AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 25 Ekim 2007 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Halil GÖÇER YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Ali BÜYÜKADALI İhsan AKTAŞ Ahmet MERCAN Mustafa ÖZKAYA Semi HAFIZOĞLU GRAFİK TASARIM Osman MERT Fiyatı Tek Sayı: 5 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 60 YTL 6 Aylık Abone: 30 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 60 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@mynet.com burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın TEMSİLCİLERİMİZ Avrupa Koordinatörü Fatih YILDIRIMTEPE: 00316 248 769 56 mail: burhanavrupa@gmail.com İstanbul Avrupa Yakası: Şirinevler: Hasan İRKİLMEZ 0555 226 3284 Fatih: Fikret ALTUN 0212 455 7187 - 0535 292 4530 Kağıthane: Zeki İMAMOĞLU 0533 462 6496 Gaziosmanpaşa: Fatih ŞAHİN 0212 564 4771 - 0532 206 4809 Bahçelievler-Bağcılar: Enver GENCER 0535 232 3729 Avcılar: Emre KABAN 0532 784 8069 Silivri: Maksut AKBULUT 0535 611 3256 İstanbul Anadolu Yakası: Pendik: Yusuf CİLAN 0537 326 2065 Sultanbeyli: Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Samandıra: İsrafil AKA 0536 440 4325 İzmit-Gölcük: Burhanettin ÇALGAN 0532 774 3692 Sivas-Suşehri: Ali ÖZTAŞ 0346 311 3602 Bayburt: Burak KUTLU 0458 211 7010 - 0535 440 7554 Erzurum: Emre HANCIGAZ 0536 293 0760 Tekirdağ-Saray: Mecnun AKDENİZ 0537 321 3567 Hatay-Payas: Şehmuz YENİGÜN 0535 862 9932 Antalya: Aydın ÇAKIR 0505 828 4970 Trabzon: Ekrem AY 0462 325 3839 Muş: İbrahim ÖNVER 0535 327 8454 Kayseri: Hicabi ZEYBEK 0352 221 4606 0533 591 9242 Editör’den Bir şeyin helal veya haram olduğunu bilmenin yolu ilmihalden geçiyor. İslam, ilk emri oku olan tek ilim dinidir. Bu din ilim, amel ve ihlâsla kaimdir. Amelimizin rıza-i ilâhiye uygun olup olmadığını bilmemiz gerekiyor. Yapıp ettiklerimiz ne kadar ölçülü ve ya değil bunu bilmekte ilmihalden geçiyor. Onun için her müslümanın üzerine ilmihalini bilmek farzdır. İşte sayın hocamız Doç. Dr. Mustafa Ağırman bu ayki yazısıyla dikkatlerimizi ilmihale çekiyor: “İlmihal okuyoruz.” İlmihal yazısıyla “helal lokma” sayımızın aynı aya tevafuk etmesi çok manidar oldu. Elbette ilmihalini bilmeyenin neyin helal neyin haram olduğunu bilmesi düşünülemez. Peki dinimizde neler helal neler haram? Şüpheli olan şeyler nelerdir? Şüpheli olan şeylere müslümanın yaklaşımı nasıl olmalıdır? Türkiye’de (affedersiniz) domuz etinin kasaplık hayvan statüsüne alınmasıyla, otellerden gelen haberler vs. bizleri daha bir “helal lokma” konusunda dikkatli olmaya sevk etti. Hakikaten artık neyi yiyip neyi içeceğimiz kuşkusuz her zaman ki gibi en önemli önceliğimiz oldu. Değerli yazarlarımız fayda kesp edeceğiniz çok güzel bir helal lokma dosyası hazırladılar. Emeği geçen değerli hocalarımızdan Allah (c.c.) razı olsun. Mustafa Özkaya kardeşimiz enfes bir Lübnan dosyası hazırladı. Kendisinin Lübnan izlenimleriyle birlikte tarihten günümüze o bölgede “neler oldu neler oluyor” sorularının cevabını bulacağınız bir yazı. “Araplar Osmanlıya mı İttihat ve terakkiye mi başkaldırdı” gibi ezber bozan farklı bir yaklaşım ve üslupla ele alınan yazıyı zevkle okuyacağınızı umarım. Bu ve buna benzer çok değerli yazılarla Burhan sofrası ramazanda okuyucularının gönlünü doyurmaya devam ediyor. İslam âleminin tüm acı ve sıkıntılarıyla birlikte mübarek ramazan bayramı da geldi. Bu ramazan bayramıyla birlikte İslam âleminin üzerinde ki kara bulutların dağılmasını Rabbimizden dileyelim. Bu vesileyle Burhan dergisi olarak siz değerli okuyucularımızın ve tüm İslam âleminin bayramını tebrik eder, Âlem-i İslam’ın uyanışına vesile olmasını Mevla’mızdan dileriz. Allah’a emanet olun. 1 İ Ç İ N D E K İ L E R İLMİHAL OKUYORUZ İSTANBUL BEYRUT ARASI Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN TARİHTE BİR YOLCULUK 4 Mustafa ÖZKAYA 38 DİNLER ARASI DİYALOG NEYİN NESİ ? KIYAMET GERÇEĞİ Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE 8 46 GÜNAHLARIN BİREYSEL VE LEYLA TOPLUMSAL BOYUTU Sebahattin TÜZÜN Doç. Dr. Ahmet ÇELİK 51 10 HELALİNDEN YEME İÇME Yrd. Doç. Dr. Abdulmecit OKCU 14 ÇOCUKSU RUHUMUZDA YAŞAYAN RAMAZAN Hasan BAŞAR 52 SATIRLIK HAKİKATLER TİCARİ AHLAK VE HELAL Yahya MACİT LOKMA 55 Kamil ABDULLAHOĞLU 18 ÇOCUĞUMUZU MÜSLÜMANCA EĞİTMEK HELAL LOKMA RIZIK MIDIR? Ramazan ÇAKIR Dr. Sinan ÖGE 56 21 MUHABBET BAHÇESİ HADİSLERDEN SEÇMELER Yusuf ELİBOL Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR 59 24 YARINLAR NE KADAR UZAKTA Halil ATİK 27 SÜNNETE FRANSIZ KALANLAR İÇİN Feyzullah BİRIŞIK 62 GİYİNİK ÇIPLAK MIYIZ Zeynep GÜLOĞLU İSLAMİYET, KUR’AN-I KERİM, 64 RAMAZAN-I ŞERİF Doç. Dr. Mesut OKUMUŞ BURHAN ÇOCUK 28 Musa KARACA 66 ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ, İSLAMİ HAREKETLER VE İLİM 2 BAŞKASINI DEĞİL KENDİNİZİ YAPMAK KURTARIN Ömer Faruk TOKAT Nizamettin SÜRMELİ 34 68 Bir ölüm var bizim için her zaman, Bilmeyiz ki geleceği ne zaman, Elde fırsat, dilde ruhsat, Kıl tedarik her zaman... Hacı Şaban Efendi (K.S.) Hazretlerinden. yirmibeş urhan İLMİHÂL OKUYORUZ Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yüce dinimiz temel Müslüman olan herkesin derinlemesine Kerim, Kur’ân ve Sünnet bilgisine sahip olması ikincisi de Sünnettir. Her müslümanın , Yüce düşünülemez. Müslümanların, Kur’ân’dan ve Allah’ın kitabından haberdâr olması ve Hz. Sünnet’ten uzak kalmaları da düşünülemez. kaynaklarından Peygamber’i birincisi İslâm’ın Kur’an-ı tanıması boynunun borcudur. Müslüman olmak demek , bilgiye tâlib olmak demektir. Bilginin Kerîm’dir. kaynağı Bilgisiz yani da Kur’ân-ı Bu iki kaynak üzerinde yoğunlaşmayan kimselerin bu kaynaklardan süzülen ve alınması hazır hale getirilen bilgileri almaları lazım gelir. Bu bilgiler “ilm-i hâl” bilgileridir. Kur’ânsız müslümanlık olmaz. Çünkü Hz. Peygamber “İlm-i hâl”, sözlükte “davranış bilgisi” efendimiz: “İlim öğrenmek her müslümanın anlamına gelir. Terim (ıstılah) olarak “îmân, üzerine farzdır.” (İbn Mâce, Mukaddime 17.) ibâdet, muâmelât (günlük yaşayış), ahlâk, yer buyurmuşlardır. Hz. Peygamber’in bu hadîs-i şerîfinde zikredilen “ilim” kelimesi, âlimler tarafından herkesin öğrenmesi gerekli olan “ilmi-i hâl” olarak yorumlanmış ve bunun kapsamına iman, namaz, oruç, hac, zekat, helâl, haram, gibi temel bilgilerin belirtilmiştir. 4 girdiği Unutmayınız ki, siz Yüce Allah’ın emirlerine ne kadar değer verirseniz Yüce Allah katındaki değeriniz de işte o kadardır. yer büyük peygamberler, Peygamber’in hayatına ayrıca Hz. dair özlü bilgileri ihtiva eden el kitabı” diye tarif edilebilir. Temel dînî müslümanları bilgileri ihtiva eden ve İslâm dini konusunda bilgilendiren kitaplar, “ilm-i hâl” kitaplarıdır. İslâmî ilimler sahasında ilk te’lif eserler, Hicrî ikinci (milâdî sekizinci) yüzyılda kaleme alınmıştır. İlk kaleme alınan bu eserler risâle şeklinde kısa ve muhtasar eserlerdi. Daha sonraki yüzyıllarda uzun şerhler ve hâşiyeler yazılmıştır. Âlimlere hitap eden bu kaynak eserler, dînî konuları ayrıntılı biçimde ele alacak şekilde kaleme alınmıştı. O sıralarda eğitim daha çok hoca merkezli olup dayandığından, sözlü geleneğe halk için temel konularda özlü bilgiler ihtiva eden, dili sâde, anlatımı basit, hatta ezberlenmeye müsait eserlere ihtiyaç duyulmuş, bu sebeple Osmanlılar döneminde ilk ilmihâller ortaya çıkmıştır. İslâm dinine göre, Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek ibâdettir. Çalışmak, ilim tahsil etmek, helal kazanmak, dünyayı ihyâ ve îmâr etmek, çocuk yetiştirmek, cihâd etmek, müslümanlara yardım etmek, doğru sözlü olmak, insan olmak… bütün bunlar Yüce Allah’ın emridir ve hepsi ibâdet cümlesindendir. Tanzimat’tan İlmihallerin Ortaya Çıkışı İlk ilmihâllerin ortaya çıkışı, Arapça kitaplarının kazanmıştır. yazılmış bazı eserlerin Türkçe’ye tercüme yıllarında edilmesi inkılâbından eksik görülen okullarda din derslerinin programda yer almasıyla birlikte ilmihâl ve sonra kısımların Bu yazımı hız, birdenbire daha bir hız Cumhuriyetin ilk kaybolmuştur. Harf sonra müslüman halkın tamamlanmasıyla başlamıştır. Daha sonra imdadına Ahmed Hamdi Akseki, Numan kolay ve anlaşılır kitaplar kaleme alınmıştır. Kurtulmuş ve Ömer Nasuhi Bilmen gibi Osmanlı döneminde yazılan bu tür eserlerin hocaefendiler yetişmiştir. en bilineni ve meşhur olanı “Mızraklı İlmihâl” Ahmed Hamdi Akseki’nin yazdığı İslâm dir. Sıbyan mekteplerinde, câmilerde, köy odalarında ve evlerde okunan bu kitabın, halkın din anlayışını etkilediği bilinmektedir. dini isimli kitap 1933 yılında Ankara’da, Numan Kurtulmuş’un yazdığı Amentü Şerhi 5 hemen her müslümanın evinde vardır. Son senelerde Mehmet Tâlû ve arkadaşları bu eseri sadeleştirdi ve daha anlaşılır hale getirdiler . Biz müslümanlar bu sahada yazılan eserleri temin edip sık sık okumalıyız. İmân, ibâdet, ve muâmelat konusundaki bilgilerimizi bu eserlerden almalıyız. Abdestimizin sağlam, namazımızın sahih, orucumuzun makbûl, haccımızın mebrûr olması için devamlı bu eserlere mürâcaat etmeliyiz. Bu sebepten dolayı biz devamlı ilmihâl okuyoruz; çünkü devamlı ibâdet ediyoruz. Devamlı ibâdetlerin yapığımız alışkanlık halini almaması ve gerçekten ibâdet olması için her gün onlarla daha ciddî bir Yani şekilde ilgileniyoruz. ibâdetlerimize veriyoruz. değer İbâdetlerimizin, Rabbimizin emrettiği ve Peygamberimizin yaptığı şekilde olması için gayret gösteriyoruz. isimli kitap 1943 Nasuhi Bilmen’in İlmihali de neşredilmiştir. de İstanbul’da, yazdığı Büyük İslâm 1947 Ellili de ve İstanbul’da altmışı Son Ömer yıllarda senelerde, ülkemizde “ilm-i hâl” kitapları konusunda güzel gelişmeler oldu. Son devir Osmanlı âlimlerinden Mehmed Zihni efendinin “Nîmet- Müslüman halkımız bu ilmihâllerle yetinmiş, i İslâm” isimli kitabı yetmişli ve daha sonraki yıllarda piyasaya neşredildi. “Mızraklı ilmi-i hâl” inin yeni daha güzel ilmihaller çıkmıştır. Sonradan baskıları çıkan ilmihâl kitapları hem dil hem de tertip nakillerin yanında güzel te’lif eserler de ve düzen bakımından daha güzel bir seviyeyi yayınlandı. yakalamışlardır. Bunlar içerisinde özel olarak İlâhiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. “Kadın İlmihâli” veya “Âile ilmihâli” şeklinde Dr. neşredilenler de vardır. İlk “Kadın İlmihâl” ini yerleşen ilm-i hâl geleneğini üç yeni te’lif 1947 yılında Cemal Öğüt kaleme almıştır. eserle devam ettirdi. Hamdi Hoca, ilk olarak yapıldı. Hamdi Bu Uludağ Döndüren sâdeleştirilerek sâdeleştirme Üniversitesi Bey, ve Bursa kültürümüze “İbâdet İlm-i hâli” ni çıkardı. Hocamızın bu Türkiye’de “ilmihâl” denilince rahmetli eseri gerçekten bir boşluğu doldurdu. Hoca, Ömer Nasuhi Bilmen’in yazdığı Büyük İslâm bu eserde bütün ibâdetlerimiz hakkında İlmihâl’i akla gelir. Rahmetlinin bu eseri, en anlaşılır bir dil kullanarak bilgi vermektedir. çok okunan ilm-i hallerden biridir ve hemen Hoca bu eserden sonra “Âile ilm-i hâli” ni 6 neşretti. İkinci eser daha büyük bir boşluğu İslâm dinine göre, Yüce Allah’ın doldurdu. İnsanlar, özellikle gençler kimseye emirlerini yerine getirmek ibâdettir. Çalışmak, sormaya cesaret edemedikleri konuları bu ilim tahsil etmek, helal kazanmak, dünyayı kitaptan öğrendiler. Bu kitap, evli olanlara sorumluluklarını, bekar olanlara da iffetli yaşamayı öğretti. Hocanın bu iki kitabının her evde bulunması lazım geldiğini ihyâ ve îmâr etmek, çocuk yetiştirmek, cihâd etmek, müslümanlara yardım etmek, doğru sözlü olmak, insan olmak… bütün bunlar Yüce söyleyebilirim. Bu kitapların güzel bir tarafı da, konuları soru ve cevaplarla daha anlaşılır hale getirmesidir. Bu serinin üçüncü kitabı da “Ticâret hâli” ve dir. eserinde İktisat gelen bu kadar ilm-i hâl geleneğimizde dokunulmayan konuları ele almış ve bizleri bu konularda bilgilendirmiştir. Ticâret uğraşan, merak ve bu eden, iktisatla konuları emridir ve hepsi ibâdet cümlesindendir. Bize düşen, bunları ibâdet zevkiyle yapmak ve hayatımızı bereketlendir mektir. İlm-i Hocamız bugüne Allah’ın Okuyucularıma, hayatlarının Bu kitap, çoluk çocuğuna helal yedirmek isteyen, İslâmî kurallara uygun ticâret yapmak isteyen, meşrû yollardan zengin olmak isteyen Müslüman işadamlarının başucu kitabıdır. her ânını ibâdet aşkıyla yaşamalarını ve Yüce Allah’ın emirlerine değer vermelerini tavsiye ederim. Unutmayınız ki, helal siz kazanmak isteyen herkesin Yüce Allah’ın bu kitabı alması ve hazmederek okuması emirlerine gerekir. Bu kitap, çoluk çocuğuna helal Allah katındaki değeriniz de işte o kadardır. yedirmek isteyen, İslâmî kurallara uygun ticâret yapmak isteyen, meşrû yollardan zengin olmak isteyen işadamlarının başucu kitabıdır. Müslüman ne kadar değer verirseniz Yüce Öyle ise kendinize değer verin, hayatınıza değer verin, ibâdetlerinize ve dînî yaşantınıza değer verin. 7 yirmibeş urhan DİNLERARASI DİYALOG NEYİN NESİ? Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK “Ey ehl-i Kitab! Geliniz, şu cümlede birleşelim: Allah’tan başkasına ibadet ve Sözde Ehl-i kadar Kitab olanlarla, kulluk yapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak bugüne yapılan koşmayalım, Allah’ı bırakıp da insanları toplantılarında; ilahlaştırmayalım de”.(Âl-i İmrân (3)/64) fırsatları hebâ edilmektedir. İslam davet ve diyalog tebliğ karşıtları ile, Müslümanlıkla ilgileri Diyalogçular, hoşgörü platformu tartışılabilecek bazılarının bu tür düzenleyenler! Bu ilahi mesaja iyi dikkat ediniz. toplantılarda bildiri sunmaları, hatta Hıristiyanı ve Yahudisi ile (sözde) ehl-i kitabı komisyon diyaloga çağırdığınızda; ‘Geliniz! Allah’tan olmaları; ayrı bir şanssızlıktır. başkanlığı yapıyor başkasına kulluk ve ibadet yapmayalım, yani teslis/üçlü tanrı inancından vazgeçin. Baba- şansı yoktur. Zira; “Mevrid-i nassda içtihada oğul-Ruhul-Kudüs şirkini terk edin. Allah’ın Kulu mesağ yoktur.” (Ayet ve Hadis’le sabit konuda olan Hz. İsa ‘yı ilahlaştırmayın diyebildiniz mi? içtihad yapılamaz.) Diyebiliyor musunuz? Bunları söyleseniz, sözde ehl-İ Kitap sizinle aynı masayı paylaşır mı? Bugün yeryüzünde mevcut Tevrat ve İncil’lerin tahrife uğramış olduklarını Ehl –i Kitab’ız diyenler bile itiraf ederken onları “İlâhi Şu halde ehl-i Kitap’la diyalogun şartları; görüldüğü gibi Ayet-i Kerime ile sabittir. Müslüman kimsenin bu hususta faklı düşünme 8 Kitab” ilan etmek müslümana mı düşüyor? Tanrı-Peygamber olarak kabul ettikleri “İsa- Mesih” lerini “Hz. İsa bizimde peygamberimiz” kalıbıyla sahiplenmenin İslâmi dayanağı var kitaplarının ilâhi olduğu kabul edildikten sonra mı? Müslümanlar Allah’ın Peygamber olarak ve gönderdiği Meryem oğlu İsâ (a.s.)yı onların sayıldıktan sonra, bu din bizim de dinimiz olmuş inandığı gibi değil Kur’an’ın bize haber verdiği olur. Böylece İslam ne ise, diğeri de o olmuş gibi tanırlar. Buna göre Hz. İsâ; Allah’ın telâkki Peygamberlerinden bir Peygamberdir, böylece ekmeğine yağ sürülmüş olur. Şaşkınlar birer iman bizimde ikişer tuzağa düşmeye başlar. Ha Muhammed farklı. (a.s.) ha İsâ (a.s.), ha Kur’an ha İncil derken; ha Önceki yanlış kalıp, hiçbir Şer’i nasda yoktur. İslâm ha hıristiyanlık halini alınca da bizi İkinci ifade, Kur’an’la sabittir. “diyalog” tuzağına sürükleyenlerin maksatları ederiz. “Hz. Peygamberimizdir” İsâ ifadesi çok çok Peygamberi de edilebilir bizim hale Peygamberimiz gelir. Misyonerlerin hâsıl olmuş olur. Müslümanlar; ”Hz.İsa bizimde Peygamberimizdir” deseler ne olur: Sözde Ehl-i Kitab olanlarla, bugüne kadar yapılan diyalog toplantılarında; davet ve tebliğ 1. Yalan beyan olur. Çünkü böyle bir Şer’i nass yoktur. Peygamberdir. O, Bizim fırsatları hebâ edilmektedir. İslam karşıtları ile, Peygamberlerden bir Müslümanlıkla ilgileri tartışılabilecek bazılarının Peygamberimiz ise; bu tür toplantılarda bildiri sunmaları, hatta Muhammed Mustafa (s.a.v.) dır. komisyon başkanlığı yapıyor olmaları; ayrı bir şanssızlıktır. Oryantalistliğe özenmiş bir takım 2. Onların kabullerinde yer alan “İsâ”; hâşâ ilahiyatçıların, bu tür platformlarda yer almaları Allah’ın oğlu ve tanrı Peygamber olduğu için ise; böylece kabullenilmiş olacağından küfre girilmiş etmektedir. Çünkü, onlar İslâm lehine bir şeyler olur. söylemek tamamen karşı yerine, taraf lehine tecelli Hıristiyanlaştırılmış bir Müslümanlık sunma çabası içerisinde çırpınıp 3. Onların bâtıllarına meşrûluk durmaktadırlar. kazandırılmış olur ki, bu ellerini güçlendirir ve bazı câhil ve safderûn Müslümanları dinlerine davette koz yakalamış olurlar. Şöyle ki; Dalâlet ehlinin yanlışları gündeme getirilemiyor ve gerekli ikazlar yapılamıyor, İslâm’ın gerçek veçhesi ortaya konulamıyor… Bugün yeryüzünde mevcut Tevrat ve İncil’lerin tahrife uğramış Öyleyse diyalog çabaları; hıristiyan ve Yahudilerin ellerini güçlendiriyor. olduklarını Ehl–i Kitab’ız diyenler bile itiraf ederken onları “İlâhi Kitab” ilan etmek müslümana mı düşüyor? Şu halde, bu azim vahim hatâdan rücû etmek; iyi niyetli her Müslüman için kaçınılmazdır. 9 yirmibeş urhan Günahların Bireysel ve Toplumsal Boyutu Doç. Dr. Ahmet ÇELİK Hıristiyanlık inancında her doğan çocuk, günah yüküyle dünyaya gelir. Çünkü o, atası Adem (a.s.)'in işlediği suçun bir bölümünü taşımaktadır. Bu günahtan kurtulması için çeşitli merhalelerden geçmelidir. Böylelikle bu inanç her kişiyi doğuşundan itibaren papaza bağlamış, günahlarını affetmek için "vaftiz" olmasını şart koşmuş, sürekli olarak kişi doğumundan ölümüne kadar kiliseye ve dolayısıyla papaza ücret öder durumda bırakılmıştır. Diğer bir ifadeyle kişi, günah işlediğinde para ödemek suretiyle bunlardan temizlenmektedir. Adeta papazlara Cennete girdirme veya Cehenneme gönderme yetkisi verilmiştir. İslam inancına göre ise insanoğlu günahlardan temiz olarak dünyaya gelir. Dolayısıyla İslam, kişinin doğuştan getirdiği bir günahı kabul etmez. Çünkü bu inanç sisteminde suçun ve cezanın başkasına yüklenmesi veya öncekinin işlediği bir suçun, sonrakilere geçmesi mümkün değildir. Herkes kendi yaptığından sorumludur. Hatta baba, çocuğuna iyiyi kötüyü, helalı haramı öğretmişse, oğlunun yaptığından 10 sorumlu tutulamayacağı gibi, oğul da babanın yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Kur'ân'ın işlediği ana tez, genelde bu yöndedir. Öyle ise her insan sadece kendi yaptığından sorumludur1. Hiçbir günahkâr nefis diğerinin günahını yüklenemez. (6/164) Ancak öncekilerin işlediği günahlar, sonrakilerin doğru yoldan sapmalarını İsrail oğullarının hakimleri, rüşvet almadıkça hüküm vermezlerdi. Böyle bir davranışı kesinlikle onaylamayan ve içlerine sindiremeyen toplumun ileri gelen kimseleri bir araya gelerek, kendileri göreve geldikleri takdirde asla rüşvet almayacaklarına dair birbirlerine söz vermişlerdi. Bir süre sonra onlardan biri hakim olup, o da rüşvet almaya başlayınca, ona ne yapıyorsun, rüşvetle mi hüküm veriyorsun denildiğinde "olsun" ben nasıl olsa bağışlanacağım derdi. etkiliyor veya onları günaha teşvik ediyorsa bu durumda onların da bunda payları olduğu belirtilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber iyi ve kötü bir çığır açanların, onunla amel eden herkesin sevabı veya günahının bir misliyle mukabele göreceklerini belirtmiştir3. Ayrıca kişi, mal-mülk sahibi olup, bunları kötü maksatlı kullanır ve insanlar bunlar vasıtasıyla günaha girerlerse o zaman bunların da bu işlenen günahlarda payları olduğunu Kur'ân belirtmiştir4. Görüldüğü gibi İslam fıtrat dinidir. İnsanın dünyaya gelirken günahsız doğduğunu kabul etmiştir. Buluğ çağına erişinceye kadar ona iyiyi kötüden ayırma fırsatı tanınmış ve bu çağdan sonra kendisine tercih yapma hakkı verilmiştir. "Şüphesiz biz onu yola koyduk. O bu yolu ya şükrederek ya da nankörlük ederek kateder." (İnsan, 3) Sergilediği ameller ister iyi ister kötü olsun kendisine aittir. "Gerçekten de insan için kendi çalıştığından başkası yoktur." (53/39) Şüphesiz kişinin tercihinin şekillenmesinde birinci derecede ailenin, ikinci derecede okulun ve arkadaş çevresinin etkisinin büyük olduğu bilinmektedir. Yani bunlar o temiz masum kişiyi ya bataklığa veya esenliğe götürürler. Bundan dolayı Hz. Peygamber, "Her çocuk İslam fıtratı üzerine Bir hadiste de İsrail oğulları günaha battığında bilginler onları uyarmaya çalışmışlardı. Ancak onlar alimlere kulak asmayınca, din bilginleri de onlarla beraber olmaya başlamışlar ve onlarla yeme içmeye koyulmuşlardır7. Bunu üzerine Allah (c.c.) onlara "İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü." (5/79) doğar; anası- babası onu, ya Yahudi ya Hıristiyan veya Mecusî inancına 5 yönlendirirler " yani Fıtrattan uzaklaştırırlar. İnsan her ne kadar dünyaya günah ve sevap işlemeye müsait olarak gelse de günah işlemenin onun bünyesine uygun olmadığı söylenebilir. Diğer bir ifade ile insana bu yeteneği veren Yüce Yaratıcı, kulunun günah işlemesini istemez. "Eğer inkâr ederseniz şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz…" (Zümer,7). Dolayısıyla insanın günah işlemesi arızdır. Onun benliğinde esas olan iyilik ve sevaptır. Çünkü kul, her halükarda buna daha uygundur, fıtrata uygun olan da budur. Çünkü o, dünyada en güzele, en mükemmele doğru bir yol alma durumundadır ve bunun için gönderilmiştir. Günahlar ise buna engel olmaktadır. Zira günah, insanın bünyesini etkiler, kalbi karartır. Böylelikle bünyede manevi hastalıklar türer. "Hayır hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalpleri paslandırmıştır."(83/14). Bundan dolayı da Allah (c.c) tövbe kapılarını açık bırakmıştır ki kişi hemen günahlarından bağışlanma istesin ve neticede günahları silinsin. Toplumlarda böyledir. Günahlar çoğalır da toplum bireylerinin tümünü kapsamaya yönelirse o zaman o cemiyetlerin üzerinde kara bulutlar dolaşamaya başlar ve bu yanlışlardan dönülmediği takdirde adeta o toplumun kalbinde siyahlanma ve kararma meydana gelir ve insanların birbirine olan güvenleri de kalmaz. Çok 11 günah işlenip, tövbe edilmediğinde toplumlarda da bir kararma, özden sapma, ahlaksızlıklar ve dengesizlikler meydana gelir. Günahlar bünyeye uygun olmadığından vücutta bazı dengesizlikler ve huzursuzluklar baş gösterir. Tövbe ise günah işledikten sonra insanın girmiş olduğu psikolojik rahatsızlıktan onu kurtarır. Şüphesiz toplumların, bütünüyle günahlardan arındırılması mümkün değildir. Çünkü dünyada hak - batıl mücadelesi kıyamete kadar sürüp gidecektir. Kötüler olmadan iyilerin kıymetinin bilinmediği bir gerçektir. Özellikle hemen her şeyin kontrolden çıktığına tanık olduğumuz günümüzde bireylerin ve dolayısıyla toplumların ıslahı terk edilemez bir konudur. Mutlaka ele alınmalı ve yanlışlar düzeltilemeye çalışılmalıdır. Kur'ân kültüründe buna "iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma" adı verilmektedir. Kur'ân bu konuda birçok emirlerde bulunur. Çünkü ona göre İnsanları kötülükten sakındıracak, iyiliği tavsiye edip bu konuda kararlı tavır takınacak bir takım kimselerin mutlaka bulunması gerekmektedir. Nitekim bir ayette “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun” buyrulmaktadır. ( 3/104). İyiliği emretme kötülükten uzaklaştırmaya çalışma görevi Müslümanların sürekli bir görevidir. Toplumun düzelme ihtimali var olduğu müddetçe de bu kıyamete kadar sürüp gitmelidir ve gidecektir de. Ancak bir hadiste belirtildiği üzere "Toplumda yağcılık iyilerde, fuhşiyyat kötülerde, mal-mülk küçüklerde, fıkıh (dinde anlayış kabiliyeti) bayağı insanlarda ortaya çıkarsa o zaman yukarıda belirtilen görev terk edilebilir6" Zira böyle bir durumda çok geç kalınmıştır. Böylelikle de o toplumun ıslahı artık çok güçleşmiştir. Öyle ise bireylerimizin ve toplumlarımızın bu duruma düşmemesi için herkes elinden gelen gayreti sarfetmelidir. Hz. Peygamber de birçok hadisinde bu konu üzerinde durmuş ve bazı tavsiylerde bulunmuştur. Nitekim o, bu mevzuyu ele aldığı hadislerinin birinde şöyle bir benzetme yapmaktadır: “Allah’ın sınırları üzerinde duran (onları) aşmayan kimse ile, o sınırların içine düşen kimselerin misali, bir gemi halkının benzeri gibidir. Onlar gemi üzerinde kur'a çektiler. Bazısına geminin üstü düştü, 12 bazısına da altı (ambar kısmı) isabet etti. Geminin alt kısmında bulunanlar su almak istedikleri zaman yukarıdakilere uğruyorlardı. Bunlar (kendi kendilerine) biz nasibimiz olan ambarda bir delik açsak (rahat eder) ve üstümüzdekilere de sıkıntı vermemiş oluruz dediler. Şimdi üst katta olanlar, aşağıda olanları bu talepleriyle baş başa bırakırlarsa hepsi helak olurlar. Fakat onların bu istediklerine engel olurlarsa hem kendilerini ve hem de diğerlerini kurtarmış olurlar. Bireyin ve toplumun ıslahı sadedinde söylenen bu hadis-i şerif, doğru yoldan çıkıp, toplumun değerlerini ve ilkelerini önemsemeden, kendi heva ve hevesleri doğrultusunda yaşamak isteyenler için önemli bir uyarı teşkil etmektedir. Ayrıca bu hadis, iyi ve kötü insanların fırtınalı ve denizin dalgalı olduğu bir günde gemiye bindiklerini, bunlardan iyilerin üst kata çıkıp aşağıda neler olup bittiğinden habersiz olarak - her türlü konfora haiz gemide denizin o güzel manzarasına daldıklarını, alt kattakilerin ise, bu nimetten mahrum kaldıklarını, su bulamadıklarını, Bir hadiste de İsrail oğulları günaha battığında bilginler onları uyarmaya çalışmışlardı. Ancak onlar alimlere kulak asmayınca, din bilginleri de onlarla beraber olmaya başlamışlar ve onlarla yeme içmeye koyulmuşlardır7. Bunu üzerine Allah (c.c.) onlara "İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü." (5/79) bundan dolayı da gemiyi delip su almayı düşündüklerini, gemiyi delmeye başladıklarını ve üst kattakilerin bu çalışma sesini duyduğunu tasvir etmektedir. Sesi duyan yukarıdakiler eğer onların bu eylemlerine engel olmazlarsa gemi delinir ve hepsi sulara gömülür. Ancak üst katta olanlar, onların bu sıkıntılarına çare bulur ve onları bu düşüncelerinden vazgeçirirlerse hepsi kurtulur. Öte yandan örnek olarak sunduğumuz hadisi zengin fakir açısından da düşünebiliriz. Şöyle ki; Geminin üst katında olanlar, toplumun zengin tabakasını oluşturmakta ve adeta fil dişi kulelerinde yaşamaktadırlar. Aşağıda bulunan fakir insanların ne yaptıklarını, nasıl geçindiklerini hiç düşünmemektedirler. Onların bu tutumları belli bir zaman sonra aşırı ihtiyacı olan kişileri, kıskançlığa ve hatta düşmanlığa sürükleyecek ve böylelikle de toplumu taşıyan gemi, su alarak batmaya mahkum olacaktır. Fakat zengin olanlar, muhtaçları düşünür, onların dertleriyle ilgilenirlerse gemi daha hızlı yol alır ve batmaktan da kurtulur. Şüphesiz toplumların ayakta durabilmelerini sağlayan en önemli faktörlerden birisi de ahlaki öğretilerdir. Bunların çiğnenmemesi toplumun sağlıklı yürümesi için şarttır. İnsanların hukuklarının çiğnenmemesi ve bunların mutlaka ayakta tutulması, korunması gerekmektedir. Dolayısıyla rüşvet, adam kayırma ve hakkı olmayana başaksının hakkını verme gibi durumlar da toplumu içten kemiren ve bireyler arasındaki güveni ve dayanışmayı yok eden amillerdendir. Nitekim İslam alimleri, "Derken onların ardından yerlerine kitab'a (Tevrat'a) varis olan (kötü bir nesil geldi). Şu geçici dünyanın değersiz malını alır ve (nasıl olsa) biz bağışlanacağız. Derlerdi. Kendilerine bir mal gelse onu da alırlar... (A'raf, 169) ayetinin, ahlaki ilkeleri dünyevi çıkarları için çiğneyenleri kötü nesil olarak nitelendirdiğini söylemişlerdir. Kaynakların anlattığına göre İsrail oğullarının hakimleri, rüşvet almadıkça hüküm vermezlerdi. Böyle bir davranışı kesinlikle onaylamayan ve içlerine sindiremeyen toplumun ileri gelen kimseleri bir araya gelerek, kendileri göreve geldikleri takdirde asla rüşvet almayacaklarına dair birbirlerine söz vermişlerdi. Bir süre sonra onlardan biri hakim olup, o da rüşvet almaya başlayınca, ona ne yapıyorsun, rüşvetle mi hüküm veriyorsun denildiğinde "olsun" ben nasıl olsa bağışlanacağım derdi. Bu kez diğerleri onu kınardı; fakat o ölüp veya görevinden azledilip veya onlardan birisi onun yerine atandığında aynı şekilde o da rüşvet alır ve “ne yapalım dünya malı, ötekiler gelse onlar da alır” şeklinde bir bahane uydurduklarını söylerlerdi8. .......................................................... 1 Kılıç, Sadık, Kur'ân'da Günah Kavramı, s. 223. 2 Bebek, Adil, DİA. Günah Maddesi, 14/283. 3 El-Buhârî, İ'tisâm, 15. 4 En-Nahl, 16/24,25) 5 El-Buhârî, I, 456, 465. 6 Gazalî, İhyâu Ulûmiddin, I, 43. 7 Riyadu's-Sâlihin, 1/127 8 Et-Taberî, Câmi'ul-Beyân, IX, 106. 13 DOSYA yirmibeş urhan “Leş, Kan, Domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı...” (Maide 3) 14 HELALİNDEN YEME İÇME Yrd. Doç. Dr. Abdulmecit OKCU Yaratılışın icabı olarak her canlı, hayatını devam ettirebilmesi için yemeye ve içmeye ihtiyacı vardır. Canlıların, yaşadığı müddetçe yiyecekleri rızkları da beraber yaratılmıştır. Ancak Allah Teâla her şeyi bir sebebe bağladığı gibi rızkı da, çalışmağa didinmeye bağlamıştır. Helâlinden çalışıp kazanmak, ölçüyü aşmayacak derecede yemek içmek, bir başka deyişle sünnet-i seniyyeye uygun olarak yemek içmek bir ibadettir. Çoluk çocuğuna helalinden yedirip içirmek bir ibadet olduğu gibi aynı zaman da onun zihni gelişimi ve gelecek hayatı için de bir teminattır, bir garantidir. O halde insana düşen, sağlam azaları ile rızkı için çalışmaktır. Zira Hz. Peygamber: “İnsan elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir” diye buyurmuştur. Bütün canlıların rızkını veren Yüce Allah, Bir Ayet-i Kerîme’de: “Çok hayvan vardır ki, rızkını taşıyamaz. Onlara da, size de rızkını veren Allah’tır”, diye buyurmaktadır. Diğer bir ayette ise: “Yeryüzünde mevcut her canlının rızkı ancak Allah Teâla’dandır;” diye buyurulmuştur. Rızkı yaratan ve insanı doyuran Allah Teâla olduğuna göre, yer ve içerken Onu anmak ona şükretmek Bir Hıristiyan tabip, Ali b. Vakidî’ye: “Sizin kitabınızda tıp ilmine dair hiçbir şey yoktur. Halbuki ilim ikidir. Biri, tıp ilmi dediğimiz, sağlık ve beden ilmi, diğeri de, hukuk ve din ilmidir;” demiştir. gerekir. Yemekten önce elleri yıkamak, yemeğe başlarken besmele çekmek Onu anmaktır. Yemekten sonra da en azından “Elhamdülillah/sana hamd olsun Allah’ım” demek Ona şükürdür. Zira Allah Teâla bir ayet-i kerîmede: “Eğer verdiğim nimete şükrederseniz, elbette artırırım; eğer nimetin şükrünü terk ederek küfrederseniz, küfrünüzün zararı size aittir. Zira küfredenlere azabım pek şiddetli olacaktır.” Bir işverenin yahut bir ağanın yanında çalışıp, gerçekten hakkını alan kimselerin, işverene yahut ağaya küfretmesi de, kanaatimize göre aynı cinstendir. 15 Nimetten kasıt sadece yemek içmek değildir. Bunun yanında sağlık ve sıhhat içinde olmak, azaları tam olmak, zekâsı yerinde olmak, düşman korkusundan emin olmak, huzur ve güven içinde olmak, her türlü tabii afetlerden korunmuş olmak gibi durumlarda nimettir ve bunlara karşı da, ayrı ayrı şükrü ifa etmek gerekir. Bunun üzerine Ali b. Vakidî: “Allah Teâla tıp ilmi nin bütün meselelerini bir ayetin ona ibadet de etmezler. Bir başka deyişle ibadet etmeyen insanlar, Allah’a karşı şükrünü eda etmeyenlerdir. İnsan, temiz olarak yaratılan her şeyi, bir başka yarısında toplamış tır” deyişle aslen ve vasfen temiz olan diyerek, “Yiyiniz, içi şeyleri mübah ve helâl olduğu niz fakat israf etme müddetçe yiyip içebilir. Ancak her şeyde olduğu gibi yeme ve içmede yiniz, Zira Allah de aşırı gitmeyi İslâm israf edenleri sev Şükür, nimeti veren zata yasaklamıştır. Bu vesileyle bir ayetkarşı saygı duymak ve verilen mez;” ayet-i kerimesi i kerîmede şöyle buyurulmuştur: nimetin kadrini bilmek demektir. “Helâl ve mübah olan ni okumuş tur. Nimetin kadrini bilen kişinin nimetlerden yiyin ve için. gerçekten nimeti verene karşı Harama tecâvüz ve helâli saygı ve sevgisi artar. Saygı ve haddinden fazla harcamakla israf sevgi de, nimeti veren zata karşı ibadeti doğurur. etmeyin. Zira Allah (cc.) israf edenleri sevmez.” İşte ibadet gerçekte nimet veren zatı unutmamak Rivâyet edildiğine göre İbn Ömer, (ra.), beraber onu anmak ona saygı ve şükür anlamındadır. yemek yemek üzere sofrasına bir fakir Günde üç beş defa yemek yiyen insan, beş kere getirmedikçe yemek yemezdi. Yine böyle bir gün de, Allah’ı anmak ona ibadet etmekle yükümlüdür. birisi İbn Ömer’in sofrasına getirildi. Onunla Asıl hamt ve şükür budur. Aynı şekilde nimete beraber yedi. Fakat adam çok fazla yedi. Bunun şükretmek, mevcut nimeti bağlamak, gelecekte üzerine İbn Ömer hizmetçisine: “Bu adamı bir olanı da garanti altına almak anlamındadır. Ama daha yanıma koyma. Çünkü ben, Hz. nimeti inkâr edenler yani nimetin kıymetini Peygamberin (sav.)’in “Mümin bir midesine bilmeyip şükretmeyenler, nimeti veren zata saygı koymak için yer. Kâfir ise, karnındaki yedi duymazlar, ona karşı yabancılaşırlar dolayısıyla bağırsağını doldurmak için (karnının şişirmek) 16 için yer” buyurduğunu işittim, demiştir . Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, ölmeyecek derecede yemek ve içmek insanın üzerine vaciptir. Eğer bir kimse, keyfi olarak, bütün yemeyi ve içmeyi terk ederek açlıktan ölürse, bu durumda nefsinin katili olur ve cehennem ehli olur. Nitekim Namaz ve diğer ibadetlerde ayakta durmaktan aciz olacak kadar yemeyi ve içmeyi terk ederek, zayıf ve güçsüz duruma düşmek de haramdır. Bunun gibi gereğinden fazla ve tok karna yemek de bir cihetten israf olduğundan haramdır. Yemek yemenin gayelerinden biri de, ibadettir. Aç karnına ibadet yapılmayacağı gibi ayakta duramayacak kadar güçsüz insan da elbette ibadet edemez. Zenginlerin bu yönden hiç bir mazereti söz konusu değildir. Yemek, ibadet kastıyla yendiği ve gereğinden fazla olmadığı müddetçe aynı zaman sevaptır. Hali vakti yerinde olanların, her türlü yemeklerden, yer içerken mutlaka fakir olanları, bu nimetleri bulamayanları da düşünmeleri gerekir. Mümkünse her vakitte bir kimseyi evine götürmeli yahut onun bedelini vermelidir. Hele memleketimizdeki gibi, insanların neredeyse zengin ve fakir diye ikiye ayrıldığı, orta kesimin yok olduğu bir dönemde bu zaruri hale gelmiştir. Yukarıda geçtiği üzere tarihte, misafirsiz Ali b. Vakidî, “Bizim peygamberimiz tıp ilminin bütün meselelerini bir kaç kelimede diyerek şu hadîsi topladı,” okumuştur: “Dikkat edin mide hastalık evidir. Az yemek, her derdin devasıdır. Her bedene adet ettiği şeyi ver, zıddını verme.” olarak sofrasına oturmayan nice peygamberlerin ve değerli insanların varlığını bilmekteyiz. Bu hususla ilgili olarak Hz. Peygamber: “İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği de dört kişiye yeter” buyurmuştur. Nitekim Zenginlerin mallarını ve servetlerini koruma yollarından biri de, budur. Aksi takdirde herkesin gözü onun malında olacaktır. Şüphesiz yeme ve içmenin sağlık üzerinde de çok büyük etkileri vardır. Bunu herkes çok iyi bilmektedir. Biz burada meseleye dinî açıdan bir iki misal vermekle yetineceğiz. Bir Hıristiyan tabip, Ali b. Vakidî’ye: “Sizin kitabınızda tıp ilmine dair hiçbir şey yoktur. Halbuki ilim ikidir. Biri, tıp ilmi dediğimiz, sağlık ve beden ilmi, diğeri de, hukuk ve din ilmidir;” demiştir. Bunun üzerine Ali b. Vakidî: “Allah Teâla tıp ilminin bütün meselelerini bir ayetin yarısında toplamıştır” diyerek, “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz, Zira Allah israf edenleri sevmez;” ayetini okumuştur. Hıristiyan tabip bu defa, “Sizin peygamberinizden tıbba dair bir şey varit olmadı,” deyince, Ali b. Vakidî, “Bizim peygamberimiz tıp ilminin bütün meselelerini bir kaç kelimede topladı,” diyerek şu hadîsi okumuştur: “Dikkat edin mide hastalık evidir. Az yemek, her derdin devasıdır. Her bedene adet ettiği şeyi ver, zıddını verme.” Bu söz üzerine Hıristiyan tabip, “Sizin peygamberiniz Calinusa tıbba dair bir şey bırakmamış,” dediği naklolunmuştur . Yemek bir kapta birkaç kişi tarafından yenildiği gibi, ayrı ayrı kaplarda da tek tek yenebilir. Esasında bu tür yemede temizlik daha fazla, hastalıkların bulaşması daha güç olduğundan tercihe şayandır. .............................................. (Bu hususta bak Gazali, İhyau Ulumi’d-Dîn) Ebû Davud, (Yeme içme kitabı) Tirmizi (Yeme içme kitabı) 1 Tecrid-i Sarih Terc. XI/376 2 M.Vehbi, Hulasatü’l-Beyân, ilgili ayet tefsîri 17 DOSYA yirmibeş urhan TİCARİ AHLAK VE HELAL LOKMA Kamil ABDULLAHOĞLU İslam her işe bir ahlaki kural koymuştur. İslam insanlara, insan oluşlarının gereğini oluşturan prensiplerle gelmiş bir dindir. Kur’an’ın hedef kitlesi insan olup, gayesi onu eğitmektir. Bu eğitimlerden biride ticari ahlakı sağlamak ve sadece kendi hakkı olandan yemesini temin etmektir. Allah Resulu (s.a.v.) daha peygamber olmadan önce Mekke de ticaret yapmış, zaman zaman da ülke dışına ticari amaçla çıkmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.) her alanda olduğu gibi ticari alanda da doğru sözlü ve dürüst kişiliği nedeniyle “el-Emin” yani “güvenilir kişi” diye anılmıştır. Peygamber olduktan sonra da bu tavrını sürdürmüş ve insanlara helal rızk yiyebilecekleri prensipler getirmiştir. Bir hadislerinde “Doğru sözlü ve güvenilir tüccar, (ahirette) peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.” Buyurarak müminlerden dürüst ticaret yapmalarını istemiş; kendilerine hangi kazancın daha üstün olduğunu soranlara ise: “Kişinin elinin emeği ve dürüst yapılan alışveriştir.” buyurmuştur. İslam ticareti teşvik ederek meşru bir kazanç olduğunu belirtmiş doğru ve güvenilir 18 tüccarları övmüştür. Peygamberimizin en yakın arkadaşları da ticaretle meşgul olmuşlardır. Üç grup insan vardır ki, Kıyamet gününde Allah onların yüzüne rahmet nazarıyla bakmaz, onlarla konuşmaz ve onlar için büyük bir azap vardır. Bunlar: Elbisesini yerde kibirle sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını fahiş fiyatla satmaya çalışan Abdurrahman b. Avf, Medineye gittiğinde, Resulullah (s.a.v.) onu Said b. Er-Rebi ile kardeş yapmıştı. Said zengindi. Abdurrahman’a şöyle dedi: “Malımı seninle yarı yarıya paylaşayım ve sini evlendireyim”, Abdurrahman ise, bu teklifi kabul etmedi ve; “Allah malını ve ehlini bağışlasın. Sen bana pazarın (çarşı) yolunu göster” dedi. Pazara gitti, yağ, peynir vs. alıp sattı, kar ederek geri döndü. İslam tabii ve fıtri bir dindir. İnsanların kabiliyet ve imkânlarına göre çalışıp kazanmaları, ticaretle iştigal etmeleri ve gerekli iş bölümü yapmalarını doğal karşılamıştır. Ancak insanlar hangi alanda rızık kazanırsa kazansınlar, insani vasıflarını ve Müslüman olduklarını unutmamaları gerektiğini onlara öğütlemiştir. Dinimiz alkollü içkiler, uyuşturucu maddeler, domuz eti, temiz olmayan hayvanların etlerini, müstehcen resim eşya CD ve benzeri Munzur neşriyat’ın kullanımını yasakladığı gibi satışını da yasaklamıştır. Mubah olan nesnelerin satışını da belli prensip ve ölçüler çerçevesinde yapılmasına müsaade etmiştir. Bu ölçüleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Müşteriyi Aldatmamak: Müslüman bir tüccar güvenilir olmalı ve müşterisine de güven vermelidir. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Doğru sözlü ve güvenilir tüccar, (ahirette) peygamberler, sıdıklar ve şehitlerle beraberdir.” Müşterinin bilgisiz ve gafletinden yararlanarak bozuk ve defolu malı satmak, yada piyasanın çok üstünde fahiş bir fiyatla satmak doğru değildir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) birgün tahıl satan birinin yanına gelmiş, elini buğday yığınına daldırmış, altının ıslak olduğunu görünce sormuş: “Nedir bu?”. Satıcı: “Yağmur yağmıştı ondan dolayı Abdurrahman b. Avf, Medineye gittiğinde, Resulullah (s.a.v.) onu Said b. Er-Rebi ile kardeş yapmıştı. Said zengindi. Abdurrahman’a şöyle dedi: “Malımı seninle yarı yarıya paylaşayım ve sini evlendireyim”, Abdurrahman ise, bu teklifi kabul etmedi ve; “Allah malını ve ehlini bağışlasın. Sen bana pazarın (çarşı) yolunu göster” dedi. Pazara gitti, yağ, peynir vs. alıp sattı, kar ederek geri döndü. ıslandı” diye cevap verince Rasulullah: “Niçin o ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?” diye sert bir mukabelede bulunduktan sonra: “Bizi aldatan bizden değildir” buyurarak kusurlu malın kusurunu söylemeden satılmasının helal olamayacağını kesin bir şekilde belirtmiştir. 2. Malını Olduğundan Farklı Göstermek İçin Yalan Yere Yemin Etmek: Ticari maksatla yada başka herhangi bir maksatla olsun yalan yere yemin etmek, Allah Tealanın yüce ismini kötü emellerine ve basit dünya menfaatine alet etmek çok çirkin ve haram bir fiildir. Bu tür insanların yüzüne kıyamet günü rabbimiz bakmayacak ve onları muhatap alıp konuşmayacaktır. Bir hadisite peygamberimiz (s.a.v.) Şöyle buyurmuştur: “Üç grup insan vardır ki, Kıyamet gününde Allah onların yüzüne rahmet nazarıyla bakmaz, onlarla konuşmaz ve onlar için büyük bir azap vardır. Bunlar: Elbisesini yerde kibirle sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını fahiş fiyatla satmaya çalışan” lardır. 3. Hileli Ölçüp Tartmak: Dürüstlük şiarımız olmalıdır. Bunu her alanda göstermeliyiz. Mal alırken ve satarken ölçü 19 ve tartıya azami ölçüde riayet etmeliyiz. Ölçü ve tartıda sahtecilik yapanları Kur’an büyük bir azapla müjdeliyor. Rabbimiz Bir ayette: “İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! .” Buyurarak ticarette gayri ahlaki davranışların ne tür kötü sonuçlar doğuracağını beyan etmektedir. Kur’an, Şuayb (a.s.)’ın peygamber olarak geldiği toplumun ticarette sahtecilik yapmaları yüzünden dünyada cezalarını bulduklarını şöyle anlatır “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır (bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için bir günün azabından korkuyorum.” Uyarısını yaptıktan sonra, onlar hala sahtecilikte ısrar etmelerine karşın: “Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.” 4. Müşteri kızıştırmak: Çoğunlukla malın fiyat ve artırmaya yönelik bir hile şeklinde ortaya çıkar ve haksız rekabet oluşturur. Şöyle ki, bir pazarlık esnasında satıcı ile anlaşmalı olan üçüncü bir kişi sanki alıcı imiş gibi devreye girerek gerçek müşterinin verdiğinden daha yüksek fiyat vermek suretiyle onu yanıltır. Böylece talip olduğu malı başkasına kaptırmak istemeyen ilk müşteri, ister istemez daha yüksek 20 meblağ ödemek zorunda kalır. İslami literatürde buna “neceş” (müşteri kızıştırma ) denir. Peygamberimiz (s.a.v.) bu tür alış verişleri yasaklamıştır. “Bir malı alıyor görünerek kıymetini artırmayın” , “Neceş yapmayın. Bir kimse kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın” gibi hadis-i şerifler Müslümanların olumsuz davranışlardan sakınmalarını vurgulamaktadır. Müminler her işlerinde ön plana alıp gözettikleri husus Allah Teala’nın rızasıdır. Bütün varlıkları yaratan ve onları rızıklandıran O’dur. Bu inanç müminleri her hususta dikkatli olmaya yöneltir. Rablerinin rızasına aykırı olacak her şeyden uzak durmaya gayret etmelerini sağlar. İnsani ilişkilerinde ve ticaretlerinde uhrevi sorumluluğu göz ardı etmezler. Hesabın zorluğundan korkarak şöyle dua ederler: “Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, <<Rabbinize inanın!>> diye imana çağıran davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz! Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla vadettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme; şüphesiz sen vadinden caymazsın!” HARAM LOKMA RIZIK MIDIR ? Dr. Sinan ÖGE İnsanın kazandığı ve boğazından giden lokmanın değişik açılardan hesabı vardır. Örneğin lokmanın kazanımıyla ilgili süreç ekonomik bir işlemken, boğazdan aşağı inmesiyle birlikte sindirimle dolayısıyla sağlıkla alakalı bir durum olmaktadır. Ancak tüm bunların ötesinde lokmanın bir de dinî hesabı vardır ki bu boyut genelde helal- Haram lokma rızık olduğuna göre aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Madem ki haram lokma rızıktır ve onu da veren Allah’tır, o zaman onun yenilmesinden dolayı Allah neden ceza veriyor? haram kavramlarıyla ifade olunur. Helal lokmanın dinî ve ahlaki değerinin ne kadar üst düzeyde olduğu bilinmektedir ve rızkın en temiz olanı odur. Ancak bu noktada şu soru gündeme gelebilir: Haram lokma rızık mıdır? Haram yiyenlerin haram olan bu eylemleri de Allah’ın bir rızıklandırması mıdır? İşte bu soru İslam düşünce tarihinin ilk yıllarında tartışılmış ve Ehli Sünnet ve Mu’tezile mezhepleri karşıt iki görüşün savunucuları olmuştur. engellenmediği” şeydir. Rızık mutlak ve muayyen olmak üzere ikiye ayrılır. Mutlak rızık, ot ve su gibi şeylerken; muayyen rızık, mülkiyet altındaki şeylerdir. Yegane rızıklandırıcı Allah’tır. “Emir, ordusuna ve sultan tebaasına rızık verdi” cümlelerinde olduğu gibi insanlar için rızık verme nitelemesi gerçek anlamda değil mecazendir. Mu’tezile’ye göre haram rızık değildir. Rızıkta mülkiyet esastır. Haram yiyen kendi mülkünü yemediği için o yediği onun rızkı olmaz. Mu’tezileye göre rızık, genel anlamıyla Ayrıca Allah haram bir şeyin infak ve kazanımını “kendisiyle faydalanılan ve başkasının ondan yasaklamıştır. Şayet haram rızık olsaydı Allah 21 böyle bir engellemede bulunmazdı. Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, haram kazanca rızık denirse, Allah’ın verdiği rızıktan infak etmek Allah’ın emri olduğundan, haram rızkın da infakı emredilmiş olacaktı. Öte yandan Allah, “Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” âyetiyle, vermiş olduğu rızıkları infak edenleri övmektedir. Bu durumda şayet haram rızık olsaydı, Allah haram bir şeyle yapılan Eğer haram rızık olarak kabul edilmez ise, bu durumda ömrü boyunca haram yiyen birisi için “Bu adam ömrü boyunca Allah’ın rızkını hiç yememiştir” ya da “bu adamı Allah değil bir başkası rızıklandırmıştır” gibi yanlış ve tehlikeli sözlerin denmesine fırsat verilmiş olacaktır. muameleyi -hâşâ- övmüş olacaktır. Tabi ki hayır. Ayrıca hayvanların mülkiyeti yoktur Ehli Sünnete göre rızık, “ister helal olsun ve onlar için helal ya da haram gibi kavramlar da isterse haram olsun insanın yediği şeydir”. geçerli değildir. Buna rağmen onlar için de rızık Taftazânî, rızkı verenin Allah olduğuna vurgu için söz konusudur ve rızık vericileri Allah’tır. Nitekim tanımı, “Allah tarafından canlılara sevk edilen Kur’ân-ı ve canlıların da yediği şeydir.” şeklinde yapar. “Yeryüzünde kıpırdayan hiç bir canlı yoktur ki Dolayısıyla Ehli sünnete göre haram lokma da rızkı Allah’a ait olmasın.” Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: insanın rızkından sayılır. Eğer haram rızık olarak kabul edilmez ise, Ehli sünnete göre rızkın Allah’a nispetini bu durumda ömrü boyunca haram yiyen birisi için sağlayan şey helalliği ya da haramlığı değildir. “Bu adam ömrü boyunca Allah’ın rızkını hiç Allah’ın rızık verici olması, o rızkı yaratması ve yememiştir” ya da “bu adamı Allah değil bir insan ya da hayvan tüm canlılara takdir etmesidir. başkası rızıklandırmıştır” gibi yanlış ve tehlikeli Rızkın insanın mülkünde olması şartı yoktur. sözlerin denmesine fırsat verilmiş olacaktır. Örneğin anne sütü emen bir bebeğin içtiği süte mülkiyeti yoktur. Bu durumda süte malik olmadığı için “o süt bebeğin rızkı değildir” mi denecektir? Soru: Haram lokma rızık olduğuna göre aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Madem ki haram lokma rızıktır ve onu da veren Allah’tır, o zaman onun yenilmesinden dolayı Allah neden ceza veriyor? Bu soruya cevaben şunlar söylenebilir: İnsanın haram lokma yemesinden dolayı göreceği ceza, onu haram olarak elde etmesi, o şekilde istemesi, tercih etmesi ve o doğrultuda çabalamasından dolayıdır. Allah insanlara her türlü rızkı vermiş ve bunu helal yoldan kazanmalarını emretmiştir. Kişi rızık yolunda neyi nasıl arzularsa Allah ona göre rızkını verir. İnsan haram yolla rızık elde etmek istiyor diye, Allah bir engellemede bulunmaz. Mesela birisinin bir ekmek rızkı değildir. Hiç kimse bir başkasının yiyemez. rızkını Buna göre bir zengin bir fakire infakta bulunduğunda kendi rızkından keserek bağışta bulunmuş olmaz. Aksine o fakirin rızkını ona vermiş olur. Ve bu eyleminden dolayı mükafat kazanır. Yine şayet bir hırsız sizin malınızı çalsa ve yese, o mal sizin mülkünüzdür ama çalan hırsızın rızkıdır. takdir edilmişse, bunu, çalışarak helal yolla da kazanabilir, hırsızlık yoluyla da. Her iki halde de ekmek onun rızkıdır ve Allah’ın takdiri iledir. Fakat burada ekmeği haram lokma kılan Allah’ın rızıklandırması değil, kulun hırsızlığıdır. O çalarak da olsa kendi rızkını yemiştir. Yukarıda denildiği üzere bu eyleminden dolayı da ceza görecektir. Sonuç olarak diyebiliriz ki kainattaki her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Dolayısıyla sonuçta kişi Allah’ın emrine üzünde y r e Y “ ır: lmaktad ı Allah’a ait u r y u b le ki rızk ’de şöy r m i u r t e k K o y lı Kur ’ân-ı bir can ç i h an kıpırday .” Allah, insanın ve olmasın muhalefet ederek rızkın helalini değil haramını tercih edince, bu muhalefetinden dolayı cezayı hak etmiştir. diğer canlıların rızıklarının da yaratıcısı ve takdir edenidir. Nasıl ki Allah insana özgür bir irade ve iş yapabilme gücü vermiş ve insana bu gücünü hayır ya da şer olmak üzere istediği yönde kullanma Soru: Rızkın tanımı ve haramın rızık olarak serbestliğini vermişse, aynı şekilde rızkını helal ya kabul edilip edilmemesine göre cevabı değişen da haram haline dönüştürme fırsatını da bir ikinci bir soru da şudur: Kişinin kendi rızkını imtihan olarak vermiştir. İnsan nasıl elde ederse yememesi ya da başkasının rızkını yiyebilmesi etsin kendi rızkını elde etmiş olacaktır. Helal de mümkün müdür? haram da onun rızkıdır. Helal yoldan helal rızık elde etmek ya da haram yoldan haram rızık elde Mu’tezileye göre rızıkta mülkiyet ve helal etmek kişinin kendi kesbidir ve sorumluluğu esas rızkını kendine aittir. Bu kesbine karşılık rızkını yaratan yiyemeyebilir. Ya da başkasının rızkını yiyebilir. Allah’tır. Yazımızın başlığının cevabı olarak “Evet, Ancak Ehli sünnete göre herkes kendi rızkını yer. haram da rızıkdır” denebilir ama böyle bir rızıkla Kişinin yemediği şey, kendi mülkü olsa da rızkı rızıklanmayı hiç bir mümin istemez. oluş olduğu için, kişi kendi 23 HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER - 8 Mütercim Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR (Tercümemizin bu bölümünde, içinde bulunduğumuz ayın Ramazan’a tesadüf etmesi sebebiyle kitabın “Savm” la ilgili hadislerini vermeyi uygun gördüğümüzü değerli okuyucularımıza belirtmek isteriz. Oruç bahsinden sonra kaldığımız yerden devam edeceğiz.) 368. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. “O, Hz. Peygamber’in hilali gördüğünüzde orucunuzu tutunuz, yine hilali gördüğünüzde iftar ediniz. Hava bulutlu olduğunda Şaban ayını otuza tamamlayınız dediğini rivayet etmiştir.” Hadis Muttefekun aleyhdir. 369. İbn Abbas dedi ki: “Yaşlı kişiye orucunu tutmaması mükabili her gün için bir fakiri yedirmesi müsaadesi verilmiştir. Ona kaza gerekmez.” Hadis, “mevkuf hadis”tir. (Bu çeşit hadislere “sahabe hadisi”de denmektedir. Hadisi, Hakim en-Nisabûrî tahriç etmiştir. 370. Hz. Aişe, Peygamberimizin “Bir kimse, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse onun orucunu akrabası tutar” hadisini rivayet etmiştir. Hadis Muttefekun aleyhdir. (Hanefilere göre bir kimse başkasının orucunu tutamaz, ancak onun yerine fidye verebilir. Şafiiler bu hadise göre amel etmişlerdir.) 371. Yine Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: Rasulullah Şaban ayında tuttuğu oruç kadar hiçbir ayda oruç tutmamıştır. Peygamberimiz: “Gücünüz yettiği kadar amel yapın. Siz ibadet yapmada yorulmadıkça Allah kabul etmede yorulmaz.” Hadis Müslim’de bulunmaktadır. 24 372. Halid b. Zeyd’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber’in “Bir kimse oruçluyu iftar ettirirse, o, oruç tutan kadar sevap kazanır. Tutanın sevabı noksanlaşmaz.” hadisini nakletmiştir. Bu hadisi Tirmizi, Sünen’inde rivayet etmiştir. 373. Yine Halid ibni Zeyd, Rasulullah’ın “Bir kimse oruçlu iken yerse veya içerse orucunu tamamlasın. Zira onu Allah yedirmiş ve içirmiştir.” dediğini nakletmiştir. Hadis Muttefekun aleyhdir. 374. Ebu Said’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: “Biz ramazanda Peygamberle birlikte sefere çıkmıştık. O sırada oruç tutan tutmayanı, tutmayan tutanı ayıplamamıştı.” Hadisi Müslim kitabına almıştır. 375. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O Rasulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Size ramazan ayı geldi. Mübarek bir aydır. Allah Teala o ayda size orucu size farz kılmıştır. O ayda cennetin kapıları açılır. Cehennemin kapıları kapatılır. Azgın şeytanlar zincirlere bağlanır. O ayda bir gece vardır ki o bin aydan hayırlıdır. Kim ondan mahrum kalırsa tüm hayırlardan mahrum kalmış olur.” Hadisi Ahmet ve Nesai rivayet etmişlerdir. 376. İbni Ömer’den nakledilmiştir. Dedi ki: “Rasulullah hilali görmeyince orucu tutmayın. Yine hilali görmeyince iftar etmeyin. Hava bulutlu olduğunda tahminde bulunun, hesap edin.” Başka bir rivayette: “ay 29 gündür. Hilali görmeden tutmayın. Eğer hava bulutlu olursa sayıyı otuza tamamlayın.” Hadis Muttefekun aleyhdir. 377. Ammar b. Yasir’den rivayet edilmiştir. O şöyle dedi: “Kim şek gününde (yani ramazan mı değil mi şeklinde şüphe edilen gün) oruç tutarsa Ebu’l Kasım’a isyan etmiştir.” Hadisi Ebu Davut, İbni Mace, Darimî kitaplarına almıştır. 378. Enes’ten: Rasulullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Sahura kalkınız, onda bereket vardır.” Hadis, Muttefekun aleyhdir. 379. Yine Enes’ten: Dedi ki: Rasulullah hurma ile iftar eder sonra namaz kılardı. Eğer büyük ve taze hurma yoksa küçük hurmalarla da iftar ederdi. Küçük hurmalar da yoksa su ile iftar ederdi. Hadisi Tirmizi ve Ebu Davut kitaplarına almışlardır. 380. İbni Ömer’den: Rasulullah iftar ettiği zaman şöyle derdi: “Susuzluk giderildi, damarlar sulandı, inşallah sevap da hâsıl olmuştur.” Hadisi Ebu Davut kitabına almıştır. 381. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Kim ramazan ayında inanarak, ihlâslı olarak oruç tutarsa geçmiş günahları mağfiret edilir. Yine ramazana ayında inanarak, ihlâslı olarak geceleyin ibadet ederse geçmiş günahları affolunur. Yine bir kimse Kadir gecesinde inanarak, ihlâslı olarak ibadet yaparsa geçmiş günahları mağfiret edilir.” Hadis Muttefekun aleyhdir. 382. Yine Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Dedi ki Rasulullah şöyle buyurdular: “Adem oğlunun her ameli on mislinden yedi yüz misline kadar artırılır. Allah Teala şöyle der: Oruç böyle değildir. O benim için yapılmıştır. Ben onun sevabını daha çok vereceğim. Zira o şehvetini ve yemeğini benim için terk etmiştir. Oruçlu için sevinilecek iki vakit vardır: birincisi iftar ettiği vakit sevinmesi ikincisi de Rabbine kavuştuğu zaman olan sevinmesidir. Oruçlunun ağız kokusu Allah’ın yanında misk kokusundan daha iyidir.” 383. Aişe’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber ramazanın son on gününde itikâfa girerdi. Ta vefat edinceye kadar böyle yaptı. Kendisinden sonra da zevceleri itikâfa girmişlerdir. Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 384. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Rasulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Ramazan ayından sonra en üstün oruç Muharrem ayındaki oruçtur. Farz namazlarından sonra da en üstünü gece namazıdır.” Hadisi Müslim kitabına almıştır. 385. Abdullah b. Amr ibn el-Asr’dan rivayet edilmiştir. Dedi ki: Rasulullah şöyle buyurdular: “Abdullah! Bana haber verildi ki sen gündüzün oruç tutup geceleyin namaz kılıyormuşsun?” Dedim ki; Evet ya Rasulullah. O dedi ki “böyle yapma! Bazen oruç tut, bazen iftar et. Bazen gece namazı kıl, bazen de uyu. Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Gözlerinin sen de hakkı vardır. Zevcenin sende hakkı vardır. Misafirlerinin senin üzerinde hakkı vardır. Bütün hayatını oruçlu geçiren oruçlu sayılmaz. Her aydan üç gün oruç tut. Bütün zamanda oruç tutmuş sayılırsın. Kur’an’ı bir ayda hatmet.” Dedim ki; benim bunlardan fazlasını yapmaya gücüm yeter. Dedi ki; “oruçların en üstünü olan savm-i Davut’u tut. O bir gün oruç tutmak, bir gün yemektir. Her yedi gece Kur’an’ı hatmet. Bundan fazlasını yapma.” Hadis Muttefekun aleyhdir. 386. Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. Şöyle dedi: Rasulullah Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Hadisi Tirmizi ve Nesai rivayet etmiştir. 387. Ebu Zer’den rivayet edilmiştir. O Rasulullah’ın şöyle dediğini rivayet eder: “Ebu Zer! Her aydan üç gün oruç tuttuğun zaman ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri tut.” Hadisi Tirmizi ve Nesai kitaplarına almışlardır. 388. Cabir’den rivayet edilmiştir. “Rasulullah bir kalabalıkta bir adama gölge edildiğini gördü. Buyurdu ki Bu nedir? Dediler ki; Oruç tutan bir adam. Buyurdu ki; “Seferde oruç tutmak iyi değildir.” Hadis, muttefekun aleyhtir. 389. Hamza b. Ömer el-Eslemî’den rivayet edilmiştir. “Dedi ki Ya Resulallah! Ben seferde oruç tutabilecek bir kuvvete sahibim. Tutarsam bana bir günah yazılır mı? Peygamber buyurdu ki; “O Allahın bir ruhsatıdır. Kim ruhsatı alırsa güzel iş yapmış olur. Kimde oruç tutarsa ona günah yazılmaz.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 390. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O, Rasulullah’ın kadının , kocasının yanında iken ondan izin almadan oruç tutmasının helal olmayacağını, ancak kocası izin verirse tutabileceğini söylemiştir. Hadisi, Müslim eserine almıştır. 391. Yine Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Rasulullah şöyle buyurmuştur. “Nice oruç tutan kişiler vardır ki orucundan elde ettiği, sadece açlıktır. Nice geceleri kıyam yapan kişiler de vardır ki kıyamından elde ettiği, ancak uykusuzluk tur. Bu hadisi, Ebu Davud kitabına almıştır. 392. Muazetel- Adaviyye’ den rivayet edilmiştir. “O Aişe’ye dedi ki; Nedir şu kadınların durumu ki orucu kaza eder de namazı kaza etmez. Aişe dedi ki; Bu durum bize arız olunca orucu kaza etmekle namaza kaza etmemekle emrolunduk.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır. 393. Yine Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. “Rasulullah’ın bir kişi yalan sözü ve onunla amel etmeyi terk etmezse onun yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.” Hadisi, Buhari rivayet etmiştir. 394. Hz. Peygamberin bazı ashabından rivayet edilmiştir. Dediler ki; Hz. Peygamberi gördük Mekke ile Medine arasında Arc deniler yerde oruclu iken başına suları döküyordu. Hadisi, Malik ve Ebu Davud kitaplarına almıştır. 395. İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. “Rasulullah insanların en cömerdi idi. Bunu da en çok Ramazan ayında yapardı. Zira Cebrail ile her gece karşılaşırdı. Peygamber Kur’an’ı ona okurdu. Hızlı esen rüzgardan daha hızlı dağıtırdı (infak ederdi).” Hadis, muttefekun aleyhtir. 396. Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir. “O dedi ki Rasulullah, Ramazanın ilk on gününde itikâfa girmiştir. Sonra ikinci on gününde itikâfa girmiştir. Bu itikâfını bir Türk çadırında yapmıştır. (Bu çadır, Türkler tarafından keçe den yapılmıştır.) Sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi. Ben önce ilk itikâfımı Ramazanın ilk on gününde yaptım ve o geceyi (kadir gecesini) aradım. Sonra ikinci on günündeki itikâfımı yaptım ve geldim. Sonra bana bildirildi ki o gece, son on gündedir. Öyleyse o geceyi son on günde arayınız.” Hadisi Müslim kitabına almıştır. 397. Aişe’den rivayet edilmiştir. Dedim ki; Ya Rasulallah! Kadir gecesinin hangi gece olduğunu bilirsem ne söyliyeyim. Buyurdu ki; ALLAHÜMME İNNEKE AFÜVVÜN TUHİBBUL AFVE FA’FU ANNİ (Allahım! Sen affedisicin, affı seversin. Beni de affet.) Hadisi, Tirmizî ve İbn Mace rivayet etmiştir. 398. Hz.Ömer’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamberden buyurdu ki; “Gece şu taraftan gelir gündüz de bu taraftan gider. Güneş battığında oruçlu iftar eder.” Hadis, muttefekun aleyhdir. . 399. Hz. Aişe ve Ümmü Seleme’den rivayet edilmiştir. “Rasulullah bir defasında Ramazanda cünüp olarak sabahladı sonra oruca devam etti.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır. 400. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber buyurdular ki; “Sizden biriniz oruçlu iken yemeğe çağrıldığı zaman, ben oruçluyum,desin” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 401. Ebu Said el_Hudri’den rivayet edilmiştir. Rasulullah şöyle buyurmuştur. “Bir kimse Allah yolunda bir gün oruç tutarsa bu oruç sebebiyle Allah Teala o kimsenin zatını cehennemden yetmiş sene uzaklaştırır.” Hadisi, Müslim rivayet etmiştir. Yarınlar Ne Kadar Uzakta Yarınlar ne kadar uzakta? Bir gün kadar yakın dimi çoğu zaman. Belkide bir saat kadar. Ellerimizi uzattıkmı değebileceğimiz kadar yanımızda ve yanımızda saklayabileceğimiz kadarda başucumuzda. Ama kimbilir, belkide sonsuz kadar uzaktaydı yarınlar. Zamanın uzayamacağı kadar ötede ve saatlerin uzanamayacağı kadarda derinde. Ya da ömrün ölüme karıştığı yerdeydi yarınlar... Akreple yelkovanın kovalamacasında bir beklentiydi yarınlar. Zamanın sonralara özentisiydi. Bir günün daha dünleşmesinin ifadesiydi. Bazen bir doğuş, bazende bir batıştı. Yaşamda suskun bir bekleyişti. Ve maalesef bitmez bir erteleyişti yarınlar... Erteleyişler; bitmediler, tükenmediler. Yarının en yakın arkadaşıydı belkide erteleniş. Birinin adı anılsa ötekiside yankısını bulurdu hemen. Dedim ya dost olmuştu yarınlara ertelenişler. Yapılacakar ve yapılması gerekenler yarının beşiğinde mışıl mışıl uyutuluyordu. Halbuki bilmezdi insan asıl kendisi uyuyordu... Nasılda güvenildi yarınlara! Aslında o bile şaşıyordu kendisine bu kadar güvenilmesine. Çünkü oda biliyordu kendisinin sayılı ve bitişinin yakın olduğunu. Zaten, yaşam ağacının, kırılması an meselesi olan bir dalıydı yarınlar. Ama kaç kişiyi taşıyordu bu haliyle üzerinde! Ne yazıktır ki insanlar bu yaşam ağacının gövdesine sarılır gibi sarıldılar dallarına. Ve hatta köküde, gövdeyide, dalıda sahiplendiler. Oysa bilmezmiydiler kök’de, gövde’de, dal’da yaşam ağacını var edenin elindedir. Ve bilmezlermi gün geldiğinde ufak bir rüzgarla hepsi yok edilir... Tesbih misali olan hayatın birer boncuğuydu yarınlar. Her geçen günde bir tesbih tanesi kadar yaklaşıyorduk imameye. Ellerimizle çekiyorduk her taneyi ve ellerimizle yaklaşıyorduk son taneye. Sadece bir fark vardı. Kimisi dünya diyerek, kimiside ALLAH diyerek yaklaşıyordu imameye. Oysa tıpkı bir tesbih gibi yaşamalıydı gözümüzde seccade hayali. Unutmamalıydık; tesbih hayat, boncuğu yarınlar, imameside musalla misali. Ve severek karşılamalıydık imameyi. Haydi ey insan!.. Yarınların yumuşak yastığına koy başını. Sahtelikler örtsün üstünü. Ninni söylesin kulağına yalancı mutluluklar. Hadi daha uyut kendini... Ama bir gün uyandırılacaksın.Ya sonda ya da sonsuzlukta.Ve anlayacaksın yarınlar sana ne kadar uzakta!... Halil ATİK 27 yirmibeş urhan İSLAMİYET KUR’AN-I KERİM RAMAZAN-I ŞERİF Doç. Dr. Mesut OKUMUŞ İslamiyet’te Kur’an-ı Kerim, Kur’an-ı Kerim’de Ramazan-ı Şerif, Ramazan-ı Şerifte Kur’an-ı Kerim; “Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu Zikr’i, Biz indirdik. Yine kimsenin kuşkusu olmasın ki onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hicr Suresi, 9) 1. İslâmiyet’te Kur’an-ı Kerim Kur’an-ı Kerim, tilavetiyle Allah’a kulluk edilen (taabbüd) ilahi bir kitaptır. Allah’ın yeryüzüne indirdiği son ve evrensel ilahi ve ebedi çağrısıdır. Bugün dünyanın değişik birçok ülkesindeki yaklaşık bir buçuk milyara yakın Müslüman, Kur’an-ı Kerim’e, kâinatın yaratıcısının insanlığa gönderdiği son ilâhî ve evrensel çağrısı, son ilahi hitabı olarak inanmaktadır. Müslümanlar İslam dininin Kur’an-ı Kerim’le vücut bulduğuna inanmakta, onu dinlerinin ilk kaynağı olarak kabul etmekte ve bir ibadet kitabı olarak okumaktadır. 28 Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i yalnız var oluşlarını anlamlandıran ve kendilerine hayatın her alanında rehberlik eden bir kılavuz olarak değil, aynı zamanda ilâhî rahmete mazhar olma, sevap elde etme, ilâhî kelâmın nimet ve bereketinden yararlanma gibi değişik niyet ve amaçlarla da okumaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’in bu tür okunuşu, dini ibadetlerde, çeşitli açılış ve törenlerde, bilimsel toplantılarda, kutsal gün ve gecelerde, cemaat toplantılarında, Ramazan mukabelelerinde okumak gibi değişik zaman ve zeminlerde sürekli yaşanan bir olgudur. Kısacası Kur’an-ı Kerim, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslüman birey ve toplumların gündelik hayatlarının ayrılmaz bir parçası durumundadır. Kur’an-ı Kerim, tarih boyunca İslam Medeniyetinin ana mihveri ve kurucu ekseni olmuştur. İslam medeniyeti, bu kurucu metnin rehberliği ve temel esasları çerçevesinde, onun telkin ve yönlendirmeleriyle teşekkül etmiştir. İslam önce Arap yarımadasında filizlenerek neşvünema bulmuş, daha sonra çok hızlı bir gelişme ve yayılma istidadı göstererek büyük bir coğrafi alana yayılmıştır. Bu süreçte tesis ve inşa edici vasfıyla Kur’an-ı Kerim, dünya tarihini olduğu kadar, Müslüman birey ve toplumların hayatını da derinden etkilemiştir. Bu etkiyi müminlerin gündelik hayatlarından yeme içmelerine; evlenme ve cenaze törenlerinden, giyim kuşamlarına; eşya ve tabiata yaklaşımlarından, ibadet ve itaatlerine, bireysel hayatları kadar birbirleriyle olan insani ilişkilerine varıncaya kadar hayatın hemen her alanında gözlemlemek mümkündür. Kısaca Kur’an-ı Kerim, tarih boyunca görkemli ve muhteşem bir maziye sahip olan İslam medeniyetin ana kaynağı, bu medeniyetin temel ve başat belirleyici rehberlerinden biridir. Bu nedenle batılı araştırmacılar “İncilsiz bir Hıristiyanlık mümkündür, ancak Kur’an’sız bir İslam asla!” demişlerdir. Bu tespit son derece yerinde ve haklı bir tespittir. Hıristiyanlıkta asıl olan kutsal kitap değil bizatihi Hz. İsa’nın kendisidir. Hz. İsa’nın hayat hikâyesini anlatan dini metinler, adlarını kendilerini yazan şahısların isimlerinden alırlar. Bu kutsal metinler Matta İncili, Markos İncili, Luka İncili veya Yuhanna İncili diye adlandırılırlar. Bunların her biri Hz. İsa’nın biyografisini anlatan dini metinler mahiyetindedir. Dolayısıyla adı geçen kutsal kitaplar, kendisi bizatihi vahiy sayılan Hz. İsa’nın yerini tutamazlar. Oysa İslam’da durum böyle değildir. Son ilahi dinde asıl olan Kur’an-ı Kerimdir, çünkü bu ilahi kelamın kaynağı bizzat Yüce Allah olduğu gibi, bu kaynağa Kur’an ve bu kaynağın tesis ettiği dine de İslam adını bizatihi Cenab-ı Hak vermiştir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim, onu tebliğ eden nebinin değil, bizzat yaratıcı kudretin kelâm-ı ilahisidir. Onu inzal eden ve her türlü şaibe ve şerden koruyacak olan da O’dur. “Kuşkusuz ez-Zikr’i biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz biz.” (15/Hicr Suresi, 9) Kur’an-ı Kerim konusunda Hz. Nebinin görevi kendisine vahyedilenleri olduğu gibi tebliğ etmek ve insanlığa tebliği ettiği emir ve yasakları bizatihi kendi hayatında da uygulayarak örnek, öncü ve önder olmaktan ibarettir. Kur’an-ı Kerim, Hz. Nebi’nin müminlere bıraktığı temel iki emanetten birincisidir. Dolayısıyla müminler Kur’an’ı Allah’ın kendilerine hitabı olarak görür ve öyle okurlar. Bu gerçeğe vurgu yapan Muhammed İkbal, Kur’an’ın okunurken nasıl bir tavır takınılması gerektiği konusunda şu gerçeğin altını çizer: “Babam bana sürekli şunu söylerdi: Evladım Kur’an’ı sanki sana yeni vahyolunuyormuş gibi oku!” 2. Kur’an-ı Kerim’de Ramazan-ı Şerif Kur’an-ı Kerim bazı ayetlerde iniş zamanı ve süreciyle ilgili bazı açıklamalarda da bulunur. Bu konuda üç farklı surede üç değişik ayet bulunmaktadır. Bunlardan ilki Bakara Suresi’ndedir. Orada Ramazan ayından bahisle Kur’an’ın nazil oluşu ile ilgili şöyle buyrulur: “Kur’an, insanoğluna bir rehber, bu rehberliğin apaçık bir delili ve doğruyu yanlıştan ayırt edici bir ölçü olarak (ilk defa) Ramazan Ayında indirilmiştir. Bundan dolayı, sizden kim bu aya erişirse onu baştanbaşa oruç tutsun. Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde aynı sayıda oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez; ama belirlenen günlerin sayısını tamamlamanızı ve size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı yüceltmenizi ve O’na şükretmenizi ister.” (Bakara Suresi, 2/185) İkinci ayet Duhan Suresi’nde yer almaktadır. Orada da Kur’an-ı Kerim’in mübarek bir gecede inmeye başladığı belirtilir “Hâmim. Düşün özünde açık olan ve hakikati bütün açıklığı ile ortaya seren bu ilahi kelamı! Biz onu kutlu bir gecede indirdik. Zaten biz insanı her zaman uyarmaktayız. O gecede bütün iyi ve kötü şeyler arasındaki farklılık, katımızdan bir emir gereği hikmetle ortaya konmuştur…” (44. Duhan Suresi, 1-4) Bazı yorumcular bu ayette bahsedilen gecenin Berat Kandili olduğunu belirtirlerse de, müfessirlerin ekserisi ayette değinilen “mübarek/kutlu gece”nin Kadir Gecesi olduğunu söylemişlerdir. Bu yorum daha doğrudur ve Kur’an-ı Kerim’in nüzul sürecine daha uygundur. Zira Kadir Suresi bir anlamda bu ayetin tefsiri mahiyetindedir. Ayette değinilen “mübarek gece” de Kadir Gecesine işaret etmektedir. Üçüncü ayet Kadir Suresinde yer almaktadır. Kadir suresi hem Kur’an-ı Kerim’in inişi hem de Ramazan ayının içinde yer alan bir gecenin önemine vurgu yapan bir suredir. Bu sure bir yönüyle Mübarek Kur’an’ın inişi ile ilgili tefsiri bilgiler ihtiva eder. Diğer yönüyle de Kur’an-ı Kerim’in indiği ayın, bilhassa bu ayda yer alan nüzul gecesinin manevi kıymet ve önemine vurgu yapar. Bu gerçekten hareketle Ramazan ayı on bir ayın sultanı olarak kabul edilir. Zira Kur’an-ı Kerim bu ayda ve Kadir Gecesinde nazil olmuştur: “Kuşkusuz biz onu Kadir gecesinde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. O gecede Rabbinin izniyle Melekler ve Ruh, her türlü iş için inerler. O gece fecre kadar esenliktir.” (97. Kadir, 1-4) Bu üç ayetin özeti şudur: Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında ve mübarek bir gece olan Kadir gecesinde nazil olmaya başlamıştır. Bu da kutlu Kur’an-ı Kerim sayesinde 29 bir gecenin ve bir ayın mübarek sayılmasına, bir ayın öteki on bir ayın sulatanı kılınmasına, o aydaki bir gecenin de bin aydan daha hayırlı olmasına vesile olmuştur. Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim bir defada ve toptan değil, parçalar halinde yaklaşık yirmi üç yıllık bir zaman diliminde nazil olmuştur. Yüce Allah bu durumu ve bunun gerekçesini şöyle açıklamaktadır. “Gerçek şu ki, bu Kur'an'ı sana, gerçek bir armağan (olarak) safha safha indiren Biziz!” (76.İnsan, 23) “İnkâr edenler: “Kur’an ona bir defada indirilmeliydi” derler. Oysa biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve ağır ağır okuruz.” (25. Furkan, 32.) Yine başka bir ayet-i kerimede de Kur’an-ı Kerim’in peyderpey ve parça parça nazil oluşunun hikmeti şu şekilde açıklanmıştır: "Ve Biz bu vahyi, değişmeyen gerçeğe işaret olarak indirdik ve o da hak olarak ulaştı; çünkü biz seni yalnızca bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; ve ayrıca onu; insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bir Kur'an, temel bir okuma metni olarak bölüm bölüm açıkladık, ayet ayet indirdik." (17.İsra,105-106) Böylece Kur’an-ı Kerim’in yavaş yavaş, sindire sindire okunması, ezberlenerek hıfzedilmesi ve hayata 30 tatbik edilerek tedricen uygulanması kolay bir ilahi kılavuz olmuştur. Yukarıda nakledilen ayetler İslam geleneğinde iki farklı şekilde anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Birinci görüşe göre Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında ve Kadir Gecesi’nde nazil olmaya başlamıştır. Dolayısıyla yukarıdaki ayetlerde ifade edilen Ramazan Ayında ve Kadir Gecesi’nde nazil olma olgusunu inişin başlaması şeklinde anlamak gerekir. Bazı yorumcular ise yukarıdaki ayetlerden hareketle ikinci bir görüş ileri sürmüşlerdir. Buna göre de Kur’an-ı Kerim Ramazan Ayında ve Kadir Gecesinde önce toptan Dünya semasına indirilmiştir. Daha sonra da oradan vahiy meleği aracılı ile parçalar halinde Hz. Peygamber’e peyderpey nazil olmuştur. Ancak biz birinci görüşün daha doğru ve isabetli bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Şurası kesindir ki, Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in değil bizatihi Yüce Allah’ın kelamıdır. Bu kelamın inzali ve Hz. Peygamber’in hafızasına nakşedilmesi, dahası onun izahı ve açıklaması da Yüce Allah’a aittir. Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından indirilişi ve korunuşu şu şekilde vurgulanır: “Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu Zikr’i, Biz indirdik ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hicr Suresi, 9) İlahi kelamın Hz. Peygamber’in zihnine nakşedilmesi ve beyanı ise şu şekilde vurgulanmıştır. “Kur’an nazil olurken acele ederek dilini oynatma! Kuşkusuz onun toplanması ve okutulması bize aittir. Biz okurken onun okunuşunu takip et. Sonra onun açıklaması da yine biza aittir.” (75/Kıyame Suresi, 16-18) İlahi kelam nüzulünden günümüze ve bize kadar iki yolla gelmiştir. Bunlardan ilki şifahi yani ezberlenerek dilden dile nakledilme yoludur. Diğeri de kitabi olarak kaydedilmek suretiyle gelmesi yoludur. Demek ki Kur’an-ı Kerim bize kadar kitabetin yanı sıra, bir ustanın veya muallimin ağzından duyularak, öğrenilerek ve kontrol edilerek şifahen de aktarılmıştır. Hz. Peygamberin muallimi Cibril-i Emindir. Ümmetin muallimi ise Hz. Nebi’dir. Bu durum İslam geleneğinde Kur’an-ı Kerim’i bir muallimden öğrenerek sonraki nesillere aktarma geleneğini, usta çırak, hoca talebe ilişkisini doğurmuştur. Böylece kültürümüzde Kur’an’ı bir “fem-i muhsin”den yani sağlam ve düzgün bir ağızdan kontrollü bir biçimde test ederek öğrenme geleneğini doğmuştur. Bu nokta son derece önemlidir. Zira diğer ilahi kitaplar için böyle bir durum mevzu bahis değildir. Bilindiği üzere Hz. İsa, İsrail Oğulları arasından gönderilmiş bir peygamberdir ve Aramice konuşmuştur. Ancak günümüzde Aramca yazılmış bir İncil bulamazsınız. Bilinen en eski İnciller Yunanca’dır. Yani İnciller önce Aramca’dan Yunanca’ya çevrilmiş, oradan da Latince’ye çevrilerek günümüze kadar gelmişlerdir. Oysa Kur’an-ı Kerim nüzulünden günümüze en sağlam bir biçimde asli formu değişikliğe uğramadan nakledilmiştir. İlahi kitaplar için kelamın asli ve orijinal dili son derece önemlidir. Çünkü çeviri ne kadar başarılı olursa olsun fesahat ve belagatte, umumda ve hususta, mana ve delalette aslın yerini bütün yönlerliye tutamaz. Hele ilahi kitaplar söz konusu olduğunda asli dilin korunmasının ne kadar önemli olduğunu görmek için şu örneği vermek yeterli olacaktır. Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle bir ayet yer almaktadır. “Ve vaktiyle Meryem oğlu İsa: “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz, ben, Tevrat’tan geriye kalmış hakikat adına ne varsa hepsini doğrulamak ve benden sonra gelecek olan Ahmed adındaki bir elçiyi müjdelemek için size gönderilmiş olan Allah’ın elçisiyim...” (61. Saf Suresi, 6) Hıristiyanların sahih olarak saydığı dört İncil’den biri olan Yuhanna İncili’nin 16. bölümünde Hz. İsa’dan sonra bir “Parakletos”un geleceği belirtilir. Bu ifade bizim geleneğimizde daha çok “Faraklit” olarak bilinir. “Parakletos” ifadesinin geçtiği bölüm elimdeki İncil’in Türkçe çevirisinde şöyle ifade edilmektedir: “Size gerçeği söylüyorum. Benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem “Yardımcı” size gelmez. Ama gidersem onu size gönderirim.” (Yeni Ahit, Yuhanna İncili, 16/7) Yine aynı İncil’in başka bir ayetinde şu ifadeler yer almaktadır: “Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki, O, yani “Gerçeğin Ruhu” gelince, sizi her gerçeğe yöneltecek. O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecekte olanları size bildirecek. O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alacak ve size bildirecek.” (Yuhanna İncili, 16/12-14) olan “Ahmet” sözcüğünün Türkçe karşılığıdır. Yukarıda nakledilen İncil’de geçen “Parakletos” ifadesi genellikle “Taselli Edici/Ruhu’l-Kudüs” veya “Yardımcı” (helper, counselor) olarak da çevrilmektedir. İngilizcede counselor sözcüğü “öğüt veren kimse, yardımcı, danışman, müşavir, müsteşar” gibi anlamlara gelir. Oysa yukarıda nakledilen “parakletos” kelimesi Arâmî, “Mawhamana” isminin veya teriminin tam Yunanca karşılığı olan “Periklytos”un bozulmuş şeklidir. “Periklytos” ise Yunancada “çok övülen, övgüye layık” demektir. Çok övülen ve övgüye layık ifadesi ise yukarıda nakledilen ayette yer alan Hz. Peygamber’in isimlerinden biri Yuhanna İncili’nin Aramice aslındaki “mawhamana” ile aynı anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla bir metnin aslının bulunmaması ve çeviriye mecbur kalmak hakikatin tersyüz edilmesine sebep olmaktadır. İşte Ramazan ayında ve mübarek bir gece olan Kadir gecesinde nazil olan Kur’an’ın bize kadar asli biçimiyle değişmeden nakli, Yüce Allah’ın engin rahmeti ve sınırsız sevgisinin bir tecellisidir. Arami dili Hz. İsa zamanında ve ondan yüzyıllar sonra Filistin’de kullanılan ve İncil’in şimdi ortada bulunmayan orijinal metinlerinin dilidir. Muhammed Esed’e göre Periklytos ile Parakletos’un fonetik/telaffuz olarak birbirine yakınlığı karşısında çevirmenler, -yahut daha büyük bir ihtimalle sonraki tarihlerdeki İncil yazıcıları- bu iki ifadeyi birbirine karıştırmışlardır. Bu da her şeyi altüst eden ve bir dini kökünden sarsan bir manaya doğru kaymaya sebep olmuştur. Hem Arâmî “Mawhamana” hemde Yunanca Periklytos “hamide” (övdü, hamdetti) fiilinden ve “hamd” (övgü) isminden türemiş olan Muhammed ve Ahmed kelimeleri 3. Ramazan-ı Şerif’te Kur’an-ı Kerim “Kur’an” sözcüğü Arapça’da hemzeli olarak yazılan ve “okuma ve 31 tilavet etme” manasına gelen “ka-re-e” kökünden türemiştir. Hz. Nebi’ye vahyedilen ilk ayet de “ikra/oku” emriyle başlar ve ilk nazil olan ayetin meâli “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”dur. Kur’an ilk ayetlerinde olduğu gibi, sonradan nazil olan muhtelif ayetlerinde de insanlardan onu okumalarını, okurken veya dinlerken bazı kuralları gözetmelerini istemiştir. Kur’an-ı Kerim’i okuma ve hayata tatbik etme eylemi, bizzat Hz. Peygamber’in yaşantısında tecessüm etmiş ve fiiliyata dönüşmüştür. Hz. Peygamber nübüvvetin ilk dönemlerinden son yıllarına varıncaya kadar hem müminlerin okuma yazma konusundaki çabalarını teşvik etmiş, hem de onlardan Kur’an’ı ve kâinat kitabını okumalarını, varlık ve bilgiye nüfuz etmelerini, eşyanın hakikatini aramalarını, âfâk ve enfüs üzerine tefekkür etmelerini istemiştir. Bilginin önemini vurguladığı bir hadisinde Allah Resulü, “beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” diye buyurmuştur. Dahası ilim öğrenmenin kadın erkek bütün müminler üzerine farz olduğunu söylemiştir. Bu konuda şu veya bu ilmi öğrenmek farzdır gibi herhangi bir daraltıcı ve sınırlayıcı ifade de kullanmamıştır. Dolayısıyla hikmet yani bilgi müminin yitik malı olarak görülmüştür. Bilgi müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır. “Allahım bana hakikati olduğu gibi göster” diye dua eden Hz. Nebi, eşya ve hadiseler üzerine tefekkür ederken, Kur’an-ı Kerim’i kendine rehber etmiştir. Allah resulünün her yıl ramazan ayının son on gününde halvet ve yalnızlığı tercih ettiği, başka bir değişle itikâfa girdiği ve kendisini dünyevî meşgalelerden, gündelik koşuşturma ve telaştan soyutlayarak manevi bir arınmaya yönelmiştir. O bunu peygamber olmadan önce de yapmış, ilk vahiy de böyle bir inziva döneminin sonucunda nazil olmuştur. Bazı kaynaklarda Hz. 32 Nebi’nin uyguladığı itikâf geleneğinin, nübüvvetin son yılında yani vefat ettiği sene yirmi gün sürdüğü bildirilir. İtikâf zamanları Hz. Peygamber için Kur’an’la yapılan bir manevi arınma ve temizlenme sürecidir. Sahih hadis kaynaklarında Allah resulünün her yıl Ramazan ayında Cebrail’le karşılıklı olarak Kur’an’ın o yıla kadar inen ayetlerini baştan sona kadar birbirlerine okudukları ve kontrol ettikleri rivayet edilir. Bu konuda nakledilen rivayetler bir çok ravi tarafından nakledilmiştir. Söz konusu rivayet zincirlerinin başında Hz. Fatıma, Hz. Aişe, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Abdullah b. Mesud gibi ileri gelen sahabe yer almaktadır. Rivayetlerin bazılarında Allah resulünün Kur’an’ı, Cibril-i Emîn’e arz ettiğinden de bahsedilir. Bazı rivayetlerde Cebrail’in Allah resulüne arz ettiği de vurgulanır. Bazı rivayetlerde ise karşılıklı olarak her ikisinin birbirlerine arz ettiklerine dair görüşler yer alır. İşte buna mukabele geleneği diyoruz ki, bu gelenek bize Hz. Peygamber’le Cebrail (as)’ın bir hediyesidir. Dolayısıyla Ramazan ayı, fitre ve zekât kadar itikâf ve mukabele başka bir değişle Kur’an ayıdır. Ramazan ayında nazil olan Kur’an her sene bu ayda yeniden okunarak müminlerin hem zihni, hem de ruhları tazelenir, eski gelenekler hatırlanır, manevi bir arınma ve yenilenme sağlanır. İslam alimleri diğer ilahi kitaplardan farklı olarak Kur’an’ın ceminin iki türlü olduğunu söylemişlerdir: 1. Tilavet itibariyle cem. 2. Kitabet itibariyle cem. Kur’an günümüze kadar hem tilavet edilip hafızların belleklerine nakşedilerek ezber yoluyla, hem de kayda geçirilmek suretiyle yazılı bir şekilde gelmiştir. Kur’an’ı ezberleyenler de onu ellerindeki Mushaf’a ilaveten bir hocanın rahle-i tedrisinden geçerek, onun ağzından şifahi olarak duyarak ve öğrenerek ezberlemişlerdir. İslam’daki hoca talebe münasebeti ve Kur’an tilaveti konusundaki mukabele geleneği Hz. Peygamber’in vefatından sonra günümüze kadar sürmüştür. Dolayısıyla Ramazan ayı Kur’an’ın indiği ay olduğu kadar aynı zamanda kontrol edilerek korunduğu ve sağlamlığının pekiştirildiği aydır. Hafızlar camilerde ezberden Kur’an okurlar, diğerleri de onun bu okuyuşunu takip ederek kontrol eder ve varsa hatalarını düzeltirler. İslam dünyasının her tarafında bu gelenek yaşatılır. Böylece bir yandan kelam-ı ilahinin korunmuşluğu pekiştirilirken bir yandan da on bir ayda işlenen hata ve günahlar sevaplarla ve ibadetlerle değiştirilir. İslam tarihinde Müslüman çocukları okuma yazmayı Kur’an okuyarak öğrenmişler, ilk eğitimlerini Kur’anı tilavet ederek almışlardır. Dini eğitim alanların en önemli hedeflerinden biri de kelam-ı ilahiyi ezberlemek (hıfzetmek) olmuştur. Toplumda bunu başararak Kur’an’ı ezberleyenlere ayrı bir sevgi ve saygı duyulmuştur. Asr-ı saadetten beri Kur’an’ı ezberleyenlere “hafız” denmiştir ki, çoğulu “huffâz”dır. “Hıfz” sözcüğü ezberlemenin yanı sıra koruma manasına da gelmektedir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’i ezberleyenler bir yandan onu belleklerine kaydeder, öte yandan da onu korumuş ve muhafızlık yapmış olurlar. İslam geleneğinde ilahi kelamı farklı kıraatlere göre okuma becerisini gösterenlere “kâri” denmiştir. Bu kelimenin çoğulu “kurrâ”dır. Dolayısıyla Kur’an’ı ezberleyenler onu farklı ve zengin bir çeşitlilik içinde de güzel sesle güzelleştirmişlerdir. İslam’da ilk kurulan eğitim-öğretim müesseseleri de “Darul-Kurrâ” veya “Darul Huffâz” denilen Kur’an öğretim merkezleridir. Son ilahi kelam kutlu Ramazan ayının mübarek bir gecesinde, ilahi inayet, rahmet ve bereketin bir ihsanı olarak nazil olmuştur. Bu rahmet ve bereket ayında lütuf ve ihsan deryasından kana kana içmek gerekir. Bir yandan da nebevî geleneği sürdürerek kevnî ayetler olan kâinat kadar kavlî ayetler üzerinde de düşünmek, onu tefekkür ve tezekkür etmek gerekir. Ramazanda Kur’an okurken derin bir teemmül ve tedebbürle, anlamaya ve uygulamaya da çalışarak Kur’an’a yönelmek gerekir. “Kur’an’ı hâlâ düşünmezler mi?” (4/Nisa,82) “Kur’an’ı düşün mezler mi yoksa kalpleri kilitli midir?” (47/Muhammed,24) okumakla emr olundum.” (27/Neml Suresi, 92) Çünkü o hasta ruhların ilacı, dertlilerin dermanı, hasta gönüllerin şifasıdır. “Kur’an’ı müminlere rahmet ve şifa olarak indirdik.” (17/İsra Suresi, 82) Kur’an müminleri en doğru yola ileten kılavuzlarıdır. “Kuşkusuz bu Kur’an en doğruya iletir ve salih amel işleyen müminlere güzel karşılık olduğunu muştular.” (17/İsra Suresi, 9) Her Ramazan ayı müminler için bir yenilenme ve diriliş ayıdır. Bu ayda Kur’an’ı ayrı bir heyecan ve aşkla okumalı, okurken ondan ibret ve öğüt almaya çalışmalıdır. “Öğüt almak için Kur’anı kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?” (54/Kamer,17) Bu ayet Kur’an-ı Kerim’de tam dört kez tekrar edilmektedir. Birincinin ardından Ad Kavmi’nin yalanlamaları ve bunun sonucunda başlarına gelenler anlatılır. İkinci tekrardan sonra Semud Kavmi’nin yalanlaması ve bunun doğurduğu felakete değinilir. Üçüncü tekrardan sonra Lut Kavmi’nin elçilerini yalanlaması ve uğradıkları ilahi cezalandırma anlatılır. Dördüncü tekrardan sonra da Firavun ve yandaşlarının Hz. Musa’yı yalanlamaları ve maruz kaldıkları akıbet anlatılmaktadır. Her defasında da hitap müminlere yöneltilerek Kur’an-ı Kerim’in ibret ve öğüt almak için kolaylaştırıldığı ısrarla vurgulanır. Sonuç Ramazanda sürekli Kur’an-ı Kerim okumalı, okunan ilahi kelama kulak vermeliyiz. Onu kulaklarımız kadar kalbimizle de dinlemeliyiz. “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin ve susun umulur ki merhamet olursunuz.” (7/Araf,204) Çünkü biz Müslüman olmak ve Kur’an okumakla emrolunduk. “Ben müslüman olmak ve Kur’an Sözün özü, Kur’an-ı Kerim İslam dininin temel direği, insanlığa ışık ve nurlar saçan bir güneş gibidir. Ondan marifet sırlarının kalbe akması, güneş ışıklarının yeryüzüne yayılması gibidir. Akıl tutulmasından kurtulmak için aklımızı Kur’an güneşine doğru tutmalı, gönül gözlerimizi açık tutmalıyız. Güneşe gözlerini kapatanlar kendilerine zulmederek karanlıkta kalmayı tercih etmiş olurlar. Ramazan ayında ve mübarek Kadir Gecesinde nazil olan Kur’an güneşine yönelmeli, ışık ve ilhamımızı ondan alarak yolumuzu bulmalıyız. Asrın idrakine İslam’ı, ancak ondan aldığımız ilhamla ve Hz. Nebi’nin yolunu izleyerek söyleyebiliriz. Ramazan ayında ve Kadir gecesinde nazil olan Kur’an her sene bu ayda yeniden tazelenerek okunur. Müslümanlar on bir ay iftar eder, Ramazanda bir ay oruç tutarlar. Ramazan ayında nazil olan Kur’an-ı Kerim ise deyim yerindeyse on bir ay oruç tutar, Ramazan ayında iftar eder. Diğer aylarda okunduğundan daha fazla bu ayda okunur. Hz. Nebi’nin başlattığı mukabele geleneği bu ayda zirveye çıkar. Sadece mukabelelerde değil teravih namazlarında ve diğer namazlarda da sürekli tilavet edilir. Tefekkür, tezekkür ve teemmül edilir. Kutlu bir ayın mübarek bir gecesinde nazil olan Mübarek Kur’an, Ramazanla özdeş gibidir. Ramazan oruç ayı olduğu kadar aynı zamanda bir Kur’an ayıdır. Bu ayda her yanda Kur’an havası teneffüs edilir, her yeri onun miski amber kokusu sarar. Kubbelerden Kur’an bülbüllerinin şakımaları ve sedaları yankılanır. O halde haydi bu Ramazan biz de Kur’an’ın kutlu iftar sofrasına icabet edelim. Önümüze serilen mükellef ilahi sofranın ziyafetinden ve bereketinden kana kana nûş edelim. ................................................... 1 Doç. Dr. Mesut Okumuş, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. E-posta: drmokumus@yahoo.com 2 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, ç. C. Koytak, A. Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul 1999, s. 1145. 3 Buhârî, Sahih-i Buhâri, II, 672, III,1177, IV,1911 V,2317; Müslim, Sahih-i Müslim, IV,194,1905; İbn Mace, Sünen, I, 562, Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 363,405; II,399; VI,282. 33 yirmibeş urhan ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ İSLAMÎ HAREKETLER VE "İLİM YAPMAK" Ömer Faruk TOKAT XIX. yüzyılda Cemaleddîn Afgânî (v.1897), Muhammed Abduh (v.1905), Reşit Rıza (v.1935) ve Sir Seyyid Ahmed Han (v.1898) ile başlayan ve modern müslümanın zihninde şu ya da bu şekilde etkilerini hala sürdüren çağdaş İslam düşüncesi ve bu düşüncenin etkisiyle gelişen, İslam’ı okuma/anlama yönteminden ve bu yöntem sonucu ortaya çıkan selefî, modernist ve reformist anlayışlardan söz ettiğimiz izahtan varestedir. Müslümanların kolonyalizme karşı bilinçlenmesini ve direnmesini sağlayan bir yönü olması hasebiyle önemsenmesi gereken ancak bununla birlikte zâhirci, rasyonalist ve pozitivist doğası itibariyle eleştirel bir gözle okunduğunda çok daha sağlıklı faydalar devşirilebilecek olan bu düşünür ve hareket adamları maalesef doğruyanlış sorgulamasına gidilmeksizin âmiyâne taklit psikolojisiyle okunmuş ve İslamî gelenek üzerinde onulmaz yaralar açan ve Müslümanların dünyevileşmesine kapı aralayan bir çizgi haline getirilmiştir. varyasyonlarıyla bu çizgiden beslenen yapılanmalar, kuşatıcı ve analitik bir gözle yeniden okunduğunda yaklaşık olarak şu vasıflarda ortak olduğu görülür: • Konjonktürle biçimlenmiştir • Tepkiseldir • Tekfir meyillidir ve tekdüzedir; yalnızca kendinin “gerçek İslam”ı temsil ettiğini düşündüğü için kendisi dışında kalanları tekfir etmeye meyyâl olması ya da yadsıması Yaşanan bu kırılmaya, çok güncel bir örnek olması hasebiyle, 90 lı yılların sonlarına kadar "parti küfürdür" diyen Türkiye İslamcılarının, her fırsatta liberal ve muhafazakâr olduğunu söyleyen ve uzak durulması gereken üç kırmızı çizgisinden birini "dincilik" olarak deklare eden AKP'ye olan sınırsız desteği ve Müslüman zihin üzerindeki etkinliğini evrim geçirerek de olsa hala koruyan ve farklı 34 katılımı zikredilebilir. sebebiyle tekdüzedir. anlaşılmaktadır. Ulus Tefsirin sayfalarını çevirdiği • Zamanla harîcî bir devletlerin revaçta olduğu nitelik kazanır dönemlerde devletçi bir nizde mucizelerin, örneğin • Nasslara yaklaşımı söylemin; sosyalizmin râic şakku’l-kamer mucizesinin zahircidir ve bazılarına göre olduğu zamanlarda sosyalist bir akılla izah edilemediği için her türlü te’vil, yorum ve söylemin; küreselleşmenin uydurma olduğunu ileri kıyas, ilâhî alana müdahale tartışmasız bir fenomen olduğu sürecek ve ebâbil kuşlarını, addedildiği için şirk sayılır. iddia edilen günümüzde ise Hatta içlerinde düşünmenin küresel söylemlerin ve kanatlarında öldürücü mikrop bile şirk olduğunu kabul temaların egemen olduğu çok lar taşıyan sivrisinekler olarak edenler vardır. kaygan ve kırılgan bir zemindir açıklayacak denli rasyonalist • İndirgemecidir modern İslamcı hareketlerin ve pozitivist bir yaklaşımla • Genellemecidir üzerinde durduğu alan. Görüş kaleme alındığına ibretle tanık • Tasavvuf karşıtıdır sahamızı biraz daha daraltarak • Mezhep karşıtıdır bu ülke toprakları üzerinde lık edersiniz. • Genelde “asr-ı saadet” vücut bulmuş olan ideolojik sonrası tüm İslâm tarihiyle İslamcılığa baktığımızda bu özelde ise Osmanlı ile problemlidir kırılma, kopma ve değişme noktalarının çok daha • Sekülerlik/Dünyevîlik yönü baskındır. keskin ve ibretamiz olduğu fark edilir. Yaşanan bu kırılmaya, çok güncel bir örnek olması hasebiyle, Ana gövdesi itibariyle aynı kaynaktan 90 lı yılların sonlarına kadar "parti küfürdür" diyen beslenen ve aynı mantalitenin muhtelif açılımları Türkiye İslamcılarının, her fırsatta liberal ve olarak gördüğümüz bu çizgiye bir bütün olarak muhafazakâr olduğunu söyleyen ve uzak bakıp farklı varyasyonlarını ondan sonra ele almak durulması gereken üç kırmızı çizgisinden birini gerektiğini düşünüyoruz. Yoksa bu çizginin yan "dincilik" olarak deklare eden AKP'ye olan sınırsız çizgileri olarak oluşan farklı ekolleri birbirinden desteği ve katılımı zikredilebilir. bağımsız olarak incelemek yanıltıcı sonuçlara götürür. Metodolojik ve düşünsel zaviyeden Allah’ın dînine bir bütün olarak yaklaşan, bakıldığında da konjonktürün İslamcılık üzerindeki “insanın bireysel anlamda Rabbi ile ilişkileri belirleyiciliği yine çok nettir. Mesela aydınlanma sağlıklı olursa toplum ve devlet anlayışı kendiliğinden sağlıklı hale gelir” savından hareketle, tasavvufu, ahlakı ve zikri merkeze alan ve buradan hareketle diğer alanlara sarkan bir tebliğ/davet yöntemi geliştirdiği için dînin geniş kitlelere ulaşmasına sebep olan ve bu yüzden de kanaatimizce başarılı olan Hasan el-Bennâ'yı (rh. a.) hariç tutarsak bu çizgiyi temsil eden diğer düşünür ve hareket adamlarının çabalarının “İslam Devleti”, “İslam İktisadı”, “İslam'da Sosyal Adalet” vb. temalarla dînin sadece dünyevi boyutunu önceleyip dünyevi temaları merkeze almaları ve bunlara aşırı vurgu yapmaları bu gün gelinen noktada Müslümanların sekülerleşmesinde/dünyevîleş mesinde etkin olmuştur. İslam’ın bir bütün olarak yaşanabilmesi için bir araç olan “devlet” bu düşünür ve hareket adamlarından beslenenler nezdinde İslam’ın adeta altıncı şartıymış gibi bir yere oturtulmuştur. Mevcut şartların ve egemen söylemlerin bu çizgi üzerinde belirleyici olduğu kolaylıkla 35 felsefesi, bu akımın önde gelenlerinden biri olan Reşid Rıza üzerinde ünlü tefsirinin adını “elMenâr” koyacak kadar baskındır. Tefsirin sayfalarını çevirdiğinizde mucizelerin, örneğin şakku’l-kamer mucizesinin akılla izah edilemediği için uydurma olduğunu ileri sürecek ve ebâbil kuşlarını, kanatlarında öldürücü mikroplar taşıyan sivrisinekler olarak açıklayacak denli rasyonalist ve pozitivist bir yaklaşımla kaleme alındığına ibretle tanıklık edersiniz. Hep konjonktür tarafından biçimlendirildiği için günümüzde aynı çizginin uzantısı olan okuma biçiminin sınırlarının yine hâkim kültür tarafından belirlenmekte olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Nasıl mı? Uzağa gitmenize gerek yok. Hemen yanıbaşınızda bulunan “Avrupa İslâmı, Ilımlı İslâm, Türk İslâmı” vb. küreselleşme soslu bir İslam’dan sözeden ya da Ortaçağ hristiyanlığı sonrası İncil’e uygulanan bir okuma biçimi olan tarihselciliği Kur’ân'a uygulamaya çalışan araştırmanların ve yazarların gözünün içine bakın… ve… oradaki “usûl” eksikliğine… Bunun sonucunda ortaya çıkan rafine edilmemiş bilgiyle muhatap kılınmaya çalışılan, bu yüzden de kafası allak bullak olan kitleleri görürsünüz. İranlı düşünür Şayegan’ın ifadesiyle "hakim modern değerlerle yerli değerler arasında gide gele başı dönmüş" ve büyük bir düşünsel kaosun labirentleri arasında beyhude at koştururken hep çıkmaz sokaklara ulaştığı için vehimleriyle ördüğü bir ormanın içinden Müslümanlara yön vermeye çalışan, S. Hüseyin Nasr’ın tabiriyle bu “özür 36 dileyici” güruhun onurlu gözükmeye çalışırken ne kadar da zavallı bir görüntüye büründükleri ibretle seyredilebilir. Lafa gelince insan hakları ve özgürlükler konusunda mangalda kül bırakmayan, sözde bir “gelenek engizisyonu”ndan bahsederken hâkim kültürün hegemonyası karşısında sesi kısılan kimi ilahiyatçıların, “ilim yaptıkları” üniversitelerde uygulanmakta olan insan hakları ihlalleri karşısındaki sâmit tutumlarını anlamak oldukça zordur. Bu adamların, İslam ilim tarihi içinde köşe taşı olmuş hikmet ehli büyüklere karşı özgürlükçü yaklaşım adına beylik laflar ederken ve ceffelkalem hüküm keserken, birazcık onuru olan sıradan bir insanın bile tahammül edemeyeceği uygulamalar karşısında sessiz bir kütle görüntüsü sergilemeleri çok manidardır. Çelişkileri oldukça derin olan bu çizginin bazı farklı varyasyonlarında seyreden kimileri de sözgelimi “İmam Ebû Hanife sorgulanamaz mı?” diye tuttururken kendi tutunmuş olduğu düşünür ve hareket adamlarını sorgulamak aklının Çünkü bir tarafta Kur’an’ın da tezekkî, ihlas, ihsan, takvâ ve benzeri nitelemelerle merkeze aldığı tasavvuftan beslenen bir anlayış sonucu gelişen "içten içe" bir tecdid anlayışı diğer tarafta ise çok temel ölçülerin konjonktür uğruna feda edildiği rasyonalist/kuru akılcı, pozitivist, indirgemeci, genellemeci ve tekdüze bir zihniyetten sadır olan "dıştan içe" bir reform anlayışı. ucundan bile geçmemiş hatta bu zatların düşüncelerini tahlil edip objektif kriterlerle sorgulayanlar ise insafsız eleştirilere muhatap kılınırken bir anlamda kendi idollerini de üretmiştir. Tarikat sistemindeki "gassal elinde meyyit" anlayışını kıyasıya eleştirirken gerçekte kendi aralarında pratize ettikleri "abicililik" şeklindeki tuhaf uygulamalarıyla müntesiplerinin ilmî ve fikrî anlamda kısır kalmasına sebep olmuştur. İslam ilim tarihine toptancı ve tasfiyeci bir içgüdüyle ve daha başından yoksaymaya koşullanmış histerik bir ruh haliyle yaklaştıklarından dolayı onlara göre selef (iyimser bir ifadeyle ilk dört asır) sonrasından günümüze kadar olan dönem, İslam’ın yanlış anlaşıldığı ve totaliterliğin egemen olduğu karanlık ve süflî bir dönemdir. O halde bu uzun süreç boyunca ortaya konan tüm çalışmalar gözardı edilerek Kuran ve Sünnet’e; bir kısmına göre ise yalnızca Kuran’a dönülmelidir. Kuran’a dönülürken de klasik usûl yöntemleri uygulanırsa sonuç alınmaz. Mutlaka batıda üretilen ve Rönesans’la birlikte Hıristiyanların İncil’e uyguladığı rasyonel ve tarihselci yaklaşımla Kuran’a yaklaşılmalıdır. Özellikle Osmanlı’nın, Hanefî ve üstelik sûfî bir anlayışı temsil ettiği için Müslümanlara hiçbir katkısı olmamıştır(!). Müslüman olmayan ilim adamlarının ve tarihçilerin bile hayranlıklarını gizleyemediği İslam medeniyetine yaklaşımları bu denli genellemeci ve bu kadar yüzeyseldir. Bu akımın ürünleriyle beslenen kesimler aynı zamanda kendine malzeme olmaya elverişli bulduğu ilmî ve kültürel değerleri de sorumsuzca tüketen ve yağmalayan bir tutuma sahiptir. Bu tüketimden en fazla nasibini alanlardan biri de hiç kuşkusuz İbn Teymiye (v. 728/1328)’dir. Ehl-i sünnet ulemasının “Bazı konularda Ehl-i Sünnet’e muhalefet etmiştir” diye nitelediği İbn Teymiye maalesef kitapları tahrif edilerek ve sadece bazı uç görüşleri ön plana çıkarılarak bu gün o hale getirilmiştir ki Ehl-i Sünnet’e her konuda muhalefet eden, kıyas’a ve yoruma karşı çıkan, tasavvufu toptan reddeden, mücessime ve hâricî bir İbn Teymiye görüntüsü oluşturmaktan hiç çekinmemiştir. Bu koşullanmış ideolojik zihniyet kendine malzeme olacak argümanlar bularak sağlam bir meşruiyet zemini edinebilmek için İbn-i Teymiye’yi tanınmaz hale getirdiği gibi İmam-ı Rabbânî’yi de ideolojik bir gözle okumaya çalışmıştır. Şöyle ki İmam-ı Rabbânî’nin yalnızca siyasî duruşu, devrimci yönü ve sosyopolitik düşüncelerine vurgu yapılarak “modern” ve “Seküler” bir İmam-ı Rabbânî portresi oluşturulmak istenmiştir. Ancak bu tür bir İmam-ı Rabbânî okuması eşyanın tabiatına aykırı olduğundan bu anakronist çaba hakim kalmıştır. Çünkü bir tarafta Kur’an’ın da tezekkî, ihlas, ihsan, takvâ ve benzeri nitelemelerle merkeze aldığı tasavvuftan beslenen bir anlayış sonucu gelişen "içten içe" bir tecdid anlayışı diğer tarafta ise çok temel ölçülerin konjonktür uğruna feda edildiği rasyonalist/kuru akılcı, pozitivist, indirgemeci, genellemeci ve tekdüze bir zihniyetten sadır olan "dıştan içe" bir reform anlayışı. Tabii ki bu değerlendirmelerin amacının, İmam-ı Rabbânî’yi anladığını sanan gerçekte ise onu tipik sıradan bir derviş olarak okumaktan öte gidemeyen sözüm ona kimi sûfîleri tezkiye etmek olmadığını ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım. 37 yirmibeş urhan İSTANBUL BEYRUT ARASI TARİHTE BİR YOLCULUK Fot: M.Özkaya Mustafa ÖZKAYA Beyrut’a indiğimizde hava İstanbul’dan farksız bir sıcaklıkta idi. Lübnan’ı diğer Arap ülkelerinden her zaman daha fazla merak etmişimdir. Arap dünyası içinde “kaynayan kazan olma rolü” sanki hep Lübnan’a biçilmiştir. Hıristiyan ve Müslüman Araplardan oluşan bir devletin nasıl bir denge üzerinde yürütülebildiği konusu başlı başına merakı celbetmeye yetiyor. Osmanlı’nın Yıkılışında Beyrut’ta Ayak Oyunları Osmanlı dönemindeki Arap milliyetçilik akımının baş aktörlerini içinden çıkaran ve Batıyla Osmanlı’nın yıkılış döneminde en sıcak temasları sağlamış olan bilhassa Hıristiyan Arap önderler buralarda Batının işbirlikçisi rolünü seve seve kabul etmişlerdir. Osmanlı dönemi Beyrut Şehremini olan Selim Ali Sellam anılarında, Hıristiyan Araplarla birlikte kurdukları “Cemiyet-i Islahiyye” derneğinden bahsederken dernek üyesi Hıristiyan Arapların Fransa’nın Beyrut Konsolosluğuna giderek dernek adına elden teslim ettikleri mektubu ancak Osmanlı Devleti’nin Fransa Konsolosluğunu ele geçirmesi sayesinde 38 öğrenebildiğini ifade eder. Uzun bir bağlılık ve talepler silsilesi içeren mektupta şu başlıklar dikkat çekmektedir: “Beyrut, 12 Mart 1913 Beyrut’ta Suriye Fransa Konsolosu Mösyö Couget Cenaplarına, Sayın Başkonsolos, Biz aşağıda imzası bulunan ve Beyrut vilayeti için bir ıslahat projesi tanzim etmek üzere bütün cemaatler tarafından seçilen umumi heyetin icra komitesi Hıristiyan azaları, Fransa’yı Osmanlı Hıristiyanlarının hamisi ve Suriye Hıristiyanlarının kabul edilen vatanı olarak görüyoruz. Bu sebeple, aşağıdaki mülahazaları Fransa’nın Suriye Konsolosu’nun dikkatlerine sunmaktan şeref duyuyoruz” Mektup bu şekilde başlıyor ve bir dizi talep ve şikâyette bulunduktan sonra şu ifadelere yer veriyor: “Suriye Hıristiyanlarının emelleri ve talepleri: Suriye Hıristiyanlarının en büyük emeli, Fransa’nın Suriye’yi zaptetmesidir. Keyfiyetin bu şekilde gerçekleşmesi maksadıyla, Beyrut Hıristiyanları adına hareket eden ve aşağıda imzası olan bizler,… tercih edilmesi gereken yolun aşağıdaki gibi olduğunu söylüyoruz: Tabii ki Fransa ve İngiltere’nin Lübnan’daki yandaşları bu ekiple sınırlı kalmadı. Osmanlı’dan kopuşun gerçekleştiği günlerden bugüne Lübnan ya etnik çatışmanın sarmalına daldı ya da dış müdahaleye 1. Fransa’nın Suriye’yi zapt etmesi, 2. Fransa’nın bilfiil murakabe ve himayesi açık yapısıyla korumasız ve korunaksız bir şekilde her türlü saldırıya maruz kaldı. Fot: M.Özkaya altında olmak kaydıyla Beyrut vilayetine tam muhtariyet verilmesi, 3. İkisi de Fransa’nın bilfiil murakabe ve himayesi altında olmaları kaydıyla Beyrut’un Lübnan’a ilhak edilmesi. Mişel Tuveyni, Yusuf el-Hani, Petro Tarrad, Eyyüb Sabit, Rızkullah Arkaş, Halil Zeyniyye.” (Selim Ali Sellam, Beyrut Şehreminin Anıları 1908-1918, s.130-132, Klasik Yayınları) Beyrut Sokaklarındaki Yabancı Enflasyonu Beyrut sokaklarında dolaşırken birçok yabancıya rastladığımızda pek şaşırmıyorsunuz; çünkü herkes biliyor ki binlerce yabancı istihbarat elemanı Beyrut’u mesken tutmuştur. Aynen İstanbul’daki Galata köprüsünde balıkçılar gibi yemlerini salarak oltaya yakalanacak balıklar 39 beklenmektedir. Parası bol olan birçok yabancının da buradaki tabiat güzelliğinden istifade etme düşüncesiyle Beyrut’a yerleştiği elbette vakidir, ancak bunların hatırı sayılır bir kısmı büyük devletlerin bazı kişi ve örgütleri manipüle etme ya da satın alma becerisi yüksek tecrübeli elemanlarıdır ve tabiri caizse bunlar Beyrut sahil şeridinde cirit atmaktadırlar. Elbette Batılı ülkelerin Lübnan aşkının bir sebebi var. Lübnan, Ortadoğu’nun işgal ve kontrolü yolunda önemli bir deniz kapısı ve ilk basamağıdır. Bu nedenledir ki son dönemde Suriye askerleri Hariri suikastı gerçekleştiri lerek Lübnan’dan çıkarılma yoluna gidilmiştir ki, yalnızlaştırılmış bir Lübnan’ın çok daha kolay lokma olacağı düşünülmüştür. Bundan hareketle İsrail’in 2006 senesinde Lübnan’a gerçekleştirdiği saldırı bu planın bir parçası olarak uygulanmıştı. Ancak içerideki direnişin boyutlarını küçümsemiş olması nedeniyle bu kalleş saldırısı İsrail’in kendisi açısından tam bir hüsranla son buldu. Beyrut sokaklarını gezerken bizler bu saldırıların neden olduğu yıkım görüntüsünden en azından Beyrut’ta artık eser kalmadığına şahit oluyoruz. Ancak Lübnan şu anda başka bir karışık durumla karşı karşıya ve bunu bütün Beyrut sokaklarında yaşamanız mümkün. Dışarıdan saldırı planları tutmayınca içeride bir takım örgütler marifetiyle türlü türlü sinsi planlar hazırlanıyor bu küçücük ülkede. Beyrut sokaklarında dolaşırken, Filistin kamplarında ortaya çıktığı iddia edilen ve yerel el-Kaide adıyla tanıtılan “Ensar’ul İslam” adındaki bir örgüt Beyrut sokaklarında bombalar patlatıyor du. Hatta gece yarısı otelimize ulaştığımızda 3-5 kilometre ötede bir bomba patladığını otel görevlileri bize iletiyorlar. Denetim ve kontrol o derece sıkı ki, bir caddeden diğerine geçmek bile ciddi bir askeri denetime tabi. Bir sonraki gün akşam yemeği için dışarıya çıkıp otelimize dönmek üzereyken iki cadde ötede bulunan askerlerle karşı karşıya geliyoruz. Eğer askerler pasaportlarımızın otelde tutulduğuna inanmasalardı başımıza hiç de hoşumuza gitmeyecek şeyler gelebilirdi. Araplar Osmanlı’ya Terakki’ye mi İsyan Ettiler? mı, İttihat ve Arapların topluca Osmanlı’ya ihanet ettikleri söylentisi toplumumuzda özellikle propaganda amaçlı olarak kullanılagelen bir konudur. Yukarıda Hıristiyan Arapların yaklaşımını gösteren bir alıntıya yer verilmişti. Aynı kitaptan Arapların genelinin yaklaşımını yansıtan başka bir alıntıya yer veriyorum. Bu defa kitabın müellifi Selim Ali Sellam’ın hassas olan o dönemde Yıldız Sarayı’nda Sultan Mehmed Reşad ile yaptığı özel görüşmenin tutanağına yer veriyoruz: Fot: M.Özkaya Fot: M.Özkaya “Mabeyn başkâtibi bizi kendilerine takdim etti. Sultan şöyle buyurdu: “En çok istediğim, tabi olunan ile tabi olan arasındaki bağların güçlü bir şekilde devam etmesidir.” Şöyle cevap verdim: “Halife-i Muazzam Hazretleri’nden şuna inanmalarını istirham ederim ki Araplar canlarını, mallarını ve evlatlarını yüce hilafet makamının korunması için feda edeceklerdir. Tabi olunan ile tabi olan arasındaki bağı kopartmaya matuf en küçük bir düşünce bile yoktur.”” (Selim Ali Sellam, s.134) ve yabancı okullar olduğunun altını çizer ve eğitim bütçesinin değerlendirildiği oturumda şu sözlere yer verir: “Muhterem Vekiller! Fransa Cumhuriyeti’nin Suriye’deki okullarında 43.000 öğrencisi, Rusya’nın 35.000 öğrencisi vardır. Bunlardan başka Almanların, İtalyanların ve diğerlerinin okulları da vardır. Bu büyük sayı karşısında resmi okulların öğrenci sayısının son derece az kaldığını Selim Ali Sellam Meclisi Mebusan’a Beyrut vekili olarak 1914 yılında seçildiğinde Lübnan ve Suriye’de oynanan oyunların arka planında eğitim gördüğünüz takdirde memleketin sonunu tehdit eden tehlikeyi daha iyi anlarsınız.” (Selim Ali Sellam, s.144) 41 Fot: M.Özkaya Günümüzde Güneydoğu ve Kuzey Irak’ta sahneye konan senaryonun bir benzerinin Lübnan ve Suriye’de gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Diğer yandan o bölgede devlet adına hareket edenlerin kopuş sürecini sanki hızlandırmak istercesine yapmış oldukları hareketler de gerçekten düşünülmeye değer. Yine o dönemde yaşamış olan Osmanlı Araplarının önemli entellektüel ismi ve aynı zamanda devlet adamı olan Emir Şekib Arslan, yazdığı hatıratında şu düşüncelere yer veriyor: “İngilizler I. Dünya Savaşı öncesinde birçok Arap gencini yanlarına çekmeyi başarmışlardı. Kimisine şahsi menfaat sağlamışlar, kimini ikna yoluyla yanlarına almışlardı. Tek isteklerinin, Abbasiler veya Emeviler gibi bir Arap devletini yeniden kurmak olduğuna Arapları inandırmışlardı. Böylece Araplar arasında devletten ayrılmaya samimiyetle inanan ve ilk fırsatta bunu gerçekleştirmek isteyen hatırı sayılır bir grup oluşmuştu. Bunların Arapların çoğunluğunu teşkil ettiğini söylemeye imkan 42 yoktur. Hatta aklı başında Araplar, Araplarla Türkler arasında meydana gelecek bir ayrılığını, kendi ülkelerinin Batı hakimiyetine geçmesiyle sonuçlanacağını anlamışlardı…Aksini düşünenler ya tecrübesiz ya da din bağını hiç umursamayan kişilerdi. Bunların kimisi İngilizler tarafından parayla tutulmuş hizmetçiler gibi çalışıyorlardı.” (Emir Şekib Arslan, Bir İttihatçı Arap Aydının Anıları, s.36-38, Klasik Yayınları) Emir Şekib Arslan bunları söyledikten sonra bu bölgenin Osmanlı’dan koparılmasında en büyük sorumluluğun İttihat ve Terakki Yönetimine ve onların Arap bölgelerinin Osmanlı’dan kopmasını önlemek üzere bu bölgelere görevli gönderdiği Cemal Paşa’ya bağlar. Bilhassa suçlu suçsuz ayırt etmeksizin toplumun önde gelenlerine tutuklama, sürgün ve en nihayetinde toplu idamlar uygulamasının Arapçılık akımının en önemli lokomotifi olduğunu söyler ve 1000 yıllık devlet tecrübesine sahip Türklerin böyle bir basiretsizliği nasıl göstermiş olmasına olan şaşkınlığına ifade edecek söz bulamaz. Ona göre Fot: M.Özkaya sanki Cemal Paşa ve onun gibi düşünenler bölgenin Osmanlı’ya bağlı kalması için değil; tam aksine koparılması için görevlendirilmiş isimlerdir: “Kesin kanaatime göre Cemal Paşa bu kişiler hakkındaki idam kararını infaz ettiği zaman Nazırlar Kurulu olaydan haberdar değildi. Tek bildikleri bu kişilerin halen yargılanmakta olduğuydu. Bu yüzden Sadrazam Prens Said Halim Paşa’nın Cemal Paşa’ya tepkisi son derece sert olmuştu. Sadrazam, Paşa’ya çektiği telgrafta bu meselenin tamamıyla siyasi olduğunu ve Paşa’nın Nazırlar Kurulu kararı ve Sultan’ın onayı olmaksızın böyle bir kararı uygulama yetkisinin olmadığını söylüyor ve olayın tek sorumlusu olarak Paşa’yı görüyordu.” Sultan Mehmed Reşad bile: “Cemal Paşa’nın Suriye’de öldürdüğü kişilerden ben sorumlu değilim” demişti… Tek söyleyebileceğim şudur: Cemal Paşa’nın Suriye’de takip ettiği siyaset, Osmanlı Devleti ve İslam Alemi’nin başına gelmiş en büyük felaketlerden biridir. Olayların birinci derecede sorumlusu Cemal Paşa’dır; ancak Talat ve Enver de ona istediğini yapma fırsatı verdikleri için sorumludurlar.” (Emir Şekib Arslan, s.101) 43 Fot: M.Özkaya İslam Nur’dur Fitne Nar’dır! Lübnan’da iken bir toplantıya bizler de katılıyoruz ve Lübnan’ın önemli isimlerinden birisi olan Dürzi Lider Maan Başur Osmanlı ile ilgili öylesine övgü ve güzel sözler kullanıyor ki şaşırmadan edemiyoruz. Aradan tam bir yüzyıl geçtikten sonra Lübnan’ın yaşadıklarının aslında tam bir kayıp tarih olduğunu söylerse birisi Öte yandan “İslam Nur’dur, Fitne Ateştir” pankartları birçok sokakta gözünüze ilişiyor. İnsana içten içe bir şeyler kaynıyor izlenimi veren bu sokak görüntülerinde yine de yaşam devam ediyor ve çocukların gülümsemesi bizlere bir sıcaklık veriyor. Her zaman olduğu gibi elimizde fotoğraf makinesi güzel ve ilginç görüntüleri yakalamaya çabalıyoruz ve iki günlük bir gezi için doyurucu miktarda ve kalitede fotoğraf karesi yakalıyoruz. kesinlikle yanılmaz. Çünkü bütün ümitleri bir bir ellerinden alınan bu ülke, çalınmış bir tarih ve coğrafya serzenişinde bulunuyor bütün sokaklarında. Hariri suikastı bu ülkenin içine sokulmak istenen fitnenin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter de artar bile. Ancak şu anda bütün sokaklarında Hariri suikastının faillerinin bulunması çağrılarından Lübnan’ın bu fitneye mağlup olmayacağına kadar yüzlerce büyük bilboard afişleriyle donatılmış. 44 Konuştuğumuz kimseler, Türkiye’nin büyüklüğünden ve son dönemde Türk halkının ve hükümetinin Lübnan’a olan yardım ve yakınlığından söz ediyor. Beyrut merkezinde büyük bir camide kıldığımız Cuma namazı sonrasında Camii’nin imamını selamladığımızda o da Türkiye ile ilgili son gelişmelerle ilgili bizden bilgiler almak istiyor. Biz de kendisinden Lübnan’da son dönemde yaşanan olaylar konusunda yorum almak istediğimizde Lübnan’da birilerinin yeniden kazan kaynattığını ifade ediyor ve İslam adına yapılan işlerin arka planında karanlık hesaplar yattığını söylüyor. Beyrut’ta aşırı zengin ve pür-aristokrat Arap sosyetesine sıklıkla denk gelmeniz de mümkün. Beyrut dışında - özellikle Filistin kamplarında yaşanan sefaletin ulaştığı derinliğe inat, şatafat ve lüks yaşamın zirvesinde dolaşanlara bu şehirde her zaman rastlamak gayet normal. Batılı yaşamın örneklerini sizlere sunan bu kişiler acaba, Lübnan için nelerini feda edebilirler diye düşünmeden geçemiyorum. İsrail Lübnan’a saldırırken Amerika’da bir resepsiyonda tanıştığım Lübnan asıllı Hıristiyan bir Arap bayan, saldırıların sorumlusu olarak Hizbullah’ı sorumlu gördüğünü söylediğinde ağzım açık kalmıştı. Kendisine acaba İsrail’e bir kusur bulup bulmadığını istihzalı bir şekilde sorduğumda İsrail’in de yanlış yaptığını ama yine de asıl sorumlunun Hizbullah olduğunu tekrarlamıştı. Beyrut’ta Yaşadıklarımız Karanlık Bir Gecede Gece artık dönüş için havalimanına gitme vakti geldiğinde bir minibüs tutarak topluca yola koyuluyoruz. Gece yarısı saat 03.30’da yarım saatlik havalimanı yolculuğumuz 3-4 araba dolusu özel birliklerin bizi durdurmasıyla aniden sekteye uğruyor. Bombaların patladığı bir gece vakti bir minibüste yanlarında bagajları ile birlikte 3-5 kişinin gece yarısı bu geç saatte yaptıkları yolculuk tabiî ki dikkat çekiyor ve şüphe uyandırıyor. Kısa sürede mevzu anlaşılıp uçağımıza yetişmemize müsaade ediliyor. Ancak oracıkta dikkatlerimizden kaçmayan bir olay gerçekleşiyor. Bizi denetlemeye birbirinden farklı 3-4 ayrı güvenlik ekibinin gelmesine ilk başta anlam veremiyoruz. Bu sayede Lübnan’da birbirinden bağımsız bir dizi güvenlik biriminin bulunduğunu ve her birinin ayrı ayrı inceleme yaptığını anlıyoruz. Böylesine etnik ve mezhebi parçalı yapıya sahip bir toplumun üzerindeki devlet yapılanmasında da parçalı emniyet ve güvenlik oluşumlarının bulunması bizi hem şaşırtıyor hem de düşündürüyor. Tam bu sırada Emir Şekib Arslan’ın şu sözleri aklıma geliyor: “Birçok arkadaşım ve dostum Osmanlı taraftarı bir siyaset izlediğim için bana kızıyordu… Ben de herkese sabırlı olmalarını, katran karasından daha beter günler göreceklerini ve o dönemde şikayetçi oldukları Türk yönetimini arayacak larını söylüyordum. Arap bölgelerinin Fransa ve İngiltere arasında paylaşıla cağından kuşku duymu yordum; ama o gün kimseyi buna inandırmak mümkün değildi… Nasihatlerimi anladıklarında devir çoktan değişmişti.” (Emir Şekib Arslan, s.64) 45 Fot: M.Özkaya yirmibeş urhan KIYAMET GERÇEĞİ Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE Kur'ân-ı Kerîm'de, İnşikak, İnfitar, Tekvîr, birbirini takib eder bir duruma getirdi" (Furkân, 62) Zilzâl gibi sûrelerde ve pek çok âyetlerde, âyeti de ifâde ediyor ki, saatin saniyeleri dakikayı, kıyametin vukuu ve bu esnada kâinatta cereyan dakikalar saatin geçmesini gösterdiği gibi, gece ve edecek olan yıldızların dağılıp gündüzün gelip geçmesi de bir saçılması, güneşin kararıp gün gelip, büyük saatin Bu sebeplerden biri solması, ayla çarpışıp faaliyete geçeceğine, veya bir kaçının birleşmesi, semânın kıyametin kopacağına işaret tahakkuku için, uzun parçalanması, kızarıp kor ateş etmektedir. Yani insan bunların seneler geçmesinin halini alması gibi akıllara hayret peş peşe gelip gitmelerinden gerektiği hesaplanabilir. ve dehşet veren pek çok zamanın gelip geçtiğini, Ancak unutulmamalı ki, muhteşem hâdiseler bütün böylece hem ömrünün hem de kâinatta bilinmeyenler canlılığıyla anlatılmakta, tasvîr bilinenlerden çok daha kâinatın ihtiyarlamakta edilip gözler önüne fazladır. Allah'ın iradesi serilmektedir. olduğunu ve bir gün bu de, bütün bozmak için sebeptir. Bu âyetlerde kıyametin kopması esnasında vuku bulacak hâdiseler anlatıldığı gibi, kıyametin kopmasına sebep olacak; yıldızların dağılması, güneşin ışığının sönmesi, büyük zelzeleler gibi hâdiselere de işaret edilmektedir. "O öyle bir Allahtır ki, tezekkür ya da şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü 46 hesapları kâfi bir durumun ölümle ve kıyametin kopmasıyla tahakkuk edeceğini anlıyor. Eğer gece ve gündüz sermedî olarak devam etseydi, devamlı gece ve devamlı gündüz içinde yaşasaydık, zamanın geçişine intikal edemez, böylece ömrümüzün ve kâinatın ömrünün azaldığını anlayamazdık. Dolayısıyla âyetteki “tezekkür” ün şumulü içine böyle bir tezekkür de girebilir. ömre sahip olan bir şeyin de fıtrî Kur'ân-ı Kerim'de Birer küçük kıya met bir eceli vardır, ölümden yevmu'd-dîn, yevmu'l-kıyâme, olarak addedebi kurtulamaz. Nasıl ki, âlem-i sağîr yevmu'l-âhir gibi ifâdelerde (küçük âlem) olan insanın sıkça geçen yevm tabirinden leceğimiz, etrafımız da ölümden kurtuluşu yok ise, insande böyle bir manayı hissetmek müşahede ettiği miz, ı kebîr (büyük insan) olan bu mümkündür. Şöyle ki, el-Yevm insan, hayvan, bitki ve kâinatın da ölümden kurtuluşu lafzı gün, sene, beşer ömrü, diğer varlık ların doğup yoktur. Yine nasıl ki, bir ağaç, dünyanın dönmesi arasındaki büyü yüp ölmeleri, kâinat tahrip ve bozulmaya maruzdur, açık tenasübe binaen, haşrin çapında büyük bir yaratılış ağacından gelen kâinat emarelerinden hadsî (sezgisel) da, tekrar tamir edilmek üzere bir emareye işarettir. Bu durum kıyametin vuku bula gerçekleşecek olan, tahribin saatin saniye, dakika, saat ve cağını hissettirmek tedir. elinden kurtulamaz... "Güneş günleri sayan milleri gibidir. dürüldüğü, yıldızlar saçılıp Nasıl ki, bir kimse devrini döküldüğü, dağlar sürüklendiği zaman... (Tekvîr, tamamlayan bir mil görünce hadsen -bir müddet 1-13), "Semâ yarıldığı zaman..." (İnşikâk, 1-5) sonra da olsadiğerinin de devrini âyetlerinin tahakkuk edeceği bir gün mutlaka tamamlayacağına intikal eder. Öyle de, gün, sene gelecektir. Böylece insan-ı kebîrin fezadaki ölüm gibi devamlı olarak tekrarlanan nev'î kıyametleri sekeratı, acaip bir hırıltı ve korkunç bir sesle gören bir kimse de, insan nev'i için haşir gününün tezahür edecektir5. sabahında ebedî saadetin doğacağını hadsen 1 anlar . Yukarda da işaret edildiği gibi, nihâyette Kâinatın tahribinin, kıyametin kopmasının kâinat çapında küllî bir kıyametin kopacağı ilmî mümkün olduğunu şu gerçekten anlayabiliriz: İlim bakımdan kesinlik kazanmıştır. Tüm deliller kâinatın yaratıldığını en ufak bir şüpheye bile yer evrenin sınırlı bir ömrü olduğuna işâret ediyor6. Artık merak edilen, kıyametin kopup kopmayacağı vermeksizin ispat etmiş, hatta ilk yaratılış değil, ne zaman ve nasıl kopacağı hususudur. saniyelerinde neler olup bittiğini dahi göstermeyi Çünkü kâinatın ölümü için pek çok sebep vardır. başarmıştır. Yapılan hesaplamalar kâinatın 15-20 Mesele bunlardan hangisinin daha önce cereyan milyar sene önce yaratıldığını ortaya koymuştur 2. Böylece aklî ve tecrübî delîller bu kâinatın edeceği noktasında düğümlenmektedir7. hudûsuna (sonradan yaratıldığına) delâlet Günümüzde yapılan tesbitler sonucu etmektedir. Kâinatın hudûsu da, fenâ bulmasına kâinatın harabiyetini, kıyametin kopmasını ve bunun aklen muhal bir şey olmadığına delâlet mümkün kılan sebepleri şöyle sıralayabiliriz: etmektedir3. Evveli olan bir şeyin, elbette bir sonu da olacaktır. Bu âlem ezelî olmadığı gibi, ebedî de değildir4. Birer küçük kıyamet olarak addedebileceğimiz, etrafımızda müşahede ettiğimiz, insan, hayvan, bitki ve diğer varlıkların doğup büyüyüp ölmeleri, kâinat çapında büyük bir kıyametin vuku bulacağını hissettirmektedir. Nitekim, tekâmül kanununa dahil olan bir şeyde neşv ü nemâ var demektir. Dolayısıyla o şeyin tabiî bir ömrü vardır. Tabiî bir 1. Kâinatın devamlı olarak genişlemesi sonucunda, ya bu genişlemenin bir sonucu olarak kâinatın dağılması (açık kâinat modeli), veya bu genişlemenin bir gün yavaşlayarak, kâinatın küçülerek başlangıçtaki ilk haline dönmesiyle kâinatın son bulması (kapalı kâinat modeli) söz konusudur8. Açık kâinat modeli’ ne göre, yıldızlar yakıtını tükettikçe birer birer ölmeye devam edecek, sonunda kâinat genişlemekte olan büyük bir mezarlık haline gelecektir9. Kapalı kâinat modeli’ ne göre ise, yıldızların tek tek ölümü beklenmeksizin top yekûn bir kıyametle her şey bitecektir10. Buna göre, kütlenin artış eğiliminde bulunması, çekim kuvvetinin de artacağını ve sonuçta evrenin genişlemeyi bırakarak kendi çekim kuvvetinin etkisine girerek çökmesi kaçınılmazdır11. mütemadiyen yürüteceğini iddiâ etmek gibidir. Enerji ilelebed bayır aşağı gidemez. Saat topu gibi sonunda dibe vurmak zorundadır. Bunun gibi, kâinat da ilelebed devam edemez, er geç bir gün erg’ lik enerjisinin elverişlilik kabiliyeti, merdivenin alt basamağına varmış olacaktır. İşte o anda, kâinattaki hayat duracaktır. Gerçi enerjinin hepsi orada ise de, değişme kabiliyeti artık Evren Big Bang' dan beri sürekli genişliyor. Bu genişleme kuvveti şimdiye kadar kütleye bağlı olan çekim kuvvetini yenemediği için, genişleme sürüp gitti. Çekim kuvveti genişlemeye hakim olursa, artık genişleme duracak. Aşırı yoğun ve kapalı bir evrende çekim kuvveti hakim hale gelince, her şey kendi içine çöker hale gelecek. Gökyüzü prese edilmiş portakal gibi yarılacak. Uzay sonsuz ufuklardan tersine bir hareketle sür'atle kapanmaya başlayacak. Yıldızlar ve gezegenler ışınım, elektron ve çekirdeklerden oluşan bir kozmik çorba haline dönüşecek. Semâ aşırı sıcaklık nedeniyle bir baştan bir başa kıp kırmızı bir renge boyanacak. Evrenimiz açılan bir çiçek gibi değil, kapanan, kapanmakta olan narin ve zarif bir gül goncası haline dönüşecektir12. 2. Entropi13 'nin sürekli artması: Kâinat yaratılalı beri, devamlı olarak sıcak cisimlerden soğuk cisimlere bir sıcaklık akışı olmaktadır. Ancak zamanla cisimler arasındaki sıcaklık farkları dengelenip eşit duruma geldiklerinde kâinatta hareket durarak bir ısı-ölümün, termodinamik bir kıyametin vukuu kaçınılmaz olacaktır14. Astronomi alimlerinden Sir James Jeans bu mevzuda şöyle der: "... Kâinattaki toplam enerjinin azalmayacağını, dünya ve kâinatın ilelebed devam edeceğini iddiâ etmek, asma saatteki topun azalmayarak, akrep ile yelkovanı 48 kalmamıştır. Nasıl, havuzdaki durgun su, çarkı çeviremezse, kâinatın iş yapma kabiliyeti de, artık tükenmiş olacaktır. O zaman, biz, sıcak olsa bile, ölü bir kâinatta ısı ölümü ile karşı karşıya bulunacağız. Enerji elverişliliğini yitirmiş bir kâinat ise ölmüş demektir. Bundan şüphe etmeye, buna karşı koymaya imkân yoktur. Yeryüzündeki bütün tecrübelerimiz buna o derece hak veriyor ki, bir itiraz payı kalmamıştır"15. 3. Kara Delikler: Her ne kadar kesin olarak ispat edilmese de, pek çok ilim adamı tarafından varlığı kesin kabul edilen kara delikler de, kıyametin sebebi sayılacak şeylerdendir. Ölen bir yıldız eğer güneşimizin üç mislinden daha fazla büyükse, nötron yıldızı seviyesinde kalmaz, kara delik haline gelir. Bu, 4. Dünyamızın başına bir kıyametin kopması, dünya hayatının devamının kendisine bağlı olduğu sebeplerden birisinin ortadan kalkmasıyla da mümkündür. Meselâ, ısı ve ışık kaynağımız güneşin, enerjisini tüketerek sönmesi dünya hayatının da son bulması demektir. "Güneş dürüldüğü zaman" (Tekvîr,1) âyetinin ifâde ettiği gerçeğin bir gün vuku bulacağını, bugünkü ilim de haykırmaktadır. Çünkü her yıldız bir müddet sonra canlılığını kaybetmekte, sönüp gitmektedir. Bir gün gelip güneş de sönecektir17. Evet, güneşin bir sonu gelecek! Kâinattaki milyarlarca yıldızdan biri olan güneşimiz deposundaki hidrojeni helyuma çevirip yakıtını tükettikten sonra, tahminlere göre, beş milyar yıl sonra beyaz bir cüce olarak hayatını kaybedecek18. Bu sebepler dışında kâinat çapında meydana gelebilecek daha pek çok hâdiseler kıyametin kopması için yeterlidir. Sadece dünyamızı ele alacak olursak, dünyamızı bekleyen pek çok felaketin dünyanın sonu için yeterli bir sebep olabileceğini görürüz. Meselâ, Dünyada hemen herkesin şahid olduğu depremler dünyamızın kıyametini ihtar etmektedir. Sekiz şiddetindeki bir depremle koca şehirlerin alt üst olması, milyonlarca insanın ölmesi gösteriyor ki, bu depremin bir kaç katı olan ve bütün dünyada etkisini gösteren bir deprem dünya hayatının sonu için yeterlidir. yıldızın madde âleminden çıkışı demektir. Bir kara delik ne parçalanır, ne de küçülür. Onlar için sadece büyümek vardır. Rastladığı her şeyi yutan kara delik böylece mütemadiyen büyür. Büyüdükçe çekim kuvvetinin sınırı artar ve bu büyüme gittikçe artan bir sür'atle devam eder. Böylece, zamanla içinde bulunduğu bütün galaksiyi yutacak duruma gelebilir. Hatta nihâyette bütün kâinatın da, bir kara delik olup çıkma ihtimali söz konusudur 16. Yer kürenin merkezi çok şiddetli harareti olan maddeler ihtivâ ediyor. Coğrafya alimi G. Gamow şöyle diyor: "Mavi denizlerimizin altında alevli tabiî bir cehennem var. Başka bir deyişle bizler büyük bir dinamit lağımının üzerinde duruyoruz. Bir gün tamamiyle infilak ederek arzın nizamını tamamiyle alt üst edebilir"19. Yine gökyüzünden dünyamızın başına yağan göktaşları (meteorlar) da, çok sayıda ve daha büyük kütlelerde yağmaları halinde dünyamızın sonunu hazırlayabilirler. Asteroidler ve kuyruklu yıldızlar da, meteorlar gibi, bir kıyamet sebebi olabilir. Kuyruklu yıldızlar, asteroidler kadar yoğun olmasa da, büyük hasara sebep olabilirler. 1910'da Halley kuyruklu yıldızı dünyamıza yaklaştığında bazıları intiharı tercih etmiştir. Daha bunlar gibi pek çok sebepler sıralanabilir20. 49 Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklere ve yere ağır gelmiştir. Size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi, sana soruyorlar. De ki, onun bilgisi ancak Allah katındadır, ama insanların çoğu bilmezler" (A'râf, 187). ......................................... *. Bu gününün kevnî sebepler, ansızın "Onlar gelip bekliyorlar?! Şüphesiz belirmiştir..." (Muhammed, 18) kıyamet çatmasını onun mı alâmetleri âyetiyle ifâde edilen kıyamet alametleri cümlesinden sayılabilir. Evet, kıyametin alametleri bellidir, ama keyfiyetini Allah bilir. Bu sebeplerden biri veya bir kaçının tahakkuku için, uzun seneler geçmesinin gerektiği hesaplanabilir. Ancak unutulmamalı ki, kâinatta bilinmeyenler bilinenlerden çok daha fazladır. Allah'ın iradesi de, bütün hesapları bozmak için kâfi bir sebeptir. Nasıl ki, sapa sağlam duran ve uzun yıllar bâki kalacak gibi görülen koca binalar, ansızın gelen bir depremle yerle bir ediliyorsa, kâinatın yıkılması da böyle olabilir. Dolayısıyla, vukuu kesin olsa da, kıyametin ne zaman kopacağını Allah'tan başkası bilmez: "Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki, onun ilmi ancak rabbimin katındadır. 50 Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Nursî, İşaratu'l-İ'caz, s. 37. 2. Taşkın Tuna, Uzay ve Dünya, İstanbul, 1982, s. 21, 23. 3. Şarkavî, Şarkavî, Muhammed Abdullah. el-İman, Kahire,1989, s. 296. 4. Şadi Eren, Kur'ân'da Gayb Bilgisi, Işık yay., İzmir, 1995, s. 217. 5. Nursî, İşarâtu'l-İ'caz, s. 242-243; Abdülmecid Ünlükul, İmân Dili, Konya, 1961, s. 58-59. 6. Paul Davies, Son Üç Dakika, çev. Sinem Gül, Varlık Yayınları, İstanbul, 1994, s.30. 7. Hüseyin Demirkan. Yıldızların Esrarı, İstanbul, 1978, 14. bsk., s. 31. 8. Davies, s. 126; Steven Weinberg, İlk Üç Dakika, Tübitak Yayınları, 6.bsk. Ankara, 1996, s. 139; Sadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik, Timaş, İstanbul 1995, s. 376 vd. 9. Ümit Şimşek. Big Bang Kâinatın Doğuşu, İstanbul, 1980, s.74. 10. A.g.e, s. 74 11. Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi yay. İstanbul, 1992, s. 368. 12. Davies, s.86, 126; Weinberg, s. 139-141; Tuna, Uzayın Sırları, s.144, 369-370; Merdin, 379 13. Entropi, enerjinin kıymetsizlenmesini ifade etmek için kullanılır. Matematik ifadesiyle, bir sistemin sahip olduğu ısı miktarının onun mutlak sıcaklığına oranına o sistemin entropisi denir. 14. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, s. 114 vd; Davies, s.21, 24; 15. Senih, s. 6-7 (Sir James Jeans, Etrafımızdaki Kâinat'dan naklen). Evren sonlu bir hızla geri dönülmez bir şekilde tükendiğine göre, ezelden beri var olması mümkün değildir. Sonlu bir hızla tükenen bir şey ezelî olamaz, şimdiye kadar ölmüş olurdu.Böylece, evrenin en sonunda yok olacağını gösteren bütün kanıtlar, aynı kesinlikte, onun zaman içinde belli bir başlangıcının olduğunu da gösterir (Barnett, s. 119; Davies, s. 25) 16. Davies, s.66, keza bkz. a.e, s. 63-74, Demirkan, s. 44, 46; Tuna, Uzayın Sırları, s. 268-271. 17. Davies, s. 24; Tuna, Hayat Kaynağımız Güneş, Yeni Asya yay. İstanbul, 1983, s. 22. 18. Davies, s. 58; Tuna, Güneş Sistemi, Yeni Asya yay. İstanbul, 1983, s. 53; Uzayın Sırları, s. 87; Hayat Kaynağımız Güneş, s. 22; Demirkan, s.18. 19. Han, el-İslâmu Yetehaddâ, s. 82 (Biography of The Earth, s. 62'den naklen). 20. Davies, s. 15-17, Senih, s.11-15; keza bkz. Gazi Ahmet Muhtar Paşa. Yaratılış ve Ötesi (Serâiru'l-Kur'ân), Sadeleştiren: Ali Turgut, Kültür Basın Yayın Birliği, İstanbul, tsz., s. 230, 267. LEYLA (Kalbi en çok meşgul eden şey, o kalbin Leyla’sıdır.) Boşuna kurulma geçip karşıma, O hayal yüzünü süzemem Leyla, Sakın talip olma mezar taşıma, Adını yanıma yazamam Leyla. Bunca yol kat ettim, artık sapamam, Göbekten bağlıyım, Can’dan kopamam, Bir sönen yıldıza asla tapamam, Çocuk bahçesinde azamam Leyla. Ben senin dünyana ait değilim, Bu bir gönül hali, bu bir eğilim, Ayağım sendeyse ötede elim, Bir gölge üstünde gezemem Leyla. Beni meşgul edip kesme hızımı, Dermanın almıyor artan sızımı, Bu yüzden elime alıp sazımı, Ardına türküler dizemem Leyla. Bir âşığım ancak o sen değilsin, Nasıl bir faniye kalbim eğilsin, Mecnun olan gönül seni ne bilsin, Attığın düğümü çözemem Leyla. Ne libas giydirin, ne inci takın, Kiralık konaktan çıkmam çok yakın, Bu bir heves değil, bekleme sakın, Hakiki mirastan bezemem Leyla. Bir sahte cilveye, yakmam kendimi, Keskin bakışına kurdum bendimi, Senin hatırına ben efendimi, Ebedi yârimi üzemem Leyla. Ey geçici rüya, ey ölümlü düş, Sende bir Baki’nin arkasına düş, Madem ki sonunda O’nadır dönüş, Kendi mezarımı kazamam Leyla… Enseme çöksen de gözüm sılada, Ruhumun gıdası, gökte ki balda, Söz verdim elestte, yevm-i belada, Dostumla ahdimi bozamam Leyla, Sebahattin TÜZÜN 51 yirmibeş urhan ÇOCUKSU RUHUMUZDA YAŞAYAN RAMAZAN Hasan BAŞAR İçinde bulunduğumuz bu günlerde ramazanın maneviyatını bütün ruhumuzla yaşıyoruz. Bereket ve rahmet ayı olan ramazan, sosyal ve kültürel yaşantımızı çepeçevre kuşatmış bulunuyor. Davranışlarımıza ve duygularımıza tamamıyla ramazanın hâkimiyeti egemen. Kendimizi ramazan ayının manevi dünyasına bırakmış huzur ve saadet içerisinde kendimizden geçiyoruz. Zincirlere vurulmuş, şeytanların olmadığı bir dünyanın doyasıya tadını çıkarıyoruz. İnsan ve insanlık sürekli değişir. Her değişim beraberinde kendisine has duygu ve düşüncesini de getirir. Ama insan evrenseldir. Hz. Âdem’den bu yana da aynıydı, bundan sonra da aynı olacaktır. Değişen sadece eşyadır, mekândır, olaylardır. İnsani olan duygular değişmez. Hiç olmazsa yılda bir ay, insani duygularımızı doyasıya yaşıyoruz. Hele günümüzde hayatın yoğun ritminden uzaklaşıp, hayatın sadece koşuşturmacadan ibaret olmadığının ayrımına varıyoruz. Artık bu ayda kişisel hırslarımız, ihtiraslarımız dizginleniyor. Kendimizi hafiflemiş hissediyoruz. 11 ay boyunca yorulan bedenimiz, ruhumuz duygu boşalması yaşıyor. Negatif enerjiyi bir kenara bırakıp, hayata sil baştan yeniden başlıyoruz. Bütün bunları söylerken yaşları belli olgunluğa ermişlerin, ruhunun derinliklerin den şöyle bir inlemeyi duyar gibiyim. “Ah nerde o eski Ramazanlar.” 52 O eski bayramlar, o eski ramazanlar nerde? O kutlu tekbirler, o mutlu anlar nerde? Yüzlercesi gitti, biz kaldık yapayalnız; O eski dostlar nerde, o cananlar nerde? Hüseyin Ozan ÖZTÜRK Evet, hayalimizdeki o eski ramazanlar yaşanmıyor; ama sadece, sadece bizim için yaşanmıyor. Oysa ramazan o eski ramazanlığından hiçbir şey kaybetmedi. Sadece değişen olaylar, eşyalar ve insanlar. Ama ramazan yine aynı ramazan. Değerli anneler, ramazan hazırlığını sıradan olmaktan çıkartın. Çocuğu nuzun, ailenizin çevrenizin dikkatini çekecek aktivitelerle süsleyin. Çocuğunuzu sıcacık bir pide almaya gönderin, fırında beklemenin tadını, o mis gibi kokan pideleri elinde getirme zevkini yaşatın. Hafızalarımızdan silinmeyen o eski ramazanların tadını çocuk psikolojisi içinde aramalıyız. Çocuklar tamamen duygusaldır. Akıl ve mantık onlar için ikinci planda gelir. Çocuklar coşkuludur, heyecanlıdır, meraklıdır, heveslidir. Her şeyden önemlisi saftır. Çocuksu dünyasında kötülük nedir bilmez. Olaylara karşı bencildir. Her şeye kendi penceresinden bakar. Kendileri için özel olan şeyleri bir ömür boyu unutmazlar. İşte insana “Nerde o eski Ramazanlar” dedirten şeyde o çocukluk ruhunda yatmaktadır. Biz elbette çocukluk duygularımızla ramazandan aldığımız zevki, şimdi alamayacağız. Artık çocuksu dünyamızdaki o tatlı telaşları yaşamamız mümkün değil. Hayatın ritmine ayak uydurup, kendi telaşlarımız içinde çocuksu olan çok şeyimizi kaybettik. Her insan için geçerli olan kanun bizim içinde işledi ve yaşlanmaya başladık. Ramazanın sembolü olan yardımlaşma, dayanışma aslında günümüzde de yaşanıyor; ama eksik olan sadece heyecan. İnsanlık dayanışma, yardımlaşma gibi özelliklerinden hiçbir tanesini kaybetmedi. Bilakis daha güçlü, daha dinamik, daha fazla kendisini hissettiriyor. Ve ramazan hızla bozulan, yozlaşan dünyada insanlara unuttukları o muhteşem duyguları yeniden yaşatıyor. Kuruyan kalplere yeşerme fırsatı tanıyor. İnsan ve insanlık sürekli değişir. Her değişim beraberinde kendisine has duygu ve düşüncesini de getirir. Ama insan evrenseldir. Hz. Âdem’den bu yana da aynıydı, bundan sonra da aynı olacaktır. Değişen sadece eşyadır, mekândır, olaylardır. İnsani olan duygular değişmez. Bu duyguların dışa vurumun da kullanılan eşyalar ve olaylar değişebilir; ama duygular değişmez. Bir çocuğun lunaparkta çarpışan arabalara bindiğinde aldığı zevk ile bundan 200 yıl önceki bir çocuğun Hacivat ile Karagöz’ü izlerken aldığı zevk arasında bir fark var mıdır? Diye sorarsanız. “Hayır, hiçbir fark yoktur.” derim. İnsan sosyal bir varlıktır, düşüncelerini, duygularını genelde içinde bulunduğu toplum şekillendirir. Yani insanı içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünemezsiniz. Bugünün insanı dünün insanından farklıdır. Artık kendimize ait farklı yaşantımız, zevklerimiz oluşmuştur. Öyleyse nerde o eski ramazanlar diye dert yanacağımıza bir şeyler üretip ramazanlarımızı heyecanla beklenen bir ay haline getirmeliyiz. Yaşadığımız çağın gereklerine uygun yeniden düzenlemeliyiz. Bu düzenleme bilinçli ve programlı olmalıdır. Zamana karşı durulmaz. Bu düzenlemeyi biz yapmazsak zamanın kendisi mutlaka yapacaktır. Biz bu yaşantının neresine oluruz bilemem. Bildiğim tek şey eğer gerekli önlemler alınmazsa “Nerde o eski ramazanlar.” demeye bile hasret kalacağız. Ramazanın ruhunu bozmadan coşkuyla nasıl yaşanır’ın hesabını yapmak hepimize düşüyor. Çocuklarımıza bu kadarını borçluyuz sanırım. Evet, kendimiz için değil; ama çocuklarımız için bir şeyler yapmalıyız. ne gibi çalışmalar yapmalıyız? Siz çocuk olsanız ramazanı Evet, hayalimizde zevkle ve heyecanla beklemeniz için Sanıyorum, bu konu da en geçerli üç tane şey sıralayın? Desem ki o eski ramazanlar büyük sorumluluk yine kadına herhalde aklımıza ikiden fazla şey yaşan mıyor; ama düşmektedir. Şunu üzülerek ve açık gelmez. Ne, o eskinin Hacivat sadece, sadece bizim yüreklilikle söyleyebilirim ki Karagöz’ü, ne akşamları anlatılan evlerimizde ramazanı heyecanla için yaşanmıyor. Oysa masallar, ne iftardan sonra gidilen ramazan o eski rama karşılamıyoruz. Ramazan sessizce mahalle panayırları? evet, bunlar yok geliyor, sessizce tutuluyor ve sessizce oldu ya da yok olmaya yüz tuttu. Ama zanlığından hiçbirşey gidiyor. Artık haftalar öncesinden üzülmesi gereken biz değil evlatlarımız. kaybetmedi. Sadece evlerde ramazan hazırlığı başlamıyor. Toplumsal yaşantı belki bunları değişen olaylar, eşya O tatlı telaş yok artık. Çocukların hayatımızın dışına itti. Bu güzellikler çekecek, onları lar ve insanlar. Ama dikkatini artık nostalji olmaya başladı. Ama şeyler ramazan yine aynı heyecanlandıracak bunlar yok oldu diye oturup ağlayacak yaşanmıyor. Oysa evlerimizde bu mıyız? Hayır! Çağın gereklerine uygun ramazan. heyecanı yaşatacak olan hanımlardır. olarak ramazanı çocuklarımıza Vefakâr anneler unutmayalım ki sevdirecek eğlence unsurlarını çocuklarımıza heyecanı yaşatacak olan evdeki tatlı bulacağız. Ramazanı onlara sevdiremezsek, telaştır. Sizlerden tatlı telaşı gören körpecik yavrular, bu heyecanını hissettiremezsek değil ramazan kültürü, heyecanı yaşayacaktır. ramazanın kendisi de kalmayacak. Ramazanın kıyamete kadar heyecanla, coşkuyla yaşaması için Değerli anneler, ramazan hazırlığını sıradan özellikle çocuklarımıza sevdirilmesi gerekir. Bunun için olmaktan çıkartın. Çocuğunuzun, ailenizin çevrenizin dikkatini çekecek aktivitelerle süsleyin. Çocuğunuzu sıcacık bir pide almaya gönderin, fırında beklemenin tadını, o mis gibi kokan pideleri elinde getirme zevkini yaşatın. Yaptığınız yemeklerden komşunuza gönderin, evinize gelen çocuklara sımsıcak bir gülüş atın. Onları yaptığınız hazırlıklara ortak edin. Bütün benliği ile ramazanı yaşatın ki büyüdüklerinde onlarda gururlanarak “Nerde o eski ramazanlar” deme zevkine sahip olsunlar. Babalar, dedeler, emmiler sizde yemekten sonra evinizde televizyonun karşısına geçip oturmayın. Evladınızı akşamları yanınıza alın teravihe götürün, oradan çıkın bir lunaparka, sinemaya, sirke ne bileyim onların ruhuna hitap edecek yerlere götürün. Emin olun çocuk çocuktur ve sadece duyguları vardır. Hiç olmazsa o birkaç yıllık çocuksu çağı çocuklarımıza heyecanla yaşatalım. Büyüdüklerinde onlarda gururlanarak “Nerde o eski ramazanlar” deme zevkine sahip olsunlar. Onlardan bunu esirgemeyelim. Biz o mutluluğu yaşadık, çünkü bizim etrafımızda bize o mutlulukları yaşatan güzel insanlar vardı. Şimdi sıra bizde, o güzellikleri çocuklarımıza yaşatması gereken biziz. Ama biz ne yapıyoruz? Oturmuş sadece dert yanıyoruz. “Nerde o eski ramazanlar.” diye n. atırlayı k h i n i t rece nime e olan rden rızık ve nasıl z i s n ı ’ lde llah e ye n l a r ! A i z e g ö k t e n v y o k t u r. O h a a s n i y s E a ilah n başk z. başka Allah’ ta mı? Ondan rülüyorsunu r, 3 r ü ı o l a n va a k ü f r e d ö n d ı K e r i m , F â t d r n oluyo Kura bir "Be nim le dün yan ın mis ali, bir o ki, zer ada mın hal ine ben ek enm gel ağa cın altı nda biraz göl k ere iste miş , son ra ağa cı ter ked kal kıp git miş ." Ha dis –i Şe rif SATIRLIK Akı llıla rla cen k etm ek, akı lsız larl a hel va yem ekt en kol ayd ır. Fu da yl b. İya z Yahya MACİT yhmc69@mynet.com HAKİKATLER Açık bir gönülle dünyayı imtihan ettiğinde, onu sadakat elbisesi içinde düşman bulursun. Erzurumlu İbrahim Hakkı Sual: Ey velî, insan nasıl olmalı, söyle ! Cevap: Son anda nasıl olacaksa hep öyle. Necip Fazıl arı n çom arl aşı yor. Din siz lik, irti cal İns an ina nçl arı nı kay bed inc e mis kin sür ü hal ine get ire n veb a. aff edi lme zi. En yiğ it ord uyu , en Ce mi l Me riç Mad em bu zeng inlik ler seni n, ned en ötek i dün yaya götü rmü yors un. Ben jam in Fra nkli n El değmemiş tabiat, hem dünyevî cennetten bir işaret, hem semâvî cennetten bir haberdir. Fritchof Schoun Ya b ir yo l b u l, ya b ir yo l aç , ya d a yo ld an çe ki l. M ü m in S e k m a n Bedenler semirdikçe, ruhlar sıskalaşıyor. Hayati Bice Hiç bir şey için “be nim dir ” de me . Sa de ce de ki “ya nım da dır ”. D. H. La wr en ce en Ço k şey ler e sah ip olm ak dün yal arı iç iste yen ler in kıs ırd ır. Joh n E. Ste inb eck İki gözünüzü bir milyar dolara satar mısınız ? Ya elinizi ? Ya çocuklarınızı ? Peki bunların hepsini takdir edip Allah’a şükürediyor muyuz ? Dale Carneige 55 yirmibeş urhan ÇOCUĞUMUZU MÜSLÜMANCA EĞİTMEK Ramazan ÇAKIR “İlk söz olarak çocuklarınıza güzelce La ilahe illallah demeyi öğretin.” (Hadis) … Daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi “Seküler/dünyevi, dini belirli zamanlara hapsetme mantığı, Müslüman’ından Müslüman olmayanına kadar ne yazık ki her kesimin içine yerleşmiş bir durum arz ediyor. Bu durum içerisinde çocuklarımızı okulların eline teslim ederek okul döneminde onların manevi gelişimlerine dikkat etmiyoruz. Çünkü dini hayattan bağımsız algılama anlayışı en şuursuzumuzdan en şuurlumuza kadar içselleştirdiğimiz bir durum… “Din hayattan bağımsız değildir.” diyenlerimiz bile davranışlarıyla bu düşüncelerini yalanlıyorlar. Çünkü hemen hemen herkes çocuğunu bir okulun eline kayıtsız şartsız teslim ettikten sonra, “Aman çocuğum okusun, adam olsun.” diyor; ama hiç kimse bu süre zarfında çocuğunun nasıl iyi bir Müslüman olacağını düşünmüyor. (Yaz Tatillerini Değerlendirme/Dinlendirme Çalışmaları, Burhan Dergisi, Haziran 2007)” Ekim ayı itibariyle okul sezonu yeni başladığından her dönemde dikkat edilmesi gereken çocuğun din eğitimi bu dönemde daha bir önem kazanıyor. Bu vesileyle geçen yazıda da 56 duyurduğumuz gibi bu sayının konusu “Çocuğun din eğitimi” olarak belirlendi. küçük Aileler, özellikle anneler, çocuklarının çok yaşlardan itibaren çeşitli sorularıyla “Biz çocuklarımıza da oruç tutturur, onları da kendimizle birlikte mescide götürürdük. Boyalı yünden oyuncaklar yapardık da yemek istedikleri zaman onlara bu oyuncakları vererek oyalanmalarını sağlardık.” karşılaşırlar. Mesela çocukların nereden geldikleri ile ilgili soruları aslında kendi varlıklarını soru yaparak hayatın kaynağını, anlamını, nereden gelip nereye gideceklerini düşünmelerinin ve sormalarının ilk basamağıdır, bu sebeple çok değerlidir. Çünkü dikkatli bir gözlemci bu sorudan sonra başka varlıklarla ilgili soruların sorulduğunu görecektir. Yukarıda belirttiğimiz ilk sorudan sonra pek çok ebeveyn çocuklarının küçük yaşlardan itibaren Allah hakkındaki sorularıyla karşılaşmaktadır. Bu da çocukların çok küçük yaşlardan itibaren bir din duygusuna sahip olduklarını gösterir. Bu Peygamber Efendimiz (sav)’in “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Daha sonra anne ve babası, çevresi onu Hıristiyan ve Yahudi yapar.” hadisinde güzel bir tespit olarak karşımıza çıkar. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (sav), din duygusu küçük yaşlardan itibaren oluşmaya başlayan çocuklara önce Allah’ın isminin öğretilmesini emretmiştir. “Çocuklarınıza konuşmaya başlayınca “La ilahe illallah”ı en güzel şekilde öğretiniz.” Çocuklarımızda din duygusu küçük yaşlardan itibaren oluştuğundan onlara ibadetlerin talimi de küçük yaşlardan itibaren olmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav)’in de buyurduğu gibi yedi yaşı bunun için uygun yaştır. Özellikle namaz ibadetinin alıştırılmasıyla ilgili Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Çocuklarınızı yedi yaşından itibaren namaza alıştırınız, on yaşına geldiklerinde kılmıyorlarsa hafifçe dövünüz.” Kuran’da İbrahim (as)’ın şu duasıyla karşılaşırız: “Rabbimiz, ...soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar…”(Bakara,128) Müslüman bir anne babanın en önemli vazifesi Allah’ını ve peygamberini seven, her türlü davranışını Allah’ın isteğine göre şekillendirmeye çalışan, ahlaklı nesiller yetiştirmek, onları böylece ateşten korumaktır; yani onları iyi bir Müslüman olarak yetiştirmektir. Allah(cc) bunu şu ayetiyle bizlere emrediyor: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşalar olan ateşten koruyunuz.”(Tahrim, 6) Çocukların iyi bir Müslüman olarak yetişmelerinin ilk ve en önemli yolu, ev ortamının İslami hassasiyete göre şekillenmesiyle olur. Bunu Allah(cc) Ahzap suresinde şu şekilde dile getiriyor: “Evinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti düşünün…”(Ahzap34) Eğer evlerimizde Allah’ın ayetleri okunuyor ve onlar üzerine sohbetler kuruluyorsa çocuklarımızda İslam’ı temel ölçü kabul eden bir hayat oluşacaktır. Çocukları birinci dereceden etkileyen ve kalıcı olabilen faaliyetler, çocukların büyükleri ile beraber yaptıkları faaliyetlerdir. Mesela, büyüklerle beraber yapılan dualar çocuğun kendini Allah’a daha yakın hissetmesini sağlayacaktır. Çocuk anne ve babasıyla kıldığı namazdan daha fazla zevk alacak, bu da namazı daha fazla sevmesine vesile olacaktır. Diğer dini faaliyetler için de durum böyledir. Sahabe efendilerimizin bu konudaki hassasiyetlerini gösteren bir örneği oruçla ilgili olarak geçen 57 sayıda anlatmıştık. Önemine binaen aynı örneği burada da aktaralım: “Biz çocuklarımıza da oruç tutturur, onları da kendimizle birlikte mescide götürürdük. Boyalı yünden oyuncaklar yapardık da yemek istedikleri zaman onlara bu oyuncakları vererek oyalanmalarını sağlardık.” Anneler ve babalar olarak çocuklarımızın bizim için birer imtihan olduğunu unutmayalım. Daha önceki yazılarımızdan birinde ifade ettiğimiz gibi, insanlar akıllarını, kalplerini ve midelerini ne ile doldurmuşlarsa davranışları da ona göre şekillenir. Bu sebeple daha boş bir kaset gibi olan çocuğun zihni ne ile doldurulursa ileriki yaşlarında da onu çalmaya başlayacaktır. O yüzden çocuklarımıza öncelikle ne öğrettiğimiz çok önemlidir: Konuşmaya başladığı sıralar çocuğa ilk önce “La ilâhe illallah” öğretilmelidir. Bu Peygamber Efendimiz(sav)’in emridir. Ayrıca yavaş yavaş kelime-i tevhidin manası da kavratılmaya başlanmalıdır. Çocuğun Kuran okumayı öğrenmesi sağlanmalıdır. Efendimiz (sav)’i Allah’tan daha çok sevdiğini söyleyen çocuklara bunun sebebini sorduğumuzda, “Allah biz yanlış bir şey yaptığımızda bizi yakıyor; ama Peygamberimiz çocukları daha çok seviyor.” şeklinde cevaplar vermektedirler. Çocuğa dualar öğretilmelidir. Dua etmenin alışkanlığı ve sevgisi kazandırılmalıdır. Bir anne baba Peygamber Efendimiz(sav)’in şu hadisini hiçbir zaman unutmamalıdır: “Bir baba evladına iyi terbiyeden daha güzel bir şey veremez.”(Hadis) Yazımızı Efendimiz (sav)’in çocuğuna Kuran’ı öğreten ve onunla amel etmesini sağlayan anne ve babalarla ilgili müjdesiyle bitirelim. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Kim Kuran’ı okur ve onunla gereği gibi amel ederse, kıyamet günü anne ve babasına ışığı güneş aydınlığından daha parlak bir taç giydirilir ve yine onun anne ve babasına değeri dünyalarla değişmez iki elbise giydirilir. Onlar: Çocuklarda ufak yaşlardan itibaren Allah sevgisinin öğretilmesi gerekir. Çocuklarımıza bazı davranışların yanlışlığını öğretmeye çalışırken sadece Allah korkusunu kullanmaya çalışmaktan kaçınalım. Çünkü bazı örneklerde de gördüğümüz gibi sadece Allah korkusu aşılanan çocukta Allah’a karşı bir nefret göze çarpmaktadır. Peygamber 58 Bunlar bize niçin giydirildi, diye sorduklarında kendilerine: Çocuğunun Kuran öğrenmesinden dolayı, diye cevap verilir. ” “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve koruyunuz.”(Tahrim,6) taşlar olan ateşten MUHABBET BAHÇESİ Yusuf ELİBOL TARIK BİN ZİYAD Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad, İspanya'ya çıkışında onikibin kişilik ordusuyla arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş: Kral Rodrik'in doksanbin kişilik ordusunu yenmişti - Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Daha sonra da Endülüs'te fetih Buralara gelip galip olacak bir komutandan (92/711 Mayıs). hareketlerini sürdürmüştü. Tarık ve ordusu bahsedip ülkenin omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi. başşehri olan Tuleytula yürüyünce, ahali korkudan boşaltmış, böylece orası üzerine kaçıp dururdu. Bu komutanın sol şehri hıristiyanlardan Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi kolayca alınmıştı. Bu fetihten sonra Tarık, bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu dağın arkasında 'Medinetü'l-Mâide' (Sofra da bir fetih müjdesi saydılar. Şehri) denilen yere geçti. Burada Hz. Süleyman a.s.'ın sofrasını ele geçirdi. Bu Musa b. Nusayr şehirleri zaptederek sofra yeşil zümrütten yapılmış, kenarları ve İspanya içlerinde ilerlerken, birçok kalıntının ayakları inci, mercan, yakut ve benzeri da yer aldığı geniş bir araziye ulaşır. Orada mücevherlerle süslüydü. Üçyüzaltmış ayağı dikili bir taş üzerinde oyma yazılarla şu yazıyı vardı. görür: 'Ey İsmailoğulları (Araplar)! Sizin varacağınız son yer burasıdır. Artık geri Kuzey Afrika valisi olan ve baştan beri Tarık'ın fetihlerine destek ve yardımda bulunan Musa b. Nusayr da, Tarık'tan bir yıl sonra dönünüz. Niçin döneceğinizi de bildireyim: Sizler aranızda kavga ve ihtilafa düşeceksiniz.' Musa buradan geri döner. onsekizbin askerle, gördüğü lüzum Endülüs'e girmiş; iki ayrı koldan Derler ki, Romalılar Endülüs'e girdikleri fetihler sürerken, iki ordunun buluşması zaman bir evle karşılaştılar. Onlardan her kral ancak bir yıl sonra mümkün olmuştu. Böylece buraya bir kilit ekliyordu. Gotlar da aynı şeyi iki büyük komutanın gayretiyle Endülüs fethi yaptılar. Rodrik İspanya kralı olunca, bütün iki yılda tamamlanmıştı. uyarılara rağmen bu kilitleri açtı. İçeride üzerine kırmızı sarıklı ve siyah atlı Arapların resmini Endülüs'ün fethiyle ilgili, bazı garip olaylar gördü. Bir de şöyle bir yazı vardı: 'Bu ev da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad Cebel-i açıldığında, bunlar da bu ülkeye girecekler.' Tarık Boğazı'nı geçip Endülüs'e girince, esirler İşte o sene Endülüs fethedildi. 59 AZRAİLİN GÜZELLİĞİ -Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıraBen, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum. Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak: -''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum. -"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?" Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak: --"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..." Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta kala: 60 -"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?" -"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter." O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek: -"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?. İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na: -"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin. Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu: -"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?" -"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir." Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek: -"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti: -Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de: -Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!... İLİMSİZ AMEL EDENİN SONU Bersisa isminde bir zat, inzivaya çekilmiş, gecegündüz vakti Allah'a (c.c.) ibadetle geçer ve hiçbir kötülükte bulunmazdı. Bu zatı şeytan aleyhilla'ne kandırmak için türlü hilelere başvurdu. Fakat bir türlü kandıramadı. En sonunda şeytan işin kolayını bulmuşt'u. Çünkü Şeyh Bersisa, âmil, mütteld, züht ü takva sahibi bir zattı ama, alim değildi. Yani ilm-i zahiri yoktu. Ondan dolayı onu kandırmak kolay olacaktı. Plânını şöyle tatbik etti: Şeytan, sırtında cübbesi, elinde asası, başında sarığı, elinde tesbihi olduğu halde bembeyaz sakalıyla Şeyh Bersisa'nın ibadet ettiği yere varıp kapısını çaldı. Şeyh Bersisa kapıyı açtıktan sonra, kim olup, nereden geldiğini ve niçin geldiğini sordu. Şeytan Alleyhilla'ne ona şu, cevabı verdi: - Ben dünya nimetlerinden uzak, ömrünü Allah'a ibadetle geçirmek isteyen bir kimseyim. Bir Allah dostu bulup kendime arkadaş edinmek için çok yer dolaştım, fakat sizden başka bir kimseye rastlamadım. Memleketine yaklaştığımda, sizin isminizi duydum. Sizin de bütün gayretiniz Allah'ın rızasını kazanmak olduğuna göre, beni de kabul buyur da, beraber ibadete devam edelim.» dedi. Şeyh Bersisa, onun şeytan olduğunu ve kendisinin ayağını kaydırmak için geldiğini nereden bilecekti. Arkadaşlığı kabul etti... Beraber ibadete başladılar. Aradan zaman geçiyor, Şeyh Bersisa ibadet ediyor, yiyor içiyor ve diğer insanlar gibi yaşıyor, lâkin Şeytan Allah'a öyle ibadet eder gözüküyor ki yemiyor - içmiyor, yatıp uyumuyor ve bütün zamanını ibadet ederek geçiriyordu. Şeyh Bersisa, yeni dostuna hayran kalmıştı. Aradan- çok zaman geçmeden dayanamayarak: - Ey Allah'ın salih kulu, sen bu mertebeye nasıl yetiştin. Ben senelerden beri ibadet ederim, yeyip içmekten kurtulamadım. Sense bütün zamanını ibadete ayırabiliyorsun. Ne olur, bunun sırrını bana da öğret de, ben de senin gibi olayım, dedi. Şeytanın istediği doğmuştu... - Bunun kolayı var! Evvela bir büyük günah işleyecek, sonra da -ona samimiyetle tövbe edeceksin. Büyük bir günah işlemiş olduğundan Allah'tan daha fazla korkmaya başlayacak ve böylece de benim gibi, sen de her türlü insanî kötü hasletlerden kurtulmuş olacaksın, dedi. Şeyh, meselâ ne gibi bir günah işlemesi lazım geldiğini sordu. Şeytan, artık bayram ediyordu. Çünkü avını kandırmıştı. - Zina edebilirsin, dedi. Şeyh: - Yapamam, dedi. Bu sefer şeytan: - Adam öldür! dedi. Bersisa, yine: - Onu da yapamam, dedi. Şeytan: - İçki içersin, dedi... Bersisa, düşündü taşındı, onu biraz hafif görmüştü: - O olur, yapabilirim, dedi. Şeytan artık sevincinden havalarda uçuyordu. Bersisa doğru kasabadaki meyhanelerden birine gidip bir miktar içki istedi, içkiyi sunan saki kadındı, içtikçe içti ve sonunda sarhoş olup kadına zina etmeyi düşünmeye başladı. Şeytan tabiî ki boş durmuyor, adamın gözüne gözükmeden nefs yoluyla durma, böyle fırsat elegeçmez, hemen bu kadınla münâsebet kur, diyordu. Bersisa, tamamen sarhoş olduktan sonra, meyhaneci kadına orada zina etti. Bu onun için çok kötü bir şeydi... Duyulursa ne derlerdi. En iyisi o kadını öldürüp gömmekti, ve öyle yaptı. Kadını öldürüp meyhanenin arkasında bir yere gömdü. Fakat hadise duyulmakta ve yayılmakta gecikmedi. Bersisa'yı yakalayıp mahkemeye çıkardılar. Katil oldüğü için kısasa kısas Ölümüne hükmolundu. Bersisa idam sehpasına çıkmış, artık ip boğazına geçirildikten sonra onu kurtaracak hiçbir kimse yoktu. Şeytan karşıda görüldü. - Bu hal nedir ey dostum, dedi. Bersisa: - Görüyorsun ey Allah'ın sevgili kulu beni kurtar, diye yalvarmaya başladı. Şeytan: - Bir şartla seni kurtarırım. O da bana secde edeceksin, dedi. Bersisa: - Görüyorsun ip boğazıma geçirilmiş nasıl secde edebilirim, deyince de: - İşaretle secde edebilirsin, dedi. Bersisa başıyla işaret ederek secde etti ve sandalye ayağının altından çekilince imansız olarak göçüp gitti. Allah muhafaza buyursun. İlimsiz amelin, insanı nereye kadar götüreceğine güzel bir misâl böylece vuku bulmuş oldu. Eğer onda şeriata müteallik ilim olsaydı içki içmek, zina etmekle, adam öldürmekle evliya olunamayacağını bilir ve şeytana uymazdı. 61 yirmibeş urhan SÜNNETE FRANSIZ KALANLAR İÇİN Feyzullah BİRIŞIK Bu başlığı takriben on sene kadar önce Malatya’da eski apartman komşumuzun dükkanında sünnet konusunu konuştuktan sonra yazacağım ilk kitap başlığı olarak ajandama notlamıştım…O tarihe kadar kitap yazmak gibi bir düşüncem yoktu…Ama arkadaşımın sünnet konusundaki fikrini öğrenmiş olmam pek de önemsemediğim bir konuyu araştırmama vesile oldu… Arkadaşım; Kur’anın korunduğunu ama sünnetin korunmadığını ve bizleri bağlamadığını iddia ediyordu… Sünnet, vahiy olamaz ve peygamberimiz kuran dışında emir ve yasak koyamaz demişti… O saate kadar sünnetin önemi ve dindeki yerini hiç düşünmemiştim…Kaynağı belli olmayan hadisler dışındaki tüm sahih hadisler başımla gözüm üstüneydi,ki hala öyle… Arkadaşımı ikna edecek bilgi birikimim yoktu ama yanıldığından adım gibi emindim… Konuşurken ses tonu ve mimik hareketleri sanki; ‘ iyi ki de sünnet dinde delil değil! İyi ki tüm emir ve yasaklar kuranla sınırlı! Yoksa rahat bir hayat yaşamazdık!’ der gibiydi… İlginçtir, o gündür bu gündür o sapık görüşü savunanlar sanki tek bir okul mezunlarıymış ve 62 aynı hocadan ders almışlarmış gibi aynı tavrı sergiliyorlardı konuşmalarında ve mimik hareketlerinde… İnanın sünneti hafife alan prof.’lar la da görüştüm akademisyenler ve araştırmacılar la da… Konuşma uslupları ve kaynakları aynıydı… Bu görüşe sahip olanların bazı ortak özellikleri dikkatimi çekti. Bunlar ; 1. Zekalarına aşırı güvenirler 2. Tartışmayı çok severler 3. Ahiret kaygıları yoktur bunların 4. İbadetlerinde oldukça gevşektirler 5. Hemen hemen her ortamda ve yazılarında sünnete gölge düşürmeye çalışırlar 6. İlim adamlarımızı ve sahabeleri adam yerine koymazlar. 7. Laubalidirler 8. Kurana davet ederler ama kuranı hayata nasıl taşıyacağınızı öğretmezler. Ki kendileri de bilmezler… Bu görüşe sahip olan kişilerin yazmış oldukları kitaplara baktığımızda şu başlıklar göze çarpar; 1. Buhari’de birçok uyduruk hadis vardır! – Ki alakası yok. 2. Hadislerin yazılması yasaklandığı için yıllar sonra kaleme alınan bir kitaba nasıl güveneceğiz?- Yine alakası yok. Çünkü hadislerin yazılmasının yasak olduğu genel değildi. ve o dönemde hadisler kaleme alındı. 3. Hadisler kur’an’a arz edilmeli. Paralellik arz ederse alınmalı… Oysaki o hadis dedikleri sözün sıhhat derecesini araştırmazlar. Alimlerimiz hadislerin kur’an’a arzı sözünün uydurma olduğu görüşünde ittifaklar. 4. Kitaplardaki dipnotlara baktığımızda Müsteşrikler ve akılcı olan yazarları görürüz. Ehli sünnet alimlerimiz Buhari ve Müslim’de uydurma hadislerin olmadığını söylerler… Yüzyıllardır okunan ve yaşanılmaya çalışılan bu hadislere uyduruk sözlerin karıştığını fitnelemek sanırım kafirlerin işi olmalıydı…Ama gelin görün ki kafirlerin saldırması gereken sünnet kalesi içten yıkılmaya çalışılıyor… Bu görüşe sahip olanlara sordum; kitaplarınızda Buhari’de yüzlerce uydurma sözlerin olduğunu söylüyorsunuz. Diyelim ki beş yüz tane uydurma söz karışmış… neden geriye kalan binlerce sahih hasislerden bahsetmiyorsunuz? Neden o sahih hadislere şerh düşmüyorsunuz? Çıkardığınız dergilerde de aynı saldırıyı görüyoruz… Yaptığınız sempozyumlarda da bağırırcasına ikinci kaynağımıza gölge düşürüyorsunuz…’Vallahi siz samimi değilsiniz… Sadece sırıttıklarına şahit olursunuz bunların… Aradan yıllar geçti ve bu gibi düşünen insanları nasıl ikna edebilirim diye düşünmeye başladım… Öncelikle yapmam gereken şeyin sünneti eleştiren yazarların kitaplarını incelemekti ve öyle yaptım… Yayın dünyasının göbeğinde olmam o kitaplara kolayca ulaşmamı sağladı… yerli ve yabancı çıkmış kitapları aldım ve muhtevasına baktım… İnanın aynı okul mezunları bunlar! Bu kez de sünneti savunan ilim adamlarımızın kitaplarını topladım. Yerli ve yabancı… Sünneti savunan ilim adamlarımız maalesef karşısındaki insanların sanki samimi ve arayış içinde olduklarını sanmışlar ve bunlara ilmi cevaplar vermişler…Kısmen haklı olabilirler ama bunları adam yerine koymamaları lazımdı sanki… Gerçi Arap ülkelerindeki sünnet düşmanları bizim ülkemizdekiler gibi mi bilmiyorum… Bunların niyetlerinin bozuk olduğunu ispat etmek lazım… Bir hippinin ya da bir sarhoşun gelip te : Mezhepler arasındaki fıkhi ihtilaflarını sormasına ne cevap verirsiniz ki? Şeytan bunları nasıl da kandırmış, ama farkında değiller… Allah’ım! Günün yirmi dört saati , dünyanın herhangi bir yerinde peygamberimizi örnek almamız mümkün iken , bu insanlar şeytana askerlik yapıyorlar. Peygamberinle aramıza girmeye çalışıyorlar… Allah’ım senin kitabına sıkıca sarıldığını sanıyorlar… Oysaki tartışmalarda galip gelmek için sözlerinin Türkçe sini ezberliyorlar… Allah’ım sen bu insanların şerrinden bizleri koru… Özet olarak; 1. Sünnet, Kur’an-ı Kerim’den sonra 2.kaynağımızdır. 2. Sahih hadisler korunmuştur 3. Sünnet vahiydir. 4. Resulullah (s.a.v) Kur’an dışında emir ve yasak koyar, ki yüzlerce hadisler vardır bu konuda. 63 yirmibeş urhan GİYİNİK ÇIPLAK MIYIZ? Zeynep GÜLOĞLU Rahmetli annem, buluğ çağına pardösü” rezaletinin neresi tesettür ey erişmemiş çocukların bile önünden geçmez Müslüman hanımlar? Bütün vücut hatlarını dikkat eder ve çevresine de bunun ne demek belli eden bir kıyafet ne kadar tesettüre olduğunu anlatırdı. Rahmetli babaannem yüz uygundur buna siz karar verin. yaşına yaklaşmıştı ama kendisini ziyarete pantolon, başta başörtüsü… Ebu Hureyre gelen genç çocuklara bile edepli davranır, (ra)’dan Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: onlar gelince toparlanır, “Cehenneme girecek iki sınıf vardır ki ben henüz onları görmedim: “Biri ellerinde öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla insanları döven bir grup, diğeri erkeklere meyleden onları kendilerine meylettiren giyinik çıplak kadınlardır. Onların başları kendisine dikkat ederdi. Böyle bir giriş yapmamın sebebi artık çevrede görüp duyduklarımızın bizi yürekten yaralaması ve bu gidişin hiçte iyiye doğru olmaması. Dönüştürülüyoruz. görmemesi için Dün dışarıya elbiselerle yabancı rahatlıkla dolaşabiliyoruz. başkasının asmadığımız erkeklerin gittikçe dejenere oluyor. yanında Değerlerimiz Çarşafları çıkarıp Pardösüye geçiş yaptık. Pardösüde duramadık “ne olacak canım” diyerek normal kıyafetle “özgürce!” dolaşmaya başladık. Orada da duramadık “oturtmalı pardösü” rezaleti çıkardık. Allah aşkına bu “oturtmalı işte 64 Ayakta Derdi yüreğinden büyük olan uhud kahramanı Nesibe annelerin, Sümeyra annelerin takipçisi bizler her halimizle onlara layık olmaya çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki günler yaklaşıyor, ömür sermayemiz günbegün eriyor. Attığımız her adım, yaptığımız her şey kayda alınıyor. deve hörgücü gibi kabarıktır. Bu kadınlar cennete giremezler ve onun kokusunu dahi alamazlar. Oysa cennetin kokusu şu kadar mesafeden hissedilir.” buyurdu. (Müslim, Kitabü’l-Adab, 10. bab, Tirmizi İsti’zân, 61. bab) modern ve açık giyimli olanlardan farklı değil. Şarkıcıların konserlerinde, başları örtülü, bağırları, göbek kısımları açık genç bayanların nasıl kendilerinden geçtikleri de objektiflere yakalanıyordu. Şimdi “açık olsa daha mı iyi” diyecek olanlar olur mutlaka. Onlara sözüm şu ki: tesettürün bir ruhu, bir anlamı vardır. Lütfen bu ruhu öldürüp onu sadece bir aksesuar haline dönüştürmeyelim. Ey Müslüman hanımlar! Bu tesettür dinin tâ kendisidir. Öyleyse ne yaptığımızın ve ne yapmamız gerektiğinin farkında olalım. Müslüman hanıma edep yakışır. Bu edep sadece kılık değildir kıyafetinde şüphesiz. Giyim tesettürlü olmak kuşamda edep, konuşmada edep, bütün anlarında edep. Bizim her hareketimiz mensubu bulunduğumuz dinin hanesine yazılmaktadır. Kimse seni beni işte falanca kadın diye algılamıyor. Bizi Müslüman kadın olarak görüyorlar. Bizim bir kimliğimiz var. Bu kimliğimize leke düşürecek hiçbir şey yapmamalıyız. Ve bunu yaparken de rıza en lillah yapmalıyız. Bir hadîsi şerifte "Bir kadın güzel koku sürünerek erkeklerin arasından geçer ve erkekler o kokuyu alırlarsa o kadın zânidir (zina yapan)." (Kütüb-i Sitte, İbrahim Canan, 7/521) demiştir. Bir tesettürlü hanım bunu bilmez mi ve buna dikkat etmez mi? Unutmamalıyız ki cennetin kokusunu alabilmek için ona layık olmak gerekir. Müslüman bir kadın yabancı erkeklerle şakalaşıp, kahkahalar atarak gülebilir mi? Tesettürün gayesi bir hanımı yabancı erkeklerden korumak değil midir? Şüphesiz öyledir. Peki tavır ve davranışlarımızla bize yakışmayan bir şekilde hareket ettiğimiz müddetçe işin hikmetini kaçırmış olmaz mıyız? Peygamberimiz: Bu ramazan akşamı konuşmamız bitmiş sohbetimizi yarıda keserek, sevgili bir dostumuzun arabasıyla Beşiktaş motor iskelesine gidiyoruz. Trafik sıkışık. Bir aracın yanından geçerken volümü yüksek bir müzik ve ona eşlik eden sesler var. Dikkatimden kaçmış, aziz dostum “Dikkat ettiniz mi başörtülü bayanlara” dedi. Onları geçmiştik. Trafik ağır ilerliyor, bir onlar bizi geçiyor bir biz onları. Kırmızı opel 34 TT … plakalı bir araç. İçinde başörtülü bayanlar. Camlar açık, arabayı süren bayan direksiyonu bırakarak, yerinde vals ediyor elleriyle vücuduyla. Yüksek sesle müziğe eşlik ediyorlar. Araba durduğu yerde zıplıyor. Trafik akışında herkesin gözleri üzerlerinde, dünya umurlarında değil. Sultanahmet panayırından mı, Feshane şenliklerinden mi, birinden geldikleri belli. Bu, gecenin saat 24’ünü geçe oluyor.” Ne yazık ki bu tür şikayetleri artık fazlasıyla duyar olduk. Dünyevileşme çılgınlığı aldı başını gidiyor. Öyle davranıyoruz ki sanki dünyada ebedî kalacakmışız gibi. Dert edindiğimiz şeyler değişti artık. Derdi Allah’ın rızasını kazanmak olan kaç kişi vardır sizce? Her geçen gün dünyevî ihtirasların peşine takılıp gidiyoruz. Bakalım bu gidiş nerde son bulacak. Derdi kahramanı köşe yazarlarından olan annelerin, uhud Sümeyra layık olmaya çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki günler yaklaşıyor, eriyor. ömür Attığımız sermayemiz her adım, Ali yaptığımız her şey kayda alınıyor. Öyleyse Haydar Haksal bey köşe yazısında konuya yarın yüzümüzü kara çıkaracak şeylerden “Epey bir zamandır başörtülü bayanların sokaktaki tavırları, davranışları şiddetle kaçınmalıyız. İşte bu hicretin ve değindi: Gazete Nesibe büyük annelerin takipçisi bizler her halimizle onlara günbegün Milli yüreğinden hakka kul olmanın tâ kendisidir. 65 Burhan çocuk MUSA KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com ÖĞÜT Bir gün Emir Süleyman Pervane, Mevlana’dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana, bir zaman düşündükten sonra: - Emir Pervane, Kur’an’ı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Dedi. Pervane: - Evet - Ayrıca, Şeyh Sadreddin’den hadis ilmi okuduğunu da duydum. - Evet doğrudur. Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuş: - Mademki, Allah ve O’nun peygamberinin sözlerini okuyorsun….O sözlerden öğüt alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadisin emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın. Pervane, bu sözler üzerine ağlayarak dışarı çıkar. Sevgili arkadaşlar Rabbimizin doksan dokuz güzel ismi (Esma-ül Hüsna)’dan yirmi tanesini bulalım. M U K T E D İ R B C S M A C İ D U H M Ü B D İ Ğ G F A U E D Ç A A I U İ Ş E H İ D J M İ K A M B H N K R İ D A K H M E D C B E L H O A M U H Y İ A Ö T P E K T R I V D E Ü U T V K M Ş V F A İ S R Y D Z H İ V A K U G E Ğ Y N O S e v g İ l İ A C İ D A G İ H Ğ H I K H Y I G B Ç M F M K O İ L S J İ N U Z F V E L İ D A B D H İ C L Ç M D E Şehid Metin Hak Macid Kavi Vekil Hay Kayyum Muhyi Muid Mübdi Muhsi Hamid Veli Muahhir Mukaddim Muktedir Kadir Samed Vahid Ç o c u k l a r yazı, şİİr ve resİmlerİnİzİ bİze gönderİn. Burhan Çocuk’ta hazırladığınız resİmlerİnİzİ, kendİ fotoğraflarınızı ve yaptığınız tüm çalışmalarınızı arkadaşlarınızla paylaşALım. O N B İ R AY I N S U LTA N I (Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahü teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.) [Nesai] Hadisi şerifiyle peygamber efendimiz Ramazan ayının faziletini bizlere bildirmiştir. Böylesine faziletli olan bu ay aynı zamanda Müslümanlar içinde bir hasat mevsimidir. Uykunun en tatlı, en derin vaktinde hiçbir amaç gütmeden sadece Allah’ın (c.c) rızasını kazanmak için sahura kalkan mü’min hem rabbimizin rızasını kazanır hem de Allah Resulünun (a.s.) : "Gecenin son üçte birinde, Allah’u Teala her Mani Bu aya hürmet gerek, Nîmete şükür gerek, Mübârek Ramazan’da, Hakka ibâdet gerek. gece dünya semasına tecelli eder ve şöyle buyurur: Dua eden var mı, duasını kabul edeyim! Benden hacet isteyen var mı, isteğini yerine getireyim! Benden mağfiret dileyen var mı, onu mağfiret edeyim!" müjdesine nail olarak yapacağı dualar kabul olur, her şeye gücü yeten, kadir, rahmeti sonsuz olan, esirgeyen ve bağışlayana hacetini arz edenin haceti görülür. Çünkü; Allah (c.c) verdiği sözü hakkıyla yerine getirendir. (amenna). Daha önemlisi günahlarından mağfiret edilir. Oruç tutan yiyip içmeyerek midesine, kötüye, namahreme bakmayarak gözlerine, kötü konuşmayıp faydalı şeyler konuşarak diline, kötülüğe gitmeyerek ayaklarına kısaca bütün azalarına Oruç tutturarak iftar sofrasına oturduğunda “Allah'ım senin rızan için oruç tuttum sana inandım sana sığındım, senin verdiğin rızıkla orucumu açıyorum hamd olsun verdiğin nimete afiyete, beni annemi babamı ve tüm inananları bağışla” diyerek iftarını açtığında Peygamberimizin (s.av) ifadesiyle Müslüman birinci sevincini yaşamıştır, ikinci sevinci ise Rabbine kavuştuğu zaman dır ki Ebu Hüreyra Radıyallahu Anh'dan rivayetle: Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah (c.c); Ademoğlunun işlediği her hayır iş kendisi içindir, fakat oruç böyle değildir. Oruç sırf Benim için edilen bir ibadettir. Onun mükafatını da Ben veririm" buyurdu. Rahmeti sonsuz Rabbimiz Oruç’un mükafatı için her hangi bir sınır koymuyor onun mükafatını ben veririm buyuruyor. Rabbimizin Rahmeti ölçülebilir mi? Bu ayın fazileti sayılabilir mi ? Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Şüphesiz, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan güzeldir.” (Sahihi Buhari) buyurmuşlardır. İnsanların tiksinip konuşmak istemediği kokuyu bile rabbimiz mükafatlan dırmıştır. Mani Göz aydın hepimize, Mübârek günler bize, Onbir ayın sultanı, Hoş geldin evimize. Bu duygularla oruç tutan kişinin her hareketine sevap vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Oruç tutan müminin susması tesbih, uykusu ibadet, duası müstecap ve amelinin sevabı da çoktur.” [Deylemi] buyurmuştur. Kısaca sahuruyla, iftarıyla, teravihiyle bir rahmet iklimidir ramazan. Rahmet atmosferi tüm mü’minleri çepeçevre kuşatmış. Nefes almamız, yememiz, yürümemiz, susmamız, konuşma mızla bir rahmet deryasında yaşıyoruz. Çokça ibadet ve dualarla günlerimizi geçirmenin gayretinde olalım. Bu duayı sıkça tekrarlayalım. Ya Rabbi iyilikleri yapmak kötülüklerden korunmak için bizlere güçver; zikrinin güzel tadını bizlere tattır; hıfzın ve örtünle bizleri (günah ve belalardan) koru. ( amin) 67 yirmibeş urhan BAŞKASINI DEĞİL KENDİNİZİ KURTARIN Nizamettin SÜRMELİ Türkiye’de medreselerin ve tekkelerin A.Kadir Udeh, İ.Teymiye kitaplarıyla verilmiş ve bir kısmına maaş bağlanarak halkla kitaplığımızdaki en mutena köşede yerini almıştı. irtibat içinde olmalarına müsaade edilmemişti. İran Aynı şekilde tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla, düşünürlerin kitapları tercüme edilmeye başlandı. silsileyle Resulullah’a (s.a.s) ulaşan icazetli Daha mürşid-i kamillerin yerini icazetsiz ve ehliyetsiz Afganilerin, kitap ve makaleleri kitapçı raflarını kişiler aldı. Bununla Hz. Peygamberden beri silsile süslemeye halinde gelen ve dünya üzerinde misli menendi düşünce, bağımsız düşünce, özgür düşünme olmayan adına oryantalistlerin kitapları tercüme edilmeye sisteminin ülkemizde sonu devriminden sonra O’nun Mevdudi’nin kapatılmasından sonra müderrislerin işine son icazet beraber ve sonra Abduhların, başladı. şii kitapları İranlı Reşid Hemen da alimlerin, Rızaların, ardından hür hazırlanmış oldu. Bundan sonra bazı hocalar, tel üzerindeki cambaz maharetiyle özel gayretleriyle talebe yetiştirmeye gayret ettiler bir kısmı da hayatlarını yurt dışında geçirme zahmet ve meşakkatine katlandılar. Mürşid-i kamiller ise imkanlar nispetinde hem sufi yetiştirmeye hem de ilmî çalışmalara devam ettiler. 1980’lere gelince Mısır’da ortaya çıkan “İhvân”ın başkanı merhum Hasan Benna’nın ve cemaatinin kitapları tercüme edilmeye başlandı. “Risaleler”ini bir solukta okumuştuk. Seyyid Kutup, 68 “Kerametler ve mucizeler Tarikatların işi”, “Hz. Meryem kendi kendine hamile kaldı, solucanlarda olduğu gibi”… “Tasavvuf kökten yanlış.” Tasavvufî olan ne varsa onu hafife almalar. “Çünkü tasavvuf zamanı değil! Zaman cihat zamanı!” “Partiye oy vermek şirk, siyasetle uğraşmak nebevî harekete aykırı” vs. başlandı. Yalan yanlış tercümelerle. Şok olduk, bu beklerken, Hz. Muaviye’yi, Hz Ebu Hureyre’yi… gâvurlar İslam’ın ve Müslümanların görmediği zem eden, yazı ve kitaplar ortaya çıkmaya, bilmediği ne kadar çok şeyi biliyormuş meğer! tercümeler yapılmaya başlandı. Bunu, yeni hadis- Adamlar 1500 yıllık İslam ulemasının görmediği, sünnet tenkidleri - tahlilleri takip etti (tenkid ne bilmediği ne kadar çok şey biliyormuş böyle! kelime onu zaten muhaddislerde yapmıştı, “hadis reddiyeleri” demek daha doğru.) Öyle ya “benim Bir zamanlar İslami ilimleri tahsil etmek aklıma uymayan hadisi ben kabul etmem”, Mısırda-Ezher, “günümüz gerçeklerine uymayan bir hadis bu”, Türkiye’de-Fatih-Ayasofya, Tunus’ta-Zeytuniye… “Allah Kuran da akletmez misiniz” diyor. “Hem gibi ilim merkezleri yok olup gitmiş, yerine Londra, asırlar boyu bu kadar hadis nasıl korunabilir”, Paris, Amerika ilim merkezi haline getirilmişti. Hani “Zaten Buhari’deki hadislerin çoğu uydurma” olsundu Rasulullah “İlim Çin’de bile olsa taleb “Mütevatir hadis olarak gelen bir tane hadis var edin” buyurmuştu ya. Bizde onlardan “dinimizi!!” diğerleri uydurma”, “Mütevatir olmayan hadislere öğrenmek için seferber olduk. İşte ne olduysa iman vacip değildir” bundan sonra oldu. Kur’an Müslümanlığı, hadis-i Musab bin umeyri ya da bir başka sahabeyi bir inkar, yere tebliğ için gönderirken tek başına değil de isteyenlerin daha “kıblesi” önce olan yaşayan ulema-i kirama (Öyle ya Hz. Peygamber edepsizce dil uzatmalar… Bütün bunlar niçin mütevatir çoğunluğu sağlayacak sayıda yapılıyordu hepimizce malüm: Bizi yani halkı gönderiyordu) Böyle edep ve haya dışı saygısızca kurtarmak için! dinin temellerine saldırı. Bu sürede bizim kültürümüzü bilen bizden Hadisler boyunun ölçüsünü alırda mezheb olan alimlerin, mütefekkirlerin ne zaman ortaya imamları ve mezhepler almaz mı? Onların da çıkacağını ve nasıl eserler ortaya koyacağını ağzının payı verildi nev-zuhur ulema tarafından. 69 Öyle ulema ki bir “ba” harfi cerinin nasıl amel oldu nur topu gibi. Rahatlıkla namazlar kazaya ettiğini söylediği bırakılır, kantinde tv başında mücahidlik! yapılırdı. anlamın tamamen farklı olduğunu bile bilemeyen, “Cantaş” seviyesinde bile Arapça konuşamayan ömründe bir tane hadis kitabını baştan sona anlayamayan ama çatır çatır İngilizce bilen okumamış, okuduğu bir iki Türkçe kitapla kendisini mücahidler. Ama ne yalan söyleyelim kendi allâme-i cihan zanneden, derdi kendini kurtarmak ifadelerine göre çok mantıklı ve mantığı çok iyi bilmeyen, okuduğu ayetle bilen insanlar bunlar. Öyle vurucu ve güzel laflar duyduk ki bizi ilk anda etkileyen, ilk başta bizim mantığımıza da güzel görünen bir çuval laf... “Kerametler ve mucizeler Tarikatların işi”, “Hz. Meryem kendi kendine hamile kaldı, solucanlarda olduğu gibi”… “Tasavvuf kökten yanlış.” Tasavvufî olan ne varsa onu hafife almalar. “Çünkü tasavvuf zamanı değil! Zaman cihat zamanı!” “Partiye oy vermek şirk, siyasetle uğraşmak nebevî harekete aykırı” vs. (Şimdi böyle düşünenlerin çoğu ne halde yazmak bile istemiyorum. Dün böyle zırvalayanlar bu gün üç kırmızı çizgimizden biri “din” diyen siyasi partinin şakşakçılığını yapıyorlar. Sizce de ilginç değil mi?) Dinin yozlaştırılması konusu oldukça ciddi bir konu.. Hz. Peygamber devrinden sonra münafıklarla ve Yahudilerle başlayan bu faaliyet Batı’da oryantalizmle bu noktaya ulaştı. Bizden öncekiler üzerlerine düşen vazifeyi yaparak dini kaynakları bize ulaştırdı. Bize düşen, oryantalistler ve onların yardakçılarının fikirlerinden kendimizi değil de “başkalarını güya kurtarmak!” olan, ve çevremizi korumak olmalı diye düşünüyorum. sadece kendi nefsini gören, nefsinin oyuncağı zavallı bir güruh… Alimlerin hallettiği ya da Eski ve yeni ulemayı mercek altına almak halledemediği pek çok meseleyi fakültelerde ciddi ilim ister, amel ister, ihlas ister, samimiyet kurulan öğrenciler çözüme ister. Bu konuda oldukça uzun örnekler vermek Afedersiniz tuvalette isterdim ama ne zaman ne de zemin buna müsait taharetlenmeyi bilmeyenler, İmamı Ebu Hanife’yi değil. Sahabenin bile birbirini tenkid ettiği, tenkide hiç bazılarının diğerine saygı ve hürmetinden dolayı teheccüd kılmadım, bir defa kılmıştım onu, onun sağlığındayken re’yini beyan etmediği ve yatsıdan sonra uyumak lazımmış ben uyumadan onunla amel etmediği malumdur. Tüm bunlara kıldım diye rağmen hangi edep yoksunu kalkıp ta kendinden anlatmıştı.(Güleriz ağlanacak halimize). Ritmik önce gelmiş olan ve bu dinin bize ulaşması için jimnastikte oyuncunun elindeki topu istediği çaba gösteren ulema-i kirama dil uzatabilir? Beyler şekilde siz forumlarda kavuşturuverdiler. kalktı. teheccüd oynattığı Dekanımız yerine gibi “hayatımda geçmiyormuş” bizde ilmi elimizde bırakın başkalarını kurtarmayı, oynanacak top zannetmeye başladık. Sabah kurtarabiliyorsanız ilk önce kendinizi şu nefsin namazını yatakta, yatay kılan müceddidlerimiz batağından kurtarın. Allah’a emanet olun. 70