BURHAN 25:Layout 1.qxd

advertisement
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 25
Ekim 2007
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Halil GÖÇER
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Ali BÜYÜKADALI
İhsan AKTAŞ
Ahmet MERCAN
Mustafa ÖZKAYA
Semi HAFIZOĞLU
GRAFİK TASARIM
Osman MERT
Fiyatı
Tek Sayı: 5 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 60 YTL
6 Aylık Abone: 30 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 60 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
burhandergisi@mynet.com
burhandergisi@gmail.com
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş.
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
TEMSİLCİLERİMİZ
Avrupa Koordinatörü
Fatih YILDIRIMTEPE: 00316 248 769 56
mail: burhanavrupa@gmail.com
İstanbul Avrupa Yakası:
Şirinevler: Hasan İRKİLMEZ 0555 226 3284
Fatih: Fikret ALTUN 0212 455 7187 - 0535 292 4530
Kağıthane: Zeki İMAMOĞLU 0533 462 6496
Gaziosmanpaşa: Fatih ŞAHİN 0212 564 4771 - 0532 206 4809
Bahçelievler-Bağcılar: Enver GENCER 0535 232 3729
Avcılar: Emre KABAN 0532 784 8069
Silivri: Maksut AKBULUT 0535 611 3256
İstanbul Anadolu Yakası:
Pendik: Yusuf CİLAN 0537 326 2065
Sultanbeyli: Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Samandıra: İsrafil AKA 0536 440 4325
İzmit-Gölcük: Burhanettin ÇALGAN 0532 774 3692
Sivas-Suşehri: Ali ÖZTAŞ 0346 311 3602
Bayburt: Burak KUTLU 0458 211 7010 - 0535 440 7554
Erzurum: Emre HANCIGAZ 0536 293 0760
Tekirdağ-Saray: Mecnun AKDENİZ 0537 321 3567
Hatay-Payas: Şehmuz YENİGÜN 0535 862 9932
Antalya: Aydın ÇAKIR 0505 828 4970
Trabzon: Ekrem AY 0462 325 3839
Muş: İbrahim ÖNVER 0535 327 8454
Kayseri: Hicabi ZEYBEK 0352 221 4606
0533 591 9242
Editör’den
Bir şeyin helal veya haram olduğunu bilmenin yolu
ilmihalden geçiyor. İslam, ilk emri oku olan tek ilim dinidir. Bu
din ilim, amel ve ihlâsla kaimdir. Amelimizin rıza-i ilâhiye uygun
olup olmadığını bilmemiz gerekiyor. Yapıp ettiklerimiz ne kadar
ölçülü ve ya değil bunu bilmekte ilmihalden geçiyor. Onun için
her müslümanın üzerine ilmihalini bilmek farzdır. İşte sayın
hocamız Doç. Dr. Mustafa Ağırman bu ayki yazısıyla
dikkatlerimizi ilmihale çekiyor: “İlmihal okuyoruz.”
İlmihal yazısıyla “helal lokma” sayımızın aynı aya
tevafuk etmesi çok manidar oldu. Elbette ilmihalini bilmeyenin
neyin helal neyin haram olduğunu bilmesi düşünülemez. Peki
dinimizde neler helal neler haram? Şüpheli olan şeyler
nelerdir? Şüpheli olan şeylere müslümanın yaklaşımı nasıl
olmalıdır? Türkiye’de (affedersiniz) domuz etinin kasaplık
hayvan statüsüne alınmasıyla, otellerden gelen haberler vs.
bizleri daha bir “helal lokma” konusunda dikkatli olmaya sevk
etti. Hakikaten artık neyi yiyip neyi içeceğimiz kuşkusuz her
zaman ki gibi en önemli önceliğimiz oldu. Değerli yazarlarımız
fayda kesp edeceğiniz çok güzel bir helal lokma dosyası
hazırladılar. Emeği geçen değerli hocalarımızdan Allah (c.c.)
razı olsun.
Mustafa Özkaya kardeşimiz enfes bir Lübnan dosyası
hazırladı. Kendisinin Lübnan izlenimleriyle birlikte tarihten
günümüze o bölgede “neler oldu neler oluyor” sorularının
cevabını bulacağınız bir yazı. “Araplar Osmanlıya mı İttihat ve
terakkiye mi başkaldırdı” gibi ezber bozan farklı bir yaklaşım
ve üslupla ele alınan yazıyı zevkle okuyacağınızı umarım. Bu
ve buna benzer çok değerli yazılarla Burhan sofrası
ramazanda okuyucularının gönlünü doyurmaya devam ediyor.
İslam âleminin tüm acı ve sıkıntılarıyla birlikte mübarek
ramazan bayramı da geldi. Bu ramazan bayramıyla birlikte
İslam âleminin üzerinde ki kara bulutların dağılmasını
Rabbimizden dileyelim. Bu vesileyle Burhan dergisi olarak siz
değerli okuyucularımızın ve tüm İslam âleminin bayramını
tebrik eder, Âlem-i İslam’ın uyanışına vesile olmasını
Mevla’mızdan dileriz. Allah’a emanet olun.
1
İ
Ç
İ
N
D
E
K
İ
L
E
R
İLMİHAL OKUYORUZ
İSTANBUL BEYRUT ARASI
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
TARİHTE BİR YOLCULUK
4
Mustafa ÖZKAYA
38
DİNLER ARASI DİYALOG
NEYİN NESİ ?
KIYAMET GERÇEĞİ
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE
8
46
GÜNAHLARIN BİREYSEL VE
LEYLA
TOPLUMSAL BOYUTU
Sebahattin TÜZÜN
Doç. Dr. Ahmet ÇELİK
51
10
HELALİNDEN YEME İÇME
Yrd. Doç. Dr. Abdulmecit OKCU
14
ÇOCUKSU RUHUMUZDA
YAŞAYAN RAMAZAN
Hasan BAŞAR
52
SATIRLIK HAKİKATLER
TİCARİ AHLAK VE HELAL
Yahya MACİT
LOKMA
55
Kamil ABDULLAHOĞLU
18
ÇOCUĞUMUZU
MÜSLÜMANCA EĞİTMEK
HELAL LOKMA RIZIK MIDIR?
Ramazan ÇAKIR
Dr. Sinan ÖGE
56
21
MUHABBET BAHÇESİ
HADİSLERDEN SEÇMELER
Yusuf ELİBOL
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
59
24
YARINLAR NE KADAR
UZAKTA
Halil ATİK
27
SÜNNETE FRANSIZ
KALANLAR İÇİN
Feyzullah BİRIŞIK
62
GİYİNİK ÇIPLAK MIYIZ
Zeynep GÜLOĞLU
İSLAMİYET, KUR’AN-I KERİM,
64
RAMAZAN-I ŞERİF
Doç. Dr. Mesut OKUMUŞ
BURHAN ÇOCUK
28
Musa KARACA
66
ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ,
İSLAMİ HAREKETLER VE İLİM
2
BAŞKASINI DEĞİL KENDİNİZİ
YAPMAK
KURTARIN
Ömer Faruk TOKAT
Nizamettin SÜRMELİ
34
68
Bir ölüm var bizim için her zaman,
Bilmeyiz ki geleceği ne zaman,
Elde fırsat, dilde ruhsat,
Kıl tedarik her zaman...
Hacı Şaban Efendi (K.S.) Hazretlerinden.
yirmibeş
urhan
İLMİHÂL
OKUYORUZ
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yüce
dinimiz
temel
Müslüman olan herkesin derinlemesine
Kerim,
Kur’ân ve Sünnet bilgisine sahip olması
ikincisi de Sünnettir. Her müslümanın , Yüce
düşünülemez. Müslümanların, Kur’ân’dan ve
Allah’ın kitabından haberdâr olması ve Hz.
Sünnet’ten uzak kalmaları da düşünülemez.
kaynaklarından
Peygamber’i
birincisi
İslâm’ın
Kur’an-ı
tanıması boynunun borcudur.
Müslüman olmak demek , bilgiye tâlib olmak
demektir.
Bilginin
Kerîm’dir.
kaynağı
Bilgisiz
yani
da
Kur’ân-ı
Bu iki kaynak üzerinde
yoğunlaşmayan
kimselerin bu kaynaklardan
süzülen ve
alınması hazır hale getirilen bilgileri almaları
lazım gelir. Bu bilgiler “ilm-i hâl” bilgileridir.
Kur’ânsız
müslümanlık olmaz. Çünkü Hz. Peygamber
“İlm-i hâl”, sözlükte
“davranış bilgisi”
efendimiz: “İlim öğrenmek her müslümanın
anlamına gelir. Terim (ıstılah) olarak “îmân,
üzerine farzdır.” (İbn Mâce, Mukaddime 17.)
ibâdet, muâmelât (günlük yaşayış), ahlâk, yer
buyurmuşlardır. Hz. Peygamber’in bu hadîs-i
şerîfinde zikredilen “ilim”
kelimesi, âlimler
tarafından herkesin öğrenmesi gerekli olan
“ilmi-i hâl”
olarak yorumlanmış ve bunun
kapsamına iman, namaz, oruç, hac, zekat,
helâl, haram, gibi temel bilgilerin
belirtilmiştir.
4
girdiği
Unutmayınız ki, siz Yüce
Allah’ın emirlerine ne kadar değer
verirseniz Yüce Allah katındaki
değeriniz de işte o kadardır.
yer
büyük
peygamberler,
Peygamber’in hayatına
ayrıca
Hz.
dair özlü bilgileri
ihtiva eden el kitabı” diye tarif edilebilir.
Temel
dînî
müslümanları
bilgileri
ihtiva
eden
ve
İslâm
dini
konusunda
bilgilendiren kitaplar, “ilm-i hâl” kitaplarıdır.
İslâmî ilimler sahasında ilk te’lif eserler,
Hicrî
ikinci
(milâdî
sekizinci)
yüzyılda
kaleme alınmıştır. İlk kaleme alınan bu
eserler risâle şeklinde kısa ve muhtasar
eserlerdi. Daha sonraki yüzyıllarda uzun
şerhler ve hâşiyeler
yazılmıştır. Âlimlere
hitap eden bu kaynak eserler, dînî konuları
ayrıntılı biçimde ele alacak şekilde kaleme
alınmıştı. O sıralarda eğitim daha çok hoca
merkezli
olup
dayandığından,
sözlü
geleneğe
halk için temel konularda
özlü bilgiler ihtiva eden, dili sâde, anlatımı
basit, hatta ezberlenmeye müsait eserlere
ihtiyaç duyulmuş, bu sebeple Osmanlılar
döneminde ilk ilmihâller ortaya çıkmıştır.
İslâm dinine göre, Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek ibâdettir.
Çalışmak, ilim tahsil etmek, helal kazanmak, dünyayı ihyâ ve îmâr etmek,
çocuk yetiştirmek, cihâd etmek, müslümanlara yardım etmek, doğru sözlü
olmak, insan olmak… bütün bunlar Yüce Allah’ın emridir ve hepsi ibâdet
cümlesindendir.
Tanzimat’tan
İlmihallerin Ortaya Çıkışı
İlk ilmihâllerin ortaya çıkışı, Arapça
kitaplarının
kazanmıştır.
yazılmış bazı eserlerin Türkçe’ye tercüme
yıllarında
edilmesi
inkılâbından
eksik
görülen
okullarda
din
derslerinin programda yer almasıyla birlikte
ilmihâl
ve
sonra
kısımların
Bu
yazımı
hız,
birdenbire
daha
bir
hız
Cumhuriyetin
ilk
kaybolmuştur.
Harf
sonra
müslüman
halkın
tamamlanmasıyla başlamıştır. Daha sonra
imdadına
Ahmed Hamdi Akseki, Numan
kolay ve anlaşılır kitaplar kaleme alınmıştır.
Kurtulmuş ve Ömer Nasuhi Bilmen gibi
Osmanlı döneminde yazılan bu tür eserlerin
hocaefendiler yetişmiştir.
en bilineni ve meşhur olanı “Mızraklı İlmihâl”
Ahmed Hamdi Akseki’nin yazdığı İslâm
dir. Sıbyan mekteplerinde, câmilerde, köy
odalarında
ve evlerde okunan bu kitabın,
halkın din anlayışını etkilediği bilinmektedir.
dini
isimli kitap
1933 yılında Ankara’da,
Numan Kurtulmuş’un yazdığı Amentü Şerhi
5
hemen her müslümanın evinde
vardır. Son senelerde Mehmet
Tâlû
ve arkadaşları
bu eseri
sadeleştirdi ve daha anlaşılır hale
getirdiler . Biz müslümanlar bu
sahada yazılan eserleri
temin
edip sık sık okumalıyız. İmân,
ibâdet, ve muâmelat konusundaki
bilgilerimizi
bu
eserlerden
almalıyız. Abdestimizin sağlam,
namazımızın sahih, orucumuzun
makbûl,
haccımızın
mebrûr
olması için devamlı bu eserlere
mürâcaat etmeliyiz. Bu sebepten
dolayı
biz
devamlı
ilmihâl
okuyoruz; çünkü devamlı ibâdet
ediyoruz.
Devamlı
ibâdetlerin
yapığımız
alışkanlık
halini
almaması ve gerçekten ibâdet
olması için her gün onlarla daha
ciddî
bir
Yani
şekilde
ilgileniyoruz.
ibâdetlerimize
veriyoruz.
değer
İbâdetlerimizin,
Rabbimizin
emrettiği
ve
Peygamberimizin yaptığı şekilde
olması için gayret gösteriyoruz.
isimli
kitap
1943
Nasuhi Bilmen’in
İlmihali
de
neşredilmiştir.
de
İstanbul’da,
yazdığı Büyük İslâm
1947
Ellili
de
ve
İstanbul’da
altmışı
Son
Ömer
yıllarda
senelerde,
ülkemizde “ilm-i hâl” kitapları konusunda
güzel gelişmeler oldu. Son devir Osmanlı
âlimlerinden Mehmed Zihni efendinin “Nîmet-
Müslüman halkımız bu ilmihâllerle yetinmiş,
i
İslâm”
isimli
kitabı
yetmişli ve daha sonraki yıllarda piyasaya
neşredildi. “Mızraklı ilmi-i hâl” inin yeni
daha güzel ilmihaller çıkmıştır. Sonradan
baskıları
çıkan ilmihâl kitapları hem dil hem de tertip
nakillerin yanında güzel te’lif eserler de
ve düzen bakımından daha güzel bir seviyeyi
yayınlandı.
yakalamışlardır. Bunlar içerisinde özel olarak
İlâhiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof.
“Kadın İlmihâli” veya “Âile ilmihâli” şeklinde
Dr.
neşredilenler de vardır. İlk “Kadın İlmihâl” ini
yerleşen ilm-i hâl geleneğini üç yeni te’lif
1947 yılında Cemal Öğüt kaleme almıştır.
eserle devam ettirdi. Hamdi Hoca, ilk olarak
yapıldı.
Hamdi
Bu
Uludağ
Döndüren
sâdeleştirilerek
sâdeleştirme
Üniversitesi
Bey,
ve
Bursa
kültürümüze
“İbâdet İlm-i hâli” ni çıkardı. Hocamızın bu
Türkiye’de “ilmihâl” denilince rahmetli
eseri gerçekten bir boşluğu doldurdu. Hoca,
Ömer Nasuhi Bilmen’in yazdığı Büyük İslâm
bu eserde bütün ibâdetlerimiz hakkında
İlmihâl’i akla gelir. Rahmetlinin bu eseri, en
anlaşılır bir dil kullanarak bilgi vermektedir.
çok okunan ilm-i hallerden biridir ve hemen
Hoca bu eserden sonra “Âile ilm-i hâli” ni
6
neşretti. İkinci eser daha büyük bir boşluğu
İslâm
dinine
göre,
Yüce
Allah’ın
doldurdu. İnsanlar, özellikle gençler kimseye
emirlerini yerine getirmek ibâdettir. Çalışmak,
sormaya cesaret edemedikleri konuları bu
ilim tahsil etmek, helal kazanmak, dünyayı
kitaptan öğrendiler. Bu kitap, evli olanlara
sorumluluklarını, bekar olanlara da iffetli
yaşamayı öğretti. Hocanın bu iki kitabının her
evde
bulunması
lazım
geldiğini
ihyâ ve îmâr etmek, çocuk yetiştirmek, cihâd
etmek, müslümanlara yardım etmek, doğru
sözlü olmak, insan olmak… bütün bunlar
Yüce
söyleyebilirim. Bu kitapların güzel bir tarafı
da, konuları soru ve cevaplarla daha anlaşılır
hale getirmesidir. Bu serinin üçüncü kitabı da
“Ticâret
hâli”
ve
dir.
eserinde
İktisat
gelen
bu
kadar
ilm-i
hâl
geleneğimizde
dokunulmayan konuları ele
almış
ve
bizleri
bu
konularda bilgilendirmiştir.
Ticâret
uğraşan,
merak
ve
bu
eden,
iktisatla
konuları
emridir
ve
hepsi
ibâdet
cümlesindendir. Bize düşen, bunları ibâdet
zevkiyle yapmak ve hayatımızı bereketlendir
mektir.
İlm-i
Hocamız
bugüne
Allah’ın
Okuyucularıma,
hayatlarının
Bu
kitap,
çoluk
çocuğuna helal yedirmek
isteyen,
İslâmî
kurallara
uygun
ticâret
yapmak
isteyen, meşrû yollardan
zengin
olmak
isteyen
Müslüman
işadamlarının
başucu kitabıdır.
her
ânını
ibâdet
aşkıyla
yaşamalarını
ve
Yüce
Allah’ın emirlerine değer
vermelerini
tavsiye
ederim.
Unutmayınız ki,
helal
siz
kazanmak isteyen herkesin
Yüce
Allah’ın
bu kitabı alması ve hazmederek okuması
emirlerine
gerekir. Bu kitap, çoluk çocuğuna helal
Allah katındaki değeriniz de işte o kadardır.
yedirmek isteyen, İslâmî kurallara uygun
ticâret yapmak isteyen, meşrû yollardan
zengin
olmak
isteyen
işadamlarının başucu kitabıdır.
Müslüman
ne kadar değer verirseniz Yüce
Öyle ise kendinize değer verin, hayatınıza
değer
verin,
ibâdetlerinize
ve
dînî
yaşantınıza değer verin.
7
yirmibeş
urhan
DİNLERARASI DİYALOG
NEYİN NESİ?
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
“Ey ehl-i Kitab! Geliniz, şu cümlede
birleşelim: Allah’tan başkasına ibadet ve
Sözde
Ehl-i
kadar
Kitab
olanlarla,
kulluk yapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak
bugüne
yapılan
koşmayalım, Allah’ı bırakıp da insanları
toplantılarında;
ilahlaştırmayalım de”.(Âl-i İmrân (3)/64)
fırsatları hebâ edilmektedir. İslam
davet
ve
diyalog
tebliğ
karşıtları ile, Müslümanlıkla ilgileri
Diyalogçular,
hoşgörü
platformu
tartışılabilecek
bazılarının
bu
tür
düzenleyenler! Bu ilahi mesaja iyi dikkat ediniz.
toplantılarda bildiri sunmaları, hatta
Hıristiyanı ve Yahudisi ile (sözde) ehl-i kitabı
komisyon
diyaloga çağırdığınızda; ‘Geliniz! Allah’tan
olmaları; ayrı bir şanssızlıktır.
başkanlığı
yapıyor
başkasına kulluk ve ibadet yapmayalım, yani
teslis/üçlü tanrı inancından vazgeçin. Baba-
şansı yoktur. Zira; “Mevrid-i nassda içtihada
oğul-Ruhul-Kudüs şirkini terk edin. Allah’ın Kulu
mesağ yoktur.” (Ayet ve Hadis’le sabit konuda
olan Hz. İsa ‘yı ilahlaştırmayın diyebildiniz mi?
içtihad yapılamaz.)
Diyebiliyor
musunuz?
Bunları
söyleseniz,
sözde ehl-İ Kitap sizinle aynı masayı paylaşır
mı?
Bugün yeryüzünde mevcut Tevrat ve
İncil’lerin tahrife uğramış olduklarını Ehl –i
Kitab’ız diyenler bile itiraf ederken onları “İlâhi
Şu halde ehl-i Kitap’la diyalogun şartları;
görüldüğü
gibi Ayet-i
Kerime
ile
sabittir.
Müslüman kimsenin bu hususta faklı düşünme
8
Kitab” ilan etmek müslümana mı düşüyor?
Tanrı-Peygamber olarak kabul ettikleri
“İsa-
Mesih” lerini “Hz. İsa bizimde peygamberimiz”
kalıbıyla sahiplenmenin İslâmi dayanağı var
kitaplarının ilâhi olduğu kabul edildikten sonra
mı? Müslümanlar Allah’ın Peygamber olarak
ve
gönderdiği Meryem oğlu İsâ (a.s.)yı onların
sayıldıktan sonra, bu din bizim de dinimiz olmuş
inandığı gibi değil Kur’an’ın bize haber verdiği
olur. Böylece İslam ne ise, diğeri de o olmuş
gibi tanırlar. Buna göre Hz. İsâ; Allah’ın
telâkki
Peygamberlerinden bir Peygamberdir, böylece
ekmeğine yağ sürülmüş olur. Şaşkınlar birer
iman
bizimde
ikişer tuzağa düşmeye başlar. Ha Muhammed
farklı.
(a.s.) ha İsâ (a.s.), ha Kur’an ha İncil derken; ha
Önceki yanlış kalıp, hiçbir Şer’i nasda yoktur.
İslâm ha hıristiyanlık halini alınca da bizi
İkinci ifade, Kur’an’la sabittir.
“diyalog” tuzağına sürükleyenlerin maksatları
ederiz.
“Hz.
Peygamberimizdir”
İsâ
ifadesi
çok
çok
Peygamberi
de
edilebilir
bizim
hale
Peygamberimiz
gelir.
Misyonerlerin
hâsıl olmuş olur.
Müslümanlar;
”Hz.İsa
bizimde
Peygamberimizdir” deseler ne olur:
Sözde Ehl-i Kitab olanlarla, bugüne kadar
yapılan diyalog toplantılarında; davet ve tebliğ
1. Yalan beyan olur. Çünkü böyle bir Şer’i
nass
yoktur.
Peygamberdir.
O,
Bizim
fırsatları hebâ edilmektedir. İslam karşıtları ile,
Peygamberlerden
bir
Müslümanlıkla ilgileri tartışılabilecek bazılarının
Peygamberimiz
ise;
bu tür toplantılarda bildiri sunmaları, hatta
Muhammed Mustafa (s.a.v.) dır.
komisyon başkanlığı yapıyor olmaları; ayrı bir
şanssızlıktır. Oryantalistliğe özenmiş bir takım
2. Onların kabullerinde yer alan “İsâ”; hâşâ
ilahiyatçıların, bu tür platformlarda yer almaları
Allah’ın oğlu ve tanrı Peygamber olduğu için
ise;
böylece kabullenilmiş olacağından küfre girilmiş
etmektedir. Çünkü, onlar İslâm lehine bir şeyler
olur.
söylemek
tamamen
karşı
yerine,
taraf
lehine
tecelli
Hıristiyanlaştırılmış
bir
Müslümanlık sunma çabası içerisinde çırpınıp
3. Onların
bâtıllarına
meşrûluk
durmaktadırlar.
kazandırılmış olur ki, bu ellerini güçlendirir ve
bazı câhil ve safderûn Müslümanları dinlerine
davette
koz
yakalamış
olurlar.
Şöyle
ki;
Dalâlet
ehlinin
yanlışları
gündeme
getirilemiyor ve gerekli ikazlar yapılamıyor,
İslâm’ın gerçek veçhesi ortaya konulamıyor…
Bugün yeryüzünde mevcut Tevrat
ve
İncil’lerin
tahrife
uğramış
Öyleyse
diyalog
çabaları;
hıristiyan
ve
Yahudilerin ellerini güçlendiriyor.
olduklarını Ehl–i Kitab’ız diyenler bile
itiraf ederken onları “İlâhi Kitab” ilan
etmek müslümana mı düşüyor?
Şu halde, bu azim vahim hatâdan rücû
etmek;
iyi
niyetli
her
Müslüman
için
kaçınılmazdır.
9
yirmibeş
urhan
Günahların
Bireysel
ve
Toplumsal
Boyutu
Doç. Dr. Ahmet ÇELİK
Hıristiyanlık inancında her doğan çocuk,
günah yüküyle dünyaya gelir. Çünkü o, atası
Adem (a.s.)'in işlediği suçun bir bölümünü
taşımaktadır. Bu günahtan kurtulması için çeşitli
merhalelerden geçmelidir. Böylelikle bu inanç her
kişiyi doğuşundan itibaren papaza bağlamış,
günahlarını affetmek için "vaftiz" olmasını şart
koşmuş, sürekli olarak kişi doğumundan ölümüne
kadar kiliseye ve dolayısıyla papaza ücret öder
durumda bırakılmıştır. Diğer bir ifadeyle kişi,
günah işlediğinde para ödemek suretiyle
bunlardan temizlenmektedir. Adeta papazlara
Cennete girdirme veya Cehenneme gönderme
yetkisi verilmiştir.
İslam inancına göre ise insanoğlu
günahlardan temiz olarak dünyaya gelir.
Dolayısıyla İslam, kişinin doğuştan getirdiği bir
günahı kabul etmez. Çünkü bu inanç sisteminde
suçun ve cezanın başkasına yüklenmesi veya
öncekinin işlediği bir suçun, sonrakilere geçmesi
mümkün değildir. Herkes kendi yaptığından
sorumludur. Hatta baba, çocuğuna iyiyi kötüyü,
helalı haramı öğretmişse, oğlunun yaptığından
10
sorumlu tutulamayacağı gibi, oğul da babanın
yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Kur'ân'ın
işlediği ana tez, genelde bu yöndedir. Öyle ise her
insan sadece kendi yaptığından sorumludur1.
Hiçbir günahkâr nefis diğerinin günahını
yüklenemez. (6/164) Ancak öncekilerin işlediği
günahlar, sonrakilerin doğru yoldan sapmalarını
İsrail
oğullarının
hakimleri,
rüşvet almadıkça hüküm vermezlerdi.
Böyle
bir
davranışı
kesinlikle
onaylamayan
ve
içlerine
sindiremeyen toplumun ileri gelen
kimseleri bir araya gelerek, kendileri
göreve geldikleri takdirde asla rüşvet
almayacaklarına dair birbirlerine söz
vermişlerdi. Bir süre sonra onlardan
biri hakim olup, o da rüşvet almaya
başlayınca, ona ne yapıyorsun,
rüşvetle mi hüküm veriyorsun
denildiğinde "olsun" ben nasıl olsa
bağışlanacağım derdi.
etkiliyor veya onları günaha teşvik ediyorsa bu
durumda onların da bunda payları olduğu
belirtilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber iyi ve kötü bir
çığır açanların, onunla amel eden herkesin sevabı
veya
günahının
bir
misliyle
mukabele
göreceklerini belirtmiştir3. Ayrıca kişi, mal-mülk
sahibi olup, bunları kötü maksatlı kullanır ve
insanlar bunlar vasıtasıyla günaha girerlerse o
zaman bunların da bu işlenen günahlarda payları
olduğunu Kur'ân belirtmiştir4.
Görüldüğü gibi İslam fıtrat dinidir. İnsanın
dünyaya gelirken günahsız doğduğunu kabul
etmiştir. Buluğ çağına erişinceye kadar ona iyiyi
kötüden ayırma fırsatı tanınmış ve bu çağdan
sonra kendisine tercih yapma hakkı verilmiştir.
"Şüphesiz biz onu yola koyduk. O bu yolu ya
şükrederek ya da nankörlük ederek kateder."
(İnsan, 3) Sergilediği ameller ister iyi ister kötü olsun
kendisine aittir. "Gerçekten de insan için kendi
çalıştığından başkası yoktur." (53/39)
Şüphesiz kişinin tercihinin şekillenmesinde
birinci derecede ailenin, ikinci derecede okulun ve
arkadaş çevresinin etkisinin büyük olduğu
bilinmektedir. Yani bunlar o temiz masum kişiyi ya
bataklığa veya esenliğe götürürler. Bundan dolayı
Hz. Peygamber, "Her çocuk İslam fıtratı üzerine
Bir hadiste de İsrail oğulları
günaha battığında bilginler onları
uyarmaya çalışmışlardı. Ancak onlar
alimlere kulak asmayınca, din
bilginleri de onlarla beraber olmaya
başlamışlar ve onlarla yeme içmeye
koyulmuşlardır7. Bunu üzerine Allah
(c.c.) onlara "İşledikleri herhangi bir
kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye
çalışmazlardı. Yapmakta oldukları
ne kötüydü." (5/79)
doğar; anası- babası onu, ya Yahudi ya
Hıristiyan
veya
Mecusî
inancına
5
yönlendirirler " yani Fıtrattan uzaklaştırırlar.
İnsan her ne kadar dünyaya günah ve
sevap işlemeye müsait olarak gelse de günah
işlemenin onun bünyesine uygun olmadığı
söylenebilir. Diğer bir ifade ile insana bu yeteneği
veren Yüce Yaratıcı, kulunun günah işlemesini
istemez. "Eğer inkâr ederseniz şüphesiz ki
Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir.
Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz…"
(Zümer,7). Dolayısıyla insanın günah işlemesi
arızdır. Onun benliğinde esas olan iyilik ve
sevaptır. Çünkü kul, her halükarda buna daha
uygundur, fıtrata uygun olan da budur. Çünkü o,
dünyada en güzele, en mükemmele doğru bir yol
alma durumundadır ve bunun için gönderilmiştir.
Günahlar ise buna engel olmaktadır. Zira günah,
insanın bünyesini etkiler, kalbi karartır. Böylelikle
bünyede manevi hastalıklar türer. "Hayır hayır!
Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalpleri
paslandırmıştır."(83/14). Bundan dolayı da Allah
(c.c) tövbe kapılarını açık bırakmıştır ki kişi hemen
günahlarından bağışlanma istesin ve neticede
günahları silinsin.
Toplumlarda böyledir. Günahlar çoğalır da
toplum bireylerinin tümünü kapsamaya yönelirse o
zaman o cemiyetlerin üzerinde kara bulutlar
dolaşamaya
başlar
ve
bu
yanlışlardan
dönülmediği takdirde adeta o toplumun kalbinde
siyahlanma ve kararma meydana gelir ve
insanların birbirine olan güvenleri de kalmaz. Çok
11
günah işlenip, tövbe edilmediğinde toplumlarda da
bir kararma, özden sapma, ahlaksızlıklar ve
dengesizlikler meydana gelir. Günahlar bünyeye
uygun olmadığından vücutta bazı dengesizlikler
ve huzursuzluklar baş gösterir. Tövbe ise günah
işledikten sonra insanın girmiş olduğu psikolojik
rahatsızlıktan onu kurtarır.
Şüphesiz toplumların, bütünüyle günahlardan
arındırılması mümkün değildir. Çünkü dünyada
hak - batıl mücadelesi kıyamete kadar sürüp
gidecektir. Kötüler olmadan iyilerin kıymetinin
bilinmediği bir gerçektir. Özellikle hemen her şeyin
kontrolden çıktığına tanık olduğumuz günümüzde
bireylerin ve dolayısıyla toplumların ıslahı terk
edilemez bir konudur. Mutlaka ele alınmalı ve
yanlışlar düzeltilemeye çalışılmalıdır.
Kur'ân
kültüründe buna "iyiliği emretme ve kötülükten
sakındırma" adı verilmektedir. Kur'ân bu konuda
birçok emirlerde bulunur. Çünkü ona göre
İnsanları kötülükten sakındıracak, iyiliği tavsiye
edip bu konuda kararlı tavır takınacak bir takım
kimselerin mutlaka bulunması gerekmektedir.
Nitekim bir ayette “Sizden, hayra çağıran, iyiliği
emredip kötülüğü meneden bir topluluk
bulunsun” buyrulmaktadır. ( 3/104).
İyiliği emretme kötülükten uzaklaştırmaya
çalışma görevi Müslümanların sürekli bir görevidir.
Toplumun düzelme ihtimali var olduğu müddetçe
de bu kıyamete kadar sürüp gitmelidir ve
gidecektir de. Ancak bir hadiste belirtildiği üzere
"Toplumda
yağcılık
iyilerde,
fuhşiyyat
kötülerde, mal-mülk küçüklerde, fıkıh (dinde
anlayış kabiliyeti) bayağı insanlarda ortaya
çıkarsa o zaman yukarıda belirtilen görev terk
edilebilir6" Zira böyle bir durumda çok geç
kalınmıştır. Böylelikle de o toplumun ıslahı artık
çok güçleşmiştir. Öyle ise bireylerimizin ve
toplumlarımızın bu duruma düşmemesi için herkes
elinden gelen gayreti sarfetmelidir.
Hz. Peygamber de birçok hadisinde bu konu
üzerinde durmuş ve bazı tavsiylerde bulunmuştur.
Nitekim o, bu mevzuyu ele aldığı hadislerinin
birinde şöyle bir benzetme yapmaktadır: “Allah’ın
sınırları üzerinde duran (onları) aşmayan kimse
ile, o sınırların içine düşen kimselerin misali, bir
gemi halkının benzeri gibidir. Onlar gemi üzerinde
kur'a çektiler. Bazısına geminin üstü düştü,
12
bazısına da altı (ambar kısmı) isabet etti. Geminin
alt kısmında bulunanlar su almak istedikleri zaman
yukarıdakilere uğruyorlardı. Bunlar (kendi
kendilerine) biz nasibimiz olan ambarda bir delik
açsak (rahat eder) ve üstümüzdekilere de sıkıntı
vermemiş oluruz dediler. Şimdi üst katta olanlar,
aşağıda olanları bu talepleriyle baş başa
bırakırlarsa hepsi helak olurlar. Fakat onların bu
istediklerine engel olurlarsa hem kendilerini ve
hem de diğerlerini kurtarmış olurlar.
Bireyin ve toplumun ıslahı sadedinde
söylenen bu hadis-i şerif, doğru yoldan çıkıp,
toplumun değerlerini ve ilkelerini önemsemeden,
kendi heva ve hevesleri doğrultusunda yaşamak
isteyenler için önemli bir uyarı teşkil etmektedir.
Ayrıca bu hadis, iyi ve kötü insanların fırtınalı ve
denizin dalgalı olduğu bir günde gemiye
bindiklerini, bunlardan iyilerin üst kata çıkıp aşağıda neler olup bittiğinden habersiz olarak - her
türlü konfora haiz gemide denizin o güzel
manzarasına daldıklarını, alt kattakilerin ise, bu
nimetten mahrum kaldıklarını, su bulamadıklarını,
Bir hadiste de İsrail oğulları günaha
battığında
bilginler
onları
uyarmaya
çalışmışlardı. Ancak onlar alimlere kulak
asmayınca, din bilginleri de onlarla beraber
olmaya başlamışlar ve onlarla yeme içmeye
koyulmuşlardır7. Bunu üzerine Allah (c.c.) onlara
"İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini
vazgeçirmeye
çalışmazlardı.
Yapmakta
oldukları ne kötüydü." (5/79)
bundan dolayı da gemiyi delip su almayı
düşündüklerini, gemiyi delmeye başladıklarını ve
üst kattakilerin bu çalışma sesini duyduğunu tasvir
etmektedir. Sesi duyan yukarıdakiler eğer onların
bu eylemlerine engel olmazlarsa gemi delinir ve
hepsi sulara gömülür. Ancak üst katta olanlar,
onların bu sıkıntılarına çare bulur ve onları bu
düşüncelerinden vazgeçirirlerse hepsi kurtulur.
Öte yandan örnek olarak sunduğumuz
hadisi zengin fakir açısından da düşünebiliriz.
Şöyle ki; Geminin üst katında olanlar, toplumun
zengin tabakasını oluşturmakta ve adeta fil dişi
kulelerinde yaşamaktadırlar. Aşağıda bulunan
fakir insanların ne yaptıklarını, nasıl geçindiklerini
hiç düşünmemektedirler. Onların bu tutumları belli
bir zaman sonra aşırı ihtiyacı olan kişileri,
kıskançlığa ve hatta düşmanlığa sürükleyecek ve
böylelikle de toplumu taşıyan gemi, su alarak
batmaya mahkum olacaktır. Fakat zengin olanlar,
muhtaçları düşünür, onların dertleriyle ilgilenirlerse
gemi daha hızlı yol alır ve batmaktan da kurtulur.
Şüphesiz toplumların ayakta durabilmelerini
sağlayan en önemli faktörlerden birisi de ahlaki
öğretilerdir. Bunların çiğnenmemesi toplumun
sağlıklı
yürümesi
için
şarttır.
İnsanların
hukuklarının çiğnenmemesi ve bunların mutlaka
ayakta tutulması, korunması gerekmektedir.
Dolayısıyla rüşvet, adam kayırma ve hakkı
olmayana başaksının hakkını verme gibi durumlar
da toplumu içten kemiren ve bireyler arasındaki
güveni ve dayanışmayı yok eden amillerdendir.
Nitekim İslam alimleri, "Derken onların ardından
yerlerine kitab'a (Tevrat'a) varis olan (kötü bir
nesil geldi). Şu geçici dünyanın değersiz
malını alır ve (nasıl olsa) biz bağışlanacağız.
Derlerdi. Kendilerine bir mal gelse onu da
alırlar... (A'raf, 169) ayetinin, ahlaki ilkeleri dünyevi
çıkarları için çiğneyenleri kötü nesil olarak
nitelendirdiğini
söylemişlerdir.
Kaynakların
anlattığına göre İsrail oğullarının hakimleri, rüşvet
almadıkça hüküm vermezlerdi. Böyle bir davranışı
kesinlikle onaylamayan ve içlerine sindiremeyen
toplumun ileri gelen kimseleri bir araya gelerek,
kendileri göreve geldikleri takdirde asla rüşvet
almayacaklarına dair birbirlerine söz vermişlerdi.
Bir süre sonra onlardan biri hakim olup, o da
rüşvet almaya başlayınca, ona ne yapıyorsun,
rüşvetle mi hüküm veriyorsun denildiğinde "olsun"
ben nasıl olsa bağışlanacağım derdi. Bu kez
diğerleri onu kınardı; fakat o ölüp veya görevinden
azledilip veya onlardan birisi onun yerine
atandığında aynı şekilde o da rüşvet alır ve “ne
yapalım dünya malı, ötekiler gelse onlar da alır”
şeklinde bir bahane uydurduklarını söylerlerdi8.
..........................................................
1 Kılıç, Sadık, Kur'ân'da Günah Kavramı, s. 223.
2 Bebek, Adil, DİA. Günah Maddesi, 14/283.
3 El-Buhârî, İ'tisâm, 15.
4 En-Nahl, 16/24,25)
5 El-Buhârî, I, 456, 465.
6 Gazalî, İhyâu Ulûmiddin, I, 43.
7 Riyadu's-Sâlihin, 1/127
8 Et-Taberî, Câmi'ul-Beyân, IX, 106.
13
DOSYA
yirmibeş
urhan
“Leş, Kan, Domuz eti, Allah’tan başkası adına
kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz,
boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp
yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından
süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş
olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal
oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı...”
(Maide 3)
14
HELALİNDEN
YEME İÇME
Yrd. Doç. Dr. Abdulmecit OKCU
Yaratılışın icabı olarak her canlı, hayatını
devam ettirebilmesi için yemeye ve içmeye ihtiyacı
vardır. Canlıların, yaşadığı müddetçe yiyecekleri
rızkları da beraber yaratılmıştır. Ancak Allah Teâla
her şeyi bir sebebe bağladığı gibi rızkı da,
çalışmağa didinmeye bağlamıştır. Helâlinden
çalışıp kazanmak, ölçüyü aşmayacak derecede
yemek içmek, bir başka deyişle sünnet-i
seniyyeye uygun olarak yemek içmek bir ibadettir.
Çoluk çocuğuna helalinden yedirip içirmek bir
ibadet olduğu gibi aynı zaman da onun zihni
gelişimi ve gelecek hayatı için de bir teminattır, bir
garantidir. O halde insana düşen, sağlam azaları
ile rızkı için çalışmaktır. Zira Hz. Peygamber:
“İnsan elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma
yememiştir” diye buyurmuştur.
Bütün canlıların rızkını veren Yüce Allah, Bir
Ayet-i Kerîme’de: “Çok hayvan vardır ki, rızkını
taşıyamaz. Onlara da, size de rızkını veren
Allah’tır”, diye buyurmaktadır. Diğer bir ayette ise:
“Yeryüzünde mevcut her canlının rızkı ancak
Allah Teâla’dandır;” diye buyurulmuştur. Rızkı
yaratan ve insanı doyuran Allah Teâla olduğuna
göre, yer ve içerken Onu anmak ona şükretmek
Bir
Hıristiyan
tabip,
Ali
b.
Vakidî’ye: “Sizin kitabınızda tıp
ilmine
dair
hiçbir
şey
yoktur.
Halbuki ilim ikidir. Biri, tıp ilmi
dediğimiz, sağlık ve beden ilmi,
diğeri de, hukuk ve din ilmidir;”
demiştir.
gerekir. Yemekten önce elleri yıkamak, yemeğe
başlarken besmele çekmek Onu anmaktır.
Yemekten
sonra
da
en
azından
“Elhamdülillah/sana hamd olsun Allah’ım” demek
Ona şükürdür. Zira Allah Teâla bir ayet-i kerîmede:
“Eğer verdiğim nimete şükrederseniz, elbette
artırırım; eğer nimetin şükrünü terk ederek
küfrederseniz, küfrünüzün zararı size aittir.
Zira küfredenlere azabım pek şiddetli
olacaktır.” Bir işverenin yahut bir ağanın yanında
çalışıp, gerçekten hakkını alan kimselerin,
işverene yahut ağaya küfretmesi de, kanaatimize
göre aynı cinstendir.
15
Nimetten kasıt sadece
yemek içmek değildir. Bunun
yanında sağlık ve sıhhat içinde
olmak, azaları tam olmak, zekâsı
yerinde
olmak,
düşman
korkusundan emin olmak, huzur
ve güven içinde olmak, her türlü
tabii afetlerden korunmuş olmak
gibi durumlarda nimettir ve
bunlara karşı da, ayrı ayrı şükrü
ifa etmek gerekir.
Bunun üzerine Ali
b. Vakidî: “Allah Teâla
tıp
ilmi
nin
bütün
meselelerini bir ayetin
ona ibadet de etmezler. Bir başka
deyişle ibadet etmeyen insanlar,
Allah’a
karşı
şükrünü
eda
etmeyenlerdir.
İnsan,
temiz
olarak
yaratılan
her
şeyi,
bir
başka
yarısında toplamış tır”
deyişle aslen ve vasfen temiz olan
diyerek, “Yiyiniz, içi
şeyleri mübah ve helâl olduğu
niz fakat israf etme müddetçe yiyip içebilir. Ancak her
şeyde olduğu gibi yeme ve içmede
yiniz, Zira Allah
de
aşırı
gitmeyi
İslâm
israf
edenleri
sev
Şükür, nimeti veren zata
yasaklamıştır. Bu vesileyle bir ayetkarşı saygı duymak ve verilen
mez;” ayet-i kerimesi i kerîmede şöyle buyurulmuştur:
nimetin kadrini bilmek demektir.
“Helâl
ve
mübah
olan
ni okumuş tur.
Nimetin kadrini bilen kişinin
nimetlerden yiyin ve için.
gerçekten nimeti verene karşı
Harama tecâvüz ve helâli
saygı ve sevgisi artar. Saygı ve
haddinden fazla harcamakla israf
sevgi de, nimeti veren zata karşı ibadeti doğurur.
etmeyin. Zira Allah (cc.) israf edenleri sevmez.”
İşte ibadet gerçekte nimet veren zatı unutmamak
Rivâyet edildiğine göre İbn Ömer, (ra.), beraber
onu anmak ona saygı ve şükür anlamındadır.
yemek yemek üzere sofrasına bir fakir
Günde üç beş defa yemek yiyen insan, beş kere
getirmedikçe yemek yemezdi. Yine böyle bir gün
de, Allah’ı anmak ona ibadet etmekle yükümlüdür.
birisi İbn Ömer’in sofrasına getirildi. Onunla
Asıl hamt ve şükür budur. Aynı şekilde nimete
beraber yedi. Fakat adam çok fazla yedi. Bunun
şükretmek, mevcut nimeti bağlamak, gelecekte
üzerine İbn Ömer hizmetçisine: “Bu adamı bir
olanı da garanti altına almak anlamındadır. Ama
daha yanıma koyma. Çünkü ben, Hz.
nimeti inkâr edenler yani nimetin kıymetini
Peygamberin (sav.)’in “Mümin bir midesine
bilmeyip şükretmeyenler, nimeti veren zata saygı
koymak için yer. Kâfir ise, karnındaki yedi
duymazlar, ona karşı yabancılaşırlar dolayısıyla
bağırsağını doldurmak için (karnının şişirmek)
16
için yer” buyurduğunu işittim, demiştir .
Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre,
ölmeyecek derecede yemek ve içmek insanın
üzerine vaciptir. Eğer bir kimse, keyfi olarak, bütün
yemeyi ve içmeyi terk ederek açlıktan ölürse, bu
durumda nefsinin katili olur ve cehennem ehli olur.
Nitekim Namaz ve diğer ibadetlerde ayakta
durmaktan aciz olacak kadar yemeyi ve içmeyi
terk ederek, zayıf ve güçsüz duruma düşmek de
haramdır. Bunun gibi gereğinden fazla ve tok
karna yemek de bir cihetten israf olduğundan
haramdır.
Yemek yemenin gayelerinden biri de,
ibadettir. Aç karnına ibadet yapılmayacağı gibi
ayakta duramayacak kadar güçsüz insan da
elbette ibadet edemez. Zenginlerin bu yönden hiç
bir mazereti söz konusu değildir. Yemek, ibadet
kastıyla yendiği ve gereğinden fazla olmadığı
müddetçe aynı zaman sevaptır. Hali vakti yerinde
olanların, her türlü yemeklerden, yer içerken
mutlaka fakir olanları, bu nimetleri bulamayanları
da düşünmeleri gerekir. Mümkünse her vakitte bir
kimseyi evine götürmeli yahut onun bedelini
vermelidir. Hele memleketimizdeki gibi, insanların
neredeyse zengin ve fakir diye ikiye ayrıldığı, orta
kesimin yok olduğu bir dönemde bu zaruri hale
gelmiştir. Yukarıda geçtiği üzere tarihte, misafirsiz
Ali
b.
Vakidî,
“Bizim
peygamberimiz tıp ilminin bütün
meselelerini bir kaç kelimede
diyerek
şu
hadîsi
topladı,”
okumuştur: “Dikkat edin mide
hastalık evidir. Az yemek, her
derdin devasıdır. Her bedene
adet ettiği şeyi ver, zıddını
verme.”
olarak sofrasına oturmayan nice peygamberlerin
ve değerli insanların varlığını bilmekteyiz. Bu
hususla ilgili olarak Hz. Peygamber: “İki kişinin
yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği de dört
kişiye yeter” buyurmuştur. Nitekim Zenginlerin
mallarını ve servetlerini koruma yollarından biri
de, budur. Aksi takdirde herkesin gözü onun
malında olacaktır.
Şüphesiz yeme ve içmenin sağlık üzerinde
de çok büyük etkileri vardır. Bunu herkes çok iyi
bilmektedir. Biz burada meseleye dinî açıdan bir
iki misal vermekle yetineceğiz.
Bir Hıristiyan tabip, Ali b. Vakidî’ye: “Sizin
kitabınızda tıp ilmine dair hiçbir şey yoktur.
Halbuki ilim ikidir. Biri, tıp ilmi dediğimiz, sağlık ve
beden ilmi, diğeri de, hukuk ve din ilmidir;”
demiştir. Bunun üzerine Ali b. Vakidî: “Allah Teâla
tıp ilminin bütün meselelerini bir ayetin yarısında
toplamıştır” diyerek, “Yiyiniz, içiniz fakat israf
etmeyiniz, Zira Allah israf edenleri sevmez;”
ayetini okumuştur. Hıristiyan tabip bu defa, “Sizin
peygamberinizden tıbba dair bir şey varit olmadı,”
deyince, Ali b. Vakidî, “Bizim peygamberimiz tıp
ilminin bütün meselelerini bir kaç kelimede
topladı,” diyerek şu hadîsi okumuştur: “Dikkat
edin mide hastalık evidir. Az yemek, her derdin
devasıdır. Her bedene adet ettiği şeyi ver,
zıddını verme.” Bu söz üzerine Hıristiyan tabip,
“Sizin peygamberiniz Calinusa tıbba dair bir şey
bırakmamış,” dediği naklolunmuştur .
Yemek bir kapta birkaç kişi tarafından
yenildiği gibi, ayrı ayrı kaplarda da tek tek
yenebilir. Esasında bu tür yemede temizlik daha
fazla, hastalıkların bulaşması daha güç
olduğundan tercihe şayandır.
..............................................
(Bu hususta bak Gazali, İhyau Ulumi’d-Dîn)
Ebû Davud, (Yeme içme kitabı)
Tirmizi (Yeme içme kitabı)
1 Tecrid-i Sarih Terc. XI/376
2 M.Vehbi, Hulasatü’l-Beyân, ilgili ayet tefsîri
17
DOSYA
yirmibeş
urhan
TİCARİ AHLAK
VE
HELAL LOKMA
Kamil ABDULLAHOĞLU
İslam her işe bir ahlaki kural koymuştur.
İslam insanlara, insan oluşlarının gereğini
oluşturan prensiplerle gelmiş bir dindir. Kur’an’ın
hedef kitlesi insan olup, gayesi onu eğitmektir. Bu
eğitimlerden biride ticari ahlakı sağlamak ve
sadece kendi hakkı olandan yemesini temin
etmektir. Allah Resulu (s.a.v.) daha peygamber
olmadan önce Mekke de ticaret yapmış, zaman
zaman da ülke dışına ticari amaçla çıkmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.) her alanda olduğu gibi
ticari alanda da doğru sözlü ve dürüst kişiliği
nedeniyle “el-Emin” yani “güvenilir kişi” diye
anılmıştır. Peygamber olduktan sonra da bu
tavrını sürdürmüş ve insanlara helal rızk
yiyebilecekleri
prensipler
getirmiştir.
Bir
hadislerinde “Doğru sözlü ve güvenilir tüccar,
(ahirette) peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle
beraberdir.”
Buyurarak müminlerden dürüst
ticaret yapmalarını istemiş; kendilerine hangi
kazancın daha üstün olduğunu soranlara ise:
“Kişinin elinin emeği ve dürüst yapılan
alışveriştir.” buyurmuştur.
İslam ticareti teşvik ederek meşru bir
kazanç olduğunu belirtmiş doğru ve güvenilir
18
tüccarları övmüştür. Peygamberimizin en yakın
arkadaşları da ticaretle meşgul olmuşlardır.
Üç grup insan vardır ki, Kıyamet
gününde Allah onların yüzüne rahmet
nazarıyla bakmaz, onlarla konuşmaz
ve onlar için büyük bir azap vardır.
Bunlar: Elbisesini yerde kibirle
sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve
yalan yere yemin ederek ticaret malını
fahiş fiyatla satmaya çalışan
Abdurrahman b. Avf, Medineye gittiğinde,
Resulullah (s.a.v.) onu Said b. Er-Rebi ile kardeş
yapmıştı. Said zengindi. Abdurrahman’a şöyle
dedi: “Malımı seninle yarı yarıya paylaşayım
ve
sini evlendireyim”, Abdurrahman ise, bu teklifi
kabul etmedi ve; “Allah malını ve ehlini bağışlasın.
Sen bana pazarın (çarşı) yolunu göster” dedi.
Pazara gitti, yağ, peynir vs. alıp sattı, kar ederek
geri döndü.
İslam tabii ve fıtri bir dindir. İnsanların
kabiliyet ve imkânlarına göre çalışıp
kazanmaları, ticaretle iştigal etmeleri ve
gerekli iş bölümü yapmalarını doğal
karşılamıştır. Ancak insanlar hangi
alanda rızık kazanırsa kazansınlar,
insani vasıflarını ve Müslüman
olduklarını unutmamaları gerektiğini
onlara öğütlemiştir.
Dinimiz alkollü içkiler, uyuşturucu
maddeler, domuz eti, temiz olmayan
hayvanların etlerini, müstehcen resim
eşya CD ve benzeri Munzur neşriyat’ın
kullanımını yasakladığı gibi satışını da
yasaklamıştır.
Mubah olan nesnelerin satışını da belli
prensip ve ölçüler çerçevesinde yapılmasına
müsaade etmiştir.
Bu ölçüleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Müşteriyi Aldatmamak:
Müslüman bir tüccar güvenilir olmalı ve
müşterisine de güven vermelidir. Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Doğru sözlü ve
güvenilir tüccar, (ahirette) peygamberler, sıdıklar
ve şehitlerle beraberdir.” Müşterinin bilgisiz ve
gafletinden yararlanarak bozuk ve defolu malı
satmak, yada piyasanın çok üstünde fahiş bir
fiyatla
satmak
doğru
değildir.
Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.) birgün tahıl satan birinin
yanına gelmiş, elini buğday yığınına daldırmış,
altının ıslak olduğunu görünce sormuş: “Nedir
bu?”. Satıcı: “Yağmur yağmıştı ondan dolayı
Abdurrahman b. Avf, Medineye
gittiğinde, Resulullah (s.a.v.) onu Said
b. Er-Rebi ile kardeş yapmıştı. Said
zengindi. Abdurrahman’a şöyle dedi:
“Malımı seninle yarı yarıya paylaşayım
ve sini evlendireyim”, Abdurrahman
ise, bu teklifi kabul etmedi ve; “Allah
malını ve ehlini bağışlasın. Sen bana
pazarın (çarşı) yolunu göster” dedi.
Pazara gitti, yağ, peynir vs. alıp sattı,
kar ederek geri döndü.
ıslandı”
diye cevap verince Rasulullah: “Niçin o ıslak
tarafı
halkın
görebilmesi
için
üste
getirmedin?” diye sert bir mukabelede
bulunduktan sonra: “Bizi aldatan bizden
değildir” buyurarak kusurlu malın kusurunu
söylemeden satılmasının helal olamayacağını
kesin bir şekilde belirtmiştir.
2. Malını Olduğundan Farklı Göstermek
İçin Yalan Yere Yemin Etmek:
Ticari maksatla yada başka herhangi bir
maksatla olsun yalan yere yemin etmek, Allah
Tealanın yüce ismini kötü emellerine ve basit
dünya menfaatine alet etmek çok çirkin ve haram
bir fiildir. Bu tür insanların yüzüne kıyamet günü
rabbimiz bakmayacak ve onları muhatap alıp
konuşmayacaktır. Bir hadisite peygamberimiz
(s.a.v.) Şöyle buyurmuştur: “Üç grup insan
vardır ki, Kıyamet gününde Allah onların
yüzüne rahmet nazarıyla bakmaz, onlarla
konuşmaz ve onlar için büyük bir azap vardır.
Bunlar: Elbisesini yerde kibirle sürüyen,
yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin
ederek ticaret malını fahiş fiyatla satmaya
çalışan” lardır.
3. Hileli Ölçüp Tartmak:
Dürüstlük şiarımız olmalıdır. Bunu her
alanda göstermeliyiz. Mal alırken ve satarken ölçü
19
ve tartıya azami ölçüde riayet etmeliyiz. Ölçü ve
tartıda sahtecilik yapanları Kur’an büyük bir azapla
müjdeliyor. Rabbimiz Bir ayette: “İnsanlardan
alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek
için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan
hilekârlara yazıklar olsun! .” Buyurarak ticarette
gayri ahlaki davranışların ne tür kötü sonuçlar
doğuracağını beyan etmektedir.
Kur’an, Şuayb (a.s.)’ın peygamber olarak
geldiği toplumun ticarette sahtecilik yapmaları
yüzünden dünyada cezalarını bulduklarını şöyle
anlatır “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı
(gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk
edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur.
Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi
hayır (bolluk) içinde görüyorum. Ve ben,
gerçekten sizin için bir günün azabından
korkuyorum.” Uyarısını yaptıktan sonra, onlar
hala sahtecilikte ısrar etmelerine karşın: “Emrimiz
gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman
edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık;
Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı
da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.”
4. Müşteri kızıştırmak:
Çoğunlukla malın fiyat ve artırmaya yönelik
bir hile şeklinde ortaya çıkar ve haksız rekabet
oluşturur. Şöyle ki, bir pazarlık esnasında satıcı ile
anlaşmalı olan üçüncü bir kişi sanki alıcı imiş gibi
devreye girerek gerçek müşterinin verdiğinden
daha yüksek fiyat vermek suretiyle onu yanıltır.
Böylece talip olduğu malı başkasına kaptırmak
istemeyen ilk müşteri, ister istemez daha yüksek
20
meblağ ödemek zorunda kalır. İslami literatürde
buna “neceş” (müşteri kızıştırma ) denir.
Peygamberimiz (s.a.v.) bu tür alış verişleri
yasaklamıştır. “Bir malı alıyor görünerek
kıymetini artırmayın” , “Neceş yapmayın. Bir
kimse kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık
yapmasın” gibi hadis-i şerifler Müslümanların
olumsuz
davranışlardan
sakınmalarını
vurgulamaktadır.
Müminler her işlerinde ön plana alıp
gözettikleri husus Allah Teala’nın rızasıdır. Bütün
varlıkları yaratan ve onları rızıklandıran O’dur. Bu
inanç müminleri her hususta dikkatli olmaya
yöneltir. Rablerinin rızasına aykırı olacak her
şeyden uzak durmaya gayret etmelerini sağlar.
İnsani ilişkilerinde ve ticaretlerinde uhrevi
sorumluluğu göz ardı etmezler. Hesabın
zorluğundan korkarak şöyle dua ederler:
“Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi
cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay
etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.
Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, <<Rabbinize
inanın!>> diye imana çağıran davetçiyi işittik,
hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı
bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle
beraber al, ey Rabbimiz!
Rabbimiz!
Bize
peygamberlerin
vasıtasıyla vadettiklerini de ikram et ve
kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme;
şüphesiz sen vadinden caymazsın!”
HARAM LOKMA
RIZIK MIDIR ?
Dr. Sinan ÖGE
İnsanın kazandığı ve boğazından giden
lokmanın değişik açılardan hesabı vardır. Örneğin
lokmanın kazanımıyla ilgili süreç ekonomik bir
işlemken, boğazdan aşağı inmesiyle birlikte
sindirimle dolayısıyla sağlıkla alakalı bir durum
olmaktadır. Ancak tüm bunların ötesinde lokmanın
bir de dinî hesabı vardır ki bu boyut genelde helal-
Haram lokma rızık olduğuna
göre aklımıza şöyle bir soru gelebilir:
Madem ki haram lokma rızıktır ve
onu da veren Allah’tır, o zaman onun
yenilmesinden dolayı Allah neden
ceza veriyor?
haram kavramlarıyla ifade olunur.
Helal lokmanın dinî ve ahlaki değerinin ne
kadar üst düzeyde olduğu bilinmektedir ve rızkın
en temiz olanı odur. Ancak bu noktada şu soru
gündeme gelebilir: Haram lokma rızık mıdır?
Haram yiyenlerin haram olan bu eylemleri de
Allah’ın bir rızıklandırması mıdır? İşte bu soru
İslam düşünce tarihinin ilk yıllarında tartışılmış ve
Ehli Sünnet ve Mu’tezile mezhepleri karşıt iki
görüşün savunucuları olmuştur.
engellenmediği” şeydir. Rızık mutlak ve muayyen
olmak üzere ikiye ayrılır. Mutlak rızık, ot ve su gibi
şeylerken; muayyen rızık, mülkiyet altındaki
şeylerdir.
Yegane rızıklandırıcı Allah’tır. “Emir,
ordusuna
ve
sultan
tebaasına
rızık
verdi”
cümlelerinde olduğu gibi insanlar için rızık verme
nitelemesi gerçek anlamda değil mecazendir.
Mu’tezile’ye göre haram rızık değildir.
Rızıkta mülkiyet esastır. Haram yiyen kendi
mülkünü yemediği için o yediği onun rızkı olmaz.
Mu’tezileye göre rızık, genel anlamıyla
Ayrıca Allah haram bir şeyin infak ve kazanımını
“kendisiyle faydalanılan ve başkasının ondan
yasaklamıştır. Şayet haram rızık olsaydı Allah
21
böyle bir engellemede bulunmazdı. Daha açık bir
şekilde ifade edecek olursak, haram kazanca rızık
denirse, Allah’ın verdiği rızıktan infak etmek
Allah’ın emri olduğundan, haram rızkın da infakı
emredilmiş olacaktı. Öte yandan Allah, “Ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak
ederler”
âyetiyle, vermiş olduğu rızıkları infak
edenleri övmektedir. Bu durumda şayet haram
rızık olsaydı, Allah haram bir şeyle yapılan
Eğer haram rızık olarak kabul
edilmez ise, bu durumda ömrü
boyunca haram yiyen birisi için “Bu
adam ömrü boyunca Allah’ın rızkını
hiç yememiştir” ya da “bu adamı
Allah
değil
bir
başkası
rızıklandırmıştır” gibi yanlış ve
tehlikeli sözlerin denmesine fırsat
verilmiş olacaktır.
muameleyi -hâşâ- övmüş olacaktır.
Tabi ki hayır. Ayrıca hayvanların mülkiyeti yoktur
Ehli Sünnete göre rızık, “ister helal olsun
ve onlar için helal ya da haram gibi kavramlar da
isterse haram olsun insanın yediği şeydir”.
geçerli değildir. Buna rağmen onlar için de rızık
Taftazânî, rızkı verenin Allah olduğuna vurgu için
söz konusudur ve rızık vericileri Allah’tır. Nitekim
tanımı, “Allah tarafından canlılara sevk edilen
Kur’ân-ı
ve canlıların da yediği şeydir.” şeklinde yapar.
“Yeryüzünde kıpırdayan hiç bir canlı yoktur ki
Dolayısıyla Ehli sünnete göre haram lokma da
rızkı Allah’a ait olmasın.”
Kerim’de
şöyle
buyrulmaktadır:
insanın rızkından sayılır.
Eğer haram rızık olarak kabul edilmez ise,
Ehli sünnete göre rızkın Allah’a nispetini
bu durumda ömrü boyunca haram yiyen birisi için
sağlayan şey helalliği ya da haramlığı değildir.
“Bu adam ömrü boyunca Allah’ın rızkını hiç
Allah’ın rızık verici olması, o rızkı yaratması ve
yememiştir” ya da “bu adamı Allah değil bir
insan ya da hayvan tüm canlılara takdir etmesidir.
başkası rızıklandırmıştır” gibi yanlış ve tehlikeli
Rızkın insanın mülkünde olması şartı yoktur.
sözlerin denmesine fırsat verilmiş olacaktır.
Örneğin anne sütü emen bir bebeğin içtiği süte
mülkiyeti yoktur. Bu durumda süte malik olmadığı
için “o süt bebeğin rızkı değildir” mi denecektir?
Soru: Haram lokma rızık olduğuna göre
aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Madem ki
haram lokma rızıktır ve onu da veren Allah’tır,
o zaman onun yenilmesinden dolayı Allah
neden ceza veriyor?
Bu soruya cevaben şunlar söylenebilir:
İnsanın haram lokma yemesinden dolayı
göreceği ceza, onu haram olarak elde
etmesi, o şekilde istemesi, tercih etmesi ve o
doğrultuda çabalamasından dolayıdır. Allah
insanlara her türlü rızkı vermiş ve bunu helal
yoldan kazanmalarını emretmiştir. Kişi rızık
yolunda neyi nasıl arzularsa Allah ona göre
rızkını verir. İnsan haram yolla rızık elde
etmek istiyor diye, Allah bir engellemede
bulunmaz. Mesela birisinin bir ekmek rızkı
değildir. Hiç kimse bir
başkasının
yiyemez.
rızkını
Buna göre
bir zengin bir fakire
infakta bulunduğunda
kendi
rızkından
keserek
bağışta
bulunmuş
olmaz.
Aksine o fakirin rızkını
ona vermiş olur. Ve bu
eyleminden
dolayı
mükafat kazanır. Yine
şayet bir hırsız sizin
malınızı çalsa ve yese,
o
mal
sizin
mülkünüzdür
ama
çalan hırsızın rızkıdır.
takdir edilmişse, bunu, çalışarak helal yolla da
kazanabilir, hırsızlık yoluyla da. Her iki halde de
ekmek onun rızkıdır ve Allah’ın takdiri iledir. Fakat
burada ekmeği haram lokma kılan Allah’ın
rızıklandırması
değil,
kulun
hırsızlığıdır.
O
çalarak
da
olsa
kendi rızkını yemiştir. Yukarıda denildiği üzere bu
eyleminden dolayı da ceza görecektir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki kainattaki her şeyin
sahibi ve yaratıcısı olan
Dolayısıyla sonuçta kişi Allah’ın emrine
üzünde
y
r
e
Y
“
ır:
lmaktad ı Allah’a ait
u
r
y
u
b
le
ki rızk
’de şöy
r
m
i
u
r
t
e
k
K
o
y
lı
Kur ’ân-ı
bir can
ç
i
h
an
kıpırday
.”
Allah, insanın ve
olmasın
muhalefet ederek
rızkın
helalini değil haramını tercih edince,
bu muhalefetinden dolayı cezayı hak etmiştir.
diğer
canlıların rızıklarının da yaratıcısı ve takdir
edenidir. Nasıl ki Allah insana özgür bir irade ve iş
yapabilme gücü vermiş ve insana bu gücünü hayır
ya da şer olmak üzere istediği yönde kullanma
Soru: Rızkın tanımı ve haramın rızık olarak
serbestliğini vermişse, aynı şekilde rızkını helal ya
kabul edilip edilmemesine göre cevabı değişen
da haram haline dönüştürme fırsatını da bir
ikinci bir soru da şudur: Kişinin kendi rızkını
imtihan olarak vermiştir. İnsan nasıl elde ederse
yememesi ya da başkasının rızkını yiyebilmesi
etsin kendi rızkını elde etmiş olacaktır. Helal de
mümkün müdür?
haram da onun rızkıdır. Helal yoldan helal rızık
elde etmek ya da haram yoldan haram rızık elde
Mu’tezileye göre rızıkta mülkiyet ve helal
etmek kişinin kendi kesbidir ve sorumluluğu
esas
rızkını
kendine aittir. Bu kesbine karşılık rızkını yaratan
yiyemeyebilir. Ya da başkasının rızkını yiyebilir.
Allah’tır. Yazımızın başlığının cevabı olarak “Evet,
Ancak Ehli sünnete göre herkes kendi rızkını yer.
haram da rızıkdır” denebilir ama böyle bir rızıkla
Kişinin yemediği şey, kendi mülkü olsa da rızkı
rızıklanmayı hiç bir mümin istemez.
oluş
olduğu
için,
kişi
kendi
23
HASEN VE SAHİH
HADİSLERDEN
SEÇMELER - 8
Mütercim
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
(Tercümemizin
bu
bölümünde,
içinde
bulunduğumuz ayın Ramazan’a
tesadüf etmesi sebebiyle kitabın “Savm” la ilgili hadislerini
vermeyi uygun gördüğümüzü değerli okuyucularımıza
belirtmek isteriz. Oruç bahsinden sonra kaldığımız yerden
devam edeceğiz.)
368. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. “O, Hz.
Peygamber’in hilali gördüğünüzde orucunuzu
tutunuz, yine hilali gördüğünüzde iftar ediniz.
Hava bulutlu olduğunda Şaban ayını otuza
tamamlayınız dediğini rivayet etmiştir.” Hadis
Muttefekun aleyhdir.
369. İbn Abbas dedi ki: “Yaşlı kişiye orucunu
tutmaması mükabili her gün için bir fakiri
yedirmesi müsaadesi verilmiştir. Ona kaza
gerekmez.” Hadis, “mevkuf hadis”tir. (Bu çeşit
hadislere “sahabe hadisi”de denmektedir. Hadisi,
Hakim en-Nisabûrî tahriç etmiştir.
370. Hz. Aişe, Peygamberimizin “Bir kimse,
üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse onun
orucunu akrabası tutar” hadisini rivayet etmiştir.
Hadis Muttefekun aleyhdir. (Hanefilere göre bir
kimse başkasının orucunu tutamaz, ancak onun
yerine fidye verebilir. Şafiiler bu hadise göre amel
etmişlerdir.)
371. Yine Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. Dedi ki:
Rasulullah Şaban ayında tuttuğu oruç kadar
hiçbir ayda oruç tutmamıştır. Peygamberimiz:
“Gücünüz yettiği kadar amel yapın. Siz ibadet
yapmada yorulmadıkça Allah kabul etmede
yorulmaz.” Hadis Müslim’de bulunmaktadır.
24
372. Halid
b.
Zeyd’den
rivayet
edilmiştir. Hz. Peygamber’in “Bir kimse oruçluyu
iftar ettirirse, o, oruç tutan kadar sevap kazanır.
Tutanın
sevabı
noksanlaşmaz.”
hadisini
nakletmiştir. Bu hadisi Tirmizi, Sünen’inde rivayet
etmiştir.
373. Yine Halid ibni Zeyd, Rasulullah’ın “Bir
kimse oruçlu iken yerse veya içerse orucunu
tamamlasın. Zira onu Allah yedirmiş ve
içirmiştir.” dediğini nakletmiştir. Hadis Muttefekun
aleyhdir.
374. Ebu Said’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: “Biz
ramazanda
Peygamberle
birlikte
sefere
çıkmıştık. O sırada oruç tutan tutmayanı,
tutmayan tutanı ayıplamamıştı.” Hadisi Müslim
kitabına almıştır.
375. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O
Rasulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Size
ramazan ayı geldi. Mübarek bir aydır. Allah Teala
o ayda size orucu size farz kılmıştır. O ayda
cennetin kapıları açılır. Cehennemin kapıları
kapatılır. Azgın şeytanlar zincirlere bağlanır. O
ayda bir gece vardır ki o bin aydan hayırlıdır. Kim
ondan mahrum kalırsa tüm hayırlardan mahrum
kalmış olur.” Hadisi Ahmet ve Nesai rivayet
etmişlerdir.
376. İbni Ömer’den nakledilmiştir. Dedi ki:
“Rasulullah hilali görmeyince orucu tutmayın.
Yine hilali görmeyince iftar etmeyin. Hava
bulutlu olduğunda tahminde bulunun, hesap
edin.” Başka bir
rivayette:
“ay 29
gündür.
Hilali görmeden tutmayın. Eğer hava bulutlu
olursa sayıyı otuza tamamlayın.” Hadis
Muttefekun aleyhdir.
377. Ammar b. Yasir’den rivayet edilmiştir. O
şöyle dedi: “Kim şek gününde (yani ramazan mı
değil mi şeklinde şüphe edilen gün) oruç tutarsa
Ebu’l Kasım’a isyan etmiştir.” Hadisi Ebu Davut,
İbni Mace, Darimî kitaplarına almıştır.
378. Enes’ten: Rasulullah’ın şöyle dediği rivayet
edilmiştir: “Sahura kalkınız, onda bereket vardır.”
Hadis, Muttefekun aleyhdir.
379. Yine Enes’ten: Dedi ki: Rasulullah hurma
ile iftar eder sonra namaz kılardı. Eğer büyük ve
taze hurma yoksa küçük hurmalarla da iftar
ederdi. Küçük hurmalar da yoksa su ile iftar
ederdi. Hadisi Tirmizi ve Ebu Davut kitaplarına
almışlardır.
380. İbni Ömer’den: Rasulullah iftar ettiği zaman
şöyle derdi: “Susuzluk giderildi, damarlar
sulandı, inşallah sevap da hâsıl olmuştur.” Hadisi
Ebu Davut kitabına almıştır.
381. Ebu
Hureyre’den
rivayet
edilmiştir.
Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Kim
ramazan ayında inanarak, ihlâslı olarak oruç
tutarsa geçmiş günahları mağfiret edilir. Yine
ramazana ayında inanarak, ihlâslı olarak
geceleyin ibadet ederse geçmiş günahları
affolunur. Yine bir kimse Kadir gecesinde
inanarak, ihlâslı olarak ibadet yaparsa geçmiş
günahları mağfiret edilir.” Hadis Muttefekun
aleyhdir.
382. Yine Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Dedi
ki Rasulullah şöyle buyurdular: “Adem oğlunun her
ameli on mislinden yedi yüz misline kadar
artırılır. Allah Teala şöyle der: Oruç böyle
değildir. O benim için yapılmıştır. Ben onun
sevabını daha çok vereceğim. Zira o şehvetini ve
yemeğini benim için terk etmiştir. Oruçlu için
sevinilecek iki vakit vardır: birincisi iftar ettiği
vakit sevinmesi ikincisi de Rabbine kavuştuğu
zaman olan sevinmesidir. Oruçlunun ağız
kokusu
Allah’ın
yanında misk
kokusundan daha iyidir.”
383. Aişe’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber
ramazanın son on gününde itikâfa girerdi. Ta
vefat edinceye kadar böyle yaptı. Kendisinden
sonra da zevceleri itikâfa girmişlerdir. Hadisi
Müslim rivayet etmiştir.
384. Ebu
Hureyre’den
rivayet
edilmiştir.
Rasulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Ramazan
ayından sonra en üstün oruç Muharrem ayındaki
oruçtur. Farz namazlarından sonra da en üstünü
gece namazıdır.” Hadisi Müslim kitabına almıştır.
385. Abdullah b. Amr ibn el-Asr’dan rivayet
edilmiştir. Dedi ki: Rasulullah şöyle buyurdular:
“Abdullah! Bana haber verildi ki sen gündüzün
oruç tutup geceleyin namaz kılıyormuşsun?”
Dedim ki; Evet ya Rasulullah. O dedi ki “böyle
yapma! Bazen oruç tut, bazen iftar et. Bazen
gece namazı kıl, bazen de uyu. Bedeninin senin
üzerinde hakkı vardır. Gözlerinin sen de hakkı
vardır.
Zevcenin
sende
hakkı
vardır.
Misafirlerinin senin üzerinde hakkı vardır.
Bütün hayatını oruçlu geçiren oruçlu sayılmaz.
Her aydan üç gün oruç tut. Bütün zamanda
oruç tutmuş sayılırsın. Kur’an’ı bir ayda hatmet.”
Dedim ki; benim bunlardan fazlasını yapmaya
gücüm yeter. Dedi ki; “oruçların en üstünü olan
savm-i Davut’u tut. O bir gün oruç tutmak, bir
gün yemektir. Her yedi gece Kur’an’ı hatmet.
Bundan fazlasını yapma.” Hadis Muttefekun
aleyhdir.
386. Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. Şöyle dedi:
Rasulullah Pazartesi ve Perşembe günleri oruç
tutardı. Hadisi Tirmizi ve Nesai rivayet etmiştir.
387. Ebu
Zer’den
rivayet
edilmiştir.
O
Rasulullah’ın şöyle dediğini rivayet eder: “Ebu Zer!
Her aydan üç gün oruç tuttuğun zaman ayın on
üç, on dört ve on beşinci günleri tut.” Hadisi
Tirmizi ve Nesai kitaplarına almışlardır.
388. Cabir’den rivayet edilmiştir. “Rasulullah
bir kalabalıkta bir adama gölge edildiğini gördü.
Buyurdu ki Bu nedir? Dediler ki; Oruç tutan bir
adam.
Buyurdu
ki; “Seferde
oruç tutmak iyi değildir.” Hadis, muttefekun
aleyhtir.
389. Hamza
b. Ömer el-Eslemî’den rivayet
edilmiştir. “Dedi ki Ya Resulallah! Ben seferde
oruç tutabilecek bir kuvvete sahibim. Tutarsam
bana bir günah yazılır mı? Peygamber buyurdu ki;
“O Allahın bir ruhsatıdır. Kim ruhsatı alırsa
güzel iş yapmış olur. Kimde oruç tutarsa ona
günah yazılmaz.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
390. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O,
Rasulullah’ın kadının , kocasının yanında iken
ondan izin almadan oruç tutmasının helal
olmayacağını, ancak
kocası izin verirse
tutabileceğini söylemiştir. Hadisi, Müslim
eserine almıştır.
391. Yine Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir.
Rasulullah şöyle buyurmuştur. “Nice oruç tutan
kişiler vardır ki orucundan elde ettiği, sadece
açlıktır. Nice geceleri kıyam yapan kişiler de
vardır ki kıyamından elde ettiği, ancak
uykusuzluk tur. Bu hadisi, Ebu Davud kitabına
almıştır.
392. Muazetel- Adaviyye’ den rivayet edilmiştir.
“O Aişe’ye dedi ki; Nedir şu kadınların durumu ki
orucu kaza eder de namazı kaza etmez. Aişe dedi
ki; Bu durum bize arız olunca orucu kaza etmekle
namaza kaza etmemekle emrolunduk.” Hadisi,
Müslim kitabına almıştır.
393. Yine Ebu Hureyre’den
nakledilmiştir.
“Rasulullah’ın bir kişi yalan sözü ve onunla
amel etmeyi terk etmezse onun yemesini
içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.”
Hadisi, Buhari rivayet etmiştir.
394. Hz. Peygamberin bazı ashabından rivayet
edilmiştir. Dediler ki; Hz. Peygamberi gördük
Mekke ile Medine arasında Arc deniler yerde
oruclu iken başına suları döküyordu. Hadisi,
Malik ve Ebu Davud kitaplarına almıştır.
395. İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. “Rasulullah
insanların en cömerdi idi. Bunu da en çok
Ramazan
ayında
yapardı. Zira
Cebrail ile her gece karşılaşırdı. Peygamber
Kur’an’ı ona okurdu. Hızlı esen rüzgardan daha
hızlı dağıtırdı (infak ederdi).” Hadis, muttefekun
aleyhtir.
396. Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir.
“O dedi ki Rasulullah, Ramazanın ilk on
gününde itikâfa girmiştir. Sonra ikinci on
gününde itikâfa girmiştir. Bu itikâfını bir Türk
çadırında yapmıştır. (Bu
çadır, Türkler
tarafından keçe den yapılmıştır.) Sonra başını
kaldırdı ve şöyle dedi. Ben önce ilk itikâfımı
Ramazanın ilk on gününde yaptım ve o geceyi
(kadir gecesini) aradım.
Sonra ikinci on
günündeki itikâfımı yaptım ve geldim. Sonra
bana bildirildi ki o gece, son on gündedir.
Öyleyse o geceyi son on günde arayınız.” Hadisi
Müslim kitabına almıştır.
397. Aişe’den rivayet edilmiştir. Dedim ki; Ya
Rasulallah! Kadir gecesinin hangi gece olduğunu
bilirsem ne söyliyeyim. Buyurdu ki; ALLAHÜMME
İNNEKE AFÜVVÜN TUHİBBUL AFVE FA’FU
ANNİ (Allahım! Sen affedisicin, affı seversin. Beni
de affet.) Hadisi, Tirmizî ve İbn Mace rivayet
etmiştir.
398. Hz.Ömer’den rivayet edilmiştir.
Hz.
Peygamberden buyurdu ki; “Gece şu taraftan gelir
gündüz de bu taraftan gider. Güneş battığında
oruçlu iftar eder.” Hadis, muttefekun aleyhdir. .
399. Hz. Aişe ve Ümmü Seleme’den rivayet
edilmiştir.
“Rasulullah
bir
defasında
Ramazanda cünüp olarak sabahladı sonra
oruca devam etti.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır.
400. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Hz.
Peygamber buyurdular ki; “Sizden biriniz oruçlu
iken
yemeğe
çağrıldığı
zaman,
ben
oruçluyum,desin” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
401. Ebu Said el_Hudri’den rivayet edilmiştir.
Rasulullah şöyle buyurmuştur. “Bir kimse Allah
yolunda bir gün oruç tutarsa bu oruç sebebiyle
Allah Teala o kimsenin zatını cehennemden
yetmiş sene uzaklaştırır.” Hadisi, Müslim rivayet
etmiştir.
Yarınlar Ne Kadar Uzakta
Yarınlar ne kadar uzakta?
Bir gün kadar yakın dimi çoğu
zaman. Belkide bir saat kadar. Ellerimizi
uzattıkmı
değebileceğimiz
kadar
yanımızda
ve
yanımızda
saklayabileceğimiz
kadarda
başucumuzda. Ama kimbilir, belkide
sonsuz kadar uzaktaydı yarınlar.
Zamanın uzayamacağı kadar ötede ve
saatlerin
uzanamayacağı
kadarda
derinde. Ya da ömrün ölüme karıştığı
yerdeydi yarınlar...
Akreple
yelkovanın
kovalamacasında
bir
beklentiydi
yarınlar. Zamanın sonralara özentisiydi.
Bir
günün
daha
dünleşmesinin
ifadesiydi. Bazen bir doğuş, bazende bir
batıştı. Yaşamda suskun bir bekleyişti.
Ve maalesef bitmez bir erteleyişti
yarınlar...
Erteleyişler;
bitmediler,
tükenmediler.
Yarının
en
yakın
arkadaşıydı belkide erteleniş. Birinin adı
anılsa ötekiside yankısını bulurdu
hemen. Dedim ya dost olmuştu
yarınlara ertelenişler. Yapılacakar ve
yapılması gerekenler yarının beşiğinde
mışıl mışıl uyutuluyordu. Halbuki
bilmezdi insan asıl kendisi uyuyordu...
Nasılda güvenildi yarınlara! Aslında
o bile şaşıyordu kendisine bu kadar
güvenilmesine. Çünkü oda biliyordu
kendisinin sayılı ve bitişinin yakın
olduğunu. Zaten, yaşam ağacının,
kırılması an meselesi olan bir dalıydı
yarınlar. Ama kaç kişiyi taşıyordu bu
haliyle üzerinde! Ne yazıktır ki insanlar
bu yaşam ağacının gövdesine sarılır
gibi sarıldılar dallarına. Ve hatta köküde,
gövdeyide, dalıda sahiplendiler. Oysa
bilmezmiydiler kök’de, gövde’de, dal’da
yaşam ağacını var edenin elindedir. Ve
bilmezlermi gün geldiğinde ufak bir
rüzgarla hepsi yok edilir...
Tesbih misali olan hayatın birer
boncuğuydu yarınlar. Her geçen günde
bir tesbih tanesi kadar yaklaşıyorduk
imameye. Ellerimizle çekiyorduk her
taneyi ve ellerimizle yaklaşıyorduk son
taneye. Sadece bir fark vardı. Kimisi
dünya diyerek, kimiside ALLAH diyerek
yaklaşıyordu imameye. Oysa tıpkı bir
tesbih gibi yaşamalıydı gözümüzde
seccade hayali. Unutmamalıydık; tesbih
hayat, boncuğu yarınlar, imameside
musalla
misali.
Ve
severek
karşılamalıydık imameyi.
Haydi ey insan!..
Yarınların yumuşak yastığına koy
başını. Sahtelikler örtsün üstünü. Ninni
söylesin kulağına yalancı mutluluklar.
Hadi daha uyut kendini...
Ama bir gün uyandırılacaksın.Ya
sonda
ya
da
sonsuzlukta.Ve
anlayacaksın yarınlar sana ne kadar
uzakta!...
Halil ATİK
27
yirmibeş
urhan
İSLAMİYET
KUR’AN-I KERİM
RAMAZAN-I ŞERİF
Doç. Dr. Mesut OKUMUŞ
İslamiyet’te Kur’an-ı Kerim,
Kur’an-ı Kerim’de Ramazan-ı Şerif,
Ramazan-ı Şerifte Kur’an-ı Kerim;
“Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu
Zikr’i, Biz indirdik. Yine kimsenin
kuşkusu olmasın ki onu yine Biz
koruyacağız.” (15/Hicr Suresi, 9)
1. İslâmiyet’te Kur’an-ı Kerim
Kur’an-ı
Kerim,
tilavetiyle
Allah’a kulluk edilen (taabbüd) ilahi bir
kitaptır. Allah’ın yeryüzüne indirdiği
son ve evrensel ilahi ve ebedi
çağrısıdır. Bugün dünyanın değişik
birçok ülkesindeki yaklaşık bir buçuk
milyara yakın Müslüman, Kur’an-ı
Kerim’e,
kâinatın
yaratıcısının
insanlığa gönderdiği son ilâhî ve
evrensel çağrısı, son ilahi hitabı olarak
inanmaktadır. Müslümanlar İslam
dininin Kur’an-ı Kerim’le vücut
bulduğuna inanmakta, onu dinlerinin
ilk kaynağı olarak kabul etmekte ve bir
ibadet kitabı olarak okumaktadır.
28
Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i
yalnız var oluşlarını anlamlandıran ve
kendilerine hayatın her alanında
rehberlik eden bir kılavuz olarak değil,
aynı zamanda ilâhî rahmete mazhar
olma, sevap elde etme, ilâhî kelâmın
nimet ve bereketinden yararlanma
gibi değişik niyet ve amaçlarla da
okumaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’in bu
tür okunuşu, dini ibadetlerde, çeşitli
açılış
ve
törenlerde,
bilimsel
toplantılarda, kutsal gün ve gecelerde,
cemaat toplantılarında, Ramazan
mukabelelerinde okumak gibi değişik
zaman ve zeminlerde sürekli yaşanan
bir olgudur. Kısacası Kur’an-ı Kerim,
geçmişte olduğu gibi günümüzde de
Müslüman birey ve toplumların
gündelik hayatlarının ayrılmaz bir
parçası durumundadır.
Kur’an-ı Kerim, tarih boyunca
İslam Medeniyetinin ana mihveri ve
kurucu ekseni olmuştur. İslam
medeniyeti, bu kurucu metnin
rehberliği
ve
temel
esasları
çerçevesinde,
onun
telkin
ve
yönlendirmeleriyle teşekkül etmiştir.
İslam önce Arap yarımadasında
filizlenerek neşvünema bulmuş, daha
sonra çok hızlı bir gelişme ve yayılma
istidadı göstererek büyük bir coğrafi
alana yayılmıştır. Bu süreçte tesis ve
inşa edici vasfıyla Kur’an-ı Kerim,
dünya
tarihini
olduğu
kadar,
Müslüman birey ve toplumların
hayatını da derinden etkilemiştir. Bu
etkiyi
müminlerin
gündelik
hayatlarından
yeme
içmelerine;
evlenme ve cenaze törenlerinden,
giyim kuşamlarına; eşya ve tabiata
yaklaşımlarından,
ibadet
ve
itaatlerine, bireysel hayatları kadar
birbirleriyle olan insani ilişkilerine
varıncaya kadar hayatın hemen her
alanında gözlemlemek mümkündür.
Kısaca Kur’an-ı Kerim, tarih boyunca
görkemli ve muhteşem bir maziye
sahip olan İslam medeniyetin ana
kaynağı, bu medeniyetin temel ve
başat belirleyici rehberlerinden biridir.
Bu nedenle batılı araştırmacılar
“İncilsiz bir Hıristiyanlık mümkündür,
ancak Kur’an’sız bir İslam asla!”
demişlerdir. Bu tespit son derece
yerinde ve haklı bir tespittir.
Hıristiyanlıkta asıl olan kutsal
kitap değil bizatihi Hz. İsa’nın
kendisidir. Hz. İsa’nın hayat hikâyesini
anlatan
dini
metinler,
adlarını
kendilerini
yazan
şahısların
isimlerinden alırlar. Bu kutsal metinler
Matta İncili, Markos İncili, Luka İncili
veya
Yuhanna
İncili
diye
adlandırılırlar. Bunların her biri Hz.
İsa’nın biyografisini anlatan dini
metinler mahiyetindedir. Dolayısıyla
adı geçen kutsal kitaplar, kendisi
bizatihi vahiy sayılan Hz. İsa’nın yerini
tutamazlar. Oysa İslam’da durum
böyle değildir. Son ilahi dinde asıl olan
Kur’an-ı Kerimdir, çünkü bu ilahi
kelamın kaynağı bizzat Yüce Allah
olduğu gibi, bu kaynağa Kur’an ve bu
kaynağın tesis ettiği dine de İslam
adını bizatihi Cenab-ı Hak vermiştir.
Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim, onu tebliğ
eden nebinin değil, bizzat yaratıcı
kudretin kelâm-ı ilahisidir. Onu inzal
eden ve her türlü şaibe ve şerden
koruyacak olan da O’dur. “Kuşkusuz
ez-Zikr’i
biz
indirdik,
onu
koruyacak olan da Biziz biz.” (15/Hicr
Suresi, 9) Kur’an-ı Kerim konusunda Hz.
Nebinin
görevi
kendisine
vahyedilenleri olduğu gibi tebliğ etmek
ve insanlığa tebliği ettiği emir ve
yasakları bizatihi kendi hayatında da
uygulayarak örnek, öncü ve önder
olmaktan ibarettir.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Nebi’nin
müminlere
bıraktığı
temel
iki
emanetten birincisidir. Dolayısıyla
müminler Kur’an’ı Allah’ın kendilerine
hitabı olarak görür ve öyle okurlar. Bu
gerçeğe vurgu yapan Muhammed
İkbal, Kur’an’ın okunurken nasıl bir
tavır takınılması gerektiği konusunda
şu gerçeğin altını çizer: “Babam bana
sürekli şunu söylerdi: Evladım
Kur’an’ı
sanki
sana
yeni
vahyolunuyormuş gibi oku!”
2. Kur’an-ı Kerim’de Ramazan-ı
Şerif
Kur’an-ı Kerim bazı ayetlerde iniş
zamanı ve süreciyle ilgili bazı
açıklamalarda da bulunur. Bu konuda
üç farklı surede üç değişik ayet
bulunmaktadır. Bunlardan ilki Bakara
Suresi’ndedir.
Orada
Ramazan
ayından bahisle Kur’an’ın nazil oluşu
ile ilgili şöyle buyrulur: “Kur’an,
insanoğluna
bir
rehber,
bu
rehberliğin apaçık bir delili ve
doğruyu yanlıştan ayırt edici bir
ölçü olarak (ilk defa) Ramazan
Ayında indirilmiştir. Bundan dolayı,
sizden kim bu aya erişirse onu
baştanbaşa oruç tutsun. Ancak
hasta veya seyahatte olan, başka
günlerde aynı sayıda oruç tutsun.
Allah sizin için kolaylık diler, zorluk
çekmenizi istemez; ama belirlenen
günlerin sayısını tamamlamanızı ve
size doğru yolu gösterdiğinden
dolayı Allah’ı yüceltmenizi ve O’na
şükretmenizi ister.” (Bakara Suresi,
2/185)
İkinci ayet Duhan Suresi’nde yer
almaktadır. Orada da Kur’an-ı
Kerim’in mübarek bir gecede inmeye
başladığı belirtilir “Hâmim. Düşün
özünde açık olan ve hakikati bütün
açıklığı ile ortaya seren bu ilahi
kelamı! Biz onu kutlu bir gecede
indirdik. Zaten biz insanı her zaman
uyarmaktayız. O gecede bütün iyi
ve kötü şeyler arasındaki farklılık,
katımızdan bir emir gereği hikmetle
ortaya konmuştur…” (44. Duhan Suresi,
1-4) Bazı yorumcular bu ayette
bahsedilen gecenin Berat Kandili
olduğunu belirtirlerse de, müfessirlerin
ekserisi
ayette
değinilen
“mübarek/kutlu gece”nin Kadir Gecesi
olduğunu söylemişlerdir. Bu yorum
daha doğrudur ve Kur’an-ı Kerim’in
nüzul sürecine daha uygundur. Zira
Kadir Suresi bir anlamda bu ayetin
tefsiri mahiyetindedir. Ayette değinilen
“mübarek gece” de Kadir Gecesine
işaret etmektedir.
Üçüncü ayet Kadir Suresinde
yer almaktadır. Kadir suresi hem
Kur’an-ı Kerim’in inişi hem de
Ramazan ayının içinde yer alan bir
gecenin önemine vurgu yapan bir
suredir. Bu sure bir yönüyle Mübarek
Kur’an’ın inişi ile ilgili tefsiri bilgiler
ihtiva eder. Diğer yönüyle de Kur’an-ı
Kerim’in indiği ayın, bilhassa bu ayda
yer alan nüzul gecesinin manevi
kıymet ve önemine vurgu yapar. Bu
gerçekten hareketle Ramazan ayı on
bir ayın sultanı olarak kabul edilir. Zira
Kur’an-ı Kerim bu ayda ve Kadir
Gecesinde
nazil
olmuştur:
“Kuşkusuz
biz
onu
Kadir
gecesinde
indirdik.
Kadir
Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin?
Kadir Gecesi bin aydan daha
hayırlıdır. O gecede Rabbinin
izniyle Melekler ve Ruh, her türlü iş
için inerler. O gece fecre kadar
esenliktir.” (97. Kadir, 1-4)
Bu üç ayetin özeti şudur:
Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında ve
mübarek bir gece olan
Kadir
gecesinde nazil olmaya başlamıştır.
Bu da kutlu Kur’an-ı Kerim sayesinde
29
bir gecenin ve bir ayın mübarek
sayılmasına, bir ayın öteki on bir ayın
sulatanı kılınmasına, o aydaki bir
gecenin de bin aydan daha hayırlı
olmasına vesile olmuştur.
Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim
bir defada ve toptan değil, parçalar
halinde yaklaşık yirmi üç yıllık bir
zaman diliminde nazil olmuştur. Yüce
Allah bu durumu ve bunun gerekçesini
şöyle açıklamaktadır. “Gerçek şu ki,
bu Kur'an'ı sana, gerçek bir
armağan (olarak) safha safha
indiren Biziz!” (76.İnsan, 23) “İnkâr
edenler: “Kur’an ona bir defada
indirilmeliydi” derler. Oysa biz onu
böylece senin kalbine yerleştirmek
için azar azar indirir ve ağır ağır
okuruz.” (25. Furkan, 32.)
Yine başka bir ayet-i kerimede
de Kur’an-ı Kerim’in peyderpey ve
parça parça nazil oluşunun hikmeti şu
şekilde açıklanmıştır: "Ve Biz bu
vahyi, değişmeyen gerçeğe işaret
olarak indirdik ve o da hak olarak
ulaştı; çünkü biz seni yalnızca bir
müjdeci
ve
uyarıcı
olarak
gönderdik; ve ayrıca onu; insanlara
yavaş yavaş okuyasın diye bir
Kur'an, temel bir okuma metni
olarak bölüm bölüm açıkladık, ayet
ayet indirdik." (17.İsra,105-106)
Böylece Kur’an-ı Kerim’in yavaş
yavaş, sindire sindire okunması,
ezberlenerek hıfzedilmesi ve hayata
30
tatbik edilerek tedricen uygulanması
kolay bir ilahi kılavuz olmuştur.
Yukarıda nakledilen ayetler
İslam geleneğinde iki farklı şekilde
anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Birinci
görüşe göre Kur’an-ı Kerim, Ramazan
ayında ve Kadir Gecesi’nde nazil
olmaya
başlamıştır.
Dolayısıyla
yukarıdaki ayetlerde ifade edilen
Ramazan Ayında ve Kadir Gecesi’nde
nazil olma olgusunu inişin başlaması
şeklinde anlamak gerekir. Bazı
yorumcular ise yukarıdaki ayetlerden
hareketle ikinci bir görüş ileri
sürmüşlerdir. Buna göre de Kur’an-ı
Kerim Ramazan Ayında ve Kadir
Gecesinde önce toptan Dünya
semasına indirilmiştir. Daha sonra da
oradan vahiy meleği aracılı ile
parçalar halinde Hz. Peygamber’e
peyderpey nazil olmuştur. Ancak biz
birinci görüşün daha doğru ve isabetli
bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz.
Şurası kesindir ki, Kur’an-ı
Kerim, Hz. Peygamber’in değil bizatihi
Yüce Allah’ın kelamıdır. Bu kelamın
inzali ve Hz. Peygamber’in hafızasına
nakşedilmesi, dahası onun izahı ve
açıklaması da Yüce Allah’a aittir.
Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından
indirilişi ve korunuşu şu şekilde
vurgulanır: “Kimsenin kuşkusu
olmasın ki, bu Zikr’i, Biz indirdik ve
yine kimsenin kuşkusu olmasın ki
onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hicr
Suresi,
9)
İlahi
kelamın
Hz.
Peygamber’in zihnine nakşedilmesi
ve
beyanı
ise
şu
şekilde
vurgulanmıştır.
“Kur’an
nazil
olurken
acele
ederek
dilini
oynatma!
Kuşkusuz
onun
toplanması ve okutulması bize
aittir. Biz okurken onun okunuşunu
takip et. Sonra onun açıklaması da
yine biza aittir.” (75/Kıyame Suresi, 16-18)
İlahi
kelam
nüzulünden
günümüze ve bize kadar iki yolla
gelmiştir. Bunlardan ilki şifahi yani
ezberlenerek dilden dile nakledilme
yoludur. Diğeri de kitabi olarak
kaydedilmek
suretiyle
gelmesi
yoludur. Demek ki Kur’an-ı Kerim bize
kadar kitabetin yanı sıra, bir ustanın
veya muallimin ağzından duyularak,
öğrenilerek ve kontrol edilerek şifahen
de aktarılmıştır. Hz. Peygamberin
muallimi Cibril-i Emindir. Ümmetin
muallimi ise Hz. Nebi’dir. Bu durum
İslam geleneğinde Kur’an-ı Kerim’i bir
muallimden
öğrenerek
sonraki
nesillere aktarma geleneğini, usta
çırak,
hoca
talebe
ilişkisini
doğurmuştur. Böylece kültürümüzde
Kur’an’ı bir “fem-i muhsin”den yani
sağlam ve düzgün bir ağızdan
kontrollü bir biçimde test ederek
öğrenme geleneğini doğmuştur. Bu
nokta son derece önemlidir. Zira diğer
ilahi kitaplar için böyle bir durum
mevzu bahis değildir. Bilindiği üzere
Hz. İsa, İsrail Oğulları arasından
gönderilmiş bir peygamberdir ve
Aramice
konuşmuştur.
Ancak
günümüzde Aramca yazılmış bir İncil
bulamazsınız. Bilinen en eski İnciller
Yunanca’dır. Yani İnciller önce
Aramca’dan Yunanca’ya çevrilmiş,
oradan da Latince’ye çevrilerek
günümüze kadar gelmişlerdir. Oysa
Kur’an-ı Kerim nüzulünden günümüze
en sağlam bir biçimde asli formu
değişikliğe uğramadan nakledilmiştir.
İlahi kitaplar için kelamın asli ve
orijinal dili son derece önemlidir.
Çünkü çeviri ne kadar başarılı olursa
olsun fesahat ve belagatte, umumda
ve hususta, mana ve delalette aslın
yerini bütün yönlerliye tutamaz. Hele
ilahi kitaplar söz konusu olduğunda
asli dilin korunmasının ne kadar
önemli olduğunu görmek için şu
örneği vermek yeterli olacaktır.
Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim’de
mealen şöyle bir ayet yer almaktadır.
“Ve vaktiyle Meryem oğlu İsa: “Ey
İsrailoğulları!
Şüphesiz,
ben,
Tevrat’tan geriye kalmış hakikat
adına ne varsa hepsini doğrulamak
ve benden sonra gelecek olan
Ahmed
adındaki
bir
elçiyi
müjdelemek için size gönderilmiş
olan Allah’ın elçisiyim...” (61. Saf
Suresi, 6)
Hıristiyanların sahih olarak
saydığı dört İncil’den biri olan
Yuhanna İncili’nin 16. bölümünde Hz.
İsa’dan sonra bir “Parakletos”un
geleceği belirtilir. Bu ifade bizim
geleneğimizde daha çok “Faraklit”
olarak bilinir. “Parakletos” ifadesinin
geçtiği bölüm elimdeki İncil’in Türkçe
çevirisinde şöyle ifade edilmektedir:
“Size gerçeği söylüyorum. Benim
gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem
“Yardımcı”
size
gelmez.
Ama
gidersem onu size gönderirim.” (Yeni
Ahit, Yuhanna İncili, 16/7) Yine aynı İncil’in
başka bir ayetinde şu ifadeler yer
almaktadır:
“Size
daha
çok
söyleyeceklerim var, ama şimdi
bunlara dayanamazsınız. Ne var ki, O,
yani “Gerçeğin Ruhu” gelince, sizi her
gerçeğe yöneltecek. O kendiliğinden
konuşmayacak, yalnız işittiklerini
söyleyecek ve gelecekte olanları size
bildirecek. O beni yüceltecek. Çünkü
benim olandan alacak ve size
bildirecek.” (Yuhanna İncili, 16/12-14)
olan “Ahmet” sözcüğünün Türkçe
karşılığıdır.
Yukarıda nakledilen İncil’de
geçen “Parakletos” ifadesi genellikle
“Taselli Edici/Ruhu’l-Kudüs” veya
“Yardımcı” (helper, counselor) olarak
da
çevrilmektedir.
İngilizcede
counselor sözcüğü “öğüt veren kimse,
yardımcı,
danışman,
müşavir,
müsteşar” gibi anlamlara gelir. Oysa
yukarıda
nakledilen
“parakletos”
kelimesi Arâmî, “Mawhamana” isminin
veya teriminin tam Yunanca karşılığı
olan “Periklytos”un bozulmuş şeklidir.
“Periklytos” ise Yunancada “çok
övülen, övgüye layık” demektir. Çok
övülen ve övgüye layık ifadesi ise
yukarıda nakledilen ayette yer alan
Hz. Peygamber’in isimlerinden biri
Yuhanna İncili’nin Aramice aslındaki
“mawhamana” ile aynı anlamı
taşımaktadır. Dolayısıyla bir metnin
aslının bulunmaması ve çeviriye
mecbur kalmak hakikatin tersyüz
edilmesine sebep olmaktadır. İşte
Ramazan ayında ve mübarek bir gece
olan Kadir gecesinde nazil olan
Kur’an’ın bize kadar asli biçimiyle
değişmeden nakli, Yüce Allah’ın engin
rahmeti ve sınırsız sevgisinin bir
tecellisidir.
Arami dili Hz. İsa zamanında ve
ondan yüzyıllar sonra Filistin’de
kullanılan ve İncil’in şimdi ortada
bulunmayan orijinal metinlerinin dilidir.
Muhammed Esed’e göre Periklytos ile
Parakletos’un fonetik/telaffuz olarak
birbirine
yakınlığı
karşısında
çevirmenler, -yahut daha büyük bir
ihtimalle sonraki tarihlerdeki İncil
yazıcıları- bu iki ifadeyi birbirine
karıştırmışlardır. Bu da her şeyi altüst
eden ve bir dini kökünden sarsan bir
manaya doğru kaymaya sebep
olmuştur. Hem Arâmî “Mawhamana”
hemde Yunanca Periklytos “hamide”
(övdü, hamdetti) fiilinden ve “hamd”
(övgü)
isminden
türemiş
olan
Muhammed ve Ahmed kelimeleri
3. Ramazan-ı Şerif’te Kur’an-ı
Kerim
“Kur’an” sözcüğü Arapça’da
hemzeli olarak yazılan ve “okuma ve
31
tilavet etme” manasına gelen “ka-re-e”
kökünden türemiştir. Hz. Nebi’ye
vahyedilen ilk ayet de “ikra/oku”
emriyle başlar ve ilk nazil olan ayetin
meâli “Yaratan Rabbinin adıyla
oku!”dur. Kur’an ilk ayetlerinde
olduğu gibi, sonradan nazil olan
muhtelif ayetlerinde de insanlardan
onu okumalarını, okurken veya
dinlerken bazı kuralları gözetmelerini
istemiştir.
Kur’an-ı Kerim’i okuma ve
hayata tatbik etme eylemi, bizzat Hz.
Peygamber’in yaşantısında tecessüm
etmiş ve fiiliyata dönüşmüştür. Hz.
Peygamber
nübüvvetin
ilk
dönemlerinden
son
yıllarına
varıncaya kadar hem müminlerin
okuma yazma konusundaki çabalarını
teşvik etmiş, hem de onlardan Kur’an’ı
ve kâinat kitabını okumalarını, varlık
ve bilgiye nüfuz etmelerini, eşyanın
hakikatini aramalarını, âfâk ve enfüs
üzerine tefekkür etmelerini istemiştir.
Bilginin önemini vurguladığı bir
hadisinde Allah Resulü, “beşikten
mezara kadar ilim öğreniniz” diye
buyurmuştur. Dahası ilim öğrenmenin
kadın erkek bütün müminler üzerine
farz olduğunu söylemiştir. Bu konuda
şu veya bu ilmi öğrenmek farzdır gibi
herhangi bir daraltıcı ve sınırlayıcı
ifade de kullanmamıştır. Dolayısıyla
hikmet yani bilgi müminin yitik malı
olarak görülmüştür. Bilgi müminin
yitiğidir, onu nerede bulursa alır.
“Allahım
bana
hakikati
olduğu gibi göster” diye dua eden
Hz. Nebi, eşya ve hadiseler üzerine
tefekkür ederken, Kur’an-ı Kerim’i
kendine
rehber
etmiştir. Allah
resulünün her yıl ramazan ayının son
on gününde halvet ve yalnızlığı tercih
ettiği, başka bir değişle itikâfa girdiği
ve kendisini dünyevî meşgalelerden,
gündelik koşuşturma ve telaştan
soyutlayarak manevi bir arınmaya
yönelmiştir. O bunu peygamber
olmadan önce de yapmış, ilk vahiy de
böyle bir inziva döneminin sonucunda
nazil olmuştur. Bazı kaynaklarda Hz.
32
Nebi’nin uyguladığı itikâf geleneğinin,
nübüvvetin son yılında yani vefat ettiği
sene yirmi gün sürdüğü bildirilir. İtikâf
zamanları Hz. Peygamber için
Kur’an’la yapılan bir manevi arınma
ve temizlenme sürecidir. Sahih hadis
kaynaklarında Allah resulünün her yıl
Ramazan ayında Cebrail’le karşılıklı
olarak Kur’an’ın o yıla kadar inen
ayetlerini
baştan
sona
kadar
birbirlerine okudukları ve kontrol
ettikleri rivayet edilir. Bu konuda
nakledilen rivayetler bir çok ravi
tarafından nakledilmiştir. Söz konusu
rivayet zincirlerinin başında Hz.
Fatıma, Hz. Aişe, İbn Abbas, Ebu
Hureyre, Abdullah b. Mesud gibi ileri
gelen
sahabe
yer
almaktadır.
Rivayetlerin
bazılarında
Allah
resulünün Kur’an’ı, Cibril-i Emîn’e arz
ettiğinden de bahsedilir.
Bazı
rivayetlerde Cebrail’in Allah resulüne
arz ettiği de vurgulanır. Bazı
rivayetlerde ise karşılıklı olarak her
ikisinin birbirlerine arz ettiklerine dair
görüşler yer alır. İşte buna mukabele
geleneği diyoruz ki, bu gelenek bize
Hz. Peygamber’le Cebrail (as)’ın bir
hediyesidir. Dolayısıyla Ramazan ayı,
fitre ve zekât kadar itikâf ve mukabele
başka bir değişle Kur’an ayıdır.
Ramazan ayında nazil olan Kur’an her
sene bu ayda yeniden okunarak
müminlerin hem zihni, hem de ruhları
tazelenir, eski gelenekler hatırlanır,
manevi bir arınma ve yenilenme
sağlanır.
İslam alimleri diğer ilahi
kitaplardan farklı olarak Kur’an’ın
ceminin
iki
türlü
olduğunu
söylemişlerdir: 1. Tilavet itibariyle
cem. 2. Kitabet itibariyle cem. Kur’an
günümüze kadar hem tilavet edilip
hafızların belleklerine nakşedilerek
ezber yoluyla, hem de kayda
geçirilmek suretiyle yazılı bir şekilde
gelmiştir. Kur’an’ı ezberleyenler de
onu ellerindeki Mushaf’a ilaveten bir
hocanın rahle-i tedrisinden geçerek,
onun ağzından şifahi olarak duyarak
ve
öğrenerek
ezberlemişlerdir.
İslam’daki hoca talebe münasebeti ve
Kur’an tilaveti konusundaki mukabele
geleneği
Hz.
Peygamber’in
vefatından sonra günümüze kadar
sürmüştür. Dolayısıyla Ramazan ayı
Kur’an’ın indiği ay olduğu kadar aynı
zamanda kontrol edilerek korunduğu
ve sağlamlığının pekiştirildiği aydır.
Hafızlar camilerde ezberden Kur’an
okurlar, diğerleri de onun bu
okuyuşunu takip ederek kontrol eder
ve varsa hatalarını düzeltirler. İslam
dünyasının her tarafında bu gelenek
yaşatılır. Böylece bir yandan kelam-ı
ilahinin korunmuşluğu pekiştirilirken
bir yandan da on bir ayda işlenen hata
ve günahlar sevaplarla ve ibadetlerle
değiştirilir.
İslam
tarihinde
Müslüman
çocukları okuma yazmayı Kur’an
okuyarak öğrenmişler, ilk eğitimlerini
Kur’anı tilavet ederek almışlardır. Dini
eğitim
alanların
en
önemli
hedeflerinden biri de kelam-ı ilahiyi
ezberlemek (hıfzetmek) olmuştur.
Toplumda bunu başararak Kur’an’ı
ezberleyenlere ayrı bir sevgi ve saygı
duyulmuştur. Asr-ı saadetten beri
Kur’an’ı
ezberleyenlere
“hafız”
denmiştir ki, çoğulu “huffâz”dır. “Hıfz”
sözcüğü ezberlemenin yanı sıra
koruma manasına da gelmektedir.
Dolayısıyla
Kur’an-ı
Kerim’i
ezberleyenler
bir
yandan
onu
belleklerine kaydeder, öte yandan da
onu korumuş ve muhafızlık yapmış
olurlar. İslam geleneğinde ilahi kelamı
farklı kıraatlere göre okuma becerisini
gösterenlere “kâri” denmiştir. Bu
kelimenin
çoğulu
“kurrâ”dır.
Dolayısıyla Kur’an’ı ezberleyenler onu
farklı ve zengin bir çeşitlilik içinde de
güzel
sesle
güzelleştirmişlerdir.
İslam’da ilk kurulan eğitim-öğretim
müesseseleri de “Darul-Kurrâ” veya
“Darul Huffâz” denilen Kur’an öğretim
merkezleridir.
Son ilahi kelam kutlu Ramazan
ayının mübarek bir gecesinde, ilahi
inayet, rahmet ve bereketin bir ihsanı
olarak nazil olmuştur. Bu rahmet ve
bereket ayında lütuf ve ihsan
deryasından kana kana içmek gerekir.
Bir yandan da nebevî geleneği
sürdürerek kevnî ayetler olan kâinat
kadar kavlî ayetler üzerinde de
düşünmek, onu tefekkür ve tezekkür
etmek gerekir. Ramazanda Kur’an
okurken derin bir teemmül ve
tedebbürle, anlamaya ve uygulamaya
da çalışarak Kur’an’a yönelmek
gerekir. “Kur’an’ı hâlâ düşünmezler
mi?” (4/Nisa,82) “Kur’an’ı düşün
mezler mi yoksa kalpleri kilitli
midir?” (47/Muhammed,24)
okumakla emr olundum.” (27/Neml
Suresi, 92) Çünkü o hasta ruhların ilacı,
dertlilerin dermanı, hasta gönüllerin
şifasıdır.
“Kur’an’ı
müminlere
rahmet ve şifa olarak indirdik.”
(17/İsra Suresi, 82) Kur’an müminleri en
doğru yola ileten kılavuzlarıdır.
“Kuşkusuz bu Kur’an en doğruya
iletir ve salih amel işleyen
müminlere güzel karşılık olduğunu
muştular.” (17/İsra Suresi, 9) Her
Ramazan ayı müminler için bir
yenilenme ve diriliş ayıdır. Bu ayda
Kur’an’ı ayrı bir heyecan ve aşkla
okumalı, okurken ondan ibret ve öğüt
almaya çalışmalıdır. “Öğüt almak
için Kur’anı kolaylaştırdık. Yok
mudur öğüt alan?” (54/Kamer,17) Bu
ayet Kur’an-ı Kerim’de tam dört kez
tekrar
edilmektedir.
Birincinin
ardından Ad Kavmi’nin yalanlamaları
ve bunun sonucunda başlarına
gelenler anlatılır. İkinci tekrardan
sonra Semud Kavmi’nin yalanlaması
ve bunun doğurduğu felakete değinilir.
Üçüncü tekrardan sonra Lut Kavmi’nin
elçilerini yalanlaması ve uğradıkları
ilahi cezalandırma anlatılır. Dördüncü
tekrardan sonra da Firavun ve
yandaşlarının
Hz.
Musa’yı
yalanlamaları ve maruz kaldıkları
akıbet anlatılmaktadır. Her defasında
da hitap müminlere yöneltilerek
Kur’an-ı Kerim’in ibret ve öğüt almak
için kolaylaştırıldığı ısrarla vurgulanır.
Sonuç
Ramazanda sürekli Kur’an-ı
Kerim okumalı, okunan ilahi kelama
kulak vermeliyiz. Onu kulaklarımız
kadar kalbimizle de dinlemeliyiz.
“Kur’an okunduğu zaman ona
kulak verin ve susun umulur ki
merhamet olursunuz.” (7/Araf,204)
Çünkü biz Müslüman olmak ve Kur’an
okumakla
emrolunduk.
“Ben
müslüman olmak ve Kur’an
Sözün özü, Kur’an-ı Kerim
İslam dininin temel direği, insanlığa
ışık ve nurlar saçan bir güneş gibidir.
Ondan marifet sırlarının kalbe akması,
güneş ışıklarının yeryüzüne yayılması
gibidir. Akıl tutulmasından kurtulmak
için aklımızı Kur’an güneşine doğru
tutmalı, gönül gözlerimizi açık
tutmalıyız.
Güneşe
gözlerini
kapatanlar kendilerine zulmederek
karanlıkta kalmayı tercih etmiş olurlar.
Ramazan ayında ve mübarek
Kadir Gecesinde nazil olan Kur’an
güneşine yönelmeli, ışık ve ilhamımızı
ondan alarak yolumuzu bulmalıyız.
Asrın idrakine İslam’ı, ancak ondan
aldığımız ilhamla ve Hz. Nebi’nin
yolunu izleyerek söyleyebiliriz.
Ramazan ayında ve Kadir
gecesinde nazil olan Kur’an her sene
bu ayda yeniden tazelenerek okunur.
Müslümanlar on bir ay iftar eder,
Ramazanda bir ay oruç tutarlar.
Ramazan ayında nazil olan Kur’an-ı
Kerim ise deyim yerindeyse on bir ay
oruç tutar, Ramazan ayında iftar eder.
Diğer aylarda okunduğundan daha
fazla bu ayda okunur. Hz. Nebi’nin
başlattığı mukabele geleneği bu ayda
zirveye çıkar. Sadece mukabelelerde
değil teravih namazlarında ve diğer
namazlarda da sürekli tilavet edilir.
Tefekkür, tezekkür ve teemmül edilir.
Kutlu bir ayın mübarek bir
gecesinde nazil olan Mübarek Kur’an,
Ramazanla özdeş gibidir. Ramazan
oruç ayı olduğu kadar aynı zamanda
bir Kur’an ayıdır. Bu ayda her yanda
Kur’an havası teneffüs edilir, her yeri
onun miski amber kokusu sarar.
Kubbelerden Kur’an bülbüllerinin
şakımaları ve sedaları yankılanır. O
halde haydi bu Ramazan biz de
Kur’an’ın kutlu iftar sofrasına icabet
edelim. Önümüze serilen mükellef
ilahi
sofranın
ziyafetinden
ve
bereketinden kana kana nûş edelim.
...................................................
1 Doç. Dr. Mesut Okumuş, Hitit Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi
Öğretim
Üyesi.
E-posta:
drmokumus@yahoo.com
2 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, ç. C. Koytak, A.
Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul 1999, s. 1145.
3 Buhârî, Sahih-i Buhâri, II, 672, III,1177, IV,1911 V,2317;
Müslim, Sahih-i Müslim, IV,194,1905; İbn Mace, Sünen, I,
562, Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 363,405; II,399;
VI,282.
33
yirmibeş
urhan
ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ
İSLAMÎ HAREKETLER
VE
"İLİM YAPMAK"
Ömer Faruk TOKAT
XIX. yüzyılda Cemaleddîn Afgânî (v.1897),
Muhammed Abduh (v.1905), Reşit Rıza (v.1935)
ve Sir Seyyid Ahmed Han (v.1898) ile başlayan ve
modern müslümanın zihninde şu ya da bu şekilde
etkilerini hala sürdüren çağdaş İslam düşüncesi ve
bu düşüncenin etkisiyle gelişen, İslam’ı
okuma/anlama yönteminden ve bu yöntem
sonucu ortaya çıkan selefî, modernist ve reformist
anlayışlardan söz ettiğimiz izahtan varestedir.
Müslümanların
kolonyalizme
karşı
bilinçlenmesini ve direnmesini sağlayan bir yönü
olması hasebiyle önemsenmesi gereken ancak
bununla birlikte zâhirci, rasyonalist ve pozitivist
doğası itibariyle eleştirel bir gözle okunduğunda
çok daha sağlıklı faydalar devşirilebilecek olan bu
düşünür ve hareket adamları maalesef doğruyanlış sorgulamasına gidilmeksizin âmiyâne taklit
psikolojisiyle okunmuş ve İslamî gelenek üzerinde
onulmaz yaralar açan ve Müslümanların
dünyevileşmesine kapı aralayan bir çizgi haline
getirilmiştir.
varyasyonlarıyla
bu
çizgiden
beslenen
yapılanmalar, kuşatıcı ve analitik bir gözle yeniden
okunduğunda yaklaşık olarak şu vasıflarda ortak
olduğu görülür:
• Konjonktürle biçimlenmiştir
• Tepkiseldir
• Tekfir meyillidir ve tekdüzedir; yalnızca
kendinin “gerçek İslam”ı temsil ettiğini
düşündüğü için kendisi dışında kalanları tekfir
etmeye meyyâl olması ya da yadsıması
Yaşanan bu kırılmaya, çok güncel bir
örnek olması hasebiyle,
90 lı yılların
sonlarına kadar "parti küfürdür" diyen
Türkiye İslamcılarının, her fırsatta liberal
ve muhafazakâr olduğunu söyleyen ve
uzak
durulması
gereken
üç
kırmızı
çizgisinden birini "dincilik" olarak deklare
eden AKP'ye olan sınırsız desteği ve
Müslüman zihin üzerindeki etkinliğini evrim
geçirerek de olsa hala koruyan ve farklı
34
katılımı zikredilebilir.
sebebiyle tekdüzedir.
anlaşılmaktadır.
Ulus
Tefsirin sayfalarını çevirdiği
• Zamanla
harîcî
bir
devletlerin revaçta olduğu
nitelik kazanır
dönemlerde
devletçi
bir
nizde mucizelerin, örneğin
• Nasslara
yaklaşımı
söylemin;
sosyalizmin
râic
şakku’l-kamer
mucizesinin
zahircidir ve bazılarına göre
olduğu zamanlarda sosyalist bir
akılla izah edilemediği için
her türlü te’vil, yorum ve
söylemin;
küreselleşmenin
uydurma
olduğunu
ileri
kıyas, ilâhî alana müdahale
tartışmasız bir fenomen olduğu
sürecek ve ebâbil kuşlarını,
addedildiği için şirk sayılır.
iddia edilen günümüzde ise
Hatta içlerinde düşünmenin
küresel
söylemlerin
ve
kanatlarında öldürücü mikrop
bile şirk olduğunu kabul
temaların
egemen
olduğu
çok
lar taşıyan sivrisinekler olarak
edenler vardır.
kaygan ve kırılgan bir zemindir
açıklayacak denli rasyonalist
• İndirgemecidir
modern İslamcı hareketlerin
ve
pozitivist
bir
yaklaşımla
• Genellemecidir
üzerinde durduğu alan. Görüş
kaleme alındığına ibretle tanık
• Tasavvuf karşıtıdır
sahamızı biraz daha daraltarak
• Mezhep karşıtıdır
bu ülke toprakları üzerinde
lık edersiniz.
• Genelde “asr-ı saadet”
vücut bulmuş olan ideolojik
sonrası tüm İslâm tarihiyle
İslamcılığa baktığımızda bu
özelde ise Osmanlı ile problemlidir
kırılma, kopma ve değişme noktalarının çok daha
• Sekülerlik/Dünyevîlik yönü baskındır.
keskin ve ibretamiz olduğu fark edilir. Yaşanan bu
kırılmaya, çok güncel bir örnek olması hasebiyle,
Ana gövdesi itibariyle aynı kaynaktan
90 lı yılların sonlarına kadar "parti küfürdür" diyen
beslenen ve aynı mantalitenin muhtelif açılımları
Türkiye İslamcılarının, her fırsatta liberal ve
olarak gördüğümüz bu çizgiye bir bütün olarak
muhafazakâr olduğunu söyleyen ve uzak
bakıp farklı varyasyonlarını ondan sonra ele almak
durulması gereken üç kırmızı çizgisinden birini
gerektiğini düşünüyoruz. Yoksa bu çizginin yan
"dincilik" olarak deklare eden AKP'ye olan sınırsız
çizgileri olarak oluşan farklı ekolleri birbirinden
desteği ve katılımı zikredilebilir.
bağımsız olarak incelemek yanıltıcı sonuçlara
götürür.
Metodolojik
ve
düşünsel
zaviyeden
Allah’ın dînine bir bütün olarak yaklaşan,
bakıldığında da konjonktürün İslamcılık üzerindeki
“insanın bireysel anlamda Rabbi ile ilişkileri
belirleyiciliği yine çok nettir. Mesela aydınlanma
sağlıklı olursa toplum ve devlet anlayışı
kendiliğinden sağlıklı hale gelir” savından
hareketle, tasavvufu, ahlakı ve zikri merkeze alan
ve buradan hareketle diğer alanlara sarkan bir
tebliğ/davet yöntemi geliştirdiği için dînin geniş
kitlelere ulaşmasına sebep olan ve bu yüzden de
kanaatimizce başarılı olan Hasan el-Bennâ'yı (rh.
a.) hariç tutarsak bu çizgiyi temsil eden diğer
düşünür ve hareket adamlarının çabalarının
“İslam Devleti”, “İslam İktisadı”, “İslam'da Sosyal
Adalet” vb. temalarla dînin sadece dünyevi
boyutunu önceleyip dünyevi temaları merkeze
almaları ve bunlara aşırı vurgu yapmaları bu gün
gelinen
noktada
Müslümanların
sekülerleşmesinde/dünyevîleş mesinde etkin
olmuştur. İslam’ın bir bütün olarak yaşanabilmesi
için bir araç olan “devlet” bu düşünür ve hareket
adamlarından beslenenler nezdinde İslam’ın
adeta altıncı şartıymış gibi bir yere oturtulmuştur.
Mevcut şartların ve egemen söylemlerin bu
çizgi üzerinde belirleyici olduğu kolaylıkla
35
felsefesi, bu akımın önde gelenlerinden biri olan
Reşid Rıza üzerinde ünlü tefsirinin adını “elMenâr” koyacak kadar baskındır. Tefsirin
sayfalarını çevirdiğinizde mucizelerin, örneğin
şakku’l-kamer mucizesinin akılla izah edilemediği
için uydurma olduğunu ileri sürecek ve ebâbil
kuşlarını, kanatlarında öldürücü mikroplar taşıyan
sivrisinekler olarak açıklayacak denli rasyonalist
ve pozitivist bir yaklaşımla kaleme alındığına
ibretle tanıklık edersiniz.
Hep konjonktür tarafından biçimlendirildiği için
günümüzde aynı çizginin uzantısı olan okuma
biçiminin sınırlarının yine hâkim kültür tarafından
belirlenmekte olduğu gözlerden kaçmamaktadır.
Nasıl mı? Uzağa gitmenize gerek yok. Hemen
yanıbaşınızda bulunan “Avrupa İslâmı, Ilımlı
İslâm, Türk İslâmı” vb. küreselleşme soslu bir
İslam’dan sözeden ya da Ortaçağ hristiyanlığı
sonrası İncil’e uygulanan bir okuma biçimi olan
tarihselciliği
Kur’ân'a
uygulamaya
çalışan
araştırmanların ve yazarların gözünün içine
bakın… ve… oradaki “usûl” eksikliğine… Bunun
sonucunda ortaya çıkan rafine edilmemiş bilgiyle
muhatap kılınmaya çalışılan, bu yüzden de kafası
allak bullak olan kitleleri görürsünüz. İranlı
düşünür Şayegan’ın ifadesiyle "hakim modern
değerlerle yerli değerler arasında gide gele başı
dönmüş" ve büyük bir düşünsel kaosun labirentleri
arasında beyhude at koştururken hep çıkmaz
sokaklara ulaştığı için vehimleriyle ördüğü bir
ormanın içinden Müslümanlara yön vermeye
çalışan, S. Hüseyin Nasr’ın tabiriyle bu “özür
36
dileyici” güruhun onurlu
gözükmeye çalışırken
ne kadar da zavallı bir
görüntüye büründükleri
ibretle
seyredilebilir.
Lafa gelince insan
hakları ve özgürlükler
konusunda mangalda
kül bırakmayan, sözde
bir
“gelenek
engizisyonu”ndan
bahsederken
hâkim
kültürün hegemonyası
karşısında sesi kısılan
kimi ilahiyatçıların, “ilim
yaptıkları”
üniversitelerde
uygulanmakta
olan
insan hakları ihlalleri
karşısındaki
sâmit
tutumlarını anlamak oldukça zordur. Bu
adamların, İslam ilim tarihi içinde köşe taşı olmuş
hikmet ehli büyüklere karşı özgürlükçü yaklaşım
adına beylik laflar ederken ve ceffelkalem hüküm
keserken, birazcık onuru olan sıradan bir insanın
bile
tahammül
edemeyeceği
uygulamalar
karşısında sessiz bir kütle görüntüsü sergilemeleri
çok manidardır.
Çelişkileri oldukça derin olan bu çizginin bazı
farklı varyasyonlarında seyreden kimileri de
sözgelimi “İmam Ebû Hanife sorgulanamaz mı?”
diye tuttururken kendi tutunmuş olduğu düşünür
ve hareket adamlarını sorgulamak aklının
Çünkü bir tarafta Kur’an’ın da
tezekkî, ihlas, ihsan, takvâ ve
benzeri
nitelemelerle
merkeze
aldığı tasavvuftan beslenen bir
anlayış sonucu gelişen "içten içe"
bir tecdid anlayışı diğer tarafta ise
çok temel ölçülerin konjonktür
uğruna
feda
edildiği
rasyonalist/kuru akılcı, pozitivist,
indirgemeci,
genellemeci
ve
tekdüze bir zihniyetten sadır olan
"dıştan içe" bir reform anlayışı.
ucundan bile geçmemiş
hatta
bu
zatların
düşüncelerini tahlil edip
objektif
kriterlerle
sorgulayanlar
ise
insafsız
eleştirilere
muhatap kılınırken bir
anlamda kendi idollerini
de üretmiştir. Tarikat
sistemindeki
"gassal
elinde
meyyit"
anlayışını
kıyasıya
eleştirirken
gerçekte
kendi aralarında pratize
ettikleri
"abicililik"
şeklindeki
tuhaf
uygulamalarıyla
müntesiplerinin ilmî ve
fikrî
anlamda
kısır
kalmasına
sebep
olmuştur.
İslam ilim tarihine toptancı ve tasfiyeci bir
içgüdüyle ve daha başından yoksaymaya
koşullanmış
histerik
bir
ruh
haliyle
yaklaştıklarından dolayı onlara göre selef (iyimser
bir ifadeyle ilk dört asır) sonrasından günümüze
kadar olan dönem, İslam’ın yanlış anlaşıldığı ve
totaliterliğin egemen olduğu karanlık ve süflî bir
dönemdir. O halde bu uzun süreç boyunca ortaya
konan tüm çalışmalar gözardı edilerek Kuran ve
Sünnet’e; bir kısmına göre ise yalnızca Kuran’a
dönülmelidir. Kuran’a dönülürken de klasik usûl
yöntemleri uygulanırsa sonuç alınmaz. Mutlaka
batıda
üretilen
ve
Rönesans’la
birlikte
Hıristiyanların İncil’e uyguladığı rasyonel ve
tarihselci yaklaşımla Kuran’a yaklaşılmalıdır.
Özellikle Osmanlı’nın, Hanefî ve üstelik sûfî bir
anlayışı temsil ettiği için Müslümanlara hiçbir
katkısı olmamıştır(!). Müslüman olmayan ilim
adamlarının ve tarihçilerin bile hayranlıklarını
gizleyemediği İslam medeniyetine yaklaşımları bu
denli genellemeci ve bu kadar yüzeyseldir.
Bu akımın ürünleriyle beslenen kesimler aynı
zamanda kendine malzeme olmaya elverişli
bulduğu ilmî ve kültürel değerleri de sorumsuzca
tüketen ve yağmalayan bir tutuma sahiptir. Bu
tüketimden en fazla nasibini alanlardan biri de hiç
kuşkusuz İbn Teymiye (v. 728/1328)’dir. Ehl-i
sünnet ulemasının “Bazı konularda Ehl-i Sünnet’e
muhalefet etmiştir” diye nitelediği İbn Teymiye
maalesef kitapları tahrif edilerek ve sadece bazı uç
görüşleri ön plana çıkarılarak bu gün o hale
getirilmiştir ki Ehl-i Sünnet’e her konuda muhalefet
eden, kıyas’a ve yoruma karşı çıkan, tasavvufu
toptan reddeden, mücessime ve hâricî bir İbn
Teymiye
görüntüsü
oluşturmaktan
hiç
çekinmemiştir.
Bu koşullanmış ideolojik zihniyet kendine
malzeme olacak argümanlar bularak sağlam bir
meşruiyet zemini edinebilmek için İbn-i Teymiye’yi
tanınmaz hale getirdiği gibi İmam-ı Rabbânî’yi de
ideolojik bir gözle okumaya çalışmıştır. Şöyle ki
İmam-ı Rabbânî’nin yalnızca siyasî duruşu,
devrimci yönü ve sosyopolitik düşüncelerine vurgu
yapılarak “modern” ve “Seküler” bir İmam-ı Rabbânî
portresi oluşturulmak istenmiştir. Ancak bu tür bir
İmam-ı Rabbânî okuması eşyanın tabiatına aykırı
olduğundan bu anakronist çaba hakim kalmıştır.
Çünkü bir tarafta Kur’an’ın da tezekkî, ihlas,
ihsan, takvâ ve benzeri nitelemelerle merkeze aldığı
tasavvuftan beslenen bir anlayış sonucu gelişen
"içten içe" bir tecdid anlayışı diğer tarafta ise çok
temel ölçülerin konjonktür uğruna feda edildiği
rasyonalist/kuru akılcı, pozitivist, indirgemeci,
genellemeci ve tekdüze bir zihniyetten sadır olan
"dıştan içe" bir reform anlayışı. Tabii ki bu
değerlendirmelerin amacının, İmam-ı Rabbânî’yi
anladığını sanan gerçekte ise onu tipik sıradan bir
derviş olarak okumaktan öte gidemeyen sözüm ona
kimi sûfîleri tezkiye etmek olmadığını ayrıca
belirtmeye gerek yok sanırım.
37
yirmibeş
urhan
İSTANBUL BEYRUT ARASI
TARİHTE
BİR YOLCULUK
Fot: M.Özkaya
Mustafa ÖZKAYA
Beyrut’a indiğimizde hava İstanbul’dan
farksız bir sıcaklıkta idi. Lübnan’ı diğer Arap
ülkelerinden her zaman daha fazla merak
etmişimdir. Arap dünyası içinde “kaynayan kazan
olma rolü” sanki hep Lübnan’a biçilmiştir.
Hıristiyan ve Müslüman Araplardan oluşan bir
devletin nasıl bir denge üzerinde yürütülebildiği
konusu başlı başına merakı celbetmeye yetiyor.
Osmanlı’nın Yıkılışında Beyrut’ta Ayak
Oyunları Osmanlı dönemindeki Arap milliyetçilik
akımının baş aktörlerini içinden çıkaran ve Batıyla
Osmanlı’nın yıkılış döneminde en sıcak temasları
sağlamış olan bilhassa Hıristiyan Arap önderler
buralarda Batının işbirlikçisi rolünü seve seve
kabul etmişlerdir.
Osmanlı dönemi Beyrut Şehremini olan
Selim Ali Sellam anılarında, Hıristiyan Araplarla
birlikte
kurdukları
“Cemiyet-i
Islahiyye”
derneğinden bahsederken dernek üyesi Hıristiyan
Arapların Fransa’nın Beyrut Konsolosluğuna
giderek dernek adına elden teslim ettikleri
mektubu ancak Osmanlı Devleti’nin Fransa
Konsolosluğunu
ele
geçirmesi
sayesinde
38
öğrenebildiğini ifade eder. Uzun bir bağlılık ve
talepler silsilesi içeren mektupta şu başlıklar dikkat
çekmektedir:
“Beyrut, 12 Mart 1913
Beyrut’ta Suriye Fransa Konsolosu Mösyö
Couget Cenaplarına,
Sayın Başkonsolos,
Biz aşağıda imzası bulunan ve Beyrut
vilayeti için bir ıslahat projesi tanzim etmek üzere
bütün cemaatler tarafından seçilen umumi heyetin
icra komitesi Hıristiyan azaları, Fransa’yı Osmanlı
Hıristiyanlarının hamisi ve Suriye Hıristiyanlarının
kabul edilen vatanı olarak görüyoruz. Bu sebeple,
aşağıdaki mülahazaları Fransa’nın Suriye
Konsolosu’nun dikkatlerine sunmaktan şeref
duyuyoruz”
Mektup bu şekilde başlıyor ve bir dizi talep
ve şikâyette bulunduktan sonra şu ifadelere yer
veriyor:
“Suriye Hıristiyanlarının emelleri ve talepleri:
Suriye Hıristiyanlarının en büyük emeli, Fransa’nın
Suriye’yi zaptetmesidir. Keyfiyetin bu şekilde
gerçekleşmesi maksadıyla, Beyrut Hıristiyanları
adına hareket eden ve aşağıda imzası olan
bizler,… tercih edilmesi gereken yolun aşağıdaki
gibi olduğunu söylüyoruz:
Tabii ki Fransa ve İngiltere’nin Lübnan’daki
yandaşları bu ekiple sınırlı kalmadı. Osmanlı’dan
kopuşun gerçekleştiği günlerden bugüne Lübnan
ya etnik çatışmanın sarmalına daldı ya da dış
müdahaleye
1. Fransa’nın Suriye’yi zapt etmesi,
2. Fransa’nın bilfiil murakabe ve himayesi
açık
yapısıyla
korumasız
ve
korunaksız bir şekilde her türlü saldırıya maruz
kaldı.
Fot: M.Özkaya
altında olmak kaydıyla Beyrut vilayetine tam
muhtariyet verilmesi,
3. İkisi de Fransa’nın bilfiil murakabe ve
himayesi altında olmaları kaydıyla Beyrut’un
Lübnan’a ilhak edilmesi.
Mişel Tuveyni, Yusuf el-Hani, Petro Tarrad, Eyyüb Sabit, Rızkullah
Arkaş, Halil Zeyniyye.” (Selim Ali Sellam, Beyrut Şehreminin
Anıları 1908-1918, s.130-132, Klasik Yayınları)
Beyrut Sokaklarındaki Yabancı Enflasyonu
Beyrut sokaklarında dolaşırken birçok
yabancıya rastladığımızda pek şaşırmıyorsunuz;
çünkü herkes biliyor ki binlerce yabancı istihbarat
elemanı Beyrut’u mesken tutmuştur. Aynen
İstanbul’daki Galata köprüsünde balıkçılar gibi
yemlerini salarak oltaya yakalanacak balıklar
39
beklenmektedir. Parası bol olan birçok yabancının
da buradaki tabiat güzelliğinden istifade etme
düşüncesiyle Beyrut’a yerleştiği elbette vakidir,
ancak bunların hatırı sayılır bir kısmı büyük
devletlerin bazı kişi ve örgütleri manipüle etme ya
da satın alma becerisi yüksek tecrübeli
elemanlarıdır ve tabiri caizse bunlar Beyrut sahil
şeridinde cirit atmaktadırlar.
Elbette Batılı ülkelerin Lübnan aşkının bir
sebebi var. Lübnan, Ortadoğu’nun işgal ve
kontrolü yolunda önemli bir deniz kapısı ve ilk
basamağıdır. Bu nedenledir ki son dönemde
Suriye askerleri Hariri suikastı gerçekleştiri lerek
Lübnan’dan çıkarılma yoluna gidilmiştir ki,
yalnızlaştırılmış bir Lübnan’ın çok daha kolay
lokma olacağı düşünülmüştür. Bundan hareketle
İsrail’in 2006 senesinde Lübnan’a gerçekleştirdiği
saldırı bu planın bir parçası olarak uygulanmıştı.
Ancak içerideki direnişin boyutlarını küçümsemiş
olması nedeniyle bu kalleş saldırısı İsrail’in kendisi
açısından tam bir hüsranla son buldu.
Beyrut sokaklarını gezerken bizler bu
saldırıların neden olduğu yıkım görüntüsünden en
azından Beyrut’ta artık eser kalmadığına şahit
oluyoruz. Ancak Lübnan şu anda başka bir karışık
durumla karşı karşıya ve bunu bütün Beyrut
sokaklarında yaşamanız mümkün. Dışarıdan
saldırı planları tutmayınca içeride bir takım örgütler
marifetiyle türlü türlü sinsi planlar hazırlanıyor bu
küçücük ülkede. Beyrut sokaklarında dolaşırken,
Filistin kamplarında ortaya çıktığı iddia edilen ve
yerel el-Kaide adıyla tanıtılan “Ensar’ul İslam”
adındaki bir örgüt Beyrut sokaklarında bombalar
patlatıyor du. Hatta gece yarısı otelimize
ulaştığımızda 3-5 kilometre ötede bir bomba
patladığını otel görevlileri bize iletiyorlar. Denetim
ve kontrol o derece sıkı ki, bir caddeden diğerine
geçmek bile ciddi bir askeri denetime tabi. Bir
sonraki gün akşam yemeği için dışarıya çıkıp
otelimize dönmek üzereyken iki cadde ötede
bulunan askerlerle karşı karşıya geliyoruz. Eğer
askerler pasaportlarımızın otelde tutulduğuna
inanmasalardı başımıza hiç de hoşumuza
gitmeyecek şeyler gelebilirdi.
Araplar Osmanlı’ya
Terakki’ye mi İsyan Ettiler?
mı,
İttihat
ve
Arapların topluca Osmanlı’ya ihanet ettikleri
söylentisi toplumumuzda özellikle propaganda
amaçlı olarak kullanılagelen bir konudur. Yukarıda
Hıristiyan Arapların yaklaşımını gösteren bir
alıntıya yer verilmişti. Aynı kitaptan Arapların
genelinin yaklaşımını yansıtan başka bir alıntıya
yer veriyorum. Bu defa kitabın müellifi Selim Ali
Sellam’ın hassas olan o dönemde Yıldız
Sarayı’nda Sultan Mehmed Reşad ile yaptığı özel
görüşmenin tutanağına yer veriyoruz:
Fot: M.Özkaya
Fot: M.Özkaya
“Mabeyn başkâtibi bizi kendilerine takdim
etti. Sultan şöyle buyurdu: “En çok istediğim, tabi
olunan ile tabi olan arasındaki bağların güçlü bir
şekilde devam etmesidir.” Şöyle cevap verdim:
“Halife-i
Muazzam
Hazretleri’nden
şuna
inanmalarını istirham ederim ki Araplar canlarını,
mallarını ve evlatlarını yüce hilafet makamının
korunması için feda edeceklerdir. Tabi olunan ile
tabi olan arasındaki bağı kopartmaya matuf en
küçük bir düşünce bile yoktur.”” (Selim Ali Sellam, s.134)
ve yabancı okullar olduğunun altını çizer ve eğitim
bütçesinin değerlendirildiği oturumda şu sözlere
yer verir:
“Muhterem Vekiller! Fransa Cumhuriyeti’nin
Suriye’deki
okullarında
43.000
öğrencisi,
Rusya’nın 35.000 öğrencisi vardır. Bunlardan
başka Almanların, İtalyanların ve diğerlerinin
okulları da vardır. Bu büyük sayı karşısında resmi
okulların öğrenci sayısının son derece az kaldığını
Selim Ali Sellam Meclisi Mebusan’a Beyrut
vekili olarak 1914 yılında seçildiğinde Lübnan ve
Suriye’de oynanan oyunların arka planında eğitim
gördüğünüz takdirde memleketin sonunu tehdit
eden tehlikeyi daha iyi anlarsınız.”
(Selim Ali Sellam,
s.144)
41
Fot: M.Özkaya
Günümüzde Güneydoğu ve Kuzey Irak’ta
sahneye konan senaryonun bir benzerinin Lübnan
ve Suriye’de gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Diğer
yandan o bölgede devlet adına hareket edenlerin
kopuş sürecini sanki hızlandırmak istercesine
yapmış oldukları hareketler de gerçekten
düşünülmeye değer.
Yine o dönemde yaşamış olan Osmanlı
Araplarının önemli entellektüel ismi ve aynı
zamanda devlet adamı olan Emir Şekib Arslan,
yazdığı hatıratında şu düşüncelere yer veriyor:
“İngilizler I. Dünya Savaşı öncesinde birçok
Arap gencini yanlarına çekmeyi başarmışlardı.
Kimisine şahsi menfaat sağlamışlar, kimini ikna
yoluyla yanlarına almışlardı. Tek isteklerinin,
Abbasiler veya Emeviler gibi bir Arap devletini
yeniden
kurmak
olduğuna
Arapları
inandırmışlardı. Böylece Araplar arasında
devletten ayrılmaya samimiyetle inanan ve ilk
fırsatta bunu gerçekleştirmek isteyen hatırı sayılır
bir
grup
oluşmuştu.
Bunların
Arapların
çoğunluğunu teşkil ettiğini söylemeye imkan
42
yoktur. Hatta aklı başında Araplar, Araplarla
Türkler arasında meydana gelecek bir ayrılığını,
kendi ülkelerinin Batı hakimiyetine geçmesiyle
sonuçlanacağını anlamışlardı…Aksini düşünenler
ya tecrübesiz ya da din bağını hiç umursamayan
kişilerdi. Bunların kimisi İngilizler tarafından
parayla tutulmuş hizmetçiler gibi çalışıyorlardı.”
(Emir Şekib Arslan, Bir İttihatçı Arap Aydının Anıları, s.36-38,
Klasik Yayınları)
Emir Şekib Arslan bunları söyledikten sonra
bu bölgenin Osmanlı’dan koparılmasında en
büyük sorumluluğun İttihat ve Terakki Yönetimine
ve onların Arap bölgelerinin Osmanlı’dan
kopmasını önlemek üzere bu bölgelere görevli
gönderdiği Cemal Paşa’ya bağlar. Bilhassa suçlu
suçsuz ayırt etmeksizin toplumun önde
gelenlerine tutuklama, sürgün ve en nihayetinde
toplu idamlar uygulamasının Arapçılık akımının en
önemli lokomotifi olduğunu söyler ve 1000 yıllık
devlet tecrübesine sahip Türklerin böyle bir
basiretsizliği nasıl göstermiş olmasına olan
şaşkınlığına ifade edecek söz bulamaz. Ona göre
Fot: M.Özkaya
sanki Cemal Paşa ve onun gibi düşünenler
bölgenin Osmanlı’ya bağlı kalması için değil; tam
aksine koparılması için görevlendirilmiş isimlerdir:
“Kesin kanaatime göre Cemal Paşa bu kişiler
hakkındaki idam kararını infaz ettiği zaman
Nazırlar Kurulu olaydan haberdar değildi. Tek
bildikleri bu kişilerin halen yargılanmakta
olduğuydu. Bu yüzden Sadrazam Prens Said
Halim Paşa’nın Cemal Paşa’ya tepkisi son derece
sert olmuştu. Sadrazam, Paşa’ya çektiği telgrafta
bu meselenin tamamıyla siyasi olduğunu ve
Paşa’nın Nazırlar Kurulu kararı ve Sultan’ın onayı
olmaksızın böyle bir kararı uygulama yetkisinin
olmadığını söylüyor ve olayın tek sorumlusu
olarak Paşa’yı görüyordu.” Sultan Mehmed Reşad
bile: “Cemal Paşa’nın Suriye’de öldürdüğü
kişilerden ben sorumlu değilim” demişti… Tek
söyleyebileceğim
şudur:
Cemal
Paşa’nın
Suriye’de takip ettiği siyaset, Osmanlı Devleti ve
İslam Alemi’nin başına gelmiş en büyük
felaketlerden biridir. Olayların birinci derecede
sorumlusu Cemal Paşa’dır; ancak Talat ve Enver
de ona istediğini yapma fırsatı verdikleri için
sorumludurlar.” (Emir Şekib Arslan, s.101)
43
Fot: M.Özkaya
İslam Nur’dur Fitne Nar’dır!
Lübnan’da iken bir toplantıya bizler de
katılıyoruz ve Lübnan’ın önemli isimlerinden birisi
olan Dürzi Lider Maan Başur Osmanlı ile ilgili
öylesine övgü ve güzel sözler kullanıyor ki
şaşırmadan edemiyoruz. Aradan tam bir yüzyıl
geçtikten sonra Lübnan’ın yaşadıklarının aslında
tam bir kayıp tarih olduğunu söylerse birisi
Öte yandan “İslam Nur’dur, Fitne Ateştir”
pankartları birçok sokakta gözünüze ilişiyor.
İnsana içten içe bir şeyler kaynıyor izlenimi veren
bu sokak görüntülerinde yine de yaşam devam
ediyor ve çocukların gülümsemesi bizlere bir
sıcaklık veriyor. Her zaman olduğu gibi elimizde
fotoğraf makinesi güzel ve ilginç görüntüleri
yakalamaya çabalıyoruz ve iki günlük bir gezi için
doyurucu miktarda ve kalitede fotoğraf karesi
yakalıyoruz.
kesinlikle yanılmaz. Çünkü bütün ümitleri bir bir
ellerinden alınan bu ülke, çalınmış bir tarih ve
coğrafya
serzenişinde
bulunuyor
bütün
sokaklarında. Hariri suikastı bu ülkenin içine
sokulmak istenen fitnenin ne kadar büyük
olduğunu göstermeye yeter de artar bile. Ancak şu
anda
bütün
sokaklarında
Hariri
suikastının
faillerinin bulunması çağrılarından Lübnan’ın bu
fitneye mağlup olmayacağına kadar yüzlerce
büyük bilboard afişleriyle donatılmış.
44
Konuştuğumuz
kimseler,
Türkiye’nin
büyüklüğünden ve son dönemde Türk halkının ve
hükümetinin
Lübnan’a
olan
yardım
ve
yakınlığından söz ediyor. Beyrut merkezinde
büyük bir camide kıldığımız Cuma namazı
sonrasında Camii’nin imamını selamladığımızda o
da Türkiye ile ilgili son gelişmelerle ilgili bizden
bilgiler almak istiyor. Biz de kendisinden
Lübnan’da son dönemde yaşanan olaylar
konusunda yorum almak istediğimizde Lübnan’da
birilerinin yeniden kazan kaynattığını ifade ediyor
ve İslam adına yapılan işlerin arka planında
karanlık hesaplar yattığını söylüyor.
Beyrut’ta aşırı zengin ve pür-aristokrat Arap
sosyetesine sıklıkla denk gelmeniz de mümkün.
Beyrut dışında - özellikle Filistin kamplarında yaşanan sefaletin ulaştığı derinliğe inat, şatafat ve
lüks yaşamın zirvesinde dolaşanlara bu şehirde
her zaman rastlamak gayet normal. Batılı yaşamın
örneklerini sizlere sunan bu kişiler acaba, Lübnan
için nelerini feda edebilirler diye düşünmeden
geçemiyorum.
İsrail
Lübnan’a
saldırırken
Amerika’da bir resepsiyonda tanıştığım Lübnan
asıllı Hıristiyan bir Arap bayan, saldırıların
sorumlusu olarak Hizbullah’ı sorumlu gördüğünü
söylediğinde ağzım açık kalmıştı. Kendisine
acaba İsrail’e bir kusur bulup bulmadığını istihzalı
bir şekilde sorduğumda İsrail’in de yanlış yaptığını
ama yine de asıl sorumlunun Hizbullah olduğunu
tekrarlamıştı.
Beyrut’ta
Yaşadıklarımız
Karanlık
Bir
Gecede
Gece artık dönüş için havalimanına gitme
vakti geldiğinde bir minibüs tutarak topluca yola
koyuluyoruz. Gece yarısı saat 03.30’da yarım
saatlik havalimanı yolculuğumuz 3-4 araba dolusu
özel birliklerin bizi durdurmasıyla aniden sekteye
uğruyor. Bombaların patladığı bir gece vakti bir
minibüste yanlarında bagajları ile birlikte 3-5
kişinin gece yarısı bu geç saatte yaptıkları yolculuk
tabiî ki dikkat çekiyor ve şüphe uyandırıyor. Kısa
sürede mevzu anlaşılıp uçağımıza yetişmemize
müsaade ediliyor. Ancak oracıkta dikkatlerimizden
kaçmayan
bir
olay
gerçekleşiyor.
Bizi
denetlemeye birbirinden farklı 3-4 ayrı güvenlik
ekibinin gelmesine ilk başta anlam veremiyoruz.
Bu sayede Lübnan’da birbirinden bağımsız bir dizi
güvenlik biriminin bulunduğunu ve her birinin ayrı
ayrı inceleme yaptığını anlıyoruz. Böylesine etnik
ve mezhebi parçalı yapıya sahip bir toplumun
üzerindeki
devlet
yapılanmasında da parçalı
emniyet
ve
güvenlik
oluşumlarının
bulunması
bizi hem şaşırtıyor hem de
düşündürüyor. Tam bu
sırada Emir Şekib Arslan’ın
şu sözleri aklıma geliyor:
“Birçok arkadaşım ve
dostum Osmanlı taraftarı bir
siyaset izlediğim için bana
kızıyordu… Ben de herkese
sabırlı olmalarını, katran
karasından daha beter
günler göreceklerini ve o
dönemde şikayetçi oldukları
Türk yönetimini arayacak
larını söylüyordum. Arap
bölgelerinin
Fransa
ve
İngiltere arasında paylaşıla
cağından kuşku duymu
yordum; ama o gün kimseyi
buna inandırmak mümkün
değildi…
Nasihatlerimi
anladıklarında devir çoktan
değişmişti.” (Emir Şekib
Arslan, s.64)
45
Fot: M.Özkaya
yirmibeş
urhan
KIYAMET GERÇEĞİ
Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Kur'ân-ı Kerîm'de, İnşikak, İnfitar, Tekvîr,
birbirini takib eder bir duruma getirdi" (Furkân, 62)
Zilzâl gibi sûrelerde ve pek çok âyetlerde,
âyeti de ifâde ediyor ki, saatin saniyeleri dakikayı,
kıyametin vukuu ve bu esnada kâinatta cereyan
dakikalar saatin geçmesini gösterdiği gibi, gece ve
edecek olan yıldızların dağılıp
gündüzün gelip geçmesi de bir
saçılması, güneşin kararıp
gün gelip, büyük saatin
Bu sebeplerden biri
solması,
ayla
çarpışıp
faaliyete
geçeceğine,
veya
bir
kaçının
birleşmesi,
semânın
kıyametin kopacağına işaret
tahakkuku için, uzun
parçalanması, kızarıp kor ateş
etmektedir. Yani insan bunların
seneler
geçmesinin
halini alması gibi akıllara hayret
peş peşe gelip gitmelerinden
gerektiği hesaplanabilir.
ve dehşet veren pek çok
zamanın
gelip
geçtiğini,
Ancak unutulmamalı ki,
muhteşem hâdiseler bütün
böylece hem ömrünün hem de
kâinatta
bilinmeyenler
canlılığıyla anlatılmakta, tasvîr
bilinenlerden çok daha
kâinatın
ihtiyarlamakta
edilip
gözler
önüne
fazladır. Allah'ın iradesi
serilmektedir.
olduğunu ve bir gün bu
de,
bütün
bozmak için
sebeptir.
Bu âyetlerde kıyametin
kopması
esnasında
vuku
bulacak hâdiseler anlatıldığı
gibi, kıyametin kopmasına sebep
olacak; yıldızların dağılması, güneşin ışığının
sönmesi, büyük zelzeleler gibi hâdiselere de işaret
edilmektedir.
"O öyle bir Allahtır ki, tezekkür ya da
şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü
46
hesapları
kâfi bir
durumun ölümle ve kıyametin
kopmasıyla
tahakkuk
edeceğini anlıyor. Eğer gece
ve gündüz sermedî olarak
devam etseydi, devamlı gece ve devamlı gündüz
içinde yaşasaydık, zamanın geçişine intikal
edemez,
böylece
ömrümüzün
ve
kâinatın
ömrünün
azaldığını anlayamazdık. Dolayısıyla
âyetteki “tezekkür” ün şumulü içine böyle bir
tezekkür de girebilir.
ömre sahip olan bir şeyin de fıtrî
Kur'ân-ı
Kerim'de
Birer küçük kıya met
bir
eceli
vardır,
ölümden
yevmu'd-dîn, yevmu'l-kıyâme,
olarak
addedebi
kurtulamaz. Nasıl ki, âlem-i sağîr
yevmu'l-âhir gibi ifâdelerde
(küçük âlem) olan insanın
sıkça geçen yevm tabirinden
leceğimiz, etrafımız da
ölümden kurtuluşu yok ise, insande böyle bir manayı hissetmek
müşahede ettiği miz,
ı kebîr (büyük insan) olan bu
mümkündür. Şöyle ki, el-Yevm
insan, hayvan, bitki ve
kâinatın da ölümden kurtuluşu
lafzı gün, sene, beşer ömrü,
diğer
varlık
ların
doğup
yoktur. Yine nasıl ki, bir ağaç,
dünyanın dönmesi arasındaki
büyü
yüp
ölmeleri,
kâinat
tahrip ve bozulmaya maruzdur,
açık tenasübe binaen, haşrin
çapında
büyük
bir
yaratılış ağacından gelen kâinat
emarelerinden hadsî (sezgisel)
da, tekrar tamir edilmek üzere
bir emareye işarettir. Bu durum
kıyametin
vuku
bula
gerçekleşecek olan, tahribin
saatin saniye, dakika, saat ve
cağını hissettirmek tedir.
elinden kurtulamaz... "Güneş
günleri sayan milleri gibidir.
dürüldüğü, yıldızlar saçılıp
Nasıl ki, bir kimse devrini
döküldüğü, dağlar sürüklendiği zaman... (Tekvîr,
tamamlayan bir mil görünce hadsen -bir müddet
1-13), "Semâ yarıldığı zaman..." (İnşikâk, 1-5)
sonra
da
olsadiğerinin
de
devrini
âyetlerinin tahakkuk edeceği bir gün mutlaka
tamamlayacağına intikal eder. Öyle de, gün, sene
gelecektir. Böylece insan-ı kebîrin fezadaki ölüm
gibi devamlı olarak tekrarlanan nev'î kıyametleri
sekeratı, acaip bir hırıltı ve korkunç bir sesle
gören bir kimse de, insan nev'i için haşir gününün
tezahür edecektir5.
sabahında ebedî saadetin doğacağını hadsen
1
anlar .
Yukarda da işaret edildiği gibi, nihâyette
Kâinatın tahribinin, kıyametin kopmasının
kâinat çapında küllî bir kıyametin kopacağı ilmî
mümkün olduğunu şu gerçekten anlayabiliriz: İlim
bakımdan kesinlik kazanmıştır. Tüm deliller
kâinatın yaratıldığını en ufak bir şüpheye bile yer
evrenin sınırlı bir ömrü olduğuna işâret ediyor6.
Artık merak edilen, kıyametin kopup kopmayacağı
vermeksizin ispat etmiş, hatta ilk yaratılış
değil, ne zaman ve nasıl kopacağı hususudur.
saniyelerinde neler olup bittiğini dahi göstermeyi
Çünkü kâinatın ölümü için pek çok sebep vardır.
başarmıştır. Yapılan hesaplamalar kâinatın 15-20
Mesele bunlardan hangisinin daha önce cereyan
milyar sene önce yaratıldığını ortaya koymuştur 2.
Böylece aklî ve tecrübî delîller bu kâinatın
edeceği noktasında düğümlenmektedir7.
hudûsuna (sonradan yaratıldığına) delâlet
Günümüzde yapılan tesbitler sonucu
etmektedir. Kâinatın hudûsu da, fenâ bulmasına
kâinatın harabiyetini, kıyametin kopmasını
ve bunun aklen muhal bir şey olmadığına delâlet
mümkün kılan sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
etmektedir3. Evveli olan bir şeyin, elbette bir sonu
da olacaktır. Bu âlem ezelî olmadığı gibi, ebedî de
değildir4.
Birer küçük kıyamet
olarak
addedebileceğimiz,
etrafımızda
müşahede
ettiğimiz, insan, hayvan, bitki
ve diğer varlıkların doğup
büyüyüp
ölmeleri,
kâinat
çapında büyük bir kıyametin
vuku
bulacağını
hissettirmektedir.
Nitekim,
tekâmül kanununa dahil olan
bir şeyde neşv ü nemâ var
demektir. Dolayısıyla o şeyin
tabiî bir ömrü vardır. Tabiî bir
1. Kâinatın devamlı olarak genişlemesi
sonucunda, ya bu genişlemenin bir sonucu olarak
kâinatın dağılması (açık kâinat modeli), veya bu
genişlemenin bir gün yavaşlayarak, kâinatın
küçülerek başlangıçtaki ilk haline dönmesiyle
kâinatın son bulması (kapalı kâinat modeli) söz
konusudur8.
Açık kâinat modeli’ ne göre, yıldızlar yakıtını
tükettikçe birer birer ölmeye devam edecek,
sonunda kâinat genişlemekte olan büyük bir
mezarlık haline gelecektir9. Kapalı kâinat modeli’
ne göre ise, yıldızların tek tek ölümü
beklenmeksizin top yekûn bir kıyametle her şey
bitecektir10. Buna göre, kütlenin artış eğiliminde
bulunması, çekim kuvvetinin de artacağını ve
sonuçta evrenin genişlemeyi bırakarak kendi
çekim kuvvetinin etkisine girerek çökmesi
kaçınılmazdır11.
mütemadiyen yürüteceğini iddiâ etmek gibidir.
Enerji ilelebed bayır aşağı gidemez. Saat topu gibi
sonunda dibe vurmak zorundadır. Bunun gibi,
kâinat da ilelebed devam edemez, er geç
bir gün erg’ lik enerjisinin elverişlilik
kabiliyeti,
merdivenin
alt
basamağına
varmış
olacaktır. İşte o anda,
kâinattaki
hayat
duracaktır. Gerçi
enerjinin hepsi
orada ise de,
değişme
kabiliyeti
artık
Evren Big Bang' dan beri sürekli genişliyor.
Bu genişleme kuvveti şimdiye kadar kütleye bağlı
olan çekim kuvvetini yenemediği için, genişleme
sürüp gitti. Çekim kuvveti genişlemeye hakim
olursa, artık genişleme duracak. Aşırı yoğun ve
kapalı bir evrende çekim kuvveti hakim hale
gelince, her şey kendi içine çöker hale gelecek.
Gökyüzü prese edilmiş portakal gibi yarılacak.
Uzay sonsuz ufuklardan tersine bir hareketle
sür'atle kapanmaya başlayacak. Yıldızlar ve
gezegenler ışınım, elektron ve çekirdeklerden
oluşan bir kozmik çorba haline dönüşecek. Semâ
aşırı sıcaklık nedeniyle bir baştan bir başa kıp
kırmızı bir renge boyanacak. Evrenimiz açılan bir
çiçek gibi değil, kapanan, kapanmakta olan narin
ve zarif bir gül goncası haline dönüşecektir12.
2. Entropi13 'nin sürekli artması: Kâinat
yaratılalı beri, devamlı olarak sıcak cisimlerden
soğuk cisimlere bir sıcaklık akışı olmaktadır. Ancak
zamanla cisimler arasındaki sıcaklık farkları
dengelenip eşit duruma geldiklerinde kâinatta
hareket durarak bir ısı-ölümün, termodinamik bir
kıyametin vukuu kaçınılmaz olacaktır14.
Astronomi alimlerinden Sir James Jeans bu
mevzuda şöyle der: "... Kâinattaki toplam enerjinin
azalmayacağını, dünya ve kâinatın ilelebed
devam edeceğini iddiâ etmek, asma saatteki
topun azalmayarak, akrep ile yelkovanı
48
kalmamıştır.
Nasıl,
havuzdaki
durgun su, çarkı
çeviremezse, kâinatın
iş yapma kabiliyeti de,
artık tükenmiş olacaktır. O
zaman, biz, sıcak olsa bile, ölü bir
kâinatta ısı ölümü ile karşı karşıya
bulunacağız. Enerji elverişliliğini yitirmiş bir kâinat
ise ölmüş demektir. Bundan şüphe etmeye, buna
karşı koymaya imkân yoktur. Yeryüzündeki bütün
tecrübelerimiz buna o derece hak veriyor ki, bir
itiraz payı kalmamıştır"15.
3. Kara Delikler: Her ne kadar kesin olarak
ispat edilmese de, pek çok ilim adamı tarafından
varlığı kesin kabul edilen kara delikler de,
kıyametin sebebi sayılacak şeylerdendir.
Ölen bir yıldız
eğer
güneşimizin
üç
mislinden daha fazla
büyükse,
nötron
yıldızı
seviyesinde
kalmaz, kara
delik
haline
gelir.
Bu,
4. Dünyamızın başına bir kıyametin
kopması, dünya hayatının devamının kendisine
bağlı olduğu sebeplerden birisinin ortadan
kalkmasıyla da mümkündür. Meselâ, ısı ve ışık
kaynağımız güneşin, enerjisini tüketerek sönmesi
dünya hayatının da son bulması demektir. "Güneş
dürüldüğü zaman" (Tekvîr,1) âyetinin ifâde ettiği
gerçeğin bir gün vuku bulacağını, bugünkü ilim de
haykırmaktadır. Çünkü her yıldız bir müddet sonra
canlılığını kaybetmekte, sönüp gitmektedir. Bir gün
gelip güneş de sönecektir17. Evet, güneşin bir
sonu gelecek! Kâinattaki milyarlarca yıldızdan biri
olan güneşimiz deposundaki hidrojeni helyuma
çevirip yakıtını tükettikten sonra, tahminlere göre,
beş milyar yıl sonra beyaz bir cüce olarak hayatını
kaybedecek18.
Bu sebepler dışında kâinat çapında
meydana gelebilecek daha pek çok hâdiseler
kıyametin kopması için yeterlidir. Sadece
dünyamızı ele alacak olursak, dünyamızı bekleyen
pek çok felaketin dünyanın sonu için yeterli bir
sebep olabileceğini görürüz. Meselâ, Dünyada
hemen herkesin şahid olduğu depremler
dünyamızın kıyametini ihtar etmektedir. Sekiz
şiddetindeki bir depremle koca şehirlerin alt üst
olması, milyonlarca insanın ölmesi gösteriyor ki,
bu depremin bir kaç katı olan ve bütün dünyada
etkisini gösteren bir deprem dünya hayatının sonu
için yeterlidir.
yıldızın
madde
âleminden
çıkışı
demektir. Bir
kara delik ne
parçalanır, ne de
küçülür. Onlar için
sadece büyümek vardır.
Rastladığı her şeyi yutan kara
delik böylece mütemadiyen büyür.
Büyüdükçe çekim kuvvetinin sınırı artar ve
bu büyüme gittikçe artan bir sür'atle devam eder.
Böylece, zamanla içinde bulunduğu bütün
galaksiyi yutacak duruma gelebilir. Hatta nihâyette
bütün kâinatın da, bir kara delik olup çıkma ihtimali
söz konusudur 16.
Yer kürenin merkezi çok şiddetli harareti
olan maddeler ihtivâ ediyor. Coğrafya alimi G.
Gamow şöyle diyor: "Mavi denizlerimizin altında
alevli tabiî bir cehennem var. Başka bir deyişle
bizler büyük bir dinamit lağımının üzerinde
duruyoruz. Bir gün tamamiyle infilak ederek arzın
nizamını tamamiyle alt üst edebilir"19.
Yine gökyüzünden dünyamızın başına
yağan göktaşları (meteorlar) da, çok sayıda ve
daha büyük kütlelerde yağmaları halinde
dünyamızın sonunu hazırlayabilirler. Asteroidler ve
kuyruklu yıldızlar da, meteorlar gibi, bir kıyamet
sebebi olabilir. Kuyruklu yıldızlar, asteroidler kadar
yoğun olmasa da, büyük hasara sebep olabilirler.
1910'da Halley kuyruklu yıldızı dünyamıza
yaklaştığında bazıları intiharı tercih etmiştir. Daha
bunlar gibi pek çok sebepler sıralanabilir20.
49
Onun vaktini O'ndan
başkası
açıklayamaz.
O, göklere ve yere ağır
gelmiştir. Size ansızın
gelecektir. Sanki sen
onu biliyormuşsun gibi,
sana soruyorlar. De ki,
onun
bilgisi
ancak
Allah katındadır, ama
insanların
çoğu
bilmezler" (A'râf, 187).
.........................................
*.
Bu
gününün
kevnî
sebepler,
ansızın
"Onlar
gelip
bekliyorlar?!
Şüphesiz
belirmiştir..."
(Muhammed, 18)
kıyamet
çatmasını
onun
mı
alâmetleri
âyetiyle ifâde edilen
kıyamet alametleri cümlesinden sayılabilir. Evet,
kıyametin alametleri bellidir, ama keyfiyetini Allah
bilir.
Bu sebeplerden biri veya bir kaçının
tahakkuku için, uzun seneler geçmesinin gerektiği
hesaplanabilir. Ancak unutulmamalı ki, kâinatta
bilinmeyenler bilinenlerden çok daha fazladır.
Allah'ın iradesi de, bütün hesapları bozmak için
kâfi bir sebeptir. Nasıl ki, sapa sağlam duran ve
uzun yıllar bâki kalacak gibi görülen koca binalar,
ansızın gelen bir depremle yerle bir ediliyorsa,
kâinatın yıkılması da böyle olabilir. Dolayısıyla,
vukuu kesin olsa da, kıyametin ne zaman
kopacağını Allah'tan başkası bilmez: "Sana
kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.
De ki, onun ilmi ancak rabbimin katındadır.
50
Atatürk Üniversitesi, İlahiyat
Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret
İnancının Temelleri adlı eserimizden
istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler
yapılarak hazırlanmıştır.
1. Nursî, İşaratu'l-İ'caz, s. 37.
2. Taşkın Tuna, Uzay ve Dünya,
İstanbul, 1982, s. 21, 23.
3. Şarkavî, Şarkavî, Muhammed
Abdullah. el-İman, Kahire,1989, s.
296.
4. Şadi Eren, Kur'ân'da Gayb Bilgisi,
Işık yay., İzmir, 1995, s. 217.
5. Nursî, İşarâtu'l-İ'caz, s. 242-243;
Abdülmecid Ünlükul, İmân Dili, Konya,
1961, s. 58-59.
6. Paul Davies, Son Üç Dakika, çev.
Sinem Gül, Varlık Yayınları, İstanbul,
1994, s.30.
7. Hüseyin Demirkan. Yıldızların Esrarı, İstanbul, 1978, 14. bsk., s. 31.
8. Davies, s. 126; Steven Weinberg, İlk Üç Dakika, Tübitak Yayınları, 6.bsk.
Ankara, 1996, s. 139; Sadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik, Timaş, İstanbul
1995, s. 376 vd.
9. Ümit Şimşek. Big Bang Kâinatın Doğuşu, İstanbul, 1980, s.74.
10. A.g.e, s. 74
11. Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi yay. İstanbul, 1992, s. 368.
12. Davies, s.86, 126; Weinberg, s. 139-141; Tuna, Uzayın Sırları, s.144,
369-370; Merdin, 379
13. Entropi, enerjinin kıymetsizlenmesini ifade etmek için kullanılır.
Matematik ifadesiyle, bir sistemin sahip olduğu ısı miktarının onun mutlak
sıcaklığına oranına o sistemin entropisi denir.
14. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, s.
114 vd; Davies, s.21, 24;
15. Senih, s. 6-7 (Sir James Jeans, Etrafımızdaki Kâinat'dan naklen).
Evren sonlu bir hızla geri dönülmez bir şekilde tükendiğine göre, ezelden
beri var olması mümkün değildir. Sonlu bir hızla tükenen bir şey ezelî
olamaz, şimdiye kadar ölmüş olurdu.Böylece, evrenin en sonunda yok
olacağını gösteren bütün kanıtlar, aynı kesinlikte, onun zaman içinde belli bir
başlangıcının olduğunu da gösterir (Barnett, s. 119; Davies, s. 25)
16. Davies, s.66, keza bkz. a.e, s. 63-74, Demirkan, s. 44, 46; Tuna, Uzayın
Sırları, s. 268-271.
17. Davies, s. 24; Tuna, Hayat Kaynağımız Güneş, Yeni Asya yay. İstanbul,
1983, s. 22.
18. Davies, s. 58; Tuna, Güneş Sistemi, Yeni Asya yay. İstanbul, 1983, s. 53;
Uzayın Sırları, s. 87; Hayat Kaynağımız Güneş, s. 22; Demirkan, s.18.
19. Han, el-İslâmu Yetehaddâ, s. 82 (Biography of The Earth, s. 62'den
naklen).
20. Davies, s. 15-17, Senih, s.11-15; keza bkz. Gazi Ahmet Muhtar Paşa.
Yaratılış ve Ötesi (Serâiru'l-Kur'ân), Sadeleştiren: Ali Turgut, Kültür Basın
Yayın Birliği, İstanbul, tsz., s. 230, 267.
LEYLA
(Kalbi en çok meşgul eden şey, o kalbin Leyla’sıdır.)
Boşuna kurulma geçip karşıma,
O hayal yüzünü süzemem Leyla,
Sakın talip olma mezar taşıma,
Adını yanıma yazamam Leyla.
Bunca yol kat ettim, artık sapamam,
Göbekten bağlıyım, Can’dan kopamam,
Bir sönen yıldıza asla tapamam,
Çocuk bahçesinde azamam Leyla.
Ben senin dünyana ait değilim,
Bu bir gönül hali, bu bir eğilim,
Ayağım sendeyse ötede elim,
Bir gölge üstünde gezemem Leyla.
Beni meşgul edip kesme hızımı,
Dermanın almıyor artan sızımı,
Bu yüzden elime alıp sazımı,
Ardına türküler dizemem Leyla.
Bir âşığım ancak o sen değilsin,
Nasıl bir faniye kalbim eğilsin,
Mecnun olan gönül seni ne bilsin,
Attığın düğümü çözemem Leyla.
Ne libas giydirin, ne inci takın,
Kiralık konaktan çıkmam çok yakın,
Bu bir heves değil, bekleme sakın,
Hakiki mirastan bezemem Leyla.
Bir sahte cilveye, yakmam kendimi,
Keskin bakışına kurdum bendimi,
Senin hatırına ben efendimi,
Ebedi yârimi üzemem Leyla.
Ey geçici rüya, ey ölümlü düş,
Sende bir Baki’nin arkasına düş,
Madem ki sonunda O’nadır dönüş,
Kendi mezarımı kazamam Leyla…
Enseme çöksen de gözüm sılada,
Ruhumun gıdası, gökte ki balda,
Söz verdim elestte, yevm-i belada,
Dostumla ahdimi bozamam Leyla,
Sebahattin TÜZÜN
51
yirmibeş
urhan
ÇOCUKSU
RUHUMUZDA YAŞAYAN
RAMAZAN
Hasan BAŞAR
İçinde bulunduğumuz bu günlerde ramazanın
maneviyatını bütün ruhumuzla yaşıyoruz. Bereket ve
rahmet ayı olan ramazan, sosyal ve kültürel yaşantımızı
çepeçevre kuşatmış bulunuyor. Davranışlarımıza ve
duygularımıza tamamıyla ramazanın hâkimiyeti
egemen. Kendimizi ramazan ayının manevi dünyasına
bırakmış huzur ve saadet içerisinde kendimizden
geçiyoruz. Zincirlere vurulmuş, şeytanların olmadığı bir
dünyanın doyasıya tadını çıkarıyoruz.
İnsan ve insanlık sürekli değişir.
Her değişim beraberinde kendisine
has duygu ve düşüncesini de getirir.
Ama insan evrenseldir. Hz. Âdem’den
bu yana da aynıydı, bundan sonra da
aynı
olacaktır.
Değişen
sadece
eşyadır, mekândır, olaylardır. İnsani
olan duygular değişmez.
Hiç olmazsa yılda bir ay, insani duygularımızı
doyasıya yaşıyoruz. Hele günümüzde hayatın yoğun
ritminden uzaklaşıp, hayatın sadece koşuşturmacadan
ibaret olmadığının ayrımına varıyoruz. Artık bu ayda
kişisel hırslarımız, ihtiraslarımız dizginleniyor. Kendimizi
hafiflemiş hissediyoruz. 11 ay boyunca yorulan
bedenimiz, ruhumuz duygu boşalması yaşıyor. Negatif
enerjiyi bir kenara bırakıp, hayata sil baştan yeniden
başlıyoruz.
Bütün bunları söylerken yaşları belli olgunluğa
ermişlerin, ruhunun derinliklerin den şöyle bir inlemeyi
duyar gibiyim. “Ah nerde o eski Ramazanlar.”
52
O eski bayramlar, o eski ramazanlar nerde?
O kutlu tekbirler, o mutlu anlar nerde?
Yüzlercesi gitti, biz kaldık yapayalnız;
O eski dostlar nerde, o cananlar nerde?
Hüseyin Ozan ÖZTÜRK
Evet, hayalimizdeki o eski ramazanlar
yaşanmıyor; ama sadece, sadece bizim için yaşanmıyor.
Oysa ramazan o eski ramazanlığından hiçbir şey
kaybetmedi. Sadece değişen olaylar, eşyalar ve insanlar.
Ama ramazan yine aynı ramazan.
Değerli anneler, ramazan hazırlığını
sıradan olmaktan çıkartın. Çocuğu
nuzun, ailenizin çevrenizin dikkatini
çekecek
aktivitelerle
süsleyin.
Çocuğunuzu sıcacık bir pide almaya
gönderin, fırında beklemenin tadını,
o mis gibi kokan pideleri elinde
getirme zevkini yaşatın.
Hafızalarımızdan silinmeyen o eski ramazanların
tadını çocuk psikolojisi içinde aramalıyız. Çocuklar
tamamen duygusaldır. Akıl ve mantık onlar için ikinci
planda gelir.
Çocuklar coşkuludur, heyecanlıdır,
meraklıdır, heveslidir. Her şeyden önemlisi saftır.
Çocuksu dünyasında kötülük nedir bilmez. Olaylara
karşı bencildir. Her şeye kendi penceresinden bakar.
Kendileri için özel olan şeyleri bir ömür boyu unutmazlar.
İşte insana “Nerde o eski Ramazanlar” dedirten şeyde o
çocukluk ruhunda yatmaktadır.
Biz elbette çocukluk duygularımızla ramazandan
aldığımız zevki, şimdi alamayacağız. Artık çocuksu
dünyamızdaki o tatlı telaşları yaşamamız mümkün değil.
Hayatın ritmine ayak uydurup, kendi telaşlarımız içinde
çocuksu olan çok şeyimizi kaybettik. Her insan için
geçerli olan kanun bizim içinde işledi ve
yaşlanmaya başladık.
Ramazanın
sembolü
olan
yardımlaşma,
dayanışma
aslında
günümüzde de yaşanıyor; ama eksik olan
sadece heyecan. İnsanlık dayanışma,
yardımlaşma gibi özelliklerinden hiçbir
tanesini kaybetmedi. Bilakis daha güçlü,
daha dinamik, daha fazla kendisini
hissettiriyor. Ve ramazan hızla bozulan,
yozlaşan dünyada insanlara unuttukları o
muhteşem duyguları yeniden yaşatıyor.
Kuruyan kalplere yeşerme fırsatı tanıyor.
İnsan ve insanlık sürekli değişir. Her
değişim beraberinde kendisine has duygu
ve düşüncesini de getirir. Ama insan
evrenseldir. Hz. Âdem’den bu yana da
aynıydı, bundan sonra da aynı olacaktır.
Değişen sadece eşyadır, mekândır, olaylardır. İnsani
olan duygular değişmez. Bu duyguların dışa vurumun
da kullanılan eşyalar ve olaylar değişebilir; ama duygular
değişmez. Bir çocuğun lunaparkta çarpışan arabalara
bindiğinde aldığı zevk ile bundan 200 yıl önceki bir
çocuğun Hacivat ile Karagöz’ü izlerken aldığı zevk
arasında bir fark var mıdır? Diye sorarsanız. “Hayır, hiçbir
fark yoktur.” derim.
İnsan sosyal bir varlıktır, düşüncelerini, duygularını
genelde içinde bulunduğu toplum şekillendirir. Yani insanı
içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünemezsiniz.
Bugünün insanı dünün insanından farklıdır. Artık
kendimize ait farklı yaşantımız, zevklerimiz oluşmuştur.
Öyleyse nerde o eski ramazanlar diye dert
yanacağımıza bir şeyler üretip ramazanlarımızı
heyecanla beklenen bir ay haline getirmeliyiz.
Yaşadığımız çağın gereklerine uygun yeniden
düzenlemeliyiz. Bu düzenleme bilinçli ve programlı
olmalıdır. Zamana karşı durulmaz. Bu düzenlemeyi biz
yapmazsak zamanın kendisi mutlaka yapacaktır. Biz bu
yaşantının neresine oluruz bilemem. Bildiğim tek şey
eğer gerekli önlemler alınmazsa “Nerde o eski
ramazanlar.” demeye bile hasret kalacağız.
Ramazanın ruhunu bozmadan coşkuyla nasıl
yaşanır’ın hesabını yapmak hepimize düşüyor.
Çocuklarımıza bu kadarını borçluyuz sanırım. Evet,
kendimiz için değil; ama çocuklarımız için bir şeyler
yapmalıyız.
ne gibi çalışmalar yapmalıyız?
Siz çocuk olsanız ramazanı
Evet, hayalimizde
zevkle ve heyecanla beklemeniz için
Sanıyorum, bu konu da en
geçerli üç tane şey sıralayın? Desem
ki o eski ramazanlar
büyük sorumluluk yine kadına
herhalde aklımıza ikiden fazla şey
yaşan mıyor; ama düşmektedir. Şunu üzülerek ve açık
gelmez. Ne, o eskinin Hacivat
sadece, sadece bizim yüreklilikle
söyleyebilirim
ki
Karagöz’ü, ne akşamları anlatılan
evlerimizde
ramazanı
heyecanla
için yaşanmıyor. Oysa
masallar, ne iftardan sonra gidilen
ramazan o eski rama karşılamıyoruz. Ramazan sessizce
mahalle panayırları? evet, bunlar yok
geliyor, sessizce tutuluyor ve sessizce
oldu ya da yok olmaya yüz tuttu. Ama
zanlığından hiçbirşey
gidiyor. Artık haftalar öncesinden
üzülmesi gereken biz değil evlatlarımız.
kaybetmedi. Sadece evlerde ramazan hazırlığı başlamıyor.
Toplumsal yaşantı belki bunları
değişen olaylar, eşya O tatlı telaş yok artık. Çocukların
hayatımızın dışına itti. Bu güzellikler
çekecek,
onları
lar ve insanlar. Ama dikkatini
artık nostalji olmaya başladı. Ama
şeyler
ramazan yine aynı heyecanlandıracak
bunlar yok oldu diye oturup ağlayacak
yaşanmıyor.
Oysa
evlerimizde
bu
mıyız? Hayır! Çağın gereklerine uygun
ramazan.
heyecanı yaşatacak olan hanımlardır.
olarak
ramazanı
çocuklarımıza
Vefakâr
anneler unutmayalım ki
sevdirecek
eğlence
unsurlarını
çocuklarımıza heyecanı yaşatacak olan evdeki tatlı
bulacağız.
Ramazanı onlara sevdiremezsek,
telaştır. Sizlerden tatlı telaşı gören körpecik yavrular, bu
heyecanını hissettiremezsek değil ramazan kültürü,
heyecanı yaşayacaktır.
ramazanın kendisi de kalmayacak. Ramazanın
kıyamete kadar heyecanla, coşkuyla yaşaması için
Değerli anneler, ramazan hazırlığını sıradan
özellikle çocuklarımıza sevdirilmesi gerekir. Bunun için
olmaktan çıkartın. Çocuğunuzun, ailenizin
çevrenizin dikkatini çekecek aktivitelerle
süsleyin. Çocuğunuzu sıcacık bir pide almaya
gönderin, fırında beklemenin tadını, o mis gibi
kokan pideleri elinde getirme zevkini yaşatın.
Yaptığınız yemeklerden komşunuza gönderin,
evinize gelen çocuklara sımsıcak bir gülüş atın.
Onları yaptığınız hazırlıklara ortak edin. Bütün
benliği ile ramazanı yaşatın ki büyüdüklerinde
onlarda gururlanarak “Nerde o eski ramazanlar”
deme zevkine sahip olsunlar.
Babalar, dedeler, emmiler sizde yemekten
sonra evinizde televizyonun karşısına geçip
oturmayın. Evladınızı akşamları yanınıza alın
teravihe götürün, oradan çıkın bir lunaparka,
sinemaya, sirke ne bileyim onların ruhuna hitap
edecek yerlere götürün. Emin olun çocuk
çocuktur ve sadece duyguları vardır.
Hiç olmazsa o birkaç yıllık çocuksu çağı
çocuklarımıza
heyecanla
yaşatalım.
Büyüdüklerinde onlarda gururlanarak “Nerde o
eski ramazanlar” deme zevkine sahip olsunlar.
Onlardan bunu esirgemeyelim. Biz o mutluluğu
yaşadık, çünkü bizim etrafımızda bize o
mutlulukları yaşatan güzel insanlar vardı. Şimdi
sıra bizde, o güzellikleri çocuklarımıza
yaşatması gereken biziz. Ama biz ne
yapıyoruz? Oturmuş sadece dert yanıyoruz.
“Nerde o eski ramazanlar.” diye
n.
atırlayı k
h
i
n
i
t
rece
nime
e olan rden rızık ve nasıl
z
i
s
n
ı
’
lde
llah
e ye
n l a r ! A i z e g ö k t e n v y o k t u r. O h a
a
s
n
i
y
s
E
a
ilah
n başk
z.
başka
Allah’ ta mı? Ondan rülüyorsunu r, 3
r
ü
ı
o l a n va a k ü f r e d ö n d ı K e r i m , F â t
d
r
n
oluyo
Kura
bir
"Be nim le dün yan ın mis ali,
bir
o
ki,
zer
ada mın hal ine ben
ek
enm
gel
ağa cın altı nda biraz göl
k
ere
iste miş , son ra ağa cı ter ked
kal kıp git miş ."
Ha dis –i Şe rif
SATIRLIK
Akı llıla rla cen k etm ek, akı lsız
larl a hel va yem ekt en
kol ayd ır.
Fu da yl b. İya z
Yahya MACİT
yhmc69@mynet.com
HAKİKATLER
Açık bir gönülle dünyayı imtihan
ettiğinde, onu sadakat elbisesi içinde
düşman bulursun.
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Sual: Ey velî, insan nasıl olmalı, söyle !
Cevap: Son anda nasıl olacaksa hep öyle.
Necip Fazıl
arı n
çom arl aşı yor. Din siz lik, irti cal
İns an ina nçl arı nı kay bed inc e
mis kin sür ü hal ine get ire n veb a.
aff edi lme zi. En yiğ it ord uyu , en
Ce mi l Me riç
Mad em bu zeng inlik ler seni n, ned en ötek i
dün yaya götü rmü yors un.
Ben jam in Fra nkli n
El değmemiş tabiat, hem dünyevî
cennetten bir işaret, hem semâvî
cennetten bir haberdir.
Fritchof Schoun
Ya b ir yo l b u l,
ya b ir yo l aç ,
ya d a yo ld an çe
ki l.
M ü m in S e k m a
n
Bedenler semirdikçe, ruhlar sıskalaşıyor.
Hayati Bice
Hiç bir şey için “be nim dir ”
de me . Sa de ce de ki
“ya nım da dır ”.
D. H. La wr en ce
en
Ço k şey ler e sah ip olm ak
dün yal arı
iç
iste yen ler in
kıs ırd ır.
Joh n E. Ste inb eck
İki gözünüzü bir milyar dolara satar mısınız ? Ya elinizi ? Ya çocuklarınızı ?
Peki bunların hepsini takdir edip Allah’a şükürediyor muyuz ?
Dale Carneige
55
yirmibeş
urhan
ÇOCUĞUMUZU
MÜSLÜMANCA EĞİTMEK
Ramazan ÇAKIR
“İlk söz olarak çocuklarınıza güzelce La
ilahe illallah demeyi öğretin.” (Hadis)
…
Daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi
“Seküler/dünyevi, dini belirli zamanlara hapsetme
mantığı, Müslüman’ından Müslüman olmayanına
kadar ne yazık ki her kesimin içine yerleşmiş bir
durum arz ediyor. Bu durum içerisinde
çocuklarımızı okulların eline teslim ederek okul
döneminde onların manevi gelişimlerine dikkat
etmiyoruz. Çünkü dini hayattan bağımsız algılama
anlayışı en şuursuzumuzdan en şuurlumuza
kadar içselleştirdiğimiz bir durum… “Din hayattan
bağımsız
değildir.”
diyenlerimiz
bile
davranışlarıyla bu düşüncelerini yalanlıyorlar.
Çünkü hemen hemen herkes çocuğunu bir okulun
eline kayıtsız şartsız teslim ettikten sonra, “Aman
çocuğum okusun, adam olsun.” diyor; ama hiç
kimse bu süre zarfında çocuğunun nasıl iyi bir
Müslüman olacağını düşünmüyor. (Yaz Tatillerini
Değerlendirme/Dinlendirme Çalışmaları, Burhan Dergisi, Haziran
2007)”
Ekim ayı itibariyle okul sezonu yeni
başladığından her dönemde dikkat edilmesi
gereken çocuğun din eğitimi bu dönemde daha bir
önem kazanıyor. Bu vesileyle geçen yazıda da
56
duyurduğumuz gibi bu sayının konusu “Çocuğun
din eğitimi” olarak belirlendi.
küçük
Aileler, özellikle anneler, çocuklarının çok
yaşlardan itibaren çeşitli sorularıyla
“Biz çocuklarımıza da oruç tutturur,
onları da kendimizle birlikte mescide
götürürdük. Boyalı yünden oyuncaklar
yapardık da yemek istedikleri zaman
onlara
bu
oyuncakları
vererek
oyalanmalarını sağlardık.”
karşılaşırlar. Mesela çocukların nereden geldikleri
ile ilgili soruları aslında kendi varlıklarını soru
yaparak hayatın kaynağını, anlamını, nereden
gelip nereye gideceklerini düşünmelerinin ve
sormalarının ilk basamağıdır, bu sebeple çok
değerlidir. Çünkü dikkatli bir gözlemci bu sorudan
sonra başka varlıklarla ilgili soruların sorulduğunu
görecektir. Yukarıda belirttiğimiz ilk sorudan sonra
pek çok ebeveyn çocuklarının küçük yaşlardan
itibaren Allah hakkındaki
sorularıyla karşılaşmaktadır.
Bu da çocukların çok küçük
yaşlardan itibaren bir din
duygusuna sahip olduklarını
gösterir. Bu Peygamber
Efendimiz (sav)’in “Her
çocuk İslam fıtratı üzerine
doğar. Daha sonra anne ve
babası,
çevresi
onu
Hıristiyan
ve
Yahudi
yapar.” hadisinde güzel bir
tespit olarak karşımıza çıkar.
Bu sebeple Peygamber
Efendimiz
(sav),
din
duygusu küçük yaşlardan
itibaren oluşmaya başlayan
çocuklara önce Allah’ın
isminin öğretilmesini emretmiştir. “Çocuklarınıza
konuşmaya başlayınca “La ilahe illallah”ı en
güzel şekilde öğretiniz.” Çocuklarımızda din
duygusu küçük yaşlardan itibaren oluştuğundan
onlara ibadetlerin talimi de küçük yaşlardan
itibaren olmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav)’in
de buyurduğu gibi yedi yaşı bunun için uygun
yaştır. Özellikle namaz ibadetinin alıştırılmasıyla
ilgili Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisi
şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Çocuklarınızı
yedi yaşından itibaren namaza alıştırınız, on
yaşına geldiklerinde kılmıyorlarsa hafifçe
dövünüz.”
Kuran’da İbrahim (as)’ın şu duasıyla
karşılaşırız: “Rabbimiz, ...soyumuzdan da sana
teslim olan bir ümmet çıkar…”(Bakara,128)
Müslüman bir anne babanın en önemli vazifesi
Allah’ını ve peygamberini seven, her türlü
davranışını Allah’ın isteğine göre şekillendirmeye
çalışan, ahlaklı nesiller yetiştirmek, onları böylece
ateşten korumaktır; yani onları iyi bir Müslüman
olarak yetiştirmektir. Allah(cc) bunu şu ayetiyle
bizlere emrediyor: “Ey iman edenler! Kendinizi
ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşalar olan
ateşten koruyunuz.”(Tahrim, 6)
Çocukların iyi bir Müslüman olarak
yetişmelerinin ilk ve en önemli yolu, ev ortamının
İslami hassasiyete göre şekillenmesiyle olur. Bunu
Allah(cc) Ahzap suresinde şu şekilde dile getiriyor:
“Evinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti
düşünün…”(Ahzap34) Eğer evlerimizde Allah’ın
ayetleri okunuyor ve onlar üzerine sohbetler
kuruluyorsa çocuklarımızda İslam’ı temel ölçü
kabul eden bir hayat oluşacaktır.
Çocukları birinci dereceden etkileyen ve kalıcı
olabilen faaliyetler, çocukların büyükleri ile beraber
yaptıkları faaliyetlerdir. Mesela,
büyüklerle beraber yapılan dualar
çocuğun kendini Allah’a daha yakın
hissetmesini sağlayacaktır. Çocuk
anne
ve
babasıyla
kıldığı
namazdan daha fazla zevk alacak,
bu da namazı daha fazla
sevmesine vesile olacaktır. Diğer
dini faaliyetler için de durum
böyledir. Sahabe efendilerimizin bu
konudaki hassasiyetlerini gösteren
bir örneği oruçla ilgili olarak geçen
57
sayıda anlatmıştık. Önemine binaen aynı örneği
burada da aktaralım: “Biz çocuklarımıza da oruç
tutturur, onları da kendimizle birlikte mescide
götürürdük. Boyalı yünden oyuncaklar
yapardık da yemek istedikleri zaman onlara bu
oyuncakları vererek oyalanmalarını sağlardık.”
Anneler ve babalar olarak çocuklarımızın
bizim için birer imtihan olduğunu unutmayalım.
Daha önceki yazılarımızdan birinde ifade ettiğimiz
gibi, insanlar akıllarını, kalplerini ve midelerini ne
ile doldurmuşlarsa davranışları da ona göre
şekillenir. Bu sebeple daha boş bir kaset gibi olan
çocuğun zihni ne ile doldurulursa ileriki yaşlarında
da onu çalmaya başlayacaktır. O yüzden
çocuklarımıza öncelikle ne öğrettiğimiz çok
önemlidir: Konuşmaya başladığı sıralar çocuğa ilk
önce “La ilâhe illallah” öğretilmelidir. Bu
Peygamber Efendimiz(sav)’in emridir. Ayrıca
yavaş yavaş kelime-i tevhidin manası da
kavratılmaya başlanmalıdır. Çocuğun Kuran
okumayı öğrenmesi sağlanmalıdır.
Efendimiz (sav)’i Allah’tan daha çok sevdiğini
söyleyen
çocuklara
bunun
sebebini
sorduğumuzda, “Allah biz yanlış bir şey
yaptığımızda bizi yakıyor; ama Peygamberimiz
çocukları daha çok seviyor.” şeklinde cevaplar
vermektedirler. Çocuğa dualar öğretilmelidir. Dua
etmenin alışkanlığı ve sevgisi kazandırılmalıdır.
Bir anne baba Peygamber Efendimiz(sav)’in şu
hadisini hiçbir zaman unutmamalıdır: “Bir baba
evladına iyi terbiyeden daha güzel bir şey
veremez.”(Hadis)
Yazımızı Efendimiz (sav)’in çocuğuna
Kuran’ı öğreten ve onunla amel etmesini sağlayan
anne ve babalarla ilgili müjdesiyle bitirelim.
Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:
“Kim Kuran’ı okur ve onunla gereği gibi
amel ederse, kıyamet günü anne ve babasına
ışığı güneş aydınlığından daha parlak bir taç
giydirilir ve yine onun anne ve babasına değeri
dünyalarla değişmez iki elbise giydirilir. Onlar:
Çocuklarda ufak yaşlardan itibaren Allah
sevgisinin öğretilmesi gerekir. Çocuklarımıza bazı
davranışların yanlışlığını öğretmeye çalışırken
sadece Allah korkusunu kullanmaya çalışmaktan
kaçınalım. Çünkü bazı örneklerde de gördüğümüz
gibi sadece Allah korkusu aşılanan çocukta Allah’a
karşı bir nefret göze çarpmaktadır. Peygamber
58
Bunlar bize niçin giydirildi, diye sorduklarında
kendilerine:
Çocuğunun
Kuran
öğrenmesinden dolayı, diye cevap verilir. ”
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi
yakıtı
insanlar
ve
koruyunuz.”(Tahrim,6)
taşlar
olan
ateşten
MUHABBET
BAHÇESİ
Yusuf ELİBOL
TARIK BİN ZİYAD
Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad, İspanya'ya
çıkışında
onikibin
kişilik
ordusuyla
arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş:
Kral
Rodrik'in doksanbin kişilik ordusunu yenmişti
- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı.
Daha sonra da Endülüs'te fetih
Buralara gelip galip olacak bir komutandan
(92/711 Mayıs).
hareketlerini sürdürmüştü. Tarık ve ordusu
bahsedip
ülkenin
omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.
başşehri
olan
Tuleytula
yürüyünce,
ahali
korkudan
boşaltmış,
böylece
orası
üzerine
kaçıp
dururdu.
Bu
komutanın
sol
şehri
hıristiyanlardan
Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi
kolayca alınmıştı. Bu fetihten sonra Tarık,
bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu
dağın arkasında 'Medinetü'l-Mâide' (Sofra
da bir fetih müjdesi saydılar.
Şehri)
denilen
yere
geçti.
Burada
Hz.
Süleyman a.s.'ın sofrasını ele geçirdi. Bu
Musa
b.
Nusayr
şehirleri
zaptederek
sofra yeşil zümrütten yapılmış, kenarları ve
İspanya içlerinde ilerlerken, birçok kalıntının
ayakları inci, mercan, yakut ve benzeri
da yer aldığı geniş bir araziye ulaşır. Orada
mücevherlerle süslüydü. Üçyüzaltmış ayağı
dikili bir taş üzerinde oyma yazılarla şu yazıyı
vardı.
görür:
'Ey
İsmailoğulları
(Araplar)!
Sizin
varacağınız son yer burasıdır. Artık geri
Kuzey Afrika valisi olan ve baştan beri
Tarık'ın
fetihlerine
destek
ve
yardımda
bulunan Musa b. Nusayr da, Tarık'tan bir yıl
sonra
dönünüz. Niçin döneceğinizi de bildireyim:
Sizler
aranızda
kavga
ve
ihtilafa
düşeceksiniz.' Musa buradan geri döner.
onsekizbin askerle, gördüğü lüzum
Endülüs'e girmiş; iki ayrı koldan
Derler ki, Romalılar Endülüs'e girdikleri
fetihler sürerken, iki ordunun buluşması
zaman bir evle karşılaştılar. Onlardan her kral
ancak bir yıl sonra mümkün olmuştu. Böylece
buraya bir kilit ekliyordu. Gotlar da aynı şeyi
iki büyük komutanın gayretiyle Endülüs fethi
yaptılar. Rodrik İspanya kralı olunca, bütün
iki yılda tamamlanmıştı.
uyarılara rağmen bu kilitleri açtı. İçeride
üzerine
kırmızı sarıklı ve siyah atlı Arapların resmini
Endülüs'ün fethiyle ilgili, bazı garip olaylar
gördü. Bir de şöyle bir yazı vardı: 'Bu ev
da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad Cebel-i
açıldığında, bunlar da bu ülkeye girecekler.'
Tarık Boğazı'nı geçip Endülüs'e girince, esirler
İşte o sene Endülüs fethedildi.
59
AZRAİLİN GÜZELLİĞİ
-Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıraBen, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi
aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya
şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv
yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı
size nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap
adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam
göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt
dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler
sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir
ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir
süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın
da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok
dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan
Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek
istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi
şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve
benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi
üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden
kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine
yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz
nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın
akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak
oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her
kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak
nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün,
yine güçlükle konuşarak:
-''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.''
''Niçin?" diye sordum.
-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana
da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için
bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu
üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı
bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman
tedavisi için gönülden istek duymalısın..."
Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği
duyuyorum" manasında başını salladı. Artık
ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın
ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz
başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime"
dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün
ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.
Vefatına bir hafta kala:
60
-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne
söylemeliyim?"
-"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i
Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince
''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."
O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı.
Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin
yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş
seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine
gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:
-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi.
"Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.
Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının
sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor
ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin
tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son
nefeste "Muhammed" diyemezsem?.
İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden
istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü
varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin
yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı
halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye
yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı
gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.
Ertesi gün O'na:
-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin.
Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu
görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"
-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç
merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi
gelecektir."
Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca
hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim.
Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine
uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası
ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz
önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:
-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı
ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine
rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz
kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve
kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz
önce de:
-Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun
söylediğinden de güzelmiş!...
İLİMSİZ AMEL EDENİN SONU
Bersisa isminde bir zat, inzivaya çekilmiş, gecegündüz vakti Allah'a (c.c.) ibadetle geçer ve hiçbir
kötülükte bulunmazdı. Bu zatı şeytan aleyhilla'ne
kandırmak için türlü hilelere başvurdu. Fakat bir
türlü kandıramadı. En sonunda şeytan işin kolayını
bulmuşt'u. Çünkü Şeyh Bersisa, âmil, mütteld,
züht ü takva sahibi bir zattı ama, alim değildi. Yani
ilm-i zahiri yoktu. Ondan dolayı onu kandırmak
kolay olacaktı.
Plânını şöyle tatbik etti:
Şeytan, sırtında cübbesi, elinde asası,
başında sarığı, elinde tesbihi olduğu halde
bembeyaz sakalıyla Şeyh Bersisa'nın ibadet
ettiği yere varıp kapısını çaldı. Şeyh Bersisa
kapıyı açtıktan sonra, kim olup, nereden
geldiğini ve niçin geldiğini sordu.
Şeytan Alleyhilla'ne ona şu, cevabı verdi:
- Ben dünya nimetlerinden uzak, ömrünü Allah'a
ibadetle geçirmek isteyen bir kimseyim. Bir Allah
dostu bulup kendime arkadaş edinmek için çok yer
dolaştım, fakat sizden başka bir kimseye
rastlamadım. Memleketine yaklaştığımda, sizin
isminizi duydum. Sizin de bütün gayretiniz Allah'ın
rızasını kazanmak olduğuna göre, beni de kabul
buyur da, beraber ibadete devam edelim.» dedi.
Şeyh Bersisa, onun şeytan olduğunu ve
kendisinin ayağını kaydırmak için geldiğini
nereden bilecekti. Arkadaşlığı kabul etti... Beraber
ibadete başladılar. Aradan zaman geçiyor, Şeyh
Bersisa ibadet ediyor, yiyor içiyor ve diğer insanlar
gibi yaşıyor, lâkin Şeytan Allah'a öyle ibadet eder
gözüküyor ki yemiyor - içmiyor, yatıp uyumuyor ve
bütün zamanını ibadet ederek geçiriyordu.
Şeyh Bersisa, yeni dostuna hayran kalmıştı.
Aradan- çok zaman geçmeden dayanamayarak:
- Ey Allah'ın salih kulu, sen bu mertebeye nasıl
yetiştin. Ben senelerden beri ibadet ederim, yeyip
içmekten kurtulamadım. Sense bütün zamanını
ibadete ayırabiliyorsun. Ne olur, bunun sırrını bana
da öğret de, ben de senin gibi olayım, dedi.
Şeytanın istediği doğmuştu...
- Bunun kolayı var! Evvela bir büyük günah
işleyecek, sonra da -ona samimiyetle tövbe
edeceksin. Büyük bir günah işlemiş
olduğundan Allah'tan daha fazla korkmaya
başlayacak ve böylece de benim gibi, sen de
her türlü insanî kötü hasletlerden kurtulmuş
olacaksın, dedi.
Şeyh, meselâ ne gibi bir günah işlemesi lazım
geldiğini sordu. Şeytan, artık bayram ediyordu.
Çünkü avını kandırmıştı.
- Zina edebilirsin, dedi. Şeyh:
- Yapamam, dedi.
Bu sefer şeytan:
- Adam öldür! dedi.
Bersisa, yine:
- Onu da yapamam, dedi.
Şeytan:
- İçki içersin, dedi...
Bersisa, düşündü taşındı, onu biraz hafif
görmüştü:
- O olur, yapabilirim, dedi.
Şeytan artık sevincinden havalarda uçuyordu.
Bersisa doğru kasabadaki meyhanelerden birine
gidip bir miktar içki istedi, içkiyi sunan saki kadındı,
içtikçe içti ve sonunda sarhoş olup kadına zina
etmeyi düşünmeye başladı. Şeytan tabiî ki boş
durmuyor, adamın gözüne gözükmeden nefs
yoluyla durma, böyle fırsat elegeçmez, hemen bu
kadınla münâsebet kur, diyordu.
Bersisa, tamamen sarhoş olduktan sonra,
meyhaneci kadına orada zina etti. Bu onun için
çok kötü bir şeydi... Duyulursa ne derlerdi. En
iyisi o kadını öldürüp gömmekti, ve öyle yaptı.
Kadını öldürüp meyhanenin arkasında bir yere
gömdü. Fakat hadise duyulmakta ve
yayılmakta gecikmedi. Bersisa'yı yakalayıp
mahkemeye çıkardılar. Katil oldüğü için kısasa
kısas Ölümüne hükmolundu.
Bersisa idam sehpasına çıkmış, artık ip
boğazına geçirildikten sonra onu kurtaracak hiçbir
kimse yoktu. Şeytan karşıda görüldü.
- Bu hal nedir ey dostum, dedi. Bersisa:
- Görüyorsun ey Allah'ın sevgili kulu beni kurtar,
diye yalvarmaya başladı. Şeytan:
- Bir şartla seni kurtarırım. O da bana secde
edeceksin, dedi. Bersisa:
- Görüyorsun ip boğazıma geçirilmiş nasıl
secde edebilirim, deyince de:
- İşaretle secde edebilirsin, dedi.
Bersisa başıyla işaret ederek secde etti ve
sandalye ayağının altından çekilince imansız
olarak göçüp gitti. Allah muhafaza buyursun.
İlimsiz
amelin,
insanı
nereye
kadar
götüreceğine güzel bir misâl böylece vuku bulmuş
oldu. Eğer onda şeriata müteallik ilim olsaydı içki
içmek, zina etmekle, adam öldürmekle evliya
olunamayacağını bilir ve şeytana uymazdı.
61
yirmibeş
urhan
SÜNNETE FRANSIZ
KALANLAR İÇİN
Feyzullah BİRIŞIK
Bu başlığı takriben on sene kadar önce
Malatya’da
eski
apartman
komşumuzun
dükkanında sünnet konusunu konuştuktan sonra
yazacağım ilk kitap başlığı olarak ajandama
notlamıştım…O tarihe kadar kitap yazmak gibi bir
düşüncem yoktu…Ama arkadaşımın sünnet
konusundaki fikrini öğrenmiş olmam pek de
önemsemediğim bir konuyu araştırmama vesile
oldu…
Arkadaşım; Kur’anın korunduğunu ama
sünnetin korunmadığını ve bizleri bağlamadığını
iddia ediyordu… Sünnet, vahiy olamaz ve
peygamberimiz kuran dışında emir ve yasak
koyamaz demişti… O saate kadar sünnetin önemi
ve dindeki yerini hiç düşünmemiştim…Kaynağı
belli olmayan hadisler dışındaki tüm sahih hadisler
başımla gözüm üstüneydi,ki hala öyle…
Arkadaşımı ikna edecek bilgi birikimim yoktu
ama yanıldığından adım gibi emindim…
Konuşurken ses tonu ve mimik hareketleri sanki; ‘
iyi ki de sünnet dinde delil değil! İyi ki tüm emir ve
yasaklar kuranla sınırlı! Yoksa rahat bir hayat
yaşamazdık!’ der gibiydi…
İlginçtir, o gündür bu gündür o sapık görüşü
savunanlar sanki tek bir okul mezunlarıymış ve
62
aynı hocadan ders almışlarmış gibi aynı tavrı
sergiliyorlardı
konuşmalarında
ve
mimik
hareketlerinde…
İnanın sünneti hafife alan prof.’lar la da
görüştüm akademisyenler ve araştırmacılar la
da… Konuşma uslupları ve kaynakları aynıydı…
Bu görüşe sahip olanların bazı ortak özellikleri
dikkatimi çekti. Bunlar ;
1. Zekalarına aşırı güvenirler
2. Tartışmayı çok severler
3. Ahiret kaygıları yoktur bunların
4. İbadetlerinde oldukça gevşektirler
5. Hemen hemen her ortamda ve
yazılarında sünnete gölge düşürmeye çalışırlar
6. İlim adamlarımızı ve sahabeleri adam
yerine koymazlar.
7. Laubalidirler
8. Kurana davet ederler ama kuranı
hayata nasıl taşıyacağınızı öğretmezler. Ki
kendileri de bilmezler…
Bu görüşe sahip olan kişilerin yazmış
oldukları kitaplara baktığımızda şu başlıklar göze
çarpar;
1. Buhari’de birçok uyduruk hadis vardır! –
Ki alakası yok.
2. Hadislerin yazılması yasaklandığı için
yıllar sonra kaleme alınan bir kitaba nasıl
güveneceğiz?- Yine alakası yok. Çünkü hadislerin
yazılmasının yasak olduğu genel değildi. ve o
dönemde hadisler kaleme alındı.
3. Hadisler kur’an’a arz edilmeli. Paralellik
arz ederse alınmalı… Oysaki o hadis dedikleri
sözün sıhhat derecesini araştırmazlar. Alimlerimiz
hadislerin kur’an’a arzı sözünün uydurma olduğu
görüşünde ittifaklar.
4. Kitaplardaki dipnotlara baktığımızda
Müsteşrikler ve akılcı olan yazarları görürüz.
Ehli sünnet alimlerimiz Buhari ve Müslim’de
uydurma hadislerin olmadığını söylerler…
Yüzyıllardır okunan ve yaşanılmaya çalışılan bu
hadislere uyduruk sözlerin karıştığını fitnelemek
sanırım kafirlerin işi olmalıydı…Ama gelin görün ki
kafirlerin saldırması gereken sünnet kalesi içten
yıkılmaya çalışılıyor…
Bu görüşe sahip olanlara sordum;
kitaplarınızda Buhari’de yüzlerce uydurma
sözlerin olduğunu söylüyorsunuz. Diyelim ki beş
yüz tane uydurma söz karışmış… neden geriye
kalan
binlerce
sahih
hasislerden
bahsetmiyorsunuz? Neden o sahih hadislere şerh
düşmüyorsunuz? Çıkardığınız dergilerde de aynı
saldırıyı görüyoruz… Yaptığınız sempozyumlarda
da bağırırcasına ikinci kaynağımıza gölge
düşürüyorsunuz…’Vallahi siz samimi değilsiniz…
Sadece sırıttıklarına şahit olursunuz bunların…
Aradan yıllar geçti ve bu gibi düşünen
insanları nasıl ikna edebilirim diye düşünmeye
başladım… Öncelikle yapmam gereken şeyin
sünneti eleştiren yazarların kitaplarını incelemekti
ve öyle yaptım… Yayın dünyasının göbeğinde
olmam o kitaplara kolayca ulaşmamı sağladı…
yerli ve yabancı çıkmış kitapları aldım ve
muhtevasına baktım… İnanın aynı okul mezunları
bunlar!
Bu kez de sünneti savunan ilim
adamlarımızın kitaplarını topladım. Yerli ve
yabancı… Sünneti savunan ilim adamlarımız
maalesef karşısındaki insanların sanki samimi ve
arayış içinde olduklarını sanmışlar ve bunlara ilmi
cevaplar vermişler…Kısmen haklı olabilirler ama
bunları adam yerine koymamaları lazımdı sanki…
Gerçi Arap ülkelerindeki sünnet düşmanları
bizim ülkemizdekiler gibi mi bilmiyorum… Bunların
niyetlerinin bozuk olduğunu ispat etmek lazım…
Bir hippinin ya da bir sarhoşun gelip te : Mezhepler
arasındaki fıkhi ihtilaflarını sormasına ne cevap
verirsiniz ki?
Şeytan bunları nasıl da kandırmış, ama
farkında değiller…
Allah’ım! Günün yirmi dört saati , dünyanın
herhangi bir yerinde peygamberimizi örnek
almamız mümkün iken , bu insanlar şeytana
askerlik yapıyorlar. Peygamberinle aramıza
girmeye çalışıyorlar… Allah’ım senin kitabına
sıkıca
sarıldığını
sanıyorlar…
Oysaki
tartışmalarda galip gelmek için sözlerinin Türkçe
sini ezberliyorlar…
Allah’ım sen bu insanların şerrinden bizleri
koru…
Özet olarak;
1. Sünnet, Kur’an-ı Kerim’den sonra
2.kaynağımızdır.
2. Sahih hadisler korunmuştur
3. Sünnet vahiydir.
4. Resulullah (s.a.v) Kur’an dışında emir
ve yasak koyar, ki yüzlerce hadisler vardır bu
konuda.
63
yirmibeş
urhan
GİYİNİK ÇIPLAK MIYIZ?
Zeynep GÜLOĞLU
Rahmetli
annem,
buluğ
çağına
pardösü”
rezaletinin
neresi
tesettür
ey
erişmemiş çocukların bile önünden geçmez
Müslüman hanımlar? Bütün vücut hatlarını
dikkat eder ve çevresine de bunun ne demek
belli eden bir kıyafet ne kadar tesettüre
olduğunu anlatırdı. Rahmetli babaannem yüz
uygundur buna siz karar verin.
yaşına yaklaşmıştı ama kendisini ziyarete
pantolon, başta başörtüsü… Ebu Hureyre
gelen genç çocuklara bile edepli davranır,
(ra)’dan Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
onlar gelince toparlanır,
“Cehenneme girecek iki sınıf vardır ki
ben henüz onları görmedim: “Biri
ellerinde öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla
insanları döven bir grup, diğeri erkeklere
meyleden onları kendilerine meylettiren
giyinik çıplak kadınlardır. Onların başları
kendisine dikkat
ederdi. Böyle bir giriş yapmamın sebebi artık
çevrede görüp duyduklarımızın bizi yürekten
yaralaması ve bu gidişin hiçte iyiye doğru
olmaması.
Dönüştürülüyoruz.
görmemesi
için
Dün
dışarıya
elbiselerle
yabancı
rahatlıkla
dolaşabiliyoruz.
başkasının
asmadığımız
erkeklerin
gittikçe dejenere oluyor.
yanında
Değerlerimiz
Çarşafları çıkarıp
Pardösüye geçiş yaptık. Pardösüde duramadık
“ne olacak canım” diyerek normal
kıyafetle “özgürce!” dolaşmaya başladık.
Orada da duramadık “oturtmalı pardösü”
rezaleti çıkardık. Allah aşkına bu “oturtmalı
işte
64
Ayakta
Derdi yüreğinden büyük olan
uhud kahramanı Nesibe annelerin,
Sümeyra annelerin takipçisi bizler her
halimizle
onlara
layık
olmaya
çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki günler
yaklaşıyor, ömür sermayemiz günbegün
eriyor. Attığımız her adım, yaptığımız
her şey kayda alınıyor.
deve hörgücü gibi kabarıktır. Bu kadınlar
cennete giremezler ve onun kokusunu
dahi alamazlar. Oysa cennetin kokusu şu
kadar mesafeden hissedilir.” buyurdu.
(Müslim, Kitabü’l-Adab, 10. bab, Tirmizi İsti’zân, 61. bab)
modern ve açık giyimli olanlardan farklı değil.
Şarkıcıların konserlerinde, başları örtülü,
bağırları, göbek kısımları açık genç bayanların
nasıl kendilerinden geçtikleri de objektiflere
yakalanıyordu.
Şimdi “açık olsa daha mı iyi” diyecek olanlar
olur mutlaka. Onlara sözüm şu ki: tesettürün
bir ruhu, bir anlamı vardır. Lütfen bu ruhu
öldürüp onu sadece bir aksesuar haline
dönüştürmeyelim. Ey Müslüman hanımlar! Bu
tesettür
dinin
tâ
kendisidir.
Öyleyse
ne
yaptığımızın ve ne yapmamız gerektiğinin
farkında olalım.
Müslüman hanıma edep yakışır. Bu edep
sadece
kılık
değildir
kıyafetinde
şüphesiz.
Giyim
tesettürlü
olmak
kuşamda
edep,
konuşmada edep, bütün anlarında edep. Bizim
her hareketimiz mensubu bulunduğumuz dinin
hanesine yazılmaktadır. Kimse seni beni işte
falanca kadın diye algılamıyor. Bizi Müslüman
kadın olarak görüyorlar. Bizim bir kimliğimiz
var. Bu kimliğimize leke düşürecek hiçbir şey
yapmamalıyız. Ve bunu yaparken de rıza en
lillah
yapmalıyız.
Bir
hadîsi
şerifte
"Bir kadın güzel koku
sürünerek erkeklerin arasından geçer ve
erkekler o kokuyu alırlarsa o kadın
zânidir (zina yapan)." (Kütüb-i Sitte, İbrahim
Canan, 7/521) demiştir. Bir tesettürlü hanım bunu
bilmez mi ve buna dikkat etmez mi?
Unutmamalıyız
ki
cennetin
kokusunu
alabilmek için ona layık olmak gerekir.
Müslüman bir kadın yabancı erkeklerle
şakalaşıp, kahkahalar atarak gülebilir mi?
Tesettürün gayesi bir hanımı yabancı
erkeklerden korumak değil midir? Şüphesiz
öyledir. Peki tavır ve davranışlarımızla bize
yakışmayan bir şekilde hareket ettiğimiz
müddetçe işin hikmetini kaçırmış olmaz mıyız?
Peygamberimiz:
Bu ramazan akşamı konuşmamız bitmiş
sohbetimizi yarıda keserek, sevgili bir
dostumuzun arabasıyla Beşiktaş motor
iskelesine gidiyoruz. Trafik sıkışık. Bir aracın
yanından geçerken volümü yüksek bir müzik
ve ona eşlik eden sesler var. Dikkatimden
kaçmış, aziz dostum “Dikkat ettiniz mi
başörtülü
bayanlara”
dedi.
Onları
geçmiştik. Trafik ağır ilerliyor, bir onlar bizi
geçiyor bir biz onları. Kırmızı opel 34 TT …
plakalı bir araç. İçinde başörtülü bayanlar.
Camlar açık, arabayı süren bayan direksiyonu
bırakarak, yerinde vals ediyor elleriyle
vücuduyla. Yüksek sesle müziğe eşlik
ediyorlar. Araba durduğu yerde zıplıyor. Trafik
akışında herkesin gözleri üzerlerinde, dünya
umurlarında değil. Sultanahmet panayırından
mı, Feshane şenliklerinden mi, birinden
geldikleri belli. Bu, gecenin saat 24’ünü geçe
oluyor.” Ne yazık ki bu tür şikayetleri artık
fazlasıyla duyar olduk. Dünyevileşme çılgınlığı
aldı başını gidiyor. Öyle davranıyoruz ki sanki
dünyada ebedî kalacakmışız gibi. Dert
edindiğimiz şeyler değişti artık. Derdi Allah’ın
rızasını kazanmak olan kaç kişi vardır sizce?
Her geçen gün dünyevî ihtirasların peşine
takılıp gidiyoruz. Bakalım bu gidiş nerde son
bulacak.
Derdi
kahramanı
köşe
yazarlarından
olan
annelerin,
uhud
Sümeyra
layık olmaya çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki
günler
yaklaşıyor,
eriyor.
ömür
Attığımız
sermayemiz
her
adım,
Ali
yaptığımız her şey kayda alınıyor. Öyleyse
Haydar Haksal bey köşe yazısında konuya
yarın yüzümüzü kara çıkaracak şeylerden
“Epey bir zamandır başörtülü
bayanların sokaktaki tavırları, davranışları
şiddetle kaçınmalıyız. İşte bu hicretin ve
değindi:
Gazete
Nesibe
büyük
annelerin takipçisi bizler her halimizle onlara
günbegün
Milli
yüreğinden
hakka kul olmanın tâ kendisidir.
65
Burhan çocuk
MUSA KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
ÖĞÜT
Bir gün Emir Süleyman Pervane, Mevlana’dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu.
Mevlana, bir zaman düşündükten sonra:
- Emir Pervane, Kur’an’ı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Dedi. Pervane:
- Evet
- Ayrıca, Şeyh Sadreddin’den hadis ilmi okuduğunu da duydum.
- Evet doğrudur.
Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuş:
- Mademki, Allah ve O’nun peygamberinin sözlerini okuyorsun….O sözlerden öğüt
alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadisin emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona
uyarsın. Pervane, bu sözler üzerine ağlayarak dışarı çıkar.
Sevgili arkadaşlar Rabbimizin doksan dokuz güzel ismi (Esma-ül Hüsna)’dan yirmi
tanesini bulalım.
M
U
K
T
E
D
İ
R
B
C
S
M
A
C
İ
D
U
H
M
Ü
B
D
İ
Ğ
G
F
A
U
E
D
Ç
A
A
I
U
İ
Ş
E
H
İ
D
J
M
İ
K
A
M
B
H
N
K
R
İ
D
A
K
H
M
E
D
C
B
E
L
H
O
A
M
U
H
Y
İ
A
Ö
T
P
E
K
T
R
I
V
D
E
Ü
U
T
V
K
M
Ş
V
F
A
İ
S
R
Y
D
Z
H
İ
V
A
K
U
G
E
Ğ
Y
N
O
S e v g İ l İ
A
C
İ
D
A
G
İ
H
Ğ
H
I
K
H
Y
I
G
B
Ç
M
F
M
K
O
İ
L
S
J
İ
N
U
Z
F
V
E
L
İ
D
A
B
D
H
İ
C
L
Ç
M
D
E
Şehid
Metin
Hak
Macid
Kavi
Vekil
Hay
Kayyum
Muhyi
Muid
Mübdi
Muhsi
Hamid
Veli
Muahhir
Mukaddim
Muktedir
Kadir
Samed
Vahid
Ç o c u k l a r
yazı, şİİr ve resİmlerİnİzİ bİze gönderİn. Burhan Çocuk’ta hazırladığınız
resİmlerİnİzİ,
kendİ
fotoğraflarınızı
ve
yaptığınız
tüm
çalışmalarınızı
arkadaşlarınızla paylaşALım.
O N B İ R AY I N S U LTA N I
(Ramazan ayı mübarek bir
aydır.
Allahü
teâlâ,
size
Ramazan orucunu farz kıldı. O
ayda rahmet kapıları açılır,
Cehennem kapıları kapanır,
şeytanlar bağlanır. O ayda bir
gece vardır ki, bin aydan daha
kıymetlidir. O gecenin [Kadir
gecesinin] hayrından mahrum
kalan, her hayırdan mahrum
kalmış sayılır.) [Nesai]
Hadisi şerifiyle peygamber
efendimiz
Ramazan
ayının
faziletini
bizlere
bildirmiştir.
Böylesine faziletli olan bu ay aynı
zamanda Müslümanlar içinde bir
hasat mevsimidir. Uykunun en tatlı,
en derin vaktinde hiçbir amaç
gütmeden sadece Allah’ın (c.c)
rızasını kazanmak için sahura
kalkan mü’min hem rabbimizin
rızasını kazanır hem de Allah
Resulünun (a.s.) : "Gecenin son
üçte birinde, Allah’u Teala her
Mani
Bu aya hürmet gerek,
Nîmete şükür gerek,
Mübârek Ramazan’da,
Hakka ibâdet gerek.
gece dünya semasına tecelli
eder ve şöyle buyurur: Dua eden
var mı, duasını kabul edeyim!
Benden hacet isteyen var mı,
isteğini
yerine
getireyim!
Benden mağfiret dileyen var mı,
onu
mağfiret
edeyim!"
müjdesine nail olarak yapacağı
dualar kabul olur, her şeye gücü
yeten, kadir, rahmeti sonsuz olan,
esirgeyen ve bağışlayana hacetini
arz edenin haceti görülür. Çünkü;
Allah (c.c) verdiği sözü hakkıyla
yerine getirendir. (amenna). Daha
önemlisi günahlarından mağfiret
edilir.
Oruç tutan yiyip içmeyerek
midesine, kötüye, namahreme
bakmayarak
gözlerine,
kötü
konuşmayıp
faydalı
şeyler
konuşarak
diline,
kötülüğe
gitmeyerek ayaklarına kısaca
bütün azalarına Oruç tutturarak
iftar
sofrasına
oturduğunda
“Allah'ım senin rızan için oruç
tuttum sana inandım sana
sığındım, senin verdiğin rızıkla
orucumu açıyorum hamd olsun
verdiğin nimete afiyete, beni
annemi
babamı
ve
tüm
inananları
bağışla”
diyerek
iftarını açtığında Peygamberimizin
(s.av) ifadesiyle Müslüman birinci
sevincini yaşamıştır, ikinci sevinci
ise Rabbine kavuştuğu zaman dır
ki Ebu Hüreyra Radıyallahu
Anh'dan rivayetle: Rasulullah
(s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah (c.c);
Ademoğlunun işlediği her hayır
iş kendisi içindir, fakat oruç
böyle değildir. Oruç sırf Benim
için edilen bir ibadettir. Onun
mükafatını da Ben veririm"
buyurdu.
Rahmeti
sonsuz
Rabbimiz Oruç’un mükafatı için
her hangi bir sınır koymuyor onun
mükafatını ben veririm buyuruyor.
Rabbimizin Rahmeti ölçülebilir
mi? Bu ayın fazileti sayılabilir mi ?
Peygamber Efendimiz (s.a.v);
“Şüphesiz,
oruçlunun
ağız
kokusu, Allah katında misk
kokusundan güzeldir.” (Sahihi
Buhari) buyurmuşlardır. İnsanların
tiksinip
konuşmak
istemediği
kokuyu bile rabbimiz mükafatlan
dırmıştır.
Mani
Göz aydın hepimize,
Mübârek günler bize,
Onbir ayın sultanı,
Hoş geldin evimize.
Bu duygularla oruç tutan
kişinin her hareketine sevap vardır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v);
“Oruç tutan müminin susması
tesbih, uykusu ibadet, duası
müstecap ve amelinin sevabı da
çoktur.” [Deylemi] buyurmuştur.
Kısaca sahuruyla, iftarıyla,
teravihiyle bir rahmet iklimidir
ramazan. Rahmet atmosferi tüm
mü’minleri çepeçevre kuşatmış.
Nefes
almamız,
yememiz,
yürümemiz, susmamız, konuşma
mızla bir rahmet deryasında
yaşıyoruz. Çokça ibadet ve
dualarla günlerimizi geçirmenin
gayretinde olalım. Bu duayı sıkça
tekrarlayalım.
Ya Rabbi
iyilikleri yapmak kötülüklerden
korunmak için bizlere güçver;
zikrinin güzel tadını bizlere
tattır; hıfzın ve örtünle bizleri
(günah ve belalardan) koru. (
amin)
67
yirmibeş
urhan
BAŞKASINI DEĞİL
KENDİNİZİ KURTARIN
Nizamettin SÜRMELİ
Türkiye’de
medreselerin
ve
tekkelerin
A.Kadir
Udeh,
İ.Teymiye
kitaplarıyla
verilmiş ve bir kısmına maaş bağlanarak halkla
kitaplığımızdaki en mutena köşede yerini almıştı.
irtibat içinde olmalarına müsaade edilmemişti.
İran
Aynı şekilde tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla,
düşünürlerin kitapları tercüme edilmeye başlandı.
silsileyle Resulullah’a (s.a.s) ulaşan icazetli
Daha
mürşid-i kamillerin yerini icazetsiz ve ehliyetsiz
Afganilerin, kitap ve makaleleri kitapçı raflarını
kişiler aldı. Bununla Hz. Peygamberden beri silsile
süslemeye
halinde gelen ve dünya üzerinde misli menendi
düşünce, bağımsız düşünce, özgür düşünme
olmayan
adına oryantalistlerin kitapları tercüme edilmeye
sisteminin
ülkemizde
sonu
devriminden
sonra
O’nun
Mevdudi’nin
kapatılmasından sonra müderrislerin işine son
icazet
beraber
ve
sonra
Abduhların,
başladı.
şii
kitapları
İranlı
Reşid
Hemen
da
alimlerin,
Rızaların,
ardından
hür
hazırlanmış oldu. Bundan sonra bazı hocalar, tel
üzerindeki cambaz maharetiyle özel gayretleriyle
talebe yetiştirmeye gayret ettiler bir kısmı da
hayatlarını yurt dışında geçirme zahmet ve
meşakkatine katlandılar. Mürşid-i kamiller ise
imkanlar nispetinde hem sufi yetiştirmeye hem de
ilmî çalışmalara devam ettiler.
1980’lere gelince Mısır’da ortaya çıkan
“İhvân”ın başkanı merhum Hasan Benna’nın ve
cemaatinin kitapları tercüme edilmeye başlandı.
“Risaleler”ini bir solukta okumuştuk. Seyyid Kutup,
68
“Kerametler
ve
mucizeler
Tarikatların işi”, “Hz. Meryem kendi
kendine hamile kaldı, solucanlarda
olduğu gibi”… “Tasavvuf kökten
yanlış.” Tasavvufî olan ne varsa
onu hafife almalar. “Çünkü tasavvuf
zamanı
değil!
Zaman
cihat
zamanı!” “Partiye oy vermek şirk,
siyasetle
uğraşmak
nebevî
harekete aykırı” vs.
başlandı. Yalan yanlış tercümelerle. Şok olduk, bu
beklerken, Hz. Muaviye’yi, Hz Ebu Hureyre’yi…
gâvurlar İslam’ın ve Müslümanların görmediği
zem eden, yazı ve kitaplar ortaya çıkmaya,
bilmediği ne kadar çok şeyi biliyormuş meğer!
tercümeler yapılmaya başlandı. Bunu, yeni hadis-
Adamlar 1500 yıllık İslam ulemasının görmediği,
sünnet tenkidleri - tahlilleri takip etti (tenkid ne
bilmediği ne kadar çok şey biliyormuş böyle!
kelime onu zaten muhaddislerde yapmıştı, “hadis
reddiyeleri” demek daha doğru.) Öyle ya “benim
Bir zamanlar İslami ilimleri tahsil etmek
aklıma uymayan hadisi ben kabul etmem”,
Mısırda-Ezher,
“günümüz gerçeklerine uymayan bir hadis bu”,
Türkiye’de-Fatih-Ayasofya, Tunus’ta-Zeytuniye…
“Allah Kuran da akletmez misiniz” diyor. “Hem
gibi ilim merkezleri yok olup gitmiş, yerine Londra,
asırlar boyu bu kadar hadis nasıl korunabilir”,
Paris, Amerika ilim merkezi haline getirilmişti. Hani
“Zaten Buhari’deki hadislerin çoğu uydurma”
olsundu Rasulullah “İlim Çin’de bile olsa taleb
“Mütevatir hadis olarak gelen bir tane hadis var
edin” buyurmuştu ya. Bizde onlardan “dinimizi!!”
diğerleri uydurma”, “Mütevatir olmayan hadislere
öğrenmek için seferber olduk. İşte ne olduysa
iman vacip değildir”
bundan sonra oldu. Kur’an Müslümanlığı, hadis-i
Musab bin umeyri ya da bir başka sahabeyi bir
inkar,
yere tebliğ için gönderirken tek başına değil de
isteyenlerin
daha
“kıblesi”
önce
olan
yaşayan
ulema-i
kirama
(Öyle ya Hz. Peygamber
edepsizce dil uzatmalar… Bütün bunlar niçin
mütevatir
çoğunluğu
sağlayacak
sayıda
yapılıyordu hepimizce malüm: Bizi yani halkı
gönderiyordu) Böyle edep ve haya dışı saygısızca
kurtarmak için!
dinin temellerine saldırı.
Bu sürede bizim kültürümüzü bilen bizden
Hadisler boyunun ölçüsünü alırda mezheb
olan alimlerin, mütefekkirlerin ne zaman ortaya
imamları ve mezhepler almaz mı? Onların da
çıkacağını ve nasıl eserler ortaya koyacağını
ağzının payı verildi nev-zuhur ulema tarafından.
69
Öyle ulema ki bir “ba” harfi cerinin nasıl amel
oldu nur topu gibi. Rahatlıkla namazlar kazaya
ettiğini
söylediği
bırakılır, kantinde tv başında mücahidlik! yapılırdı.
anlamın tamamen farklı olduğunu bile bilemeyen,
“Cantaş” seviyesinde bile Arapça konuşamayan
ömründe bir tane hadis kitabını baştan sona
anlayamayan ama çatır çatır İngilizce bilen
okumamış, okuduğu bir iki Türkçe kitapla kendisini
mücahidler. Ama ne yalan söyleyelim kendi
allâme-i cihan zanneden, derdi kendini kurtarmak
ifadelerine göre çok mantıklı ve mantığı çok iyi
bilmeyen,
okuduğu
ayetle
bilen insanlar bunlar. Öyle vurucu ve güzel laflar
duyduk ki bizi ilk anda etkileyen, ilk başta bizim
mantığımıza da güzel görünen bir çuval laf...
“Kerametler ve mucizeler Tarikatların işi”,
“Hz.
Meryem
kendi
kendine
hamile
kaldı,
solucanlarda olduğu gibi”… “Tasavvuf kökten
yanlış.” Tasavvufî olan ne varsa onu hafife almalar.
“Çünkü tasavvuf zamanı değil! Zaman cihat
zamanı!” “Partiye oy vermek şirk, siyasetle
uğraşmak nebevî harekete aykırı” vs. (Şimdi böyle
düşünenlerin
çoğu
ne
halde
yazmak
bile
istemiyorum. Dün böyle zırvalayanlar bu gün üç
kırmızı çizgimizden biri “din” diyen siyasi partinin
şakşakçılığını yapıyorlar. Sizce de ilginç değil mi?)
Dinin yozlaştırılması konusu oldukça ciddi
bir konu.. Hz. Peygamber devrinden sonra
münafıklarla ve Yahudilerle başlayan bu faaliyet
Batı’da oryantalizmle bu noktaya ulaştı. Bizden
öncekiler üzerlerine düşen vazifeyi yaparak dini
kaynakları bize ulaştırdı. Bize düşen, oryantalistler
ve onların yardakçılarının fikirlerinden kendimizi
değil de “başkalarını güya kurtarmak!” olan,
ve çevremizi korumak olmalı diye düşünüyorum.
sadece kendi nefsini gören, nefsinin oyuncağı
zavallı bir güruh… Alimlerin hallettiği ya da
Eski ve yeni ulemayı mercek altına almak
halledemediği pek çok meseleyi fakültelerde
ciddi ilim ister, amel ister, ihlas ister, samimiyet
kurulan
öğrenciler
çözüme
ister. Bu konuda oldukça uzun örnekler vermek
Afedersiniz
tuvalette
isterdim ama ne zaman ne de zemin buna müsait
taharetlenmeyi bilmeyenler, İmamı Ebu Hanife’yi
değil. Sahabenin bile birbirini tenkid ettiği,
tenkide
hiç
bazılarının diğerine saygı ve hürmetinden dolayı
teheccüd kılmadım, bir defa kılmıştım onu,
onun sağlığındayken re’yini beyan etmediği ve
yatsıdan sonra uyumak lazımmış ben uyumadan
onunla amel etmediği malumdur. Tüm bunlara
kıldım
diye
rağmen hangi edep yoksunu kalkıp ta kendinden
anlatmıştı.(Güleriz ağlanacak halimize). Ritmik
önce gelmiş olan ve bu dinin bize ulaşması için
jimnastikte oyuncunun elindeki topu istediği
çaba gösteren ulema-i kirama dil uzatabilir? Beyler
şekilde
siz
forumlarda
kavuşturuverdiler.
kalktı.
teheccüd
oynattığı
Dekanımız
yerine
gibi
“hayatımda
geçmiyormuş”
bizde
ilmi
elimizde
bırakın
başkalarını
kurtarmayı,
oynanacak top zannetmeye başladık. Sabah
kurtarabiliyorsanız ilk önce kendinizi şu nefsin
namazını yatakta, yatay kılan müceddidlerimiz
batağından kurtarın. Allah’a emanet olun.
70
Download