Takdir Edilme Hastalığı (kısaca TEH) Teknoloji günümüzün belki de kaçınılmaz bir bağımlılığı. Öyle bir noktaya geldik ki yaptığımız her şeyi, her an, her yerde paylaşmak istiyoruz. Bazen bilgilendirmek için bazense insanlardan ne kadar farklı olduğumuzu göstermek için. Blog yazıları, fotoğraflar, videolar hayatımızın vazgeçilmez bir parçasını oluşturmaya başladı. İstesek de istemesek de, öyle ya da böyle, o kadar içindeyiz ki her şeyin. Ne kadar doğru olup olmadığını sorgulamaya başlıyor insan. Akıllı telefon kullanmayı bilen genç yaşlı, yediden yetmişe herkesin en az bir sosyal medya hesabı olduğunu söyleyebilirim. Annem ya da babamdan bahsetmiyorum. Anneanneler, dedeler, altı yaşındaki çocuklardan bahsediyorum. Artık teknolojinin mi ne kadar geliştiğiyle ilgili bir durum bilemiyorum ama insanların bu konuyu gereğinden fazla abarttığını düşünüyorum. Bunları söylemek için ne kadar yaşlı ya da tecrübeli olduğumu bilemiyorum çünkü ben de oldukça genç yaşta bu furyanın bir parçası haline geldim. Msn’de oyun oynayarak başladı benim hikâyem o hantal kocaman bilgisayarda. Sonra oyun siteleri açıldı. Ya da belki de hep vardı ama ben keşfettim. Bir baktım Facebook’tan oyun bildirimleri alır olmuşum. Beni ya da başkalarını rahatsız etmiyordu bu durum başta. Hatta hesabın varsa “havalı” bile olabiliyordun. Son bir ya da iki yıldır bu moda gözüme batmaya başladı. İnsanların paylaştıkları fotoğrafların, yazıların acınası olduğunu düşünmeye başladım. Ellerinde ne varsa paylaşır olmuşlardı. Yeni aldıkları bir kanepeden tutunda, arabalarına kadar… ‘Moda’nın bir gün sönüp gittiğinin, unutulduğunun farkındaydım aslında. Ama sosyal paylaşım siteleri azalmak yerine artmaya devam etti. Her geçen gün yenisi açılırken özel hayat dediğimiz bir şey kalmamaya başladı. Yediklerimizi koyduk o sitelere, arkadaşlarımızı, lüks restoranları, pahalı takıları, spor arabaları… Alabildiğimiz ya da sahip olduğumuz her şeyi insanların yüzüne vurur gibi paylaştık, paylaşmaya devam ediyoruz. Ne kadar zengin olduğumuzu mu göstermeye çalışıyoruz, yoksa ne kadar mutlu olduğumuzu mu bilemiyorum. Hastanelerde çekilen fotoğraflarımız her yeri kapladı. Sanki insanların bize acımasını bekliyormuşuz gibi. Ya da yeni doğan bebeklere açtığımız hesaplar, siteler onların varlığını dünyaya duyurmak, mutluluğumuzu paylaşmak için mi? Neden yapıyoruz bunu? İç çamaşırlarıyla balkonda, yatak odasında, duşta çekilen fotoğraflar pornografik içerik göstersin diye mi yoksa hayattan ne kadar utanmadığımızı, cesur olduğumuzu göstermek için mi? Eskiden sıkıntı yaratmayan şeyler şimdi neden sorun oluşturuyor diyebilirsiniz. Haklısınız da. Peki bu işin bir sonu var mı, bir sınırı. Özgürüz evet, istediğimizi yaparız evet, peki bu ne kadar etik? Ne kadar doğru? Oldukça çok sorum var biliyorum. Ama hiç birine verecek bir cevabım yok. Düşününce bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyebiliyorum. Yine de eleştirmemek, yargılamamak elimde olmuyor. Çünkü sonra başına bu yüzden in türlü dert açılan insanları görüyorum, eşlerini öldüren kocalar, kafasına silah dayayan sevgililer. Bu Türkiye genelinde bir sıkıntı mı, emin olamıyorum. Sonra bir de bu ünlüleri kovalayan paparaziler var. Özel hayat diye ağlayan, çıldıran o insanlar, sosyal medyayı kullanıp kendi fotoğraflarını paylaşırken bir başkasının çekmesi neden bu kadar sorun yaratıyor anlamıyorum. Ortada bir güçlü- zayıf, zengin- fakir ayrımı mı var? Yani herkes her şeyi yapamaz da parası olanlar ya da ünlü olanlar mı yedikleri her şeyi paylaşıp doğumhanede fotoğraf paylaşabilir? Yoksa bunların altında yatan tek sebep takdir edilme isteği mi? Onaylanmak mı istiyoruz acaba. Herkes bizi sevsin, takip etsin, örnek alsın diye mi düşünüyoruz. Damla Altunel