ULUSLARARASI HUKUKTA KORUMA SORUMLULUĞU ve AFRİKA KITASINDAKİ UYGULAMALARI İzzettin ARTOKÇA YÜKSEK LİSANS TEZİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI ORTADOĞU ve AFRİKA ÇALIŞMALARI BİLİM DALI GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMMUZ 2015 v ULUSLARARASI HUKUKTA KORUMA SORUMLULUĞU ve AFRİKA KITASINDAKİ UYGULAMALARI Yüksek Lisans Tezi İzzettin ARTOKÇA GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Temmuz 2015 ÖZET Uluslararası sistem, Westphalia’dan bu yana devletlerin egemen ve eşit olması ilkesine dayanmıştır. Bu ilkelerde Soğuk Savaş’ın 1991 yılında bitişine dek bir sapma görülmemiştir. Fakat Soğuk Savaş sonrası dönemde modern uluslararası sistem ilk defa tek kutuplu bir yapıya bürünmüştür. Bu yapısal değişiklik, egemenlik anlayışına da yansımış, ortaya çıkan insani krizler, uluslararası hukukta normatif ve pratik değişimleri zorunlu hâle getirmiştir. Liberal değerler çerçevesinde Westphalia sisteminin dönüşümü büyük bir önem kazanmıştır. Koruma Sorumluluğu doktrini, bu anlamda bir geçiş sürecini ifade etmektedir. Egemenlik anlayışının ve insani müdahalenin bu yeni yorumu, uluslararası örgütlerin yapısında değişimi beraberinde getirmektedir. Yüzyılın en şiddetli krizlerinin yaşandığı Afrika kıtası da doktrinin ilk uygulama alanı olmuş, bölgesel bir örgüt olan Afrika Birliği bu doğrultuda çeşitli tedbirler almıştır. Bu tezde değişen müdahale konsepti birincil kaynaklar üzerinden ele alınacak, değişen konseptin Afrika’ya yansımaları Darfur, Kongo ve Kenya örnekleri üzerinden incelenecektir. Bilim Kodu : Anahtar Kelimeler : Sayfa Adedi Tez Danışmanı : : 1141 Uluslararası Hukuk, Koruma Sorumluluğu, İnsani Müdahale, Egemenlik, Afrika. 126 Doç. Dr. Kürşad TURAN vi RESPONSIBILTY to PROTECT and ITS IMPLEMENTATIONS IN AFRICA M.S. Thesis İzzettin ARTOKÇA GAZİ UNIVERSITY GRADUATE SCHOOL OF SOCIAL SCIENCES July 2015 ABSTRACT Beginning form the Treaty of Westphalia the international system based on the principles of sovereignty and equality of states. There was no deviation observed about this principles till the end of the Cold War in 1991. In the post-Cold War period the modern international system has taken a unipolar structure for the first time. This structural change was reflected on the concept of sovereignty. Emerging humanitarian crisis made normative and practical changes in international law a mandatory manner. The transformation of the Westphalian system within the framework of liberal values has gained a great importance. Responsibility to Protect doctrine represents a transitional process in this regard. This new interpretation of the concept of sovereignty and humanitarian interveniton brings about changes for the structure and activities of international organizations. African continent experiencing the most severe crisis of the century is the first area of implication for the doctrine. African Union has taken various measures in this direction as a regional organization. This thesis will discuss the changing concept of intervention through primary resources; reflections of changing concept on Africa will be studied through the cases of Darfur, Democratic Republic of Kongo and Kenya. Bilim Kodu : 1141 Anahtar Kelimeler Sayfa Adedi : International Law, Responsibility Intervention, Sovereignty, Africa. : 126 Tez Danışmanı : Assoc. Prof. Kürşad TURAN to Protect, Humanitarian vii TEŞEKKÜR Öncelikli olarak bu tezin hazırlık, yazım ve incelenme aşamasında emeği geçen ve desteklerini esirgemeyen, vaktinden çokça çaldığım tez danışmanım Doç.Dr. Kürşad Turan’a teşekkürü bir borç bilirim. İlk günden son güne dek gerek tez konusunda gerekse yaşama dair her konuda desteklerini esirgemeyen, zor zamanlarda yanımda bulunarak benim için sözcüklerle ifade edilemeyecek birçok fedakârlıkta bulunan arkadaşlarım Gülin Merve Ayaz, Veysel Atalay, R. Onur Karadeniz, Engin Barış, Nurullah Ayyılmaz, Onur Durum ve Ekrem Korkut’un şahsında Kara Harp Okulu’ndaki tüm arkadaşlarım teşekkürden çok daha fazlasını hak ediyor. Tezimi bitirmem için gerekli imkânları sağlayan ve hatalarımı görmezden gelen değerli komutanım Dr.İs.Alb. Haluk Karadağ’a, mesai sırasında bana gösterdikleri sabırdan ve fedakârlıklarından ötürü değerli komutanım P.Ütğm. İsmail Yaşar’a, M. Esat Aksoy’a ve Şaban Özkan’a kalpten teşekkür ederim. Huzurlu bir çalışma ortamı sağlayan arkadaşlarım Dr. Ayşe Duygu Vigo, Dr. Ahu Şenses, Menekşe Sözbilir, Tuğçe Kelleci, Kasım Timur ve Ahmet İnneci’nin şahsında Çukurova Üniversitesi İ.İ.B.F.’de görev yapan arkadaşlarıma ve hocalarıma teşekkürü bir borç bilirim. Artık bir aile gibi olduğum çok değerli arkadaşlarım Uğur Yaşar, Gizem Güner Yaşar, Hakan Vural, Fırat Bıçak, M. Akif Aydın, Doğukan Bahşi, Tevfik Mehmet Korucu, Hüseyin İncetaş, Rıdvan Aslan, S. Alp Toptaş, Hasan Peker, Bilgehan Solak, Carlos Labana ve Asilbek Kokejan’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Mülkiye’den bu yana her alanda beni teşvik eden, bir baba şefkatiyle yaklaşan ve kendisinden çok şey öğrendiğim, öğrenmeye de devam edeceğim kıymetli hocam Büyükelçi Sn. Aydın Nurhan’a yol göstericiliğinden ve asla söz konusu etmememi istediği iyiliklerinden dolayı çok teşekkür ederim. Tabii ki yaşamımda iyi olan her şeyden ve bana katlanmalarından ötürü annem Emel Artokça’ya, babam Mehmet Artokça’ya ve kardeşim Yasemin Artokça’ya teşekkür ederim. Tezim daha iyi olsaydı da layıkıyla teşekkür etmiş olsaydım dediğim ve bu tezi yazarken vefat haberini aldığım, yaşamımda herkesten farklı bir yeri bulunan sevgili babaanneciğim Zekiye Artokça’ya tezimi ithaf ediyorum. viii İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET ......................................................................................................................... v ABSTRACT ............................................................................................................. vi TEŞEKKÜR .............................................................................................................. vii İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... viii ÇİZELGELERİN LİSTESİ ........................................................................................ xi ŞEKİLLERİN LİSTESİ ............................................................................................. xii KISALTMALAR ....................................................................................................... xiii 1. GİRİŞ ................................................................................................... 1 2. KORUMA SORUMLULUĞU KAVRAMININ KÖKENİ ................................ 5 2.1. Müdahale Nedir?............................................................................................. 6 2.2. Bölgesel Müdahale Anlayışları ............................................................................. 6 2.2.1. Doğu kültüründe müdahale anlayışı ....................................................... 7 2.2.2. Batı kültüründe müdahale anlayışı ......................................................... 9 2.2.3. Westphalia Barışı öncesinde Batı’da haklı savaş düşüncesi.................... 10 2.2.4. Westphalia Antlaşması ve yeni egemenlik anlayışı ................................ 15 2.2.5. 19. yüzyılda uluslararası müdahale ........................................................ 18 2.2.6. 20.yüzyılda uluslararası müdahale ......................................................... 21 2.2.6.1. Milletler Cemiyeti Misakı ve Briand-Kellogg Paktı .................. 22 2.2.6.2. Birleşmiş Milletler Antlaşması .................................................. 24 2.3. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Kuvvet Kullanılması Yasağına Yönelik Alternatif Arayışlar .................................................................................................................... 29 3. KORUMA SORUMLULUĞU ............................................................................ 33 3.1. ICISS’in Yapısı ve Yeni Bir Yaklaşım Olarak Koruma Sorumluluğu ............... 33 ix 3.2. Önleme Sorumluluğu ............................................................................................. 35 3.3. Harekete Geçme Sorumluluğu ............................................................................... 37 3.4. İnşa Sorumluluğu.................................................................................................... 43 3.5. Birleşmiş Milletler’in Koruma Sorumluluğu Konusunda Attığı Adımlar .......... 46 3.5.1. Tehditler, Zorluklar ve Değişim Yüksek Düzeyli Paneli “Daha Güvenli Dünya: Paylaştığımız Sorumluluklar” raporu ...................................................... 47 3.5.2. 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’nin 138., 139. ve 140. maddeleri .... 48 3.5.3. BM Genel Sekreteri’nin 2008 Berlin konuşması ....................................... 51 3.5.4. BM Genel Sekreteri’nin 2009 Koruma Sorumluluğu’nun Uygulanması raporu ...................................................................................................................... 53 3.6. Koruma Sorumluluğu’na Yönelik Eleştiriler ........................................................ 56 3.7. Devletlerin Koruma Sorumluluğuna Yönelik Yaklaşımları ................................ 68 3.7.1. P5+1 ve koruma sorumluluğu ..................................................................... 69 3.7.1.1. ABD ve koruma sorumluluğu ................................................... 69 3.7.1.2. Rusya Federasyonu ve koruma sorumluluğu ............................. 70 3.7.1.3. Çin Halk Cumhuriyeti ve koruma sorumluluğu ......................... 71 3.7.1.4. Fransa ve koruma sorumluluğu ................................................. 71 3.7.1.5. Birleşik Krallık ve koruma sorumluluğu ................................... 72 3.7.1.6. Almanya ve koruma sorumluluğu ............................................. 73 3.7.2. Gelişmekte olan ülkeler ve koruma sorumluluğu ...................................... 73 3.7.2.1. Hindistan ve koruma sorumluluğu ............................................ 73 3.7.2.2. Brezilya ve koruma sorumluluğu .............................................. 74 3.7.2.3. Güney Afrika ve koruma sorumluluğu ...................................... 75 4. KORUMA SORUMLULUĞU’NUN AFRİKA KITASINA YANSIMALARI ........................................................................................................... 77 4.1. 2000’li Yıllarda Afrika ve Afrika Birliği’nin Değişen Yapısı............................. 77 x 4.2. Afrika Birliği’nin Müdahale Anlayışı ................................................................... 83 4.3. Darfur Krizi............................................................................................................. 87 4.4. Kongo Krizi ............................................................................................................ 92 4.5. Kenya Krizi ............................................................................................................. 96 4. SONUÇ ....................................................................................................................... 105 KAYNAKLAR .......................................................................................................... 111 ÖZGEÇMİŞ ........................................................................................................................ 127 xi ÇİZELGELERİN LİSTESİ Çizelge 1.Yapısal ve Doğrudan Önleme Seçenekleri…………..……………………… 37 Çizelge 2. 2005 Yılından Bu Yana İnsani Krizler ve Koruma Sorumluluğu………….. 87 xii ŞEKİLLERİN LİSTESİ Şekil 1. BM ve Afrika Birliği Misyonlarındaki Afrikalı Sayısı…………………………. 79 Şekil 2. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Misyonları…………… 80 Şekil 3. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Onaylı Misyonlar……. 81 Şekil 4. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Tarafından Tanınan Misyonlar………………………………………………………………………………… 82 Şekil 5. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasında BM Misyonu Olmayan Misyonlar…………………………………………………………………………………. 82 xiii KISALTMALAR Bu çalışmada kullanılmış kısaltmalar, açıklamaları ile birlikte aşağıda sunulmuştur. Kısaltmalar Açıklamalar AB Avrupa Birliği ABD Amerika Birleşik Devletler AFISMA African-led International Support Mission for Mali AI Amnesty International AMIB African Union Mission in Burundi AMIS African Union Mission in Sudan AMISEC African Union Mission for Support to the Election in Comoros AMISOM African Union Mission in Somalia AU African Union / Afrika Birliği BM Birleşmiş Milletler BMGK Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi BMMYK Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Kurulu BRICS Brazil, Russia, India, China, South Africa CARE Cooperative for Assistance and Relief Everywhere CEWS The Continental Early Warning System CNDP Congrès National pour la Défense du Peuple ECOWAS Economic Community of West African States FDLR Hutu Forces Démocratiques de Libération du Rwanda FIDH Human Rights Organisations Throughout The World HRW Human Rights Watch ICG International Crisis Group ICISS International Commission on Independence and State Sovereignty IDP Internally Displaced Persons / Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişiler xiv IMF International Monetary Fund / Uluslararası Para Fonu IPK Islamic Party of Kenya / Kenya İslami Partisi IPPG Inter-Parties’ Parliamentary Group / Partiler Arası Parlamenterler Grubu JEM Justice and Equality Movement KADU Kenya Afrika Demokratik Birliği / Kenya African Democratic Union KANU Kenya Afrika Ulusal Birliği / Kenya African National Unity KPU Kenya Halk Birliği / Kenya People Union MAES African Union Electoral and Security Mission to Somalia MINUSCA United Nations Multidimensional Integrated Stabilization Mission in the Central African Republic MINUSMA United Nations Multidimensional Integrated Stabilization Mission in Mali MISCA African-led International Support Mission to the Central African Republic MIOC African Union Military Observer Mission in Comoros MONUC Mission des Démocratique Nations du Unies Congo / en République United Nations Organization Mission in the Democratic Republic of the Congo MONUSCO Mission de l’Organisation des Nations Unies pour la stabilisation en RD Congo NARC National Alliance Rainbow Coalition / Ulusal Birlik Gökkuşağı Koalisyonu NATO North Atlantic Treaty Organisation NCEC Ulusal Kongre Yürütme Konseyi / National Convention Executive Council OAS Organisation of American States OAU Organisation of African Unity / Afrika Birliği Örgütü OCHA Office for the Coordination of Humanitarian Affairs ODP Orange Democratic Party xv OSCE Organization for Security and Co-operation in Europe ONUB United Nations Operation in Burundi OXFAM Oxford Committee for Famine Relief P5 Permanent Five / Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Beş Daimi Temsilcisi PoC Protection of Civilians PNU Kenya Party of National Unity R2P Responsibility to Protect RwP Responsibility while Protecting SLA Sudan Liberation Army SSCB Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği UCM Uluslararası Ceza Mahkemesi UNAMID United Nations Mission in Darfur UNAMIR United Nations Mission in Rwanda UNAMSIL United Nations Mission in Sierra Leone UNHRC Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi UNICEF United Nations International Children's Emergency Fund / Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu UNISFA United Nations Interim Security Force for Abyei UNMIL United Nations Mission in Liberia UNMIS United Nations Mission in Somalia UNMISS United Nations Mission in South Sudan UNOCI United Nations Operation in Côte d'Ivoire UNPREDEP United Nations Preventive Deployment Force 1 1. Giriş Uluslararası müdahale, devletlerin kurulduğu günden bu yana var olan bir olgudur. Bu olgu, ilk olarak, bir ya da birden fazla devletin çeşitli nedenlerle başka bir devlete karşı askeri kuvvet kullanımı, bir diğer deyişle savaş olarak yorumlanmıştır. Bunun yanında güç kullanımını içermeyen, karışma ya da dolaylı müdahale olarak nitelendirilebilecek müdahaleler de uluslararası müdahalenin birer parçası olarak görülmüşlerdir. Egemenlik ve müdahale kavramları genellikle bir arada ele alınmaktadır. Egemenlik kavramı ilk defa Fransız düşünür Jean Bodin tarafından kullanılmıştır. Bodin, egemenliğin devletin özü olduğunu, egemenlik olmadan bir devlet yapısından bahsedilemeyeceğini ifade etmiştir. Mutlak, sürekli, bölünemez ve devredilemez olarak nitelediği egemenliği, bir ülkede yaşayan tüm unsurların üzerinde kanunla kısıtlanamayan en üst iktidar olarak nitelendirmiştir. (Ağaoğulları ve Köker'den aktaran Kiraz, 2012) Tarihsel süreç içerisinde gerek devletlerin gerek toplumların gerekse de uluslararası sistemin yapısında meydana gelen değişimler, müdahale kavramında değişime yol açmıştır. Önce Otuz Yıl Savaşları’nın ertesinde savaşan Avrupa devletleri tarafından yapılan Westphalia Antlaşması (1648) ile şekillenen modern devletler sisteminde, devletlerin mutlak egemenliği ilkesi kabul edilmiştir. Bu ilke ile birlikte devletlerin uluslararası siyasette egemen ve eşit aktörler olarak yer alması kabul edilmiştir. Devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmaları yasaklanmıştır. Egemenlik kavramı, ilk hâliyle monarşi ile yönetilen devletleri, mevcut hâliyle modern devletleri bir ülke içerisinde en yüksek bağımsız otorite olarak kabul etmektedir. Buna paralel olarak devlet, kendi içerisinde kamu düzenini özellikle siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda belirleme yetkisine sahip olmaktadır. Ülke toprakları dışında ise egemenlik, her bir devletin diğer bir devletten ya da devletler topluluğundan bağımsızlığı olarak anlaşılmaktadır. Buna bağlı olarak devletlerin, devletlerarası ilişkilere ya da uluslararası ilişkilere kendi iradesine dayanarak serbestçe girişebilmesini ifade etmektedir. Girişilecek ilişkinin boyutlarını ve içeriğini belirlemede devletler mutlak söz sahibidir (Arsava, 2011). 19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde, müdahalenin insani niteliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Devletlerin egemenliğinin ihlaline yönelik kısıtlamalar, müdahalenin insani boyutları öne sürülerek aşındırılmıştır. Yine de devletlerin mutlak egemenliği ilkesinden bir kopuş olmamış, bu müdahale türü hukuksal bir çerçeveye kavuşmamıştır (Telli, 2012). 2 İki büyük savaşa sahne olan 20.yüzyılda insani müdahalelerin sayısının arttığı görülmektedir. Bununla birlikte kuvvet kullanımının sınırlanması yönünde çeşitli adımlar atılmıştır. Bu adımlardan ilki 1907 yılında gerçekleştirilen La Haye Konferansı’nda ortaya konulan Drago Porter Doktrini’dir. Doktrinin ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde, teamül hâline gelmiş olan “bir devletin dış borçlarını ödeyememesi durumunda alacaklı devlet tarafından bu devlete karşı askeri kuvvet kullanılması” yasaklanmıştır (Oralli, 2014). İdealist yaklaşım ışığında kurulan Milletler Cemiyeti ve liberal değerler etrafında kurulan Birleşmiş Milletler, askeri kuvvet kullanımına yönelik çeşitli düzenlemeler getirmiştir. Milletler Cemiyeti Misakı savaşları, meşru ve gayrimeşru savaşlar olarak kategorize ederken Birleşmiş Milletler Antlaşması askeri kuvvet kullanımını istisnaî durumlar dışında yasaklamıştır. Çoğunlukla Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasındaki çıkar çatışmaları nedeniyle Soğuk Savaş boyunca kuvvet kullanımı konusunda Antlaşma dışına çıkılmamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönem ise sistemin tek-kutuplu hâle büründüğü ve Roma İmparatorluğu’ndan sonra tarihte ilk defa ortaya çıkan bu yapıya dair belirsizliklerin şiddetle hissedildiği bir dönem olmuştur. Dolayısıyla bu dönemde, bir önceki döneme ait uluslararası ve ulusal yapılarda çözülmeler yaşanmıştır. Çözülmeler ise büyük insani krizleri beraberinde getirmiştir. Dönüşüm, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde bir zorunluluk hâline gelirken, BM ve ABD tarafından egemen devletlerin içerisinde gerçekleşen etnisite, din ve mezhep temelli insani krizlere yönelik net bir tutum ortaya konulamamıştır. Uluslararası sistemdeki dönüşümün yanı sıra müdahalesizlik ve karışmama durumunun etkisiyle kuvvet kullanımı, egemenlik ve insani müdahale konuları sorgulanır hâle gelmiştir. Bu sorgulama, tek hegemon gücün hegemonyasının devamı açısından hem fırsat doğurmuş hem de tehdit oluşturmuştur. Böylece hegemonyayı sağlayan teorik çerçeve içerisinde çeşitli kavramsal ve hukuki değişikliklere gidilmesi bu anlamda hem bir zorunluluk hem de bir ihtiyaç hâline gelmiştir. İnsani müdahalelerin etkisizliği, egemen devletlerin uluslararası sistemin yeni yapısına ayak uydurmakta zorlanmaları, ulus-devletlerin başarısız olmakla itham edilmesi küresel ve bölgesel aktörleri yeni bir konsept arayışına itmiştir. Koruma Sorumluluğu doktrini bu çerçevede liberal değerlerin yanı sıra hegemonik düzenin korunması adına atılan ilk adım olmuştur. “Liberal düşünceye göre devletlerin ve hükümetlerin temel amacı bireyin haklarını korumaktır. Bunun dışında davrananlar uluslararası hukuk tarafından negatif bir şekilde ele alınarak cezalandırılmalıdır. Devletlerin egemenliği bu anlamda araçsal öneme sahiptir. İnsan haklarına saldıranlar 3 egemenlik kalkanıyla korunmamalıdır. Tiranlık ve anarşi egemenliğin ahlaki çöküşü demektir” (Abiew, 2010). Yeni konsept, bireyin ve toplumun temel insan haklarına vurgu yapmakta ve bireyi öncelemektedir. Westphalia’dan bu yana kabul edilen devletlerin egemen eşitliği ve içişlerine karışılmaması ilkelerine küreselleşen dünyada yeni bir form kazandırmaktadır. Kofi Annan’ın 1999 yılında ifade ettiği, bireylerin “egemenlik” olarak nitelendirilebilecek hak ve özgürlüklerinin başkaları tarafından suiistimal edilmesinin önüne geçmeyi, halkın isteklerine saygı duyulmasını, demokrasi ve insan haklarına dayalı yönetişim anlayışı (J. M. Welsh, 2013) ön plana çıkarmaktadır. Afrika kıtası ise yüzyıllar süren sömürgecilik düzeninden 20.yy’da çıkmışsa da hâlen kıtada başarılı ulus-devlet ve tam anlamıyla kurumsallaşmış bürokratik devlet yapılarını görmek mümkün olmamaktadır. Kıta, insani felaketlerle anılmaktan kurtulamamıştır. Bu istikrarsız görünümden ötürü uluslararası toplum, dikkatini kıtaya yöneltmiştir. Kıtadaki güç boşluğu, süregiden krizler, otokratik yönetimler, insan hakları ihlalleri ve uluslararası sistemin değişmekte olan yapısı, yeni konsept çerçevesinde gerçekleştirilecek faaliyetlerin odak noktalarından birinin de Afrika kıtası olacağını göstermektedir. Bu tezde müdahale kavramının zaman içerisinde geçirdiği değişimler öncelikli olarak ele alınacaktır. Sonrasında ise 21.yy’ın yeni müdahale konsepti Koruma Sorumluluğu; ICISS Raporu, BM raporları ve akademisyenlerin düşünceleri üzerinden incelenecektir. Son bölümde ise Koruma Sorumluluğu ile iç içe anılan Darfur, Kongo ve Kenya krizleri, Afrika’ya dair istatistiksel veriler ve Afrika Birliği’nin politikaları çerçevesinde anlatılarak doktrinin mevcut konumu gözden geçirilecektir. 4 5 2. KORUMA SORUMLULUĞU KAVRAMININ KÖKENİ 21.yüzyılda egemenlik ve müdahale anlayışının değişimini yansıtan Koruma Sorumluluğu doktrini incelenmeden önce, doktrinin tarihsel ve bölgesel arka planının değerlendirilmesi gerekmektedir. Doktrin, esasen Batılı haklı savaş düşüncesinin bir devamı olarak faydacı liberal müdahaleci yaklaşımla ve liberal değerler çerçevesi içerisinde oluşturulmuştur. Pragmatik liberal müdahalecilik, müdahaleyi gerçekleştiren devletin ya da devletlerin ulusal çıkar motivasyonuyla hareket ettiğini kabul etmektedir. Fakat bu müdahalelerin temel çıkış noktası; Batı kültüründe geniş kabul gören insan-odaklı yaklaşımdır. Dışarıda insan ve değer odaklı yaklaşım sergileyen devletlerin, kendi içlerinde de yine zamanla insan haklarına odaklı normatif bir anlayışı benimseyeceklerini kabul etmektedir. Böylelikle dışarıda sergilenen tavır egemen ülkelerin içlerine sirayet edecek ve devletler, kitlelerin devlet eliyle katledilmesinin önüne geçeceklerdir. Doğal olarak, böyle bir tavır sergileyecek devletlerin, liberal devletler olması gerekmektedir (Graubart, 2013). Yeni egemenlik ve müdahale anlayışının temeli güçlü devletlere asalet ödevi (noblesse oblige) olarak zayıf devletleri korumayı yükleyen paternalist muhafazakâr düşünce çerçevesinde sosyal uyum ve beraberliğe ilişkin daha geniş menfaatler adında daha düşük seviyede olana karşı bir sorumluluğun varlığı kabul edilmektedir (Heywood, 2013: 220). Dolayısıyla doktrinin liberal değerleri paternalist muhafazakâr düşünce kalıbı içerisinde savunduğu söylenebilmektedir. Bu bölümde müdahalenin tanımı yapılarak, tarihsel süreç içerisinde kavramın geçirdiği değişimler ele alınacaktır. Öncelikle Doğu ve Batı kültürlerinin müdahale ve egemenlik anlayışları incelenecek, ardından egemenlik anlayışı açısından bir dönüm noktası olarak görülen Westphalia Antlaşması’nın öncesinde ve sonrasında ünlü düşünürlerin müdahale konusunda uluslararası hukuk sistematiğine yaptığı katkılar gözden geçirilecektir. 20. yüzyıla gelindiğinde söz konusu kavramlardaki değişim ve dönüşüm bu dönemde kurulan uluslararası örgütler ve uluslararası hukuk metinleri üzerinden değerlendirilecektir. Son olarak, Koruma Sorumluluğu doktrinine giden yolda Soğuk Savaş sonrası dönemde, egemenlik ve müdahale konusundaki alternatif arayışları incelenecektir. 6 2.1. Müdahale Nedir? 21.yüzyılın yeni müdahale konsepti Koruma Sorumluluğu, 20. yüzyılın bir paradigması olan İnsani Müdahale kavramıyla aynı tarihsel kökene sahiptir. Zaman içerisinde teşkilatlı toplum yapısının ve bürokratik organlarıyla devletin ortaya çıkmasıyla pek çok düşünür “müdahale” kavramına yönelik yeni açıklamalar getirmiştir. Müdahale kavramının doğrudan kendisi üzerine yapılmış ve uluslararası hukuk açısından geçerli olan net ve tek bir tanım bulunmamaktadır. Fakat kısaca, egemen bir devletin ya da devletler topluluğunun başka bir devlete ya da devletler topluluğuna, egemenlik alanı içerisinde farklı ölçeklerde karışması olarak tanımlanabilmektedir. Dolayısıyla siyasi veya ekonomik yaptırımları olan bütün eylemler, askeri unsurlar kullanılsın ya da kullanılmasın müdahale olarak nitelendirilebilmektedir. (Hancılar, 2011) Koruma Sorumluluğu anlayışının kökenini oluşturan insani müdahale kavramının birden fazla tanımı bulunmaktadır. En öz ifadeyle insan hakları ihlallerinin yaşanması hâlinde egemen devletlerin ya da uluslararası örgütlerin, bu ihlalleri önlemek amacıyla izin almaksızın başka bir egemen devlete karşı askeri kuvvet kullanmasıdır. Bu tür müdahalenin gerçekleştirilmesindeki temel amaç, zarar gören sivillerin korunmasıdır. İnsani müdahale, mevcut uluslararası sistemin temel kuralı olan kuvvet kullanma yasağının bir istisnası olarak görülmektedir.(Müdüroğlu, 2007) 2.2. Bölgesel Müdahale Anlayışları Genel olarak bakıldığında Westphalia Antlaşması’na dek müdahale, daha çok “tek ya da çok taraflı olarak ilan edilen savaş” olarak görülmüştür. Antik Çağ’da ve İlk Çağ’da eski Mısırlıların, Yunanlıların, Türklerin, Çinlilerin, Makedonyalıların, Hintlerin, Romalıların, Perslilerin, Cermenlerin, İliryalıların, Japonların Eski farklılaşan inançlardan kaynaklanan ve çevresel koşullardan etkilenen yönetim anlayışlarına sahip olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla dünyanın hemen her bölgesinde özgün savaş ve müdahale anlayışları ortaya çıkmıştır. Bu bölümde Doğu ve Batı kültürlerinde müdahale anlayışı Westphalian öncesi ve sonrası perspektiften ele alınacaktır. 7 2.2.1.Doğu kültüründe müdahale anlayışı Doğu kültüründe savaş ve müdahale anlayışını genellikle dinsel ve ahlaksal unsurlar belirlemiştir. Orta ve Doğu Asya’da güçlü konumda bulunan Hint ve Çin medeniyetlerinde bu kapsamda çeşitli savaş ve müdahale anlayışları ortaya çıkmıştır. Bu anlayışlardan üç tanesi, Budizm, Hinduizm ve Konfüçyanizm Doğu kültüründe ve yönetim anlayışında çoğunlukla belirleyici olmuştur. Bunların dışında konjonktürel olarak da dinsel ve ahlaksal nedenlerden soyutlanmış bir savaş ve müdahale anlayışının var olduğunu göz ardı etmemek gerekmektedir. Hindistan’ın doğusundaki Asya ülkelerinin devlet yönetiminde etkili bir yönlendirici olan Budizm, bugün Nepal sınırları içerisinde olan Lumbini kentinde M.Ö. 624 yılında ortaya çıkmıştır (“History of Buddhism,” 2015). Budizm’in ortaya koyduğu yaşam felsefesi, doğrudan ve dolaylı olarak yönetici hanedanları da etkilemiştir. Temel olarak kişilerin kendi iç barışlarına, huzura kavuşmalarının sağlamayı hedeflerken kendi sistematiği içerisinde bir “haklı savaş” (dharma yuddha) kavramı ortaya koymuştur. Budist haklı savaş anlayışına göre Budist yöneticiler ancak Budizm’e karşı savaş açanlara ve Budizm’i yok etmeye çalışanlara karşı savaşma yetkisine sahiptirler. Bu anlayışın dışındaki her savaş türü kabul edilemezdir. Buda’dan sonra ortaya konan bu görüşü reddeden görüşün savunucuları, haklı savaş kavramının Buda’nın düşüncelerinden uzak olduğunu ve Buda’nın savaşta yaralananların cennette yeniden doğacakları inancını reddettiğini, savaşları, nefretin birer yansıması olarak gördüğünü savunmaktadırlar. Hatta hangi şartta olursa olsun Buda’nın savaşmak isteyenleri, problemlerinin barışçıl ve uzlaşmacı yöntemlerle çözmeye davet ettiğini savunmaktadırlar (Premasiri, 2003). Dolayısıyla Budist kültürün yaygın olduğu bölgelerde savaşa yönelik bakış açısının tamamen negatif olduğu görülmektedir. Doğu kültürünü etkisi altına alan bir diğer inanç ise, Hint medeniyetine ve Hindistan bölgesinin siyasal ve sosyal yapısına doğrudan etki eden Hinduizm’dir. Dünyanın en eski dinlerinden biri olduğu bilinen Hinduizm’in ne zaman ortaya çıktığına, kurucusunun kim olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır (“Basics of Hinduism,” 2015). Mistik bir inanç olarak nitelendirilen Hinduizm’de ise savaş, haklı ve haksız savaş boyutlarıyla Hinduizm’in temel kaynakları olan Vedalar, Puranalar, Smartisler, Mahabbarata ve Ramayana kitaplarının çeşitli bölümlerinde kendisine yer bulmuştur. Bu kaynaklarda devletlerarası ilişkileri düzenleyen çeşitli kurallar da ortaya 8 konulmuştur. Kozmik düzende hukukun ve barışın korunması temel hedef olarak belirlenmiştir. Bu kapsamda diplomasinin kullanılmasına öncelik veren Hint kültürü; uzlaşma, ödül vererek sakinleştirme, örtülü tehdit ve güç kullanma gibi yöntemleri de dış politika aracı olarak benimsemektedir. Hindu hukuk anlayışına göre Hindular savaşmaya karar verdiklerinde, savaşacakları tarafa elçi yoluyla mektup göndererek niyetlerini ifade etmek zorundadırlar. Bütün savaşlar ancak ilan edilerek başlatılabilmektedir ve savaş sırasında olabildiğince insancıl davranılmalıdır (Subedi, 2003). Böylelikle Hint kültüründe savaşın, son çare olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Savaşa girilmesi ise hâlinde değerlerden ödün verilmeden savaşılması benimsenmiştir. Çin medeniyetini, kültürünü ve toplumunu etkisi altına alan Konfüçyanizm bir inançtan daha çok sosyal ve ahlaki bir sistem olarak kabul edilmektedir. (Berling, 1982). Savaşa müsamaha gösterdiği gerekçesiyle sıklıkla eleştirilmektedir. Nitekim Konfüçyanizm’in ‘Büyük Öğreti’sinin sekiz basamak olarak nitelendirilen ilkelerinin, savaş ve kaos arasında bir kısır döngünün ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği eleştirileri, Konfüçyanizme yöneltilen eleştirilen başında gelmektedir. Bu eleştirinin dayanak noktalarından birisi de Konfüçyanizmin politikacılar tarafından tahrif edildiği iddiasıdır. İstatistiksel veriler de Çin’in, Konfüçyanizm’i kabul etmesinden sonra daha çok savaştığını göstermektedir. Buna rağmen Konfüçyanizm, bireysel çıkarlardan çok toplumsal çıkarlara vurgu yapmakta ve bu anlamda pasifist bir görüntü vermektedir. Dünya adaletini sağlamak, fethetmek, yok etmek gibi hedefleri bulunmamaktadır. Nitekim savunmaya dayalı olmayan savaşı bir savaş suçu olarak kabul etmiştir. Bu tür savaşları gerçekleştirenlere verilen ölüm cezasını dahi yetersiz bir yaptırım olarak görmüştür (Hu, 2007). Ahlak kavramına büyük bir önem atfeden Konfüçyan öğreti, Konfüçyan imparatora, herhangi bir devlette bir kaos hâlinin ortaya çıkması durumunda, -bunun bu devletin liderinin ahlaksızlığının doğal bir sonucu olduğu iddiasına dayanarak- “haklı savaş” yürütme görevini vermiştir. Bu noktada Konfüçyanizm’in siyasal sorunlardan çok ahlaki sorunlara önem verdiği sonucu çıkartılmakta ve Konfüçyan devletin diğer devletlere müdahalesi, müdahale yapılacak devlette ahlaksızlığın baş göstermesi sebebine dayandırılmaktadır. Öğretide, halkın, iç işlerinde kendilerini iyi idare etmeyen idarecilerini devirerek yerine başkalarını getirme hakkı bulunmaktadır (Yao, 2011). Bu anlamda, Konfüçyanizm’in, savaşı, bir haktan çok bir görev olarak görmesi bu öğretiyi diğerlerinden ayırmaktadır. 9 2.2.2.Batı kültüründe müdahale anlayışı Batı kültüründe savaş ve müdahale anlayışı, Rönesans ve Reform hareketlerine dek dinsel unsurlar tarafından belirlenmiştir. 16.yüzyıldan sonraki dönemde ise oluşan uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde seküler bir yaklaşımın benimsendiği görülmektedir. Aynı dönemde yaygınlaşan ve devletler tarafından güçlü bir şekilde desteklenmeye başlayan egemenlik anlayışı da müdahale ve savaş gibi konulara yönelik bakış açısını değiştirmiştir. Musevilikte, Tevrat’ın savaş konusunda koyduğu kurallar, kuramsal bir belirleyiciliğe sahiptir. Tarih içerisinde kuramsal çerçeve yalnızca Davud ve Süleyman döneminde uygulama alanı bulmuştur. Takip eden dönemler Musevilerin siyasal ve toplumsal olarak istikrarsızlıklarla mücadele ettiği dönemlerdir. Bu nedenle mevcut kurallar, 20. yüzyılda İsrail Devleti kurulana dek uygulama sahası bulamamıştır. Musevilerin, tanrı tarafından seçilmiş olduklarına inandıkları, toplumlar arasında bir hiyerarşi oluşturulduğunda kendilerini bu hiyerarşinin en üst kısmına koydukları görülmektedir. Bu inanış, Musevilerin savaş anlayışlarına da etki etmiştir. Tanrının her zaman kendilerini koruduğuna inanan Museviler, dinlerini savunma adına savaşmayı meşru görmenin yanı sıra vaat edilmiş toprakların ele geçirilmesi için yapılan savaşları da kutsal, haklı ve meşru görmektedirler. Kutsal Kitap’ın Tesniye ve Göç bölümlerinde, İsrail’e düşman devletlerin İsrail’e teslim olmaları gerektiği ifade edilmektedir. Ayrıca savaşın, Museviler dışındaki topluluklara karşı savunma amaçlı da olsa saldırı amaçlı da olsa gerçekleştirebileceği anlaşılmaktadır (Russell, 1975). Bunun yanında Musevilik, “komşusunda savaş olan kişinin bundan kendisini uzak tutamayacağını, insanların keyfî olarak öldürülmemesi gerektiğini, takip edilenin takip edenden kurtarılmasını” emretmektedir. Bu kapsamda gerçekleştirilen savaşlar, dış müdahaleler “süregelen birer cinayet” olarak nitelendirilmektedir. Birincil öncelik her zaman savaşların ve de müdahalelerin önlenmesidir. Bu nedenle Darfur’da yaşanan olaylar sırasında, İsrail’in en azından ülke içinde yerinden edilmiş kişilere yardım etmesi, ölümleri engellemesi gerektiğini savunan Musevi yazarlar olmuştur (Dorfman & Messinger, 2009). Kısacası Musevilikteki savaş anlayışının devlet ve birey bazında ayrı ayrı değerlendirilmesi mümkündür. Çevrede yaşanan felaketlere duyarsız kalınamayacağı, masumların eziyet görmesinin ve haksız yere öldürülmelerinin önüne geçilmesi gerektiği savunulurken devletin kutsal amaçlar bulunmamaktadır. uğruna savaş açmasının önünde herhangi bir engel 10 Hristiyanlıkta savaştan ve müdahaleden, Roma’nın resmî dini olmasından önceki dönemde teorik olarak bahsedilmiştir. Roma döneminde ve Roma sonrası dönemde ise sıklıkla karşı karşıya kalınan savaşlar, savaş/müdahale kavramına geniş bir literatür kazandırmıştır. Zaman içerisinde filozofların ve devlet adamlarının katkılarıyla mevcut çerçeve daha da genişlemiştir. Erken dönemlerde savaş tamamen haksız bir fiil, askerlik ise dine aykırı bir meslek ya da bir görev olarak görülmüştür. Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra ise günümüzde insani müdahalelerin ve de koruma sorumluluğunun temeli olarak görülen haklı savaş konsepti ortaya çıkmıştır (Massingham, 2009). Bu yeni anlayışla; savaşların hak mücadelesi uğruna yapılması durumunda, askerliğin ve savaşa katılmanın dine herhangi bir aykırılık oluşturmayacağı kabul görmeye başlamıştır (Iancu, 2014). 2.2.3.Westphalia Barışı öncesinde Batı’da haklı savaş düşüncesi Batı’da haklı savaş düşüncesine yönelik çalışmalar, Cicero ile başlamıştır. Westphalia Antlaşması ile devletlerin, modern ulus-devletler olarak egemen, eşit ve seküler olmayı kabul etmesine dek bu çalışmalar devam etmiş, uluslararası hukukun temelleri bu dönemde atılmıştır. Bu çalışmalar, bir silsile içerisinde devam etmiştir. Cicero, müdahaleyi savaştan ibaret görmüştür. Savaş üzerine yaptığı çalışmalarda, savaşın temel amacının, “güvenliği sağlamak ve devletin onurunu korumak” olduğunu ifade etmiştir. Nihaî olarak ise savaşın sonunda barışın tesis edilmesi gerektiğini, tesis edilen barışın da sürdürülebilir olmasının esas amaç olduğunu söylemiştir. Fakat Cicero’nun Roma’nın yaptığı tüm savaşları, barış ve adalet getirdiği gerekçesiyle bu kapsamda ele alması, ortaya koyduğu ilkelerin manipüle edilebilirliğini artırmıştır (Hoş, 2011). Cicero’ya göre yerinde bir nedene dayanmayan bütün savaşlar haksızdır. Düşmanı cezalandırma ya da püskürtme amacı taşıyan savaşlar haksız savaş olarak görülemezler. İdeal devletler, onurlarını koruma ve güvenliklerini sağlama amaçları olmaksızın savaş ilan etmezler (Brown, 2008: 76-78). Orta Çağ Hıristiyan teolojisinde ise arkasında Kilise desteği olsa bile savaşlar ve düşmanı öldürme tanrı tarafından yasaklanmış eylemler olarak kabul görmüştür. Hatta savaşlarda adam öldüren ve savaştan sağ kurtulan savaşçıların, savaş sonrasında kefaret ödemeleri zorunlu kılınmıştır (Asad, 2010). Haklı savaş düşüncesine St. Augustinus, Thomas Aquinas, Francisco de Vitoria, Hugo Grotius ve Vattel (Iancu, 2014) gibi düşünürler tarafından hukuki bir sistematik kazandırılmıştır. 11 Cicero’nun, savaşın meşrulaştırılması amacıyla yetki ve haklı neden konusunda yaptığı çalışmalar St. Augustinus’u etkilemiştir. St. Augustine, Batılı haklı savaş teorisinin kurucusu olarak bilinmektedir (Mattox, 2006: 1). Jus ad bellum çerçevesinde ortaya koyduğu haklı nedenler, bir ulusun ya da devletin bir diğerine savaş açması, yanlış davranışlarda bulunan vatandaşlarını cezalandırmaması, müsadere ettiği (Elif Uzun, 2010)yanlışlıkla ele geçirdiği bir şeyi iade etmekten sakınmasıdır (Mattox, 2006: 46). Bunun yanında kamu düzenini korumak için güç kullanmak da devletlerin görevleri ve yetkileri arasında sayılmıştır (A. J. Bellamy & Williams, 2006). Böylece temel amaç Tanrıya itaat olduğundan, savaş açan devletin haklı bir nedene dayanması gerekmektedir (Mattox, 2006: 47-48). İyi doğalı bir insanın, toprak işgal etme gibi bir kaygısı olamaz, akıllı insanlar ancak haklı savaş ilan ederler. Politik olarak egemen olan kişiler, Tanrı’nın yeryüzündeki askerleridir. Dolayısıyla ancak bu kişilerin açtıkları savaşlar Tanrı’nın isteklerini yerine getirmeye yönelik olmaktadır (Mattox, 2006: 57-58). St. Augustine’e göre jus in bello çerçevesinde uyulması gereken ilkeler; orantılılık, ayrımcılık ve iyi niyettir. Orantılılık ilkesi, askeri gerekliliklere uygun olarak, insani duyguları kaybetmeden, daha fazla kan akmasını engellemeyi ve ihtiyaç duyulandan fazla güç kullanmayı ifade etmektedir. Ayrımcılık ilkesine göre ise askerlerin ahlaki durumlarına, muharip olmayan kişilere ve din adamlarının durumuna vurgu yapmaktadır. Askerler, sadece devletin amaçları doğrultusunda başkalarının yaşamasına engel olabilirler. Bunun dışındaki bütün öldürme fiilleri günahtır. Dolayısıyla muharip olmayan kişilere ve din adamlarına da bu kapsamda iyi muamele edilmelidir. İyi niyet ilkesi gereğince düşmana yöneltilen saldırılar kötü amaçlar içermemelidir (Mattox, 2006: 59-65). St. Augustine’e göre; iyi niyetin ve haklı nedenin varlığının yanında Kral ancak adaleti sağlamak ve barışı korumak amacıyla savaş açabilecektir. Dolayısıyla kralın yaptığı savaşlar esasen bir gereklilikten kaynaklanmalıdır (Kalpokas, 2013). Kısacası St. Augustinus, savaşı, meşruiyeti kabul edilmiş bir güç tarafından haklı nedenlere dayalı olarak ve iyi niyetli gerçekleştirilmişse ve sonucunda barışın gerçekleşmesi hedefleniyorsa haklı savaş olarak nitelendirmektedir. Bu kapsamda, özellikle yetki, siyasi istek ve operasyonel kapasite gibi sorunlar ele alındığında St. Augustine’in görüşlerinin çağdaş döneme hitap etmediği değerlendirilmektedir (Weiss, Macfarlane, & Thielking, 2004). St. Augustinus’tan yaklaşık 900 yıl sonra, Thomas Aquinas (1225-1274), haklı savaş üzerine yapılan bu çalışmaları devam ettirmiş, haklı savaş kavramını belirli ilkeler bağlamında bir düzleme oturtmuştur. Bunun yanında jus ad bellum kavramı üzerinden 12 savaş sebeplerini bir sistematik içerisinde ele almıştır. Thomas Aquinas’a göre; Tanrı’nın kanun koyduğu ve normlar oluşturduğu bu sistemde (Kalpokas, 2013) savaşlar her zaman günah olarak görülemez. Thomas Aquinas, savaşın haklı bir savaş olarak nitelendirilebilmesi için üç temel ölçüte uyması gerektiğini ifade etmiştir. Buna göre savaş, doğru kişi ya da devlet tarafından haklı bir nedene dayanılarak iyi niyetli bir şekilde açılmalıdır (ICISS, 2001b). Dolayısıyla öncelikli olarak, savaş ilan edecek otoritenin meşruiyet konusunda herhangi bir sorgulamaya maruz kalmaması gerekmektedir. Haklı neden ölçütü, savaşın açılmasında adaletin sağlanması amacını çıkış noktası olarak ele almaktadır. İyi niyet ölçütü ise savaşın ortaya çıkışını ve savaşa giden olaylardaki ana niyeti sorgulamaktadır (Williams, 2012: 44). Bunlara ek olarak, savaşa girecek kişilerin manevi motivasyonları, kimin adına savaşa katıldıkları, savaşa katılmadaki amaçları savaşların meşruiyetini belirleyen ölçütlerdendir. Savaşçılar, iyiliğin yayılması ve kötülüğün giderilmesi amacını taşımıyorlarsa girilen savaş haklı bulunamaz ve de meşru olarak kabul edilemez (Elif Uzun, 2010). Aquinas, haklı nedene dayanan savaşlara direnç gösterenlerin toplumda çekişmeleri ortaya çıkardıklarını bu nedenle de günah işlediklerini savunmuştur (Rodin & Shue, 2008: 14-15). Genel olarak bakıldığında Thomas Aquinas tarafından Hıristiyanlıkta meşru görülecek bir savaş ilanı için koşulların esnetildiği anlaşılmaktadır. Fakat niyet konusunun savaşın koşulu olarak sunulması meselenin vicdani boyutunun ön plana çıktığını da açıkça göstermektedir (Elif Uzun, 2010). Francisco de Vitoria (1492-1506) haklı savaş ve doğal hukuk konusunda çalışmalar yapmıştır. Vitoria; “medeni devletlerin, yamyamlık ve insan kurban etme gibi özellikleri olan geri kalmış devletlere müdahale etme ve Hıristiyanlığı yayma” görevinin olduğunu ifade etmiştir (Massingham, 2009). Vitoria’ya göre savaşların hukuken haklı olması için tek bir neden bulunmaktadır. Bu neden, yanlış eylemde bulunmaktır. Bunun yanında toplumun esenliğini sağlamak, kayıpları tazmin etmek, saldırganı cezalandırmak savaşı meşrulaştırıcı eylemler arasında saymıştır (O’Donnovan, 2003: 48-49). Vitoria, önleyici nitelikteki savaşlarda gereklilik hususunun ön plana çıkması gerektiğini savunmuştur. önleyici savaşları, doğal hukukun bir parçası olarak görmüştür. Hükümdarlar, toplumu korumak, barışı ve güvenliği sağlamak adına gereken her şeyi yapmakla görevlidir. Dolayısıyla gerektiğinde önleme amacıyla geniş çaplı savaş açma hakkına sahiptirler (Kaufman, 2005). 13 Jean Bodin (1530–1596), egemenliğin tanımını yapan ilk düşünür olarak bilinmektedir. Bodin’e göre; devletin temel olarak üç karakteristik özelliği bulunmaktadır. Birincisi doğanın yasaları gereğince istediğini yapma yetkisine sahip olan bir yapıdır. Doğal, insani ve ilahi olanı ve egemen için iyi olanı yapma amacına sahiptir. İkincisi, bir aileye benzer şekilde bir lider tarafından yönetilmektedir. Üçüncüsü, egemen bir gücün varlığına karinesini oluşturmaktadır. Bu egemenlik mutlaktır ve kalıcıdır. Egemen yetkilerini kimseyle paylaşmak istemez ve kendi kuralları tarafından sınırlandırılamaz. Egemen, kurallarla sınırlanamasa da kural koyma ve yasa yapma konusunda engellenemez. Devlet olmanın ön koşulu egemen olmaktır (Minkkinen, 2007). Bodin’in egemenlik anlayışı mutlak egemenlik anlayışıdır. Nitekim içinde bulunduğu dönem Avrupa’nın birçok yerinde iç karışıklıkların yaşandığı bir dönemdir. Egemenlik, devlet ve hükümet yapısından farklı bir siyasi yapıya sahiptir. Bunun yanında Bodin, despotizmle tiranlık arasında bir ayrıma gitmiştir. Despot, gerektiğinde haklı savaşlara girebilmekte ve düşmanlarını mağlup etmektedir. Bu yasal ve meşru kabul edilmektedir. Fakat tiranlık hiçbir şekilde meşru değildir, doğal hukuka ve ilahi yasalara aykırıdır. Egemen, sivil hukuka ya da pozitif hukuka değil doğal hukuka ve ilahi yasalara tâbi olmalıdır (Nagan & Haddad, 2012). Hugo Grotius (1583-1645), uluslararası hukukun başlangıç noktası olarak nitelendirilen 1625 tarihli Savaş ve Barış Hukuku adlı kitabında (Muravchik, 2005) halkına karşı saldırgan bir tutum sergileyen yönetimlere karşı direnme hakkının olamayacağını savunmakla birlikte (Hendrickson, 2014) başka bir devlete yönelik müdahale için putperestlik, ateistlik ve cinsel ahlaksızlık ölçütlerini haklılaştırıcı nedenler olarak eklemiştir (Massingham, 2009). Grotius’a göre haklı savaş için pek çok neden bulunmaktadır. Bunların başında vatandaşların yaşamlarına ve özel mülkiyetlerine saldırı gelmektedir. Uluslararası toplum, devlet tarafından vatandaşlara yöneltilen yanlış eylemlerin önlenmesi için müdahale etme yetkisine sahiptir (Stevie Martin, 2011). Grotius, çağındaki merkantilist politikaların da etkisiyle egemenliğin sadece yurtiçindeki egemenlik olmadığını devletlerin uluslararası politikada da egemen bir konuma hukuken sahip olduklarını ifade etmiştir. Egemenliği, kimse tarafından kaldırılamayacak veya yok sayılamayacak bir güç olarak nitelendirmiştir. Egemenin 14 gücünü ise sivil devlete yani insanların mükemmel organizasyonuna dayandırmıştır (Minkkinen, 2007). Grotius, devletlerin, saldırıya uğrayan bireylerin haklarını korumak için toplumdan yetki aldığını ifade etmektedir. Böylece bireylerin maruz kaldıkları saldırılardan korunması için devletlerin güç kullanma da dâhil olmak üzere pek çok hakkı bulunmaktadır (Kardaş, 2001). Fakat kendi halkına karşı saldırı eylemine girişen devletler için ceza yönteminin benimsenmesi gerektiğini savunmuştur. Bu devletlerin cezalandırılmasının doğal hukukun bir gereği olduğunu belirtmiştir (Reed, 2013). Grotius, tiranlığın egemen olduğu ve halka yönelik saldırıların yaşandığı komşu devletlere müdahale edilmesini yasal kabul etmiştir. Bu durum 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk diliminde uluslararası hukukta insani müdahalenin yasal olarak görülmesine neden olmuştur (Glanville, 2010). Hobbes, Bodin’in egemenlik anlayışından daha katı bir mutlak egemenlik anlayışı benimsemiştir. Hobbes’a göre, tek bir bireyin dahi otoriteye uymaması, iç karışıklığa sebebiyet verebilir. Bu nedenle egemen güçlü olmalı ve egemenin üstünde bir otoritenin varlığına olanak tanınmamalıdır. Devletler, bireyleri, kendi kötü doğalarından kaynaklanacak zararlardan korumak üzere kurulmuştur (Nagan & Haddad, 2012). Hobbes’un egemenlik anlayışını ‘doğa hâli’ kavramı belirlemiştir. Doğa hâlinde süregelen bir korku ve ölüm tehlikesi bulunmaktadır. Bireyler, bu durumdan korunmalarını sağlayacak haklara ancak toplumsal sözleşme üzerinden sahip olabilirler. Bireyler, devlet denilen devasa mekanizmaya boyun eğerek bu mekanizmaya uyacaklarını kabul etmek zorunda kalmaktadır. Ancak devlet, toplumsal sözleşmenin bir tarafı olmayacağı için Hobbes’un egemenlik anlayışı, egemenin topluma ve bireylere karşı bir yükümlülük altına girmeyeceği bir egemenlik anlayışı olarak yorumlanmaktadır. Fakat egemenin işlevini yitirmesi durumunda, siviller egemene boyun eğmeyeceğinden egemen ‘egemenliğini’ kaybedecektir. Egemenliğin yitirilmesinin önüne geçmek için egemen sınırsız güce sahip olmak zorundadır. Halk da bu anlamda güvenliklerinin, özgürlüklerinin ve refahlarının sağlanması adına egemene tam yetki vermelidir (Stevie Martin, 2011). Thomas Hobbes egemen devlet yapısının önemine dikkat çekerek çağdaşı Grotius’un yanında yer almıştır (Hendrickson, 2014). Hobbes, iç savaşlarda kimin haklı kimin haksız kimin iyi kimin kötü olduğunun anlaşılamayacağını, herkesin doğal olarak 15 birbirinin düşmanı olduğunu, doğa kurallarının geçerli olduğu her yerde temel amacın barışı aramak olduğunu söylemiştir. Otorite ise halkın güvenliğini ve refahını sağladığı sürece etkilidir. Egemen gücün, ortak iyiyi koruma sorumluluğu bulunmaktadır (Orford, 2011: 111-117). Jean Bodin ve Thomas Hobbes egemenlik ile doğal hukuk ve sivillerin korunması arasında denge kurmaya çalışmışlarsa da Fransız Devrimi sürecinde bireyler, güvenlik konularının ayrılmaz birer parçaları hâline gelmişlerdir (Brown, 2011). 18.yy’da Emerich de Vattel, ulusların eşit ve bağımsız olduklarını, savaşta iki tarafın da haklı yanlarının bulunabileceğini, hangisinin haksız olduğu konusunda bazı şüphelerin ortaya çıkabileceğini savunmuştur. Bu nedenle içerisinde savaşın gerekliliğine ve hak unsuruna yönelik şüpheler bulunan savaşların, hukuki olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Vattel’e göre; uluslar, kendi varlıklarını ve yaşam tarzlarını koruma hakkına sahiptirler. Bu nedenle de kendi ülkeleri dışındaki ulusları, kendilerini ilgilendirmeyen konularda, kendi kararlarına ve yaşam tarzlarına saygı göstermeye davet etmelidirler (J. M. Welsh, 2013). 2.2.4.Westphalia Antlaşması ve yeni egemenlik anlayışı 1648 yılında Avrupa’da otuz yıl süren din savaşlarının tarafı olan devletler arasında imzalanan Westphalia Barışı ile egemen tarafından kendi halkı üzerinde egemenliğin kurulması ve dış müdahalelere karşı egemenlik alanındaki toprakların korunması ilkeleri kabul edilmiştir. Böylelikle egemen bir devletin sınırları içerisinde gerçekleşen olaylara başka bir devletin ya da başka bir devletin halkının karışması yasaklanmıştır (Cooper & Kohler, 2009: 3). Egemenlik, Westphalia ile belirlenen sınırlar içerisinde yüzyıllar boyunca devletler tarafından ‘öldürme yetkisi’ olarak görülmüştür (Cooper & Kohler, 2009: 16). Diplomasinin altın kuralı olarak nitelendirilmiştir (Axworthy & Rock, 2009). Devletlerin egemenlik alanlarına müdahale bir yandan ahlak dışı görülürken diğer yandan egemenliğe yönelik saldırılar kabul edilemez bulunmuştur (P. R. Williams, Ulbrick, & Worboys, 2012). Pozitif uluslararası hukuk da Westphalia çerçevesinde egemenin kendi sınırları içerisinde istediği gibi hareket edebilmesini ve bu ilkenin diğer devletler için de kabul edilebilir olmasını vurgulamıştır. Barış kavramı ‘savaşın olmaması’ olarak değerlendirilmiştir. Savaş ise anarşinin bir sonucudur (Kühn, 2012). Buna dayanılarak 16 savaşların azaltılması hedeflenmiş ve hatta bu kapsamda tiranlık yönetimlerine dahi müsamaha gösterilmesi gerektiği öngörülmüştür. Böylelikle ahlaki sorunlara karşı geliştirilen çağdaş doğal hukuk teorilerinin yerini korumacı bir yaklaşım gösteren yasal pozitivizm almıştır (A. J. Bellamy, 2004). “1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilmesi, uluslararası politikada, devlet egemenliğinin hâkim olduğu 300 yıllık bir dönemi sona erdirmiştir.” (Heywood, 2011: 365) 1999 yılında gerçekleştirilen Kosova müdahalesi Westphalia sisteminden kopuş olarak nitelendirilmiştir (Alexan, 2012). Westphalia’nın meydana getirdiği devletler arası sistemden toplulukları merkezine alan uluslararası hukuk anlayışına ve insan hakları odaklı yaklaşıma geçişi temsil etmektedir (Pellet, 2000). Aynı dönemde uluslararası hukukçular da Westphalia’nın dar şekilde yorumlanması, egemenliğin devletlerin kötü davranışlarına imkân tanımaması, devletlerin vatandaşlarına karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği yönündeki düşünceleri uluslararası alanda zemin kazanmıştır (Brooks, 2012). Westphalia sonrası dönemde John Locke (1632-1704), Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ve John Austin’in (1790-1859) egemenlik ve müdahale anlayışı üzerine çalışmalar yaptığı görülmektedir. Locke’un (1632-1704) egemenlik anlayışını tıpkı Hobbes’un egemenlik anlayışını belirlediği gibi doğa hâli kavramı belirlemiştir. Fakat Locke’un doğa hâli tanımı Hobbes’un tanımından farklıdır. Doğa hâlini, kimsenin bir diğerinden üstün olarak doğmadığı ve yaşam içerisinde eşit olduğu, mükemmel bir özgürlük hâli olarak nitelendirmiştir. Bireyler, birbirlerinin haklarına karşılıklı olarak saygı duymaktadır. Bu anlayış içerisinde sivil toplumun önemli bir yeri bulunmaktadır. Bireyler, doğa hâli içerisinde haklarını güvence altına almak ve kendi aralarındaki sorunları gidermek için sivil topluma ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç, onların rıza yoluyla sivil toplum içerisine girmelerini sağlamaktadır. Devlet, bu anlamda bireylerin kendi haklarını garanti altına almak ve korunmak adına güvenebilecekleri tek yapı olarak ortaya çıkmaktadır. Güven, devlete, birey üzerinde yetkilerini kullanmaya imkân vermektedir. Devlet, egemenliğini kendisine duyulan güven üzerinden inşa etmekte ve bu doğrultuda çeşitli sorumluluklara sahip olmaktadır (Stevie Martin, 2011). Rousseau, Hobbes ve Locke’a benzer şekilde doğa hali üzerinden egemenliği yorumlamıştır. Rousseau’nun doğa hali anlayışı bireyler arasında eşitsizlik olduğu görüşüne dayanmaktadır. Eşitsizlikten ötürü bireyler rekabet hâlindedir, bu da şiddeti 17 ortaya çıkarmaktadır. Bireyin sivil toplum içerisinde yer alma isteği genellikle çıkarından kaynaklanmaktadır. Birey, sivil topluma girdikçe kendisini geliştirme imkânı elde etmektedir. Devleti ise bireyin güvenliğiyle gücün takası olarak görmektedir. Devlet, bireyleri toplumsal sözleşme ile koruma altına almalıdır. Toplumsal sözleşmenin gereklerini yerine getiremeyen devlet, egemenliğini yok etmiş sayılmaktadır. Çünkü egemenliğini toplumsal sözleşme üzerinden inşa etmiştir. Bunun yanında Rousseau’nun egemenliği, halkın egemenliği ve devletin egemenliği olarak ikiye ayırdığı görülmektedir. Halkın egemenliği sınırlandırılamamakta, devletin egemenliğinin sınırlarını belirlemektedir. Devletin temel yükümlülüğü, bireyin doğa hâlinden kaynaklanan özgürlüklerini korumaktır. Devlet, hiçbir durumda haklı bir nedene dayanmadan kendi vatandaşlarına zarar vermemek zorundadır. Çıkarları ise hiçbir şekilde halkın çıkarıyla uyuşmazlık içerisinde olmamalıdır (Stevie Martin, 2011). Westphalia sonrası dönemde John Austin’in egemenlik üzerine gerçekleştirdiği çalışmalar dikkat çekmiştir. Austin analitik pozitivizm olarak nitelendirilen hukuk kuramını sistematik olarak ortaya koyan ilk kişidir. Buna göre hukukun kaynağı egemenin buyruklarıdır ve hukuk ahlaki olarak tarafsız bir şekilde ele alınmalıdır. Egemenin varlığı için ahlaki ya da rasyonel bir gerekçe yoktur. Hukuk zorlayıcı gücünü yaptırımlardan almaktadır (Ertuğrul Uzun, 2013). Austin, doğal hukukun yeniden tanımlanması için pozitivist araçlar kullanarak yeni bir hukuk teorisi geliştirmiştir. Buna göre hukuk, egemenin egemenliğini pekiştirmek için kullandığı bir yaptırım aracıdır. Üzerinde hegemonya kurulan toplumun bireyleri doğrudan bu yaptırımların muhatabıdır. Dolayısıyla devletler, hukukun kaynağıdır. Devletler, yapılması gerekeni yaptırmak ya da yapılmaması gerekenin yapılmasını önlemek için güç kullanabilirler (Nagan & Haddad, 2012). Austin’in egemenlik için olması gerektiğini belirttiği ortam, halkın büyük bir çoğunluğunun itaat kültürüne sahip olduğu bir politik toplumdur. Buna binaen bağımsız olarak nitelendirilebilmek için hiç kimseye ya da hiçbir gruba itaat etmemektir. Böylece ancak toplumdaki egemen kişilerin ya da grupların bağımsızlığından söz etmek mümkün olmaktadır. Austin de egemenin çok güçlü yetkilere sahip olması gerektiğini ifade etmiştir. Egemen, bağımlı olmamalı, sınırsız yetkilere sahip olmalı, tek ve bölünemez olmalıdır (Ertuğrul Uzun, 2013). Sonuç olarak Westphalia Antlaşması, modern uluslararası hukukun ve ulusdevletler sisteminin kurucusu olarak görülmektedir. Egemenliğin tanınması, karışmamanın 18 kabulü ve uluslararası politikada dinin etkisinin azaltılması ilkeleri üzerine kurulmuştur (Himes, 2004). Egemen ulus-devletlerin net bir şekilde tanımlanmış sınırlara ve toprak bütünlüğüne sahip olması ilkeleri benimsenmiştir (Noesselt, 2013). Bu ilkeler belirlenirken uluslararası sistemin yapısının anarşik olduğu düşüncesinden yola çıkılmıştır. Anarşi, inşa edilebilen, kaçınılamayan ve belirleyici role sahip olan bir unsur olarak görülmüştür (Toope & Brunnee, 2006). Devleti oluşturan temel unsurlar ise ülke, yetki ve nüfustur. Koruma Sorumluluğu ise bu üç unsura yeni bir unsur daha eklemiştir. Bu dördüncü unsur insan haklarına saygıdır (Weiss, 2004b). 2.2.5.On dokuzuncu yüzyılda uluslararası müdahale On dokuzuncu yüzyılın başında 1815 yılında gerçekleştirilen Viyana Kongresi, Avrupa devletleri arasında karşılıklı uyumu beraberinde getirmiştir. Kongre ile Avrupa devletlerinin sınırları yeniden belirlenmiş, devletler uluslararası politikada anarşik bir durumun ortaya çıkmaması adına güç dengesi oluşturmuşlardır. Sorunlu bölgelerin, dengeyi bozma ihtimaline karşın bu bölgelere tarafsız statüsü kazandırmışlardır. Böylelikle devletlerin egemenliğine yönelik müdahaleler siyasal olarak olabildiğince sınırlanmaya çalışılmıştır. Doğrudan uluslararası müdahalelerin asgariye indirilmeye çalışıldığı böyle bir ortamda diğer devletlerdeki insani krizler ilgi çekmeye başlamıştır. Bugüne kadar politik mi insani mi olduğu tartışılagelen insani müdahaleler bu dönemin ürünüdür (Abbenhuis, 2013). On dokuzuncu yüzyılda, uluslararası müdahaleye yeni bir boyut kazandıran insani müdahale kavramı, İngiliz hukukçu William Edward Hall tarafından literatüre kazandırılmıştır (Heraclides, 2012). Kavram, katliam ya da can kaybı tehlikesi altındaki sivillere yönelik tehdit oluşturan devletlerin durdurulması amacıyla diğer devletler tarafından gerçekleştirilen müdahaleleri ifade etmiştir (Hilpold, 2015: 65). Bu kapsamda insani müdahalenin gerçekleştirilebilmesi için altı ölçüt genel kabul görmüştür. Buna göre; “silahsız sivillere karşı geniş saldırıların gerçekleştirilmesi, müdahale etmesi istenen devletin vatandaşlarının, devlete, diğer devletteki acıları hafifletmek için müdahale edilmesi konusunda baskı yapması, barışın gerçekleştirilmesi için geniş ölçekli askeri müdahalenin benimsenmesi ve askeri güç unsurlarının kullanılması, müdahale öncesinde ve sonucunda insani nedenlerin öncelikli olarak göz önünde bulundurulması, zarar gören sivillerin müdahaleden yarar sağlaması ve müdahale eden devletin, müdahaleyi fırsat bilerek işgal yoluna gitmemesi ve müdahaleden büyük 19 çıkarlar sağlamaması” insani müdahalenin olmazsa olmaz bileşenleri olarak kabul edilmiştir (Heraclides, 2012). Liberal değerler bakımında bu ölçütlerin müdahale için yeterli olmasını sağlayan yargılar bulunmaktadır. Bunlardan ilki, devletlerin, bireylerin haklarını ve çıkarlarını korumak için kuruldukları düşüncesidir. İkincisi, tiranlık yönetimlerinin uluslararası hukuk tarafından kendilerine tanınan korumayı kaybettikleri düşüncesidir. Devletlerin hem iç hem de dış politikada insan haklarına saygı ilkesini benimsemeleri, benimsemedikleri takdirde ise anarşinin ortaya çıkacağı ve bunun da bireyleri birer kurban hâline getireceği düşünülmüştür. Dördüncü yargı ise insani müdahalenin, anarşiyi ve tiranlığı önlemesi halinde haklılaştırılabileceğidir. Tiranlığın ve anarşinin mağdurları da insani müdahaleyi desteklemelidir. Tüm demokratik devletler de insani müdahalenin tarafında olmalıdır (Tesòn, 2006). Avrupa’da ulusçu ve mezhepçi akımların yaygınlaşması ile insani müdahale kavramının ortaya çıkışı paralellik göstermiştir. Bu doğrultuda kavramın ilk muhatabı da birden fazla etnik ve dinsel grubun yer aldığı Osmanlı Devleti olmuştur (Hilpold, 2015: 62). İnsani amaçları ön plana çıkarılan ilk müdahalelerin, Batılılar tarafından Osmanlı Devleti’nin topraklarına yönelik olarak gerçekleştirildiği görülmektedir. 1827-1830 yıllarında Yunanistan’a, 1860-1861 yıllarında Şam bölgesine ve 1866-1868 yıllarında Girit’e yönelik müdahaleler, uluslararası hukuk açısından bir yapılageliş oluşturulmasının başlangıç aşamasını oluşturmuştur (Gilligan, 2013). Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın, öncesinde Yunanistan’a sonrasında ise Girit’e müdahalesi, Osmanlı yönetiminin Yunan halkına karşı şiddet kullanmasının önüne geçme ve Yunanistan için özerklik sağlama olmak üzere iki meşrulaştırıcı nedene dayandırılmıştır. Fransa’nın Şam bölgesine müdahalesi ise Marunîler ile Dürziler arasında yaşanan iç savaşın bastırılması amacına yönelik olarak gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti de Fransa’nın müdahalesine rıza göstermiştir. Bu anlamda birçok yazar tarafından Fransa’nın bu müdahalesi tamamen insanî amaçlı bir müdahale olarak nitelendirilmiştir (Hancılar, 2011). Bunun dışında farklı toplumlar da Osmanlı Devleti içerisinde yaşanan insanlık krizlerine yönelik devletlerin müdahaleci bir tutum benimsemesi gerektiğini ifade etmiştir. Buna en iyi örnek Amerikan toplumunun ABD Hükümeti nezdinde yaptığı girişimlerdir. Osmanlı’nın son dönemlerinde gayrimüslim sivillere ve Hıristiyan misyonerlere yönelik saldırılar, Amerikan toplumunun farklı kesimlerinin, misyonerlerin korunması için 20 Anadolu’ya müdahale edilmesi gerektiği yönündeki düşüncelerini dile getirmesine neden olmuştur (Kendrick, 2014). Bu kapsamda Osmanlı Devleti’nin, insani müdahaleye, çağdaş anlamına yakın bir şekilde konu olan ilk devlet olduğu kabul edilmektedir. Bunun yanında ABD’nin 1898 yılında Küba’ya yönelik müdahalesi de ABD’nin toprak işgali nedeniyle her ne kadar tartışmalı olsa da insani müdahale kapsamında ele alınmaktadır (Heraclides, 2012). Bir yandan insani müdahale olarak nitelendirilen uluslararası müdahaleler gerçekleştirilirken diğer yandan da müdahalenin kuralları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda Uluslararası Kızılhaç Örgütü kurulmuştur. Ertesinde 1864 yılında Cenevre Sözleşmesi ve hemen arkasından Lahey Sözleşmesi imzalanmıştır (Halliyadde, 2015). Uluslararası hukuk açısından incelendiğinde, önceki yüzyıllara hâkim olan doğal hukuk görüşünün, özellikle Avrupa içerisindeki savaşlarda devletler tarafından haklılaştırıcı olarak kullanılması nedeniyle, on dokuzuncu yüzyılda yerini yasal pozitivizme bıraktığı görülmektedir. Devletlerin yine on dokuzuncu yüzyılda imzalanan Westphalia Antlaşması’nda belirtildiği şekliyle egemenliğini ön planda tutan ve devletleri uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul eden (Pourmokhtari, 2013) pozitif uluslararası hukuk anlayışı, süregiden savaşların önlenmesi ve doğal hukuk görüşünün sınırlarının belirlenmesi için daha fazla dikkate alınmıştır. Böylece uluslararası insancıl müdahalelerin bir hukuk sistematiğine sahip olmasının temelleri atılmıştır (A. J. Bellamy, 2004). Günümüze dek insani müdahalelerin hukuksal boyutu üzerine geliştirilen kuramsal ve politik yaklaşımların temelinde on dokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen kuramsal tartışmalar ve müdahale pratikleri bulunmaktadır (Andreopoulos & Lantsman, 2010). Genel olarak ele alındığında; on dokuzuncu yüzyıldaki müdahale anlayışı, günümüzdeki Koruma Sorumluluğu anlayışına yakın bir uluslararası müdahale anlayışını yansıtmaktadır. Öncelikle geçiş çaplı kitle kıyımlarının, uluslararası müdahaleyi gerektirdiği kabul görmüştür. Fakat bu müdahale anlayışı tam olarak sistematik hâle getirilememiştir. Bunun yanında insani müdahalenin başarıya ulaşmasını sağlamak için müşterek müdahale yöntemi benimsenmiştir. Böylece insani amaçlı müdahalenin suiistimal edilmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır (Hilpold, 2015: 102). On dokuzuncu yüzyılda insan hakları konusunda uluslararası hukukta herhangi bir yapılagelişin olmadığı, bunun yanında insani müdahalelerin, güçlü devletler içerisinde önemli bir potansiyel güce sahip olmaya başlayan insan hakları lobilerinin baskılarının 21 etkisiyle gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Dönemin şartları içerisinde askeri müdahalelere çeşitli kısıtlamaların getirilmeye çalışılsa da güç politikalarının temel belirleyici unsur olduğu yadsınamaz bir gerçektir (Kahler, 2011). Yine de on dokuzuncu yüzyıl insan haklarının, uluslararası hukuk ve uluslararası politika bazında ele alınmaya başladığı bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir (Hilpold, 2015: 88). 2.2.6.Yirminci yüzyılda uluslararası müdahale Yirminci yüzyıl, uluslararası müdahalenin ve egemenlik anlayışının çokça tartışıldığı ve uluslararası hukuk metinlerinde tanımlandığı bir yüzyıl olması nedeniyle bir dönüm noktası oluşturmaktadır. 20. yüzyılın ilk yarısında iki dünya savaşı ve anarşik yapıdan kaynaklanan krizler sonucunda soykırım, katliam gibi insanlık dışı eylemlerden ötürü yaşamlarını kaybedenlerin sayısı 170 milyona ulaşmıştır. Yaklaşık 20 milyon insan ise farklı ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır (Blum, Stanton, Sagi, & Richter, 2007). İnsanlık krizleri, siyasi ve hukuki çözüm çabalarını beraberinde getirmiştir. Bu nedenle öncelikli olarak uluslararası örgütlerin kurulması yoluyla ve kurulan bu örgütlerin kurucu antlaşmalarını hukuki dayanak göstererek insan haklarının korunması yöntemi benimsenmiştir. Yirminci yüzyılda uluslararası sistem içerisinde hukukun üstünlüğünü sağlamak temel amaçlardan biri olarak görülmüştür. Bu dönemde devletlerin işbirliğini artırmaları ve bir düzen içerisinde bir arada yaşamaları benimsenmiştir. Savaşları önlemek için çokkültürlü bir uluslararası sistematik yapı öngörülmüştür. Devletlerin davranışları olabildiğince yasal ve pozitivist yaklaşım çerçevesinde sınırlandırılmaya çalışılmıştır (Jubilut, 2012). Devletlerin kuvvet kullanması sınırlandırılmaya çalışılmışsa da uluslararası insancıl hukuk ve evrensel insan hakları konusunda yeterli hukuki adımlar atılamamıştır (Halliyadde, 2015). Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler’in kurucu antlaşmaları, iki örgüt arasında imzalanan Briand-Kellogg Paktı insani krizlerin önlenmesi, kuvvet kullanılmasının sınırlandırılması çabalarını yansıtmaktadır. Westphalia anlayışının devamlılığı söz konusu olduğundan, devletlerin egemenliği ilkesinden ödün verilmeden insani krizlerin sonlandırılması amaçlanmıştır. 22 2.2.6.1. Milletler Cemiyeti Misakı ve Briand-Kellogg Paktı 20.yüzyılın özellikle ilk yarısı insani felaketlerin doruğa çıktığı yıllar olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte ve doğrudan savaş içerisinde yaşanan insani krizleri ve uluslararası alanda askeri kuvvet kullanılmasına yönelik sorunları gidermek amacıyla uluslararası sistemin aktörleri, uluslararası antlaşmalar yoluyla uluslararası örgütler kurmuşlardır. “Milletler Cemiyeti Misakı (1919) ve Briand-Kellogg Paktı’nın (1928) yanı sıra 1928 yılından BM Antlaşması’nın imzalandığı 1945 yılına dek geçen süre içerisinde devletlerin uygulamaları, çeşitli istisnalar dışında devletlerin kuvvet kullanımını yasaklayan bir örf ve adet kuralının varlığını göstermiştir” (Yapıcı, 2006). ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın girişimleriyle ve idealizmin etkisiyle kurulan bir uluslararası örgüt olan Milletler Cemiyeti, birçoklarına göre haklı savaş düşüncesini canlandırmak amacıyla kurulmuştur. Bu açıdan “Milletler Cemiyeti kilisenin, genel sekreter papanın, müşterek güvenlik anlayışı ise azizler topluluğunun” yerini alarak haklı savaş anlayışını sekülerleştirmiştir. Bu bağlamda haksız savaşların önlenmesi ya da kontrol altına alınması devletlerin gerçek amaçlarıdır (Inis L. Claude, 1980). Nihayetinde Milletler Cemiyeti’nin kurucu antlaşması, uluslararası işbirliği ile barış ve güvenliği gerçekleştirmeyi hedef edinmiştir. Her ne kadar Misak’ın görüşülmesi esnasında kuvvet kullanımı ve savaşın yasaklanması tartışılsa da Misak savaşı tamamen yasaklamamıştır. Savaşların önlenmesini bir hedef olarak belirlemiştir (Çağıran, 2014:53-54). Milletler Cemiyeti Misakı, uluslararası hukukta temel olarak iki yeniliği beraberinde getirmiştir. Birincisi, Milletler Cemiyeti Misakı çerçevesinde uyuşmazlıklarda barışçıl çözüm yollarının benimsenmesi zorunluluğunu getirmiştir. Bu çözüm çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması durumunda devletlerin savaşa başvurma hakkını ifade etmiştir (Krylov, 1995). Antlaşmada savaş tanımının yapılmamasının, kuvvet kullanılmasına ilişkin sorunlarda muğlaklığa neden olduğu düşünülmektedir. Sorunların iyi niyet ilkesi çerçevesinde hakemlik, mahkeme veya Milletler Cemiyeti Konseyi yoluyla çözülmesi kuralını getirmiştir (Keskin, 2002). Böylelikle Milletler Cemiyeti sisteminde devletlerin savaş yapmaları konusunda ancak bir sınırlandırma getirilebilmiştir. İkinci yenilik ise Misak çerçevesinde devletlerin ilk defa savaşın hukukiliğini değerlendirme imkânına sahip olmasıdır. Hukuka aykırı davranan devletler için böylelikle yaptırım uygulanabilmesi imkânı ortaya çıkmıştır (Krylov, 1995). Milletler Cemiyeti, ABD gibi büyük bir devleti sistem içerisinde tutmaması, büyük devletlere uluslararası barışı ve güvenliği koruma gibi 23 yükümlülük getirmemesi, saldırıyı kesin bir şekilde yasaklamaması, karar alma süreçlerinin çeşitli zorluklarla karşı karşıya olması ve insan hakları, demokrasi, kalkınma gibi konulara yönelik yeterli adımlar atmaması nedeniyle başarısız olmuştur (Sur, 2013). Sonuçta Misak ile bir yandan siyasi olarak ele alınan uluslararası müdahale ve savaş kavramlarına hukuki bir boyut kazandırılırken diğer yandan da tüm askeri ittifaklar için de bir çerçeve belirlenmiştir (Kunz, 1947). Hepsinden öte çoğunlukla egemenlik kavramının bir bileşeni olarak görülen savaş hakkının, tarihte ilk defa bir uluslararası hukuk metniyle sınırlandırılmış olması Misak’ın uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk açısından bir dönüm noktası olarak görülmesine neden olmaktadır (Çağıran, 2014:54). Kuvvet kullanımına yönelik düzenleme getiren ikinci belge olan ve 27 Ağustos 1928 tarihinde ABD, Almanya, Belçika, Birleşik Krallık, Çekoslovakya, İtalya, Japonya, Polonya ve Romanya tarafından Paris’te imzalanan Briand-Kellogg Paktı, savaşı “genel olarak ve kesin bir şekilde” yasaklamıştır (Keskin, 2002). Paktın başlangıç bölümünde “savaşın bir ulusal çıkarın uygulanmasını sağlayan politik bir araç olarak görülmesinden vazgeçilmesi gerektiği” ifade edilmiştir. Paktın tarafları öncelikli olarak uluslararası sorunların çözümünde savaşın bir yöntem olarak kullanılmasını kınamışlardır. Nitekim Paktın ilk maddesi, “tarafların uluslararası anlaşmazlıkların çözülmesi için savaşa başvurmasını reddetmekte ve birbiriyle olan ilişkilerinde, savaşı, ulusal politikanın bir aracı olarak kullanmaktan vazgeçtiklerini” ifade etmektedir. İkinci maddesi ise “tarafların niteliği ve kaynağı ne olursa olsun anlaşmazlıkların ve çatışmaların çözümünü barışçı yollar dışında bir yolda aramayacaklarını belirtmektedir. (Thakur, 2006: 29) Pakt, savaşa başvurmayı, meşru müdafaa kapsamı içerisine girecek olaylar ve Milletler Cemiyeti girişimi dışında yasaklasa da (Keskin, 2002) savaşa yönelik bir tanım getirmemiştir. Bununla birlikte bu yasağa uymayacak devletlere yönelik bir önlemi ya da yaptırımı konu edinmemiştir. Fakat uluslararası kamuoyunun bu devletlere yönelik bakış açısını belirleme veya değiştirme gibi bir yaptırıma sahip olduğu düşünülmüştür (Stimson, 1932). Paktın bir diğer özelliği de, Milletler Cemiyeti Misakı gibi, savaş dışındaki kuvvet kullanma yollarını ele almamış olmasıdır. Paktın ortaya koyduğu ilkeler, Mihver devletlerin ortaya çıkışıyla aşınmaya uğramışsa da arka planındaki düşünce Birleşmiş Milletler’in kurulmasına zemin hazırlamıştır (S. D. Murphy, 2013). 24 Paktın dar bir savaş anlayışına bağlı olarak savaşı yasaklaması, ulusal çıkarlardan söz edip uluslararası boyuttaki çıkarları göz ardı ederek savaşla dış politika ilişkisini gerektiği gibi ele almaması, meşru savunma anlayışının hukuksal boyutlarına yer vermeden meşru savunma hakkını ortaya koyması Paktın zayıf yönleri olarak değerlendirilmektedir. (Hekimoğlu, 2013) Günümüzde halen geçerliliğini korumakta olan Pakt, savaşı yasaklayan bir belge olması açısından önemli bir yere sahiptir. (Ata, 1998) 2.2.6.2. Birleşmiş Milletler Antlaşması Milletler Cemiyeti deneyiminin başarısız olması ve bu başarısızlığın İkinci Dünya Savaşı’na giden yolu açması nedeniyle devletler, savaş sırasında yeni bir kurumsal yapıya ve yeni bir mevzuata sahip bir uluslararası örgüt kurulması düşüncesini ortaya koymuşlardır. 1942 yılında bu doğrultuda başlayan girişimler 26 Haziran 1945 tarihinde imzalanan San Francisco Antlaşması ile son bulmuştur. Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna dek geçen dönemde bir yandan savaşların önlenmesine yönelik devletler tarafından girişimler devam ettirilirken diğer yandan da halklar ve bireyler sivil ve siyasi haklarını elde etmeye yönelik mücadele vermişlerdir. Bu mücadeleler, BM’nin ve diğer uluslararası örgütlerin, 1945-1991 yılları arasında, özellikle insan hakları alanında aktif bir çalışma yürütmesi için ilham kaynağı olmuştur. Bu dönemde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), Savaş Zamanında Esirlere Yapılacak Muameleye ve Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmeleri (1949), İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme (1950), Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme (1951), Mültecilerin Statüleriyle İlgili Sözleşme (1954), Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (1966), Bütün Irksal Ayrımcılık Türlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme (1969), İşkence Deklarasyonu (1975), Kadınlara Yönelik Tüm Ayrımcılık Türlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme (1981), İşkencenin ve Diğer Acımasız, İnsanlık Dışı ve Küçük Düşürücü Muamelenin ya da Cezalandırılmaların Yasaklanmasına İlişkin Sözleşme (1984) ve Çocuk Hakları Sözleşmesi (1990) imzalanmıştır (Heywood, 2011). 1945 yılında BM’nin kurulmasıyla tarihte ilk defa çok geniş yetkilerle donatılmış ve neredeyse tüm devletlerin ortak katılımının sağlandığı bir uluslararası örgüt uluslararası politik arenada yerini almıştır (Sur, 2013). BM’nin kurulması, insan haklarına yönelik 25 çalışmaları hızlandırmasının yanı sıra uluslararası müdahale ve kuvvet kullanma konusunda bir kurallar bütününün benimsenmesini sağlamıştır. Bu noktada BM Antlaşması’nın 2/4, 2/7, 39., 42. ve 51. maddeleri bu konulara yönelik bir çerçeve ortaya koymuştur. BM Antlaşması’nın 2/4. maddesinde ise; “tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) denilmiştir. Bu fıkra, herhangi bir devletin ya da bir devletler topluluğunun herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına kuvvet kullanma yoluyla müdahale etmekten ya da kuvvet kullanma tehdidine başvurmaktan kaçınacağını belirtmektedir. Bu noktada BM’nin amaçları vurgulanarak, aslında Örgütün oynayacağı role dikkat çekilmek istenmiş ve ortaya bir norm koyulmuştur. Kuvvet kullanılmasını ve kuvvet kullanma tehdidinde bulunulmasını yasaklayan 2/4. maddede “savaş” ifadesinin kullanılmaması, barış zamanı askeri zararla karşılık gibi savaşa varmayan kuvvete dayalı önlemler dâhil her türlü ulus-ötesi silahlı çatışmaların yasağın kapsamına girmesini sağlamak içindir (Taşdemir, 2006). 2/4. maddede kuvvet kullanımı yasaklanmasına rağmen birçok hukukçu, Antlaşma’nın giriş bölümünde yer alan “temel insan haklarına bağlılık” ifadesinin, bu maddeye tezat oluşturduğunu ifade etmiştir. Baskın görüş, Antlaşma’nın hiçbir şekilde insani müdahaleyi göz önünde bulundurmadığı yönündedir. İlkesel olarak da devletlerin, sivillerin korunmasını amaçlasa dahi kuvvet kullanılmasını desteklemediği görülmektedir. Aynı şekilde Uluslararası Adalet Divanı da müdahale hakkının uluslararası hukuk açısından kabul edilebilir olmadığını açıkça belirtmiştir. Devletler de insani müdahaleleri Soğuk Savaş içerisinde istisnai durumlar dışında benimsememiştir. 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’na dek Güvenlik Konseyi’nin, kararlarında, insani nedenlere vurgu yapmadığı görülmektedir (Massingham, 2009). Antlaşmanın 2/7. maddesinde “İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletlere herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi üyeleri de bu türden konuları işbu Antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz; ancak, bu ilke VII. Bölümde öngörülmüş olan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasını hiçbir biçimde engellemez.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) denilmiştir. Böylece Antlaşmanın herhangi bir hükmünün Birleşmiş Milletlere ya da BM 26 üyelerinden herhangi birine, herhangi bir devlete karşı, devletin egemenliği ilkesine aykırı olarak, o devletin içişlerine müdahale yetkisi vermediği belirtilmiş fakat bu devlete karşı zorlayıcı önlemlerin kullanılması bakımından Antlaşmanın yedinci bölümü bu duruma istisna olarak gösterilmiştir. Antlaşmanın yedinci bölümünde; barışın tehdit edilmesi, bozulması ve saldırı durumunda alınacak önlemler yer almıştır. Bölümün ilk maddesi olan 39. maddede “Güvenlik Konseyi, barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi olduğunu saptar ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için tavsiyelerde bulunur veya 41. ve 42. maddeler uyarınca hangi önlemler alınacağını kararlaştırır.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) denilmiştir. Antlaşmanın 41. Maddesinde ise Güvenlik Konseyi’nin kuvvet kullanma dışında alabileceği önlemler ifade edilerek “Güvenlik Konseyi, kararlarını yürütmek için silahlı kuvvet kullanımını içermeyen ne gibi önlemler alınması gerektiğini kararlaştırabilir ve Bileşmiş Milletler üyelerini bu önlemleri uygulamaya çağırabilir. Bu önlemler, ekonomik ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının tümüyle ya da bir bölümüyle kesintiye uğratılmasını, diplomatik ilişkilerin kesilmesini içerebilir.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) Bu maddeyle silahlı kuvvet kullanımını içermeyen önlemlerin belirlenerek, bu önlemlerin alınmasının kararlaştırılması, BM üyelerine bu önlemleri uygulama yönünde çağrıda bulunma yetkisi Güvenlik Konseyi’ne verilmiştir. Antlaşmanın 42. maddesi ise; 41. maddede ortaya konulan önlemlerin etkili olmaması durumunda ortaya konulacak önlemleri açıklamaktadır. Buna göre “Güvenlik Konseyi, 41. maddede öngörülen önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı kanısına varırsa, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava, deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunabilir. Bu girişimler gösterileri, ablukayı ve Birleşmiş Milletler üyelerinin hava, deniz ya da kara kuvvetlerince yapılacak başka operasyonları içerebilir.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) Madde, Güvenlik Konseyi’ne, uluslararası barışın ve güvenliği koruması ya da yeniden tesis etmesi için gerekli her türlü girişimde bulunma yetkisini vermiştir. Ancak Güvenlik Konseyi’nin bu tür girişimlerde bulunabilmesi için temel koşul; 41. maddede bahsi geçen önlemlerin yetersiz kalması ya da üyelerde bu önlemlerin yetersiz kaldığına dair bir kanının oluşması gerekmektedir. Güvenlik Konseyi’nin 41. maddenin yetersiz kalması ya da yetersiz kaldığına dair kanının oluşması durumunda yapacağı girişimler; 27 deniz, hava ve kara kuvvetleriyle yapılacak fiili müdahaleyi içermektedir. Bu müdahaleler, gösterileri, ablukayı veya bu üç kuvvet üzerinden yapılacak askeri operasyonları kapsamaktadır. Antlaşmanın, meşru müdafaa hakkını ortaya koyan 51. maddesi ise sıklıkla dünya gündemine gelen ve silahlı müdahalenin temelini oluşturan maddedir. “Bu Antlaşma’nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) Böylece herhangi bir üye saldırıya uğradığı takdirde, kendisine karşı girişilen silahlı saldırıyı önlemek amacıyla, bireysel ya da diğer devletlerle müşterek olarak meşru müdafaa hakkına sahip olmuştur. 51. maddede, bireysel ve ortak meşru müdafaa doğal bir hak olarak görülmüştür. Herhangi bir devletin, diğer herhangi bir devlete saldırısı, uluslararası barışı ve güvenliği tehdit eden bir olay olarak algılanmaktadır. Böylece devletler arasındaki savaşlar veya çatışmalar, sadece ilgili devletleri değil uluslararası toplumun tüm aktörlerini etkileyen birer olgu haline gelmiştir. Maddede saldırıya uğrayan devletlerin meşru müdafaa haklarını kullanırken alacakları önlemleri Güvenlik Konseyi’ne ‘hemen’ bildirmeleri kural olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte saldırıya uğrayan devletler tarafından alınan önlemlerin, Güvenlik Konseyi’nin BM Antlaşmasından kaynaklanan her an hareket etme yetkisini ve görevlerini hiçbir şekilde etkilemeyeceği de ifade edilmiştir. Güvenlik Konseyi’nin bu yetkileri ve görevleri, bir yandan uluslararası barışın ve güvenliğin korunmasını içermekle birlikte diğer yandan da uluslararası barışın ve güvenliğin yeniden kurulmasını da kapsamaktadır. 51. madde, kuvvet kullanma yasağını ortaya koyan 2/7. maddede belirtilen istisnayı oluşturmaktadır. Başta son dönemdeki Libya müdahalesi olmak üzere BM tarafından alınan tüm askeri müdahale kararları 51. maddeye dayanılarak hazırlanmıştır. Zaman içerisinde devletlerin insan haklarını ihlal etmeleri ve düşman tanımlarının değişmesi maddenin yorumlanmasına dair yenilikleri beraberinde getirmiştir (Sen, 2012). Böylece bu maddelerle Antlaşma, uluslararası hukuk için jus ad bellum oluşturmuştur (S. D. Murphy, 2013). 28 Tartışılan bir konu olan insani müdahalenin Soğuk Savaş boyunca istisnai durumlar dışında gündeme gelmediği görülmektedir. 20.yüzyılın ikinci yarısında insani müdahale olmayan fakat içerisinde insani unsurlar bulunduran iki müdahale, insani müdahale olarak nitelendirilebilecek yedi müdahale örneği bulunmaktadır. İçerisinde insani özellikler bulunduran askeri müdahalelerden ilki, 1971 yılında Doğu ve Batı Pakistan arasındaki savaşa ve yaşanan insanlık krizine son vermek için Hindistan’ın müdahale etmesidir. İkincisi ise 1978 yılında Kamboçya’da yaklaşık üç milyon insanın ölümüne sebebiyet veren Pol Pot rejimini yıkmak üzere Vietnam’ın Kamboçya’ya yönelik müdahalesidir. İnsani müdahale olarak nitelendirilen müdahaleler ise Soğuk Savaş sonrası dönemde gerçekleşmiştir. Bunlar 1991 Kuzey Irak, 1992 Somali, 1994 Haiti, 1994 Ruanda, 1999 Kosova, 1999 Doğu Timor ve 2000 Sierra Leone müdahaleleridir. Müdahalenin temel aktörleri ise BM, ABD ve NATO olmuştur (Heywood, 2011: 380381). 1991 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin 688 sayılı kararıyla Kuzey Irak’a yönelik müdahale, insani krizden dolayı ülke içinde yerinden edilmiş Irak vatandaşlarına insani yardım sağlamak üzere gerçekleştirilmiştir. Müdahale, Soğuk Savaş sonrası dönemde bir devletin içişlerini ve doğrudan egemenliğini hedef alan ilk müdahale olarak görülse de insani yardımın sağlanması bakımından başarılı bulunmaktadır. 1992 yılında Somali’ye yönelik gerçekleştirilen askeri müdahale de ülke içerisindeki rejim değişikliğinden kaynaklanan iç çalkantıları önlemek için BM’nin 733 ve 746 sayılı kararlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır (Howorth, 2013). Fakat özellikle ABD Ordusunun aldığı kayıplar ve gereken insani yardımın sağlanamaması nedeniyle başarısız bir müdahale olarak değerlendirilmektedir. 1994 Haiti müdahalesi ise Haiti’de ordu güçleri tarafından demokrasinin rafa kaldırılmasından ötürü ABD’nin BM’yi harekete geçirerek 19 müttefikiyle Haiti’ye müdahale etmesiyle ortaya çıkmıştır. Askeri müdahale sonrasında politik inşa süreci başlatılmıştır. İnsani müdahaleden daha çok ABD’nin dış politika aracı niteliğinde bir müdahale olmakla eleştirilmektedir (Kreps, 2007). 1994 Ruanda müdahalesi ise Hutular ile Tutsiler arasındaki iç savaşta bir milyona yakın insanın soykırıma uğraması ve milyonlarca insanın da ülke içinde yerinden edilmesi nedeniyle gündeme gelmişse de Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplumun diğer aktörleri uzun süre Ruanda’ya müdahale etmemişlerdir. Sonrasında Fransızların öncülük ettiği askeri müdahale ise sorunu çözmeye ve can kayıplarını önlemeye yetmemiştir. NATO’nun 1999 yılında Kosova’ya yönelik müdahalesi, insani bir müdahale olmasına rağmen alan-dışılık 29 ve BMGK’nin onayını almaması nedeniyle uluslararası hukuka aykırı fakat meşru bir müdahale olarak görülmüştür (Ata, 2009). 1999 yılında gerçekleştirilen Doğu Timor müdahalesi, Güvenlik Konseyi’nin bölgesel örgütlere ve devletlere verdiği müdahale yetkisine binaen gerçekleştirilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 1264 sayılı kararıyla, Avustralya öncülüğündeki koalisyon, referandumla Endonezya’dan bağımsızlığını kazanan Doğu Timor’a müdahale ederek barış gücü birlikleriyle bölgede konuşlanmıştır (“UN Approves Timor Force,” 1999). 2000 yılında Sierra Leone’ye yönelik gerçekleştirilen müdahale ise yine BM Güvenlik Konseyi’nin onayıyla ECOWAS (Economic Community of West African Countries) tarafından gerçekleştirilmiştir (Massingham, 2009). Ülkede çıkan iç savaş ve ayaklanma sonucunda çatışmanın taraflarının gerçekleştirdiği katliamlar ve tecavüz olayları insani müdahale için haklılaştırıcı sebepler olarak gösterilmiştir (Millar, 2013). Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan bu şiddetli insani krizler, Bosna ve Ruanda’daki müdahalesizlik özelinde BM nezdinde değerlendirmeye tutulmuştur. Egemenlik, askeri müdahale ve insani krizler arasında mevcut dengenin insani krizlere sebebiyet verdiğinden hareketle alternatif arayışlara gidilmiştir. Bu arayışlar, günümüzde insani müdahalenin tartışılan formatına giden yolu açmıştır. 2.3. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Kuvvet Kullanılması Yasağına Yönelik Alternatif Arayışlar Soğuk Savaş’ın bitmesiyle 1990’lı yılların hemen başında ortaya çıkan insanlık dramları, BM’yi, karışmama (non-intervention) ilkesine yönelik yeni genişletici yorumlar getirmeye sevk etmiştir. Özellikle 1999 yılında Kosova müdahalesinin ertesinde Batılı devletler, BM Antlaşması’nın müdahaleye ilişkin konularının gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Zira Kosova müdahalesinin yasal dayanaktan yoksun olduğu bilinirken müdahale edilmemesi durumunda insani felaketin büyüme ihtimali devletleri bu yönde bir girişime sevk etmiştir. Liberal barış düşüncesinin gerçekleşmesi, demokrasinin sağlanması ve insan haklarının korunması için meşruiyeti bulunan yasal dayanakların sağlanması gerektiğine dair inanç günden güne artmıştır. İnsani nedenlerin göz önünde bulundurulduğu Kosova müdahalesi, uluslararası hukuk konusunda reformist düşünmeyen Batılı olmayan devletlerin de “insani” unsurların göz önünde bulundurularak yeni düzenlemeler yapılması fikrini çekinceleriyle birlikte benimsemelerine neden olmuştur. Bununla birlikte BM Antlaşması’ndan kaynaklanan kuvvet kullanılmasına yönelik 30 sınırlamaların sadece uluslararası hukuk kurallarının meşruiyetine değil Soğuk Savaş döneminin dengesine de bağlı olduğu görülmüştür (Chandler, 2004). Nihayetinde yeni uluslararası sistem, “evrensel liberal demokratik değerler” bağlamında (Lyon, 2009) BM Antlaşması’nın yeniden yorumlanmasını, kuvvet kullanımı, insani müdahale gibi temel konuların yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmıştır. Değişiklik arzusu bizzat BM Genel Sekreterleri tarafından dile getirilmiştir. Böylece yeni bir konsept için çalışmaların başlatılmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Bu amaçla BM Genel Sekreteri Boutros Boutros-Ghali tarafından, yaklaşık 25 milyon ülke içinde yerinden edilmiş kişinin (Internally Displaced Person-IDP) var olduğu bilinen 1993 yılında (A. J. Bellamy, 2008), Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişiler Temsilcisi olarak atanan ve Sudanlı bir diplomat olan Francis Deng, insani müdahale kavramı üzerine BM içerisinde çalışmalar yürütmüştür. Geçirgen olmayan egemenlik kavramının yerine egemenliği bir sorumluluk olarak addeden yeni bir konsept üzerinde çalışmıştır. Egemenliği bir sorumluluk olarak kabul eden bu yeni anlayışı oluştururken Hugo Grotius’ un ve John Locke’ un devletle vatandaş arasındaki güvene vurgu yapan ve bunu bir koruyucu yapıtaşı olarak gören egemenlik teorilerinden etkilenmiştir (A. Bellamy & Williams, 2005). Deng; öncelikle “sahip oldukları farklılaştırıcı ve ötekileştirilmeye müsait özellikleri nedeniyle toplumlar arasında ya da toplum içerisinde çatışmaya sürüklenebilecek alanların belirlenerek ulusal ve uluslararası düzeyde sağlanacak katkılarla Ruanda, Somali, Sierra Leone ve Sudan gibi ülkelerde ortaya çıkan insanlık dışı olayların ekonomik, sosyal ve siyasal araçlar kullanılarak savuşturulmasını” hedeflemiştir (Gilligan, 2013). Bir diğer deyişle sorunların kökenlerinin tespit edilerek bunların çözümlerine odaklanılmasının barışın ve güvenliğin sağlanması adına daha faydalı olduğunu savunmuştur. Yerinden edilmiş insanların sorunlarına çözüm bulmak için de hükümetlerin sürekli diyalog ve iletişim kanallarını açık tutması gerektiğine inanmıştır (Mooney, 2010). Deng’in çalışmaları, uluslararası toplumun da desteğiyle konsept değişikliğinin ön hazırlayıcısı olmuştur. Yapılan çalışmalar, önleme, harekete geçme ve yeniden inşa boyutlarıyla ICISS tarafından ana çerçeve olarak kullanılmıştır (Gilligan, 2013). Bu dönemde Deng’in çalışmalarına katkı sağlayacak şekilde birçok devlet adamı ve akademisyen tarafından çeşitli çalışmalar yürütülmüştür. 1980’li yılların başında insani krizlerin yoğunlaştığı alanlara insani yardım ulaştırılması yönünde sivil toplum kuruluşları ulusal ve uluslararası düzeyde ciddi 31 girişimlerde bulunmuşlardır. Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Kızılhaç Komitesi, CARE (Cooperative for Assistance and Relief Everywhere) ve OXFAM (Oxford Committee for Famine Relief) bu sivil toplum kuruluşlarının başında gelmiştir (Ortega, 2001). Özellikle Bernard Kouchner’in ve Mario Bettati’nin eş başkanlığını yaptığı Fransız entelektüeller, Médecins Sans Frontiéres isimli sivil toplum kuruluşu çerçevesinde (Cristina Gabriela Badescu, 2011) müdahale hakkının (droit d’ingérence) tanımlanmasına yönelik çalışmalarını sıklaştırmıştır (Stuenkel & Tourinho, 2014). “Ölmelerine izin vermeyin” sloganıyla hareket eden Fransız entelektüeller, egemenlik kavramının korunması üzerinden dayanarak sağlanarak sivillerin katledilemeyeceğini savunmuşlardır. Şiddet uygulayan devlet izin vermese dahi devletlerin şiddet uygulayan devletin vatandaşlarına insani yardım gönderme hakkı olduğunu dile getirmişlerdir (Vanlandingham, 2006). Kuruluşun çalışmaları, özellikle müdahaleyi emperyalist bir araç olarak gören güney ülkelerinde yankı yapmadıysa da dünya genelinde insani yardım konusunda farkındalık oluşturmuştur (Domestici-Met, 2010). 1998 yılında, yaygınlaşan insani krizler nedeniyle BM Genel Sekreteri, BM Antlaşması’na en üst düzeyden yeni bir açılım kazandırmıştır. Annan’a göre iki tür egemenlik bulunmaktadır. BM Antlaşması devletler ya da hükümetler adına değil halklar adına imzalanıp onaylanmıştır. Dolayısıyla Antlaşma, esasen halkın egemenliğini korumayı ilke edinmiştir. Bu nedenle de egemenliğin, “devletler tarafından insan haklarının ve çoğulculuğun ihlal edilebileceği, halkın katliamlara maruz bırakılabileceği” şeklinde yorumlanması yanlıştır. Egemenlik, sadece güç olarak anlaşılmamalı aynı zamanda egemenliğin devletlere sorumluluk yüklediği hatırlanmalıdır.(Lyon, 2009) Annan bu görüşlerini 2000 yılında yayınladığı Milenyum Raporu’nda ve 2001 yılında Nobel Barış Ödülü’nü aldığı sırada yaptığı konuşmada da ifade etmiştir. Devletlerin egemenliğinin artık insan haklarının ağır ihlallerinde kalkan olarak kullanılmasının önüne geçilmesi gerektiğini belirtmiştir. Aksi halde Bosna ve Ruanda’daki katliamların tekrar yaşanması ihtimalinden bahsetmiştir. (Herron, 2012) Fakat aynı şekilde insani müdahaleler için de açık ölçütlerin konulması gerektiğini, muğlak ölçütlerin suiistimal edilmeye müsait olduğunu vurgulamıştır. (Wheeler, 2001) Kosova krizi sırasında İngiltere Başbakanı Tony Blair, kendi halkına saldıran diktatörlere karşı değer odaklı bir mücadele verilmesi gerektiğini söylemiştir. Blair’e göre sivillerin güvenliğinin sağlanabilmesi için barışı ve güvenliği tesis etme amacıyla kurulan 32 barış güçleri temel öneme sahiptir. Bu nedenle ahlaki değerleri ve insani yardım ve müdahaleleri ön plana çıkaran yaklaşımların desteklenmesi gerekmektedir. (Pugh, 2004) ABD’de Clinton yönetimi, aynı dönemde kitle imha silahlarına ve halkına şiddet uygulayıp otoriter eğilimlere sahip olan devletlere ve haydut devletlere karşı “durdurma” politikasının uygulamıştır. Bu politika, Ulusal Güvenlik Stratejisi içerisine alınmıştır (A. Bellamy & Williams, 2005). Nitekim Clinton’a göre kitlelerin etnik, dinsel ve ırksal nedenlerle kıyıma uğraması durdurulmalıdır. Clinton’ın bu tutumu genellikle NeoWilsoncu bir asalet ödevinin parçası olarak görülmüştür. Noam Chomsky ve Tarek Ali gibi aydınlar, Clinton’un bu söyleminin hegemonya inşası sürecinin bir parçası olduğu gerekçesiyle müdahale karşıtı bir duruş sergileseler de bu dönemde Amerikan dış politikasında insani müdahale ve sivillerin korunması yanlısı bir tutumunun benimsendiği görülmektedir. (Mertus, 2001) Kısacası “devlet dışı aktörlere sınırlı uluslararası hukuk kişiliği verilmesini ve devletin kısmi egemenliğini” ifade eden (Engle, 2004) ve post-Westphalian dönem olarak nitelendirilen yeni dönemde küreselleşme ve kozmopolitanizmin de etkisiyle uluslararası müdahale konusunda esnek yorumların getirilmesi, liberal değerlerin yeniden inşa edilerek insan haklarının devletlerin egemenliğine dair çekincelere rağmen korunması ve küresel güçler başta olmak üzere tüm devletlerin bireylerin haklarını koruma konusunda harekete geçmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır (MacQueen, 2011: 67-69). 2001 yılında kurulan Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonu (International Commission on Intervention and State Sovereignty – ICISS) bu doğrultuda zamanın ruhuna uygun yeni bir paradigmanın ortaya çıkması için kuramsal çalışmalar başlatmıştır. 33 3. KORUMA SORUMLULUĞU Koruma Sorumluluğu, özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan insani krizlerin etkisiyle, insani müdahale açısından yeni bir form oluşturmak üzere ortaya konulmuş bir kavramdır. ICISS’in 2001 yılında kavrama ilişkin ortaya koyduğu çerçeve, uluslararası toplumun birçok aktörü tarafından ele alınmıştır. Bu çerçeve, egemenliğin, devletler tarafından yeni bir anlayışla tekrar ele alınmasını gerektirmiştir. Bu nedenle öncelikle ICISS’in ortaya koyduğu ilkelere yönelik olarak devletler çeşitli tutumlar geliştirmişlerdir. Sonrasında ise Birleşmiş Milletler, Genel Sekreter’in yoğun diplomatik faaliyetleri sonucunda kavramı gündemine almıştır. 2005 yılında kavram, devletlerin ortak tutumuyla ve ICISS’in ortaya koyduğu ilkelerin bir anlamda güncellenmesiyle uluslararası toplumun uyması gereken meşru kurallar bütünü haline gelmiştir. Bu bölümde öncelikle kavramı ortaya koyan ICISS incelenecektir. Sonrasında ise Komisyonun, kavrama yönelik olarak geliştirdiği üç yaklaşım önleme, harekete geçme ve inşa sorumlulukları ele alınacaktır. Ardından 2005 Dünya Zirvesi’nde alınan ilke kararlar çerçevesinde kavramın gelişimi incelenecektir. BM’nin kavramın gelişimine yaptığı katkılar ise BM Genel Sekreteri’nin kavrama yönelik olarak hazırladığı raporlar ve konuşmalar üzerinden anlatılacaktır. Kavram üzerine çalışma yapan birçok akademisyenin olumlu ve olumsuz eleştirilerine yer verilecektir. Son olarak devletlerin kavrama yönelik tutumları, devletler, gelişmişliklerine göre kategorize edilerek değerlendirilecektir. 3.1. ICISS’in Yapısı ve Yeni Bir Yaklaşım Olarak Koruma Sorumluluğu 2000 yılında NATO’nun Kosova müdahalesinin ertesinde Kanada Hükümeti’nin girişimiyle ve finansal desteğiyle kurulan ve “bağımsız” (ICISS, 2001a) olarak nitelendirilen Komisyon, Avustralya Dışişleri Eski Bakanı ve Uluslararası Kriz Grubu (International Crisis Group – ICG) Başkanı Gareth Evans ve BM Genel Sekreteri Özel Danışmanı ve Cezayirli diplomat Muhammed Sahnoon’un eş başkanlığında toplantılar düzenlemiştir. Evans ve Sahnoon’un başkanlık ettiği Komisyonun diğer üyelerinin asker, hukuk, akademi, siyaset camiasından olmasına ve farklı ülkelerin vatandaşlarından oluşmasına önem verilmiştir (Massingham, 2009). Komisyonun diğer üyeleri insan hakları uzmanı ve Uluslararası İnsan Hakları ve Demokratik Gelişim Merkezi başkanı Kanadalı Profesör Gisele Cote-Harper (“Gisele Cote-Harper,” 2015), Amerikan Temsilciler Meclisi eski 34 üyesi Lee Hamilton (“Lee H. Hamilton Biography,” 2015), Kanada Kraliçe Konseyi üyesi yazar, politikacı, Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael Ignatieff (“Michael Ignatieff Profile,” 2015), Rus aktivist, SSCB Yüksek Uluslararası İlişkiler Komitesi eski üyesi, Rusya’nın eski ABD Büyükelçisi ve aktivist Vladimir Lukin, NATO Askeri Komitesi eski başkanı Orgeneral Klaus Naumann (“General Klaus Naumann Former Chairman of the Military Committee,” 2002), Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Yardımcısı, Afrika Ulusal Kongresi eski Genel Sekreteri ve apartheid rejiminin sona ermesine yönelik müzakerelerde öne çıkan bir isim olan Cyril Ramaphosa (“Matamela Cyril Ramaphosa,” 2015), Filipinler tarihindeki en etkili kişiler arasında sayılan eski Devlet Başkanı General Fidel Ramos (Britannica, 2014), Uluslararası Kızılhaç Komitesi eski Başkanı ve Karl Popper Foundation Başkanı İtalyan Profesör Cornelio Sommaruga (“Dr. Cornelio Sommaruga,” 2015), Guatemala Dışişleri eski Bakanı Eduardo Stein (“Eduardo Stein - Biographical Information,” 2014) ve United Nations University Rektör Yardımcısı ve Avustralya Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Hindistanlı siyaset bilimci Profesör Ramesh Thakur (“Ramesh Thakur,” 2014)’dur. (ICISS, 2001a) Beş defa toplanan ve ulusal ve bölgesel yuvarlak masa toplantıları gerçekleştiren Komisyona Princeton Üniversitesi Ralph Bunche Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü Direktörü Thomas Weiss (“Thomas G. Weiss,” 2015) ve Zimbabveli hukukçu ve gazeteci Dr. Stanlake Samkange (“Stanlake Samkange: On Trial for My Country,” 2014) tarafından öncülük edilen bir uluslararası araştırma ekibi destek olmuştur (Massingham, 2009). Koruma Sorumluluğu’na neden ihtiyaç duyulduğunun sorgulanması gerekmektedir. Soğuk Savaş boyunca BMGK, daimi üyelerin veto hakkı nedeniyle birçok kez insani müdahale gerçekleştirememiştir. Örneğin 1970 yılında Burundi, Nepal, Sierra Leone, Suriye ve Zambiya’nın Güney Rodezya’ya (UNSC Resolution S/9696, 1970); 1975 yılında Guyana, Irak, Moritanya, Kamerun ve Tanzanya’nın Namibya’ya (UNSC Resolution S/11713, 1975) müdahale edilmesi yönündeki talepleri BMGK tarafından reddedilmiştir. Bu dönemde Konsey’in onayı olmaksızın müdahale yapılması gerektiğini düşünen çevreler olsa da bu, uluslararası hukuk çerçevesinde mümkün olmamıştır. Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte insani müdahaleler için ümitler artsa da BMGK, Soğuk Savaş sürecindeki yapısından kurtulamadığı için bu konuda herhangi bir değişim yaşanmamıştır. Bu durum da mevcut sistemde alternatif arayışlara neden olmuştur (S. D. Murphy, 2013). 35 Alternatif arayışlara ilk olarak Kanada Hükümeti tarafından öncülük edilen ICISS tarafından normatif bir çerçeve kazandırılmıştır. Komisyon’un ortaya attığı Koruma Sorumluluğu doktriniyle uluslararası toplum tarafından egemen devletlere halklarını insani felaketlere karşı koruma sorumluluğu yüklenmiştir. Doktrin, önleme sorumluluğu, harekete geçme sorumluluğu ve inşa sorumluluğu olmak üzere üç sütuna dayandırılmıştır. 3.2. Önleme Sorumluluğu ICISS, koruma sorumluluğunun üç aşamasında biri olan “önleme sorumluluğunun” müdahaleden daha çok kabul gören ve daha önemli bir sorumluluk olduğunu ifade etmiştir. İnsan kaynaklı felaketlerin ya da ölümcül çatışmaların önlenmesi görevi; öncelikli olarak, “kurumlarıyla ve halkıyla egemen devletlere” verilmiştir. Önleyicilik açısından bazı normlar ve kavramlar hayati öneme sahiptir. Bunlar; hesap verilebilirlik, iyi yönetişim, insan haklarının korunması, sosyal ve ekonomik kalkınmanın sağlanması, kaynakların adil dağıtılması olarak sıralanmıştır (ICISS, 2001a). Bu kavramlar, raporda, uluslararası boyutları olan çatışmaların önlenmesi konusuna destekleyici yönde etkisi olan kavramlar olarak görülmüştür. Bu kavramların birer ilke olarak devlet yönetiminde esas alınması cezai müeyyidelerin uygulanmasının önüne geçecek bir gelişme olarak görülmüştür. Önleyici sorumlulukta ana hedef; çatışmaları azaltmak ve hatta yok etmek olarak belirlenmiştir (ICISS, 2001a). Önleyici tedbirlere yönelik çeşitli çalışmalar gerçekleştirilmiştir. BM, bu doğrultuda, 2000 yılında bir dizi karar almış ve etkinliğini artırma sözü vermiştir. Bunun yanı sıra Barış Operasyonları Paneli raporunu, 2001 yılında Genel Sekreterin öncülüğünde Silahlı Çatışmaların Önlenmesi raporunu yayınlamıştır. BM’nin bu yöndeki faaliyetleri Afrika Birliği ve OSCE (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı / Organization for Security and Co-operation in Europe) gibi diğer örgütler tarafından da desteklenmiştir. Raporda çatışmaların önlenmesi için kullanılacak yöntemlerin etkinlik kazanması; erken uyarı sisteminin oluşturulması, önleyici siyasi tedbirlerin hayata geçirilmesi ve siyasi isteğin elde edilmesi olmak üzere üç temel şarta bağlanmıştır. Komisyon, öngörmenin ve erken analizin önemli olduğunu fakat başta modelleme olmak üzere öngörü sağlamaya yönelik yöntemler konusunda yapısal eksiklikler olduğunu ifade etmiştir. Bu eksikliklerin başında da koordinasyonsuzluk gelmektedir. Elçilikler, istihbarat örgütleri, sivil toplum kuruluşları, ICG (International Crisis Group / Uluslararası Kriz Grubu), AI (Uluslararası Af Örgütü / Amnesty International) , HRW (İnsan Hakları İzleme Örgütü / Human Rights 36 Watch), FIDH (Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu / The International Federation for Human Rights) gibi insan hakları örgütleri, barış güçleri, dini gruplar, akil insanlar ve medya ortak bir tutum belirleyememektedir. Aynı şekilde çözüme katkı sağlaması beklenen kuruluşlar, ihtiyaç duydukları uzman kişileri yeterince istihdam edememektedir. (ICISS, 2001a) Raporda BM’nin, BM Antlaşmasının 99. Maddesinin gerekleri doğrultusunda erken uyarı mekanizmasını oluşturma konusunda başarıya ulaşamadığı belirtilmişse de başarısızlığın nedenlerine yönelik bir açıklama yapılmamış, yakın bir gelecekte de bu konuda başarı beklenemeyeceği ifade edilmiştir. Önleyici stratejilerin uygulanması bir gerekliliktir ve bunun için de çatışmaların kökenine inilmesi gerekmektedir. Genel olarak, çatışmaların kökenlerinde yoksulluk, siyasi baskı ve kaynakların eşit dağılmaması sorunları bulunmaktadır. Erken uyarı mekanizması oluşturulması aşamasında, veriler kullanılırken kültürel farklılıklara dikkat edilmesi, veriler yorumlanırken de hassas ölçütlerin kullanılması temel esaslar olarak kabul edilmiştir (ICISS, 2001a). Sorunların çok-boyutlu olmasına paralel olarak, getirilecek tedbirlerin de çokboyutlu olması gerekmektedir. Tedbirler, diplomatik ve siyasi, ekonomik, hukuki ve askeri boyutta ele alınmalıdır. Diplomatik ve siyasi tedbirler, BM Genel Sekreteri’nin yönlendirmesiyle gerçekleştirilecek pozitif ve negatif tedbirleri kapsamaktadır. Ekonomik tedbirin da negatif ve pozitif boyutları bulunmaktadır. Negatif ekonomik tedbir yaptırımı, pozitif ekonomik tedbir ise yatırımı ifade etmektedir. Hukuki tedbir, uzlaşma, arabuluculuk, gözlemcilerin görevlendirilmesi gibi yöntemleri içermektedir. Uluslararası hukuki yaptırımlar konusunda Yugoslavya, Ruanda, Sierra Leone Mahkemeleri, ICISS tarafından önleyici birer ‘hatıra’ olarak anılmıştır. Askeri boyut ise tıpkı Makedonya’da UNPREDEP’in (United Nations Preventive Deployment Force) konuşlandırılmasında olduğu gibi önleyici amaçlı asker konuşlandırılmasını içermektedir. Komisyon, tedbirlerin yaratacağı muhtemel olumsuz algıların; büyük devletlerin hassasiyeti, doğru zamanlaması ve tehdit algılayan devletlerin işbirliği yapmasıyla yok edilebileceğini ifade etmiştir. Bir diğer endişe ise çatışmaların, önleyici tedbirler yoluyla hız ve meşruiyet kazanmasına yöneliktir. Komisyon, kişiler ve gruplarla, devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı çerçevesinde kalarak kurulacak irtibat sayesinde bunun da önleneceğini ifade etmiştir. Uygulanacak tedbirlerin belirli bir program dâhilinde yapılması önemli bir gerekliliktir. Bu noktada BM organlarının ve Genel Sekreter’in çabalarıyla ulusal, bölgesel ve uluslararası bazda planlamaların yapılması faydalı olacaktır. Bu çabalarla ilgili Genel 37 Sekreter’e, üyeler tarafından sunulacak raporlar, bilginin pratiğe dönüşmesine ve etkin bir çözüme olanak sağlayacaktır. Kolektif bir anlayışla Dünya Bankası’nın ve IMF’nin önleyici çabalara etkin katılımı çatışmaların önlenmesi adına önemli bir yere sahip olacaktır (ICISS, 2001a). Fakat önleyici sorumluluğun uygulanması ile her zaman başarı sağlanamamaktadır. Bu tür durumlar, insani amaçlı müdahaleyi kaçınılmaz hâle getirmektedir. Dolayısıyla ICISS, önleyici çabaların başarısız olması durumunda askeri güç kullanımını meşru ve koruma sorumluluğunun bir parçası olarak görmektedir. Komisyon, bu nedenle müdahale konusunda da düzenlemeler getirmeyi bir zorunluluk olarak ele almıştır. Müdahale konusu, ‘Harekete Geçme Sorumluluğu’ başlığı altında ele alınmıştır. Çizelge 1. Yapısal ve Doğrudan Önleme Seçenekleri (ICISS, 2001b) Rızaya Dayalı Önleme Zorlayıcı Önleme Yoksulluğun Ortadan Kaldırılması “Sorunun Kökenine” Ekonomik Büyüme ve Yatırım Yönelik Yapısal Önleyicilik Demokratik Gelişim Eğitim ve Kapasite İnşası Kolluk reformu Doğrudan Önleyicilik Diyalog ve Özel Elçi Diplomatik Yaptırım Ekonomik teşvikler Ekonomik Yaptırım Arabuluculuk ve Hakemlik Savaş Suçları Mahkemeleri Önleyici Konuşlanma Silah Ambargosu Güç Kullanma Tehdidi 3.3. Harekete Geçme Sorumluluğu ICISS, önleyici tedbirleri etraflıca açıkladıktan sonra, önleyici tedbirlerin yetersiz kalması durumunda ne gibi tedbirlere başvurulacağını da yöntemleriyle birlikte 38 açıklamıştır. “Müdahale tedbirleri” adı verilen bu tedbirler, “harekete geçme sorumluluğunun” birer parçaları olarak kabul edilmiştir. Komisyon, müdahale tedbirlerinin alınması konusunda “geniş devletler topluluğu” olarak nitelendirdiği fakat kimlerden oluştuğu konusunda muğlaklığı gidermediği devletlere sorumluluk yüklemiştir. Bu tedbirler; siyasi, ekonomik ve hukuki tedbirlerin yanı sıra –sadece olağanüstü durumlarda- askerî bir harekâtı da bünyesinde bulundurmaktadır (ICISS, 2001a). Bir diğer deyişle harekete geçme sorumluluğu, askeri müdahaleden ibaret değildir ve aşamalı olarak uygulanması gereken tedbirleri içermektedir. Çeşitli düzeylere ayrılan tedbirlerin caydırıcılık sırasına göre düşük düzeyliden başlanarak Komisyon’un, önleyici uygulanması ilke olarak tedbirlerin yetersiz benimsenmiştir. kalmasındaki Bu ölçütleri konularda izah etmesi gerekmektedir. Aynı şekilde ‘geniş devletler topluluğu’ olarak ifade edilen devletler topluluğunun, BM Güvenlik Konseyi üyesi olmayan ülkelerden müteşekkil olması durumunda hukukiliğin ve meşruiyetin nasıl ele alınacağı ifade edilmemiştir. Bir diğer yandan da bu tanımın BM’nin devre dışı bırakılmasına neden olacak bir tanım olduğu da söylenebilir. Bunun yanında düşük düzeyli tedbirlerin, insanlığa karşı suç gibi suçları işleyen tarafa zaman kazandıracağından söz etmek de mümkündür. Askeri müdahaleler, harekete geçme sorumluluğunun bir parçası olarak ele alınmaktadır. Koruma sorumluluğu kapsamında bir devlete müdahale edilebilmesi için “devletlerin kendi vatandaşlarını korumaması ya da apaçık bir şekilde korumaktan aciz olması” gerekmektedir. Önleyici tüm çabaların ve ekonomik ve siyasi yaptırımların ve önlemlerin başarısızlığa uğraması sonucunda gerçekleştirilmesi öngörülmektedir. Dolayısıyla insani müdahale olarak nitelendirilen müdahale türü de harekete geçme sorumluluğunun kapsamı içerisindedir (Pattison, 2010: 13,251). Komisyon’a göre; askeri müdahalenin gerçekleştirilebilmesi için oluşması gereken şartlar konusunda eşik yüksek tutulmalı ve tüm aşamalar teker teker geçilmelidir. Böylece müdahalenin saldırgan değil aksine savunmacı ya da işleyen ve kabul edilebilir bir pratik olmasının önü açılacaktır (ICISS, 2001a). Fakat aşamalar konusunda net bir tanım getirilmemiştir. Yalnızca askeri olmayan yöntemlerin başarısız olması ve daha sonra uygulanacak yöntemlerin bir yarar sağlamayacağı kanaati oluştuğunda askeri müdahalenin gerçekleştirilebileceği savunulmaktadır. Bu müdahale de süre, yoğunluk ve ölçek bakımından sadece insani ihtiyaçları karşılamaya yönelik olmak zorundadır (Thakur, 2002b). 39 Koruma sorumluluğunun pratiğe dönüştürülmesi çalışmalarında üç temel engel ortaya çıkmaktadır. Birincisi; beş daimi üye, kendilerini müdahaleye zorlayabilecek ya da veto haklarını kullanmalarına engel olabilecek ilkelere direnç göstermektedir. İkincisi, gelişmekte olan ülkeler, Batı-tipi emperyalizmin, müdahaleler yoluyla tekrar yayılmasından çekinmektedir. Üçüncüsü, koruma sorumluluğunun Irak Savaşındaki meşrulaştırıcı rolüne dikkat çeken Batılı olmayan ülkeler, BM Antlaşmasında ifadesini bulan kuvvet kullanma yasağını ihlal edebileceği gerekçesiyle doktrine şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Kavram, doğası gereği, “sert güç” kullanımına eğilimli olmadığından uygulama aşamasında bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır. Buna paralel olarak, günümüzdeki örneklerinde de görülebileceği gibi kimi devletler ya da devletler grubu önleyici tedbirlerin uygulanmasına karşı bir direnç göstermektedir (J. Welsh, 2009). Komisyon, önleyici tedbirlerin başarısız ya da yetersiz olmasının, doğrudan askeri müdahaleyi gerektirmediğini savunmuştur. Nitekim olabildiğince politik, ekonomik ve askeri yaptırımları kapsayan, askeri müdahale yönünden eksik olan caydırıcı tedbirlerin alınması gerekmektedir. Yaptırımlar, otoriter devletlerin nepotist yapısı da düşünüldüğünde devlet yetkililerinin ikna edilmesi amacını taşımaktadır. Askeri olmayan tedbirlerde sivillerin zarar görmemesi için özen gösterilmelidir. Zira geçmişte uygulanan ekonomik tedbirler halklara zarar vermiştir ve zamanla yaptırımların istismarı söz konusu olmaktadır. Irak, Sierra Leone, Yugoslavya ve Darfur’da merkezi hükümetlere yönelik siyasi tavrı gösteren yaptırımlar, sivil halkın zarar görmesini ve bu ülkelerin de istikrarsızlık içerisine girmesine neden olmuştur. İnsani krizlerin ortadan kalkması için belirlenen yaptırımlar, sivillerin günlük hayatlarını etkilemekte, hayat pahalılığı, işsizlik gibi sorunlardan kaynaklanan daha büyük çaplı istikrarsızlıkları beraberinde getirmektedir. (Heine-Ellison, 2001) Yaptırımların temel olarak, askeri, ekonomik ve politik/diplomatik olmak üzere üç alanda çeşitli hedefleri bulunmaktadır. Askeri alandaki hedefleri; silah ambargosunun uygulanması ve askeri işbirliğinin ve eğitim programlarının sonlandırılmasıdır. Ekonomi alanındaki hedefleri ise; ülkenin dış varlıklarını ya da terör örgütü liderlerinin dışarıdaki mallarını hedef alan finansal yaptırımları, gelir getiren faaliyetlere yönelik kısıtlamaları, sivillere ve yerel ekonomiye etki etme ihtimali bulunmasına rağmen petrol ürünlerine erişim noktasında getirilecek sınırlamaları ve havacılık yasaklamalarını içermektedir. Politika ve diplomasi alanındaki hedefler; sınır dışı etmeyi de kapsayan bir şekilde diplomatik temsil konusunda sınırlamaları, bireysel ve ailevî seyahat sınırlamalarını, 40 üyeliğin askıya alınmasını, uluslararası ve bölgesel örgütlerden çıkarılmayı, bu örgütlerden gelen teknik ve malî yardımın kesilmesini, üye olmak istediği örgüt tarafından reddedilmeyi kapsamaktadır. Tüm bu yaptırım çeşitlerinin başlangıç noktası “müdahale etmeme” ilkesidir (ICISS, 2001a). Bu noktada Komisyon’un, BM Antlaşması’nda ortaya konan ilkelerin başında gelen kuvvet kullanmama ilkesini ihlal etmeme yönünde ısrarcı bir görüntü verme isteği bulunmaktadır. Müdahale etmeme ilkesi, Komisyon tarafından “kültürleri ve halkları koruyan, toplumların dini, etnik ve medeniyet farklılıklarını koruma altına alan bir olgu” olarak kabul edilmiştir. Öncelikli hedef zarar vermemektir. Fakat olağanüstü durumlarda, bu kuralların istisnaî hâle gelmesi istenmektedir. Söz konusu olayların insanlığın vicdanını şok etmesi ve uluslararası güvenliğe tehdit oluşturması gerekmektedir. Askeri müdahaleleri gerçekleştirilmesi için de geniş uzlaşmayla bir görev tanımı oluşturulmalı ve belirli ölçütler ortaya konulmalıdır. Komisyon, ölçütler konusunda tam bir uzlaşı sağlanamayacağını kabul etse de “söylemle eylem/gerçeklik arasındaki boşluğu doldurmak” istemiştir (Massingham, 2009). Komisyon bu ölçütleri altı başlık altında toplamıştır. Bunlar; “doğru otorite, haklı sebep, iyi niyet, son çare, orantılı araçlar, makul beklentiler” olarak belirlenmiştir. Askeri müdahalenin meşrulaştırılabilmesi için spesifik olarak şu olayları içermesi gerekmektedir: “- 1948 Cenevre Sözleşmesinde belirtilen geniş ölçekli kitle ölümleri ya da buna yönelik bir tehdidin ortaya çıkması - Devletin fiili müdahalesini içersin ya da içermesin, soykırım niyetiyle ya da bu niyet olmaksızın gerçekleştirilen kitle kıyımları ya da buna yönelik bir tehdidin ortaya çıkması - Bir grubun üyelerini sistematik olarak yok etmeye, belirli bir bölgedeki varlıklarını yok etmeye, belirli bir coğrafi alanda belirli bir grubun sistematik bir şekilde fiziksel olarak ortadan kaldırılmasına, insanları kaçmaya zorlamaya yönelik terör faaliyetleri, belirli bir grubun kadınlarına siyasi amaçlarla tecavüz edilmesi gibi etnik temizlik olayları - Cenevre Sözleşmesinde ve Ek Protokollerinde belirtildiği şekliyle işlenen insanlığa karşı suçlar ve savaş hukuku ihlalleri, geniş kitle kıyımları ya da etnik temizlikler - Devletin çökmesi, kitlesel açlıkların ortaya çıkması ya da iç savaş hali - Doğal ve çevresel felaketlerin ortaya çıkması, devletin bunlarla baş edememesi ya da baş etmek istememesi, ileri derecede can kayıpları ya da can kayıplarının oluşmasına yönelik tehditlerin varlığı.” (ICISS, 2001a) Tüm bu ifadelere rağmen Komisyon, doğrudan bir suç tanımı yapılmasına karşı çıkmıştır. Zira Komisyon, önleyici tedbirlerin öncelenmesini hedeflemektedir. Komisyon, 41 bunlara ek olarak, demokratik hükümetlerin askeri yöntemlerle devrilmesi durumunda, askeri destek istendiği takdirde BM Antlaşması’nın 51. maddesi kapsamında bir uluslararası müdahalenin gerçekleştirilebileceğini kabul etmiştir. Fakat yine de bunun geniş ölçekli kitle kıyımı ya da bu nitelikte bir kıyımın gerçekleşmesi tehdidinin ortaya çıkması ile sınırlandırılmasını savunmuştur. Müdahalenin gerçekleştirilmesi konusunda bir uzlaşmanın sağlanması durumunda, ölçütlere uyulup uyulmadığının kapsamlı bir şekilde araştırılması gerekmektedir. Bu noktada da dışarıdan gelen bilgilerin doğruluğunun incelenmesi önem arz etmektedir. (ICISS, 2001a) Koruma sorumluluğu kapsamında askeri müdahalenin yapılması için gerekli olan şartların oluşması durumunda devletler, çoğunlukla BM Güvenlik Konseyinden onay alarak müdahaleye girişebilmektedir. Teoride Güvenlik Konseyi’nin müdahale izni ya da müdahale kararı vermesi gerekirken, uygulamada geçmişte birtakım farklılıklar görülmüş, askeri müdahalenin gerçekleştirilmesi sonrasında, müdahale kararı alınması için Güvenlik Konseyi’ne sonradan başvuru yapıldığı da olmuştur. Güvenlik Konseyinden müdahale kararı çıkması aşamasında, özellikle 1999 yılındaki Yugoslavya müdahalesinden bu yana veto hakkından kaynaklanan çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunları gidermek adına askeri müdahale konusunda çeşitli modellemeler yapılmıştır. Bu modellemeler genellikle zora dayalı ve rızaya dayalı modeller olarak iki kısma ayrılmaktadır. Rızaya dayandırılan modeller; özgür bir şekilde rıza gösterilen ve rıza göstermeye zorlanılan modeller olarak iki alt gruba ayrılmaktadır. Özgür bir şekilde rıza gösterilen modellerde, kriz yaşanan bölgelerde hükümetin ve/veya silahlı grupların kendiliğinden rıza göstermesi beklenirken; tarafların rıza göstermeye zorlandığı modellerde hükümetin ve/veya silahlı grupların ödül ya da caydırıcı tedbirlerle cezalandırılma tehdidi yöntemiyle askeri müdahaleye rıza göstermesi beklenmektedir. Zora dayandırılan modellemeler ise rızanın oluşmadığı durumlarda BM’nin ele alacağı süreçlere dayandırılmıştır. BM Antlaşmasının yedinci maddesine uygun olarak yürütülen bu süreçlerin oluşturduğu modellemede; Güvenlik Konseyi’nin yetkisi, küresel bir jüri olarak Güvenlik Konseyi, Genel Kurul’un yetkisi, bölgesel düzenlemeler ve gönüllüler koalisyonu zora dayandırılan modellemelerin temel parçaları olarak gösterilmektedir (Wheeler, 2008). Bir bütün olarak müdahale konusu incelendiğinde, uluslararası müdahalenin önleyici sorumluluk ve inşa sorumluluğu ele alınmaksızın gerçekleştirilmesi durumunda müdahale edenin etkisini kıracağı değerlendirilmektedir (Pattison, 2010: 80). Bunun yanında iç çatışmaların ve insani krizlerin çözümü için yapılacak işbirliğinin, küreselleşen 42 dünyada bütün ülkelerin çıkarına olacağı kabul edilmiştir. İşbirliğinin sağlanamadığı durumlarda askeri müdahalenin ölçeği, süresi ve yoğunluğu insani amaçlara uygun olmalıdır. Müdahalenin, ülkenin siyasal sistemine vereceği zarar minimize edilmeli, hedefler konusunda bir sıralama yapılmalıdır. Müdahale sırasında insancıl hukuk kurallarının gözetilmesi, bu alanda yeni standartların kazandırılmasını sağlayacaktır. Komisyon, tartışma getirecek bir şekilde askeri müdahalenin, amacına ulaşma şansı yüksekse hukukî sayılacağını, buna paralel olarak Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden herhangi birine yapılacak müdahalenin de hukuksuz sayılabileceğini ifade etmiştir. Bu kural, diğer büyük güçlere yapılacak saldırılar için de geçerli olacaktır. Büyük güçlere karşı müdahale yerine çeşitli baskı yöntemlerinin uygulanması daha kabul edilebilirdir (ICISS, 2001a). Komisyon, harekete geçme sorumluluğuna dair, her ne kadar detaylı açıklamalar yapsa da akıllarda bazı soru işaretleri kalmaktadır. Yaptırımlar konusunda, devlete yönelik yaptırımların başlangıçta doğrudan şahıslara uygulanması ya da sorumlu şahıslara yönelik tedbir alınması, sorunların çözümünü kolaylaştırabilir. Zira yaptırımlardan, tıpkı devletçi ekonominin uygulanması sırasında burjuvanın daha da zenginleşmesi gibi, bürokratik ve oligarşik yapıların kâr sağlaması muhtemel bir tehdit olarak göze çarpmaktadır. Aynı şekilde plütokratik ve otokratik yapıların kişisel yaptırımlardan etkilenmeyeceği de savunulabilmektedir. Yaptırımların devletlerce uygulandığı varsayılsa bile başta askeri savunma sanayi olmak üzere çok-uluslu karmaşık ticari ve endüstriyel yapıların faaliyetlerinin engellenmesi zor görünmektedir. Bu nedenle yaptırımı delen şirketlere etkin önlemler uygulanması çözümün sağlanmasında etkili olabilecektir. Yaptırım konusunda, idealist politikaların realist politikalara mahkûm edilmesi kuvvetle muhtemel görülmektedir. Nitekim petrol ihraç eden ülkelere yaptırım uygulanması pek tercih edilebilir bir seçenek olmazken, kolektif uzlaşmanın sağlanarak bu ülkelere yönelik kuvvet kullanımının gerçekleştirilmesi daha kolay benimsenebilen bir politikadır. Politika ve diplomasi alanında uygulanacak yaptırımlar konusunda da, kendisine yaptırım uygulanacak ülkenin her anlamda kapalı bir devlete sahip olması durumunda yaptırımların etkisini sorgulanır hâle getirmektedir. Raporun müdahaleye ilişkin bölümleri de çeşitli soru işaretlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Kriterlerin sağlanması konusunda, siyasi krize ilişkin bilgilerin yanlış olması durumunda ve bu bilgiye binaen yapılacak müdahalelerin ortaya çıkaracağı maliyetten ve sorumluların yükümlülüklerinden hiçbir surette bahsedilmemiştir. Aynı 43 zamanda alandan elde edilecek bilgilerin doğru ve yanlış olarak kesinliğini belirleyecek bir denetim mekanizması da öngörülmemiştir. Yanlış bilginin ya da propaganda unsuru bilginin yayılmasını önlemeye yönelik bir prosedür de belirlenmemiştir. Ayrıca Uluslararası Kızılhaç Komitesi gibi uluslararası kuruluşların müdahale için gerekli olan kriterleri araştırması ya da bu konuda incelemeler yapması, bu tür kuruluşların hükümetdışı kuruluş olmaktan çıkıp birer hükümet merkezli hareket eden sahte sivil toplum kuruluşlarına dönüşeceğine dair şüphelerin ifade edilmesine neden olmuştur. BM’nin müdahale alanı kâğıt üstünde oldukça geniş görünse de bütün riskli bölgelere BM gözlemcilerinin gönderilmesi ya da yerleştirilmesi hususu yine Komisyon’un belirttiği nedenlerle pek mümkün gözükmemektedir. Gözlemcilerin yerleştirilmesi durumunda dahi bu kişilerin denetlenmesi de ayrı bir sorun teşkil etmektedir. Ortaya çıkan soru işaretlerinde biri de müdahalenin uluslararası siyasetin bir parçası olması nedeniyle müdahale için kimin en yetkili aktör olacağı konusunda dile getirilmiştir. Bu bağlamda NATO’nun Kosova müdahalesi sıklıkla ele alınmıştır. Nitekim Komisyon da bu müdahaleyi “meşru fakat hukuka aykırı müdahale” olarak nitelendirmiştir. Fakat tektaraflı bir müdahale fikrine Komisyon sıcak bakmamıştır. (Gilligan, 2013) Sonuç olarak, ICISS’in harekete geçme sorumluluğu, insani ihtiyaçlara yaptırımlar ve hukuki önlem yolu ve son aşamada askeri müdahale de dâhil olmak üzere caydırıcı yöntemlerle cevap verilmesi, bunun da önleyici sorumluluk ve inşa sorumluluğu ile bağlantılı bir şekilde ele alınmasını içeren bir sorumluluk türü olarak nitelendirilmektedir (Puley, 2005) . Hukuki zemini bulunmayan fakat devletlerin insan haklarını koruma konusunda yetersiz kaldığı ya da bu hakları koruma isteğine sahip olmadığı durumlarda uluslararası toplum meşru bir görev yüklenmesinin sonucudur (Massingham, 2009). Önleyiciliğin başarısız olduğu durumlarda müdahale öngörülürken müdahalenin başarıya ulaştığı durumlarda barışın inşası önem kazanmaktadır. ICISS, önleyicilik ve hareket sütunlarından sonra müdahale sonrasında yapılması gerekenleri üçüncü bir sütunda, ‘inşa sorumluluğu’ sütununda ele almıştır. 3.4. İnşa Sorumluluğu ICISS tarafından ortaya konulan Koruma Sorumluluğu doktrininin üçüncü sütunu inşa sorumluluğu; barışı koruma, güvenlik, adalet ve uzlaşma, kalkınma, BM yetkisi altında idare, yerel sahiplenme ve işgal sınırlamaları, egemenlik, yerel sahiplenmenin başarılması başlıkları altında incelenmiştir. 44 İnşa sorumluluğunun yerine getirilebilmesi için öncelikle toplumsal zeminde bir uzlaşma sağlanmalıdır. Müdahaleyi ortaya çıkaran koşulları yok etmeye yönelik stratejiler belirlenmeli, en başta da “bir çıkış stratejisi” oluşturulmalıdır. Komisyon, müdahalenin sonrası için üç ana hedef belirlemiştir: “sürdürülebilir barış, iyi yönetişim ve sürdürülebilir kalkınma.” Koruma sorumluluğu kapsamında bu hedeflere ulaşılabilmesi için müdahale edene verilen yetki ve görevlerden biri de yerel yöneticilerle ortak hareket ederek kamu düzenini ve güvenliğini sağlamaktır. Bir yandan müdahale edilen ülkede askeri olarak konuşlanmak gerekirken diğer yandan da hedeflerin ve görevlerin yerine getirilebilmesi için fonlara ihtiyaç duyulacaktır. Müdahale sonrası dönemde, güvenliğin sağlanmasıyla ilişkili tedbirlerin başında, “rövanşist eylemlere ve zıt yöndeki kıyımlara dikkat etmek, daha önce suç işlemiş azınlıkları kontrol altında tutmak” gelmektedir. Müdahale sonrası dönemde en temel güvenlikleştirici yöntemler; “silahsızlanma, seferberlik halinin sonlandırılması ve yerel güçlerin yeniden bir araya getirilmesi” olarak belirlenmiştir. Bu aşamanın en zorlu konusunun “yerel güçlerin yeniden bir araya getirilmesi” olduğu, bu başarılmadan kalıcı bir başarıdan bahsedilemeyeceği vurgulanmıştır. Müdahale sonrası dönemde güvenliğin sağlanması için, “her ne kadar hassas ve uzun vadeli bir çaba olarak görülse de”, yeni silahlı kuvvetlerin ve polis gücünün oluşturulması gerekmektedir (ICISS, 2001a). Müdahale sırasında askeri gücün önemi büyük iken, müdahale sonrasında iç güvenliğin sağlanması açısından polis gücüne ekstra önem atfedilmiştir. Adalet ve uzlaşma konusunda, askeri müdahalenin gerçekleştiği ülkede, kesintisiz işleyen bir yargı sisteminin olmaması ya da adalet mekanizmalarının tahrip edilmiş ya da yok edilmiş olması veyahut da bu tür bir mekanizmanın hiç kurulmamış olması, şiddetin sorumlularını ortaya çıkarmanın veya yargılamanın neredeyse imkânsız olduğunu göstermektedir. Hükümet dışı birçok kuruluş, bu gerçeği görerek, bu sorunun giderilmesine yönelik adalet paketleri hazırlamıştır. Komisyon, bu paketlerin, “standartlara uygun ceza kanunlarını içermesinde fayda olduğunu, bu kanunların da müdahaleyle birlikte uygulanmaya başlamasını, azınlıkları korumasını, müdahaleyi gerçekleştiren güçlere, suçlu kişileri tutuklama yetkisi vermesi gerektiğini” dile getirmiştir. Ek olarak, birçok engellemelerle karşılaşılmasına rağmen “yurtlarına geri dönen mültecilerin hakları” çerçevesinde etnik ya da diğer azınlıkların haklarının ele alınması gerektiği savunmuştur. Hatta bu kişiler için konutlar inşa edilmeli ve ayrımcılığı gözler önüne seren idari ve bürokratik engeller ortadan kaldırılmalıdır. Bu noktada etkinliğin sağlanması için; geri dönüşlerde sürdürülebilirliğin sağlanması, sosyal ve ekonomik koşulların iyileştirilmesi, 45 sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimin kolaylaştırılması, iyi yönetişimin sağlanması, ülkenin ekonomik olarak yenilenmesi elzem görülmüştür. (ICISS, 2001a) Kalkınma konusunda; Komisyon, barışı inşa sorumluluğunun, ekonomik büyüme, piyasa inşası ve sürdürülebilir kalkınmayı kapsaması gerektiğini ve buna bağlı olarak da ekonomik tedbirlerin kaldırılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu noktada sivil inisiyatiflerin rol alması gerekmektedir. Komisyona göre; müdahaleyi gerçekleştiren devletler, kalkınma sorumluluğunu ve proje uygulamalarını, yerel yönetime ve ulusal ve uluslararası ajanslarla çalışan yerel aktörlere devretmelidir. Gelir getirecek projeler gerçekleştirilmeli, demobilize savaşçılar bu projelere yönlendirilerek sivil hayata alıştırılmalıdır. Komisyon, BM yetkisi altında idare konusunda BM Antlaşmasının 12. Bölümünün inşa faaliyetleri açısından bir rehber niteliğinde olduğunu, bu faaliyetlere de uluslararası toplumun destek ve katkı sunması gerektiğini ifade etmiştir. Devletlerin amacı ise tekrar sivil toplumun oluşmasını sağlamak ve altyapıyı rehabilite etmek olmalıdır. Bu nedenle koruma sorumluluğu, daha geniş siyasi özerklik, self-determinasyon, ülke içindeki grupların bağımsızlığı gibi hedefleri olan bir politikanın aracı değildir ve asla böyle olmamalıdır. Müdahale, ayrılıkçı fikirlerin oluşmasına zemin hazırlamamalıdır. (ICISS, 2001a) Egemenlik konusunda Komisyon, müdahale edenin ülke içerisinde otorite kurmasının barışı, istikrarı ve iyi yönetişimi beraberinde getireceğini savunmuştur. Komisyona göre; kurulacak otorite, geçici nitelikte olmalı ve mevcut anayasayı korumayı kendisine ilke edinmelidir. Yerel elitlerin mevcut koşullardan faydalanmasına imkân verilmemeli, bunun yanında yönetilen insanlara düşman muamelesi yapılmamalıdır. Müdahaleyi gerçekleştirenlerin “zengin” ülkeler olmaması, geçiş döneminin uzun olmasına neden olacaktır. Bu da büyük maddi zararlara yol açabilir. Bu nedenle müdahale eden ile müdahale edilen arasında çıkar birlikteliğinin sağlanması gerekli görülmüştür. (ICISS, 2001a) Yerel sahiplenmenin başarılması, Komisyon’un büyük önem atfettiği konulardandır. Bu noktada Komisyon, uluslararası ve yerel aktörler arasında denge oluşturulmasını zaruri bir ihtiyaç olarak görmüştür. Nitekim uluslararası aktörler güvenliğin sağlanması ve inşa faaliyetlerine girişilmesini sağlayacak önemli kaynaklara sahiptirler. Bu kaynakların etkin bir şekilde kullanılmasını sağlamak için bu aktörlerin, alanda siyasi sorumluluk almaları gerekmektedir. Çatışan gruplarla etnik gruplar arasında işbirliğini destekleyecek siyasi süreçler, çeşitli riskler de göz önünde bulundurularak 46 hazırlanmalıdır. Bu noktada iki risk ön plana çıkmaktadır. Bu riskler; süreç başlamadan çatışmaların tekrar başlaması ve yerel aktörlerin siyasal sorumluluk üstlenmemesidir. Nihayetinde uluslararası aktörlerin uzun vadedeki hedefi, kendilerini devre dışı bırakmak olmalıdır ve sorumluluk devredilmelidir. Böylece müdahale de meşruiyetini sağlamış olacak, müdahalelerin neo-kolonyal bir emperyalist girişim olarak algılanması engellenecektir (ICISS, 2001a). 3.5. Birleşmiş Milletler’in Koruma Sorumluluğu Konusunda Attığı Adımlar Koruma Sorumluluğu’nun uluslararası gündeme sokulması BM’nin yoğun faaliyetleri sonucunda gerçekleşmiştir. Nitekim BM Antlaşması’nın müdahale konusunda Güvenlik Konseyi’ne verdiği yetkiler, egemenlik kavramına yine BM Antlaşması’nda yapılan vurgu, hepsinden öte BM’nin uluslararası siyasette bir anlamda bir üst otorite olarak görülmesi, kavramın BM nezdinde incelenmesini gerektirmiştir. BM tarafından hazırlanan raporlar ve BM’nin aldığı kararlar, doktrinin kat ettiği aşamaları göstermesi nedeniyle önemlidir. 2004 yılında yayınlan Tehditler, Zorluklar ve Değişim Yüksek Düzeyli Paneli “Daha Güvenli Dünya: Paylaştığımız Sorumluluklar” raporu küresel güvenlik sorunlarını saptaması ve doktrinin bu sorunlara uygulanabilirliğini ele alan ilk rapor olması bakımından önemli bir yere sahiptir. 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi, uluslararası toplumun ortak uzlaşısıyla doktrinin uygulanmasına yönelik bir çerçeve hazırlaması, birçok yazara göre doktrine yasal zemin sağlaması ve mevcut koruma sorumluluğu anlayışını yansıtması bakımından incelenmesi zorunlu bir belgedir. Ban Ki Moon’un 2008 yılında Berlin’de yaptığı konuşma, kavramın BM’nin politik bir aracı hâline getirilmesini, en yüksek ağızdan tanımının yapılmasını ve doktrinin karşılaşabileceği muhtemel sorunların ortaya konulmasını sağlamıştır. Son olarak 2009 yılında BM Genel Sekreteri tarafından hazırlanan “Koruma Sorumluluğu’nun Uygulanması” raporu, 2005 Belgesi çerçevesinde yeni bir operasyonel bir çerçevenin ortaya konulması gerekliliğini ve bunun unsurlarını ele alması bakımından teoriden pratiğe geçişi yansıtmaktadır.(“Core Documents: Understanding RtoP,” 2015) Bu bölümde Koruma Sorumluluğu’nun uluslararası toplum tarafından ele alınışında ortaya çıkan değişimler, BM Genel Sekreteri tarafından hazırlanan raporlar ve 2005 Dünya Zirvesi çerçevesinde ele alınacaktır. 47 3.5.1. Tehditler, Zorluklar ve Değişim Yüksek Düzeyli Paneli “Daha Güvenli Dünya: Paylaştığımız Sorumluluklar” raporu 11 Eylül saldırıları sonrasında bariz bir hâle gelen küresel terör sorununun uluslararası politikanın merkezine yerleşmesi, Birleşmiş Milletler’in güvenlik eksenli yeni girişimlerine kapı aralamıştır. Genel Sekreter Kofi Annan’ın girişimiyle 2004 yılında gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Panel’de küresel siyasetin karşılaştığı zorluklar ele alınmış, bununla birlikte BM’nin devam etmekte olan ve gelecekte de devam etmesi beklenen barış gücü operasyonları ve bu kapsamda ihtiyaç duyulan konsept değişiklikleri de ele alınmıştır. Panel sonunda hazırlanan sonuç raporu dört konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Birinci bölümde; yeni güvenlik konsensüsü, ikinci bölümde; ortak güvenlik ve önleyicilik, üçüncü bölümünde; ortak güvenlik ve kuvvet kullanımı, dördüncü bölümde ise Birleşmiş Milletler’in 21. yy’ın küresel politik yapısına uygun bir teşkilat yapısına kavuşturulması konusu ele alınmıştır. Rapora göre; BM’yi şekillendiren temel unsur dekolonizasyondur. Dekolonizasyon süreci sistem içerisinde istikrarsızlıklara, insani krizlere neden olmuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise BM’nin rolü değişmiş, BM, Kuveyt ve Somali örneklerinde olduğu gibi insani amaçlı müdahalelere onay vermiştir. Buna rağmen daha barışçıl bir dünya hayal edilirken dünyanın farklı bölgelerinde meydana gelen kitle kıyımları ve takip eden süreçte 11 Eylül saldırıları, BM’nin 1373 sayılı kararla devletleri terörizme karşı mücadele etmeye çağırmasına sebep olmuştur. Buna göre “tehditler artık belirli bir yerden gelmemektedir ve sınır aşmaktadır”. Dünya ekonomisine yapılan bu saldırılar zamanla nükleer terörist faaliyetlere dönüşecektir. İstisnasız tüm devletler, tehditlere karşı kendilerini tek başına koruyamayacaklardır. Devletlerin, kendilerini koruyamamaları ve güvenliği sağlayacak kurumlara sahip olmamaları hem doğrudan söz konusu devletlere hem de bulundukları bölgeye yönelik bir tehdit oluşturacaktır. Bunun için işbirliğine önem verilmelidir. BM Antlaşması, taraflara, egemenlik hakkı vermesinin yanı sıra kendi halkını koruma ve komşularına zarar vermeme sorumluluklarını da yüklemiştir. Raporda Afrika kıtası spesifik bir konu olarak ele alınmıştır. Rapora göre; yoksulluk ve salgın hastalıklar en çok Afrika kıtasını etkisi altına almaktadır. Bu nedenle genç nüfus, güvenlik konusunda kıtaya yönelik en büyük tehdit olarak görülmüştür. Afrika’nın başta gelen sorunlarının çözülmesi için 2000 yılında belirlenen Milenyum 48 Kalkınma Hedefleri doğrultusunda bütün devletler, yoksulluğun üstesinden gelmek, ekonomik kalkınmayı sağlamak ve sürdürülebilir bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi için harekete geçmeye karar vermiş olsa da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Bu nedenle hedeflerin revize edilmesi ve bu doğrultuda çalışmaların başlatılması gerekmektedir (Annan, 2004). Devletlerarası çatışmalar, bölgesel sorunların çözülememesi nedeniyle halen devam etmektedir. BM’nin barışı inşa çabaları da beklenen başarıyı yakalayamamıştır. Başarısızlıkların çoğu etnik kıyım ve soykırım ile mücadele konusunda olmuştur. Bu nedenle bu tür suçlara karşı mücadelede yeni bir çerçevenin ve yeni normların belirlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle Güvenlik Konseyi’nin yapması gerekenlerden biri de Roma Statüsü altında elde ettiği yetkilerle Uluslararası Ceza Mahkemesi ile işbirliği yapmasıdır. Fakat bunun yanında yasal mekanizmaların güçlendirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır. BM, hukukun üstünlüğü ilkesini baz alarak yerel otoritelerle, uluslararası finans kurumlarıyla, sivil toplum örgütleriyle ve özel sektör temsilcileriyle bir araya gelerek çatışma yaşayan ya da böyle bir tehdit yaşayan ülkelerde norm ortaya koymaya çalışmalıdır (Annan, 2004). 3.5.2. 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’nin 138., 139. ve 140. maddeleri 2005 Dünya Zirvesi, Koruma Sorumluluğu yaklaşımı açısından adeta bir dönüm noktasıdır. Komisyon çalışmalarının yanı sıra her iki BM Genel Sekreteri’nin yoğun faaliyetlerinin bir meyvesi olarak 2005 yılında gerçekleştirilen Dünya Zirvesi’nde kavramın uygulama boyutu ele alınmış ve Koruma Sorumluluğu’na ilişkin ilkeler 192 ülke tarafından belirlenmiştir (Susan Martin, 2010). Kuvvet kullanma ve ülke içerisinde yerinden edilmiş insanlara yönelik konular (Mooney, 2010) başta olmak üzere birçok uluslararası sorunu ele alan Sonuç Belgesi’nin 138., 139. ve 140. maddeleri, koruma sorumluluğuna yeni bir boyut kazandırmıştır. Sonuç Belgesi’nde, ilk defa, Koruma Sorumluluğu doktrininin uygulanabilir hâle gelmesi için suç çeşitleri belirlenmiştir. Buna göre; soykırım, etnik temizlik, insanlığa karşı suç ve savaş suçları, devletlerin koruma sorumluluklarını ortaya çıkaran dört ana suç kategorisini oluşturmuştur. Buna göre; her devlet, kendi halkını soykırımdan, savaş suçlarından, etnik temizlikten ve insanlığa karşı işlenen suçlardan korumakla sorumludur. Bu sorumluluk, sadece salt bir koruma faaliyetini içermemektedir. Bununla birlikte her egemen devlet, bu suçların işlenmesini önleyecek faaliyetlerde bulunmak, bu doğrultuda 49 bir politika yürütmek, bu tür suçların teşvik edilmesini de engellemek de devletlerin sorumluluklarından biri olarak sayılmıştır. Devletler, bu yönde çaba sarf ederken uygun ve gerekli her türlü araçları kullanmaya da yetkilendirilmişlerdir. Belgede tüm devletler, bu sorumluluğu kabul ettiklerini ve de buna uygun olarak davranacaklarını ifade etmişlerdir (2005 World Summit Outcome, 2005). Belge ile devletler, çokça tartışılan bir kavram olan uluslararası topluma da, “devletlere sorumluluklarını yerine getirme hususunda yardımcı olmasını ve Birleşmiş Milletler’in erken uyarı kapasitesi inşası çalışmalarına da destek vermesini” istemişlerdir. Uluslararası toplumun, bu sorumluluğunu yerine getirirken BM Antlaşması’nın altıncı ve yedinci bölümlerine uygun hareket edeceği aynı zamanda uygun diplomatik, insani ve barışçıl araçları kullanarak bu sorumluluğunu yerine getireceği belirtilmiştir. BM üyeleri, bu bağlamda, ihtiyaç duyulan durumlarda, Güvenlik Konseyi aracılığıyla, zamanında ve kararlı bir şekilde toplu hareket edecektir. Toplu hareket etme esnasında BM Antlaşması’na özellikle sekizinci bölümün hükümleri esas alınarak riayet edilecektir. Bununla birlikte ilgili görülen ve uygun nitelikteki diğer bölgesel örgütlerle de işbirliği yapılacaktır. Belgede, toplu bir karar alma yerine, her olay için, belirtilen ilkeler doğrultusunda ayrıca karar verilmesi benimsenmiştir. Barışçıl araçların yetersiz kalması ve ulusal otoritelerin ya da bir diğer devletlerin, açık bir şekilde, halklarını, belirtilen suçlardan koruyamaması müdahaleye yol açacak olan ana neden olarak kabul edilmiştir. Belgede, Genel Kurul’un, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı ve uluslararası hukuku gözeterek, belirtilen dört ana suç kategorisinden sivilleri koruma sorumluluğunu ele almasına ihtiyaç duyulduğu da ifade edilmiştir. Devletler, gerekli ve uygun olduğu müddetçe, devletlere, halklarını, belirtilen bu dört ana su kategorisinden korumak için kapasite inşası konusunda ve de çatışma tehlikesiyle karşı karşıya olanlara bu tehlike gerçekleşmeden yardımcı olacaklarını vurgulamışlardır. Belgenin Koruma Sorumluluğu ile ilgili son metninde devletler, BM Genel Sekreteri Özel Temsilcisinin soykırımı önleme konusundaki misyonuna tam destek sunduklarını dile getirmişlerdir (2005 World Summit Outcome, 2005). Her üç madde tüm üye ülkeler tarafından resmî olarak kabul edilse de söz konusu maddelere yönelik eleştirilerde bulunan devletler, doktrine dair yasal zeminin sağlanıp sağlanmadığı konusunda tereddütlerini ifade etmişlerdir. Buna rağmen 139. Paragraf, siyasi isteğin oluşması durumunda harekete geçilebileceğini öngörerek müdahale etmeme nedenlerinden birini ortadan kaldırmıştır. Aynı zamanda her olay için ayrı bir kolektif 50 tutum benimsenmesi de bu paragrafla kabul edilmiştir (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). 139. Paragrafın en önemli özelliklerinden biri de insani müdahale konusundaki suiistimalleri sınırlamaya çalışmak olmuştur. En somut örnek olarak; Fransa’nın Ruanda soykırımı esnasında zamanında müdahale etmemesini, daha fazla can kaybını önleme imkânı varken politik amaçlarını göz önünde bulundurarak ve insani olmayan nedenlerden ötürü müdahaleyi geciktirmesini göstermek mümkündür. Bu paragrafla bunu önlemek için Güvenlik Konseyi’nin kendi müdahale prosedürlerini ortaya koyması gerektiği belirtilmiştir (A. J. Bellamy, 2008). 2005 Dünya Zirvesi Belgesine yönelik eleştirilerden biri de BM Güvenlik Konseyi’nin, hızlı müdahaleye ihtiyaç duyulan durumlarda müdahaleden çekinmesi ya da müdahale konusunda bir oydaşmanın sağlanamaması durumunda koruma sorumluluğunu yerine getirecek alternatif bir mekanizma ortaya koyamadığı yönündedir (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). Dolayısıyla müdahalenin kim tarafından gerçekleştirileceği konusunda bir belirsizliğin ortaya çıkması muhtemel görünmektedir. Bilindiği gibi Belge; savaş suçları, soykırım, insanlığa karşı suç ve etnik temizliği doktrinin uygulanmasını gerektiren ana suçlar olarak sıralamıştır. Fakat doktrin öncesinde kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi yargı organlarına ve yargılamaya yönelik süreçlere ilişkin bir norm ortaya koymamıştır. Belirtilen suç türlerini gerçekleştirenlerin yargılanmasından çok bu suçları önlemeye odaklanmıştır. Belgenin bir diğer önemli yanı ise inşa sorumluluğuna herhangi bir vurgu yapmamasıdır (J. F. Murphy, 2012). Dolayısıyla müdahaleyi temel çıkış noktası olarak ele almıştır. Belge, egemenliğin, sivillerin tehlike altında olduğu durumlarda, sivillerin korunması önünde bir kalkan olarak kullanılmasını engellemiştir (Sara Ellen Davies, 2010). Dolayısıyla birçok düşünür için egemenliğin Westphalia’da tanımlandığı hâlinden bir kopuşu ifade etmiştir. Mutlak egemenliğin yerini böylece sivilleri korumakla yükümlü bir egemenlik anlayışı almıştır. Zirve’nin Sonuç Bildirisi ile ICISS’in raporu arasında bazı ilkesel farklılıklar ortaya çıkmıştır. Sonuç Bildirisi’nde koruma sorumluluğunun uygulanması için müdahale konusunda karar alma sürecini belirleyecek ölçütler ortaya konmadığı gibi veto konusuna da çözüm getirilmemiştir. Aynı şekilde Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmayan insani müdahaleler konusuna da açıklık getirilmemiştir. Bunun yanında koruma sorumluluğunun devletten uluslararası topluma kayması için, egemen devletin açık bir şekilde sivil 51 vatandaşlarını koruma yetisinden yoksun olması ya da koruma konusunda isteksizlik göstermesi bir ön şart olarak kabul edilmiştir. En önemlisi de olaylara göre tutum belirlenmesi kabul edilerek uluslararası toplum kavramı üzerinde Güvenlik Konseyi’ne “her an müdahaleye hazırlıklı olma” görevi verilmiştir (A. J. Bellamy, 2008). 138, 139 ve 140. paragrafların, devletler için BM onayı olmaksızın insani krizlerde müdahale yükümlülüğü getirdiği savunulsa da 78. ve 79. paragrafların BM Antlaşması’na yaptığı vurgu üzerinden bir devlete doğrudan saldırı olmadığı takdirde o devlet için müdahale etme imkânının olamayacağını savunanlar da bulunmaktadır.(O’Connell, 2010). Belge, her ne kadar Birleşmiş Milletler’in harekete geçme konusunda başarısız olması durumunda bölgesel ya da tek taraflı hareket edilebileceğini savunsa da BM’nin yapısal sorunlarla karşı karşıya bulunduğu göz ardı edilmemelidir. BM, krizlere kararlı bir şekilde zamanında cevap verme konusunda yetersizdir. Bunun yanında Belge, egemenlik konusunda önemli sınırlamaları beraberinde getirmiştir. Zirve’de de tıpkı ICISS Raporu’nda olduğu gibi egemenliği sorumluluk olarak kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplum kitle kıyımlarını önleme görevi vermiştir. Tek taraflı müdahaleleri önlemek adına insan hakları ihlallerine ilişkin suçları sınırlandırmıştır. İkincil ve üçüncül hakların ihlalinde müdahale öngörmemiştir. Müdahale türleri arasında bir hiyerarşi oluşturarak iyi niyetli BM müdahalelerini tek taraflı müdahalelerin üzerinde, barışçıl eylemleri de şiddet içeren eylemlerin üzerinde konumlandırmıştır. Olumlu yanlarına rağmen Belge’nin, işgal amacıyla yapılan tek taraflı müdahalelerde, kendi ortaya koyduğu çerçevenin meşrulaştırıcı ve haklılaştırıcı olarak kullanılmasının önüne geçemediğini söylemek mümkündür (Bannon, 2006). Kısacası, Belge, nihayetinde yumuşak bir hukuk kuralı olarak görülmektedir. Ek bir yasal yükümlülük getirmemekte ve korumanın sağlanması için yeni bir uluslararası otorite ortaya çıkarmamaktadır. Sadece mevcut olanı yeniden yorumlamaktadır (J. M. Welsh, 2013). Belge, kuvvet kullanmama ilkesine ciddi bir meydan okuma olarak da görülmektedir. Bu nedenle uluslararası toplumun tüm aktörleri tarafından hâlihazırda ciddiyetle ele alınmaktadır. 3.5.3. BM Genel Sekreteri’nin 2008 Berlin konuşması 2005 yılında kamuoyuyla paylaşılan Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi, Koruma Sorumluluğu etrafında gelişen tartışmaları alevlendirmiştir. BM Genel Sekreteri Ban KiMoon, Koruma Sorumluluğu’na yönelik ilk kapsamlı açıklamasını, 15 Temmuz 2008 52 tarihinde, Berlin’deki Bertelsmann Foundation’da yapmıştır. Konuşmanın Almanya’da gerçekleştirilmiş olması, sembolik açıdan konuşmayı daha da anlamlı kılmıştır. Nitekim Ban Ki-Moon da konuşmasında, saldırgan ve sorumsuz egemenlik anlayışının 20. yy’da yol açtığı sorunların asla unutulmaması gerektiğini vurgulamıştır. Moon’a göre; Koruma Sorumluluğu, bir doktrin olarak, insani müdahaleye yönelik devrimci bir metin olarak görülmemelidir. Aksine egemenliği bir sorumluluk olarak algılayan olumlu bir fikirdir. Aynı şekilde, kavram, insani güvenlik kavramıyla da eş anlamlı olarak görülmemelidir. Kavrama göre çift taraflı bir şekilde tüm politikalar olası tehditlere karşı devletlerin yanı sıra insanların güvenliğinin sağlanmasını da esas almalıdır. Genel Sekreter, devletlerin 2005 yılında aldıkları ortak kararla, savaş suçlarına, soykırıma, insanlığa karşı işlenen suçlara ve etnik temizliğe karşı mücadele etmeyi kabul ettiklerini, bu korumayı da kendi vatandaşları olsun olmasın tüm sivillere sağlayacaklarını ifade etmişlerdir. Devletler, böylece sivilleri korumayı öncelikli yasal yükümlülük hâline getirmişlerdir. Bunun için de erken ve önleyici tedbirlerin alınması gerekmektedir. BM, bu tür tedbirlerin alınması için devletlere, kurumsal gücünden ve sahip olduğu ayrıcalıklardan faydalanarak her türlü destekte bulunmayı hedef olarak benimsemiştir. Devletler ise zamanında ve kararlı bir şekilde sorumluluklarını BM Antlaşmasına uygun olarak yerine getirmeyi kabul etmişlerdir. Altıncı, yedinci ve sekizinci bölümler kapsamında alınacak tedbirlerle, her bir olaya uygun olarak erken ve esnek karşılıkların verilmesi kabul edilmiştir (Moon, 2008). Genel Sekreter’e göre, Koruma Sorumluluğunun sadece belirtilen dört suç türünün oluşması hâlinde uygulanması öngörülerek, kapsamı kasten oldukça dar tutulmuştur. Zira doktrinin kabul edilen zeminin dışına çıkılarak doğal afetler, hastalıklar gibi olaylarda kullanılmaya çalışılması, kavramı uygulanamaz hâle getirerek işlevsiz yapacaktır. Moon, önleme ve koruma konularında üye devletlerin, sivil toplum kuruluşlarının, bölgesel ve altbölgesel örgütlerin birlikte hareket etmesi gerektiğini vurgulamıştır. BM’nin erken uyarı sistemleri geliştirilmesi ve bilgi alma ve uygulama alanlarında yenilikçi çözümlerin ortaya konması gerekmektedir. Devletlerin kapasitelerinin güçlendirilmesi ise başlı başına bir önleyici ve koruyucu faaliyettir. Kapasite inşası kavramı ise endişelenildiği gibi yeni bürokratik formların ortaya çıkarılmasına ya da BM programlarının yeniden canlandırılmasına yönelik değil, var olan çabaları koruma sorumluluğuyla desteklemeye yöneliktir. Moon, bunun en iyi örneğinin Kenya’da yaşanan kriz sırasında görüldüğünü savunmuştur. Moon’a göre; “devletlerin, bir kriz sırasında topluca koruma 53 sorumluluklarını yerine getirdikleri görülürse diğer devletlerin yaşadığı krizler, çok daha fazla büyümeden atlatılabilecektir”. Aynı şekilde devletlerin, koruma sorumluluklarını istismar etmeleri bu örnekten yola çıkılarak engellenmiş olacaktır (Moon, 2008). Koruma sorumluluğunun uygulamaya geçirilmesi, kuvvet kullanma yasağının delinmesi anlamına gelmeyecektir. BM’nin konuyla alakalı tüm mekanizmalarının güçlendirilerek hukukun üstünlüğünün sağlanması ve çok taraflı girişimlerin gerçekleştirilmesi, kavramın ana hedeflerindendir. Ban Ki-Moon, kavramın, Batılıların ya da Kuzeylilerin, Güneye bazı politikaların dayatılması amacıyla ortaya atıldığına ilişkin iddiaların hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını ifade etmiştir. Zira egemenlik ve insani müdahale kavramlarına ilişkin reformist çalışmalar, Afrikalı iki Genel Sekreter Boutros Boutros-Ghali ve Kofi Annan dönemlerinde başlatılmıştır. Bununla birlikte koruma sorumluluğu kavramının ortaya çıkmasından önce, 2000 yılında, Afrika Birliği, Birliğin savaş suçlar, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar karşısında müdahale hakkını tanımıştır. Genel Sekreter, Koruma Sorumluluğu’nun egemenlikle çeliştiği görüşüne de katılmamıştır. Nitekim güçlü devletler her zaman için vatandaşlarını bu tür felaketlerden koruyabilirken zayıf devletlerde ise bu kapsamda birçok kriz ortaya çıkmaktadır. Koruyucu çabalar, tam anlamıyla devletlerin ve Westphalia sisteminin güçlendirilmesine yöneliktir. Böylece Moon’a göre doktrinin esas amacının egemenliği güçlendirmek olduğu rahatlıkla söylenebilir (Moon, 2008). 3.5.4. BM Genel Sekreteri’nin 2009 “Koruma Sorumluluğu’nun Uygulanması” raporu 2008 yılında Berlin’de yaptığı konuşmayla Koruma Sorumluluğu doktrinini, “insani felaketlerin önlenmesi ve uluslararası güvenliğin sağlanması” açısından kritik olarak gören Ban Ki Moon, 2009 yılında yeni bir raporu BM Genel Kurulu’nun 63. oturumunda Genel Kurul’a sunmuştur. Genel Sekreter, yetki konusu başta olmak üzere Doktrinin üç sütunu ve gelecekte atılabilecek adımlara yönelik kapsayıcı bir çalışma ortaya koymuştur. Raporun ekinde ise erken uyarı mekanizmasının oluşturulması üzerine değerlendirmelere yer vermiştir. Raporda ilk olarak; etnik temizlik kavramından bahsedilmiştir. Rapora göre; soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar ve savaş suçları uluslararası hukukta yer alan kavramlardan iken etnik temizlik suçu bu kapsamda değildir. Etnik temizlik, diğer üç suç türünün oluşmasına sebep olmak bakımından bu suçlarla aynı kefeye konulabilmektedir. 54 Bu suçların çıkış aşamasında üç tür belirti tespit edilmiştir. Birincisi, krizin yaşanacağına dair belirtiler ortaya çıkmakta, sonrasında ilgili devlet hangi devletse, o devletin hükümeti siyasi nedenlerle belirtileri yok saymakta ve aynı şekilde uluslararası alanda da krizler küçümsenmektedir. Üçüncü aşamada ise Birleşmiş Milletler, kendi kurucu metninden doğan yükümlülüklerini yerine getirme konusunda başarılı olamamaktadır. Moon’a göre; insani müdahale kavramı, en ilkel biçimiyle, “masum insanların öldürülmesine göz yummak ya da zorlayıcı askeri müdahalede bulunmak seçeneklerinden birisini tercih etmekten başka bir çare bırakmamıştır”. Rapora göre; “devletler, koruma sorumluluğunun çekirdeğini oluştursa da egemenlikten kaynaklanan sorumluluklarını yerine getiremedikleri takdirde uluslararası toplum devreye girmelidir”. Önleme, öncelikli olarak bir iç meseledir ve devletlerin kendi sivil halklarını korumaları, devletin ve egemenliğin inşası anlamına gelmektedir. Genel Sekreter raporda; devletlerin, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’ne (UNHRC) kriz bölgelerinde yardımcı olmasının bir gereklilik olduğunu vurgulamıştır. Böylece kavramın ortaya koyduğu amaçlara, insan hakları konusunda gözlem ve koruma sağlayabilecek bir mekanizma üzerinden ulaşılması sağlanacaktır. Devletler, başta Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü olmak üzere koruma sorumluluğunun uygulanmasına kolaylık sağlayacak nitelikteki uluslararası hukuk metinlerine taraf olmalıdır. Genel Sekreter, raporda, toplumların da, dört ana suçun önlenmesi açısından bir oto-kontrol mekanizması ile kendilerini ve mümkün surette komşularını sürekli olarak krizlere karşı denetleyerek barışın tesis edilmesinde etkin bir rol oynayabileceğini savunmuştur. Afrika Hakemlik Mekanizması’nın, bu anlamda iyi bir örnek oluşturduğunu belirtmiştir. Bunun yanında bireylerin de bireysel sorumluluklarını güçlendirerek kitlesel şiddet olaylarını engelleyebileceğini diğer uluslararası aktörlerin de bireylerin değerler çerçevesinde verdikleri tepkileri desteklemesi gerektiğini ifade etmişlerdir (Moon, 2009). Genel Sekreter Moon, ikinci olarak, uluslararası yardım ve kapasite inşası sütununu ele almıştır. Genel Sekreter’e göre gerek bireysel gerekse bölgesel farkındalığın sağlanmasına yönelik girişimler, uluslararası yardım kapsamında yapılacak en akıllı yatırımlar olacaktır. Devletler için gerçekleştirilebilecek yardımlardan birisi de, acil durumlarda kullanılmak üzere hükümetlerle sivil toplum kuruluşlarının oluşturacağı bir mekanizma ile hızlı bir şekilde krizlere müdahale edecek bir kuvvetin oluşturulmasıdır. Dört suçtan herhangi birinin devlet-dışı aktörler tarafından gerçekleştirilmesi durumunda, ilgili devletin egemenliğinin tekrar inşa edilmesi için toplu olarak askeri yardımda 55 bulunulması bir yükümlülüktür. Buna göre olağanüstü durumlarda devletler, bu yükümlülüklerini yerine getirmekten çekinmeyeceklerdir. En yoksul ülkelere yapılacak mali yardımlar da dört suç kategorisinin ortaya çıkmasını önleyecektir. Tabii ki bu yardımların, toplum içerisindeki azınlıkları ve yoksul kesimi kapsaması gerekmektedir. Fakat birden çok grubun az gelişmiş olduğu toplumlarda, yapılacak yardımların mevcut istikrarı sağlayan dengede ani değişimler yapmamasına dikkat edilmelidir. Aksi takdirde yapılacak yardımlar, çatışmaların fitilini ateşlemek dışında bir işleve sahip olmayacaktır. Önleme, kapasite inşa etme ve koruma adına yapılabilecek her ne varsa, bu ağlar, kurum, ülke ve bölge bazında harekete geçmelidir. Üye devletlerden gelecek talep üzerine beş tür kapasite ya da barış inşası sürecinin uygulanması doğru olacaktır. Bu süreçler; “hassas bölgelerdeki gelişmelerin analizi, yerel arabuluculuk kapasitesi inşası, uzlaşma ve diyalog kanallarının işler hâle getirilmesi, yerel ihtilaf konularının çözülmesi, kapasitenin güçlendirilmesi” süreçleridir. Rapora göre; bu süreçlerin yanı sıra her üye devlet polis ve asker teşkilatını güçlendirerek sivillere karşı oluşabilecek muhtemel bir olumsuzluğun önüne geçmelidir. BM, kurduğu Barış İnşası Komisyonu ile devletlere, yükümlülüklerini yerine getirmesi konusunda yardımcı olacaktır. Komisyon’a bağlı olarak kurulacak Barışı İnşası Fonu da acil durumlarda kullanılmak üzere kaynak sağlayacaktır (Moon, 2009). Genel Sekreter Moon üçüncü sütunda; zamanında ve kararlı karşılık verme konusunu da ele almıştır. Moon’ a göre; “138. paragraf hükmünün yerine getirilmesi ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsüne uygulanabilirlik kazandırılması uluslararası toplumun görevidir”. Bu kapsamda nefret suçuna ve ırkçılığa karşı da tavır almak gerekmektedir. Özellikle liderlerin bu tür suçlara tevessül etmesinin önüne geçilmelidir. BM ve misyonları, bunu medya yoluyla toplumun her kesimine duyurmakla görevlidir. Karşılık verme noktasında hedeflenen yaptırımların, Güvenlik Konseyi onayıyla ve olaydan olaya göre değişecek şekilde belirlenmesi doğru olacaktır. Güvenlik Konseyi, yaptırımların belirlenmesi konusunda ilgili bölgesel örgütlerden destek alabilir. Zira BM Antlaşması’nın 41.ve 53. maddeleri ile 2005 Sonuç Belgesi’nin 139. paragrafı buna imkân vermektedir. Aynı şekilde Genel Kurul da, her ne kadar hukuki bağlayıcılığı olmasa da, ‘Barış İçin Birleşme’ kapsamında bu nitelikte kararlar alabilmektedir. Veto yetkisini elinde tutan beş daimi üyeye de önemli sorumluluklar düşmektedir. Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri, devletlerin, sorumluluklarını açık bir şekilde yerine getirmedikleri ya da değişen nedenlerle yerine getiremedikleri durumlarda veto yetkilerini kullanmamalıdır. Veto yetkisi asla bir politika aracı olarak kullanmamalıdır. Genel Sekreter’e göre Birleşmiş 56 Milletler’in itibarı ve etkinliği, koruma sorumluluğunun uygulanmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu aşamada üye devletlerin, koruma sorumluluğuna yönelik teorik katkıları da, özellikle zorlayıcı gücün kullanılması konusunda BM’ye güç kazandıracaktır. BM, uzun yıllar boyunca bir birikim elde etmesine rağmen halen krizlere süratli bir karşılık verecek bir kapasiteye ulaşamamıştır. Bu nedenle doktrin, “eğitim ve komuta-kontrol alanında yapılan çalışmaların artırılması ve hatta uluslararasılaştırılması” gerekli görmüştür. Bu bağlamda bölgesel ve alt-bölgesel örgütlerle birlikte kapasite inşası ya da kapasite paylaşımı çalışmaları gerçekleştirilmelidir. Genel Sekreter Moon, küresel ve bölgesel mekanizmalar arasında sürekli mekik bağlantısının kurulmasını faydalı bulmuştur (Moon, 2009). Raporun en çok dikkat çeken yanı; oluşturulan üç sütun üzerinden bölgesel ve altbölgesel örgütlerin öneminin vurgulanmasıdır. Küresel, bölgesel ve alt-bölgesel örgütlerin işbirliği doktrini güçlendirecektir (Rose, 2014). Böylece müdahaleler üzerinden BM’nin yapısının ve meşruiyetinin sorgulanmasının önüne geçilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Devletler, 2009 yılında gerçekleştirilen Genel Kurul’da koruma sorumluluğunun tek-taraflı bir müdahaleye yol açmaması konusundaki ısrarlı görüşlerini dile getirmişlerdir (Orford, 2011). Moon’un, doktrini güçlendirmek adına ortaya attığı fikirlere Ekvador, Irak, İran, Küba, Sudan, Suriye ve Venezuela “güçlü devletlerin zayıf devletleri ezmesine izin vereceği” gerekçesiyle karşı çıkmıştır (Domestici-Met, 2010). Bu bağlamda devletlerin oluşturulan doktriner çerçeveye yönelik yaklaşımları fikirlerin geçerliliği ve geleceği açısından önem kazanmıştır. 3.6. Koruma Sorumluluğu’na Yönelik Eleştiriler Koruma sorumluluğu kavramının, ICISS raporuyla ve 2005 Dünya Zirvesinde tüm liderlerin katkılarıyla uluslararası ilişkiler gündeminde yer edinmesi, gerek uluslararası hukukçuların gerekse de uluslararası ilişkiler disiplini üzerine çalışma yapanların kavrama dair yaptığı analizlerin sayısında artışa neden olmuştur. Kavram, uluslararası insani müdahale, insan hakları, sivillerin korunması, devletlerin egemenliği, kapasite inşası gibi konulardaki tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Victoria Üniversitesi’nden Patricia Weber; Koruma Sorumluluğunun 11 Eylül sonrasındaki yapısal değişiklikleri okumakta yetersiz kaldığını, mevcut uluslararası siyasi yapıyı tam olarak yansıtamadığını savunarak doktrini eleştirmiştir. ICISS raporunda ve 57 2005 Dünya Zirvesinde, Güvenlik Konseyi’nin, koruma sorumluluğunun uygulanması hususunda karar alıcı otorite olarak kabul edilmesinin büyük bir yanlış olduğunu söyleyen Weber, Konsey’in uluslararası müdahale konusunda genellikle etkisiz ve yetersiz kaldığını ve güçlü ve etkin bir askeri yapı oluşturulması hususunda başarılı olamadığını savunmuştur. Weber’e göre; koruma sorumluluğu, “devletlerin sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket edecekleri gerçeğini yansıtmaktan uzak kalarak realist yaklaşımı göz ardı etmektedir”. Uluslararası müdahalelerin çıkarlardan yoksun olduğu, bütünüyle haklı nedenlere ve iyi niyete dayalı girişimler olduğuna inanmak gerçekçi değildir. Bunun yanında koruma sorumluluğu, siyasi niteliği daha baskın bir görüşü yansıtarak uluslararası hukuku tali bir hâle getirmiştir. Weber’e göre bu yaklaşım, yükselen güçlerin önünü kesip, doktrinin güç kazanmak için bir araç olarak kullanılması yoluyla büyük güçlerin daha da güçlenmesine neden olabilecek bir yaklaşımdır. Buna paralel olarak güçlü devletleri, zayıf devletlerin halkları üzerinde doğrudan söz sahibi yapmaktadır. Doktrin siyasi bir yaklaşım iken siyasi yapıyı tam olarak yansıtamamıştır. Zira doktrin, güç tanımını Batılı bir anlayışla yapmıştır ve bu tanım üzerinden insan hayatına ve sivillerin korunmasına yönelik bir politikayı merkezine almaktadır (Weber, 2009). Avustralya Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi ve ICISS üyesi Ramesh Thakur, 2002 yılında yazdığı makalesinde doktrinin üç çıkmazı bulunduğunu ifade etmiştir. İlk olarak; egemenliğe sürekli olarak saygı duyulması bazen insani trajedilere ortak olunması anlamına gelmektedir. İkincisi; BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin veto yetkisi ve Konsey’in uluslararası insani müdahalelere rıza gösterebilecek yegâne birim olarak ele alınması göz önünde bulundurulduğunda, müdahaleye karar verilmesi konusunda siyasi tıkanmanın yaşanması, bunun da pasifliğe ve kayıtsız duruşa sebep olması kuvvetle muhtemel gözükmektedir. Üçüncüsü, Birleşmiş Milletler’in oluru alınmaksızın güç kullanılmasına imkân verilmesi, uluslararası hukukun ihlali olarak görülebilecektir. Bu tür bir yaklaşım, aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni dünyanın muhafızı olarak gören ve BM’yi, dünyanın vicdanı olarak nitelendiren mevcut dünya düzeninin de zayıflaması olarak algılanmasına neden olacaktır (Thakur, 2002a). Hobart & William Smith Colleges öğretim üyelerinden Stefanie Fishel, koruma sorumluluğunun, egemenlik tanımının egemene verdiği istediğini öldürme yetkisinin yerine halka sorumluluk duygusuyla yaklaşarak, halkın sorunlarının ve ihtiyaçlarının giderilmesi gibi bir görev yüklediğini savunmuştur. Fishel, bunu açıklarken Foucault’nun “egemenliğin bir disiplin olarak öldürdüğünü ya da yaşamaya izin verdiğini, düzenleyici 58 olarak ise yaşamaya yardım ettiğini ya da öldürülmeye izin verdiğini” savunan görüşünü temel almıştır. Fishel, eleştirisinin odağına ICISS raporunu almıştır. Fishel’a göre ICISS raporu, “yapısal şiddet, aktüel şiddet ve savaş arasındaki karmaşık kapitalist formları açıklamaktan uzak” görünmektedir. Raporun bu bağlamdaki yetersizliği, doktrinin meşruiyetini azaltan bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır ve bu nedenle doktrinin krizlere cevap verme kapasitesi zayıflamaktadır. Fishel, doktrinin zayıf olarak algılanmasının baştan gelen sebeplerinden birisi olarak da henüz tam olarak tanımı yapılmamış olan “uluslararası toplum” kavramına sık sık vurgu yapmasını göstermiştir (Fishel, 2013). Daniel Warner, egemenlik konusunun halen merkezi bir öneme sahip olduğunu savunurken, ICISS’in, ortaya koyduğu doktrinle devlet-merkezli uluslararası hukuk modeline dönüş yaptığını ifade etmiştir. Warner’a göre; “bir devletin, kendi sınırları içerisindeki bireyleri korumaya yönelik yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda müdahale yoluyla uluslararası insani yardım almaktadır. Bu yardım, herkesin anladığı şekilde bir müdahale olarak değil bir hükümet değişikliği olarak görülmelidir”. Sonuçta müdahale olarak algılanan olay bir değişiklikten ibarettir. Çünkü mevcut yerel güç ya sorumluluklarını yerine getirememekte ya da sorumluluklarını yerine getirmek istememektedir. Dolayısıyla bu türden bir devletin karşılıkta bulunmasından bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Tüm bu çerçeveden müdahale ya da yardım olarak görülen yaklaşıma bakıldığında, sorumlu ve meşru bir otorite sağlanana kadar geçici nitelikte bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Warner, bu noktada, “ICISS’i müdahale/yardım sorumluluğu ve devletlerin yetkileri konularında bir tartışma getirememiş olması ve yanlış umutların ortaya çıkmasına sebep olması” nedeniyle eleştirmektedir. Warner, aynı şekilde, uluslararası toplumun tamamen başarısız devletleri değiştiremeyeceğinin farkında olduğunu, doktrinin süreklilik açısından zaafları olduğunu çünkü uluslararası camianın uzun vadede sivilleri koruma görevini yerine getiremeyeceğini savunmuştur. Warner’a göre; uluslararası camia ve egemen devletler, insan hakları konusunda bazı sınırlamalarla karşı karşıya bulunmaktadır. “İnsan hakları apolitik haklar olarak ele alınmalıdır. Zira insan hakları, bireylere aittir ve zamanla veya mekânla sınırlanamaz.” Bununla birlikte hakların doğasından kaynaklanan bir şekilde insan haklarının uygulanması noktasında sorunlar yaşanmaktadır. En önemlisi de insan hakları, devletler tarafından, mağdurların korunmasından çok ulusal ve uluslararası çıkarların gerçekleştirilmesi için kullanılmaktadır, bu nedenle de uluslararası toplum ve devletler, bireylerin haklarını yerinde ve zamanında koruyamamaktadır (Warner, 2003). 59 Noam Chomsky, davetli olarak yer aldığı BM Genel Kurulu toplantısında yaptığı konuşmada, koruma sorumluluğunun insani müdahaleden pek bir farkının bulunmadığını ve doktrinin retorik olarak da bir yenilik getirmediğini savunmuştur. Chomsky’ye göre koruma sorumluluğu, insani müdahalenin bir alt konusu olarak görülmektedir. Chomsky de doktrinin birtakım açmazlara sahip olduğunu düşünmektedir. Doktrin, bölgesel örgütlere uluslararası müdahaleler konusunda yetki verirken, bu örgütlerin, kendi kurucu antlaşmalarında yetki konusunu farklı bir biçimde düzenleyebileceği gerçeğini arka plana atmıştır. Güvenlik Konseyi’nin uluslararası müdahale konusunda karar alıcı mekanizma olarak belirlenmesi bir açmazdır. Bunun üstesinden gelmenin yollarından biri de veto hakkını kaldırmaktır. Chomsky, ABD’nin rızaya dayalı bir hegemonya politikası izlemesini ve çoğunluğun istekleri doğrultusunda hareket etmesini isteyen düşünürlerin ve politika yapıcıların da bu görüşü desteklediklerini dile getirmiştir. Koruma sorumluluğunun, son dönemde sivillerin korunmasına yönelik bir çabanın ürünü ve aynı zamanda çıkış noktası olduğunu söyleyen Chomsky, bunun umut verici olduğunu ve koruma sorumluluğunun bu hususta etkili bir araç olarak rol oynayabileceğini savunmuştur (Chomsky, 2009). Edward C. Luck, koruma sorumluluğunun 2005 yılından itibaren, Güvenlik Konseyi onayı alınmaksızın ve üzerinde tam olarak uzlaşılmamış bir müdahale şeklini hem yasallaştırdığını hem de meşrulaştırdığını savunmuştur. Luck’a göre; “egemen devletler, koruma sorumluluğunu daha çok insani müdahaleyi meşrulaştırmanın karmaşık bir yöntemi olarak algılamaktadırlar. Koruma sorumluluğu malî risklerin azaltılması için koruma sorumluluğu yardımcı bir rol oynama imkânına sahip gözükmektedir”. Luck’a göre; aynı şekilde, “politika yapıcıların askeri yöntemler konusundaki isteklerini bastırabilme, bununla birlikte insani amaçlı olarak daha önceden konuşlandırılmış askeri kuvvetlerin etkisinin ve kapasitesinin artırılmasını sağlayarak önleyicilik açısından fayda sağlama noktasında değerlendirilmesi” de mümkündür. Doktrin bu kapsamda incelendiğinde, Luck tarafından, uluslararası ilişkilerdeki ve uluslararası hukuktaki ilerlemelerin ve değişen önceliklerin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Fakat Luck, koruma sorumluluğunun sivillerin korunması konusunda sınırlı bir katkı sağladığını düşünmektedir. Sivillerin korunması konusunda başarının sağlanması siyasi istekliliğe bağlıdır (Luck, 2010). ICISS üyelerinde Thomas G. Weiss, ICISS raporuna yönelik eleştirilere çeşitli argümanlarla cevap vermiştir. Raporun gelecekteki siyasi yapıyı dizayn etmeye yönelik bir 60 yaklaşımın sonucu olduğu eleştirisini dile getirenler karşı, Weiss, raporun kesinlikle ileriye yönelik yapılmış planlamaların zeminini oluşturma gibi bir amacın mevcut olmadığını savunmuştur. Weiss’a göre; rapor, birçok düşünür tarafından iddia edildiği gibi gelişmiş ülkelerin çıkarlarını savunacak şekilde daha çok insani müdahale yapılmasını değil bilakis insani müdahale şeklinde yapılan ve realist çıkarları gerçekleştirmeye yönelik bir çabanın ürünü olan müdahalelerin azaltılmasını hedeflemektedir. Weiss, doktrinin büyük güçlerin emellerine hizmet edecek bir Truva atına dönüşeceği yönündeki endişelerin de yersiz olduğunu savunmuştur. BM Güvenlik Konseyi’nin müdahale konusunda oynayacağı role yönelik düşüncelere karşın esas sorunun “ABD’nin diğer egemen devletlerle kurduğu ilişkilerden kaynaklanan sorunların çözülememesi” olduğunu dile getirmiştir. Dolayısıyla Weiss’a göre; Güvenlik Konseyi’nin yapısını değiştirme çabalarından ziyade “ABD’nin lider rolünü tartışılması ve karşılıklı ilişkilerinin yeniden tanımlanması” doktrinin rolünün etkinleştirilmesi açısından daha doğru olacaktır. Weiss, doktrinin uluslararası hukuk literatürüne yaptığı en önemli katkının egemenlik ve insan hakları alanında olduğunu dile getirmiştir. Koruma sorumluluğu, 1648 Westphalia Barışından bu yana toprak, halk ve otorite unsurlarından oluşan egemenlik kavramına, insan haklarına saygı unsurunu da eklemiştir. Bununla birlikte Weiss’a göre doktrin, dış unsurların müdahale hakkını tanımlamaktan daha çok savaştan ve şiddetten etkilenen sivil halkı kendisine konu edinmiştir. Komisyon üyelerinin zannettikleri kadar yenilikçi bir kavram olmayan koruma sorumluluğu, daha önce ortaya atılmış benzer nitelikteki fikirlerin birikiminin bir sonucu olarak uluslararası hukuk çerçevesindeki yerini almıştır (Weiss, 2004a). Berkeley Üniversitesi’nden David Chandler, koruma sorumluluğu üzerine yapılan tartışmaların üç yöne evrilmesinde fayda olduğunu belirtmiştir. Buna göre, koruma sorumluluğu bir kavram olarak, askeri müdahaleye karşı çıkan insan hakları örgütlerinin yatıştırılmasına yönelik olarak hazırlanmamıştır. Kavramın bu şekilde algılanması yanlıştır. İkincisi, müdahale, egemenlikle taban tabana zıt değil aksine uyumlu bir kavram olarak görülmelidir. Üçüncüsü, kavramın amacının iyi anlaşılması gerekmektedir. Kavram, alternatif bir otorite kurmaktansa Güvenlik Konseyi’ni daha da güçlendirmeyi ve Konseyin daha iyi çalışmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Kavramın ICISS boyutunda ise, Komisyon’un liberal bir barış tesis etme amacının varlığı görülmektedir. Komisyon’un çabası, insani müdahale kavramını 11 Eylül sonrası dönemin “terörizme karşı savaş” yaklaşımından ayırt etmek üzerine yoğunlaşmıştır. Koruma sorumluluğu, belki de idealist bir perspektif olarak görülebilecek bir şekilde, egemen devletlere adeta ahlak bekçisi 61 görevini yüklemiştir. “Müdahale hakkı”, müdahale edeni merkeze koyan ve mağdurları ve muhtaçları göz ardı eden bir anlayışın ürünü olmuş, egemenlikle tamamen zıt bir görüntü vermiştir. Konuları tamamen askeri açıdan ele almış ve önleyici çabaları ve müdahale sonrası yardım konusunu içermeyerek eksik bir yaklaşım olmuştur. Koruma sorumluluğu kavramıyla birlikte getirilen terminolojik değişikliğin, bakış açısındaki ve söylemdeki değişimi göstermesinin yanı sıra, egemenliğin bir sorumluluk olarak ele alınması da hesap verilebilirliğin bir göstergesidir. Müdahale için belirli ölçütlerin oluşturulması, kavramın teorik ve pratik yönden güçlenmesini sağlarken ölçütlerin yorumlanmasındaki farklılıklar uygulama safhasına çeşitli sorunlar oluşturabilecek niteliktedir. Nihayetinde Chandler’a göre insani amaçlar içeren koruma sorumluluğu, bu bakımdan “reelpolitiğe karşı verilmiş ciddi bir pragmatik cevap” olarak uluslararası ilişkilerdeki yerini almıştır (Chandler, 2004). Kavramın sorumluluk başlığına da değinen Chandler; sorumluluğun herkes için geçerli olduğunu, bu nedenle de müdahalenin sadece Batılılardan beklenildiği anlayışın yerini Batılıların sorumluluklarının daha da sınırlandığı bir anlayışın aldığını ifade etmiştir. Kavramın getirdiği kitlelere yönelik şiddet olaylarının bireysel nedenlerle ortaya çıktığı yönündeki yaklaşımın ortaya konmasının, doğru bir kurumsal anlayışın uygulama alanı bulmasının, siyasi aktörleri çatışmadan uzak kalarak işbirliğini tercih etmeye zorlayacağını ve hatta siyasi aktörlerin işbirliği yönünde atacağı adımları daha da güçlendireceğini savunmuştur (Chandler, 2010). Avustralya Kızılhaç Örgütü’nden Eve Massingham, koruma sorumluluğunu sivillerin korunması yönünde “harika bir adım” olarak nitelendirmiştir. Komisyon, insani müdahale konusunda var olan literatüre yeni pozitif katkılar sağlayan doktrinin bir emperyalizm aracı olmadığını zaten yeterince izah etmiştir. Nitekim ICISS raporu, vatandaşların korunmasına öncelik verilen ve başka yerlere müdahalenin pek de revaçta olmadığı bir dönemde, 2001 yılında yayınlanmıştır. Massingham’a göre koruma sorumluluğu, “medenileşmekte zorlanan ya da medenileşemeyen bazı toplumların ya da bu nitelikteki devletlerin, güvenliği ilgilendiren konular başta olmak üzere birçok alanda barışa yönelik bir tehdit oluşturacağı yönünde evrensel bir kabulün oluşmasını” sağlamıştır. Doktrin, sivilleri korumayı vaat etmektedir. Bu vaat mevcut uluslararası yapılar tarafından başarısızlığa uğratılmadığı takdirde gerçekçi bir vaattir (Massingham, 2009). Raoul Wallenberg İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk Enstitüsü’nden Diana Amneus, ICISS’i “hukuki bir oluşum olarak görmektense siyasi bir oluşum” olarak görmenin daha 62 doğru olacağını vurgulamıştır. Komisyonun beklentilerinin karşılanmasının, ancak BM Antlaşması’nda belirtilen kolektif güvenlik anlayışının değiştirilmesiyle mümkün olduğunu iddia etmiştir. Amneus’a göre caydırıcı güç kullanılması, her egemen devlet tarafından farklı şekillerde yorumlanabilecek özelliktedir ve bu nedenle istismar edilmeye açık görünmektedir. Amneus, koruma sorumluluğunun meşruiyetine ve hukukiliğine yönelik tartışmaları da değerlendirerek, doktrinin hukukiliğinden çok meşruiyet yönünün irdelenmesinin doktrine katkı sağlayacağını ifade etmiştir. Zira Amneus’a göre doktrine konu olayların meşruiyet bakımından sorgulanması, devletlerin siyasi niyetlerinin anlaşılması açısından daha uygun olacaktır. Bununla birlikte koruma sorumluluğunun devletler tarafından istismar edilmesine ya da yanlış kullanılmasına yönelik davranışların engellenmesi gerekmektedir. Bu tür davranışların engellenmesi için de en geçerli ve doğrudan sonuç getirecek yol, buna yönelik yasal süreçlerin net bir şekilde ortaya konulmasıdır. Bu sayede uluslararası toplumun, kitlelere yönelik suçların önüne geçmesi sağlanabilecektir (Amneus, 2012). ICISS üyelerinden ve Griffith Üniversitesi öğretim üyesi Alex J. Bellamy, ICISS’in, insani müdahale kavramına yönelik tartışmaların seyrini, devletin öncelikli sorumluluğunun vatandaşlarını korumak olduğu bir anlayışı hâkim kılarak değiştirdiğini belirtmiştir. Soykırımın önlenmesi, kitle kıyımlarının engellenmesi, tehlike altındaki sivil nüfusun korunması hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik söylem, kavrama yönelik şüpheleri ortadan kaldırmamakla birlikte kavrama yönelik bakış açısını olumlu yönde bir değişim getirmiştir. 2005 yılında gerçekleştirilen Dünya Zirvesi ise ICISS’in ortaya koyduğu koruma sorumluluğu doktrinini başkalaştırmıştır. Dünya Zirvesi, dört suç tanımı yaparak kavramın ölçeğini belirlemiştir. Tanımlanan suçların yasal zeminleri ise Soykırım Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü, Yugoslavya ve Ruanda Mahkemeleri yargılamaları üzerine oturtulmuştur. Bununla birlikte koruma sorumluluğuna ilişkin roller ve sorumluluklar belirlenmiştir. Müdahaleci dilin yeniden dirilmesini önlemek adına, koruma sorumluluğu krizi ya da koruma sorumluluğu olayı gibi bir kavram ortaya atılmamıştır. 2006 yılında Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen koruma sorumluluğu tanımı, bu konu hakkında söz söyleyenler için temel referans noktası hâline gelmiştir. Tüm bunlarla birlikte güncel olaylar, koruma sorumluluğuna dair yeni şüpheleri beraberinde getirmektedir. Egemen devletler, üzerinde mutabık kalamadıkları insani nitelikli müdahalelerden çekinmenin yanı sıra koruma sorumluluğunu da müdahaleleri meşrulaştırma görevini üstlenen bir Truva atı olarak görmektedir. Bellamy’ye göre askeri 63 müdahaleye dair sorunların çözülmesinde koruma sorumluluğu üç katkıda bulunabilir. Birincisi, “müdahaleyle birlikte ortaya çıkması muhtemel zararların giderilmesine yardım edebilir”. İkincisi, “askeri sorunlar başta olmak üzere karmaşık problemlerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak politik ve diplomatik stratejiler üretilmesini sağlayabilir”. Üçüncüsü, “sivillerin korunmasına dikkat çekerek korumanın uygulanabilirliği konusunda yeni bir bakış açısı oluşturulmasını sağlamak konusunda ivmelendirici olabilir” (A. J. Bellamy, 2008). Liberal barış teorilerinin önde gelen isimlerinden Michael W. Doyle, koruma sorumluluğunun uluslararası hukukla çatışmalı bir kavram olduğunu fakat liberal uluslararası etik anlayışıyla benzerlik gösterdiğini ifade etmiştir. Doyle’a göre kavram, “dünya siyasetinin normatif yapısındaki çoğulculuğa katkıda bulunmuştur”. Bu da kafa karışıklığı yaratmıştır. Yaşanan bu kafa karışıklığı, koruma sorumluluğunun ortaya koyduğu ya da koymak istediği normların, yapılagelişin bir parçası olmasıyla ve uluslararası etik kurallarını biçimlendirmesiyle zaman içerisinde giderilecektir. Koruma sorumluluğu kavramı ile birlikte belirlenen dört suç çeşidi, uluslararası hukuk tarafından hâlihazırda suç olarak belirlenmiş olmasına rağmen bu konu üzerine yapılan tartışmalar, genellikle Güvenlik Konseyi’nin bu suçları önlemeye yönelik olarak kullandığı yöntemlerin irdelenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. BM’nin uygulamalarıyla bazı uluslararası örgütlerin uygulamaları kimi zaman çelişki arz etmektedir. Bunun en bilinen örneği ise Afrika Birliği ile BM arasındadır. Soykırımın önlenmesi konusunda BM Antlaşması ile Afrika Birliği’nin metinleri çelişmektedir. Koruma sorumluluğunun ortaya çıkması bu tür ihtilafların uzlaştırılması noktasında fayda sağlayacaktır. Doyle’a göre kavram, neo-emperyalist bir kavram değildir. BM, kavramın bu nitelikte bir kavram olmadığını, 2008 yılında kasırga felaketiyle yüzleşen Myanmar’a müdahale etmeyerek göstermiştir. BM’nin Myanmar konusunda belirlediği tutum, koruma sorumluluğuna yönelik desteği artırmıştır. 2008 yılında Kenya’da yaşanan kriz, koruma sorumluluğu çerçevesinde çözülmüştür. Böylelikle kavrama olumlu bakanların sayısı artmıştır. Kavramın sorumluluk kelimesini içermesi, doktrine “normatif bir güç” kazandırmaktadır. Koruma sorumluluğu, hukuka uygunluk açısından sorunlu görünse de 2005 yılında gerçekleştirilen Dünya Zirvesi’nden sonra “meşruiyet sağlayıcı” özelliğe sahip olmuştur. Nitekim ABD’nin 2003 yılında Irak’a müdahalesi ve Rusya’nın 2008 yılındaki Gürcistan müdahalesi, koruma sorumluluğunun haklılaştırmasıyla gerçekleştirilmiştir. Doyle’a göre kavram, genel olarak liberalizmle bağlantılı olmakla birlikte sosyalistlerin ve realistlerin de 64 uluslararası etik anlayışı adına kendilerinden bir şeyler bulabilecekleri niteliktedir (Doyle, 2011). Texas Üniversitesi öğretim üyesi Alan J. Kuperman, koruma sorumluluğu kavramını, işlevleri ve sonuçları bakımından incelenmiştir. Kuperman’a göre koruma sorumluluğu, soykırımla sonuçlanması kuvvetle muhtemel şiddet olaylarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Kavram, belirli bir meşru otorite tarafından yönetilen fakat bastırılmış ya da ezilmiş hâlde bulunan topluluklara uluslararası güvence sağlamaktadır. Sağlanan bu uluslararası güvence ise bu toplulukların silahlı mücadelelerine destek sağlamakta ve mücadelenin aktif bir şekilde devam etmesine neden olmaktadır. Böylece müzakere yöntemi kabul edilebilirliğini yitirmekte ve taraflar olaylara makul bir şekilde bakamamaktadır. Bu nedenle kavram, tehlike altındaki sivilleri korumaktan uzaktır ve istemsiz bir şekilde hassas durumdaki diğer toplulukları da tehlikeye sokmaktadır. Engellemek istediği “trajedilerin ortaya çıkmasına sebep olmakta, isyancı hareketleri güçlendirmekte ve egemen otoriteyi soykırıma varacak şekilde şiddetli bir misilleme yapmak zorunda bırakmaktadır”. Bosna, Kosova, Ruanda ve Darfur’da yaşananlar bu anlayışın doğrudan ortaya çıkmış birer sonucudur. Nitekim Kosova’da ve Bosna’da liderler, dış yardım beklentisiyle mücadeleye kalkıştıklarını ifade etmişlerdir. Kavram, kendilerini korumaktan aciz olan sivillerin riskli davranışlarını teşvik etmekte ve provokatif eylemleri ödüllendirmektedir. Nitekim bilimsel olarak da “soykırımla sonuçlanan şiddet olaylarının büyük bir çoğunluğunun, asimetrik bir şekilde, şiddete meyilli isyancı gruplar tarafından başlatıldığı” ispatlanmıştır. Bu gruplar, şiddetin militerleşmesine neden olmaktadır. Müdahale, zamanla isyancı grupların siyasi çıkarlarına hizmet etmektedir. Kuperman, içerik açısından insani müdahale ile koruma sorumluluğu kavramları arasında kayda değer bir farklılığın olmadığını ifade etmiştir. Koruma sorumluluğu, liberal kurumsalcılığın bir ürünüdür. Kavramın tamamen ortadan kaldırılması yanlıştır, bunun yerine kavram dönüştürülmelidir. Kavramın özellikle askeri müdahaleyi gerçekleştirecek kuvvetlerin yapısı ve diplomatik, ekonomik ve siyasi müdahale stratejilerinin belirlenmesi konularında yenilenmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Devletlerin müdahale zamanlarını belirleyebilecek herhangi bir uluslararası örgüt yoktur. Bazı devletler, provokatif nitelikte eylemler gerçekleştiren isyancıları destekleyerek barışçıl hareket eden grupları dışlayabilmektedir. Henüz yeni bir kavram olarak görülebilecek olan koruma sorumluluğunun bu aşamada değiştirilmesi mümkün 65 gözükmektedir. ABD, kavramı geliştirerek daha doğru bir şekilde uygulanmasına öncülük etmelidir (Kuperman, 2009). Bellamy ve Paul Williams birlikte yazdıkları makalede, insani müdahale ve koruma sorumluluğu kavramlarını eş anlamlı kavramlar olarak görmenin yanlış olduğunu ifade etmişlerdir. “Koruma sorumluluğu, tehlike altındaki grupların kendileri için savaştıklarını iddia eden silahlı gruplara yardım etmelerine imkân tanımamaktadır. Bu da devletlerin soykırıma yönelik hareketlere girişmesi gibi bir sonucu doğurmamaktadır. Sürecin böyle devam etmesi hâlinde silahlı grupların devletlere yönelik saldırılarında artış olacağı yönündeki iddiaların gerçeği yansıtmamaktadır. İstatistikler, koruma sorumluluğunun, çatışmaları artırdığına dair herhangi bir belirtinin olmadığını hatta aksine çatışmalara neden olan sorunlarda bir azalma olduğunu göstermektedir. Buna göre; 1996 yılında toplam 48 çatışma yaşanırken bu sayı 2011 yılında 33’e, 2008 yılında ise 26’ya düşmüştür. Büyük ölçekli çatışmaların sayısı ise 1996 yılında 29 iken, 2005 yılında 18’e, 2008 yılında ise 13’e düşmüştür (A. J. Bellamy & Williams, 2012). California Üniversitesi öğretim üyesi Robert Rauchhaus; “zarar tehlikesinin, sistem unsurlarının örtülü faaliyetlerde bulunma fırsatını elde ettiğinde ortaya çıktığını” savunmuştur. Üçüncü taraflar, mevcut sorunları bilerek ya da bilmeyerek derinleştirebilmektedirler. İnsani müdahale konusunda, elde edilen bilgiler ve yapısal katkılar, mevcut riskleri göz ardı ederse, politika yapıcıların yanlış yönlendirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Arabuluculuk ya da müzakere gibi çabaların yerine, devletleri misilleme yapmaya zorlayan silahlı grupları cezalandırmaya yönelik yeni stratejilerin üretilmesi gerekmektedir. Müdahale eden devletler, her zaman için müdahalede bulunulan devletlerin durumunun daha da kötüleşeceği gerçeğini göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Bu noktada hangi şartlar altında insani müdahalenin daha yararlı olacağı üzerine çalışmaların yapılması gerekmektedir (Rauchhaus, 2005). BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği; Eski Kanada Yüksek Mahkemesi Başsavcısı ve eski Yugoslavya Cumhuriyeti için kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi ile Ruanda Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi savcısı Louise Arbour (“Louise Arbour,” 2011), “koruma sorumluluğunun doğru anlaşılıp doğru uygulanması durumunda kavramsal ve pratik olarak çeşitli kolaylıklar sağlayacağını” dile getirmiştir. Arbour’a göre bu kolaylıklar, “tehditlerin ölçeği ile insan güvenliği arasındaki asimetrik boşluğu dolduracaktır”. Koruma sorumluluğundan çok daha önce Soykırım Sözleşmesi 66 devletlere, soykırımı önleme sorumluluğu yüklemiştir. Bu sorumluluk, ilgili devletin soykırımı önlemeye yönelik tedbir alma konusunda başarısız olması durumunda ortaya çıkan bir yükümlülük olarak ele alınmıştır. Aynı şekilde Roma Statüsü de savaş suçlularının ve insanlığa karşı işlenen suçların cezalandırılmasını öngörmüştür. Arbour’a göre, potansiyel müdahaleciler, koruma sorumluluğunun getirdiği normlara olumlu yaklaşırken, müdahale edilme riskiyle karşı karşıya bulunan devletler bu normlara karşı çıkmaktadırlar. Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi, dünyanın her yerinde, sivilleri korumaya yönelik önlemlerin alınması konusunda daha fazla sorumluluk üstlenmelidir. Veto yetkisi, insani müdahale konusunda bir engel olarak algılansa da, koruma sorumluluğu kapsamında, kullanımına sınırlamalar getirmek uygun olacaktır. Uluslararası ortak menfaatlerin gerçekleştirilmesi adına egemen devletlerin, koruma sorumluluğu kapsamına alınan suçların önlenmesi için gerekli adımları atması, bu adımları atamadıkları takdirde de diğer devletlerin, sorumluluklarını yerine getirme hususunda gösterdikleri çabayı boşa çıkarmaya yönelik bir tavırdan uzak durması gerekmektedir.. Erken uyarı mekanizmasının oluşturulması ve etkili bir önleme faaliyetinin izlenmesi için İnsan Hakları Konseyi’ne yetki verilmesi gerekmektedir. Sonuçta, koruma sorumluluğunun diplomatik, caydırıcı ve zorlayıcı tedbirleri ve inşa anlayışı, Güvenlik Konseyi’nin aynı alanlardaki bakış açısıyla ve anlayışıyla örtüşmektedir (Arbour, 2008). Bükreş Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi Ruxandra Ivan, “koruma sorumluluğunun ortaya koyduğu ve çeşitli anlamlar ve değerler yüklediği kavramlara dair belirsizlikleri giderebilmek için koruma sorumluluğunun kodifiye edilmesi gerektiğine” dikkat çekmiştir. Kavramdaki değişimi ele alan Ivan, müdahale sözcüğünün devletler tarafından çekingenlikle karşılanan bir kavram olduğunu, sorumluluk kavramının ise egemenlik kavramıyla müdahale kavramını birleştiren bir kavram olduğunu ifade etmiştir. Ivan’a göre; kavramın üç sütunundan ikisi olan önleme ve yardım ve kapasite inşası hedefleri gerçekleştirilmesi en zor hedeflerdir. Çünkü bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için “karmaşık ve de tam olarak belirlenmiş stratejilere” ihtiyaç duyulmaktadır. Dört suç unsurunun ortaya konması muğlaklığa neden olmaktadır. Zira ortaya konan suç unsurları ya da dört suç tanımı, “entelektüel bir çabadan ziyade politik kanaatlerle anlaşılabilecek nitelikte” kavramlardır. Pek tabii herhangi bir devletin soykırım olarak gördüğü bir olayı diğer herhangi bir devlet soykırım olarak görmeyebilecektir. Müdahale konusundaki ölçütlerin net olmaması, uluslararası toplumun, harekete geçme konusunda yasal yükümlülüklere sahip olmasının önüne geçmektedir. Politika yapıcılar ve uluslararası 67 hukukçular arasında koruma sorumluluğunun içeriğine dair bir uzlaşma sağlanamamıştır. Kavram bu nedenle gerçek anlamıyla bir uluslararası hukuk kavramı değildir. Nitekim halen yeteri kadar netleştirilememiştir ve yeterli bir şekilde tanımlanmamıştır. Kavramın gerçekçiliği de büyük güçlerin ekonomik ve stratejik çıkarlarıyla sınırlanmıştır. Siyasi irade olmadan, kavram, hiçbir anlam ifade edememektedir. Güvenlik Konseyi, kavramın yetersizliğinden dolayı olaya göre karar almaya devam etmektedir. Kavramın uygulanabilir bir yasal norm hâline gelebilmesi için mesafe kat etmesi gerekmektedir. Buna rağmen kavram, müdahaleleri meşrulaştırma konusunda etkin bir rol oynama imkânına sahiptir (Ivan, 2012). Barış inşası ve çatışma çözümlemesi üzerine çalışmalarıyla bilinen Melissa Labonte koruma sorumluluğunu, “normatif olarak hırslı fakat yüksek düzeyde siyasileşmiş ve pürüzlü olmakla” eleştirmiştir. Labonte’nin diğer eleştirisi, kavramın, müşterek müdahale anlayışına olumsuz etkide bulunması ihtimaline dayanmaktadır. Labonte, kavramın olumlu yanının ise “sivillerin korunması konusundaki beklentileri artırması” olduğunu fakat “gerekli desteğin sağlanmaması hâlinde bu beklentilerin de boşa çıkacağı” yönünde endişesi olduğunu vurgulamıştır (Labonte, 2012). Güney Sudan’daki BM Polis Gücü’nde siyasi danışman olarak görev yapan Scott Woodward, koruma sorumluluğu kavramındaki “sorumluluğun” doğru anlaşılması gerektiğini savunmuştur. Sorumluluk, ilk olarak devletlerin iç sorumluluğunu, sonra hariçtekilerin sorumluluğunu ortaya koymaktadır ve geçici nitelikte değildir. Komisyon’un çabası, “devlet odaklı bir yaklaşımdan insan hakları odaklı bir yaklaşıma geçmektir”. Koruma sorumluluğunun eksik yanı, krizlere, kimin müdahale etmesi gerektiğini tam olarak açıklayamamasıdır. Sorumluluklarını yerine getirecek belirli aktörlerin olması gerekmektedir. Böylece etki ve kapasite artırımı konusunda hem devletlerin hem de uluslararası toplumun çalışmalar yapmasının önü açılacaktır. Koruma sorumluluğunun görünen en büyük amacı; “koyduğu ilkeleri, devlet, toplum ve halk için devletin doğası ve yükümlülüğü hâline getirmektir” (Woodward, 2012). Helsinki Üniversitesi’nden Touko Piiparinen, koruma sorumluluğunun “yasal bir normdan çok politik bir yapıyı ortaya koyduğunu” savunmuştur. Piiparinen’e göre koruma sorumluluğu, ilk olarak diplomatik bir jargona sahip olmuştur ve güvenlik uzmanları arasında yayılmıştır. Sonrasında ise uluslararası kuruluşlar, hükümet dışı kuruluşlar ve bölgesel örgütler arasında geniş ağlar kurulmasını sağlamıştır. Doktrin için yapılan dört 68 suç tanımıyla bir normlar hiyerarşisi ortaya çıkmıştır. Foucaultcu bakışla kavram ele alındığında; modern toplumun tüm kavramları şiddet süreçlerini içermektedir. Bu kapsamda koruma sorumluluğu da bu süreçlerin ürünüdür. İnsan hakları ihlallerine yönelik evrensel bir ölçüt oluşturma çabasıyla McDonaldlaştırma mantığını iyi bir şekilde yansıtmaktadır. Bununla birlikte kavramın tanımı ile uygulaması arasındaki uyumsuzluk, “McDonaldlaştırma bağlamında mükemmellik yanılsamasının bir örneği olarak” karşımızda durmaktadır. Aynı şekilde kavramın otomasyonu da net bir yanılgı olarak görülmektedir. Sonuçta kavram, uluslararası politikadaki belirsizliklere kurban gitmektedir ve uygulama alanı bulmakta zorlanmaktadır. İnsani güvenliğe yönelik normlara olumlu katkıda bulunmaktadır. Fakat bu hâliyle ancak tamamlayıcı olabilmekte ve dönüşüm sağlayabilme potansiyeline sahip olmaktadır. Devletlerin egemenliği kavramına, sivilleri koruma bağlamında katkıda bulunan bir siyasi söylem olarak ele alınabilse de “Foucaultcu perspektiften bakıldığında egemenliğin McDonaldlaştırılması” olarak görülmektedir. Yine bu açıdan bakıldığında; devletlerin egemenliğini, “liberal, demokratik ve evrensel ilkeler” bağlamında ele almak istediği anlaşılmaktadır (Piiparinen, 2012). 3.7. Devletlerin Koruma Sorumluluğuna Yönelik Yaklaşımları Koruma Sorumluluğu, 2001 yılında ilan edildikten sonra ilk olarak ABD, Büyük Britanya, Japonya, Kanada, Yeni Zelanda, Güney Afrika, Avrupa Birliği, Ruanda ve Kenya tarafından desteklenmiştir (Tiewa, 2012). Doktrine İran, Venezuela ve Kuzey Kore tepki göstermiş ve doktrini neo-emperyalist bir araç olarak nitelendirmişlerdir. Bununla birlikte 75 devlet de doktrini desteklemekle birlikte doktrinin uygulanmasına yönelik bariz eksikliklerin olduğunu dile getirmişlerdir. Timor-Leste ve Bosna Hersek gibi geçmişte büyük insani krizlerle karşılaşmış olan devletler, doktrine, tarihsel süreçleri de göz önünde bulundurarak hararetli bir şekilde destek vermiştir (Gilligan, 2013). BM üyesi devletlerin doktrine yönelik yaklaşımları ICISS Raporu’nun yayınlandığı 2001 yılından bu yana birçok değişim göstermiştir. 2005 Dünya Zirvesi’nde alınan ilkesel kararlara rağmen Sahra-altı Afrika ülkeleri, Arap ülkeleri ve Latin Amerika devletleri koruma sorumluluğuna verdikleri desteği, uluslararası toplumun Darfur Krizi’ndeki etkisizliğini ve başarısızlığını göz önünde bulundurarak azaltmışlardır (Gilligan, 2013). 2008 yılında; Koruma Sorumluluğu kavramının fikir babası olarak görülebilecek olan Francis Deng’in BM Soykırımın ve Kitle Kıyımlarının Önlenmesinden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcılığına ve Bağlantısızlık Hareketi’ne üye ülkelerin Koruma Sorumluluğu doktrinine dair şüphelerinin giderilmesi için Columbia Üniversitesi’nden Edward Luck’ın 69 BM Genel Sekreteri Özel Danışmanlığı’na getirilmesi, devletler açısından dikkate değer bir diğer gelişme olmuştur (Gilligan, 2013). Devletler, değişen dış koşullara ve kendi dış politikalarına göre doktrine yönelik tutumlarında dönüşüme gitmişlerdir. Bu bölümde küresel ve bölgesel güçlerin doktrine yönelik yaklaşımları ele alınmıştır. 3.7.1. P5+1 ve koruma sorumluluğu BMGK’nin beş daimi üyesinin her birinin ayrı ayrı tutumları, koruma sorumluluğu konusunda izlenecek yol haritasını belirlemektedir. BM Antlaşması çerçevesinde müdahale etmeye yetkili olan BMGK, bu yetkisini çoğunlukla üyeleri üzerinden yerine getirmektedir. Sağlanan siyasal ve finansal desteğin boyutu, doktrinin uygulanabilirliğini artırabilmekte ya da azaltabilmektedir. BMGK’nin daimi üyelerinin yanı sıra Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinden olan ve küresel bir oyuncu olarak kabul edilen Almanya’nın tutumları, uluslararası müdahaleleri şekillendirmektedir. Bu nedenle küresel güçler olarak nitelendirilen bu güçlerin doktrine yönelik tutumlarının incelenmesi gerekmektedir. 3.7.1.1. ABD ve koruma sorumluluğu ABD, Soğuk Savaş döneminde barış gücü misyonlarında sayısal olarak çok fazla yer almasa da bu misyonların finansmanına katkı sağlamış ve Birleşmiş Milletler’in talep ettiği gerekli desteği vermiştir. Yine gerektiğinde, tıpkı 1956 Arap-İsrail Savaşı’nda olduğu gibi BMGK üzerinden barış gücü operasyonlarına, realist dış politika yaklaşımı çerçevesinde onay vermiştir. ABD’nin bu noktadaki politikası beş daimi üyenin inisiyatif alma yetkisini korumak olmuştur. (Thakur, 2006). ABD’nin Koruma Sorumluluğu doktrinine yönelik yaklaşımı ise zaman içerisinde değişimler geçirmiştir. Doktrinin ilanından çok önce ABD’de, Clinton döneminde önleyicilik çalışmaları başlatılmıştır. Bosna, Ruanda, Kosova olayları neticesinde Kitle Katliamlarının Önlenmesi Kuruluşu’nun kurulmasıyla önleyicilik açısından ABD’nin attığı ilk adım olmuştur. 2001 yılında doktrinin ilan edilmesiyle doktrine destek verilirken temel olarak iki kuşkusunu dile getirmiştir (Feinstein & Bruin, 2009: 180-187). ABD’nin doktrine yönelik kuşkularından ilki, doktrinin Güvenlik Konseyi’nin müdahale hakkına yasal bir dayanak sağlamaması, ikincisi ise BMGK’nin onayı alınmadan yapılan müdahalelerde nasıl bir tutum benimseneceğine dair bir kuralın ortaya konmamasıdır (Pingeot & Obenland, 2014). Hatta ilk dönemlerde kendi hareket alanını sınırlayacağı 70 gerekçesiyle ABD’li politika yapıcılarından doktrine karşı olumsuz bir tavır sergileyenler olmuştur (A. J. Bellamy, 2008). Başkan George Bush, göreve geldiği ilk günlerde “soykırıma, insanlık suçlarına olduğu kadar insani müdahalelere de karşı” olduğunu ifade etmişse de 11 Eylül saldırılarından sonraki dönemde doktrinin getirdiği ilkelere destek vermiştir (Feinstein & Bruin, 2009: 180-187). 2005 yılından sonra doktrinin uluslararası toplum tarafından da desteklenmesiyle doktrine olan desteğini artırmıştır. Hatta Darfur krizi sırasında başta Dışişleri Bakanı Rice olmak üzere Amerikan yetkililer koruma sorumluluğuna vurgu yaparak uluslararası toplumu harekete geçirmeye çalışmışlardır (Feinstein & Bruin, 2009). Bush yönetiminin ardından göreve başlayan Obama yönetimi de koruma sorumluluğunu benimseyerek, doktrini, Libya örneğinde görülebileceği şekliyle, bir dış politika aracı hâline getirmiştir. Buna rağmen ABD’nin Westphalia’dan bu yana sürdürülen devletlerin egemenliği anlayışını, özellikle sistemin tek dominant unsuru olduğu bir dönemde değiştirmek istemediği anlaşılmaktadır (Hendrickson, 2014). Bu da kimi zaman ABD’nin doktrine yönelik yaklaşımında muğlaklık olduğuna dair bir görüşün hâkim olmasına neden olmuştur. Zira 2011 yılında Suriye’de yaşanan halk hareketi Suriye devleti tarafından kanlı bir şekilde bastırılırken ABD, etkili bir diplomasi ve askeri caydırıcılık sağlayamamıştır. Obama yönetimi, kimyasal gazların kullanılması hâlinde ülkeye müdahale edeceğini dile getirse de bu kriter aşılmasına rağmen Suriye politikasında bir değişikliğe gitmemiştir. Bu da ABD’nin doktrine yönelik tutumunun halen belirsiz olduğu şeklinde yorumlanmıştır (O’Donnell, 2014). 3.7.1.2. Rusya Federasyonu ve koruma sorumluluğu Rusya, doktrinin ilan edilmesinden sonra sivilleri koruma yükümlülüğünü reddeden bir yaklaşım göstermiştir. Batılı bir kavram olarak gördüğü doktrini, bir anlamda Batı’nın içinden gözlemektedir. Batı’nın demokratik barış teorisinin bir uzantısı olarak gördüğü müdahale ile rejimleri değiştirme yöntemini benimsememektedir. Rusya, bir yandan doktrine karşı BM Antlaşması’nın sürdürülmesini savunurken diğer yandan komşu ülkelerdeki Rusların ve Rusça konuşan kişilerin haklarını çeşitli yollardan savunmaya çalışarak iki taraflı bir siyaset yürütmektedir. Rus politika yapıcıları, tutumlarını, “liberal doktrinin karşısında devletlerin kendi vatandaşlarını koruma sorumluluğunu benimseme, BMGK’nin daimi bir üyesi olarak uluslararası hukuka saygılı olma ve temsil edilemeyen ülkeleri temsil etme” olarak nitelendirmektedir (Kurowska, 2014). Rusya her ne kadar doktrine yönelik mesafeli tavrını korumaya çalıştıysa da 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’ni imzalamış, hatta sonrasında alınan müdahale kararlarında 71 çekimser oy ya da kabul oyu kullanmıştır (O’Donnell, 2014). Bu tutumunu daha da ileri götüren Rusya, 2008 yılındaki Gürcistan müdahalesinin “koruma sorumluluğu” çerçevesinde gerçekleştirdiğini savunmuştur. 3.7.1.3.Çin Halk Cumhuriyeti ve koruma sorumluluğu Koruma Sorumluluğu kavramına Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaklaşımının ana çizgilerini ulusal egemenlik kavramı çizmiştir (Noesselt, 2013). Çin, insani müdahalelerin egemenliğin geleneksel tanımlarına saygılı bir şekilde uygulanması gerektiğini savunmaktadır (O’Donnell, 2014). Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ile doktrinin, Güvenlik Konseyi’nin gücünü azaltacağını savunsa de (Bellamy, 2008) nihaî olarak karar vericinin Güvenlik Konseyi olması Çin’i ‘olaya göre karar alma’ yolunu benimsemeye itmiştir. Böylelikle 2005’te Darfur konusunda müdahale yanlısı bir tutum sergilenmiştir (Noesselt, 2013). Bununla birlikte Çin’in aynı yıl gerçekleştirilen Dünya Zirvesi’nde doktrinin uygulanmasına yönelik ilkeleri desteklediğini ve Zirve’nin Sonuç Belgesi’ni imzaladığını belirtmekte fayda vardır (Tiewa, 2012). Çin, aynı dönemde barış güçlerinde aktif görev almaya devam etmiştir. Hatta 2007 yılında Batı Sahra’daki BM Barış Gücü’nün komutası Çin’e geçmiştir. Çin ve BMGK’nin diğer üyeleri arasında denge sağlayan bu yaklaşım, 2011 yılında Çin’in, Libya’ya yönelik müdahaleye, Libya’nın “egemenliğinin, toprak bütünlüğünün, birliğinin ve bağımsızlığının korunması” şartıyla yeşil ışık yakmasını sağlamıştır. Bunun yanında Libya krizi örneğinde görüldüğü gibi bölgesel örgütlerin diplomatik çabalarına ekstra önem vermiştir (Noesselt, 2013). Nitekim Çinli dış politika yapıcılarına göre; koruma sorumluluğunun birinci sütunu uygulanmalı ve bölgesel krizlerde bölgesel ve alt-bölgesel örgütlere daha aktif rol verilmelidir (Verhoeven, Murthy, & Oliveira, 2014). Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda belirtilen ilkelerin korunmasına ve sürdürülmesine önem veren Çin’in doktrini, iç politik nedenlerin de etkisiyle doktrinin içeriğine yönelik eleştirilerine ve yorum farklılıklarına rağmen doktrini desteklemeye devam etmektedir. (Noesselt, 2013). 3.7.1.4. Fransa ve koruma sorumluluğu Fransa tarafından Fransa’nın geçmişten gelen medenileştirme görevinin (mission civilisatrice) tamamlayıcısı olarak algılanan doktrin Fransa tarafından benimsenmiştir (Brockmeier, Kurtz, & Junk, 2014). Doktrinin Fransa tarafından benimsenmesinde insani müdahale ve insani yardım konularında 1980’li ve 1990’lı yıllarda aktif bir şekilde sivil toplum faaliyeti yürüten Bernard Kouchner’in Fransa Dışişleri Bakanı olmasının payı büyüktür. 72 Doktrin, Kouchner döneminde Fransa tarafından sahiplenilmiştir. Myanmar’da Nargis kasırgasının sebep olduğu doğal afet sonucunda 138.000 insanın yaşamını kaybettiği, 1,5 milyon insanın da göç etmek zorunda kaldığı insani felaket sonrasında Myanmar Devletinin soruna çözüm bulamaması üzerine Kouchner, BM’ye “koruma sorumluluğunu harekete geçirme” çağrısı yapmıştır. Bu çağrı, birçok devlet tarafından, koruma sorumluluğunun doğal afet durumunda uygulanamayacağı yönündeki cevapla reddedilse de Fransa’nın doktrini benimsediğini göstermesi açısından önemlidir (A. J. Bellamy & Drummond, 2011). Fransa, 2010 yılında Fildişi Sahilleri’nde, 2011 yılında Libya’da yaşanan krizlerin çözülmesi için koruma sorumluluğunu işletmeye çalışmıştır. Özellikle Libya’da uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve milis grupların hükümet olarak tanınması gibi konularda İngiltere ile birlikte uluslararası toplumu harekete geçirmeye çalışmıştır (A. J. Bellamy & Williams, 2011). Sonuç olarak Fransa, gerek doktrinin ilan edilmesinden önce gerek sonra insani müdahale taraftarı bir tutum benimsemiştir. Koruma sorumluluğu doktrinin insani felaketlerde uygulanması için çaba göstermekte, BM’yi bu doğrultuda hareket etmeye zorlamaktadır. 3.7.1.5. Birleşik Krallık ve koruma sorumluluğu Birleşik Krallık’ın koruma sorumluluğuna yönelik tutumunu Kosova, Irak müdahaleleri sırasında Başbakan Tony Blair’in müdahale yanlısı politikaları belirlemiştir. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı “insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi amacıyla” doktrini desteklediğini ifade etmiştir (Sara Ellen Davies, 2010). Bu doğrultuda Tony Blair’in müdahaleci dış politika yaklaşımının bir bileşeni olarak NATO’nun Balkanlar’daki harekâtlarını desteklemiştir. İnsani felaketlerin önlenmesinin öncelikli bir görev olduğu düşüncesini dış politikada bir söylem olarak benimsemiştir. Doktrin, her ne kadar İngiltere Hükümeti tarafından desteklense de doktrinin askeri müdahale için uygulanması aşamasında iç politik unsurların müdahil olabildiği ve müdahalenin frenlendiği görülmektedir. Nitekim 2013 yılında Suriye yönetimin Suriyeli sivillere karşı kimyasal gaz kullanması sonucunda İngiltere Hükümeti tarafından Suriye’ye askeri olarak müdahale edilmesini ele alan taslak metin Britanya Parlamentosu tarafından reddedilmiştir (O’Donnell, 2014). Bu nedenle Birleşik Krallık’ın koruma sorumluluğuna yönelik yaklaşımının, normatif anlamda olumlu olmasına rağmen uygulamada konjonktürel değişim gösterdiğini söylemek mümkündür. 73 3.7.1.6. Almanya ve koruma sorumluluğu Almanya Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmamasından kaynaklanan çekincelerine rağmen en başından beri koruma sorumluluğunun destekleyicisi olmuştur. Bu desteğini Koruma Sorumluluğu Dostları Grubu’na üye olarak ve Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Koruma Sorumluluğu Şubesi açarak göstermiştir. BMGK’nin Libya ve Fildişi Sahili kararlarında, Konsey’i dışarıdan desteklemiştir. Önleyici çabalara vurgu yapan Almanya doktrinin daha çok geliştirilmesi ve daha uygulanabilir hâle getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Alman iç politik unsurlarında da doktrine yönelik olumlu bakış, doktrinin içeriğinin anlaşılmasına yönelik birtakım farklılıklara rağmen değişmemektedir (Pingeot & Obenland, 2014). Almanya’nın doktrini destekleyici yöndeki bakış açısı Avrupa Birliği’nin de genel olarak doktrini uluslararası hukuk ve çok-taraflılık perspektifi içerisinde ele almasını sağlamıştır (Brockmeier et al., 2014). Bunun yanında Almanya kavramın geniş bir şekilde yorumlanması taraftarıdır. 3.7.2. Gelişmekte olan ülkeler ve koruma sorumluluğu Yükselen güçler Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika “egemenlik” kavramı üzerinden kaygılarını dile getirerek koruma sorumluluğuna karşı mesafeli bir duruş sergilemiştir. Bu ülkeler, insani müdahalelerin Batı kaynaklı olmasını ve Batının hedefleri doğrultusunda gerçekleştirildiklerini savunmuşlardır. NATO’nun Libya müdahalesinden sonra da bu kavrama yönelik eleştirilerini artırmışlardır (Ziegler, 2014). Uluslararası politikada yaşanması muhtemel değişimler ve gelişmekte olan ülkelerin tutumları, koruma sorumluluğunun siyasal ve hukuki açıdan gelişimi konusunda fikir vermektedir. Bu nedenle bu güçlerin doktrine yönelik tutumlarının incelenmesi önemlidir. 3.7.2.1. Hindistan ve koruma sorumluluğu İnsani müdahaleye, tarihsel nedenleri göz önünde bulundurarak mesafeli duran Hindistan (Bloomfield, 2015), 2005 Dünya Zirvesi’nde açıklanan ilkelere karşı mesafeli bir tutum benimsemiştir. Nitekim Hindistan’ın dış politikada Westphalian ilkeleri savunduğu görülmektedir. Egemenlik ve iç işlerine karışmama konusunda Hindistan dikkatli davranmaktadır. Bu nedenle de koruma sorumluluğunu, dış politikadaki krizlerde, temel çıkış ve referans noktası olarak görmemiştir. Bu, Hindistan’ın, doktrini tamamen dışladığı anlamına gelmemektedir. Zira doktrine yönelik yaklaşımda üç dönemden 74 bahsetmek doğru olacaktır. İlk dönem Hindistan’ın BM nezdindeki anti-emperyalist eğilimli Daimi Temsilcisi Nirupam Sen ile Hindistan Hükümeti arasında Koruma Sorumluluğu doktrinine yönelik görüş ayrılığı yaşanan 2005 - Haziran 2009 dönemidir. İkinci dönem ise Temmuz 2009’da BM Genel Kurulu’ndan doktrine yönelik tartışmalarda, Hindistan yönetiminin egemenliği bir sorumluluk olarak kabul etmesiyle başlamış Şubat 2011’de Libya’ya müdahaleyi kabul eden 1970 sayılı kararla doktrine yönelik olumsuz bir yaklaşımın benimsenmemesiyle noktalanmıştır (Jaganathan & Kurtz, 2014). Hindistan, bu yaklaşımın bir sonucu olarak 1973 sayılı kararın oylamasında çekimser oy kullanmıştır (Bloomfield, 2015). Üçüncü dönem ise 2011 yılının şubat ayında başlayan ve hâlihazırda devam etmekte olan dönemdir. Genel olarak bakıldığında Hindistan’ın uluslararası politik dengeleri göz önünde bulundurarak doktrine temkinli yaklaştığı, uluslararası toplumda konsensüsün oluştuğu anlarda ise ana akım görüşün dışına çıkmadığı görülmektedir (Jaganathan & Kurtz, 2014). Bunun yanında doktrinin Hindistan’daki geleceğini, reelpolitiğin yanı sıra kendisini uluslararası sistemde konumlandırdığı yer de belirleyecektir. Zira Hindistan, kendi içerisinde değişen liberal-demokratik, anti-emperyalist ve büyük güç kimliklerinin oluşturduğu algıya göre tutumunu değiştirebilmektedir (Bloomfield, 2015). 3.7.2.2. Brezilya ve koruma sorumluluğu Uluslararası müdahalenin, uluslararası politikadaki genel geçer kabulün tam aksine sömürgeciliğe açılan bir kapı olduğunu savunan Brezilya, ICISS Raporu’nun açıklanmasının hemen ertesinde; raporun, insani olaylarda, “Güvenlik Konseyi’nin etkin olmaması durumunda uluslararası mekanizmaların izleyeceği prosedüre dair net bir görüş ortaya koyamadığını” belirtmiş ve raporu bu yönüyle eleştirmiştir (Stuenkel & Tourinho, 2014). Asıl çekincesi ise “yetki” ve “uygulama” konularında olmuştur. Buna göre müdahale konusunda sadece büyük devletlere yetki verilmesi, güçlü devletlerin, realist politikalar çerçevesinde farklı nedenlere dayanarak kendilerine müdahale hakkı tanımalarına ve istemedikleri rejimleri değiştirme imkânına sahip olmalarına yol açabilecektir. Aynı şekilde kuvvet kullanımının istenen başarıya ulaşması da zorlaşacaktır (Kenkel, 2015). Brezilya, 2011 yılında Koruma Sorumluluğunun suiistimal edilmesinin önüne geçmek için -responsibility while protecting-(RwP) doktrinini açıklamıştır. Doktrin kısaca, önleyiciliğe vurgu yaparak “kuvvet kullanılmasından önce bütün diplomatik yolların 75 kullanılmasını, olaylara göre tutum belirlenmesini, BMGK’nin gözlem faaliyetlerine ağırlık vermesini ve resmî ve sistematik yöntemler belirlenmesini” kapsamaktadır. Bununla birlikte Brezilya, doktrinin, Koruma Sorumluluğu’na alternatif olarak görülmemesini, aksine mevcut doktrinin bir tamamlayıcısı olarak görülmesi gerektiğini ifade etmiştir (Prawde, 2014). Bu tutum kimi yazarlarca müdahale yanlısı Batılı güçler ile müdahalelere karşı pozitif bir yaklaşım benimsemeyen Rusya ve Çin gibi devletler arasında arabulucu bir rol oynama isteği olarak yorumlanmıştır. 2005 yılında Darfur’a müdahale edilmesine yönelik 1593 sayılı kararın görüşmelerin çekimser oy kullanan Brezilya, Libya’ya müdahaleyi onaylayan 1973 sayılı kararı desteklemiştir (Noesselt, 2013). Fakat ABD ve Birleşik Krallık başta olmak üzere büyük güçlerin Libya’daki müdahalesinin doğrudan rejim değişikliğine neden olacak bir yapıya bürünmesi Brezilya’nın tepki göstermesine neden olmuştur. Libya’daki olayların seyri üzerine Brezilya, Suriye’ye yönelik olası BMGK müdahalesine karşı çıkacağını sıklıkla ifade etmiştir (Prawde, 2014). Kısaca özetlemek gerekirse Brezilya, insancıl hukuk kuralları çerçevesinde, “insan haklarının korunmasını sağlayacak şekilde güç kullanımının sınırlandırılmasını”, bunun yanında güç kullanımında tam bir uzlaşma sağlanarak suiistimallerin engellenmesi için “BMGK’nin yapısında bütün kıtaların temsil edilmesini sağlayacak reformların gerçekleştirilmesini” savunmaktadır (Saliba, Lopes, & Vieira, 2015). Normun istismara açık olduğu düşüncesinden hareketle, uluslararası hukuk ve çok-taraflı kurumlar tarafından denetleyici ve düzenleyici mekanizmalar oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir (Stuenkel & Tourinho, 2014). 3.7.2.3. Güney Afrika ve koruma sorumluluğu Güney Afrika, ülkede uzun yıllar hâkim olan apartheid rejiminin ve kıtasal bir güç olma yönündeki politikasının etkisiyle koruma sorumluluğunun esnek yorumlanmasına karşı çıkmıştır. Fakat sadece Afrika’yı ilgilendiren sorunlarda olaylara müdahil olma yöntemini benimsemiştir. Kıtanın güç dengesini değiştirmesi beklenen Libya olayları sırasında da Güney Afrika yönetimi bu tutumunu devam ettirmiş, öncelikle Libya’da savaşan tarafların müzakere yoluyla uzlaştırılması yönünde çaba göstermiştir. Bunun başarısızlığa uğraması sonucunda ise Libya’ya yönelik insani müdahaleyi ele alan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararını onaylamıştır. Güney Afrika’nın bu kararı almasında koruma sorumluluğunu müdahaleci bir yaklaşım olarak 76 benimsemesinden çok uluslararası sisteme muhalif hareket etmeme isteği belirleyici rol oynamıştır (Verhoeven et al., 2014). Güney Afrika’nın, Libya olayı örneğinde olduğu gibi bir değerler bütünü olarak koruma sorumluluğuna destek verdiği, kavramın egemenlikle arasındaki ilişkiye yönelik olarak eleştirel bir tavır ortaya koymadığı fakat reelpolitik çerçevesinde dış politikadaki çıkarlarını, doktrinin önüne koyabildiği görülmektedir. 77 4. KORUMA SORUMLULUĞU’NUN AFRİKA KITASINA YANSIMALARI Afrika kıtası, yarım asırdan fazla bir süredir BM’nin insani faaliyetler yürüttüğü bir alandır. BM, 1960 yılında gerçekleştirdiği Kongo müdahalesiyle bölgeye girmiş, kıtadaki askeri ve siyasi varlığını günümüze dek devam ettirmiştir (MacQueen, 2011: 93). Soğuk Savaş sonrası dönemde Afrika’daki ulus-devlet yapıları içerisindeki mücadelelerde artış görülmüştür. Bu artış beraberinde soykırım, insanlığa karşı suç ve etnik temizlik gibi vahşet olaylarını beraberinde getirmiştir. Kıtada tarihin en büyük soykırım felaketlerinden biri yaşanmıştır. Bu nedenle uluslararası toplum, Afrika kıtasında yaşanan insanlık sorunlarını yakından takip etmektedir. Sivillerin korunması, göç, ülke içinde yerinden edilme, açlık, kıtlık, bulaşıcı hastalıklar, etnik çatışmalar, terörist faaliyetler Afrika kıtasının topyekûn sorunlarıdır. Koruma Sorumluluğu, özellikle 2005 yılında belirlenen ilkelerle birlikte Afrika kıtasının sorunlarına yönelik olarak uluslararası müdahaleler çerçevesinde çözümler üretilmesini beraberinde getirmiştir. Doktrinin Afrika’daki uygulaması, bir yandan iç çatışmalarla boğuşan ülkelerde yaşanan insanlık sorunlarının giderilmesini diğer yandan da bu ülkelerin uluslararası sisteme entegre edilerek anarşinin azaltılmasını ve uluslararası sistemin istikrarını sağlamaya yöneliktir. Bu kapsamda hem bölgesel hem de uluslararası çapta çeşitli girişimler başlatılmıştır. Birleşmiş Milletler ve Afrika Birliği, kıtada yaşanan insani krizlerin sonlandırılması, sorunların kökenine inilmesi ve gerektiğinde acil durumlarda askeri olarak bölgede konuşlanılmasını gündemine almaktadır. Keza var olan askeri unsurlar içerisinde yapısal dönüşümler sağlanarak doktrinin uygulanabilirliği artırılmaya çalışılmaktadır. Bu bölümde ilk olarak Afrika’nın uluslararası politikadaki konumu ele alınacak, ardından egemenlik ve müdahale anlayışı çerçevesinde Afrika Birliği’nin yeni yapısı incelenecektir. Sonrasında ise Koruma Sorumluluğu’nun uygulanması açısından farklılık gösteren Darfur, Kongo ve Kenya krizleri değerlendirilecektir. 4.1. 2000’li Yıllarda Afrika ve Afrika Birliği’nin Değişen Yapısı Freedom House’un 2015 yılında hazırladığı rapora göre; yeryüzündeki 48 özgür olmayan (not free) ülkeden 25’i Afrika kıtasında bulunmaktadır. Bunlar; Gambiya, Batı 78 Sahra, Moritanya, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan, Eritre, Cibuti, Somali, Etiyopya, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti, Ekvatoral Gine, Kamerun, Güney Sudan, Uganda, Ruanda, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Kongo, Gabon, Angola, Burundi, Svaziland ve Zimbabve’dir. Buna karşılık 88 özgür ülkeden sadece 11 tanesi Afrika kıtasında yer almaktadır (“Freedom in the World 2015 Findings,” 2015). Nüfusa oranlandığında ise Avrupa kıtası nüfusunun %88’i özgürken, Sahra Altı Afrika’daki nüfusun sadece %12’sinin özgür olarak nitelendirildiği görülmektedir (“Freedom in the World 2015: Regional Status by Population,” 2015). Soğuk Savaş’ın bitişinden 2005 yılına dek dünya üzerindeki çatışmalarda %40’lık bir düşüş görülse de (Sarkin, 2009) 2013 yılı verilerine göre en çok can kaybına neden olan iç savaşlar Afrika kıtasında yaşanmıştır. Cezayir, Sudan, Somali ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki iç savaşlarda 100.000’den fazla insan hayatını kaybederken, Nijerya’da da bu sayının 100.000’e yaklaştığı, Güney Sudan, Kenya, Etiyopya ve Mali’deki çatışmalarda ise her ülkede 1.000 ila 10.000 arasında insan hayatını kaybetmiştir (Ploughshares Annual Report 2013, 2013). Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Kurulu’nun (BMMYK) istatistiklerine göre; dünyadaki göçmen nüfusun %25’i Sahra altı Afrika’da yaşamakta, yalnızca BMMYK kıtada 7,6 milyon ülke içinde yerinden edilmiş insana yardım sağlamaktadır. Bu sayı, BMMYK’nin dünya çapında yaptığı yardımların üçte birine denk gelmektedir. Bölgedeki göçmenlerin ve mültecilerin sayısı 2012 yılında 3,1 milyondan 2013 yılında 3,3 milyona (UNHCR Global Report 2013, 2014), 2014 yılında ise 3,4 milyona çıkmıştır. 2014 yılında BMMYK’nin Afrika’daki yardım faaliyetleri 5,4 milyon ülke içinde yerinden edilmiş insanla birlikte 11 milyon kişiye ulaşmıştır. Bu yardım faaliyetlerinde Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Mali, Somali ve Sudan’a ağırlık verilmiştir. Kurul’un 2006 yılında Afrika’ya ayırdığı bütçe 700 milyon dolar civarındayken 2007 yılındaki azalmaya rağmen 2012 yılına dek bütçede artış görülmüştür. 2012 yılında bu miktar 2 milyar Amerikan dolarına yaklaşmış sonraki yıllarda ise az da olsa kademeli olarak bir azalma göstermiştir. 2014 yılında 1.893.466.222 dolar olarak belirlenen bütçe 2015 yılında 1.815.002.606 dolara gerilemiştir 2010-2015 yılları arasındaki bütçe, ağırlıklı olarak göçmen programlarına harcanırken bunu ülke içinde yerinden edilmiş insanlara yönelik projeler takip etmiştir (UNHCR Global Appeal 2014-2015, 2015). 79 1955-2001 yılları arasında Afrika kıtasında 80 başarılı, 108 başarısız darbe girişimi olmuştur. Bu darbelerden 50’si 1990’lı yıllarda yaşanırken, bu 50 darbeden 13’ü başarıya ulaşabilmiştir (Sarkin, 2009). Siyasal istikrarsızlıklara yol açan askeri darbelerin sonucunda Afrika kıtası, BM’nin barış gücü faaliyetleri açısından önemli bir merkez hâline gelmiştir. Afrika’daki kriz bölgelerinin ciddi tehditler ortaya çıkarması BM’nin bu bölgelerde ağırlığını giderek artırma çabalarını beraberinde getirmiştir. BM’nin Darfur’daki ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki barış gücü personelinin sayısı, diğer ülkelerdeki toplam personel sayısının iki katından fazladır. Darfur’da 25.248 barış gücü personeli bulunurken Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde bu sayı 23,622’dir (2012 United Nations Peace Operations: Year In Review, 2013). BM’nin barış güçlerindeki askeri ve sivil Afrikalı personelin sayısı da günden güne artış göstermektedir (P. D. Williams & Boutellis, 2014). Şekil 1. BM ve Afrika Birliği Misyonlarındaki Asker Sayılarıı (P. D. Williams & Boutellis, 2014). http://www.un.org/en/peacekeeping/resources/statistics/contributors_archive.shtml 120.000 100.000 80.000 BM Misyonlarındaki Afrikalı Asker Sayısı 60.000 Afrika Birliği Misyonlarındaki Afrikalı Asker Sayısı 40.000 BM Misyonlarındaki Toplam Asker Sayısı 20.000 0 Birleşmiş Milletler, kurucu Antlaşma’nın yedinci bölümüne uygun olarak Afrika kıtasında; Sierra Leone’de UNAMSIL (1999-2005), Liberya’da UNMIL (2003-), Fildişi Sahilleri’nde UNOCI (2004-), Burundi’de ONUB (2004-2006), Sudan’da UNMIS (20052011), Darfur’da UNAMID (2007-), Abyei’de UNISFA (2011-), Güney Sudan’da UNMISS (2011-), Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde MONUSCO (2010-), Mali’de 80 MINUSMA (2013-) ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde MINUSCA (2014-) barış güçlerini görevlendirmiştir. BMGK, görevlendirmelerde genel amaç olarak “sivillerin korunması” terimini kullanmaya özen göstermiştir (Sloan, 2014). Böylelikle siyasal amaçlardan çok değerlere ve haklara vurgu yaparken ana sorunu işaret etmiştir. Afrika Birliği ise; kendi içerisindeki yapısal değişikliğin ertesindeki bir döneme denk gelen 2003-2013 yılları arasında, sırasıyla, barış inşası amacıyla AMIB (AU Mission in Burundi) güçleriyle Burundi’ye, gözlem amacıyla MIOC (AU Military Observer Mission in the Comoros) güçleriyle Komor Adaları’na, barışı ve sivilleri koruma amacıyla AMIS (AU Mission in Sudan) güçleriyle Sudan’a, devlet adamlarını korumak amacıyla Burundi Özel Görev Gücü ile Burundi’ye ve seçimlerde gözlem yapmak üzere AMISEC (AU Mission for Support to the Elections in the Comoros) güçleriyle Burundi’ye, rejimi korumak ve isyana karşı mücadele etmek amacıyla AMISOM (AU Mission in Somalia) güçleriyle Somali’ye, seçimleri desteklemek amacıyla MAES (AU Electoral and Security Assistance Mission to Somalia) ve meşru olmayan rejimi değiştirmek için Komor Demokrasi Operasyonu ile Komor Adaları’na, istikrarı sağlamak ve silahlı isyancılara karşı savaşmak amacıyla AFISMA (African-led International Support Mission for Mali) güçleriyle Mali’ye ve son olarak da istikrarı sağlamak amacıyla MISCA (African-led International Support Mission to the Central African Republic) güçleriyle Orta Afrika Cumhuriyeti’ne yönelik olarak barış operasyonları gerçekleştirmiştir (P. D. Williams & Boutellis, 2014). Şekil 2.1. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Misyonları (P. D. Williams, 2013) Misyon Bölge Tarih Personel MINURSO Batı Sahra 1991- 237 MINURCA Orta Afrika Cumhuriyeti 1998-2000 1.350 MONUC Kongo Demokratik Cumhuriyeti 1999-2010 21.000 UNAMSIL Sierra Leone 1999-2005 17.670 UNMEE Etiyopya, Eritre 2000-2008 4.200 SAPSD Burundi 2001-2009 754 MINUCI Fildişi Sahili 2003-2004 76 81 UNMIL Liberya 2003- 16.115 ONUB Burundi 2004-2006 5.770 UNOCI Fildişi Sahili 2004- 10.954 UNMIS Sudan 2005-2011 10.519 MINURCAT Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti 2007-2010 5.525 UNAMID Sudan 2008- 21.600 MONUSCO Kongo Demokratik Cumhuriyeti 2010 22.016 UNMISS Güney Sudan 2011 7.900 UNISFA Sudan 2011 4.250 MINUSMA Mali 2013 12.600 Şekil 2.2. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Onaylı Misyonlar (P. D. Williams, 2013) Misyon Bölge Tarih Personel ECOMICI Fildişi Sahili 2002-2004 1.500 Operation Licorne Fildişi Sahili 2002- 4.000 ECOMIL Liberya 2003 3.600 IEMF Kongo Demokratik Cumhuriyeti 2003 2.205 EUFOR Kongo Demokratik Cumhuriyeti 2006 2.275 AMISOM Somali 2007- 17.781 EUFOR Çad 2008-2009 3.700 EUTM Somali Somali-Uganda 2010- 125 Operation Odyssey Dawn Libya 2011 8.000 RCI-LRA KDC-OAC-Güney Sudan-Uganda 2011- 4.500 AFISMA Mali 2012- 9.620 82 Operation Serval Mali 2013- 4.000 EUTM Mali 2013- 450 Şekil 2.3.Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Tarafından Tanınan Misyonlar (P. D. Williams, 2013) Misyon Bölge Tarih Personel ECOMOG Sierra Leone 1997-2000 7.000 OAU JMC Kongo Demokratik Cumhuriyeti 1999-2000 43 OLMEE/AULMEE Etiyopya, Eritre 2000-2008 43 Operation Palliser Sierra Leone 2000 1.300 FOMUC Orta Afrika Cumhuriyeti 2002-2008 380 Operation Boali Orta Afrika Cumhuriyeti 2002- 450 AMIB Burundi 2003-2004 3.250 AMIS Sudan 2004-2007 7.700 EUSEC-CONGO Kongo Demokratik Cumhuriyeti 2005- 50 EU SSR Gine-Bissau 2008-2010 33 MISSANG-GB Gine-Bisseau 2011-2012 200 ECOMIB Gine-Bisseau 2012- 629 Şekil 2.4. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasında BM Misyonu Olmayan Misyonlar (P. D. Williams, 2013) Misyon Bölge Tarih Personel OMIC 2 Komor Adaları 2001-2002 14 CEN-SAD Orta Afrika Cumhuriyeti 2001-2002 300 JCM ve IMU Sudan 2002-2005 24 83 OMIC 3 Komor Adaları 2002 39 MIOC Komor Adaları 2004 41 AB destekli AMIS 2 Sudan 2005-2007 50 AMISEC Komor Adaları 2006 1.260 MAES Komor Adaları 2007-2008 356 Operation Democracy Komor Adaları 2008 1.800 MICOPAX Orta Afrika Cumhuriyeti 2008- 2.000 4.2. Afrika Birliği’nin Müdahale Anlayışı Beş uluslararası örgüt, insani amaçlı müdahalede bulunma isteğini alenen ifade etmiştir. Bunlar; Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, ECOWAS (Economic Community of West African States- Batı Afrika Ekonomik Topluluğu) ve Afrika Birliği’dir (A. J. Bellamy & Williams, 2010). Bu bölümde Afrika Birliği’nin insanî amaçlı müdahaleleri mevzuat ve olaylar kapsamında, koruma sorumluluğu ışığında incelenecektir. Afrika yüzyıllar boyunca sömürgecilikle yönetilmiştir. Dış müdahaleler ve yerel temsilin olmadığı ya da nadiren bulunduğu kolonyal yönetimler, Afrika’nın tarihsel ve toplumsal yapısına etki etmiştir. Ulus-devlet yapılanmalarının getirdiği fiziksel ayrılıklar, kıtanın bir bütün olarak ele alınmasının önüne geçememiştir. Afrika’da yer alan devletler de ulusal kimliklerinden ziyade “Afrikalı” kimliklerini benimsemişler ve çoğunlukla panAfrikacılığı bir ülkü ve bir siyaset tarzı olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla farklılıkların belirgin olmadığı bağımsızlık sonrası dönemde Afrika devletleri, uluslararası politikadaki gelişmeleri 1963 yılında kurulan Afrika Birliği Örgütü (Organisation of Africa Unity / OAU) üzerinden takip etmeye çalışmışlardır. Afrika Birliği Örgütü’nün kurulduğu dönemde Afrika ülkeleri, iç çatışmaların emperyalizm nedeniyle çözümlenemediğini savunmuştur (Dembinski & Schott, 2014). Bir diğer anlamda Afrika devletleri temel ilkeler olarak; “anti-emperyalizmi, pan-Afrikanizmi ve self-determinasyonu” benimsemiştir (P. D. Williams, 2007). Örgüt, baştan beri müdahale etmeme ilkesini benimsese de Ruanda Krizi gibi yüzyılın en büyük katliamlarından birinde can kayıplarının önüne geçememesi ve uluslararası siyaset açısından başarısız olması nedeniyle müdahale 84 konusunda yeni bir bakış açısı getirme ihtiyacı ortaya çıkmıştır (Dembinski & Schott, 2014). 1998 yılında BM, Afrika’da artan iç çatışmalara karşı Afrika Birliği ile işbirliğine gitme yönünde adımlar atmıştır. İlk olarak kıtadaki mevcut barış gücü birliklerinin başarısızlıkları ve çeşitli suiistimalleri BM’nin, bu misyonlarda Afrika Birliği Örgütü’nün etkinliğini artırma ve çatışmaların bölgesel bazda ele alınması çalışmalarını beraberinde getirmiştir. Bu noktada BMGK tarafından 1998 yılında Afrika’daki bölgesel ve altbölgesel örgütlerin güçlendirilerek barış gücü birlikleri içerisinde yer edinmesi niteliğinde bir tavsiye karar alınmıştır (Barrios, 2014). BM’nin bu çabaları Afrika Birliği Örgütü tarafından da karşılık görmüştür. 1963 yılında kurulan ve kıta içerisindeki çatışmaları önlemekte başarısız olan Afrika Birliği Örgütü’nün (“Organization of African Unity (OAU) / African Union (AU),” 2002) yerine 2000 yılında Togo’nun başkenti Lome’de yeni bir bölgesel örgüt olarak Afrika Birliği (African Union) kurulmuştur. Afrika Birliği, Koruma Sorumluluğu’nun ilkelerine, kuruluş antlaşması içerisinde yer veren ilk bölgesel örgüt olmuştur. Fakat bu ilkeler, koruma sorumluluğunun ana belirleyicisi olan ICISS’in raporundan önce, 2000 yılında ortaya konulmuştur. Bu anlamda Afrika Birliği Örgütü’nden Afrika Birliği’ne geçişte Afrika devletlerinin temel siyaset ilkelerinde de değişim görülmüştür. Zamanın ruhuna ve kıta siyasetinin gidişatına uygun olarak Afrikalı devletler; anayasal nitelikten yoksun yönetim değişikliklerine karşı çıkmanın yanı sıra Birlik’in, ciddiyet taşıyan koşullarda müdahale etme hakkına sahip olması gerektiğini düşünmüşlerdir (P. D. Williams, 2007). Bu noktada birebir aynılıktan değil benzerlikten söz etmek gerekmektedir. 53 ülke tarafından kurucu metni imzalanan Afrika Birliği’nin temel görevleri arasında üye devletlerin egemenliğini korumanın yanı sıra üye devletlere bazı özel durumlarda askeri müdahalede bulunmak da sayılmıştır. Birliği kuran Antlaşma’nın özellikle 4. maddesi Afrika devletlerinin değişen güvenlik anlayışını yansıtmıştır. Dördüncü maddede yer alan fıkralara göre; “üye devletler egemen ve eşittir, müdahale etmeme ilkesi benimsenmiştir. Anti-emperyalist yaklaşımla sorunlar öncelikli olarak Afrika içerisinde çözülmelidir. Bağımsızlığını kazanan devletlerin egemenlik sınırları, kolonyal dönemdeki sınırlarıyla aynı olacaktır (uti possidetis). Kuvvet kullanmaktan kaçınılacak ve anlaşmazlıkların barışçıl yöntemlerle çözülmesine gayret gösterilecektir, 85 hükümetlerin anayasal olmayan yollar kullanılarak değiştirilmesi kınanacaktır” (P. D. Williams, 2007). Afrika Birliği Kurucu Antlaşması’nın en önemli maddesi ise 4/h maddesidir. Söz konusu madde, Birliğin “savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suç gibi vahim durumların ortaya çıkması hâlinde, Kurul kararının da alınmasıyla üye devletlere müdahale etme hakkının” bulunduğunu ifade etmiştir (A. J. Bellamy & Williams, 2010). 4/j maddesinde ise “üye devletlere, barışın ve güvenliğin sağlanması için Birlik’ ten müdahale talebinde bulunma hakkı” ve verilmiştir. Buna ek olarak; Birlik içerisinde 10’u iki yıllık bir, 5’i ise üç yıllık bir dönem için seçilen (Murithi, 2007) 15 üye devletten oluşan Barış ve Güvenlik Konseyi oluşturulmuş ve bu Konsey’e çatışmaların önlenmesi, barış yapımı, barış inşası, barışa destek ve çatışma sonrası inşa görevleri verilmiştir (Zähringer, 2013). Barış ve Güvenlik Konseyi’ni kuran Protokol’ün 7/e maddesinde Konsey’in “bir üye devlette uluslararası sözleşmeler ve belgeler tarafından tanımlandığı şekliyle savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suçlar olmak üzere vahim durumların ortaya çıkması durumunda Birlik adına Devlet Başkanları Kurulu’na müdahale için tavsiyede bulunma” yetkisi verilmiştir (Murithi, 2007). Konseyi destekleyici nitelikte Afrika Birliği Komisyonu Akil Adamlar Kurulu kurulmuştur. Güçlü bir önleyicilik sağlamak açısından kıtasal erken uyarı sistemi CEWS (The Continental Early Warning System) ve Afrika Bekleme Gücü (African Standby Force) adındaki askeri gücün yapılandırılması ise devam etmektedir (Zähringer, 2013). Birliğin Kurucu Metni doğrudan harekete geçme sorumluluğuna yönelik olarak hazırlanmışken, Barış ve Güvenlik Konseyi’ni kuran Protokol, önleme ve inşa sorumluluğunu da Birliğin görev kapsamı içerisine almıştır. Barış ve Güvenlik Konseyi, günümüze dek hiçbir iç çatışmayı “vahim durum” olarak nitelendirmemiş ve bu doğrultuda bir müdahalede bulunmamıştır. Teorik anlamda Afrika Birliği Kurucu Antlaşması’nın egemenlik ile insani müdahale arasındaki dengeyi tam oturtamadığı savunulmaktadır. 4(h) maddesinin uygulanmasının, müdahale edilecek olan ülkenin rızası olmadan yapılacağı, bununla birlikte insani müdahalede bulunacak ülkelerden birinin ya da birkaçının kendi ülkesi içerisinde otoriter rejimlerle yönetilen devletler olabileceği ifade edilmiştir. Bir diğer negatif değerlendirme ise Afrika Birliği’nin kurumsal başarısızlığından kaynaklanmaktadır. Birlik, mevcut hâliyle konsepte uygun bir müdahale gerçekleştirme etkinliğinden yoksun olmasının yanı sıra önleyici diplomasi faaliyetleri açısından da yetersizdir. Bunun en iyi örnekleri 2004 yılında Darfur’da ve 2011 yılında Libya’da görülmüştür (Kabau, 2012). 86 Bununla birlikte Afrika Birliği son dönemde, koruma sorumluluğunu gayri resmî kanallarla “kurumsal açıdan ölü” olarak nitelendirmiştir. Bunun yerine “sivillerin korunması” (Protection of Civilians – PoC) kavramına ağırlık vermiştir. Nitekim 2011 yılında Taslak Kurallar belirleyerek sivillerin korunmasının “risk altındaki halkların ve bireylerin güvenliğinin geliştirilmesi ve grupların ve bireylerin haklarının tamamen garanti altına alınması” anlamına geldiğini ifade etmiştir. Böylece henüz uluslararası alanda tanımlanmış ve kesin bir şekilde devletler tarafından kabul edilmiş bir kurallar dizisine sahip olmayan bir kavram üzerinden insani müdahaleleri ve uluslararası insancıl hukuk kurallarını değerlendirme ve kendisine barış gücü birliklerini bu yönde yapılandırma yolunu benimsemiştir (Zähringer, 2013). Bunların dışında Afrika Birliği, göçten kaynaklanan insani krizlerin önlenmesi için Avrupa Birliği ile ortak istişare mekanizmaları kurmaktadır. Bu mekanizma günden güne güçlenmektedir ve ECOWAS gibi alt-bölgesel örgütlerin de bu konudaki sorunları giderme yönündeki çabalarına rehberlik etmektedir (Haddad, 2010). 2010 yılında da merkezi Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da olan ve kıtada ortaya çıkması muhtemel krizlere her an cevap verme kapasitesine sahip olması beklenen, polis gücünden ve sivil güçlerden de müteşekkil Afrika Bekleme Gücü (African Standby Force) kurulmuştur. Afrika Bekleme Gücü doğu, batı, merkezi, güney ve kuzey olmak üzere beş tugaydan oluşmaktadır. Bu planlama, harekete geçme sorumluluğu ve müdahale sonrası barış ve devlet inşası faaliyetlerini kapsayan inşa sorumluluğu kapsayacak bir yapı oluşturmayı hedeflemektedir. Bu gücün, koruma sorumluluğunun yerine getirilmesinin yanı sıra uzun yıllardır Afrika ülkelerinin mottosu hâline gelmiş olan ‘Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler’ düşüncesinin de hayata geçirilmesine katkı sağlayacağı düşünülmektedir (Pattison, 2010: 206). Afrika Birliği’nin Koruma Sorumluluğu doktrinine sağlayacağı destek, doktrinin geleceği açısından kritik olarak görülmektedir (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Afrika Bekleme Gücü’nün kapasitesinin artırılması, daha önce yaşanmış olan Afrikalı barış gücü görevlilerinin yerel halkı istismar etmesinin önüne geçilmesi, askeri güçlerin finansal sorunlarının önüne geçilmesi, bu alanda çalışma yapan diğer uluslararası örgütlerle mevcut işbirliğinin ilerletilmesi Birlik’in etkisi artıracaktır (Pattison, 2010: 237-238). Aynı zamanda doktrinin yaygınlaşması için ilham verecektir. Afrika Birliği’nin değişen yapısı kıta çapındaki krizlere yaklaşımını da değiştirmiştir. Birlik, mevzuatındaki değişiklik sayesinde ve koruma sorumluluğundan ilham alarak artık askeri müdahalede bulunma yetkisine sahip olmuştur. Bu dönüşümün 87 etkileri, Darfur, Kongo ve Kenya’da açık bir şekilde görülmüştür. Bundan sonraki bölümlerde koruma sorumluluğu ve BM ve Afrika Birliği’nin yaklaşımları çerçevesinde sırasıyla Darfur, Kongo ve Kenya krizleri incelenecektir. Darfur Krizi koruma sorumluluğunun uygulanamadığı, Kenya ise doktrinin etkili bir şekilde uygulandığı örneklerdir (Luck, 2010). Çizelge 2. 2005 Yılından Bu Yana İnsani Krizler ve Koruma Sorumluluğu (A. J. Bellamy, 2010) Olay Koruma Sorumluluğu Uluslararası Toplumun Çerçevesinde Girişimde Tutumu Sonuç Bulunanlar Darfur (2003-?) BM Güvenlik Konseyi Kayda değer bir UNAMID’in anlaşmazlık yok konuşlanması Sivillerin korunması çalışmaları UCM’nin krizi ele alması Kongo Demokratik BM Temsilcileri Cumhuriyeti Konunun geniş bir şekilde MONUC’un ele alınmaması konuşlanması Anlaşmazlığın çözülmesi Sivillerin korunması yolunda ortak noktaların çabaları bulunamaması Kenya (2007-2008) Kofi Annan, Francis Deng Geniş Destek Uluslararası toplumun Afrika Birliği’nin katkısıyla arabuluculuk komisyon kurarak sorunu çabalarının sonuç ele alması vermesi ve şiddet olaylarının durması 4.3. Darfur Krizi 2003 yılında Sudan’da, Sudan Özgürlük Ordusu’nun (Sudan Liberation Army / SLA) ve Adalet ve Eşitlik Hareketi’nin (Justice and Equality Movement / JEM) güçlerinin Sudan Ordusu’na ait tesislere saldırmasıyla başlayan (Bellamy and Williams, 2005) ve 2005 yılında dek devam eden şiddet hareketleri, Koruma Sorumluluğu doktrininin sorgulanmasına neden olmuştur. Doktrinin ilk testi olarak görülen krizde, doktrinin savunucularının uluslararası toplumdan yeterli desteği alamamaları, krize yönelik 88 yaklaşımların bir stratejiden yoksun olması, doktrinin başarısız olduğu şeklinde yorumlanmıştır (Gilligan, 2013). Darfur’ da meydan gelen kriz, kısa zaman içerisinde uluslararası toplumun temel gündem konularından birisi hâline gelmiştir. Nitekim isyan hareketi olarak görülen toplumsal olaylara, Sudan Ordusu, Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in talimatı ve yönlendirmesiyle sert bir şekilde müdahale etmiştir. Hükümete bağlı Janjaweed isimli milis grubun şiddet kullanmasının yanı sıra askeri uçakların da kullanılmasıyla kısa zaman içerisinde ölü sayısı 30.000’i bulmuştur. İlerleyen dönemde şiddet olaylarından kaynaklanan ölü sayısı 400.000’i, savaştan olumsuz etkilenenlerin sayısı ise 2,9 milyonu bulmuştur (Cristina Gabriela Badescu, 2011). . Şiddet olayları, gerisinde sadece can kayıpları bırakmamıştır. Kısa bir süre içerisinde 1,2 milyondan fazla insan yurtlarından göç etmek zorunda kalmıştır. Şiddetin ulaştığı boyut, BM Güvenlik Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslararası mekanizmaları harekete geçirmiştir. Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası Kriz Grubu, İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi sivil toplum kuruluşları da Sudan hükümetinin insanlığa karşı suç işlediklerini ve etnik temizliğe giriştiğini savunmuştur. İnsan Hakları ve Adalet için Afrika’daki Fizikçiler Örgütü, olayları soykırım olarak nitelendirmiştir. Nitekim ABD Hükümeti de, Sudan’da bir soykırım yaşandığını ifade etmiştir. Buna rağmen Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Sudan’a yönelik bir eylem planı hazırlamamıştır (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). Uluslararası toplumun baskısıyla BM inisiyatifinde çeşitli girişimler gerçekleştirilmiştir. Fakat olaylar yaşanırken Sudan’ın, Afrika ülkeleri tarafından BM İnsan Hakları Komisyonu üyeliğine seçilmesi, bu girişimlerin başarısızlığa uğrayacağının ilk habercisi olmuştur. Genel Kurul’da Sudan’daki insanlık krizi ile ilgili gerçekleştirilen oturumda Darfur’daki soykırımın görüşülmesi talebi, çoğunlukla Müslüman ülkelerin ve Afrika ülkelerinin oylarıyla reddedilmiştir (Thakur, 2006). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ise ilk olarak 11 Haziran 2004 tarihinde Darfur’ u gündemine almış ve 1547 sayılı kararla, tarafları acilen silah bırakmaya ve siyasi bir anlaşma sağlamaya çağırmıştır. 30 Temmuz 2004 tarihli 1556 sayılı kararda ise tarafların 30 gün içerisinde silah bırakmaması durumunda silah ambargosu uygulanacağı ve BM Antlaşması’nın 41. Maddesinin yürürlüğe sokulacağı ifade edilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin bu kararı; gerçekçi olmaması, Sudan Devleti’ne, kapasitesinin üstünde bir rol vermesi, Rusya’nın ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin (C. G. Badescu & 89 Bergholm, 2009) Sudan’a yüklü miktarda silah satışı, petrol antlaşmaları gibi uluslararası politik gerçekleri göz ardı etmesi ve insan hakları ihlalleri konusunda ileri gidememesi nedeniyle sıklıkla eleştirilmiştir. Nitekim Sudan Hükümeti de, kararın yaptırımlardan uzak olmasını fırsat bilerek Janjaweed milislerini düzenli ordu hâline getirmiştir (Bellamy and Williams, 2005). BM Güvenlik Konseyi’nin Darfur Krizi’ne dair tek önemli ve gerçekçi kararı, 25 Haziran 2005 tarihinde alınan, Janjaweed birliklerinin insanlığa karşı suç ve savaş suçları işledikleri nedeniyle Sudan Hükümeti’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmasını onaylayan kararıdır. BM Genel Sekreteri de Sudan Hükümeti’nin rızası alınmadan bir müdahalede bulunulmasının yanlış olacağını, askeri müdahalenin söz konusu olması durumunda bunun ortaya çıkaracağı lojistik ihtiyaçların, Batılı müttefiklerin Irak’taki ve Afganistan’daki askeri varlıkları da göz önünde bulundurulduğunda, karşılanamayacağını öne sürmüştür (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). Neticede BM, iki yıl boyunca Darfur’a askeri olarak müdahale edememiştir (Sara Ellen Davies & Glanville, 2010). Afrika Birliği, Sudan’daki insan hakları ihlallerine karşı herhangi bir müdahalede bulunmayı kolaylıkla kabul etmemiştir. Hepsinden önce Birleşmiş Milletler’in, Darfur Krizi’ne, Afrika Birliği’nin bir barış gücü operasyonuyla müdahale etmesini hararetli bir şekilde savunduğunu belirtmek gerekmektedir. Buna rağmen Afrika Birliği, Sudan’ın rızası alınmadan bir askeri müdahalede bulunmanın yanlış olacağı kanaatini ifade etmiştir (A. Bellamy & Williams, 2005). Darfur Krizi süresince, 2005 Dünya Zirvesi’nden çıkan kararların etkisiyle Güvenlik Konseyi’nin, koruma sorumluluğunu içeren 1674 sayılı kararıyla AMIS ve UNAMID adında, her ne kadar kriz sonrasında zayıf müdahaleleri içerse de iki barış operasyonu ortaya çıkmıştır. Afrika Birliği’nin AMIS adındaki barış gücü oluşumu Sudan Hükümeti’nin rızasına dayanmıştır (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). AMIS, Avrupa Birliği tarafından da uzun yıllar boyunca finansal olarak desteklenmiştir (Olsen, 2009). Egemenlik konusunun, özellikle müdahaleye açık halde bulunan Afrika devletlerinin siyasi geleceğini ve aynı zamanda mevcudiyetlerini de etkileyecek olması rızanın alınmasını ön plana çıkarmıştır. 2.200 personelli bir görev gücü olan AMIS’in oluşturulması da koruma sorumluluğu çerçevesi içerisinde insan hakları ihlallerinin yaşanmasıyla birebir ilintilendirilmiştir. AMIS’in görev tanımı da koruma sorumluluğuna uygun bir şekilde belirlenmiştir. Görevler; “Darfur’daki mevcut durumu yakından takip etmek, ateşkesi ihlal eden grupları rapor etmek, güven-inşası sürecine yardımcı olmak, insani yardımların 90 sağlanabilmesi için gerekli güvenlik ortamını sağlamak, kaynak ve kapasite dâhilinde çok yakın tehdit altında olan sivilleri korumak” olarak sayılmıştır. Egemenlik konusunda gösterilen hassasiyet, AMIS’in görev tanımında da gösterilmiş ve sivil halkın korunması görevinin esasen Sudan Hükümeti’nde olduğu ifade edilmiştir. Yine de koruma sorumluluğunun etkin bir şekilde uygulanması hususunda AMIS’in etkisiz olduğunu söylemek mümkündür. Zira sivillerin korunması hususunda zamanında müdahalede bulunmamış, müdahalede bulunduğunda da sembolik bir anlam ifade etmenin ötesine geçememiştir. Tecrübeden yoksun ve yetersiz teçhizatlarla donatılmış olan askerler, Sudan Ordusu’nun sivillere yönelik saldırılarına karşı etkin bir koruma gerçekleştirememiştir. AMIS’in Sudan Hükümeti’ne yönelik kınama kararları ve danışmanlık faaliyetleri Sudan Hükümeti tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). 5 Mayıs 2006’da imzalanan Darfur Barış Antlaşması’nın başarısızlığa uğraması ve on beş ayrı fraksiyona ayrılan isyancıların saldırıları tekrar başlatmasıyla AMIS’in varlığı da sorgulanmaya başlamıştır. AMIS’in donör ülkeleri, askeri ve siyasi yetersizliklerinden dolayı AMIS’in görevinin sonlandırılmasını ve BM’nin etkin bir planlama ile bu insanlık krizini sonlandırmasını istemiştir. BM Güvenlik Konseyi, 31 Ağustos 2006 tarihinde 1706 sayılı kararıyla bu çağrıya kulak vermiştir (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). 2005 Sonuç Belgesi’ nin 138 ve 139 maddelerine atıf yapılan 1706 sayılı kararla Sudan Hükümeti, “krizin sonlandırılması için BM’nin girişimde bulunmasına rıza göstermeye” davet edilmiştir. Bunun yanında Afrika Birliği Misyonu’nun yerini 20.000 personelle BM Barış Gücü’nün alması planlanmıştır (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Aynı kararda Sudan’daki güney-kuzey mücadelesinin sonlandırılması amacıyla UNMIS’ in görevlendirildiği, UNMIS’ in gerektiğinde asker konuşlandırma ve kuvvet kullanma yetkisine sahip olacağı ifade edilmiştir. (Sloan, 2014). Koruma Sorumluluğu’ndan kaynaklanan korumanın operasyonel hâle getirilmesi, uluslararası toplumun katkıda bulunduğu barış güçlerinin faaliyetleriyle doğrudan bağlantılıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler tarafından görevlendirilen Darfur Soykırımını Soruşturma Komisyonu, kriz döneminde 2.500 kişilik bir kuvvete sahip olan UNAMIR’ın soykırımı engelleyebilecek ya da can kayıplarını sınırlayabilecekken etkin bir şekilde görev yapmadığını belirlemiştir. Bunun yanında 20.yy’da oluşturulan tüm barış güçlerinin “tarafsız” olması benimsenmiştir. İnsan haklarını ve sivilleri koruma görevi ise ancak Darfur ile ilgili koruma sorumluluğuna atıf yapılan 1706 sayılı Güvenlik Konseyi kararı ile 91 barış güçlerinin görevleri arasına girmiştir. Bu karardan sonra BMGK, koruma sorumluluğuna, barışı koruma operasyonları için alınan tüm kararlarda atıf yapmış ve barış güçlerini bu doğrultuda oluşturmuştur. Mevcut barış güçlerini de bu misyona uygun olarak yeniden yapılandırmış, birçoğunun personel sayısını misyonun ihtiyaç duyduğu kapasite ve kabiliyetler doğrultusunda artırmış, barış güçlerinin görev tanımlarındaki sınırlamaları kaldırmıştır (ICISS, 2001b). Sudan Hükümeti, hukuk dışı bulduğu 1706 sayılı karardaki bu daveti de reddetmiş ve “kendi otoritesini zayıflatacak ya da yok edecek tüm dış müdahalelere kapısını kapattığını” belirtmiştir. Bunun üzerine ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti Afrika Birliği ve Birleşmiş Milletler’ den oluşan karma bir gücün oluşturulması üzerinde uzlaşmaya varınca Sudan Hükümeti dış müdahaleyi, daha fazla zarar görmemek amacıyla kabullenmek zorunda kalmıştır. 2006 yılında Sudan Hükümeti’nin rızanın alınmasına rağmen BM’nin etkin bir politika yürütemediği görülmektedir. Güvenlik Konseyi ancak 31 Temmuz 2007 tarihinde 1769 sayılı kararla, Darfur Barış Antlaşması’ nın uygulanması ve sivillerin ve BM personelinin korunması amacıyla BM Antlaşması’ nın yedinci bölümüne uygun olarak Birleşmiş Milletler-Afrika Birliği Darfur Misyonu’ nu (AU/UN Hybrid Operation in Darfur - UNAMID) kurmuştur (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). Sudan Devleti’nin, egemenlik ve içişlerine karışılmaması yönündeki tepkileri 1769 sayılı karardan, 138 ve 139. maddelerle bağlantı kuran hükümleri çıkararak dindirmeye çalışmıştır (Sloan, 2014). Misyon ancak 2008 yılında aktif hâle gelebilmiştir (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). 2009 yılında bu defa uluslararası toplumundan gelen tepkileri dindirmek için Uluslararası Ceza Mahkemesi, Ömer El Beşir hakkınsa savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten ötürü yakalama kararı çıkardıysa da El Beşir buna, Sudan’da görev yapan 13 yabancı ülke diplomatını ve bazı sivil toplum kuruluşu temsilcilerini sınır dışı ederek cevap vermiştir (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Genel olarak bakıldığında Darfur’a yönelik genel müdahalesizlik, uluslararası hukuk ilkelerinden daha çok uluslararası politik nedenlerden kaynaklanmıştır. Bunlardan en önemlileri, Batı’nın “Terörizme Karşı Savaş” konsepti içerisinde insan haklarını istismar etmesi, Darfur Krizi’nin uluslararası politik anlamda bu konseptin dışında kalması ve Sudan ve bölgesinde kısa süreli de olsa bir istikrar sağlayan Naivasha Düzeni’ nin ortadan kalkma ihtimalidir (Bellamy and Williams, 2005). Darfur’a yönelik müdahalesizlik ya da yetersiz müdahale, birçok düşünür tarafından Koruma Sorumluluğunun başarısızlığı olarak kabul edilse de aksi yönde düşünenler de mevcuttur. Doktrinin, Darfur’ da başarısız 92 sayılamayacağını düşününler, müdahalelerin Koruma Sorumluluğu doktrininin merkezinde yer almadığı düşüncesinden hareketle; ilk olarak, siyasi süreçlerin daha önemli olduğunu ve müdahale olmadan çözüm sağlanmasının daha uygun olduğunu, 2005 Zirvesi’nin doktrinin uygulanabilirliğini daha da zorlaştırdığını ifade etmektedir. İkinci unsur ise müdahale edilmesi beklenen Sudan’ın iç politik yapısındaki karışıklıkların yanı sıra krizin aslında güçlü bir tarihsel arka planının bulunmasıdır (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). UNAMID, halen BM içerisindeki en büyük barış gücü birliği olma özelliğine sahiptir. Toplam 19.994 personelle (Approved Resources for Peacekeeping Operations for the Period from 1 July 2014 to 30 June 2015, 2015) 1.153.611.300 dolar bütçesiyle (United Nations Peacekeeping Operations Fact Sheet: 31 January 2015, 2015) barış gücü misyonları içerisindeki en devasa kapasiteyi ve bütçeyi içermektedir. Afrika Birliği’nin Darfur’daki olaylara yeterli bir ölçekte müdahale edememesi, ileride ortaya çıkabilecek Batılı müdahalelerin önünün alınması açısından bir başarısızlıktır. Aynı şekilde “Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler” sloganının da hayata geçirilememesi hayal kırıklığı yaşatmıştır (Bellamy and Williams, 2005). Darfur olayları sırasında Afrika Birliği zamanında müdahale etmemekle, böylece bölgesel bir göç sorununa sebebiyet vermekle suçlanmıştır. Geç kalınmasının yanı sıra bölgeye gönderilen birliklerin hiçbir silahlı çatışmaya girmedikleri, cesetleri toplamak dışında bir görev üstlenmedikleri iddia edilmiştir. Benzer şekilde kamplarda kötü durumda bulunan insanlara da insani yardım ulaştırılamamıştır (Okechukwu, 2011). Bu açılardan hem BM, hem Afrika Birliği hem de Koruma Sorumluluğu doktrini ciddi eleştirilerle karşılaşmıştır. Doktrinin geleceği güçlü bir şekilde sorgulanmıştır. 4.4. Kongo Krizi Kongo’da ilk ayaklanma 1996 yılında gerçekleşmiştir. O dönemdeki adıyla Zaire, Mobutu rejiminin Ruanda’da Hutulara verdiği destek nedeniyle Ruanda, Burundi ve Uganda’dan oluşan ve zamanla beş ülkenin daha katılımıyla genişleyen bir koalisyonun işgaline maruz kalmıştır. Bununla birlikte Doğu Kongo’da ve Ruanda’da yaşanan olaylardan sonra “Zaire’ye yerleşen kişiler, yerel milisler, Kongolu olmayan isyancılar, etnik gruplar ve diğer sosyal ve politik gruplar” arasında da değişen ittifak ilişkileri nedeniyle iç mücadeleler yaşanmıştır. Bunun sonucunda 2003 yılına dek Zaire nüfusunun yaklaşık %7’sini oluşturan 3,5 milyonluk bir insan kitlesi saldırılar sonucunda hayatını kaybetmiştir. Bu can kaybı, kayıtlara İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde 93 gerçekleşen en büyük kayıp olarak geçmiştir (Carayannis, 2003). Savaşın bir türlü sonuçlandırılamaması ve hatta Birinci (1996-1998), İkinci (1998-2003) ve Üçüncü Savaş olarak sınıflandırılabilecek bir hâle gelmesi neticesinde can kaybının 5,4 milyona ulaştığı resmi ağızlardan dile getirilmektedir (Hawkins, 2009). Yaşanan insani felaket, BM’yi Kongo konusunu ele almaya zorlamıştır. Kofi Annan 1999 yılında “Kongo’daki Tutsi topluluğun korunması için devletler topluluğunun elinden geleni yapmaya hazır olduğunu” ifade etmiştir (Hoffman, 2010). Ertesinde Kongo’da savaşan taraflar arasında gerçekleştirilen 1999 Lusaka Antlaşması ile; Uganda ve Ruanda askerlerinin de katkı sağlayacağı ve gözlem görevi üstlenen bir barış gücünün oluşturulması fikri kabul edilmiştir. Böylece MONUC (Mission des Nations Unies en République Démocratique du Congo / United Nations Organization Mission in the Democratic Republic of the Congo) güçlerinin Kongo’ya yerleşmesi önünde hiçbir engel kalmamıştır. Başlangıçta ateşkesi sağlama ve buna bağlı olarak gözlem yapma faaliyetlerini yürüten MONUC’un görev ve yetkileri zaman içerisinde değişmiştir. MONUC misyonunun birinci dönemi olarak nitelendirilen 1999-2002 yılları arasında “Lusaka Antlaşması’nın uygulanması, işgal güçlerinin çekilmesi, silahsızlanmanın ve silah bırakışmasının sağlanması ve silahlı grupların topluma yeniden kazandırılması” Misyonun başlıca görevleri olmuştur. 2000 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararla, MONUC, “ihtiyaç duyulan hallerde yakın tehdit altında olan sivillerin korunması için piyade taburlarını konuşlandırma” yetkisine sahip olmuştur. Bu yetkiye rağmen Kisangani, Orientale ve Bukavu bölgelerinde yaşanan katliamları önleme başarısını gösterememiştir. Bu nedenle İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün ve Uluslararası Kriz Grubu’nun yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır. İkinci dönem ise 2002 yılının aralık ayında imzalanan ve Pretoria Anlaşması olarak bilinen “Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin Dönüşümüne İlişkin Küresel Anlaşma” ile başlayıp Mobutu karşıtı muhaliflerin önde gelen ismi olan Joseph Kabila’nın 2006 yılında cumhurbaşkanı seçilmesine dek geçen dönemi ifade etmektedir. Bu dönem, söz konusu Anlaşmanın adından da anlaşılacağı üzere Kongo’da yönetimsel geçiş döneminin idaresini ifade etmektedir (Doss, 2014). MONUC, insani müdahale kapsamında Kongo’da barış gücü faaliyetlerini yürütürken çeşitli hatalar yapmıştır. Luanda Antlaşması sonrasında 2002 yılının eylül ayından itibaren Uganda Ordusu, ele geçirdiği bölgelerden çekilmiştir. MONUC’un ısrarla 94 gerçekleştirmek istediği bu geri çekiliş sonucunda Bunia’da ve Nyankunde’de milis güçler kontrolü ele geçirmiştir. Bu nedenle binlerce kişi Kuzey Kivu’ ya göç etmek zorunda kalmıştır (Pottier, 2008). Böylece ülkede demografik hareketlilikten kaynaklanan kaotik bir ortama girilmiş ve savaş uzamıştır. Bu başarısızlığın etkisiyle MONUC’un yapısında ve görev tanımında değişiklik yapılması gündeme gelmiştir. Koruma Sorumluluğu doktrininin BM tarafından sahiplenilmesi ve bu kapsamda yerel uygulamaların değiştirilmesiyle birlikte Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin doğusunda görev yapan MONUC, 2005 yılında İturi bölgesinde silahsızlandırma görevini üstlenmiştir. Güvenlik Konseyi, MONUC’a yasadışı silahlı gruplara karşı mücadele etme yetkisi de vermiştir Yaklaşık 15.000 savaşçının bulunduğu düşünülen bölgede, silahsızlanmaya direnen grupların varlığına rağmen MONUC Barış Gücü askerleri bölgenin silahlardan arındırılmasını sağlamak için “sivillere yönelik tehdit oluşturdukları gerekçesiyle” ihtiyaç duyulan anlarda operasyon dahi yapmıştır 2005 yılının ekim ayında MONUC güçleri Güney Kivu’ yu silahsızlandırması için Ruanda’daki soykırımla ilişkilendirilen FDLR’ ye bir çağrıda bulunsa da Örgüt bu çağrıyı reddetmiştir. Örgütün bu tutumu üzerine MONUC, elindeki yetkiyi kullanarak FDLR’a (Hutu Forces Démocratiques de Libération du Rwanda – FDLR) karşı operasyonlar yürütmüştür (A. J. Bellamy, 2008). Hatta bu operasyonlarda uluslararası cezaî sorumluluk doğuracak bir şekilde, helikopterlerden Hutu Ruanda Demokratik Özgürlük Hareketi’ne ait kamplara ateş açılmıştır (Hunt & Bellamy, 2011). Yine de kayda değer bir başarı sağlanamamıştır. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen Örgüt ile diyalog yolları açık tutulmuştur. Devam eden müzakereler ve operasyonlar sonucunda Ituri’ deki milisler silah bırakmayı kabul etmişlerdir. 2007 yılının ağustos ayında son milis grup da silah bırakmıştır. Fakat bu defa yeni bir problem ortaya çıkmıştır: ülke içinde yerinden edilmiş kişiler (Internally Displaced Persons - IDP). Savaş sırasında yerinden edilmiş olan yaklaşık 200.000 kişinin yurtlarına dönmesi yeni toplumsal riskleri beraberinde getirmiştir (Pottier, 2008). MONUC’un evrilmesi aşamasında üçüncü dönem 2007 yılında başlamıştır. Yeni bir hükümetin oluşturulması ve parlamentonun toplanması ile uzun süren iç savaşın yaralarını sarma aşamasına girilmiştir. Özellikle Doğu bölgesinde istikrarın saplanması ve demokrasinin daha kurumsal hâle getirilmesi başlıca görevler arasında yer almıştır (Doss, 2014). 2008 yılında BMGK’nin aldığı 1856 sayılı kararla “çatışan tarafların şiddet eylemlerine karşı sivilleri korumak” MONUC’un görevleri arasında sayılarak barış gücünün, merkezî hükümetin olası şiddet eylemlerine karşı konumlanabilmesi de kabul 95 edilmiştir (Steenberghe, 2014). Koruma Sorumluluğu’ nun uygulama alanına sahip olduğu bu dönemde BM, Kongo’da, “farklı kurumların uzmanlık alanlarına giren konularda çalışma yapmasını” ve acil durumlarda çabuk çözümler getirmesini beklediği “kümesel yaklaşımı” benimseyerek koruma sorumluluğunu operatif hâle getirmeyi amaçlamıştır. MONUC, bu kapsamda, gün geçtikçe devasa boyutlara ulaşan yerinden edilme (displacement) sorununu çözmek için UNHCR’ın çalışmaları için uygun zemin hazırlamıştır. MONUC ve UNHCR’ın işbirliğine zamanla UNICEF, OCHA, Uluslararası Kızılhaç Komitesi ve diğer uluslararası sivil toplum kuruluşları dâhil olmuştur. Böylelikle ilk defa bir barış gücü birliği, sivil halkın ihtiyaçlarına yönelik olarak bir uzman kurumla ortak hareket etmiş ve bunu kurumsal hâle getirmiştir. Bu oluşum Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde özellikle güvenlik ve hukuksal açıdan kurumsal ve yapısal kapasitenin artırılmasına çaba göstererek inşa sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmıştır. Fakat sorumluluğu yerine getirmeye yönelik bu çabanın karşısında çeşitli zorluklar yer almaktadır. Birincisi; “Güney Kivu bölgesinin hassas yapısı ve çeşitlilik gösteren sorunlar ve de her bir yerel grubun farklı yönelimler göstermesi stratejik hamleleri zorlaştırmaktadır.” İkincisi, “bölgede barışçıl bir ortamın tam olarak tesis edilememesi nedeniyle uzman gruplar aktif ve düzenli olarak bölgenin sorunlarıyla ilgilenememektedirler.” Üçüncüsü, “yeterli sayıda nitelikli eleman olmaması liderlik sorununu beraberinde getirmektedir. Son olarak da kümesel yaklaşım için yeterli kurumsal destek sağlanamamaktadır” (Murthy, 2007). Yine 2008 yılında MONUC destekli FARDC ile FDLR arasında yaşanan mücadelelere sahne olan ve FDLR için güçlü bir organizasyon alanı olan Kivu bölgesinin istikrarlı ve gelişmiş bir yapıya sahip olması için ABD, ABD, BM ve Kongo Hükümeti arasında sağlanan bir uzlaşmayla bir konferans toplanmıştır (H. F. Weiss, 2009: 126). Devletlerin de müdahil olduğu diplomatik girişimlerin sonucunda 23 Mart 2009 tarihinde imzalanan Anlaşma ile savaşan taraflara silah bıraktırılarak siyasal partiler olarak devletle bütünleşmelerinin sağlanmasıyla BM barış gücü görevinde dönüşümün sağlanması zorunlu hâle gelmiştir. Kongo Demokratik Cumhuriyeti, BM Güvenlik Konseyi ve BM Genel Sekreteri arasında sağlanan konsensüs ile Kongo’nun bağımsızlığını elde etmesinin 50. yılı şerefine yeni bir başlangıç yapma fikriyle birçoklarına göre tarihin en militerleşmiş barış gücü olan (Sloan, 2014) MONUC’un görevi sonlandırılarak yerine MONUSCO (UN Stabilization Mission in the Congo) kurulmuştur. Ülkenin doğusu ile batısı arasındaki güvenlik ortamının farklılaşması, yeni konsepte de yansımıştır. Nispeten güvenli olan 96 batıda güvenliğin sağlanması görevi Kongo Hükümeti’ne verilirken, doğuda bu görev MONUSCO’ya bağlı birliklere verilmiştir. Bu kapsamda MONUSCO’ya yüklenen ilk görev ise sivillerin korunması olmuştur. MONUSCO bu doğrultuda faaliyetlerini yürütürken 2010 yılının ağustos ayında Kuzey Kivu’da toplu tecavüz olayları yaşanmaya başlamıştır. Devamında oluşturulmaya çalışılan istikrarlı yapıya bir darbe de daha önce Kivu bölgesinde faaliyet gösteren bir silahlı grup olan CNDP (Congrès National pour la Défense du Peuple) unsurlarından gelmiştir. Siyasi hayata entegre edilen CNDP’nin bazı üyeleri yeni bir örgüt kurarak şehirlere yönelik saldırılar düzenlemişlerdir. Olaylar kısa bir süre içerisinde sınırlı bir müdahale, silahsızlanmanın sağlanması ve uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ile aşılabilecekken günümüze de güçlü bir şekilde sirayet eden bir insanlık dramı hâline gelmiştir (O’Donnell, 2014). BMGK, buna MONUSCO’nun yetkilerini genişleterek ve MONUSCO’ya “silahlı grupları nötrleştirme” görevi vererek cevap vermiştir (Doss, 2014). Kongo Sorunu, tüm çıkmazlarıyla, hassas ve kırılgan yapısıyla günümüzde de devam etmektedir. Her ne kadar retorik ve birtakım yapısal değişimler yaşansa da bu değişiklikler barış faaliyetlerinin özüne etki edememiştir. BM İturi Tugayı Komutanı JanGunnar Isberg’ün belirttiği gibi Misyon, yeterli donanıma, teçhizata ve kapasiteye sahip değildir (Berdal & Ucko, 2015). Olması da çok mümkün görünmemektedir. Zira yüzölçümü olarak oldukça büyük olan ülkede birden fazla etnik gruba karşı mücadele vermek ve barışı korumak oldukça zordur (ICISS, 2001b). Kimilerine göre koruma sorumluluğuna Kongo’da çok fazla önem verilmemesi krizin çözümsüzlüğüne katkı sağlamıştır. Batılı ülkeler MONUC’a gereken desteği vermekten çekinmişlerdir. Bu nedenle de MONUC, bulunduğu ülkenin hacminin çok altında personelle barışı kurmaya çalışmıştır (H. F. Weiss, 2009: 127). Bunda da doğal olarak başarısız olmuştur. 4.5. Kenya Krizi Kenya, Afrika’nın doğusunda yer alan ve Afrika Boynuzu olarak adlandırılan bölgeye komşu konumdaki bir ülkedir. Kenya’nın kuzeyinde Etiyopya, batısında Somali ve Hint Okyanusu, güneyinde Tanzanya, doğusunda Uganda ve kuzeydoğusunda ise Güney Sudan yer almaktadır (CIA, 2014). 45 milyonu aşkın bir nüfusa sahip olan Kenya’daki etnik yapı, Afrika kıtasında kurulan birçok ulus-devlette olduğu gibi Kenya’da da iç mücadelelere neden olmaktadır. Kenya’yı diğer Doğu ve Batı Afrika ülkelerinden ayıran en önemli nokta, ülkede hiçbir 97 etnik unsurun ezici çoğunluğu teşkil edememesidir. 42 etnik gruptan oluştuğu saptanan Kenya toplumunda, nüfusun %22’sini Kikuyular, %14’ünü Luhyalar, %13’ünü Luolar, %11’ini Kalenjinler, yine %11’ini Kambalar, %6’sını Kisiiler, %6’sını Merular oluştururken geriye kalan dilim içerisinde birçok yerel grup yer almaktadır (Langer, 2011). Kenya nüfusu dinsel açıdan incelendiğinde; ülkenin yaklaşık %80’inin Hıristiyan olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyan nüfusun büyük bir çoğunluğunu ise Protestanlar oluşturmaktadır. Kenyalı Müslümanlar ise nüfusun %11’ini oluşturmaktadır. Nüfusun geri kalan kısmını ise yerel dinlere inananlar oluşturmaktadır (Mwangi, 2012). 1926 yılında Büyük Britanya’ya bağlı bir ülke olarak 225.000 mil karelik bir alanda, bugünkü Kenya Devleti’nin de sınırlarını belirleyen Kenya Hamiliği ve Kolonisi kurulmuştur. Kraliyet Kolonisi olarak da adlandırılan bu ülke 1963 yılına dek Britanya’ya bağlı kalmıştır. Bu süreçte Kenya’da siyasi örgütlenmeler de başlamıştır. Kenya Afrika Ulusal Birliği (Kenya African National Union – KANU) ve Kenya Afrika Demokratik Birliği (Kenya African Democratic Union – KADU) bu dönemde Kenya’da siyasi faaliyetler yönlendiren iki hareket olmuştur (Throup, 1993). Zamanla bağımsızlığın kazanılması yönünde artan siyasi faaliyetler neticesinde 1 Haziran 1963 tarihinde önce özerklik ilan edilmiş, sonrasında ise KANU ile İngiliz temsilciler arasında gerçekleştirilen ve Kenya’nın ilk cumhurbaşkanı olacak olan Kikuyu kökenli Jomo Kenyatta’nın da katıldığı Bağımsızlık Konferansı’nda (Kyle, 1997), Kenya’nın bağımsız bir devlet olması kabul edilmiştir. Bağımsızlık tarihi ise 12 Aralık 1963 olarak belirlenmiştir (Singh, 1965). 1963 yılında bağımsızlığını kazanan Kenya’da çok-partili ilk seçim 1992 yılında gerçekleştirilmiştir. Sekiz adayın katıldığı bu seçimlerde Daniel Arap Moi, oyların %37’sini alarak devlet başkanı seçilmiştir. Moi döneminde etnik çatışmalar tırmanmıştır. Çok partili siyasal hayata geçişle birlikte Moi’ye destek verilmesi için farklı etnik gruplara yapılan baskılar ters tepki oluşturmuştur. Rift Vadisi’ndeki göçmenlere, Narok şehrinin kuzeyinde yoğun olarak yerleşmiş bulunan Kikuyulara yapılan saldırılar, Kenya’da iç göç hareketlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Maasai kökenli saldırganların Kikuyulara saldırması sonucunda yaklaşık 30.000 insan göç etmek zorunda kalmıştır. 1991-1998 yılları arasında meydana gelen etnik temelli şiddet olaylarında 6 binden kişinin çeşitli nedenlerle hayatını kaybetmiştir (Rutten & Owuor, 1994). 98 Moi’nin 2002 yılında görev süresinin dolması üzerine gerçekleştirilen seçimlerde, Kenya’nın kuruluşundan itibaren süregiden KANU iktidarı sonlanmıştır. Ulusal Müttefik Gökkuşağı Koalisyonu’nun (National Alliance Rainbow Coalition – NARC) adayı Emilio Mwai Kibaki 27 Aralık 2002 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde %62 oranında oy alarak devlet başkanı seçilmiştir. (Steeves, 2006). Koruma sorumluluğuna konu olan ve 2007-2008 Krizi ya da Seçim-Sonrası Kriz olarak bilinen Kenya Krizi, Kibaki’nin ilk devlet başkanlığı süresinin dolması nedeniyle yapılan seçimlerin ertesinde gerçekleşmiştir. Kriz, 22 Aralık 2007 tarihinde Portakal Demokratik Partisi (Orange Democratic Party – ODP) adayı Odinga ile Ulusal Birlik Partisi (Party of National Unity – PNU) adayı Kibaki arasında geçen devlet başkanlığı mücadelesini Kibaki’nin kazandığının ilan edilmesiyle başlamıştır. Hepsinden önce başlıca neden olarak seçimlerde hile yapıldığına dair iddialar gösterilse de bunun dışında krizin ortaya çıkmasına neden olan beş temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, kitlelerin etnik, dinsel, mezhepsel ve bölgesel farklılıklara yapılan vurguyla harekete geçirilmeye çalışılmasıdır. İkincisi, suç çetelerinin ve etkinlik kazanmaya çalışan çeşitli toplum liderlerinin gençlere yönelik kışkırtıcı ve şiddete teşvik etme yönündeki faaliyetleridir. Üçüncüsü, Rift Vadisi’ndeki tarihten kalan bir miras olan arazi sorununun çözülememesidir. Son unsur, devlet yönetimindeki kişilerin halk tarafından güvenilir bulunmamasıdır (Aina, 2008). Bu nedenle sorunun bir kökene sahip olduğu ve bu sorunlara Kenya devletinin çözüm bulamadığı anlaşılmaktadır. Seçim krizi ise Sayım sırasında Odinga önde giderken Kenya Seçim Komisyonu’nun Kibaki’yi cumhurbaşkanı olarak ilan edilmesiyle başlamıştır. Kenya Seçim Komisyonu, 27 Aralık 2007 tarihinde 210 seçim bölgesinden 159’unda sayım işleminin tamamlandığını açıklamıştır. Sayım işlemi sonucunda Odinga’nın 3,7 milyon, Kibaki’nin ise 3,4 milyon oya sahip olduğunu ifade etmiştir. Ertesi gün, kalan sayım işlemlerinin de tamamlanmasıyla Kibaki’nin aldığı oy sayısını 4.584.721, Odinga’nın aldığı oy sayısını ise 4.352.993 (Khadiagala, 2009) olduğunu, bu nedenle de Kibaki’nin %60 oy oranıyla tekrar devlet başkanı seçildiğini 31 Aralık’ta ilan etmiştir (Linke, 2013). Kibaki’nin seçimleri kazandığı yönündeki resmi açıklamanın ardından Odinga, önce oyların tekrar sayılmasını sonrasında ise seçimlerin yenilenmesini istemiştir. Hükümet ise bu talebe, bağımsız bir soruşturma komisyonu kurulması önerisiyle cevap vermiş ve diğer 99 önerileri reddetmiştir (Modi & Shekhawat, 2007). Odinga ise isteklerinde ısrarcı olmuş ve hükümetten gelen bu öneriyi kabul edilemez bulmuştur (Linke, 2013). Tarafların, tutumlarında ısrarcı olmaları destekçi kitleleri harekete geçirmiştir. Odinga yanlıları yaşanan olaylar üzerine örgütlü bir şekilde sokak gösterilerine başlamıştır. Kikuyuların çoğunlukta olduğu güvenlik güçleri, Odinga yanlılarının ve özellikle Kalenjinlerin sokak gösterilerine, sert bir şekilde müdahale etmiştir (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Gösteriler birkaç gün içerisinde yerini şiddetli çatışmalara bırakmıştır. Kısa süre içerisinde etnik grupların mücadelesini içine alan bir insanlık krizi hâline dönüşme riskini beraberinde getirmiştir. Kikuyuların saldırılarına Luolar şiddet eylemleriyle karşılık vermiştir. Odinga yanlıları da Kibaki yanlısı Kikuyulara saldırmıştır (Linke, 2013). Olaylar, özellikle Kisumu, Kakamega, Eldoret ve Naivasha gibi kentlerde tırmanmıştır. Tarihsel bir soruna ev sahipliği yapan Rift Vadisi ise zamanla bu olayların merkezi hâline gelmişlerdir (Goldstein & Rotich, 2008). Seçimlerin hemen sonrasında başlayan şiddet olayları, etnik ve dinsel çatışmaya dönüşme eğilimi göstermiştir. Kiliselerin yakılması gibi olayların da yaşandığı şiddet olaylarının sonucunda Rift Vadisi’nde Kikuyu, Luo ve Kalenjin etnik gruplarına mensup (Kore, 2014) 1.000-1.500 insan yaşamını kaybetmiş, 300.000 ila 600.000 arasında insan da ülke içinde yerinden edilmiştir. (Evans, 2008: 51) Yaşanan olaylar karşısında öncelikli olarak iç önlemler alınmış, devreye daha sonra uluslararası toplum girmiştir. İç politikada Kenya Hükümeti, 2005 Dünya Zirvesi’nde ortaya konan dört suçun işlenmesi tehlikesinin ortaya çıktığını kabul etmiş ve bu suçların önlenmesine yönelik yasal değişiklikler gerçekleştirmiştir. İkinci olarak ise egemenlikten doğan sorumluluklarını yerine getiremeyeceğini uluslararası ve bölgesel örgütlere deklare etmiştir. Bundan sonraki aşama ise bu örgütlerin devreye girmesiyle başlamıştır. BM, Afrika Birliği, Avrupa Birliği ve ABD’nin başını çektiği büyük devletler, şiddet olaylarının kitle kıyımlarına dönüşmemesi için yeni bir girişimin acilen başlatılması gerektiğini ifade etmişlerdir (J. F. Murphy, 2012). Ülke içerisinde en güçlü tepkiyi yerel liderler vermiştir. Bethwell Kiplagat ve Lazarus Sumbeiywo öncülüğündeki Barış Yanlıları Birliği soruna müzakereler yoluyla bir çözüm bulunmasını istemişlerdir. Bu girişim Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrika Başpiskoposu Emeritus Desmond Tutu tarafından desteklenmiştir (Khadiagala, 2009). 100 Tutu, “Kenya’da yaşanan olayların, doğrudan doğruya koruma sorumluluğunun uygulanmasını gerektiren olaylar olduğunu” günlük bir gazetede yayımlanan makalesinde dile getirmiş ve arabuluculuk çağrısı yağmıştır (Evans, 2008: 51). Bu çabalar Odinga yanlıları tarafından vakit kaybı olarak nitelendirilmiştir (Juma, 2009). Uluslararası alanda ilk olarak Koruma Sorumluluğu doktrininin öncülerinden Bernard Kouchner ve BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon krizin daha da derinleşmesinin önüne geçmek için BM’yi harekete geçirmiştir (Kore, 2014). Ban Ki Moon; “olayların büyümesi hâlinde tarafların uluslararası hukuk çerçevesinde sorumluluklarının doğacağını ve yargı önünde hesap vereceklerini” ifade etmiştir (Sara Ellen Davies & Glanville, 2010). Moon’un ardından BM Genel Sekreteri’nin soykırımın önlenmesi konusundaki özel danışmanı Francis Deng, Kenyalı liderleri koruma sorumluluğuna uygun bir şekilde hareket etmeye davet etmiştir. BM Güvenlik Konseyi de Konsey’e üye ülkelerin devlet başkanlarının imzaladığı çağrıyla “krize siyasi çözüm bulunması konusunun kendi sorumlulukları içerisinde olduğunu ifade etmişlerdir. BM’nin Kenya Hükümeti’ne ve Kenya toplumuna yönelik çağrıları karşılık bulmuşsa da krizin çözülmesine yönelik en kapsamlı girişimi yeni barış ve güvenlik mimarisi kapsamında Afrika Birliği başlatmıştır (A. J. Bellamy, 2010). Afrika Birliği Genel Sekreteri ve Gana Devlet Başkanı John Kufuor krizin boyutlarının büyümemesi için krizin başlangıcından itibaren büyük çaba harcamıştır. Kufuor’un çabaları zaman içerisinde bölgesel seferberliğe dönüşmüştür. Tanzanya, Zambiya, Mozambik ve Botsvana devlet başkanları da taraflar arasında arabuluculuk yapmaya çalışmışlardır. Her ne kadar bu çabalardan bir sonuç çıkmasa da iyi niyetli girişimler, Devlet Başkanı Kibaki’nin Kufuor’u, krize çözüm bulması amacıyla ocak ayında Nairobi’ye davet etmesiyle sonuçlanmıştır. (Kore, 2014) Her ne kadar Afrika Birliği Komiseri Jean Ping, katliamların Koruma Sorumluluğunun uygulanması için görece küçük ölçekli olduğunu savunsa da BMGK’nin Afrika Birliği’nin arabuluculuk faaliyetlerine rıza göstermesi doktrinin uygulanabilir hâle gelmesine yardımcı olmuştur. Dışarıdan girişimlerin etkinlik kazanmasıyla taraflar karşılıklı olarak Afrika Birliği şemsiyesi altında (Juma, 2009) müzakereleri başlatma kararı almışlardır. (A. J. Bellamy, 2010) Kufuor, Nairobi’deki müzakerelerin başarıya ulaşabilmesi için Afrikalı Ünlü Kişiler grubunun oluşturulmasını savunmuştur. Bu düşünce, Afrika Birliği’nin diğer 101 üyeleri arasında kabul görmüştür. Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyi tarafından görevlendirilen (Bergholm, 2010) Kufuor’un ve Kufuor’un belirlediği Afrikalı Ünlü Kişiler grubunun oluşturduğu ve Kofi Annan’ın öncülük ettiği komisyon, 10 Ocak 2008 tarihinde Kufuor, Kibaki, Odinga, Birleşik Krallık Yüksek Komiseri Adam Wood, ABD Büyükelçisi Michael Ranneberger, AB temsilcisi Elisabeth Barbier tarafından bir Çerçeve Anlaşma’nın imzalanmasını sağlamıştır. Buna göre; hukukun üstünlüğünü ve istikrarı sağlayacak adımlar atılacaktır. Seçim sonuçlarının açıklanması noktasında çeşitli sorunları ortaya çıktığı anlaşılmaktadır, bu nedenle bu konuda bağımsız bir soruşturma yürütülecektir. Yeni bir güç paylaşımı yapılacaktır. Böylece önce 22 Ocak 2008 tarihinde Kibaki ile Odinga arasında krizin çözülmesi için iç politik ve hukuki adımların atılmasına yönelik bir anlaşma, sonrasında ise 28 Şubat 2008 tarihinde etnik nedenli sorunların kökenine inilerek bu sorunların giderilmesine yönelik hususların da yer aldığı Güç Paylaşımı Anlaşması yapılmıştır. Böylelikle bir yandan Kibaki’nin devlet başkanı olarak kalması, Odinga’nın ise başbakanlık görevini üstlenmesi kabul edilirken diğer yandan seçime dair sorunların giderilmesi için Bağımsız Gözlem Komisyonu, şiddet olaylarını araştırmak için Seçim-Sonrası Şiddeti Soruşturma Komisyonu ve polis teşkilatının yeniden düzenlenmesini sağlamak için Ulusal Görev Gücü oluşturulmuştur. Önleme sorumluluğunun yerine getirilmesi için ek polis alımı kabul edilmiş ve polislerin kişilere değil devlete hizmet etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Oluşturulan komisyonların başarılı çalışmalar yürütmesi ve çeşitli bulgulara ulaşması, Kenya’nın devlet sisteminin yenilenmesini sağlamıştır. (Kore, 2014) Yeni bir anayasa yapılarak bu anayasanın 2010 yılının ağustos ayında yürürlüğe girmesi kabul edilmiştir (Kore, 2014). 17 Nisan 2008 tarihinde de Odinga genişletilmiş başbakanlık yetkileriyle donatılmış bir başbakan olarak yemin ederek görevine başlamıştır (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Yeni anayasanın göze çarpan yanları; kuvvetler ayrılığı ilkesinin benimsenmesi, otoriter bir devlet yapısından uzaklaşılarak kurumsal bir devlet yapısının sağlanmaya çalışılması, azınlık haklarının tanınması, nefret suçunun bir suç olarak kabul edilmesi olmuştur. Böylelikle ciddi suçların ortaya çıkması engellenmiş ve ülkede göreceli bir istikrar sağlanmıştır. Kenya, Kofi Annan’ın da vurguladığı gibi koruma sorumluluğunun en önemli parçası olan önleme sorumluluğunun başarılı bir şekilde uygulandığı ilk devlet olmuştur (Kore, 2014). Kenya krizi, Koruma Sorumluluğu’nun uygulanabildiği tek örnek olarak ele alınmaktadır. Ban Ki Moon, BM Genel Sekreteri olarak krizin doktrin çerçevesinde 102 çözümlenebilmesi için büyük çaba sarf etmiştir. Diplomatik ve siyasal çözümler bulma çabasına girişirken 1.500 insanın yaşamını kaybetmesine, 600.000 insanın da ülke içerisinde yerinden edilmesine engel olamamıştır. Dolayısıyla doktrinin önleyicilik boyutunun başarılı olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır. Doktrine yapılan vurgu esasen krizin şiddet ve yerinden edilme boyutlarıyla ciddiyetini göstermeyi amaçlamıştır. Nitekim Moon da krizin tarafı olan liderlere çağrıda bulunarak krizin derinleşmesi ve şiddet olaylarını desteklemeleri durumunda uluslararası hukuk karşısında sorumlu olacaklarını ifade etmiştir. Doktrinin uygulanmasını sağlamak için Annan’ın arabuluculuk faaliyetlerini desteklemiş, Afrika Birliği’nin, ABD’nin ve diğer büyük güçlerin krize müdahil olmasını olumlu karşılamıştır. Krizin çözülmesini sağlayan unsur da temel olarak müşterek hareket tarzının benimsenmesidir. (Cohen, 2010) Kenya krizi uluslararası toplum tarafından retrospektif bir koruma sorumluluğu olayı olarak görülmüştür. Nitekim Annan, Kenya’daki dış inisiyatifin, koruma sorumluluğunun çalışabilir olduğunu gösteren bir olgu olduğunu ifade ederken Ban Ki Moon krizlere karşı erken önlem almanın, güç kullanımının önüne geçtiğini, uluslararası ve bölgesel aktörlerin sadece “Koruma Sorumluluğu’ çerçevesinde hareket etikleri Kenya’nın bu konuda iyi örnek olduğunu ifade etmiştir (Kabau, 2012). Birleşmiş Milletler’in, 2005 Dünya Zirvesi’nden sonra ortaya çıkan bu krize koruma sorumluluğu çerçevesinde müdahale etmeyi kararlaştırması, atılacak adımlar için kurulu ve yeterli mekanizmalar olmasa da bir çerçeve belirlemesinin yanı sıra arabulucu rolündeki kişilerin yüklerini azaltmış ve bu kişilere güvence sağlamıştır. Ban Ki Moon’un ve Kofi Annan’ın krizin derinleşmesini önlemeye vurgu yapan arabuluculuk çalışmaları taraflar açısından güvenilir bir ortamın kurulmasını sağlamıştır. Nitekim Kenya’da, doktrinin öngördüğü yapısal önleyicilik başarıya ulaşamamış ancak kriz ortaya çıktıktan sonra müdahale edilebilmiştir. Kısacası durumun kötüleşmesinden ziyade kötü olan bir durumun daha kötü bir vaziyet alması engellenmiştir. (Luck, 2010) Bunun yanında koruma sorumluluğunun uygulanması aşamasında sadece normların değil reelpolitiğin de başarının belirlenmesinde etkili olduğu görülmektedir. Uluslararası bir örgüt olan BM, bölgesel bir örgüt olan Afrika Birliği, Kenya’ya komşu devletler (Cristina Gabriela Badescu, 2011), uluslararası sistemin tek kutbu ABD ve diğer Batılı güçlerin sağladığı uzlaşı başarıyı beraberinde getirmiştir. Bu anlamda doktrinin, arabuluculuk için normatif bir çerçeve oluşturarak kolaylaştırıcı bir rol oynadığı 103 görülmektedir. Doktrinin başarısını sağlayan bir diğer unsur da ülke içinde yerinden edilmiş insanlarla koruma faaliyetini sınırlandırmasıdır. Böylelikle alan daraltılarak mücadele kolaylaştırılmıştır (Sara Ellen Davies & Glanville, 2010). Fakat sağlanan başarının kalıcılığı tartışmalı olmuştur. Zira 2010 yılında yine güç paylaşımından kaynaklanan anlaşmazlıklar barışı çökme noktasına getirmiştir. Dolayısıyla koruma sorumluluğunun barışı tesis etmekle kalmayıp sonradan da sürekli gözetim ve denetim altında tutması ve aynı zamanda hassas siyasi dengeleri gözetmesi gerekmektedir (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Kofi Annan, Kenya’da yaşanan krizi, “Koruma Sorumluluğu’nun uygulanması açısından bir fırsat” olarak nitelendirmiş ve ahlaki bir araç olarak doktrine barışın sağlanması konusunda borçlu olduğunu ifade etmiştir (Cohen, 2010). Uluslararası toplumun krize müdahale etmemesi durumunda, Kenya Hükümeti krizi yönetemeyeceği ve halkını koruyamayacağı için, daha büyük çapta insani krizlerin yaşanmasının kaçınılmaz olacaktır. Müdahale denildiğinde askeri müdahalenin gündeme gelmesi Annan’a göre yanlıştır. Askeri kuvvet kullanımı her zaman son çare olarak görülmelidir (A. J. Bellamy, 2010). Benzer şekilde ülke içinde yerinden edilmiş insanlara (IDP) yönelik olarak geliştirilmesi planlanan BM stratejileri açısından da özellikle önleme ve kapasite inşası boyutlarıyla yol gösterici nitelikte olmuştur. En önemlisi de soykırım, insanlığa karşı suç, savaş suçları ve etnik temizlik riski altındaki bireylerin korunması açısından önemli bir köşe taşı oluşturmaktadır. (Cohen, 2010) Doktrinin uygulamadaki başarısına dair iki temel görüş öne sürülmektedir. Bunlardan ilki, Kenyalı devlet yetkililerinin, uluslararası ve bölgesel aktörlere, içişlerine müdahale edilmesi için rıza göstermeleri sayesinde doktrinin başarılı olduğu yönündeki görüştür. İkincisi ise müdahale ve yaptırım içermemesi nedeniyle doktrinin, Güvenlik Konseyi onayına ihtiyaç duyulmaksızın doğrudan Genel Sekreter’in girişimleriyle uygulanabilir hâle gelmesidir. Konseyin devre dışı bırakılması sayesinde risk altında bulunmayan daimi üyeler de doktrinin uygulanması önünde engel oluşturmamışlardır.(Cohen, 2010) İnşa sorumluluğu çerçevesinde ise BM Barış İnşası Komisyonu tarafından Rift Vadisi’ne yönelik olarak insani yardım sağlamak üzere bir program başlatılmıştır. 2008 104 yılında başlatılan bu program, genellikle yeterli görülmese de doktrinin uygulanmasına örnek teşkil etmesi açısından önemlidir. (Cohen, 2010) Tüm bunlara rağmen Koruma Sorumluluğu’nun uygulanmasına karşı ortaya çıkabilecek zorluklar varlıklarını korumaktadır. Bu anlamda üç temel zorluk göze çarpmaktadır. İlki, koruma sorumluluğunun tam anlamıyla nasıl uygulanacağına dair bir sınırlama ya da çerçeve hâlen net olarak ortaya çıkmamıştır. İkincisi uluslararası örgütlerin kapasiteleri ve kurumsal yapıları doktrini uygulamaya elverişli gözükmemektedir. Yapısal sorunlara hâlen çözüm getirilebilmiş değildir. Üçüncü olarak da krizlere yönelik alınacak siyasi tedbirler konusunda devletler ve uluslararası örgütler bir uzlaşma sağlayamamışlardır.(Evans, 2008: 54) Kenya Krizi’nin belki de en önemli mirası, ülkede krizlerin son bulmasına yönelik bir diyalog ve sorgulanabilirlik kültürünü ortaya çıkarmasıdır. 2014 yılının ekim ayında, Kenya’da 2008 yılında meydana gelen şiddet olaylarında rolü olduğu gerekçesiyle Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından 2013 yılından bu yana Kenya Devlet Başkanlığı görevini yürüten Uhuru Kenyatta hakkında soruşturma başlatılmıştır. Kenyatta 2007 yılındaki seçimlerde Kibaki’nin yanında yer almıştır. UCM’nin suçlaması Kenyatta’nın Kikuyuları ve Mungikileri diğer etnik gruplara karşı silahlı mücadele etmek üzere organize ettiği yönünde olmuştur. Kenyatta, bu suçlamalara karşı UCM’de sanık sandalyesinde oturmayı kabul etmiştir. Görevini, yardımcısı William Samoei Arap Ruto’ya devrederek 8 Ekim 2014 tarihinde Mahkeme’de kendisini savunmuştur (“Uhuru Kenyatta at ICC: Kenyans Greet Returning President,” 2014). Tarihte ilk defa bir devlet başkanı rıza göstererek Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanabilmiştir. Koruma Sorumluluğu’nun geleceği ve Afrika devletlerinin insan hakları konusundaki işbirliği (Mindzie, 2010) açısından bu gibi adımlar ümit verici bulunmaktadır. 105 SONUÇ Uluslararası alanda egemenlik hakkının bir ihlali olarak görülen uluslararası müdahale ya da askeri kuvvet kullanımı tartışılagelen bir kavramdır. Uluslararası müdahaleye ilişkin görüşler çeşitlilik göstermektedir. Bu tür müdahalenin faydalı ve ahlaki olarak gerekli olduğunu savunan da, yaşanacakları sadece erteleyebileceğini dile getirenler de olmuştur. (Kuperman, 2013). Koruma Sorumluluğu’na yönelik düşünceler de bu minvalde değişiklik arz etmektedir. Doktrinin haklı savaş geleneğinin bir devamı ve zamanın ruhunu yansıtan yeni bir güvenlik anlayışının ürünü olduğunu savunmak mümkündür. Doğrudan geleneksel anlamıyla jus ad bellum ve jus in bello kavramlarının uygulanması değişen çatışma şartlarında tekrar ele alınmaya muhtaç görülmektedir (Asad, 2010). Ahlaki görevleri insani krizlere karşı kullanılabilir hâle getirecek normlara ihtiyaç duyulduğu kesindir. Bunun için de olumu katkı sağlayacak tartışmaların sürdürülmesi gerekmektedir (Pape, 2013). Nitekim doktrin, Soğuk Savaş’ın bitişinin ertesinde ve Güvenlik Konseyi’nin insani krizleri önleyememesi nedeniyle ortaya çıkmıştır (S. D. Murphy, 2013). Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından devletler arasındaki savaşların devlet-içi savaşlar hâline gelmesiyle liberal değerler olan birey, insan hakları ve insanî güvenlik kavramları, geleneksel devletmerkezli yaklaşımların yerine merkeze alınmıştır. Bu yeni bakış açısında klasik egemenlik anlayışından sıyrılarak egemenliğin devletlere sorumluluk yükleyen bir unsur olduğu kabul edilmiştir (Iancu, 2014). Bu kapsamda doktrinin, insani müdahale anlayışını değiştirmesi beklenmektedir. Müdahaleyi düzenlemesinin de ötesinde devletlere sosyo-ekonomik zorluklara karşı mücadele verme yükümlülüğü getirmektedir. Aynı şekilde iç savaşlardan henüz kurtulmuş devletler için de sosyo-ekonomik gelişimi teşvik edicidir. BM’yi de esasen etkin bir gözlemcilik ve diyalog faaliyeti yürütmeye teşvik etmektedir (Moore, 2012). Doktrin, BM’nin ve uluslararası toplumun diğer aktörlerinin sivillerin krizlerden korunması adına attığı adımların ulaştığı son nokta olarak görülebilir (Rose, 2014). Doktrin, kimilerine göre Westphalia sistemine karşı bir meydan okuma olarak görülse de meydan okumanın esasen BM Antlaşması’na karşı olduğunu ifade edenler de mevcuttur (Moore, 2012). Fakat bu noktada bir meydan okumadan daha çok zamanın ruhuna uygun değişim ihtiyacının yumuşak bir şekilde karşılanması gayreti göze çarpmaktadır. Doktrinin egemenlik kavramına yaklaşımı üzerinden devletlerin etkisinin 106 azaldığı düşüncesi ise kısmen doğru bulunmamaktadır. Devletler, nihaî olarak karar verici pozisyonlarını yitirmeyeceklerdir (Cook, 2015). Koruma Sorumluluğu’nun uluslararası hukuka ve uluslararası politikaya katkıları yadsınamamaktadır. Fakat doktrinin hâlen tam olarak yer edinemediği ve değişime uğrayabileceği anlaşılmaktadır. Kavramın devletlerden çok sivil toplum kuruluşlarından destek gördüğü ifade edilmektedir (Steenberghe, 2014). Bugüne kadar insani müdahalenin hiçbir formu üzerinde yasallık ve meşruiyet açısından bir uzlaşının sağlanamadığını da söylemek gerekmektedir. Uluslararası örgütlere yetki vermesi açısından doktrinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Bir diğer yandan müdahaleyle ilgili bir karar verme mekanizması kurmakta ve de egemenlikle insan hakları arasında bir denge oluşturmaktadır (Jubilut, 2012). Doktrinin ortaya çıkış nedenlerinin iyi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. İlk olarak, BM gibi evrensel nitelikteki kuruluşlar ve Afrika Birliği gibi bölgesel örgütler, egemen devletler içerisinde meydana gelen insanlık krizlerine cevap verme gibi bir yasal hakka sahip değildirler. Ruanda, Bosna ve Kosova’da yaşanan olaylarda mevcut uluslararası mevzuatlar, insanlık krizlerinin önlenmesi önünde bir engel olarak görülmüştür. Nitekim öyle de olmuştur. Kosova olayı, müdahalede meşruiyetin hukuki nedenlerin önüne geçtiğini gösteren bir örnektir. Meşruiyet, en büyük güç olarak görülmüştür. Bu nedenle de insanlık krizlerinin önüne geçilmesi için gerekirse hukuk dışına çıkılabilmektedir. Her ne kadar pratikte masum insanların haklarının korunması öncelikli olarak faydalı bulunsa da mevcut sistemin oluşturduğu yapının çıkılması hegemonik güç ilişkilerinin yürütülmesi açısından sakıncalı görülmektedir. Sistemin kaotik bir hâl almasından başta küresel güç ABD olmak üzere karşılıklı bağımlılık ağlarıyla siyasi ve ekonomik olarak birbirine bağlanmış olan uluslararası, bölgesel ve yerel güçler çekinmektedir. Sistemdeki istikrarsızlıklar ya daha büyük savaşlara yol açacaktır ya da devletler kendi içlerinde hak taleplerinin önüne geçmek için otoriter tutum sergileyeceklerdir. Bu da doğal olarak egemen devlet yapısına zarar verecektir. Bu açıdan doktrinin ortaya konulması, devletlerin kendi rızalarıyla, uluslararası sistemin devamlılığını sağlama ve diğer devletlerin insan hakları ilkelerini benimseyerek egemenliklerini güçlendirmelerine zorlanması yönündeki bir irade beyanı olarak görülebilir. 107 11 Eylül sonrası dönemde yaşanan olaylar göz önüne alındığında ABD’nin zora dayalı bir hegemonya inşa etmeye çalıştığı görülmektedir. Obama döneminde ise bu hegemonyanın rızaya dayanması süreci başlamıştır. Zora dayalı bir hegemonya modeli oldukça maliyetlidir ve sürdürülebilirliği tartışılır bulunmaktadır. Dolayısıyla gerek realist bir dış politika aracı olarak kullanılsın gerekse tamamen insani amaçlar uğruna yapılsın kuvvet kullanımının yarattığı ekonomik tahribat, kuvvet kullanımının getirisinden daha fazladır. Ekonomik açıdan bakıldığında maliyetin dağıtılması merkezdeki güç için daha makuldür. Siyasi olarak bakıldığında insani krizlere müdahale edemeyen bir hegemonik gücün devamlılığı mümkün gözükmemektedir. Böyle bir ortamda sisteme meydan okuyan birçok unsur ortaya çıkacaktır. Bu da uluslararası sistemin anarşik bir yapıya bürünmesine neden olacaktır. Zira ekonomik ağırlık merkezi değişmedikçe siyasi ağırlık merkezinin değişmesi mümkün olmayacaktır. ABD’nin, bu bağlamda ön almak amacıyla doktrini benimsediği görülmektedir. Koruma Sorumluluğu, Batı’nın haklı savaş düşüncesinin bir yansımasıdır. 11 Eylül saldırılarının ertesinde başta Amerikan politika yapıcıları olmak üzere kamuyu etkileme gücüne sahip birçok insan tarafından haklı savaşın dile getirilmesi bunun en iyi göstergesidir. Dolayısıyla Batı’nın çıkarlarını ve dolayısıyla liberal ekonomi politikalarının devamlılığını merkezine alması kaçınılmazdır. Bu nedenle haklı savaşın yeni bir formu ve liberal demokrasilerin savaşı haklılaştırma aracı olarak görülmesi de doğaldır. Doktrine ait kavramlar, özellikle terörizmle mücadelede sıklıkla kullanılmaktadır. (Asad, 2010). Aynı şekilde Birleşmiş Milletler’in de evrensel bir kuruluş olarak insani olaylarda yetersiz kaldığı görülmektedir. Yetersiz kalmasının yanında veto hakkının getirdiği krizler, son Suriye krizinde de görüldüğü gibi BM’nin meşruiyetini de sorgulanır hâle getirmiştir. Doktrinin getirileriyle BM, müdahale için ana organ olmaktan çıkacaktır. Bölgesel örgütler, BM’nin üzerindeki baskının dağılmasında yardımcı olacaklardır. Doktrin çerçevesinde müdahale, hak ve görev olarak iki yapıya ayrılmıştır. Koruma Sorumluluğu çerçevesinde yeterli meşruiyete, haklı bir nedene sahip olan her güç, müdahale hakkına sahiptir. Müdahale ile görevlendirilen kuruluşlar ise genellikle BM ve NATO gibi Batı orijinli kuruluşlardır. Bunların bu görevi yapamaz hâle gelmesi durumunda ise görev, bunlardan sonraki en meşru müdahaleciye düşmektedir (Pattison, 2010: 200-212). Ki bu genellikle Afrika Birliği gibi bir bölgesel örgüt ya da bölgesel bir güç olmaktadır. Afrika Birliği’nin Afrika Bekleme Gücü’nü oluşturması örneğinden görülebileceği gibi, uluslararası örgütler ve devletler, insani müdahaleyi zamanın şartların uyarlama 108 çabası içerisindedir. Bu alandaki çalışmalar ve tartışmalar gün be gün devam etmektedir. Özellikle terörist faaliyetlere karşı yürütülen savaşlar, insani müdahalenin boyutunun değişmekte olduğunun ve aynı zamanda gelecekte de değişeceğinin sinyallerini vermektedir. Devletlerin artmakta olan askeri kapasiteleri, son dönemde ortaya çıkan müdahaleler ve dünya düzenine yönelik tartışmalar insani müdahalenin yeni boyutlarıyla önem kazandığını göstermektedir. İnsani müdahale, koruma sorumluluğunun hem doktriner olarak hem de pratik olarak bir parçasıdır. İnsani müdahalenin daha az vurgulandığı koruma sorumluluğu, büyük siyasi destek toplamaktadır. Doktrin esasen devletlerin egemenliğine aykırı olarak görülse de insan haklarının korunması, devletlerin müdahaleyi önlemek için insan haklarını öncelemesi, devlet olma kapasitelerini artırması, erken uyarı ve önleme mekanizmalarını geliştirmesi açısından egemenliği güçlendirici yönlere de sahiptir (Pattison, 2010: 247-253). Afrika’nın uluslararası sistemdeki konumu halen pek çok bilinmeyenle doludur. Bir yandan Afrika’nın ekonomik olarak 21. yy’da büyük bir ivmelenmeye sahip olacağı savunulurken diğer yandan mevcut göstergelerin yanıltıcı olduğunu, kıtanın kalkınması önünde başta siyasi ve ekonomik engeller olmak üzere birçok engelin olduğu da dile getirilmektedir. Bu yüzyılın savaşlarının Afrika’da yaşanacağını savunanların sayısı da bir hayli fazladır. Belirtmek gerekir ki, kıta toprakları en az 400 yıl sömürgecilikle yönetilmiştir. Dolayısıyla kıta dışı devletlerin merkezi konumuna karşın bir çevre görüntüsü vermiştir. 20.yy’da büyük hak mücadelelerinin ve uluslararası sistemin yapısındaki değişimlerin etkisiyle kıta toplumları bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Siyasi bağımsızlık ekonomik bağımsızlığı beraberinde getirmemiştir. Yeni ulus-devletler bir yandan sistemli bir devlet yapısı kurmaya çalışırken diğer yandan da eski sömürgecileriyle çeşitli zorunluluklardan kaynaklanan ekonomik ilişkiler kurmuşlardır. Böylece bağımlılık ilişkisi ekonomi üzerinden güncellenmiştir. Soğuk Savaş’ın etkisiyle iki süper gücün Afrika’daki faaliyetleri, kıta ülkelerini kendi ekonomik yapılarına entegre etmeyi ve kıtada oluşan güç boşluğunu yeni unsurlarla doldurmayı hedeflemiştir. Savaşın liberal ekonominin galibiyetiyle sonlanması, yeni dönemde Afrika’nın neo-liberal ekonomiye entegrasyonuna hız kazandırmıştır. Bu entegrasyon süreci oldukça sancılı bir süreç hâline gelmiştir ki daha önce de bahsedildiği gibi rejim değişikliklerinin birçoğu bu dönemde yaşanmıştır. Bu süreç günümüzde de devam etmektedir. Yeni yükselen güçlerin kıtadaki faaliyetlerinin kıtada rekabeti ve çatışmayı artırması kuvvetle muhtemeldir. Buna ek olarak ulus-devlet yapılarının başarılı olamaması, artan işsizlik, dışa bağımlılık, otoriter 109 yönetimler, toplumsal ayrışmalar, terörizm tehdidinin büyük bir zemine sahip olması kıta ülkelerini, kendi varlıklarını korumaya itmiştir. Bu nedenle Afrika devletleri, müdahaleyi ele alan bir metin üzerinde uzlaşmaya varabilmişlerdir. Afrika Birliği’ne geçiş bu anlamda yeni yüzyılın tehditlerine karşı Afrika devletlerinin aldığı bir önlemdir. Koruma Sorumluluğu’nun, kurucu metni desteklemesi, Afrika Birliği’nin doktrine destek vermesini sağlamıştır. Afrika Birliği’nin güçlü bir kurumsal yapıya ve bunun yanı sıra her an askeri müdahalede bulunabilecek bir güce sahip olması doktrinin Afrika’da başarılı olabilmesi açısından bir gerekliliktir 2011 yılında Fransa’nın Fildişi Sahili’ne, NATO’nun da Libya’ya müdahalesi, Afrika Birliği’nin yetersiz kaldığı noktalarda, ortaya çıkan suçların kıta dışı müdahaleleri haklılaştırdığını göstermektedir. Bu anlamda Afrika’ya yönelik dış müdahalelerin engellenmesi için Afrika Birliği’nin her anlamda daha aktif ve daha etkin olması gerekmektedir. Zira 4(h) maddesinin uygulanması aşamasında yaşanan aksaklıklar uluslararası toplumun kendisine vazife çıkarmasına neden olmaktadır (Kabau, 2012). İnsani güvenliğin küreselleşmeyle birlikte yerelleşme ihtimali de bulunmaktadır. Bu nedenle devletler, olası müdahaleleri engellemek için tedbir alacaklardır (Curley, 2012). Saygılı korumacılık anlayışı, insan haklarının küreselleştiği ve karşılıklı bağımlılığın arttığı bir dünyada müdahalelerin de artacağı öngörüldüğünde Afrika Birliği’nin teori ve pratikte güçlü olmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Mevcut ve geçmiş örnekler de Birlik’in bu anlamda günden güne mesafe kat ettiğini göstermektedir (Kabau, 2012). Afrika Birliği, kurulduğu günden bu yana gelişen normlardan ve uluslararası politikadaki gelişmelerden ilham alarak Afrika çapında barış operasyonları gerçekleştirmektedir. Müdahale konusunda, işbirliği içerisinde olduğu BM ile meşruiyete dair ihtilaflar yaşamaktadır. Barış ve Güvenlik Konseyi’nin müdahale isteği ile Afrika Birliği’nin müdahale kapasitesi arasında geniş bir uçurumun olduğunu söylemek mümkündür. Bu noktada BM ile Afrika Birliği arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması beklenebilir (P. D. Williams & Boutellis, 2014). Koruma Sorumluluğu’nun başarısı ele alındığında ise Kenya örneğinden yola çıkılarak önleyici diplomasiye verilen önemden dolayı savaşların ve iç çatışmaların önlenmesi adına gelecek için ümit verici olduğu görülmektedir. Kongo’da ise doktrinin tüm unsurlarıyla uygulanması gerekliliği gözler önüne serilmiştir. Darfur’da doktrinin uygulanamaması büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Doktrinin önleme sorumluluğuna ilişkin 110 koyduğu kurallara uyulması ve konunun odak noktasının müdahaleden önleyici diplomasiye kaydırılması, doktrinin geleceği ve başarısı açısından olumlu bir katkı olacaktır. Koruma sorumluluğunun benimsenmeye başladığı ve barış güçlerinin yeniden yapılandırıldığı bir döneme denk gelen 2003 yılı sonrasında, önceki dönemlere nazaran sivil can kayıplarının azaldığı görülmektedir (A. J. Bellamy, 2008). 11 Eylül saldırıları sonrası uluslararası toplumda oluşan hava ve ABD’nin müdahaleci tutumu doktrinin kuşkuyla karşılanmasına neden olmuştur. Batı karşıtı ülkeler, global güney ülkeleri doktrini yeni-emperyalizm için bir araç olarak görmüşlerdir. Benzer şekilde Batılıların, Batılı olmayanlara müdahalesini kolaylaştıran bir Truva atı benzetmesi de yapılmıştır. Bütün müdahaleler gibi müdahalenin bu çeşidi de büyük güçler tarafından suiistimal edilmeye, reelpolitiğin bir aracı olmaya açıktır. (Lyon, 2009). Doktrinin özellikle Libya müdahalesinden sonra dönüşüme uğradığı savunulmaktadır. Çünkü müdahale liberal müdahaleciliğin dışına çıkmıştır. Bu nedenle acilen önleyici askeri müdahaleden arındırılmaya çalışılmalıdır. Esasen doktrinin sürekli Batı’ya dayandırılması Batı’ya ekstra sorumluluklar yüklese de Batı’nın umursamaz davrandığına inanılmaktadır (Chandler, 2015). Suriye’de yaşanan olaylar, doktrine yönelik güveni azaltabilir. Bunun yanında yükselen güçlerin gün geçtikçe güç kazanması uluslararası sistemde dengeleri değiştirebilecektir. Dolayısıyla bu güçlerin tutumu da doktrinin geleceğini belirleyecektir (Bloomfield, 2015). 111 KAYNAKÇA 2005 World Summit Outcome. (2005) (pp. 1–38). New York. 2012 United Nations Peace Operations: Year In Review. (2013) (p. 61). New York. Abbenhuis, M. M. (2013). A Most Useful Tool for Diplomacy and Statecraft: Neutrality and Europe in the “Long” Nineteenth Century, 1815-1914. The International History Review, 35(1), 1–22. doi:10.1080/07075332.2012.737350 Abiew, F. K. (2010). Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect: Redefining a Role for “‘ Kind-hearted Gunmen .’” Criminal Justice Ethics, 29(2), 93– 109. doi:10.1080/0731129X.2010.498246 Aina, T. A. (2008). The Kenyan Crisis 2007-2008 and the Re-making of an Elite Consensus- Pathways and Pitfalls. Public Forum. Nairobi: Public Forum. Alexan, O. D. (2012). Carving Out a Niche for Humanitarianism within the Responsibility to Protect. The Macalester Review, 2(1), 1–23. Amneus, D. (2012). Responsibility to Protect: Emerging Rules On Humanitarian Intervention? Global Security, 26(2), 241–276. Andreopoulos, G. J., & Lantsman, L. (2010). The Evolving Discourse on Human Protection. Criminal Justice Ethics, 29(2), 73–92. doi:10.1080/0731129X.2010.504423 Annan, K. (2004). “A more secure world: Our shared responsibility” - Report of the Highlevel Panel on Threats and Change. United Nations (pp. 1–131). doi:10.2307/20034356 Approved Resources for Peacekeeping Operations for the Period from 1 July 2014 to 30 June 2015. (2015). (No. A/C.5/69/17) (pp. 1–3). New York. Arbour, L. (2008). The Responsibility to Protect As A Duty of Care In International Law and Practice. Review of International Studies, 34, 445–458. Arsava, A. F. (2011). Egemenlı̇ k ve Koruma Sorumluluğu. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 15(1), 101–124. Asad, T. (2010). Thinking About Terrorism and Just War. Cambridge Review of International Affairs, 23(1), 3–24. doi:10.1080/09557570902956580 Ata, F. K. (1998). Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler (1. Bası.). Ankara: Siyasal Kitabevi. Ata, F. K. (2009). Darfur: Koruma Yükümlülüğü ve İnsancıl Müdahale Kavramları Çerçevesinde Bir İnceleme. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 6(21), 67–88. 112 Axworthy, L., & Rock, A. (2009). R2P: A New and Unfinished Agenda. Global Responsibility to Protect, 1, 54–69. doi:10.1163/187598409X405479 Badescu, C. G. (2011). Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect (pp. 99–168). Oxon: Routledge. Badescu, C. G., & Bergholm, L. (2009). The Responsibility To Protect and the Conflict in Darfur: The Big Let-Down. Security Dialogue, 40(3), 287–309. doi:10.1177/0967010609336198 Bannon, A. L. (2006). The Responsibility to Protect : The U.N. World Summit and the Question of Unilateralism. The Yale Law Journal, 115(5), 1157–1165. Barrios, M. de L. (2014). The Role of the European Union and Other International Organizations in the Process of the Regionalisation of the Peacekeeping Operations. Romanian Review of Social Sciences, 7, 2–22. Basics of Hinduism. (2015). Retrieved April 20, https://www.himalayanacademy.com/readlearn/basics/nine-beliefs 2015, from Bellamy, A. J. (2004). Ethics and Intervention: The “Humanitarian Exception” and the Problem of Abuse in the Case of Iraq. Journal of Peace Research, 41(2), 131–147. doi:10.1177/0022343304041777 Bellamy, A. J. (2008). The Responsibility to Protect and the problem of military intervention. International Affairs, 84(4), 615–639. Bellamy, A. J. (2010). The Responsibility to Protect—Five Years On. Ethics & International Affairs, 2(2), 143–169. Bellamy, A. J., & Drummond, C. (2011). The Responsibility to Protect in Southeast Asia: Between Non-Interference and Sovereignty as Responsibility. The Pacific Review, 24(2), 179–200. doi:http://www.tandfonline.com/action/showCitFormats?doi=10.1080/09512748.2011 .560958 Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2006). The UN Security Council and the Question of Humanitarian Intervention in Darfur. Journal of Military Ethics, 5(2), 144–161. doi:10.1080/15027570600707680 Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2010). Protecting Civilians in Uncivil Wars. In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect (pp. 127–163). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff. Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2011). The New Politics of Protection? Côte d’Ivoire, Libya and the Responsibility to Protect. International Affairs, 87(4), 825–850. Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2012). On the Limits of Moral Hazard: The Responsibility to Protect, Armed Conflict and Mass Atrocities. European Journal of International Relations, 18(3), 539–571. 113 Bellamy, A., & Williams, P. (2005). The Responsibility To Protect and the Crisis in Darfur. Security Dialogue, 36(1), 27–47. doi:10.1177/0967010605051922 Berdal, M., & Ucko, D. H. (2015). The Use of Force in UN Peacekeeping Operations. The RUSI Journal, 160(1), 6–12. doi:10.1080/03071847.2015.1016718 Bergholm, L. (2010). The African Union ,The United Nations and Civilian Protection Challenges in Darfur (No. 63) (p. 9). London. Berling, J. A. (1982). Confucianism. Focus on Asian Studies, 2(1), 5–7. Birleşmiş Milletler Antlaşması (1945). Bloomfield, A. (2015). India and the Libyan Crisis: Flirting with the Responsibility to Protect , Retreating to the Sovereignty Norm. Contemporary Security Policy, 36(1), 27–55. doi:10.1080/13523260.2015.1012347 Blum, R., Stanton, G. H., Sagi, S., & Richter, E. D. (2007). “Ethnic Cleansing” Bleaches the Atrocities of Genocide. European Journal of Public Health, 18(2), 204–209. doi:10.1093/eurpub/ckm011 Britannica, T. E. of E. (2014). Fidel Ramos, President of Philippines. Retrieved May 25, 2015, from http://www.britannica.com/EBchecked/topic/490745/Fidel-Ramos Brockmeier, S., Kurtz, G., & Junk, J. (2014). Emerging Norm and Rhetorical Tool: Europe and a Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, 14(4), 429–460. doi:10.1080/14678802.2014.930587 Brooks, R. (2012). Lessons for International Law from the Arab Spring. American University International Law Review, 28(3), 713–732. Brown, D. (2008). The Sword, The Cross, And The Eagle (First.). Lanham, Maryland: Rowman& Littlefield Publishers. Brown, D. (2011). Judging the Judges: Evaluating Challenges to Proper Authority In Just War Theory. Journal of Military Ethics, 10(3), 133–147. doi:10.1080/15027570.2011.608491 Carayannis, T. (2003). The Complex Wars of The Congo: Towards A New Analytical Approach. Journal of Asian and African Studies, 38, 232–255. doi:10.1177/002190960303800206 Chandler, D. (2004). The Responsibility to Protect? Imposing the “ Liberal Peace .” International Peacekeeping, 11(1), 59–81. doi:10.1080/1353331042000228454 Chandler, D. (2010). Responsibility to Protect or Not Responsibility to Protect? More Statebuilding Less Responsibility. Global Responsibility to Protect, 2(1), 161–166. doi:10.1163/187598410X12602515137617 114 Chandler, D. (2015). The R2P Is Dead, Long Live the R2P: The Successful Separation of Military Intervention from the Responsibility to Protect. International Peacekeeping, 22(1), 1–5. doi:10.1080/13533312.2014.992572 Chomsky, N. (2009). Text of Lecture Given at UN General Assembly. Retrieved April 20, 2014, from http://www.chomsky.info/talks/20090723.htm CIA. (2014). Kenya. Retrieved from https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/print/country/countrypdf_ke.pdf Cohen, R. (2010). Reconciling R2P with IDP Protection. In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect (pp. 35– 59). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff Publishers. Cook, A. D. B. (2015). Subsidiarity or Sites of Illegitimacy? Regional Organisations and the Responsibility to Protect. In Voices from Outside: Re-shaping International Relations Theory and Practice in an Era of Global Transformation (pp. 1–12). Singapore. Cooper, R. H., & Kohler, J. V. (2009). Responsibility to Protect, The Global Moral Compact for the 21st Century. (R. H. Cooper & J. V. Kohler, Eds.)Responsibility to Protect: The Global Moral Compact for the 21st Century (First.). New York: Palgrave Macmillan. Core Documents: Understanding RtoP. (2015). Retrieved June 3, 2015, from http://www.responsibilitytoprotect.org/index.php/publications/core-rtop-documents Curley, M. (2012). Human security ’s Future in Regional Cooperation and Governance ? Australian Journal of International Affairs, 66(5), 527–541. Çağıran, M. E. (2014). Uluslararası Örgütler (2. Bası.). Ankara: Turhan Kitabevi. Davies, S. E. (2010). A Responsibility to Protect Persons in the Event of Natural Disasters. In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect. Leiden-Boston: Martinus Nijhoff. Davies, S. E., & Glanville, L. (2010). Protecting the Displaced, Deepening the Responsibility to Protect. (S. E. Davies & L. Glanville, Eds.)Martinus Nijhoff Publishers. Leiden-Boston: Martinus Nijhoff. Dembinski, M., & Schott, B. (2014). Regional Security Arrangements As A Filter For Norm Diffusion: The African Union, The European Union and The Responsibility to Protect. Cambridge Review of International Affairs, 27(2), 362–380. doi:10.180/09557571.2013.868406 Domestici-Met, M.-J. (2010). Humanitarian Action – A Scope for the Responsibility to Protect: Part II: Responsibility to Protect – A Legal Device Ready for Use? Goettingen Journal of Interntational Law, 2(3), 951–980. doi:10.3249/1868-1581-23-domestici-met 115 Dorfman, A., & Messinger, R. (2009). Toward A Jewish Argument for the Responsibility to Protect. In R. H. Cooper & J. V. Kohler (Eds.), Responsibility to Protect: The Global Moral Compact for the 21st Century (1st ed., pp. 61–75). New York: Palgrave Macmillan. Doss, A. (2014). In the Footsteps of Dr Bunche: The Congo, UN Peacekeeping and the Use of Force. Journal of Strategic Studies, 37(5), 703–735. doi:10.1080/01402390.2014.908284 Doyle, M. W. (2011). International Ethics and Responsibility to Protect. International Studies Review, 13, 25–34. Dr. Cornelio Sommaruga. (2015). Retrieved May http://www.gichd.org/who-we-are/governance/dr-corneliosommaruga/#.VWNetU_tmko 25, 2015, from Eduardo Stein - Biographical Information. (2014). Retrieved May 25, 2015, from http://www.g-l-f.org/index.cfm?id=41515 Engle, E. A. (2004). The Transformation of the International Legal System: The PostWestphalian Legal Order. Quinnipiac Law Review, 23, 45. Evans, G. (2008). The Responsibility to Protect, Ending Mass Atrocity Crimes Once and For All (First edit.). Washington: The Brookings Institution. Feinstein, L., & Bruin, E. De. (2009). Beyond Words: U.S. Policy and the Responsibility to Protect. In R. H. Cooper & J. V. Kohler (Eds.), Responsibility to Protect: The Global Moral Compact for the 21st Century (1st ed., pp. 179–198). New York: Palgrave Macmillan. Fishel, S. (2013). Theorizing Violence In The Responsibility to Protect. Critical Studies on Security, 1(2), 215. Freedom in the World 2015 Findings. (2015). Retrieved April 18, 2015, from https://freedomhouse.org/sites/default/files/FITW_World_Map_24x16_fa_GF2015.pd f Freedom in the World 2015: Regional Status by Population. (2015). Retrieved April 18, 2015, from https://freedomhouse.org/report/freedom-world2015/maps#.VTJ5lSG8PGd General Klaus Naumann Former Chairman of the Military Committee. (2002). Retrieved May 25, 2015, from http://www.nato.int/cv/milcom/nauman-e.htm Gilligan, E. (2013). Redefining Humanitarian Intervention. Journal of Human Rights, 12(1), 21–39. doi:10.1080/14754835.2013.754290 Gisele Cote-Harper. (2015). Retrieved May 25, 2015, from http://unac.org/1995/09/giselecote-harper/ 116 Glanville, L. (2010). The International Community’s Responsibility to Protect. In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect (pp. 185–205). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff. Goldstein, J., & Rotich, J. (2008). Digitally Networked Technology in Kenya’s 2007 – 2008 Post-Election Crisis (No. 2008-09) (pp. 1–10). Boston. Graubart, J. (2013). R2P and Pragmatic Liberal Interventionism: Values in the Service of Interests. Human Rights Quarterly, 35(1), 60–90. Haddad, E. (2010). EU Migration Policy: Evolving Ideas of Responsibility and Protection. In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect (pp. 85–101). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff. Halliyadde, M. (2015). The Meaning of the Responsibility to Protect: An Analysis of the R2P Principle in International Law, 2001-2013. Theses and Dissertations, 14, 1–10. Hancılar, Ö. (2011). Uluslararası Hukukta İnsanî Müdahale. Çankaya Üniversitesi Hukuk Dergisi, 7(2), 97–124. Hawkins, V. (2009). National Interest or Business Interest: Coverage of Conflict in the Democratic Republic of Congo in the Australian Newspaper. Media, War & Conflict, 2(1), 67–84. doi:10.1177/1750635208101352 Heine-Ellison, S. (2001). The Impact and Effectiveness of Multilateral Economic Sanctions: A Comparative Study. The International Journal of Human Rights, 5(1), 81–112. Hekimoğlu, M. M. (2013). ABD’nin Irak İşgaline Uluslararası Hukuk Açısından Eleştirel Bir Bakış. Uluslararası Hukuk ve Politika, 9(34), 61–86. Hendrickson, D. C. (2014). The New Interventionism. The National Interest, 53–58. Heraclides, A. (2012). Humanitarian Intervention in the 19th Century: The Heyday of a Controversial Concept. Global Society, 26(2), 215–240. doi:http://www.tandfonline.com/action/showCitFormats?doi=10.1080/13600826.2012 .656262 Herron, J. (2012). Responsibility to Protect: Moral Triumph or Gateway to Allowing Powerful States to Invade Weaker States in Violation of the UN Charter? Temple International & Comparative Law Journal, 26(2), 367–390. Heywood, A. (2011). Küresel Siyaset (3rd ed., pp. 363–391). Ankara: Ayrıntı Yayınları. Heywood, A. (2013). Siyaset (8. Baskı.). Ankara: Adres Yayınları. Hilpold, P. (2015). R2P and Humanitarian Intervention in a Historical Perspective. In P. Hilpold (Ed.), Responsibility to Protect (R2P): A New Paradigm of International Law (Digital., pp. 60–123). Leiden-Boston: Brill Nijhoff. 117 Himes, K. R. (2004). Intervention, Just War, and U.S. National Security. Theological Studies, 65, 141–157. History of Buddhism. (2015). Retrieved April http://www.aboutbuddhism.org/history-of-buddhism.htm/ 20, 2015, from Hoffman, K. (2010). The ethics of child-soldiering in the Congo. Young, 18(3), 339–358. doi:10.1177/110330881001800306 Hoş, H. S. (2011). Haklı Savaş ve İnsancıl Hukuk. Ankara Üniversitesi. Howorth, J. (2013). Humanitarian Intervention In the Post-Cold War Era: A Provisional Balance-sheet in light of Libya, Syria and Mali (No. 21). Santiago. Hu, S. (2007). Confucianism and Contemporary Chinese Politics. Politics & Policy, 35(1), 136–153. Hunt, C. T., & Bellamy, A. J. (2011). Mainstreaming the Responsibility to Protect in Peace Operations. Civil Wars, 13(1), 1–20. doi:10.1080/13698249.2011.555688 Iancu, A. (2014). The Responsibility to Protect. A Just War Theory Based Analysis. Practical Application of Science, 2(5), 341–348. ICISS. (2001a). The Responsibility To Protect (pp. 1–91). Ottawa. ICISS. (2001b). The Responsibility to Protect: Research, Bibliography, Background; Supplementary Volume to The Report of The International Commission on Intervention and State Sovereignty. (T. G. Weiss & D. Hubert, Eds.) (1st ed., pp. 1– 399). Ottawa: International Development Research Center. Inis L. Claude, J. (1980). Just Wars: Doctrines and Institutions. Political Science Quarterly, 95(1), 83–96. Ivan, R. (2012). Whose Responsibility to Protect Whom? The Notion of Responsibility to Protect In International Politics. Romanian Political Science Review, 12(2), 309–323. Jaganathan, M. M., & Kurtz, G. (2014). Singing The Tune Of Sovereignty? India and The Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, 14(4), 461–487. doi:10.1080/14678802.2014.930591 Jubilut, L. L. (2012). Has the “Responsibility to Protect” Been a Real Change in Humanitarian Intervention? An Analysis from the Crisis in Libya. International Community Law Review, 14, 309–335. doi:10.1163/18719732-12341234 Juma, M. K. (2009). African Mediation of the Kenyan Post-2007 Election Crisis. Journal of Contemporary African Studies, 27(3), 407–430. Kabau, T. (2012). The Responsibility to Protect and the Role of Regional Organizations: An Appraisal of the African Union’s Interventions. Goettingen Journal of Interntational Law, 4(1), 49–92. doi:10.3249/1868-1581-4-1-kabau 118 Kahler, M. (2011). Legitimacy, humanitarian intervention, and international institutions. Politics, Philosophy & Economics, 10(20), 20–45. Kalpokas, I. (2013). Saint George , the Dragonslayer: The Symbolism of “Responsibility to Protect.” Almanack of Policy Studies (Politikos Mokslu Almanachas), (14), 63–89. Kardaş, Ş. (2001). Humanitarian Intervention: The Evolution of the Idea and Practice. Perceptions, 6(2), 1–11. Kaufman, W. (2005). What ’s Wrong with Preventive War? The Moral and Legal Basis for the Preventive Use of Force. Ethics & International Affairs, 19(3), 23–38. Kendrick, S. (2014). “A Crime Too Terrible for Contemplation:” Samuel Ralph Harlow and Missionary Influence on the History of the Responsibility to Protect. University of New Orleans. Kenkel, K. M. (2015). Brazil and the Responsibility to Protect. AP R2P Brief, 5(1), 1–11. Keskin, F. (2002). BM ve Kuvvet Kullanımı. Avrasya Dosyası, 8(1), 149–174. Khadiagala, G. M. (2009). Regionalism and Conflict Resolution: Lessons from the Kenyan Crisis. Journal of Contemporary African Studies, 27(3), 431–444. Kiraz, S. (2012). Uluslararası İlişkilerde Egemenliğin Değişen Yüzü. Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, 5(1), 93–102. Kore, J. P. (2014). Responsibility to Protect Under International Law: A Case For Entrenchment In Treaty Law. The University of Nairobi. Kreps, S. E. (2007). The 1994 Haiti Intervention: A Unilateral Operation in Multilateral Clothes. The Journal of Strategic Studies, 30(3), 449 – 474. Krylov, N. (1995). Humanitarian Intervention: Pros and Cons. Loyola of Los Angeles International and Comparative Law Review, 17(2), 365–406. Kunz, J. L. (1947). Individual and Collective Self-Defense in Article 51 of the Charter of the United Nations. The American Journal of International Law, 41(4), 872–879. Kuperman, A. J. (2009). Rethinking the Responsibility to Protect. The Whitehead Journal of Diplomacy and International Relations, 33, 19–29. Kuperman, A. J. (2013). A Model Humanitarian Intervention? Reassessing NATO’s Libya Campaign. International Security, 38(1), 105–136. doi:10.1162/ISEC Kurowska, X. (2014). Multipolarity As Resistance to Liberal Norms: Russia’s Position on Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, 14(4), 489–508. doi:10.1080/14678802.2014.930589 Kühn, F. P. (2012). The Peace Prefix: Ambiguities of the Word “Peace.” International Peacekeeping, 19(4), 396–409. doi:10.1080/13533312.2012.709785 119 Kyle, K. (1997). The Politics of Independence of Kenya. Contemporary British History, 11(4), 55–77. Labonte, M. (2012). Whose Responsibility to Protect? The Implications of Double Manifest Failure for Civilian Protection. The International Journal of Human Rights, 16(7), 982–1002. Langer, J. (2011). The Responsibility to Protect: Kenya’s Post-Electoral Crisis. Journal of International Service, (Fall), 1–18. Lee H. Hamilton Biography. (2015). Retrieved May http://www.centeroncongress.org/lee-h-hamilton-biography 25, 2015, from Linke, A. M. (2013). The Aftermath of an Election Crisis: Kenyan Attitudes and the Influence of Individual-Level and Locality Violence. Political Geography, 37, 5–17. Louise Arbour. (2011). Retrieved June 3, 2015, http://www.fondationchirac.eu/en/2011/10/louise-arbour-laureate-of-the-2011special-jury-prize/ from Luck, E. C. (2010). The Responsibility to Protect: Growing Pains or Early Promise? Ethics & International Affairs, 24(4), 349–365. Lyon, A. J. (2009). Global Good Samaritans: When Do We Heed “the Responsibility to Protect”? Irish Studies in International Affairs, 20, 41–54. doi:10.3318/ISIA.2009.20.41 MacQueen, N. (2011). Humanitarian Intervention and the United Nations (eBook ed.). Edinburgh: Edinburgh University Press. Martin, Susan (2010). Forced Migration, the Refugee Regime and the Responsibility to Protect. In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect (pp. 13–35). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff. Martin, Stevie (2011). Sovereignty and the Responsibility to Protect. Griffith Law Review, 20(1), 153–187. doi:10.1080/10383441.2011.10854694 Massingham, E. (2009). Military Intervention for Humanitarian Purposes: Does the Responsibility to Protect Doctrine Advance the Legality of the Use of Force for Humanitarian Ends ? International Review of the Red Cross, 91(876), 803–831. doi:10.1017/S1816383110000068 Matamela Cyril Ramaphosa. (2015). Retrieved http://whoswho.co.za/cyril-ramaphosa-1113 May 25, 2015, from Mattox, J. M. (2006). Saint Augustine and the Theory of Just War (First.). London - New York: Continuum. Mertus, J. A. (2001). Legitimizing the Use of Force in Kosovo. Ethics & International Affairs, 15(1), 136–137. 120 Michael Ignatieff Profile. (2015). Retrieved May 25, 2015, http://www.hks.harvard.edu/about/faculty-staff-directory/michael-ignatieff from Millar, G. (2013). Expectations and Experiences of Peacebuilding in Sierra Leone: Parallel Peacebuilding Processes and Compound Friction. International Peacekeeping, 20(2), 189–203. doi:10.1080/13533312.2013.791564 Mindzie, M. A. (2010). Intervention and Protection in African Crisis Situations : Evolution and Ethical Challenges. Criminal Justice Ethics, 29(2), 174–193. doi:10.1080/0731129X.2010.498260 Minkkinen, P. (2007). The Ethos of Sovereignty : A Critical Appraisal. Human Rights Review, (January-March), 33–52. Modi, R., & Shekhawat, S. (2007). The Kenyan Crisis : Post December 2007 Elections (No. 1) (pp. 1–32). Vidyanagari, Santacruz. Moon, B. K. (2008). Secretary-General Defends, Clarifies “Responsibility to Protect” at Berlin Event On “Responsible Sovereignty: International Cooperation for A Changed World.” Retrieved January 17, 2014, from http://www.un.org/press/en/2008/sgsm11701.doc.htm Moon, B. K. (2009). Implementing the Responsibility to Protect. United Nations. Mooney, E. D. (2010). Something Old, Something New, Something Borrowed... Something Blue? The Protection Potential of a Marriage of Concepts between R2P and IDPs Protection. In S. E. Davis & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect (pp. 59–85). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff. Moore, J. (2012). Implementing the Responsibility to Protect Through the Millennium Development Goals. Denver Journal of International Law and Policy, 40(1), 204– 221. Muravchik, J. (2005). Protection Racket: “Responsibility to Protect” Becomes a Doctrine. World Affairs, (July/August 2011), 25–35. Murithi, D. T. (2007). The Responsibility To Protect, As Enshrined in Article 4 of The Constitutive Act of the African Union. African Security Review, 16(3), 14–24. doi:10.1080/10246029.2007.9627428 Murphy, J. F. (2012). Responsibility to Protect (R2P) Comes of Age? A Sceptic’s View. ILSA Journal of International & Comparative Law, 18(2), 413–443. Murphy, S. D. (2013). Jus Ad Bellum, Values, and the Contemporary Structure of International Law. Journal of Religious Ethics, 41(1), 20–26. Murthy, J. (2007). Responsibility to Protect: Lessons From South Kivu. Forced Migration Review, (28), 11–13. 121 Müdüroğlu, N. (2007). Birleşmiş Milletler ve İnsani Müdahale. Ankara Üniversitesi. Mwangi, I. (2012). Open door for terrorism: Christian-Muslim tensions in Kenya. The Christian Century, 129(22), 1–15. Nagan, W. P., & Haddad, A. M. (2012). Sovereignty in Theory and Practice. San Diego International Law Journal, 13, 430–464. Noesselt, N. (2013). China and Brazil in Global Norm Building: International Law and the International Criminal Court. Papel Politico, 18(2), 701–718. O’Connell, M. E. (2010). Responsibility to Peace: A Critique of R2P. Journal of Intervention and Statebuilding, 4(1), 39–52. doi:10.1080/17502970903541671 O’Donnell, C. (2014). The Development of the Responsibility to Protect: An Examination of the Debate over the Legality of Humanitarian Intervention. Duke Journal of Comparative & International Law, 24, 557–590. O’Donnovan, O. (2003). The Just War Revisited (First.). New York: Cambridge Universty Press. Okechukwu, G.-P. (2011). The Politics and Failures of Ethics of Humanitarian Intervention in African Conflicts. Journal of Alternative Perspectives in the Social Sciences, 3(3), 581–606. Olsen, G. R. (2009). The EU and Military Conflict Management in Africa: For the Good of Africa or Europe? International Peacekeeping, 16(2), 245–260. Oralli, L. E. (2014). Uluslararası Hukukta ve BM Sisteminde Askeri Müdahale Olgusu. Tesam Akademi Dergisi, 1(1), 102–127. Orford, A. (2011). International Authority and the Responsibility to Protect (1st ed., pp. 1– 210). New York: Cambridge Universty Press. Organization of African Unity (OAU) / African Union (AU). (2002). Retrieved February 20, 2015, from http://www.dfa.gov.za/foreign/Multilateral/africa/oau.htm Ortega, M. (2001). Military Intervention and the European Union (No. 45) (pp. 46–47). Paris. Pape, R. A. (2013). Correspondence: Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect. International Security, 37(4), 208–214. doi:10.1162/ISEC_c_00119 Pattison, J. (2010). Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect (1st ed., pp. 1–36). Oxford: Oxford University Press. Pellet, A. (2000). Brief Remarks on the Unilateral Use of Force. European Journal of International Law, 11(2), 385–392. 122 Piiparinen, T. (2012). McDonaldisation of Sovereignty: A Foucauldian Analysis of Responsibility to Protect. Global Society, 26(4), 473–493. Pingeot, L., & Obenland, W. (2014). In Whose Name? A Critical View on the Responsibility to Protect (pp. 1–65). Bonn. Ploughshares Annual Report 2013. (2013) (p. 9). North Waterloo. Pottier, J. (2008). Displacement and Ethnic Reintegration in Ituri, DR Congo: Challenges Ahead. The Journal of Modern African Studies, 46(3), 427–450. doi:10.1017/S0022278X08003364 Pourmokhtari, N. (2013). A Postcolonial Critique of State Sovereignty in International Relations: The Contradictory Legacy of a “West-Centric” Discipline. Third World Quarterly, 34(10), 1767–1793. doi:10.1080/01436597.2013.851888 Prawde, A. (2014). The Contribution of Brazil’s “Responsibility while Protecting” Proposal to the “Responsibility to Protect” Doctrine. Maryland Journal of International Law, 29(1), 184–209. Premasiri, P. D. (2003). The Place for a Righteous War in Buddhism. Journal of Buddhist Ethics, 10, 153–166. Pugh, M. (2004). Peacekeeping and Critical Theory. International Peacekeeping, 11(1), 39–58. doi:10.1080/1353331042000228445 Puley, G. (2005). The Responsibility to Protect: East, West, and Southern African Perspectives on Preventing and Responding to Humanitarian Crisi (No. 5) (p. 31). Waterloo. Ramesh Thakur. (2014). Retrieved http://archive.unu.edu/hq/personnel/thakur.html May 25, 2015, from Rauchhaus, R. W. (2005). Conflict Management and the Misimplication of Moral Hazard Theory. Global Review of Ethnopolitics, 4(2), 222. Reed, E. D. (2013). Responsibility to Protect and Militarized Humanitarian Intervention. Journal of Religious Ethics, 41(1), 183–208. Rodin, D., & Shue, H. (2008). Just and Unjust Warriors, The Moral and Legal Status of Soldiers. (D. Rodin & H. Shue, Eds.) (First.). New York: Oxford University Press. Rose, S. J. (2014). Moving Forward with the Responsibility to Protect: Using Political Inertia to Protect Civilians. International & Comparative Law Review, 37(1), 209– 240. Russell, F. H. (1975). Just War In The Middle Ages (1st ed., pp. 8–9). Cambridge: Cambridge Universty Press. 123 Rutten, M., & Owuor, S. (1994). Weapons of Mass Destruction: Land, Ethnicity and the 2007 Eelctions in Kenya. Journal of Contemporary African Studies, 37(1), 75–82. Saliba, A. T., Lopes, D. B., & Vieira, P. (2015). Brazil’s Rendition of the “Responsibility to Protect” Doctrine. Brasiliana - Journal for Brazilian Studies, 3(2), 32–55. Sarkin, J. (2009). The Role of the United Nations, the African Union and Africa’s SubRegional Organizations in Dealing with Africa's Human Rights Problems: Connecting Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect. Journal of African Law, 53(1), 1–33. doi:10.1017/S0021855309000011 Sen, R. (2012). Use of Force and The “Humanitarian” Face of Intervention In The 21st Century. Wisconsin International Law Journal, 258(1992), 457–484. Singh, C. (1965). The Republican Constitution of Kenya: Historical Background and Analysis. The International and Comparative Law Quarterly, 14(3), 879–897. Sloan, J. (2014). The Evolution of the Use of Force in UN Peacekeeping. Journal of Strategic Studies, 1–29. doi:10.1080/01402390.2014.921853 Stanlake Samkange: On Trial for My Country. (2014). Retrieved May 25, 2015, from http://www.worldtrek.org/odyssey/africa/072899/072899teambooks.html Steenberghe, R. van. (2014). The Notions of the Responsibility to Protect and the Protection of Civilians in Armed Conflict: Detecting Their Association and Its Impact Upon International Law. Goettingen Journal of Interntational Law, 6(1), 81–114. doi:10.3249/1868-1581-6-1-steenberghe Steeves, J. (2006). Beyond Democratic Consolidation in Kenya: Ethnicity, Leadership and ‘Unbounded Politics. African Identities, 4(2), 200–203. Stimson, H. L. (1932). The Pact of Paris: Three Years of Development. Foreign Affairs, 11(1). Stuenkel, O., & Tourinho, M. (2014). Regulating Intervention: Brazil and the Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, (February 2015), 1–24. doi:10.1080/14678802.2014.930593 Subedi, S. P. (2003). The Concept in Hinduism of “Just War.” Journal of Conflict & Security Law, 8(2), 339–361. Sur, M. (2013). Birleşmiş Milletler Örgütü’nün Gelişimi ve Geleceği. Journal of Yasar University, 8, 2535–2550. Taşdemir, F. (2006). Uluslararası Anarşiye Giden Yol: Uluslararası Hukuk Açısından Önleyici Meşru Müdafaa Hakkı. Uluslararası Hukuk ve Politika, 2(5), 75–89. Telli, A. (2012). İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Geçiş: Eski Sorun, Yeni Kavram. NEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1, 206–220. 124 Tesòn, F. R. (2006). Eight Principles for Humanitarian Intervention. Journal of Military Ethics, 5(2), 93–113. doi:10.1080/15027570600707698 Thakur, R. (2002a). Intervention, Sovereignty and the Responsibility to Protect: Experiences From ICISS. Security Dialogue, 33(3), 324–325. Thakur, R. (2002b). Outlook: Intervention, Sovereignty and the Responsibility to Protect: Experiences from ICISS. Security Dialogue, 33(3), 323–340. doi:10.1177/0967010602033003007 Thakur, R. (2006). The United Nations, Peace and Security (1st ed., pp. 50–355). Cambridge: Cambridge Universty Press. Thomas G. Weiss. (2015). Retrieved May 25, http://www.gc.cuny.edu/Faculty/Core-Bios/Thomas-G-Weiss 2015, from Throup, D. (1993). Elections and Political Legitimacy in Kenya. Africa: Journal of the International African Institute, 63(3), 371–396. Tiewa, L. (2012). China and Responsibility to Protect: Maintenance and Change of Its Policy for Intervention. The Pacific Review, 25(1), 153–173. doi:10.1080/09512748.2011.632978 Toope, S. J., & Brunnee, J. (2006). Norms, Institutions and UN Reform: The Responsibility to Protect. Behind the Headlines, 63(3), 1–20. Uhuru Kenyatta at ICC: Kenyans Greet Returning President. (2014). Retrieved April 23, 2015, from http://www.bbc.com/news/world-africa-29548753 UN Approves Timor Force. (1999). Retrieved http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/447639.stm June 10, 2015, from UNHCR Global Appeal 2014-2015. (2015) (pp. 91–95). New York. UNHCR Global Report 2013. (2014) (p. 134). New York. United Nations Peacekeeping Operations Fact Sheet: 31 January 2015. (2015) (pp. 1–2). New York. UNSC Resolution S/11713. (1975). (No. S/11713). New York. UNSC Resolution S/9696. (1970). (No. S/9696). New York. Uzun, Elif (2010). Haklı Savaş Düşüncesinin Batılı Kökleri İlk Çağlardan Yirminci Yüzyıla Jus Ad Bellum Kavramı. Uluslararası Hukuk ve Politika, 6(21), 19–33. Uzun, Ertuğrul (2013). John Austin: Analitik Pozitivizm. Retrieved May 23, 2015, from http://erugrulu.home.anadolu.edu.tr/hfdersnotu_austin.pdf 125 Vanlandingham, R. (2006). Politics or Law? The Dual Nature of the Responsibility to Protect. Denver Journal of International Law and Policy, 41(1), 63–86. Verhoeven, H., Murthy, C. S. R., & Oliveira, R. S. de. (2014). “Our identity is our currency”: South Africa, the responsibility to protect and the logic of African intervention. Conflict, Security & Development, 1–26. doi:10.1080./14678802.2014.930594 Warner, D. (2003). The Responsibility to Protect and Irresponsible Cynical Engagement. Millennium Journal of International Studies, 32(109), 109–121. Weber, P. (2009). Too Political or Not Political Enough? A Foucauldian Reading of Responsibility to Protect. The International Journal of Human Rights, 13(4), 581– 590. Weiss, T. G. (2004a). The Sunset of Humanitarian Interevention? The Responsibility to Protect In A Unipolar Era. Security Dialogue, 35(2), 135–150. Weiss, T. G. (2004b). The Sunset of Humanitarian Intervention? The Responsibility to Protect in a Unipolar Era. Security Dialogue, 35(2), 135–153. doi:10.1177/0967010604044973 Weiss, T. G., Macfarlane, S. N., & Thielking, C. J. (2004). The Responsibility to Protect: Is Anyone Interested in Humanitarian Intervention ? Third World Quarterly, 25(5), 977–992. doi:10.1080/0143659042000232063 Welsh, J. (2009). Implementing the Responsibility to Protect. Oxford Institute for Ethics, Law and Armed Conflict (pp. 2–9). Oxford. Welsh, J. M. (2013). Norm Contestation and the Responsibility to Protect. Global Responsibility to Protect, 5, 365–396. doi:10.1163/1875984X-00504002 Wheeler, N. J. (2001). Legitimating Humanitarian Intervention. Melbourne Journal of International Law, 2, 1–18. Wheeler, N. J. (2008). Operationalising the Responsibility to Protect: The Continuing Debate Over Where Authortity Should Be Located for the Use of Force. Norwegian Institute of International Affairs, 3, 10. Williams, H. (2012). Kant and the End of War, A Critique of Just War Theory (First Edit.). New York: Palgrave Macmillan. Williams, P. D. (2007). From Non-Intervention to Non-Indifference: The Origins and Development of the Arican Union’s Security Culture. African Affairs, 106(423), 253– 279. doi:10.1093/afraf/adm001 Williams, P. D. (2013). Peace Operations in Africa: Lessons Learned Since 2000 (No. 25) (p. 4). Washington. 126 Williams, P. D., & Boutellis, A. (2014). Partnership Peacekeeping: Challenges and Opportunities in the United Nations-African Union Relationship. African Affairs, 113(451), 254–278. doi:10.1093/afraf/adu021 Williams, P. R., Ulbrick, J. T., & Worboys, J. (2012). Preventing Mass Atrocity Crimes: The Responsibility to Protect and the Syria Crisis. Case Western Reserve Journal of International Law, 45, 474–503. Woodward, S. (2012). The Responsibility to Protect: The Time Is Now. The Meditarranean Quarterly, 23(3), 82–97. Yao, F. (2011). War and Confucianism. Journal of Asian Philosophy, 21(2), 213–226. Yapıcı, U. (2006). Uluslararası Hukukta Terörizme Karşı Kuvvet Kullanımı Sorunu. Uluslararası Hukuk ve Politika, 2(7), 21–40. Zähringer, N. (2013). Norm Evolution Within and Across the African Union and the United Nations: The Responsibility to Protect (R2P) As A Contested Norm. South African Journal of International Affairs, 20(2), 187–205. doi:10.1080/10220461.2013.811336 Ziegler, C. E. (2014). Contesting the Responsibility to Protect. International Studies Perspectives, 15(3), 1–23. doi:10.1111/insp.12085 127 ÖZGEÇMİŞ Kişisel Bilgiler Soyadı, adı : Artokça, İzzettin Uyruğu : Türkiye Cumhuriyeti Doğum tarihi ve yeri : 11.06.1989 Seyhan Medeni hali : Bekâr Telefon : +90 533 453 91 13 Faks :- e-mail : artokca@hotmail.com Eğitim Derece Yüksek lisans Eğitim Birimi Mezuniyet tarihi Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2015 Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Ortadoğu ve Lisans Afrika Çalışmaları Bilim Dalı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 2011 Lise Uluslararası İlişkiler Bölümü ATO Anadolu Lisesi 2007 İş Deneyimi Yıl Yer 2012 Kara Harp Okulu Görev Öğretim Görevlisi – Öğ.Tğm. Yabancı Dil İngilizce Yayınlar İzzettin ARTOKÇA, “Eş Şebab ve Boko Haram Terör Örgütlerinin Özellikleri ve Afrika Siyasetindeki Yerleri”, İsmail Ermağan (ed.), Dünya Siyasetinde Afrika – 1, İstanbul, Nobel Yayınları, 2014, ss. 201-236. İzzettin ARTOKÇA & Soyalp TAMÇELİK, “Amerika Birleşik Devletleri’nin Doğu Afrika Politikasında Cibuti’nin Yeri ve Stratejik Önemi”, Soyalp Tamçelik (ed.), Küresel Politikada Yükselen Afrika, Ankara, Gazi Kitabevi, 2014, ss. 273-317. 128 GAZİ GELECEKTİR...