YAKIN TARİHİMİZ Konu: Yakın Tarihimiz Konuşmacı: Turgut Özakman Tarih: 06.04.2009 Yer: Atılım Üniversitesi Seyhan Cengiz Turhan Konferans Salonu Atılım Üniversitesi Kültür Müdürü Mustafa Kömürcü: Sayın Rektör Yardımcımız, Çok Kıymetli Öğretim Elemanları, Sevgili Öğrenciler, üniversitemizin 2009 Akademik Yılı Bahar Dönemi Etkinlikleri kapsamında planlanan ve Sayın Turgut Özakman’ın gerçekleştireceği “Yakın Tarihimiz” konulu konferansa hepiniz hoş geldiniz. Turgut Özakman 1 Eylül 1930 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Bir süre Avukatlık yaptı. Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsüne devam ettikten sonra Devlet Tiyatrosuna Dramatör olarak girdi. TRT’de Merkez Program Daire Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Devlet Tiyatrolarında Genel Müdür Başyardımcılığı ve Genel Müdürlük yaptı. 1988–1994 yılları arasında Radyo Televizyon Yüksek Kurulunda Üyelik ve Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Uzun yıllar Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümünde kadrolu öğretim görevlisi olarak çalıştı ve Dramatik Yazarlık dersleri verdi. Üstün Hizmetleri nedeniyle 1998 yılında Anadolu Üniversitesi’nce ve 2007 yılında Ankara Üniversitesi’nce Fahri Doktor unvanı verilen Özakman sayısız eserlere imza attı. Eskişehir Belediye Başkanlığı’nın 2002 yılında açtığı ikinci tiyatroya Turgut Özakman Sahnesi adını verdi. 2006 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Turgut Özakman’a Üstün Hizmet Ödülü verdi. 2005 yılında piyasaya sürülen 50 yıla yakın bir sürenin emeği olan ve Kurtuluş Savaşı’nı romansı bir dille anlatan “Şu Çılgın Türkler” adlı belgesel roman neredeyse Cumhuriyet tarihinin en çok satan kitapları oldu. Turgut Özakman evli olup üç çocuğu ve üç torunu vardır. Şimdi konuşmalarını yapmak üzere Sayın Özakman’ı mikrofona davet ediyorum. Sayın Turgut Özakman: Sayın Yöneticiler, Sayın Hocalarım, Sevgili Öğrencilerim; hepinizi sevgiyle saygıyla selamlıyorum. Yakın tarihimize gelebilmek için çok kısa bir tarih gezintisi yapalım. XVI. Yüzyıl: Osmanlı İmparatorluğu’nun muhteşem dönemi Kanuni Sultan Süleyman Dönemi; bir ucumuz Viyana’da, bir ucumuz Cebeli Tarık’ta, öbür ucumuz Aden Körfezi’mizde dünyanın en güçlü devletiyiz. En büyük savaş gemilerini biz yapabiliyoruz, en büyük topları biz döküyoruz. Aklınıza gelecek her konuda dünyada en ileri toplum, en ileri devlet Osmanlı Devleti; Kanuni Sultan Süleyman’ın muhteşem kadrosu deniliyor. Kaptanı Deryası, Barbaros’u, Mimar Sinan’ı, Şairi Baki; yani muhteşem olmamak Kanuni Sultan Süleyman’ın elinde değilmiş. Şimdi öyle bir ülke ticaret yolu Anadolu’dan geçiyor. Biz uzun bir yürüyüşten ve hanedanı değiştire değiştire Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmişiz. İşte Büyük Selçuklu Küçük Selçuklu Devletini, beylikleri yaşamışız sonunda Osmanlı’yı kurmuşuz. XVII.-XVI. yüzyılda bu muhteşem düzeye ulaşmışız. Avrupa’nın hiçbir devleti Osmanlı’yla dövüşmek için tek başına gelemiyor, toplanıp geliyorlar hiçbiri yenebilmiş değil. Parantez açarak bir şey söylemek istiyorum. III. Selim’le ilgili eskiden yazılmış bir oyunda iki kişi konuşuyor. Biri ötekine diyor ki “Bizim atalarımız çok kahramandı iki kere Viyana’ya gittiler”. İkincisi de diyor ki “şimdi iadeye ziyarete geliyorlar”. Polatlı’ya kadar geldiklerini hatırlatayım size bu iadeyi ziyaretin. Biz o sırada XVII. yüzyıla girdiğimiz çağda şuanda paylaştığımız, emrinde olduğumuz için de paylaştığımız bilimin parladığı bir zaferdir. Batı medreselerini üniversiteye dönüştürüyor. İnsanı evreni doğayı araştırıyor. Biz ona karşılık medreselerimizden bu tarihe kadar var olan müsbet bilimleri itiyoruz uzaklaştırıyoruz, geride yalnız dini 1 eğitim kalıyor. Aklın özgürlüğünü yok ediyoruz. Aklın önüne hurafeyi koyuyoruz inancı koyuyoruz. Batı tam tersine aklı bütün, özgürlüğünü biliyoruz. Bunu da kolay yapmıyor ama yapıyor. Rönesansını yapıyor, reformunu yapıyor, sanayi devrimini yapıyor. Biz bütün bu sırada ne yazık ki uyuyoruz. Öyle bir dönemki tarihte o dönem durmak düşmek demektir. Biz düşmeye başlıyoruz. Bizim tarihçilerimizin duraklama dönemi diye çok şefkatli bir terimle anlattığı o dönem aslında duraklama dönemi değil, inanılmaz bir hızla geri kalma dönemi. III. Mustafa çok yurtsever bir padişah ama zihniyetini anlatmak için bir örnek vermek istiyorum. Bizim bütün yenilgilerimizin acısını çekerken bunları sadece bizim yıldız falcılarımızın yetersizliğine bağlıyor. O sırada da 7 Yıl Savaşları yapılmış, Büyük Frederick Prusya’da çok başarılı bir komutan olarak parlamış ona özel olarak bir olağanüstü elçi yolluyor. Alman yıldız falcısı istiyor ki artık Osmanlı da var savaşlarda eğitimde galip gelsin, bilimde galip gelsin bu gerileme dursun. Büyük Frederick’in çok nazik bir cevabı var diyor ki: (yıldız falcıları müneccim diye tabir ediliyordu o zaman) “Müneccimlerle çalışıyorum. Benim ki üç tane onlarla hareket ederim, padişahımızın da bu üç falcıyla hareket etmesini tavsiye ederim. Sayıyor; bir güçlü bir ordu, iki dolu bir hazine, üç ciddi bir tarih bilgisi. Şimdi hazinemizin ne halde olduğunu biliyorsunuz. Ordumuz güçlü, tarih bilgimiz sıfırın altında yani Büyük Frederick’in yeniden bu üç müneccimi bize yollama zamanı galiba. Bu kitapta yakın tarihimizle ilgili yalanlar var. Göstermeye getirdim yani yalancılığımızın boyutunu kalınlığını bilin; büyüklüğünü ağırlığını anlayın diye. Tarihte hiçbir millet hiçbir millet kendi yakın tarihinde böyle oynamış, böyle değiştirmiş tersine çevirmiş sahte belgeler imal etmiş değildir. Onu biz başardık. Osmanlı İmparatorluğu gibi tarihte o ihtişama ulaşmış bir devleti de sonunda 1912’deki o Balkan Savaşı’ndaki zavallı devlet haline dönüştürmeyi de biz başardık. Tarihte başkası yoktur o güçte bir İmparatorluk giderek bu Balkan Savaşı’nı yapan küçülmüş topluiğne bile yapamayan bir devletçiğe dönebilir mi? Döner eğer siz çağa ayak uydurmuyorsanız, eğer çağın gereklerini anlamıyorsanız siz başka bir dünyada yaşıyorsanız, dua ederek niyaz ederek Allah’a güvenerek her işi çözmeye çalışıyorsanız sonunuz ölümdür. Osmanlı İmparatorluğu Balkan Savaşı’nda gerçekten ölümün tadını tattı. İki büyük ordumuz vardır ve karşımızda da bizim üç buçuk yıl önce kurulmuş üç buçuk yeni devletin orduları vardı. Avrupa hemen, Avrupa Osmanlıların geleceğini düşünerek asla bu savaşın sınırlarını geçmeyecektir dedi ama sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun bu iki dev ordusu inanılmaz bir şekilde bizim hem askerliğimiz için hem devlet yönetimimiz bakımından yüz karası büyük yenilgidir bu Balkan Savaşı. Yani hiç bir homojenlik taşımayan kendi içinde paramparça iki ordu, gerçeği hiçbir şekilde görmeyen, göremeyen, görmek için gayret sarf etmeyen bir yönetim. Tarihteki İstanbul Belediye Başkanı Başkomutan Nazım Paşa; savaş çok ağır çok önemli bir olay yani biz İstanbul’da zaten daha her şeyimiz eksikken bile savaşa girersek merak etme bir hafta sonra Sofya’dayız. Yataklı vagonlar şirketinde yerimizi ayırttık bile. Şimdi Başkomutan olaya böyle bakıyorsa yenildiğimiz savaşta çok az. Bizim en Batı’daki Rumeli’deki ordumuz Bulgaristan’a kaçarak kurtulabilen oradan gemilerle Türkiye’ye getirildi 150 bin kişiden geri dönen 30 bin kişiden Edirne civarındaki ordumuz Çatalca’ya kadar İstanbul kapılarına kadar geri döndü. Hem bizde hem de Bulgarlarda kolera hastalığı başladığı için savaşa bir durgunluk geldi. İşte o sayede biraz planımızı kurtardık İstanbul’u Bulgarların eline teslim etmemek olduğunu o tarihteki İstanbul’u bu Rumeli kaybetmiş Türklerin acısını hepsini bir düşünün. Salih Bozok Atatürk’ün yaveri diyor ki “Bir gün Selanik’in bizden gideceğini aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk. Bir baktık Selanik bizim değil artı.” Sınırların değişmeyeceğini söyleyen büyük devletler Osmanlı yenilince Ermeni sınırlarının değiştirilmesine razı oldu ön ayak oldu ve son tek kuruş taşına kadar Türk 2 ve Müslüman olan Edirne’yi de Bulgarlara bırakıyor. Bu Türkiye’de inanılmaz bir duygu patlamasına yol açtı buna inanamadım. O zaman ki Osmanlı, ya da Türk halkı, ya da İstanbul, ya da bütün Anadolu insanları Osmanlı Devleti’ndeki tebaasındakileri ne isim verirseniz verin Edirne’nin Bulgarlara veriliyor olması, içinizde Selimiye’yi gören varsa bunun ne anlama geldiğini bilir. Dünyada yapılmış en güzel mabet en güzel mabet Sinan’ın yani baş ustalık eseri. Uzaktan görünce bile insanın içi titriyor. İşte o bir uyanış oldu bir diriliş oldu, çağı anlamak için bir gayret oldu. İşte Türkler hakkında yazılmış kitapların çevirisi başladı, konferanslar başladı, tartışmalar başladı. Çeşitli dernekler kuruldu. Dergiler çıkarıldı. Kadınlarımız da bu kavganın, bu tartışmanın, ya da bu gelişmenin, bu direnişin içine katıldılar. Onlar da ayrıca kendi eşitlik haklarını bu vesileyle ortaya sürerek yurttaş olarak paylarına düşeni yapmak istediklerini belirttiler. Sonuç itibariyle biz o koca Osmanlı İmparatorluğu sonunda Edirne’yi bile terk etmiş olarak İstanbul’da ve biraz da Anadolu’da Osmanlı için Anadolu Anavatan değildi; Osmanlı için Anavatan İstanbul’du. O yüzden belki bizim her şeyimiz İstanbul’da toplanmıştı. İstanbul’da o tarihte Anadolu’da o tarihte 3.800 km uzunluğundaki demiryolu vardı ama 1 km’si bizim değildi. Bir tek Türk makinist yetiştiren söz konusu değildi yoktu, özel olarak getiriliyordu. Belki bir not olarak aklınızda kalır. Balkan Savaşı sırasında ordu, Edirne ve ötesi Rumeli’de dövüşürken her şeyin depoların olduğu yer İstanbul’da olduğuna göre oraya biz ilaç yollayabiliriz, mühimmat yollayabiliriz, doktor yollayabiliriz, silah yollayabiliriz. Bunun içinde Sirkeci Edirne Demiryolu var, bunlardan kolay ne var dünyada en kolay ulaşım aracı. Ama onu bir Fransız şirketi işlettiği için Osmanlı ordusunun bu demiryolundan yararlanmasına izin vermedi. Türkiye’yi 30 yıldır 40 yıldır yönetenler tarihimizi bilmedikleri için biz çok endişe etmeliyiz. Sadece bunu bilseler birtakım temel değerlerimizi satmaktan cayardı. Sonra kara günde bunların nasıl tersine döndüğünü, çünkü çok yaşadık. Bu söylediğim örnek binlerce örnekten sadece bir tanesi ama biz tarihimizi bilmiyoruz ya da yalan tarihleri sahte tarihleri uydurma tarihleri biliyoruz. I. Cihan Savaşı Balkan Savaşı’ndan çıkmışız erzak depoları boşalmış, mühimmat yeteri kadar çok değil, Avrupa’da bu ağır makineli tüfek daha yeni kullanıma girmiş. Onun stratejik ve taktik kullanımı hakkında yeteri kadar tecrübe edinmemiş ama sayısı bile çok az bizde. Ama ordumuzu ağır ağır Almanlara emanet etmişiz iyice yetiştirsinler diye. Bir devletin ordusu bir yabancı ülkenin subaylarına ve yöneticilerine emanet edilirse o devletin batması çok doğaldır. “Türk subaylarının bilmediği her sırrı Alman subayları biliyordu” dedi Türk Genel Kurmayı, Enver Paşa Genel Kurmay Başkanı olduğu zaman işte Almanlara karşı bir zaafı vardı. Almanların asla yenilmeyeceğini sanıyordu, umut ediyordu. Almanlar da kendilerinin asla yenilmeyeceği iddiasındaydılar. Bakınız dünyada Alman Kurmaylarının Alman askerlerini çok üstün olduğu hakkında bir ön yargı var bu bazı kitaplarda hala geçer. İki kere Dünya Savaşı açtılar ikisinde de yenildiler. Bu iki büyük çok büyük şiddetli gerçek, Alman Kurmaylarının ne seviyede olduğunu göstermeye kanıt bence. Şimdi ve sonunda bizim genel olarak kulaktan kulağa anlatılan tarihimizde bazı magazin tarih kitaplarında, hatta bazı tarih kitaplarımızda Yavuz geldi Amirali de Alman’dı, onlar bir emri vaki yaptılar Rus limanlarını gidip bombalayarak Osmanlı Devletini savaşa girmesini bir oldubitti yaparak sebep oldu diye anlatılıyor bu doğru değil. Doğru olanı şu: Bu Türk donanması o Alman Amiralin komutasında Türk gemilerinde 10–13 Türk gemisinin de katılmasıyla Rus gemilerini Enver Paşa’nın yazılı emriyle bombardıman yaptılar. Biz kendimiz istedik o felaketin içine girmeyi. Sonunda da Ruslar Doğu sınırından geçerek bizim bu limanlarımızı bombalamamıza cevap vermiş oldular ve 3 Kasım günü de İngiliz Fransız müttefik gemisi de gelip Çanakkale Boğazındaki dört taburumuz var onları bombardıman ederek onlar da bize böylece 3 fiilen savaş ilan etti ve biz I. Cihan Savaşı içine 1,5- 2 milyona yakın insanımızı bir seferde asker altına aldık asker yaptık. Ama bizim o kadar insana verecek elbisemiz yoktu, o kadar insana verecek postalımız yoktu, o kadar insana verecek silahımız yoktu. Nereden bakarsanız bakın çok talihsiz bir hesapsızlık bir romantizmin büyük bir hayalciliğin akıbetini yaşamaktayızdır. Türk Tarihinde bu hayalperestler Türkiye’yi mahvetmişlerdir. Onların karşısında Allah’tan gerçekçiler çıkıp da felaketlerden çıkarıp tekrar ortaya koyuyorlar. Atatürk bu son gerçekçilerden biri tarihini iyi bilen hayale kapılmama hem milletinin gücünü bilecek, hem devletin gücünü bilir hem karşısındakinin gücünü hayalini emelini bilen tarihten örnek alır tarih bilinci olmadan toplumları devletleri yönetmek kesinlikle mümkün değil. Siz inşallah burayı bitireceksiniz daha yüksek eğitimler için yurt dışına gideceksiniz. Oradaki insanları bakınız kendi ülkelerinde tarih okuyan insanlar ne kadar iyi biliyorlar. Ben 10 yıldır üniversitede birinci ayın sonuna doğru yeni gelen öğrencilerime kapitülasyon nedir diye soruyorum. 10 yıldır da bir tanesinden bile cevap alamamıştım. Lozan’da kapitülasyon kaldırdığımız için biz 80 yıldır bayram ediyoruz. Ama şimdi çocuğumuz kaldırıldığı için bayram edilen kapitülasyonun ne olduğunu bilmeden geliyor liseden. Böyle bir lise eğitimi olmaz. Ama lise eğitimi de önemli bu bakanlığın başındaki Milli sıfatın hiçbir anlamı yok, o adet olsun diye geliyor. Milli bir eğitim başka türlü bir eğitim onun için, siz eğer tarihinizle ilgili doğru bilgilere erişemiyorsanız bilmiyorsanız eksikse bu sizin günahınız değil. Bu bizim günahımız biz size gerekeni anlatmayı başaramadık. Ama size düşen de bir şey var bir bireysel tırmanış, bir bireysel yırtış var; okuyarak, düşünerek, tartışarak, sorarak, doğruyu öğrenebilirsiniz. Yanlış kitapların peşinde gitmezseniz dedikodulara kulak asmazsanız tarih dedikoduyla falan filan konuşmaz çünkü tarih çok ciddi bir olaydır. Her iddianın mutlaka bir belgesi inanılır sağlıklı tartışılmaz bir belgesi olması gerekir. Yani mütareke dönemini şimdi ben de yazıyorum. İşte Ahmet’te, Mehmet’te, Ayşe’de, Fatma’da yazıyor. Aramızda da görüş farkları oluyor. Bunların bir kısmı mütareke böyle olmadı, söylüyor vs biz peki mütarekeyi yaşamak gereği yaşamadığımıza göre neye dayanarak anlatıyoruz mütarekeyi eldeki belgelere göre. Peki, belgelerin yalnız bir kısmını bakıp diğerlerini kenara koyarsanız tarihçilik olur mu? Bu tarihe şaşı bakmak, tek gözle bakmak ya da hiç bakmamak olmaz mı? Ama biz şuanda öyleyiz. Günlük gazetelerimizde, internette yazılar var, ben şaşırıyorum. Türkiye şuanda giyim kuşamdan sonra bir iki genç yazar yetişti tiyatroda. Sinemada da öyle senarist yok tabii ki bunlar keşke o boşluğu doldursalar, o yaratıcılıklarıyla, o hayalleriyle bu meslekte çalışsalar ne iyi olur, tarihi bir kenara koyup tarihimizi kirletmeseler; neler söylüyorlar. Şimdi I. İnönü Savaşı’nın olmadığını iddia ediyorlar; yok böyle bir şey masa başında uydurulmuş. II. İnönü Savaşı için de sonradan kurulan bir partinin kurucularından olan bir beyin açıklaması var diyor ki “II. İnönü Savaşı oldu ama üç kişi öldü. Bir tanesi de sütçü beygirinden düştü ondan öldü” diyor ve aynı adam işte bir parti kurarak Türkiye’yi yönetmeye de talip oluyor bu bilgisiyle. Peki, bu karşınızdaki ihtiyar ne yapıyor bunlara karşılık? Ben şöyle yaptım ben Yunanlıların bu konuyla ilgili bütün kitaplarının çevirilerinden yararlandım. Sanıyorum iki ya da üç yılımı harp tarihi dairesinde geçirdim. Oradaki kitapların fotokopisini de vermezler. Ben bunları el yazımla hepsini çoğalttım. Yunanlı yenildiğini anlatıyor, mahvolduğunu anlatıyor, nasıl kaçtığını anlatıyor, nasıl canını kurtardığını anlatıyor. Ama bizim güya tarihçimiz olan insanlar böyle bir şey demiyorlar yenilmedik. Yunanlı yenildik diye bağırıyor bizimkiler vallahi yalan katiyen yenilmediniz. Şimdi bunlar benim yurttaşım olabilir mi? Kim bunlar? Bu yalanı ne amaçla söylüyorlar? Bakın sağcısı da söylüyor bunu, solcusu da söylüyor. Tek taraflı bir yalan değil bu. Yani biz sahiden çok kahraman yetiştiren bir milletiz ama çok da hain yetiştiriyoruz, çok da yalancı yetiştiriyoruz. 4 Bu zaafımızı bilmek zorundayız. Bir kitabın önsözünde diyor ki “Yunanlılar İzmir’e Mustafa Kemal Paşa’nın el altından İngilizlere yaptığı tavsiye üzerine çıkmışlardır.” Yani bunu söylemek için hain olmak yetmez daha ileri bir sıfat bulmak lazım. Benim terbiyem daha ileri sıfat bulmaya açıklamaya engel oluyor ne yazık ki size sığınıyorum, siz de bunu yorumlayın. Şimdi Sakarya’da Mustafa Kemal düşmüş tam o sırada da Yunanlılar geri gittiği için biz onlarda Sakarya zannediyormuş falan böyle. Atatürk’e karşı olunabilir Atatürk eleştirilebilir. Ama yaptıklarını doğru anlatalım. Bazı yaptıklarını beğenmiyorsunuz onları eleştirelim. Atatürk Kanunu Atatürk’ü eleştirmeye mani değildir. Atatürk’e sövmeye manidir. Eleştirmek sövmek mi? Onun için size de tavsiyem, doğru kitapları okuyunuz. Yani mütareke dönemini o devirdeki İstanbul Yönetimini doğrusunu öğrenmek istiyorsanız Sina Akgün hocanın “İstanbul Hükümetleri ve Mütareke Dönemi” kitabını tavsiye ederim size İngilizlerin bütün belgelerinden yararlanılarak yazılmış çok ciddi bir kitap. Türk Devrim Tarihi’ni doğru öğrenmek istiyorsanız Şerafettin Turan Hocanın “Türk Devrim Tarihi” kitabını mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Bunlar büyük tarihçiler Türk Tarihi’nin felsefesini ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız yaşayan en büyük tarihçimiz Halil İnalcık’ın kitaplarını okumanızı tavsiye ederim. Evet, Osmanlı tarihçisi biraz Osmanlıcı olur. Şimdi Halil İnalcık’ın Osmanlıcı olması gerekirken o büyük tarihçi olan bütün o perspektif içerisinde kalabiliyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını nasıl kaçınılmaz ve çok büyük mucizevî bir olay olduğunu anlatıyor. Kaç kere anlattı. Bütün bunları en son bütün bu konudaki bu yöndeki makaleler toplandı. Daha yenilerde geçen yıl kitap olarak basıldı, hepimiz için ders olacak görüşler de var. I. Cihan Savaşında Türk Ordusu kendini çok iyi yetiştirdi. Yani ilk defa biz vatan kavgası verdik. Çanakkale’ye şimdiye kadar düşman mı geldi? Kudüs’e doğru İngilizlerin ya da Bağdat’a doğru İngilizlerin yürüdüğünü düşünmek Osmanlı’nın düşünemeyeceği bir şeydi oldu bütün bunlar ve Meriç’e doğru da Fransız Ordusu Bulgarları da yenerek gelmek üzereydiler. Türk Ordusu kendini çok iyi yetiştirdi, çok iyi eğitim gördü. Vatan sevgisiyle büyütüldü, vatan duygusuyla büyütüldü. Türk Milliyetçiliğin özü yurtseverliktir bunu hiç unutmayın. Onun faşizm filan olduğu söyleniyor; o Milliyetçilik Fransızların, Almanların Milliyetçiliğidir bizim Milliyetçiliğimizde öyle bir şey. Öyle olsa Türkiye bambaşka bir yer olurdu. Şimdi ama devletin gücü dört yıl bir savaşı götürmek bile mucize olmuştur o tarihte, o yokluk içerisinde. Onun için devletin gücü nefesi kesilince ordu da çaresiz yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı yenildik de zaten. 7. Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olan Alman Liman von Sanders Paşa’nın anılarını okursanız Suriye’deki Türk Ordusunu üç tane ordu var orada İngilizlerin karşısında. Üç ordunun toplam savaşçı sayısı sadece 20 bin kişi yani bunu bilirseniz o yenilginin neden olduğunu da kolayca anlarsınız. O tarihte Anadolu Dağları, Suriye Dağları ordudan kaçmış 400 bine yakın asker kaçağıyla dolu bu bizim için iki olay çok önemli biri Sarıkamış olayı, işte o hayalperest savaşçılık sonunda biz 60 ya da 90 bin kişi arasındaki insanı Allahuekber Dağı’ndan kovduk eksi 30 derecede geçirmeye kalktığımız için geçirebilsek nefsi müsait olsa oradaki Rus ordusunu yok edip galip geleceğiz, Kars’a gireceğiz daha da ileri gideceğiz. Ama eksi 40 derece o zaman o cephenin insanları diyorlar ki bu mevsimde bu dağların üzerinden kuş bile uçmaz. Biz koca bir kolorduyu geçirmeye kalkıyoruz ve bu insanlar düşmanın bir tanesi bile düşmanın kurşunuyla şehit olmamışlar ve Türk ordusunun düşüp devrilip ölenlerin parçalansınlar diye de kurt sürüleri izliyor Allahuekber Dağı’ndan geçerken. Ne kadar çok insanımız gitti. Bu kolordunun bir tümeni de Güney’den Irak’tan getirilmiştir. 5 Bu insanların üzerinde yazlık elbise vardı. Eksi 30 derecede yazlık elbiseyle gidiyordu. Suriye’de en son 1918’de dövüşen tümenlerimizin ikisinin, üçünün, dördünde de kışlık elbise vardı, artı 45 derece planlamamızın muhteşemliğine bakınız. Bu Almanların yönettiği Genel Kurmayın planlarının sonucu ne oluyor bir Türk Askeri bu yanlışlığı kendi kanıyla ödeyebiliyor, canıyla ödeyebiliyor. Çanakkale bunların içerisinde tabii en dehşetlidir. Çanakkale bilincinde olmak insanın önüne getirmek gibi hazır oldurmak gerek Çanakkale müthiş bir olay dünyanın dörtte üçüne hakim bir kudret 18 Mart günü 18 zırhlı gemi zırhlı demek en az 600 kişiyle çalıştırılabilir dev gemi demektir. Zırhlarının kalınlığı 15 ila 20 cm onu delecek merminiz özel merminiz yoksa zaten ona sivrisinek vızıltısı gibi geliyor sizin attığınız mermiler. 18 canavar gibi onun yanında onları koruyucu küçük savaş gemileri havadan uçaklar geliyor. Zaten uçağın deniz üssünün denizaltının ve karanın bir arada kullanılan bütün bu özel farklı silahların bir arada kullanıldığı ilk savaş Çanakkale Savaşı. 22 tane uzun menzilli topumuz var, 137 tane ağır topumuz vardır. O ağır toplar demode en yenisi 1908 modelli Alman toplarıdır. İki tane burada Alman subayları da vardır. Hepsi saçlarını başlarını yolluyorlardı. Bu zırhlılar girdiği zaman 22 topumuzu da mevcut top başına 22 tanesi zırh delici mermi var o kadar. Nasıl olsa her top elli mermiyle ne yapabilir ki tabii ki yol açılıp gelinecek İstanbul’a da gelecekler. Bir Alman istihbarat ve harekattan sorumlu Alman subayı nasıl olsa müttefik ordusu boğazı yarar geçer İstanbul’a gelir, bizi İstanbul’da yakalar öyleyse biz şimdiden harbi Genel Kurmayımızı Kadıköy’e Haydarpaşa’ya taşıyalım. Orada istim üstünde bir şey olsun bunlar Çanakkale Boğazını yarıp geçtikleri zaman Anadolu yakasına fırsatını elde edelim diye de teklifte bulunabildik Almanları Türk topçusuna Türklere bakışı böyle. Bir de Türk subayların bakışına bakalım. 22 top her top başına 22 tane, elli tane de zırh delici mermi var. Türk subayı için bu büyük bir servettir. Çünkü 300 yıldan beri hayatında bol bulamaç hiçbir savaş yapmadı. Ne fabrikası var, ne harp atölyesi var, ne imalatı var, ne top dökümü var, hiçbir şeyi yok. Öyleyse o zaten hep sıkıntı içerisinde bulup buluşturarak ekleyip kenetleyerek yaşadılar onun için o elli mermi hakikaten servet. Ekip 18 Mart günü bu topların elli merminin ancak üçte birini kullanmışlar, üçte ikisini de yedeğe ne olur ne olmaz diye saklamışlar. Sonuç bu 18 gemi geldi önde dört tane beş tane İngiliz gemisi vardı. Onlar 17 km kala durdular tabyalarımızda uzakta durdular. Çünkü bizimkilerin top menzili ancak 16 km. Oradan rahatlıkla manevra yapar gibi büyük bir rahatlıkla hem Çanakkale’deki tabyalarımızı hem onun karşısındaki Kilit Bayır’daki tabyalarımıza ölüm yağdırdılar. İşte bu bunları toplarının menzilinin yetişmediği topçularımız acizliklerinden, öfkelerinden, hınçlarından ağlayarak sığınaklarda bekliyorlar. Sonra ikinci sıradaki Fransız 4 zırhlısı öne geçti. Onların amirali biraz atak bu biraz daha yaklaştı 16–15 km yaklaşınca bizimkiler tekbirler içerisinde sığınaklarından koşup o toprak yığınları altında kalmış toplarını temizleyip ateşe başladılar. Fransız Belgesine göre söylüyorum: Beş dakika sonra dört Fransız gemisi de savaş dışı kaldı. Beş dakika da, ondan sonra da üç gemi batırıldı beş gemi savaş dışı yapıldı. Amiral De Robeck’in için bu büyük armadasının yarısına yakın gemi yok olmuş oldu. Sonunda mağlubiyeti kabul ederek çıkıp gittiler. Tek bir İngiliz komutanı Hamilton diyor ki “Sabahtan bandolarla neşeler içinde gelmiş olan İngiliz büyük armada, akşam bir cenaze korteji gibi derin bir sessizlik içinde Çanakkale’den çekti gitti.” Bu inanılmaz bir olay. O gün tabii zafer yemeği olarak da herkese Alman amiralleri kuru fasulye, pilav herhalde üzüm hoşafı verilmiştir, zafer yemeğimiz bizim öyle. Zaferden sonrada komutanların ellerini öper askerler, küçük rütbeli subaylar ve herkes kendi komutanının elini öperek bu zaferi kutlamıştır. Şükür secdesine varmışlardır namazlarını kılmışlardır. 6 Ertesi gün için de bütün gece çalışarak savaşa hazır oldular ama İngiliz ve Fransızlar denizi bir daha zorlamıyorlar onun yerine karadan gelmeye karar verdiler ve 25 Nisan günü 308 deniz aracıyla yani o günü tasavvur ediyorsanız denizin üstü araçtan görülmüyor. Binlerce İngiliz, Fransız sömürge askeri dominyon askeri dünyanın her tarafından toplanmış insanlar. İşte Gelibolu’ya Çanakkale’ye bir kıyısına çıkmak üzere sabaha karşı geldiler, kara savaşları başladı. O dönemin planı temel planı ya en uçtaki Seddülbahir’den çıkıp Alçı Tepe’yi ele geçirmek yahut Arıburnu’ndan çıkıp Kocaçimen Tepe’yi ele geçirmek hangisini ele geçirirseniz zaten sonuçta alıyorsunuz savaş bitiyor. Kocatepe, Alçı Tepe’den daha yakın daha yüksek daha etkili orayı ele geçirdikleri zaman zaten Çanakkale Savaşı bitmiş olacak. Demek ki 25 Nisan günü başlayan savaş eğer biz karşı duramazsak 28–29 Nisan günü bitmiş olacaktı. Türklerin yaptığı bu savunma planı kalsaydı zaten savaş 25 Nisan günü bitecekti. Biz daha onlar kıyıya çıkmadan onları bitirmiş olacaktık. Ama Liman Paşa bizim bütün güçlerimizi donanmanın ateşi altında dağılır gider daha savaşmaya cesaret edemezler diye hepsini 7–8 saat geriye çekti. Bizim sahillerimizde bir tek ağır makineli tüfek yoktu Liman Paşa’nın yüzünden. Çanakkale’de büyük kaybımızın olmasının sebebi Liman Paşa’nın yaptığı savunma tekniği yüzünden savunma düzeni yüzünden sonunda Seddülbahir’de bir taburumuz vardı koca bir tümeni durdurdu. 36 saat hani Liman Paşa’nın savunma sistemi geçerli olsaydı arkadaki kuvvetler yetişip gelip saha karaya çıkmış olan İngilizleri süngüyle denize dökecekti. Ama Liman Paşa o sırada savaşta dürbünle İngilizlerin sahte çıkartmasını seyrediyordu. Böyle bir büyük savaş günü böyle bir büyük ordunun başkomutanı Liman Paşa 36 saat ordusunu başsız bırakmıştır bunu biliniz. Türk Askeri kendi yağıyla kavruldu. Kuzeyde Arıburnu’nda da Mustafa Kemal ordunun yedek tümeni orada da sadece bir tabur asker vardı. Komutanı aradı ordu komutanı yerinde yok. Kolordu komutanını aradı kolordu komutanı ordu komutanına ne yapacağını sormak için Saros’a gitmiş oda yok. İnisiyatifini kullandı 57. Alayı harekete geçirdi. 57. Alay deyince bir durmak lazım o Şehitler Alayı. Çanakkale Savaşı’nın sonunda bu alaydan geriye birkaç kişi ya kalmıştır ya kalmamıştır öylesine kahraman bir alay. Bu alayda bir bataryayla birlikte Conk Bayırı’na Arıburnu’nda, Çimen Tepe arasındaki yere geldi ve gelen Anzakları durdurdu sahile sürdü, sahilde küçücük bir yere hapsetti ve Çanakkale Savaşı’nı sonuna kadar da bu böyle devam etti. Şimdi Çanakkale bizi Türkiye’nin geleceğine etkisi olmasaydı sadece biz savunma zaferi olarak bir teselli abidesi olarak kalırdı. Öyle değil Çanakkale çok büyük etkisi olmuştur Türkiye’nin geleceğine. Çanakkalesiz belki de Milli Mücadele’yi hatta Cumhuriyet’i düşünmek bile çok zordu. Birincisi Atatürk’ün tarih sahnesine çıkmış olmasıdır ve ismini efsane gibi bütün Türkiye’ye yayılarak Samsun’a çıktığı zaman komutanlığını liderliğinin çok kolay kabul edilmesini sağlamıştır bu. İkincisi biz 200 yıldır korkudan titrediğimiz emperyalizmi yenebileceğimizi anladık. Yani biz kenetlenirsek iyi çalışırsak iyi eğitim görürsek bir yumruk gibi olursak emperyalizmi yenebiliyoruz. Bu özgüven müthiş bir olay 200 yıldır tanımadığımız bir duygu Milli Mücadele’nin mayası da budur Çanakkale ruhu Milli Mücadele sırasında daha bilinçleşmiş daha yaygınlaşmış daha güçlenmiş Kuvayi Milliye ruhunu oluşturmuş. Üçüncü büyük özelliği de bu daracık savaş alanında genç komutanlarımız savaşın her türlüsünü yaşadı çok büyük tecrübe sahibi oldular. Biz Milli Mücadele sırasında Çanakkale ordusundan çok daha yoksulduk çok daha fakirdik. Sayımız çok daha azdı düşman karşısında ama işte bu yetişmiş genç komutanların sayesinde biz bu küçücük birlikle zaferden zafere koştuk kaç cephede birden ne Kuzeydoğu’da Pontus Çeteleri, Doğu’da Ermenileri, Güneydoğu’da İngilizleri, Fransızları, Ermenileri, Batı’da Yunanlıları, Kuzeybatı’da İngilizlerin 7 ayaklandırdığı isyancıların hepsini yendiler hepsini denize döktü bütün hayalleriyle. Ama biz I. Cihan Savaşı sonlarında yenildik yenilgiyi Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla kabul etmiş olduk. Oraya giden Türk Heyetinin Emperyalizm oyunları hakkında bir bilgisi yoktur. Onun için Mondros Mütarekesi’nin birebir tuzak teşkil eden maddelerini bir emperyalist oyunu olarak göremediler. Halbuki o Sevr Antlaşması’nın önsözü niteliğindeydi. Rauf Orbay kahraman bir asker, iyi bir denizci Hamidiye Komutanı olarak ama emperyalizmi bilmek sezmek tarih sezgisi içinde olmak apayrı bir şey belli bir kültürden geçmek gerekiyor. O bütün askerlerin arasında Kurtuluş Savaşı’nı yapan askerler de vardı. O Rauf Bey ve ona yardımcı olanlarda bu olmadı. Sonunda İngiliz komutanına diyor ki Rauf Bey “Biz diyor bu ateşkes antlaşmasını İngilizlerin sözüne inanarak şerefine güvenerek imzalıyoruz.” Amiral Calthorpe mütarekeyi imzalayan adam da oradaki kendi kurmaylarına dönüyor. İngilizler verdikleri sözü tutarlar değil mi diyor hepsi de avaz avaz “yes sir” diye bağırıyorlar. İstanbul’a çıkmayacaklardı çıktılar. Yunan subayları gelmeyecekti geldi. Musul Kerkük onların olmayacaktı oldu aklınıza gelen her ahlaksızlığı yaptılar. Onun için keşke çocuklarımızı ilkokuldan itibaren biz emperyalizm nedir ne değildir öğretsek. Çünkü hep Rauf Orbay durumunda kalır tarihi öğrenmeyen. Ondan sonra Sevr Antlaşması geldi. Sevr Antlaşması 1920 yılı Mayıs’ında Osmanlı İmparatorluğu’na ve dolayısıyla da Ankara’ya tebliğ edildi. İstanbul bir iki gün tereddütten sonra Saltanat Şurasını topladı: Saltanat Şurasında Osmanlı Devleti’nin o andaki en önemli devlet yöneticileri düşünürleri yazarları beyin takımı Osmanlı niteliğindeki en siyasi bundan sıyrılmak Sevr’de incelediler ve bunu imzalamaktan başka çare olmadığına karar verdiler. Bu karar Osmanlı’nın intihar kararıydı. Bir ülkenin aydınlık nitelik en siyasi düşünen beyni bu kadar korkak, bu kadar onursuz, bu kadar hesapsız olursa bu devletin yıkılmaması elde değil. Nitekim bunlardan hiçbiri de Milli Mücadeleye katılmamış ve destek olmamış dolaylı olarak yardımcı bile olmamış. Milli vasfını bütünüyle yitirmiş bir devlet bir teşhisi söyleyeyim. Diyor ki yazarımız Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında bir milleti yoktu. Gerçekten de Osmanlı’nın bir milleti yoktu Osmanlı Devleti’nin. Osmanlı Devleti milleti diye bir millet olmaz zaten. Türk’ün de devleti kalmamıştı. Çünkü Türk’ün Osmanlı Devleti’nde yeri ve gücü kalmamıştı. Önce tarih zaman ve çelişkiyi bir araya getirdi temizledi. Türk’ün de devleti oldu, devletin de milleti oldu. Milli Mücadele o demek ve Türkiye Milli Mücadele’ye girişmek zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı’ndan önce Trablusgarp var, Yemen var altı sene dövüşmüşler. Yeniden savaş; bitkin bir millet, beş para yok, asker yok, silah yok, mühimmat yok, para yok, örgüt yok. Onlar diyor ki ben bağımsızlığım için dövüşüyorum kimler karar veriyor buna. Buna diyelim ki Çukurova’daki Akça Kale karar veriyor, ya da Aydın’da Mehmetçik diye anılan 17–18 yaşındaki Ayşe karar veriyor. Yunanın çıkmasından sonra boynundaki altınlarını koparıp satıyor bir tane tüfek alıyor Demirci Mehmet Efendi’nin çetesine gidip diyor ki ben dövüşmeye geldim. İstanbul’dan kendi malımızı çalıp güçlükle bin türlü macerayla İnebolu’ya getirdiğimiz zaman da devlet yardım istediği zaman İnebolu’nun, Kastamonu’nun bütün köylerinden yüzlerce kanıcı kadın hepsi kanılarıyla birlikte gelip karınca dizisi gibi sıraya girip o cephaneyi, o silahları alıp Ankara’ya taşıyor. Bir o hudut içinizde geçen vardır yani Küre Dağı’ndan Ilgaz Dağı’ndan geçen. Uçurumlu muçurumlu bir yer, öyle geçmesi kolay olmayan baba dağlar bunlar ama şimdi turistik yol oldu. Şimdi o tarihte bu sadece deve yoluydu. Deve yoluydu buradan o kadınlarımız, ninelerimiz, analarımız karda tipide, fırtınada, bir gün bile durmaksızın Ankara’ya o gelen silahları mühimmatı taşıdılar. Yani biz bu insanların torunlarıyız. Gaziantep içinde bir tek asker yoktu. Bir Fransız tümeni bütünüyle şehri sardı. 20 bin Fransız günde 8 saat Antep’i bombardıman etti. Bu savaş bittiği zaman 6 bin ev yerle bir olmuştu. 7 bin Antepli ölmüştü şehit olmuştu. 8 O tarihte küçücük 5 yaşında, 6 yaşında 8 yaşında, 10 yaşında çocuklar siperlerin arasında durup oradaki fişekleri kapsülleri boyunlarındaki torbaya doldurup yeniden doldurulmak üzere fişekhaneye götürerek bu savaşta böyle yardımcı oldu. Neresinden bakarsanız bakın inanılmaz bir şey bu, yani ameliyat edecekseniz ağrı kesiciniz yok, bağırta bağırta ameliyat yapıyorsunuz. Bakın yaralılarımızın büyük bir çoğunluğu bizim Haymana’da toplanıyordu. İşte oradaki kaplıcalarda yaralar yıkanıyor. Sonra hastaneye yollanmak için bunlar demiryoluna ulaşacaklar 40 km. Bir yaralı 40 km kaç günde alabilir. İşte bunlar kafileler halinde muhtemelen ağlaya sızlaya zorluklar içerisinde demiryoluyla Ankara’ya geliyorlardı ki doktora kavuşsunlar ameliyata kavuşsunlar iyi olabilsinler diye. Bizim 10 bin şehidimiz vardır, 20 küsur bin yaralımız vardır. Bunların ne kadarının ne türlü şehit olduğunu bilemiyorum. Civar köylerdeki ölü sayısını bilmiyorum. Milli Mücadele kaybımız 100 binden fazladır. Bir takım kitaplar var; 9 bin şehit verilmiştir diye anlatılıyor bu sayılar arasında onlara inanmayın. Aynı yalanların bir başka tarzını biz Çanakkale Anıtı’nda da kullanıyoruz. 250 bin şehit diye bağırıyorlar. Bizim bazı insanlarımız şehit sayımızı durdurmuyorlar gittikçe çoğaltıyorlar. Doğrusu Çanakkale’de bizim verdiğimiz şehit sayısı 75 bin diyelim. O savaşta bulunmuş subay olarak bulunmuş, ortamı görmüş tarih yazarlarımız diyorlar ki öyle gün oluyordu ki gelen askeri ya da ölen askeri sayacak kaydedecek subay bulamıyorduk. Onun için şehit sayımız Çanakkale için 100 bin diye düşünülebilir. 250 bin yaralı esir olanlar kaybolanlarla birlikte toplam kaybımız olur yoksa 250 bin şehit vermedik. Milli Mücadele 100 bindi, bunların içinde sivil çok az bir de bunlara sivil sayısını ekleyebilsek böyle bir kayıt yok. Ana baba günü yani Ankara 1955 yılında bir tek Türkiye’de Cumhuriyet olabildiğini bütçe yapılamadı çünkü hazinede beş kuruş yoktu Cumhuriyet böyle kuruldu. Cumhuriyet Osmanlı’dan ne devralmış. Şimdi zaman zaman televizyonlarda dinliyorum. Sanki o Osmanlı çok zengin sorunu çok az muhteşem bir devletmiş gibi anlatıyorlar keşke öyle olsa. Öyle olmasını bende çok isterim. Benim annem babam Cumhuriyet dönemi çocukları. Maddi hiçbir miras devralamadı manevi miras devraldı, maddi hiçbir miras devralmadı. Sıfırdan başladı Cumhuriyete. 15 yıl içerisinde ortalama kalkınma hızı yıllık %10’dur. İlk 15 yılın sayılarını veriyorum size. Biz bir tek kuruş borç almadan kredi almadan kredi vereceği zaman adam imtiyaz istiyor kapitülasyon istiyor. Onun için kredi almıyoruz. Biz 3 bin küsur km demiryolu yaparak demiryollarımızı 7 bin km çıkardık. Yani doğusunu, batısını, kuzeyini, güneyini birbiriyle bağladık. Yani yerküreye hem Kayseri’den, hem Ankara’dan, hem Sivas’tan üst lokomotifi böyle önlerini defne dalları ve bayraklarla süslenmiş gelişini düşünün. Ben şimdi anlatırken içim yaşadı. Bunların hepsini biz yaptık hiç kimseden yardım almadan. Zaten adam Lozan’ı imzalamış olmayı affetmedi ki bize yardımcı olsun. Yani 100 yıllık bir ön hazırlıktan sonra çıkmıştır Sevr ortaya. O fakir Anadolu halkı Ankara’daki o I. Büyük Millet Meclisi gibi daha çatısı kapanmamış binada toplanmış 150–200 kişi Sevr’e “hayır” diyor. İstanbul kabul ediyor ama orası “hayır” diyor. Herhalde Londra’daki Paris’teki Roma’daki o rugan pabuçlu milletlerarası haydutlar girmişler. Bunlar kim yani kim ki bunlar yani Çılgın Türkler. Bunlar akıllı olmayan insanlar bize nasıl karşı durabilirler biz dünyaya hakimiz diye düşüncelerdeler. Sonra o Çılgın Türkler bunları yendi. Yani sizin atalarınız nineleriniz yendi. Bütün bu emperyalistlerin tahakkümü altında kalmış bütün Müslüman dünyasında bütün bunların esareti altındaki pazar halindeki onların kullandığı Hıristiyanlar ya da putperestler her türlüsü Anadolu zaferinde bir bayram halinde karşıladı. Hemen o gün duymasalardı işte önlerindeki zaman içerisinde duydular. Şimdi o yanan yıkılan Gazne, Fransız kaynaklarından okuyorum Fransız yazarından, diyor ki: “Duyulduğu zaman Gazne bütünüyle Türk bayraklarıyla Mustafa Kemal’in resimleri ile donandı.” Şimdi hayat yok. 9 Ama İngiltere tehlikeyi ölçtü dominyonlarının ve sömürgelerinin önünde ne kadar küçük düştüğünü anladı Türk Zaferinin karşısında. Nitekim ancak II. Cihan Savaşı’na kadar imparatorluğunu koruyabildi ondan sonra bitti, dağıldı, gitti. Hindistan’ı asla elinde tutamadı. Mısır’ı elinde tutamadı. Irak’ı elinde tutamadı. Aynı şey Fransa içinde söz konusu Suriye’yi Lübnan’ı elinde tutamadı. Afrika’daki hiçbirini Cezayir’deki hiçbirini elinde tutamadı. Cezayir’de Fransızların, Ürdünlü Cezayirlinin göğüslerinin altında Mustafa Kemal’in resmi çıkıyor. Nehru diyor ki “Biz hapishanedeydik İngilizler bizi hapishaneye atmıştı. Türk zaferini duyduğumuz zaman koğuşlarımızın hepsini bayram gelmiş gibi süsledik püsledik Türklerin zaferini kutladık.” Bütün dünya böyle oldu. Hemen çabucak onlarda bağımsızlık savaşına girdiler mi, hayır kolay iş değil o. Zaman içerisinde yavaş yavaş halkını buna alıştırmak aydınlarını bunun öncüsü yapmak, bunun eğitimini vermek yüreğine bunun cesaretini koymak zaman ister. Nitekim 15–20 yıl içerisinde de bir dünyada hemen hemen sömürge olabilecek ülke kalmadı, hepsi özgürlüğünü ilan etti, bağımsızlığını ilan etti. Yani Mustafa Kemal’i duyan tahakkuk etti. Gün gelecek diyor dünyada mazlum hiçbir millet kalmayacak. Sonra ne oldu? Sonra emperyalizm baktı ki tankla, topla, silahla zor durabildi bu iş götürülmüyor ve metot değiştirmeye başladı. Onları siz benden daha iyi biliyorsunuz onun için o konuda bir şey söyleyecek değilim. Emperyalizme karşı uyanık Türk o Türk ismini değiştiriyor, dinini değiştiriyor, tekmil kıyafet geliyor, çünkü o yaşamak için emperyalist olmak zorunda. Biz onu bilerek onlara karşı kendi kimliğimizi, varlığımızı, toprağımızı, onurumuzu, korumak zorundayız. Bu tarih bilmeden olmuyor. Milliyetçilik dediğimiz şey temelinde yurtseverlik olduğunu sakın unutmayalım. Türk Milliyetçiliği bütün milletlerinkinden saygılı bir milliyetçiliktir, yurtseverliktir çünkü. Öyle kibirli bir milliyetçilik üstün bir milliyetçilikte değildir. İki tane öyle yazı gördüğünüzde “o adamlar affedilmez boş verin” biz öyle değiliz. Biz kendisiyle alay etmesini bilen dünyadaki mizahı en yatkın en harika milletlerden biriyiz. Biz bütün zaaflarımızı zayıf yanlarımızı her şeyimizi bilen insanlarız. Onu yüksek sesle de söyleriz yazarız da çizeriz de bunun türkülerini de yaparız. Ama bir milletten yurtseverlik duygusunu yurt duygusunu almaya kalkıyorsanız niyetiniz hiç iyi değildir. O Amerikalı Generalin çizdiği Türkiye’nin haritası gören bir Türk’ün uyumasına imkan var mı? Türkiye’yi bugüne getiren insanların torunu olduğunuzu onların mirasçısı olduğunuzu ne olur unutmayın. Tarihinin mutlaka doğrusunu öğrenin. Çünkü tarih bize kutup yıldızı gibi doğru yolu gösteriyor nereye gittiğimizi gösteriyor. Tarihimizin en utanılacak yanları var bunları bir daha yapmamaya çalışırız hem gurur duyulacak yanları var onları tekrarla pekiştiririz. Tarih insanı insan yapan, tarih insanı millet yapan, toplum yapan, insanı toplumsallaştırır. Yani hayvani bencillikten kurtarır. Böyle bir şey ama ne yazık ki bizim liselerimiz, çocuklarımızı tarihten soğutmak için ellerinden geleni yaparak sizleri buraya öyle yolluyorlar. O günleri unutun tarihi yeniden sevin, tarihle ilgili derslere önem verin, tarih kitaplarını okuyun, doğruyla yanlışı da ayırt edecek kadar ölçü sahibi olun. 10