Irkçılık ve Terör Arasında Sıkışan Avrupa Paris’teki bir mizah dergisine yapılan ve 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan terör saldırısı tüm dünyada beklenmedik bir siyasi infial yarattı. Olayın ardından neredeyse tüm dünya medyası Paris sokaklarından 7/24 kesintisiz yayın yaptı. Yüz binlerce Fransız, Paris sokaklarında birlik ve dayanışma gösterisi yaparken, 40’ı aşkın farklı devletin temsilcileri de gösterilere katıldılar. Türkiye’den ise Başbakan Ahmet Davutoğlu yürüyüşe katılarak Fransız halkına başsağlığı diledi. Davutoğlu, ertesi gün de Almanya’ya geçerek, giderek görünür tehdit haline gelen PEGİDA gibi ırkçı hareketlere karşı Türklere ve diğer Müslümanlara moral verdi ve Avrupalıları açıktan uyardı. Gerçekten de terör kimden gelirse gelsin kınanması ve lanetlenmesi gerekir. Bu konuda çok acılar çekmiş olan Türkiye’nin uluslararası topluma söyleyebileceği çok şey var. Türkiye geçmiş 30 yılda teröre yaklaşık 40 bin yurttaşını kurban verdi. Ama ne yazık ki terörle mücadelede batılı ülkelerden yeterli desteği görmedi. Suriye’de Beşşar Esed geçen dört yıl içinde 300 bin insanı terörün her çeşidiyle katlederken de dünyanın sesi çıkmadı. İsrail devleti masum insanları Gazze’de devlet terörü ile öldürürken de kimse görmek ve duymak istemedi. Charlie Hebdo saldırısının olduğu gün Boko Haram Nijerya’da yüzlerce kişiyi katlederken, Yemen’deki bombalı saldırıda da 36 kişi öldürüldü. Ama herkes Paris’e odaklanırken dünyanın geri kalanının yaşadığı benzer acılar sanki son derece normalmiş gibi görmezden gelindi. Terörle mücadelede başarı elde edilmek isteniyorsa eğer, birincisi, herkesin acılarına ve yaşanılan mağduriyetlere aynı insani ve siyasi duyarlılık gösteril- melidir. İkincisi, Batı dünyası bugün kendi kapısına dayanan terörün sosyo-ekonomik ve siyasi saiklerini doğru analiz etmelidir. 11 Eylül sonrasında ABD’nin yaptığı hataları tekrar etmemelidir. Özellikle “İslami terör” gibi tanımlamalar üzerinden güvenlik politikaları geliştirmek ve Avrupa’da yaşayan 30 milyon Müslümanı potansiyel terörist ilan etmek, Batı’nın yapacağı en büyük yanlış olur. Başta Fransa olmak üzere kuşatıcı bir demokrasi anlayışı geliştirmek durumundadırlar. Dahası Avrupa sömürge döneminden bu yana İslam dünyasına yönelik uyguladığı güce dayalı dış politikayı terk ederek, geçmişiyle yüzleşme cesaretini de gösterebilmelidir. Aksi halde gerçekten de bugünkü Avrupa ırkçılık ve İslami aşırılık parantezinde dual-radikalleşme tehdidini aşamayabilir. Kendi içinde uzun bir çatışma riskini atlatmakta zorlanabilir. Türkiye’nin gündemindeyse seçim ve çözüm süreci var. Siyasi partiler içten içe Haziran seçimleri için hazırlık yapıyor. İktidar partisinin seçim kampanyasının ana gündem maddesi şimdiden belli gibi. Çözüm süreci, yeni Anayasa ve Başkanlık sistemi AK Parti’nin seçim kampanyasının esasını oluşturacak. CHP yeni bir proje ve söylem üretmek yerine, yolsuzluk eleştirisi, sağdan bazı sembolik isimlerin devşirilmesi ve malum cemaatin siyasi desteğini garantiye alma stratejisiyle yoluna devam etmeyi planlıyor. MHP cephesinde yeni bir şey yok. Çözüm sürecinin yarattığı gerginlikleri kullanmaya devam ediyor. BDP ise bu kez seçimlere parti kimliği ile girerken, sol söyleme sarılarak Yunanistan’daki SYRIZA partisinin başarısını Türkiye’de tekrarlama ümidini taşıyor. Gelecek sayıda buluşmak dileğiyle… Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İÇİNDEKİLER STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 63 • ŞUBAT 2015 06 Türkye’nn “En Uzun Seçm”nde Muhalefet ve İktdar Dr. Murat Yılmaz..................................................................................... 6 Modernleşme İdeolojs Kıskacında Osmanlı Türkçes Prof. Dr. Haluk Alkan............................................................................. 9 Osmanlı’dan Günümüze Türk Gzl Servsler ve Dern Yapı Bülent Orakoğlu ...................................................................................12 Mecls Soruşturması Prof. Dr. Faruk Blr ..............................................................................19 Pars Saldırısı: Avrupa Kendsyle Yüzleşeblecek M? Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................24 Charle Hebdo’nun Ardından Zeynep Songülen İnanç .....................................................................31 Charle Hebdo le Fransa ve Avrupa Syasetnn Kurgulanması Arayışları Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................34 Medenyetler Savaşı Mı? Aydın Bolat ............................................................................................40 Batı’nın Kan, Kn, Nefret ve Ölüm Kokan Krl Tarh! Alper Tan ................................................................................................44 Pars Katlamı Bağlamında: Demokratk Avrupa’nın ‘Suç Eğlmler’ Orhan Mroğlu .......................................................................................46 12 Surye’dek İç Savaş ve Uluslararası Toplum Doç. Dr. Cevher Şulul ..........................................................................62 Türk-Çn İlşklernde Uygur Sorunu Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................66 Coğraf Kavramlar Üzernden Kmlk Belrszlğ Dr. Can Ceylan ......................................................................................73 2015’te Kuzey Afrka Nereye? Doç. Dr. Ahmet Uysal ..........................................................................76 Basra’dan Hazar’a: 100 Yıllık Petrol Hkayes-1 Snan Tavukcu ......................................................................................82 Ozan Ceyhun le Türkye-Almanya İlşkler ve Irkçılık Üzerne Konuştuk Ozan Ceyhun Röportajı ......................................................................88 Kur Savaşları ve İsvçre Merkez Bankası’nın Kararı Dr. M. Levent Yılmaz ...........................................................................94 Enerjde Putn’n Satranç Hamles Doç. Dr. Nevzat Şmşek ......................................................................96 Esk Oyuncularla Eskmeyen Oyun: Petrol Dr. Murat Turgut ................................................................................ 101 İslamofob Üzernden Algı Yönetm ve Hükümranlık Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 106 İsral’de Syasetn “Judazasyonu” Öner Buçukcu .......................................................................................55 Avrupa’da Yükselen İslam ve Yabancı Karşıtlığı: “Almanya Örneğ” Panel SDE Haber ........................................................................................... 111 Surye’de Çözüm Arayışları Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................58 21. Yüzyılda Afrka ve Türkye Sempozyumu SDE Haber ........................................................................................... 112 101 34 19 24 66 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün www.sde.org.tr 46 Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Danışma Kurulu Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. B. Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Yönetim Yeri Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Tel: 0 312 397 16 17 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 06 Türkye’nn “En Uzun Seçm”nde Muhalefet ve İktdar Dr. Murat Yılmaz Modernleşme İdeolojs Kıskacında Osmanlı Türkçes Prof. Dr. Haluk Alkan 12 09 Osmanlı’dan Günümüze Türk Gzl Servsler ve Dern Yapı Bülent Orakoğlu Mecls Soruşturması Prof. Dr. Faruk Blr 19 İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’NİN “EN UZUN SEÇİMİ”NDE MUHALEFET VE İKTİDAR Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Muhalefet reformları engelleyen Erdoğan ve AK Part karşıtı br syasete angaje oldukça, hasarın onarılmamasına ve bu bağlamda Erdoğan ve AK Part karşıtı propagandanın özellkle yurt dışında etknlğnn artmasına çabalıyor fakat bu çaba kend lehlerne br kazanca dönüşemyor. T ürkiye siyaseti, üç etaptan oluşan “uzun seçim”in son aşaması olan Haziran 2015 genel seçimlerine doğru ilerliyor. Türkiye’nin bu uzun seçimi, Türk modernleşme ve reform hareketlerinin bilançosunun çıkarıldığı tartışmaların bir hesaplaşması haline gelmiş durumda. Bu bakımdan ne 30 Mart 2014 seçimlerinde sadece yerel yönetimler ne 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sadece Cumhurbaşkanlığı ne de Haziran 2015 genel seçimlerinde sadece TBMM seçimleri yapılacak... Bütün bu seçimlerde Türkiye’nin modernleşme ve reform hareketlerinin kazanacağı seyir ve Türkiye’deki egemenlik savaşının sonucu tayin edilmeye çalışılıyor. Bu seçimlere 2014 sonunda yapılan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri, gündemden düşmeyen siyasi davalar, Anayasa Mahkemesi’nin görev sınırı tartışmaları ve TÜSİAD’tan ÖDP’ye kadar gelişen tuhaf ittifak tartışmalarını da dahil etmek mümkün. Türkiye bütün bu tartışmalar olurken son 10 yılda BM insani kalkınma endeksinde orta insani kalkınmışlık sınıfından yüksek kalkınmışlık sınıfına sıçradı ve kişi başına milli gelirde yüksek gelir sınıfının eşiğinde yer alıyor. Diğer taraftan yapılan birçok reforma rağmen, özellikle Gezi olayları ve 17-25 Aralık operasyonları sonrasında yaşanan mücadele dolayısıyla Türkiye demokrasi kategorisinde otoriter olmayan tam demokrasiden hatta kusurlu demokrasilerden uzak ama hibrit rejim eşiğini aşamadı. Hatta kimi verileri tartışılabilir 6 ŞUBAT 2015 olsa da, The Economist’in verilerine göre Türkiye 10 basamak geriye düştü. Mesela müzakere süreci, gayrimüslimlerim vakıflarındaki önemli adımlar ve başörtüsü ayrımcılığının sona ermesi gibi verilerin bu endeks ve algıda ihmal edildiğini kaydedebiliriz. Keza yolsuzlukla mücadelede 3 Kasım 2002 sonrasında yaşanan büyük sıçramadan sonra Türkiye, ilk defa geriledi. Yolsuzluk algısındaki değişmeyle beraber 17-25 Aralık’ta yargıdaki siyasileşmenin billurlaşmasıyla mahkemelere güvenin son derece düştüğünü hatırlatalım. Burada özellikle Orta Doğu’daki mücadele dolayısıyla Türkiye aleyhine içeriden ve dışarıdan işleyen propaganda makinasının rolünü ihmal edemeyiz ama Gezi ve 17-25 Aralık egemenlik savaşlarında demokratik hukuk devleti uygulamalarında bir hasar oluştuğunu da teslim etmek gerekiyor. Bu hasarlara rağmen, Türkiye’nin Gezi olaylarında sokağa ve 15-17 Aralık’ta devlet içindeki otonom yapı veya örgüte teslim olmadan, seçilmiş sivil otoritenin meşruluğu içinde bu sorunları aşmış olması sadece kısa dönemde değil, uzun dönemde de Türkiye siyasetinin müspet hanesine yazılacak bir kazançtır. Türkiye’de 27 Mayıs darbesinden sonra yaşanan egemenlik savaşlarında oluşan hasara rağmen, seçilmiş siyasi otoritelerin egemenliğinin teyit edilmesi; çok ehemmiyetli siyasi ve stratejik kazançlardır. Endekslerde bu kazancın görünmemesi anlaşılabilirdir ama siyasi analizlere tarihi süreçler dahil edildiğinde zaferin kıymeti anlaşılabilir ve vazgeçilmez olacaktır. Bu bağlamda hiçbir zafer hasarsız olmaz ancak za- fer kazanıldıktan sonra ciddi bir “hasar tespit raporuna” ihtiyaç vardır. Zaferden sonra, zaferin kıymetinin anlaşılabilmesi, kalıcı olabilmesi ve sıçramaya yol açabilmesi hasarın onarılmasına yönelik siyasi irade, yöntem ve zamana göre teşekkül edecektir. Bu bakımdan Başbakan Davutoğlu’nun restorasyon ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yeni Türkiye vurgusu bu ihtiyacı karşılayacak bir siyasi söylemi ortaya koymaktadır lakin artık siyasi söylemin ötesinde bir siyasi irade ve siyasi projeye ihtiyaç vardır. Seçilmiş meşru siyasi otoriteye karşı gayrimeşru yollarda başlayan mücadelede, meşru egemenliğin kazanması esnasında oluşan hasarın aşılmasında muhalefetin oynayacağı rol fevkalade mühimdir. Fakat muhalefet, hasarın aşılarak demokratik hukuk devletinin ve anayasal demokrasinin inşa edilmesi, yani Türkiye’nin hibrit rejimden tam demokrasi istikametine yönelmesini Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin başarısı ve kalıcı olması olarak yorumladığı için iktidarla işbirliğinden ısrarla uzak durmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu üç etaplık uzun seçimde muhalefet her konuda rekabeti önceleyen ve Erdoğan ve AK Parti’yi tecrit eden bir stratejiyi tercih etmektedir. Muhalefet reformları engelleyen Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir siyasete angaje oldukça, hasarın onarılmamasına ve bu bağlamda Erdoğan ve AK Parti karşıtı propagandanın özellikle yurt dışında etkinliğinin artmasına çabalıyor fakat bu çaba kendi lehlerine bir kazanca dönüşemiyor. Tam aksine siyasi alanı ve hamle üstünlüğünü AK Parti’ye ve HDP’ye terk ediyorlar. AK Parti 3 Kasım ŞUBAT 2015 7 İÇ POLİTİKA Yapılan brçok reforma rağmen, özellkle Gez olayları ve 17-25 Aralık operasyonları sonrasında yaşanan mücadele dolayısıyla Türkye, demokras kategorsnde otorter olmayan tam demokrasden hatta kusurlu demokraslerden uzak ama hbrt rejm eşğn aşamadı. 2002’den bu yana muhalefetin bu hatasını kullanıyor. Çözüm sürecinin başlamasından itibaren HDP de muhalefetin terk ettiği siyasi alanı kullanmaya başladı. CHP, MHP, otonom yapı, radikal sol grupların bir kısmı, bazı sendika ve meslek kuruluşlarıyla TÜSİAD’ın başını çektiği büyük sermayenin, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığıyla birleşen reaksiyoner muhalefeti Gezi’yle otoriterlik, 17-25 Aralıkla yolsuzluk ve IŞİD’le laiklik üzerinde tazeleniyor. Özellikle IŞİD ve Fransa’daki terör hadiseleri, laiklik ekseninde bir muhalefetin bilhassa yurt dışında Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir dalga oluşturacağı, hatta Batı’nın artık ılımlı da olsa siyasi İslam’ı ezeceği kanaati bu cepheye yerleşmiş durumda. TÜSİAD ve ÖDP de bu hatta birleşmiş durumda. Bu anlayış; AK Parti’yi Batı’nın isteğiyle iktidar olan ve siyasal İslamcılığa indirgenecek bir siyasi aktör olarak kabul ediyor. Buna rağmen seçimlerde AK Parti karşısında başarılı olamayacağını da kabul ediyor. Öyleyse kendi ifadeleriyle AK Parti hegemonyasını sona erdirmek için hangi siyaseti öneriyorlar? Batı’nın siyasal İslamcılığın defterini düreceği varsayımında, Türkiye içinde 27 Mayıs benzeri bir koalisyonla seçim dışı yollarla AK Parti’nin devrilmesi mi amaçlanıyor? Aslında, Gezi ve 17-25 Aralık’ta denenen ve başarısız olan bu yolun Erdoğan ve AK Parti’nin artan hegemonyası ve devlet kapasitesinin gücü karşısında başarılı olamayacağını kabul ediyor. Türkiye’nin yanlış bir dış politikayla Suriye’ye veya IŞİD’e karşı operasyon yapması veya ekonomik kriz beklentisi de gerçekleşmeyen bu cephenin yegane umudunun artık Erdoğan ve Davutoğlu arasında çıkacak muhtemel bir anlaşmazlık sonucu bu ikilinin bir kopuş yaşaması ve AK Parti’nin bölünmesinden ibaret olduğu anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bakanlar kuruluna başkanlık ederken Başbakan Davutoğlu’nun bir fotoğrafı veya 8 ŞUBAT 2015 TBMM’de Yüce Divan oylamasında AK Parti’nin verdiği fireler üzerinden yapılan coşkulu yorumlar, bu siyasi anlayışı veya beklentiyi ifade ediyor. Elbette bu siyasi beklentinin doğru bir tarafı var. Sahiden Erdoğan ve Davutoğlu birbirlerine karşıt, mesela Turgut Özal ve Mesut Yılmaz pozisyonuna savrulursa AK Parti’deki güç temerküzü dağılarak başka bir siyasi koalisyonun önünü açabilir. Mamafih bu basit gerçeği Erdoğan ve Davutoğlu’nun bilmediği ve AK Parti’nin ardındaki sosyolojinin farkında olmadıklarını varsaymak ancak Türkiye’deki muhalefete yakışacak bir basiretsizlik olarak manidardır. Erdoğan ve Davutoğlu için üç etaplık uzun seçimden başarılı çıkmak bir beka meselesidir. Muhalefet, bu ikiliyi tecrit edip aynı düşmanlık hissiyle ikisine de saldırırken, bu ikilinin birbiriyle mücadeleye yönelmesini beklerken siyasi aklının dibini göstermektedir. Bu saldırılar sadece Erdoğan ve Davutoğlu’nu birbirine yaklaştırmakla kalmayacak, tıpkı 2002 sonrasındaki diğer seçimlerde olduğu gibi AK Parti’nin arkasındaki sosyolojik tabanının siyaseten konsolide olmasına yol açacaktır. Muhalefet bu karşıtlık yerine egemenlik savaşının sona erdiğini, Erdoğan ve AK Parti’nin meşruiyetini kabul ettiğini, otonom yapıya karşı olduğunu ve reformlara destek vereceğini açıklayarak en azından AK Parti’ye oy veren sosyolojiyi yumuşatabilirdi. Böylece Erdoğan ve Davutoğlu’nun Türkiye toplumunun ve devletinin reform ihtiyacının tek siyasi temsilcisi olma sıfatına son verebilirlerdi. Muhalefet artık bu şansı da kaçırmış görünüyor. Fransa’daki terör eylemleri sonrasında yeniden İslamofobik tarzda neşet eden laikçi dalga ve 16 Türk devleti etrafında sergilenen müstehzi tavır Haziran 2015 seçimlerinde muhalefetin kendi kalesine attığı goller olarak şimdiden skorlara yansımaya başladı bile... MODERNLEŞME İDEOLOJİSİ KISKACINDA Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı 19 . Milli Eğitim Şurası’nda “Osmanlı Türkçesi dersinin sosyal bilimler lisesinde olduğu gibi Anadolu imam hatip lisesinde de zorunlu ders olarak, diğer ortaöğretim kurumlarında ise seçmeli ders olarak okutulması” yönünde bir tavsiye kararı alınması üzerine yapılan tartışmalar, Türkiye’de dil sorununun bilimsel ve kültürel temelde değil, siyasal anlamda ötekileştirme temelinde nasıl ele alındığını bir kez daha göstermiştir. Özellikle ana muhalefet partisi CHP sözcüleri ve milletvekillerinin konuyu mezar taşı okumalarına, IŞİD ile işbirliğine, hatta IŞİD’in bu kararlara bakıldığında daha liberal sayılması gerektiğine varan açıklamaları Osmanlı Türkçesi etrafında yapılan tartışmaların dinamiklerine inilmesini zorunlu kılmıştır.1 ŞUBAT 2015 9 Bütün bu tartışmaların temelnde modern br toplum olmanın yolunun esk kültüre at sembol ve değerlern terkedlmesnden geçtğ nancına dayanan modernleşme deolojs yatmaktadır. Bu ayrışma ve konuya deolojk yaklaşım, yen br toplum yaratma dealnn besledğ yepyen br dln üretlmes arayışlarının dln gerçek anlamda gelşmne hzmet etmeyp, aksne dlde gelşmenn en belrleyc kaynaklarından br olan kültürel arka planı yok sayarak dlde br zayıflamaya yol açacağı gerçeğn göz ardı etmektedr. 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan tavsiye kararının içeriği ile gösterilen tepkiler arasındaki çelişki dikkat çekicidir. Osmanlı Türkçesi dersinin zorunlu ders olarak okutulması Milli Eğitim müfredatı açısından yeni bir durum değildir. Sosyal Bilimler Liseleri ve İmam Hatip Liselerinde bu dersin zorunlu olarak okutulması, bu liselerin sosyal alan ağırlıklı bir müfredat programına sahip olmaları nedeniyle anlaşılabilir bir durumdur. Peki, farklı siyasi söylemlere sahip, içlerinde Türkiye’de tek tipçi gelenekle mücadele ettiğini ileri süren siyasilerin de bulunduğu bu isimler neden Osmanlı Türkçesi dersine karşı bu kadar sert ve ötekileştirici bir üslupla tepki vermektedirler. Bu tepkilerin kökeninde modernleşme ideolojisinin Osmanlı medeniyetine bakış açısının yattığı söylenebilir. Tepkiler Osmanlı’nın, Arap alfabesinin, açıkça ifade dilmese de dini olanın, artık geçmişte bırakılması gerektiğine inanan ideolojik düşünce yapısının bir yansımasıdır. Cumhuriyet döneminde dil konusunda Osmanlı’dan miras alınan gelenek; yeni ve modern bir ulusun inşa edilmesi temelinde yeniden yorumlanmıştır. Ulus bu anlamda, homojen ve solidarist bir bütünlük olarak ele alındığından, onun kullandığı dilin de bu yapıya uygun olması gerekmekteydi. Yeni toplumun dili yeni bir kültürün ve insan tipinin oluşturulması ile ilişkilendirildi. Bu noktada dil, toplumsal değişimin bir yansıması olmaktan çıkmış, topyekûn bir kültür, hatta medeniyet değişiminin içinde konumlandırılmıştır. Böyle bir konumlandırma ile birlikte Türkçenin sadeleşmesi yeni bir dilin yaratılması projesine 10 ŞUBAT 2015 dönüştürülmüştür. Artık dil ve alfabe değişimi önceki anlamından farklı bir duruma evrilmiştir. 1928 Harf Devrimi; sıklıkla ileri sürüldüğü şekliyle Arap alfabesinin Türkçe’yi karşılamaktaki yetersizlikleri ya da yazı dilinin öğreniminde doğurduğu zorluklardan çok, yeni bir kültür yaratılması projesinin araçsal bir unsuruydu. Bu anlamda Latin alfabesinin seçilmesi de, Türkçe’deki sesleri en iyi karşılayan harflere sahip olmasıyla değil, o günün gelişmiş Batılı toplumlarının kullandıkları alfabe olmasıyla ilişkilendirilebilir bir durumdur. Latin harflerinin benimsenmesinin o günün Batı basınında ağırlıklı olarak Harf Devrimini Türklerin Doğu kültüründen koparak Batı kültürüne yönelmesi reformunun bir parçası olarak yorumlanması bu açıdan dikkate değerdir.2 İsmet İnönü, Harf Devrimi’nin asıl amacının yeni nesillerin Arap-İslam dünyası ile ilişkisini kesmek ve okunacak eserler üzerinde yeni yönetimin denetimini sağlamak olduğunu ifade etmektedir.3 Bütün bu tartışmaların temelinde modern bir toplum olmanın yolunun eski kültüre ait sembol ve değerlerin terkedilmesinden geçtiği inancına dayanan modernleşme ideolojisi yatmaktadır. Bu ayrışma ve konuya ideolojik yaklaşım, yeni bir toplum yaratma idealinin beslediği yepyeni bir dilin üretilmesi arayışlarının dilin gerçek anlamda gelişimine hizmet etmeyip, aksine dilde gelişmenin en belirleyici kaynaklarından biri olan kültürel arka planı yok sayarak dilde bir zayıflamaya yol açacağı gerçeğini göz ardı etmektedir. Konuya bir medeniyet ikilemi çerçevesinde yaklaşmak dil tartışmalarını bilimsellikten uzaklaştırdığı gibi sanıldığının aksine Türkçenin zenginleşmesine, bir kültür ve bilim dili olarak yaygınlaşmasına da hizmet etmemektedir. Türkçe’nin sadeleştirilmesi girişimlerinin Arapça ve Farsça kelimeler karşısındaki aşırı duyarlılığının Batılı dillerden Türkçeye giren kelimelere karşı gösterilmediği de bir gerçekliktir. Örneğin, 1935 tarihli CHP programı arı Türkçe ile kaleme alınmış olmasına rağmen, program metninde “endüstri”, “endüstriel”, “finansal”, “kapasite”, “kapital”, “klas” (toplumsal sınıf anlamında) ve “sosyal” gibi yabancı kelimeler yer almıştı.4 Aynı durum 1933 yılında yayınlanan Öz Türkçe Cep Kitabında da söz konusudur.5 Yine Latin alfabesine geçişle birlikte Türkçe’nin kendine özgü bazı seslerinin kaybolduğu belirtilmektedir. Birçok yabancı kelimenin Türkçeye yabancı dilde yazıldığı ve okunduğu gibi geçmesi (NTV-EN Tİ Vİ; Show gibi) günümüz Türkçesi ile ilgili çalışmalarda belirlenen sorunların bir kaçıdır.6 Başka bir ifade ile yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nde kullanılan alfabe ile ilgili eleştirilerin, belli konularda bugün için de geçerli olduğu söylenebilir. Osmanlı Devleti, tarihte yer alan sıradan herhangi bir devlet değildir. Yaklaşık altı yüzyıl çok kültürlü geniş bir coğrafyada hüküm süren, pax Ottomana olarak bilinen bir istikrar döneminin merkez ülkesidir. Sadece edebiyat ve sanatta değil, ekonomiden yönetim geleneklerine, stratejik reflekslere kadar günümüzde de etkilerini hissettiren bir birikimi temsil etmektedir. Osmanlı Türkçesi bu birikimin kayıt altına alınmış hafızasıdır. Bu birikim etkileri nedeniyle sadece bir akademik uzmanlık alanına hapsedilemez. Üstelik Osmanlı medeniyeti çok kültürlü bir birlikteliği hayata geçirmiş olmasıyla da büyük bir birikime sahiptir. Dolayısı ile kendi kültürel birikiminin ayrılmaz bir parçası olan eserler ve metinlerle bireylerin doğrudan temas etmesini kolaylaştıracak olan Osmanlı Türkçesi ile ilgili temel bilgilerin orta öğretimde verilmesi bir geriye gidiş değil, zorunluluk olarak değerlendirilmelidir. Ek olarak, Türkiye’de liberal, sol, milliyetçi, hatta İslamcı siyasi oluşumların o dönemde yaşanan zengin tartışma ortamının düşünsel mirası üzerinde şekillendiklerini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu kopukluk, siyasi anlamda sağ ve solun konumlarından tutun da farklı düşünce akımları arasındaki etkileşime kadar pek çok alanda belirsizliklere kaynaklık etmiştir. Siyasi söylemlerin niteliği, ötekileştirme, siyasette uzlaşma geleneğinin yerleşmesi gibi birçok sorunumuz, belki de bu düşünce birikimi ile günümüz aydın, siyasetçi ve gençlerin doğrudan teması ile aşılabilir. Geleneksel değerlere sahip olmayan bir siyaset sürecinin temelinde bu düşünce kopukluğunun olduğu kabul edilmelidir. Dipnotlar 1 İhlas Haber Ajansı, 5 Aralık 2014, http://www.iha.com. tr/haber-chpden-osmanlica-tepkisi-416725/; İnternet Haber, 8 Aralık 2014, http://www.internethaber. com/erdoganin-osmanlica-sozlerine-chpden-ilk-tepki745792h.htm?interstitial=true; Hürriyet, 8 Aralık 2014, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27732016.asp 2 Esra Sarıkoyuncu Değerli, “Amerikan Basınında Türk Harf ve Dil Devrimi”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:23, ss. 33-38. 3 İsmet İnönü, Hatıralar, Cilt 2, Bilgi Yayınları, Ankara, s. 223. 4 CHP Programı, Ulus Basımevi, Ankara, 1935. 5 Özlem Bayraktar, “Güneş Dil Teorisi: ‘Batı’ ile ‘Türk’ Arasındaki Sınırı İdare Etmek”, Spectrum, Özel Sayı, s. 146. 6 Bkz. Nurettin Demir ve Emine Yılmaz, Bitmeyen Öykü: Alfabe Tartışmaları, SDE – Ahmet Yesevi Üniversitesi Yayını, 2014, ss. 42-50. ŞUBAT 2015 11 İÇ POLİTİKA lojisi Pantürkizm’dir. Gerçi İslam Birliği de hedeflerinden biridir; ancak ana temel, Türkçülüktür. O dönemin ünlü Türkçü düşünürlerinden Ziya Gökalp’ın hareketinden etkilendiği belirtilir. Osmanlı’dan Günümüze TÜRK GİZLİ SERVİSLERİ ve DERİN YAPI Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı 1909 ’dan 1918’e kadar Enver, Cemal ve Talat Paşalar ile yönetimde kalan İttihat ve Terakki Fırkası, ilk Türk gizli servisi olan Teşkilat-ı Mahsûsa’yı kurmuştur. MİT’in de köklerinin uzandığı bu örgüt, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar uzanan yolda yeni adlar alarak kurulan yeni gizli servislerin temelini oluşturmuştur. Teşkilat-ı Mahsûsa o dönemin konjoktürel şartları içinde, çete savaşı, casusluk, karşı casusluk, propaganda 12 ŞUBAT 2015 faaliyetlerinde bulunan; kaynağını ve köklerini ordu içinden ve dinamik genç kitlelerden alan bir gizli servistir. Teşkilat-ı Mahsûsa’nın kuruluş amacı İmparatorluk içinde ihanet şebekelerini ortadan kaldırmak, gelişen milliyetçilik hareketlerini kontrol altında tutmak, dışarıdaki belirli hedeflere karşı sabotajlarda bulunmak ve Osmanlı toprağında cirit atan bütün yabancı gizli servislerle boy ölçüşebilmektir. Teşkilatın ideo- Teşkilat-ı Mahsûsa; Balkanlar’dan Doğu Anadolu ve Kafkasya’ya, Suriye’den Trablusgarp, Mısır, Sudan ve Habeşistan’a kadar geniş bir coğrafyada etkinliğini sürdürür. Avrupa’da Türkiye ile ilgili konferansları izler, batılı ajanlarla mücadele eder. Bu derecede geniş bir coğrafyada mücadele edebilecek bir yapıda teşkilatlanan gizli servis hakkında; başta Almanlar olmak üzere bazı yabancı gizli servislerle para karşılığı iş yaptığı iddiaları da ortaya atılmaktadır. Bilhassa Almanya ile yapılan para alışverişleri iddialara göre 18 milyon dolar civarındadır. Almanlar parayı verir karşılığında da iş satın alırlar. Bununla beraber Teşkilat-ı Mahsûsa Almanlara ekonomik kaynakları açısından ne kadar yakınsa, çalışmaları ve ideolojisi açısından bir o kadar uzaktır. Almanlar, teşkilatı parasal yönden satın alamamışlardır, asıl kaynak Osmanlı Hazinesi’dir. Teşkilatın asıl amacı kendini kullandırmak değil, Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kurmaktır. Almanlar bu yolda kullanılmak istenen bir araçtır. Teşkilatın önde gelen yöneticisi Kuşçubaşı Eşref Bey, Sultan Abdülhamit’in Kuşçubaşı’sının oğluydu. Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan 150’ler listesinde yer aldı. Bu özelliği ile istihbaratçıların vazgeçilmez kaderi olan kahraman ya da hain olmak tercihleri arasında o dönemde zorunlu olarak ikinci gruba girdi. Ancak daha sonra 1938’de affedildi ve Türkiye’ye geri döndü. Kuşçubaşı Eşref Bey, Süleyman Askeri ve Hacı Sami Bey gibi teşkilatın üst düzey isimleri dışındaki 30 bin kişilik istihbaratçılar ordusu, yaptıkları görevleriyle ve sırlarıyla tarih oldular. 1918 yılına gelindiğinde, Teşkilat-ı Mahsûsa çok büyümüş ancak yenilgiye uğramış bir durumdadır. Teşkilatın ülke içinde etkinliğini sağlayan İttihat ve Terakki, dolayısıyla Enver, Cemal ve Talat Paşalar yenilginin tek sorumlusu olarak görülmüşlerdir. Bu durum da gizli servisin kapatılması ile nihayet bulmuştur. Teşkilat-ı Mahsûsa sonrası 3 Kasım 1918 tarihinde kurulan yeni gizli servise ‘Karakol’ adının verildiğini görüyoruz. Bu gizli servisin fikir babaları da İttihat- MİT’n de köklernn uzandığı bu örgüt, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Türkye Cumhuryet’nn kuruluşundan bugüne kadar uzanan yolda yen adlar alarak kurulan yen gzl servslern temeln oluşturmuştur. Teşklat-ı Mahsûsa o dönemn konjoktürel şartları çnde, çete savaşı, casusluk, karşı casusluk, propaganda faalyetlernde bulunan; kaynağını ve köklern ordu çnden ve dnamk genç ktlelerden alan br gzl servstr. çılar ve Teşkilat-ı Mahsûsa’nın önde gelen isimleridir. Bu teşkilatın başına Karadeniz Boğaz Komutanı Galatalı Şevket Bey getirilir. Dönemin gizli raporları, İngiliz İstihbaratı’nın Orta Doğu bölgesinde müşterek ve sürekli bir istihbarat faaliyeti içinde bulunmasına karşı Karakol gizli servisi ile ciddi bir mücadele içine girildiğinin ipuçlarını vermektedir. Karakol Teşkilatı’nın gizli yönetmeliğinde amaç, yurdun düşman istilasından kurtarılması olarak belirtilmişti. Örgüt, çeteleri ve halkı işgalci düşman ordularına karşı silahlandırmış, Anadolu’ya İstanbul üzerinden silah sevkiyatı için Kocaeli’nde bir merkez oluşturmuştu. Bu çerçevede bütün faaliyetler büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilecekti. Karakol gizli servisinde görev alanlar “Siyah bir Türk Bayrağı’na sarılı Kur’an üzerine yemin ederler.” Bu yemin geleneği gizli faaliyet gösteren bütün Türk örgütlerinde aynıdır. Teşkilat-ı Mahsûsa’da olduğu gibi gerektiğinde infaz ve öldürme geleneği ve inisiyatifi Karakol örgütünde de uygulanmaktadır. Yönetimden üç kişi öldürülecek kişiyi yargılayıp karar vermekte bu karar başkanın onayından geçtikten sonra infaz gerçekleştirilmekteydi. Düşmanla işbirliği yapmak ve Türk’leri imhaya çalışmak, örgütün sırlarını deşifre etmek, emirleri yerine getirmemek ve şahsi çıkar sağlamak ölüm cezalarını oluşturan suçlar olarak gözükmekteydi. İstihbarat teşkilatlarının kendi inisiyatifleri ile “adam öldürme yetkisi kullanması” tartış- ŞUBAT 2015 13 Türkye MİT’n kurulması sonrasında da uzun süre dış sthbarat açısından Batılı ülkelere bağımlı kalmıştı. Bu bağımlılık daha zyade, ABD, Fransa, İngltere, Almanya ve İsral gzl servslerne karşı olmuştu. Bu ülkelerden gelen dış sthbarat çoğunlukla test edlmeden doğru kabul edleblmşt. ması Sivas Kongresi’nde gündeme gelmiş ve Mustafa Kemal tarafından reddedilmişti. İngiliz İstihbaratı’nın Karakol Gizli Servisine sızarak Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünün ortaya çıkarılması sonrasında bizzat Atatürk tarafından faaliyetlerinin zararlı olduğu gerekçesiyle Karakol Gizli Servisi kapatılmıştı. Daha sonra kısa sürelerle kurulan “Hamza ve Felah Grupları” oluşumlarının ardından bizzat Atatürk tarafından kurulması istenilen MİM Teşkilatı (Müsellah Müdafaa-i Milliye) 3 Mayıs 1921’de TBMM’de resmiyet kazanmıştı. Teşkilat-ı Mahsûsa, kurulan tüm bu örgütleri derinden etkilemiş, yöntem ve ilkeleri çalışma prensipleri açısından bu süreçte kurulan gizli servis veya grupların ilham kaynağı olmuştur. Ancak kurulan bu grupların büyük bir kısmı gizli servisten çok sokak çetelerini andırır. Mantar gibi bitip kaybolmaktadırlar. Bu yapılar genelde milis gücü gibi çalışmakta ancak başarı gösterememektedirler. Ankara Hükümeti, ‘istihbarat karmaşasını’ önlemek amacıyla ve düşman istihbarat birimlerinin Anadolu’da her türlü kara propagandayı ve para gücünü kullanarak halkı mevcut otoriteye karşı kışkırtma çabalarına karşın, ülkenin gizli bir servisinin bulunmamasının, iç ve dış güvenlik açısından büyük bir zafiyet yarattığı gerçeği ile karşı karşıya kalmıştı. Üstelik bu sırada ordunun içine sızan ajanlar kara propaganda yöntemleriyle savaş gücüne darbe indirmeye çalışmaktaydılar. Bu nedenle Kuvayı Milliye Hareketi’nin öncülüğünde casusluk faaliyetlerinin etkisiz kılınması ana amaç olmak üzere “Askeri Polis Teşkilatı” kurulmuştu. Askeri Polis Teşkilatı’nın yaptığı çalışmalar faydalı olmuşsa da yetki aşımı, lakaytlık, görev bi- 14 ŞUBAT 2015 linçsizliği, gizliliğe riayet etmeme gibi durumlar yoğunlaşınca, bu teşkilatın faaliyetlerine Genelkurmay Başkanlığı yetkililerince son verilmişti. Bu kararın alınmasında, TBMM’nin, askeri istihbaratın geniş ve ölçüsüz yetkileri keyfi kullandığı yönündeki iddiaları etkili olmuştu. Bu kez, dönemin Genel Kurmay Başkan’ı Fevzi Çakmak tarafından gizli olarak, 1926 yılında kurulan MAH Teşkilatı (Milli Amele Hizmet) 1927’de İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştır. Harf İnkılabı’ndan sonra teşkilatın ismi Milli Emniyet Hizmetleri olarak değiştirilmişti. Yeni ismin kısaca MEH olarak telaffuzu gerekiyordu. Bu ise kulağa pek hoş gelmiyordu. Atatürk’ün emri ile rumuz MAH olarak devam etti. I. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, yabancı ülke istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinin çok yaygın olarak gözlendiği bir ülke konumuna gelmişti. Almanlar, İngilizler, Fransızlar, Sovyetler, Amerikalılar istihbarat faaliyetlerinde ülkemizi üs olarak kullanmışlardı. Almanlar ve İngilizler, Türkiye’de en iyi istihbarat ağına sahip iki ülke olarak dikkat çekmektedir. Ancak Ankara, bu yabancı istihbarat servislerinin ülke içindeki istihbarat faaliyetlerine karşı İKK (İstihbarata Karşı Koyma) anlamında yeterli bir Türk Gizli Servisi olmaması karşısında o dönemde dünyanın saygın istihbaratçılarından olan ve Alman gizli servisini yeniden şekillendirerek genişleten Albay Walter Nikolai ile temasa geçer. Albay Walter gizlice Türkiye’ye gelir ve Yıldız Sarayı’nda Türk İstihbaratçılarına bir dizi konferans ve eğitimler verir. Bu konferans ve eğitimlere katılan çekirdek kadro, 1926 yılında Ankara’ya getirilir ve MAH bu şekilde görevine başlamış olur. MAH’ın başkanlığına ilk olarak Albay Şükrü Ögel atanır. Çekirdek kadro içinde askerler ve siviller birlikte çalışmaktadırlar. İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan kuruluş, bütçesini Başbakanlık örtülü ödeneğinden karşılar. Çeşitli alanlardaki eksikliklere, ekonomik sıkıntılara rağmen MAH’ın başarısız bir grafik çizdiğini söylemek mümkün değildir. Hatta bazı olaylarda o derece etkin olmuştur ki dünyanın kaderini değiştirebilecek gelişmelere yön vermiştir. Ancak MAH’a yöneltilen en büyük eleştiri ‘içe dönük’ olarak kullanıldığı iddialarıdır. 1956 yılında, Başbakan Adnan Menderes, MAH ile ilgili dinleme iddialarını araştırmak üzere Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’u görevlendirmişti. Korur araştırmaları sonucunda, Türkiye’ye dinleme istasyonu kuran Amerikalıların, dinleme servisinde görev alan memurları özellikle de telefon dinlemesi görevlilerini maaşa bağladıklarını, Menderes’in telefonlarının dinlenmesi olayının arka planında ise ABD ajanlarının bulunduğunu tespit etmişti. Teşkilat, kaynak ve teknik olanaklar bakımından yetersiz durumdaydı. Bu dönemde Türkiye’yi, ABD ve Batılı gizli servislere bağlayan en önemli oluşumlar arasında, girilen ittifak ilişkileri ve bağlantıları önemli bir yer tutmaktaydı. Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak, bu ortak savunma şemsiyesinin altındaki gizli servisler ile kağıt üzerinde yaptığı anlaşmalarla büyük bir bilgi akışı koordinasyonunun içinde bulunmaktaydı. Fiilen de bazı alanlarda istihbarat çalışmaları ortak yürütülmekteydi. Durum böyle olunca ilişkilerde bağlayıcı faktörler ön plana çıkmış bulunuyordu. Özellikle de istihbarat alanında teknolojik ve ekonomik üstünlüğü bulunan ABD, İngiliz, Alman ve İsrail istihbarat birimleri diğer istihbarat birimleri üzerinde baskın durumdaydılar. Ankara’da Hacı Bayram Camii civarındaki dar bir sokak içinde iki katlı 4-5 odalı ahşap binada faaliyete başlayan bu küçük fakat dinamik kadronun o yıllarda ülke yararına çok faydalı faaliyetlerde bulunduğu ve fonksiyonel çalıştığı bilinmektedir. Şeyh Sait isyanı, Kızıl Lazistan çalışmaları, Kürtlerle Ermenilerin müşterek Hoybon ve Kürt Teali Cemiyeti faaliyetleri, Gizli Komünist Partisi faaliyetleri, hilafetçi ve saltanatçıların faaliyetleri, Hatay meselesi ve Çiçero olayı MAH’ın uğraş verdiği konular arasındaydı. İnönü karma hükümeti tarafından MAH’ı MİT’e dönüştürecek hukuki mevzuat hazırlanarak yeni istihbarat örgütünün yasası 1965 yılında, TBMM’ye sevk edildi. 01.11.1983 tarihinde 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu” ile MİT’e yeni bir statü kazandırılmıştı. Milli İstihbarat Teşkilatı; 1927 tarihinde MAH (Milli Amale Hizmet) olarak ülkeye hizmete başlayan ve 01.11.1983 tarihinde 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu” ile yeni bir statü kazanan ve günümüze kadar ülke ve dünya konjonktürlerine bağlı olarak devamlı değişen tehdit algılamalarına karşı kendisini yenilemeye çalışan, bu amaçla teşkilat içinde görev, yetki, sorumluluk ve yeniden yapılanma ve kendini geliştirme konularında reorganizasyon çalışmaları ile ülkemize yönelik iç ve dış tehditleri ortadan kaldırmaya çalışan Başbakanlık’a direkt bağlı bir kuruluşumuzdur. ŞUBAT 2015 15 Teşklat-ı Mahsûsa’nın kuruluş amacı İmparatorluk çnde hanet şebekelern ortadan kaldırmak, gelşen mllyetçlk hareketlern kontrol altında tutmak, dışarıdak belrl hedeflere karşı sabotajlarda bulunmak ve Osmanlı toprağında crt atan bütün yabancı gzl servslerle boy ölçüşeblmektr. Türkiye, MİT’in kurulması sonrasında da uzun süre dış istihbarat açısından Batılı ülkelere bağımlı kalmıştı. Bu bağımlılık daha ziyade, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve İsrail gizli servislerine karşı olmuştu. Bu ülkelerden gelen dış istihbarat çoğunlukla test edilmeden doğru kabul edilebilmişti. Geçmiş dönemlerde MİT’in içe dönük çalıştığı, müsteşarların asker kökenli olması nedeniyle darbeleri hükümete bildirmediği, Soğuk Savaş döneminin devleti öne çıkaran, katı, komplocu gizlilik içeren konseptinden kendisini kurtaramadığı, İKK konusundaki yetersizliği yönünde eleştiriler yapıla gelmişti. Türkiye’de iç ve dış tehditin “komünizm” olduğu Soğuk Savaş döneminde Amerikalılar özellikle dinleme alanında Türkiye’yi Ruslara karşı teknik araç ve gereçlerle donatmışlardı. Bu dönemde MİT’in dış temaslarında ve İKK mücadelesinde çok başarılı olduğunu söyleyebilmek mümkün değildi. İstihbarat jargonunda İKK, “Savaş ve barış zamanlarında Espiyonaj, Sabotaj ve yıkıcı faaliyetler yoluyla karşı ve yabancı istihbarat servisleri ve yerli işbirlikçilerinin (Etki ajanı-Nüfuz ajanı) zararlı faaliyetlerinin tespiti ve etkisiz hale getirilmesidir.” Küresel çapta ve bazı Batılı ülkelerde İKK faaliyetleri devletin güvenliği açısından birinci öncelikli tehdit olarak algılanmış, bu amaçla İKK teşkilat yapılandırılması, Genel İstihbarat Kurumu’ndan ayrı ve özel olarak düzenlenmiştir. 21. yüzyılda bu ülkeler ulusal güvenliklerine yönelik küresel tehdit değerlendirmelerini ve bu tehditlere karşı alınacak tedbirleri düzenleyen İKK faaliyetlerini 16 ŞUBAT 2015 daha da detaylandırarak, hedef kurumlar içerisinde ayrı ayrı birimlere yüklemişlerdir. 2937 Sayılı MİT Kanunu’nda yapılması düşünülen ve kamuoyunda tartışılan değişikliklerle MİT’i Küresel ve Batılı ülke gizli servisleriyle boy ölçüşecek bir şekilde hukuki alt yapısını güçlendirerek, milli güvenliğimize yönelik küresel tehditlerin bertaraf edilmesine yönelik İKK ünitesinin güçlendirilmesi hedeflenmişti. Geçmişte, yabancı ülke gizli servislerinin ülkemizi istikrarsızlaşma, kaos yaratma amacı ile espiyonaj, kontrespiyonaj, yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, MİT içinde kurulu bulunan İKK ünitesinin yetersiz oluşu nedeniyle önlenememişti. Batılı ülkeler, derin ve gizli yapıları, örtülü psikolojik harp taktik ve yöntemleri ile bu birimin etkisiz kalmasını sağlayacak şekilde 60, 70, 80 ve 28 Şubat darbeleri öncesinde devlet kurumlarına sızmış yerli işbirlikçi yapılarını da kullanmak suretiyle, Türkiye’yi darbe ortamına getirecek Sağ-Sol, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Laik-Antilaik kamplaşmaları ve kutuplaşmaları yaratarak provokatif siyasi cinayetler ve toplumsal olaylarla darbelere zemin hazırlamışlardı. Türkiye’de yapılmış darbelerin tümünde ve darbe girişimlerinde asıl amaç Türkiye’nin içe kapatılarak Orta Doğu’da ve dünyada söz sahibi olmasının engellenmesiydi. Darbelerin anası olarak nitelendirilen 27 Mayıs 1960 darbesinin asıl sebebi 1955 yılında Türkiye ve Irak arasında, güvenlik ve savunma işbirliği anlaşmasının, Bağdat Paktı’nın imzalanmasıydı. Menderes’in Türkiye’yi bağımsız ve bölgesel güç yapma yönündeki çabaları karşısında, 1959’da Irak’ta gerçekleştirilen darbe ile Bağdat Paktı’nı imzalayan, Kral 2. Faysal darbeciler tarafından linç edilerek, Adnan Menderes de 1960 darbesi sonrasında asılarak katledilmişlerdi. Türkiye uzun yıllar küresel ve Batılı güçlerin oyun kurdukları ve istihbarat operasyonlarını uyguladıkları bir ülke konumunda kaldı. 2005 yılında MİT’in 80’inci kuruluş yıldönümünde dönemin Müsteşarı Emre Taner’in de açıklamasında belirttiği gibi MİT 1990 sonrasına hazırlıksız yakalandı. Batılı ülkelerin küreselleşme olgusu karşısında güvenlik ve savunma doktrinlerini yeni iç ve dış tehditlere karşı yeniden dizayn ettiği, Doğu Akdeniz üzerinden Orta Doğu’da askeri ve ekonomik güç dengeleri ve ittifaklarının kurulduğu bir dönemde, ülkemizde dış destekli sanal bir irtica tehdit algısı yaratılarak millet iradesinin gaspına yönelik 28 Şubat gerilimini yaşanıyordu. Türkiye her darbe sürecinde olduğu gibi 28 Şubat’ta da içe kapatılarak, Orta Doğu başta olmak üzere dış politika hedef ve stratejilerinde ciddi anlamda güçsüzleştirilerek etkisizleştiriliyordu. İsrail’in 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetinin antidemokratik bir biçimde iktidardan uzaklaştırılmasında darbeci generallerle birlikte oynadığı rol, bugün tüm detayları ile ortaya çıkmış bulunuyor. MOSSAD’ın darbe sürecinde MİT ile en üst düzeyde yaptığı “Stratejik İstihbarat” anlaşması ile Türkiye’de operasyon yapma yetkisine sahip olduğu, MİT’in kozmik odalarına girdiği yönünde kamuoyunda ciddi iddia ve algı mevcut. Başbakan Erdoğan’ın son on yıl içinde Orta Doğu’da milli menfaatlerimiz ve çıkarlarımız doğrultusunda bağımsız sayılabilecek bir dış politika vizyonu ortaya koyması, bu bölgeyle ilgili emelleri olan birçok ülkeyi rahatsız etmişti. Başbakan Erdoğan’ın küresel bir lider ve aktör olarak, bölgesindeki sorunlarla yakından ilgilenmesi, mazlum Müslüman ülkelerin yanında yer ve tavır alarak, İsrail ile Filistin sorunu üzerinden Davos’ta One-Minute çıkışı, Mavi Marmara olayı ve Suriye politikasındaki net tavrı, BM’nin güçsüz ve zayıf ülkelerin ezilmesi karşısındaki tarafgir tutumunu eleştirmesi, Türkiye’nin bölgesinde etkin bir güç olma perspektifini ortaya koyuyordu. Hakan Fidan’ın müsteşarlığı döneminde ise MİT, siyasi iradenin desteğiyle dışa açıldı. Üzerinde oyun kurulan bir ülke statüsünden oyun kuran bir ülke statüsüne geçiş süreci başlatıldı. En önemlisi küresel ve Batılı ülke gizli servisleri ile ilişki ve diyaloglarda mütekabiliyet esasları çerçevesinde bağımsız ve aktif bir istihbarat anlayışı ve yapılanmasına gidildi. Günümüzde 2937 sayılı MİT Kanununda yapılacak değişikliklerin, ülkemizin ulusal güvenliğine yönelik tehdit oluşturan, dış ülke gizli servisleri ve yerli işbirlikçilerinin faaliyetlerinin engellenerek deşifre edilmesi ve yargı önüne çıkarılmalarına yönelik İKK birimlerinin, Batılı ülke gizli servisleriyle boy ölçüşe- bilecek şekilde hukuki alt yapı ve teknik donanım ve lojistik destekle güçlendirilmek istendiği açıkça görülüyor. Ayrıca, MİT’e Bakanlar Kurulu kararı ile dış operasyon yetkisi verilerek, Türkiye’nin sert güç kullanma stratejisi doğrultusunda “caydırıcı gücünün” arttırılmasının hedeflendiği de anlaşılıyor. 26 Şubat 2014 tarihli MGK’da, Ulusal Güvenliğimizi tehdit eden yapılanmalar ve faaliyetlerin görüşüldüğünün açıklanması, MİT’in İKK ünitesinin güçlendirilmesine yönelik 2937 sayılı kanunda yapılması beklenen değişikliklerle birlikte düşünüldüğünde, Yeni Türkiye’nin bağımsızlık ve istiklal mücadelesinde son ayak bağı olan paralel yapı ve diğer yapılanmaların bitirilmesine yönelik devlet kararı alındığı anlaşılıyor. “Şer zannettiğiniz şey sizin için hayır olabilir” ayet-i kerimesinde (Bakara Suresi, Ayet: 216) açıklandığı üzere, ülkemizi kaos ve istikrarsızlığa sürüklemek isteyen NEOCON-AİPAK çetesi ve yerli işbirlikçi paralel yapıyı zor günler bekliyor. Yeni MİT Kanunu ile ilgili olarak, AK Parti milletvekilleri İdris Şahin ve Alpaslan Kavaklıoğlu tarafından, Devlet İstihbarat Hizmetleri ve MİT Kanununda değişiklik yapılmasına dair yasa teklifi, yerel seçimler öncesinde kamuoyuna açıklanarak TBMM Başkanlığına sunulmuştu. Teklifin yasalaşması ise, kamuoyunda ulusal güvenlik politikaları ve stratejilerinin İsral’n 28 Şubat sürecnde Refah-Yol hükümetnn antdemokratk br bçmde ktdardan uzaklaştırılmasında darbec generallerle brlkte oynadığı rol bugün tüm detayları le ortaya çıkmış bulunuyor. MOSSAD’ın darbe sürecnde MİT le en üst düzeyde yaptığı “Stratejk İsthbarat” anlaşması le Türkye’de operasyon yapma yetksne sahp olduğu, MİT’n kozmk odalarına grdğ yönünde kamuoyunda cdd dda ve algı mevcut. ŞUBAT 2015 17 İÇ POLİTİKA tamamen güvenlikçi bir perspektife indirgenmeden, demokratikleşme parametreleri ve reformları göz önüne alınarak, özgürlük ve güvenlik dengesi korunarak, toplumda tartışılması suretiyle geniş katılımcı bir toplumsal mutabakatın sağlanması ve kamuoyu tarafından benimsenmesi amacıyla seçim sonrasına ertelenmişti. Yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde paralel devlet yapılanmasının desteğinden umduğunu bulamayan, muhalefet partileri, TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesine başlanan, MİT Yasası teklifine kamu yararı ve milli güvenlik açısından katkı sağlayacak yeni teklif ve yapıcı eleştirilerde bulunmak yerine, siyasi ve ideolojik bakış açısı nedeniyle, Başbakan Erdoğan ve MİT’i hedef alan inanılmaz, asparagas haber ve kara propaganda içerikli iddiaları ortaya atmayı tercih etmişlerdi. Bu iddiaların en önemlisi son kanun değişikliği ile MİT’e iç operasyon yetkisi verildiğine yönelik dezenformatik gazetecilik ürünü haberin, hükümeti ve MİT’i hedef alacak şekilde analiz ve tartışma programlarında, akademisyen veya gazeteciler tarafından dile getirilmesiydi. İç İstihbaratın evrensel olarak, paradigması sayılabilecek en önemli kuralı ve stratejisi; operasyon güvenliği açısından, istihbaratı alan ve operasyonu yapan birimlerin farklı ünitelerden oluşmasıdır. Emniyet müdürlüklerinde istihbarat birimleri veya MİT tarafından organize edilen planlı istihbarat operasyonları, suçun türüne göre terörle mücadele veya KOM şube müdürlüklerince icra edilmesi sanırım bu kuralın nasıl işlediğine yönelik açıklayıcı bir örnektir. MİT’e yeni kanun taslağında verilen iç operasyon yetkisi yalnızca ‘Casusluk suçlarında ve devlet sırrının ifşasında’ söz konusudur. MİT’in görev ve yetki açısından hukuki sınırları, yeni yasada çerçevesi çizilerek, açıkça belirtilmiş ve dış istihbarat vurgusu yapılmıştır. MİT’in görev tanımı ve sahası dış istihbarata ilişkin siber güvenlik, terörle mücadele ve ülke içine sızmış veya sızmaya çalışan başka ülkelerce ajanlaştırılmış casusluk faaliyetlerinin, (İKK) deşifre edilerek yargı önüne çıkarılması ile sınırlandırılmıştır. Türkiye’nin 18 ŞUBAT 2015 caydırıcı gücünü arttırmak gayesiyle terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda, Bakanlar Kurulu kararıyla, MİT’e dış operasyon yetkisi verilmesi ulusal güvenliğimiz açısından önemli ve yerinde bir karar olmuştur. Kanun taslağında yer almayan ancak kamuoyunda yapılan tartışmalarda haklı olarak eleştirilen, MİT’in şeffaf, denetlenebilir ve hesap verilebilirlik açısından, parlamento denetimine tabi olmasına yönelik ek bir maddenin ekleneceğinin açıklanması, MİT Yasası üzerinden Başbakan Erdoğan aleyhine kişilik suikastı düzenlemeye çalışan paralel yapının etki ve nüfuz ajanlarının faaliyetlerini bir nebze olsun etkisiz kılabilmiştir. Paralel Yapı’nın yeni yasa ile “özel hayatın gizliliğinin ihlal edileceği, MİT’in istisnasız herkesin telefonlarını legal veya illegal dinleyebileceği, sınırsız ve geniş yetkilerle donatıldığı yönünde kamuoyunu yasanın aleyhine yönlendirerek kışkırtmaya yönelik, dezenformasyon faaliyetlerinin sırrı, kanun tasarısının 8. maddesinde belirtilen, İKK faaliyetlerinin güçlendirilmesini engellemeye yönelik olduğu anlaşılıyor. Yeni MİT Yasası taslağının, yerel seçimler öncesinde kamuoyuna açıklanması ve kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılması sonrasında, 30 Mart yerel seçimlerinde AK Parti’nin 2009 seçimine kıyasla oylarını 7-8 puan arttırmış olması bir anlamda, MİT Kanunu’nun, Türkiye halkı tarafından, reform niteliği taşıdığı ve Batılı ülke gizli servislerinin yetkileri açısından daha demokratik düzenlemeler içerdiği gerçeğinin kavrandığı, benimsendiği ve kabul gördüğünün önemli bir göstergesi olarak görünüyor. Milli İstihbarat Teşkilatı’nı çağın gereklerine uygun hale getirilmesi ve diğer istihbarat teşkilatlarının imkan ve kabiliyetlerine kavuşturulabilmesi için hazırlanan yeni kanun taslağının, Türkiye’nin Orta Doğu ve dünyada söz sahibi olmasını istemeyen kolonyalist ülkeleri rahatsız ettiği aşikar. Ancak bağımsız ve güçlü bir Türkiye’nin dış dünyada caydırıcı gücünü arttırarak elini güçlendiren, batılı istihbarat servisleriyle boy ölçüşebilecek, yeni MİT perspektifinin ülke içinde, dışarıyla iltisaklı hangi güç odaklarını rahatsız ettiği bir o kadar önemli ve o kadar açık görünüyor. MECLİS SORUŞTURMASI Prof. Dr. Faruk BİLİR* Akademisyen C ezai sorumluluk, bakanların veya Başbakanın görevleriyle ilgili suçlardan doğan sorumluluklarıdır. Bakanların görevleriyle ilgili olmayan suçlardan dolayı da sorumlulukları vardır. Ancak, bakanların görevleriyle ilgili olmayan suçlardan dolayı kendilerine milletvekillerine uygulanan kurallar uygulanır. Yani dokunulmazlıkları kaldırıldıktan sonra genel hükümlere göre adli mahkemelerde yargılanırlar. Meclis soruşturması, Anayasa’nın 100 ve TBMM İçtüzüğü’nün 107 vd. (107-114.) maddelerinde düzenlenmektedir. Bu maddelerde, meclis soruşturması açılması için önerge verilmesi, soruşturma komisyonunun kurulması, komisyonun yetkileri ile çalışma usul ve esaslarına ilişkin genel nitelikte kurallar yer almaktadır. Gerek Anayasa gerekse Meclis İçtüzüğü’nde, meclis soruşturması usul ve esaslarına ilişkin ayrıntılı düzenlemeler bulunma- maktadır. Uygulamada meclis soruşturmasının teknik olarak ceza yargılamasındaki soruşturma evresine tekabül ettiği kabul edilmektedir. Bu kabulden hareketle de niteliğine uygun düştüğü ölçüde, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun soruşturma evresine ilişkin hükümlerinin (CMK. md. 157 vd.) meclis soruşturmasına da uygulanabileceği kabul edilmektedir. Buradan hareketle, bakanların soruşturulmasında, Cumhuriyet Savcılığı görevini, TBMM’nin yerine getireceği kabul edilmektedir. TBMM bu görevi kuracağı “soruşturma komisyonu” ile birlikte icra etmektedir. Dolayısıyla, CMK 160 vd. maddelerinde, bir suç ihbarı üzerine, Cumhuriyet Savcılarına tanınan yetkiler, TBMM’nin bu konuda yetkilendirdiği meclis soruşturma komisyonunca kullanılacaktır. Başka bir deyişle Cumhuriyet Savcılarınca yapılması gereken işlemler, meclis soruşturma komisyonunca yapılacaktır. ŞUBAT 2015 19 Cumhuryet Savcılıklarına bakanlarla lgl br suç hbarı geldğnde bunu (varsa delleryle beraber) derhal TBMM’ye bldrmek dışında, yapableceğ başka br hususun (dell toplama, koruma tedbr uygulama gb) olmadığını kabul etmek gerekr. Eğer bu hbar, TBMM’de, br suç şlendğ zlenmn oluşturursa, verlecek br önerge le lgl bakanlar hakkında soruşturma açılması steneblr. Soruşturma önergesnn kabul edlmes üzerne kurulan soruşturma komsyonu, lgller hakkında Cumhuryet Savcısının sahp olduğu yetkler kullanarak, gerekl soruşturmayı yapar. Dolayısı ile Cumhuriyet Savcılıklarına bakanlarla ilgili bir suç ihbarı geldiğinde bunu (varsa delileriyle beraber) derhal TBMM’ye bildirmek dışında, yapabileceği başka bir hususun (delil toplama, koruma tedbiri uygulama gibi) olmadığını kabul etmek gerekir. Eğer bu ihbar, TBMM’de, bir suç işlendiği izlenimini oluşturursa, verilecek bir önerge ile ilgili bakanlar hakkında soruşturma açılması istenebilir. Soruşturma önergesinin kabul edilmesi üzerine kurulan soruşturma komisyonu, ilgililer hakkında Cumhuriyet Savcısının sahip olduğu yetkileri kullanarak, gerekli soruşturmayı yapar. Bu çerçevede, meclis soruşturma komisyonu, delillerin toplanması ve yakalama, gözaltına alma, arama, elkoyma, telekomünikasyon yoluyla iletişimin denetlenmesi, gizli soruşturma ve teknik araçlarla izleme vb. koruma tedbirlerinin uygulanmasına karar verebilir. TBMM’de yapılan oylamada Yüce Divan’a sevk kararı çıkmaz ise bu kararın, normal ceza soruşturmasında, savcılık tarafından verilen, kovuşturmaya yer olmadığı kararı yerine geçeceği söylenebilir. 1982 Anayasası, meclis soruşturması isteminde bulunabilecek kimseleri tahdidi olarak belirlemiştir ve Meclis soruşturması açılması isteminde bulunabilmesi için Meclis üye tamsayısının en az onda biri oranındaki milletvekilinin önerge vermesi şartı aranmıştır. 1924 ve 1961 Anayasalarında ise Meclis soruşturması açılmasını isteme hakkı, yargı mercilerine doğrudan doğruya verilmişti. Böylece bir yargı merci, “Meclis Soruşturması açılması isteğiyle” Meclis’e başvurabilme hakkına sahipti. 1982 Anayasasında bu usul terk edilerek, yargı mercilerinin Meclis soruşturması açılması talebi açıkça belli bir sayıdaki milletvekilinin önerge vermesine bağlanmıştır.1 Bir meclis soruşturması önergesi için daha az sayıdaki üyelerin başvuruları işleme konulmayacağı gibi, yargı mercilerinden de böyle bir istek gelemeyecektir. CMK’ya göre, hakim kararı gereken koruma tedbirleri için de soruşturma komisyonunun, tıpkı cumhuriyet savcısının yaptığı gibi hakime başvurması gerektiğini kabul etmek gerekir. CMK’ya göre, soruşturma esnasında, savcının emir ve talimatları doğrultusunda, soruşturmanın yürütülmesini sağlayan kolluk kuvvetlerinin de meclis soruşturmasında, soruşturma komisyonunun emir ve talimatları doğrultusunda delil toplama ve koruma tedbirlerini yerine getirmesi gerektiğini kabul etmek gerekir. Anayasamızda, cezai sorumluluğu gerektiren eylem ve işlemlerin neler olduğu belirtilmemiştir. Bu durumda bakanların cezai sorumluluklarının, yürürlükteki kanun hükümlerine göre karara bağlanması gerekir. Çünkü Anayasamıza göre, “Kimse işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz.” (An. md. 38/1). Ceza soruşturmasında, kovuşturmaya yer olmadığı kararını Cumhuriyet Savcısı vermektedir. Meclis soruşturmasında bu görev TBMM tarafından yerine getirildiği için TBMM’ce verilebilir. Şöyle ki meclis soruşturma komisyonu soruşturma raporunu TBMM’ye sunduktan sonra, TBMM’de hakkında soruşturma yürütülen bakanların Yüce Divan’a sevk edilip edilmemeleri konusunda bir oylama yapılır. TBMM üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyu ile bakanlar Yüce Divan’a sevk edilebilir. Eğer Anayasamızda öngörülen cezai sorumluluk, bakanların sadece görevleri sırasında işlemiş oldukları fiillerden doğan bir sorumluluktan ziyade, bu görev ile bağlantısı olan suçlardan doğan bir sorumluluktur. Yani bir bakanın, görevi sırasında fakat görevi ile bağlantılı olmayan bir suç işlemesi, durumunda, Meclis soruşturması ile ilgili bakanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi söz konusu olmayıp, ilgili bakanın dokunulmazlığının kaldırılması yoluna gidilmesi gerekir. 20 ŞUBAT 2015 Anayasamıza göre, Başbakanı ya da bakanları görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılayacak merci Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’dir (An. md. 148/3). Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin bu yargılamayı yapabilmesi için Başbakan ya da bir bakan hakkında Meclis soruşturması açılması ve bu soruşturma sonucunda Başbakan ya da bakan hakkında Yüce Divan’a sevk kararının alınmış olması gerekir. Anayasamıza göre, Yüce Divana sevk kararı TBMM tarafından alınmaktadır (An. md. 100/3). Yani, yapılan soruşturma sonucunda Bakanlar Kurulu üyelerinin yargılanıp yargılanmayacaklarına, Anayasamıza göre TBMM karar vermektedir. 1982 Anayasasına göre, Başbakan ve bakanlar hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının en az onda birinin vereceği önerge ile soruşturma açılması istenebilir. Meclis, bu istemi en geç bir ay içinde görüşür ve karara bağlar (An.md. 100/1). Soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde, Meclisteki siyasi partilerin güçleri oranında komisyona verebilecekleri üye sayısının üç katı olarak gösterecekleri adaylar arasından her parti için ayrı ayrı ad çekmek suretiyle kurulacak onbeş kişilik bir komisyon tarafından soruşturma yapılır. Komisyon, soruşturma sonucunu belirten raporunu iki ay içinde meclise sunar. Soruşturma bu süre içinde bitirilemezse, komisyona iki aylık kesin bir süre verilir (An. md. 100/2). Meclis, raporu öncelikle görüşür ve gerekli gördüğü takdirde ilgilinin Yüce Divan’a sevkine, üye tam sayısının salt çoğunluğu ile karar verir (An. md. 100/3). Meclisteki siyasi parti gruplarında, Meclis soruşturması ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz (An. md. 100/4). Bu konuda nihai karar verme yetkisi Meclis Genel Kurulu’nundur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Yüce Divan’a sevk kararı, son soruşturmanın açılması kararı niteliğindedir. Yani, TBMM vermiş olduğu bu kararla, o bakan veya Başbakan hakkında kamu davası açmaktadır.2 Çünkü bir ceza mahkemesi olan Yüce Divan, Anayasa ve kuruluş kanununda hüküm bulunmayan hallerde CMK’nu uygulayacaktır. Aynı zamanda uyuşmazlıkların Yüce Divan’a intikalinde de CMK’da öngörülen usule uyulacaktır. Bu durumda, önce söz konusu kanuna göre bir hazırlık soruşturması yapılacak; dosya tekemmül ettirildikten sonra kamu davası açılacak ve bu suretle iş, Yüce Divan’a intikal etmiş olacaktır.3 Yukarıda belirttiğimiz gibi Yüce Divan’a sevk etmeme kararı, kovuşturmaya yer olmadığı kararı niteliğindedir. Dipnotlar 1 TÜLEN, Hikmet, Türk Anayasa Hukukunda Bakanların Cezai Sorumluluğu ve Meclis Soruşturması, 1999, Konya, s. 89 2 ÖZTÜRK, Bahri, Ceza Muhakemesi Hukukunda Koğuşturma Mecburiyeti (Hazırlık Soruşturması), Ankara 1991, s. 135. 3 ÖZTÜRK, Bahri, Bir Ceza Muhakemesi Olarak Anayasa Mahkemesi “Yüce Divan”, Anayasa. * Selçuk Üniversitesi, Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir. Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve insan hakları alanlarında çalışmalar yapmaktadır. Meclis Genel Kurulu, hakkında Meclis soruşturması açılan bakanı veya Başbakanı, Yüce Divan’a sevk edip etmeme konusunda soruşturma komisyonunun hazırladığı rapor ile bağlı değildir. ŞUBAT 2015 21 DIŞ POLİTİKA PARİS SALDIRISI: AVRUPA KENDİSİYLE YÜZLEŞEBİLECEK Mİ? Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı O rta Doğu’nun ve Türkiye’nin uzun süredir mücadele ettiği şiddet, bu kez Avrupa’nın sembol şehri Paris’i vurdu. Saldırı bir karikatür dergisine yönelik olsa da, aslında uzun süredir kendi içinde pek çok sorun yaşayan Avrupa kıtası, saldırı ile birlikte artan toplumsal kutuplaşma tehlikesini iliklerine kadar hissetti. Gerçekten de terör saldırısı zamanlama, seçilen mekan ve sembolik hedefler bakımından muhataplarına mesajı tam olarak verecek şekilde profesyonelce planlanmış gibi görünüyor. Fransa’nın başkenti Paris’te 7 Ocak’ta mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıda derginin önde gelen tüm yetkilileri dahil 12 kişi öldürüldü. Benzer şekilde henüz şüphelilerin yeri tespit edilmemişken bu kez de farklı bir olayda bir polis memurunun öldürüldüğü ve saldırganın Yahudi mahallesindeki bir Kosher (Yahudi şeriatına göre helal gıda) marketine giderek çalışanları rehin aldığı haberi geldi. Beklenildiği üzere neredeyse canlı yayınlanan polis operasyonunda tüm şüpheliler ölü olarak ele geçirildi. Kosher marketine saldıran teröristin kız arkadaşının ise birkaç gün önce Fransız istihbaratının takibindeyken Türkiye üzerinden Suriye’ye geçtiği anlaşıldı. Terör saldırısını araştıran bir Fransız baş komiserin ise olaydan bir gün sonra intihar ettiği açıklandı. Geride iz sürülecek bir ipucu kalmadığı gibi olayın gizeminin çözülmesi de muhtemelen asla mümkün olamayacak. Medya ve siyasiler, faillerinin ve mağdurlarının Avrupalı olduğu bir olayı kendi siyasi amaçları doğrultusunda istedikleri gibi kullanabilecekler. Saldırılara yönelik olarak Fransız kamuoyunun ve aslında tüm dünyanın tepkisi olağanüstü güçlüydü. 11 Ocak’ta kırkı aşkın ülkeden devlet ve hükümet başkanı veya en az bakan düzeyindeki katılımla Paris’te teröre karşı uluslararası birlik gösterisi düzenlendi. Yaklaşık 1.5 milyon Fransız’ın da katıldığı dayanışma ve protesto gösterileri, Türkiye dahil olmak üzere tüm dünya genelinde TV kanalları aracılığıyla uzunca bir süre canlı olarak yayınlandı. Böylece ilk kez Hıristiyan, Müslüman ve Yahudiler birlikte terörü lanetlediler. Paris’teki terör olayları sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransa devlet başkanı Fransuva Hollande’i arayarak taziye ve başsağlığı mesajı dilerken; Başbakan Ahmet Davutoğlu devlet adamlarıyla birlikte Paris’in Cumhuriyet meydanındaki terör karşıtı toplantıya bizzat katılarak, Fransız halkıyla Türkiye’nin dayanışmasını gösterdi. Başbakan yaptığı açıklamada da “terörün dini, milleti, etnik kökeni olmaz. Terör kim tarafından yapılırsa yapılsın terördür” mesajını verdi ve Avrupalı siyasileri de Batılı ülkelerdeki Müslüman halklara karşı İslamofobik ve ırkçı saldırılara karşı uyardı. Almanya’ya da geçerek resmi temaslarda bulunan ve Türklere de hitap eden Davutoğlu’nun ziyaretinden bir gün sonra gerçekleştirilen PEGİDA ve ırkçılık karşıtı gösterilere Almanya Cumhurbaşkanı Gauck ve Başbakan Merkel’in Müslümanlarla birlikte yürümesi ise oldukça dikkat çekiciydi. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupalılar izledikleri yanlış dış politikalarının ve kendi toplumlarında yükselen ırkçılık ve İslamofobi dalgasının yarattığı siyasi atmosferden beslenerek gelişen bugünkü terör tehlikesinin farkına varmış görünüyorlar. Bugün Fransa’daki teröristlere de ilham kaynağı olan Irak’taki IŞİD; Nijerya’daki Boko Haram; Somali’deki El-Şebab ve Yemen’deki El Kaide alt-branşı bu gergin atmosferin yarattığı klonlanmış ve bazen de mutasyona uğrayarak daha sert hale gelmiş şiddet yanlısı grupları yaratmıştır. 24 ŞUBAT 2015 ŞUBAT 2015 25 kendi hükümetlerini sorguluyorlar. Ancak Başkan Obama’nın tüm iyi niyetli girişimlerine rağmen ABD sözde terörle savaş adına 1990’larda yakaladığı dünya tarihi açısından istisnai gücünü ve küresel hakimiyetini geçen on yılda kaybetti. Savaşların yarattığı ekonomik, siyasi ve sosyal krizler bugün derinleşerek devam ediyor. Bu anlamda 11 Eylül analojisi Fransa ve tüm Avrupa için oldukça yanıltıcıdır. Avrupalılar kıtanın tarihinden kaynaklanan tarihsel tecrübelerinin yarattığı stratejik aklı kullanarak medyanın sansasyonel haberciliğine ve miyopik yorumlarına teslim olmamalıdırlar. 11 Eylül’de ABD’nin finans kapital sisteminin sembolik merkezi olan Twin Towers binaları hedef alınırken, Paris’te daha çok siyasi anlamda, fikri olarak Batı dünyasının çok duyarlı olduğu bir konu olan “ifade özgürlüğünü” sembolize eden bir hiciv dergisi hedef alınmıştır. Avrupa’da Artan Kutuplaşmanın Nedenleri Fransa saldırısı ile somutlaşan Avrupa’da cihadi selefi tehdidinin pek çok nedeni bulunmaktadır. Bunlar; küresel sistemde artan Doğu-Batı ve Kuzey-Güney gerginliği, Avrupa’nın içinden geçtiği sosyo-ekonomik ve siyasi krizler ve nihayet Orta Doğu’daki Arap Baharı sürecinin yarattığı siyasi komplikasyonlar olarak sıralanabilir. Küresel Kutuplaşma Avrupa’nın 11 Eylül’ü Mü? Paris’teki terör olayları özellikle Batı medyasında aceleci bir şekilde “Avrupa’nın 11 Eylül’ü” olarak nitelendirildi. Gerçekten öyle mi? Aslında olan olaylar kadar o olaylara verilen tepkiler ve nasıl bir siyasi çerçeveye (framing) oturtulacağı da önemlidir. Dolayısıyla Paris olayları ile 11 Eylül’ün belki de olgusal ve siyasi olarak ciddi bir karşılaştırılması da yapılmalıdır. Öncelikle olgusal olarak bakıldığında, 11 Eylül olayları dışarıdan gelen başka ülkelerin vatandaşlarınca yapılırken, Fransa’daki saldırı bizzat Fransız vatandaşları tarafından gerçekleştirilmiştir. Eylemciler içeride yetişmiş (homegrown) kişilerdir. İkincisi, terörde ölenlerin sayısal büyüklüğü bakımından da farklılıklar vardır. Paris’teki saldırıda 12 kişi ölürken, ABD’deki olayda 3000 kişinin öldüğü söylenmektedir. Seçilen hedefler bakımından da farklılıklar vardır. 11 Eylül’de ABD’nin finans kapital sisteminin sembolik merkezi olan Twin Towers binaları hedef alınırken, Paris’te daha çok siyasi anlamda, fikri olarak Batı dünyasının çok duyarlı olduğu bir konu olan “ifade özgürlüğünü” sembolize eden bir hiciv dergisi hedef alınmıştır. 26 ŞUBAT 2015 Fransa’nın (ve bu arada Avrupa’nın) Paris’teki saldırıyı nasıl okuyacağı bundan sonra izlenecek politikaların ve alınacak siyasi, hukuki, adli ve polisiye tedbirlerin temellerini belirleyecektir. Bu nedenle özellikle Paris’teki resmi yetkililerin terörü medyanın yansıttığı gibi basite kaçarak yalnızca 11 Eylül’ün Avrupa’da nüksetmesi olarak okuyarak “Fransa Terörle Savaşta” psikolojisine girmeleri Paris’i yanlış politikalara sevk edecektir. Aynen zamanın ABD Başkanı Bush’u esir alan bir grup neo-con elitin ABD’yi panikleterek Afganistan ve Irak’a savaş açmaya yönlendirmesinin sonuçlarını bugün başta ABD olmak üzere herkesin ödediği gibi. Bu anlamsız savaş politikaları nedeniyle, İslam ülkelerinde son on yılda milyonlarca kişi öldü. Müslüman ülkelerde oluşan tepki hareketleri Afganistan’daki El Kaide’yi İslam dünyasının her yerinde yaygınlaştırdı. Bugün Fransa’daki teröristlere de ilham kaynağı olan Irak’taki IŞİD; Nijerya’daki Boko Haram; Somali’deki El-Şebab ve Yemen’deki El Kaide alt-branşı bu gergin atmosferin yarattığı klonlanmış ve bazen de mutasyona uğrayarak daha sert hale gelmiş şiddet yanlısı grupları yaratmıştır. Bugünlerde sağduyu sahibi pek çok Amerikalı biz neden 13 yıldır bitmeyen bir savaşın içindeyiz diye Soğuk savaş sonrası dönemde ABD öncülüğünde kristalize olan Batı hegemonyası son yıllarda ciddi bir çözülme yaşamaktadır. Ancak bu dönemde İslam dünyası üzerindeki Batı’nın güce dayalı müdahaleleri azalmamış, tersine artmıştır. Bitmeyen İsrail Filistin çatışmalarında Batı’nın her zaman İsrail’i desteklemesi; 11 Eylül sonrasında ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri; Pakistan, Yemen, Mali, Libya, Somali ve Nijerya’da artan insansız hava araçları bombalamaları gibi süregiden çatışmalar, normal olarak ülke içinde kalması gereken çatışmaları küresel boyuta taşımaktadır. Kökeninde enerji jeopolitiği, siyasi iktidar ve güç mücadelesi bulunan gerginlikler ne yazık ki dini hüviyete bürünmektedir. Denilebilir ki, Sovyetlerin çöküşü sonrasında ABD ve Batı hegemonyasının kontrol ve denetleme anlamında yoğunlaştığı alan İslam coğrafyası oldu. Belki de tam da bu nedenle İslam, son yirmi yılda Batı hegemonyasına karşı küresel muhalefetin siyasi dili ve sembolü haline gelmiştir. 11 Eylül Olayları ABD’de 2001’de meydana gelen ve El Kaide’nin yaptığına inanılan ikiz kule saldırıları aynı kültür ve medeniyet geleneğinin parçası olan Avrupalıları da derinden sarstı. Ünlü Fransız gazetesi Le Figaro “Bugün Hepimiz Amerikalıyız” diye başlık atarken, bu olay sonrasında aslında ABD ve pek çok Avrupalı ülkenin gözünde tüm Müslümanlar üstü örtülü bir şekilde “El-Kaide destekçisi Arap” olarak görülmeye başlandı. Medyanın her gün küresel terörle mücadele adına savaş kışkırtıcılığı yaptığı bir ortamda ne yazık ki Avrupa, içindeki Müslüman azınlıklarla diyaloga geçerek başta eğitim olmak üzere onların sosyo-ekonomik sorunlarının çözülerek topluma entegrasyonlarını teşvik etmek yerine, kendilerini terörist olmadıklarını ispat etmeye çağırdı. Ev sahibi halk ile göçmen Müslüman azınlıklar arasındaki güven duygusu sarsıldı, siyasi atmosfer zehirlendi. Özellikle üçüncü ve dördüncü nesil göçmenlerin marjinalleşme ve radikalleşme süreçleri hızlandı. Etno-Kültürel Karşılaşmaların Yarattığı Kimlik Tartışmaları Avrupa ülkelerindeki göçmen sayıları arttıkça İslam’ın ve diğer farklı kültürlerin kentsel mekanlarda karşılaşmaları yoğunlaştı. Şehir mimarisinde ve sokaklarında İslam kültürünü hatırlatan camiler, kebapçı salonları, helal gıda dükkanları, başörtülü kadınlar ve sakallı erkekler görünür olmaya başladı. Bu karşılaşma sosyologların deyimiyle “contact racism”, yani mekansal karşılaşmanın ürettiği ırkçılığı besledi. Minare, sünnetin yasaklanması, helal gıda, ŞUBAT 2015 27 Arap Baharı Süreci ve İslam Dünyasının Artan Kimlik ve Güvenlik Sorunları hicap (başörtüsü) ve benzeri tartışmalar bu kültürel karşılaşmanın siyasi ürünü olarak görülmelidir. Üstelik Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi yazarların Avrupa’nın yaşlanan nüfusu ve artan göçler nedeniyle giderek Arap ve Müslüman etkisine gireceğini ve 21. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın artık stratejik olarak Batı dünyasının bir aktörü olmaktan çıkacağına ilişkin derin analizleri(!); Almanya’daki Sarrazin’in yazdığı kışkırtıcı kitap; Fransa’da Sarkozy’nin iş başına gelir gelmez kurduğu “ulusal kimlik” bakanlığı gibi gelişmeler Batı toplumlarındaki İslamofobik kamuoyunun yükselişine önemli katkılar sağladı. Bu anlamada İslamofobi ve neo-nazi grupların yükselişi kültürel karşılaşma sürecinin bir parçası olduğu kadar, Avrupa’daki bazı entelektüellerin ve siyasilerin kurguladığı bir projenin doğal sonucu olarak da görülebilir. Avrupa’daki Sosyo-Ekonomik Krizin Etkileri 2008’de Batılı ülkelerde başlayan mali kriz giderek derinleşti ve sosyo-ekonomik bir krize dönüştü. Avrupa ülkeleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sosyal refah devletinin yükünü taşıyamaz hale 28 ŞUBAT 2015 geldiler. Çözümü geciken yapısal sorunların ürettiği işsizlik, güvensizlik ve belirsizlik halkın kendi politikacılarına, demokratik kurumlarına ve dahası bir bütün olarak AB projesine yönelik güvenini sarstı, tepkilerini artırdı. Merkez sağ ve merkez sol partiler yerine radikal çözümler öneren popülist ve ırkçı aşırı sağın söylemleri daha çekici hale geldi. Daha da kötüsü, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana üstü örtülen ırkçı söylemler siyasi arenada ve medyada normal görülmeye başlandı. Hanna Arendt’in “kötülüğün sıradanlaşması” sözüne bir nazire olarak denilebilir ki, son yıllarda Batı’daki krizler ırkçılığı ve İslamofobik söylemleri “sıradanlaştırdı”. Sonuçta 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde olduğu gibi aşırı sağ partiler pek çok ülkede seçmenler için birinci tercih konumuna yükseldi. Almanya’daki PEGIDA hareketi gibi açıkça İslam karşıtı ve ırkçı bir grup sokaklarda binlerce kişinin katılımıyla meydan mitingleri düzenleyecek hale geldi. Avrupa ülkelerinde Müslümanların camilerine ve kültürel mekanlarına yönelik fiziki saldırılar (cami yakmaları) artmaya başladı. Şüphesiz Avrupa’daki hem ırkçıların tepkisini besleyen hem de Müslüman azınlıklar içindeki marjinal radikallerin sayısını artıran en önemli gelişmelerin başında Arap Baharı sürecinde yaşanan sorunlar geliyor. Özellikle Suriye’deki iç çatışmalar uzayıp, El Kaide, IŞİD vb. örgütlerin etkisi ve görünürlüğü arttıkça İslam adına cihat yapmak için bu ülkeye gidip gelen Batılı Müslüman savaşçıların sayısında ciddi artışlar gözlendi. Yaşadığı Batı toplumlarına entegre olamayan, macera arayan veya cihatçı propagandayı çekici bulan bazı Müslümanların Suriye ve Irak’a giderek IŞİD gibi yapılara katıldığı raporlarda sıkça belirtilmektedir. Özellikle Fransa gibi daha çok Mağrip kökenli Arap azınlığın yaşadığı bazı ülkelerdeki siyasi selefizmin ciddi bir sosyal tabana sahip olduğu söylenmektedir. Mısır’da seçimle işbaşına gelen Mursi gibi siyasi liderlerin darbe ile işbaşından uzaklaştırılması ve buna Batılı ülkelerin de destek vermesinin, Avrupalı Müslüman azınlıklarda ciddi bir tepki yarattığı bilinmektedir. Diğer yandan, IŞİD’in Suriye’de Batılı gazetecileri rehin alması ve bunların ilkel yöntemlerle sözde İslam devleti adına infaz edilmeleri ve bunların görüntülerinin medyaya servis edilmesi de Batılı ülkelerdeki ırkçıların korkularını ve düşmanlıklarını besleyen bir etki yaratmaktadır. Bu anlamda Paris saldırılarının yeni bir 11 Eylül olarak lanse edilmesi boşuna değildir ve tüm Avrupa, Orta Doğu’daki ateşin kendi toplumlarına taşınmasından ciddi şekilde endişe etmektedir. Fransa’da yapılan teröre karşı dayanışma gösterilerine 1,5 milyon kişinin ve 40’ı aşkın devlet adamının katılmasının arkasında büyüyen bu ortak endişeler yatmaktadır. Avrupa Terörün Sosyo-Ekonomik ve Politik Köklerine İnmelidir Hiç şüphe yok ki, Fransa devleti kendi içinde son olaylarla ilgili ciddi bir değerlendirme yapacaktır. Ancak Cahrlie Hebdo dergisine yönelik saldırıyı yapanların amaçlarının nasıl okunduğu ve anlaşıldığı geliştirilecek stratejiyi belirlemesi bakımından önem arz edecektir. Saldırı şu ana kadar medyanın yorumladığı şekilde yalnızca Batı medeniyetine karşı İslamcı radikallerin saldırısı olarak okunursa Fran- Avrupa ülkeleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sosyal refah devletinin yükünü taşıyamaz hale geldiler. Çözümü geciken yapısal sorunların ürettiği işsizlik, güvensizlik ve belirsizlik halkın kendi politikacılarına, demokratik kurumlarına ve dahası bir bütün olarak AB projesine yönelik güvenini sarstı, tepkilerini artırdı. sa’daki Müslüman azınlığa karşı baskıların artması ve güvenlikçi tedbirlere ağırlık veren politikaların ön plana çıkması kaçınılmaz görünüyor. Oysa ABD’nin Bush döneminde uyguladığı paranoyak güvenlik politikaları ve askeri yöntemlerin bugün başta Irak ve Afganistan olmak üzere İslam dünyası ile Batı dünyası arasındaki ilişkileri nasıl gerdiğini hep beraber görüyoruz. Terörle mücadele adına geliştirilen ve aşırı şiddete dayalı politikalar ne yazık ki ElKaide’nin farklı coğrafyalara ve bu arada Avrupa’nın içindeki Müslüman azınlıklara metastaz yaptırmaktan başka sonuç üretmiyor. Özgürlük ve demokrasinin beşiği olan Fransa gibi ülkelerin yapması gereken şey, esasen terör örgütlerinin asıl amacı olan eylemler vasıtasıyla Batı kamuoyunu İslamofobia; İslam halklarını da Batı karşıtlığı parantezine alarak kutuplaşmış ve radikalleşmiş (dual-radikalleşme) bir dünya oluşturulmasından uzak tutmak olmalıdır. Bu olayı düzenleyenin elinden siyasi silahı almak için başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa, terörün mantığını sarsıcı asimetrik siyasi hamlelere yönelmelidirler. Bu bağlamda Batılı siyasi aktörler toplumlarını dual-radikalleşme tuzağından kurtarmak adına bu eylemleri yapanları şaşırtacak şekilde özgürlük ve demokrasinin alanını genişletme politikası izleyerek Müslüman azınlıkların gönüllü toplumsal ve siyasi entegrasyonlarını güçlendiren açılım politikalarına öncelik vermelidirler. Özellikle merkez sağ partiler siyasi rekabet orta- ŞUBAT 2015 29 DIŞ POLİTİKA Her ilahi din gibi İslam kendi müminlerine güzel ahlakı ve iyi insan olmayı emreder. Sorun İslam’ın teolojisinde değildir. Sorunun kökeni Müslüman toplumların yaşadığı ülkelerdeki sosyo-ekonomik krizler ve siyasi istikrarsızlıklarda aranmalıdır. mında aşırı sağın argümanlarıyla ırkçılık gündemine teslim olmak yerine, özgürlük ve demokrasi ilkelerine vurgu yaparak aşırı sağın Avrupa toplumlarında meşrulaştırılmasını değil tersine marjinalleştirilmesini sağlayan süreci başlatmalıdırlar. Çözüm İçin Ortak Strateji Avrupa şunu da anlamalıdır ki; terör konusunda ciddi bir ortak tanıma ve ortak bir mücadele stratejisine ihtiyaç vardır. Bu bağlamda İsrail’in yaptığı devlet terörü de dahil olmak üzere, motivasyon kaynağı ne olursa olsun sivillere karşı yapılan her türlü saldırı terör eylemi olarak tanımlanmalı ve bunlarla kararlı bir şekilde mücadele edilmelidir. Eğer bugün Paris’teki eylem karşısında bir araya gelen dünya liderleri politik adımlar atarak uygulamada da birlik ve dayanışmayı sürdüremezlerse, uçurum hiç olmadığı kadar derinleşir ve şiddetin dozu ve etkisi giderek artar. Üçüncü dünya savaşı belki nükleer silahlarla yapılmaz ama terör her devletin (veya grubun) diğerine karşı kullanabileceği en yaygın operasyon ve savaş aracına dönüşebilir. Eğer gelişmeleri doğru okuyorsak, Fransa saldırısı muhtemelen bir ilk siyasi operasyon ve belki de ilk uyarı fişeğidir. Bundan sonrasını Avrupa’nın siyasi refleksleri belirleyecektir. Avrupa’nın böyle bir terör sürecine girmesi demek, yeni bir küresel anar- 30 ŞUBAT 2015 şi çağının kapılarını açacaktır. Tam da bu nedenle dünyada bugün her zamankinden daha çok muhasebeye, aklıselime ve siyasi basirete ihtiyacı vardır. Son olarak, İslam yeryüzünde 1.6 milyar insanın inandığı bir dindir. Her ilahi din gibi İslam kendi müminlerine güzel ahlakı ve iyi insan olmayı emreder. Sorun İslam’ın teolojisinde değildir. Sorunun kökeni Müslüman toplumların yaşadığı ülkelerdeki sosyo-ekonomik krizler ve siyasi istikrarsızlıklarda aranmalıdır. Ne yazık ki, İslam dünyasının normalleşmesinin önündeki engeller ise Batı’nın sömürge döneminden beri uyguladığı güce dayalı ayrımcı politikalardır. Daha adil ve kapsayıcı bir dünya düzeni kurulmadan kutuplaşmaların bitmesi kolay olmayacaktır. Dolayısıyla terör tehdidine karşı mücadele stratejisi Batı’nın kendi tarihi ve uyguladıkları mevcut politikalarıyla yüzleşmeyi de içermelidir. Bu çerçevede, Türkiye’nin AB üyeliği konusu da dahil olmak üzere, Batı’nın kendisini sorgulama ve dış politikasını da ciddi bir şekilde revize etmeye ihtiyacı olduğu açıktır. CHARLIE HEBDO’NUN ARDINDAN Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı 7-9 Ocak tarihleri arasında Paris’te son derece üzücü ve talihsiz terör eylemleri yaşandı. Şerif ve Said Kuaşi kardeşler tarafından Charlie Hebdo dergisine düzenlenen saldırıda aralarında baş editör Stéphane Charbonier, Jean Cabu, Georges Wolinski, Bernard Tignous gibi çizerlerin de bulunduğu toplam 12 kişi hayatını kaybetti. Fransa bu olayın şokunu yaşarken ve Kuaşi kardeşlerin yakalanmasını beklerken 8 Ocak’ta Amed Coulibaly, Paris banliyölerinden biri olan Montrouge’da belediye zabıtası Clarissa Jean-Philippe’i vurarak öldürdü. 9 Ocak’ta ise Amed Coulibaly, Porte de Vincennes’da Yahudi marketi Hypercacher’e düzenlediği saldırıda dört kişiyi öldürdü ve polisin düzenlediği operasyonda kendisi de öldürüldü. Kuaşi kardeşlerin saldırısı El-Kaide’nin Yemen kolu tarafından üstlenildi. Coulibaly’nin ise Kuaşi kardeş- lere destek olmak amacıyla saldırıyı düzenlediği ve IŞİD ile bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Bu saldırılar Fransa’nın önde gelen gazetelerinden Le Monde başta olmak üzere pek çok yayın organı ve çevre tarafından “Fransa’nın 11 Eylül’ü” olarak tanımlandı. Bu saldırıların ardından yaşanan şok geçtikten sonra kamusal alanda tartışılmayı bekleyen pek çok soru bulunuyor. Bu soruların başında Fransa’nın, 11 Eylül’üne vereceği cevap, ifade özgürlüğü, yalnızca Müslümanların değil; Avrupa’daki tüm ötekilerin içerilmesi geliyor. Yaşanan olayların ardından Avrupalı liderler son derece soğukkanlı ve toplumun tüm kesimlerini içermeyi hedefleyen mesajlar verdiler. Saldırıların terör eylemi olduğunu ve İslam diniyle ilgili olmadığını tekrarladılar. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande saldırganları “Müslüman” olarak değil; “Fransız ŞUBAT 2015 31 11 Ocak’tak Pars yürüyüşünde de görüldüğü üzere hem devletler hem toplumlar açısından Avrupa, ABD’den farklı br yaklaşım benmseyeceğn gösterd. ABD, 11 Eylül saldırılarının ardından Müslüman coğrafyalarda savaşa grşmşt. Avrupa se savaşmak yerne sosyal ve syas çözümler gündeme getrmeye hazırlanıyor. Bu süreç, Avrupa’da Müslümanları da çersne dahl eden yen br sstemn ortaya çıkması açısından önem taşıyor. Müslümanlar ve İslam tarhsel olarak Avrupa’nın br parçası olduklarına ve günümüzde Avrupa’dak pek çok ‘ötek’den br halne geldklerne göre Avrupa’nın brlkte yaşama kodlarını yenden gözden geçrmes kaçınılmaz hale gelyor. vatandaşı” olarak nitelendirdi. Almanya Şansölyesi Angela Merkel ise İslam’ın, Almanya’nın bir değeri olduğunu vurguladı. Ayrıca Merkel, Almanya’daki Müslümanların protesto eylemlerine katılarak dayanışmanın sağlamlaştırılmasının önemini dile getirdi. Zira 11 Eylül’den farklı olarak bu sefer saldırıları düzenleyenler “dışarıdan” gelenler değil. Bu nedenle tepkinin dışarıdakilere yöneltilmesi de mümkün değil. Sorunu ve sorunun çözümünü Avrupa alanı içerisinde düşünmek en sağlıklı yol olarak ortaya çıkıyor. 11 Ocak’taki Paris yürüyüşünde de görüldüğü üzere hem devletler hem toplumlar açısından Avrupa, ABD’den farklı bir yaklaşım benimseyeceğini gösterdi. ABD, 11 Eylül saldırılarının ardından Müslüman coğrafyalarda savaşa girişmişti. Avrupa ise savaşmak yerine sosyal ve siyasi çözümleri gündeme getirmeye hazırlanıyor. Bu süreç, Avrupa’da Müslümanları da içerisine dahil eden yeni bir sistemin ortaya çıkması açısından önem taşıyor. Müslümanlar ve İslam tarihsel olarak Avrupa’nın bir parçası olduklarına ve günümüzde Avrupa’daki pek çok ‘öteki’den biri haline geldiklerine göre Avrupa’nın birlikte yaşama kodlarını yeniden gözden geçirmesi kaçınılmaz hale geliyor. Fransız Başbakan Manuel Valls’ın dile getirdiği gibi “Coğrafi, sosyal ve etnik ayrımcılık bulunuyor. … Bu, iyi bir 32 ŞUBAT 2015 soyadı taşımamaktan, doğru ten rengine sahip olmamaktan veya kadın olmaktan kaynaklanabiliyor.” Bu itibarla Avrupa’daki farklı toplulukların kamusal alandaki tartışmaya katılmaları ve toplumsal iletişimin güçlenmesi, yeni bir anlayışın gelişmesinde azımsanmayacak önem taşıyor. F. Hollande’ın 11 Ocak yürüyüşü için ifade ettiği “Biz kimseyi davet etmedik. Hepimiz orada buluştuk.” sözünü, takip eden süreç için geçerli kılmak anlamlı olabilir. Zira Fransa’nın bir arada yaşamaya davet ettiği Fransızlardan ziyade kendi iradeleri doğrultusunda buluşmayı kabul eden sade vatandaşların sivil katkıları önem kazanıyor. Avrupa’da bu sürecin ilerlemesinin önünde son derece ciddi tehlikeler ve engeller de bulunduğu belirtilmeli. 7-9 Ocak saldırılarının ardından Müslümanlar üzerinde oluşan baskıya ek olarak Avrupa’nın her yerinde güvenlik önlemlerinin en üst düzeye çıkarılması, bazı Avrupa ülkelerinde askerin sokağa inmesi, her yere sürekli operasyon düzenlenmesi Avrupa çapındaki içermeci tartışmayı zorlaştırabilir. Buna rağmen sağduyunun öne çıkmasıyla terör/şiddet eylemleri ile sivil girişimlerin birbirinden ayrılması sağlanabilir. Avrupa’da tartışılmaya başlanan bir başka konu ifade özgürlüğü olarak dikkat çekiyor. Kutsal değerlerin ne ölçüde eleştirilebileceği bu tartışmanın ana eksenini oluşturuyor. Bu saldırıların ardından ifade özgürlüğü tartışmalarının Charlie Hebdo üzerinden yürütüldüğü görülüyor. Bunun sağlıklı bir tartışma alanına karşılık gelmediği söylenebilir. Charlie Hebdo 1960’lı yıllardan beri yayın yapan bir siyasi hiciv dergisi. 68 kuşağını ve bu kuşağı temsil eden değerleri ön plana çıkarıyor. Dergi, anarşist yönelimli ve ateist yaklaşımı benimsiyor. Toplumsal, dini, siyasi tabuları yıkma anlayışıyla yayın yapıyor. Zaman zaman Yahudi düşmanlığını eleştiriyor, zaman zaman Papa’ya dil çıkarıyor, zaman zaman aşırılıkçı Jean-Marie Le Pen’i kızdırıyor, zaman zaman Boko Haram’ın esir aldığı kadınları kapağına taşıyor. Geçmişte derginin Fransız yasalarıyla da sorun yaşadığını eklemek gerek. Geniş ana akım kitlelerden ziyade daha dar bir çevreye hitap eden bu dergi, saldırılarla birlikte Fransa’daki ifade özgürlüğünün temsili açısından sembolik bir anlam kazandı. Saldırının ardından hiç Charlie Hebdo okumayan ve hatta dergiye her zaman mesafeli duran kişiler ve kesimler dahi temel meselenin ifade özgürlüğü olduğundan yola çıkarak “Je Suis Charlie - Ben Charlie’yim” dediler. Buradaki amaç başkasının acısına, değerlerine ve inançlarına sahip çıkabilmeyle doğrudan ilgili görünüyor. Zira Fransa’daki aşırılıkçı partinin eski lideri Jean-Marie Le Pen “Je ne Suis Pas Charlie – Ben Charlie değilim” diyerek bu geniş halk kesimleriyle aynı duyguyu ve düşünceyi paylaşmadığını ortaya koydu. Bu noktada aşırılıkçılar için en zor olan, ‘öteki’ ile anlaşmak olarak ortaya çıkıyor. ‘Öteki’ ile anlaşamayınca da ‘öteki’ni kovmak, ‘öteki’ni hor görmek, ‘öteki’ni öldürmek veya ‘öteki’nin haklarını gasp etmek meşru hale geliyor ve bu söylem siyasi zemin kazanıyor. Avrupa’da ayrımcılığın ve dışlayıcılığın artması bir tespit olarak geçerliliğini korurken Avrupa’da çoğunluğun fikirlerini ana akım yaklaşımların temsil etmesi rahatlatıcı bir unsura karşılık geliyor. ‘Ben ve benim gibiler’ ile aynı dili konuşmak, aynı duyguları ve düşünceleri paylaşmak görece kolay ve samimi iken ‘öteki’ ile adalet ve meşruiyet üzerinde anlaşmak zor ve hatta bazen imkansız olabiliyor. Ancak siyaset kurumu tam da bunun için ortaya çıkmış bir araca işaret ediyor. Siyaset, kendinden olanla anlaşmanın ve uzlaşmanın kodlarından ziyade ötekiyle ortak zeminde buluşmanın yolunu ve sürecini oluşturuyor. Bu açıdan Türkiye’nin de içerisine dahil olduğu Avrupa kamusal alanı tartışmaları son derece büyük önem taşıyor. çılığın güçlenmesine katkıda bulunacak ve böylelikle birlikte yaşama zeminini zayıflatacaktır. Batı sistemi içerisinde yetişen fakat yoksul, dışlanmış, sosyal olarak kıyıda köşede kalmış kesimler ve özellikle genç Müslümanlar, kendilerini küreselleşme sürecinin kurbanı olarak görmekten öteye geçmelerini takiben bulundukları toplumla ilişkilerini çatışmacı bir anlayışla şiddet üzerinden tanımlıyorlar. ‘Kurban’dan ‘kazanan’a dönüşmek için bulunan terör çözümlerinin uzun vadeli bir fayda sağlamayacağı açık. Avrupalı Müslümanların teröre başvurmamaları için gayret sarf edilirken Avrupa dışındaki Müslümanlarla da şiddet ve savaş üzerinden bir yaklaşım benimsenmemesi önem taşıyor. Afganistan, Irak, Yemen, Suriye gibi coğrafyalardaki askeri tasarrufların yeniden gözden geçirilmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Zira Finlandiya’daki Rus azınlığın Rusya’ya baktığı, Irak’taki Türkmenlerin Türkiye’ye baktığı, Kürtlerin Kobani’ye baktığı gibi Müslümanlar da Müslüman coğrafyalara bakıyorlar. Charlie Hebdo son sayısında yayınladığı karikatürlerle eleştiri konusu olmaya devam ediyor. Saldırıların üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra bu eleştirilerin daha yüksek bir tonda dile getirileceği öngörülebilir. Bununla birlikte ifade özgürlüğünü Charlie Hebdo üzerinden tartışmak ve bu çerçeveyi esas almak sorunlu bir yaklaşıma karşılık geliyor. Zira Charlie Hebdo Fransa’daki ve Avrupa’daki çoğunlukları ve onların fikirlerini doğrudan temsil etmiyor. Bu anlamda Charlie Hebdo özelinin ötesinde uluslararası hukuk açısından bir toplumda azınlıkta kalan grupların, düşüncelerin, yayınların var olma haklarının ana akımda yer alan çoğunluk tarafından güvence altına alınması önem taşır. Bu noktada Charlie Hebdo’nun yayınlarının sorgulanması meşru bir tartışmaya karşılık gelirken Charlie Hebdo’nun varlığının sorgulanması daraltıcı ve kuşatıcı bir yaklaşıma işaret ediyor. Bu itibarla İslamofobi’nin karşısına Batı nefretinin konulması, Avrupa’daki aşırılık- ŞUBAT 2015 33 DIŞ POLİTİKA CHARLIE HEBDO İLE FRANSA VE AVRUPA SİYASETİNİN KURGULANMASI ARAYIŞLARI Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı P aris’te Charlie Hebdo dergisi çalışanlarına yönelik terör saldırısı tahrip gücü alabildiğine yüksek tutulmuş bir eylem. Bu yolla verilmek istenen mesajın etkisinin de olabildiğince güçlü olması hedeflenmiş. Eylem adeta bir film platosunda gerçekleştiriliyormuş gibi büyük bir soğukkanlılıkla ve profesyonelce yapılırken, eylemin paylaşılan görüntüleri eylemcilerin vahşetini sergilediği kadar, bu vahşetin Paris’in ortasında bu kadar uzun süre içinde bu kadar rahatlıkla işlenebiliyor olduğuna dair soruları da harekete geçiriyor. Bununla birlikte eylemin tahrip gücü ve verilmek istenen mesaj sanki yeterince anlaşılmamış gibi, eylemin ikinci gününde farklı noktalarda zincirleme saldırılar ve rehine olay- 34 ŞUBAT 2015 ları devam etti. Özellikle rehine olayları dolayısıyla gün boyunca dünya medyası Paris’ten canlı yayın yaparak terörü herkesin evinin içinde, bütün dehşetiyle ve bütün canlılığıyla hissetmesini sağladı. Yaşanan hadiseler Fransa’nın adeta bir savaşın içinde olduğu izlenimi veriyor. Fransa’nın devlet olarak da toplum olarak da, böyle bir görüntüden memnun olduğunu hiç kimse iddia edemez. Bu görüntüler Fransa’nın hak ettiği görüntüler değil. Birkaç teröristin ellerini kollarını sallayarak koca Fransa Devleti’ni bu şekilde birkaç gün boyunca rehin alabilmiş olmasını anlamak çok zor. Bu saldırıyla ilgili olarak anlaşılması zor olan bir başka husus da, Fransa’nın son zamanlarda Müslümanlara çok sıcak gelen bazı siyasetlerine karşılık böyle bir saldırının hedefi olmasıdır. Özellikle Filistin Devleti’nin tanınması dolayısıyla Fransa’nın tutumu bütün Müslümanlar tarafından büyük bir sempatiyle karşılanmış, İsrail ise Fransa’nın bu adımını kendisine karşı hasmane bir tutum olarak değerlendirmişti. Suriye konusunda da Fransa’nın tutumu genel geçer Müslüman kamuoyuna daha sıcak gelen bir yaklaşımdı. Her ne kadar yaklaşan seçimler dolayısıyla aşırı sağın Fransa’da da yükselme eğiliminde olduğu gözlemleniyorsa da böyle bir saldırının o aşırı sağı daha da güçlendireceğini, aksine iktidardaki Hollande’ın elini bir hayli zayıflatacağını öngörmek hiç de zor değil. Esasen bu saldırının arka planında Fransa’daki seçimleri etkilemeye dönük bir iradenin var olduğu ihtimali de yabana atılır bir ihtimal değildir. 2005 yılında Paris banliyölerinde Magripli gençlerin başlattığı sokak eylemlerinin Fransız aşırı sağının güçlenmesine yol açtığı hatırlanabilir. Bu eylemlerle yükselişe geçen Fransız sağı Sarkozy’yi iktidara getirmişti. Son Paris eylemlerinin de yükselişte olan aşırı sağa meyli arttırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugünün dünyasında, özellikle tam bir kaos yaşayan Müslüman topraklarda Peygamber Efendimize hakaret ettikleri gerekçesiyle tahriklere kapılıp şiddet eylemlerine girişecek insan yok demek elbette ki mümkün değil. Ancak bu eylemin hem içerdiği profesyonellik hem de sadece eylemcilerle sınırlı olmayan PR’ı ve takip eden lojistiği, bu “tahrik olmuş Müslüman” kapasitesini ve ufkunu fazlasıyla aşıyor. Olaylarda kullanılan tetikçilerin tam da profile uygun olması zaten bu tür eylemlerin tabiatındandır zaten. Eylem, tür itibariyle bizdeki Danıştay saldırısına ne kadar da benziyor? Orada da Danıştay’ın başörtüsüne karşı vermiş olduğu yasaklayıcı bir karara karşı tahriklere gelen bir vakit gazetesi okuyucusu “dinci” profili özenle hazırlanmıştı, ama saldırganın suçüstü yakalanması bu profilin yaratması beklenen etki bertaraf edilmişti. Bugünün dünyasında, özellkle tam br kaos yaşayan Müslüman topraklarda Peygamber Efendmze hakaret ettkler gerekçesyle tahrklere kapılıp şddet eylemlerne grşecek nsan yok demek elbette k mümkün değl. Ancak bu eylemn hem çerdğ profesyonellk hem de sadece eylemclerle sınırlı olmayan PR’ı ve takp eden lojstğ, bu “tahrk olmuş Müslüman” kapastesn ve ufkunu fazlasıyla aşıyor. Olaylarda kullanılan tetkçlern tam da profle uygun olması zaten bu tür eylemlern tabatındandır zaten. Eylem, tür tbaryle bzdek Danıştay saldırısına ne kadar da benzyor? ŞUBAT 2015 35 Pars saldırılarının Fransa çn br 11 Eylül olduğuna kna etmeye çalışan aklı evveller, muhtemelen Fransa’yı 11 Eylül’de Amerka’nın saplandığı batağın aynısına saplamaya çalışıyor. O yüzden Fransa’nın verdğ tepky yetersz buluyorlar. Wall Street Journal’dan John Vnocur, Hollande’ın Charle Hebdo saldırısı dolayısıyla bzzat İslam’ı veya İslamcılığı suçlamamakta ısrar ederek büyük br hata yaptığını söylüyor. Ona göre en az on yıl sürecek olan br savaş kapıdayken ve bu saldırı o savaşın br parçası ken Hollande’ın saldırıyı bastçe “gerclk” olarak ntelemş olması fazlasıyla “yumuşak” br syaset. Paris saldırısıyla birlikte de İslamofobik duygularda bir patlama yaşanması hedeflenmiş olmalı. Zaten yükselme eğiliminde olan bir İslamofobik trendin ortasında yaşanıyor bu olay. Bu eğilimi güçlendireceği ve hızlandıracağı çok açık görünüyor. Daha şimdiden Avrupa’nın birçok ülkesinin birçok şehrinde camilere saldırı, Müslümanlara polis ve diğer vatandaşların davranışı konusunda hissedilir bir farklılık yaşanmaya başladı. Ancak Avrupa’da gelişmesini beklediğimiz bu İslamofobik söylemlerden önce Türkiye’de veya İslam dünyasında çok daha ağır bir İslamofobik söylemin bu olay vesilesiyle ifade edilmeye başlaması ilginç. Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin Ruşen Çakır’a olayın şoku içinde yaptığı değerlendirme, kayıtlara tam da bu bağlamda geçmesi gereken bir örnek. Bir dokunmuş Ruşen Çakır, Göle’den bin ah işitmiş, ama alakaları tamamen karıştırmış ahlı vahlı bir değerlendirme. Getirmiş hızla olayı AK Parti’ye bağlamış ama neresinden bağlamış anlaşılır bir tarafı yok. Bu terör değil, artık tam bir barbarlık diyor Göle, böylece olayın vahametini ne kadar anlamış olduğunu göstermeye çalışıyor. Bu mudur yani? 36 ŞUBAT 2015 Bu değerlendirmeyi yapmak için sosyoloji profesörü olmaya ne gerek var? Belli ki bir illiyet kuramıyor olaylar arasında. Kuramadığı illiyeti, yeri gelmişken AK Parti’ye karşı bütün “iyi duygularını!” ifade ederek kurmuş oluyor. Artık uysa da uymasa da... Tam da terörün hedeflediği duygusal atmosferi yakalamış oluyor. Unutulmaması gereken İslamofobi, diğer bütün ırkçı söylemler gibi, önce illiyet bağlarının duygulara ezdirilmesiyle, düğümlenmesiyle çalışır. Hollande Siyasetin Dışına İtiliyor Paris’te Charlie Hebdo çalışanlarına ve bilahare bir markete yönelik saldırıların ardından yazılanlara, söylenenlere bakılırsa Fransa’nın bir saldırıya maruz kalmaktan ziyade bir yere ikna edilmeye çalışılıyor olduğu anlaşılıyor. Daha ilk dakikalardan itibaren, bilhassa Amerikan cenahından, saldırının Fransa’nın 11 Eylül’ü olduğunu söylemeye çalışanlara karşılık Fransa içinden veya dışından birilerinin “o kadar abartmayalım, ne ölenlerin sayısı itibariyle ne de saldırıların tarzı itibariyle 11 Eylül’le benzetilecek bir tarafı yok” diyerek ortalığı sakinleştirmeye çalıştığı dikkat çekiyor. François Hollande’ın olayın hemen ardından “biz bir dinle savaş halinde değiliz, saldırganların İslam’la ilgileri yok” şeklindeki açıklaması, olayın Fransa’yı sürüklemeye çalıştığı yer hususundaki farkındalığını gösteriyor. Ancak Hollande’ın bu farkındalığa dayalı siyasette ısrar etmeye ne kadar dayanabileceği meçhul görünüyor. Zira Paris saldırısını 11 Eylül’e benzetenler belli ki Hollande’dan 11 Eylül saldırıları sonrasında Bush’un rolünü oynamasını bekliyorlar. Oysa o savaş ABD’yi terörle mücadelede hiç de başarılı çıkmadığı, halen faturasını ödemeye devam ettiği bir batağın içine sürüklemişti. Irak’a bir dizi uydurma delillere dayandırılan suçlamalarla açtığı savaş Irak’ın masum yüzbinlerce insanının ölümüne yol açmış, yanı sıra çok sayıda Amerikan askerinin hayatına mal olmuş bir savaş olmuştur. Gelinen durumda hiç kimse Irak’ta terörle mücadelede ilerleme kaydedilmiş olduğunu söyleyebilecek durumda değil. Bugün için terör Irak’ta da dünyanın her yanında da daha büyük bir tehlike ise bunda Bush’un 11 Eylül sonrası içine girdiği ve bütün dünyayı soktuğu panik atak hali en önemli sebeptir. Dünyanın bu halinden faydalanan birilerinin olduğu muhakkaktır ama bundan bir devlet ve toplum olarak ABD’nin karlı çıkıyor olduğunu söylemek mümkün değil. Paris saldırılarının Fransa için bir 11 Eylül olduğuna ikna etmeye çalışan aklı evveller, muhtemelen Fransa’yı 11 Eylül’de Amerika’nın saplandığı batağın aynısına saplamaya çalışıyor. O yüzden Fransa’nın verdiği tepkiyi yetersiz buluyorlar. Wall Street Journal’dan John Vinocur, Hollande’ın Charlie Hebdo saldırısı dolayısıyla bizzat İslam’ı veya İslamcılığı suçlamamakta ısrar ederek büyük bir hata yaptığını söylüyor. Ona göre en az on yıl sürecek olan bir savaş kapıdayken ve bu saldırı o savaşın bir parçası iken Hollande’ın saldırıyı basitçe “gericilik” olarak nitelemiş olması fazlasıyla “yumuşak” bir siyaset. Vinocur’un bu yorumları tek örnek değil elbet. Hollande’ı ve Fransa’yı 13 buçuk yıl önce Bush’u bindirdikleri dolmuşa bindirmeye çalışıyorlar. Belki Bush’un kendisi, mensubu olduğu kamplar dolayısıyla o dolmuşa bilerek biniyor, hatta belki de o dolmuşu bizzat işletiyordu. Ancak bugün Bush’un Amerika’yı sürüklemiş olduğu bu maceranın kendi ulusuna yaramış olduğunu hiç kimse söyleyemez. 11 Eylül’ün akabinde girişilen Afganistan işgali de Irak işgali de ne Amerika’nın “milli çıkar”ına hizmet etmiş ne de saldırının görünür amaçlarına ulaşmakta en ufak bir fayda sağlamıştır. ABD’nin sürüklendiği bu savaş yüzünden dünya hala daha büyük bir terör sarmalının içinde çırpınıp duruyor. Bu Haçlı seferinin ABD’ye olan maddi ve manevi maliyetinin ise bugün hesabını tutmak bile mümkün değil. Fransa’yı bu olay vesilesiyle İslam’a karşı böyle bir savaşa sürüklemek isteyenlerin Fransa için iyi bir şey istediklerini söylemek bu yüzden mümkün değil. Fransa halihazırda Avrupa’da en fazla Müslüman vatandaşa sahip ülkedir. Asgari yüzde 7,5’luk vatandaş sayısına mukabil, bir süre önce yapılan anketlerde halkı Müslümanlara karşı tutum bakımından (yüzde 73 ile) en olumlu duran ülke olduğu görülüyor. Müslüman vatandaşlarının önemli bir kısmı eski sömürge ülkelerinden olan Fransa’nın bu olaylar dolayısıyla bu bölgelere daha fazla eğilmesi isteniyor olabilir. Ancak Fransa’nın içinden geçmekte olduğu ekonomik zorluklar dolayısıyla bu ülkelere yönelik askeri varlığını artırması çok daha büyük krizlere saplanmasına yol açacaktır. Açıkçası, ŞUBAT 2015 37 Özgürlüğün öneml br tezahür alanı olarak fade özgürlüğü de çokkültürlülük de Müslümanların traz edebleceğ değerler değl. Bu konuda Müslümanları bell br komplekse sokmaya çalışan yaygaralar, sınırsız br fade özgürlüğünün olmadığını da pekala çok y blyorlar. Başkalarının özgürlüğünü kısıtlama özgürlüğü dye br şey olmadığı gb, başka nsanların hukukuna tecavüz eden, hakaret eden, aşağılayan, nefret körükleyen söylemlern fade özgürlüğü kapsamında değerlendrlmes mümkün değl. rer puta dönüşmüş olduğunu hatırlatmak düşüyor: Ne çokkültürlülüğe ne de ifade özgürlüğüne Müslümanlar itiraz ediyor değil. Müslümanlar bu olaylar vesilesiyle, aslında karşı karşıya kalmış oldukları bu muameleyle, dünyada geçerliliği olan değerlerin nasıl birer puta dönüşüyor olduklarına şahitlik etmiş oluyorlar. Müslümanların kutsallarına hakaret etmeye kalkan oluşturacak şekilde kullanıldığında o değerler kendi amaçlarından da saptırılmış birer puta dönüşüyor. Fransa’nın mevcut durumu onun böyle bir maceraya hazırlıklı olmadığını da gösteriyor. Rasyonel bir değerlendirmeyle bu bekleneni yapamayacak olan Hollande yönetimindeki Fransa üzerinde uygulanan bu İslamofobik tahrikler, o yüzden bir tek Fransız sağının yükselişine yol açıyor. Ancak yükselen aşırı sağın bugünün Fransa’sı üzerindeki baskılara boyun eğmeden, dolayısıyla Fransa’yı o beklenen tehlikeli maceraya sürüklemeyen bir vaatte bulunması da mümkün değil. İktidar kavgasında avantaj elde etmenin yolunun Fransa’nın kötülüğüne razı olmaktan geçiyor olması, Fransa’nın en büyük paradoksu. Umarız hem Fransa hem de dünya bu paradoksu en az zararla aşar. Faşizmi İfade Özgürlüğüne Gizleme Sahtekarlığı Charlie Hebdo saldırısından sonra İslam, Avrupa kimliği, çokkültürlülük gibi konulara dair tartışmaların Fransa ile sınırlı kalmaksızın, bütün dünyanın bir tartışma konusu olarak yeniden canlanacağını tahmin etmek zor değil. Avrupa’nın çokkültürlülüğü, ifade özgürlüğü ve kültürlerin varolma hakkı çerçevesinde bir değer olarak bütün küreye pazarlamaya, hatta empoze etmeye çalıştığı bir dünyada yaşıyoruz. Doğrusu bu değerlerin içini kendisi istediği gibi doldurma- 38 ŞUBAT 2015 sa, işin başında ortaya koyduğu standartlara sonuna kadar tabi olmaya devam etse, bir yere kadar itiraz edilmesi gerekmeyen değerler bunlar. Özgürlüğün önemli bir tezahür alanı olarak ifade özgürlüğü de çokkültürlülük de Müslümanların itiraz edebileceği değerler değil. Bu konuda Müslümanları belli bir komplekse sokmaya çalışan yaygaralar, sınırsız bir ifade özgürlüğünün olmadığını da pekala çok iyi biliyorlar. Başkalarının özgürlüğünü kısıtlama özgürlüğü diye bir şey olmadığı gibi, başka insanların hukukuna tecavüz eden, hakaret eden, aşağılayan, nefret körükleyen söylemlerin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi mümkün değil. Müslümanların kutsal değerleri sözkonusu olduğunda bir anda “ifade özgürlüğünü” helvadan bir put gibi Müslümanların karşısına dikenler, mevzu Yahudi düşmanlığı, kendi içlerinde bir ırkçılık, nefret söylemi falan olduğunda o putu hiç yüzleri kızarmadan iştahla yerler. Aslında o putu yemelerine itiraz etmiyoruz. Put yapılmışsa ya yıkılacak ya yenilecektir. Sorun şu ki, acıkınca yenilen putun put olduğu çoğu kez fark edilmiyor, daha doğrusu, “akledilmiyor”. Yine de yenilen helvanın bir put olduğunu kendi işlerine gelen bir yerde de olsa hatırlıyor olmalarında bir hayır vardır. Ancak bize de Müslümanların karşısına çıkardıkları şekliyle o değerlerin kendi ellerinde bi- Neticede hiç kimse bu putun taşıdığı iddiaya sonuna kadar sadık değil, olamaz da. Bu putun, put niteliğindeki değerlerin en önemli özelliği insan tabiatına aykırı olmasıdır. Papa’nın da çok gerçekçi bir biçimde ifade ettiği gibi kimse kendi annesine, namusuna, şerefine veya herhangi bir kutsalına karşı aşağılamayı, küfrü, hakareti hoş görmez. Bu tarz hareketler karşısında hiç kimse de tepkisiz kalmaz. Batı dünyası II. Dünya savaşında kendi büyük günahlarının vahim sonuçlarından çıkardığı isabetli derslerle anti-semitizmi de ırkçılığı da suç sayan düzenlemeler yaptı. Üstelik bu suçun kapsamını o kadar geniş tuttu ki, sadece Yahudiliğe karşı nefret ifadelerini veya eylemlerini değil, II. Dünya Savaşı’nda ölen Yahudilerin sayısını tartışmaya açmayı bile anti-semitizm kapsamına aldı ve bu tür söylemleri Yahudi düşmanlığının bir ifadesi saydı. Bundan dolayı başta Roger Garaudy olmak üzere birçok insan yargılandı. Aynı Avrupa’nın parlamentolarında bugün 1915 yılında Ermenilerin bir soykırımdan geçmiş olduğu tartışılamaz gerçek olarak kabul edildi ve bu gerçeği inkar eden, tartışmaya açanın ifadelerinin “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilemeyeceği kabul edildi. Bu, aslında ifade özgürlüğüne karşı da bir sınırın bu dünya içinde de var olduğunun, üstelik iyice abartılmış bir örneği, bir itirafı. Bir değerin kullanışlı bir puta dönüşmesinin de mükemmel bir örneğidir bu. Müslümanlar, en kutsal varlıklarına yapılan bu hakaretler yoluyla dikilen putlar üzerinden adeta sabırları test edilmeye, bir başka cahili anlayışa göre de “tedip” edilmeye çalışılıyor. Bu yolla bal gibi Müslüman düşmanlığı ve Müslümanlara karşı nefreti bir norma dönüştürmüş oluyor. Yine bu yolla aslında anti-semitizmi, yani ırkçılığı, yani faşizmi hiç de aşmamış olduğunu, aksine bazı baskılar dolayısıyla o konudaki eğilimlerini fena halde bastırmış olduğunu açığa vuruyor. Çünkü İslam’a karşı sergilenen bu söylemler ile anti-semitizm arasında kategorik olarak hiç bir fark yoktur. Anti-semitizm konusunda, yani münhasıran Yahudiler konusunda oluşmuş olan bazı güvenceler, Batı dünyasının ırkçılığı aşmış olmasından, faşizme karşı belli bir koruyucu duyarlılık oluşturmuş olmasından kaynaklanmıyor. Öyle olsaydı çok iyimser olabilirdik gelecek hakkında. Oysa anti-semitizm konusunda bile sağlanmış olan bu güvencelere rağmen İslamofobik söylemler, fırsat bulduğunda nüksedebilecek bir kötülüğün hala tetikte olduğunu gösteriyor. Müslümanları ifade özgürlüğü konusunda bir komplekse zorlayan söylemlerin altını kazıdığınızda o faşizmin otoriterliğini görürsünüz. Çokkültürlülüğün bir söylem olarak ifade edilme biçiminde bile, ancak batılı kültürün özüne sadakatini kanıtlamış, yani özü itibariyle çok uzak ve farklı olmayan kültürlerle bir “çokkültürlülük” modelinin gerçekleştirilebileceğine dair açık mesajlar vardır. Yani hakim kültüre tabi olduktan, onun üstünlüğünü ve birçok alandaki belirleyiciliğini kabul ettikten sonra, ortaya ne kadar kültür tortusu kalmışsa o kadar çokkültürlülük. Asırlarca insanlara din ve vicdan özgürlüğünün en mükemmel örneklerini sayısız tecrübeleriyle sergilemiş olan Müslümanlara reva görülecek hava mı bu? ŞUBAT 2015 39 DIŞ POLİTİKA MEDENİYETLER SAVAŞI MI? Terör kaynağı olarak gösterilerek işgal edilen Müslüman ülkeler, yine terörist saldırılar ve iç çatışmalar gerekçesiyle ağır bombalamalara ve acımasız operasyonlara hedef olmaktadır. Batı destekli baskıcı örtülü sömürge düzenlerine başkaldırarak demokrasi, özgürlük ve hak arayışlarına darbeyle, şiddetle, varil bombalarıyla karşılık verilen zulüm süreçleri… Diğer tarafta azınlık ve göçmen olarak diğer ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşı dışlama, ötekileştirme, asimilasyon, hakaret, aşağılama ve düşmanlaştırma kampanyaları… Daha da öte öldürme, kundaklama ve nefret kusan ağır saldırılar… Müslüman oldukları için İslam coğrafyasında ve diğer ülkelerde düşmanlaştırma ve şeytanlaştırmaya maruz kalan milyonlar… Bunların sonucu ve bedeli olarak milyonlarca ölüm, yok edilen ülkeler, tahrip edilen tarih, kültür, sosyoloji ve insani değerler… Savaş, terör, şiddet tehdidi altında bir insanlık. Müslümanların da Müslüman olmayanların da güvende olmadığı ve acı çektiği bir dünya. Düşmanlığın, nefretin, ırkçılığın, zulmün, şiddetin tehdit ettiği ve esir aldığı bir dünyada kimse huzurlu ve güvende olamaz. Yangına benzin dökerek onu söndüremeyiz. Kim Charlie? Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı O rta Doğu, Afrika ve Orta Asya’daki İslam ülkelerinin çoğu, 20. yüzyılda dinlerini, kimliklerini ve bütün varlıklarını yok etmeye çalışan Batılı sömürgeci güçlere karşı verdikleri onurlu ve çetin mücadelelerle bağımsızlıklarını kazandılar. Ancak 21. yüzyılda sömürgeci düzenin geride bıraktığı yıkımdan beslenen cehalet, yoksulluk, aşırılık, kaos ve terör saldırıları, İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde maalesef hala devam ediyor. Esasında Şark Meselesi ve Oryantalizm, Batı’nın zihin dünyasında hep ötekinin ve yabancının tanımı olarak yer etmiştir. Düşmanlıkların, tehdit algılarının ve seferlerin hedefinde hep ‘Doğu’ yani İslam coğrafyası bulunmuştur. İnsanlık tarihinin en acımasız ve büyük savaşları bu bölgelerde yaşanmıştır. Bitmek bilmeyen Haçlı Seferleri, I. Dünya Savaşı, Osmanlı’nın çöküşü arkasında çok büyük yıkım ve boşluk bırakmıştır. 40 ŞUBAT 2015 Müslüman toplumlar bugün, sözde bağımsızlığını kazanmış ülkelerde, hala bağımsızlık ve egemenlik mücadelesi veren bölgelerde ya da dünyadaki diğer ülkelerin içinde azınlık veya göçmen olarak yaşamaktadırlar. 1,7 milyar Müslüman, 56 İslam ülkesi ve çeşitli ülkelerde yaşıyor. Afganistan, Irak, Suriye Libya ve Yemen’de savaş hali devam ederken, Filistin, Doğu Türkistan, Arakan’da Müslümanlar varlık ve egemenlik mücadelesi veriyorlar. Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar ise İslamofobinin hedefindeler. 11 Eylül 2001’de Amerika’da ortaya çıkan terör saldırıları Doğu-Batı karşıtlığında yeni bir milat oldu. Terörle İslam adeta özdeşleştirildi ve terör kaynağı olarak görülen Afganistan ve Irak işgal edildi. ABD Başkanı G. W. Bush “ya bizdensin ya da teröristsin” diyerek bunun adını yeni “Haçlı Seferi” olarak koydu. Charlie Hebdo saldırıları işte yukarıda özetlediğimiz bu tablonun güncel bir sahnesidir. İlk olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır. Afganistan, Irak, Gazze ve Suriye’de patlayan bombaların Paris’teki yansımasıdır. Kimse İslam düşmanlığını fikir ve ifade hürriyeti safsatasıyla örtemez. Basın özgürlüğü koskoca İslam aleminin Peygamberine, inançlarına ve mukaddeslerine saldırma hakkını kimseye vermez. Nefret ve ırkçılık suçunda basın mensuplarının bir ayrıcalığı yoktur. Filistin/Gazze’de öldürülen gazetecilerle Paris’te öldürülen gazetecilerin de insan olarak bir ayrıcalığı olmamalıdır. Her ikisine de aynı tepki verilmiyorsa işte tam da sorun buradadır. Aynı şekilde Gazze’de, Suriye’de veya Afganistan’da ölenle Fransa’da, Paris’te ölenlere uluslararası toplum insani olarak aynı tepkiyi vermiyorsa gerçekten de sorun tam da buradadır. Birilerininki can da diğerininki patlıcansa herkes şapkasını önüne koyup düşünmelidir. Şiddet her yerde ve herkes için şiddettir. Zalimin ve zulmün, terörün dini, mezhebi, meşrebi, milliyeti olamaz. İnsan her yerde insan, bebek her yerde sabih, ölüm, can, kan her yer- Artık I. Dünya Savaşı koşulları yaşanmadığı gibi II. Dünya Savaşı konjonktürü de mevcut değildir. Küresel güç dengelerinde büyük değişimler meydana gelmiştir. Daha adil, eşitlikçi ve demokratik yeni bir dünya düzeni küresel ve uluslararası boyutta çok önemli bir ihtiyaçtır. de birdir. Arap, Acem, Fransız, Amerikalı, Alman, Türk hepimiz insan soyundanız. Burada çifte standart, burada ikiyüzlülük, burada ayrımcılık olamaz. Bir taraf cehennem, diğer taraf cennet olamaz bu dünyada. Barış, özgürlük, insan hak ve hürriyetleri, adalet, hukuk, güvenlik; her insanın, her milletin, her ülkenin en temel hakkıdır. Bu değerlere saygı duyulmuyorsa bu dünyada kimse rahat edemez, huzur bulamaz. Bütün insanlık aynı gemide ve aynı gezegende. Dünyamız ortak, insanlığımız ortak, huzurumuz hep birlikte olabilir. Batı’ya Eleştiri: İslam Düşmanlığı, Irkçılık ve Nefrete Hayır! Uluslararası toplumun terör konusunda çifte standartlı yaklaşımından Türkiye ve İslam Dünyası çok acılar çekti, çok bedeller ödedi. Paris’te ortaya çıkan tepki; Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Gazze ve diğer yerlerdeki terör saldırılarına gösterilmiyorsa, her terör olayından sonra sadece Müslümanlar töhmet altında bırakılıyorsa bu kabul edilemez. Bilhassa son dönemde yükselişe geçen İslamofobi, ayrımcılık, ırkçılık ve nefret söylemi dünya barışını tehdit etmektedir. Özgürlük; ötekine ve hiç kimseye hakaret etme, aşağılama fırsatı veremez. İslam ile terörü ilişkilendirme çabaları, sömürgeci, hegemonyacı, oryantalist, ırkçı ve fanatik zihniyetlerin saldırı senaryolarının gerekçeleridir. Uluslararası hukuk ve insan hakları bakımından Müslümanları terörist olarak kodlamak kabul edilemez. Bu bir aymazlık ve düşmanca bir saldırıdır. Terör ve şiddet ŞUBAT 2015 41 eylemleri sadece İslam dünyasında yaşanmamaktadır. Batı’da Hamburg, Ferguson ve Paris’te olduğu gibi dünyanın her yerinde yaşanabilmektedir. Terör ve şiddet; siyasi, ekonomik ve sosyal şartların doğurduğu bir sonuç olarak görülmelidir. Dünyadaki bütün anormallikler giderilmeden İslam dünyasında da Batı’da da güvenlik sağlanamaz. “Dünya 5’ten büyüktür” tamam da 1,7 milyarlık 56 devletten oluşan İslam dünyasıda ABD’den, Fransa’dan, İngiltere’den, Rusya ve Çin’den de ayrı ayrı çok daha büyüktür. Güvenlik ve Barış için önce adalet şarttır. Demokrasi diyorsanız ona da kabul. Terörist saldırıların ardından İslam dünyasını ve Müslümanları öz eleştiriye davet edenler kendilerini de sorguya ve hesaba çekmelidirler. Batı’nın çok daha fazla öz eleştiriye ihtiyacı vardır, sorumluluğu çok daha ağırdır. Uluslararası terör demek devlet terörü demektir. “Benim teröristim seninkinden iyidir” anlayışıyla terör örgütlerini düşman hedefler için saldırı silahı olarak kullanmak, himaye etmek, beslemek ve korumak Batılı ülkelere bir şey kazandırmadı. İstihbarat servislerine maşa yapılan, operasyonlara ve dünya üzerindeki stratejik mühendislik projelerine araç yapılan terör örgütleri bir zaman sonra bumerang etkisiyle yapıcılarını vurmaktadır. Batılılar üçüncü dünya savaşını terör örgütleriyle kazanacaklarını sanmasınlar, sana dokunmayan yılan bin yıl yaşarsa bir yıl sonra seni de sokabilir. Yaşanan tablo tam da budur. Düşmanlık düşmanlığı, şiddet şiddeti doğurur. Hareket tepkiyi getirir. Nefret kontrolsüz tepkilerin fitilini ateşler. 42 ŞUBAT 2015 Tarihte “Şark Meselesi” olarak bilinen Batılıların oryantalist zihniyetle Doğu’yu, Müslümanları dönüştürme, Müslümanları “adam etme” emelinden vazgeçmeleri gerekir. “ifade özgürlüğü geyikleri” üzerinden Müslümanları mahkûm etme aymazlığını da bırakmaları gerekiyor. Batı, saldırganlarını ve psikolojik savaş teröristlerini “özgürlük kahramanı” olarak yutturmaya çalışmaktan vazgeçmelidir. Le Monde Diplomatique’in yazarlarından Alain Gresh gibi: “Ben Charlie değilim, çünkü onlar İslamofobik” diyebilecek kadar cesur olabilmelidirler. Batı, Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco’ya kulak vermelidir, “Şiddetle reaksiyon gösterilemez. Ama eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir, provokasyon yapmak, başkalarının inancına hakaret etmek doğru değildir.” Batı; üstünlük duygusundan ve medenilik kompleksinden kurtulmalıdır. Ötekini barbar, vahşi, ilkel ve köle gibi gören kibrinden vazgeçmelidir. Herkes Charlie değil, bütün Müslümanlar da terörist değil, bütün Batılılar ırkçı ve İslamofobik olmadığı gibi… Özeleştiri… Gerçek Bir İslam Dünyasına Doğru Müslümanlar olarak bizim de dönüp kendimize bakmamız gerekiyor. Eğitimden sağlığa, adaletten güvenliğe, kadından aile ve çocuğa kadar bireysel ve toplumsal hayatımıza çeki düzen vermemiz elzemdir. Okuryazarlık, anne çocuk sağlığı, insan hakları, özgürlükler, hukuk, trafik, iş güvenliği, insani gelişmişlik kriterleri, bilimsel araştırma, yayın, teknoloji ve güvenlik alanlarındaki gerilik ve eksikliklerimizi tespit ederek hem kendi aramızda hem de tüm Dünya ile iş birliğine giderek çağdaş, ortak standart ve değerler üzerinde kat etmemiz gereken mesafeleri azaltmamız lazımdır. Mezhepçiliği, tekfirciliği ve diğer sapkın zihniyet ve radikallikleri bertaraf ederek sade ve samimi Müslümanlar olarak ehli sünnet çizgisinde ve Hazreti Peygamber (S.A.V.) yolunda, ifrat ve tefritten uzak, orta yolu bulmalıyız. İslam ülkeleri, Batı ve diğer dünya ile aralarındaki güç dengesizliğini giderecek çabaları hızlandırmalıdır. Buna neden olan ekonomik, siyasi ve sosyal geri kalmışlık zincirlerini kırmak, temel sorunları çözebilmenin esas noktasıdır. İslam ülkeleri aralarındaki ayrılığı, birlikte hareket edememe zaafını yenerek gerçekten İslam dünyası kavramının içini dolduracak birlikteliği, vahdeti ve tevhidi sağlamalıdırlar. 56 İslam ülkesinin küresel bir güç olarak etkili olabilmesi ancak İslam birliği ve İslam işbirliğinin gerçekleşmesi ile mümkündür. Gazze’de insanlar acı çekerken, Suriye’de vicdanlar sızlarken, Irak’ta kardeş kardeşi katlederken susmak, başımızı öbür tarafa çevirmek, Müslümanları hesaptan da sorumluluktan da kurtarmaz! Müslümanların sorunların önce kendi sorunları olduğunu bilmeleri, meseleleri çözme mesuliyetinin önce kendilerine ait olduğunu anlamaları gerekir. Sorunlarımız yabancıların inisiyatifine bırakılmayacak kadar önemlidir ve bizimdir. Yabancılar geliyor, bombalıyor, öldürüyor… Müslümanlar da birbirini öldürüyor… Afganistan’da dram, Irak’ta trajedi, Suriye’de boğazlaşma, Libya’da fitne, Somali’de açlık… Önce kendimizi sorguya, hesaba çekmeliyiz. Tarihimizde kurduğumuz İslam medeniyetinin tecrübesi ve değerleri; eğer Müslümanlar birlik olurlarsa tüm sorunlarını çözecek gücü, onlara yine verecektir. Müslümanlar ekonomide, siyasette, ticarette, stratejide, istihbaratta, güvenlikte, sosyal hayatta, bilimde ve teknolojide hayatın tüm alanlarında güç birliğini sağlamalıdırlar. Zillete, fitneye, teröre, geriliğe, yabacı hegemonya ve vesayetine karşı izzete, birliğe, barışa, ilerlemeye, vahdete, işbirliğine ve birlikteliğe cehd etmelidirler. En büyük Cihad budur. İslam dünyasını ve Müslümanları terör örgütleri değil İslam dünyasının birliği temsil etmelidir. Bu noktada İslam İşbirliği Teşkilatı çok ağır bir mesuliyet taşımaktadır. Ayrıca Müslüman coğrafyanın diyalog ve işbirliği de önemli bir fırsat oluşturmaktadır. Yapılması Gerekenler/Öneriler: Yeni Dünya Düzenine Geçiş Sancıları Batı’da, Doğu’da, İslam dünyasında kendi sorumluluklarını düşünerek samimi özeleştirisini yapmalıdır. Bu, tehlikeli gidişle dünyanın küresel bir enkazın altında kalmaması için yapılması gereken ilk iştir. Dünya’nın çeşitli hedef bölgelerinde, bir yandan vahşi terör saldırılarıyla, diğer taraftan İslam karşıtı, yabancı düşmanı eylem ve saldırılarla dinler, medeniyetler ve mezhepler kendi aralarında kafa kafaya bir çarpışmaya doğru sürükleniyorlar. Bu tehlikeli gidişe karşı herkesin, her ülkenin ortak akıl, basiret ve hikmetle hareket etmesi elzemdir. Uluslararası alanda terörizmle mücadele, Birleşmiş Milletler çatısı altında ve küresel bir yaklaşımla yürütülebilmelidir. Daha da ötesi BM Güvenlik Konseyi’nin reforme edilmesi şarttır. Bölgesel ve küresel sorunların çözümünde adil, eşitlikçi, demokratik ve bütün dünyada herkesi temsil eden bir mekanizmanın oluşturulması artık kaçınılmazdır. İspanya ve Türkiye’nin başlattığı medeniyetler ittifakında başarılı olunmak zorunluluk haline gelmiştir. 150’ye yakın üye ülkeyle Medeniyetler Barışı’nı güçlendirecek adımlar atılabilmelidir. Artık I. Dünya Savaşı koşulları yaşanmadığı gibi II. Dünya Savaşı konjonktürü de mevcut değildir. Küresel güç dengelerinde büyük değişimler meydana gelmiştir. Daha adil, eşitlikçi ve demokratik yeni bir dünya düzeni, küresel ve uluslararası boyutta çok önemli bir ihtiyaçtır. İslam coğrafyasında her yerde yangın var. Savaş, iç çatışma ve terör bu dünyayı kasıp kavuruyor. Avrupa’nın kimyası bozuldu! Sokaklarda askerler geziyor! Ukrayna’da savaş var. Batı-Rusya karşı karşıya gelmiş durumda. Amerika’da zencilere ve Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve polis baskısı had safhada, protestolar her an yükselebilir. Afrika’da ise can pazarı, dini ayrımcılık, katliam ve terör baskısı her yerde. Şeytan fazla mesai yapıyor ve kol geziyor. ABD, Avrupa’daki 15 askeri üssünü kapattı. Benden bu kadar diyerek kendi içine kapanmanın yolunu arıyor. Yani ABD, herkes kendi derdine kendi çare bulsun noktasında. NATO zayıflıyor, AB, ekonomik ve siyasi krizlerle sarsılıyor. Dünya yeni bir uluslararası küresel sisteme geçiş sürecinin sancılarını yaşıyor. Paris saldırısı ciddi bir alarmdır. Aslında bir isyan ve başkaldırı olarak da nitelendirilebilir. Belki de yeni bir dünya savaşının işaret fişeğidir. Batı-Doğu ekseninde ciddi bir kutuplaşma yaşanıyor. Korkarım bu patlamalar Fransa’yla sınırlı kalmayabilir. Ateş ve şiddet bütün dünyayı sarabilir. Türkiye ve İslam dünyası bu küresel tehdit ve tehlikeye karşı uyanık, dikkatli ve hazırlıklı olmalıdır. ŞUBAT 2015 43 DIŞ POLİTİKA 7 Ocak 2015’te Paris’te “mizah” kisvesi altında yayın yapan bir “hakaret” dergisine yapılan saldırı sonrası Avrupa’da Müslümanlara olan nefretini kusmaya başlayan insanların sesi yeniden yükselmeye başladı. “İslami terör”, “terörist Müslüman” gibi kavramlar yeniden piyasaya sürüldü. Müslümanlar ise suçluluk kompleksi içinde, savunmacı ve utangaç bir eda ile bu saldırıyı kınadılar. Böyle bir görüntü, Müslümanlar açısından son derece marazi bir durumdur. Bu veya benzeri hadiseler karşısında suçluluk kompleksine girmesi veya utanması gerekenler Müslümanlar değil bizzat Avrupa ve ABD’nin ta kendisidir. Bu makalede sözü hiç uzatmadan kısa kısa cümlelerle Batı’nın ölüm kokan yakın tarihini hatırlatacağız. Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi BATI’NIN KAN, KİN, NEFRET ve ÖLÜM KOKAN KİRLİ TARİHİ! 44 ŞUBAT 2015 Belçika, Kongo’yu sömürgeleştirdiği 18901905 arasında, 10 milyon insan öldürüldü. Köle olmak istemeyen çocukların elleri ve ayaklarını kestiler. Belçika askerleri kendi aralarında, kesilmiş çocuk eli koleksiyonu yapıyorlardı. 20 milyon olan Kongo nüfusu 8 milyona kadar düşmüştü. II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve ABD’nin bombardımanları ile 13-15 Şubat 1945’te 3 günde Almanya’nın Dresden şehrinde yaklaşık 135 bin kişi öldürüldü. 5 Ağustos 1945’te Fransız işgal kuvvetleri Cezayir halkına saldırdı. Bir günde 45 bin kişi şehit edildi. 1 Kasım 1954-19 Mart 1962 arası bağımsızlık mücadelesinde Fransa 1,5 milyon Cezayirliyi şehit etti. O sırada Cezayir nüfusu 8-10 milyon civarındaydı. Yani Fransa ülke nüfusunun % 15’ini öldürdü. 1995’te Sırplar, Srebrenitsa’da, bir Fransız general komutasındaki 400 Hollanda askerinin gözleri önünde 8.372 Boşnak Müslümanı şehit ettiler. Sırplar, kimlikleri tespit edilmesin diye cesetleri parçalayarak 64 ayrı toplu mezara gömdüler. İşte Avrupa ve ABD’nin “özgürlük”, “demokrasi” ve “medeniyet” dediği kan kokan “hümanist” medeniyeti... Bunlar da bilinmesi ve hiç unutulmaması gereken rakamlar: Dünyada Nükleer Savaş Başlıkları mevcudu: Rusya : 8.500 1904’te Nabibya’yı sömürgeleştiren Almanya bir yıl içinde en az 75 bin insanı katletti. Yerli pek çok kadın, Alman askerlerine seks kölesi olarak hizmet etmeye zorlandı. ABD : 7.700 Fransa : 300 Çin : 250 İngiltere : 225 1917’de Fransa, işgal altında tuttuğu Çad’da ülkenin her yerinden İslam alimlerini “dini nitelikli bir konferansa” davet etti. Fransız cellatlar, konferansa katılmak için gelen 400 İslam alimini orada bir günde katlettiler. Pakistan : 120 Hindistan : 110 İsrail : 80 ABD Başkanı Truman’ın emri ile 6 Ağustos 1945’te atom bombasıyla Hiroşima’da ilk anda 70 bin kişi katledildi. Radyasyon hastalıkları sebebiyle Hiroşima’nın ilk beş yıl içerisindeki bilançosu 200 bin ölüye ulaştı. Dünyadaki en büyük silah tüccarları (2003-2013/milyar $) Yine ABD Başkanı Truman Hiroşima’dan sadece 3 gün sonra, 9 Ağustos 1945’de bu defa Nagazaki’ye atom bombası attırdı. İlk anda 74 bin kişi öldü, binaların % 36’sı tamamen yok oldu. Daha sonra ölü sayısı 143.124’e ulaştı. 4. Fransa Kuzey Kore : 8 1. ABD : 79.7 2. Rusya : 70 3. Almanya : 22.1 : 19 5. İngiltere : 11.5 Bütün bu rakamlar, tabii ki “barış ve demokrasiyi inşa için!!! ŞUBAT 2015 45 DIŞ POLİTİKA Avrupa’ya yayılan imha/yok etme kamplarını kullanarak son vermişti. Barış ve demokrasi projesi olarak sunulan Avrupa, ancak 1945’ten sonra mümkün hale geldiyse, Milner’e göre bunun en temel nedeni, Avrupa topraklarının Nazi soykırımının başarısı sonucunda, Yahudiler’den kurtulmuş olmasıydı. Gazze’de Filistin halkının soykırıma uğratılması, İsrail’in yaşadığı barış korkusunun nerelere vardığını göstermesi bakımından da önem taşıyor. İsrail’i yönetenler ve İsrail’in düşünsel zeminine hakim olanlar, barış için yapılan çağrılara şüpheyle bakmaya ve İsrail, Filistinlilerle barış fikrini yok olmayla özdeş bir fikir olarak görmeye devam ettikçe, yeni Gazzeler’in olmasını önlemek, ancak küresel yani uluslararası bir iraFransızlar sadece Cezayr’de değl unutmayalım deyle mümkün olabilir. Dolayısıyla Gazze’de k Vetnam’dan başlayarak, daha beter katlamlar akan kan evet Filisuyguladılar. Ama bu, hçbr şeklde, merkeznde tin kanıdır, ama GazVetnamlıların olduğu küresel br teröre yol açmadı. ze’deki savaş aynı zamanda dünya ve İsrail Latn Amerka ve Küba’da Amerka’nın destekledğ arasında yaşanan bir rejmlern şledğ suçlarla hesaplaşma hala savaştır. PARİS KATLİAMI BAĞLAMINDA: DEMOKRATİK AVRUPA’NIN SUÇ EĞİLİMLERİ Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Programı Koordinatörü A merikan ordusunun Irak’ı işgal planları yaptığı günlerde, Fransa’da ‘Demokratik Avrupa’nın Suç Eğilimleri’ isimli bir kitap yayınlandı. Kitabın yazarı, Fransa’nın en ünlü filozoflarından Althusser’in öğrencisi Jean Claude Milner, ünlü bir dilbilimciydi ve pek çok kitaba imza atmıştı. Milner aynı zamanda Paris’teki Uluslararası Felsefe Okulu’nun da yöneticisiydi. ka bir deyişle İsrail-Filistin çatışmasına barışçıl bir çözüm bulmak istemesidir.” Böyle bir barış Milner’e göre, İsrail’in yıkılması anlamına geliyordu. Ve yine Milner’e göre, Avrupa tipi demokrasiler, ‘İsrail sorununu’ çözmek için, çatışan taraflara kendi barışlarını öneriyorlardı. Ama diyordu Milner, ‘Avrupa demokratik barışı, Avrupa Yahudileri’nin yok edilmesinden başka bir şey değildi.’ Milner’in kitabı basit ama son derece radikal bir teze dayanıyordu: “Avrupa demokrasisinin şu anki ‘suçu’ Orta Doğu için barış çağrısı yapmasıdır. Baş- Avrupalı entelektüeller uzun yüzyıllar boyunca, Yahudileri, ‘Avrupa’nın kadersizliği’ olarak görmüş ve işte gün gelmiş, bu ‘kadersizliğe’ Naziler bütün 46 ŞUBAT 2015 Milner, Avrupalı halkların, modern dönemde, genetik manipülasyon, cinsel yeniden üretim, yapay döllenme teknikleri ve nesep-soy yasalarından kurtularak modern demokrasiye giden yolda yürüdüğünü düşünüyordu. Oysa Yahudi halk bu motamamlanablmş değl. Ama dünyanın bugün Latn dernliği benimsememiş Buradan Paris katlive yok olma korkusu Amerka halklarının merkeznde olduğu br ‘küresel amına gelmek istiyonedeniyle, soyunu yani rum. Komplo teorileterör’ sorunu yok. Bunun bast br sebeb var: Çünkü nesebini sürekli kılmayı rinden hareket etmek küresel güçlern desteklemedğ veya mal etmedğ ilkesel bir tutuma döçoğu zaman yanlış nüştürmüştü. Avrupa hçbr küresel terörün dünyada gelşme şansı yoktur. sonuçlara vardırsa da, projesi; soy-sopa bağlı Paris katliamının bir kalan bir halkla, soyataşla birkaç kuş vurnesebe bağlılığı terk etmak tabirine çok uygun miş halkların çatışması ve bir katliam olduğunda hiç bu çatışmanın Yahudi halkın soykırıma uğramaşüphe yok. Bu çerçevede, Paris katliamı; Filistin sının bir sonucu olarak uygulama alanına sokulDevleti’nin bugün nihayet tanınmasını tartışan ve muştu. Nihayet, Avrupalıların Ortaçağdan bu yana tanımaya ilişkin kararları kendi parlamentolarından ‘kadersizlik’ olarak gördükleri bir halk Orta Doğu’ya geçiren, üstelik İsrail’in Filistin’de giriştiği insanlığa taşınmış ve orada bir devlet kurmuştu. karşı suçları Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne haMilner’in bu görüşlerine birçok bakımdan itiraz edi- vale etmek ve soruşturmak isteyen Avrupa’ya kesillebilir. Örneğin Avrupa barış ve demokrasi projesi- miş bir ceza olarak okunmaya çok müsaittir. nin Nazi soykırımına bağlanması, oldukça radikal bir görüş sayılabilir. Ama Gazze’de olup bitenlere Cihatçı gençler kuşkusuz kutsal bildikleri kendi dabaktığınızda, Milner’in yazdıklarını doğrulayan ve vaları için silah kullandıklarına inanıyorlar. Çoğu kez bugünkü İsrail’i yönetenlerin hareket tarzını belir- başkalarının hayatına kasteden, şiddet ve terörle leyen birçok unsur bulabilirsiniz. İsrail’i yönetenler, malul inançların yol açtığı ulusal felaketlere baktığıtıpkı Milner gibi Avrupa’dan veya Amerika’dan ge- nızda, Orta Doğu’da ve dünyada durum pek parlak len barış çağrılarını, İsrail’in sonunu getirecek adım- sayılmaz: ların başlangıcı olarak görüyorlar. Kendi davaları için savaştıklarına inanan bir takım Birleşmiş Milletler’e ait okulların, hastanelerin ve pazar yerlerinin bombalanması, kısacası Gazze’de vahşetin ve zulmün sıradanlaşması, barış fikrinin İsrail için yok olmayla özdeş olarak görülmesi anlamına geldiğini göstermiyor mu? radikal gruplar, aslında başkalarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey yapmıyorlar ve yapmadılar. Afganistan’da El-Kaide, Sovyet işgaline karşı savaşırken, aslında Amerikan çıkarlarına hizmet ediyordu. Ve projenin müellifi Brezinsky’den başkası değildi. ŞUBAT 2015 47 alakalı bir durumdur. Ret ve inkar politikalarına, hatta Diyarbakır Cezaevi’ne rağmen, eğer devlet Kürt sorununda demokratik bir zeminde durmayı tercih etseydi, Kürt siyaseti, yola silahlı bir hareket olarak değil, şiddeti ve silahlı mücadeleyi reddeden bir hareket olarak devam edecekti. Ama devleti yönetenler, demokratik zemini, şiddetin egemen olacağı bir zemine feda ettiler ve ne olduysa o tarihten sonra oldu. Devlet uyguladığı politikalarla bu demokratik zemini adeta terörize etti ve Kürt sorununda şiddetin doğmasına bir çeşit tarihsel ebelik yaptı. Buna bakarak, ‘mademki geçmişte devlet Kürtlere zulmetti, o halde dağa çıkmak mukadderdi, bunu hiçbir şey engelleyemezdi’ diye yorumlar yapmak ne kadar doğru olabilir? Geçmişte ve bugün, siyasi aktörler ortaya farklı bir irade koysalardı, her şey başka olabilirdi. Bugün istense, birkaç gün içinde ne Cizre’de kazılan hendeklerden ve kuşatmalardan eser kalır ne de ‘fırtına çocuklardan’, her şey bir anda normalleşir. Ama siyasi aktörler, tersine davranıp, o hendeklerin ve kuşatma altına alınan mahallelerin sayısını da bir anda on misli, yirmi misli arttırabilirler. ‘Kanı kaynayan Müslümanların’ yeryüzüne yayılmasının miladıdır Afganistan. Bunun Amerikalılar ve Avrupalılar tarafından öngörülemediğini düşünmek çok aptalca bir şey olur. Hiçbir şey öngörülemez değildi, bunlar öngörülüyordu elbette: Tıpkı Irak işgalinin nelere yol açabileceğinin ön görüldüğü gibi. Bugün IŞID’i yönetenlerin yaptığı açıklamaların hemen hemen tümünde ortak değerlendirme şudur ki, IŞİD’in temellerinin, Amerikan işgali altındaki Irak’ta kurulan toplama kamplarında atılmış olduğu yönündedir. Diyarbakır Cezaevi ve 12 Eylül faşizmi, Kürt gençlerine Bekaa’ya giden yolu nasıl ki açtıysa; Irak’taki toplama kampları da radikal İslami gruplara, Suriye ve Irak topraklarının neredeyse üçte ikisini yönetmek ve Avrupa’yı Paris’te kalbinden vurmaya varan yolları açmıştır. Selahattin Eyyubi’den başlayarak söyleyecek olursak, Doğu’nun Batı’yla yaşadığı tarihsel karşılaşmalar, İspanya’daki Emevi varlığı ve kültürünün yol açtığı kültürler ve medeniyetler arası buluşma, Batı’nın sömürgeciliği ve oryantalizmine karşı gösterilen direnişler, bütün bunlar elbette radikalizmin derlenip 48 ŞUBAT 2015 toparlanmasına az çok katkısı olmuş hadiselerdir ve yüzyıllara tekabül eden bir tarihi ifade etmektedir. Ama bugün dünyaya meydan okuyan radikal İslami grupların eylem ve amaçlarının anlaşılmasında belirleyici faktörler midir? Ona bakmak lazım. Türkiye’de, etnik bir sorunun doğurduğu şiddeti anlamak için genellikle cumhuriyet dönemi ve özellikle de yakın dönem tarihinde olup bitenlere bakılır, ama sadece geçmişte yaşananlara bakarak yapılan analizlerin bugünü anlamaya yetmediğini ve aslında epey yanıltıcı olduğunu da görüyoruz. Kandil’e mevzilenmiş bir örgütün Cizre’de farklı/ alternatif bir devlet veya bir kanton oluşturmak istemesinin 1990’lı yıllarda yine bu ilçede ve bölgede işlenen faili meçhul cinayetlerle somut bir ilişkisi yoktur. İnsanların birer faili meçhul cinayetle ortadan kaldırılabildiği ve hukuk adına hiçbir şeyden söz edilemeyeceği bir ortamın alternatifi, benzeri bir karanlık ortam ve bu ortamın mümkün kıldığı yeni bir şiddet konsepti olabilir mi? Bugünün şiddeti tamamen bir tercihtir. Siyasi bir tercihtir ve o coğrafyada meydana gelen ihlallerden ziyade, devletin zamanında yaptığı siyasi tercihlerle Bunun gibi, Avrupa ülkelerinin, Filistin, Suriye, Afganistan ve Cezayir’le ilgili politikalarının Müslüman dünyanın hafızasında hiç de iyi şeylere yol açmadığını biliyoruz. Ama bugünkü ‘Cihadi şiddet’ ve terörü bu hafızaya dayanarak açıklamak mümkün değil. Çünkü benzer bir hafızayı Latin Amerikalılar, başta Vietnam olmak üzere Uzak Doğu’daki deniz aşırı sömürgelerinde yaşadılar ve yaşamaya devam ediyorlar. Kaldı ki Avrupalı Müslümanlar, Kuvaşi kardeşlerden ibaret değil. Ama İslam’ı Kuvaşi kardeşlerle özdeşleştirmek de, kabul edelim ki tamamen ideolojik ve ırkçı-İslamofobik bir tutumdur. Bu tutumun yaygınlaşmasında, cihadi şiddetin ve terörün ciddi payı var. Bu yüzden, Kuvaşi kardeşlerin gerçekleştirdiği katliamı, zulme karşı ‘gecikmiş bir isyan’, ‘Avrupa’ya hak ettiği bir cevap’ seviyesinde okumamak gerekir. Kürt sorununda silahlı mücadeleyi kutsayan, bu mücadeleyi ‘devlete tarihi bir cevap’ olarak gören ve işin kötü tarafı bu ‘tarihi cevabın’ çözüm sürecine rağmen devam etmesini isteyen liberal/sol aydınlar gibi davranılmamalıdır. Avrupa’nın yaşadığı bu kriz derinleşir ve başta Türkiye olmak üzere başka İslam ülkeleri Avrupa’yla işbirliği içine girmez ve diyalog kapıları kapanırsa, üçüncü dünya savaşı çıkmaz belki, ama birkaç yıl içinde Avrupa kendi içine daha fazla kapanmayı ve ‘çeşitliliğinden/çoğulcu kimliğinden kurtulmayı’ tercih edebilir. Şiddet tırmanır ve Le Pen’in partisi ile Holland’ın partisi arasında, ırkçılık, nefret ve İslamofobi konusunda varlığını koruyan ilkesel görüş farkları bir anda silinir ve Avrupalı partiler aynılaşırsa, asıl felaket o zaman başlar. Bu, milyonlarca insanın yurt diye bildiği Avrupa ülkelerinden, Doğu’ya doğru tersine göçün başlayacağı daha umutsuz ve korku dolu bir dünya demek… Avrupalıların son yüzyıl içinde Kürtlere ve Ermenilere verdikleri zararı kimse kimseye vermedi. SykesPicot ve Lozan’la Kürtlerin ülkeleri bilmem kaç parçaya bölündü. Anadolu Ermenileri önce kışkırtıldı, sonra Almanya gibi bir devlet İttihatçıların sırtını sıvazlayarak 1915 tehcirinin yaşanmasına giden yolu sonuna kadar açtı. Ama görüldüğü gibi, bugün hedefinde Batı-Avrupa olan uluslararası bir Kürt ve Ermeni teröründen söz edilemiyor. Türkiye’de uygulanan şiddetin amaçlarından biri, İstanbul’da ve başka şehirlerde yaşayan milyonlarca Kürdü, tersine göçe zorlamak değil miydi? Gerçekleşmediyse, bunu her iki halkın sağduyusuna, birlikte yaşama iradesi ve aynı dini değerlere sahip olmasına borçluyuz. Ama böylesi bir iradenin Avrupa halklarıyla, Müslüman halklar arasında yaşanabilmesi için maalesef fazla sebep yok. Cihatçılar ve Avrupalı ırkçılar objektif olarak, ayrışmanın, Avrupa’dan başlayarak bütün dünyaya yayılması, siyasi ve toplumsal kopuşun derinleşmesi için ayrı ayrı cephelerde ama aynı amaç için mücadele ediyorlar. Ölümcül hafızaların, dini ve ulusal travmalara yol açmış zulümlerin karşılığı 21. yüzyılda, mutlaka şiddet ve katliamla cevap vermek olmamalıdır. Zulüm görenler, zulmedenlerin yöntemlerini kullanarak, onlara benzeyemez, bu yolla acılarından kurtulamaz ve yüreklerinde açılmış yarayı asla iyileştiremezler. Öte yandan, Paris katliamı, İslam aleminde bir hafıza patlaması yaratmış gibi görünüyor. Müslüman dünyanın Ortaçağ’dan bu yana Batı sömürgeciliği ve oryantalizminin yaşattığı mağduriyetler üzerinden geliştirdiği psikolojiyi elbette önemsemek gerekiyor. Belli ihtiyat payları koyarak tabi… ŞUBAT 2015 49 görürsek, bu şiddeti mümkün kılan siyasi iradeyi görmezlikten gelir ve bu çocukları ebedi bir şiddete mahkûm olmaktan başka çaresi olmayan insanlar haline getirmiş oluruz. Dünyadaki Müslüman nüfusun bu konuda intikamcı ve kısasa kısas, şiddet ve terörü meşrulaştıran bir yerde durduğunu gösteren ortada hemen hiçbir belirti yok. Büyük kitle, terörü ve şiddeti onaylamamaktadır. Bu yüzden zaten, Batı’da terörü İslam’la özdeşleştiren görüşlere karşı çıkılmakta ve bu görüşlerin İslamofobiyi besleyen muhtevasına sık sık itirazlar yöneltilmektedir. Bu sorunda, üstünde hassasiyetle durulması gereken bir konu da, bizzat İslamcı entelektüellerin Batı’ya yönelik söylemlerde ve köşe yazılarında dile gelen ‘fırtına ektiniz, şimdi bu fırtınayı biçiyorsunuz, korkacak ve korkmaya devam edeceksiniz’ şeklinde ifade edilen görüşleridir. Batı’nın kendi içindeki Müslüman halka karşı uyguladığı politikalarındaki tutarsızlıklar, ırkçı ve İslamofobik tutumlar elbette hatırlanması gereken tutumlardır. Bu çerçevede Afganistan, Suriye, Irak ve Filistin politikalarının terörizmi besleyen bir yanı olduğu da muhakkak… Ama buna rağmen, eğer belli bir siyasi irade yoksa bu hafızanın tek başına uluslararası teröre yol açtığını iddia etmek de şüpheli bir görüş veya değerlendirme olur. 50 ŞUBAT 2015 Cizre ve Yüksekova sokaklarında dolaşan ve ‘kanı kaynayan’ Kürt gençlerinin uyguladığı şiddeti, geçmişin devlet politikalarında aramaktan ziyade, PKK’nin siyasi hedeflerinde aramak daha doğru bir tutum olacağı gibi, bugünün radikal gruplarında görülen şiddet ve terörü açıklamak için de aynı siyasi iradeye işaret etmek daha doğru olacaktır. Cumhuriyet döneminde Türkiye’de ve eş zamanlı tarih içinde de İran, Suriye ve Irak’ta Kürtler’in başına gelenlerin hemen hiçbiri, son elli yıl veya yetmiş yıldır Avrupa’da iyi kötü bir entegrasyon yaşayan Müslüman halkın başına gelmedi. O halde şiddetin makul sebeplerini aramak, belki geçmişle yüzleşmek ve devletler adına özür dilemek, geçmişin günahlarından arınma için telafi mekanizmaları oluşturmak gereklidir ve mutlaka da yapılmalıdır ama bunların hiçbiri, şiddeti yeniden açık veya üstü örtülü bir şekilde, meşru göstermeye yol açmamalıdır. Cizre sokaklarında yetişen ‘fırtına çocuklarını’ anlamaya çalıştığımız gibi, Paris sokaklarında büyümüş Cezayirli çocukları da anlamaya çalışmalıyız elbette. Ama onları şiddete yönelten sebebi, geçmişin hafızalarının ve travmalarının basit bir sonucu gibi hatayla yüzleşmeye çalışıyor şimdi. Korkuyor ve endişeye kapılıyor… Diyeceğim, Paris katliamını, katliamı gerçekleştiren iki Fransız yurttaşının Cezayirli olmasını hatırlatıp, Fransa’nın Cezayir’de işlediği insanlık suçlarına bağlayarak yapacağınız analizler, Müslüman mahallesinde itibar kazandırabilir size ama fazla isabetli olmayabilir. Fransızlar sadece Cezayir’de değil unutmayalım ki Vietnam’dan başlayarak, daha beter katliamlar uyguladılar. Ama bu, hiçbir şekilde, merkezinde Vietnamlıların olduğu küresel bir teröre yol açmadı. Latin Amerika ve Küba’da Amerika’nın desteklediFırsat bu fırsat deyip, Edward Said’in, Batı’nın yüği rejimlerin işlediği suçlarla hesaplaşma hala tazüne bir tokat gibi çarpan ‘Oryantalizm’ eserini ve mamlanabilmiş değil. Ama dünyanın bugün Latin bu eserde anlatılan oryantalizmin yol açtığı kötüAmerika halklarının merkezinde olduğu bir ‘küresel lükleri hatırlayarak yığınla yazı yazarsınız. Filistin, terör’ sorunu yok. Bunun basit bir sebebi var: ÇünIrak, Gazze, Suriye ve dünyanın başka bölgelerinkü küresel güçlerin desde yüzyıldır katledilen teklemediği veya imal Müslümanların traetmediği hiçbir küresel jedisini kim bilir kaç Avrupa’da aslına bakarsanız, İslam’ı kend bünyesne terörün dünyada gelişkez paylaşırsınız. Ama me şansı yoktur. alma sürecnn sancıları yaşanıyor ve Avrupa’yı bu, dünyanın yaşadığı bugünlerde kasıp kavuran ırkçılık, yabancı Sovyetler Birliği’ni ve merkezine maaleçökertmek ve tek sef haksız bir şekilde düşmanlığı, İslamofob bu çne almanın çatışmalı kutuplu dünyaya giİslam’ın yerleştirilmek haller olarak yaşanıyor. Oysa brkaç yüzyıl önce, den yolu açmak için, istendiği küresel teröİspanya İslam/Emev kültürünü çne almıştı. Fransa Afganistan’ı yeni bir rizmi açıklamaya yetVietnam olarak Sovmez. ve Almanya son yarım asır çnde Türk göçmenlerle yet yönetimine sunarAvrupalıların korkmaya dolup taştı. İngltere ve Hollanda Pakstanlı, Bengall, ken, El Kaide’yi kuran başladığını varsayabilir, ve başına Bin Ladin’i Mısırlı ve Afrkalı göçmenlere kucak açtı. İsveç ve bu korku selamete ergetiren Amerikalılar bu Norveç; Türkyel, Iraklı ve Suryel Süryanlern dirir diye düşünüyor projelerinde başarıya olabilir, Avrupalılar korknc vatanı oldu. ulaştılar elbette. Sovkacak ve kendi ırkçılıkyetler Birliği, Afganislarıyla, İslamofobileriyle tan batağına saplandı yüzleşecek diye kati ve ve bir daha da çıkamadı. kesin bir sonuca da varaAfganistan savaşı, Sovyet biliriz. Ama unutmayalım ki, sırf korkutarak, bir siteminin çöküşünü başlattı. Projenin mimarı toplumu geçmişiyle yüzleşmeye davet edemez Brezinski’ye soruyorlardı o vakitler, ‘iyi iş başarve ona iyi şeyler yaptıramazsınız. Unutmayalım ki, dınız’ diye ve devam ediyorlardı soruya, ‘ama ya tarihin en büyük çatışmalarını, geniş halk yığınlarının peki Afganistan’da Sovyetler’e karşı savaş alanına korkuya kapılması tetiklemiştir hep. sürdüğünüz şu ‘kanı kaynayan’ Müslümanlar, onlara ne olacak, dünyanın başına bela olmayacaklar Şüphe yok ki, Paris katliamı, her şeyden önce, etmı?’ diyorlardı. Brezinski cevap veriyordu soruya ve nik, dini ve ideolojik sebepleri ne olursa olsun bütün diyordu ki: “Hangisi daha önemli, Sovyetler’in çök- katliamlarda olduğu gibi, insanlığa karşı işlenmiş bir mesi mi, yoksa dünyanın şurasında burasında kanı suçtur. Ama çok iyi biliyoruz ki, yeryüzünde meydana gelmiş bütün katliamların ve insanlığa karşı işkaynayan birkaç Müslüman’ın ortaya çıkması mı?” lenmiş suçların uğradığı tarihsel ve felsefi yorumlar, Bugün maalesef Brezinski’nin ‘kanı kaynayan her zaman siyasi kullanıma çok müsait yorumlardır. Müslümanlar’ı sayıları çoğalmış olarak, dünyanın dört bir yanında korku salıyor. Brezinski onları kü- Paris katliamı gerçekleşir gerçekleşmez, daha üsçümsemekle, tarihi bir hata yapmıştı ve dünya bu tünden dakikalar bile geçmemişken, tarih boyunca ŞUBAT 2015 51 sayısız örneklerine rastladığımız bu siyasi kullanım biçimlerinin, Türkiyeli tarihçiler, siyasetçiler, aydınlar ve akademisyenler tarafından yapılan açıklamalarda ifade edilmiş sayısız örneklerine tanık olduk. Kimileri, ‘İslam’ın bu türden katliamları onaylayan bir din olmadığını’ söyleyenlerin ne kadar çok yanıldığını izaha çalıştılar. Kimi faturayı hemen her olayda olduğu gibi, çok kolaycı bir yaklaşımla AK Parti hükümetine kesmeye çalıştı. Görülebildiği kadarıyla Paris katliamı, Türkiye’de iç siyasetin bir malzemesi olarak, yani siyasi kullanıma çok açık bir malzeme olarak tartışılıyor ve hiç şüphesiz bu tartışmaOrta Doğu’da süren terör ların kimseye bir faydünyada da durmayacak dası olmayacak. dan çıkması ise, hiç de tesadüf değildir. Türkiye’nin Kürtleri geçmişte nasıl ki PKK’lı ve terörist olmadıklarını ispat etmekle mükellef kılındıysalar, bugün de Türkiye’de Müslüman’lar El-Kaide veya IŞİD mensubu olmadıklarını ispat etme mükellefiyetiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. IŞİD’in sadece Batı’nın topyekün ‘ideal düşmanı’ değil, ama Orta Doğu’da başta Kürtler olmak üzere farklı dini ve etnik hususiyetlere sahip halkların da ‘ideal düşmanı’ olmayı başardığı bir dönemde güçlenen İslamofobinin ve Paris katliamın sebeplerini ortaya çıkarmak, bundan sonrası için çok büyük bir önem ve katlamlar durmazsa, taşıyor. ve bu bataklık bütün dünyayı tehdt eden terörzm beslemeye devam edecektr. Dünya, IŞİD ve benzer örgütlern hçbr zaman devletleşemeyeceğn, bunun hçbr zaman mümkün olamayacağını göstermekle mükelleftr. Oysa blyoruz k, IŞİD’n şu anda Irak ve Surye’de kontrol altında tuttuğu ve yönettğ nüfus ve bu nüfusun yaşadığı coğrafya, Avrupa devletlernden büyüktür! Bu nüfus ve bu coğrafya özgür olmadan, Flstn’de şgal sona ermeden, Avrupa’da özgürlük artık br hayaldr. Paris olayı, Türkiye’de İslamofobi’nin nasıl da çoktan, bir iktidar alanına dönüştüğünü ortaya koyması bakımından da önemlidir. Türkiye’deki İslamofobi, ayrı bir yazının konusu olacak kadar önemli olmakla beraber, şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim: Avrupa’nın ciddi bir İslamofobi sorunu var, ama çözülebilir bir sorundur bu; lakin Türkiye’nin İslamofobi sorunu maalesef bu kadar kolay çözülebilecek bir sorun değildir. İslamofobi henüz Avrupa’da zafer elde etmiş bir iktidar alanı olmaktan uzaktır. Ama İslamofobi Türkiye’de bugün, sırf AK Parti düşmanlığı nedeniyle, İslamcı olarak bilinenden, solcusuna hatta liberaline kadar, herkesin katkı sunup güçlendirmeye çalıştığı bir iktidar alanıdır. Sorunu, daha fazla güvenlik taleplerine bağlamak veya İslam’ın ‘suç-terör’ üreten bir din olmasına yormak, çok yanıltıcı ve büyük bir haksızlık olacaktır. Unutmayalım ki bugün IŞİD’in saflarında çatışanlar, dünyanın en müreffeh ülkelerinde yetişmiş bir kuşağın temsilcisidirler. Avrupa ve dünyanın ‘suç karnesi’ nefret ve yenilgi psikolojisiyle malul ve çoğu Amerika’da, Avrupa’da doğup büyümüş Müslümanların bazılarını birer soğukkanlı katile dönüştürmüşse, bu bataklığı kurutmanın çareleri aranmalı, ama bu bataklığa daha fazla çamur taşıyan bir takım devletlerin kabahatleri de elbette sorgulanmalıdır. Monist/İttihatçı/Jakoben ideolojilerin buluştuğu bir yeni tahayyül veya yeni düşünce biçimi ki, hedefinde, sadece simitle beslendiği için gelişememiş, ‘eciş bücüş ve aklı olmayan yaratıkların’ iktidarından Türkiye’yi kurtarmak var! Paris katliamı Avrupa’da ve Türkiye’de çok faklı tartışmalara yol açtı. Holland’ın süreci yönetmede ve yönetirken bütün dünyayı Fransa’nın acısına ortak etmede gösterdiği başarı, ardından İslamofobi’nin yasaklanması ve cezalandırılmasını mümkün kılacak yasal düzenlemeler talep etmesi takdirle karşılanıyor. Günümüzün yerli İslamofobiklerinin, 90’lı yılların toplumu kasıp kavuran ünlü Kürdofobikleri arasın- Resmi rakamlara göre 20 milyon, ama Avrupalıların inancına göre 30 milyonu aşan Müslüman halkla bir 52 ŞUBAT 2015 arada nasıl yaşanacak, her gün ‘terör şüphesiyle’ gencecik çocukların vurulması bir çare olabilir mi? Olamayacağını en çok da Türkiye deneyimi iyi anlatıyor. Kendi etnik sorununu çözme becerisi gösteremeyen Türkiye’nin kırk yıldır ödediği ağır fatura ortadadır ve Türkiye bu ağır faturayı hiç değilse hafifletmenin çarelerini aramaktadır... Avrupa tamamen, güvenlik eksenli önlemler alır ve varoşlarda yaşayan Müslüman halkın özgürlük alanlarını, terör bahanesiyle kısıtlarsa, (İspanya’da maalesef bu yönde çabalar yoğunlaşmış durumda) Avrupa başkentlerinin bir anda herkesin herkese düşman olduğu şehirlere dönüşmesi kaçınılmaz hale gelebilir. Avrupa’nın sanatçılarına, aydınlarına çok iş düşüyor. Ünlü film yönetmeni Luk Besson’un geçenlerde Le Mond’ta yayınlanan ve Müslüman gençlere saygılı bir dille seslenen yazısı örnek alınmalı, bu gençlerin uluslararası terör örgütlerinin pençesine düşmemesi için bütün sosyal, siyasal tedbirler alınmalıdır. Neyse ki, Paris katliamından sonra yapılan tartışmaların arasında, güvenlik konsepti veya güvenlik stratejilerine ayrılan pay, oldukça düşüktü. Çünkü genel kamuoyu kanaati ve suikastçilerin Fransız yurttaşı olması, ortaya saçılan başka bilgiler, bu bilgilerin ima ettiği sosyolojik gerçeklikler, sorunun salt güvenlik önlemleriyle çözülemeyeceğini göstermiş durumda. Aydınlar, sivil toplum, hükümetler, herkes ama herkes taşın altına elini sokmadıkça, Avrupa, her tarafı sarmış bu ateşten kendini koruyamaz. Başta Türkiye olmak üzere, başka Müslüman ülkelerle işbirliği hayati önemdedir. Türkiye, Nilüfer Göle gibi bilim insanlarının iddia ettiği gibi Avrupa trenini kaçırmış değildir. Türkiye bu trenden hiçbir zaman inmedi zaten. Ama trenin içinde, ona reva görülen yani üyelik için çıkarılan zorluklara itiraz ediyor Türkiye. Bu trenin 2. sınıf kompartımanına mahkûm edilme çabalarına karşı çıkıyor. Avrupa’nın Türkiye’ye ne kadar ihtiyacı olduğu Paris saldırısıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır. AB üyesi bir Türkiye’nin Avrupa’nın içine girdiği İslamofobi ve ırkçılıktan kurtulması bakımından oynayacağı rolü, dünyada hiçbir ülke oynayamaz. Ama Türkiye’nin de her bakımdan bu işbirliğine açık olması gerekir. Başbakan Davutoğlu’nun Paris’teki yürüyüşe katılması bu bakımdan çok önemlidir. Öte yandan, Avrupa halklarına gerçeği söylemenin zamanı gelmiştir. Avrupalıların da bilmesi ve kabul etmesi gereken gerçek şu ki Filistin, Suriye ve hem Batı’nın hem Orta Doğu’nun ‘ideal düşmanı’ olmayı başarmış, kendisiyle hem Irak hem Suriye hem Kürdistan’da savaşılan IŞİD sorununa uluslararası bir çözüm bulunmadıkça, Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde ne terörü ne terör örgütlerine özellikle Avrupa’dan katılan insanları durdurmak mümkün olacaktır. Orta Doğu’da süren terör ve katliamlar durmazsa, dünyada da durmayacak ve bu bataklık bütün dünyayı tehdit eden terörizmi beslemeye devam edecektir. Dünya, IŞİD ve benzeri örgütlerin hiçbir zaman devletleşemeyeceğini, bunun hiçbir zaman mümkün olamayacağını göstermekle mükelleftir. Oysa biliyoruz ki, IŞİD’in şu anda Irak ve Suriye’de kontrol altında tuttuğu ve yönettiği nüfus ve bu nüfusun yaşadığı coğrafya, Avrupa devletlerinden büyüktür! Bu nüfus ve bu coğrafya özgür olmadan, Filistin’de işgal sona ermeden, Avrupa’da özgürlük artık bir hayaldir. Avrupa’nın özgürlüğünün, bugün Orta Doğu ve dünyanın başka yerlerinde can çekişen, her geçen gün biraz daha ölen adaletin yeniden hayata geçmesine gelip bağlanması belki de takdiri ilahidir! Bu makalenin başına dönecek olursak, demokratik Avrupa, kimi Avrupalı entelektüeller tarafından kabahat ve suç olarak algılansa bile, Filistin’in devlet olma hakkını, Irak ve Suriye’de sayıları milyonları bulan Sünni/Müslüman halkın devlet kurma dahil, bütün haklarını savunmak zorundadır. Bu ‘suç karnesini’ bir anda silen ve İsrail’in kuşatmalarına karşı çıkamayan bir Avrupa’nın geleceği olmadığı gibi böyle bir Avrupa’nın, yaşlı kıtayı bir anda sarıp sarmalayacak olan şiddet dalgalarıyla sarsılması da maalesef büyük bir ihtimaldir. Avrupa demokrasisinin şu anki ‘suçu’, Orta Doğu için barış çağrısı yapmaksa, başka bir deyişle İsrail-Filistin çatışmasına barışçıl bir çözüm bulmak istemesiyse, Avrupa bu suçu işlemeye devam etmelidir. Bu ‘suçu’ işlemeye devam etmek demek, Avrupa’nın Akdenizli kimliğiyle yeniden buluşması demektir. ŞUBAT 2015 53 DIŞ POLİTİKA Akdeniz bir zamanlar Avrupa’nın ortak paydasıydı. Kültürler arası geçişler, kaynaşmalar, yüzleşmeler çağı maalesef çoktan sona erdi. Avrupa bu altın çağdan koptu. Şimdi Akdeniz ortak paydasında yer alan kültürlerin temsilcisi halklarla ve kısmen de olsa devletlerle sürekli mücadele içinde olan bir Avrupa var. Avrupa’da aslına bakarsanız, İslam’ı kendi bünyesine alma sürecinin sancıları yaşanıyor ve Avrupa’yı bugünlerde kasıp kavuran ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi bu içine almanın çatışmalı halleri olarak yaşanıyor. Oysa birkaç yüzyıl önce, İspanya İslam/Emevi kültürünü içine almıştı. Fransa ve Almanya son yarım asır içinde Türk göçmenlerle dolup taştı. İngiltere ve Hollanda Pakistanlı, Bengalli, Mısırlı ve Afrikalı göçmenlere kucak açtı. İsveç ve Norveç; Türkiyeli, Iraklı ve Suriyeli Süryanilerin ikinci vatanı oldu. O kadar ki, Süryaniler’in anavatanı olan Turabdin (bugünkü Midyat-Mardin)’de bugün sadece üç bin kadar Süryani yaşarken, İsveç’in sadece bir ilçesinde -Sötederya’da- 25 bin Süryani yaşıyor. Geçen sene İsveçliler onlardan beklenmedik bir biçimde camileri ateşe verince, Türkiyeli Süryanilerin karşı koymalarıyla karşılaştılar. Türkiye’den giden Süryaniler haçlarını boyunlarına takıp, cami yakmak isteyen İsveçlilerin önüne dikildiler ve onlara, ‘gördüğünüz gibi biz de sizin dininizdeniz, camilerini yakmak istediğiniz insanların bazılarını tanıyoruz, onlarla beraber aynı ülkeden geldik buraya. Ama bu insanlar Türkiye’de kiliselerimizi yakmıyorlar, peki siz neden onların camilerini yakmak istiyorsunuz?’ dediler. İsveç’te yaşanan ve bir dostumun anlattığı bu olaydan sonra da cami yakma girişimleri maalesef kesilmedi ve İsveçliler bu yıl iki camiyi birden yaktılar. Dinlere, çoğulculuğa açık Avrupa, ne oldu da birden bire retçi ve tahammülsüz Avrupa’ya dönüştü? İster El-Kaide ister IŞİD deyin. Bir an için, köktendinciliğin Avrupa’nın kaygılarını ve korkularını tetiklediğini düşünebiliriz. Ama hikayeyi ta BosnaHersek’e kadar götürmenin bence hiçbir mahsuru yok hatta gerekli… Bosna-Hersek, yıllarca, 90’lı yıllarda baş gösteren büyük parçalanma ve dağılmaya gelinceye kadar, hem laik hem çok dinli olmasıyla, Avrupa’nın çoğulcu ve demokratik projelerini besleyen hayallerin vücut bulduğu bir coğrafya olarak kaldı. 54 ŞUBAT 2015 Bosna-Hersek’in çok etnisiteli kimliğe dayanan çoğulculuğunun yok edilmesi, Avrupa’nın varoluşuna yönelmiş ağır bir tehditti aslında. Ve üstelik Bosna’ya yönelik Sırp saldırısı tekil bir olay değildi. Bosna-Hersek örneği veya deneyiminin yok edilmesi Balkanlar’dan İslam’ı söküp atan fethin yolunu Avrupa’nın içlerine ve Batı Avrupa’ya kadar açıyordu… O tarihten bu yana, Avrupa’nın hemen her yerinde işbirliği yapılması gereken İslam cemaati, her yerde düşman olarak görülmeye başlandı. 11 Eylül saldırısı, ekonomik krizler, ortak ve ideal düşman Sünni/İslam IŞİD’e karşı başlayan ve tesadüfe bakın ki karasal savaşta Sünni/İslam Kürtleri cepheye katan Orta Doğu’daki yeni haçlı seferleri, aslında Bosna-Hersek’te başlayan hikayeye süreklilik kazandıran gelişmeler oldu. İSRAİL’DE SİYASETİN “JUDAİZASYONU” Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı 2014 Avrupalıların artık yabancıların kendi ülkelerine dönmelerini talep eden Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar (PEGİDA) gibi sözüm ona sivil örgütleri bile var. Bu örgütün öncülüğünde mitingler yapılıyor Almanya’da ve yabancılara kapılar gösteriliyor. Ama Avrupa’da, bütün bunlara rağmen, her şey kötüye gitmiyor elbette… Çoğulcu ve demokrat Avrupa’ya sahip çıkanlar hala çoğunluktalar ve bu son derece umut verici. Holland İslamofobinin yasaklanmasını ve yasağa uymayanların cezalandırılmasını talep ediyor. Merkel, Müslümanların, Almanya’nın bir parçası olduğunu ilan ediyor. 5 Ocak’ta toplanan mitinglerde Almanlar şu sloganla yürüdü: Tellt sich quer! (Köln karşı koyuyor) Köln’de gerçekleşecek yürüyüşe çağrı ise şu sözlerle başlıyordu: “Meydanı nefret tohumları saçan kişilere bırakamayız. Başka çareleri kalmadığı için memleketlerini terk eden ve bize sığınan mağdur insanların üzerinden korkuların körüklenmesine müsaade edemeyiz. Müslümanlar yabancı düşmanlığında hedef olarak kullanılıp suistimal edilirken, olan biteni izlemekle yetinemeyiz. Farklı ülkelere, kültürlere ve dinlere mensup insanlara karşı bizi kullanmalarına izin vermeyeceğiz.’’ İşte size demokratik Avrupa’nın bir ‘suç karnesi’ daha! İsrail’de Mart 2015’te gerçekleştirilecek seçimler Filistin-İsrail uzlaşmazlığının çözümünü de yakından ilgilendiriyor. Bu bağlamda İsrail’de uzlaşmaya açık bir hükümetin işbaşına gelmesinin önemi açık ancak anketler Knesset’te çoğunluğu uzlaşmaya açık olmayan sağ-aşırı sağ grupların alacağını gösteriyor. Bununla birlikte Filistin’le bir biçimde barış sağlanmasının gerekliliği, hem bölgesel istikrar hem de uluslararası ilişkiler bağlamında artık neredeyse herkes tarafından kabul görmüş durumda diyebiliriz. ’ün son günlerinde Binyamin Netanyahu’nun liderliğindeki koalisyonun dağılmasının ardından Knesset toplanarak Mart 2015’te erken genel seçim kararı almıştı. Hatırlanacağı üzere Başbakan Binyamin Netanyahu koalisyon içerisindeki sağ-aşırı sağ partilerin de etkisiyle Knesset’e sunulmak üzere bir Vatandaşlık Yasası hazırlamıştı. Söz konusu yasa İsrail’i bir Yahudi devleti olarak tanımlıyordu. Vatandaşlık Yasası’nın siyasetin gündemine girmesinden sonra koalisyon partilerinden Hatnua ve Yesh Atid içerisinden aykırı sesler yükselmeye başlamış; Netanyahu da Adalet Bakanı Tzipi Livni ve Maliye Bakanı Yair Lapid’in de aralarında olduğu kabine mensuplarını görevden almış, ardından koalisyon dağılmıştı. Hedefini Arayan Partiler, Sahibini Arayan Oylar Seçim kararının alınmasıyla birlikte siyasal ortam da oldukça sertleşti, seçim sonuçlarını doğrudan etkileyebilecek önemli değişimler yaşandı. Seçim sonuçlarını doğrudan etkileyebilecek gelişmelerden ilki ve belki de en mühimi uzun yıllardır % 2 olan seçim barajının % 3,25’e yükselmesi oldu. İkinci önemli gelişme Tzipi Livni liderliğindeki Hatnua ile Isaac Herzog liderliğindeki İşçi Partisi’nin birleşme kararı oldu. Bu birleşmenin ardından yapılan anketlerde İşçi Partisi’nin oylarında ciddi bir yükseliş olduğu gözleniyor. Maariv Sof Hashavua gazetesinin gerçekleştirdiği son ankete göre partilerin Knesset’teki sandalye dağılımlarının şu şekilde olması ŞUBAT 2015 55 bekleniyor: Likud 25 sandalye, İşçi Partisi 24 sandalye, HeBayit HaYehudi 15 sandalye, Arap partiler toplam 10 sandalye, Koolanu 10 sandalye, Yesh Atid 9 sandalye, Birleşik Torah Yahudiliği 8 sandalye, Yisrael Beytanu 6 sandalye, Shas 6 sandalye ve Meretz 6 sandalye. oldukça zor. Bu konuda daha sağlıklı tahminde bulunabilmek için tartışmanın kamuoyunda nasıl zemin bulduğunun netleşmesi gerekiyor. Ben-Gurion’u Mezarında Düzeltme Yarışı Seçim kararı ilk alındığında siyasete geri dönme kararı alan Moshe Kahlon’un kurduğu Koolanu Partisi’nin seçim sonuçlarını etkileyebilecek önemli gelişmelerden birisi olduğu düşünülüyordu ve partinin 2013’te Yesh Atid’in kazandığı başarının bir benzerini yakalayabileceğine dair tahminler söz konusuydu ancak anketler bu düşüncelerin oldukça iyimser tahminler olduğunu ortaya koyuyor. Koolanu yönetimi seçim anketlerindeki bu kötü gidişi bir yandan aşırı muhafazakar kesimlere açılarak diğer yandan İsrail siyasetinde yıllardır dile getirilen şeyleri tekrar eden çözüm paketleri açıklayarak değiştirmeye çalışıyor. Son olarak Koolanu’nun milletvekili adaylarından emekli Korgeneral Yoav Galent partisinin “5 Nokta Güvenlik Politikası”nı açıkladı. Buna göre Koolanu’nun “5 Nokta” paketi şu unsurlardan oluşuyor: Terörizme karşı sıfır tolerans, caydırıcılık, güvenliği geliştirecek bir barış anlaşması, mutabık kalınan yerleşim birimlerinin boşaltılmaması ve savunma bütçesinin daha etkili bir hale getirilmesi. Aslında Koolanu yönetimi “5 Nokta” planıyla İsrail siyasetine yeni hiç bir şey söylemiyor ve anket sonuçlarının tam da buradan kaynaklandığını farkedemiyor. İsrail’in dünyadaki “din devletlerine” en iyi örnek olduğu önermesi sıklıkla ifade edilmektedir. Bu önermeyi doğrulayacak doneler İsrail siyasetinde daima var olmuştur. Ancak Yitzhak Shamir ile başlayan; Yitzhak Rabin parantezinin kapatılmasıyla birlikte Netanyahu, Sharon, Olmert ile devam eden İsrail’de siyasetin aşırılaşması trendi en ciddi etkisini 17 Mart 2015 seçimlerinde gösterecek gibi görünüyor. Öyle ki neredeyse bütün partiler muhafazakar, aşırı muhafazakar oyları çekebilmek için yarış halinde. Diğer partilerin eleştirilmesinde kullanılan söylemin merkezinde de Siyonizm ve Yahudilik bulunuyor. İşçi Partisi-Hatnua ittifakının Arapça reklamlarında “zionist” kelimesinin geçmemesi İsrail’de sağ çevrelerin tepkisiyle karşılandı. Söz konusu reklamlarda “Barış ve Eşitlik için İşçi Partisi” sloganı kullanılıyor ve “zionist” kelimesine yer verilmiyor. Yayınlanan reklamdan önce Isaac Herzog Yahudi devleti tanımlamasına karşı olduğunu, böyle bir tabirin yanlış anlamalara yol açtığını, hakların vatandaşlığa göre değil milliyete göre dağıtıldığı izlenimi oluşabileceğini söylemişti. Gelişmeler üzerine HeBayit HaYehudi partisi sözcüsü yaptığı açıklamada Herzog ve Livni’yi İsrail’in en basit değerlerini unutmakla itham etti ve “Ben-Gurion mezarında ters dönmüştür” ifadesini kullandı. Netanyahu’nun partisi Likud’da gerçekleştirilen seçimlerde milletvekilliği için 32. sırayı bir homoseksüelin kazanması İsrail’de seçimlere dönük yeni ve seçim sonuçlarını etkileyebilecek bir başka tartışma başlattı. Özellikle Bennett’in partisi HeBayit HaYehudi homofobi ile suçlanmaya başlayınca Bennett bir açıklama yaparak partisinin homoseksüel evliliklerine olumsuz baktığının bir sır olmadığını söylemek durumunda kaldı. Diğer taraftan Meeretz’de bulunan LGBT gruplarının Likud’a gittiği için eleştirdiği gay siyasetçi Amir Ohana ise Meeretz’in iktidar olabilmek için ultra-ortodoks partilerle ittifak kurmaktan başka çaresi olmadığını, bunun Meeretz açısından ironik bir durum olduğunu fakat Likud’un tek başına hükümet kurma şansının bulunmasının kendisini Likud’da siyasete motive ettiğini belirtti. Ohana’nın durumunun Likud’a gidecek muhafazakar oylara etki edeceği söylenebilir ancak bu etkinin seçim sonuçlarını ne kadar etkileyeceğini söylemek 2013’te gerçekleştirilen seçimlerde büyük bir süprize imza atan ancak performansıyla hayal kırıklığı yaratan Yesh Atid lideri Yair Lapid de 17 Mart 2015 Genel Seçimlerinde oylarını arttırabilmek için dindar Yahudi oylarına yönelmiş bulunuyor. Geçen seçimde merkez-sol olma iddiası taşıyan, Filistinlilerle barış arayışını dillendiren ve bu çerçevede Doğu Kudüs’ün dahi Filistinlilere verilebileceğini savunan Lapid’in partisi böylelikle İşçi Partisi-Hatnua ittifakına kaymış gözüken kendi oylarının yerine yenilerini koymaya çalışıyor. Partinin seçim kampanyasını yöneten Elazar Stern, Aliza Lavie ve Shai Piran seçim kampanyasının amacının “normal dindar insanlar”a dönük olduğunu duyurdular. Shai Piran Jerusalem Post gazetesine verdiği mülakatta geçtiğimiz dönem HeBayit HaYehudi’ye oy veren kimselerin büyük bir hayal kırıklığı yaşadıkları tespitinde bulunarak yeni dönemde yönelecekleri politik mecranın işaretlerini de vermiş bulunuyor. 56 ŞUBAT 2015 nusunda değil bu barışta ne verileceği konusunda bir tartışma olduğu söylenebilir. Channel 2 televizyonunda katıldığı bir TV programında Binyamin Netanyahu 2009’da Bar Ilan University’de yaptığı, Filistin Devleti’nin kurulmasını desteklediğini ifade ettiği konuşmasının hala arkasında olduğunu ifade etti. Ancak Netanyahu eğer 4. kez seçilirse Batı Şeria’da inşa edilen hiçbir yerleşim biriminden çekilmeyeceğini, şu anda yerleşim birimlerinden çekilmenin pratik bir değeri olmadığını ekledi. Kısacası Netanyahu Filistinlilerle, Filistin’in olan toprakların büyük HeBayit HaYehudi Partisinin bölümünün gasb edilmesine Netanyahu 17.sıra milletvekili adayı Filistinlilerin rıza gösterFilistinlilerle, Filistin’in olan Sarah Eliash’ın kadın asmesi durumunda bir bakerlerle ilgili açıklaması toprakların büyük bölümünün rış olacağını söylemiş İsrail siyasetine hangi gasb edilmesine Filistinlilerin rıza oldu ki bunun bir baretoriğin yön verdigöstermesi durumunda bir barış rış olmayacağı açık. ğini anlaşılması açıolacağını söylemiş oldu ki bunun bir Netanyahu’nun sından önemli bir barış olmayacağı açık. Netanyahu’nun bu açıklamasının veri olabilir. Eliash Filistin’in uluslararabu açıklamasının Filistin’in uluslararası yaptığı açıklamada sı ceza mahkemesiceza mahkemesine yaptığı başvuru Ordunun, kadınlane yaptığı başvuru rın görev almasına dolayısıyla yaşanan gelişmelerin dolayısıyla yaşanan uygun bir yer olmaakabinde gelmesi Filistin gelişmelerin akabinde dığını, özellikle karımeselesinin İsrail’deki seçimlerde gelmesi Filistin meseleşık birliklerin sakıncalı merkezi konumunu da sinin İsrail’deki seçimlerolduğunu; Yahudi geleortaya koyuyor. de merkezi konumunu da neklerinin dezenforme olortaya koyuyor. duğunu düşündüğünü söyledi. İsrail’de kadınların askerlik yapmaBununla birlikte İsrail’de siyasetin belarına ilişkin tartışma özellikle muhafazalirgin tonunun “judaism” olması, seçimler önkar çevrelerin çeşitli tonlarında yıllardır yürütülüyor. cesi neredeyse bütün partilerin kendilerini bu politik Dolayısıyla bu açıklamayı politik konumu netleştiren zeminin söylemleri üzerinden inşa etmeleri çözümü bir söylemin parçası olarak ele almak daha makul bir o kadar zorlaştırıyor. HeBayit HaYehudi milletgörünüyor. vekili Motti Yogev’in Dış İlişkiler ve Savunma Komitesi toplantısında yaptığı konuşmada: “Eğer İsrail Sonuç Yerine: Seçim’den Barış Çıkar mı? Ordusu hala Gazze Şeridi’nden çekilmenin gereğiİsrail’de Mart 2015’te gerçekleştirilecek seçimler ne inanıyorsa atılan füzelerden şikayetçi olmamalı” Filistin-İsrail uzlaşmazlığının çözümünü de yakındemesi, İsrail’in Filistin’le uzlaşmazlığın çözümüne dan ilgilendiriyor. Bu bağlamda İsrail’de uzlaşmaya dönük programına dair fikir verici olabilir. 17 Mart açık bir hükümetin işbaşına gelmesinin önemi açık seçimlerine doğru gidilirken İsrail seçimlerinden baancak anketler Knesset’te çoğunluğu uzlaşmaya rış umudunun doğması ihtimali de her geçen gün açık olmayan sağ-aşırı sağ grupların alacağını gösteriyor. Bununla birlikte Filistin’le bir biçimde barış azalıyor. Koolanu lideri Moshe Kahlon da “aşırı muhafazakar” radyo istasyonu Kol Barama’da yaptığı konuşmada kendi partisinin listelerinde kippa giymeyen bir tek adayın bile bulunmadığını ifade ederek aşırı muhafazakar gruplardan oy istedi. Koolanu’nun milletvekili adayı Rachel Azeria da verdiği mülakatta partisinin “aşırı muhafazakar karşıtı” bir parti olmadığını vurguladı. Kısacası Lapid’in boşalttığı politik alanı dolduracağı beklenen Kahlon da bu alandaki oyların İşçi Partisi-Hatnua ittifakına kaymasından sonra aşırı sağa hareketlenmiş bulunuyor. sağlanmasının gerekliliği, hem bölgesel istikrar hem de uluslararası ilişkiler bağlamında artık neredeyse herkes tarafından kabul görmüş durumda diyebiliriz. İsrail siyasetinde Filistin’le yapılacak barış ko- Dipnot * Judaisation, Yahudileşme anlamında kullanılıyor. Burada İsrail siyasetinde Museviliğin öğretilerinin belirgin hale gelmesi anlamında kullanılmıştır. ŞUBAT 2015 57 DIŞ POLİTİKA SURİYE’DE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Y aklaşık dört yıldır devam eden Suriye’deki krize bugüne kadar bir çare bulunmuş değil. Suriye’deki kriz artık sadece Suriye krizi olmaktan çoktan çıkmış, bölgesel ve uluslararası bir mücadele görüntüsü vermektedir. Mezkûr sorunun bölge ve İslam dünyasını açık bir şekilde zehirlediği görülmektedir. Daha da kötüsü, bugüne kadar Birleşmiş Milletler’in (BM) verdiği resmi rakamlara göre yaklaşık olarak 200 bin, ilgili sivil toplum kuruluşlarının verdiği rakamlara göre ise 300 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Bunun yanında yaklaşık 4 milyon Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kalırken, 6 milyonu aşkın Suriyeli ise ülke içinde daha güvenli olduğunu düşündükleri bölgelere gitmek zorunda kalmışlardır. Maalesef, tüm bu acı tabloya rağmen başta BM olmak üzere ilgili uluslararası ve bölgesel kuruluşların yeterli çabayı göstermediği açıkça ortadadır. Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı örneğinde görüldüğü üzere Arap ve İslam dünyasının tam bir acziyet içerisinde olduğu görülmektedir. Suriye’de yaşanan kriz tüm yıkıcılıyla devam ederken, bugüne kadar bazı önemli sayılabilecek barış girişim- Rusya’nın Surye’de dört yıldır yaşanan kanlı savaşı sona erdrmek çn rejm ve bazı muhalf grupların temslclern br araya getrmesnden olumlu br sonuç çıkmasını bekleyenlern neredeyse yok denecek kadar az olduğu görülmektedr. Çünkü Cenevre I ve II konferanslarından çözüme yönelk br sonuç çıkmamıştır. Bunun yanında, krzn taraflarının beklentlernn brbrnden çok uzak olduğu ortadadır. Esad rejmnn çözümden anladığı muhalfler “terörst” olarak gösterp, rejmn devamını sağlama almak olduğu anlaşılmaktadır. Bugüne kadar yapılan tüm grşmlerde bu blndk tavrını sürdürmektedr. Rejmn bu yaklaşımının muhalfler tarafından kabul edlmeyeceğ defalarca öneml muhalf grupların lderler tarafından dle getrlmektedr. leri de olmuştur/olmaktadır. 2012 yılında Cenevre I Konferansı yapıldı ve bu konferans sonunda çözüme yönelik bir bildirge yayınlandı. Söz konusu bildiri, Suriye’de iç savaşa dönüşen krize son verme amacıyla siyasi bir geçiş sürecinin başlatılmasını ve ilgili tarafların karşılıklı rızasıyla kurulacak ve tam yetkili bir geçiş yönetimini öngörüyordu. Ayrıca, bildiride tutukluların serbest bırakılması ve kuşatma altındaki yerlere insani yardımların ulaştırılması da vurgulanıyordu. Fakat Cenevre I’de alınan kararlar hayata geçirilemedi. mada “Suriye, yaşanan krize bir çözüm bulmak için ve Suriye halkının beklentilerine bir cevap vermek adına Moskova’da düzenlenmesi öngörülen istişare toplantısına katılmaya hazır” denildi. Ayrıca yapılan açıklama da “terörle mücadelenin” devam ettirileceği dile getirildi. Aslında Rejim, krizin başından bu yana yaptığı katliamları “terörle mücadele” adı altında meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, Esad rejimi Moskova’ya çözüm için değil, muhalifleri “terörist” olarak göstermek için katılmaktadır. Suriye’deki krizi çözmeye yönelik ikinci girişim Ocak 2014 tarihinde gerçekleştirildi. Tarihe Cenevre II Konferansı diye geçen bu toplantıdan da maalesef olumlu bir sonuç çıkmadı. Görüşmelerde her iki tarafında olumlu bir beklenti içinde olmadığı görüldü. Esad Rejimi, Suriye’de yürütmekte olduğu katliam politikasını “terörle mücadele” olarak göstermeye çalıştı. Muhalif kanat ise görüşmelerde geçiş yönetimini kabul ettirmeye çalıştı. Rejim ve muhaliflerin ortak bir noktada buluşamamaları üzerine Cenevre II Konferansı’ndan da bir sonuç çıkmadı. Suriyeli muhalif grupların Rusya’nın girişimine farklı yaklaştıkları görülmektedir. Muhaliflerden ortak bir tavır ve sesin sağlanamadığı yapılan açıklamalardan anlaşılmaktadır. Moskova’ya görüşme için gidecek olan muhalifler daha çok grup temsilcilerinden değil de kendi inisiyatifleriyle hareket eden muhalif kişilerden oluştuğu görülmektedir. Önemli muhalif grupların Moskova’daki toplantıdan ümitli olmadıkları yaptıkları açıklamalara açıkça yansımaktadır. Hatta Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) Başkanı Halid Hoca Moskova’da yapılacak olan görüşmelere katılmayacaklarını açıkladı. Hoca, Cenevre I Konferansı’nda belirtilen yetkilerin geçici bir yönetime devredilmemesi durumunda Esad rejimiyle masaya oturmayacaklarını söyledi. Yine SMDK eski başkanlarından Muaz Hatip de Moskova’ya gitmeyeceğini açıkladı. Rejim hiç durmadan halkı katletmeye devam ederken görüşmelerin fayda sağlamayacağını vurguladı. Buna rağmen bazı muhalif aktörler büyük bir beklenti içinde olmasalar da Moskova’nın davetine olumlu cevap verdiler. Şimdi ise Rusya, 26-29 Ocak’ta Moskova’da rejim ve muhalif taraftarların bir kısmını Suriye’de yaşanan krizi çözme amacıyla bir araya getirme çabasındadır. Rusya, 2014 sona ererken Suriye konusunda diplomatik ataklarını hızlandırdı. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov’un yaptığı açıklamaya göre görüşme takviminin şu şekilde planlandığı görüldü; 26 Ocak’ta görüşmeye katılacak heyetler Moskova’ya gelecek, 27 Ocak’ta Suriye Muhalefeti (bu toplantıya tüm muhalif gruplar katılmamaktadır) ile toplantı yapılacak, 28 Ocak’ta rejim ve muhalefet temsilcileri arasında görüşmeler yapılacak ve 29 Ocak’ta görüşme tamamlanacak. Rusya’nın Girişimine Verilen Tepkiler Rusya’nın bu diplomatik girişimine Esad rejimi olumlu yanıt verdi. Rejim tarafından yapılan açıkla- 58 ŞUBAT 2015 ABD’nin Tavrı ABD, Rusya’nın Moskova’da Esad rejimi ve bazı muhalifleri bir araya getirme girişimini desteklediği açıkladı. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rusya’nın girişimin yararlı olmasını umduğunu ve ŞUBAT 2015 59 Rusya’nın krizin taraflarını bir araya getirme planına destek verilmesi gereken bir girişim olarak gördüklerini söyledi. Ayrıca, Kerry “Esad rejimi için halkını önceliğe koyma ve her geçen gün teröristleri ülkeye çeken eylemlerinden vazgeçme zamanıdır” dedi. Kerry’nin yaptığı bu açıklama, krizin başından beri ABD’nin eylem ve söylemleriyle birlikte değerlendirildiğinde kafaların karışmasına neden oldu. Krizin başından beri Esad’ın meşruiyeti kaybettiği ve gitmesi gerektiğini belirten ABD’den yukarıda olduğu gibi Esad’ın gitmesi yönünde değil de kalmasını ima eden açıklamalar gelmesi ilgili tüm tarafların dikkatini çeken bir gelişme oldu. ABD’nin Suriye politikası değişiyor mu? Sorularının sorulmasına neden oldu. Peki, neydi bu ABD’nin söylemindeki değişikliğin sebebi? Öyle anlaşılıyor ki; ABD’nin Suriye’deki önceliği değişmektedir. Esad’ın gidip gitmemesi konusunda ABD’nin kafasının karışık olduğu anlaşılmaktadır. Suriye’de ABD’nin birinci önceliğinin IŞİD olduğu yapılan açıklamalar ve yürütülen politikalardan rahatlıkla anlaşılmaktadır. Zaman zaman ABD’den Suriye’nin Esad’la devam edemeyeceği yönünde açıklamalar gelse de, esas niyetin tam olarak 60 ŞUBAT 2015 bu olmadığı son aylarda iyice belirginleşmektedir. ABD’nin Suriye konusundaki bu tavrının bölgedeki müttefiklerinin kafasını karıştırdığı rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, ABD’nin bölgedeki geleneksel müttefikleri olan başta Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleri ABD’nin ikircikli tavrından hoşnut olmadıkları sır değildir. Buna karşın, İran gibi baştan beri Esad’ın kalması için elinden gelen her şeyi ortaya koymaktan çekinmeyen devletler ve grupların ABD’nin değişiklik işaretleri veren söylem ve eylemlerinden mutlu olacağı aşikardır. Suriye’de kanlı bir şekilde yaşanan iç savaş benzeri çatışmaların dört yıldır sürmesi de göstermektedir ki; ABD Orta Doğu’da maliyetini ödeyeceği sorunlardan/ çatışmalardan uzak durmaya çalışmaktadır. Kendi için birincil ve hayati tehlike olarak görmediği krizler/ çatışmalar/iç savaşların ABD’nin harekete geçmesi için yeterli sebep olmadığı rahatlıkla görülmektedir. İran’ın Tavrı Suriye’deki krizin/savaşın başından beri Esad rejiminin bölgedeki en büyük destekçisi İran olmuştur ve Esad’ı meşrulaştırıcı her girişimi desteklemektedir. Rusya’nın Moskova’da Esad rejimi ile bazı muhalifleri bir araya getirme girişimi de Esad’a alan açıcı ve elini güçlendirici bir girişim olacağından İran söz konusu girişimi desteklediğini belirtmiştir. Hatta bazı haberlere göre, Moskova toplantısı bir Rusyaİran ortak girişimidir. Ortak girişim olmasa bile şu bir gerçektir ki; Moskova girişimi İran’ın tam desteğini almıştır. Moskova’dan Ne Çıkar? Rusya’nın Suriye’de dört yıldır yaşanan kanlı savaşı sona erdirmek için rejim ve bazı muhalif grupların temsilcilerini bir araya getirmesinden olumlu bir sonuç çıkmasını bekleyenlerin neredeyse yok denecek kadar az olduğu görülmektedir. Çünkü Cenevre I ve II konferanslarından çözüme yönelik bir sonuç çıkmamıştır. Bunun yanında, krizin taraflarının beklentilerinin birbirinden çok uzak olduğu ortadadır. Esad rejiminin çözümden anladığı muhalifleri “terörist” olarak gösterip, rejimin devamını sağlama almak olduğu anlaşılmaktadır. Bugüne kadar yapılan tüm girişimlerde bu bilindik tavrını sürdürmektedir. Rejimin bu yaklaşımının muhalifler tarafından kabul edilmeyeceği defalarca önemli muhalif grupların liderleri tarafından dile getirilmektedir. Rusya, Moskova girişimiyle Suriye konusunda diplomatik bir atak içerisine girse de, şu unutulmamalıdır; Rusya, aynı zamanda Suriye’de yaşananların önde gelen aktörlerinden biridir. Krizin başından beri Esad rejimini ayakta tutmak için çaba harcamaktadır. BM Güvenlik Konseyinde Esad karşıtı tüm girişimleri engellemiştir. Rusya’nın sürdüre geldiği Esad yanlısı bu tavrı muhaliflerin ve destek veren ülkelerin/grupların güven duymamasına neden olmaktadır. Başta SMDK olmak üzere Suriyeli önemli muhalif grupların Moskova’ya ya davet edilmemeleri ya da davet edilseler bile katılmamaları Rusya’nın Moskova girişiminden önemli bir sonuç çıkmayacağını göstermektedir. Her geçen gün Suriyeli muhalif grupların farklı gruplara bölünmesi ve IŞİD’in ortaya çıkmasından sonra Suriye’deki iç savaşın daha da grift hale gelmesinin muhtemel çözümü çıkmaza soktuğu rahatlıkla söylenebilir. Kısaca, Suriye’deki krizin çözümü noktasında Moskova’dan sonuç doğuracak bir haber beklemek fazla iyimserlik olacaktır. ŞUBAT 2015 61 DIŞ POLİTİKA İkincisi: Uluslararası düzenin dolduramadığı boşluğu IŞİD gibi bir takım radikal örgütler doldurmaktadır. Bu durum ne Suriye halkının ne bölgenin ne de uluslararası düzenin lehinedir. ABD, soğuk savaştan sonra uluslararası ölçekte birçok olaya müdahil oldu. Örneğin Irak’ın Kuveyt’i işgali karşısında Ağustos 1990’da meseleye müdahil oldu ve işgali sonlandırdı. Yine Bosna ve Kosova’dan dolayı 1995 ve 1999’da Sırplara karşı hava harekatında bulundu ve büyük ölçüde meseleyi çözdü. SURİYE’DEKİ İÇ SAVAŞ SURiYE’DEKi iÇ SAVAfi VE ULUSLARARASI TOPLUM Doç. Dr. Cevher ŞULUL* Akademisyen S uriye’de devam eden bir iç savaş var. Bu savaşta Türkiye ve Katar gibi bazı ülkeler Suriye muhalefetini desteklerken; İran, Rusya ve Çin doğrudan doğruya insan haklarını, uluslararası hukuku ihlal eden ve dünya düzeni için tehdit oluşturan Esed yönetimini desteklemektedir. Bu yönüyle Suriye’de cereyan eden iç savaş 1936 İspanya iç savaşına benzemektedir. İspanya’da iç savaş başladığında ülke milliyetçiler ve cumhuriyetçiler şeklinde ikiye bölünmüştü. Almanya ve İtalya tarafından desteklenen Milliyetçiler, 1939 yılında İspanya’ya tam anlamıyla hakim oldu. Sonradan uluslararası düzene meydan okudular. Japonya’nın Mançurya’ya saldırısı ise milletler cemiyetini tamamen bitirdi. Böylece yaklaşık 6 yıl sürecek ve günde 62 ŞUBAT 2015 23 bin insanın ölümüne yol açacak olan dünyanın en yıkıcı savaşı, II. Dünya Savaş’ı başlamış oldu. Milletler Cemiyeti, 53 milyon insanın ölümüne yol açan bu savaşı önleyememiş ve dünya barışını koruyamamıştı. Benzer şekilde bugün Suriye’de dört yıldır devam eden iç savaşı önleme konusunda BM başarılı olamamıştır. Uluslararası kurumların Suriye problemini çözmemesi beraberinde iki tehlikeli sonucu getirmektedir: Birincisi: Esed ile muhalifler arasındaki savaş güç dengesi açısından adil olmayan bir savaştır. Bir tarafta her türlü silah desteğine sahip totaliter bir yönetim, diğer tarafta savunmasız bir halk… Ancak Suriye konusunda ABD, Orta Doğu’nun en önemli aktörlerinden biri olmasına rağmen meselenin çözümü yönünde kayda değer bir çaba sarf etmedi. Bunun sonucunda İran ve Rusya tarafından desteklenen ve savaş suçlarını pervasızca işlemeye devam eden bir yönetim iktidarda kalmaya devam etti. Bu ise iç savaşın devam etmesi anlamına gelmektedir. Bu iç savaş ile ilgili olarak insan hakları ihlalleri konusunda ön plana çıkan üç ana başlık vardır: Mülteciler sorunu, kimyasal silahların kullanılması ile işkence ve yapılan yargısız infazlardır. Şöyle ki: Birincisi: Bu savaşın en büyük mağdurları mülteci durumuna düşen siviller, özellikle de kadın ve çocuklardır. Bu süreçte çatışmaların başlangıcı olan Mart 2011’den bu yana üç milyondan fazla insan Suriye’yi terk etti. Mülteciler kamplarda, özellikle Lübnan’da kış şartlarında büyük bir insani dram yaşamaktadır. Bunun en çarpıcı örneği 7 Ocak 2015’de Lübnan’ın güneyinde bulunan mülteci kamplarında yaşanmıştır. Ailesiyle birlikte yaşayan beş yaşındaki Macid elBedevi ile birlikte birçok çocuk donarak öldü. Şiddetli fırtına sonucunda çadırlar devrildi. Macid’in babası, küçük çocukları ile eşini daha güvenli bir yere nakletmeye çalışırken oğlunun donarak vefat ettiğini fark eder. Macid’in ölümüyle ilgili olarak amcası: “Macid öldü. Macid’in ölümü ile birlikte Arapların vicdanı ve insaniyeti de öldü. Bu fırtınanın geleceği haftalar önce biliniyordu. Varil bombalarıyla olmasa bile mülteci kamplarında soğuktan ölmemizi istiyorlar. Lübnan’da hastaneler Suriyeli mültecileri kabul etmiyor. Dün fırtına bütün çadırları yıktı. Yakınımızda bulunan şu mescide sığındık. Bugün ise mescidi terk etmemizi istediler. Yarın nereye gideceğimizi bilmiyoruz.” şeklinde konuştu. Surye’de halkı, syan hareketn başlattığı zaman uluslararası düzenn ona karşı top yekûn br savaş başlatacağını öngörmemşt. Ama kendsn adl olmayan barbar br savaşın çersnde buldu. Fakat Surye halkı bu savaşı sonuna kadar devam ettreblme azmne ve potansyelne sahptr. Çünkü Surye halkı nancı, ülkes, onuru ve hürryet çn savaşmaktadır. Devrm hedefne ulaşıncaya kadar da ger adım atmayacaktır. Uluslararası komplolar, planlar amacına ulaşamayacaktır. Aynı şekilde ülke içerisinde evini terk etmek zorunda kalan Suriyeliler de çok zor şartlarda temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdadırlar. Kış mevsimi, içerisinde bulundukları şartları iki kat zorlaştırmıştır. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu temsilcisi İstanbul’da yaptığı basın toplantısında; bütün Arap kardeşlerimi, uluslararası kuruluşları, vicdanı olan herkesi Suriye halkına içerisinde bulundukları zor durumda yardımcı olmaya çağırıyorum, dedi. İkincisi: Suriye’de sivil halka karşı kimyasal silah kullanıldı. İnsan hakları ve uluslararası hukuk ihlal edildi. BM, Uluslararası Araştırma Komisyonu Suriye’de yaptığı incelemeler sonucunda dört bölgede sivillere karşı yüksek miktarda kimyasal silah kullanıldığını tespit etti. Sadece 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın banliyölerinde 1000’in üzerinde sivilin ölümüne neden olan kimyasal silah saldırısı gerçekleşmiştir. Üçüncüsü: Yapılan işkencelere dair Ocak 2014’te ilk kez rejimin içerisinden bir kişi, Suriye devletinin savaş suçlarını ortaya çıkardı. Rejime bağlı askeri hastanelere ölü olarak getirilen kişilerin fotoğraflarını çekmekle görevli “Sezar” kod adlı bir askeri polis, son iki yılda çektiği on bir bin kişiye ait elli beş bin fotoğrafı muhaliflere teslim etti. Geçmişte savaş suç- ŞUBAT 2015 63 ları mahkemelerinde görev yapmış üç başsavcının öncülüğünde çalışan bir komisyon, hem fotoğrafların gerçekliğini hem de kaynağın güvenilir olduğunu onayladı. Komisyon 55 bin fotoğraftan 26 binini inceledi. Fotoğraftaki kişilerin, sistematik işkenceye tabi tutulduğu, kurbanlara elleri ve ayakları bağlıyken işkence yapıldığı tespit edildi. Konuyla ilgili olarak BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon: “Suriye’de iç savaş, ülke sınırlarını da aşarak devam etmektedir. Suriye’yi terk etmememiz gerekir. Suriye’de 200 binden fazla insan öldü. Hapishaneler erkekler, kadınlar ve hatta çocuklarla dolup taşmakta. Her türlü işkence ve idamlar yapılmakta. Daha önceden görülmeyen hastalıklardan, açlıktan insanlar ölmekte. Dünya kültür mirasının en değerli eserleri yıkılıp yok olmakta.” demiştir. Bu noktada akla şu soru gelmektedir: Neden uluslararası aktörler bütün bu insan hakları ihlallerine yapılan soykırımlara rağmen Suriye meselesine müdahil olmaktan imtina ediyorlar? Bu sorunun cevabını verebilmemiz için I. Dünya savaşında işgal edilen Orta Doğu’yu, oluşturulan suni devletleri, halkın büyük çoğunluğuna rağmen yönetime getirilen azınlıklar ile ilgili tarihsel süreci bilmemiz gerekir. Zira bugün kendilerinden Suriye meselesini çözmelerini ümit ettiğimiz uluslararası güçler, bugünkü Orta Doğu’nun mimarlarıdır. Dolayısıyla burada bir paradoks söz konusudur. Uluslararası düzenin Suriye halkına karşı bugünkü kayıtsızlığını daha iyi anlayabilmemiz için benzer olayların yaşandığı 1980’lere bakmamız gerekir. Şöyle ki: 64 ŞUBAT 2015 Suriye’de Baba Esed döneminde -yani 1980’lerdeHama, İdlib ve Haleb’de on binlerce kişi öldürüldü. Yine hapishanelerde on binlerce kişiye işkence yapıldı. Bu işkenceleri yapanlar tarihte eşi görülmemiş bir biçimde Suriye halkına karşı kin ve nefretle doludurlar. Suriye halkı bunu bilerek Arap Baharıyla birlikte rejime karşı isyan etti. Bazılarına göre Suriye rejiminin Hama ve benzeri yerlerde 1980’lerde yaptığı katliamlar, insan hakları ihlalleri o günün şartlarında hem rejimin yaptığı karartma hem de iletişim araçlarının yetersizliği nedeniyle dünya kamuoyuna yansımadı. Bu nedenle de uluslararası örgütler ve dünya kamuoyu yeterince tepki vermedi. Oysa günümüzde böyle bir karartma söz konusu olmadığı için 1980’lerde Suriye’de yapılanların bugün yapılamayacağı inancı hakimdi. Suriye’de Mart 2011’den sonra dünyanın gözü önünde yapılan katliamlar gerçeğin böyle olmadığını ortaya koydu. Öyle ki Suriye halkının tamamı öldürülecek olsa bile uluslararası sistem tepki vermeyecektir. Zira uluslararası düzenin aktörleri, insan hakları ihlalleri ile ilgilenmemektedir. Onları ilgilendiren salt kendi çıkarlarıdır. Uluslararası güçler 1980’lerde Suriye yönetiminin yaptığı soykırıma sesiz kaldı. Onu destekledi ve onunla işbirliği yapmaya devam etti. Dolayısıyla yapılan katliamların basın yolu ile dünya kamuoyunca bilinmesinin hiçbir önemi yoktur. 2010 da başlayan Arap devrimlerinden sonra aleni olarak, daha önce görülmemiş bir biçimde erkeklerin, kadınların ve çocukların öldürüldüğüne kadın- ların tecavüze uğradığına tanık oluyoruz. Bütün bu insan hakları ihlallerine dair binlerce video sosyal paylaşım sitelerinde yayınlandı, televizyonlarda gösterildi. Uluslararası düzen ise sadece Suriye halkını katleden Esed yönetimine destek vermeye devam etti. Bu noktada uluslararası güçler ikiye bölündü. Rusya ve İran gibi bazı ülkeler açıktan Suriye rejimine silah ve asker yardımında bulunurken diğer bir kısım devletler ise hem lojistik anlamda hem de siyasi olarak rejime daha fazla zaman kazandırarak yardım etmektedirler. Kendisini müdafaa etmek isteyen Suriye halkına karşı silah ambargosu uygulayarak yine rejime dolaylı olarak yardım etmektedirler. Arap Birliği’nin tavrı -bazı körfez ülkeleri dışında- genelde bu yöndedir. Uluslararası düzeni temsi eden ABD ve Avrupa Birliği ise Esed yönetiminin Suriye muhalefetini bitirmesini beklemektedir. Uluslararası düzenin yaptığı tek şey insani yardımı konuşmaktan ibarettir. Gerçekte ise Suriye halkına Uluslararası güçler 1980’lerde Surye yönetmnn yaptığı soykırıma sesz kaldı. Onu destekled ve onunla şbrlğ yapmaya devam ett. Dolayısıyla yapılan katlamların basın yolu le dünya kamuoyunca blnmesnn hçbr önem yoktur. insani yardımın bile ulaşmasını istemiyorlar. Fransa iç savaşa sebebiyet verir diye muhalefete silah verilmesine karşı olduğunu beyan etmiştir. Ancak ona göre, bir azınlık yönetiminin çoğunluğu teşkil eden Sünni Arap halkına soykırım yapmasının, onları göçe zorlamasının bir sakıncası yoktur. Sonuç itibariyle mesele gayet açıktır. Uluslararası düzenin aktörleri Suriye devriminin başarılı olmasını istemiyorlar; ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Orta Doğu’da dengelerin değişmemesi, İsrail’in güvenli sınırlarda hayatiyetini devam ettirebilmesi için bu konuda anlaşmış gibiler. Onlar Sünni bir Arap yönetiminin İsrail’in güvenliği için stratejik anlamda tehdit oluşturacağı endişesiyle Esed yönetimini destekliyorlar. Eğer bunda başarılı olamazlarsa Suriye halkına, imarı onlarca yıl sürecek harabeye dönmüş bir Suriye bırakmak istiyorlar. Suriye halkı, isyan hareketini başlattığı zaman uluslararası düzenin ona karşı topyekûn bir savaş başlatacağını öngörmemişti. Ama kendisini adil olmayan barbar bir savaşın içerisinde buldu. Fakat Suriye halkı bu savaşı sonuna kadar devam ettirebilme azmine ve potansiyeline sahiptir. Çünkü Suriye halkı inancı, ülkesi, onuru ve hürriyeti için savaşmaktadır. Devrim hedefine ulaşıncaya kadar da geri adım atmayacaktır. Uluslararası komplolar, planlar amacına ulaşamayacaktır. * Harran Üniversitesi. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır. ŞUBAT 2015 65 DIŞ POLİTİKA Çn tarafından yurtdışına kaçanların tamamının terörst olarak ntelenmes de şüphe bırakmaktadır. Çn’den kaçan bnlerce Uygurun çoğu kadın ve çocuklardır. Bunları da terörst olarak ntelendrmes Çn’n suçlama çabalarını zayıflatmaktadır. Türkye açısından sorun Uygur sorunudur, yan nsan hakları sorunudur... Türkye’nn, Doğu Türkstan’a lgs o topraklarda gözü olduğu çn değldr. Müslüman kuruluşların sunduğu yardımları alıyorlarsa da, iklim ve yaşam şartlarına uyum sağlayamadıkları için hastalık ve ölümlerle boğuşmaktadırlar. Mart 2014’ten beri Tayland’a kaçan 300’e yakın Uygur mülteci bu çileleri çekenlerdendir. Ankara’nın bu grup Uygurları Türkiye’ye getirebilme niyetini ilgili ülkelere duyurmasıyla birlikte Türkiye-Çin arasında diplomatik gerilim yaşanmıştır. Ankara Yakından İlgilenmektedir TÜRK-ÇİN İLİŞKİLERİNDE UYGUR SORUNU Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı S on yıllarda Doğu Türkistan’da yaşanan siyasi, ekonomik, dini ve kültürel baskılardan dolayı, aralarında çocuk, kadın ve erkekler olmak üzere binlerce Uygur, insan tacirleri vasıtasıyla Güney Doğu Asya ve Hinduçina bölgelerine kaçmışlardır. Kaçak duruma düşmüş Uygurlar arasında cihat ve hicret nedenleri ile Çin’den kaçanlar olduğu gibi çoğunluğun içinde daha iyi bir hayata kavuşmak için bütün mal varlıklarını satarak umut yolculuğuna koyulmuş olanlar da vardır. Paralarını insan tacirlerine kaptıran bu Uygurlar, kendilerini Anadolu halkları ile akraba bildikleri ve Türkiye’den umut bekledikleri 66 ŞUBAT 2015 için yakalandıkları ülkelerde yapılan kimlik tespitinde kendilerini Türk olarak tanıtmışlardı. Bu Uygurların çoğunun kimliği olmadığı için bulunduğu ülkelerde işlem yapılması konusunda sıkıntılar, zorluklar yaşanmakta, bu durum BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu’nun prosedürünün tamamlanmasını da geciktirmektedir. Ayrıca Pekin Hükümeti de bu Uygurları geri alabilmek için ilgili ülkelere baskı yapmaktadır. Ankara Hükümeti, insani duygularla kaçak duruma düşen Uygurlara yardım etmek amacıyla bazı mülteci Uygurları Türkiye’ye getirip yerleştirmiştir. Ancak binlerce Uygur mülteci yerel 26 Kasım 2014’te, AK Parti’nin 99. genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı için Şanlıurfa’da bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Çin’den kaçak yollarla gittikleri Tayland’da gözaltında bulunan Uygur Türkleri için Dışişleri Bakanlığı’nın devreye girdiğini ifade etmişti. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Biz Tayland’da Uygur Türklerini Türkiye’ye almak istediğimizi söyledik. İstemedikleri ülkeye gönderilmemesi gerektiği hususundaki düşüncelerimizi de söyledik. ‘İnsan kaçakçılığı durumu söz konusu olduğu için bir inceleme yapıyoruz’ dediler bize. Biz de süreci yakından takip ediyoruz. Uygur Türklerinin durumu ile ilgili konuları hem New York’ta hem de Pekin’de Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang’la da görüşmemizde gündeme getirdik” diye konuşmuştu.1 Anlaşıldığı gibi Türkiye Eylül 2014’ten beri Tayland ve Çin makamları nezdinde resmi girişimlerde bulunmuştur. 27 Kasım 2014’te Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin, “Doğu Türkistan’da idam edilen Uygurlar nedeniyle bir girişimde bulunulup bulunulmadığına” ilişkin yazılı soru önergesini yanıtlamıştı. Çavuşoğlu; Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne bağlı Kaşgar’ın Yarkent ilçesinde 28 Temmuz 2014’te meydana gelen ve 37 kişinin hayatını kaybettiği olaylarla ilgili Kaşgar Orta Halk Mahkemesi’nde 58 zanlı hakkında 13 Ekim 2014’te görülen davanın sonucunda, 12 kişinin idam, 15 kişinin 2 yıl geciktirmeli idam, 9 kişinin ömür boyu hapis, 20 kişinin 4 ile 20 yıl arasında hapis cezasına çarptırıldıkları, 2 kişinin ise şartlı tahliye edildiğinin öğrenildiğini belirtmişti. İdam cezasına çarptırılan 12 kişinin infazının gerçekleştirildiğine dair bir bilgi bulunmadığını ifade eden Çavuşoğlu, şunları kaydetmişti: “Söz konusu karara ilişkin endişelerimiz, idam cezasına karşı tutumumuz ve söz konusu kişilerin yargı sürecinin şeffaflığına ilişkin beklentimiz Ankara’da 21 Ekim 2014’te yapılan bir görüşmede Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakan Yardımcısı Cheng Guoping’e ifade edilmiştir. Bakan Yardımcısı Cheng cevaben, hassasiyetimizi anladığını, şeffaf yargılama konusundaki talebimizi üstlerine ileteceğini ve söz konusu karara ilişkin temyiz yolunun açık olduğunu belirtmiştir. Bakanlığımız Uygur soydaşlarımızla ilgili tüm gelişmeleri yakından ve büyük hassasiyetle takip etmeye devam edecektir”.2 Tayland Krallığı tarafından da kaçak durumdaki Uygurların sorunu ile ilgilenilmektedir. Tayland Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sek Wannamethee Uygurların bu durumuna bir çözüm bulunması için tüm taraflarla görüşüldüğünü ve bakan Tanasak Patimapragorn’un meslektaşı Çavuşoğlu ile uluslararası bir forumda karşılaştığını belirtmişti. Bu görüşmede Uygurlu mülteciler konusunun görüşülüp görüşülmediği hakkında bir bilgi verilmezken Tayland medyasında Çavuşoğlu’nun “Eğer o insanlar Çin’e geri gönderilirlerse, ölümle karşı karşıya gelebilirler” sözüne vurgu yapılmıştı.3 Bakan Çavuşoğlu’nun endişeleri doğru olabilir, çünkü önceki yıllarda Malezya ve Kamboçya Hükümetleri tarafından Çin’e iade edilen kaçak Uygurların çoğunun akıbeti meçhuldür. Bu nedenle yurtdışı Uygur teşkilatları Türkiye’nin bu Uygurlara sahip çıkmasını istemektedir.4 ŞUBAT 2015 67 27 Kasım 2014’te Dışşler Bakanı Çavuşoğlu, MHP Ankara Mlletvekl Özcan Yençer’nn, “Doğu Türkstan’da dam edlen Uygurlar nedenyle br grşmde bulunulup bulunulmadığına” lşkn yazılı soru önergesn yanıtlamıştı. Çavuşoğlu; Sncan Uygur Özerk Bölges’ne bağlı Kaşgar’ın Yarkent lçesnde 28 Temmuz 2014’te meydana gelen ve 37 kşnn hayatını kaybettğ olaylarla lgl Kaşgar Orta Halk Mahkemes’nde 58 zanlı hakkında 13 Ekm 2014’te görülen davanın sonucunda, 12 kşnn dam, 15 kşnn 2 yıl gecktrmel dam, 9 kşnn ömür boyu haps, 20 kşnn 4 le 20 yıl arasında haps cezasına çarptırıldıkları, 2 kşnn se şartlı tahlye edldğnn öğrenldğn belrtmşt. Bütün bu gelişmeler Pekin Hükümeti’ni rahatsız etmişti. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying, Reuters’e verdiği yazılı açıklamada kaçak yol ile Tayland’a sokulmuş olan Uygurları “yasadışı göçmenler” olarak tanımlamıştır. Hua Chunying’e göre, Çin vatandaşı olan kaçak göçmenler vakasının çözümü Çin ile Tayland arasındaki bir meseledir. Chunying yaptığı açıklamada şunları da dile getirmiştir: “İlgili ülkelerin bu mesele üzerindeki müdahalelerini derhal durdurmalarını istiyoruz. Ayrıca yasadışı göçmenler meselesi üzerinde söyledikleri sözlere ve yaptıklarına dikkat etmelerini, illegal mülteci aktivitelerini teşvik eden ve destekleyen herhangi bir eylemde bulunmamalarını tavsiye ediyoruz.”5 Çin basını Bakan Çavuşoğlu’nun konuşmasının iki ülke ilişkilerine zarar vereceğini belirtirken6; Türk basını bu konuya “Çin’den Türkiye’ye küstah uyarı”7, “Çin’den Türkiye’ye şok uyarı”8, “Çin’den Türkiye’ye üstü kapalı tepki”9, “Çin’den Türkiye’ye Uygur uyarısı”10 ve “Çin’den Türkiye’ye Uygur tehdidi”11 gibi başlıklarla yer vermiştir. Tayland’a kaçak yolla sokulan Uygurların haberi Tayland basınında deklare edildikten sonra Çin Hükümeti tutumunu beyan etmişti. 17 Mart 2014’te Çin-Tayland kolluk ve güvenlik işbirliği kanalları açıktır diyen Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hong Lei, “Şu anda kişilerin kimliği hakkında soruşturma ve doğrulama yapılmaktadır, her hangi bir spekülasyon ve yorum doğru olmaz, gerçekle bağdaşmaz. Bazı ülkelerin, gerçekler henüz aydınlanmadan uygunsuz yorumlar yapması dikkatimizi çekmiştir, bunlar son derece sorumsuz davranışlardır”12. diye konuşmuştu. Burada zikredilen bazı ülkeler ABD ve Avrupa ülkeleridir. 68 ŞUBAT 2015 Soruşturma sonucunda Uygurların Xinjiang’dan (Doğu Türkistan) geldiğinin tespit edilmesiyle bu insanların Tayland’dan talep edilip edilmeyeceği sorusuna, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei’nin 14 Kasım 2014’te basın toplantısında verdiği cevap ise şöyledir: “İki ülke arasında iletişim ve işbirliği devam etmektedir. Çin tarafı yasadışı göçe karşıdır, bu tür suçlar uluslararası toplumun ortak çıkarlarına da zarar vermektedir. Çin, Tayland dahil tüm uluslararası toplum ile birlikte çok önemli bir suç olan yasadışı göçe daima karşı çıkacak, ülkelerin ve bölgenin güvenliği ve istikrarının korunması için işbirliğini güçlendirecektir.”13 Çin tarafı yasadışı göçlere karşı olduğunu ve bu konuda uluslararası toplumla birlikte işbirliğini güçlendireceğini belirtmektedir, ancak söz konusu Uygurlar olunca diğer ülkelerin olaya karışmasını veya müdahale etmesini istememektedir. Özellikle Türkiye’yi istememektedir. Türkiye’nin Suçlanması Vakfı, Doğu Türkistan Göçmen Dernekleri, Doğu Türkistan Dayanışma Derneği, Doğu Türkistan Maarif ve Dayanışma Derneği, Doğu Türkistan Gençler Derneği, Doğu Türkistan Kadınlar Derneği ve Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği bulunmaktadır. Yazar, Türkiye’de Doğu Türkistan’a sempati duyan ve destekleyen toplumsal güçleri üç gruba ayırmaktadır: Birinci grup, aralarında ılımlı görünen dini tarikatların da bulunduğu bazı siyasal ve dini gruplardır. Bunların Doğu Türkistancı terör örgütünü teşkil ettiği iddia edilmektedir. İkinci grup, Çin karşıtı ve bölücü Doğu Türkistancıları destekleyen ve faaliyetlerine iştirak eden toplumsal güçlerden Pan Türkistler. Örneğin Milliyetçi Hareket Partisi, Büyük Birlik Partisi ve Türk Ocakları gibi kuruluşların radikal unsurlarının bu grupta olduğu dile getirilmektedir. Üçüncü grupta ise bazı sivil kuruluşlar yer almaktadır. Örneğin son yıllarında aktif faaliyette bulunan İHH (İnsani Yardım Vakfı) bu gruptadır. Söz konusu yazıda, terör konusunda Çin ile Türkiye arasında istihbarat paylaşımı ve işbirliği olduğu ifade ediliyorsa da, gelişmelerin bu yönde olmadığını ileri sürülmektedir. Gazeteci Qiu Yongzheng terör işlerinden sorumlu Çin üst düzey yetkililerinin açıklamasına dayandırarak şunları aktarmaktadır: “Doğu Türkistancılara karşı Türkiye Hükümeti’nin aslında yaptığı bir şey yoktur, örneğin Çin Kamu Güvenlik Bakanlığı tarafından aranan çok sayıda Doğu Türkistancı Türkiye’de bulunmaktadır, ancak Türkiye ‘hiçbir şüpheli terör faaliyeti bulunmadığı’ gerekçesiyle onları iade etmeyi reddetmiştir. Türkiye’nin böyle yapmasının tutarlı bir tarihsel nedeni vardır, fakat Türkiye’nin bu tür tavrı er ya da geç kendilerine zarar verecektir.” Global Times gazetesinin muhabiri Qiu Yongzheng, iki kez Kilis sınır kapısından Suriye’ye geçtiğini ve sınır kapısında yabancı savaşçıların rahatlıkla Suriye’ye geçebildiğini iddia etmektedir. Çinli ga- Sincan Uygur Özerk Bölgesi 2 Temmuz 2013’te Xinjiang Kamu Güvenlik Başkanlığı 11 terör zanlısı için tutuklama emri çıkarmıştı. İki gün sonra Çin Komünist Partisi’nin sesi olan Halk Günlüğü (Remin Ribao) gazetesi bünyesinde faaliyette bulunan Global Times (Huanqiu Shibao) gazetesi “Kim Doğu Türkistanlılara destek vermekle Xinjiang’a kargaşa getirmekte? ABD, Japonya ve Türkiye şımartarak desteklemektedir” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Qiu Yongzheng imzalı bu yazıda Türkiye Doğu Türkistanlıları destekleyen ülke olarak suçlanmıştı14. Söz konusu yazıya göre, Türkiye, son yıllarda Türkistanlıların “manevi lideri” ve elemanların yetişme kampı haline gelmiştir. Türkiye’de resmen tescil edilen ve faaliyet gösteren Doğu Türkistan ŞUBAT 2015 69 zetecinin yazdığına göre, 2012 yılından itibaren Doğu Türkistancı örgütün bazı üyeleri Türkiye üzerinden Suriye’ye gönderilip muhaliflerin yanında Suriye Hükümet kuvvetlerine karşı savaştırılmaktadır. Suriye’de savaşan Doğu Türkistancıların bazıları gizlice Çin’e dönerek terör faaliyetleri planlamış ve uygulamıştır15. Çinli gazetecinin iddiasına göre, Türkiye sahte pasaport temin ederek Doğu Türkistancıların IŞİD örgütüne katılmasına imkan sağlamaktadır16. IŞİD örgütüne katılan bazı Doğu Türkistancıların Bağdat’ın 200 km Kuzey Batısında savaştığını ve öldürülen Uygurların çöp gibi atılıp gömüldüğünü yazan Qiu Yongzheng, Irak Al-Bu Nimr aşiret birliğine bağlı Al-Bu Fahd aşiretinin reisi Şeyh Cabbar El-Fahdawi’nin cep telefonu ile çektiği fotoğraftan bunları öğrendiğini belirtmektedir17. Çinli gazeteciye göre IŞİD örgütünün yanında yer alan Uygur Tabur’u IŞİD’in kurbanlık askeri olmuş ve kaçmak isteyenler de idam edilmiştir18. Bütün bu suçlamaya karşı Türkiye’nin Çin Büyükelçisi Ali Murat Ersoy, 12 Aralık 2014’te, Global Times gazetesi yazarının yazısına itirazını bildirmişti: “Türkiye her türlü teröre karşıdır ve uluslararası terörle mücadeleye aktif katılmaktadır. Türkiye IŞİD’i bir terör örgütü olarak tanımlamaktadır. Türkiye’nin elindeki listede IŞİD ile ilişkisi olan 7 binden fazla kişinin ismi yer almaktadır ve bu kişilerin sınırdan geçmeleri engellenmektedir. 2011 yılından bu yana Türkiye, bine yakın şüpheli yabancıyı sınırdışı etmiştir.”19 Ancak bu itirazlar Global Times muhabirini ikna edememiştir. Çin tarafından yurtdışına kaçanların tamamının terörist olarak nitelenmesi de şüphe bırakmaktadır. Çin’den kaçan binlerce Uygurun çoğu kadın ve çocuklardır. Bunları da terörist olarak nitelendirmesi Çin’in suçlama çabalarını zayıflatmaktadır. Türkiye açısından sorun Uygur sorunudur, yani insan hakları sorunudur... Türkiye’nin, Doğu Türkistan’a ilgisi o topraklarda gözü olduğu için değildir. Suriye’ye gidip savaşan Uygurların da gerekçeleri farklıydı. Anadolu Ajansın muhabiri Ümit Erdoğan’ın Halep’te verdiği habere göre “Uygur Türkleri Suriye’de Esed’e karşı savaşıyor.” Türkistan İslam Partisi’ne (TİP) bağlı grupların Suriye sorumlusu İbrahim Mansur, Suriye’de savaşa iştirak etme sebeplerini şu şekilde açıklamıştı: “Kimse doğduğu toprakları terk edip bir savaş ortamına göç istemez ama Doğu Türkistan’daki yaşam koşulları inanın sıcak savaş şartlarından çok daha zor ve boğucu. Kendi vatanımızda ana dilimizi konuşmamız şartlara bağlıyken, camilere gidemezken, kızlarımız zorla kilometrelerce uzakta, yabancı topraklarda çalıştırılmaya zorlanırken, düşüncelerini ifade eden aydınlarımız ve siyasilerimiz işkencehanelere götürülürken bizler ailelerimizle Suriye’ye göç ettik. Buradaki kardeşlerimizle dayanışmak, kendi hayatımızı özgürce kurmak için. Aynı zamanda Esed yönetimiyle savaşırken onun baş destekçilerinden Çin ile de savaşmış oluyoruz.”20 Terörizme Karşı İşbirliği Çin Komünist Partisi Merkezi Siyasi Pötibörü üyesi, Merkez Siyasi ve Hukuk Komitesi Başkanı ve Ulu- 70 ŞUBAT 2015 Surye’ye gdp savaşan Uygurların da gerekçeler farklıydı. Anadolu Ajansın muhabr Ümt Erdoğan’ın Halep’te verdğ habere göre “Uygur Türkler Surye’de Esed’e karşı savaşıyor.” Türkstan İslam Parts’ne (TİP) bağlı grupların Surye sorumlusu İbrahm Mansur, Surye’de savaşa ştrak etme sebeplern şu şeklde açıklamıştı: “Kmse doğduğu toprakları terk edp br savaş ortamına göç stemez ama Doğu Türkstan’dak yaşam koşulları nanın sıcak savaş şartlarından çok daha zor ve boğucu. Kend vatanımızda ana dlmz konuşmamız şartlara bağlıyken, camlere gdemezken, kızlarımız zorla klometrelerce uzakta, yabancı topraklarda çalıştırılmaya zorlanırken, düşüncelern fade eden aydınlarımız ve syaslermz şkencehanelere götürülürken bzler alelermzle Surye’ye göç ettk. Buradak kardeşlermzle dayanışmak, kend hayatımızı özgürce kurmak çn. Aynı zamanda Esed yönetmyle savaşırken onun baş destekçlernden Çn le de savaşmış oluyoruz.” sal Anti Terör İşleri Koordine Grubu Başkanı Meng Jianzhu, Başkan Xi Jinping’in özel temsilcisi olarak Kasım 2014’te Türkiye’yi ziyaret etti. Doğu Türkistancılara karşı Türkiye ile terörizm konusunda işbirliği ve istihbarat paylaşımı amacıyla gerçekleştirilen bu ziyarette konuk temsilci, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan (o günlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu yurtdışında idi), İçişleri Bakanı Efkan Ala, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Seyfullah Hacımüftüoğlu ile görüşmeler yaptı. Çin basınına göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meng Jianzhu’yu kabulünde, Meng, mevcut uluslararası terörün giderek şiddetli ve karmaşık hale döndüğünü, buna karşı ülkelerin birlikte hareket etmeleri ve işbirliğini güçlendirmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Yeni İpek Yolu’nun ikili ilişkilerin stratejik mahiyetini güçlendireceğini beyan eden Meng, Çin ile Türkiye’nin karşılıklı olarak temel çıkarlarını ve endişelerini daha fazla dikkate almalarının gerektiğini söylemiştir. Meng ayrıca, anti terörizm ve güvenlik alanında daha derin, daha sağlam ve daha verimli işbirliği yapmak, Çin-Türkiye stratejik işbirliği ilişkilerinin mahiyetini devamlı zenginleştirmek gerektiğini de sözlerine eklemiştir21. Çin uzmanları bu görüşmeyi, Çin ile Türkiye arasında teröre karşı işbirliği kararı alınmış olarak okudular. Xinjiang Sosyal Bilimler Akademisi uzmanı Xu Jianying; Global Times gazetesinde “Doğu Türkistancılara Karşı Türkiye’nin İşbirliği Çok Önemli” başlıklı yazısında, anti terörizm konusunda ÇinTürkiye işbirliğinin Doğu Türkistancı güçlerin sınırlandırmasına yararlı olacağını ve aynı zamanda Orta Doğu’daki terör karşıtı oluşuma güçlü destek verileceği anlamına geldiğini ifade edilmektedir. Doğu Türkistancıların kendilerine Türk demesini saçma ve komik bulan uzmana göre, Çin ile Türkiye’nin teröre karşı birlikte tavır almaları yeni bir işbirliği alanıdır. Böylece artık Doğu Türkistancılar başta olmak üzere bu gibi grupların Türkiye’den haddini aşan istekleri olamayacak, dolayısıyla yaşam alanları daha da kısıtlanmış olacaktır. Devamında da iki ülke arasında terörizme karşı daha derin, daha sağlam ve daha verimli işbirliği yapılması söz konusu olacaktır. Güvenlik alanında daha pragmatik işbirliği, terörizme karşı istihbarat paylaşımı, terörle mücadele mekanizmasının oluşturulması ve terörle mücadele faaliyetlerinin uygulanması alanlarında daha somut düzenleme ve planlamalar yapılacaktır22. Çin basınında bazı yorumcular, Çin-Türkiye terörle mücadele işbirliğinin Pan Türkizmin yaşam alanındaki boşluğu kapattığını, Doğu Türkistancıların terörist mahiyetinin anlaşıldığını, Çin’in (Doğu Türkistancı) terörizm ile mücadelesinin uluslararası kamuoyu tarafından onaylandığını ve Doğu Türkistancıların sığınacağı bölgenin temizlendiğini böylelikle de Avrupa radikal İslam güçlerinin Doğu’ya doğru hareket etmesinin engellediğini düşünmektedirler23. 14 Ocak 2015’te, Çin’in Şanghay kentinde, sahte pasaport temin ederek Uygurların yurtdışına kaçırılması iddiasıyla 10 Türk vatandaşının tutuklandığına dair haber gündeme gelmişti. Çin tarafına göre bu olay, gizli anlaşmalı, planlı, ve Uygurlar’ın yurtdışına kaçırılmasını sağlamak için önceden tasarlanmış bir olaydır. Bu kaçakçı çetenin örgüt yapısı, kullandığı ŞUBAT 2015 71 DIŞ POLİTİKA yöntem ve olaya karışan Türklerin sayısının fazla olması Çin makamlarının dikkatini çekmiştir. Global Times gazetesinin ifadesine göre, bazı Uygurlar çeşitli yöntemlerle yasadışı yollarla yurtdışına kaçmışlar ve Türkiye üzerinden Suriye ve Irak’a ulaşarak sözde “cihada” katılmışlar, aralarında bazıları Çin’e dönerek terör faaliyetleri planlamış ve uygulamışlardır24. Çin Hükümeti bu olaya karşı sessizliğini korumaya çalışmıştır. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei’nin 14 Ocak 2015 gününde yaptığı basın toplantısında konu ile ilgili ayrıntılı bilgi vermeden sadece yasadışı göçle mücadelenin uluslararası toplumun ortak isteği olduğunu ve Çin’in de bu alanda uluslararası toplum ile sıkı işbirliği yapacağını beyan etmekle yetinmiştir25. Ertesi gün de basın toplantısında sadece Doğu Türkistancıları suçlayan bir açıklama yapmıştır. Hong Lei yaptığı açıklamada, “Doğu Türkistan terör güçleri Çin’in güvenliği ve istikrarına zarar vermekle kalmıyor aynı zamanda uluslararası toplumun güvenlik ve istikrarını da tehdit ediyor. Terörizm ile mücadele uluslararası toplumun ortak sorumluluğudur, Çin tarafı olarak ilgili ülkelerle anti-terör üzerinde işbirliği yapmak ve birlikte Doğu Türkistancı terör güçlerine karşı mücadele etmek arzusundayız.”26 demiştir. Türkiye’de Doğu Türkistancılara sempati duyan ve hatta destekleyen toplumsal güçlerin olduğunu ileri süren Xinjiang Sosyal Bilimler Akademisi uzman Turgunjan Tursun, Uygurların kaçak yollar ile yurtdışına kaçmasının tamamen Türkiye ile alakalı olduğunu belirtmektedir. Bu kaçırma işinin Türkiye Hükümetinin bazı birimleriyle alakalı olduğunu iddia eden uzman, bu sebeple Türkiye’nin Çin’deki imajının bozulduğunu ileri sürmektedir. Turgunjan Tursun, Türkiye tarafının teröristlerin kaçırılmasını organize edenleri cezalandırmasını istediğini ve Türkiye’deki Doğu Türkistancıların yaşam zeminini ortadan kaldırıp Çin’deki imajını düzetilmesini umduğunu belirtmektedir27. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 Uygur meselesi ve yaşanan olaylar üzerinde Türkiye ile Çin arasında ortak görüşler bulunmamaktadır. Konu ile ilgili tanımlamalar doğru yapılmadığı takdirde işbirliği de hayli zor gözükmektedir. Uygur meselesinin uzun bir süre Türkiye-Çin ikili ilişkilerini etkileyeceği aşikardır. 72 ŞUBAT 2015 “Thailand requested to send detained Uighurs to Turkey”, Anadolu Agency, 26 November 2014 20:23; İlhan Toprak, “200 Uygur’u resmen istedik”, Yeni Şafak Gazetesi, 27 Kasım 2014, 23:21. Esin Işık, “Uygur soydaşlarımızla ilgili gelişmeleri yakından takip ediyoruz”, Anadolu Ajansı, 27 Kasım 2014 14:01. “Hem suçlu hem güçlü”, Yeni Şafak Gazetesi, 01 Aralık 2014, 23:29; Kenan Karadeniz, “Çin’den Türkiye’ye üstü kapalı tepki”, Hürriyet Gazetesi, 1 Aralık 2014. Muammer Elveren, “Turkey should look after Uighur Turks in Thailand, says head of Uighurs”, Hurriyet Daily News, December 22, 2014. Michael Martina, “China rebukes Turkey for offer to shelter Uighur refugees”, Reuters, November 28, 2014, 6:11am EST. <土耳其欲收留偷渡东南亚的维族人 恐伤两国关系>, 《大 公网》, 2014年11月28日07:53:56. “Çin’den Türkiye’ye küstah uyarı”, Star Gazetesi, 1 Aralık 2014, 08:33. “Çin’den Türkiye’ye şok uyarı”, Sabah Gazetesi, 1 Aralık 2014, 13:06:16 “Çin’den Türkiye’ye üstü kapalı tepki”, Hürriyet Gazetesi, 1 Aralık 2014. “Çin’den Türkiye’ye Uygur uyarısı”, Radikal Gazetesi, 30 Kasım 2014, 13:27. “Çin’den Türkiye’ye Uygur ‘tehdidi’”, Akşam Gazetesi, 1 Aralık 2014. <2014年3月17日外交部发言人洪磊主持例行记者会>, 《 中華人民共和國外交部網站》, 2014年3月17日. <2014年11月14日外交部发言人洪磊主持例行记者会>,《 中華人民共和國外交部網站》, 2014年11月14日. 邱永峥, <谁在帮东突祸乱新疆?美日土耳其纵容支持!>, 《环球时报》2013年07月04 日08:25:00 邱永峥, <「东突」分子从叙交战区潜回新疆>, 《环球时 报》2013年07月01 日08:18:00. 邱永峥, <「东突」分子如何潜入IS: 土耳其涉嫌乱发假护 照>, 《环球时报》2014年12月11 日09:15:00. 邱永峥, <「东突」分子在IS地位低 战死后直接填埋进垃圾 坑>, 《环球时报》2014年12月17 日02:35:00 . 邱永峥, <「东突营」被「伊斯兰国」当炮灰 想逃离者被 斩首>《环球时报》2014年12月10 日09:40:00. 邱永峥, <「东突」分子在IS地位低 战死后直接填埋进垃圾 坑>, 《环球时报》2014年12月17 日02:35:00 . Ümit Erdoğan, “Uygur Türkleri Suriye’de Esed’e karşı savaşıyor”, Anadolu Ajansı, 01 Aralık 2014 16:09. 郑金发、邹乐, <土耳其总统埃尔多安会见孟建柱>, 《人民 日报》2014年11月20日 02 版. 许建英, <打击东突, 土耳其的合作很关键>, 《环球时报》, 2014年11月20日02:27:00. 储殷, <国际合作让中国反恐跨入新阶段>, 《中国青年报》 2014年11月20日 01 版 刘畅, <10名土耳其人组织新疆涉恐人员偷渡出境被批捕>, 《环球时报》2015年01月14 日01:17:00. 25 <2015年1月14日外交部发言人洪磊主持例行记者会>,《 中華人民共和國外交部網站》, 2015年1月14日. 26 <2015年1月15日外交部发言人洪磊主持例行记者会>, 《 中華人民共和國外交部網站》, 2015年1月15日. 27 吐尔文江•吐尔逊, <牵扯涉恐偷渡案有损土耳其形象>, 《 环球时报》2015年01月15日08:36:00. COĞRAFİ KAVRAMLAR ÜZERİNDEN KİMLİK BELİRSİZLİĞİ Dr. Can CEYLAN* Öğretim Üyesi D il, insanlar arası iletişimin en güçlü aracı olmasının yanında, bireyin dünya görüşünü de belirleyen bir işleve sahiptir. Dil, bu işlevi kelimeler ve kavramlar üzerinden yerine getirir. Fikri genişlik, duygu derinliği, düşünce zenginliği sonucu birbirine yakın anlamlı kelimeler ortaya çıkar. Bu kelimeler içerdikleri duygu ve düşünce nüanslarına göre müstakil kavramlar haline gelirler. Bu kelimeleri ve kavramları bilen ve düşünce sistemine alan kişilerin zihin haritalarında oluşan çağrışımlar, o kişilerin bir konuyu reaktif bir yapıyla ele alabilmelerini sağlar. Kavram, reaktörde parçalanmış bir atom gibi ışıldama yaratır ve aydınlanma sağlar. Ancak bu aydınlanma, tıpkı nükleer gücün tahribat ve yıkım gibi kötü amaçlarla kullanılması gibi, çağrıştırdığı olumlu anlamın aksi istikametinde de olabilir. Kullanılan kavramların işlev istikametleri de kavramların bulunduğu dilin dışındaki diller tarafından yönlendirilebilir. Bu yönlendirmenin aygıtı da çeviri ve tercümedir. ŞUBAT 2015 73 “Doğu”, Avrupa’nın tekelindeki “Batı”ya en fazla “Orta Doğu”su ile yaklaşabilmektedir. Zira Avrupa’nın dini olan Hristiyanlık bu topraklarda doğmuştur. “Orta Doğu” kavramı, Doğu’nun kendi icat edip kendi amaç ve menfaatlerine hizmet etmesi için kullandığı kavramsal bir aygıt değildir. Aksine ölçüsünün Batı’da alınıp Batı’da dokunan kumaşlarla Batılı terzilerin diktiği bir elbisedir. Doğu, bu elbisenin kendi sosyokültürel ve sosyopolitik yapısına, ihtiyaçlarına uyup uymadığını düşünmeye henüz fırsat bile bulmuş değildir. Doğu, güneşin doğup aydınlığın başladığı yön olmanın karizmasını, dikilen bu “Orta Doğu” elbisesinin astarında kaybetmiştir. Batı Neresidir? Yukarıda soyut bir içerikle anlatmaya çalıştığım konunun somut örneklemesini coğrafi kavramlar üzerinden yapmak istiyorum. Orta Doğu – Uzak Doğu Pusulada dört ana yön olmasına rağmen, dünya siyaseti Doğu-Batı mücadelesi ekseninde şekillenmektedir. Bunun tek istisnası Amerika Birleşik Devletleri’ndeki iç savaşta görülen Kuzey-Güney mücadelesidir ki, o da Batı’nın kendi içinde bir “ara yön” gibi kavramsallaştırdığı bir olgudur. Bunun yanında “Doğu” kavramı, Avrupa’nın Greenwich’e göre daha da Batısında bulunan Fas’ı bile içine alır. Fas’ın içinde bulunduğu toprakların “Batı” kavramında görüp göreceği nasip ancak “Batı Afrika” olarak tanımlanmaktır. Avrupa merkezli dünya görüşü, “Batı” kavramını kendi tekeline almıştır. Onca eleştiri fitilini kendi ateşlemesine rağmen, Batı Dünyası “ötekileştirme” operasyonunu bir kavramlaştırma ustalığı ile tetikçileri üzerinden yapmakta ve “medeni” olma karinesine halel getirmemeyi başarmaktadır. 74 ŞUBAT 2015 Doğu’ya kendi biçtiği elbiseyi giydiren ve onu, “Orta” ve “Uzak” şeklinde kombin edilmiş döpiyes olarak kullanan Batı’nın sınırlarını coğrafi ölçümlerle çizmek mümkün değildir. Hatta imkansızlığın ötesinde, bu, “Batı” kavramının anlam yapısına ters düşmektedir. Zira günümüzde en çok kullanılan harita kurgusunda sıfır meridyeni İngiltere’nin Greenwich şehrinden geçmekte ve Birleşmiş Krallığın küçük bir bölümü, İspanya, Portekiz ve Fransa’nın batı kıyıları hariç, Avrupa’nın tamamı Doğu yarım kürede yer almaktadır. Yani “Doğu”, Avrupa’nın tam da ortasındadır. Oysa “Batı Dünyası” denildiğinde kastedilen coğrafya, Avrupa’dan başlayarak Atlantik Okyanusu’nu aşmakta ve Kuzey Amerika’dan dolaşıp Japonya’yı da içine almaktadır. Yaygın haritaya göre dünyanın en doğusunda bulunan bölgenin Güney Yarım Küre’de kalan kısmı da -Avustralya ve Yeni Zelanda- “Batı dünyası”na dahil edilirken, Güney Amerika’nın ne kadar “Batılı” olduğu bol su götüren bir hamurdur. müş olsa da, varlığını hala sürdürmekte olan bu taş, Doğu Roma’nın merkezini göstermenin yanında, dünyanın siyasi merkezinin burası -o zamanki adıyla Konstantinapol- olduğuna da işaret etmektedir. Tıpkı şu anda ABD’deki okullarda kullanılan haritalarda Amerika kıtasının ya da Japonya merkezli bir anlayışta Japonya’nın dünya haritasının ortasına konması gibi. Yani bu taş merkez alınarak yapılacak bir haritada bütün siyasi kavramlar değişecektir. Orta Doğu kavramı ortadan kalkacak. Uzak Doğu bile “Doğu” olmaktan çıkıp, siyasi anlamda belki “Batı Asya” olarak anılacaktır. Avrupa Neresidir? “Batı” kavramının hakimiyet ve üstünlük karizmasının avantajlarını elinde tutan Avrupa’nın siyasi sınırları konusunda samimiyetinin test edilmesi gerekmektedir. Örneğin “Orta Doğu”yu kendisinden ayrı bir bölge olarak görmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine mazeret olarak Orta Doğu ile sınırdaş olmak istememeleri gösterilmektedir. Oysaki, Orta Doğu’nun tam ortasında kurulan İsrail, bir “Batı” devleti olarak muamele görmektedir. Örneğin Avrupa Yayın Birliği EBU’nun (European Broadcasting Union) düzenlemekte olduğu Eurovision Şarkı Yarışması’nda İsrail’in bulunması bu muamelenin bir göstergesidir. Azerbaycan, Kazakistan gibi ülkelerin de bu yarışmaya katılmaları ise, dağılan Sovyetler Birliği’nin mirasından kalan kontenjandır. Batı’nın bu “merkez” olma kompleksi, coğrafi olarak sadece yönler değil, kıta Avrupası’nın yüzölçümüne de yansımıştır. Avrupa merkezli haritalarda Hindistan, Avrupa’nın neredeyse yarısı kadar gösterilmektedir. Dünyanın iki boyutlu düzleme aktarılmasından doğan boşluklar Avrupa’nın lehinde kullanılmakta ve Avrupa, olduğundan büyük gösterilmektedir. Greenwich’in Doğusu Kavramlarla Çizilen Sınırlar Konuyu Greenwich üzerinden ele alırken, “Eski Greenwich”e değinmek de gerekir. Vaktiyle dünya, Roma İmparatorluğu hakimiyetinde iken Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılan dönemde, Roma’nın “Doğusu”, “Batısı”na üstünlük sağlamış ve hayatiyetini devam ettirmiştir. Doğu Roma (Bizans) hakimiyetinin, sağladığı üstünlüğün bir göstergesi olarak İstanbul’un bugünkü Sultanahmet Meydanı’na “Milyon Taşı” diktirmiştir. Bir bölümü İstanbul’un işgali sırasında İngilizler tarafından kırılıp götürül- Yukarıdaki bağlam temelinde devam edersek, Batı’nın hakimiyeti altına aldığı dünyada başarılı bir kimlik kargaşası meydana getirdiği ve bunun devam ettirdiği söylenebilir. Bu devam ettirmesinin en önemli sebeplerinden biri, Doğu’nun henüz bu kurgunun farkında olamamasıdır. Konuyu Türkiye ölçeğinde örneklendirmek daha açıklayıcı olacaktır. Benim de mezunu olduğu Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin (ODTÜ) Türkiye’nin siyasi merkezinde kurulmuş olması manidardır. “Milyon Taşı” ile ya- Bu bölgenn nsanları kend yaşadıkları toprakları “başka br yern doğusu” olarak görmekten rahatsızlık duymamakta, ama bunun farkına varamadıkları çn br kmlk belrszlğ ve kargaşası yaşamaktadırlar. Bu durum, annebabasının koyduğu, nüfus kağıdında yazan smnn dışında br smle tanınan ve çağrılan br kşnn, bell br süre sonra soyut anlamda kmlğn kaybetmesne benzetleblr. kın bir tarihe kadar dünyanın merkezi olan İstanbul ve bu topraklar, artık sadece Orta Doğu’nun merkezidir. Üç tarafı daraltılmış sınırlarla çevrili Anadolu topraklarında yaşayanların zihinlerinde oluşturulmaya çalışılan sınırlar, ODTÜ ile “taçlandırılmıştır”. Batı’nın coğrafi sınır tanımadan küresel olmasının karşısında Doğu, sadece Batı’nın tespit ettiği ve kendisinden uzak tutmaya çalıştığı, ama sömürmekten de vazgeçmediği bölgesel bir yerdir. Bu sınırlama, kendi topraklarını “Orta Doğu”nun bir parçası olan ülkelerin insanlarında dar ve sınırlı bir dünya görüşü yaratmaktadır. Bu insanların konuştukları dil ne olursa olsun, bu bölgeyi kendine uzak görüp, kendi koyduğu “Orta Doğu” ismi ile sınırlandırıp sömüren Avrupa’nın dilinden tercüme edilerek “yerelleştirilen” bu kavram, cetvelle çizilmiş sınırların yanında, kelimelerle çizilmiş sınırlar var etmektedir. Bunun yanında Batı, Orta Doğu’da kendine ait bir şey gördüğünde bu bölge için “Babil” kavramını kullanmayı tercih etmektedir. Bu bölgenin insanları kendi yaşadıkları toprakları “başka bir yerin doğusu” olarak görmekten rahatsızlık duymamakta, ama bunun farkına varamadıkları için bir kimlik belirsizliği ve kargaşası yaşamaktadırlar. Bu durum, anne-babasının koyduğu, nüfus kağıdında yazan isminin dışında bir isimle tanınan ve çağrılan bir kişinin, belli bir süre sonra soyut anlamda kimliğini kaybetmesine benzetilebilir. * İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Görevlisidir. Uzmanlık alanları din ve siyaset antropolojisi, kültürel sosyoloji, dilbilim ve etnomüzikolojidir. ŞUBAT 2015 75 DIŞ POLİTİKA ? 2015’te Kuzey Afrika Nereye Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı 2014 yılı da Orta Doğu doğu çn tam br kaos yılı olmuş ve özellkle bölgedek Arap Baharı ülkeler yıl çnde oldukça olumsuz br dönem yaşamışlardır. 2011 başında Tunus’ta başlayan demokratk Arap syanları lk k yılında demokratk gelşme konusunda umut verrken, son k yılda se daha çok tartışma, çatışma ve krze dönüşmüştür. 2015 yılında se Mısır ve Lbya’da karışıklıklar devam ederken Kuzey Afrka’nın dğer ülkeler çn braz daha olumlu br havanın esmes beklenmektedr. ordu adına Yüksek Askeri Konsey’in yönetmesidir. Ordu demokrasi ister gibi yapıp zamanla devrimcileri birbirine düşürmüş daha sonra da İhvan Yönetimi’ne karşı darbe yaparak eski düzene geri dönülmüştür. 2014 yılı başında darbe yaparken önce Anayasa sözü vermesine rağmen önce kendisini seçtirmiş daha sonra anayasa yazılmıştır. Ülkeyi geriden yöneten El-Sisi’nin Arap Ligi eski Başkanı Amr Musa başkanlığında bir komisyona hazırlattığı anayasa; Mubarek dönemi anayasasından çok farklılık göstermemektedir. Gerçi önceki Mısır anayasaları lafız olarak sanıldığı kadar baskıcı değildi, baskıyı belirleyen kanunlar ve uygulamadaki alışkanlıklardı. 2014 yılı Mısır’da darbeyi pekiştirme dönemi olarak geçmiştir ve bunda genelde başarılı olunmuştur. İçerde protestolar devam etse de özellikle darbenin yıldönümünde beklenen büyük bir Ö nceki yıl Kuzey Afrika ülkeleri için zor bir yıl olmuştur ve bu yılda kritik bir yıl olmaya devam edecektir. Mısır’da darbe yönetiminin başı Abdülfettah El-Sisi Cumhurbaşkanı seçilmiş ve uluslararası alanda kabul görmeye başlamıştır. Libya ise istikrarsızlık ortamından en çok etkilenen ülke olmuştur ve iç savaşa sürüklenmiştir. Tunus’ta zor da olsa demokratik bir anayasa yazılarak uzlaşmalı bir referandum sürecinden sonra onaylandı ve yıl içinde parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Cezayir’de 2014 Mart ayında yapılan başkanlık seçimi ülke- 76 ŞUBAT 2015 gösteri dalgası oluşmamıştır. Süregiden gösterileri ise rejim silah zoruyla bastırmaktadır. İhvan-ı Müslimin üzerindeki baskılar devam etmiş ve binlerce yöneticisi ve üyesi hapse atılmıştır. Aynı yıl içerisinde özellikle bir iki saat süren toplu yargılamalar yapılmış ve hukuk sisteminin darbeye teslim olduğunu gösteren davalar görülmüştür. Devrimden bu yana yargılanan Hüsnü Mübarek ise Tahrir Meydanı’nda göstericileri öldürtmekten beraat etmiştir. Darbeciler ülkeyi yönetemedikleri gibi karşıtları da direnseler de darbe sürecini geri çevirememektedirler. Bu yıl içerisinde darbeye ilk önce karşı çıksalar bile El-Wasat Partisi gibi bazı hareketler de darbe karşıtı ittifaktan çekilmişlerdir. Sisi içerde darbe konusunda çok sıkışmayınca Mısır çevresinde üç önemli operasyona girmiştir. Birincisi, İsrail’in isteği üzerine, Gazze’deki ambargo- de sistemin devamlığını gösteriyor. Fas’ta ise çok ciddi bir değişim görülmedi, ekonomik sıkıntıların ve Adalet ve Kalkınma Partisi üzerindeki statüko baskısının arttığı ama belini kırmadığı bir yıl geride kaldı. Bu yazıda, Kuzey Afrika ülkelerinde 2014 yılı için durum analizi yapılırken, 2015 yılı için de ipuçları sunulacaktır. Mısır Orta Doğu’nun en büyük ve önemli ülkesi Mısır, Hüsnü Mübarek’in düşmesinden sonra ciddi bir kaos yaşamıştır. Bunun sebebi geçiş sürecini ŞUBAT 2015 77 Öncek yıl gb 2015 yılı Kuzey Afrka ülkeler çn krtk br yıl olmaya devam edecektr. Mısır’da darbe yönetmne karşı gösterler devam etse de slah gücüyle Cumhurbaşkanı seçlen Abdülfettah El-Ss uluslararası destekle gderek koltuğunu sağlamlaştırdığı gb Mısır’ın çevresndek gelşmeler de etklemeye başladı. Örneğn, hem Gazze’ye hem de Lbya’ya müdahale edyor. Lbya’da se stkrarsızlık devam etmş ve devlet mekanzması kaybolmuş ve ç savaşa sürüklenmştr. Tunus’ta zor da olsa demokratk br anayasa yazıldı ve uzlaşmalı br referandum sürecnden sonra onaylandı ve yıl çnde parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçmler yapıldı. Cezayr’de 2014 Mart ayında yapılacak olan başkanlık seçm ülkede sstemn devamlığını gösteryor. Fas’ta se çok cdd br değşm görülmed ekonomk sıkıntıların ve Adalet ve Kalkınma Parts üzerndek statüko baskısının arttığı ama beln kırmadığı br yıl gerde kaldı. yu delmek için Refah sınırında oluşturulan tünelleri yıkmış ve sınırdaki köyleri boşaltarak tampon bölge oluşturmuştur. Bu operasyon hem İsrail’in güvenliğini öncelemek ve Gazze ambargosunu uygulamak anlamına geldiği gibi İhvan-ı Müslimin çizgisindeki Hamas’ın zayıflatılması anlamına geliyordu. Mısır’ın yaptığı diğer bir operasyon ise Libya’da darbeci Hafter güçlerine destek vermesidir ve Libya konusunda detaylı anlatılacaktır. Ancak darbeyi kabullenmeyen Türkiye’ye karşı İsrail’i de yanına alarak Güney Kıbrıs ile bir blok oluşturmaya çalışmıştır. Hem Kıbrıs’ın çevresinde hem de İsrail ve Gazze sahilinde bulunan doğal gaz arama hakları konusunda bir blok olarak Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’nin haklarını görmezden gelen bir çıkarım yapmaya çalışmaktadır. Doğu Akdeniz gazı çok derinde olduğu için çıkarma ve aradaki deniz yüzünden Avrupa’ya taşıma maliyetinin yüksek olmasından düşen benzin fiyatları ile bu çatışmanın yakın zamanda kızışması kısa dönemde değil, uzun dönemde olacaktır. Tunus Tunus Arap Baharı’nın beşiği ve sembolü olmuştur. Seyyar meyve satıcısı eğitimli işsiz bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan süreçte otuz yıllık başkan Bin Ali yönetimini devirerek Arap Dünyası’nda bir değişim fırtınasına yol açmıştır. Ülkede demokrasiye geçiş sürecini siviller yönettiği için Mısır’a göre nisbeten başarılı olsa da süreç zor ilerlemiş ama zikzaklar ile yol alınmıştır. Aradan geçen 4 sene içinde parlamento seçimleri gerçekleştirilmiş, El-Nahda öncülüğünde koalisyon hükümeti kurulmuş ve başkanlık seçimi yapılmıştır. Hükümet ikinci yılına girerken demokrasiye geçişin getirdiği sıkıntılar, iç çalkantılar, sosyal adalet ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Ülkenin en büyük sorunu yeni bir 78 ŞUBAT 2015 anayasa yazılması ve demokrasiden dönüş olmadan parlamento seçimlerine gidilmesi olmuştur. 2014 yılında Tunus’un tam bir istikrara kavuştuğu söylenemez çünkü laik ve İslamcı gruplar arasında ciddi bir güvensizlik ve kamplaşma yaşanmaktadır. Bu süreçte eskiden beri güçlü olan laik eğilimli sendikalar, entellektüeller ve eski rejimin adamları birleşerek El-Nahda Hükümeti’ne karşı cephe almışlardır. Mısır darbesinin verdiği motivasyon ile Tunus’ta da ciddi hareketlenmeyle siyasi kriz tırmandıkça sorunlar artmış, sonunda El-Nahda teknokrat bir hükümetin kurulmasına ikna olmak zorunda kalmıştı. 2014 başında bütün tarafların uzlaşması ile sivil bir anayasa yazılabilmiştir. Mısır’da İhvan ve Selefilerin anayasa yazımı ciddi bir siyasi krize yol açmış ve darbeye giden yolu kolaylaştırmıştı. Tunus’ta ise zorlu bir süreçten sonra El-Nahda’nın hükümetten feragat etmesi ve anayasada ideolojik davranmasıyla önlenmiştir. 2015 yılına girilirken Tunus’ta demokratik süreç biraz örselense de yoluna devam etmektedir. Anayasa yapımından sonra yıl içinde planlanan parlamento seçimleri sağ salim yapılabilmiştir. Parlamento seçimlerinde eski rejim adamları, sendikalar ve diğer laik partilerden oluşan koalisyon olarak Nida Tunus Partisi birinci ve El-Nahda ikinci çıkmıştır. El-Nahda’ya karşı ciddi bir karalama kampanyası yürütülürken, Nida Tunus Partisi’ne hem Batı’dan hem de Körfez’den ciddi destek gelmiştir. Yine Nida Tunus’un lideri El-Sibsi cumhurbaşkanı seçilmiştir ve yakında hükümet kurulacaktır. Yeni Hükümet büyük ihtimalle eski Bourgiba rejimine benzer bir rejimin daha hafif bir versiyonunu hayata geçirmeye çalışacaktır. 2014’ün hemen başında Tunus’un en büyük başarısı siviller eliyle yeni anayasa taslağını yazabilme- si olmuştur. Uzun tartışmalar ve çıkan krizlerden sonra uzlaşı ile yazımı tamamlanan anayasada, ElNahda’nın özellikle ideolojik konularda uzlaşmacı davrandığı görülüyor. Ancak her ne pahasına olursa olsun El-Nahda’yı dışlamaya çalışan karşı cephe ve dış müdahaleler bu küçük Kuzey Afrika ülkesini yönetilemez hale getirebilir. Anlaşılan odur ki Nida Tunus koalisyonun gerçekleştirmeye çalıştığı eski model, Bourgiba modeli Tunus’a çok parlak bir model sunamayacaktır. Cezayir Türkiye’nin gerektiği kadar ilgi göstermediği Cezayir, Kuzey Afrika’nın Mısır’dan sonra en önemli ülkesidir. Cezayir, ekonomik potansiyeli, petrol ve doğal gazı, Türkiye’ye olumlu bakışı ve bölgede aktif politika uygulaması bakımından bölgedeki önemli ülkelerden birisidir. Kuzey Afrika’yı toptan sarsan Arap Baharı süreci Cezayir’i çok etkilememiştir. Bunun nedeni, bugün Suriye ve Mısır’da yaşanan sürecin Cezayir’de 1990’larda yaşanmış olmasıdır. İslami Selamet Cephesi (FİS)’in seçimleri kazanma ihtimali ortaya çıkınca ordu siyasete müdahale etmiş ve ülke 1990’lar boyunca iç savaşa sürüklenmişti. İç savaşta 200 bin kişinin hayatını kaybettiği ülke, büyük bedel ödemiş ve ciddi şekilde içine kapanmıştı. 1999’da Abdülaziz Bouteflika’nın başkan seçilmesiyle ülke yeni bir kulvara girmiştir. Bu yeni süreçte yaygın terörü bitirmek için mali destek yanında genel af uygulanarak toplumsal barışın önü açılmıştır. Bugün terör bitmese bile güvenlik büyük ölçüde sağlanmış ve ülke dünyaya açılmaya başlamıştır. Fransız lobisinin ciddi etkisine rağmen Cezayir giderek kendinden daha emin ve daha bağımsız dış politika uygulamaktadır. Arap Baharı’nın Cezayir’de siyasi bir değişime yol açacağı öngörülmüştü ancak beklenen olmadı. 2012 yılındaki parlamento seçimlerinde hakim partiler konumlarını korudular ve İslami hassasiyetleri ile bilinen muhalefet partileri fazla varlık gösteremediler. Cezayir’in genel olarak muhafazakar bir toplum olduğu dikkate alındığında bu konu daha ilginç bir durum arz etmektedir. Cezayir’de şaşırtıcı gelişmeler 2012 sonbaharında gerçekleşmeye başladı. Başkan Bouteflika, muhafazakar bir lider olan Abdelmalek Sellal’ı başbakan atadı ve sivilleşme eğilimleri arttı. Cezayir’in başını ağrıtan sorunlardan birisi Mali ve Libya çatışmalarıdır. İki ülkede yaşanan çatışmalar ve güvenlik eksikliği Cezayir’i de etkilemekte Libya’dan kaçanlar Tunus ve Cezayir’e gitmeye çalışmaktadır. Cezayir, Libya’da istikrarın korunmasını istese de çok etki- ŞUBAT 2015 79 li politikalar da geliştirememektedir. Çünkü 2014 yılında tekrar başkan seçilen Abdülaziz Bouteflika oldukça yaşlıdır. Bugünkü durumda Cezayir’de değişim treni yavaş da olsa ilerlemektedir. 2014 Kasım ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkeye gerçekleştirdiği ziyarette Türkiye ile işbirliği imkanlarını geliştirmeyi tartışmıştır. Düşen petrol ve gaz fiyatları Cezayir ekonomisini olumsuz etkilemekte ve hükümeti ekonomisini çeşitlendirmeye zorlamaktadır. Bu da yatırım ve ticaret için bu ülkeye ihracat ve taahhüt yapan Türkiye’nin yararına olabilecektir. 2015 yılında Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan Cezayir’e daha fazla ilgi göstermelidir. Libya Arap Baharı’nın ilk kanlı devrimi Libya’da olmuştur. Çünkü halkın gücü Kaddafi yönetimini devirmeye yetmediği için dış destekle rejim devrilmiştir. Kaddafi yıkıldıktan sonra Libya’da yeni bir düzen kurulamamış ve istikrar sağlanamamıştır. Bunun bir nedeni, Muammer Kaddafi’nin düzen kurmayarak, yönetimi kendi kişiliği etrafında şekillendirmiş olmasıdır. Diğer bir faktör, ülkede hakim olan kabilecilik ile DoğuBatı veya Bingazi-Trablus arasında oluşan tarihsel farklılaşmadır. Bir diğer neden ise, Kaddafi’nin silahlarını ele geçiren eski devrimcilerin ve kabilelerin silahlı çetelere dönüşmüş olmasıdır. Ayrıca, istikrarsızlık ortamında güç kazanan El-Kaide’ye bağlı radikal grupların faaliyetleri de artmıştır. 2012 yazında Libya’da parlamento seçimleri yapılmış ve hükümet kurulmuştu. Birçok zorluk yaşanmasına rağmen Libya’da demokrasi; normal yollarla kesintiye uğramayınca dış müdahaleler ile bu durum değişmiştir. ABD destekli general Halife Hafter Mısır sınırında, Mısır ve Arap Emirliklerinin desteği ile darbe yapmaya kalkmıştır. Halktan büyük destek bulamasa da gelişmiş silahları ile siyasi sahneyi etkilemektedir. Kaddafi döneminde hiçbir sivil siyasi tecrübe bulunmamasından ve topluma yön verebilecek kişilerin çoğunun ya hapiste ya da sürgünlerde ezilmiş olmasından dolayı ciddi bir liderlik sorunu yaşanmaktadır. İç savaşta derin yaralar açılması, terörist ve çete faaliyetlerinin sürekliliği ve petrol üretimini engellemesi sebebiyle Libya’nın ekonomik ve siyasi açıdan toparlanması zaman alacaktır. Kabilecilik ve bölgecilikten dolayı ülkede ciddi federalizm tartışmaları da yaşanmaktadır. Ayrıca Kaddafi ile savaşan gruplar silahlarını merkezi orduya teslim etmekten kaçınmışlar ve devlet de bu silahları toplayamadığı için ülkenin birçok bölgesinde silahlı milisler etkin olmakta ve bazen petrol kuyularına bile hakim olabilmektedir. Federalizm tartışmaları da bölünme korkularını artırarak her kesimin daha fazla silaha sarılmasına yol açmaktadır. Ülkedeki güvenlik eksiliği hem adi suçları hem de terör eylemlerini artırmaktadır. Son dönemde silahlı grupların karıştığı birçok silahlı saldırı ve suikast yaşanmıştır. Bazı silahlı gruplar ile kabile ve çetelerin aktiviteleri petrol üretimine zarar vermekte ve bazı kuyularda petrol üretimini engellemektedir. jeopolitiğinde önemli bir yere sahip olan Fas’ta ekonomik sıkıntılar devam etmekte ve rejim sivil hükümetin başarısız olması için ciddi bir direnç göstermektedir. Ülkeyi hükümetten daha çok Kral’ın atadığı danışmanların yönettiği söylenmektedir. Düşen petrol fiyatları Fas için de olumlu bir gelişmedir ve istikrarını koruduğu ölçüde diğer Arap ülkelerinden farklılaşarak daha avantajlı bir duruma gelecektir. Böyle karmaşık ve çatışmalı ortamda El Kaide ve IŞİD gibi oluşumlara da taraftar çıkabilmektedir. Libya’dan IŞİD’e binlerle ifade edilen katılım söz konusudur. Hem üretimin azalması hem de fiyatların düşmesi ile azalan petrol gelirleri ülkede istikrarsızlığı giderek artırmaktadır. Türkiye’nin, gerek demokratik kaygılarla ve gerekse yapılan yatırımlar ve eski dönemden kalan alacakları sebebiyle, Libya’nın istikrarı, refahı ve gelişmesi için elinden geleni yapmasında ciddi yararlar vardır. Türkiye Libya’daki iç savaşa son verebilmek amacıyla Başbakan Eski Yardımcısı Prof. Dr. Emrullah İşler’i Libya temsilcisi atayarak çatışan grupları uzlaştırmaya çalışmaktadır. Ayrıca, Libya’dan IŞİD’e katılmak için gelen savaşçılar ayrı bir güvenlik endişesi oluşturmaktadırlar. Mısır’dan başlayarak bölgenin tamamında yaşanan kargaşa düşünüldüğünde, Libya’nın yakın zamanda toparlanması zor görünmektedir. Arap Baharı’nın önemli ölçüde etkilediği Kuzey Afrika’da 2014 yılında ciddi karışıklık ve krizler yaşanmıştır. Demokrasi, insan hakları, istikrar ve refah konularında sıkıntılar hala devam etmektedir. Mısır’da Mürsi Yönetimi’ne karşı yapılan askeri darbe kanlı bitmiş ve giderek yerleşmiştir. Darbe ile başa geçen Abdülfettah El-Sisi Ocak ayında Davos’a bile çağrılmıştır. Libya’da sivil bir yönetim bulunmakla beraber, yönetimin etkisizliği sebebiyle sıkıntılar sürmektedir. Dış güçler de Libya’nın istikrarı için değil daha çok karışıklığı için uğraşmaktadır. Fas ve Tunus’taki İslami partiler, gerileseler de faaliyetlerine devam etmektedirler. Tunus’ta El-Nahda, teknokrat hükümetine razı olmak zorunda kalmış ve iki seçimden ikinci çıkmış ve gücü azalmıştır. Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurduğu koalisyon zayıf bir koalisyon haline gelmiş olsa da faaliyetlerine devam etmektedir. Sınırlarında güvenlik sıkıntıları yaşamakla birlikte Cezayir, sivilleşme ve dışa açılmayı kısmen de olsa başarmaktadır. Fas Fas, Arap Baharı’nın yumuşak geçişle yaşandığı Kuzey Afrika ülkesidir. Bölgedeki tek krallık olan Fas’ta 2011 ayaklanmaları sonucunda rejim demokrasiye geçişe izin vermiş ama Kral kritik yetkileri elinde tutmuştur. Kral Abdullah, Maliye, İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları gibi kritik mevkilere atama yetkisini bırakmamıştır. Anayasa revizyonundan sonra yapılan seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi birinci olmuş ve koalisyonla başa gelmiştir. Hem dünya ekonomisi tam düzelmediği hem de fazla etkili olmadığı için hükümetin gücü zayıflamıştır. Kral’a yakın İstiklal Partisi koalisyondan çekilince, Adalet ve Kalkınma Partisi daha zayıf bir koalisyona razı edilmiştir. Yine 2014 yılında Fas ile Cezayir ilişkileri oldukça gerilmiş ve kopma noktasına gelmiştir. Batı Sahra Sorunu, Fas’ın dış politikasını etkileyen ve komşusu Cezayir ile ilişkilerini geren en önemli konudur. Cezayir’in bağımsız gördüğü Batı Sahra Bölgesi’ni Fas kendi toprağı saymaktadır. Akdeniz’in batısında ve Afrika’nın Kuzeybatısındaki konumu ile dünya 80 ŞUBAT 2015 Sonuç 2015 yılı da Kuzey Afrika ülkeleri için kritik bir yıl olacaktır. Mısır’da darbe sayesinde başa gelen El-Sisi dış dünyada da özellikle Libya ve Gazze’de yapıcı bir rol oynamamaktadır ve bu tavrı sürecektir. Libya’da ise istikrarsızlığın süreceği ve ülkede güvenliğin sağlanamayacağı öngörülmektedir. Tunus’ta zor da olsa demokratik bir anayasa yazılarak referandumdan sonra Parlamento ve Cumburbaşkanı seçilmiş ve yakında kurulacak kabine koalisyon hükümeti olmak zorundadır. Hangi partilerin anlaşacağı önemli bir sorudur ama El-Nahda’yı dışlamaya çalışacakları açıktır. Cezayir’de Başkan Bouteflika çok yaşlı ve hastadır, onun sağlık durumu her an değişebilir. Eskisi gibi devam eden ülkenin geleceği Bouteflika’dan sonra kimin geleceği ile yakından ilgilidir. Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel olarak bu ülke ile ilişkilere daha fazla önem vermelidir. Fas’ta ise çok ciddi bir değişim beklenmemektedir. Ekonomik sıkıntılar Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde biraz düzelse de değişim çarkı çok yavaş ilerlemektedir. ŞUBAT 2015 81 DIŞ POLİTİKA BASRA’DAN HAZAR’A: 100 YILLIK PETROL HİKAYESİ -1 Sinan TAVUKCU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi P etrolün bir enerji kaynağı olarak hayatımıza girmesinin, 1800’lü yılların ortalarında, Kanadalı Abraham Gesner’in yeryüzüne sızan petrolden gazyağı rafine etmesiyle başladığı kabul edilmektedir. 19’uncu yüzyılda sanayi devriminin hızlanmasıyla birlikte, enerji kaynağı olarak kömürün yerini petrolün almaya başlamış olması, sanayici ülkeleri dünyadaki petrol alanlarını keşfetmeye ve bu alanları kontrol altına almaya sevk etmişti. 82 ŞUBAT 2015 20’inci yüzyılın başında, dünyanın en önemli petrol üretici ülkesi ABD idi. Onu, 1877’den itibaren Bakü petrollerini işletmeye başlayan Rus Çarlığı takip ediyordu. İhracat da yapan Rusya’nın petrol üretimi neredeyse ABD’nin üçte ikisiydi. Topraklarında petrol bulunmayan iki sanayi ülkesi İngiltere ve Almanya ise, 19’uncu yüzyılın sonu itibariyle, petrol rezervi bulunan ülkeleri ya nüfuzu altına alma ya da buraları işgal etme yoluyla petrol ihtiyaçlarını temin etme ve rakibine bu alanları bırakmama stratejisine yöneldiler. Büyük devletlerin kendi hudutları dışındaki petrol yatakları üzerinde hakimiyet sağlamaları, uyruğunda bulunan petrol şirketlerinin ilgili ülkeden petrol arama ve üretme imtiyazları elde etmeleri yoluyla oluyordu. Bu imtiyazlar çoğu kez, petrol şirketinin uyruğu bulunduğu devletlerle imtiyaz veren devletlerin şiddetli mücadeleleri sonunda elde ediliyordu. 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde, dünya petrol üretiminde söz sahibi olan iki büyük şirket vardı. Birisi Amerikan Standart Oil of New Jersey, diğeri onun rakibi olarak ortaya çıkan Royal Dutch Shell. Bir İngiliz-Hollanda ortaklığı olan Royal Dutch Shell, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında, ABD dışındaki dünya petrol üretiminin % 75’ini sağlıyordu. İran’da petrol çıkarma imtiyazını elde eden İngiliz D’Arcy grubu (daha sonra değişen ismi Anglo-Persian Oil Company) de kısa sürede üçüncü büyük şirket olmayı başaracaktı. Petrol Coğrafyası Üzerinde Hakimiyet Stratejileri İran, Irak, Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinin petrol havzası olan Basra Körfezi, halen dünyadaki petrolün % 60’ına ve doğalgazın da % 50’sine sahip bulunan bir enerji bölgesidir. İngilizlerin bu bölgeye hakim olma çabası 1800’lü yıların başında başlamıştı. O sırada İngiltere’nin hedefi Hindistan ticaret yolunun güvenliğinin sağlanmasıydı. İngiltere önce, Osmanlı Devleti’nin bir parçası bulunan ve bugün Birleşik Arap Emirlikleri diye adlandırılan emirlikleri 1820 yılında fiili himayesi altına aldı. 1871’de Maskat Sultanı, 1891’de Umman Sultanı, 1892’de Bahreyn Emirliği ve Birleşik Arap Emirlikleri İngiltere ile himaye anlaşması yaptılar. Osmanlı imparatorluğu ile İngiltere arasında imzalanan 1913 tarihli İstanbul Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri Şeyhlikleri üzerindeki haklarından vazgeçti, İngilizler de Necd ve Katar’ın Osmanlı toprağı olduğunu kabul ettiler. Ancak İngiltere, 1915 yılına gelindiğinde, Suudi Hanedanlığıyla yaptığı anlaşma ile Hanedanlığın Necd ve Ahsa üzerindeki hakimiyetini tanıdı ve Osmanlı Devleti aleyhine ittifak ilişkisi geliştirdi. 1916’da Katar Emirliği de İngiltere ile himaye anlaşması yaptı ve bütün bu bölgeler Osmanlı nüfuzundan çıkarak İngilizlerin fiili hakimiyeti altına girdiler. Haziran 1916’da, İngilizlerin desteklediği Şerif Hüseyin liderliğindeki Hicaz isyanı ile Arap Yarımadası da Osmanlı Devleti’nden kopmuş oldu. Osmanlı hudutları dışında kalan Basra Körfezi’nin diğer önemli ülkesi İran’dı. İran üzerinde Rusya ve İngiltere arasında hakimiyet kavgası hep var olagelmişti. Daha 1857’lerde İngiltere, Rusya’nın itirazına rağmen Hazar Denizi kıyılarında İngiliz konsoloslukları açmayı başarmıştı. Rusya ve İngiltere kavga etmek yerine, İran ve Basra Körfezi’nin paylaşılmasını öngören gizli bir anlaşma yaparak 1907 yılında İran’ı kendi aralarında paylaştılar. Antlaşma gereğince ülkenin kuzey tarafı Rusların, güney tarafı İngiltere’nin denetiminde kalıyor, orta kısım Şah’a bırakılıyordu. Yani Basra körfezine açılan petrol bölgesi İngiltere’nin, Hazar petrol havzası da Rusya’nın hakimiyeti altına giriyordu. Öte yandan Almanya, Basra’ya kadar uzanan bir demiryolu inşa ederek Basra Körfezi’ne çıkmak ve yeni yeni önemi fark edilen ve keşfedilen petrol rezervlerine yakın olmak politikası izlemeyi tercih etmişti. Osmanlı Devleti Kendi Petrol Sahalarını Keşfediyor Osmanlı Devleti, petrolden haberdardı ve bu yeni enerji kaynağının öneminin de farkındaydı. Nitekim, Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasındaki petrol rezervlerini tespit ettirmek üzere 1885 yılından itibaren çalışmalar yaptırmaya başladı. Bu konuda ilk raporu Hazine-i Hassa mühendisi Arif Bey hazırladı. Söz konusu raporda, Musul ve Bağdat bölgesindeki petrol madenleri hakkında bilgi veriliyordu. Daha sonra, Fransız maden uz- ŞUBAT 2015 83 Petrolün br enerj kaynağı olarak hayatımıza grmesnn, 1800’lü yılların ortalarında, Kanadalı Abraham Gesner’n yeryüzüne sızan petrolden gazyağı rafne etmesyle başladığı kabul edlmektedr. 19’uncu yüzyılda sanay devrmnn hızlanmasıyla brlkte, enerj kaynağı olarak kömürün yern petrolün almaya başlamış olması, sanayc ülkeler dünyadak petrol alanlarını keşfetmeye ve bu alanları kontrol altına almaya sevk etmşt. manı Emile Jakraz Hazine-i Hassa’da başmühendis olarak görevlendirildi. Jakraz, Bağdat, Musul ve Kerkük’teki petrol yatakları üzerinde yaptığı araştırmaların sonucunda 9 Şubat 1895 tarihli ayrıntılı bir rapor hazırladı. Bu rapor üzerine, Musul ve Bağdat Vilayetlerindeki petrollerin bir bütün halinde şirket olarak işletilmesine ve “Emlak-ı Şahane” (padişah mülkü) ilan edilerek “Hazine-i Hassa”ya (özel padişah hazinesi) bağlanmasına dair 1888 ve 1898 tarihli iki özel ferman çıkarıldı. Petrol havzalarının Padişahın özel mülkü haline getirilmesinden maksat, bu kaynakların Duyun-u Umumiye İdaresi’ne veya başka yabancı ellere geçmesini önlemekti. Daha sonra, Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habib Necip Efendi başkanlığındaki bir araştırma ekibine, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yaptırıldı. Bu ekip, 22 Ekim 1901 tarihli raporlarıyla birlikte, petrol kuyularının yerlerini de ihtiva eden bir harita sundu. Bahse konu raporun sonu şu cümlelerle bitiyordu: “Dicle ve Fırat nehirleri havzalarında pek zengin ve mühim petrol kaynakları olup, bunlar işletildiği takdirde büyük kazançlar elde edilecektir. Adı geçen kaynakların vaziyeti tabiyeleri pek müsait olup oralardan bir tren 84 ŞUBAT 2015 geçirilecek olursa menabii mezkurenin kıymet ve ge geç geçi ehemmiyeti artacaktır. Sureti kat’iyede arz ederim ki Fırat ve Dicle kıyılarında bulunan petrol madenleri dünyada en ziyade petrol hasıl eden kaynaklardan biri olacaktır.” Büyük Devletlerin Orta Doğu Petrol Havzalarını Ele Geçirme Mücadelesi 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti alanındaki petrol havzalarının ele geçirilmesi ya da bu havzaların işletme imtiyazının elde edilmesi için İngiltere ve Almanya arasında, 1. Dünya Savaşı’na yol açacak, büyük bir rekabet başlamıştı. İki devlet Orta Doğu petrollerine hakim olma mücadelesini iki şirket üzerinden veriyordu. Birisi, arkasında Almanya Devleti bulunan Deutsche Bank, diğeri Britanya hükümeti tarafından desteklenen D’Arcy gurubuydu. İngiliz D’Arcy grubu, İran Şahının 1901’de vermiş olduğu imtiyazla, İran’daki petrol sahaları üzerinde tek hakimiyet sahibiydi. Kısa bir süre sonra APOC (Anglo-Persian Oil Company) adını alan şirket İran devletine kendi petrol kazancından sadece % 16 oranında pay veriyordu. Anlaşma 49 yıllıktı. İngilizlerin Kıbrıs’a, Mısır’a el koymaları ve Basra Körfezi’ndeki faaliyetleri Sultan II. Abdülhamid’i İngilizlerden uzaklaştırmış, Almanlarla işbirliğine yaklaştırmıştı. Mithat Paşa’nın Bağdat valiliği sırasında İngiliz şirketlerine verdiği petrol arama ruhsatları Sultan Abdülhamid tarafından iptal edilerek Alman şirketlerine verildi. 1889’dan itibaren Orta Doğu’da bulunan petrol rezervlerine hakim olmayı hedefleyen Almanya, Deutsche Bank’ın Osmanlı Devleti ile imzaladığı Bağdat-Berlin demiryolu anlaşması ile hattın iki yanındaki 20’şer km’lik bir alandaki petrol dahil madenleri işletme imtiyazını almıştı. D’Arcy grubu kurduğu “Osmanlı Petrol Şirketi” ile Royal-Dutch-Shell Petrol Şirketi de Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın rehberliğinde 1908 yılında Londra’da kurmuş oldukları “Doğu Petrol Şirketi” ile Mezopotamya petrollerini işletme imtiyazını ele geçirmek için yoğun bir rekabete girdiler. Bu rekabete Amerikalı Amiral Colby Chester’in kurmuş olduğu bir şirket de dahil olmakta gecikmedi. Sultan 2. Abdülhamid Sonrası Yöneticiler Petrolün Öneminden Bihaberdi Sultan 2. Abdülhamid 1909 yılında İttihad ve Terakki tarafından tahttan indirildi. Artık petrol için Osmanlı coğrafyasının üstüne abanan Batılı Devletlerin menfaatlerine engel olacak güçlü bir akıl kalmamıştı. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra, Cumhuriyet’in kurucu kadroları da dahil, devleti yöneten asker kökenli bürokrasi petrolün önemini anlamadı ve petrolün içinde bulunduğu mülkü elinde tutma basireti gösteremedi. İttihatçılar, 2. Abdülhamid’i hal ettikten sonra, Mahmud Şevket Paşa’nın talimatıyla Musul, Bağdat ve Basra vilayetleri dahilindeki kömür ve petrol madenlerinin Hazine-i Hassa’ya ait olduğunu bildiren 17 Şevval 1324 (22 Kasım 1906) tarihli fermanı yürürlükten kaldırarak, padişah mülkü ilan edilen petrol havzalarını Ticaret ve Ziraat Nezaretine devrettiler. Devrin sadrazamı Mahmud Şevket Paşa İngilizlerin tasallutta bulunduğu Kuveyt ve Katar’ın durumu- nun görüşüldüğü Kabine toplantısında, “Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkarmayalım, bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi bir istifademiz olabilir ki?” sözleriyle, bu topraklar ve altında yatan petrol denizi hakkındaki ufuksuzluğunu ortaya koymuştu. İngilizler ve Almanlar arlarındaki rekabeti sona erdirmek ve Mezopotamya petrol yataklarını işletmek üzere 1912 yılında, Royal Dutch Shell’in % 25, Alman yatırımcıların toplam % 25, İngilizlere ait olan Türkiye Milli Bankası’nın % 35 ve Kalust Gülbenkyan’ın da % 15 hissesine sahip olduğu Turkısh Petroleum Company (T.P.C.) şirketi kuruldu. I. Dünya Savaşı ve Petrol Şirketleri 1914’e gelindiğinde, İngiliz Hükûmeti donanmanın petrol ihtiyacını garanti altına almak için Anglo-Persian Oil Company’e % 55 oranında ortak oldu ve İran Petrolleri resmen İngiliz Devleti’nin kontrolüne geçti. İngilizler Mezopotamya petrol havzasını işlet- ŞUBAT 2015 85 Sultan 2. Abdülhamd 1909 yılında İtthad ve Terakk tarafından tahttan ndrld. Artık petrol çn Osmanlı coğrafyasının üstüne abanan Batılı Devletlern menfaatlerne engel olacak güçlü br akıl kalmamıştı. Sultan Abdülhamd’n tahttan ndrlmesnden sonra, Cumhuryet’n kurucu kadroları da dahl, devlet yöneten asker kökenl bürokras petrolün önemn anlamadı ve petrolün çnde bulunduğu mülkü elnde tutma basret gösteremed. mek ve gelirini aralarında paylaşmak için, I. Dünya Savaşı öncesinde 19 Mart 1914’te, Almanya ile anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmayla Mezopotamya petrol havzasını işletme imtiyazına sahip bulunan Turkish Petroleum Company‘nin yeni hisse dağılımı şöyle oldu: % 50 Anglo-Persian Oil Company, % 25 Deutsche Bank, % 25 Royal-Dutch Shell. Şirkette Gülbenkyan’ın hissesi, Anglo-Persian Oil Company ve Deutsche Bank’da % 2,5‘luk paylarla korundu. Ancak 1. Dünya Savaşı başlayınca, İngiliz Hükümeti Deutsche Bank’ın % 25 hissesine el koydu. 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Mezopotamya’daki petrol havzaları tamamen Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmıştı. İngiliz Harp Kabinesi Sekreteri olan Sir Maurice Hankey’in 1918’de Dışişleri Bakanı Arthur Balfaur’a yazdığı mektupta “İlerideki savaşlarda petrol, bugünkü durumdan daha çok önem kazanacaktır. Büyük miktarda petrol bulabileceğimiz yer İran ve Mezopotamya’dır. Bu nedenle, petrol kaynağı olan bu iki yer üzerindeki kontrolümüz İngiltere’nin savaştan beklediği birinci hedef olmalıdır” diye ifade ettiği hedefler İngilizler tarafından gerçekleştirilmişti. 86 ŞUBAT 2015 30 Ekim 1918 tarihli Mondoros Mütarekesi imzalandığı sırada, bu hedefin dışında kalan ve bizim elimizde bulunan Musul, 15 Kasım 1918’de İngilizler tarafından, mütareke hükümlerine aykırı olarak işgal edildi ve İngilizlerin açıkladıkları hedefe dahil edildi. Savaşın Son Dönemecinde Hazar’da Petrol Rekabeti İngiltere’nin Basra ve Mezopotamya petrollerine hakim olmasıyla birlikte, savaşın sona erdiği 1918 yılının ortasına doğru petrol mücadelesi Hazar’a yöneldi. Bakü petrollerine sahip olmak için Almanya, İngiltere, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında kıyasıya bir mücadele başladı. Sovyetler, Mart 1918’de kurulan ve yönetimi ele alan Bakü Komünü aracılığıyla Bakü’yü ve Bakü petrollerini elinde tutmaya çalışıyordu. Azeriler Osmanlı Devleti’nin siyasi ve askeri yardımıyla bir devlet kurmak ve Bakü’yü bu devlete katmak istiyorlardı. İngilizler ise Ermeniler ile işbirliği ve onların yardımıyla Bakü petrollerine hakim olmayı planlıyordu. Almanlara gelince, onlar da Rusya’yla anlaşarak, Bakü petrollerinin dörtte birini veya aylık belli bir kotayı Almanya’ya vermeleri karşılığında Osmanlı Devletini Bakü’ye sokmama ve Bakü’yü Rusya’ya teslim etme peşindeydiler. Hakimiyet için karşılıklı mücadele ve savaşların cereyan ettiği Bakü, önce Ermeni Bolşeviklerin desteği ile Ağustos 1918’inde İngilizlerin kontrolüne girdi. Ardından, Kafkas İslam Ordusu savaşarak 15 Eylül’de Bakü’yü aldı ve İngilizleri buradan çıkardı. Ancak, 30 Ekim’de imzalanan Mondoros Mütarekesi hükümleri gereğince Türk Ordusu 16 Kasım’da Bakü’yü terk etmek zorunda kaldı. 17 Kasım 1918’de bu defa İngiliz General Tomphson komutasındaki müttefik ordusu Bakü’ye girdi. İşgalci Müttefik idaresi “Britanya Petrol Yönetimi” isminde bir kurum oluşturarak Bakü petrollerini çıkarmaya ve kendi ülke ihtiyaçları için ihraç etmeye başladı. Böylece İngiliz hakimiyetinde HazarBasra petrol hattı birleştirilmiş oldu. 1919 yazında müttefik orduları Bakü’yü terk etti. Azerbaycan yönetimi büyük zarar görmüş petrol endüstrisini yeniden inşa etmeye çalışırken Azer- baycan bu defa 28 Nisan 1920 tarihinde Rus Kızıl Ordusu tarafında işgal edildi. Bakü petrolleri Sovyetlerin kontrolüne geçtikten sonra devletleştirildi ve çıkarılan petrol Rusya’ya taşınmaya başlandı. Bakü petrolleri uzunca bir süre Sovyetler Birliği’nin petrol ihtiyacının yaklaşık % 75’ini sağladı. Lozan’da Musul Meselesi İstiklal Harbi’nin ardından 21 Kasım 1922’de Lozan’da başlayan barış müzakereleri sırasında İngilizlerin hedefi Musul petrollerini ellerinde tutmak olduğu halde, Türk tarafı Musul’u sadece toprak olarak mülahaza ediyordu. Türk heyeti başkanı İsmet İnönü’ye verilen 14 maddelik hükûmet talimatında da petrol konusu yer almıyordu. Türk heye- tinin elinde bölgeye ait bir petrol haritası olmadığı gibi heyette bir petrol uzmanı dahi bulunmuyordu. İşin garibi, Lozan’ın müzakere edildiği, Musul’un tartışıldığı meclis oturumlarında hiç kimse de petrolden bahsetmiyordu. Hülasa, 3 Mart 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşması kapsamı dışına alınan Musul meselesi Türkiye, İngiltere ve Irak arasında 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara’da imzalanan anlaşma ile Türkiye aleyhine çözüldü. Musul İngiliz mandasındaki Irak’a bırakıldı. Bu anlaşma ile Türkiye’ye 25 yıl süreyle Irak petrol gelirinden % 10 pay alma hakkı tanınarak sus payı verildi. Fakat Türkiye bu parayı sadece 4 yıl aldı, kalan 21 yıllık hakkından 500.000 Sterlin karşılığında vazgeçti. ŞUBAT 2015 87 röportaj Ozan Ceyhun ile Türkiye-Almanya İlişkileri ve Irkçılık Üzerine Konuştuk Röportaj: İbrahim KAYA SDE Asistanı Ozan Ceyhun kmdr? 10 Ekm 1960 Adana doğumludur. 1979’da Boğazç Lses’nden mezun oldu. Hacettepe Ünverstes’nde Alman Dl ve Edebyatı okudu. 1980 darbesnden sonra Avrupa’ya yerleşt. Almanya’da sosyal pedagog olarak eğtmn tamamladı. 1986 yılında Alman Yeşller Parts’ne üye oldu ve aktf çalışmalarda bulundu. Çalıştığı konular ağırlıklı olarak Almanya’da yabancılar ve mülteclern durumları d. 1991 yılına kadar Yeşller Parts’nn yönetm kurulu üyelğnde bulundu. Almanya Sosyal Demokrat Parts (SPD)’den Avrupa Parlamentosu Mlletvekllğ yaptı. Türkye’nn Avrupa Brlğ’ne grme sürecnde öneml faalyetlerde bulunmaktadır. “Almanya’da Br Türk” sml ktabın yazarıdır. Evl ve k çocuk babasıdır. 88 ŞUBAT 2015 Türkye le Almanya arasındak ekonomk, syas lşkler hakkında ne düşünüyorsunuz? Ekonomik, siyasi ilişkiler üzerinden tartışacak olursak çok daha farklı tartışmamız gerekir. Türkiye-Almanya arasındaki ekonomik ilişkiler günümüzde Almanya ve Türkiye’nin dost ülke olma zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Almanya ve Türkiye’nin karşılıklı ticari ilişkilerine baktığımızda gelinen noktada bazen kendime soruyorum; Almanya, Türkiye ile birlikte neden Afrika’da kendilerine yeni pazarlar aramıyorlar veya Almanya, Türkiye ile olan ticari ilişkilerini neden Orta Doğu ve devamında değerlendirmek istemiyor? Bu durumu çok sorguladığım oluyor. Ekonomik ilişkileri değerlendirdiğimizde çok mükemmel bir konumdalar ve bunca iyi ve güçlü ekonomik ilişkilere sahip iki ülkenin arasında siyasi alanda sorunlar yaşanması ise aslında benim bakış açıma göre çok talihsiz bir durum. Hem Alman, hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan biri olarak isterdim ki; ekonomideki işbirlikleri ve ekonomideki güzel gidişat si- yasi kısma yansısın, birbirlerini desteklesinler ve bu destekleme de; iki ülkenin diğer alanlardaki işbirlikleri sayesinde iki ülkeye kazanç olarak geri dönsün ama bu alanda sorunlar var. Son zamanlarda Avrupa’da yükselmekte olan İslam karşıtlığını nasıl yorumluyorsunuz? Bu Batı medyasının br algı operasyonu mudur? Avrupa’dak İslam karşıtlığı göründüğü kadar şddetl mdr? İlk önce şunu söylemek lazım; Avrupa’da kamuoyu dediğimiz geniş yığınlar İslam konusunda bilgisizdir yani okullarında onlara hiçbir zaman İslam, Müslümanlar öğretilmemiştir. Bu durum devlet adamları için de geçerlidir. Bugün 60-70 yaşında olan hatta 50 yaşında olan devlet adamları, okullarda İslam ile ilgili çok az konu okumuşlar, okudukları da olumsuz konulardır. Ya İslam’ın İspanya üzerinden Avrupa’yı işgal etmesi konu olmuş ya da Osmanlı Devleti üzerinden ya da daha geriye giderek Haçlılar üzerinden İslam’ı konuşmuşlar ama hiçbir zaman eğer Avrupa Medeniyeti varsa bu medeniyetin en önemli kaynaklarından birinin İslam Medeniyeti olduğunu öğrenmemişler. Almanların kendilerinden olmayanlarla birlikte yaşaması 60’lı yıllarda başlar. İngiltere ve Fransa sömürgeleri sebebiyle yabancılarla farklı boyutlarda iletişime girmişlerdi. Buna karşın Almanlar 50’li yılların sonlarından itibaren yabancı işgücüne ihtiyaç duyduklarının farkına varmışlardı. İlk önce Katolik Hristiyanlar Almanya’ya göç etmeye başlamışlar, Polonyalılar kaçarak, İtalyan göçmen, işçi olarak Alman topraklarına gelmişlerdir. 60’lı yılların başlarında da Müslümanlar gelmeye başlamıştır. Yani bir Müslüman ile bir Alman’ın bir arada yaşamaya başlaması 60’lı yıllarda başlamıştır. Doğal olarak Alman toplumu o zamanlarda iki savaş yaşamış, ikisini de kaybetmiş, çok acılar çekmiş, kendi içine kapanmış, yabancılarla hiçbir ilgisi olmayan bir toplumdu. Almanların o zamanlarda kendi arabalarına binip, Akdeniz kıyılarında tatile çıkmaları büyük olay olmuştur. Almanlar ancak 60’lı yılların sonlarında Al- man ekonomisi iyi duruma geldiği zaman paranın tadını çıkaracak duruma gelmişlerdir. Neredeyse 70’li yıllara kadar yurtdışıyla tanışmamışlardı, İtalyan makarnası veya Türkiye’de yaygın olan bir meyve, bir sebze Almanya’da bilinmiyordu. Bu olanları incelediğinizde görüyorsunuz ki, Alman toplumu çok acı çekmiş bir toplum, içine kapanmak zorunda kalmış bir toplumdur. Mesela Almanların kendi tarihlerinde 100 yıl savaşları vardır, Almanlar kendileriyle savaşmaktan dünya ile ilgilenmeye fırsat bulamamışlardır. Almanya’nın yabancılarla, Türklerle muhatap olması kendi başına yaşadığı bir süreç ve o süreçte de çok hatalar yapıldı. Almanya’ya gelenlere Alman toplumu ile birlikte sorunsuz yaşamalarını sağlayacak, bu topluma adapte olmalarını kolaylaştıracak bir takım hizmetler verilmesi gerekirken maalesef bu yapılmadı. Tüm eksiklikler bir araya gelince de toplum içinde sorunlar gündeme gelmeye başladı. Bu sorunlar sebebiyle de birtakım ırkçı kesimler ülkelerine yeni gelenleri hedef olarak algıladı ve geniş yığınlara da öyle algılatmaya çalıştı. Aslında, “Ben göç ülkesi değilim” demekte direnen ama göç ülkesi olan bir ülkenin atması gereken adımları atamaması sonucunda başa çıkamadığımız sorunlarla karşı karşıya kaldığımız bir durumdan söz ediyoruz. İslamofob’nn Avrupa’da arttığı gözlenmekte szce bu artış Türkye’nn Avrupa Brlğ sürecn etkler m? Eski Türk düşmanlığı artık İslamofobi’ye dönüşmüş durumda. Eskiden Türkler kahrolsun, defolsun diyenler şimdi aynı şeyleri Müslümanlar için söylemeye başladılar. Aslında, Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşıtlık, Türk düşmanlığı, İslamofobi dediğimiz paketin içinde zaten hepsi var. Türkiye’nin Demokratik-Müslüman bir ülke olması, nüfusunun neredeyse % 99’unun Müslümanlardan oluşması, bu hali ile de 2002 sonrası Türkiye’nin güçlü, modern, demokrasi alanındaki eksiklerinden kurtulmuş, örnek gösterilebilecek bir konumda olan bir ülke olması, beraberinde başarılı Müslümanların Avrupa Birliği içerisinde olumlu bir resim sunmaları Türkiye’den rahatsız ŞUBAT 2015 89 Avrupa’da yaşayan Müslümanlar ve dğer etnk unsurlar kendlerne yapılan saldırlar karşısında nasıl br tutum serglemeller? olanları da, İslam’dan rahatsız olanları da kenetliyor ve İslamofobi altında buluşmalarını sağlıyor. Doğal olarak İslam’a düşman olanlar “Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde istemiyoruz.” demeyi de ihmal etmiyorlar. Seçim kampanyalarında özellikle bu iki konu birlikte işleniyor. “İslam bizim için büyük bir tehlike, Müslüman Türkiye’nin de bu nedenle Avrupa Birliği’nde yeri yok, Avrupa Birliği Hristiyan’dır, bundan dolayı Türkiye’nin burada yeri yoktur.” sloganlarıyla organize bir şekilde faaliyetlerini yürütüyorlar. Son zamanlarda Avrupa’da camlere yönelk saldırılar arttı. Szce bu saldırıların arkasında organze br yapı var mı? Son zamanlarda camilere saldırılar arttı çünkü Avrupa’da yeni entelektüel bir ırkçılık türedi. Almanya özelinde PEGİDA diye konuştuğumuz bu entellektüel ırkçı kesim, ırkçılığı çok daha albenisi olan bir paket içinde sunuyor. Şiddeti reddettiğini iddia ediyor ve sokaktaki vatandaşın İslam dinine karşı olan bilgisizliğini, bilgisizlikten kaynaklanan korkularını ve Müslümanlarla yaşamaktan dolayı gündeme gelen sorunları da istismar etmeyi çok iyi beceriyor. İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki sorunları ve Filistin-İsrail 90 ŞUBAT 2015 gerilimini de yine aynı şekilde istismar ediyor ve bu şekilde çok geniş bir kitleye kendisini birlik platform olarak sunuyor. İslam ile sorunu olan ister bağnaz Hristiyan olsun, ister aşırı sağcı olsun o platform içerisinde kendisine mutlaka yer buluyor. Tepkilerini her Pazartesi yaptıkları mitinglerde dile getiriyorlar. Bu durum başka kentlerdeki, başka diyarlardaki aşırı sağcı, ırkçı grupları da cesaretlendiriyor ve sonuçta camilerin duvarlarına yazılar yazmaya başlıyorlar. İsveç’te yazıyorlar, Almanya’da yazıyorlar çünkü artık teknoloji ilerledi, iletişim imkanları arttı. Irkçı gruplar ve neo-naziler de aralarında çok iyi bir iletişim ağı kurdular. Birinin yaptığı eylemi öteki de görebiliyor ve birbirlerinden ilham alabiliyorlar. Böylelikle tekerleği yeniden keşfetme zorunluluklarının olmadığını fark ettiler ve bu şekilde network ağı içinde de eylemlerinden karşılıklı haberdar oluyorlar. İsveç’te başarılı bir cami saldırısı, kundaklama gerçekleştiriyorsa veya başarılı bir duvarlara yazı yazma eylemi yapılıyorsa bu Almanya’daki, Fransa’daki veya Danimarka’daki gruplara da model olabiliyor. Böylelikle de Avrupa’da birbirine çok benzer eylemleri görüyoruz. Artık Avrupa’da Müslüman olmak her babayiğidin harcı değil. Avrupa’daki Müslümanlar; bir yandan İslam’ı istismar eden, Müslümanlığı istismar eden, Müslümanlar adına eylem yaptığını iddia eden terör grupları nedeniyle İslam dininin terörle hiçbir ilişkisinin olmadığını, İslam dininin özünde bir barış dini olduğunu ve İslam dininin bu tarz terör eylemlerini zaten baştan reddeden bir din olduğunu anlatmak durumundalar. Yani işi gücü bırakıp “Biz terörist değiliz.” diye sürekli açıklama yapmak zorundalar. Bunun yanı sıra doğal olarak içinde yaşadıkları toplumda sadece söylemlerle olmuyor, pratikte de gösterme zorunlulukları var. Diğer yandan mitingler organize ederken, organize olan mitinglere katılırken, diğer dinlerden, etnik kökenlerden insanlarla beraber teröre karşı tavır alırken kendilerinin teröre ne kadar karşı olduklarını sürekli gösterme zorunlulukları var. Bunun yanı sıra başka bir sorumlulukları var; sokakta üç tane eylemci camilere, Müslümanlara saldırdığı zaman provakasyona gelmeme yükümlülükleri var, çünkü amaç Müslümanları kışkırtmak. Geceleri uyanık olmak zorundalar çünkü cami duvarlarına, ev duvarlarına yazı yazılabilir, başka şeyler yapılabilir. Bu nedenle bulundukları bölgenin polis karakolunun telefonunu iyi bilmek zorundalar. Bunun yanı sıra komşusundan veya iş arkadaşından gelen bir dolu mantıksız soruya da cevap vermek zorundalar. Bunun ötesinde medyanın algı operasyonunda Alman dergilerinin, gazetelerinin kendilerine yönelik attığı rencide edici başlıklara ve manşetlere muhatap oluyorlar. Bunun dışında geldikleri Müslüman ülkelere yönelik önyargılarla boğuşmak zorundalar. Türkiye’den geliyorlarsa Türkiye’ye yönelik önyargılar ve algı oluşturmalara karşı cevap üretmek zorundalar. Kısacası şu sıralarda Avrupa’da Müslüman olmak her babayiğidin harcı değil. Son olarak Orta Doğu’da yaşanan nsanlık dramlarına ses çıkarmayan Batı, neden Fransa’da yaşanan derg baskınına bu kadar tepk gösterd? Açıklaması basit, ilk önce Batı toplumu ‘inime kadar geldiler, beni vurdular’ psikolojisi yaşıyor. İkincisi, Fransa’da ölenler Hristiyan. Üçüncüsü, Fransa’da ölenlerin belki İslam ile hiçbir sorunları yok ama orada öldürülenler sokaktaki vatandaşın gözünde fikir özgürlüklerini kullanıp İslam’ı eleştirdikleri için öldürüldüler ve Müslümanlar tarafından öldürüldüler. Batı medyasında “Hz. Muhammed’in karikatürünü çizenler Müslümanlar tarafından öldürüldü.” manşetlerini okuyoruz. Onların olaya bakışı böyle… Bunları okuyan insanlar doğal olarak çabuk etkileniyorlar ve tepki gösteriyorlar. Bu insanlar akşamları televizyonlarında her gün Suriye’de, Irak’ta katledilen insanlara yönelik haberleri görmüyorlar. Bu insanlar Yemen’de, Pakistan’da katledilen insanlara yönelik çok resim görmüyorlar ama bu insanlar Afrika’da bir terör grubu kızları kaçırdığında anında bol resim görüyorlar. Bu insanlar İsrail, Filistin’i inim inim inletirken hiçbir şey görmüyorlar ama Filistinli bir terörist herhangi bir İsrail lokantasına girip belinde bombayla havaya uçtuğunda onun resimlerini, haberlerini, o vahşeti saatlerce izliyorlar. Yani medyanın haber vermesinin de bir çifte standardı var ve kamuoyu bu çifte standardın etkisinde, haber olmayan şeye doğal olarak tepki göstermiyor. Haber olan konularda da Müslümanlar kötü gösteriliyor, medeniyetten uzak gösteriliyor. Avrupa kamuoyu bilmiyor ki, kendi hükümetleri, kendi politikacıları; Recep Tayyip Erdoğan’ın “İslam aleminde tüm Müslümanlar demokrasinin tadına varmalıdır.” dediğine destek vermiyorlar. Bilmiyorlar ki AB ülkelerinin neredeyse tamamı Mısır’da demokrasiyle gelen bir devlet başkanının devrilmesine kayıtsız kalıp cuntacıları destekliyor. Çünkü Batı medyasında Mursi korkunç bir adam olarak tanıtıldı, Sisi ise halkın isteği doğrultusunda kötü adamı hapse atan kişi olarak sunuldu. Masal üzerine kurulu ve Müslüman dünyasına ait olduğu ileri sürülen resimlerle yaşayan bir Hristiyan dünyası kamuoyundan bahsediyoruz. Daha önce de ifade ettiğim gibi bu kamuoyu okullarda İslam üzerine hiçbir şey öğrenmemiş olduğu için verdikleri tepki kendilerine göre gayet doğal bir tepkidir. Böyle olmasını istemiyoruz ama geriye de fazla bir şey kalmıyor. Avrupa’da 500 milyonun üzerinde insan yaşıyor ve bu insanların büyük bir çoğunluğu birlikte yaşadığı 13 milyon Müslüman hakkında fazla bir bilgiye sahip değil. Bu kişilere Müslümanların yaşam koşulları, dini gereksinimleri, beklentileri, günlük yaşamları hakkında hiçbir şey öğretilmemiş, okullarında aldıkları eğitim bu konuda sınıfta kalmış. Değerl vaktnz bze ayırdığınız ve sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür ederz. ŞUBAT 2015 91 Kur Savaşları ve İsvçre Merkez Bankası’nın Kararı Dr. M. Levent Yılmaz Enerjde Putn’n Satranç Hamles Doç. Dr. Nevzat Şmşek Esk Oyuncularla Eskmeyen Oyun: Petrol Dr. Murat Turgut EKONOMİ KUR SAVAŞLARI VE İSVİÇRE MERKEZ BANKASI’NIN KARARI Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı 2014 yılını oldukça karamsar geçiren ve sürekli belirsizlik ortamının yaşandığı Dünya ekonomisi 2015 yılına da iyi başlamadı. Özellikle ülke merkez bankalarının kendilerini korumak adına kullandıkları kur politikaları artık “kur savaşına” dönmüş durumda. Ülkeler para birimlerinin değeri üzerinden olası bir krizi önleme ya da rakiplerine ders verme savaşı veriyorlar. Ancak terazinin krizi önleme veya ayakta kalma kısmının daha ağır bastığını da ifade etmek gerekiyor. 2008 Küresel Finansal Krizi ile birlikte büyük bir “şaşkınlık” yaşayan ekonomiler bu şaşkınlığı hala üzerinden atabilmiş değil. Krizin üzerinden geçen 7 yıllık sürenin işleri daha iyi noktaya getirdiğini de söylemek pek mümkün görünmüyor. Zira kriz kahini olarak bilinen ekonomist Nouriel Roubini dört motorlu bir uçağa benzettiği dünya ekonomisinin (ABD, AB, Japonya ve Çin’in içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler) motorlarından üçünün durdu- 94 ŞUBAT 2015 ğunu ve ABD tarafının ise sürekli teklediğini söylüyor. Bir yandan sürekli düşen petrol fiyatları petrol ihraç eden ülkeleri zorlarken diğer yandan yaşanan talep düşüşü ekonomileri durgunluğa itiyor. Böylesi bir ortamın da “kur savaşlarına” zemin hazırladığı aşikar. Tam bu noktada son derece önemli bir kavramı hatırlatmakta fayda var. Geçmişte ülkelerin güvenliği söz konusu olduğunda öne çıkan başlıklar asker sayıları, sınırlar, ordunun gücü vb. kavramlardı. Oysa bugün bir ülkenin güvenliği dediğimiz zaman öncelikle aklımıza gelen kavram “ekonomi güvenliği” oluyor. O halde savaşların da meydanlardan rakamların kontrol edildiği bilgisayar ekranlarına kaydığını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Öyle olmasaydı ABD kendi krizini nasıl olur da bir kaç ayda bütün dünyaya yayardı? Ya da AB, yaptırımları ile Rusya’ya devalüasyon yaptırabilir miydi? Dünya ülkelerinin bu dönemdeki en önemli sorunlarının başında düşük büyüme ve enflasyon oluşturamamak geliyor. Ülkeler de bu sorunlarının çözümünü bir türlü üretemediği için en kolay yol olan mekanizmayı yani sorunları diğer ülkelere aktarmayı seçiyor. Her ne kadar adı konulmasa da Dünya üçüncü savaşı kurlar üzerinden yaşıyor. Ülkeler meydanlarda askerlerini değil ekranlarda kurlarını cepheye sürüyor. İşte tam da böyle bir ortamda savaşın resmi boyut kazanmasına örnek oluşturabilecek bir davranış İsviçre Merkez Bankası’ndan geldi. Ocak ayının 15’inde İsviçre Merkez Bankası parasındaki aşırı değerlenmenin önüne geçmek için uzun süredir uyguladığı 1 Euro = 1,20 Frank sınırını kaldırdığını açıkladı. Üzerine faizleri daha düşürerek negatife doğru çekti. Bu karar dünya piyasalarında deprem etkisi yarattı. Zira kararın ardından Frank Dolar karşısında yüzde 30’un üzerinde değer kazandı. Aynı şekilde Frank Euro karşısında da yüzde 40’ın üzerinde değerlendi. New York Borsası’nda bazı şirketlerin iflas haberi geldi. Bu beklenmedik kararın ardından altın fiyatlarında da yukarı yönlü hareket başladı. İsviçre Merkez Bankası Başkanı Thomas Jordan “Karar kaçınılmazdı ve bu önlemi daha fazla erteleyemezdik” diyerek günah çıkartmaya çalışsa da bu apaçık bir kur savaşının resmiyet kazanmasıydı. Çünkü hali hazırda Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın yapacağını ilan ettiği parasal genişleme ile Euro’nun değeri daha da düşecekti ve İsviçre için kuru sabit tutmak giderek zorlaşacak ve daha maliyetli hale gelecekti. İsviçre bir anlamda AB’nin başkalarına finanse ettirmeye çalışacağı krizi üzerinden atmış oldu. Bu kararla İsviçre Frank’ı gelişmiş ilk 10 ekonominin para birimleri karşısında bir anda ortalama yüzde 30 değer kazanmış oldu. İsviçre kuru sabit tutabilmek için sürekli kendi parasını satmak zorunda kalıyordu. Bir anlamda İsviçre, ABD kaynaklı çıkan AB krizini daha fazla finanse etmeyeceğini açıkladı. Diğer yandan üretim yapan ve bunu ihracat ile dünyaya arz eden ülkelerin en çok kullandığı yöntemin başında kendi ülke para birimlerini devalüe etmek geliyor. Bu şekilde ürünleri daha ucuz hale getirerek Pazar avantajı sağlamak gibi bir amaç güdülüyor. Bu politikayı Abe yönetimindeki Japonya uzun süreden beri çok belirgin bir şekilde uyguluyordu. ABD ise özellikle parasal genişleme politikası ile bunu hedeflemişti. Şimdi sırada AB Merkez Bankası var. Onlar da aynı mekanizma ile Euro’nun değerini görece olarak devalüe ederek krizden çıkmayı planlıyorlar. Çin’in ani bir kararla faizleri aşağı yönlü revize etmesinin de temelinde bu plan yatıyor. İşte İsviçre’nin tam da bu dönemde gelen kararı piyasalarda yapılan hesapları alt üst etti. Bu kararın şüphesiz en büyük etkisi Euro üzerinde oldu. Zaten uzun süreden bu yana Euro ile ilgili pek çok tartışma devam ediyor bazen de Yunanistan gibi bazı AB ülkelerinin Euro’dan çıkmasının uygun olacağı yönünde görüşler ortaya atılıyordu. Bu dönemde bu tarz tartışmaların giderek artacağını tahmin etmek mümkün... Ancak Avrupa Birliği Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi’yi artık daha zor bir dönem bekliyor. Öte yandan her ne kadar yalanlasa da Merkel’in Yunanistan’ın Euro’dan çıkması ile ilgili olumlu düşündüğü biliniyor. Hatta Alman hükümetine yakınlığı ile bilinen Der Spiegel dergisinde çıkan bir haberde şu ifadelere yer veriliyor: “Alman hükümeti gerekirse Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden ayrılmasına hazır.” Peki, Tüm Bu Gelişmelerin Türkiye’ye Etkisi Ne Olacak? Kararın hemen ardından Dolar/TL kısa sürede 2,31 seviyesine yükseldi. Dünya’daki dalgalanmadan Türkiye’nin de etkileneceği aşikar ancak genel etkinin sınırlı olacağı tahmin ediliyor. Öte yandan İsviçre’den yaptığımız ithalat artık eskisine göre daha pahalı olacak ve ihracatımız ise daha cazip hale gelecek. Ancak Türkiye’de faizler görece olarak hala yüksek ve bu yazı kaleme alındığı sırada Merkez Bankası’nın faiz kararı henüz açıklanmış değil. Türkiye’deki yüksek faizin her ne kadar enflasyon hedefine katkı sağladığı bilinse de yatırım ortamına zarar verdiği de aşikar. MB’nin geçen yılın başında almak zorunda kaldığı ani ve yüksek faiz artırım kararının ardından ortam epeyce değişmiş görünüyor. Bu bakımdan kur savaşları bu şekilde devam ederken gelecek olan dişe dokunur bir faiz indirimi kararı önemli bir avantaj sağlayabilir. Özetle artık Dünya kur değerleri üzerinden bir savaşın içine girmiş durumda. Düşen petrol fiyatları da bunun bir parçası, alınan faiz kararları da. Ülkeler kendi “ekonomi güvenliği” adına kurlar üzerinden her yolu mubah gören bir sürece girmiş durumdalar. ŞUBAT 2015 95 EKONOMİ 1 Aralık 2014’te Ankara’da gerçekleştrlen Rusya Federasyonu le Türkye Cumhuryet arasında Üst Düzey İşbrlğ Konsey toplantılarının 5’ncs aradan çok zaman geçmese de hem Türkye’de hem de dünya basınında çok tartışıldı ve daha da tartışılmaya devam edecek gb. İk ülkenn Kırım, Ukrayna, Surye, Yukarı Karabağ ve Kıbrıs gb alanlarda farklı yaklaşımlarına rağmen Putn’n Türkye zyaret, kendler açısından da öneml br zamanda yapılması nedenyle olsa gerek çok ses getrd. ğına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Rusya, satrançtaki at hamlesi gibi önündeki taşlara/engellere rağmen konumunu değiştirebilmiştir. Pek tabiidir ki bu hamlesinin etkisi ve sonuçları Türkiye ve diğer oyuncuların karşı hamlelerinden sonra görülecektir. ENERJİDE PUTİN’İN SATRANÇ HAMLESİ Doç. Dr. Nevzat ŞİMŞEK* Akademisyen 1 Aralık 2014’te Ankara’da gerçekleştirilen Rusya Federasyonu ile Türkiye Cumhuriyeti arasında Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantılarının 5’incisi aradan çok zaman geçmese de hem Türkiye’de hem de dünya basınında çok tartışıldı ve daha da tartışılmaya devam edecek gibi. İki ülkenin Kırım, Ukrayna, Suriye, Yukarı Karabağ ve Kıbrıs gibi alanlarda farklı yaklaşımlarına rağmen Putin’in Türkiye ziyareti, kendileri açısından da önemli bir zamanda yapılması nedeniyle olsa gerek çok ses 96 ŞUBAT 2015 getirdi. Anlaşmazlık noktalarından ziyade ekonomik ilişkilere yoğunlaşmaları konjonktürün bir gereğiydi ve ülkeler de bu gereğe uygun davrandılar. Yaptıkları anlaşmalarla mevcut konjonktürde ilişkilerini geliştirmeye önem arz ettiklerini ve özellikle ekonomik alanda birlikte hareket etme iradelerini teyit ederek toplantıyı sona erdirdiler. AB ve ABD ile olan problemlerin yanı sıra, Türkiye ile yukarıda bahsi geçen ikili anlaşmazlık noktalarına rağmen gelinen nokta, Putin’in stratejik düşüncesine ve satrançtaki ustalı- Putin’in resmi ziyaretinin Türkiye açısından, siyasi ve ekonomik bakımdan uygun bir konjonktürde gerçekleştiğini ifade ettik. Gerçekten de bu dönem, Türkiye’nin AB üyeliği, demokratikleşme ve Orta Doğu’daki dış politikası nedeniyle dış dünyaya kendisini ifade etme konusunda daha önceki dönemlere göre daha çok çaba sarfetmek durumunda kaldığı bir dönemdir. Ekonomik açıdan bakıldığında, dünya konjonktürünün de etkisiyle Türkiye ekonomisinde kırılgan bir yapı oluşabileceği ve çözüme kavuşturulmasında sıkıntı yaşanan cari açık sorunu nedeniyle özellikle yakın coğrafyasına Türkiye’nin ihracatını arttırmak istediği söylenebilir. Öte taraftan Rusya açısından da ziyaretin zamanlaması oldukça önemlidir. Rusya’nın Ukrayna nedeniyle siyasi ve ekonomik ilişkilerinin gerginleştiği ve bu gerginliğin ülkeye siyasi ve ekonomik açılardan zararının belirginleştiği bir dönemde bu ziyaret gerçekleşmiştir. Bu nedenle Rusya dış politikada farklı açılımlar yapmaya çalışmaktadır. Örneğin Çin ile imzalanan 400 milyar dolarlık enerji anlaşmasını bu kapsamda ele almak mümkündür. Ayrıca Japonya ile yeni enerji anlaşmaları imzalamak istediğine dair verilen mesajları da bu şekilde okumak gerekebilir. İran ile geleneksel ittifakını zaten kullanmaktadır. Putin, bu ziyaret ile yeni dönemde dış politikada yeni bir alanı Türkiye ile açmak istediği mesajını vermiştir1. Kısaca Rusya mevcut durumda AB ile değil Türkiye ve Asya ile ticaretini geliştirebilecek durumdadır. Bu toplantının zaviyesinden, önce Türkiye ve Rusya arasındaki mevcut ekonomik ilişkileri ve beklentileri değerlendirelim. Toplantıda iki ülke ticaret hacminin 2023’e kadar 100 milyar dolara çıkarılması yönündeki -daha önce de 2010 yılında iki lider arasındaki görüşmede konulan- hedef teyit edilmiştir. Dikkatten kaçmaması gerekir ki, Rusya’nın ekonomisinin durgunluğa girmesinin büyük bir olasılık olduğu bir yeni dönemden bahsediyoruz ve bu dönemde Rusya’nın ithalat talebi normal olarak düşecektir. Pek tabiidir ki, AB ve ABD’nin ambargosu Rusya ile ticarette Türkiye için yeni fırsatlar yaratmaktadır, fakat 2014 itibariyle 32 milyar (25 milyarı ithalat 7 milyarı ihracat) dolar olan ticaret hacminin mevcut ticari ilişki yapısında üç kat artarak belirlenen hedefe ulaşması hiç kolay görünmemektedir. Bu noktada önemli olan, Rusya’ya olan ihracatın ithalatı karşılama oranıdır ki, bu da zaten % 23-24 gibi çok düşük bir orandır. İki ülke arasındaki dış ticaretin bu asimetrik yapısının değişmesine etkisi az olsa da ambargo sonrası Türkiye Rusya’ya tavuk, yumurta, süt, balık vb. gibi gıda satışını arttırabilir. Her ne kadar Türkiye ile dış ticaret yapılmak istense de, diğer bir ifadeyle her ne kadar daha fazla tarım ürünleri ve kümes hayvanları satılabilse, Türkiye’nin ürettiği daha ucuz beyaz eşya, elektronik eşya hatta otomotiv türü sanayi ürünleri ihraç edilebilse, yurt dışı müteahhitlik hizmetleri kapsamında daha fazla iş alınabilse de belirlenen hedef gerçekten yüksektir. Üstelik sözü geçen yaptırımlar nedeniyle Rusya ŞUBAT 2015 97 Rusya doğal gazın büyük bölümünü Türkye’ye verecek olursa bağımlılık daha da artar. Karşılıklı bağımlılık sağlanablrse bunun bölgesel yansımaları da olur. Türkye gelnen noktada dğer arz kaynaklarının da hub’a ulaştırılmasını sağlamalıdır. Ancak bu durumda bu oyundan kazançlı çıkablr. ithal ikameci modele yönelmiştir. Örneğin Rusya tarım ürünlerine teşvik mekanizmasını yeniden ele almıştır ki bu modelle birlikte Türkiye’nin bu tür malların ihracatını arttırarak Rusya ile olan dış ticaret dengesizliğini gidermesi zorlaşabilir. Bu noktada Türkiye’nin, Rusya’da yatırım yaparak söz konusu teşviklerden yararlanması da dikkate alınması gereken bir seçenek olarak durmaktadır. Rusya’ya ihracatın arttırılabilmesi için acilen ele alınması gereken birkaç temel sorun zikredilmektedir. Örneğin Rusya’ya olan ihracatın yarısından fazlasının karayolu ile yapıldığı düşünüldüğünde, ihracatı arttırabilmesi için Türkiye’nin mevcut tır kotasının arttırılması çok önemlidir. Ayrıca Gümrük Birliği nedeniyle önemli ölçüde AB ile ticaret yapan Türkiye; hijyen, hormon vb. açılardan AB standartlarına göre belgeler hazırlamaktadır. Fakat Rusya’nın istediği belgeler farklı olduğundan bu konuda bilgi sahibi olmayan ihracatçılar sıkıntı yaşamaktadırlar. Dolayısıyla bu konunun da süratle ele alınması iyi olacaktır2. Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantısı çerçevesinde özellikle enerji alanında alınan bir dizi kararın etkileri üzerinde de durmak gerekir. BOTAŞ ile Gazprom arasında imzalanan belge ile birlikte, enerji bakanlıkları arasında imzalanan enerji verimliliği, enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji kaynakları alanında iyi niyet memorandumu, bunların ötesinde Rosatom ile Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı arasında nükleer enerji alanında imzalanan memorandum dikkate değer hususlar olarak zikredilebilir. Yerli ve yabancı basında, Putin’in, Avrupa Komisyonu’nun Güney Akım ile ilgili tutumu ve Komisyon ile görüşmeler yapmak için projeyi donduran Bulgaristan’ın boru hattı inşaatına izin vermemesi nedeniyle Güney Akım Doğalgaz Hattı Projesi’nin gerçekleştirilmesine devam edemeyeceğini belirtmesi, bunun yerine ilk defa 2006’da gündeme gelen yıllık 63 milyar metreküp kapasiteli Mavi Akım 2 Projesi’ni Türkiye ile gerçekleştirme niyetini yeniden gündeme getirmesi önemli bir hamle olarak değerlendirilmiştir ve gerçekten de bir satranç hamlesi niteliğindedir. Bilindiği gibi Avrupa’nın Rus doğal gazına olan ihtiyacının bir bölümünü karşılama düşüncesiyle ortaya çıkan Güney Akım Doğalgaz Hattı Projesi, zamanında Ukrayna’dan kaynaklanan doğalgaz kesintilerinden korunmak amacıyla gündeme gelmişti. Karadeniz altından döşenecek bir boru hattıyla Rus doğal gazını Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya taşımayı amaçlayan bu projeye; AB’nin bir bütün olarak -zaten yüksek oranda Rus doğal gazına bağımlı olmaları3 nedeniyle- sıcak baktıklarını söyleyemeyiz. Bir başka deyişle Güney Akım Projesi’ne en çok ilgi duyan ülkeler Doğu Avrupa ülkeleridir, fakat Avrupa Komisyonu bu ülkelerin beklenti ve taleplerini her zaman hesaba katmamaktadır. Tam da bu noktada Putin’in hamlesi önemli hale gelmektedir. Bu nedenle yeni projenin Avrupa’da ve dünya piyasalarında kabul görmesi biraz 98 ŞUBAT 2015 zaman alabilir. AB ülkeleri Güney Akım konusunda kendi istedikleri bir düzene göre Rusya’yı yönlendirebileceklerini düşünmekteydiler. Çünkü bu projede yer alan ülkeler, Bulgaristan gibi AB’nin kontrol edebileceği ülkeler idi. AB, enerji alanında Avrupa’nın Rusya’ya daha fazla bağımlı hale gelmesini önlemek, bu nedenle doğalgaz kaynaklarını ve güzergahları kendi denetimi altında tutmak istemesine rağmen, Rusya AB pazarına doğal gaz satarken kuralları kendi belirlemek istemektedir. Bu şekilde Rusya, yanına Türkiye’yi de alarak Avrupa’ya karşı pazarlık gücünü arttırdığını düşünmektedir. Çünkü Türkiye özellikle son dönemlerde Avrupa tarafından çok kontrol edilebilir bir ülke olmayacağı izlenimi vermektedir. Nitekim özellikle Doğu Akdeniz’de İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi ile yaşadığı problemler sonrasında Türkiye, AB ile kısa vadede müzakerelerde daha fazla ilerleme kaydedemeyeceğinin de farkına varmış durumdadır. Bu durumda hem doğal gaz ithalatında Rusya’ya bağımlılığı hem de konjonktürel olarak AB ile mevcut görüş ayrılıkları nedeniyle Türkiye için de Rusya ile işbirliği önemli bir seçenek durumuna gelmiştir. Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle enerji köprüsü ve onun da ötesinde bölgesel bir ‘hub’ olma arzu ve çabası içinde olduğu bilinmektedir. Putin’in teklifini en azından bu yönüyle müzakere edilebilir bulunmasını da, Ankara’nın ‘enerji köprüsü olma’ amacına uygun düşmesi ile açıklayabiliriz. Öte yandan bilinmektedir ki Azerbaycan ile yapılan anlaşma Türkiye’nin bu konudaki amacına hizmet etmektedir. Türkmenistan’dan gelecek gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya iletilmesi konusunda da Türkiye’nin isteği açıktır. Benzer şekilde yine Kuzey Irak’tan gelecek gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya iletilmesi konusunda Türkiye’nin çalışmaları bilinmektedir. Doğu Akdeniz kıyılarında İsrail’in ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin bulduğu doğal gaz rezervlerine de Türkiye’nin ilgisiz kalmadığını söyleyebiliriz. Tüm çabalar veri iken, Rusya ile planlanan yeni projeyle, Türkiye’ye verilecek 14 milyar metreküp doğal gazın dışında geri kalan yaklaşık 50 milyar metreküpün Türkiye-Yunanistan sınırına taşınması ve buradan dağıtılması düşünülmektedir. Putin bu hamleyle esasında Türkiye üzerinden AB’ye ulaştırılabilecek yukarıda bahsedilen diğer doğal gaz se- çeneklerinde de masada bulunma ve söz söyleme hakkını elde etmiş olmaktadır. Trakya’da kurulacak bir hub ile Rusya, 50 milyar metreküplük hub’ın ana tedarikçisi olmayı ve Avrupa’nın doğal gaz arzını çeşitlendirmek amacıyla ele aldığı diğer alternatifleri dışlamayı düşünmüş olabilir. Çünkü düşünülen haliyle yeni hub projesi, İran, Kuzey Irak, İsrail, Güney Kıbrıs ve Türkmenistan’ı Avrupa’nın gelecekteki gaz talebi projeksiyonu bağlamında rahatsız edebilecek niteliktedir. Ayrıca bu hamlesiyle Rusya; Türkiye ve Azerbaycan’ın kendinden bağımsız olarak geliştirdikleri TANAP Projesi’nde de bir anlamda ben de buradayım demiştir. Yani, projenin TANAP’ı olumsuz etkileyip etkilemeyeceği dikkatle değerlendirilmesi gereken bir husustur. Çünkü Trakya’da bir enerji hub’ının oluşması, gazın orada fiyatlandırılıp Avrupa’ya ihraç edilmesi anlamına gelmektedir. Bu yeni oluşan denkleme göre hem Azeri gazını taşıyacak TANAP, hem de Rus gazını taşıyacak bu yeni boru hattı hub’a doğal gaz ulaştıracaktır. Her iki proje de aynı anda yürüyebilir ama burada zamanlamalarına dikkat etmek gerekecektir. Çünkü hangi gazın daha önce Avrupa’ya ulaşacağı konusu, diğer alternatifi zorlayacak niteliktedir. Türkiye’nin TANAP’ta proje ortağı olması nedeniyle enerji arz güvenliği ŞUBAT 2015 99 EKONOMİ Enerjde thalata bağımlılık ülkenn dış poltkası le lşkl br konudur. İthalat bağımlılığı, br ekonomnn normal fonksyonlarını yerne getreblmes çn yabancı kaynaktan elde edebleceğ br mala dayanması anlamına geldğnden, bağımlılık kaçınılmaz br şeklde ülkenn dış poltkasını etkler ve arzı tehlkeye atablecek hamlelerden kaçınma htyacı br ölçüde ülkenn daha genş br dış poltka açılımı yapamamasına yol açar. açısından gelecekte TANAP’ı olumsuz etkileyecek kararlar almaması daha rasyonel bir tercih olacaktır. Anlaşmanın kazan-kazan prensibine dayandığı görülmektedir. Güney Akım Projesi yaklaşık 40 milyar dolar gibi yüksek yatırım bedeliyle, ekonomisi zayıflayan Rusya’yı zorlayacak nitelikte idi. Bu yeni hat ile Rusya’nın yaklaşık 10 milyar dolar tasarruf sağlayabileceği söylenmektedir. Petrol fiyatlarındaki düşüşün yanı sıra ambargoların Rusya ekonomisini önemli ölçüde etkilediği bir ortamda bu maliyet azalışının Rusya için oldukça avantajlı olduğu söylenebilir. Batılı gazeteler Putin’in Avrupa karşısında kaybettiğini iddia etse de, söz konusu hamle ile hem zaten % 58 gibi bir oranla egemen olduğu Türkiye pazarında gücünü arttırma hem de Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşma imkanı elde eden Rusya, bu noktada Kuzey Irak, İran, İsrail, Kıbrıs Rum Kesimi ve Türkmenistan gibi diğer alternatifleri dışlama şansını da elde etmiş olmaktadır. Oyunda Türkiye’nin kazancı şartlara ve alacağı kararlara bağlıdır. Dış politika konularında iki ülke arasında yapısal görüş ayrılıkları söz konusudur. Bu görüş ayrılıklarının da her zaman ekonomik ilişkileri etkileme potansiyeli vardır. Ayrıca Rusya bu yeni hat ile Türkiye pazarına ilave doğal gaz satma fırsatı yakalamaktadır. Türkiye’nin doğal gaz ithalatında % 58 gibi yüksek bir oranda Rusya’ya bağımlı iken bu tür bir ortaklığın bağımlılığı daha da artırma tehlikesi söz konusudur. Mavi Akım üzerinden 16 milyar metreküp, Batı hattından 10 milyar metreküp doğal gaz alımı yapan Türkiye 2015 planına göre BOTAŞ ve özel sektör aracılığıyla Rusya’dan 30 milyar metreküp doğal gaz almayı planlamaktadır. Yeni boru hattının kapasitesi Türkiye’nin Rusya’dan aldığı gaz miktarının iki katından fazla bir miktara karşılık gelmektedir. Kısacası, Türkiye’nin kolaycılık hasta- 100 ŞUBAT 2015 ESKİ OYUNCULARLA ESKİMEYEN OYUN: lığına kapılmadan durumu lehine değerlendirmesi gerekmektedir. Enerjide ithalata bağımlılık ülkenin dış politikası ile ilişkili bir konudur. İthalat bağımlılığı, bir ekonominin normal fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için yabancı kaynaktan elde edebileceği bir mala dayanması anlamına geldiğinden, bağımlılık kaçınılmaz bir şekilde ülkenin dış politikasını etkiler ve arzı tehlikeye atabilecek hamlelerden kaçınma ihtiyacı bir ölçüde ülkenin daha geniş bir dış politika açılımı yapamamasına yol açar. Bu gelişmelerden bağımsız olarak Türkiye’nin enerji arz güvenliğini sağlama adına tek ülkeye bu denli bağımlı olma durumundan kurtulması gerekir. Rusya doğal gazın büyük bölümünü Türkiye’ye verecek olursa bağımlılık daha da artar. Karşılıklı bağımlılık sağlanabilirse bunun bölgesel yansımaları da olur. Türkiye gelinen noktada diğer arz kaynaklarının da hub’a ulaştırılmasını sağlamalıdır. Ancak bu durumda bu oyundan kazançlı çıkabilir. Dr. Murat TURGUT* Ekonomist Dipnotlar 1 2 3 Nazım Cafeov, “Putin’in Türkiye seferi, mesajlar, teklifler, imkanlar”, Erişim tarihi: 03.12.2014, http://az.apa.az/ news/364483 Haberler.com, “Rusya ile 100 milyar dolarlık ihracatın önünde 4 engel”, Erişim Tarihi: 01.12.2014, http:/haberler.com/ rusya-ile-100-milyar-dolarlik-ticaretin-onunde-4-6737143haberi/ Uluslararası Enerji Ajansı, Eurostat ve FT verilerine göre Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan %100, Slovakya, %99.5, Romanya %86.1, Polonya %79.8, Avusturya %71, Yunanistan %59.5, Slovenya %45.2, Macaristan %43.7, Almanya %35.7, İtalya %28.1, Fransa %15.6, Hollanda %11.2 oranında Rusya doğal gazına bağımlı durumdadırlar. Aktaran Al-Jazerera, “Rusya Güney Akumdan neden vazgeçti?”, Erişim Tarihi: 03.12.2014, http://aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/rusya-guney-akimdan-neden-vazgecti * Ahmet Yesevi Üniversitesi Avrasya Araştırma Enstitüsü Müdürü olarak görev yapmaktadır. P etrol fiyatlarında son dönem yaşanan sert düşüşler beraberinde birçok tartışmayı da tekrar gündeme taşıdı. Her ne kadar bazı yaklaşımlar ekonomik temelli olsa da politik olanlar da ihmal edilemeyecek düzeyde yüksek. 2008 krizinde global ekonomideki resesyon beklentilerini sert düşüşle karşıladıktan sonra varili 100 Doların üzerine çıkan petrol fiyatları Mart ayında Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesini takip eden dönemde sert bir düşüş göstererek 50 Doların altına kadar gerilemiş görünüyor. Doğal olarak, bu düşüşten en büyük zararı gören petrol üreticileri. OPEC sepeti son 3 yılda varil ba- şına ortalama 100 Doların üzerinde seyrediyordu. Toplamda OPEC üretiminin dörtte birini gerçekleştiren Suudi Arabistan bekleneceği üzere grubun içinde en çok kayba uğrayan ülke oldu. Suudi Arabistan’ın yanında başta Rusya olmak üzere Kanada, Norveç ve Kazakistan gibi net petrol ihracatı yapan ülkeler de sıkıntılı. İhracatçıların kaybettikleri ise tüketicilerin kazancı. Çin liderliğinde birçok net petrol ithalatçısı Asya ülkesi ve Türkiye dahil birçok Avrupa ülkesi bu durumdan faydalanıyor. Analistler sadece ABD’de bu fiyat düşüşünden hane halkının yılda 3 bin dolara yakın tasarruf yapabileceğini hesaplıyorlar. Diğer bir deyişle, petrol fiyatlarındaki düşüş bugün durakla- ŞUBAT 2015 101 ma endişeleri yaşanan dünya ekonomisinin tüketim harcamalarına çok önemli bir destek olabileceği hatırlarda tutulmalı. ekonomisi 40 milyar Dolar kaybetti. Petrol fiyatlarındaki düşüşten kaynaklanan kayıp ise 200 milyar Dolara yaklaştı bile. ise petrol fiyatlarındaki radikal düşüşle beraber bu hedefin sadece dörtte birini, yani 40 milyar doları kabul etmekle karşı karşıya. Oyunda Kimler Var? Bu sırada Rusya, yavaş yavaş ama kararlı bir şekilde yüzünü Doğu’ya ve Türkiye’ye dönüyor. Çin’in Başbakan Yardımcısı Wang Yang’ın vazih bir şekilde özetlediği gibi: “Çin, Rusya’ya tarım ürünleri, petrol ve doğalgaz donanımları gibi rekabetçi ürünler ihraç etmeye ve Rusya’dan mühendislik ürünleri ithal etmeye istekli.” Bunu yine Latin Amerika’dan yapılan gıda ithaliyle birleştirirsek, Moskova’nın pek de uçurumun kenarında bir görüntüsü olduğunu söyleyemeyiz. Suudi Arabistan’ın Petrol Bakanı ise, Petrol İhraç Eden Ülkeler’in (OPEC) fiyattaki düşüşe rağmen petrol üretimini azaltmayacağını duyurdu. Petrol arzında sorun yaşanması durumunda ülkesinin günlük petrol üretimini arttırmaya hazır olduğunu da söyledi. Bu açıklama açık bir biçimde ABD lehine Rusya ve İran’a yönelik bir mesaj olarak okundu çünkü Rusya ve İran’ın fiyatlardaki düşüşe bağlı olarak ortaya çıkan büyük ekonomik kaybı ancak petrol fiyatlarının yeniden yükselişe geçmesi ile durdurulabilir. Bunun için de “yüksek talep-düşük arz” politikası gerekiyor ki Suudiler dünya piyasasına daha çok petrol verdikçe bu denge oluşmayacak. Peki bu ‘eskimeyen oyun’da hangi ülke hangi pozisyonda oynuyor? Salt bir maliyet savaşı mı yaşıyoruz yoksa, siyasi temelleri olan bir kavganın ortasında mıyız? Bunu iyi analiz etmek gerekiyor. Rusya ekonomisi açısından petrolun düşüşü uzun süreli bir resesyonunun habercisi olarak kabul ediliyor. Birçok analist, ABD’nin, enerji gelirlerine hayati derecede ihtiyaç duyan Rusya’yı cezalandırıp İran’ı kontrol altında tutmak için, Suudi Arabistan’ın ise bölgesel rakibi İran’ı ekonomik olarak daha çok dibe çekmek için petrol fiyatlarını kasıtlı olarak düşürdüklerine inanıyorlar. Rusya, 2011’de Libya’da yaşanan devrimde kendisine ihanet edildiği gerekçesiyle sonrasında ABD’nin “güçsüz liderlik” zafiyetinden de yararlanarak üç yılı aşkın bir süredir ABD ile bölgesel rekabetlere girişmiş durumda. Birçok analiste göre Rusya’nın Suriye’de Beşşar Esed’i korumakta bu kadar kararlı olmasının nedeni de bu acı tecrübe. Bu nedenle Suriye’de süren iç savaşta, Suriye rejimini kınayan veya ülkeye askeri müdahaleye imkan sağlayabilecek üç karar tasarısını Çin ile birlikte veto etti. 22 Şubat 2014’te ilk kez “evet” oyu kullandığı karar tasarısında ise tasarıdaki şartların yerine getirilmemesi durumunda askeri müdahaleye olanak sağlayan yaptırım tehdidi yerine “daha ileri adımlar” ifadesi kullanıldı. ABD açısından, Rusya’nın askeri ve politik meydan okumalarında en can yakıcı karşılaşma Ukrayna’da yaşandı. Rus yanlısı hükümetin devrilmesi sonrasında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi karşısında ABD ve AB ülkeleri sadece sert açıklamalar yapmakla yetindiler. Büyük bir prestij kaybına uğrayan ABD, Avrupalı müttefikleri ile gecikmeli de olsa ekonomik yaptırımlarla Rusya’ya cevap verdi. Rus yetkililerden alınan bilgiye göre yaptırımlar dolayısıyla Rus 102 ŞUBAT 2015 Rusya ve Çin Merkez Bankaları kritik bir 3 yıllık, 150 milyon Yuan değerinde çift yönlü yerel parabirimli swap anlaşmasını imzaladılar. Anlaşmanın süresi de uzatılabilir mahiyette. Londra homurdanmakta, ama bu zaten onların hep yaptıkları şey. Bu anlaşmanın en önemli özelliği Amerikan Dolarını safdışı etmesi. Moskova bu hamlesiyle ABD, Suudi stratejisinin birçok etkilerinden birini daha etkisiz kılıyor. Rus-Çin stratejik ortaklığı, Mayıs ayında imzalanan, Putin’in deyişiyle “çığır açan” 400 milyar dolarlık 30 yıllık “yüzyılın gaz anlaşması”ndan beri sürekli yükselişte ve ekonomik yankıları da dinecek gibi değil. Rusya ayrıca son donemde Türkiye ile de sıkı ilişkiler peşinde. Aralık ayında imzalanan enerji temelli anlaşmaların mali boyutu 100 miyar doları bulmakta. Bu durumda Rusya’nın, Batı Avrupa ve ABD ile yaşadığı gerilimden karlı çıkacak ülkelerin Türkiye ve Çin olacağı anlaşılıyor. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen hattında büyük askeri maliyetleri olan operasyonlara girişen İran, ekonomik olarak İran-Irak Savaşı sonrasındaki en kötü dönemini yaşıyor. 2013 Temmuz’unda iktidara gelen mevcut cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin İranlılara en büyük vaadi ekonomiyi toparlamaktı. Ancak İran ekonomisi, bir önceki cumhurbaşkanı Ahmedinejad döneminin bile oldukça gerisine düştü. İran’ın 2011 yılında 120 milyar dolara kadar çıkan ihracatı, 2013 yılında 61 milyar dolara geriledi. İran’ın 2005’teki toplam ihracatının 60 milyar dolar olduğu hatırlandığında, İran ekonomisinde 9 yıllık bir gerilemenin yaşandığı açıkça görülüyor. İhracatı yüzde 90 oranında petrole bağımlı olan İran, 2010 yılında 2015 itibariyle yıllık ihracatını 160 milyar dolarlık bir banda oturtma hedefindeydi. Şimdi Petrol fiyatlarına dayalı yeni savaşta, ABD ve Suudi Arabistan aynı cephede yer alıyor. Suudi Arabistan’ın öncelikli hedefi bölgesel rakibi İran’ı ekonomik olarak daha derin bir dar boğaza sürüklemek. Ancak ABD, bir taraftan politik ve askeri olarak Ukrayna ve Orta Doğu’da baş edemediği Rusya’nın canını ekonomik olarak acıtmaya, bir yandan da nükleer müzakereler yürüttüğü İran’ı “yeni yaptırımlar uygulamaksızın ödün vermeye zorlamaya” dayalı çift yönlü bir politika izliyor. Esasen ABD ve Suudi Arabistan’ın ittifakı bölgeye yakın analistler tarafından çok da şaşırtıcı bulunmuyor ki Türkiye’de de durum bu şekilde. Oyun Kurucu Kim? Uluslararası finans piyasalarında emtia analistleri petrol fiyatlarının enerji gelirlerine ihtiyaç duyan Rusya ve İran’ı cezalandırmak için kasıtlı olarak düşürüldüğünü ileri sürmekte. ABD ve Suudi Arabistan’ın, Rusya ve İran üzerinde baskı oluşturmaya çalıştığı özellikle Rusya ve İran’ı cezalandırmak için hazırlanmış yapay bir oyun olduğu görüşü ağırlık kazanmakta. Bunun yanısıra aşağıda belirttiğimiz etkenler de belki ifade edilebilir ama kişisel düşüncemiz bu etkenlerin bu derecede ciddi bir düşüşü açıklamaktan uzak olduğudur. Petrol fiyatlarını hızla aşağı çeken etkenlerden biri ABD’deki ekonomik düzelmeye karşın Avrupa’nın yeniden resesyona girmekte ve Çin liderliğinde gelişmekte olan ülkelerin hızla yavaşlamakta olması. IMF artık hemen her raporunda global ekonomik büyümeyi aşağıya doğru revize etmeyi alışkanlık haline getirdi. Bu ortam Dolar’ı güçlendirirken petrol talebini azaltıyor ve petrol fiyatlarını iki koldan vuruyor. Üstelik son IMF/Dünya Bankası toplantılarında sıkça vurgulandığı üzere bu yavaşlama artık “kalıcı durgunluk” olarak adlandırılıyor. Diğer bir etken OPEC’in kendi içindeki birlikteliğinin oldukça zayıflığı. OPEC hala dünya üretiminin üçte birini gerçekleştiriyor olmasına rağmen fiyatları eskisi kadar rahat oynatamıyor. Çünkü geçmişte Suudi ağabeylerinin liderliğinde küçük Orta Doğu ülkeleri özellikle politik açıdan ortak tavır sergileyebiliyorken artık İran ve özellikle son yıllarda üretimleri hızla artan Nijerya ve Angola gibi Afrika ülkeleri çok farklı olan çıkarlara göre hareket edip ortak kararlara uymuyorlar. Suudi Arabistan da pazar payını kaybetmek istemeyince OPEC pasifleşiyor. Suudi Arabistan’ın son 4 yılda döviz rezervlerini 300 milyar Dolar (% 67) artırdığı düşünülürse petrol fiyatlarındaki düşüşü desteklemesinin nisbeten kendisine vereceği zararı tolere edecek gücü var diye yorumlayabiliriz. Ve Türkiye... Ciddi cari açık ile yaşamaya alışkın Türkiye ekonomisi açısından petrol fiyatlarındaki düşüş yeni bir fırsat oluşturuyor. Hem düşecek maliyetler ve hem de her 10 dolarlık düşüşün getirdiği 5,5 milyar dolarlık cari açığı kapatıcı etki enflasyon hedeflemesine yardım edecek ve kur üzerinde oluşacak baskıyı azaltıcı etkiler oluşturacaktır. Petrol fiyatlarındaki düşüş kamu borçlanma ihtiyacını azaltarak faizlerde de kalıcı bir düşüş sağlayacaktır. Bu ekonomik parametrelerin yanısıra bu eskimeyen oyundaki oyuncularla ilişkilere bakılırsa, Türkiye bu seferki petrol fıyatı değişimlerinde pasif oyuncu olmaktan ziyade daha aktif bir rol alacaktır. Putin’in Güney Akım Projesi’nin iptali sonrasında adeta soluğu Türkiye’de alması ve devasa bir enerji antlaşmasına imza atması bu tezi güçlendirir niteliktedir. Özetle, ABD’nin Sovyetler Birliği politikasının da mimarı kabul edilen Henry Kissinger’ın da dediği gibi: “Enerjiyi kontrol eden bölgeyi, parayı kontrol eden dünyayı kontrol eder.” Sahip oldukları enerji ile kendi bölgelerini dizayn edebileceklerini düşünen İran ve Rusya mı; yoksa parayı kontrol eden ABD mi oyunu kazanacak? Esas tartışma bu gibi duruyor. Oyun devam ediyor... Masadan henüz kalkan yok! * Pazarlama, Finans ve Fon Yönetimi konularında uzmandır. ŞUBAT 2015 103 İslamofob Üzernden Algı Yönetm ve Hükümranlık Prof. Dr. Talp Özdeş Avrupa’da Yükselen İslam ve Yabancı Karşıtlığı: “Almanya Örneğ” Panel SDE Haber 21. Yüzyılda Afrka ve Türkye Sempozyumu SDE Haber GENEL İSLAMOFOBİ ÜZERİNDEN ALGI YÖNETİMİ VE HÜKÜMRANLIK Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı İ slam ve “korku” anlamına gelen fobia kelimelerinin bir araya getirilmesiyle türetilen “islamafobia” (İslam korkusu) kavramı, özellikle 2001 yılında ABD’deki ikiz kulelere (Dünya Ticaret Merkezi’ne) yapılan 11 Eylül saldırısı ile beraber belirli merkezler tarafından dünya gündemine sokulmuş, İslam’ın terörle ilişkilendirilmesiyle gittikçe yoğunlaşan bir kullanımla hem ABD’de hem de Batı dünyasında olduk- 106 ŞUBAT 2015 ça yaygınlaşan küresel bir kavram haline gelmiştir. Yani, İslamafobya, Batı’da İslam ve Müslümanlarla ilgili yaratılan bir imaj üzerinden korku oluşturularak insan ve toplumların belirli yönlere kanalize edilip yönetilmeleri için üretilip tedavüle sokulmuş bir kavramdır. Haçlı ve Siyonist ittifakının güdümündeki kolonyalist yönetimler, başkaları üzerinde kurdukları hegemonyalarını ötekileştirme, kutuplaştırma, düşmanlaştırma ve çatışmalar Batı’nın İslam Korkusu Müslümanların üzerinden sürdürmektedirler. Aslında Batı dünyası için Batı ülkelerinde siyaset mekasekizinci yüzyılda İslam’ın korkutucu, kennizmalarını ellerinde bulunduİspanya’yı alarak disinden korkulması gereran güç merkezleri ve lobiler, ken bir şey olarak takdim Endülüs medeniyetini düşmanlar üreterek kurdukları edilip propaganda edilmeinşa etmeleri, 1071’den düzenin devamlılığını sağlamasi, ona ve müntesiplerine ya çalışmakta, karşılarında her itibaren önce Anadolu karşı öfke ve düşmanlıkzaman güçlü bir düşman araSelçuklularının, daha ların pompalanması yeni maktadırlar. Bu politikayla hem bir şey değildir. Bu korku, sonra Osmanlı Devletinin iç bütünlüğü sağlamayı hem on birinci yüzyılda İslam tarih sahnesinde yerlerini de dışarıya karşı yürütmekte dünyasının ve Doğu’nun oldukları hegemonyacı siyaalmaları, İstanbul’un zenginliklerini yağmalamak sete meşruiyet kazandırmayı fethi, Anadolu’dan için düzenlenen Haçlı Seamaçlamaktadırlar. İkinci Dünferleri sırasında Hıristiyan Balkanlara, Kafkasya’ya, ya Savaşı’nda kendi yarattığı toplumları İslam korkusu ve Ortadoğu ve Kuzey Faşizme karşı savaşan moderdüşmanlığı üzerinden Müsnist Batı, daha sonra 1990’lara Afrika’ya, Viyana’ya lümanlara karşı harbe ikna kadar yine referanslarını makadar dayanan cihan edip kışkırtmak için kullateryalizme ve sekülerleşmeye nılmıştır. Müslümanların seimparatorluğu, İslam’ın dayalı dünya görüşünden alakizinci yüzyılda İspanya’yı Hindistan’a, Endonezya rak teşekkül eden Komünizalarak Endülüs medeniyeme karşı savaşmıştır! İnsanlık ve Malezya’ya kadar tini inşa etmeleri, 1071’den Komünizmle korkutularak Batı yayılmış olması Hıristiyan itibaren önce Anadolu Selkapitalizmine mahkûm edilçuklularının, daha sonra Batı’yı derin bir endişeye miştir. Böylece korkutma, onu Osmanlı Devletinin tarih sevk etmiş, İslam’a stratejik bir yöntem olarak kulsahnesinde yerlerini allananlar için iç ve dış siyasetkarşı duyulan korku ve maları, İstanbul’un fethi, te oluşturulan birtakım algılar düşmanlığı öne çıkaran Anadolu’dan Balkanlara, üzerinden ülkeleri, insan ve politikaların oluşumuna Kafkasya’ya, Ortadoğu ve toplumları kendine mahkûm Kuzey Afrika’ya, Viyana’ya neden olmuştur. edip yönetmeyi hedefleyen kadar dayanan cihan psikolojik harbin önemli bir unimparatorluğu, İslam’ın suru olmaktadır. Yaratılan suni problemler üzerinHindistan’a, Endonezya ve Malezya’ya kadar yayılden korkuların üretilip etkin olduğu bir atmosfer, kitmış olması Hıristiyan Batı’yı derin bir endişeye sevk lelerin her türlü yalanlarla, iftira ve aldatmalarla belirli etmiş, İslam’a karşı duyulan korku ve düşmanlığı hedeflere ikna edilip yönlendirilmeleri için müsait bir öne çıkaran politikaların oluşumuna neden olmuşortam oluşturur. Bilgisizlik, cehalet, bağnazlık, petur. İslam’ı ve Müslümanları doğru bilgiye dayalı olaşin yargılar bu ortamı pekiştirir. Çünkü sonuçta inrak yeterince tanımayan Batı insanı, “Türkler geliyor! san bilmediğinin düşmanıdır. Tarih boyunca zulüm, Müslümanlar geliyor!” denilerek asırlar boyu korkutiranlık, terör ve diktatörlük üzerine kurulan bütün tulmuştur. Tarihte Batı’da yönetim mekanizmalarını yönetimler, hakimiyetleri altında tuttukları toplumları elinde tutan Hıristiyan kiliseler tarafından yapılan bu ve muhaliflerini ikna için, yapacakları haksızlıklara, korkutma işi, günümüzde küresel düzenin patronsaldıra ve yağmacılığa meşruiyet kazandırmak için ları tarafından; laik, seküler ve kapitalist kiliseler taellerindeki bütün imkanları seferber edip, proparafından icra edilmektedir. ganda mekanizmalarını harekete geçirerek bir şekilde korku siyasetini öne çıkarmışlar, onu iç ve dış İran devrimi ile beraber İslam dünyasında Batı karşısındaki yenilmişlik psikolojisinin yerini güven duysiyaset malzemesi olarak kullanmışlardır. ŞUBAT 2015 107 kazandırma amacına matuftu. On dokuzuncu yüzyıldan beri İslam coğrafyası başta olmak üzere başkalarının kaynaklarını sömürerek varlığını devam ettiren müreffeh Batı, kendisi her geçen gün yaşlanmaya ve çürümeye yüz tutarken, insan ve nüfus zenginliğine; petrol, doğal gaz, uranyum ve kıymetli taşlar gibi doğal kaynaklara; inanç, kültür ve manevi zenginliklere sahip dinamik bir İslam dünyasını kendi varlığı için ciddi bir tehdit olarak görmüştür. gusunun almaya başlaması, İslami kimliğin yeniden keşfedilmesine yönelik çabalar, küreselleşme ve post-modernizm dalgalarının da etkisiyle yerel kültürlerin öne çıkıp kendini ifade etmeye başlaması, küresel boyutta değişen politik ve stratejik dengeler, Batı’nın İslam’a bakışını değiştirmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip Soğuk Savaş’ın sona ermesi, korku siyasetinin devamı için yeni bir düşmanın üretilip sahneye konulmasını gerekli kılmıştır (!) İki kutuplu dünyada 1990’lara kadar Komünizm korkusu ve düşmanlığı üzerinden politika yapanlar, onun devreden çıkmasıyla beraber bu defa İslam’ı ve Müslümanları hedef tahtasına oturtmuşlardır. Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı makalesi, din farklılığını düşmanlık siyasetinin merkezine oturtan yeni stratejinin teorik anlatımı ve habercisi olarak değerlendirilebilir. Nitekim dünya, kısa bir zaman sonra 11 Eylül hadisesine şahit olmuştur. 11 Eylül öncesinde Avrupa medyasında İran devriminin de etkisiyle İslam’ı tehdit olarak gösteren birtakım yayınlar yapılıyor olsa da, söz konusu yayınların fazla belirleyici oldukları söylenemez. Ancak 11 Eylül hadisesiyle birlikte durum önemli derecede farklılaşmış, İslam ve Müslümanlarla terörizm arasında doğrudan ilgi kurularak, İslam’ı bir terör dini, Müslümanları da terörist olarak damgalayan yayınlar yapılmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda ABD ve 108 ŞUBAT 2015 Avrupa’da İslam düşmanlığı ve İslam korkusu ciddi bir artış göstermiş, Müslümanlar üzerine uygulanan ötekileştirme, dışlama ve baskı politikaları yoğunluk kazanmıştır. Afganistan ve Irak’a yapılacak saldırıları meşru göstermek için tüm film, medya ve yayın imkanları seferber edilmiştir. Korku Siyasetinin Amacı Bütün yalan ve iftiraya dayalı propagandalara ve dezenformasyona rağmen, bugün artık bu 11 Eylül senaryosunun bizzat medeniyetler çatışmasını planlayanların kendileri tarafından; dünyaya maskara olacak şekilde birçok defalar Üsame Binladin’i öldürüp diriltenler (!) tarafından sahneye konulduğu konusunda insanlığın zihninde hakim bir kanaat oluşmuş durumdadır. Bu olayın ardından dünyamız, İslam’a ve Müslümanlara karşı Haçlı seferi ilan edilerek Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesine, milyonlarca insanın katledilip sakat bırakılmasına, zenginliklerin yağmalanıp bütün bir tarihi ve kültürel dokunun tahrip edilmesine şahit olmuştur. İşgallerin öncesinde İslam’ı ve Müslümanları şiddet ve terörle ilişkilendiren yazılar, haber ve görüntüler, Taliban’ın Afganistan’daki Buda heykellerini kırma görüntüleri, Irak’ta nükleer silah olduğuna dair yalan haberler, Birleşmiş Milletler’i de savaş kararına dahil ederek yapılacak saldırıya gerekçe oluşturup meşruiyet olan küresel ekonomik kriz karşısında, problemi aşmak için toplumsal işbirliği ve dayanışmayı sağlamaya yönelik çalışmalar yapmak yerine, bir zamanlar beden güçleriyle Avrupa ekonomisini sırtlayarak kalkındıran insanların çocuklarına ve torunlarına karşı nefret dilinin öne çıkarılması, İslam korkusunun, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının kışkırtılması, birtakım karanlık örgütler eliyle onlara karşı yapılan saldırı ve kundaklamaların üzerine gidilmeyip üstünün örtülmeye çalışılması yukarıdaki hükmü teyit eder mahiyettedir. Anlaşılan o ki, Batı’da yönetim ve siyaset mekanizmalarını ellerinde tutanlar, başkaları hakkında korkular üreterek, halklar arasına düşmanlık tohumları ekip kaos ortamları yaratarak kirli amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Aslında bu senaryo oldukça anlaşılabilir bir görünüm arz etmektedir. Batılı güç merkezleri tarafından Müslüman dünyaya karşı İslamafobya üzerinden yürütülen politika ve stratejilerin insanlığa getireceği netice, halklar arasına düşmanlıkların sokulmasından, kaos, çatışma ve terör ortamlarının yaratılmasından, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının artırılmasından başka bir şey olmayacaktır. Yangını çıkaranların, o yangının ateşinde yanmak veya dumanında boğulmak gibi bir sonuçla karşılaşmaları mukadder olabilir. Aslında kendisini, ötekileştirip düşman cephesine yerleştirdiği başkalarının üstünde gören, insanlığın binlerce yıllık medeniyet yürüyüşünü yok sayarak kendi kültür ve medeniyet anlayışı dışında başka dünyaların da olduğunu kabule yaklaşmayan, onları hiçe sayan, doğru-yanlış analizi yapmadan kendi değerlerini başkalarına dayatan, başkalarını sömürdüğü halde elindeki nimet ve imkanları başkalarıyla paylaşmak istemeyen, kendi coğrafyasındaki teröre karşı çıkarken başka coğrafyalarda sebep olduğu terörü görmek istemeyen, onu maniple edip el altından teşvik eden çifte standartlı Batı, sadece İslam dünyası için değil, bütün insanlık için tehdit oluşturmaktadır. 11 Eylül’den beri İslam coğrafyasında Batılılar ve Siyonistler eliyle katledilen on iki milyon insanın öldürülmesine sessiz kalan Batı dünyasının daha geçen haftalarda Paris’te Charlie Hebdo adı verilen mizah dergisine yapılan saldırıda öldürülen on iki kişi için dünyayı ayağa kaldırması, nasıl bir çifte standartlık içerisinde olduklarını gösteren önemli bir örnektir. Elbette ki değil 12 kişinin, haksız yere bir kişinin bile öldürülmesi asla kabul edilemez. Terörün bütün şekilleri telin edilmelidir. Ancak İslam coğrafyasında 12 milyon insanın katledilmesine sessiz kalanların, kendi ülkelerinde 12 kişinin ölümü karşısında gösterdikleri tepki oldukça anlamlıdır. Batı dünyasının 2008’den beri yaşanmakta Kaos ve Terörün Gerçek Sorumluları Kimler? Yazılıp çizilen senaryolarla önce kaos ortamları yaratılmakta, sonra da o ortamın meyveleri aynı merkezler tarafından devşirilmeye çalışılmaktadır. Gerçekleştirdikleri plan ve senaryolarla İslam coğrafyasını parçalayıp diktatörlüklere ve totaliter rejimlere mahkum edenler, saldırı, işgal ve tehcirler üzerinden kaos, şiddet, çatışma ve terör ortamları yaratanların ta kendileridir! Aynı güç merkezleri, bu defa sebep olup ürettikleri durumlar üzerinden, kin ve nefretin sonuna kadar pompalandığı bir atmosfer içerisinde kendilerine yapılanlara karşı misilleme yapmaya çalışanların yaptıkları birtakım yanlışlıklar üzerinden İslamafobyayı güçlendirecek propagandaları devreye sokarak o coğrafyanın halklarını, onların sahip oldukları dini değerleri mahkûm etmeye, zan altına sokup suçlu ilan etmeye çalışmaktadırlar. Milyonlarca kişi öldürülüp bir o kadarı da sakat ŞUBAT 2015 109 bırakılırken, her şeyini kaybedenlerin bu cinayetleri işleyenlere karşı eli kolu bağlı sessiz kalacakları mı zannediliyordu? Yıllarca her türlü hukuk dışı ve gayr-i meşru yöntemlerle güç odaklarının baskı, zulüm, şiddet, işkence, katliam ve tehcir politikalarına maruz kalanların, iffet ve onurları ayaklar altına alınıp çiğnenenlerin kendilerine yapılanlara karşı misliyle mukabelede bulunma yoluna gitmeleri şaşırtıcı değildir. Bir de BM gibi şikayette bulunup haklarının korunmasını isteyebilecekleri, hakemliğine güvenebilecekleri sözde uluslararası kurullar tamamen egemenlerin dümen suyuna girmişlerse, zalimlerin keyiflerine hizmet eder hale gelmişlerse başka ne beklenebilirdi? İslam dünyasında ortaya çıkan Batı karşıtlığı ve terör, Afganistan’dan Irak’a, Guantanamo’dan Gazze’ye kadar uzanan ölüm ve tahkir politikalarıyla beslenip derinleşmiyor mu? Yapılan onca saldırılı, işgal ve ihlaller karşısında gösterilen direnişlerin teröre kayması, terör eylemlerini gerçekleştirenlerin yaptıkları eylemleri meşrulaştırmak için Kur’an’a ve dinin kaynaklarına parçacı bir yaklaşımla ayet ve hadislerden deliller getirmeleri, terörün kaynağının bizatihi İslam’ın kendisi olduğu anlamına gelmez. Orta Doğu ve İslam coğrafyasındaki terörün gerçek müsebbipleri, “medeniyetler çatışması” senaryosu üzerinden yeryüzündeki sömürüye dayalı hakimiyetlerini devam ettirmek için bin bir türlü hile ve entrikayla ve evrensel anlamda bütün insani, ahlaki ve hukuku ilke ve değerleri de çiğneyerek kaos planlarını hayata geçirmeye çalışanlardır. IŞİD’in birkaç Hıristiyan muhabire gerçekleştirdiği infazlar, Suriye’deki bir Hıristiyan topluluğuna yaptığı saldırı, (kaldı ki aynı IŞİD’in Suriye ve Irak’ta kendi dışındaki Müslüman birey, grup ve topluluklara uyguladığı şiddet ve terörün haddi hesabı yok), Fransa’da Charlie Hebdo adlı derginin binasına ve bir Yahudi marketine yapılan baskınlar sonucunda rehinelerin saldırıyı gerçekleştirenler tarafından öldürülmesi terör oluyor da, Afganistan ve Irak’ta milyonlarca Müslüman’ın en gelişmiş silahlarla katliama maruz bırakılması, İsrail’in uzun yıllardan beri bütün dünyanın gözleri önünde Filistin halkına uyguladığı işgal, soykırım ve tehcir politikaları, Esed rejiminin Suriye halkı üzerinde uyguladığı tedhiş, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Myammar ve daha birçok yerde Müslüman halklar üzerinde uygulanan soykırımlar terör olmuyor mu? Bu katliam ve soykırımlar devletler eliyle ve özellikle 110 ŞUBAT 2015 de Müslüman halklar üzerine uygulandığında terör listesinden çıkıyor mu? Aynı insan hakları ihlalleri ve cinayetler bir Hıristiyan, Yahudi veya Budist tarafından gerçekleştirildiğinde Hıristiyan, Yahudi (Siyonist) veya Budist terörü olmuyor, ama İslamiyet’e mensup biri tarafından gerçekleştirildiğinde İslami terör olarak damgalanıp dünyaya servisleniyor! Sonuç olarak, Batılı güç merkezleri tarafından Müslüman dünyaya karşı İslamafobya üzerinden yürütülen politika ve stratejilerin insanlığa getireceği netice, halklar arasına düşmanlıkların sokulmasından, kaos, çatışma ve terör ortamlarının yaratılmasından, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının artırılmasından başka bir şey olmayacaktır. Yangını çıkaranların, o yangının ateşinde yanmak veya dumanında boğulmak gibi bir sonuçla karşılaşmaları mukadder olabilir. Eğer gerçekten daha barışçıl bir dünya isteniyorsa, Batı’nın önce kendisiyle yüzleşmesi, İslam ülkelerine ve başkalarına karşı yürüttüğü kolonyalist politikaları, Müslümanlarla olan ilişkilerini sorgulaması, 11 Eylül sonrası İslam dünyasına yönelik politika, strateji ve uygulamaları siyaset, hukuk ve yönetim konusunda demokrasi, çoğulculuk, insan hakları ve özgürlükler gibi söylem olarak öne çıkardığı değerler üzerinden masaya yatırıp analiz etmesi gerekmektedir. İslam dünyasına gelince, İslamafobya üzerinden kendisine karşı yürütülen stratejileri boşa çıkaracak politika ve çalışmalara ihtiyaç vardır. Batı karşısında duyulan rahatsızlık, İslam dünyasının kendisine dönerek kendi üzerinde düşünmesini bloke etmemelidir. Müslümanlar dahil İnsanlığın parlak ve aydınlık geleceği için İslam coğrafyasında görülen terörün masaya yatırılarak analiz edilmesi, bin yılın üzerindeki bütün bir geleneğin süzülmesiyle şiddet ve terörü besleyen yanlış din algılarının ve anlayışların tashih edilmesi, İslam’la ilgili doğru (sahih) bilgilerin insanlığa takdimi, başkalarıyla ilişkilerde meşruiyet zemininin gözetilip korunması büyük önem arz etmektedir. İslam dünyasının kendi kültür ve medeniyetinin asli kaynaklarından, tarih içerisinde oluşturduğu ilmi birikim, gelenek, kültür ve medeniyet zenginliğinden hareketle, insanlığın bütün bir ilmi ve felsefi tecrübesine de açılarak kendisini yeniden inşa etmesi, ümmet ruhu ve bilincinden hareketle birlik oluşturması, kendini dünyaya doğru tanıtacak, dünya siyasetinde etkinliğini artıracak mekanizmaları geliştirip harekete geçirmesi gerekmektedir. haber Avrupa’da Yükselen İslam ve Yabancı Karşıtlığı: “Almanya Örneği” Paneli Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 8 Ocak 2014 tarihinde Avrupa’da Yükselen İslam ve Yabancı Karşıtlığı: “Almanya Örneği” konulu bir panel düzenlenmiştir. Açılış konuşmasını SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün yaptığı panele Eski Avrupa Parlamentosu üyesi Ozan Ceyhun ve SDE Uzmanı Zeynep Songülen İnanç konuşmacı olarak katılmışlardır. Panelin moderatörlüğünü SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin yapmıştır. Açılış konuşmasında Paris’te bir mizah dergisine yapılan baskından bahseden SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, bu ve buna benzer olayların Avrupa’da birçok sosyolojik ve psikolojik olayların zeminini oluşturduğunu belirtmişlerdir. Daha sonra söz alan Ozan Ceyhun, Avrupa’da yükselmekte olan ırkçılık ve İslam düşmanlığı ile ilgili açıklamalarda bulunmuşlardır. Irkçılığın farklı bir boyut kazandığını, artık bu durumun İslam düşmanlığına dönüştüğünü, Avrupa’da ve özellikle Almanya’da yaşanan olayların temelinin de İslam’a duyulan kin ve nefret olduğunu belirtmişlerdir. Ozan Ceyhun, ayrıca özellikle son yıllarda Türkiye’nin Avrupa’da yaşayan Müslümanlara ve Türklere yönelik faaliyetlerinin, onların haklarını korumasının ve onlara güven aşılamasının Avrupa’da rahatsızlığa neden olduğunun altını çizmişlerdir. Avrupa’nın bu rahatsızlığının bir nedeni de Avrupa’da yaşayan Türklerin ekonomik durumlarının eskiye nazaran çok daha iyi olması ve bu insanların daha yüksek mesleklerde çalışmasıdır. Bu nedenler- den dolayı PEGİDA gibi örgütler kısa sürede çok sayıda taraftar toplamış ve toplamaktadırlar. SDE Uzmanı Zeynep Songülen İnanç ise 11 Eylül olaylarından sonra İslam korkusunun, İslam düşmanlığına dönüştüğünü, ayrıca Avrupa’da merkez sağ partilerinin yerini İslam karşıtı söylemlerle güç kazanan partilerin aldığını ve bu partilerin her geçen gün oy oranlarını arttırdığını belirtmişlerdir. SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin ise bugüne kadar her zaman Avrupa’da yaşayan Müslümanların kendilerini anlatmak zorunda kaldığını, Türk ve Müslüman topraklarında yaşayan Avrupalıların ise böyle bir durumla karşılaşmadıklarını belirterek bu durumun ortadan kaldırılması gerektiğine vurgu yapmışlardır. Panel konuşmaların ardından soru-cevap kısmıyla sona ermiştir. ŞUBAT 2015 111 haber 21. Yüzyılda Afrika ve Türkiye Sempozyumu rın bu yol haritası çerçevesinde atılmaya devam edeceğini söyledi. Türkiye’nin Afrika’daki faaliyetlerinden bahseden Sayın Koru, Afrika’nın eğitim ve sağlık alanlarında yardıma ihtiyacı olduğunu bu bağlamda 2011 yılında Somali’ye yapılan yardımların etkilerinin tüm kıtada hissedildiğini, bu konuda en büyük destekçinin de Türkiye olduğuna vurgu yaptı. Sayın Koru ayrıca e-vize uygulamasıyla Afrika’ya seyahati kolaylaştırdıklarını ifade etti. Stratejik Düşünce Enstitüsü, Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı işbirliğinde “21. Yüzyılda Afrika ve Türkiye” başlıklı sempozyum Ankara’da gerçekleştirildi. Sempozyuma Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Afrika ülkelerinden bakanlar ve diplomatik misyon şefleri, kamu kurum ve kuruluşundan resmi yetkililer, sivil toplum temsilcileri ile akademisyenler ve medya mensupları katıldı. Üç oturum şeklinde düzenlenen sempozyumda “Dünya Siyasetinde Afrika’nın Yeri”, “Geçmişten Geleceğe Türkiye ve Afrika” ve “Afrika’nın Kalkınması, Entegrasyonu ve Türkiye’nin Katkıları” başlıkları altında uzmanlarca bildiriler sunuldu ve tartışmalar yapıldı. Panelin açılış konuşmasını Dışişleri Bakan Yardımcısı Sayın Ali Naci Koru yaptı. Sayın Koru konuşmasında, Türkiye’nin Afrika ile tarihten gelen bağları olduğunu belirterek, özellikle son on yılda Afrika’ya yönelik büyük atılımlar gerçekleştirildiğinin altını çizdi. Ayrıca Türkiye’nin Afrika’ya yönelik 2015-2019 yıllarını kapsayan bir plan hazırladığını ve bundan sonraki adımla- 112 ŞUBAT 2015 “Geçmişten Geleceğe Türkiye ve Afrika” başlıklı oturumunda Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün de bir konuşma yaptı. Sayın Akgün konuşmasında, Türkiye ile Afrika’nın siyasi ilişkilerinin 16. Yüzyıla dayandığını belirtti ve özellikle Kuzey Afrika’nın uzunca bir süre Osmanlı’nın bir parçası olarak kaldığını hatırlattı. 1911’de Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki son toprağını da kaybetmesiyle uzun süre bu kıtayla etkin temas kurulamadığını anlattı. 1998’de Afrika Eylem Planı hazırlansa da Türkiye’deki ekonomik krizlerden dolayı bu planın hayata geçirilemediğini ifade eden Akgün, AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesinden sonra ise Afrika’yla ilişkilerin giderek ivme kazandığının altını çizdi. Prof. Dr. Birol Akgün, Afrika ile ilişkilerin geliştirilmesinde sadece siyasi iktidarın değil, STK’ların ve İş Dünya’sının da önemli roller oynadığını vurguladı. Bunlara ek olarak, Türkiye’nin son 15 yılda Afrika’ya olan ihracatını en az beş kat artırdığına değinen Akgün, Türkiye’nin artık Afrika’da siyasi ve ekonomik bir aktör olarak söz sahibi bir ülke olduğunu, Somali’ye yapılan insani yardımların da bunun güzel bir örneğini teşkil ettiğini anlattı. Sayın Akgün konuşmasını, Türkiye’nin artık sadece Doğu ile Batı arasında değil; küresel düzlemde Kuzey ile Güney arasında da siyasi bir köprü rolü üstlendiğinin altını çizerek noktaladı.