929’da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) ve 1930’lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir. www.ulkuocaklari.org.tr 283 Ülkü Ocakları Eğitim Programı MUHAFAZAKÂRLIK Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN Muhafazakârlık, “muhafaza etmek” kelimesinden türeyen, yani bir şeyi korumak, kollamak anlamına gelen bir kelimedir. Bu açıdan bakıldığında muhafazakârlık, uzun dönemden geçerek yerleşmiş olan geleneklerin ve kurumların muhafaza edilmesini öngören bir siyasi ve sosyal akımdır. Batı politikalarında, muhafazakârlık kavramının ortaya çıkışı Edmund Burke’e dayandırılır. Dünya’da birçok muhafazakâr parti örneği bulabiliriz. Bunların başında ise ABD’deki Cumhuriyetçi Parti, Britanya’da Muhafazakâr Parti, Japonya’da Liberal Demokrat Parti ve Avustralya’da Avustralya Liberal Parti sayılabilir. Batı’da Muhafazakâr Düşüncenin Gelişimi: Başlangıçtan itibaren bazı politikalara “muhafazakâr” diyebilsek de muhafazakârlığın siyasi bir düşünce olarak ortaya çıkışını Aydınlanma Çağı ve Fransız İhtilali’ne götürmek daha doğru olur. Birçok düşünür de muhafazakârlığın ortaya çıkışını Reform dönemine tepki olarak görür. Edmund Burke ile birlikte ise muhafazakârlık adı daha sistematik hale gelir. Edmund Burke Amerikan İhtilali’ni savunurken, Fransız İhtilali’ne karşı çıkmıştır, çünkü Fransız İhtilali’ni şiddet dolu ve kaotik görmüştür.[1] Burke, klasik muhafazakâr pozisyonu ile, muhafazakârlığın bir ideolojisi olmadığını savunmuştur. Burke, fikirlerini Aydınlanma Çağı ile ortaya çıkan soyut ve hayalî kavramlara karşı durma olarak belirlemiştir. Modernizmin aynı zamanda eleştirisini yapmıştır. Burke’e göre akıl herkeste eşit değildir ve bundan dolayıdır ki bazı kişiler diğerlerine göre ülkeyi daha iyi idare edebilirler. Devlet idaresinin uygun yöntemini akla dayanarak yaratılacak olan soyut kurumlarda değil, daha ziyade devletin uzun dönemden beri gelen bazı kurumlarında, deneyimlerle oluşan yapılarında ve aile ve Kilise gibi diğer önemli toplumsal kurumların devamlılığında aramak gerekir. Ona göre gelenekler, geçmiş olan birçok neslin katkılarıyla ve zamanın bu katkıları test etmesiyle oluşmuşlardır. Diğer taraftan ise akıl sadece bir adama özgü olabilir ve sadece o neslin test sonucuna bağlanabilir. Burke’e göre eğer değişim olacak ise de bu ancak, devrimsel olmaktan ziyade organik, yani kendi içinde yavaş bir süreçte olabilir. Muhafazakârlar mülkiyet hakkının şiddetli savunucularındandırlar. Bazı muhafazakârlar değiştirilmiş bir serbest piyasa düzenini savunurlar, onlara göre devletin görevi bir taraftan pazar rekabetini artırmak iken, diğer taraftan ise ulusal çıkarları, toplumu ve kimliği korumaktır. Birçok muhafazakâr, egemen devlet anlayışının güçlü savunucularındandır ve aynı zamanda milletlerini tanımlarken vatanseverlik duygusuna vurgu yapar. 284 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Değişik Ülkelerde Muhafazakârlık ABD’de muhafazakârlık denildiği zaman birçok öğeyi kapsayan bir muhafazakârlıktan bahsedebiliriz. Bunların arasında arz-yönlü iktisat[2], toplumsal muhafazakârlık, liberteryen muhafazakârlık[3], dini muhafazakârlık ve güçlü bir ordu sayılabilir. Günümüzdeki Amerikan muhafazakârlığını Edmund Burke’ün düşüncelerine dayandırmak doğru olur. Eski Amerikan başkanı ve aynı zamanda neo-conların politikalarının atası sayılan Ronald Reagan, ABD’deki muhafazakârlığın en önemli sembolü sayılabilir. ABD’deki sosyal muhafazakârlar aile ve Kilise gibi toplumsal kurumların önemine vurgu yaparlar, aynı zamanda evliliği bir erkek ile bir kadının hayatlarını birleştirmesi olarak gördüklerinden, çok eşlilik ya da eşcinsel evliliğe karşı çıkarlar. Britanya’da muhafazakârlık denince akla gelen ilk isim Edmund Burke ve zamanında içinde bulunduğu parti olan Troy Partisi’dir (ki daha sonradan adı Muhafazakâr Parti olacaktır). Benjamin Disraeli’nin partinin başına geçmesi ile birlikte, Muhafazakâr Parti tam anlamıyla yenileşme sürecine girmiştir. Onun döneminde endüstrileşmeye karşı çıkılmış, tıpkı Karl Marx gibi endüstrileşmenin insanı yabancılaştırıldığı üzerinde durulmuş, fakat Marx’tan farklı olarak organik bir toplum yaratılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu organik toplumda, farklı gruplardan farklı insanların da bu topluma entegre edilerek bir nevi iş bölümü yapılması gerektiği düşünülmüştür. Bu “tek millet” anlayışı, günümüz Britanya muhafazakârlığının da temelini oluşturan düşüncelerden biridir. Britanya için bir diğer önemli gelişme ise Margaret Thatcher’in başbakanlığıdır. Onun başbakanlığı ile birlikte Britanya muhafazakârlığı evrim geçirmiş, daha çok serbest piyasa ekonomisine önem verir hale gelmiştir. Kıta Avrupasında ise durum hemen hemen Britanya’dakine benzer şekildedir. Burada muhafazakârlığın en önemli temsilcileri Hıristiyan Demokratlardır. Bunun en büyük örneğini ise Almanya’da görmekteyiz. Almanya’daki bu gelenekleri 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki Katolik partilere dayandırmak mümkündür. Fakat daha sonraları burada da muhafazakârlık evrim geçirmiş, bu evrim ise daha ziyade dini boyutta olmuştur. Örneğin Alman ve Hollandalı Hıristiyan Demokratlar, sadece Katoliklerden değil, aynı zamanda Protestanlardan da üyeler bulundurmaktadır. Avustralya’daki muhafazakârlık daha ziyade Britanya’daki muhafazakârlıktan etkilenmiştir. Buradaki muhafazakârlığın içine toplumsal muhafazakârlık, Britanya İmparatorluğu milliyetçileri, kırsal kesimin çıkarlarını savunan organizasyonlar, anti-sosyalist Katolikler, köktendinci Hıristiyanlar ve serbest piyasayı savunanlar dâhildir. Japonya’da muhafazakârlığı Liberal Demokrat Parti temsil etmektedir. Bu parti kendisini hızlı, ihraç ikame ekonomik büyüme ve ABD ile yakın ilişkiler kurmaya oturtan bir parti olarak tanımlar. Bu partinin bir diğer amacı ise özellikle 1990’lardan sonra Japonya’yı Asya-Pasifik bölgesinde daha aktif role büründürmek, Japon ekonomisini uluslararası hale getirmek, yüksek teknolojili bilişim toplumu yaratmak ve bilimsel araştırmayı teşvik etmek olarak sayılabilir. İsrail’de ise ana muhafazakâr parti Likud Partisi’dir. Likud’un temel ekonomik politikası serbest piyasa ekonomisidir. Likud, adını Filistinliler üzerinde uyguladığı şahin politikalarıyla duyurmuştur. Bu politikalar arasında ayrı bir Filistin devletine karşı çıkmak ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Yahudi yerleşim birimlerini desteklemek de vardır. Türkiye’de Muhafazakârlık Türkiye’de muhafazakârlık ile İslamcılık sık sık karıştırılan kavramlardır. Hâlbuki birbirlerinden farklı olan bu kavramlar, sadece halk arasında değil, aydınlar ve gazetelerde dahi birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Türkiye’de muhafazakârlığı merkez-sağ olarak addetmek en doğrusudur. Bu açıdan bakıldığında muhafazakârlık Türkiye’deki en etkili siyasi hareket olarak görülebilir. Türkiye’nin tam anlamıyla demokrasiye geçtiği 1946 yılından itibaren neredeyse her seçimde merkez-sağ partiler çok önemli www.ulkuocaklari.org.tr 285 Ülkü Ocakları Eğitim Programı başarılar elde etmiş, tek başına iktidar haline gelebilmişlerdir. Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si ile başlayan, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ile Doğru Yol Partisi ile devam eden, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi ile süren bu çizgi Türkiye’deki en önemli ve en etkili hareket olmuştur. Bu hareketin bu kadar güçlü olmasının temel sebebi ise Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısıdır. Özellikle İç ve Doğu Anadolu’da yaşayan halkın bu muhafazakâr yapısı, seçimlerde de bu partilere başarı getirmiştir. Ülkücü Hareket’e Göre Muhafazakârlık Muhafazakârlık, Ülkücü Hareket’in bakış açısıyla tamamı ile kabul edilebilecek bir fikir yapısı değildir. Ülkücü Hareket’e göre devletin yapısını, milletin geleneklerini, dilini ve inancını muhafaza etmek gerekmektedir. Ancak her türlü konuda mevcut düzeni koruma yoluna gitmek yanlıştır. Günümüzün gereklerine uyum sağlayamayan kurumları düzeltmek, değiştirmek gerekmektedir. Mevcut yapıyı korumak uğruna işlemeyen kurumların varlığına müsaade etmek, günün şartlarına uygun değişiklikleri yapmamak en az her türlü değeri yok etmeyi amaçlayan anarşizm kadar zararlıdır. Ülkücü Hareket’i ‘muhafazakâr’ bir siyasi hareket olarak tanımlamak son derece yanlıştır. Çünkü Türk Milliyetçiliği fikir sisteminde salt muhafazakar anlayış bulunmamakla birlikte daha iyiyi hedefleme yolunda çağdaş adımların atılması ve projelerin üretilmesi mutlaktır. Dipnotlar [1]Burke, E. (2005). Reflections on the Revolution in France . Londra: Packard Technologies. [2]Arz-yönlü iktisat ekonomik büyümenin insanların mal ve servisler üreterek ve düzenlemeleri azaltıp geniş bir esneklik verilerek sağlanacağını öngören bir iktisadi düşüncedir. [3]Liberteryen muhafazakârlık liberalizmdeki ekonomide devletin rolünü azaltan ve insan haklarını öne çıkaran anlayışın muhafazakârlığa uyarlanmasıdır. Kaynakça Beneton, Philippe. (1991). Muhafazakarlık. İstanbul: İletişim Yayınları. Burke, Edmund. (2005). Reflections on the Revolution in France . Londra: Packard Technologies. Vural, Mehmet. (2003). Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakarlık. Ankara: Elis Yayınları. 286 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı KÖKTENDİNCİLİK (FUNDAMENTALİZM) Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN Köktendincilik ya da fundamentalizm modern toplumsal ve siyasi hayatın getirdiği olumsuzluklara karşı dini doktrinlere sıkı sıkıya bağlılıktan doğan bir ideolojidir. Fundamentalizm kelimesi 20. yüzyılın başlarında ABD’de Protestan toplum içinde ortaya çıkmaya başlayan bir düşünceler sistemini tasvir etmek için kullanılırken, Fundamentalizm ilk başlarda daha ziyade aşağılayıcı amaçla kullanıldı. Fundamentalizm bir hareket olarak ilk başlarda ABD’de ortaya çıktı. I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından ise Baptist mezhebi ve diğer mezheplerin üyeleri arasında hızla yayılmaya başladı. Bu hareketin amacı Protestan Hıristiyanlığı tekrardan canlandırmak ve liberal teoloji, Darwinizm ve zararlı tüm hareketlere karşı Hıristiyanlığı korumaktı. 1979-80 yıllarında İran’da yaşanan rehine krizi ile birlikte fundamentalizm anlamında çok önemli bir kırılma yaşandı. Medya bu yaşananları ABD’deki Hıristiyan hareketten esinlenerek fundamentalizmin İslam versiyonu şeklinde tasvir etti. Böylece, İslami köktendincilik hareketi ortaya çıkmış oldu. Günümüzde köktendincilik denince akla gelen ilk türü de İslami versiyonudur. Köktendinciliğin Türleri Hıristiyan köktendinciler İncil’i mutlak doğru olarak görürler. Fundamentalist kelimesi bugün “beş temeli” benimsemiş birçok türdeki Protestan mezheplerini tasvir için kullanılır. Zaman içinde terim Evanjelik Protestanları tasvir etmek amacıyla kullanılır oldu. Yahudi köktendinciğinde birçok Yahudi mezhebi Tanah’ın[1] tek başına okunmasının yeterli olmadığını düşünmektedir; bunun yanında Mişna[2], Talmud[3], Gemara[4] ve Midraş[5] da gerekir. Ortodoks Yahudiliği Tanah’ı kutsal, mutlak ve değiştirilmeden gelmiş olarak kabul eder, o yüzden diğerlerinden farklı olarak Ortodoks Yahudiliği Tanah’ı kelimesi kelimesine okumayı tercih eder. Ayrıca, Ortodoks Yahudiliğinin taraftarları Mişna, Talmud ve Midraş’ın da kutsal ve mutlak olduğuna inanırlar. İslamcılık İslamcılara göre İslamiyet sadece bir din değil, aynı zamanda siyasi bir harekettir; modern Müslümanlar, kökenleri olan İslami köktendinciliğe dönmeli ve siyasi olarak birleşmelidirler. İslamcılık tartışmalı bir kavramdır ve tanımı üstünde tam anlamıyla bir görüş birliği sağlanamamıştır. Önde gelen İslamcı düşünürler şeriatın geri gelmesini, ümmetin birleşmesini ve Müslüman olmayan öğelerin atılmasını savunmaktadırlar. www.ulkuocaklari.org.tr 287 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bazı gözlemciler İslamcılığın doktrinlerinin daha az katı olduğunu ve bunun kimlik siyaseti üstünden gittiğini savunurlar. Fakat diğer gözlemciler ise bu hareketi İslami bir militan ve antidemokratik hareket olarak görürler. İslamcı olarak tabir edilen düşünürler ise bu terimin kullanılmamasından yanadır, çünkü onlara göre herkes olması gerektiği kadar Müslüman’dır. Benzer şekilde, bazıları ise siyasi İslam kelimesi yerine aktivist İslam denmesini tercih ediyorlar. Önemli İslamcılar olarak Muhammed İkbal, Cemaleddin Afgani, Seyyid Kutub ve Ruhullah Humeyni sayılabilir. İslamcılık birçok şekilde vücut bulmuştur ve farklı şekillerde taktikler ve stratejiler izlemiştir. Bu yüzden, İslamcı hareket derken birleşik bir hareketten bahsetmemiz doğru olmaz. Daha ılımlı bir çizgi izleyen ve demokratik süreç içerisinde yer almayı kabul eden harekete Türkiye’de Milli Görüş’ün son dönemlerdeki evrim geçirmiş hali ve onun ılımlı uzantısı olan AKP katılabilir. Lübnan’daki Hizbullah ise bir yandan seçimlere girer iken, aynı zamanda askeri bir kanat da bulundurmaktadır. Radikal İslamcı olarak El-Kaide ise demokrasiyi ve onu savunanları (ki onlara göre kâfirdirler) reddetmekte, şiddet içerikli bir cihat anlayışı gütmektedir. İslamcı hareket içinde bir başka ayrım ise “geleneklerin koruyucusu olan” Seleffiye ve Vahhabilik ile “değişimin öncüsü” Müslüman Kardeşler arasında yaşanmaktadır. İslamcılığın temel kaynakları şu şekilde sıralanabilir: 1. Batı’dan yabancılaşma: Yüzyıllar boyunca İslamiyet’in medeniyetin beşiği olması, Batı medeniyeti gibi alternatif bir medeniyete karşı direnç gösterilmesine sebep oldu. Aynı zamanda yüzyıllar boyunca, ilk başta İber Yarımadasının fethi, daha sonra Haçlı Seferleri ve en son olarak da Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihleri ile birlikte İslamiyet ile Hıristiyanlık hep karşı karşıya geldi. Bu da iki din arasında karşılıklı nefretin artmasına sebep oldu. İslamcılara göre, asıl tehdit siyasi ya da ekonomik olmaktan ziyade kültüreldir. Aynı zamanda, hem Batı hem de İslamiyet için tehdit olan komünist rejimin çökmesi ile ortak düşmanın kalmaması da bu konuda etkin rol oynadı. 2. İslamiyet’in yeniden dirilmesi: İslamiyet’e bağlılığın yeniden dirilmesi birkaç olaya bağlanabilir. Kur’an-ı Kerim’e göre İslamiyet müminlere zafer ve başarı vaat ediyor. Mesela Tevbe Suresi’nin 14. Ayetinde “Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun.” denilmektedir. Ayrıca, Arap ordularının İsrail’e karşı savaşırken söylemlerinde İslami öğelerden ziyade milliyetçi öğeler kullanmaları, fakat savaşların tam hezimetle bitmesinden sonra, savaşın kaybedilmesinin nedenlerinden birisi olarak İslami söylemin az kullanılması gösterilmiştir. Bu da artık savaşlarda daha çok İslami söylem – Allahuekber gibi – kullanılmasına yol açmıştır. Yom Kippur Savaşı sırasında Müslüman ülkelerin İsrail’e yardım eden ülkelere petrol ambargosu uygulayıp petrol fiyatlarının bir anda tavan yapmasına sebep olmalarından sonra, bu coğrafyada yaşayan birçok Müslümanın, petrolü Allah’ın bir lütfu olarak görmesini sağlamıştır. Tüm bunlar İslam coğrafyasında Müslümanlığın etnik kimliklerin önüne geçip birinci kimlik olmasına sebep olmuş, bu da daha çok İslami söylemli siyasetler geliştirilmesine yol açmıştır. 3. Statükodan memnuniyetsizlik: Müslümanlığın doğduğu coğrafya olan Arap dünyası ekonomik bir durgunluk içerisindedir. Bu durgunluğun ise Osmanlı halifesinin ilga edilmesi ile birlikte ortaya çıkan yeni devletlerin halkın ihtiyaçlarına cevap verememesi ve halifeliğin ortadan kalkmasının sonucu olarak halkın sorunları için başvurabilecekleri kurumun ortadan kalkması ile başladığı savunulmuştur. Ayrıca, ekonomik durgunluk ile birlikte hızla artan nüfus, Kahire, İstanbul, Tahran, Karaçi, Dakka ve Cakarta gibi şehirlerde yığılmalara sebep olmuş, fakat buralara göç eden gençler iş bulamamışlardır. Burada yaşayan batılılaşmış kentsel elit tabakanın durumunun, İslamiyet’in temelinde yatan eşitlikçi anlayışa ters gelmesi bir nefret oluşturmuş ve büyük kentlere göç edenlerin kendilerini bazı İslami yapılanmaların içinde bulmalarına sebep olmuştur. Türkiye’de İslamcılık Türkiye’de İslamcı hareketin temelini 1969’da Necmettin Erbakan’ın başlattığı Bağımsızlar Hareketi ve onun partileşme süreci olan Milli Nizam Partisi’ne götürmek mümkündür. Bu hareketin 288 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı genel adı ise Milli Görüş’tür. Erbakan’ın partileşme süreci dönemler boyunca kesintilere uğramıştır. 1969 yılında Milli Nizam Partisi’ni kurduktan sonra, parti 1971’de kapatılmış, 1972’de ise Milli Selamet Partisi’ni kurmuştur. Bu arada parti bir dönem CHP ile (1973 – 1974) koalisyon kurmuş ve Milliyetçi Cephe hükümetlerinde görev almıştır. Parti 1980 darbesiyle kapatılmıştır. Erbakan’ın bu sefer sahneye çıkışı 1983 yılında kurulan Refah Partisi ile olmuştur. 1987 yılında siyasi yasağı kalktığında Refah Partisi’nin başına geçmiştir. 1995 seçimlerinde önemli bir başarı elde eden Erbakan, 1996’da DYP ile koalisyon hükümeti kurmuştur, fakat parti 1998 yılında kapatılmıştır. RP kapatılmadan önce ise Fazilet Partisi kurulmuş (1997), fakat o da RP’nin devamı olduğu gerekçesiyle 2001 yılında kapatılmıştır. Milli Görüş’ün günümüzdeki temsilcisi 2001’de kurulan Saadet Partisi’dir. Türkiye’deki İslamcı hareketin bir de örgütsel tabanda olanları vardır. Bunun başını ise İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) çeker. Temel amaçları federatif bir İslami cumhuriyet kurmak, bunun içinse “cihat” temelli silahlı saldırılar düzenlemektir. Şii, Alevi, Hıristiyan ve Yahudi düşmanlığının temellerini oluşturur. Örgüt 1970 yılında Salih Mirzabeyoğlu tarafından kuruldu. 1990’lı yıllardan itibaren ise hareketlerine şiddeti de dâhil ettiler ve birçok bombalama eylemi gerçekleştirdiler. Ülkücü Hareket’e Göre Köktendincilik Ülkücü Hareket, fikrî olarak İslam’ı en önemli kaynaklarından biri olarak kabul eder. Ancak bu durum, asla ‘Milli Görüş’ gibi siyasi akımların İslam’a bakış açılarıyla benzer değildir. Ülkücü Hareket, köktendincilerin aksine İslam’ı siyasete oyuncak etmez. Din ve siyaset iki farklı kavramdır. Bu iki kavramın birbirine karıştırılması hem İslam’a hem de siyasete zarar verecektir. Ülkücü Hareket, İslam’ı yaymayı ve yaşamayı kendine dava edinmiştir. Ancak bunun için Siyasal İslamcıların yaptığı gibi devleti kullanmaz. İslam’ın yayılması ve yaşatılması birey ekseninde gerçekleştirilmelidir. Her ülkücü İslam’ı iyi şekilde öğrenip iyi bir Müslüman olmaya gayret etmelidir. Bunu yaparken de bağnazlıktan uzak durmalıdır. İslam’ı öğrenmek İslami ilimleri okumakla mümkündür. Kulaktan dolma bilgilerle ancak fanatik, bağnaz bir fikir olan Siyasal İslamcılık öğrenilebilir. Ülkücü Hareket, bağnazlıktan uzak bir şekilde İslam’ı yaşamalıdır. Bu, İslam davasına edilecek en büyük hizmettir. Ülkücü Hareket, İslamiyet’in korunabilmesi için Siyasal İslam fikrine karşı çıkar. Dipnotlar [1]Tanah Tevrat ile Zebur’u kapsayan Yahudilerin dini kitabı. [2]Mişna Talmud’un ilk bölümü [3]Talmud Yahudi medeni hukuku, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir. [4]Gemara Talmud’un ikinci bölümü [5]Midraş Yahudilikte kutsal metinlerin okunup değerlendirilmesidir. İslam’daki tefsire eşittir. Kaynakça Fuller, Graham. E. (2008). Siyasal İslamın Geleceği. İstanbul: Timaş Yayınevi. Halliday, Fred. (2003). Islam and The Myth of Confrontation. Londra: I.B. Tauris. www.ulkuocaklari.org.tr 289 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ‘ORİENT’İN BATI’CASI: ‘ORYANTALİZM’, ‘DOĞUBİLİM’ YA DA ‘DOĞUCULUK/ŞARKİYATÇILIK’ Fırat KARGIOĞLU “Oryantalizm, Avrupa’nın Doğu fikridir…” Edward Said Toplumsallaşan İnsan’ın Tekâmülünde Batı’nın Mutlak Belirleyiciliği Oryantalizmi anla(t)maya kalkışmadan evvel, bizlerin, yani ‘Doğu’ toplumlarının, farkına varması gereken mühim bir ‘yanılgı’yı dile getirmemiz gerekiyor: ne yazık ki, birkaç yüzyıldır Batı’nın yaşanmışlıklarını ve bu yaşanmışlıkların birikimini, kendisine, tıpkı ‘tabiatın diyalektiği’ne (F. Engels) benzer bir biçimde, ‘toplumsalın diyalektiği’ olarak referans alan ve bu diyalektiğe adeta bir ‘tanrı’ rolü biçen, Batı-dışı/Doğu toplumları ile yani kendimizle yüzleşmekteyiz. Peki, nedir bu yüzleşmenin içeriği ve bilançosu? İşte oryantalizmi ya da oryantalizm benzeri diğer sömürge bilimlerini (antropoloji gibi) anlamlandırabilmenin yolu, tam buradan, yani Batı’nın yaşanmışlıklarına tapan, Batı hayranı Doğuluların zihni dünyası kavramaktan geçmekte… Batı ‘realite’lerinden hareketle inşa edilmiş bir Doğu zihniyetine dair ipuçlarını kavramaktan… Evet: birkaç yüzyıldır Doğu, Batı’nın gerçeklikleri üzerine inşa eder oldu her şeyini; zira dünyada ‘cennet’in anahtarının bu olduğuna hem kendisi inanmak istiyordu, hem de onu inandırmaya hazır ve istekli bir Batı mevcuttu. Doğu, bu yanılgısında, yani ‘cennetin Batılıların ayakları olduğu’na dair imanında, o kadar ileri düzeye gitmişti ki, yanılgı tabir-i caizse ‘delilik’ seviyesine erişmişti: ‘delilik’ diyoruz; zira Doğu, değil yüzyıllarca yıl, binlerce hatta milyonlarca yıl Batılılaşsa bile, asla elde edemeyeceği şeylere ulaşacağını umuyordu. Oysa bu imkânsızdı ve imkânsızlığın adı da üstündeydi: ‘Batılılaşma’, nam-ı diğer ‘gibileşme’... Doğu, en basit manada şunu arzuluyordu: ben Doğu olarak, Batılılaşarak ve Batı gibileşerek Batı’ya yetişirim (ilim ve teknoloji manasında); hatta bununla da kalmayıp Batı’yı geçerim de… Bu yanılgı, şimdi vahameti apaçık bir biçimde fark edilse de, fark edilmesi gereken zaman da fark edil(e)memiş, edilse de önemsenmemiş bir yanılgı; zira şöyle bir düşünün: A kişisi (Batı), belirli bir hızla ve belirli bir süre içinde, belirli bir yol kat ediyor. B kişisi (Doğu) ise, A’nın arkasında kalmışlığın verdiği ‘eziklik’ duygusuyla, şöyle bir karar alıyor: “bundan sonra, A’nın hızını kendime hız, A’nın süresini kendime süre belledim; onun kadar hızla, onun gittiği süre kadar gideceğim. Ayrıca A, ulaştığı noktaya hangi yollardan geçerek gelmişse, ben de aynen o yollardan geçerek A’nın yanına ulaşacağım.” Yine de B’nin planı, buraya kadar insaflıdır, esas bombası, buram buram ‘idealizm’ kokan, realiteden uzak mı uzak şu satırlardır: “A’nın hızı gibi bir hızla, A’nın süresi gibi bir süreyle ve onun geçtiği yollardan geçerek, A’nın ulaştığı noktanın da üzerinde bir noktaya çıkıp, onun kat etmiş olduğu yoldan daha fazlasını kat edeceğim.” İşte hemen her fen biliminin, ama özellikle de sosyal bilimlerin en temek aksiyomlarına aykırı, hatta aykırılıktan öte ‘küfür’ sayılabilecek bir ‘ülkü’; gayri-bilimselliği kadar, gayri-tarihsel/insani de olan bir ‘ülkü’… 290 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Neden mi? Şöyle izah etmeye çalışalım: evvela, A’nın meziyetlerinin aynına sahip/yakın bir B, yani düpedüz ‘A’ ya da ‘A gibi’ olan bir B, A’nın ulaştığı bir noktanın ötesinde/ilerisinde bir noktaya ulaşamaz; zira ulaşabiliyorsa, A da o noktaya ulaşma imkânına sahip olur ki bu durumda, “A uyurken B yol aldı” gibi bir aksiyomu kabullenmemiz zaruridir; lakin A için böyle bir aksiyom mevcut değildir, bu bir. Ayrıca, kendisine her işte A’yı kıstas belirlemiş olan bir B’nin A’yı geçmesi, ancak ve ancak bu kıstas misyonunu A’dan alması ile gerçekleşebilir; zira B, A’nın vardığı noktaya dahi, yine A’nın geçtiği yolları takip ederek gideceğini vaat etmişken, A sonrası/ötesi bir yolculuğa, nasıl bir metotla çıkmayı başarabilir ki? Bu da, iki. Ezcümle söylersek, A’laşan/A gibileşen bir B’nin gideceği yol, A’nın vardığının sonrasına/ötesine erişemeyeceği gibi, A’nın vardığı noktaya bile tekabül etmesi mümkün değildir; zira dikkat edilirse, B, hiçbir zaman A olamaz, sadece A’laşabilir/ A gibileşebilir; fakat asla A olamaz. Bu nedenledir ki, B’den A yaratma gayreti girişmek, zaten yarışında ta en başta kaybedildiğinin, en büyük delilini teşkil eder. Bu da, üç. B ile A arasındaki bu ilişki, önemli bir fark ile aynen Doğu ile Batı arasında da kurulabilir ki işte bizim yazımızın konusu, o temel farkın yalnızca bir parçasının izahından ibarettir: bir ‘sömürge-bilim’ olarak ‘oryantalizm’. ‘Sömürge-bilim’ politikalarının da dâhil edilmesiyle birlikte, ‘B→A’ ilişki biçimimize, ‘B←A’ da eklenir ve ilişki ‘B↔A’ şeklini alır artık ki bunun manası, ‘Doğu↔Batı’ ilişkisi için şudur: evvelden yalnızca B’nin A’ya öykünmesi şeklinde kurulan A-B ilişkisi, A’nın da aktifleşmesi ile çift yönlü bir hal alır: A, B’nin kendisini takibini ‘takdir’ etmekle beraber, B’yi boyunduruğu altına almak maksadı ile birtakım çalışmalara koyulur. Bu çalışmalar, B’nin yapabileceği maksimum hızdan tutun da, azami ne kadar süre yol gidebileceğine dair her şeyi ama her şeyi kapsayan bir yelpazeyi teşkil eder İşte bu yelpaze de B’dir; ancak bir farkla: ‘realite’ olan ‘B’ değil, A’nın idealinde inşa olan bir ‘B’; yani B’nin A’cası. Bu metaforun konumuza uyarlanması ile de: ‘Doğu’nun Batı’cası. Bu dilin adı ise, babası Edward Said’in koyduğu üzere: ‘oryantalizm’. Göbek adları ise bir hayli çok: ‘doğubilim’, ‘doğuculuk’, ‘şarkiyatçılık’, ‘müstağriplik’. Şimdi, yukarıda söylediklerimizi toparlayıp, esas meselemize, yani ‘oryantalizm’in içeriğini doldurmaya geçelim: dikkat edilirse, Doğu ile Batı arasındaki her iki yöndeki ilişki de ‘idealizm’ temelli ve gayri-bilimseldir; zira Doğu, Batı’nın ‘ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist/modern toplum, post-modern toplum’ şeklinde gerçekleşen toplumsallaşma tekâmülünü, kendisi de geçirecekmişçesine/geçirmek zorundaymışçasına, ‘Batılılaşma/Batı gibileşme ülküsü’ne kendisini adamıştır: Batı’ya ait olan tüm alt-süreçleri, yani ‘sanayileşme’, ‘modernleşme’, ‘post-modernleşme’, ‘kentleşme’, ‘sekülerleşme’, ‘laikleşme’, ‘demokratikleşme’ vesaire gibi, aslında özünde hepsi yalnızca ve yalnızca bir ‘Batı-gibileşme’ olan bu süreçleri, ‘yapay’ bir biçimde yaşama/geçirme gayreti içerisindeki, ‘idealizm’den dolayı körleşmiş bir Doğu… Batı ise, Doğu’nun ona bu denli öykünüşüne kulak vermiş ve ‘sömürge-bilimleri’ ile Doğu’ya ülküsünü gerçekleştirmede destek(!) olma talebinde bulunmuştur: yardımcı olmak için, evvela Doğu’yu tanımlamalıdır; O’na kendi gözüyle bir tarif oluşturmalıdır ki Doğu’nun, Batı’nın yaşadığı tarihin neresinde olduğu/kaldığı tam olarak anlaşılsın. Böylelikle, hem Batı Doğu’dan ne kadar ileride/modern olduğunu anlasın ve kibirlensin, hem de Doğu Batı’nın ne kadar gerisinde, iptidai bir toplumlar kompozisyonunu temsil ettiğinin farkına varsın ve haddini bilsin. İşte ‘oryantalizm’, en basit haliyle, Batı açısından bir hayli verimli, Doğu açısındansa epeyce kısır görünen bu döngünün devamını sağlayan, ‘ideolojik bir bilim’ ya da ‘bilimsel bir ideoloji’dir. Evvela: ‘Oryantalizm’ Üzerine İktibaslar ve Mülahazalar “1815 ile 1914 yılları arasında Avrupa’nın direkt sömürge imparatorluğu dünya yüzeyinde %35’ten %85’e çıkmıştı. Yeryüzündeki bütün ülkeler o sırada bu olaydan nasiplerini almış bulunuyordu. Özellikle Asya ve Afrika ülkeleri sömürgecilikte başı çekiyorlardı. İngiltere ve Fransa iki büyük imparatorluk olarak bazen birleşiyor, anlaşıyor bazen de rekabete düşüyor ve birbirlerine düşman kesiliyorlardı. Doğu’da Akdeniz kıyılarından Çin Hindi ve www.ulkuocaklari.org.tr 291 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Malezya’ya kadar tekmil sömürge imparatorlukları ve etki alanları ya birbiri ile sürtüşüyor, yahut birbiri üzerine biniyor ve devamlı çekişmelere sahne oluyorlardı. İngilizler ve Fransızlar kültürel ve ırkî özellikleri ile İslâm dünyasına girmiş olan Ortadoğu’da ilk defa bir araya geliyorlar ve bu alanda bütün ağırlığı ve karışık problemleri ile “Doğu” dünyasını tanıyorlardı.”[1] Bu iktibasın başında Edward Said’in vermiş olduğu tarih aralığı, sömürgeciliğin şaha kalkış devrine tekabül ettiği gibi, aynı zamanda –ne tesadüftür ki- ‘oryantalizm’in de ideolojik bir bilim/bilimsel bir ideoloji olarak doğuşuna/yayılışına denk düşer: yani Batı’nın Doğu’yu işgali, aynı zamanda Batı’nın Doğu’yu tanıma talebi ile de el ele yürür. ‘İşgal’ ve ‘oryantalizm’den hangisi öncedir dersek, ‘oryantalizm’, ‘doğrusal’ bir sürecin değil, daha çok bir ‘çevrim’in ürünüdür aslında: şöyle ki, işgal ettikçe tanır, keşfedersiniz; lakin tanıyıp keşfettikçe de işgal arzunuz artabilir, ya da diğer çevrimin diğer bir versiyonuyla, işgal etmeden evvel, tanıyıp keşfetmeniz gerekir. İşte Batı’nın Doğu’ya yönelik/özel icat ettiği bilim olarak ‘oryantalizm’, böyle iç-içe geçmiş nedenselliklerin kümülatif sonucudur. Peki, tarihsel aralığını aşağı yukarı tespit ettiğimiz bu bilimsel ‘izm’in, tam bir tarifini vermeye kalkışsak becerebilir miyiz acaba? Bu konuda yardım almamız gereken kişi, hiç şüphesiz ki yine Edward Said’dir; ancak ‘Oryantalizm’ adlı eserini okuduğunuzda, O’nun bile ‘oryantalizm’in ‘objektif’ ve ‘kapsamlı’ bir izahını yapmakta son derece zorlandığını görürsünüz: “Anlaşıldığına göre oryantalizm kültür, bilim ve kurumlar tarafından sessizce meydana çıkarılmış basit bir tema yahut politik bir alan değildir. Doğu üzerine yazılmış eserlerin geniş ve yaygın bir koleksiyonu da değildir… Batı’nın “Doğu” dünyasını ezmeye yönelik hain bir “emperyalist komplosu” da sayılmaz ve bu görüşü temsil etmez. Oryantalizm estetik, bilimsel, ekonomik, sosyolojik, tarihe ait ve filolojik metinler aracılığı ile “aktarılmaya” çalışan bir cins jeo-ekonomik görüşler bütünüdür. Oryantalizm coğrafî bir ayrım değil –dünya Doğu ve Batı olmak üzere eşit olmayan iki bölüme ayrılmıştır- bir seri “çıkarlar” toplamıdır. Bu çıkarlar sadece yaratılmış değillerdir. Aynı zamanda bilimsel keşifler, filolojik çalışmalar, psikolojik analizler, manzara tarifleri ve sosyolojik açıklamalarla ayakta tutulmaya çalışan müesseselerdir. Bu sistem açıkça ayrı bir dünyanın yönlendirilmesi, kullanılması, hatta eritilmesi için gösterilen gayretlerin tamamını kapsar. Oryantalizm bilhassa brüt politik iktidarla ilişkili gibi görünmeyen bir hitap şekli, fakat çeşitli iktidarların kuvvet farklarından doğan ve varlığını öylece sürdüren dengesiz bir alışveriş düzenidir. Bu alışveriş bir ölçüye kadar sömürge ve imparatorluk idarelerinde olduğu gibi siyasal iktidarla; linguistik, mukayeseli anatomi yahut modern politik ilimlerden herhangi biri olarak geçerli ilimler alanında entelektüel iktidarla; din, kanunlar, kıymet hükümleri, ulusal zevk ve edebiyat alanında kültürel iktidarla; “Biz” ve “Onlar” esasında dayanan fikirler halkası içinde ahlâkî iktidarla sürer gider. Sonuçta benim Oryantalizm konusunda ileri sürdüğüm tez, onun kültür, politika ve moda modern aydın düşünceler çerçevesinde çok geniş bir alana yayıldığı fakat “bizim” dünyamızla gerçek “Doğu” arasında çok az ilişkili noktasında toplanmaktadır.”[2] Edward Said’in ‘oryantalizm’e genel bir izah getirmek adına kaleme aldığı bu pasaj bile, ‘oryantalizm’in muhtevasının ne kadar dolu ve karmaşık/girift olduğunu göstermekte; lakin bizim bu izahtan çıkarmamız gereken birkaç husus var, onları da şöyle sıralamamız mümkün: [a]İlk olarak, ‘oryantalizm’ ne tamamen bir ‘Batı’nın Doğu’yu köleleştirme projesi’, ne de tamamıyla bir ‘iyi niyetli bilimsel çalışmalar toplamıdır; bu her iki anlamda, hatta bu anlamlarında ötesi, ‘oryantalizm’de mündemiçtir. [b] İkinci olarak, ‘oryantalizm’, sek siyasal, iktisadi yahut da kültürel bir olgu değil, tam aksine, her ‘toplumsal’a ve hatta bazen de antropoloji vasıtasıyla ‘sadece bir tür olarak insan’a atıfta bulunan ‘inter-disipline’ bir ‘bilim’ ya da ‘izm’dir. [c] Üçüncüsü: oryantalizm, her ne kadar ‘bilim’ iddiası taşısa da, hiçbir zaman ‘pür bir bilim’ olarak nitelendirilemez; yani ‘oryantalizm’, bizce, ya düpedüz bir ‘ideoloji’, ya da daha masumane/insaflı bir tabirle ‘bilimsel bir ideoloji/ideolojik bir bilim’dir. Bu haliyle ‘oryantalizm’, ne denli ‘objektif’ olmaya çalışırsa çalışsın, ne kadar ‘evrensellik’ iddiası taşırsa taşısın, en nihayetinde ‘gayri-bilimsel’dir. Zira bu tezi destekleyen en mühim tespitlerden biri de yine Edward Said’in eserin de yer almaktadır ki bu tespit, ‘Batı’ ve ‘Doğu’nun, Engels’in tabiriyle ‘tabiatın diyalektiği’nce oluşmadığı, bizatihi insanın kendisi tarafından oluşturulduğu/üretildiğidir. Said’den dinleyelim: “İlk üzerinde durduğum nokta Doğu’nun tabiatın bir parçası olmadığıdır. Nasıl Batı sadece var 292 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı değilse, O da sadece var değildir. Vico’nun bu konudaki önemli görüşünü ciddiye almamız gerekiyor: İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Görünen odur ki bu tarih yapılır ve coğrafyaya intikal eder. Tarih bir kenara bırakılsa dahi coğrafî ve kültürel temeller toprağa, bölgeye ve coğrafî sektörlere sinerek “Doğu” ve “Batı” gibi insan eli ile yaratılmış kavramlar ortaya çıkarırlar. Bu yüzden aynen Batı gibi Doğu da bir tarih, bir düşün geleneği, bir hayal dünyası ve bir kelime hazinesine sahip ideal bütünlüğüdür. Doğu’nun var oluş ve Avrupa’nın karşısında bir realite olarak duruşu bu sebeplere dayanır. Bu iki coğrafî gerçek böylece birbirini tamamlar ve bir bakıma birbirine dayanır.”[3] Şimdi: dedik ki, ‘oryantalizm’ bir bilim değil, daha ziyade ‘kısmen bilimsel olan ideolojik bir akım” ve yine ardından ekledik: ‘oryantalizm’i yalnızca bir ‘şer projesi’ olarak görmek de yanlış/ eksik bir bakış açısı; zira epey geniş bir ‘toplumsal’ sahayı kapsamakta… Peki, ‘oryantalizm’in şer tarafından kastımız nedir, yani ‘oryantalizm’ neden Doğu için bir tehlike arz eder? Dilerseniz bu sorunun cevabını, Osmanlı imparatorluğunu paramparça etmeye yönelik bir oryantalist senaryoyu aktaran Alphonse de Lamartine’den dinleyelim: “İstanbul’da bir ihtilâl yahut arka arkaya gelecek parçalanmalar yüzünden bu imparatorluk dağıldığı takdirde, Avrupa devletlerinden her biri, kongrenin uygun gördüğü biçimde imparatorluğun bir parçasını himayesi altına alacaklar. Himaye altına alınmış bu toprağın tarifi, sınırları, alanı, komşuları ile ilişkileri, güvenliği, dinî bütünlüğü, gelenekleri ve çıkarları egemen devletin arzuları doğrultusunda yorumlanacak. Bu egemenlik kavramı Avrupa hukukunun bir parçası olarak toprağın yahut kıyının bir bölümünü ele geçirerek buraya açık bir şehir yahut bir Avrupa kolonisi yahut da bir ticaret limanı veya iskelesi haline getirme hakkı anlamını taşıyacak. Her devletin kendi himayesi altında yaşayan ülkeye uygulayacağı politika silahlı ve uygarlık aşılayıcı bir baskı aracı olmaktan öteye geçemeyecek. O ülkenin varlığı ve ulusal bütünlüğü böylece kendisinden daha üstün bir ulusun bayrağı altında garantiye alınacak.”[4] İşte ‘oryantalizm’in, tıpkı ‘ideoloji(ler)’ misali bir ‘yanlış bilinçlen(dir)me birikimi’ olduğu bu satırlarda rahatlıkla görülebilmektedir; Doğu’luyu oryantalizme karşı kinle dolduran saik de tam olarak buradan doğar ve gelişir: Doğu’lu, tıpkı ‘az gelişmiş ülke milliyetçiliği’ akımına benzer bir akımı da, oryantalizm karşısında geliştirme gayreti içerisine girer, lakin pek de başarılı olamaz. Batı’nın Doğu’cası, nam-diğer: ‘Oksidentalizm’, ‘Batıbilim’ Ya da ‘Batıcılık/Garbiyatçılık’. Evet: oryantalizm en naif/basit/yüzeysel haliyle, bu çerçevede izah edilebilir. Buradan öteye geçecek bir oryantalizm bahsi, her adımda sayfalar dolusu tetkik, tahlil ve izah gerektireceğinden, yazımıza, ‘oryantalizm-milliyetçilik’ ve ‘oryantalizm-Türk milliyetçiliği’ ikililerine dair mülahazalarımızla son noktayı koyalım. Bitirirken: ‘Oryantalizm’i ‘Milliyetçilik(ler)’ Üzerinden Anlamlandırma Denemesi Ya Da ‘Oryantalizm’in ‘Milliyetçi’ Varyasyonları Bu son bölümü, ‘oryantalizm’ ile ‘milliyetçilik’ arasındaki ‘göreceli/durumsal’ ilişliyi izah etmek maksadıyla kaleme aldık: sorumuz, “oryantalizm milliyetçi değerler dizisi içerisinde nasıl bir mana bulur?”. Sorumuzun cevabı ise, ancak yeni sorulara verilecek cevaplar sonrasında bir anlam taşır: “nasıl bir milliyetçilik?” ve “kimin milliyetçiliği?”. Evvela bu soruları, çok-cevaplı bir şekilde karşılayalım; ardından da bu çoklu-cevapların aydınlattığı yol üzerinden, esas varmak istediğimiz cevaba varalım. [1]: Dedik ki “nasıl bir milliyetçilik?”: Bu soruya, tüm milliyetçilik türlerine girmeden, en genel ve genel olduğu kadar da temel olan ayrım üzerinden cevap verelim; Yusuf Akçura’nın ayrımıyla, ‘emperyalist milliyetçilik’ mi yoksa ‘demokratik milliyetçilik mi’? Eğer milliyetçiliğiniz, antidemokratik, ‘emperyalist’, yani ontolojisinde yayılmacılığı/sömürgeciliği/köleciliği ve tüm bunların milliyetçilikle aynı anda anıldığı bir yerde ‘olmazsa olmaz’ olarak ‘ırk’çılığı barındırıyor ise, sizin milliyetçiliğiniz, öldürücü bir silah olarak ‘oryantalizm’i yahut ‘oksidentalizm’i yahut da bu iki ‘izm’e benzer/akraba bir ‘izm’i mündemiçtir. Demokratik milliyetçilik taraftarı bir www.ulkuocaklari.org.tr 293 Ülkü Ocakları Eğitim Programı milliyetçi ise, katiyen böyle bir ‘izm’in savunucusu/destekleyicisi olamayacağı gibi, aynı zamanda bu tür ‘izm’leri tüm milli-devletlerin haklarına tecavüz olarak algılar ve bu ‘izm’lerle mücadele eder. Peki, milliyetçilikler kendiliğinden oluşmayan, yani üretilen tarafı ile ele alındığında ki bir milliyetçiliğin –daha kapsayıcı bir kavram olarak asabiyetin- kim tarafından yapıldığı da son derece mühim değil midir? Şüphesiz ki: “evet”. Bu nedenle ikinci sorumuza geçelim. [2]: Evet, ikinci sorumuz şuydu: “kimin milliyetçiliğinden; yani ‘ezen’ tarafından mı yoksa ‘ezilen’ tarafından mı, ‘gelişmiş’ tarafından mı yoksa ‘az-gelişmiş’ tarafından mı, ‘modern’ tarafından mı yoksa ‘iptidai’ tarafından mı, ‘Doğu’lu tarafından mı yoksa ‘Batı’lı tarafından mı yapılan bir milliyetçilikten söz etmekteyiz?” Tüm bu milliyetçilik varyasyonları içerisinde oryantalizmin anlamı farklıdır: şöyle ki, eğer ‘ezen/gelişmiş/modern’ bir milletin oryantalizme bakışından söz ediyor isek, kati olmamakla birlikte genel yargımız, oryantalizmi ya da türevlerini bir asimilasyon/ medeniyet çözücü olarak algılayan bir anlayışın hâkim olacağına yöneliktir. Ama söz konusu millet, sürekli iç ve dış tehditler ile boğuşan ve dış dünya tarafından/dış dünyaya göre ‘ezilen/ az-gelişmiş/iptidai’ olarak damgalanmışsa, o zaman bu millet için ‘oryantalizm’ ve türevleri bir ‘savunma refleksi’ ya da tabir-i caizse bir ‘nefsi müdafaa’ anlamına gelir: Gelelim ‘özel’ olarak ‘Türk milliyetçiliği’ ile ‘oryantalizm-türevleri’nin ilişkisine… Bilmekteyiz ki, Türk milliyetçiliğinin ontolojisinde, her iki ‘doğum’ Saiklerine bakıldığında da bir zaruretin içkin olduğu görülür. İlk ‘Türk milliyetçiliği’ dalgası, Osmanlının parçalanışına, ikinci dalga ise komünizmin yayılışına karşı kendisini üretmiştir. Aslında bugün de kabullenmek zor olsa da durum aynıdır: Türk milliyetçiliği, ‘kapitalizm’, ‘küreselleşme’ ve ‘PKK terörü’ne karşı bir mücadele içerisinden kendini üretmekte ve ne yazık ki halen ‘bir medeniyet projesi olarak’ anlam kazanamamıştır. Bu minval üzere gidersek, Türk milliyetçiliği, savunmacı/refleksi/re-aksiyoner bir milliyetçiliğe tekabülünden ötürü, ‘oryantalizm’ ve benzeri ‘izm’leri içselleştirmez, aksine bu tarz yaklaşımları iter/dışlar. Ezcümle söyler isek, Türk milliyetçiliği, ‘oryantalizm’ ve türevlerine ‘karşı’ bir ideoloji olup, ‘oryantalizm’ ya da ‘oksidentalizm’e destek vermek şöyle dursun, bu iki ideolojiyle de ontolojik olarak çatışır; zira Türk milliyetçiliği, 21. yüzyılın başında, ‘medeniyet çözen’ değil, ‘medeniyet inşa eden’ bir ideoloji olma çabası içerisindedir. Hem de bugüne kadar hiç olmadığı kadar… Dipnotlar [1] Said, Edward, Oryantalizm (Doğubilim), Çeviren: Nezih Uzel, İrfan Yayınevi, Dördüncü Baskı, İstanbul, Mart 1998, s: 8-9 [2] A.g.e., s: 26-27 [3] A.g.e., s: 16 [4] A.g.e., s: 161-162 294 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı SİYONİZM Kübra BOZKURT Siyonizm nedir sorusuna bir cevap verebilmek için tarihsel gelişimine bakmamız gerekmektedir. Ansiklopedik anlamıyla bakacak olursak, adı Kudüs’teki Siyon dağından gelmektedir ve Yahudi halkının Filistin’e geri dönme özlemidir. Ayrıca dönmeyi istedikleri topraklarda bağımsız bir Yahudi Devleti kurmayı amaçlamışlardır ve 1948 yılında bunu gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler, Fırat ve Nil nehirlerinin arasında kalan toprakların kendilerine vaat edilmiş olduğuna inanmaktadır. Bayraklarının da bunu simgelediği söylenmektedir. Ayrıca, bozulmuş dini inançlarına göre, diğer milletler İsrailoğullarının kölesidir. Bu açılardan ele aldığımızda Siyonizm, vatansız kalan Yahudilerin yurt edinmesi davası olarak başlayıp, dünyanın efendiliğine soyunma hareketi olarak da algılanabilir. Siyonizm’in geldiği noktaya bakacak olursak; yurt edinme misyonunu yerine getirdiklerini (her geçen gün topraklarını karış karış arttırmaktadırlar) ve dünya arenasında söz sahibi olmaya başladıklarını görmezden gelemeyiz. Şöyle ki; bugün dünyanın süper gücü (!) olarak kabul edilen Amerika’da bile Yahudilerin dünyayı yönettiğine dair birçok kitap yayınlandığını görebilmekteyiz. Her ne kadar bu kitaplar paranoya dünyası tasvir etseler de, Yahudi varlığı yadsınamaz hale gelmiştir. Dünya ölçeğinde gelişen (küresel) olaylar dikkate alındığında, gerek siyasal arenada, gerek sosyolojik anlamda, gerekse de ekonomik olaylarda Yahudilerin oynadığı rol gün gibi ortadadır. Anlaşılıyor ki; Siyonizm çok boyutludur. Şöyle ki; 1948 yılında İsrail devleti kurulduğunda Yahudi gazeteleri “Mesih’in Ayak Sesleri” manşeti atarken, Siyonizmin kurucularından sayılan Theodor Herzl Yahudi devletinin sınırlarının kuzeyde Kapadokya’dan güneyde Süveyş Kanalı’na kadar olduğunu açıklıyordu. Ayrıca Nazi Almanyasında uğradıkları soykırım sonucu “Doktorsanız hastaları öldürecek, öğretmenseniz kötü eğitim verecek, her ne iseniz görevinizi kötüye kullanacaksınız.” tarzında beyanatlar da vermekteydiler. Kısaca bir Siyonizm tanımı yapacak olursak; kaynağını -bozulmuş-[1] dinlerinden alan, kendi ırklarının üstünlüğüne inanan ve bu üstünlüklerini dünya çapında hissettirme yönelimi olan emperyalist eğilim, bu uğurda hiçbir milletin yaşam varlığını kabul etmeyen faşizan bir ideolojidir diyebiliriz. Siyonizm ideolojisi, ilk olarak Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl tarafından ortaya atılmış; Yahudi camiası tarafından kabul görmüştür. Theodor Herzl kimdir? Theodor Herzl (2 Mayıs 1860- 3 Temmuz 1904): Politik Siyonizm’in kurucusu, gazetecidir. Orta sınıf bir ailenin ferdidir. Viyana Üniversitesinde hukuk eğitimi aldı. Avukat sıfatını taşısa da www.ulkuocaklari.org.tr 295 Ülkü Ocakları Eğitim Programı mesleğinin yerine yazarlık yaptı, çeşitli oyunlar yazdı. O zamanlar İsrail devleti olmadığından bir Yahudi devletinin kurulmasını tasarladı. Siyonizm üstüne kapsamlı çalışmalar yaptı. Çalışmalarına hız katan en önemli unsur ise; Avrupa’nın Darwinist teorilerine göre diğer geri kalmış ülkeler üzerinde sömürgelerin başlaması ve yine bu teorinin başını çektiği ırkçılık propagandası ile gerçekleştirilen katliamlardır. Yahudiler kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklara kavuşmak ümidiyle, ilk resmi adımı 29 Ağustos 1897’de Basel’de I. Siyonist Kongresi’ni düzenleyerek attılar. Bu kongrenin başkanlığını da Theodor Herzl yapmıştır. Basel Kongresiyle teşkilatlanmaya başlamışlardır. Mistik şekliyle çok eskiden beri ifade edilen siyonizmin sözü siyasi anlamda ancak 19. yüzyılda edilmeye başlanmıştır. Yahudiler, Basel Konferansından önce de büyük devletlerle irtibat kurarak birtakım siyasi oyunlar çevirmekteydiler. Ancak siyonist ideolojiye göre teşkilatlanmalarından sonra bu işi tek merkezden ve daha organize bir şekilde yürütmeye başlamış ve böylece güçlerini daha da artırmışlardır. Theodor Herzl Basel Kongresi’nde kuracakları Yahudi Devleti’nin sınırlarını şöyle açıklıyordu: “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na. Sloganımız Davud ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.” Herzl, bütün dünya Yahudilerinin vereceği destekten emin olarak, kongrede şunları da söylemişti: “Basel’de ben Yahudi Devleti’ni kurdum. Eğer bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu böyle bilecektir.” İsrail, gerçekten de Herzl’in söylediği bu sözden elli sene sonra kuruldu. Herzl’in sözlerinin bu kadar isabetle gerçekleşmesi ileri görüşlülüğünden kaynaklanıyor değildi elbet. Sultan II. Abdülhamid ve Theodor Herzl Buluşması Muharref (değiştirilmiş) Tevrat’ta vaat edilen topraklar, o tarihte Osmanlı Devleti’nin elinde bulunuyordu. Bu nedenle Yahudi liderler, Filistin’i Osmanlı’dan almak için ilk olarak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan faydalanarak Filistin’i satın almaya çalışmışlardır. Theodor Herzl İstanbul’a gelmiş ve Sultan II. Abdülhamit’le görüşmek için çok uğraşmıştır, bütün Osmanlı borçları karşılığında Filistin’den yer istemiştir. Sultan II. Abdülhamit ise şu cevabı vermiştir: ‘Bu yerler bana ait değil milletime aittir. Bu yerlerin her karış toprağı için şehit verilmiştir.93 Harbi’nde Orduy-u Humayun’umun Filistin Alayı’nın askerleri, bir tanesi dönmemek üzere şehit olmuşlardır. Ben canlı vücud üzerinde paylaştırma yapamam. Filistin’e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir. Böyle bir teklif yapan bir adam, bir adım daha atmasın ve memleketi terk etsin.’ Parayla toprak satın alma girişimleri Abdülhamit’in kararlı tutumuyla sonuçsuz kalınca; Siyonist hareket, Osmanlı’yı yıkmak için yoğun bir faaliyet başlattı. Herzl bu durumu kendi sözleriyle şöyle açıklamıştı: “Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı’nın dağılmasını beklemeliyiz.” Siyonistler, İsrail Devleti’ne izin vermeyen Abdülhamit’i kesin olarak saf dışı bırakmaya karar vermişlerdi. Planlarının gerçekleşmesi için dışarıdan yapılacak bir müdahalenin yeterli olmayacağını, dolayısıyla Abdülhamit karşıtı bir iç muhalefet grubuyla iş birliği yapmak gerektiğini düşünüyorlardı. Yahudi liderler bu noktadan hareketle amaçlarına, Abdülhamit’e karşıt olan, Jön Türklerle yapılacak iş birliği sayesinde ulaşabileceklerini düşünmüşlerdir. Siyonist lider Theodor Herzl bu tarihi kararı şöyle dile getiriyor: 296 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Bir tek plan aklıma geliyor. Sultan’a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı.” Siyonistler Jön Türkler ve daha sonra da İttihat Terakki hareketiyle sıkı ilişkiler kurmuşlardır. Sultan II. Abdülhamit’in devrilmesi için destek vermişlerdir. “Birçok Avrupalı yazar, Jön Türk hareketini ve İttihatçıları, Yahudilerin, dönmelerin ve gizli Yahudilerin elinde oyuncak olan bir Yahudi- Mason komplosu olarak nitelemiştir.”[2] Siyonizmin Geldiği Nokta Siyonist hareketin önderliğini yapanların çoğu dindar değildi. Amaçları toplumu din eksenine göre değil, millet eksenine göre yaratmaktı. Osmanlı Devleti’nin yıkılışının ardından bu hareketin mensupları Yahudileri Filistin’e yerleştirme projesini hızla hayata geçirdiler. II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin soykırımına uğrayan Yahudiler, büyük kafileler halinde, Filistin’e gizli göçler yaptılar. Aynı ırka mensup olanlar, tek çatı altında toplandılar. Yahudiler bu topraklarda devlet kurmayı hedeflerken dini değerlerden ziyade, ulusal değerleri ön plana çıkardılar. II. Dünya Savaşının Yahudilerin müttefiklerinin galibiyetiyle sonuçlanmasının ardından İngiltere, ABD desteğini de almasıyla birlikte, Filistin meselesini Birleşmiş Millletler’e götürüp çözümlenmesini istemiştir. Birleşmiş Milletler 1947 Kasım ayında Filistin’in, biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Kudüs şehrine ise Birleşmiş Milletler denetiminde milletlerarası bir bölge statüsü tanındı. Arapların hoşuna gitmeyen bu durum sonunda Filistin’de iç savaş başladı. Devam eden Arap- İsrail savaşlarında, kazanan emperyalist güçleri arkasına almış olan İsrail olmuştu. 14 Mayıs 1948’de BM paylaşım planı uyarınca David Ben- Gurion tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edilmiştir. İşgalci, sömürgeci ve ırkçı bir ideoloji olan radikal Siyonizm elli yılı aşkın bir süredir Ortadoğu’da kan dökmektedir. Bölgede neredeyse hemen her gün bir çatışma yaşanmakta, pek çok masum insan; kadın, çocuk, genç, yaşlı bu acımasız savaşın hedefi olmaktadır. Siyonistler, sık kullandıkları “Topraksız bir halk için halksız bir toprak!” sloganıyla, Filistin topraklarında yaşayan Müslümanları yok saymışlardır. Aslında savaş sırasında gerçekleştirdikleri göç Ortadoğu’daki kargaşanın temel kaynağıdır. Siyonistler bu topraklara geldiklerinde, Müslümanlarla beraber yaşamak yerine onları evlerinden çıkarmış, yurtlarından sürmüşlerdir. Yaşanan son Gazze olayları bunun bir örneğidir. Siyonizm, hedefindeki İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra dünyayı ele geçirme amacı güden ırkçı, din dışı bir ideolojidir. Ortadoğu ile kalmamakta, tüm dünya ülkelerini tehdit etmektedir. İsrail işgal rejiminin kurucularının şu zamana kadarki tüm yöneticileri Siyonizm ideolojisinin fikirleriyle beslenmiş ve bu fikirleri benimsemiş kimselerdir. Bu benimsemeden sonra büyük İsrail idealinden vazgeçmeleri ise mümkün değildir. Birtakım siyasi oyunlar dönmektedir ve bu oyunlardan en çarpıcı olanı da ‘barış’ adı altında olan stratejileridir. Dünyaya duyurduğu, Arap rejimine verdiği barış sinyali aslında Siyonistlerin büyük projesini gerçekleştirme yolundaki siyasetidir. 1994’te imzalanan “Vadi Araba” anlaşmasıyla, Ürdün’de Yahudilere gayrimenkul satılması yasağının kaldırılması ve yine burada istedikleri gibi şirket kurma, kamu- iktisadi kurumları satın alma gibi haklar tanınması, aynı 1918’de Filistin’i işgal etmelerinden sonra İngilizlerin Siyonistlere bu şekilde haklar tanımasına benzemektedir; ”Filistin’de mülk edinme, iktisadi alanları ele geçirme gibi…” Geçmişte Siyonistlere sunulan bu fırsatları, şu an da Ürdün Krallığı sağlamaktadır. Bir Siyonistin Ruh Hali “Yahudiler herkesle iş yapar, ama dostlukları sadece kendi içindedir. Dışlayıcı ve kendi içlerine kapalıdırlar; kuşkusuz bunda dinlerinin de payı vardır. Ama ırksal içgüdülerinin en önemli göstergelerinden birine dönüşen kendini savunma gereksinimi de unutmamak gerekir. Dünyada www.ulkuocaklari.org.tr 297 Ülkü Ocakları Eğitim Programı daha etkili bir dayanışma ruhuna sahip, insanların birbirine daha çok omuz verdiği başka bir cemaat yoktur. Öyle ki onları ilgilendirebilecek her olay bu cemaatte önemli yankı bulur. Alışkın bir göz insanların tavırlarındaki heyecandan bu olayları ve yankılarını ayırt edebilir. Bu gözlem kuşkusuz diğer cemaatler içinde yapılabilir, ama Yahudilerde iş çok daha belirginleşir. Kendilerini etkisi olmayacak her şeye karşı ilgisiz kalırlar; olaylarla ancak kendi hedeflerine ya da çıkarlarına uydukları oranda ilgilenirler. Gerek koşullardan yararlanmak, gerekse sorumluluktan kaçmak konusunda çok beceriklidirler; kimi zaman hiç belli etmeden yabancı aracılar kullanarak işlerine gelecek kimi olayları kışkırttıkları bile görülür. Politikaları hep aynıdır; ama önlerine koydukları hedefe ulaşmak için başvurdukları araçlar ve formüller sadece koşullara göre değil, aynı zamanda bir ülkeden diğerine ve ortamdan ortama değişebilir.”[3] Siyonizm ve Türkiye “Siyonist, sadece Tapınağını kuracağı ve iki bin yıllık bir aradan sonra Tanrı’ya yeniden sunmaya başlayacağı yakılmış kurbanların dumanlarının tüteceği kayalık Filistin’i değil, kullanılmamış zenginlikleriyle, stratejik noktalarıyla, Akdeniz’in bir Güney Baltık denizine dönüşmesini engelleyen ulaşım yollarıyla tüm Türkiye’yi istemektedir.”[4] Tevrat’ın Tensiye bölümünde (12/25) yer alan kısım, Siyonistlerin inanışlarının ne yönde olduğunu gözler önüne sermektedir. “O zaman Rab bütün milletleri önünden kovacak ve sizden büyük kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan’dan ırmaktan, Fırat ırmağından garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır”. Bir Siyonist açısından Türkiye’nin jeopolitik konumu gözler önündedir. Bu türlü oyunlara karşı gözümüzü açık, dimağımızı taze tutmalıyız. Son yaşanan mayınlı arazi temizleme olayında eğer Türk firmaları ve TSK ihaleyi almazsa bu teknolojiye sahip İsrail kapıda hazır beklemektedir. Böyle bir hakkı elde eden İsrail’in neler yapabileceği ortadadır. Bu, sadece güncel bir olay olduğu için örnek teşkil etmektedir. Türkiye topraklarında bunun gibi birçok mesele mevcuttur ve mevcut olmaya devam edecektir. Ancak şurası da yadsınamaz bir gerçektir ki; Türkiye ne Filistin’dir ne de Ürdün… Unutulmamalıdır ki; Karanlığı ışık, zulmü adalet ortadan kaldırır… Dünya bu adalete susamış vaziyettedir. Dipnotlar [1] “Siyonistler’in siyasi ideolojileri için kullandıkları Tevrat; Allah-u Teala’nın Hz.Musa’ya vahyettiği mübarek kitaplardan biridir. Maide Suresi 44. ayette “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak gönderdik…” yine Ku’ran’da Tevrat’ın tahrip edildiğini bildirilmektedir. Bugün okunan Tevrat, muharref(değişitirilmiş)tir.” [2] Bu tür nitelendirmeler bizlere ait olamaz. Burada anlatılmak istenen Yahudilerin menfaatleri doğrultusunda yaptırım yapabilme yeteneğini göstermektir. Bizim böyle bir iddiamız olamaz. [3] Bu paragraf Bertrand Bareilles’in Güncel Yayıncılık tarafından basılan “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabından özetlenerek alıntılanmıştır. [4] A.G.E den alınmıştır. 298 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı SÖMÜRGECİLİK, EMPERYALİZM ve KÜRESELLEŞME Erkan GÖKSU Giriş İnsan ilişkilerinde gayet doğal olarak görülen karşılıksız dostluk, yardımlaşma ve vefa gibi insanî kurallar, devletlerarası münasebetlerde geçerli değildir. Zira her devletin bir dış politikası vardır ve her devletin kendi dış politikası, millî menfaatleri doğrultusunda şekillenir. Bunlar da zaman içerisinde değişebileceğinden, devletlerin sürekli dostlukları ve de düşmanlıklarından söz edilemez. Bugün itibarıyla, devletlerin birbirlerinin hukukuna saygı göstermeleri konusunda bir denetim mekanizması oluşturulmuş ve devletlerarasında iyi ilişkiler kurma ve bu iyi ilişkileri bozmaya yönelik faaliyetleri kontrol etme esasına dayanan Birleşmiş Milletler Teşkilatı, NATO vb. kuruluşlar, bu denetim mekanizması görevini üstlenmişlerdir. Fakat devletlerarası münasebetlerde değişmeyen bir kural vardır ki, bu da “bir devletin varlığını ve her türlü hayat hakkını önce kendisinin koruması gerekliliği”dir. Bunun için de askerî, siyasî, ilmî, kültürel ve ekonomik alanlarda kuvvetli olmak gerekir. Zira devletlerarası dış politikada hayatta kalabilmenin tek geçerli kuralı bu alanlarda güce sahip olmaktır. Aksi takdirde gösterilecek en küçük bir zaaf, devletler için telafisi çok güç, hatta imkânsız olan büyük zararlara sebep olabilir ve tarih, bunun birçok örneğiyle doludur. Bu durum içerisinde, devletlerin kendi millî çıkarları doğrultusunda beliren hedeflere yönelik olmak üzere, birbirlerine karşı geliştirdikleri birer dış politikaları vardır. Bu politikalar, sadece siyasî ve askerî olmakla kalmaz; ekonomik, bilimsel, sosyo-kültürel ve psikolojik alanlarda da kendisini hissettirir. Öyle ki, görülen birkaç istisna hariç, “sıcak savaş” döneminin bittiği çağımızda, devletlerarasındaki mücadele, neredeyse tamamen ekonomik, bilimsel, sosyo-kültürel ve psikolojik alanlarda devam etmektedir. Türk milleti, tarih içerisinde işgal ettiği zaman dilimi ve coğrafî mekân itibarıyla, bu çeşit devletlerarası münasebetlerle bir hayli fazla karşılaşmış ve Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya, Karadeniz’in kuzeyinden Afrika kıtasına kadar uzanan saha içerisinde birçok devlet ve toplum ile münasebet kurmuştur. Dünya tarihinde bu kadar geniş sahaya yayılan, kurduğu devletlerle bu bölgelere hâkim olan ve dolayısıyla, bu geniş bölge ve zaman içerisinde bu kadar çok devletle ve toplumla ilişki kuran başka bir millet yoktur. İşte bugünkü Türkiye’nin, dünya konjonktürü içerisindeki yerinin belirlenmesinde ve memleketimize yönelen gizli veya açık tehditlerin şekillenmesinde, bu tarihî geçmiş esas olmuştur denilebilir. Gerçekten de 11. yüzyıldan itibaren, yani Türkiye’nin yurt edinilmesi hadisesinden başlayarak, günümüze uzanan tarihî seyir içerisinde www.ulkuocaklari.org.tr 299 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk milletinin geçirmiş olduğu dönemler; tarihî, coğrafî, sosyo-kültürel ve diğer etkenleri de içerisine alarak devletimizin ve milletimizin bugünkü uluslararası ilişkiler içerisindeki yeri ve önemini belirlemiştir. Bu bağlamda, Türkiye’nin jeopolitik ve bahsettiğimiz tarihî, sosyo-kültürel ve diğer özelliklerinin bir neticesi olarak, Türk milleti bir taraftan tarihinin en parlak dönemlerini, diğer taraftan ise en sıkıntılı günlerini yaşamıştır. Zira bu bölge adeta dünyanın merkezidir ve bütün iştahları kabartan bir jeopolitiği, tabii zenginlikleri vardır. Dolayısıyla bu bölgeye hakim olan devlet; bir yandan muazzam bir güce sahip olurken, diğer taraftan da böylesine önemli bir bölgeyi müdafaa etme ve buna yönelik gizli veya açık tehditlere göğüs germe sıkıntısına düşecektir. Bu konuda gösterilen en küçük zaafın, Türk milletine tarihinin en sıkıntılı günlerini yaşattığı, birçok tarihi hadise ile sabittir. Sömürgecilik ve Emperyalizm Ünlü siyaset bilimci Morgenthau’ya göre uluslararası politikada üç siyaset biçimi vardır. Bunlardan birincisi, elde etmiş bulunduğu gücü korumak ve kendi lehinde olan güç dağılımının değiştirilmesini önlemek isteyen bir ulusun takip ettiği “status quo” siyaseti; ikincisi, dış politikasında elde ettiği gücü ister elinde tutmak isterse artırmak için dışa vurmak ve göstermek amacı güden ulusların izlediği “prestij siyaseti” ve üçüncüsü, fiilen sahip olduğundan daha fazla güç elde etmek ve bunun için mevcut güç ilişkilerini ters-yüz ederek güçler statüsünde kendi lehinde bir değişim yaratmak isteyen ulusların takip ettiği “emperyalizm” siyasetidir.[1] Emperyalizm kavramı, Avrupa güç dengesi sisteminin oluşması ile diplomasi literatürüne girmiştir. Ortaçağ Avrupa’sında, Roma İmparatorluğunun ve Katolik Kilisesi’nin dünya görüşleri birleştirilerek bir dünya düzeni oluşturulmaya çalışılmış, Dünya, “göklerin bir yansıması” gibi düşünülmüştür. Buna göre Tek bir Tanrının “cennette” egemen olması gibi, bir imparator “laik bir dünyaya” ve bir Papa da “Evrensel Kiliseye” egemen olmalıdır.[2] İlk olarak 1830’da Fransa’da kullanılan Emperyalizm/Emperyalist kavramları, daha önceleri, Napolyon İmparatorluğu’nu destekleyenler için kullanılmıştır. İngiliz yazar ve politikacılar da İngiltere’nin denizaşırı yayılmacılığını (İngiliz Emperyal Federasyonu) bu kavram ile ifade etmişlerdir. “Asya ve Afrika’da büyük bir sömürge imparatorluğunun kurulması, ‘beyaz adamın görevinin’ buraların halklarını ‘uygarlıkla tanıştırmak’ ve bu toprakları dünyanın yararına açmak gibi ‘çifte bir görev’ olduğu inancına yol açmıştır. Kavram bu yoldan giderek “İngiliz sömürgeciliği” ile tanımlanmaya başlanmıştır.”[3 Emperyalizm, siyasi bir topluluk üzerinde egemenlik kurmak ve kurulmuş olan bu egemenliği devam ettirebilmek için üretilen politikaların adıdır. Kavramı biraz daha açıklarsak: “Örgütlenmiş bir topluluğun diğer bir topluluğun üzerinde etki oluşturma çabasıdır.” denilebilir. Bu yönüyle birçok devlet, başka bir devleti, “emperyalist” olmakla suçlayagelmiştir.[4] Sömürgecilik, Emperyalizmin yukarıda bahsettiğimiz “sistemli” şekline kavuşmasından önceki halidir. Oral Sander, Sömürgecilik ile Emperyalizm arasındaki farkı şu şekilde izah etmektedir: “Sömürgecilik, bir devletin egemenliğini başka topraklar ve halklar üzerinde kurması ya da genişletmesidir. Sömürgeciliğe çok yakın bir sözcük olan Emperyalizm ise, özellikle Avrupa’nın büyük devletlerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında öteki kıtalar üzerindeki genişlemesine verilen addır…”[5] Avrupa’yı dünya ekonomisinin ve siyasetinin merkezi konumuna getiren ve 19. yüzyılı tam manasıyla Avrupa’nın çağı yapan[6] sanayileşme süreci, makineleşmeye bağlı olarak üretimi sürekli artırmış ve ortaya çıkan ham madde ihtiyacı, önceden beri var olan klasik sömürgecilik anlayışında değişik yapılmasını gerektirmiştir. Zira koloniler artık alış-veriş yeri ve aracı olarak, sadece “iyi ticaret yapmanın vasıtaları” değil, tamamen “ham madde deposu ve üretilen malların satılacağı yeni pazaryerleri” haline gelmişlerdir.[7] Böylece klasik sömürgecilik anlayışı, Yeniçağ başlarından bu yana sürdürdüğü ve “yağmacılığı andıran” mahiyetini değiştirerek, daha çok “yeni pazar bulma” temeline dayanan Emperyalizm haline gelmiştir.[8] Esasen Avrupalı devler 300 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bu politikaları ile, yani Emperyalizmi Avrupa dışına taşıyarak, Avrupa içi çatışmaları da başka bölgelere kaydırmışlardır. Nitekim Almanya ve İtalya’nın, Avrupa güç dengelerini bozacağı zamana kadar, Emperyalizm, Avrupa içi çatışmaları önleyen bir emniyet sübabı olmuştur.[9] Sömürgeciliğin Tarihi Emperyalizm ya da sömürgecilik tarihin her döneminde farklı şekillerde karşımıza çıkar. Sömürgeci devletin genişleme amacına uygun olarak da sömürge usulü farklılıklar arz eder. Tarihin bir döneminde önemli olan bir unsur (mesela toprak mülkiyetine sahip olmak ya da ticarî amaçlar), başka bir dönemde hiç de önemli olmayabilir. Mesela Roma’nın genişlemesinde etkili olan ekonomik kazanç fikri, Batı Avrupa’nın XVI. ve XVII. yüzyılda kolonilere bağlı olan genişlemesindeki ekonomik düşünceden farklıdır. Yine ekonomik düşünce XIX. ve XX. yüzyıldaki emperyalist dönemde daha farklıdır. Sosyalist yazarlar emperyalizmin sebebi olarak mal ya da para birikimi üzerinde dururlar. Fakat emperyalizm kapitalizmden daha eski bir olgudur. Kesin olan şudur ki sömürgeciliğin her dönem ve şeklini anlamak ve anlatmak için tek bir sebep göstermek mümkün değildir.[10] Batının sömürü faaliyeti iki ana gruba ayrılarak incelenebilir. Bunlardan birincisi iç sömürü; ikincisini ise dış sömürüdür. İç sömürü, Avrupa’nın bizatihi kendi insanına yönelik olarak gerçekleştirdiği sefilleştirme ve ölüme terk etme faaliyetidir. Genellikle dış dünyaya yönelik sömürü faaliyetlerinin gerçekleştirilemediği dönemlerde yoğunlukla uygulanmıştır. Kendilerinden başka yerlerin sömürgeleştirildiği dönemlerde ise bu tür sömürü azalmış, yerini dış sömürüye bırakmıştır. Dış sömürü ise ya daimî sömürgeleştirme şeklinde tecelli etmiş ya da geçici fırsatlara bağlı olarak uygulanmıştır. Zamanımızda ise bu tür doğrudan sömürgecilik faaliyetinin yerini, kültürel emperyalizm aracılığıyla gerçekleştirilen ve adına küreselleşme denilen yapılanma ile dolaylı olarak gerçekleştirilen sömürgecilik almıştır.[11] Sömürgecilik İlkçağlardan itibaren mevcut bir düşünce ve sistem olarak ele alınırsa sömürgeciliğin tarihini üç ana bölüme ayırmak gerekecektir. Bunlardan birincisi İlkçağlardan XV. yüzyılın sonuna kadar uzanan ve Eski Babil, Asur, Mısır ve İran imparatorluklarının kuruluş ve çöküşünü kapsayan bir dönemdir. Osmanlı Devleti’yle bağlantısını anlatmak bakımından kısaca Roma İmparatorluğu üzerinde durmak gerekir. Roma İmparatorluğu Roma Cumhuriyeti’nin eski gücünü kaybetmesiyle ortaya çıkmıştır. Romalılar dünya hakimiyeti için yola çıkmamışlardır. Ancak attıkları bir adım diğer adımı gerekli kılmış, öyle ki batıdaki pek çok uygarlığı hakimiyetleri altına almışlardır. Yönetim ve idare meselesi imparatorluğun Doğu ve Batı olmak üzere iki kısma ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Doğu Roma, Bizans olarak tanıdığımız siyasi yapıdır. a. Eski Sömürgecilik Sömürgeciliğin tarihî seyrinde ikinci dönem olarak kabul ettiğimiz XV. yüzyılın sonları, Keşifler Çağını ve Batı Avrupa’nın denizaşırı yayılmasını içerir. İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda geniş koloni krallıkları kuran ülkelerin başında gelirler. Avrupa devletlerinin yaptıkları, genel olarak, güç yarışında oldukları diğer devletlere karşı güç gösterisinden ibarettir. Koloniler devletin güçlenmesinin bir aracı olarak kabul edilir. Çünkü bunlar ihtiyaç duyulan her türlü hammaddenin kaynaklarıdır. Bu değerli madenlerle onlar Kıta Avrupasındaki varlıklarını devam ettirmek için gerekli olan asker ve silaha sahip olabileceklerdir.[12] Denizaşırı ülkelere yayılmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan gümüş ve değerli maden bolluğu bu kaynaklardan faydalanan ülkelerde ciddi bir enflasyona sebep olmuştur. Fiyatlardaki değişmeler de ekonomide istikrarsızlığı doğurmuştur. Böylece işadamları ve bankerler duruma müdahale etmişler ve aristokrat sınıfa para temin etmişlerdir.[13] Bankaların kredi imkanlarıyla para sisteminin gelişmesi sonucunda, AvrupalılR XVII. ve XVIII. yüzyıllarda denizaşırı memleketlerde koloniler kurarak buraları sömürmüşlerdir. Mesela İspanyollar Peru ve Meksika’da koloniler tesis etmişlerdir. II. Philip ve halefleri Yeni Dünya’daki tekellerini, ticaret yetkisini İspanyol tüccarlardan başkasına vermemek için mücadele etmişlerdir. Burada İngilizler kendilerine rakip olmuşlardır. İlk kolonileri www.ulkuocaklari.org.tr 301 Ülkü Ocakları Eğitim Programı olan Jamestown’dan (1607) sonra kırk yıl içinde 80.000 İngiliz göçmen Yeni Dünya’daki özerk yerleşim bölgelerine gitmişlerdir. Fransızların Kuzey Amerika’yı ve İspanyolların Orta ve Güney Amerika’yı sömürgeleştirmelerinde din önemli bir faktör olmuştur. Romalı Katolik misyonerler yerli Amerikalıların Hıristiyanlaştırılması için seyahatlere çıkmışlardır.[14] Kolonilerden elde edilen büyük kârlara şahit olan İngiliz hükümeti, 1650 ve 60’larda, artık kolonilerden ana kıtaya gelecek malların İngiliz gemileriyle taşınması şartını koymuştur. Bu mallardan en önemlileri şeker ve tütündür. Önceki yıllarda Avrupa‘da bilinmeyen şeker, XVI. yüzyılın sonunda yaygın bir lüks maddesi olarak ilaçla eşit sayılmıştı. Bundan böyle Batı Hindistan’da şeker kamışı daha çok ekilir olmuştu. Tütün ise, Amerika’nın keşfinden elli yıl sonra İspanyollar tarafından Avrupa’ya ithal edilmiş olmasına rağmen, Avrupalıların sigaraya alışmaları yarım asır daha almıştır. Fransız koloni politikası, XIV. Louis’nin merkantilist Maliye Bakanı Jean Baptiste Colbert (16191683) yönetimi zamanında olgunlaşmıştır. Colbert, denizaşırı memleketlerde genişlemeyi devletin ekonomi politikasının ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmiştir. İngilizlerle yarışacak şirketlerin kurulmasını düzenlemiştir.[15] Hollandalılar XVII. asırda gelişmiş bir ticarî imparatorluk kurma konusunda İngiliz ve Fransızlardan daha başarılı olmuşlardır. Fakat XVII. ve XVIII. asırlarda bu ticarî imparatorlukların başarısı zaman zaman değişmiştir. İlk önce İspanyollar başarısızlığı tatmışlar, İngilizlere sadece Jamaika Adası’nı değil, Gediz Limanı’ndaki gemilerde bulunan hazinelerini de kaptırmışlardır. Yüzyılın ikinci yarısında İspanyol kolonilerinden ithal edilen malların üçte ikisi Hollandalı, İngiliz ve Fransız tüccarlar tarafından kaçırılmıştır. Bu dönemde, zaman zaman, keşif amaçlı deniz seferlerini ve kolonilerin kurulmasını devletler düzenleyip giderlerini karşılamışlardır. Bunun için en çok kullanılan yöntem ticaret şirketleri kurmak olmuştur. Mesela İngiliz, Hollandalı ve Fransız Doğu Hint Şirketleri. Bu şirketlere ticarî imtiyazlar ve koloni kurma tekelleri verilmiştir. İşte bu koloni edinme çabasıdır ki XVIII. asır Avrupa kıta savaşlarının dünya çapına yayılmasına neden olmuştur. Sonunda devletler ticaret şirketlerinin farklı yönetim işlevlerini üstlenmek durumunda kalmışlardır. Bu sayede Hindistan İngiliz Doğu Hint Şirketi İngiliz Kraliyeti’nin bir parçası durumuna gelmiştir.[16] Amerikan Devrimi mevcut koloni imparatorluklarına karşı olan tutumu tamamen değiştirmiştir. Yeni düşünceye göre “Şayet sürekli bir getirisi olmayacaksa niçin koloniler kurma çabası ve masrafına girilsin?” anlayışı benimsenmiştir. Fakat bundan daha önemlisi, Fransız Devrimi zamanında (17891815) ortaya çıkan kargaşa ve boşluktur. Batı dünyasının ilgi odağı, Napolyon idaresindeki Fransa ve onun büyük bir Avrupa devleti kurma teşebbüsü olmuştur. Avrupalı güçlerin Fransa’ya karşı sergiledikleri müttefiklik güçler dengesiyle son bulmuş ve Fransız sömürge imparatorluğu oldukça küçülmüştür. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Birinci Sanayi İnkılabı ve arkasından XIX. yüzyıldaki sanayileşme hareketi ile buhar makinesinin kara ve deniz ulaşımında kullanılması uluslararası ekonomik ilişkileri hızla geliştirdi ve bağları güçlendirdi. İngiltere’de 1760 yıllarında başlamış olan Sanayi İnkılabı 1870’lerden sonra Kıta Avrupasına yayıldı. Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri XIX. yüzyılın ikinci yarısında hızlı bir sanayileşme sürecine dahil oldular. Bu gelişmelerle sanayide çalışan nüfusun çoğalması, gerek besin maddeleri, gerekse sanayi hammaddesi olan tarım ürünlerine olan talebi çoğalttı. Bu nedenle sanayi ülkeleri ihtiyaçlarını hammadde üreticisi durumuna gelen ülkelerden tedarik etme yoluna başvurdular. Aynı zamanda, sanayileşmiş ülkeler ürettikleri malları satacak pazarların ihtiyacı ile karşı karşıya kaldı. Bu durumda, sanayileşen ülkeler geliştikçe besin ve hammadde ürünleri ithalini ve buna karşılık mamul mal ihracını arttırmaya başladılar.[17] Böylece sömürgeci devletlerin üretim için hammadde kaynakları, pazarlar ve sermaye yatırımı amacıyla yeni alanlar aramaları, sömürgeciliğin gelişmesinde başlıca etkenler oldu. Ayrıca bir bölgenin ele geçirilmesinden sonra buranın güvenliğinin sağlanması için komşu bölgelerin de ele geçirilme gereği, başka sömürgeci 302 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı güçlerin bölgeden uzak tutulması çabası, var olan sömürgelerin stratejik yollarının korunması da sömürgeciliğin gelişmesinde önemli rol oynadı. b. Yeni Emperyalizm Yeni Sömürgecilik denilen olgunun nedenleri ve anlamı konusunda farklı yaklaşımlar vardır. Bütün fikirlerin birleştiği nokta bunun daha önceki dönemlerin sömürgeciliğinden farklı olduğudur. Eski Sömürgecilik döneminde Avrupalı devletlerin sahip oldukları ticaret merkezini ve ona giden yolları korumaktan başka bir amaçları yokken Yeni Sömürgecilikte toprak edinme isteği belirginleşmiştir. Bu dönemde Avrupalılar daha önceki dönemlerdeki gibi yerli tüccarların sattıkları endüstrileşmemiş el sanatları yöntemleriyle üretilemeyecek mallara sahip olmak istemişlerdi. Bu sebeple “geri kalmış” ülkelere yatırımlar yapmışlar, madenler, tersaneler, fabrikalar, rafineriler, demiryolları, buharlı gemiler ve bankalar açmışlardır. XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında sömürge edinme girişimlerinin belirgin bir biçimde hızlanması ve sömürgeci devlet sayısının artması bu dönemdeki yeni bir aşamayı işaret ediyordu. Bu dönemde henüz bağımsız olan bölgeler hemen kapışılması, Afrika’nın tümüne, Asya’nın mühim bir kısmına ve Pasifik adalarının da kontrol altına alınarak dünyanın paylaşılabilecek her yeri sömürgeleştirildi. Bu yeryüzünün yaklaşık %85’ine tekabül ediyordu. Büyük devletlerin ekonomik ve siyasal denetimi neredeyse bütün dünyayı sarmıştı. Nüfûz alanları, ticaret sözleşmeleri ve alacaklı ülkelerin borçlu ülkelere dayattığı ağır şartlar Osmanlı Devleti gibi nispeten büyük ve dirençli toplumları bile “yarı sömürge” durumuna getiriyordu.[18] SÖMÜRGECİLİĞİN OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ Sömürgeciliğin Osmanlı Devleti’ne tesirini incelemenin başlıca yolu Şark Meselesi’nin anlaşılması ile alakalıdır. Zira birbiri ile içice geçen bu terimler uygulamada da tamamen birbiriyle bağlantılıdır. Sömürgecilik kendisini Doğu’da, özellikle Osmanlı topraklarında Şark Meselesi olarak ifade etmişti. Bu kavram ve uygulama her ne kadar modern bir olgu olsa da bir sürecin devamı şeklinde cereyan etmiştir. On sekizinci asırdan itibaren Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’nden toprak koparmaya, iktisadi ve siyasi üstünlük kurmaya başlamışlar, akabinde Hıristiyan tebaayı ayaklandırma yoluna gitmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesine yönelik bu tür faaliyetler en genel ifadesiyle Şark Meselesi olarak tarif edilebilir.[19] XIX. yüzyılın Batılı diplomatları tarafından politik bir terim olarak kullanılmaya başlayan Şark Meselesi’nin tarihi kökenleri oldukça eskidir. Bu terimle anlatılmak istenen husus 1071’den 1923’e kadarki Hıristiyan Batı alemiyle Türk-İslam alemi (Selçuklu-Osmanlı) arasındaki münasebetlerin tümüdür. Zaman ve mekana bağlı olarak adı ve şekli değişse de Batı dünyası Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında Hıristiyanları ilgilendiren herhangi bir konuyu Şark Meselesi adı altında ele almışlardır. Türklerin Anadolu’ya girmesiyle ve 1071’de Malazgirt’te Bizans’ı mağlup etmeleriyle “mesele” ortaya çıkmış ve Hıristiyan alemi de bu meseleyi büyütmemek ve halletmek için çareler aramaya başlamıştır. Şark Meselesi’ni iki safhada incelemekte fayda vardır. Birinci safhada olan 1071-1683 (Malazgirt Zaferi ve Viyana Bozgunu) Türkler Batı’ya doğru ilerlemektedir ve Anadolu ile Rumeli Türk vatanı haline gelmiştir. Aynı zamanda Türkler İslam’ın hamiliğini ve Hıristiyan Batı’ya karşı da İslam aleminin önderliğini üstlenmişlerdir. Türklerin bu tavrı üzerine Batı’da dini temel üzerine oturtulmuş yeni bir zihniyet ortaya çıktı ki buna “Haçlı Zihniyeti” denilmektedir. Avrupalıların Türklere karşı davranışlarında, bakış açılarında ve mücadelelerinde bu zihniyet kendisini göstermiştir.[20] Birinci safhada Hıristiyan Batı için Şark Meselesi’nin Hıristiyanlarla meskun toprakların Türkler tarafından fethini engellemekti. Bu hedefe ancak 1683’te Türklerin Viyana önlerinde mağlup olmasıyla ve 1699 Karlofça Anlaşması’nın imzalanmasıyla varılmıştır. “Türklerin 1529 senesinde Viyana’da görünmelerinin ardından başlayan Şark-Garp mücadelesi döneminde Rusya İstanbul’a doğru ilerleyerek ve Türklerin idaresi altındaki Sırplarla Yunanlılar da bağımsızlık mücadelesine girişerek Şark’ın çöküşünü hızlandırmaya çalışmışlardır. Böylece şark aleminin ricatı ve garbın www.ulkuocaklari.org.tr 303 Ülkü Ocakları Eğitim Programı tedricen nüfuzu; İngiltere ile Fransa arasında mısırda ve İngiltere ile Rusya arasında Boğazlar’da ve Orta Asya’da menfaat ihtilafı ve mübarezeler baş gösterinceye kadar devam etmiştir.”[21] Bu üç devletin arasında ortaya çıkan menfaat çatışması Şark Meselesi’nde rekabetin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu safhada Almanya da şark siyasetine dahil olmuş ve karşısında İngiltere, Fransa ve Rusya’yı bulmuştur. Bu devletlerin arasındaki ihtilaf ve rekabet adeta Osmanlı devletinin ömrünü uzatan bir etken olmuştur. Nitekim uzun bir müddet Devlet-i Aliyye’nin toprak bütünlüğünü savunarak parçalanmasını ve rakiplerine menfaat sağlamasını engelleyen Avrupa devletleri daha sonraları kendi hedeflerine uygun iç isyanları desteklemeyi tercih edeceklerdir.[22] Balkanlar’daki Hıristiyan milletleri Osmanlı hakimiyetinden kurtararak Osmanlı imparatorluğunu parçalamaya çalışmışlardır. Bu kurtarma işi Hıristiyan toplumlara doğrudan istiklal, bu olmazsa önce muhtariyet ardından istiklal kazandırmak şeklinde olacaktı. Bunun için iki yol takip etmişlerdir. Birincisi Hıristiyanları tahrik ve teşvikle Türklere karşı isyan ettirmek, ikincisi ise isyan başarısız olur veya gerçekleşmezse Bab-ı Ali’ye baskı yaparak Hıristiyanlar için muhtariyet veya istiklal anlamına gelebilecek hakları öngören reformlar uygulatmaktı.[23] Mesela Paris Muahedesi’nin dokuzuncu maddesiyle Osmanlı devletinin topraklarında yaşayan Hıristiyanların hukuku da Avrupa devletlerince teminat altına alınmıştır. Bu madde ile Osmanlı devleti hernekadar diplomatik bir şekilde yazılmamışsa bile kavmiyet ve diyanet eşitliğini mecburen kabul etmişti.[24] Oysa Osmanlı imparatorluğunu Avrupa imparatorluklarından ayıran en belirgin özelliği olan ve bütün vatandaşlarına tek bir kanun uygulama özelliğini sona erdirmiş oldu.[25] Şark Meselesini hedefine ulaştırma niyetiyle sergilenen diğer bir tavır Türkleri Balkanlar’dan tamamen atmak ve İstanbul’u Türklerin elinden almaktı. Bunun için büyük devletlerin müşterek askeri ve diplomatik müdahalesi ve Balkan Hıristiyanlarının da iştiraki söz konusu idi.[26] Buna uygun olarak 18. asrın ikinci yarısından itibaren Avrupa devletlerinin birbirleri ile ittifak yaptıkları görülmektedir. Önce ihtiras ve emelleri zaten birbirinden pek farklı olmayan Prusya ile Rusya 1756-1764 tarihleri arasında ittifak içerisine girmiştir. 12 Aralık 1757’de Avusturya Rusya ittifakı, mayıs 1757-aralık 1758’de Fransa-Avusturya ittifakı ve 1768-9’da Avusturya Prusya ittifakı gerçekleşmiştir. Bu dönemde Ruslarla 1768-1774 yılları arasında girişilen savaşların sonunda Osmanlı devleti 21 Temmuz 1774 tarihli küçük kaynarca müdahalesi, Rusların bir Türk iç denizi olan Karadeniz’e ilk defa olarak ticaret ve savaş gemilerini sokmalarına ve Osmanlı devletinin Kırım’ı kaybetmesine yol açmıştır. Neticede bu anlaşma ile Rusların Kafkasya’yı istilaları kolaylaşmış ve Balkanlar’daki Rus nüfuzu kuvvetlenmiştir.[27] Bu anlaşmada yalnızca Hıristiyanların mezhep hukukundan bahsedilmesine rağmen Ruslar Osmanlıların iç işlerine karışma fırsatı bulmuşlardır. Şark meselesi bünyesinde Avrupalı emperyalist devletlerin kendi aralarında bazen anlaşma, bazen ihtilafla Osmanlı hakimiyetinde bulunan kuzey Afrika’yı (Cezayir, Tunus, Libya ve mısır) işgal ve ilhak amaçları da ortaya konmuştur. 1798’de Fransa’nın mısırı işgal etmesi üzerine Osmanlı devleti batılı devletlerle tek başına mücadele edemeyeceğini anlamış ve denge siyasetine başlamıştır.[28] Mesela Fransa’nın gerek Hindistan gerekse Osmanlı toprakları üzerinde tesis edeceği nüfuzun İngiltere ile Rusya’nın takip ettikleri şark meselesine mühim zararlar verecek olmasını Osmanlı devleti Fransızları Mısır’dan çıkarmak için kendi lehinde kullanmasını bilmiştir. İngiltere ve Rusya Fransa’ya karşı Osmanlı devletini desteklemişlerdir. Bilahare 1806-1812 yılları arasında süren Osmanlı-Rus savaşı Fransa imparatoru Napolyon’un Rusya seferine çıkması üzerine şekil değiştirmiş ve iki cephede savaşmak istemeyen Rusya 1812’de Osmanlı devleti ile Bükreş anlaşmasını imzalamıştır. Bu anlaşma sayesinde balkanlardaki Sırpları himaye hakkını almış olmasına rağmen Rusya şark meselesi hususundaki kararlarında mühim bir başarı kazanamamıştır. 1829’da Rusya ile Osmanlı devleti arasında imzalanan Edirne anlaşmasından sonra Osmanlı devleti Avusturya ile Rusya tarafından bölüşülmesi yerine Hıristiyan Osmanlı tebaasının istiklallerini elde etmeleri yoluyla Osmanlı devletinin dağılma devri başlayacaktır. Fakat bir müddet sonra Avrupa devletleri Osmanlı devletinin kendi dengelerinin garantisi olduğunu kabul ederek onun toprak bütünlüğünün ve müstakil idari yapısını esas aldılar. Çünkü Osmanlı devleti sınırları içerisindeki bölgelerde zayıfladığı yahut ortadan kaldırıldığı takdirde şark meselesi daha karmaşık bir hal alacaktı. Aslında Osmanlı devletinin tamamen ortadan kaldırılarak mirasının 304 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı paylaşılması düşüncesi tek tek Avrupa devletleri için arzu edilen bir durum olmasına rağmen bu taksimden kendileri dışındaki devletlere de pay düşmesi ihtimali bütün Avrupa devletlerince kendi menfaatlerine aykırı olarak değerlendirilmiştir.[29] Ancak zaman zaman batılı devletlerin birbirlerine yakınlaşmaları kendi aleyhlerinde gelişmelere sebep olmuştur. Mesela hünkar iskelesi anlamasıyla Rusya’nın şark meselesini kendince çözeceğinden endişelenen İngiltere diğer Avrupalı devletleri Mehmet ali paşa aleyhinde birleştirip aslında Osmanlı devletinin tamamen bir iç meselesi olan mısır meselesinin bir Avrupa müdahalesi ile çözülmesi için Rusya, Avusturya ve Prusya’yı yanına alarak Londra’da bir konferans tertiplemiştir.[30] Bu konferansta imzalanan boğazlar sözleşmesi ile o zamana kadar Osmanlı devletinin tasarrufunda bulunan boğazlara milletler arası bir statü verilmiş ve şark meselesinde yeni bir dönem başlamıştır. Böylece bir taraftan Osmanlı devletini siyasi ve dahili bakımdan sıkıştıran Avrupa devletleri diğer taraftan çıkan isyanların yayılması ve büyümesini de teşvik ederek Osmanlı devletini bir buhran içerisine düşürmüş ve bunun neticesinde siyasi, askeri ve mali bakımdan onu zayıf bir hale sokmuşlardır. Nihayet bu durumdan istifade ile Osmanlılardan mühim ticari ve mali çıkarlar elde etmişlerdir. Kırım savaşından sonra 1855’de Viyana’da imzalanan protokole göre Osmanlıların iç işlerine müdahale ederek harpten önce Rusya’nın istediği Ortodoks hamiliğine harpten sonra hepsi birden soyundular.[31] Bu hadiseler karşısında Osmanlı devleti bir taraftan denge siyaseti takip ederken diğer taraftan bazı tavizler vermek zorunda kalmıştır. Ancak bu tavizler büyük devletlerin Bab-ı Ali’nin iç işlerine müdahalelerini önleyememiştir. 1856’da ilan edilen ıslahat fermanıyla tüm ülkede yaşayan halkın kanun önünde eşitliği temin ediliyordu.[32] Müslüman halkı rencide eden bu fermana ve onun savunucusu büyük devletlere karşı Müslüman Osmanlı halkı muhalefet etmiş ve Osmanlı aydınları arasında batının müdahalesi karşısında takip edilen dış politikaya karşı şuurlu bir tepki oluşmuştur. Bu tepkilerin ardından reform hareketleri yavaşlatılmış ve batılı devletler karşısında daha şahsiyetli bir politika takip edilmeye çalışılmıştır. Bu sırada Süveyş kanalının açılmasıyla İngiltere haklarını korumak için boğazlar yerine ak denizi tercih etmiş, Fransa ile Almanya arasındaki savaş Fransa’nın Osmanlı devleti üzerindeki nüfuzunun azalmasına sebep olmuştur. Fransa’nın Mısır’a yerleşmesinin ardından İngiltere 1869’da açılan Süveyş Kanalı’na ait hisselerin büyük bir bölümünü 1875’te Hidiv İsmail Paşa’dan satın alarak bölgedeki siyasi ve askeri faaliyetlerine hız kazandırmıştır. Mısırı işgal ederek Fransız hakimiyetini son vermiş ve bundan sonra şark meselesinin yönünü Hindistan ve mısır olarak belirlemiştir. Uzun bir müddet Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü benimseyen İngiltere böylece orta doğudaki çıkarları için artık Osmanlılara ihtiyacı olmadığını ortaya koymuştur. Şark meselesini kendi lehine sonuçlandırmak için gayr-i Müslimlerin yalnızca kendi himayesinde olmadıklarını anlayan Rusya asırlardır kullandığı Ortodoks mezhebine ilaveten bu kez milliyet unsurunu kullanmaya başlamış ve Slav milleti fikri özellikle balkanlarda taraftar bulmaya başlamış ve Panslavizm meselesi ortaya çıkmıştır. 1877’de Romanya topraklarını geçerek Osmanlı devletine savaş açan Rusya Avusturya ile anlaşarak arkasını emniyete almıştır. Bütün Avrupa Rusya’nın faaliyetlerini desteklemiştir. Sultan II. Abdülhamit’in uyguladığı siyaset sayesinde onun döneminde batılı devletler Osmanlı devletinin paylaşılması konusunda hiçbir zaman anlaşmaya varamamışlardır. 1878’de Bismark’ın başkanlığında toplanan Berlin kongresinde imzalanan Berlin Anlaşması’yla da batılı devletlerarasındaki barış sağlanamamıştır. Bu anlaşmayla Avrupa’daki en büyük ve en zengin eyaletlerini kaybeden Osmanlı devleti Avrupa devlet adamları arasında paylaşılma konusu olmuştur.[33] Balkanlarda Avusturya’nın Sırbistan ve Romanya; Rusya’nın ise Bulgaristan prensi üzerinde nüfuzu arttığından iki devlet arasında mücadele başlarken Berlin Kongresi’nden sonrada İngilizwww.ulkuocaklari.org.tr 305 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Rus ihtilafının merkezi Orta Asya’ya kaymıştır. Rusya Orta Asya’da karışıklık çıkarmak suretiyle Hindistan’a kuzeyden uzanmak niyetindeydi. Ermeni davasını İngilizlerin desteklemesi Osmanlı İngiliz münasebetlerini gerginleştirmiştir. İngilizlerin mısıra yöneldiği dönemde Fransızların Türklerin hamisi rolünü oynaması İngiliz-Fransız ilişkilerini olumsuz etkilese de bütün Nil bölgesi ve Sudan’ı Fransızların İngiltere’ye terk etmeleriyle iki devlet arasında sükunetli bir devre başlamıştır. Bu tarihlerde ürettiği ürünlere pazar aramak ve bunun için Türkiye üzerinden orta doğuya ulaşmak isteyen Almanya büyük bir dünya imparatorluğu kurmada Osmanlı topraklarının öneminin farkındaydı ve bu durum İngiltere, Fransa ve Rusya için büyük tehlike oluşturmaktaydı. Almanya’nın iktisadi yayılmacılığını temin maksadıyla teşebbüs ettiği en ciddi faaliyet Anadoluhicaz demiryolu olmuştur. Akdeniz’in anahtarı sayılan Kıbrıs’a ve Mısır’a sahip olan İngiltere Boğazlar’daki iddialarından adeta vazgeçmiş ve Ruslarla münasebet kurarak onları Almanya aleyhine kullanmaya çalışmıştır. 1912-3 yıllarında ortaya çıkan Balkan savaşlarında Balkanlı ülkelerin Osmanlıları yenmeleri ve sıranın Avusturya Macaristan’ın bölüşülmesine gelmesi onu önlemek isteyen Avusturya ile Sırbistan arasında anlaşmazlığa yol açtı. Buda Birinci Cihan Harbi’ne neden oldu. Osmanlı imparatorluğu, emperyalizmle karşı karşıya geldiği zaman sahip olduğu geniş toprakları savunmak zorunda kalmış, bu durum da dış siyasetinde belirleyici olmuştur. Avrupalı güçler, Afrika ve Amerika’da uyguladıkları emperyalist politikalarını Osmanlı ülkesinde doğrudan uygulayamamış, bunu geliştirdiği iktisadî ve ticarî siyaset yöntemleriyle tatbik etmiştir. Emperyalist Avrupa devletlerinin Kırım Harbi’nden sonra imzalanan Paris Anlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu üzerinde ortak himaye, müdahale ve sömürü sistemi kurdukları söylenebilir. Bu devletler Osmanlı’nın devlet bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı gösterdiklerini de ifade etmişlerdi. Düvel-i Muazzama’nın insafına bırakılan Osmanlı devleti maruz kaldığı siyasî, iktisadî ve kültürel baskılar neticesi ve buna bağlı olarak uyguladığı ıslahatlar sonucunda pek fazla birşey elde edememişti. Bu süreçte toprak bütünlüğünü garanti eden Avrupalı devletler, bağımsızlık hareketlerini desteklemişler ve Hıristiyan ulusların imparatorluktan ayrılmasında destek ve teşvikte bulunmuşlardı. 1856-1918 yılları arasında Osmanlı siyasî hayatını etkileyen temel etkenlerden biri şüphesiz emperyalizmdir.[34] “...Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız...” “...Özellikle bizim milletimiz, milliyetini ihmal edişinin çok cezalarını çekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli toplumlar, hep millî inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin gücüyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olmamızmış...” M. Kemal Atatürk[35] Bernard Lewıs’in eserinin hemen başlangıcında kullandığı; “Türkler, Türkiye’de yaşayan ve Türkçe konuşan bir millettir.” cümlesi, yine onun belirttiği gibi; bugün itibarıyla değerlendirildiğinde pek fazla bir orijinallik ifade etmez. Ancak, Türk Milletinin bu cümlede anlamını bulan “millî devlet” vasfına ulaşma süreci ve bu sürecin dünya konjonktürü içerisindeki yeri değerlendirildiğinde çok dikkat çekici ve önemli bir takım neticeler ortaya çıkacaktır.[36] Milliyetçilik, en kısa ve genel tarifiyle “kişilerin milletlerine sevgi ve saygı duygularıyla bağlanması”dır.[37] Ancak hemen belirtmek gerekir ki, dünyadaki bütün milliyetçiliklerin, içerisinden çıktıkları millî bünyenin karakterine bağlı olarak, kendi kültür ve medeniyet dairelerinin özellikleri çerçevesinde bir gelişme takip ettikleri unutulmamalıdır.[38] Hatta bu gelişme ve seyrin, aynı millet içerisinde zaman, mekan ve şartlara bağlı olarak değişmesi de gayet doğal ve sıkça yaşanan bir gerçektir. 306 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İşte Türk milleti de, müşterek dil ve tarih sahibi bir toplum olarak çok uzun yıllar önce millet seviyesine erişmiş ve tarihin her devrinde “tarihî milliyetçilik” bilincinin[39], Türklük şuurunun derin izlerini taşımış olmasına rağmen, zaman zaman bu şuurdan uzaklaşma sürecine de girmiştir. Fakat bunun en acı örneği, Türk-İslam tarihinin doruk noktası olarak nitelendirilen Osmanlı Devletinin son dönemlerine, hem de milliyetçilik fikrinin bütün dünyada modern ve hakiki manasıyla teşekkül ve devlet siyasetine etki ettiği bir zamana tesadüf etmektedir ki; bu dönemde Osmanlılar için Türklük bilincinin her türlü siyasî ve fikri manadan uzak olduğu görülür. Öyle ki, devletin asıl sahibi olan Türkler için Türk kelimesi bile hakiki manasını yitirmiş; bir taraftan koca devleti duraklama dönemine sokan sebepler arasında Türkler gösterilirken[40], diğer taraftan da Türk kelimesi kaba saba, cahil köylüleri ifade eden bir hakaret unvanı olarak telakki edilir hale gelmiştir.[41] Halbuki bu yıllarda Avrupa’da gelişen hadiseler, yeni bir çağla beraber, yeni bir dünya düzenini de ortaya çıkarmaktadır. Zira Fransız İhtilali ile beraber, klasik demokrasi esaslarının belirlendiği, kişi hak ve hürriyetlerinin ortaya konulduğu ve milli devletlerin teşekkülünün başladığı bir sürece girilmiştir. İhtilalin ortaya çıkardığı başta milliyetçilik olmak üzere yeni düşünce akımları ve kavramlar; bütün dünyayı etkileyen siyasî, sosyal, iktisadî ve askerî hadiselerle beraber, yeni bir oluşum sürecinin de başlangıcı olmuştur. Bu yeni oluşum sürecinin, en çok etkilediği siyasî yapılardan biri de şüphesiz Osmanlı Devletiolarak görülmektedir. Özellikle İhtilalin yaymış olduğu milliyetçilik akımlarının -birkaç asır içerisindeOsmanlı Devleti için bir taraftan büyük bir yıkımın, diğer taraftan ise muazzam bir dirilişin başlangıcı olduğu görülmüştür.[42] Zira ihtilalden ilham alan Batı kökenli milliyetçilik hareketleri, Osmanlı Devletini ve onun şahsında Türk milletini yok etmeye yönelik faaliyetlerde bulunurlarken; önce “Osmanlı Devletini yıkılmaktan kurtarmak” şeklinde belirip[43], ardından “Türk milletini ve vatanını kurtarmak” mücadelesine dönüşen[44] ve son olarak da “Türk milletini muasır medeniyetler seviyesine eriştirmek” amacını gerçekleştiren Türk milliyetçiliğinin tekrar doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Böylece Türk milleti, milliyet fikirlerini tatbikte ilgisizlik göstermiş olmanın cezalarını çok ağır bir şekilde çekmiş olmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasıyla Türkçülük idealinin temel esasını gerçekleştirmiş ve millî devletine kavuşmuştur.[45] Bu manada olmak üzere, Atatürk ve Türk İnkılâbının “millî şuuru diriltme” konusunda gösterdiği büyük başarıyı, Peyami Safa’nın şu sözleri gayet iyi yansıtmaktadır: “Fransız’ın ve İtalyan’ın gururu, başının üstünde Latin dehasının tacını dolaştırmaktan gelir. Her mütefekkirinin, her sanatkarının dilinde Latin dehası terkibi, kendine güvenişin yıkılmaz temellerinden birisidir. İngiliz dik ve kuru alnında Anglo-Sakson gururunu gezdirir. Alman kültürü Goethe’sini, Kant’ını ve Wagner’ini Germen gururuna mal eder. Bütün bu millî şeref ve iddia kabarışları önünde, kendini geri bir Asya ırkının küçülmüş, iğrilmiş ve kurumuş bir dalı sanan Osmanlı çocuğunun Bosna-Hersek , Trablusgarp, Balkan ve Sevr felaketlerinden sonra yarım yamalak uyanmış millî şuurunun dibini kemiren kendini aşağı görme kompleksini parçalamak, ona Avrupa devletler manzumesine girebileceğini bir çırpıda ispat ettikten sonra, insan kadar eski tarihinin zaman içindeki büyük taazzuva geçişin imkanlarını sezdirerek, ruhuna koskoca ve ebedi Türkiye hakikatinin damgasını vurmak ...İşte milliyetçi ve medeniyetçi Atatürk inkılâbının en esaslı temellerinden biri.”[46] Türk Millî Mücadelesi, 1920 tarihinde Yunanlı yazar Moskopulos’un “Bu yağmacı ve katiller milletinin Avrupa’da oturmaya hakkı yoktur. Cedlerinin yaşadıkları yere gitsinler” sözleriyle beliren; “Türkler defolup Asya’ya gitmelidirler. Yeni ve eski Türk idaresi bir kan ve ahlaksızlık idaresidir. Avrupa ve İstanbul bunlardan temizlenmelidir.” amacıyla Türkiye’ye yönelen bir saldırıyı hezimete uğratmıştır. Atatürk’ün ifadesiyle “Felaketin coşkun bir nehir gibi Türkiye’nin üzerine aktığı” bir ortamda “Şark Meselesinin Halli” senaryosunu, o senaryoyu hazırlayanların başına çalmıştır. Zira bu mücadelenin felsefesi; her türlü hürriyet ve hakkı müdafaa, şeref ve haysiyeti müdafaadır. www.ulkuocaklari.org.tr 307 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu konuda son söz olarak, büyük Atatürk’ün Türk gençliğine vasiyeti diyebileceğimiz “Gençliğe Hitabe”sini bir kez daha, fakat şimdiye kadar anlattığımız şeyleri düşünerek tekrar etmek istiyorum. Zira Atatürk Büyük Nutuk’un sonunda “Bu gün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen millî felaketlerin doğurduğu uyanıklığın ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu neticeyi Türk gençliğine emanet ediyorum” dedikten sonra bu gün karşılaştığımız sorunları ve bize düşen görevleri şu şekilde dile getirmektedir: “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklalini Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün istiklal ve cumhuriyetini müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için , içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkan ve şerait çok na-müsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha elim ve vahim olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, delalet ve hatta hıyanet içerisinde olabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet fak ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” Kaynaklar [1] Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika, C. I., (Çev. Ü. Oksay – B. Oran), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Sevinç Matbaası, Ankara 1970, s. 47. [2] Henry, Kıssenger, Diplomasi, (Çev: İbrahim H.Kurt), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1998, s. 41. [3] Ki Young Lee, Ermeni Sorunu’nun Doğuşu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1978., s. 55-56. [4] Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Savaş Yay., Ankara 1982, s. 5. [5] Oral Sander, Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e), 9. Baskı, Ankara, 2001, s.225. [6] Sander, a.g.e., s.208 vd. [7] Klasik sömürgecilik anlayışı için b.k.z., Bayram Kodaman, “Osmanlı Siyasi Tarihi (1876-1920)”, D.G.B.İ.T., C:12, s.25. [8] Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, 1994, s: 196 [9] Mustafa Yılmaz, “Osmanlı Yenileşmesi”, (Editör: M. Derviş Kılınçkaya), Atatürk ve Cumhuriyet Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara 1998,, s. 22-23. [10] E. C. Helmreich, “Imperialism”, Colliers Encyclopedia, cilt 12, New York 1988, s. 543. [11] Esasen “Kültür” ve “Kültür Değişmeleri” konusunda yapılan ilk araştırmalar, ilk sömürgeci devletlerden olan Hollanda’da tarafından … tarihinde yapılmıştır. Bu durum ilk sömürge faaliyetlerinden bu yana Sömürgeci Devletlerin kültür emperyalizmi konusunda verdikleri önemi göstermektedir. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1994, s.21. [12] Robert E. Lerner, vd., Western Civilizations, New York 1993, s. 194. [13] Peter Burke, Popular Culture in Early modern Europe, London 1978, s. 210. [14] Lerner, a.g.e., s. 549. [15] Davis Natalie Z., Society and Culture in Early Modern France, Stanford 1975, s. 95. [16] Helmreich, a.g.m., s. 545. [17] Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, I, İstanbul 1982, s. 210. [18] James Joll, Europe World Supremacy, S. 615-6. 308 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [19] Mustafa Küçük, “Şark Meselesi Çerçevesinde ve II. Meşrutiyet’e Kadar Olan Dönemde Osmanlı Devleti’nin Siyasi Vaziyeti”, Osmanlı, II, Ankara 2001, s. 51. [20] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, XII, Konya 1994, s. 20. [21] Hans Rohde, Asya İçin Mücadele, İstanbul 1932, s. 3. [22] Yuluğ Tekin Kurat, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1986, s. 13. [23] Doğuştan..., s. 22. [24] Küçük, a.g.e., s. 54. [25] Joll, a.g.e., s. 628. [26] Doğuştan..., s. 22. [27] Cemal Tukin, “Küçük Kaynarca”, MEBİA, VI, s. 1070. [28] Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih, İstanbul 1999, s. 88. [29] Mim Kemal Öke, “Şark Meselesi”, Osmanlı Araştırmaları, sayı: 3, s. 258. [30] Enver Ziya Karal, Fransa-Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu, 1797-1802, İstanbul 1938, s. 10. [31] Öke, a.g.e., s. 254. [32] Joll, a.g.e., s. 629. [33] Öke, a.g.e., s. 251. [34] Doğuştan..., XII, s. 26. [35] Atatürk’ün 20 Mart 1923’de Konyalı gençlere hitaben yaptığı ve 26 Mart 1923 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan bir konuşmasından alınıştır. b.k.z., Turhan Feyzioğlu, “Atatürk ve Milliyetçilik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C:I, S:2 (Mart 1985), s:360 [36] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev: Metin Kıratlı, Ankara, 1996, s: 1-2 [37] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, Ankara, 1966, s:7 [38] Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara, 1996, s:121 [39] Tarihi milliyetçilik için b.k.z., Bayram Kodaman, “Osmanlı Siyasî Tarihi (1876-1920)”, D.G.B.İ.T., C:12, s: 29 [40] Koçi Bey Risalesinde bu çok açık bir şekilde belirtilmiştir.b.k.z, Orhan Türkdoğan, “Halksız Demokrasi”, T.D.A.V.T.D., Sayı:109, s:15-16 [41] Karagöz oyunlarındaki sevimsiz Baba Himmet tipi, Türk olarak adlandırılır. b.k.z., İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, 1995, s:54 ; Ayrıca bir İstanbul Efendisi için Türk demek bir hakaret anlamına gelmektedir. b.k.z., Lewis, a.g.e., s:1n [42] Şüphesiz Osmanlı Devletinin yıkılışını da, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla zirveye ulaşacak Türk milliyetçiliğinin tekrar dirilişini de bu şekilde tek bir sebebe bağlamak mümkün değildir. Ancak konumuz itibarıyla, Fransız İhtilali sonucunda gelişen ve sistemli hale getirilen milliyetçilik ve milli devlet fikrini, bu iki hadisenin de muharriki saymak kanaatimizce uygun olacaktır. [43] Özellikle II. Meşrutiyet döneminde çoğalan “bu devlet nasıl kurtulur?” tartışması, ortaya bir takım görüşleri çıkarmıştır. Genel olarak Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük görüşleri üzerinde yoğunlaşan bu tartışmalarda Türkçülüğün mahiyeti biraz farklıdır. Zira Türkçülük ilk olarak ilmî bir tartışma konusu olarak belirmiştir. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul, 1995, 167 vd. [44] Milli mücadelenin ruhu