SOSYOLOJİ’NİN ORTAYA ORTAYA ÇIKIŞ SOSYOLOJİ’NİN ÇIKIŞ KOŞULLARI KOŞULLARI VE VE 11 NİTELİĞİ ÜZERİNE Prof. Dr. Muammer TUNA Muğla Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü GİRİŞ Henüz genç bir sosyal bilim disiplini olan sosyolojinin ortaya çıkış koşullarının anlaşılması, günümüzdeki birçok toplumsal sorunun anlaşılması açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Modern toplumların bilimi olarak bilinen sosyoloji; toplumu, toplumsal davranışı, toplumsal yapıyı, işleyişi, değişimi ve dinamikleri inceleyen bir sosyal bilim disiplinidir. Bu anlamda sosyoloji disiplininin tarihsel süreçte ortaya çıkışı ve gelişimi açısından belirtilmesi gereken hususlardan birisi, sosyolojinin çok geniş bir kapsam ve çalışma alanına sahip olmasıdır denilebilir. Bu geniş kapsamlı olma durumu, sosyolojinin ne olduğu ve niteliği açısından kısmi bir belirsizlik durumu yaratmaktadır. Bu kısmi belirsizlik durumu sosyolojinin diğer sosyal bilim disiplinleri ile yakın ilişkide bulunması hatta iç içe geçmişliği ile de ilgilidir. Bununla birlikte bu durum, sosyolojinin diğer sosyal bilim disiplinlerinden farklı olmadığı anlamına da gelmez. Sosyolojinin diğer sosyal bilim disiplinlerinden farklı ya da ortak yönleri bu bölümde yer alan tartışmalardan farklı bir tartışmadır. Ancak şu kadarını ifade etmek gerekir ki, sosyolojinin diğer birçok sosyal bilim disiplini ile ortak yönleri vardır. Diğer sosyal bilim disiplinleri toplumsal davranışın belirli bir kısmını daha ayrıntılı olarak incelerken, sosyoloji toplumsal davranışın hem özel alanlarını inceler hem de toplumsal davranışın tarihsel arka planı ile birlikte genel görünümü inceler. Bu anlamda sosyoloji bir bakıma diğer sosyal bilim disiplinlerinin sahip olmadığı genel ve genelleştirici bir bakış açısına sahiptir denilebilir. Dolayısıyla bu anlamda sosyoloji disiplinin amaçlarından birisi, sosyoloji disiplini ile ilgilenenlerde sosyolojik bir bakış açısı kazandırmaktır. Sosyolojik bakış açısı ise toplumsal 1 Bu bölüm, Muammer Tuna, Sosyolojiye Giriş (Detay Yayınlan, Ankara, (2012) kitabının “Giriş” bölümünün geliştirilmesinden oluşmuştur. 849 845 davranışı anlamak ve anlamlandırmak anlamına gelmektedir. Sosyolojik bakış açısı, toplumsal davranışın görünen yüzünün arka planında yer alan ve doğrudan görünmeyen yüzünü de görebilmeyi ifade etmektedir. Toplumsal davranış doğrudan, dışarıdan gözlem ile bilinebilmesi ve anlaşılabilmesi mümkün olmayan bir davranıştır. Toplumsal davranışa dışarıdan, doğrudan, çıplak gözle bakıldığında yanıltıcı bir görünüm ortaya çıkabilir. Dolayısıyla toplumsal davranışı dikkatli bir gözlemle izlemek gerektiği gibi aynı zamanda, bu davranışı anlamlandıracak bir bakış açısına da sahip olmak gerekir. İşte bu bakış açısı sosyolojik bakış açısıdır. Sosyolojik bir bakış açısı kazanabilmek aynı zamanda tarihsel bir bakış açısı kazanabilmeyi de gerektirir. Sosyolojik anlamda tarihsel bir bakış açısı kazanabilmek ise sosyolojinin ortaya çıkış koşullarını anlamayı gerektirmektedir. Bu bölümde özellikle sosyolojinin ortaya çıkış koşulları tartışılmıştır. Günümüz sosyolojisi ile sosyolojinin ortaya çıkış koşulları arasında sıkı bağlantılar olduğu ve günümüz toplumunu ve günümüz sosyolojisini anlamanın sosyolojinin ortaya çıkış koşullarını anlamak ile yakından ilgili olduğu düşünülmektedir. Diğer niteliklerinin yanında sosyolojinin önemli bir niteliği tarihselliktir. Sosyolojik olaylar ancak, tarihsel bir bakış açısı ile ve tarihsel arka planı ile birlikte anlaşılabilir ve anlamlandırılabilir. XIX. Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış bir sosyal bilim disiplini olan sosyoloji, yaklaşık son ikiyüz yıldan beri, yaşamakta olduğumuz hızlı toplumsal değişme süreçlerini anlamamıza ve anlamlandırmaya çalışmamıza yardımcı olmaktadır. Bu anlamda modern toplumların bilimi olarak da adlandırılan sosyolojinin, modern bir toplum bilim disiplini olarak XIX. Yüzyılda ortaya çıkmış olması hiç kuşkusuz tesadüf değildir. Endüstrileşme, kapitalizm ve kentleşme olguları ile modern toplumun somut bir hal alması XIX. yüzyıl başına rastlamakta ve sosyoloji bir bakıma bu gelişmelerin sonucunda ve bu gelişmeleri anlamak ve anlamlandırmak amacıyla ortaya çıkmıştır denilebilir. Dolayısıyla sosyolojinin ortaya çıkışı ile modern toplumun somut bir hal alması arasındaki ilişkiyi öncelikle anlamak gerekmektedir. Bu noktadan hareketle bu çalışmada; modernleşme, endüstrileşme ve kapitalizm ile sosyolojinin ortaya çıkışı arasındaki ilişkinin sağlam bir şekilde ortaya konması amaçlanmıştır. 850 846 SOSYOLOJİNİN DİLSEL BAĞLAMI Sosyolojinin ne olduğuna daha ayrıntılı olarak değinmeden önce sosyoloji sözcüğünün kökenini incelemek gerekir. Sosyoloji, İngilizce’de yer alan sociology sözcüğünün doğrudan Türkçe’ye girmesiyle oluşmuş olan ve doğrudan İngilizce kökenli bir sözcüktür. Socio (toplum) ve logos (bilgi, bilim) sözcüklerinden türetilmiş ve Türkçe anlam olarak da toplumbilim anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi sosyoloji sözcüğü gibi toplumbilim sözcüğü de Türkçe’de kullanılmaktadır. Bunun yanında Arapça kökenli olan içtimaiyat sözcüğü de toplumbilim karşılığı olarak çok yaygın olmasa da halen kullanılmaktadır. Dolayısıyla Türkçe’de sosyoloji, toplumbilim ve içtimaiyat olmak üzere, aynı “şey”i ifade etmek üzere halen üç farklı sözcük kullanılmaktadır. Bu durum kısmen bir kavram kargaşası yaratıyor gibi görünmektedir. Bu terimlerden hangisinin kullanılması gerektiğine ilişkin bir kural olmamakla birlikte, yabancı dilden gelmiş olan sosyoloji ve içtimaiyat sözcüklerinin yerine, toplumbilim sözcüğün kullanılması daha uygun olabilir. Bununla birlikte sosyoloji terimi daha yaygın olarak kullanılmakta ve kabul görmüş görünmektedir. Bu bağlamda hangi terimin kullanılması gerektiğine ilişkin tartışma, dilsel bir tartışma olup bu bölümün amacını aşan bir tartışmadır. Bununla birlikte tüm sosyoloji literatüründe sıklıkla rastlanan yabancı kökenli sözcük, terim ve kavramların kullanımına ilişkin olarak bir tutum geliştirilmesi ve mümkün olduğunca yabancı kökenli sözcük, terim ve kavramların yerine, Türkçe kökenli sözcük, terim ve kavramların kullanılması, evrensel bağlamı olan ve fakat bununla birlikte yerli bir bilim dili geliştirilmesi açısından son derece büyük ve yaşamsal bir önem taşımaktadır. Çünkü günlük konuşma dilinde olduğu gibi, bilim dilinde de yabancı kökenli sözcüklerin ağırlığının artması gerçek bir bilim dili oluşturulmasını engelleyen büyük bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bilim dilinde yabancı sözcüklerin ağırlığının artması, giderek Türkçe’nin yabancı dillerin etkisi altına girmesi sürecini hızlandıracak ve aslın da bu da giderek dilin tümden yabancı dillerin etkisi altına girmesi ve tümden yabancılaşması gibi son derece olumsuz sonuçlar doğurabilecektir. Dolayısıyla Türkçe’de yabancı kökenli sözcüklerin kullanılması sorunu basit bir dilbilgisi sorunu olmanın ötesinde son derece önemli, varoluşsal bir sorun olarak değerlendirilmelidir. 851 847 SOSYOLOJİK TEORİ Sosyolojinin ortaya çıkış koşullarını tartışmadan önce, sosyolojik teoride yer alan temel akımlara kısaca değinmek gerekmektedir. Sosyolojik teorinin tarihi açısından ilk dönem, sosyolojik teorinin klasik dönemi ya da kurucu dönemi olarak adlandırılan dönemdir. Bu bağlamda öncelikle, sosyolojinin XIX. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmasının tarihsel ve düşünsel arka planına değinmek gerekir. Burada, modern batı sosyolojisi açısından da referans olarak kabul edilen İbni Haldun ve İbni Rüşt gibi İslam düşünürlerinin hazırlayıcı görüşlerini hatırlamak gerekir. Bunun üzerine, kısmen Eski Yunan dönemi ve daha yoğun olarak aydınlanma dönemine vurgu yapmak gerekir. Bu bağlamda aydınlanma dönemi düşünürleri olan John Locke, David Hume, Jean Jeacque Rousseau, Montesqueu gibi düşünürlerin katkıları irdelenmelidir. Daha sonra bir anlamda aydınlanma düşüncesi üzerine yapılanmış olan pozitivizm ve bir yandan pozitivizmin kurucusu diğer yandan da modern batı sosyolojisinin öncülerinden birisi olarak kabul edilen Auguste Comte’un görüşlerine sosyolojinin kuruluşu ve ortaya çıkışı açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda Saint Simon, Le Play gibi öncüleri de unutmamak gerekmektedir. Daha sonra da sosyolojinin bağımsız bir bilim disiplini hale gelmesini sağladıklarından dolayı “üç kurucu baba” olarak adlandırılan Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber’i zikretmek gerekmektedir. Sosyolojide klasik dönem olarak adlandırılan dönem, XX. Yüzyılın başına kadar olan dönemi kapsamaktadır. Sosyolojide çağdaş teoriler olarak adlandırılan döneme yakından bakmak gerekirse, bu dönem XX. Yüzyıl başından başlayarak, günümüze kadar gelen dönemi kapsamaktadır. Bu bağlamda önce Frankfurt Okulu, daha sonra Eleştirel Teori, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Alman sosyolojisinde meydana gelen gelişmeleri hatırlamak gerekir. XX. Yüzyıl sosyolojisinde ana akım olarak yer alan yapısal işlevselcilik gibi akımların yanı sıra fenomenoloji, etnometodoloji ve yapılandırma teorisi gibi sosyolojik akımlar çağdaş sosyolojik akımlardan başlıcalarını oluşturmaktadır. XX. Yüzyıl sosyolojisinin önemli aktörleri arasında yer Talcot Parsons, C. W. Mills, Piere Bourdeu, Herbert Marcuse, Jurgen Habermas, Anthony Giddens, 852 848 George Simmel gibi sosyologlar ilk hatırlanması gerekenler arasında yer almaktadır. SOSYOLOJİNİN ORTAYA ÇIKIŞ SÜRECİ Yukarıda sayılan teorilerin tarihsel arka planına bakıldığında şöyle bir görünüm ortaya çıkar. XIX. Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış bir sosyal bilim disiplini olan sosyoloji, yaklaşık son ikiyüz yıldan beri, yaşamakta olduğumuz hızlı toplumsal değişme süreçlerini anlamamıza ve anlamlandırmaya çalışmamıza yardımcı olmaktadır. Bu anlamda modern toplumların bilimi olarak da adlandırılan sosyolojinin, modern bir toplum bilim disiplini olarak XIX. Yüzyılda ortaya çıkmış olması hiç kuşkusuz tesadüf değildir. Endüstrileşme, kapitalizm ve kentleşme olguları ile modern toplumun somut bir hal alması XIX. yüzyıl başına rastlamakta ve sosyoloji bir bakıma bu gelişmelerin sonucunda ve bu gelişmeleri anlamak ve anlamlandırmak amacıyla ortaya çıkmıştır denilebilir. Dolayısıyla sosyolojinin ortaya çıkışı ile modern toplumun somut bir hal alması arasındaki ilişkiyi öncelikle anlamak gerekmektedir. Bu noktadan hareketle, sosyolojinin niteliğinin ortaya konması açısından temel olarak; modernleşme, endüstrileşme ve kapitalizm ile sosyolojinin ortaya çıkışı arasındaki ilişkinin sağlam bir şekilde ortaya koması gerekmektedir. Dolayısıyla bu bölümde yer alan tartışmalar büyük ölçüde, yukarıda belirtilen bu temel ilke üzerine olmuştur. Sosyolojinin ortaya çıkış koşullarına daha yakından bakmak gerekirse şöyle bir görünüm ortaya çıkar. Tarihte ilk kez endüstrileşme, kapitalim ve kentleşme süreçleri ile birlikte özellikle batılı toplumlarda, nüfusun giderek artan bir oranı kapitalist yeniden üretim biçiminin hakim olduğu kentlerde yaşamaya ve irili ufaklı fabrika ya da atölyelerde çalışmaya başlamıştır. Modern kapitalizm öncesi dönemde, kırsal kesimde dağınık, hatta birbirinin varlığından bile çok fazla haberdar olmayan bir şekilde yaşayan insan toplulukları, ilk kez endüstrileşme süreci ile birlikte yaygın bir şekilde kentlere göç etmeye ve fabrika ve atölyelerde çalışmaya ve büyük topluluklar halinde yaşamaya başlamışlardır. Bu yaşam biçimi aslında bir bakıma modern anlamda “toplum” denilen yaşam ve örgütlenme biçiminin de ilk kez ortaya çıkmasını ifade etmiştir. Dolayısıyla ilk kez modern anlamda “toplum” ortaya çıkmış olduğu için, bu toplumu inceleyen bilim olan toplumbilimin (sosyoloji) bu dönemde ortaya çıkmış olması 853 849 bu anlamda tesadüf değildir. Sosyolojinin ortaya çıkış koşularına özel bir vurgu yapılmasının nedeni, sosyolojinin ortaya çıkış koşulları ile sosyolojinin niteliği arasında sıkı bir olmasıdır. Çünkü sosyoloji diğer bilim disiplerinden daha fazla oranda tarihsel anlamda birikimseldir ve sosyolojinin ortaya çıktığı ortamsal koşullar ile günümüzdeki ortamsal koşular, şüphesiz aynı olmamakla birlikte, önemli ölçüde benzerlikle göstermektedir. Günümüzde yer alan sosyolojik problemlerin ancak, sosyolojinin ortaya çıkış koşullarının anlaşılması ve günümüzde yaşanan sosyolojik problemler ile sosyolojinin ortaya çıkış koşulları arasında mantıksal bir bağ kurulması ile mümkün olacağı düşünülmektedir. Mevcut sosyolojik bakış açılarının en azından bir kısmında, genellikle yukarıda değinilen bağlantının açık bir şekilde kurulmadığı görülmekte ve bu eksiklik günümüzde yer alan sosyolojik sorunların anlaşılması açısından da bir eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır. Modern toplumların bilimi olarak ortaya çıkmış olan sosyolojinin, XIX. yüzyılın ortalarına doğru bağımsız bir bilim disiplini olarak kabul edilmeye başlandığı genellikle kabul gören bir görüştür. Bununla birlikte hemen belirtilmelidir ki sosyolojinin ortaya çıkışı açısından hazırlayıcı nitelikte düşüncelere sahip olan XII. ve XIII Arap-İslam düşünürleri olan İbni Rüşt ve İbni Sina’nın katkıları da genellikle kabul görmektedir. Ancak burada asıl vurgulanması gereken, sosyoloji niçin modern toplumların bilimi olduğu ve niçin XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olduğudur. Bunun için sosyolojinin ortaya çıkış koşullarına ya da ortaya çıkış nedenlerine ayrıntılı olarak değinmek gerekmektedir. Sosyoloji’nin ortaya çıktığı dönem olan XIX. yüzyıl başları, Batı Avrupa’da köklü toplumsal değişimlerin oldukça belirgin hale gelmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönemde Batı Avrupa’daki toplumsal yeniden üretim biçimi büyük ölçüde değişmiş, feodalizm büyük ölçüde tasfiye olmuş, hatta ticari kapitalizmin yerini endüstriyel kapitalizm almaya başlamıştır. İşte sosyoloji bu ortamsal koşullarda ve bir anlamda bu koşulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu toplumsal dönüşümler ile sosyolojinin ortaya çıkışı arasında çok yakın ilişkiler vardır. Bundan dolayı sosyolojinin ortaya çıkışını anlamak, öncelikle söz konusu toplumsal dönüşümleri anlamayı gerektirmektedir. Aslında tersinden ya da başka bir ifade ile 854 850 ifade etmek gerekirse, bir bakıma aslında sosyoloji yukarıda sözü edilen toplumsal dönüşümleri anlamak amacıyla ortaya çıkmıştır denilebilir. XIX. yüzyıl başlarında gerçekleşen toplumsal dönüşümlerin ana görünümlerini üç ana başlıkta ifade etmek mümkündür. Bunlar endüstrileşme, kentleşme ve kapitalistleşmedir. Bu üç ana süreç ile birlikte sınıflaşma, devlet sisteminin değişmesi ve demokratikleşme süreçlerinden de söz edilmelidir. Genel olarak aslında kapitalistleşme süreci denilen, ancak somut görünümleri endüstrileşme ve kentleşme olarak tezahür eden bu değişimler iç içe geçmiş ya da birbirine paralel giden süreçlerdir. Ancak söz konusu süreçlerin anlaşılabilmesi için, yukarıda ifade edilen tüm süreçleri ayrı ayrı ve birbirleri ile olan ilişkileri bağlamında ele almak gerekmektedir. Bu bağlamda öncelikle, söz konusu toplumsal değişimin ana dinamiğini oluşturan sanayileşme sürecini ele almak gerekmektedir. Endüstrileşme üretim biçimindeki temel değişimi ifade etmektedir. Endüstrileşme ile birlikte artık temel toplumsal üretim biçimi tarımsal üretimden, endüstriyel üretimine doğru bir değişim göstermiştir. XIX. yüzyıl başlarında Batı Avrupa’da temel toplumsal ekonomik üretim biçimi büyük ölçüde endüstriyel üretimine dönüşmüştür. Bu anlamda endüstrileşmenin ne olduğuna bakmak gerekirse; endüstrileşme, günlük yaşamın herhangi bir aşamasında kullanılan malların artık elde ya da elle kullanılan tezgahlarda tek tek üretilmesinin yerine, motor gücüne dayalı makinalarda çok sayıda ve seri olarak üretilmesini ifade eder. Tarımcı toplumda, tarımsal üretimin gerektirdiği basit bir teknolojiye ve asıl olarak insan emeğine ya da hayvan gücüne dayanan bir tarımsal üretim ve bu tarımsal üretimin gerektirdiği basit üretim araçlarının gene insan ve hayvan gücüne dayanan el tezgahlarında tek tek ve yavaş bir üretimi söz konusudur. Endüstrileşme ile birlikte üretim biçimi köklü bir değişikliğe uğramış, artık insan ve hayvan gücünün yerini, bir motor gücüne dayalı olarak çalışan makinalar almıştır. Bununla birlikte artık sadece mallar, çok sayıda ve seri biçimde üretilmekle kalmamış; endüstrileşme tarımsal üretime de girmiş, tarım ürünleri de seri bir şekilde ve büyük miktarlarda üretilmeye başlanmıştır. Endüstrileşme ile birlikte enerji kullanım yapısı da değişmiş, tarımcı toplumda doğrudan insan ya da hayvan gücü, üretimde enerji kaynağı olarak kullanılırken; endüstrileşme ile birlikte, üretim gücünün kaynağını 855 851 oluşturan makinalar doğada hazır olarak var olan kaynakların yakıt ve enerji kaynağı olarak kullanılması ile çalışmaya başlamıştır. İnsan ya da hayvan gücünün enerji kaynağı olarak kullanılmasının yerine, doğal kaynakların yakıt ve enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlanması enerji ve üretim verimliliğini müthiş bir şekilde arttırmış ve aslında bir bakıma endüstriyel değişimin bir başka deyişle endüstri devriminin temel dinamiğini oluşturmuştur. Fosil yakıt denilen kömür, petrol ve doğal gazın enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlanması ile birlikte, üretim müthiş bir şekilde artmış ve kitleselleşmiştir. Üretim verimliliğinin artmasıyla, başka bir deyimle, birim zamanda çok daha fazla sayıda üretimin gerçekleştirilmesi ile birlikte, üretilen malların birim maliyeti azalmaya, dolayısıyla fiyatı düşmeye başlamıştır. Bu da üretim verimliliğinin artmasının, malların fiyatları dolayısıyla satın alınabilirlikleri arasındaki doğrudan bağlantıyı ortaya koymaktadır. Endüstrileşme ile birlikte seri üretim sonucunda malların fiyatlarının düşmesi ve satın alınabilirliğinin artması, daha önceleri sadece sınırlı sayıda üretilen ve tüketilen malların, çok sayıda üretilerek yaygın bir şekilde tüketilmesinin önünü açmıştır. Bu yaygın üretim ve yaygın tüketiminin toplumsal anlamdaki etkilerine günümüze kadar sürmektedir. Yukarıda değinilen toplumsal değişimin, endüstriyel değişim boyutunu anlayabilmek için öncelikle endüstrileşme ile birlikte üretim organizasyonunda meydana gelen değişimlere ve bunun toplumsal bağlamına değinmek gerekmektedir. Tarımcı toplumdan endüstriyel topluma geçiş sürecine kısaca endüstrileşme dendiğine ve bu olgunun endüstri devrimi olarak adlandırıldığına yukarıda değinilmişti. Bununla birlikte endüstri devriminin sosyolojik anlamı ya da endüstri devrimi ile sosyolojinin ortaya çıkışı arasındaki bağlantı aslen, endüstri devrimi ile birlikte üretim organizasyonunda meydana gelen değişimlerde yatmaktadır. Tarımcı toplumda üretim aslen tarımsal ürünlerin üretimine dayanmaktaydı. Bu anlamda tarımsal iş gücü (emek gücü) tarımsal üretimin gerçekleştiği tarımsal arazilerde konuşlanmış, dağınık, örgütsüz, eğitimsiz, niteliksiz ve bilgi ve teknoloji kullanımı gerektirmeyen bir yapıda idi. Fiilen tarımsal üretimi gerçekleştiren (serf) aileleri üretim organizasyonun gereği çalıştıkları toprağa bağımlı olmak zorundaydılar. Buna karşın endüstriyel üretimin gerçekleştirilmesi, çok daha karmaşık bir örgütlenme, bilgi, teknoloji 856 852 ve iş gücü organizasyonunu gerekli kılıyordu. Endüstriyel üretim her şeyden önce iş bölümü ve uzmanlaşmayı gerektiriyor, üretim sürecinin her bir aşaması ayrı bir bilgi ve beceriyi gerekli ve zorunlu kılıyordu. Bundan dolayı iş gücü (işçi sınıfı) bilgili, tecrübeli, becerikli ve donanımlı olmalıydı. Endüstriyel üretim kitlesel üretim olduğundan, çok sayıda çalışanın aynı mekanda belirli bir düzen ve iş bölümü içinde çalışması gerekiyordu. Bu da yüksek düzeyde bir iş organizasyonunu gerekli kılıyordu. Başka bir deyimle artık çalıştıkları tarlaların kenarındaki barakalarda ve sadece kendi ailesi ve birkaç komşu aile birlikte yaşayan, eğitimsiz, beceri ve teknolojik bilgi ve donanımdan yoksun köylü (serf) kitlelerinden değil; çalıştıkları fabrikaların iş yurtlarında ya da fabrikalar civarında yer alan görece konforlu konutlarda yaşayan, görece bilgili, teknolojik araçları kullanma becerisi ve donanımına sahip ve aralarından iş organizasyonuna dayanan bir örgütlenme olan yeni bir üretici sınıftan, işçi sınıfından söz ediliyordu. İşte endüstri devrimine asıl devrim niteliğini veren ve endüstri devriminin toplumsal bağlamını oluşturan da aslen sınıfsal yapıdaki bu değişimdi; temel üretici güç olarak işçi sınıfının ortaya çıkması. İşçi sınıfının ortaya çıkması toplumsal tarihte çok önemli kırılmaların habercisi olarak kabul edilir. İşçi sınıfı kitlesel üretimi gerçekleştirdiği gibi, ürettiği ürünleri aynı zamanda kitlesel olarak da tükettiği için, daha sonraları tüketim toplumu olarak adlandırılacak olan ve kapitalizmin yeni bir aşamasını ifade eden bir toplum biçiminin ortaya çıkışını da haber veriyordu. Endüstrileşme ile birlikte toplumsal/sınıfsal yapıda ortaya çıkan bu yeni durum sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerinden ve temel çalışma alanlarından birisini oluşturuyordu. Endüstri devrimi ile birlikte ortaya çıkan, yeni üretici güç olan işçi sınıfına, sınıf olma karakterini kazandıran da üretim organizasyonundan kaynaklanan örgütlülüğün giderek toplumsal örgütlülüğe dönüşmüş olmasıdır. Aynı ya da benzer iş yerlerinde ya da iş kollarında çalışanların, iş bölümünün gerektirdiği örgütlenmeleri zamanla toplumsal dayanışma örgütlenmelerine dönüşmüş; bu anlamda işçi sınıfının toplumsal/sınıfsal dayanışma örgütlenmeleri olan sendikalar ortaya çıkmıştır. Hatta sendikalar giderek siyasal partilere dönüşmüş ya da siyasal partiler ile çıkar ortaklığına dayalı yakın ilişkiler kurmuşlardır. Böylelikle endüstriyel toplumda üretim 857 853 araçlarının sahibi olan ve üretimin organizasyonunu gerçekleştiren burjuva sınıfı ve fiilen üretimi gerçekleştiren ve bu yüzden asli üretici güç olan, işçi sınıfı olmak üzere iki temel sınıfın varlığından söz edilebilir. Bu iki sınıf arasındaki ilişkiler son derece karmaşık ve anlaşılması zor olan ilişkilerdir. İşte sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerinden birisi de endüstriyel kapitalizmin iki temel sınıfı olan işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki karmaşık ilişkileri daha anlaşılır kılmaktır denilebilir. XIX. yüzyılın başlarında endüstrileşme ile birlikte büyük ivme kazanmış olan toplumsal dönüşümlerden birisi de kentleşmedir. Kentleşme tarihsel olarak geçmişi aslında çok eski çağlara dayanan bir toplumsal olgudur. Kentleşme sürecinin hızlanması aslında feodalizmin çözülmesi ile olmuştur. Ancak kentleşme sürecinin büyük bir ivme kazanması, büyük ölçüde aslen endüstrileşme ile birlikte meydana gelmiştir. Endüstrileşme ile birlikte kırsal alanda yaşayan nüfus büyük bir hızla kentlere göç etmeye başlamış ve giderek tarihte ilk kez kentlerde yaşayan nüfusun oranı, kırsal alanda yaşayan nüfusun oranını geçmiştir. Bunun temel nedeni ise endüstrileşmenin büyük bir ivme kazanması ile birlikte duyulan iş gücü gereksinimidir. Endüstrinin duyduğu iş gücü gereksinimi, kırsal alanda işini kaybetmiş ya da kaybetme riski taşıyan ya da geçinmekte zorluk çeken köylü ailelerinin kentlere göç etmesiyle karşılanmıştır. Kentlere göç eden köylü aileleri fabrikalarda iş bulma yollarını aramış ve bundan dolayı önceleri fabrikalar civarında ve son derece olumsuz koşullara sahip mekanlarda barınmaya çalışmışlardır. Kırsal kesimden göç ederek genellikle fabrikalar civarında yerleşmeye çalışan, dolayısıyla da buralarda yaşayan nüfusun sayıca artması sürecine kentleşme denmiştir. Tarihsel süreçte eski çağlarda ortaya çıkmış olan kentlerden farklı olarak, endüstrileşme ile birlikte ortaya çıkmış olan kentleşme son derece sancılı bir süreç olmuştur. Genellikle ve çoğunlukla endüstri bölgelerinde ya da civarında kurulan yeni endüstri kentleri önceleri son derece olumsuz koşullarda varlığını sürdürebilmiştir. İlk kurulduğu dönemlerde son derece yetersiz ve yol, su, elektrik, sağlık, eğitim gibi en temel gereksinimlerin bile karşılanmamış olduğu mekanlar olan endüstri kentlerinin bu olumsuz koşullarında yaşayanlar ise sürpriz olmayacak şekilde işçi sınıfıdır. Bir başka deyimle endüstriyel kapitalizmin kuruluş aşamalarında, endüstri 858 854 kentlerinde yaşanan yoksulluk ve olumsuzluklar ile işçi sınıf adeta özdeşleşmiş gibidir. Bundan dolayı endüstrileşmenin ilk aşamalarında işçi sınıfı çok yönlü sorunlar ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Kentlere göç eden köylü yığınlarının işçileşme süreci öncelikle göç ettikleri endüstri bölgesinde iş bulma süreci ile başlamaktadır. Kente göç eden bir köylü ailesinden yetişkin kadın ve erkek eğer iş bulabilmiş ise işçi statüsünü kazanabilir. Çünkü iş bulamama olasılığı da oldukça yüksektir ve iş bulamazsa işçi bile olamayıp, “işsiz” kalmak zorundadır, bu şartlar altında varlığını sürdürmesi ise çok daha zorlaşmaktadır. Diğer yandan eğer iş bulabilmişse, işini korumak zorundadır. Çünkü işini kaybetmesi son derece kolaydır, çünkü hemen hemen hiçbir iş güvencesi yoktur. Buna karşın çalışma koşulları çok ağırdır, günde 15-18 saat arasında ve son derece zor ve sağlıksız koşullar altında, haftanın 7 günü, hafta sonu izni ve yıllık izin olmadan çalışmak zorundadırlar. Bu zor çalışma koşullarının yanında işçilerin içinde bulunduğu yaşam koşulları da çok ağırdır. Dolayısıyla işçiler hem çok ağır ve zor çalışma koşulları ile hem de çok zor yaşam koşulları ile mücadele etmek zorundadırlar. Yukarıda da değinildiği gibi, endüstrileşmenin ilk aşamalarında işçilerin yaşam alanları son derece olumsuz koşular içeriyordu. İşçiler en temel yaşamsal fonksiyonların eksik ya da yetersiz olduğu kentsel mekanlarda yaşamak zorundaydılar, hatta en temel sağlık hizmetlerinden bile yoksun bir şekilde yaşamak zorundaydılar. İşçilerin yaşadığı kentsel mekanlar, yol, su, elektrik gibi temel yaşamsal fonksiyonlardan uzak olduğu gibi, bazen bir maden işçisi için bir kalıp sabuna ulaşmak bile son derece zorlu bir mücadelenin sonucunda mümkün olabilmiştir. İşte bu XIX. yüzyıl başlarındaki kentsel mekanlardaki yaşam koşullarının anlaşılması, sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerinden ve temel araştırma konularından birisini oluşturmuştur. Bu bağlamda modern sosyolojinin kurucuları olarak kabul edilen, Le Play, Saint Simon ve Auguste Comte gibi Fransız düşünürlerinin, XIX. yüzyıl başlarındaki kentsel mekanlarda yaşayanların yaşam biçimlerini merak eden ve araştıran çalışmaları, sosyolojinin öncü çalışmaları arasında sayılmaktadır. Endüstriyel toplumun ve endüstriyel üretim biçiminin en belirgin politik örgütlenme biçimini oluşturan kapitalizm, endüstriyel toplumun bir bakıma bütünsel olarak anlaşılmasını sağlayan yapısını ortaya koymaktadır. Bu arada bir bakıma kapitalizme alternatif olarak 859 855 ortaya çıkmış olan sosyalizmden de bahsetmek gerekir. Kapitalizm ve sosyalizme ilişkin olarak çok ayrıntılı tartışmalar söz konusu olmakla birlikte, burada bu tartışmaların ayrıntılarına girilmeyecektir. Ancak burada bir anlamda sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerinden birisini oluşturan kapitalizmin temel işleyiş mekanizmasına kısaca değinmek gerekmektedir. Sözcük olarak kapitalizm, kapital (para, sermaye, anamal) teriminden türetilmiştir ve anamalcılık, sermayecilik anlamına gelmektedir. Bugün kapitalizm olarak kullanılan sözcük aslında teknik olarak endüstriyel kapitalizm anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla kapitalizm, endüstriyel üretim sürecinde sermayenin (anamal) egemenliği anlamındadır. Endüstriyel kapitalizmde üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıf burjuvazidir. Burjuvazi üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu için hem üretimin organizasyonu sağlar, hem de üretimden elde edilen kazanca tek başına el koyar. Marx buna “artı değer” der ve burjuvazinin endüstriyel üretimden elde edilen artı değere el koyması olayını da endüstriyel kapitalizmdeki sömürünün temeli olarak tanımlar. Buna göre burjuvazi sürekli olarak artı değere el koyduğundan, giderek daha da zenginleşecek ve işçi sınıfı da sürekli olarak uğradığı sömürüden dolayı, gerçek anlamda giderek yoksullaşacaktır. Sömürü ve artı değer gibi kavramlar, sosyolojinin üç kurucu babasından birisi olarak kabul edilen Karl Marx’ın sosyolojiye kazandırmış olduğu kavramladır ve bu bölümüm ileriki alt bölümlerinde ayrıntılı olarak tartışılacaktır. Ancak kapitalizm açısından burada değinilmesi gereken daha temel bazı konulara kısaca değinmek gerekmektedir. Kapitalizmin anamalcılık ya da sermayecilik olduğuna daha önce değinilmişti. Bu anlamda endüstriyel kapitalizmin sınıfsal yapısına daha yakından bakmak gerekirse; yukarıda da değinildiği gibi, üretim araçlarının mülkiyenin sahibi olan sınıf burjuvazi ve asıl üretici güç olan işçi sınıfından söz edilmelidir. Endüstriyel kapitalizmin ortaya çıktığı ilk aşamalarda bu iki temel sınıftan söz edilir. Endüstriyel toplumun en belirgin ekonomik ve politik üretim organizasyon biçimi olan kapitalizm, bir anlamda işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişki biçimini de ifade etmektedir. Bir başka deyimle kapitalizmin tarihi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkilerin de tarihidir ve söz konusu ilişki biçimleri sosyolojinin ana çalışma konularındadır. Bu anlamda endüstriyel kapitalizmin ilk kuruluş aşamalarında son derece “sert” ve hatta “kanlı” olan burjuvazi ile işçi sınıfı 860 856 arasındaki ilişkiler, giderek daha ılımlı, ödün verici ve hatta uzlaşmacı bir hal almıştır. Endüstriyel kapitalizmin dönüşümünü de ifade eden, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişki biçiminin dönüşüm tarihi; bir bakıma sosyolojinin de dönüşümünü ifade etmektedir. Bundan dolayı işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişki biçimine daha yakından bakmak gerekmektedir. Daha önce de değinildiği gibi, endüstrileşmenin ilk aşamalarda son derece sert ve kanlı olan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkiler, kapitalizmin ileri aşamalarında giderek daha ılımlı bir forma dönüşmüştür. İşçi sınıfı endüstrileşmenin ilk aşamalarında, üretim alanlarında (fabrikalarda) çok ağır çalışma koşulları altında burjuvaziye karşı adeta var olma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. İşçi sınıfı bu mücadelesini ilkin sendikalarda örgütlenerek ve kanlı direnişler şeklinde vermiştir. Bu bağlamda çok sayıda kanlı çatışma ve direnişten söz etmek mümkündür. Günümüzde son derece normal bir sosyal hak olarak görülen sekiz saatlik iş günü için, işçi sınıfı çok sayıda direniş ve çatışmayı göze alabilmiştir. Hatta günümüzde işçi bayramı olarak kutlanan 1 Mayıs da, Amerika’da işçi sınıfının sekiz saatlik iş günü için ortaya koyduğu direnişe müdahale edilmesi sonucunda çıkan çatışmada, çok sayıda işçinin yaşamını yitirmesinin, her yıl anılmasından ortaya çıkmıştır. Ancak giderek 1 Mayıs işçi sınıfının birlik ve dayanışma gününe dönüşmüş ve resmi bayram olarak kutlanır hale gelmiştir. Endüstriyel kapitalizme sınıf mücadeleleri açısından bakıldığında belki de tüm XIX. yüzyıl işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki kanlı çatışmaların tarihidir denilebilir. Günümüzde sosyal devlet ilkesinin gereği olarak kabul edilen birçok sosyal hak da XIX. yüzyılda işçi sınıfının verdiği kanlı direniş ve mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Yukarıda değinildiği gibi önceleri son derece sert ve hatta kanlı bir ilişki biçimi olan işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkiler, giderek ılımlı ve karşılıklı ödünleşmeye dayanan bir ilişki biçimine dönüşmüştür. Daha önceleri sendikalarda ve daha çatışmacı bir mücadele biçimine sahip olan işçi sınıfı, daha sonraları sendikaların politik partilere dönüşmesiyle, parlamento zemininde ve yasal bir çerçevede sürdürülen bir ilişki biçimine sahip olmaya başlamıştır. Bu bağlamda parlamentoda burjuvazinin çıkarlarını temsil eden burjuva partileri ve işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden işçi sınıfı partileri 861 857 oluşmuş; bununla birlikte, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkiler ya da mücadeleler sert sınıf çatışmalarından çok, görece daha yumuşak mücadelelere ve hatta uzlaşmalara dönüşmüştür. Bu bağlamda, Batı Avrupa toplumlarında ortaya çıkmış olan parlamenter demokrasinin, yukarıda bahsedilen işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki parlamento zemininde gerçekleşen mücadelelerle gelişim gösterdiği ve daha sağlam bir zemine oturduğu ifade edilebilir. Demokrasinin gelişmesi ile birlikte partiler, temsil delege sistemleri daha da gelişmiş, yasalar parlamentoda tartışılarak, zaman zaman çatışma ile zaman zaman uzlaşma ile oluşturulmuştur. Başka bir deyimle demokratik kurumların ve demokrasi kültürünün oluşması süreçleri; hep yukarıda değinilen, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadele biçiminin, çatışmacı bir formdan görece uzlaşmacı bir forma dönüşmesi ile mümkün olabilmiştir. Kapitalizmin gelişmesi ve dönüşmesi ile birlikte, demokrasi ve demokratik kurumların gelişmesi ve bununla birlikte devlet ve toplumun değişmesi de sosyolojinin çalıştığı önemli konular arasındadır. Bu bağlamda endüstriyel kapitalizmin ilk kuruluş yıllarında ortaya çıkan, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki daha çok sert ve çatışmalara dayanan mücadele biçiminin, zamanla daha yumuşak ve karşılıklı uzlaşmaya dayanan mücadele biçimine dönüşmesi, kapitalizmin de nitelik değiştirmesine yol açmıştır. Başka bir deyimle aslında kapitalizmin nitelik değiştirmeye başlamasıyla işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadele biçimleri de değişmeye başlamıştır. Bu bağlamda Marx’ın öngördüğü biçimdeki sınıf çatışmasının yerini, giderek sınıf uzlaşması almıştır. Ayrıntıları başka bir tartışmanın konusu olmakla birlikte, Marx’ın işçi sınıfı ile burjuvazi arasında gerçekleşmesi gereken mutlak bir olgu olarak öngördüğü, sınıf çatışması düşüncesine daha yakından bakmak gerekmektedir. Çünkü Marx’ın görüşleri XX. yüzyılda meydana gelen toplumsal dönüşümleri çok yakından etkilediği ve hatta bir ölçüde belirlediği gibi, XIX. ve XX. Yüzyıl sosyolojisini de çok yakından etkilemiştir. Bu bağlamda XX. yüzyıl sosyolojisinin önemli çalışma konularından birisi, Marx’ın görüşleri doğrultusunda ortaya çıkmış olan toplumsal dönüşümleri da anlamak ve anlamlandırmak olmuştur. Bu anlamda sosyoloji bir yandan, içinde yaşadığımız toplumu daha iyi anlamamıza ve anlamlandırmamızı sağlarken; diğer yandan, toplumsal değişime de bir ölçüde sağlayabilmiştir. 862 858 Endüstriyel kapitalizmin ilk aşamalarında işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmanın daha çok sert mücadelelere dayalı olduğuna daha önce değinilmişti. Bu bağlamda Marx işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf çelişkisinin ve çatışmasının uzlaşmaz bir çelişki ve çatışma olduğunu öngörerek, bunun mutlak anlamda bir işçi sınıfı ayaklanması ile sonuçlanacağını ve bu ayaklanmanın sonucunda işçi sınıfının iktidarı ele geçireceğini öngörmüştür. Bu doğrultuda işçi sınıfının burjuvaziyi mutlak anlamda düşman sınıf olarak görmesi gerektiği ve böyle bir sınıf bilinci ile mücadele azmi kazanması gerektiği öngörülmüştür. Gerçekten endüstriyel kapitalizmin ilk aşamalarında işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları son derece olumsuz olup, işçi sınıfının bu koşulları kabul etmesi imkansızdır. Bundan dolayı işçi sınıfı bu dönemde çatışmacı ve başkaldırıcı bir mücadele biçimini kabul etmiştir. Ancak kapitalizmin ilerleyen aşamalarında işçi sınıfı, mücadeleleri sonucunda elde ettiği haklar ile “sosyal devlet”in kurulmasını sağlamıştır. Sekiz saatlik çalışma günü, hafta sonu ve yıllık izinler, sağlık ve sosyal güvenlik hakkı gibi sosyal devletin temel nitelikleri olan hakları işçi sınıfı yukarıda değinilen ve tüm XIX. yüzyılda verdiği mücadeleler sonucunda elde etmiştir. Burjuvazi de, işçi sınıfının daha uzun süre kötü çalışma ve yaşam koşulların altında varlığını sürdürmesinin, kapitalizmin sürdürülebilirliği açısından ciddi bir risk olduğunu kabul ederek; işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında iyileştirmelere gitmeyi kabul etmiştir. Başka bir deyimle işçi sınıfı devrim yapma idealinden vazgeçmiş, burjuvazi de işçi sınıfı üzerinde aşırı bir baskı ve zor kullanmaktan vazgeçmiştir. Bu karşılıklı ödünleşmenin sonucunda her iki sınıf bir bakıma sosyal devletin kurulması konusunda uzlaşmıştır. Burada çok özet olarak ifade edilen bu süreç aslında çok karmaşık ve zorlu mücadeleler sonucunda ulaşılmış olan bir uzlaşmadır ve sosyolojinin üzerinde çalıştığı temel konulardan birisini oluşturmaktadır. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bu karşılıklı uzlaşma, işçi sınıfının Marx’ın öngördüğü sınıf bilincinden faklı bir bilince doğru yönelmesine yol açmıştır. Artık işçi sınıfının amacı bir ayaklanma ve devrim ile burjuva egemenliğini yani kapitalizmi yıkmak değil, burjuvazi ile yönetimi olabildiğince paylaşmak, üretilen artı değerden olabildiğince daha fazla pay almak şekline dönüşmüştür. Yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan işçi sınıfı ile burjuvazi 863 859 arasındaki bu ilişki biçimindeki değişim, aslında XX. yüzyılda yaşanmış olan birçok toplumsal devrimin, kanlı mücadelelerin ve hatta savaşların da özetidir denilebilir. Rus ve Çin Devrimleri sonucunda sosyalizmin kurulması, bununla birlikte Doğu Bloğunda meydana gelen yönetim değişimleri ve fakat bu sosyalist devrimlerin yaklaşık 70-80 yıl sonra yeniden kapitalizme dönmeleri ve hatta I. ve II. Dünya Savaşları bu bağlamda ele alınabilecek örnekler olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu değişim, sosyolojik teoride yer alan birçok teorik yaklaşımı derinden etkilemiş, sosyolojik teori üzerine çalışan birçok sosyolog bu değişimin mekanizmasını anlamaya çalışmıştır. Bu anlamda burada zikredilmesi gereken en önemli sosyolojik okul belki de Frankfurt Okulu ve izleyicisi olan Eleştirel Teori’dir. XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış ve içinde bulunduğumuz XXI. yüzyılda büyük bir ivme kazanmış olan postmodern koşullar ve bu koşulların sosyal teoriye yansımasından oluşan post-modern teori, sosyolojik düşünce açısından da önemli açılımlar sağlamaktadır. Bu açılımlar sonucunda ortaya çıkan tartışmalar bu bölümün kapsamı dışındadır. Ancak, post-modern olarak adlandırılan koşullar sosyolojinin öneminin azaltmak şöyle dursun, sosyolojiye yeni olanaklar sağlamakta ve sosyolojiye yeni işlevler yüklemektedir. SONUÇ Bu bölümde sosyolojinin ortaya çıktığı ortamsal koşullar, başka bir deyimle sosyolojinin ortaya çıkış gerekçelerine başlıklar halinde değinilmeye çalışılmıştır. Sosyolojinin ortaya çıktığı koşullar aynı zamanda sosyolojinin niteliği ile yakından ilgilidir. Bu bağlamda Batı Avrupa toplumlarında ortaya çıkmış olan çok özel koşulların bir sonucu ya da ürünüdür. Bundan dolayı sosyolojinin anlaşılması ve günümüzdeki sosyolojik sorunların anlaşılması da bir ölçüde sosyolojinin ortaya çıkış koşullarının, başka bir deyimle, Batı Avrupa toplumlarında XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olan endüstriyel kapitalizmin anlaşılmasına bağlıdır. Modern endüstriyel toplumun bilimi olan sosyoloji, modern toplumu daha iyi anlamamızda kuşkusuz son derece önemli bir işlev görmüş olmakla birlikte, modern sonrası toplumların anlaşılması açısından son derece önemli bir işlev görmesi beklenmektedir. 864 860