Cihangir Altuğ Taş Dar Sokaklar Geniş Yürekler Farklı kültürlere ait romanlar her zaman dikkatimi çekmiştir. Bilhassa diğer kültürlere fazlasıyla ön yargılı yaklaştığımız günlerde yeni bir topoğrafya tanımak benim için adeta yeni bir oksijen kaynağı gibiydi. Bu sebeple, Necib Mahfuz’un kaleme almış olduğu Nobel ödüllü “Midak Sokağı” adlı eseri görünce toplumsal gerçekçi romanlara olan haddinden fazla ilgimi fark etmiş oldum. Klasik olay örgülerini kendi üslubuyla bambaşka yerlere sürüklemeyi başarmış yazar. Karakter seçimi, anlatım teknikleri ve temalarla Mahfuz okuyucuyu da esere kilitlemeyi ihmal etmemiş. Sizleri daha çok sıkmadan izlenimlerimden bahsetmek istiyorum. Öncelikle romanın merkezinde ‘yozlaşma, ‘ruh ve beden çatışması’ ve ‘cinsellik’ temaları yer alıyor. Arap kültürünü sanki bir mercekle inceliyormuşuz gibi incelememize olanak sağlayan Mahfuz; bunu, karakterlerin kadın veya erkek oluşlarını ön planda tutarak başarmış. Bunun yanında olmazsa olmazlardan bir tanesi; ‘aşk’ teması… Ancak, genç bir berberin sokağın kavgacı kızı Hamide’ye olan ilgisi sembolizm ve coşkulu romantizm akımlarından faydalanarak yapıldığı için Mahfuz’un birçok yazarın eserlerinde yer verdiği aşk temasına benzersiz bir pencereden baktığı gözlerden kaçmıyor. Esere hâkim olan ögelerden biri Doğu ve Batı karşıtlığı. Toplum yapısı ile bu karşıtlığı aktarmış Mahfuz. Zihnimde, İngiliz emperyalizmine boyun eğen bir Arap toplumu canlanıyor. Bunun yapı taşı, eserin de başlığı olan Midak sokağının dış dünyadan tamamen farklı bir yerde olması… Hepimizin resimlerde gördüğü belki de ziyaret ettiği minyatürler vardır ya. Midak sokağı da aynı doğrultuda, dünyanın minyatürü olma niteliği taşıyor. Yazarın kullanmayı esirgemediği betimlemeler ve monologların da bu minyatüre katkısı büyük. Aslında kitabın arka kapağında yer alan Necib Mahfuz’un “Sokak benim için bütün bir dünyanın sembolüdür, dünyayı nasıl görüyorsam sokağı da öyle biçimlendirdim.” ifadesi minyatürleştirme hareketinin kitabı kaleme alırken temel hedeflerden bir tanesi olduğunu resmen gözler önüne seriyor. Eğer tavsiyemi dinler de romanı okumaya karar verirseniz, yazarın bahsettiği amacı değerlendirerek okuyun. Gelelim beni edebi anlamda oldukça doyuran fakat sosyolojik anlamda bir o kadar rahatsız eden bölüme. Romanda ciddi anlamda kadın ve erkek fertlerin çatışması mevcut. Kadın ve erkek karakterlerin hırsları içlerinde süfli hisler doğururken baskıcı bir toplum da böylece kitabın dokusunu oluşturmuş. Ataerkil toplum yapısını somutlaştıran başlıca unsur ise, kadın ve erkek karakterlerin betimlemelerinde kullanılan sözcükler arasındaki fark… Örneğin; Hamide karakteri, “Yirmili yaşlarındaydı, orta boyluydu, ince bir vücuda sahipti. Bronz Cihangir Altuğ Taş tenliydi, yüzü uzunca, pürüzsüz ve şirindi. En dikkat çekici özelliği çok güzel siyah gözleriydi, gözbebekleri ile gözlerinin beyazı arasında çok çarpıcı ve çekici bir tezat vardı.” (Mahfuz, 1988, s. 29) sözlerinin kullanılarak fiziksel bir tasvir yapılması erkeğin kadına bakış açısına adeta can vermektedir. Buna karşın, kitabın erkek karakterlerinden İbrahim Faraj’ın betimlemesinde “Yürürken, kahverengi yuvarlak yüzündeki hareketli gözleriyle her şeyi inceliyordu. Yürüyüşü adamın gururunu ve kendine güvenini ifade ediyordu. Gözlerinden de dürüstlüğü ve yalınlığı okunuyordu. Dış görünüşünden, midesine zihninden daha çok önem verdiği belli oluyordu.” (Mahfuz, 1988, s. 156) cümlelerinin kullanılması kitabı okurken dikkat etmiş olduğum taraflı bakış açısını gözler önüne seriyor. İşin ilginç kısmıysa İbrahim Faraj adlı karakterin övgü dolu tasvir edilmesinin tam aksine bu karakterin kadın ticareti yapmasıyla başlıyor. Hamide’nin ise Midak Sokağı’nın duvarlarını aşarak Faraj’a kaçması ve kötü yola düşmesi, esere ciddi manada bir düalist felsefe aşılamış. Romanın gözümde en ilgi çekici kısmı ise tam burasıydı. Erkek karakterler kelimelerle yüceltilirken zihnimde onlardan nefret edebilmem… Sosyolojik gerçeklerinde yanında psikolojik izler de mevcut. Aslında temelde çürümüş bir sokak ve toplum yapısı söz konusu. Herkesin birbirinden nefret ettiği ama bir arada yaşamak mecburiyetinde olduğu bir mahalle düşünün. Bir bütünün ayrılmaz parçaları olurken öte yandan da hiçbir zaman birleşemeyecek olan karakterlerin bu ironi içerisinde olmalarının etkisiyse bence okuyucu zihninde yerleştirilen ikilemlerden geliyor. “Güzel - çirkin, zengin - fakir, neşe - keder” gibi ikilemlere bakınca kadının bir obje haline gelmesi, bireylerin izolasyonu kaçınılmaz sonmuş gibi duruyor öyle değil mi? Kim bilir, romanı okuduğunuzda siz sokağın duvarlarını yıkar ve karakterlerin özgürlüklerine kavuşmalarına yardımcı olursunuz.