1 HZ. MEVLÂNÂ VE KADIN ANLAYIŞI Kadın ile erkek arasında bir

advertisement
HZ. MEVLÂNÂ VE KADIN ANLAYIŞI
Kadın ile erkek arasında bir eksiklik mevcut değildir. Hepimiz insan olmak
hususunda birbirimize müsâvîyiz. Fakat yaradılış bakımından birbirimize eş
değiliz.
Fizyoloji ve psikoloji cihetinden kadının tabiatı ayrıdır. Kadın, aynen erkek gibi
değildir. Fakat bu demek değildir ki kadın, erkekten üstündür. Yahut erkek
kadından değerlidir. Kadınla erkek havadaki azot ve oksijen gibidir. Hava ne azot,
ne de oksijenden ibarettir. Bunların her ikisinin birleşmesi havayı teşkil
etmektedir. Burada, oksijen mi kıymetlidir, yoksa azot mu kıymetlidir, diye
düşünülemez. Yeryüzünde yaşayan her mahlûkun, nefes alması için oksijene de,
azota da ihtiyacı vardır. Böylece “kadın-erkek” diye bir ayrılık olmadığı gibi, insan
olarak birbirimize müsâvî olduğumuz ve birbirimizi tamamladığımız meydana
çıkmaktadır. 1
Hz. Mevlânâ bu birlikteliği ve ihtiyacı Mesnevî’de şöyle anlatıyor:
Su ile ateşin hallerini bilirsin. Gerçi su, ateş gibi heybetli bir varlığı söndürebilme
kudretindedir. Ancak aynı su bir kap içinde bulunursa ateş onu kaynatır, bir
damlası kalmayıncaya kadar buhar haline getirip havaya karıştırır. Kısaca kaplar
dolusu suyu ortalıktan yok eder.
İşte erkekle kadın da böyle su ile ateşe benzerler. Görünüşte su gibi olan erkek,
kadına hâkim bir durumda ise de, işin iç yüzü böyle değildir. Ateşin harareti gibi
kadının sevgisi ve câzibesi de erkeği coşturup kaynatıp tüketmeye kadirdir.
İnsan varlığında da ruh, su gibi saf ve şeffaftır. Buna mukabil nefis ateş gibi
yakıcı ve kaynatıcıdır. Bunun için değil midir ki ateşi, ruh suyunu kaynatarak,
ondaki rûhânî letâfeti, vücudun kesâfeti içine dağıtıp, ruhu, nefse tâbi hale kor.
Ruhun ateş üzerine konmuş bir kaptaki su gibi kaynatması bu yüzdendir. Yine bu
yüzdendir ki dünyada kadını arzu eden erkek, görünüşte ona hâkim fakat
hakikatte hem kadınına hem de yine dişi tabiatlı olan nefsine mağlup ve
mahkûmdur. Çünkü erkek hayatta olduğu müddetçe kadınsız olmaz ve olamaz.
Esasen bu vasıflar yalnız insanda vardır. Çünkü akıl ve aşk insana mahsustur.
Hayvanda akıl yoktur. Aşk ise tam değildir. Türlü eksiklikler içindedir. Akılda ve
aşkta bu noksanlık yüzündendir ki, çoğu hayvan dişisinin mağlûbu olmaz.
Bunun içindir ki Hazret-i Muhammed, kadınlar akıl ve gönül sahibi erkeklere
hükmederler, buyurmuştur. Hakikat de budur. Akıllı ve ince ruhlu bir erkek
kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur, onlara sertlikle muameleden
çekinir, onları kırmak ve incitmek istemez. Buna mukabil cahil ve akılsız
1
Şefik Can, Hz. Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, s. 188.
1
erkeklerdir ki kadınları ezerler, onlara karşı sert ve kaba olurlar. Çünkü onların
tabiatında hayvanlık üstün gelir.
Aşk ve ruh inceliği, insanlara mahsus sıfatlardır. Sertlik ve şehvet ise hayvanların
sıfatıdır.
Bu demektir ki insanın sevdiği kadına karşı duyduğu aşk ve çekiliş beyhûde
değildir. Çünkü kadın Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nûrudur, sadece
sevgili değildir. Denilebilir ki âdetâ mahlûk değil de Hâlık’tır.
Bu hakikate vardıktan sonradır ki ‘kadın erkeğin yarısıdır’, diyen Hazret-i
Muhammed’in hadisi daha açık anlaşılır. En kuvvetli erkeklerin dahi kadınlar
karşısında za’fa düşmelerindeki sır meydana çıkar.
O kadar ki kadına mağlup olmanın erkekte bir seviye ve irfan mes’elesi olduğu
anlaşılır. Bir erkeğin kadına zebûn olması onun kemâlinin ve irfanının ölçüsü olur.
İslâm dininin kadınlara verdiği ehemmiyet Kur’ân-ı Kerîm’in şahadetiyle sabittir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Müslümanlara hitaplar hemen her fırsatta mü’minûn-mü’minât,
sâlihun-sâlihât gibi erkeklere ve kadınlara aynı değeri veren söyleyişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm, inanmış kadınları, inanmış erkeklerden ayrı düşünmemiş ve ayrı
yâd etmemiştir.
Allah’ın kadına verdiği değer; kadının, kendi yaratıcı kudretinden vasıflar
taşıması, hayatın devamlılığında büyük vazife görmesi gibi, ilâhî mukadderâtın
aziz bir rüknü olmasındandır.
İşaret olunduğu gibi, “Kadına muhabbet, onların vücutları aynasında Cenâb-ı
Hakk’ı müşahede edebilmektendir.”
İbn-i Fârız da “her güzelin güzelliği, Allah güzelliğinden aksetmiş bir parçadır,”
der. Demek ki erkeğin kadına sevgisi bir bakıma onun vasıtasıyla ilâhî güzelliğin
vuslatını dilemek mânâsındadır. Bunun için de kadının erkeğe galebesi tabiîdir.
Fakat böyle bir düşünce; ancak, belirli bir irfan seviyesine varmış ve mâneviyat
âlemlerinde mesafeler kat etmiş erkekler için doğrudur. 2
Mecnun hakkında: “Mecnun eğer Leylâ’yı seviyorsa buna neye şaşmalı, her ikisi
de çocuktu ve bir mektepte okuyorlardı” dediler. Mecnun: “Bu adamlar aptal!
Hangi güzel sevilmez” dedi. Güzel bir kadına meyletmeyen bir erkek var mıdır?
Ve kadın da bunun gibi. Aşk odur ki âşık gıdasını ve tadını, anne, baba ve kardeş
sevgisini, evlat muhabbetini, şehvet zevkini ve her türlü lezzetini ondan alır. (Fihi
Mafih, sf: 283)
2
Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2000, s. 349-350.
2
Hazret-i Mevlânâ kadın konusundaki görüşlerini iki noktada toplamaktadır.
Böylece Mevlânâ, kadının hem ulvî yönlerini düşünmüş ve kadınlığı yüceltmiş,
hem de beşerî zaafını, ihtiraslarını, temâyüllerini çok realist bir ifade ile tasvir
etmiştir.
Mevlânâ’nın eserlerini dikkatle okuyanlar farkındadırlar ki; Hazret, herhangi bir
konunun daha güzel anlaşılabilmesi için bazı tatlı şakalar yapar, bazı mübâlağalı
sözler kullanır. Nitekim, Mesnevî’nin 5. cildinde 3881 numaralı beyitle başlayan
hikâyesinde Mısır halifesinin, Musul padişahının hûri gibi güzel olan câriyesine
âşık oluşunu ve onu almağa giden genç kumandanın, o güzel câriye ile olan
münasebetini anlatırken, kadının cismânî zevke ne kadar düşkün olduğunu
belirtir de “O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erkeklik gücüne şaşıp kaldı” der. Sonra
aynı cariyenin halife ile buluşması açıklanırken “Cariye bir fareden korkan
halifenin gevşekliğini görünce kahkaha ile gülmeğe başladı” diye hikâyeye devam
edilir.
Şehvet meyli, şehvet arzusu gönlü sağır ve kör yapınca, eşeği bile Yusuf gibi
nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gibi gösterir.
Mesnevî’de bulunan hikâyeler, kadını küçük düşürmek için değil, kadının
tabiatını, temâyülünü belirtmek için söylenmiştir. Kadın, erkekten daha duygulu
yaratılmasaydı, kalbi sevgi ve şefkatle dolu olmasaydı, dünyadaki insanlar
çoğalmayacaktı. Bir kadın için çocuk doğurmanın, ölümü göze almak kadar zor
bir şey olduğu bilinmektedir. Ne kadar genç kadın, çocuk doğururken hayatını
kaybetmiştir. Çocuğu doğurduktan sonra binbir müşkülatla büyütmek, uykusunu
fedâ etmek, kendi sütü ile onu beslemek kolay mıdır? Bu yüzdendir ki,
peygamberimiz bir hadislerinde, kadının bu vazifesini takdir ederek onu
yüceltmiş; cenneti babaların ayakları altına değil de anaların ayakları altına
koymuştur. Böylece kadını tebcîl eden, kadını üstün bir varlık olarak gören yüce
peygamberimiz, hislerine esir olan, nefsânî duygularını görmeyen kadından da
sakınmanızı emretmektedir. Bir hadislerinde: “Benden sonra sizin için en
korktuğum şey kadınların fitnesidir. Onların yüzünden uğrayacağınız mihnetler,
sıkıntılardır. Kadınlardan sakının” diye buyurulmuştur.
“Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Hazret-i Âdem bu duyguyu
taşıdığı için utanır da, kendini hadım ederdi. Lânetlenmiş İblis, Cenâb-ı Hakk’a
yalvardı ve dedi ki: “Ey herkesin rızkını veren Allah, şu avı (yani Âdem’i)
avlayabilmem için senden çok büyük bir tuzak isterim. Allah ona altını, gümüşü,
at sürüsünü gösterdi. Bunlarla insanı kandırabilirsin, dedi. İblis bu çok değerli
şeyleri beğenmedi. “Ey güzel yardımcı Allah’ım! Bundan fazlasını ver!” diye
yalvardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk ona yağlı ballı şeyler, çok kıymetli
yiyecekler, içecekler, ayrıca ipek kumaşlar lutfetti. İblis: “Ya Rabbi!, dedi. Bana
daha çok yardım et. Senden daha fazla şeyler bekliyorum. İnsanları, hurma
lifinden örülmüş bağlarla bağlamak için daha fazlasını istiyorum. Böyle senin
cesur olan, er olan sarhoşların o ipleri kolayca koparırlar. Ben koparılmayacak
3
ipler istiyorum. Bana öyle bir tuzak ver ki, o tuzakla, senin has kulların ile has
olamayan kulların birbirinden ayrılsınlar. Ey taht sahibi sultanım, bu verdiklerin
çok güzel şeyler amma, ben, insanı iyice aldatacak, aşağı düşürecek, onu
hayvanlaştıracak başka tuzak istiyorum senden!” dedi. Bunun üzerine Allah, onun
önüne, nefis şarabı, çengi koydu. İblis, şarabı görünce yarı sevindi, yarı
gülümsedi. Allah İblis’e ezelî azgınlığın yolundan haber verdi de, “Haydi” dedi.
“Denizin dibinden, fitne, fesâd tuzunu kopar bakalım” dedi. İblis “Allah’ım senin
kullarından Hazret-i Mûsâ denizin içinde tozdan, topraktan perdeler germişti. Su
her yandan dizgin kasınca, denizin dibinden tozlar kopmuştu, dedi.
Sonra Cenab-ı Hakk, erkeklerin akıllarını başından alan, sabırlarını yok eden
“kadın güzelliği”ni İblis’e gösterince, İblis, parmaklarını şakırdatarak oynamaya
başladı. “Onu ver, onu ver” dedi. “Ben muradıma erdim”. (Mesnevî, 5:957)
Sen hiç kimseyi kadınlara mahrem sayma. Çünkü erkek ile kadın, ateşle pamuğa
benzer.
Hak suyu ile yıkanmış bir ateş gerektir ki, ergenlik çağına geldiği halde Yusuf
gibi, günaha girmekten, kirlenmekten kendini korusun.
Selvi boylu, güzel Züleyha’dan kendini arslanlar gibi çeksin kurtarsın. 3
O aklı fikri alan, erkeği kararsız bir hale sokan mahmur gözleri görünce, gönül
alan güzellerin parlak, tertemiz yanaklarını, erkek gönlünü üzerlek tohumu gibi
yakan yüzlerini; yüzlerindeki benlerini, kaşlarını, akik gibi dudaklarını seyredince,
sanki Cenâb-ı Hak, ince bir tül perde ardından tecelli etmiş gibi idi.
Kadındaki o edâyı, o nazı, o işveyi, o kırıtışı görünce, Allah’ın tül perde ardından
tecellisini andıran kadının bu eşsiz güzelliğini seyredince, İblis yerinde duramadı,
sıçradı, oynamaya başladı.
Kadının güzelliği, gönlünün sevgi ile dolu oluşu, kolayca hislerine kapılması,
şeytanın işine yaramaktadır. Allah kadının kalbine erkekten daha çok muhabbet
ve şefkat vermiştir. Çünkü doğurmadaki zorluğu ana olmanın müşkülâtını göze
alması için Allah kadını bu tabiatta yaratmıştır. Kadın daha sabırlıdır, erkekten
daha çok ızdıraba, acıya dayanır. Kadın, erkeğe nazaran daha uzun ömürlüdür.
Hastalıklara erkekten daha fazla karşı koyar. Bu vasıflar, kadınlar için Allah’ın
birer lütfudur. Çünkü kadın, hislerine hâkim olduğu, nefsânî arzularını yendiği
zaman, Hak yolunda erkekleri geçer, hakikate erkekten daha çabuk ulaşır.
Kadın sevgisinin, şefkatinin merhametinin erkekten çok oluşu, onun yalnız
çocuklar için değil, eşleri için de Allah’ın bir lütfudur. Çok başarıya ulaşmış büyük
3
Şefik Can, Konularına göre açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, c. 5-6, s.
314.
4
insanlar, sanatkârlar, mucitler, başarılarını eşlerinin ihtimamına, şefkatine ve
muhabbetine borçludurlar.
Kadınların, yaradılış itibariyle erkekten daha hassas, daha zayıf oluşu… bu görüş
ve bu oluş, kadın olsun, erkek olsun, insanları şaşırtmış mıdır? Onları doğru
yoldan saptırmış mıdır? Hayır. Mevlânâ, candan sevdiği ve şeriatine bağlı
bulunduğu, “Bir kimse bir kadını sevse, sevgisini kimseye söylemese ve afif yani
temiz kalsa, o kişi o hal üzere iken ölse, şehid sayılır” diye buyuran, büyük
Peygamberimiz Efendimiz gibi iffete çok kıymet verir.
Kadınların zaafından, hislerine düşkün oluşundan yararlanmak isteyen erkekleri
pek aşağı görmekte ve onları suçlamaktadır. Mesnevî-i Şerif’in bir yerinde aynen
şöyle buyurulmaktadır:
Kim başkasının karısına kötülük ederse, iyi bil ki o kimse, kendi karısına kavvatlık
eder –kendi karısını satanlardan olur– çünkü bir kötülüğün cezası, tıpkı onun gibi
bir kötülüğe uğramaktır. Suçun cezası, o suçun misli olur. Sen, başkasının
karısını, herhangi bir sebeple, kendine çektin mi, aynen sen de onun gibi, hatta
ondan da daha üstün bir deyyussun.
Yanlış anlaşılmasın. Hazreti Mevlânâ, kadınların beşeri zaaflarını anlatmakla,
onları hor görmemiştir. İhtiraslar, nefsânî duygular yalnız kadınlara mı
mahsustur? Erkekler bu duygulardan arınmış mıdır? Kadın da insandır. Erkek de
insandır. Bu ikilik, iyi duygulu, kötü duygulu olmak insana mahsustur. Bu
duygular, tabiî de olsa, hisleri ile hareket ettiği zaman, insan küçülüyor.
İnsanlığını idrak ettiği zaman yüceliyor. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Muhakkak ki biz
insanı en mükemmel bir varlık olarak yarattık. Sonra onu aşağılığın aşağılığına
attık” (Kur’an 95:4-5) diye buyurulmuyor mu?
Dünyanın en tanınmış muharrirleri, mütefekkirleri de Hazreti Mevlânâ gibi,
eserlerinde kadın mevzuuna temas etmişlerdir. Shakespeare, Goethe, Nietzche,
Tolstoy gibi meşhurların kadınlar hakkındaki görüşleri ve davranışları pek iç açıcı
değildir. Ne yazık ki, günümüzün bazı ard düşünceli yazarları başka milletlerin
yetiştirdiği büyüklere hayranlık duyarken bizim milletimizin yetiştirdiği büyükleri
küçük görmeye ve küçük göstermeye yeltenmektedirler. Biz, çoğu zaman
herhangi bir büyüğümüzün herhangi bir konu üzerindeki düşüncelerini
öğrendiğimiz zaman o büyüğün yaşadığı asrı hesaba katmadan, bugünün insanı
imiş gibi, onun görüşleri hakkında fikir yürütürüz. Aslında doğru, güzel ve sağlam
fikirler, asırların ötesinden de gelseler, sapasağlam gelirler, onların sakatlıkları
yoktur. Fakat bu atom devri insanları olan bizlerin, beyinlerimizin bilgisayarlaştığı,
gönül yolu ile bağlantımız kesildiği, insaf ve vicdan bize yabancı geldiği için,
Mevlânâ gibi büyük bir varlığı cüce aklımız, işe yaramaz muhakememiz ile
küçültmeye çalışıyoruz.
Yukarıda ismi geçen İngiltere’nin en büyük dram şairi Shakespeare (15641616)’in asil ruhlu Hamlet’ini düşünelim. Kendisinde neler yok ki? Akıllı, basiretli,
5
filozof bir insan, hakikati arıyor, her şeyi var. Halbuki onun tertemiz bir çiçek gibi
lekesiz sevgilisi Ophelia’ya karşı davranışı, o büyük kahramana yakışır mı? Onu
koparıp atıyor. Acımadan o masum kızın mahvolmasına yol açıyor.
Alman edebiyatının en büyük simalarından olan Goethe (1749-1832)’nin Faust’u
da öyle. O büyük âlim, mütefekkir, hakîm, hakikatin araştırılmasında yeni ilimlerin
ebedî neşesidir. Bu büyük filozof, bu kuvvetli büyük ruh, Marguerite’yi sever.
Bütün imkânlar müsait olduğu halde, hakikatin araştırılmasında kendisine
arkadaş olmak üzere bir kadın istemiyor. O Marguerite’ye süslü bir tavus kuşu
gibi yaklaşıyor. Verdiği gerdanlıkla onun basiretini bağlıyor. Sonradan onu
mahvediyor.
Nietzche; bu büyük Alman filozofu ise; “Kadınla konuşacağın zaman kırbacı eline
almayı unutma” diyor.
Napoleon da, kadına güzel, iştah açıcı bir et parçası gibi bakıyordu. Ve
milyonlarca facia romanlarındaki aşk, bu güzel etin iştihası üzerinde kurulmuş ve
kurulmaktadır.
Televizyonda her akşam seyredilen aşk hikâyelerinin de konusu bu. Bütün
bunlarda kadın gibi üstün bir varlığın, bütün erkeklerin ve bütün büyük insanların
anası olan kadının ruhu, mânevî değeri, gerçek aşkı unutulmuştur. Fizikî aşk,
büsbütün inkâr edilemez. Fakat aşk, ne çıplak ne de süslü bir fizyolojidir. Gül de,
zambak da, utangaç mimoza da, hep kaba bir tohumdan bitip, gübrenin verdiği
kirli su ile beslenirler de, gübrenin pis kokusundan yaprak ve çiçeklerin güzel
kokusunu meydana getiriler. Fizikî aşk da böyledir. Fizyoloji zemini üzerinde
büyürse de, sadece fizyolojiden ibaret değildir.
Bir çok kadın ve erkeğin aşkı fizyolojiktir. Bu kaba, bayağılaşmış aşktır. Aşkın
yüksek kaidesinden sokak çamuruna düşüşüdür. Hoş kokulu gülün gübreye
tahavvülüdür. Bu terakki ve yükseliş değil, bir alçalıştır. İnsanlıktan hayvanlığa
düşüştür. Bu gerçek aşk değildir.
İşte mânâdan mahrum olan, sadece şekilde kalan büyük sanatkârların anlattıkları
kadın ve aşk konusu bu.
Rusya’da Çarlık devrinde yetişen büyük mütefekkir Leo Tolstoy 1862’de
evlenmiş, o sıralarda tuttuğu hatıra defterine şunları yazmış: “Evlendiğim için
mutluyum. Âile saadeti büyük bir güneş gibi ruhumu aydınlatıyor”. Bir sene sonra
kendi romanının kahramanının ağzından şunları kaleme almıştı: “…Asla ….Asla
evlenme. Zevcen senin eser ortaya koymana engel olacaktır. Alakâlarını tahdîd
edecektir. Bizzat seni sukut ettirecektir. Aşağı bir varlık yapacaktır. Kadın daima
kabahatlidir. Kadın hep kendi çıkarlarını düşünür. Bayağı bir varlık olduğu için,
kocasının ruhunu bayağılaştırıp alçaltır…”
6
Büyük Mevlânâ, adı geçen bu tanınmış mütefekkirlerden asırlarca önce kadın
hususunda neler söylüyordu? Onları dikkatle okuyalım. Mesnevî’nin 1. cildinin
2426 numara ile başlayan şu beyitleri neler söylüyor? Kadını nasıl anlatıyor?
Nasıl vasıflandırıyor?
“Allah, kadını, erkek onunla rahat etsin, ona eş olsun diye yarattı. O halde Âdem
Havva’dan nasıl olur da ayrı olabilir. Havva’sız nasıl yaşayabilir? Erkek yiğitlikte
Zaloğlu Rüstem olsa, cesarette Hazret-i Hamza’dan bile ileri geçse, hükmetmek
hususunda kendi karısının esiridir. Âlemi güzel, tatlı sözleri ile mesteden, kendine
bağlayan Hazret-i Peygamber bile ‘Ey pembe beyaz kadın, benimle konuş!’ diye
hiddetlenen eşine niyazda bulunurdu. 4
İnsan psikolojisini iyi bilen Mevlânâ, kadın ruhunun inceliklerine dikkati çeker.
Aşırı ve yersiz baskıların ters tepkiler yaratacağını söyler. Aksine, kadının
yaradılışına uygun, daha serbest bir yöntemle davranılırsa iyi sonuçlar
alınacağını örnekler vererek anlatır.
Bu konuyla ilgili olarak Hz. Mevlânâ Fihi Mafih adlı eserinde şöyle demektedir:
Gece gündüz kavga edip bir kadının huyunu güzelleştirmek ve düzeltmek
istiyorsun. Onun pisliğini kendinle temizliyorsun. Kendini onunla temizlemen, onu
kendinle temizlemenden daha iyidir. Sen onun vasıtasıyla iyileş, güzelleş, ona
doğru git. İmkânsız olsa bile, onun dediği şeyi kabul et. Kıskançlık her ne kadar
erkeklerin vasıflarından ise de bu huyu bırak, O (başka) erkeklerin sıfatlarını sana
söylese de kıskanma; çünkü sendeki iyi vasıflarla, sonra kötü vasıflar meydana
gelir. Bu bakımdan peygamber (s.a.v.): “Müslümanlıkta bekârlık yoktur”
buyurmuştur. Rahipler yalnız oturur ve dağlarda yaşarlar. Evlenmezler ve
dünyayı terk ederler. Aziz ve yüce olan Tanrı Peygamber’e çok ince bir yol
gösterdi. O yol nedir? Kadınların kaprislerine, kötülüklerine tahammül etmek ve
onların söyledikleri imkânı olmayan şeyleri dinlemek; ve ona karşı sert
davranmak suretiyle, kendini iyileştirmek ve düzeltmek için evlenmektir. (Tanrı)
ona: “Sen en yüksek ahlâk üzeresin” buyurmuştur.
İnsanların kötülüklerine katlanmak, tıpkı kendi pisliğini onlara sürmek suretiyle
kendini temizlemek gibidir. Senin huyun tahammülle iyi olur, onların ki ise zulüm
ve kötü muameleden dolayı bozulur, kötüleşir. Şimdi mademki bunu öğrendin,
artık kendini temizle ve onları, pisliklerini temizlediğin bir bez parçası olarak bil.
Nefsinle başa çıkamazsan da kendi aklına şu dersi ver ve de ki: Farzedelim o
aramızda nikâh olmayan serseri bir sevgilidir. Şehvetime yenilince onun yanına
giderim. İşte bu suretle hamiyyeti ve kıskançlığı içinden çıkar at. Nefsini terbiye
edip, sende mücahede ve tahammül zevki meydana gelinceye ve böyle onların
imkânsız bulunan şeylerinden, sende türlü türlü haller hasıl oluncaya kadar bunu
bu şekilde kabul etmeğe çalış. Sonra da kendi kendine verdiğin bu ders olmadan
da kendi mücahedenin ve eski haline esef etmenin müridi olursun. Çünkü artık
kendi faydalarını açıkça onda görürsün.
4
Şefik Can, Hz. Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, s. 191-196.
7
Hz. Îsâ’nın (Ona selâm olsun) yolu, yalnız kalmak (halvet) ve şehveti körleştirmek
için çalışmaktı.
Hz. Muhammed’inki (Allah’ın selâm ve salâtı onun üzerine olsun) ise, insanların
ve kadınların zahmetine katlanmak, tasalarını çekmekti. Mademki Muhammed’in
yolunda gidemiyorsun, hiç olmazsa Îsâ’nın yolunu tut ki büsbütün mahrum
kalmayasın. Eğer yüz tokat yemekten bir lezzet duyuyorsan, bunun semeresini
ya gözünle görür yahut: “Mademki buyurmuşlar, haber vermişlerdir, o halde böyle
bir şey vardır. Bir zaman bekliyeyim de haber verdikleri o semere bana da
erişsin!” diye gaibe inanırsın. Bundan sonra: “Çektiğim bu zahmetlerden eğer
şimdi bir şey elde etmemişsem de sonunda hazinelere kavuşacağım.” Deyip
buna gönül bağladığından dolayı hazinelere erersin. Hatta istediğin ve
beklediğinden fazlasına kavuştuğunu görürsün. Bu söz şimdi tesir etmezse de,
daha çok olgunlaştığın zaman sana pek çok tesir eder. Kadın ne oluyor, dünya
ne oluyor? (o zaman anlarsın). Sen desen de, demesen de o kendi bildiği gibidir
ve bildiğinden şaşmaz. Söylemekle ona tesir edilmez; hatta daha kötü olur.
Meselâ bir ekmek al, koltuğunun altına koy ve insanların görmesine mânî ol. Eğer
sen: “Ben bunu insanlara vermeyeceğim. Vermek şöyle dursun göstermeyeceğim
bile!” dersen; ekmek, ucuzluğundan, bolluğundan sokaklara atılmış olsa da
görülmesine mânî olmaya başlayınca; bütün insanlar, onu görmek isteyip senin
arkanda dolaşır, dururlar ve: “Biz elbette o sakladığın ve görmemizi istemediğin
ekmeği görmek isteriz!” diye, ya birini araya kor yalvarırlar, yahut da onu zorla
almak isterler. Sen o ekmeği bilhassa, bir yıl yeninde saklasan, göstermemek ve
vermemekte aşırı gitsen, insanların da buna karşı isteği ve alâkası haddini aşar.
Çünkü insanlar men edildikleri şeye karşı harîs olurlar. Sen ne kadar kadına:
“Kendini sakla, örtün!” diye emretsen, kendini gösterme arzusu onda o nispette
fazlalaşır. Halkta da gizlendiğinden dolayı, o kadını görmek temâyülü o kadar
artar. Şu halde sen oturmuş, iki taraftan bu görmek ve görülmek arzusunu,
rağbetini arttırıyor ve bununla da onu ıslah ettiğini zannediyorsun. Bu yaptığın
şey fesatçılığın bizzat kendisidir.
Onda eğer kötü bir işi yapmamak cevheri varsa, sen mâni olsan da olmasan da,
o güzel yaradılışına, temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Sen merak etme. Aklını, işini,
gücünü karıştırma; bunun aksine de olsa, o yine kendi bildiği yolda gidecektir.
Ona mânî olmak, muhakkak ki rağbetini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. 5
Velî; “Dünyada üç çeşit kadın vardır.” dedi. “İkisi belâdır, eziyettir, mihnettir,
derttir. Üçüncüsü ise; ele geçmez bir gönül definesidir, ruh hazinesidir.
O birinci çeşitten bir kadın alırsan, o kadın tamamiyle senin olur. İkinci çeşitten
alırsan; yarısı senindir, yarısı da senden ayrıdır.
5
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâfih, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi,
1990, s. 135-139.
8
Üçüncü kadın çeşidine gelince; bilmiş ol ki, o hiçbir zaman senin olamaz!
6
MEVLÂNÂ’NIN ÇEVRESİNDEKİ KADINLAR
Allah elçilerine has sonsuz bir sevgi ve o nisbette büyük bir saygıyla sarılan
Mevlânâ’nın çevresinde yaşayabilmek ender karşılaşılır bahtlılıklardandır. Bu
mutluluğa erişebilme yolunda nice hükümdarlar ve devlet büyükleri, nice büyük
sıfatlı bilginler ve sanatkârlar uğraşıp ömür tüketmişlerdir. O çevrede yalnız
büyük adlılar değil, türlü millet ve ümmetlerden isimleri unutulmuş nice er-kişiler,
köylüler, kentliler, dahası, çocuklar nasiplerince ebedî saadeti bulmuşlardır. Ve o
çevrede nice hatun kişilere yer, yalnız yer değil; bizzat Mevlânâ'nın dile getirdiği
büyük büyük değerler de verilmiştir.
Mevlânâ’nın çevresinden olabilme saadetine erişen kadınlardan söz açmadan
önce, o çevrenin hazırlanışında âmil olan iki büyük soylu kadından bahsetmek
gerekir. Bunlardan ilki, büyük Mevlânâ’nın ninesi, Alâeddin Muhammed
Harezmşah'ın güzel kızı, Hüseyin Hâtibî'nin eşi yani Sultanü'l-Ülemâ Bahaeddin
Veled'in annesidir. Öyle bir anne ki, çok genç yaşta kaybettiği eşinin
kütüphanesinde bir gün oğluna "Bizi babana bu ilimleri, bu hikmetleri bildiği için
verdiler" diye övünür. İkincisi Mevlânâ'yı dünyaya getiren bahtlı kadın, Belh Emiri
Rükneddin Muhammed'in kızı Mü'mine Hatundur. Karaman'da bir camide ebedî
uykusunu uyuyan, bir bilginler sultanına eşlik ve bir gönüller sultanına analık
eden Mü'mine Hatun hakkında bildiklerimiz çok azdır.
Tanrı'nın kadını erkeklere munis olmak üzere yarattığını söyleyen Mevlânâ’nın
pek küçükten ilimle, irfanla, hak ve hakikat aşkıyla doldurulmaya başlıyan
hayatına ilk kadın on sekiz yaşında karışır. Mevlânâ’nın ilk eşi olmak şerefini
kazanan bu mutlu kadın, Lala Şerefeddin Semerkandî'nin kızı Gevher Hatun'dur.
Eflâkî'nin Menâkıbü'l-Ârifin’inde “ahlâk ve yüz güzelliğinde ve letâfette eşi
olmayan bir insan” diye tarif ettiği Gevher Hatun yaşadığı müddetçe, şeriatin dört
kadınla evlenmeğe müsaade ettiği bir devirde, Mevlânâ’nın tek kadını olarak
kalmıştır. Sevgi ve merhameti insanlık, hiddet ve şehveti hayvanlık vasfı sayan,
"Kişi yiğitlikte Zal oğlu Rüstem bile olsa, Hamza'dan bile ileri geçse hükmetme
hususunda karısının esiridir." diyen Mevlânâ gibi bir mürşid-i kâmilin bir kadının
esiri olacağı düşünülemez. Ancak O, Gevher Hatun'un şahsiyetine büyük değer
vermiş, Hatun da O'na Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi gibi iki oğul
kazandırmıştır.
Mevlânâ ikinci izdivacını Gevher Hatun'un ölümünden sonra Konya'lı Kerrâ
Hatun'la yapmıştır. Kızı Melike Hatun, en küçük oğlu Emir Âlim Çelebi bu
hatundan dünyaya gelmişlerdir. Cennet ehli hakkındaki bir sorusuna verdiği
cevapta "Eğer sensiz beni cennete çâğırsalar, cennet sahrası yüreğimi sıkar"
rubâîsiyle Kerrâ Hatun'a iltifat eden Mevlânâ’nın hayatında bu ikinci eşinin pek
6
Şefik Can, Konularına göre açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, c. 1-2, s.
436, beyit. 2405, 2406, 2407.
9
büyük bir yeri vardır. Mevlânâ’nın ev hayatına ve şahsiyetine dair en mahrem
bilgileri Kerrâ Hatun nakletmiştir. Eflâkî'nin, güzellik ve olgunlukta çağının ikinci
Sara'sı, iffet ve ismette Meryem'i saydığı Kerrâ Hatun, Mevlânâ'nın pek çok
sırlarına vakıf, O'nun büyük şahsiyetine lâyık bir kadındı. Mevlânâ hayattayken
O'nun sohbet meclislerine katılan ve devrinde bir veliyye sayılan Kerrâ Hatun,
Mevlânâ'nın göçüşünden sonra da bu meclisleri devam ettirmiştir. Eflâkî'nin
eserinde Kerrâ Hatunla ilgili menkabelere sıkça rastlanır.
Mevlânâ'nın kızı, Hoca Şihabeddin-i Rugânî Karamid'in eşi Melike Hatun, Kerrâ
Hatun'un "Kerrâ-yı Buzurg" diye tanınan annesi, Sultan Veled'in dadısı Kiramana
Hatun, Şems-i Tebrizî'nin eşi Kimya Hatun o çevrenin en yakınlarından idiler.
Şeyh Salâhaddin Zerkub'un annesi, Mevlânâ'nın "Bizim Lâtife Hatun'un zatı,
Allah’ın suret bağlamış lâtifesidir" diye övdüğü Selâhaddin Zerkub'un eşi bu
çevreden nasiplerini alanlardandır. Adı geçen Şeyhin iki kızından Mevlânâ'nın
"benim sağ gözümdür" diye tanıttığı Fatıma Hatun, Mevlânâ'ya gelin, Sultan
Veled'e eş olmuştur. Mevlânâ, Sultan Veled'e yazdığı bir mektupta, Fatıma
Hatun'un şahsında kadınlara duyduğu saygı ve şefkati dile getirmiştir:
"Padişahımızın kızının, bizim ve bütün dünyanın gözünün ve gönlünün ışığının;
bir an bile, hattâ yanılsan da, unutsan da hatırını kırma, onu gücendirme, O,
sınanma için sana verilmiş bir emanettir. Her günü, her geceyi gerdek günü,
gerdek gecesi bil." Şeyhin diğer kızı, Hediye Hatunu ise, "Benim sol gözümdür."
diye tanıtmakta, kendisi ve yakınları için istemediklerini, sırf Hediye Hatun
mahzun olmasın, cihansız kalmasın diye devrin büyüklerinden eşlerinden talep
etmektedir.
Evinde cariye kullanmamış, cariyesi olan yakınlarını,
hemşirelerimizdir, onları hırpalamayın" diye ikaz etmiştir.
"Onlar
bizim
Sultan Veled'in diğer zevceleri Nusrat ve Sünbüle Hatunlar, kızları Mutahhara ve
Şeref Hatunlar o çevredendiler. Mevlânâ bu torunlarından ilkini Âbide, ikincisini
Ârife sıfatlarıyle tavsif etmişlerdir.
Çağın soylu kadınlarından Selçuk Sultanı IV. Rükneddin Kılıç Arslan'ın karısı
Tokatlı Gumâc Hatun, Vezir Muineddin Süleyman Pervane'nin açık elli, büyük
gönüllü eşi Gürci Hatun, kızları Aynü'l-Hayat ve Hâvendzâde hatunlar
Mevlânâ'nın yakınları idiler, iyilik-sever davranışları, çevrelerine yaptıkları sosyal
yardımlar daima Hazret'in takdirlerini çekmekteydi.
Konyalı Dindar, veliyye ve kâmile, zamanın Rabia’sı sayılan Fahrünnisa,
Sultan'ın kızlarının hocası Usta ve evinde Mevlânâ'nın katıldığı sema' meclisleri
yapan Nizam Hatun, adları unutulmuş nice kadınlar Mevlânâ'nın muhitinde
yaşayabilmek saadetine ermişlerdi.
Mevlânâ, yalnız çevresindeki soylu kadınlara değil, hattâ düşük, sokak
kadınlarından bile iltifatını esirgememiş, onları "Ne yiğitlersiniz sizler, ne
yiğitlersiniz. Siz olmasanız bu nefisleri kim alt ederdi? Nasıl belli olurdu
10
namusluların namusu" diye övmüştür. O muhitten bir kadın olan Çengi Tavus,
Mevlânâ'nın görklü nazarı üzerine düştükten sonra Sultanın hazinedarı
Şerefeddin'e eş olacak, Mevlânâ meclislerine girecek kadar izzet kazanmıştır.
"Fihi mafih"inde kadın ruhunu inceleyen, kadına yapılacak baskının tepkisinden
bahseden, bir çok açık misallerle ve çağından çok ileri bir görüşle kadının çok
sıkı örtünmesinin aleyhinde bulunan Mevlânâ, kadınlığı izzetliyen bu büyük
Devletli, "Mesnevî’sinde der ki:
"Kadın, Hak nurudur, sevgili değil... Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil..." 7
ZÜLEYHA’NIN AŞKI
Züleyha aşkın tesiri ile öyle bir hâle gelmişti ki, çörekotundan öd ağacına kadar
her şeyin adı ona göre Yûsuf idi.
O, Yûsuf’un adını başka adlarda gizlemişti; en yakınlarına bile, bu sırrı
söylememişti.
“Mum, ateşin tesiri ile yumuşadı.” dese, “Sevgili bize alıştı, bize yaklaştı.” demiş
olurdu.
“Bakınız; ay doğdu!” dese, yâhut; “Söğüt ağacı yeşerdi.” dese,
“Yapraklar ne güzel oynamada!”, “Çörekotu ne hoş yanmada!” dese, “Gül,
bülbüle bir sır söyledi.” dese, “Padişah, sevgilisine sır söyledi.” dese,
“Bahtımız ne kutlu!” dese, “Tozlanmış olan yer örtülerini silkin!” dese,
“Saka su getirdi.” dese, “Güneş doğdu.” dese,
“Dün gece, bir tencere yemek pişirdiler; pişen yemek çok iyi pişti!”
“Ekmekler tatsız tuzsuz!” dese, “Felek tersine döndü!” dese,
“Başım ağrıyor!” dese, “Başımın ağrısı geçti; şimdi daha iyiyim!” dese, bu sözlerin
hep aynı mânâları vardı.
Birini medhetse, aslında Yûsuf’u medhetmiş olurdu. Birinden şikâyet etse, onun
yarılığından şikâyet etmiş olurdu.
Yüzbinlerce şeyin adını ansa, onun maksadı, Yûsuf idi; isteği de Yûsuf idi.
7
Dr. Müjgân Cunbur, Türk Yurdu Dergisi, 1964, Mevlânâ Özel Sayısı.
11
Acıkınca, onun adını anınca, o adla doyardı; onun kadehi ile sarhoş olurdu.
Susuzluğu bile, onun adını anınca geçerdi; Yûsuf’un adı, ona bir iç şerbeti, bâtın
şerbeti olmuştu.
Bir derdi olsa, o yüce adı anınca, derdi derhal geçerdi.
O ad, kış mevsiminde ona yumuşak bir kürk ördü. Aşk halinde, dostun adı bütün
bu işleri yapar!
Halk da, câhil kişiler de pâk adı her ân anarlar ama; aşkları olmadığı için o ad, bu
işleri görmez!
Hz. Îsâ, O’nun adı ile, yani gerçek sevgili olan Allah’ın adı ile mucizeler gösterdi;
ne yaptı ise O’nun adı ile yaptı! 8
8
Şefik Can, Konularına göre açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, c. 5-6, s.
633-634.
12
Download