Kâfiri Tekfir Etmeyen Veya Onun Küfründen Şüphe Eden Kâfir Olur

advertisement
Kâfiri Tekfir Etmeyen Veya Onun Küfründen Şüphe Eden Kâfir Olur
Şerhini yapacağımız bu kural tekfir kaidelerinin sonuncusudur. Bir önceki bölümde şer‘î bir gerekçeye
dayanmaksızın müslümanı tekfir etmenin ne kadar tehlikeli bir iş olduğundan bahsetmiştik. Bu bölümde ise
açıkça küfre düşen kimseleri tekfir etmemenin ne denli büyük bir yanlış olduğundan bahsetmeye çalışacağız.
Malum olduğu üzere dinimiz bizlere her şeyi yerli yerine koymayı emretmiştir. Bir şeyi hak ettiği yerden
başka bir yere koymanın adı İslam’da zulümdür. Zulüm ise Allah tarafından sevilmeyen bir davranıştır. Allah
bir insana Müslüman hükmünü vermişse, bizim o insana başka bir isim takmamız ona karşı yapılmış bir
zulümdür. Aynı şekilde Allah bir insana kâfir hükmü vermişse, bizim kalkıp o insanı başka bir isimle tesmiye
etmemizde zulüm kapsamına girmektedir. Bu nedenle varlıkları Allah’ın isimlendirdiği şekilde
isimlendirmemiz bizlerin temel vasfı olmalıdır. Her hak sahibine hakkını vermeli ve asla insanları hak
etmedikleri isimlerle isimlendirmemeliyiz. Aksi halde hem onlara hem de kendimize haksızlık etmiş oluruz.
“Kâfiri tekfir etmeyen veya onun küfründen şüphe eden kâfir olur” şeklinde zikrettiğimiz bu kaide, şer‘î
delillerin ortaya koyduğu sahih bir kaidedir. Şimdi bu kaidenin delillerini zikredelim.
1-) Rabbimiz şöyle buyurur:
“Deki, ey kâfirler!” (Kâfirun, 1)
Bu ayeti kerimede Rabbimiz, elçisi Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e kâfirleri küfürleri ile
vasıflandırmasını emretmiştir. Aslı itibarı ile buradaki hitabın muhatapları Mekkeli müşrikleredir. Allah celle
celâluhu, peygamberi Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e “De ki ey Kureyşliler!” veya “De ki ey
Mekkeliler” demesini emretmemiş, aksine onlara hak ettikleri küfür vasfı ile hitap etmesini emir
buyurmuştur. Usul ilminde bilindiği üzere aksi bir karine olmadığı sürece emirler farziyet ifade eder, burada
da aksini ifade eden bir karine yoktur. Dolayısıyla Hz. Peygamberin onlara bu şekilde hitap etmesi farz
olmuştur.
Yine usul ilminde bilindiğine göre tahsis ifade eden bir karine olmadığı sürece Rasûlullah’a hitap aynı
zamanda ümmetine de hitaptır. Yani O, ne ile mükellef ise ümmeti de aynı şeyle mükelleftir. Ancak
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e has olduğu bildirilen şeyler bundan müstesnadır. Burada da tahsis
ifade eden bir şey olmadığına göre ümmetinin de bu emre dâhil olduğu kesinleşmiş olur.
Ayet-i kerimenin Arapça metninde yer alan “gul” lafzı Türkçede “söyle, bildir, haykır, ilan et” gibi
manalara gelmektedir. Yani onların “kâfir” olduklarını de, bildir, söyle, ilan et” demektir. Allah’ın Rasûlü’de
bu emri yerine getirmiş ve Mekkeli müşriklere bu ifadelerle hitap etmiştir.
Hatırlanacağı üzere kitabın giriş bölümlerinde Utbe b. Rebîa ile Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem
arasında geçen bir konuşmayı nakletmiştik. Olay şu şekildeydi:
Utbe b. Rebîa Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek: “Ey kardeşimin oğlu! Sen aramızda
bildiğin (gibi değerli bir) konumdasın. Ama kavmine öyle bir şey getirdin ki bununla onların birliğini bozdun,
akıllılarını aptallıkla suçladın, ilâhlarını ve dinlerini kötüledin ve babalarını tekfir ettin. Şimdi beni dinle sana
bir takım tekliflerde bulunacağım...” demişti.1
Yine, Hz. Ebu Bekir’in Müslüman olmadan önce Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile arasında
geçen bir konuşmayı aktarmıştık. İbn-i İshak’ın naklettiğine göre olay şu şekilde cereyan etmişti: “Hz. Ebu
Bekr, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile karşılaşır ve ona ‘Ey Muhammed! İlahlarımızı terk ettiğin,
akıl(lı)larımızı aptallıkla suçladığın ve babalarımızı tekfir ettiğine dair Kureyş’in söyledikleri doğru mudur?’
der. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’de ona bunun doğru olduğunu anlatır…”2
Bu ve benzeri rivayetlerden anlaşıldığına göre Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem daveti
esnasında hiçbir taviz vermemiş ve gerek Mekke’nin önde gelenlerini ve gerekse atalarını çok sarih ifadelerle
tekfir etmişti. Rasûlullah’ın onları tekfir ettiği o kadar şöhret bulmuştu ki, bu artık dillerden dillere dolaşır
1
2
“Siyretu İbn-i Hişam”, sf. 293 vd.
“Siyretu İbn-i İshak”, 1/44. ayrıca bkz. “Delailü’n-Nübüvve”, 2/33, 468 nolu haber.
1
olmuştu. Mekke’nin önde gelenleri Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in çok değerli bir konumda
olduğunu kabul etmekle birlikte bu hareketi ona yakıştıramamışlar (!) ve kendilerince onu vazgeçirme çabası
içerisine girmişlerdi.
Bu gün bazı çevrelerin “Allah’ın Rasûlü hiç, bir insana kâfir demiş midir?” şeklinde sıkça dile getirdikleri
şüphenin cevabını Kâfirûn Suresine ilişkin yapmış olduğumuz değerlendirmeleri ve sonrasında yer alan
rivayetleri okuyan değerli okuyucuların insafına bırakıyorum.
2-) Rabbimiz şöyle buyurur:
“Gerçekten İbrahim’de ve beraberindeki müminlerde sizin için çok güzel bir örnek vardır. Hani onlar
kavimlerine ‘Biz hem sizden hem de Allah’ın dışında ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız. Biz sizi tekfir ettik.3
Bir olan Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda ebedi bir düşmanlık ve kin baş göstermiştir’
demişlerdi.” (Mümtahine, 4)
Burada da bizler için “çok güzel bir örnek” olarak takdim edilen bir peygamberin, tekfiri hak eden
kavmine karşı takınmış olduğu tavrı ile karşı karşıyayız. Hem o hem de yanında ki müminler hak ettikleri için
onları tekfir etmiş ve bu tavır bize “çok güzel bir örnek” olarak sunulmuştur.
Küfrü kesin olan kimseleri tekfir etmek imanın bir gereğidir. Küfründe iki akıl sahibi insanın dahi ihtilaf
etmeyeceği kimseleri tekfir etmede duraksayanlar henüz imanın kendilerinden ne istediğini anlayamamış
kimselerdir. İman her hak sahibine hak ettiği hükmü vermeyi gerektirir.
Konumuzun detayına geçmeden önce burada bir hatırlatmada bulunmanın yararlı olacağını
düşünüyorum. Biz “Kâfiri tekfir etmek gereklidir” dediğimizde bununla birilerinin zannettiği gibi insanların
yüzlerine karşı sürekli “kâfir, kâfir, kâfir” demeyi kastetmiyoruz. Bu ancak Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi
istisnaî durumlarda, şartların gerektirmesi sonucu olabilir. Bizim bu söz ile asıl kastettiğimiz; tekfiri hak
eden insanlara karşı bunun gerektirdiği ahkâmı icra edebilmektir. Yani namaz kıldırdıklarında arkalarında
namaza durmamak, evlendirecek kızımız olduğunda onlara vermemek, öldüğünde cenazelerine gitmemek ve
benzeri şeylerde Müslümanlara uyguladığımız hükümleri onlara uygulamamaktır. Bu nokta önemlidir; buna
dikkat edilmesi gerekir.
Kâfiri Tekfir Etmeyen Kimsenin Küfründeki İllet
Kâfiri tekfir etmemek küfürdür. Said Havva der ki:“Kâfiri tekfir etmeyen ve onun küfründe şüpheye
düşen kimse kâfir olur.”4 Kadı Iyaz der ki: “Kim Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların dinini terk edenlerden
birisini tekfir etmez, onların tekfirinde duraksar veya şüphe ederse kâfir olur.”5
Biraz sonra ilim ehlinin bu kaideye ilişkin sözlerini nakledeceğiz. Bu iki imamın sözlerinden de
anlaşıldığı üzere küfrü sarih olan bir kâfiri tekfir etmeyen, onun tekfirinde duraksayan ya da şüphe eden
kimse onlar gibi küfre girer. Onun küfre girmesinin illeti/gerekçesi ise şudur: Bu kimse varlıkları hak ettikleri
isimden başka bir isimle adlandırmış ve eşyaya Allah’ın verdiği hükümden başka bir hüküm vermiştir. Allah
ve Rasûlü bir kimse için “Bu kâfirdir” dedikleri halde o böylesi bir kimse için aynı ismi takmayarak Allah’ı ve
Rasûlünü yalanlamış olur. Bu ise küfrün ta kendisidir. Abdulmun‘im der ki:
“Kâfiri tekfir etmeyen kimsenin küfre girişinde ki illet, onun, varlıklara şeriatın taktığı isimlerden başka
isim takması ve onlara Allah’ın verdiği hükmün hılafına hüküm vermesidir. Şöyle ki; böyle birisi küfrü ve
şirki iman, düşmanlığı hak eden kâfir ve müşrikleri de dost edinilmesi vacip olan Müslüman kabul etmiştir.
Bu ise o kişinin Allah’ı tenkit etmesi, hükmünü reddetmesi ve -her ne kadar kendisi bunu yalanlama ve inkâr
olarak değerlendirmese de- Allah’ın emrettiği şeyleri yalanlayıp inkâr etmesi manasına gelir. Bu hiç kuşku
yok ki, açık bir küfür, sarih bir yalanlamadır.”6
3
Ayetteki “Kefernâ biküm” ifadesini biz bazı âlimlere ittibaan bu şekilde tercüme ettik.
“el-İslâm”, sf. 122.
5 “eş-Şifâ, bi Ta‘rîfi Hukuki’l-Mustafâ”, sf. 846.
6 “Kava‘id fi’t-Tekfir”, sf. 256.
4
2
Evet, Allah’ın kesin olarak kâfir diye adlandırdığı birisini tekfir etmemek Allah’ı yalanlamak demektir.
Örneğin birisi “Ben Firavun’a kâfir diyemem” dese bu insan Allah’ın Kur’an’da Firavun’un küfrüne dair
indirmiş olduğu ayetleri inkâr etmiş demektir. İşte bunun gibi bu günde tıpkı Firavun misali küfürde önder
olmuş kimseleri tekfir etmeyen kimseler Allah’ın Kur’an’da ifade buyurduğu birçok nassı yalanlamış
olmaktadır. Her ne kadar kendileri bunu kabul etmese de bu, yalanlamadan başka bir şey değildir.
Âlimlerin Bu Kaidenin Sıhhatine Dair Söylemiş Oldukları Sözler
Burada bazı âlimlerin konuya ilişkin sözlerini nakletmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Ta ki bu
sayede mesele hakkında şüphesi bulunanların şüpheleri zail olsun.
Araştırmalarımız neticesinde 42 farklı müellifin bu kaideyi kitaplarına yerleştirdiğini ve kaidenin sıhhati
üzerinde söz söylediğini gördük. Hatta akaitle alakalı meselelerde âlimlerin icma‘ ettiği hususları kaleme alan
Şeyh Velid b. Raşid es-Sueydân “el-İcmau’l-Akdî” adlı eserinde bu kaide üzerinde İslam âlimlerinin icma‘
ettiğini belirtmiştir. Şimdi burada bazı âlimlerin sözlerini naklederek konumuza devam edelim.
Kadı Iyaz der ki: “Kim Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların dinini terk edenlerden birisini tekfir etmez,
onların tekfirinde duraksar veya şüphe ederse kâfir olur.”7
Kadı Iyaz bir başka ibaresinde şöyle der: “Biz, İslam dininden başka dinlere mensup olan kimseleri tekfir
etmeyenleri veya onlar hakkında kararsız kalıp duraksayanları ya da şüphe edenleri yahut onların yollarının
(dinlerinin) doğru olduğunu kabul edenleri tekfir ederiz. Böyleleri -her ne kadar Müslüman olduğunu ortaya
koysa, İslam inancını kabul ettiğini söylese ve İslam’ın dışındaki tüm yolların/dinlerin batıl olduğuna inansa
da- içindeki inancın hilafını ortaya koyduğu için kâfir olmuş olur.”8
İmam Nevevî der ki: “Kim, İslam dininden başka dinlere mensup olan kimseleri tekfir etmez veya onları
tekfir etme hususunda şüpheye kapılır ya da onların yollarının (dinlerinin) doğru olduğunu kabul ederse
Müslüman olduğunu ortaya koysa veya İslam inancını kabul ettiğini söylese dahi yine de kâfir olur.”9
Ebu Batîn der ki: “Âlimler Yahudi ve Hıristiyanları tekfir etmeyenin veya onların küfründen şüphe
edenlerin kâfir olacağı hususunda icma‘ etmişlerdir.”10
Velid b. Raşid es-Sueydân der ki: “Âlimler kâfir ve müşrikleri tekfir etmeyen, onların küfründen şüphe
eden veya onların yollarını doğrulayan kimselerin kâfir olacakları hususunda icma‘ etmişlerdir.”11
Abdullah el-Eserî der ki: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimleri muayyen bir müslümanı tekfir etmekten
sakınmış ve ilimsizce bir müslümanın tekfirine yönelmenin çok tehlikeli bir iş olduğunu beyan etmişlerdir.
Şu kadar var ki, onların bu tavrı şer‘î şartlar çerçevesinde küfrü sabit olan kimselere küfür hükmü vermekten
alıkoymamıştır. Şer‘î nasslar küfür ameli işleyen veya küfür sözü söyleyen bir kimsenin tekfir edilebileceğini
gösterdiği için onlar Allah ve Rasûlünün tekfir ettiği kimseleri tekfir etmekte asla tereddüt etmemişlerdir.
Hatta öyle ki, kâfiri tekfir etmeyi inanç esaslarının temellerinden kabul etmişler ve kâfiri tekfir etmeyenin
veya onun küfründe şüphe edenin kâfir olacağına hükmetmişlerdir. Onların kâfir ve müşriklerin tekfirine
böylesine ihtimam göstermesi heva ve heveslerinden kaynaklanmamaktadır. Onlar bununla ancak Allah’a
kulluğu, velâ ve berâ akidesini yerine getirmeyi amaçlamışlardır…”12
Ali b. Nâif der ki: “Yahudi, Hıristiyan ve Putperestler gibi Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in
getirdiği dine girmeyen kimselerin kâfir olduğuna inanmak, onları kâfir diye adlandırmak, onların Allah’ın,
7
“eş-Şifâ, bi Ta‘rîfi Hukuki’l-Mustafâ”, sf. 846.
“eş-Şifâ, bi Ta‘rîfi Hukuki’l-Mustafâ”, sf. 851. (Not: Yaptığımız bu tercüme “eş-Şifâ” adlı eserin elimizde bulunan
“Dâru’l-Fayhâ” baskısından değil, başka bir yayınevinin baskısından yapılmıştır; çünkü elimizdeki baskıda bazı yerlerin
atlandığı son anda fark edilmiş ve bazı karşılaştırmalar sonucu mevcut baskının hatalı olduğu tespit edilmiştir. Bu
nedenle başka baskıdan alıntı yapılmıştır.)
9 “Ravdatu’t-Talibîn”, 10/70.
10 “el-İntisâr li Hizbillahi’l-Muvahhidîn”, sf. 32.
11 “el-İcmau’l-Akdî”, sf. 54. 374. madde.
12 “el-Îmân, Hakikatuhu, Havarimuhu, Nevakiduhu”, sf. 129.
8
3
Rasûlünün ve müminlerin düşmanları, olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına inanmak
İslam’ın en temel asıllarındandır.”13
Yaptığımız bu nakillerden şerhini yapmaya çalıştığımız kaidenin sıhhati ve ulemanın bunun üzerinde ki
ittifakı açığa çıkmış oldu.
Bir Uyarı
İzahını yapmaya çalıştığımız bu kaide her kâfiri tekfir etmeyenleri kapsamaz. Her kâfiri tekfir etmeyene
bu kaideyi getirip kalkan gibi kullanmak caiz değildir. Nerede bu kaide zikredilse mutlaka bir ayırıma gitmek
gerekir. Kimileri vardır ki bir içtihada ya da bir tevile dayanarak tekfirden uzak durur. Kimileri vardır kâfirin
küfrünü ve küfrünün niteliğini bilmez, bu nedenle de tekfirlerinden uzak durur. Kimileri de vardır bir
engelden dolayı tekfirden sakınır. İşte böylesi ihtimallerden bu kaideyi umumileştirmek doğru değildir.
Bizim bu kaide ile kastettiğimiz; küfrü kesin olan ve küfründe aklıselim iki insanın ihtilaf etmeyeceği
kimselerdir. Böylelerini tekfir etmeyenler Kur’an ve Sünnet nasslarını tekzip ettikleri için küfre düşerler.
Kimin hali böyle ise bu kaideyi ona hamletmek caiz olur; aksi halde ayırıma gitmek ve konuyu
detaylandırmak gerekir.
Burada Şeyh Ebu Hümam el-Eserî’nin zikrettiği şu güzel taksimata yer vermenin faydalı olacağını
düşünüyorum. O, “el-Kevkebu’d-Durriyyu’l-Münîr” adlı eserinde şöyle der:
“Biz bu meseleyi şu şekilde özetleriz:
1) Kim vahyin kâfir addettiklerini tekfir etmezse kâfir olur.
Kim Şeytanı, Firavun’u, Haman’ı, Ebu Leheb’i, Ebu Cehil’i, Ebu Talib’i ve Kur’an ve Sünnette kâfir
olduğu belirtilen kimseleri tekfir etmezse vahyi yalanladığı için kâfir olur.
2) Kim Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler gibi aslî kâfirleri tekfir etmezse kâfir olur.
Kadı Iyaz der ki: “Kim Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların dinini terk edenlerden birisini tekfir etmez,
onların tekfirinde duraksar veya şüphe ederse kâfir olur.” (eş-Şifâ, 846)
3) Âlimlerin küfründe icma‘ ettiği kimseleri tekfir etmeyen kâfir olur.
Hafız Sehâvî, İbn-i Mukrî’nin “er-Ravd” adlı eserinin “riddet” bahsinde şöyle dediğini nakleder: “Kim
Yahudilerin, Hıristiyanların ve İbn-i Arabî ve taifesinin tekfirinde tereddüt ederse kâfir olur.”
4) Şer‘î deliler sonucu insanlardan birisinin kâfir olduğunu gören sonrada onu tekfir etmekte
duraksayan kimse kâfirdir.
Ebu Zer‘a er-Râzî der ki: “Kim Kur’an’ın mahlûk olduğunu zannederse yüce Allah’a karşı dinden çıkarıcı
bir küfürle kâfir olmuş olur. Anlayış sahibi kimselerden kim de onun küfründe şüphe ederse o da kâfir
olur.”14
İmam Tâvus, Haccac’ı tekfir eder ve onun kâfir olduğunu söylerdi. Seleften bazıları da onunla aynı
görüşteydi.15 Buna rağmen o, Haccac’ı tekfir etmeyenlere şöyle derdi: “Irak’ta ki kardeşlerimize şaşırıyorum
doğrusu! Onlar Haccac’ı “mümin” diye adlandırıyorlar!”16
İmam Tâvus Haccac’ı tekfir etmesine rağmen Irak’ta ona Müslüman diyenlere “kardeşlerimiz” diye hitap
etmiş ve tekfir ettiği birisine mümin dedi diye karşıyı itham etmemişti. Bunun da nedeni Haccac’ın tekfirinde
icma‘ olmamasıydı. Bu noktayı iyi anlamak gerekir. Aksi halde konular birbirine karışır, Müslümanlar birbiri
ile anlaşmazlığa düşer.
Yahudi ve Hıristiyanları Tekfir Etmemek
13
“el-Mufassal fi’r-Reddi alâ Şubuhâti A‘dâi’l-İslâm”, sf. 82
“el-Kevkebu’d-Durriyyu’l-Münîr”, sf. 11.
15 Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehaî, İmam Mücahid ve İmam Şa‘bî bunlardan bazılarıdır.
16 “Kava‘id fi’t-Tekfir”, sf. 257.
14
4
Yaşadığımız dönemin en acı olaylarından birisi de kendisini İslam’a nispet eden bazı çevrelerin “Allah
üçün üçüncüsüdür” diyen, O’na oğul isnat eden ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr eden Yahudi ve
Hıristiyanlarla inanç birlikteliklerinin (!) olduğunu savunmaları ve onların cennete gireceğini iddia
etmeleridir. Bu gerçektende garip bir iddiadır. Tarihte böylesi bir söylemi ortaya atan hiçbir Rabbanî âlim
olmamasına rağmen bu çevreler biraz önce atıfta bulunduğumuz garip inancı hararetle savunmakta ve bunun
için gece-gündüz demeden çalışmaktadırlar.
Biz burada onların ortaya attıkları bu iddialara cevap verecek değiliz. Ancak onların böylesi bir inanca
sahip olmaları kitabımızın konusu olması itibarı ile bizi ilgilendirmektedir. Dolayısıyla burada böylesi bir
insanın İslam’a göre hükmünün ne olduğunun izah edilmesi gerekmektedir.
Tarih sayfasına adını kaydetmiş Sünnet ehli âlimlerinin tamamı Yahudi ve Hıristiyanların cehennemlik
oldukları hususunda görüş birliği içerisindedirler. Bu noktada içlerinden farklı bir görüş öne süren birisini
bilmiyoruz. Durum bu kadar kesin olmasına rağmen bu gün bazı çevreler ümmetin bu ittifakını göz ardı
ederek Allah düşmanı olan Yahudi ve Hıristiyanları dost kabul etmekte hatta daha da ileri giderek cennetlik
olduklarını bile söyleyebilmektedirler. Bırakın onları tekfir etmemelerini onların cennete gireceklerine
inanmaları tehlikenin boyutlarını gözler önüne serme açısından son derece önemlidir. Bu noktada üstte
yaptığımız nakillerden bazılarını burada tekrar hatırlatarak Yahudi ve Hıristiyanları tekfir etmemenin insanı
dinden çıkaran bir amel olduğunu hatırlatmak isteriz.
Kadı Iyaz der ki: “Kim Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların dinini terk edenlerden birisini tekfir etmez,
onların tekfirinde duraksar veya şüphe ederse kâfir olur.”17
İmam Nevevî der ki: “Kim, İslam dininden başka dinlere mensup olan kimseleri tekfir etmez veya onları
tekfir etme hususunda şüpheye kapılır ya da onların yollarının (dinlerinin) doğru olduğunu kabul ederse
Müslüman olduğunu ortaya koysa veya İslam inancını kabul ettiğini söylese dahi yine de kâfir olur.”18
Ebu Batîn der ki: “Âlimler Yahudi ve Hıristiyanları tekfir etmeyenin veya onların küfründen şüphe
edenlerin kâfir olacağı hususunda icma‘ etmişlerdir.”19
Bu noktada daha birçok nakil zikretmek mümkündür. Ancak buna gerek yoktur; zira ümmetin tamamı
bu hususta icma‘ ettiği için bir tek nakil bile meselenin hükmünü belirtme açısından yeterlidir. Bu gün
bırakın onları tekfir etmeyi aksine onların cennet ehli insanlar olduğunu savunanlar tüm ulemaya göre kâfir
olmuştur. Onların kâfir olmalarının nedeni ise Kur’an ve Sünnette yer alan nassları yalanlamaları ve geçici
dünya menfaatleri karşılığında dinin hükümlerini satmalarıdır. Onların bu durumu ilimden birazcık nasibi
olanlar için son derece açıktır. Allah’tan böyleleri için hidayet diliyor ve konumuzu burada sonlandırıyoruz.
17
“eş-Şifâ, bi Ta‘rîfi Hukuki’l-Mustafâ”, sf. 846.
“Ravdatu’t-Talibîn”, 10/70.
19 “el-İntisâr li Hizbillahi’l-Muvahhidîn”, sf. 32.
18
5
Download