Tekfirin Hakikati “Tekfir Şer`i Bir Hükümdür”

advertisement
Tekfirin
Hakikati
“Tekfir Şer’i Bir Hükümdür”
Tarık Ebu Abdullah
İÇİNDEKİLER
Mukaddime 5
Önsöz 7
Birinci Mukaddime : Beyan (İslam Dilinin Belağatı) 9
İkinci Mukaddime: Şer’î Ahkâmın Beyan Kaideleri 25
Üçüncü Mukaddime: İstihsan Hakkında 37
Birinci Kısım: (Fasıl) Bir Şeyin Hakikati Nedir? 45
İkinci Kısım: (Fasıl) Tekfir Şer’î Hükümdür Ne Demek?
71
Fasıl: İlahi Hükmü Zannetmek Kime Caizdir? 93
Fasıl: Bazı Şüphelere Cevap 129
Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin
ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir
düşmandır. O size yalnızca kötülüğü, fahşiyatı hâyâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal,
buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.
Tekfirin Hakikati
�‫الرح‬
‫بمس الهل الرمحن ي‬
‫ين‬
�‫نستع‬
‫و به‬
Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e, ehli beytine ve ashabına
salât ve selam olsun. Sonra…
… Aslında bu risaleye “Tekfir Allah’ın hükmüdür” ismini verecektim fakat yanlış anlamalara yer vermemek için bundan vazgeçtim. Fakat işin hakikatine bakılırsa bu ifade daha isabetli olacaktı.
Evet! Tekfir Allah (azze ve celle)’nin hükmüdür… Bu ne demek? Âlemlerin Rabbi olan Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın bir kişiye veya topluluğa
kâfir hükmünü vermiş olduğunu haber vermek demektir. Şu hâlde
bir kimse bir kişiyi küfre nispet edecek olursa, o kişinin Allah indinde kâfir olduğundan emin olması lazım ki Allah (subhanehu ve teâlâ)
hakkında ilimsiz konuşmuş olmasın. Zira bu, O’nun adına konuşmaktadır. O’nun (celle ve âlâ) bir şahıs hakkında verdiği hükmünden
haber vermektedir. O’na yanlış bir söz nispet etmek ne büyük bir
hüsrandır.
Hükmetmek sadece Allah (azze ve celle)’nin mülküdür. Hiç kimsenin bunda O’na ortaklığı yoktur. Ne mukarreb bir meleğin ne mürsel Nebi’nin ve ne de müctehid bir âlimin… Bırak cahili. Dünya ve
ahirette iflas etmek istemeyen bu alanda cesaretli olmasın. Helal ve
haram kılmak sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya ait olduğu gibi, müslümanı ve kâfiri belirlemek de sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya aittir.
Bunun için bu küçük risaleyi yazdım. Gayem tekfir mevzusunu fıkhi mahiyetiyle incelemek değildir. Gayem, Allah (subhanehu ve
teâlâ)’nın tevfiki ve inayetiyle, âcizane anladığım kadarıyla bu meselenin hakikatinden bahsetmektir.
7
8 Tarık Ebu Abdullah
Maksudun anlaşılması için birkaç aslın bilinmesi kaçınılmazdır.
Bunun için asıl mevzuya girmeden evvel bu asılları mukaddimeler
olarak işledim.
Ayrıca bahse girmeden evvel şu hususları tembih etmeyi de
önemli buluyorum:
Birinci husus: Risalenin ilk kısmı konunun doğru anlaşılması
için zemini oluşturan asıllar ihtiva etmektedir. Sonraki kısımlar bu
asıllara bina eden fasıllardan ve istidlallerden ibarettir. Bunun için
okuyucunun risalenin tümünü okuması gerekir.
İkinci husus: Risalenin üslubu sonrakini evveline bina etmek olduğundan ötürü risalenin ilk kısımlarında söylenilenler sonraki kısımlarda tavzih ve tafsil edilecektir. Okuyucunun, belki ilkinde anlayamadığı hususlar risalenin sonraki kısımlarında kendisine anlaşılır
hâle gelecektir. Bunun için risaleyi baştan sona kadar okumadan ara
yargılara varılmamasını önemle tavsiye ederim.
Müslümanları cihadtan nefret ettiren onları korkutan ve cihadı
sanki ölümmüş gibi tasavvur eden, kadınların dul çocukların yetim
olması olarak gösteren kişiler ile bu geçen hikmetli söz arasında ne
kadarda büyük bir fark var.
Tarık Ebu Abdullah
Tekfirin Hakikati
�‫الرح‬
‫بمس الهل الرمحن ي‬
ÖNSÖZ
Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e, ehli beytine ve ashabına
salât ve selam olsun. Sonra…
İlmin azalması, cehaletin çoğalıp yaygınlaşması, ilmin küçüklerde (ilmi yetersizliği olanlar) aranması kıyamet alametlerindendir.
Hiç şüphe yoktur ki başımıza gelen her bir felaket ve musibetlerin
sebepleri vardır. Hidayetten uzaklaşmak, dalalet ve yanlışlara düşmek, cahillerin alimleri itibarsızlaştırıp dil uzatmaları, kendilerini
o makama layık görüp o makamı işgal etmeleri, dinin her alanında
fetva vermeleri, kanlar, mallar ve ırzlar konusunda ahkam keserken
cesur olmaları ve dinleyen kitleler bulmaları bu asırda başımıza gelen felaketlerden bir tanesidir.
Alimlerin azlığı ve yok oluşları, onların konumuna cahil insanların gelmesi belanın büyüklüğünü göstermektedir. Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah ilmi insanlardan söküp almaz, ancak ilmi alimlerin
canını alarak alır. Hiçbir alim bırakmayınca insanlar cahil başlar (liderler)
edinir, onlar sorulurlar ilimsiz fetva verirler. Böylece hem saparlar hemde
saptırırlar.” (Müslim)
Tekfir mevzusu neredeyse 1400 senedir ümmeti meşgul eden ve
usulüne göre kullanılmayınca da Müslümanlara acılar çektirmiş olan
hassas konulardan birisidir. Namazın dinimizde aslı ve temeli vardır.
Kuralları ve uygulanış şekli vardır. Namaz kural ve şekillerine göre
9
10 Tarık Ebu Abdullah
eda edilmezse kabul edilmeyeceği gibi, tekfirinde aslı, temeli ve kuralları vardır. Eğer kurallarına uyulmazsa, ehil kimselerin kontrolü
dışına çıkarsa, ümmete ve bu işle meşgul olan kişiye felaketler getirir.
Dünya ve ahiretini (Allah korusun) harap eder.
Cehenneme karşı en cesur olan kişi, fetva vermede o kadar cesur
olan kişidir. Fetva, Allah’u Teala adına konuşmak ve Allah’u Teala
adına onaylamak anlamına gelmesi sebebiyle dinimize göre çok hassas bir konumu ve mes’uliyeti vardır. Aynı şekilde bir sebepten ötürü
küfre bulaşmış bir Müslümanı tekfir edip İslam dairesinden çıkarmak, en az fetva kadar hassas ve en az onun kadar mes’uliyeti vardır.
İşte bu can alıcı mevzuyu pek muhterem Tarık Hocam ilmi bir uslup
ve hassas bir usul ile ele almış, ilimsiz tekfir etmenin ne anlama geleceğini ve şeriatte nasıl değerlendirildiğini izah etmiştir.
Bu hassas meseleyi anlamak ve kavramak için sabırla bu güzel
kitabı okumanızı tavsiye ederim. Rabbim hocamdan bu kıymetli kitaba harcamış olduğu emeğini kabul buyursun, ecrini bol bol versin
ve acı halde olan İslam ümmetine hayırlara vesile kılsın. Allahumme
amin. Velhamdulillahi rabbil’alemin.
Musa Ebu Cafer
- birinci mukaddime -
BEYAN
(İslam Dilinin Belağatı)
12 Tarık Ebu Abdullah
R
isalenin konusu şer’î bir hükmün hakikati olunca hakikatin neyle
beyan olacağı hususunda bir mukaddime yapmak zorunlu oldu.
Hakikatin tarifi aşağıda gelecek inşallah. Bizim için burada önemli
olan, konumuz olan tekfir hükmünün hakikatinin, bütün hükümlerin hakikatinin ve bilumum bütün mahlûkatın hakikatinin nasıl
beyan edilmiş olduğudur.
Hakikat; hak olandır, yani yaratılmış olduğu hâl üzere olandır.
Zira hakikat, ancak varlıkta var olandır. Varlıkta var olmayanın hakikati yoktur, o hayaldir. Bunun için ilim “şeyi vakıada olduğu hal üzere tanımak” olarak tarif edilmiştir. Ama şeyi vakıada olduğu hâlin
dışında bir hâl üzere tanımak ise tahayyül ve cehalettir. Dolayısıyla
ilim, şeyi hakikati üzere tanımaktır.
Lakin her ilim eşyanın hakikatine isabet etmez, onu göstermez.
Çünkü eşyayı tanımak tasavvura tabidir. Bunun için insan şeyin tanımında hakikatine isabet edebilir de etmeyebilir de veya kısmen
isabet edebilir. Binaenaleyh, şeyin hakikatini beyan edecek olan ilim
hakikati tanımaya elverişli bir ilim olmalıdır. Bunun için de hak ile
aynı kaynaktan gelmelidir. Yani eşyayı yaratan, ona hakikatini veren
tarafından gelmelidir… Semadan nazil olmuş olan bir ilim olmalıdır… Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e semadan vahyedilen ilim gibi.
Hakkı gösteren ve eşyanın hakikatini tanımlayan ilim ancak budur.
Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: “İşte Biz böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun.
Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet
ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola götürüyorsun. Göklerde
ve yerde bulunanların sahibi olan Allah’ın yoluna götürüyorsun. İyi bilin
ki bütün işler sonunda yalnız Allah’a dönecektir.”1 İmam Ebu’l-Fidaİbn-i
1 Eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetler
Tekfirin Hakikati
Kesir (rahimehullah) (Vefat H: 774) ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle
der: ““İşte Biz, böylece sana da emrimizden bir ruh” yani Kur’an’ı
“vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun” yani
sana Kur’an’da tafsilatıyla vazedildiği gibi bilmiyordun. “Fakat Biz
onu”, yani Kur’an’ı “bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola”
yaratılışa uygun hak yola “götürüyorsun.” Sonra bu yolu şöyle açıklıyor: “Göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah’ın yoluna”
yani Allah’ın emrettiği şeriata “götürüyorsun.” ”2
Ve Âllame Şeyh Abdurrahman bin Nasir es-Sa’di (rahimehullah)
(Vefat H: 1376) şöyle diyor: ““İşte Biz böylece sana da emrimizden
bir ruh vahyettik.” Bu ruh Kur’an-ı Kerim’dir. Onu ruh ile isimlendirmiştir; çünkü ceset ruh ile hayat kazanır. Bunun gibi, kalpler ve
ruhlar ve din ve dünya maslahatları Kur’an ile hayat bulur. Çünkü
onda büyük hayır ve her şeyi kuşatan bir ilim vardır… “Biz onu bir
nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz” o,
onlara küfrün, bid’atın ve helak edici hevanın karanlıklarında ışık
olur; onunla hakikatleri bilirler ve dosdoğru yola hidayet olunurlar.”3
Ve Allah (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana
olan lütfu büyüktür.”4
İmam Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) (Vefat H: 310) şöyle der:
““Kitap” o, her şeyi beyan eden, hidayet eden ve öğüt verici olan Kur’an’dır.
“Ve hikmeti” yani sana kitap ile beraber hikmeti de indirmiştir. Hikmet ise,
kitapta helallerden, haramlardan, emirlerden, nehiylerden, müjdelerden ve
tehditlerden mücmel olanları açıklayandır.”5
2 Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetlerin tefsiri. (Dar-u Tayyibetin li’nneşri ve’t-tevzi, ikinci baskı h.1420)
3 Teysiru’l-Kerimu’r-Rahman, eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetlerin tefsiri. (Muessessetu’r-Risale, birinci baskı h.1421)
4 En-Nisa Sûresi 113.ayet
5 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, en-Nisa Sûresi 113.ayetin tefsiri. (Muessesetu’r-Risale,
birinci baskı h.1420)
13
14 Tarık Ebu Abdullah
Katade (rahimehullah) “Hikmet sünnettir” demiştir. İmam Malik (ra“Hikmet, dinde marifet ve fıkıh sahibi olmak ve ona uymaktır”
der. Ve İbn-u Zeyd (rahimehullah) şöyle der: “Hikmet, sadece onunla (sallallahu aleyhi ve sellem) bilinmesi mümkün olan dindir. Onu onlara öğretir.” Bu
nakilleri serdettikten sonra İmam Ebu Cafer (rahimehullah) şöyle der:
“Doğrusu hikmet,Allah’ın hükümlerine ilişkin ilimdir. Bu ilim ise sadece
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in beyan etmesiyle idrak edilir.”6
himehullah)
Binaenaleyh, hak sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahyedilmiş, semadan nazil olmuş olan ilme münhasırdır. Bu ilmin asılları Kur’an, Sünnet ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashabıdır.
Bütün diğer ilimlerin ancak bu üç asıla mutabık olduğu kadarıyla
haktan bir nasibi vardır. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: “Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din
olarak İslam’ı beğenip seçtim.”7
İmam Ebu Abdullah İbn-u Kayyim (rahimehullah) (Vefat H: 751)
şöyle diyor: “Kulların; ilimde, bilimde ve dost ve düşmanlıkta durumlarını
düzeltecek amellerde ihtiyaç duyacakları her şey Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünneti olan umumî risaletinde mevcuttur. Ondan başkasına
kesinlikle ihtiyaç yoktur. Muhtaç olduğumuz sadece onun getirdiğini bize
ulaştıran birisidir. Kimin kalbinde bu husus istikrar bulmamışsa onun
Rasûle imanı sağlam değildir. Bilakis mükelleflere yönelik umumî risalet ile
gönderilmiş olunmasına iman etmek nasıl vacip ise, bu hususta da umumî
risalet ile gönderilmiş olunmasına iman etmek vaciptir” Yani Rasûlallah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in vacip, haram, müstehap, mekruh ve mubah
gibi şer’î teklifleri beyan etmek üzere gönderildiğine iman etmek vacip olduğu gibi, varlıkta var olan her şeyi de beyan etmek üzere gönderildiğine iman etmek vaciptir. Sonra İmam (rahimehullah) şöyle devam ediyor: ”Nasıl ki insanlardan bir kişi dahi onun risaletinden çıkamazsa, hak da onun getirdiği ilim ve amelden çıkmaz. Bunun için onun getirmiş
olduğu ümmet için kâfidir, onun getirdiğinden başkasına ümmetin ihtiyacı
yoktur. Ancak onu (risaleti) tanımak ve fehmetmekte nasibi az olanlar, onun
6 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, el-Bakara Sûresi 129.ayetin tefsiri. (Muessesetu’r-Risale, birinci baskı h.1420)
7 El-Maide Sûresi 3.ayet
Tekfirin Hakikati
getirdiğinden başkasına ihtiyaç duyarlar. Nasipsizlikleri ne kadar ise o kadar da başkasına ihtiyaç duyarlar… Sözün özü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ümmete dünya ve ahiretin bütün hayrı ile gelmiştir. Allah
onları (ümmeti), ondan (sallallahu aleyhi ve sellem) başka hiç kimseye muhtaç
bırakmamıştır. Ümmetin ondan başkasına ihtiyacı olmadığından Allah
nübüvvet müessesesini onunla hatmetmiştir ve ondan sonra kimseyi Rasûl
yapmamıştır. Bu durumda onun sahip olduğu tamamlanmış ise, kâmil olan
şeriatın haricinden gelen bir siyasete muhtaç olduğu nasıl düşünülebilir?
Veya haricinden gelen hakikate veya kıyasa veya makule muhtaç olduğu
nasıl düşünebilir? Kim bunu düşünürse o, insanların Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’den sonra başka bir Rasûle muhtaç olduklarını düşünen kişi
gibidir.”8
Binaenaleyh, hak sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahyedilmiş, semadan nazil olmuş olan ilme münhasırdır. Daha evvel
de geçtiği gibi, bu ilmin asılları Kur’an, Sünnet ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashabıdır. Bütün diğer ilimlerin ancak bu üç asıla
mutabık olduğu kadarıyla haktan veya hakikati tanımlamaktan bir
nasibi vardır.
Kur’an Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın kelamıdır. Onu hakiki sûrette
Arapça konuşmuştur. Sünnet, Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in söz
ve amelleridir9. Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) Arap idi. Ve ashabı
(radıyallahu anhum ecmain) de Arap idi.
Şu hâlde, âlemin hakikatini beyan eden ilmin dili Arapça olduğu
belli oldu.
Ve varlığın hakikatini yani hakkı ilan etmek ve yeryüzüne egemen kılmak için Allah (celle ve âlâ) dini indirmiştir. Varlığın hakikatini
beyan eden ise Kur’an, Nebevi Sünnet ve ashabın sünnetidir… Şu
hâlde İslam’ın beyan dili Arapçadır. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap
8 Bedeiu’l-Fevaid, 3.cüz/171,172.sayfa. (El-Mektebetu’l-Asriyye baskısı h.1424)
9 Terk ve sükûtta da ameldir.
15
16 Tarık Ebu Abdullah
olarak indirdik”10 Ve şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki o (Kur’an)
âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu’l-Emîn indirdi. Senin
kalbine; uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dille.”11
Ne Allah (subhanehu ve teâlâ) beşerin anlayamayacağı bir Arapçayla
konuşmuştur ve ne de Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah (azze ve
celle)’nin buyruklarını anlaşılır bir Arapçayla aktarmaktan aciz olmuştur ve ne de sahabe (radıyallahu anhum) Allah (celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in konuştuğu Arapça’yı anlamaktan aciz olmuşlardır.
Bilakis Allah (azze ve celle) insanlar anlasınlar diye Kendisi ve Rasûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) diliyle hitap etmiştir. Anlaşıldığı için,
hitabın öncesini ve sonrasını aynı kabul etmemiştir. Anlaşıldığı için,
hitabın ulaştığı ve kaim olduğu insanlar bilmeseler de mükellef olmuşlardır. Anlamaktan engelli olanlar hariç. İmam Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) şöyle der: “Allah-u Teâlâ’nın izahta mahlûkata üstünlüğü bizzat Kendisinin mahlûkata üstünlüğü gibi olduğu malûm bir şeydir.
Ayrıca muhatabına anlaşılmayacak bir şekil­de hitap edenin sözü anlaşılmaz. Bu da malûmdur. Şu hâlde bilinmelidir ki Al­lah-u Teâlâ, mahlûkatından herhangi birine anlayamayacağı bir dilde hitap etmez. Ancak onların
anlayacağı bir dilde hitap eder. Ve kullarına ancak dilinden an­layacakları
Rasûller gönderir. Zira kendilerine Rasûl gönderilen ve ilahi vahye muhatap
olan insanlar, kendilerine konuşulanları anlamazlarsa bun­lar için Rasûlün
gelmesiyle gelmemesi arasında fark olmaz. Çünkü bunlar konuşulanlardan
ve Rasûllerden istifade edemezler. Allah-u Teâlâ herhangi bir fayda sağlamayan bir hitapta bulunmaktan ve söyledikleri anlaşılamayan Rasûller
göndermekten münezzehtir. Nitekim bu bizim için dahi bir eksiklik ve abesle
iştigal olur. Elbette Allah-u Teâlâ bundan beri ve münezzehtir. Bu sebeple
celle seneuhu Kur’an’da: “Biz, her Rasûlü, ancak bulunduğu kavminin
diliyle gönderdik ki onlara apaçık anlatsın”12 buyuruyor. Ve Nebisi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e şöyle buyuruyor:“Biz, sana bu kitabı
sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve
iman edecek topluma bir hidayet, bir rahmet olsun diye indirdik.”13
10
11
12
13
Yusuf Sûresi 2.ayet
Eş-Şuara Sûresi 192-195.ayetler
İbrahim Sûresi 4.ayet
En-Nahl Sûresi 64.ayet
Tekfirin Hakikati
Elbette ki Kur’an’ın ne olduğunu bilmeyen kimseyi Kur’anla hidayete kavuşturmak müm­kün değildir. Zira kişi, doğru olduğunu bilmediği bir yolun
doğruluğunu kabul etmez. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki Allah, her
kavme gönderdiği Nebi’yi o kavmin diliyle göndermiş ve her Rasûlüne gönderdiği kitabı da kendisine kitap verdiği Rasûlündiliyle göndermiştir. Buradan şu anlaşıl­maktadır ki Allah-uTeâlâ’nın Muhammed sallallahu aleyhi
veselem’e indirdiği Kur’an, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle indirilmiştir. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in lisanı Arapça olduğuna
göre Kur’an’nın da Arapça olduğu açıktır.”14
Hakikatin beyan dilinin Arapça olduğu anlaşıldıktan sonra bilinmelidir ki Allah (subhanehu ve teâlâ) bu dille istisnasız her hakikati beyan
etmiştir. (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Bu kitabı da her şeyi açıklayan
ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı
ve bir müjdeleyici olarak indirdik.”15 Ancak şu var ki hakikati değişik beyan yollarıyla ve farklı mertebelerde açıklamıştır. Allah (celle ve
âlâ) böyle istemiş, böyle hükmetmiş ve böyle takdir etmiştir.
Nâsiru’s-Sunne İmam Muhammed bin İdris eş-Şafii el-Muttalibi (rahimehullah) (Vefat H: 204) şöyle der: “Din ehlinden birisinin başına
bir şey geldiğinde muhakkak Allah’ın kitabında ona yol gösterecek bir delil
vardır. Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor: “Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an öyle
büyük bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan
aydınlığa, her şeye galip ve hamda lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.” Ve şöyle buyuruyor: “Bu kitabı da her
şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir
rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici olarak indirdik.” Ve şöyle buyuruyor: “Sana da Kur’an’ı indirdik ki insanlara vahyedileni açıklayasın.
Belki onlar da düşünürler.” Ve şöyle buyuruyor: “İşte Biz böylece sana
da emrimizden bir ruh vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir
bilmiyordun. Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan
dilediğimize hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir
yola götürüyorsun”… Allahmahlûkata O’na ibadet edecekleri herşeyi
14 Camiu’l-Beyan fi Tevili’l-Kur’an, 1.cilt/11.sayfa.( Muessessetu’r-Risale, birinci baskı
h.1420)
15 En-Nahl Sûresi 89.ayet
17
18 Tarık Ebu Abdullah
birkaç vecihten beyan etmiştir. Allah celle seneuhu böyle hükmetmiştir,
böyle takdir etmiştir:
Bu vecihlerden birincisi: Mahlûkata nass ile beyan ettiğidir. Mesela
bütün farzlarda olduğu gibi; onlara namazın, zekâtın, haccın ve orucun
farz olduğunu nass ile beyan etmiş olduğu gibi. Ve onlara açık ve gizli bütün
fahişatın haram olduğunu, zinanın, içkinin (hamr) ve meytenin, kanın ve
domuz etinin yenmesinin haramlığını nass ile beyan ettiği gibi. Ve abdestin farzlarının neler olduğunu ve bunlar dışında nass ile beyan ettiği diğer
şeylerdir.
İkincisi: Kitabında farziyetini kesinleştirdiği ama keyfiyetini Nebisiyle
beyan ettiğidir. Mesela namazların sayısı, zekâtın miktarı ve zamanları
gibi. Ve buna benzer kitabında indirdiği diğer farzlar.
Üçüncüsü: Allah’ın hükmü hakkında nassı olmayan ve sadece Rasûlallah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle beyan ettiğidir. Zira Allah kitabında
Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaat etmeyi ve hükmüne gitmeyi emretmiştir. Rasûlullah’tan kabul eden, Allah’ın farz kılmasından ötürü kabul
etmiş olur.
Dördüncüsü: Allah’ın mahlûkata ulaşmakta çaba sarf etmeyi (ictihad
etmeyi)farz kıldığıdır. Allah diğer farz kıldıklarıyla imtihan ettiği gibi ictihad konusundada itaatlerini imtihan eder. Nitekim Allah Teberake ve Teâlâ
şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Biz, içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi
açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.” Ve şöyle buyurmaktadır: “Allah
göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek
için yaptı.””16 İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın sözü burada bitiyor.
“Allah mahlûkata onunla O’na ibadet ettikleri herşeyi” yani insanın ve
cinin kul olabilmesi için muhtaç olduğu her hakikati “birkaç vecihten
beyan etmiştir” yani bu muhtelif hakikatleri ilan etmek ve açıklamak
için değişik yollar kullanmıştır.
16 Er-Risale, 46-48. Sayfalar. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)
Tekfirin Hakikati
Bu yollardan birincisi “nass ile beyan ettiğidir” yani apaçık lafızlarla beyan ettiğidir. Mesela, “Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa
bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet çocukları varsa o zaman
mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şâyet çocuklarınız varsa o zaman bıraktığınız mirasın
sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen
bir erkek veya kadının çocuğu ve babası bulunmadığı hâlde kelâle
olarak mirasına konuluyor ve kendisinin bir erkek veya kızkardeşi
bulunuyorsa bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında
eşit olarak taksim ederler. Bu paylar ölenin vasiyeti yerine getirilip
ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından
bir emirdir.”ayetinde olduğu gibi. Veya mesela, “Namazın, zekâtın,
haccın ve orucun farz olduğunu nass ile beyan etmiş olduğu gibi”.
Namazın farziyeti:
ْ َ َ َّ ‫َّ ن َ نَ َّ ُ َ َ َ َّ َ نَ َ ْ ُ ْ ن َ َ ق‬
‫الصلة ِل ِذك ِري‬
�ِ ِ ‫ِإن ِ ي� أ� الل ل ِإل ِإل أ� فاعبد ِ ي� وأ‬
“Şüphesiz ben Allah’ım, Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun
için Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl.”17
َّ
ُْ
َ َ َّ
‫الصلة‬
‫قل ِل ِع َب ِاد َي ال ِذ ي نَ� َآم ُنوا ُي ِق ُيموا‬
“İman eden kullarıma söyle: “Namazı dosdoğru kılsınlar.”18
veya
ُ
َّ ‫إ َّن‬
ُ ْ ‫الص َل َة َك َن ْت َع َل‬
�‫ال ْؤ ِم ِن ي نَ� ِك َت ً با� َم ْوق تًو‬
ِ
17 Taha Sûresi 14.ayet
18 İbrahim Sûresi 31.ayet
19
20 Tarık Ebu Abdullah
“Namaz mü’minlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.”19
Zekâtın farziyeti:
َ ِّ ‫نَّ َ َّ َ َ ُ ْ ُ َ َ َ ْ َ َ ن َ ْ َ نَ َ َ ْ َ َ ْ ُ َ َّ َ ُ ُ ُ ُ ْ َ ف‬
�‫ِإ�ا الصدقات ِللفقر ِاء والس ِاك ي ِ� والع ِام ِل ي� عل ي�ا والؤلف ِة قل بو�م و ِ ي‬
‫اب‬
ِ ‫الرق‬
ً َ َ
َّ
َّ
َ �‫َو ْال َغار ِم ي نَ� َو ِ ف‬
ُ َّ ‫الل َو‬
َّ �‫ا‬
‫الل َو ْب ن‬
‫يل‬
‫ب‬
‫س‬
‫الس ِب ِيل ف ِر‬
�ٌ ‫الل َع ِل ي ٌ� َح ِك ي‬
ِ
ِ ‫يضة ِم َن‬
‫ي‬
ِ
ِ
ِ
ِ
“Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar, o işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kalbleri İslam’a ısındırılacaklar),
köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah, Alîm ve Hakîm’dir.”20
َ
ْ ُ
ِّ ُ َ ُ ً َ
‫خذ ِم ْن أ ْم َو ِ ِال ْم َص َدقة تط ِّه ُر ْه َوتُ زَ�ك ي ِ� ْم ِب َ�ا‬
“Onların mallarından sadaka al ki onunla kendilerini temizlersin, tertemiz edersin.”21
Orucun farziyeti:
َ ُ َ ْ ُ َّ َ َ ْ ُ ْ َ ْ َ‫َ َ ُّ َ َّ نَ َ ُ ُ َ َ َ ْ ُ ُ ِّ َ ُ َ َ ُ َ َ َ َّ ن‬
‫ك ت َّتقون‬
‫ي� أ ي�ا ال ِذ ي� آمنوا ك ِتب عليك الصيام كا ك ِتب عل ال ِذ ي� ِمن قب ِلك لعل‬
“Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size
de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.”22
ْ
َ ْ‫شَ ْ َ َ َ َ َّ ُ ن‬
َ َ ُْ
ً ُ ُ ُْ
َ
َّ
‫ات ِم َن ُال َدى َوالف ْرق ِان ف َ� ْن‬
ٍ ‫اس َو َب ِّين‬
ِ ‫� ُر رمضان ال ِذي أ ز ِ�ل ِف ِيه الق ْرآن هدى ِللن‬
ْ َ ْ َّ‫شَ َ ْ ُ ُ ش‬
‫ال� َر فل َي ُص ْم ُه‬
‫�د ِمنك‬
ِ
“O Ramazan ayı ki insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak
olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur’an onda
19 Nisa Sûresi 103.ayet an ayı ki insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet
rehbe
20 Et-Tevbe Sûresi 60.ayet
21 Et-Tevbe Sûresi 103.ayet
22 El-Bakara Sûresi 183.ayet
Tekfirin Hakikati
indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç
tutsun.”23
İkincisi, “kitabında farziyetini kesinleştirdiği ama keyfiyetini Nebisiyle
beyan ettiğidir.” yani Kur’an’da icmalen beyan ettiği, ayrıntılarını ise
sünnet ile açıkladığıdır. Mesela namazın farz olduğunu Kur’an’da
beyan etmiştir ama farz olan namazın sabah, öğle, ikindi, akşam ve
yatsı vakitlerinde kılınmak üzere beş adet olduklarını Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle beyan etmiştir.
Ebu Hureyre (radıyallahu anhu)’dan gelen rivayete göre, Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bu Cibril’dir; dininizi
öğretmek için gelmiştir. Sabah namazını tan yeri ağarırken kıldı.
Öğle namazını güneş batıya kayınca kıldı. İkindiyi bir şeyin gölgesi misli kadar olunca kıldı. Akşamı güneş batınca kıldı ki o vakit
oruçlunun orucunu açacağı vakittir. Sonra yatsı namazını güneşin
batmasından sonra ortaya çıkan kızıllığın kaybolduğu anda kıldı. Sonra ertesi gün tekrar geldi ve sabah namazını ortalık biraz
ağarınca kıldı sonra öğle namazını her şeyin gölgesi kendisi kadar
olunca kıldı. Sonra ikindi namazını her şeyin gölgesi iki katı olunca kıldı. Sonra akşam namazını yine aynı vakti olan güneş batınca
kıldı ki bu vakit oruçlunun orucunu açacağı vakittir. Sonra yatsıyı
vakit biraz ilerleyince kıldı ve sonra şöyle dedi: Namazlar dünkü
kıldığın vakitlerle bugünkü kıldığın vakitler arasındadır.”24
Veya “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin, iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın.”25ayetiyle Allah (subhanehu ve teâlâ) namaz için abdestin şart oluşunu ve abdestin rukünlerini
nass ile belirlemiştir lakin abdest azalarının kaç defa yıkanacağını,
dirseklerin yıkama emrine dâhil olup olmadıklarını veya başın nasıl
ve kaç kez mesh edileceğini sünnetle beyan etmiştir.
23 El-Bakara Sûresi 185.ayet
24 Sunenu’n-Nesei, 502.hadis
25 El-Maide Sûresi 6.ayet
21
22 Tarık Ebu Abdullah
Üçüncüsü, “Allah’ın hükmü hakkında nassı olmayan” yani lafzen
Kur’an’da hiç beyan edilmemiş, “sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle beyan” etmiş olduğudur. Bu hükümleri her ne kadar
Allah (subhanehu ve teâlâ) lafzen Kur’an’da beyan etmemiş olsa da Rasûlü
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle beyan etmiştir. Mesela
isticmar ve istinca ile taharetlenmek gibi veya evcil eşeklerin etlerin
haramlığı veya altın takıların ve ipeğin erkeğe kullanımının haram
kılınmış olması gibi. “Allah, kitabında Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e
itaat etmeyi ve hükmüne gitmeyi emretmiştir.” Dolayısıyla bu hususlarda
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaat etmek doğrudan Allah (azze ve
celle)’ye itaat etmektir. Allah (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Kim Rasûle
itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”26
Dördüncüsü, “Allah’ın mahlûkata ulaşmakta çaba sarf etmeyi (ictihad
etmeyi) farz kıldığıdır” yani bu mevzular ne Kur’an’da lafzen veya icmalen ve ne de Kur’an’da manen ve sünnette lafzen ve ne de mücerred sünnette beyan edilmemişlerdir. Bilakis bu mevzularda hakkın
beyan olması için Allah (subhanehu ve teâlâ) kullarına çaba sarf etmeyi,
ictihad etmeyi emretmiştir. Hakkın bu beyan yoluna İmam eş-Şafii
(rahimehullah) kıble emrini misal gösteriyor ve “Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir ve her nerede olsanız
yüzünüzü ona (Mescid-i Haram’a) doğru çevirin ki insanlar için
aleyhinizde bir delil olmasın.” ayetini getirdikten sonra şöyle diyor:“Mescidu’l Haram’ı göremedikleri zaman, eşyayı zıddından temyiz
etme yeteneğine sahip olan akıllarıyla ve alamet olarak belirlediği şeylerle
yön olarak emrettiği Mescidu’l Haram’ı ictihad ederek bulmayı göstermiştir.
Nitekim şöyle demiştir: “Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için yaratan O’dur.” Ve şöyle demiştir:
“Daha birçok alametler yarattı. İnsanlar geceleyin de Allah’ın yarattığı yıldızlarla yönlerini bulurlar.” Alametler, dağlar ve çıkış yerleri
muhtelif de olsa isimleri belli olan gece, gündüz, esen rüzgârlardır. Ve güneş
ve ay ve gökyüzünde yerleri belli olan, nereden doğdukları ve nereden battıkları bilinen yıldızlardır. (Bu alametlerle yönü tayin etmekte) İctihad ederek Allah celle seneuhu insanlara yüzlerini Mescidu’l Haram’a doğru
çevirmelerini emretmiştir. Yoksa Mescidu’l Haram’ı gözle göremedikleri
26 En-Nisa Sûresi 80.ayet
Tekfirin Hakikati
zaman istediğiniz yere doğru namaz kılın dememiştir. Böylece (ictihad ederek) celle seneuhu’nun emirlerini terk edenler değil, itaat etmek için çaba sarf
edenler olmuşlardır. Bu hususta Allah onlara hükmünü şöyle haber verir:
ً
َ ُ (es-sude)” emir ve
“İnsan ‫( ُسدى‬sude) bırakılacağını mı sanır?” ‫السدى‬
nehiyle muhatap olmayandır. Bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
dışında hiç kimsenin istidlalsiz konuşmasının caiz olmadığına delildir… Hiç
kimseye güzel ve doğru bulduğu ile (istihsan ile27) konuşmak caiz değildir ki
şüphesiz istihsan ile konuşmak evvelinde misali olmayan bir şeyi ihdas etmektir.”28
“Allah diğer farz kıldıklarıyla imtihan ettiği gibi ictihad konusunda da
itaatlerini imtihan eder.” yani hakikatin bu cihetten beyan edilmesini
Allah (subhanehu ve teâlâ) kullarına imtihan vesilesi kılmıştır. Elbette
tüm kemal sıfatlarla mevsuf olan Allah (celle ve âlâ) her şeyi herkese
ihtimallere mahal bırakmadan apaçık nasslarla beyan edebilirdi.
Fakat O (subhanehu ve teâlâ) böylece kullarının itaatini ve hak menhece
bağlılıklarını imtihan etmek istedi. O (azze ve celle) şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki Biz, içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi açıklayıncaya kadar
sizi deneyeceğiz.”29 Ve şöyle buyuruyor: “Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı”30Ve “Sana bu Kitabı indiren O’dur. Bunun ayetlerinden bir kısmı muhkemdir (apaçık, ihtimalsizdir) ki bu ayetler Kitabın anası
(aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih (apaçık olmayan, birden fazla mana ihtimalleri olan) ayetlerdir. Kalplerinde kaypaklık
olanlar sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyiflerine göre tevil
yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler.”31
ُ
Elbette Allah celle celaluhu ‫( ق ُر ٌوء‬kuru) kelimesinin lügatte hem
hayız ve hem de temizlik manalarına geldiğini biliyordu. Buna rağmen boşanmış kadının iddetini bu iki zıt manaya gelen kelimeyle
27
28
29
30
31
İstihsan’ın ne olduğu sonra gelecek inşallah.
Er-Risale, 48-50. sayfalar. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)
Muhammed Sûresi 31.ayet
Al-i İmran Sûresi 154.ayet
Al-i İmran Sûresi 7.ayet
23
24 Tarık Ebu Abdullah
ُ َ َ ََ
ُ ْ َ‫أ‬
َ ُ َ َّ َ ْ
َ ْ َّ َ ‫َ ت‬
ُ َ
belirlemiştir.‫س َّن ثلثة ق ُروء‬
ِ ِ ‫“ والطلقات ي� بصن ِب�نف‬Boşanan kadınlar kendi
32
kendilerine üç âdet süresi beklerler.” Boşanmış kadının bekleyeceği iddet süresi üç hayız dönemi midir veya üç temizlik dönemi midir? Allah (subhanehu ve teâlâ) elbette muradını apaçık bir surette beyan
eden hayız veya taharet kelimelerini de konuşabilirdi. Tüm kusurlardan ve abeslikten münezzeh olan Allah (celle ve âlâ)’nın burada bu kelimeyi konuşmuş olmasının tek izahı, kullarının hakkı ortaya çıkarmaları için cuhd etmelerini murad etmiş olmasıdır.
Veya şefaatçiler edinerek onlara ibadet eden ve bunları Allah (azze
yakınlaşmak için vesile olarak değerlendiren bir topluluğa
hitap eden her şeyi bilen ve kâmil ve hikmet sahibi olan Allah celle
celaluhu bu topluluğun “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na
yaklaşmak için vesile arayın”33 ve “Onların yalvardıkları Rabblerine daha yakın olmak için vesile ararlar.”34 kavlini, şirklerini insanlar
indinde müdafaa etmek ve meşrulaştırmak ve yaymak için kullanacaklarını elbette biliyordu. Belağatında zatı gibi kâmil olan Allah (celle
ve âlâ) elbette muradını böyle bir ihtimale mahal vermeden de beyan
edebilirdi. Lakin kaypak kalplerin zahir olmasını istedi.
ve celle)’ye
َ‫أ‬
ُ ْ
َ‫أ‬
ُ ُْ َ
ْ ‫الب َص ُار َو ُه َو ُيدرك‬
ْ ‫“ال تدرك ُه‬Gözler O’nu idrak edemez ama
Veya ‫الب َص َار‬
ِ
ِ
َ َ َ َ
O tüm gözleri idrak eder”35 ve �‫“قال ل ْن ت� يِ نا‬Dedi ki: Beni katiyyen
göremezsin”36 ayetlerini bazılarının Ru’yetullah’ı inkâr etmek için
kullanacaklarını elbette biliyordu.
Buna birçok misal verebiliriz ama maksudun anlaşılması için bu
kadarı kâfidir.
Birinci önemli asıl olarak takdim ettiğimi şöyle hulasa edebiliriz:
Allah (subhanehu ve teâlâ) istisnasız bütün hakikati beyan etmiştir. Kimisinin delaletini kat’i bir surette, ihtimallere mahal bırakmadan beyan etmiştir ve kimisini değil. Her halde hakikatleri kulunu hidayet
32
33
34
35
36
El-Bakara Sûresi 228.ayet
El-Maide Sûresi 35.ayet
El-İsra Sûresi 57.ayet
El-En’am Sûresi 103.ayet
El-A’raf Sûresi 143.ayet
Tekfirin Hakikati
etmek için ama aynı zamanda imtihan etmek için beyan etmiştir.
Beyanının her bir türü kulların sadakatlerini ve itaatlerini denemek
içindir ama muhakkak en çetin imtihan beyan, yolların dördüncüsü
olan, hakkın izharı için ictihadı emrettiği beyan mertebesi için söz
konusudur. Zira hakkın tayininde beşere şahsi telakki ve tasavvur
payı bırakılmıştır.Bunun için beyanın sahih anlaşılması için telakki
ve tasavvura yön veren ve fıkhı (yani anlayışı) sağlayan beyan kaideleri sahih (hakikate uyumlu) olması lazımdır. Beyan kaidelerin sahih
(hakikate uyumlu) olması için sahih (hakikate uyumlu) ilimden istikra edilmiş (çözümlenmiş) olması lazımdır. Sahih (hakikate uyumlu) ilim ise daha evvel izah edildiği gibi Kur’an, sünnet ve sahabedir.
Binaenaleyh, ilahi muradı sahih bir surette beyan edecek kaideler
ancak bu üç kaynaktan inşa edilen kaidelerdir.
***
25
- ikinci mukaddime -
Şer’î Ahkâmın
Beyan Kaideleri
28 Tarık Ebu Abdullah
R
isaleye giriş kısmında dediğim gibi, gayem tekfir mevzusunu fıkhi tafsilatıyla tatbiki cihetten kaleme almak değildir. Gayem, şer’î
hükmün ve bil husus tekfir hükmünün hakikatinin hangi beyan kaidelerine göre anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktır. Hakikat şu ki,
bu kaideler hususunda İslam uleması arasında ciddi ihtilaflar vardır.
Bu risalenin esnasında bu ihtilafları çokça göreceksin. Genelde bu
ihtilafları zikretmekle yetindim. Ama söz konusu olan bu ihtilafları
kabul veya reddetmeden veya aralarında tercihte bulunmadan sadece
zikretmem onları kabul ettiğim manasına gelmez. Lakin bu ihtilaflar vakıada var olan ve doğru veya yanlış şer’î hükmün tasavvuruna
müessir ihtilaflardır. Bunun için de şer’î hüküm beyan edenler veya
hatta insanları şer’î bir hüküm vermekle mükellef kılanlar makbul
ihtilafı merdud olandan veya makbul ihtilaflardan racih olanı temyiz
edebilmelidirler. Veya nerede susmaları gerektiğini bilmelidirler.
El-muhim, bu bahiste (tekfir şer’î bir hükümdür) önemli bir mukaddime olarak gördüğüm bir husus var: Bu ihtilafların şer’î nassların fehmedilmesindeki tesirlerinin menşei ve mahiyeti. Şöyle ki,
Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın insanlığa inzal ettiği hidayetin iki masdarı
Kur’an ve Sünneti anlamakta İslam ümmeti içinde iki medrese varid
olmuştur. Birincisi eser medresesi ve ikincisi akıl medresesidir. İki
medrese de Kur’an’ın telakki masdarı olduğunda hemfikirdir. Lakin
Nebevi sünnetin ve Kur’an ve Sünneti fehmetmekte evvelen sahabe ve sonra sahabeye tabii olan Ehl-i Sünnet ulemasının ne kadar
masdar olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Eser, yani hadis ehli
medresesi dinin imani ve ameli37 mevzularında istidlal masdarı olarak Kur’an, hadis ve sahabe fetvalarını esas almıştır38 ve bunun mukabilinde kıyas gibi akli delilleri ancak ağır şartlarla kabul etmiştir.
37 Burada kastettiğim şeri ahkâmdır. Yoksa amel de imandır.
38 Başka bir tabirle dinin fer’î meselelerini arz edecekleri külli kaideleri Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ve sahabenin (radıyallahu anhu)m’un fetvalarından edinmişlerdir.
Tekfirin Hakikati
Akıl yani rey ehli medresesi ise dinin imani ve amelî mevzularında
Kur’an, hadis ve sahabe fetvalarıyla delil getirseler de nakli delillerin
kabulünü ağır şartlara bağlamışlardır39 ama kıyas gibi akli delillerin önünü ciddi anlamda açmışlardır ve bunun için birçok imani ve
amelî meselede Nebevi ve sahabenin sünnetini terk etmişlerdir ve
meselede varid nasslara bedelen kıyas ve istihsan ile hükme varmışlardır. Bu durum iki medrese arasında ciddi bir husumete sebebiyet
vermiştir. Hadis Ehli Rey Ehli’ni sünneti küçümseyen ve sünnete
tabi olmayan, bunun yerine sünnette var olmayan veya hatta sünnete muhalif olan hükümler ihdas eden bid’at ehli olarak kötülemiştir.
Rey Ehli de Hadis Ehli’ni dinini zayıf ve müteariz rivayetlere istinat
eden, ilimden anlamayan ve akıllarından istifade etmesini bilmeyen
çapulcular olarak kötülemiştir. Özellikle Hadis Ehli’nin Rey Ehliyle
cedel meclislerinde bir araya gelmekten içtinap etmesi sebebiyle akıl
medresesi şüphelerini ve görüşlerini kolayca geliştirebilmiş ve yaymıştır. Her ne kadar İmam Muhammed bin İdris eş-Şafii el-Muttalibi (rahimehullah) ve İmam Ahmed bin Hanbel eş-Şeybani (rahimehullah)
(Vefat H: 241) ile Hadis-Ehli Rey Ehli’ne karşı bir müddet muzaffer
olmuş olsa da özellikle Aristo mantığının fıkıh usulüne girip hâkim
olmasıyla akıl medresesi İslam ümmetine bugüne kadar galip gelmiştir.40 Bunun için şer’î ahkâmı beyan etmek için hâlihazırda varid kaideleri, başka bir tabirle fıkıh usûlünü vakıada olduğu gerçeği
ile değerlendirmek lazım. Gerçek de şu ki, bugün cumhurun -yani
Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri- ve Hanefi mezhebinin sahip
olduğu usûl, ilahi hitabı Aristotales’in lügatıyla anlamaya çalışmalarıdır. Bundan ötürü cumhurun usûlde mezhebine “Medresetu’l-Mutekellimin” yani kelamcılar (Eş’ari ve Mutezile) ekolü denilmiştir. Ve
her ne kadar Hanefilerin usûlde mezhebi kelamcılar ekolü değil de
“Medresetu’l-Fukeha” yani fukeha ekolü olarak isimlendirilse de tesmiyedeki bu ayrılık istidlalde akla verilen konumdan değil, istinbat
39 Akıl menşeili zabıtlar ve külli kaideler tespit edip fer’î meseleleri bu kaidelere göre
hükme bağlamışlardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ve sahabe (radıyallahu
anhu)m’dan gelen nakilleri ancak bu kaidelere uyumlu oldukları kadar kabul etmişlerdir veya tevil ederek uyumlu olmalarını sağlamışlardır.
40 Aristo mantığı fıkıh usûlüne girmeden evvel dinin usûlüne yani iman mevzularına
girmiştir ve bütün imamların kötülükledikleri ve sakındırdıkları kelam ilmi ümmetin
başına bela olmuştur.
29
30 Tarık Ebu Abdullah
kaidelerini kendi hocaları Ebu Hanife (rahimehullah) ve ashabının fetvalarından istikra ve tetebbu’ yoluyla çıkardıklarından dolayıdır.
Bilakis Hanefi mezhebi, akli delilleri ve özellikle istihsanı ve kıyası
istidlallerinde çokça kullanmasıyla maruftur. O kadar ki Ebu Hanife
(rahimehullah) Rey Ehli’nin imamı olarak tanınmıştır.
Aristo mantığının dört mezhebin fıkıh usûlüne ne kadar işlediğini anlamak için bu ilimde esas aldıkları kitaplara bakmak yeterlidir. Cumhurun mezhebinde esasi kitaplar Ebu Hamid el-Gazali’nin
“Mustasfe”si, Ebu’l-Meali el-Cuveyni’nin “Burhan”ı ve Ebu’l-Huseyn
el-Basri’nin “Mutemed”idir. El-Gazali ve el-Cuveyni’nin kelam ilminde ve mantıkta öncü konumları maruftur. Ebu’l-Huseyn’e gelince, o Mutezile’dir. Bundan sonra cumhurun usûlünde telif edilmiş
Fahruddin er-Razi’nin “Mahsul”ü, Ebu’l-Hasan el-Amidi’nin “İhkam”ı, Şihabuddin el-Karrafi’nin “Tenkih”i ve “Mahsul şerhi” veya
Nâsiruddin el-Beydavi’nin “Minhac”ı gibi vazgeçilmez kitapların
hepsi bu üç kitabı kaynak edinmiş ve üzerinde tavzih, telhis, ihtisar
veya iktibas çalışmaları yapmışlardır. Hanefilere gelince, usullerini
belirleyen esasi kitaplar Ebu Bekr el-Cessas’ın “Fusul”ü, Ebu’l-Hasan
Ubeydullah el-Kerhi’nin “Risale”si, Ebu Zeyd ed-Debusi’nin “Tesis”i
ve “Takvim”i ve Ebu Bekr es-Serahsi’nin “Usûl”ü gibi kitaplardır.
Fakat birinci mukaddimede geçtiği gibi İslam Dini’nin beyan dili
Arapça’dır. Dolayısıyla maksudunu doğru anlamak için elbette Arapça kelamı Arabın üslûbu ve mizanıyla anlamak lazım, antik cahil41
Yunan’ın fehimiyle değil.
41 Burada cahilden kastettiğim bilgisiz olduğu değildir. Lakin semavi bir kitaba ve mürsel
bir Nebi’ye tabii olmadığından ötürü hakkı batıldan ayırt edemeyen hidayetten yoksun
bir cahil olmasıdır.
Tekfirin Hakikati
Aristo’nun Dili
Ömer (radıyallahu anhu)’nun hilafeti döneminde başlayan fetihler
neticesinde birçok acem bölgeleri fethedildi ve İslam dünyanın dört
bir yanına yayılmaya başladı. Bu, Arap-İslam topluluğun Arap olmayan milletlerle ve bu milletlerin dilleri ve kültürleri ile temasa ve
bilgi alışverişine sebep oldu. Yabancı kitaplar Arapça’ya tercüme edilerek ulemaya sunuldu. Daha henüz hicretin birinci asrında Logik
veya Analitik diye bilinen, antik Yunanistan’dan gelen ve düşüncenin
kalıplarını tayin eden bu bilim İslam âlemine Mantık ismiyle giriş
yaptı.42 Yabancı ve İslam’ın istidlal masdarlarından birisi olmamasına rağmen tez kabul gördü ve özellikle ikinci asırda güçlü bir varlık
gösteren Mutezile fırkasının vesilesiyle İslam uleması arasında ciddi
bir şekilde yayıldı. Hatta dördüncü asırdan sonra mantık umumen
İslam ulemasının itikad ve fıkıh usûlünde düşüncelerini düzenleyen ve belirleyen bilim oldu. Mantık, ilimlerin ilmi43, ilimlerin başı44
gibi unvanlar almaya başladı. Artık İslam ulemasına “Mantık’ı bilmeyenin düşüncesine itibar edilmez” sözü hâkim olmuştu. İslam
ümmetinde varid olan bütün sapmalara -ister dinin aslında ister
dinin ferinde olsun- İslam ulemasının İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın
dediği gibi “Kur’an’ın lügatini bırakıp Aristo’nun lügatini almaları” sebep
olmuştur. Zira Mantık, insanın tasavvurunu, tasdikini ve istidlalini
belirlediği kalıplara ve kanunlara göre tayin eden hâkim bir yasalar
sistemidir.
42 Müslümanların antik Yunan ve Roma felsefesiyle tanışması özellikle Şamlı Hristıyanlar,
Süryaniler vesilesiyle gerçekleşmiştir. Yunanca ve Süryanice’den ilk kitap tercümeleri
Halid bin Yezid bin Muaviye (Vefat H: 85) zamanında yapılmıştır. Sonra Abbasiler zamanında tercüme faaliyetleri hız kazanmıştır. Halife Ebu Cafer el- Mansur (Vefat H: 158)
döneminden itibaren Cundi-Şapur Akademisi’ndeki Süryaniler, İranlılar ve daha sonra
Harranlılar ve Nabatlar bu tercüme faaliyetine katıldılar. Bunlar Yunanca, Pehlevice,
Hindçe(Sanskritçe), Süryanice, Nabatiçe (Babil dili) ve Kıptca'dan Arapça’ya pek çok
eser tercüme ettiler. Halife Me’mun (Vefat H: 218) zamanında ise tercüme faaliyetleri
iyice hızlandı. Hicri üçüncü asır ecnebi kitapların tercüme edildiği altın dönemdi. Aristo’nun telif ettiği Organon kitabının ilk Arapça’ya tercüme edilmesi de el-Mansur döneminde olmuştur.
43 Ebu Hamid el-Gazzali (rahimehullah)’ın ifadesidir.
44 El-Farabi’nin ifadesidir.
31
32 Tarık Ebu Abdullah
“İslam filozoflarının” ikinci büyük45 ismi olan İbn-i Sina (Vefat
H: 428) Mantık’ın gayesini şöyle tarif eder: “Mantık, insanda, fikrini
sapmalardan koruyacak kanuni bir aletin bulunmasını murad eder. Burada
fikirden kastettiğim insanların zihninde hazır olan tasavvuri veya tasdiki
şeylerden zihninde hazır olmayanlara intikal etmesidir.”46
İbn-i Sina’nın bu Mantık tarifinden çıkaracağımız bazı önemli
hususlar vardır:
Birinci husus: Mantık ilmi bir alettir yani kendisi kastedilen bir
ilim değil, başka bir ilme zemindir. O başka ilim de Kelam ilmi (itikad), “Hikmet ilimleri” ve “İslam Felsefesi”dir. Ayrıca yukarıda geçtiği gibi Hanefi ve cumhurun fıkıh usûlünde yazılmış olan kitapların
anlaşılması için de mantık elzemdir.
İkinci husus: Mantık ilmi kanunidir yani fikre kalıplar ve kanunlar koyar. Düşüncenin mantıklı ve dolayısıyla doğru olması için,
fikir bu kalıplarda ve bu kanunlara riayet ederek meydana gelmesi
lazımdır. Aksi hâlde, yani fikir belirlenmiş kalıpların dışında veya
kanunlara aykırı oluşmuşsa düşünce mantıklı olmaz ve dolayısıyla
yanlış olur.
Üçüncü husus: Mantık ilmi tasavvuru da, tasdiki de kalıplara sokar ve kanunlara tabii kılar.
Tasavvur: Tasavvur düşüncenin ilk aşamasıdır. İnsanın haricinde
olan bir şeyin hakikatlerinin zihninde oluşan suretidir. Bu şeyi (bu
insan veya başka bir canlı veya bir fiil veya bir eşya veya bir fikir, bir
ideoloji veya buna benzer başka bir şey olabilir) zihninde nasıl tasvir ederse öyle yargılayacaktır. Bunun için “insan efkârının esiridir”
denilir.
45 İlki Farabi’dir. Hatta el-Muallimu’s-Sani (ikinci muallim) olarak anılır. El-Muallimu’lEvvel (birinci muallim) Aristo’dur.
46 El-İşaratu ve’t-Tenbihat, 122.sayfa. (Daru’l-Mearif, üçüncü baskı m.1983)
Tekfirin Hakikati
Tasdik: Tasdik düşüncenin ikinci aşamasıdır. İnsanın haricinde
olan bir şeyi vasıflandırması, yargılamasıdır. Yani zihninde tasvir ettiği şeye bir hüküm atfetmesidir.
Buna göre mantık hem fikrimin temel taşlarını oluşturan tasavvura kanunlar getirmekte hem de o tasavvurdan intikal ederek yapacağım vasıflandırmaya ve yargılamaya da kanunlar getirmektedir.
Üçüncüsü olarak da yaptığım yargılamaları birbiriyle ilişkilendirmeme yani istidlalde bulunmama da kanunlar getirmektedir. Düşüncemin üç aşamasında bu kalıplardan çıkmazsam ve kanunları ihlal
etmezsem, düşüncem mantıklı ve doğru olur. Aksi hâlde mantıksız
ve yanlış olur.
Dördüncü husus: Mantık ilminin gayesi “zihinde hazır olan tasavvur ve tasdiklerden” yani bilinenlerden intikal ederek, “zihinde
hazır olmayan tasavvur ve tasdiklere” yani bilinmeyenlere ulaşmaktır.
Beşinci husus: Mantık ilminin esasi aleti kıyastır, yani meçhul
olanı malûm olanla karşılaştırarak meçhul olanı belirlemektir.
Gördüğün gibi Mantık düşüncenin oluşmasına ve düşüncenin
neticelerine tamamen hâkim olan bir kanun sistemidir. Bu sistemin
gayesi, fikir malûm olanlardan meçhul olanlara intikal ederken, fikri
sapmalardan korumaktır. Bu korumayı gerçekleştirebilmesi için de
kalıplar ve kanunlar belirlemiştir.
Belki bazıları “Güzel ya! Düşüncenin hatalardan korunması kötü
bir şey mi?” diyebilir. Buna derim ki: Evet! Benim düşünceme kalıplar ve kanunlar getiren, Allah’a iman etmemiş, Rasûl’e tabii olmamış,
antik Yunanistan’ın ve umumen Batı âleminin hayat felsefesinin temelini oluşturmuş olan müşrik bir Yunan olduğu zaman... Evet! O
zaman bu yanlış ve kötü bir şeydir. Özellikle ben bu kanunlarla Rabbimi, O’nun emirlerini ve nehiylerini ve umumen kulluğumu tarif
edecek, doğru veya yanlış olarak yargılayacak ve neticeler çıkaracaksam... Evet! O zaman bu, yanlış ve kötü bir şeydir.
33
34 Tarık Ebu Abdullah
Belki bazıları “Evet doğru, Mantık kanuni bir kıyas sistemidir ve
düşüncenin doğruluğunu veya yanlışlığını sadece belirlediği kanunların doğru icra edilmesine göre kabul eder. Lakin İslam uleması da
Aristo Mantıkı’nın bu kusurunu görmüşlerdir ve dolayısıyla oluşturulan tasdiklerin alakalı ilmin asıllarına arz edilmesi gerektiğini
ve o asıllara mutabakatı kadar doğru olacağını söylemişlerdir.” diyeceklerdir. Buna cevaben derim ki: Doğru, lakin birincisi bu manada Mantık’ın ıslah edilmesine ancak Ebu Hamid el-Gazzali (rahimehullah)’tan sonra başlanılmıştır ki el-Gazzali (rahimehullah)’ın vefatı
hicri 505’dedir. Aristoteles’in Organon’undan47 sonra özellikle “İslam
mantıkçılarının” dayandığı esasi kitap olan İsagoci48 ilk Abdullah bin
el-Mukaffa (Vefat H: 142) tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir.
Daha sonra Ebu Osman ed-Dimeşki (Vefat H: 302’den sonra) de tercüme etmiştir. Ebu Osman ed-Dimeşki’nin İsagoci tercümesini sonra Esiru’d-Din el-Ebheri (Vefat H: 663) ihtisar etmiştir ve bu haliyle
de İslam uleması arasında meşhur olmuştur. Aristo’nun Organon’una gelince, ilk Arapça’ya tercüme edenler Abdullah bin el-Mukaffa ve oğlu Muhammed’dir. Dolayısıyla, gördüğün gibi, 300 seneden
fazla bir zaman Mantık kendi ecnebi kalıpları dâhilinde kalmıştır.
Ve ikincisi, bunun hiçbir önemi yoktur çünkü problem; ilahi kelamı, Kuran’ı ve Sünneti Allah tarafından konuşulmuş ve vaz edilmiş
bir dile ve oluşturduğu kültüre mebni olan düşünce sistemiyle değil, müşrik Yunan’ın diline, fehimine ve kültürüne mebni olan bir
düşünce sistemiyle anlamaya çalışmaktadır. Allah (celle ve âlâ) tarafından konuşulmuş ve vaz edilmiş bir dile ve oluşturduğu kültüre
mebni olan düşünce sistemi hangisidir, diye soracak olursan derim
ki: O düşünce sistemi sahabenin fehimidir. Sahabenin fehimini hiçbir yabancı düşünce bulandırmamıştır. Niye sahabe arasında itikadi
47 Aristoteles (vefatı MÖ.384) Organon adı altında yazdığı altı kitapta Mantık konularını
incelemiştir. Altı kitap şunlardan ibarettir: Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller. Aristo bu kitaplarda kavramlar,
hükümler, akılyürütmeler ve çeşitli ispat şekilleri üzerinde durmaktadır. Sonra, yine
Aristo’ya ait olan Retorika ve Poetika kitaplarını da Organon’a ekleyerek sekiz kitaba
çıkarmışlardır. Helenistçiler ve İbn-i Sina İsagoci’yi de Organon’a giriş olarak ekleyerek
dokuz kitaba çıkarmışlardır.
48 Mantık ilminin vazgeçilmez mukaddime kitabı İsagoci’nin müellifi m.305’de vefat eden
Yeni Platoncu felesefeci ve Aristoteles’in Organon’da tesis ettiği düşünce yasalarını
geliştiren Yunan Porphyrios (Porfirios)’dur.
Tekfirin Hakikati
ihtilaflar zuhur etmedi? Niye sahabe Allah (azze ve celle)’nin sıfatlarını
tartışmadı? Niye sahabe kulların fiillerini yaratan Allah mıdır kendisi midir, tartışmadı? Niye sahabe amel imandan mıdır, değil midir,
tartışmadı? Niye sahabe Allah’ın iradesini tartışmadı? Niye sahabe
kaderi tartışmadı? Niye sahabe zati ve ihtiyarı sıfatları ayırmadı?
Niye sahabe Kur’an’ın mahlûk oluşunu tartışmadı? Niye sahabe iman
mefhumunu ve tevhidi tartışmadı?
Çünkü sahabenin telakki masdarı birdi: Kur’an ve Sünnet. Kur’an
ve Sünnet dışında hiçbir kaynağa iltifat etmediler. Bütün hakkı, bütün doğruları ve bütün hidayeti sadece Kur’an ve Sünnette bildiler ve
aradılar. Bunun için onların fehimi müstakimdi. Onların tasdiklerine cevher, araz, kadim, hadis, hakikat, mecaz vs. gibi kıstaslar yön
vermiyordu… Arap lügatinin kalıpları ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’den gördükleri ve duydukları yön veriyordu.
Bunun için bozuk bir düşünce sistemi vesilesiyle edilmiş bozuk
tasdikleri, aynı bozuk sistemle edilmiş bozuk asıllara arz edilmesinde hiçbir fayda yoktur.
İmam Malik bin Enes (rahimehullah)’ın (Vefat H: 179) dediği gibi,
“Bu ümmetin ilkleri neyle ıslah oldularsa sonuncuları da ancak onunla ıslah
olacaklardır. İlklerin zamanında din olmayan bugün de din değildir.”
Bunun için tek hak fırka olan Hadis Ehli fırkasının tasavvur ve
tasdik ve istidlal esasları şunlardır:
Birinci esas: Arab lügatı.
İkinci esas: Sahabenin fehimi ve fetvaları.
Üçüncü esas: İlahi hitabın tabiatı teabbud olması.
Hak ehli olan Hadis Ehli fırkasının beyan kaideleri bu esaslara
mebnidir; Yunan Aristoteles’in Mantıkı’na değil.
35
36 Tarık Ebu Abdullah
Denilse ki “Mantık bir kıyas sistemidir ve eş-Şafii, Malik ve Ahmed gibi Hadis Ehli’nin imamları da kıyasla şer’î hükme varmayı
kabul etmişlerdir.” Derim ki: Evet! Ama kıyas kalıplarını ve kanunlarını Aristoteles’ten almamışlardır. Muhakkak Allah (celle ve âlâ) aklı,
malûm olmayanları malûm olanlara benzeterek malûm olmayanlara
ulaşma kabiliyeti ile yaratmıştır. Lakin aklın bu kabiliyetine sınırlar,
ölçüler ve kaideler getirmiştir. Aklı, anlamakta aciz olacağı yerlerde
kıyas yapmaktan men etmiştir. Allah (azze ve celle) bizim için razı olduğu kıyas sistemini Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle ve sahabenin tatbikiyle bize bildirmiştir. Ben aslen aklın kıyas yapmasını
inkâr etmiyorum ama Kur’an, Sünnet ve sahabenin fehiminden gayri
bir düşünce sistemiyle kıyas yapmayı inkâr ediyorum.
Ayrıca şunu da söylemek gerekir: Muhtelif ve karşılıklı meşruiyetini ve muteberliğini tartışan düşünce sistemlerinin bazı muayyen hususlarda aynı oranda hakka isabet etmeleri mümkündür. Zira
haktır, hakikattir dolayısıyla vardır. Var olan bir şeyin mütenakız
görüşler tarafından ispat edilmesi garip bir şey değildir. Mesela şeriat da zinayı, hırsızlığı ve haksız yere adam öldürmeyi yasaklar; beşeri kanunlar da yasaklar. Her ne kadar iki kanun sistemi karşılıklı
meşruiyetini ve muteberliğini tartışsa da bu hususlarda aynı oranda hakka isabet etmişlerdir; çünkü hakikatte bu eylemler insan ve
topluluk için zararlı ve meni zaruri olan davranışlardır. Lakin aynı
oranda muayyen bir hususta hakka isabet etmiş olmaları iki sistemi
de meşru ve muteber kılmaz. Bilakis tek meşru ve muteber sistem İslam şeriatıdır. Buna benzer, Mantık yasalarıyla yapılmış bazı tarifler
veya istidlaller isabetli olabilir. Lakin bu tarif ve istidlallerin isabetli
olmaları selefî49 düşünce yasalarına uyumlu düştüklerinden dolayıdır. Bununla beraber, Mantık’ı bir düşünce sistemi derleyicisi olarak
doğrulamaz ve meşrulaştırmaz.
Velhasıl: Hak ehli olan Hadis Ehli fırkasının telakki masdarı
Kur’an ve Sünnettir. Bu masdardan hüküm istihrac etmek için edindikleri kaidelerin (beyan kaideleri) esasları
49 Burada Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat veya Hadis Ehli de diyebilirdik ama maksudu en açık
ve net ifade ettiği için selefi tabirini tercih ettim.
Tekfirin Hakikati
Bir: Fesahat devri Arabın lügati ve
İki: Sahabe (radıyallahu anhum ecmain)’in fehimi ve fetvaları ve
Üç: Hitabın tabiatı teabbud olmasıdır.
***
37
- üçüncü mukaddime -
İstihsan Hakkında
40 Tarık Ebu Abdullah
İ
stihsan, İslam ulemasının kabulünde ihtilaf ettikleri şer’î delillerdendir. Bu delil ile alakalı usulî ihtilaflara ve bilahire fıkhi tatbikiyle alakalı tartışmalara girmek istemiyorum. Bu, konumuzun çok
fazla dışına çıkar. Ama yine de Hak ehli olan Hadis Ehli mezhebiyle
diğer mezhepler arasında menhecî en mümeyyez fark olduğundan
ötürü ciddi ihtisar ve çok basit bir dille konumuza bir asıl olabilecek
kadar izah etmek istiyorum. Çünkü yukarıda söylediğim gibi, bizim
tasavvurumuzu ve akabinde varacağımız hükmü belirleyecek olan
Allah (azze ve celle)’nin Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e indirdiği dinin
beyan kaideleri olmak zorundadır; ecnebi ithal kaideler değil. Tevfik
sadece Allah’tandır.
ْ
‫( إال ْس ِت ْح َسان‬istihsan) lügatte ‫( اِ ْس َت ْح َس َن‬istahsene) fiilinin masdarıdır
ve güzel, uygun, doğru bulmak, saymak manalarına gelir. Istılahta
ise istihsanın tarifinde pek ihtilaf edilmiştir. İstihsanı şer’î delil olarak kabul eden âlimlerin tariflerini “İstihsan, delillerin tearuz halinde daha güçlü olan delilin alınmasıdır” tarifinde toplamak mümkündür. İstihsanı şer’î delil olarak kabul etmeyenler “İstihsan, müctehidin aklıyla (yani hevası ve herhangi bir muteber şer’î delile dayanmadan) hükme varmasıdır” diye tarif etmişlerdir. Bununla beraber bütün imamların bir şekliyle istihsan delilini kullandıklarından ötürü
iki kesimin arasındaki ihtilafın hakiki değil lafzî olduğu söylenilmiştir. Yani istihsanı delil olarak kabul etmemiş ve kötülemiş olan âlimler ve istihsanı delil olarak kabul ve tatbik etmiş olan âlimler makbul
istihsanın hakikatinde ittifak etmişlerdir lakin farklı isimlerle adlandırmışlardır. Dolayısıyla, zahiren bir ihtilaf varmış gibi görünse de
hakikaten yoktur, demişlerdir. Bunun için genelde usûl uleması istihsan delilini ikiye ayırarak, ittifaken kabul edilen istihsan ve ittifaken kabul edilmeyen istihsan olarak taksim etmişledir. İttifaken
makbul olan istihsanı “Bir delilin başka bir delile tercih edilmesi”
Tekfirin Hakikati
veya “Delillerin tearuz halinde daha güçlü olan delili almak” olarak
tarif etseler de hakikaten istihsanı “Has bir delilin varlığı sebebiyle
bir meselede benzeri olan bir meselenin hükmüne varmamak” olarak tarif etmişlerdir. İttifaken makbul olmayan istihsanı ise “Müctehidin aklıyla (yani hevası ve herhangi bir muteber şer’î delile dayanmadan) hükme varmasıdır” olarak tarif etmişlerdir.
Lakin işin hakikati şu ki Hadis Ehli imamlar ve Rey Ehli mezheplerin arasındaki istihsan tartışması lafzî değil, hakikidir. İmam
eş-Şafii, İmam Malik, İmam Yahya bin Said ve İmam Ahmed rahimehumullah gibi Hadis Ehli imamların, Usûl âlimlerinin kabul etmedikleri istihsan türünü batıl görmeleri açıktır; lakin doğru olan
şu ki kabul ettikleri istihsan türünü de batıl görmüşlerdir. Çünkü
mezhepler indinde makbul olan istihsan, illeti tahsis ederek kıyasa
muhalif hükme varmaktır veya muhalif nassları kıyaslayarak istihsan konusunu tahsis etmektir. Ama kıyas şer’î bir delildir. Kur’an ve
Sünnete mebnidir. Dolayısıyla şer’î delil olan kıyasın mebni olduğu
illeti tahsis edecek olan da şer’î delil olmak zorundadır. Ama istihsan
ehlinin istihsan tatbiklerine bakıldığında muhassisin (tahsis edenin)
şer’î delil olmadığı görülmektedir. Bunun için İmam eş-Şafii (rahimehullah) “İstihsan ile hükmetmek telezzüzdür” ve “Kim istihsanla hükmederse
teşri etmiştir” demiştir. Ve İmam Ahmed (rahimehullah) “Ebu Hanife’nin
arkadaşları kıyasa muhalif bir şey söylediklerinde “Kıyası bırakıp bunu
istihsan ediyoruz” derler. Böylece hak olduğunu iddia ettiklerini (kıyası) istihsan ile terk ederler. Ben ise gelen her hadisi uygularım. Ona kıyas yapmam”
demiştir.50 Çünkü tahsisi gerektiren şer’î delilin olmamasına rağmen,
illeti tahsis ederek şer’an vacip olan kıyasın hilafına hükme varmışlardır veya iki nassın birini diğerine kıyaslayarak ve istihsan konusunu istisna ederek nassın birini işlevsiz ve diğerine zıt kılmışlardır.
Benim burada gayem istihsan delilini tafsili tartışmak değildir elbette. Lakin Hadis Ehli imamların usûlcülerin taksimatına göre hem
ittifaken kabul edilmeyen istihsan türünü hem de sözde ittifaken
50 Camiu’l-Meseili l’ibni Teymiyye, 2.cilt/166,167.sayfa. (Daru Alemi’l-Fevaid, birinci
baskı h.1422)
41
42 Tarık Ebu Abdullah
kabul edilen istihsan türünü reddetmiş olmalarını dile getirmektir.51
Ve aslında bundan ziyade konumuza bir asıl olduğu anlaşılması için
niye reddetmiş olmalarını izah etmektir. Çünkü istihsan her hâlde
delilsiz hüküm beyan etmektir. İster varılan hüküm tamamıyla nefis
ve hevaya mesnet olmuş olsun ister sahih illetin gerektirdiği vacip kıyasa delilsiz illet tahsisi sebebiyle muhalefet edilmiş olsun, her hâlde
varılan hüküm şer’î delilden gayrısına mebni olmuştur. Bunun için
merduttur. Çünkü şer’î hüküm muhakkak Kur’an ve(ya) Sünnete
mesned olmak zorundadır.
Bundan ötürü şer’î hüküm şu asıllara (külli kaidelere) mutabık
olmak zorundadır. Aksi takdirde nefsî ve hevaî olur.
Bir:
İslam Dini’nin esasi kanunlarından biri, hükmün Allah (celle ve
âlâ)’ya mahsus olmasıdır. O, hükmünü Rasûlü Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e vahyetmiştir. Semadan tenzil olmuş vahiy Kur’an ve
Sünnettir. Dolayısıyla her hüküm bu iki kaynağa mesnet olma zorundadır. Değilse Kur’an ve Sünnet dışında bir kaynağa müsnettir. Ya
insanın haricinde başka mahlûkata müsnettir veya insanın dâhilinde
aklına ve hevasına müsnettir. Bu da istihsandır.
İki:
Esasi hüküm kaidelerden birisi de hükmün zahire göre oluşudur.
Mekke’den Medine’ye hicret eden kadınlar için Allah (subhanehu ve teâlâ)
şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek
size geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir.” Yani Allah (celle ve âlâ) onların hakikaten mü’min
olduklarını sizden daha iyi bilir.Ama “Eğer siz onların mü’min kadınlar olduğunu öğrenirseniz” yani sizler onların zahirlerinden
yani açığa vurduklarından mü’min olduklarını anlarsanız “onları
kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir ve onlar
51 Bu hususta tafsîlî bilgi edinmek isteyenlere, asırlarca mefkut olan ve yakın tarihte Allah celle ve âlâ’nın lütfu ve keremiyle bulunmuş olan İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’ın telif ettiği “Kaidatun fi’l-İstihsan” risalesini okumayı önemle tavsiye ederim.
Tekfirin Hakikati
da bunlara helal değildir.”52Dolayısıyla Allah (azze ve celle) şer’î emir
ve hükmü “onları kâfirlere geri döndürmeyin.Bunlar onlara helal
değildir ve onlar da bunlara helal değildir” diyerekhicret eden kadınların izhar ettiklerine bağlamıştır.
Ve münafıklar… Allah (subhanehu ve teâlâ) münafıklar için şöyle buyuruyor: “Münafıklar sana geldikleri vakit “Şahitlik ederiz ki sen
muhakkak Allah’ın Rasûlüsün” derler. Senin mutlaka Kendisinin
Rasûlü olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder. Onlar yeminlerini kalkan yaptılar…”53yani
öldürülmeye karşı kalkan yaptılar. Çünkü münafıklar hakikatte kâfirdir ve dolayısıyla canları ve malları müslümanlara helaldir lakin
İslam’ı izhar ettiklerinden dolayı canlarını ve mallarını müslümanlardan korumuşlardır. Allah (celle ve âlâ) münafıkların hakikaten kâfir
olduklarını elbette biliyordu, hatta hakikatte kâfir olduklarını beyan
etti, hatta isimlerini Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bildirdi ama buna rağmen küfrü değil de İslam’ı izhar ettiklerinden dolayı zahiren İslam hükmünü aldılar. Çünkü Allah (subhanehu ve teâlâ)
dünyada hükümlerin zahirine göre olmasını emretmiştir. İmam
eş-Şafii (rahimehullah) şöyle der: “Allah (azze ve celle) kullarına iki hükümle hükmetmiştir: Biri Kendisiyle kulları arasında olan hüküm ve diğeri
dünyada kulların kendi aralarında olan hüküm. Kendisi ve kulları arasındaki hükümde alenen yaptıklarıyla mükâfatlandırdığı ve cezalandırdığı gibi
gizledikleriyle de mükâfatlandırır ve cezalandırır. Bu hususta haklarında
hüccetin kaim olması için onlara gizlediklerini de açığa vurduklarını da
bildiğini bildirmiştir ve “O şüphesiz gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir”54ve “O gözlerin hain bakışını da bilir, gönüllerin gizlediğini de”
demiştir. (Ve ikincisi) Kulları sadece (azze ve celle)’nin istediği kadar bilmeleri
mümkündür. Gizli olanları kullarından örtmüştür. Onların arasına onlara
Allah’ın hükümlerini ikame eden Rasûllerini göndermiştir. Rasûllerine ve
kullarına dünya hükümlerini izhar ettiklerine göre olacağını beyan etmiştir.
Kullarından küfür ehli olanların kanlarını mübah kılmıştır ve “müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürün” demiştir ama İslam’ı izhar ettikleri zaman
52 El-Mümtehine Sûresi 10.ayet
53 El-Münafikun Sûresi 1. ve 2.ayet
54 Taha Sûresi 7.ayet
43
44 Tarık Ebu Abdullah
haram kılmıştır ve “hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır” ve “Hata dışında bir mü’min, diğer bir mü’mini öldüremez” ve “Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî
olarak kalacağı cehennemdir” demiştir. Müşrikler imanı izhar etmediler
ve bunun için Allah (azze ve celle) kanlarını mübah ve onlarla savaşmayı emir
ve farz kılmıştır ama sonra münafıklar imanı izhar ettiler ve Allah (azze ve
celle) Nebi’sine onlara karşı savaşmaya izin vermemiştir. Hâlbuki açığa vurdukları gizlediklerinin hilafına olduğunu Nebi’sine haber vermiştir ve onlar
için “onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslam’a girdikten sonra yine kâfirlik ettiler” ve “dönüp de yanlarına geldiğinizde
kendilerinden yüz çeviresiniz diye Allah’a yemin edecekler. Siz de
onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar gerçekten murdar kimselerdir.
Yaptıklarının cezası olarak nihayet varacakları yer cehennemdir”
demiştir. Ama imanı izhar ettiklerinden dolayı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) onlarla savaşmamıştır ve Müslümanlarla evlenmekten ve onlara varis
olmaktan men etmemiştir.”55
Üç:
Ve yukarıda geçtiği gibi beyan kaidelerinin esaslarından biri, hitabın tabiatının teabbud olmasıdır. Yani biz kulluk için yaratıldık ve
başıboş bırakılmadık. Allah (subhanehu ve teâlâ) ile aramızdaki ilişkinin
ً
temelini bu oluşturmaktadır. “İnsan ‫( ُسدى‬sude) bırakılacağını mı
َ ُّ (es-sude)”
sanır?” Ve İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın dediği gibi“‫السدى‬
emir ve nehiyle muhatap olmayandır. Yani insan kendisini ilahi emir
ve nehiylerden soyutlanmış olarak bırakılacağını mı zanneder? Bilakis, insan her hâlde ve her zamanda Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın emir
ve nehiyleri ile muhataptır. Hayatımızın hiçbir lahzasında Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın beyan ettiği emirler ve nehiyler üzerimizden kalkmaz. Beyanının delaleti sarih ve vazıh olmadığı hâllerde de yine Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın o hâldeki emir ve nehiylerini bulmakla (ictihad etmekle) mükellefiz. Mevzuda nassın olmayışı veya bizzat mevzuyla alakalı nassın olmayışı veya var olan nassların delalet ihtimalleri olması vs. gibi hâller Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın o mevzudaki emir
55 El-Umm, Kitabu İbtali’l-İstihsan. 9.cüz/82.sayfa. (Daru’l-Vefa, birinci baskı h.1422)
Tekfirin Hakikati
veya nehyine itaat etme emrini üzerimizden asla kaldırmaz. Bunun
için İmam eş-Şafii (rahimehullah) “(Bu alametlerle yönü tayin etmekte) ictihad ederek Allah celle seneuhu insanlara yüzlerini Mescidu’l Haram’a doğru
çevirmelerini emretmiştir. Yoksa, Mescidu’l Haram’ı gözle göremedikleri
zaman istediğiniz yere doğru namaz kılın, dememiştir. Böylece (ictihad
ederek) celle seneuhu’nun emirlerini terk edenler değil, itaat etmek için çaba
sarf edenler olmuşlardır” der. Her hâlde Allah (azze ve celle)’nin ve O’nun
emriyle Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmünü aramak ve hükmün durduğu yerde durmak bizim kulluğumuzdur. Bu suretin dışına çıkıldığında kulluğun dışına çıkılmış olur. Hâlbuki bizi Allah (celle
ve âlâ) sadece kulluk için yaratmıştır: “Ben cinleri ve insanları sadece
Bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine kimlerin
münafık oldukları semadan bildirilmesine rağmen onları öldürmemiştir. Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır.
Ve bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), adilin hilafına
şahitlik etmesine rağmen namaz kılanın vs. öldürülmesine mani olmuştur. Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır.56
Ve bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), eşi tarafından
zina etmekle suçlanan ve inkâr eden ama akabinde zina ettiğine dair
delaletin zuhur etmesine rağmen yine de o kişiyi zina cezasıyla yargılamamıştır. Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır.57
56 Burada işaret ettiğim kıssa İmam Malik’in Muvatta’sında, İmam eş-Şafii’nin Musned’inde, İmam Ahmed’in Musned’inde ve başkalarında rivayet ettikleri şu hadisedir: Abdullah bin Adiyy el-Ensari (radıyallahu anhu) şöyle diyor: “Bir adam geldi ve Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) ile gizli bir şeyler konuştu. Biz onların konuştuklarını anlamadık. Sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sesli konuşmaya başlayınca anladık ki
bu adam Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e münafıklardan bir adamın öldürülmesi
hakkında danışıyormuş. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: “O, Allah’tan başka ilah olmadığının şahitliğini yapmıyor mu?” Dedi ki: “Elbette! Lakin onun
şahitliği yok (geçersiz)!” Dedi ki: “O, namaz kılmıyormu?” Dedi ki: “Elbette! Lakin
onun namazı yok (geçersiz)!” Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “İşte
bunlar Allah-u Teâlâ’nın beni men ettikleridir!””
57 Burada işaret ettiğim kıssa İmam Malik’in Muvatta’sında, İmam eş-Şafii’nin Musned’inde ve el-Beyhaki’nin Marifetu’s-Sunen’inde rivayet ettikleri şu hadisedir: Hişam bin
Urve (radıyallahu anhu) diyor ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e el-Aclaniyyu
denilen adam geldi. Kızılca, uzun boylu ve zayıf bir yaratılışta olan birisiydi. Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’e “Şerik bin Sehma için ne dersin? O fulana (kendi zevcesini
45
46 Tarık Ebu Abdullah
Ve bunun için Ömer (radıyallahu anhu) üç tane adil şahitlik etmesine
rağmen, emredilmiş olan dört adil şahitlik etmediği için bırak zina
cezasının icra edilmesini, üç şahitlik eden adillere iftira cezası uygulamıştır. Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır.58
Bunun misallerini çoğaltabilirim ama anlayan için bu kadarı kâfi.
Bilâhare, Nâsiru’s-Sunne İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın dediği gibi
derim ki: “Bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dışında hiç kimsenin
istidlalsiz konuşmasının caiz olmadığına delildir… Hiç kimseye güzel ve
doğru bulduğu ile (istihsan ile) konuşmak caiz değildir ki şüphesiz istihsan
ile konuşmak evvelinde misali olmayan bir şeyi ihdas etmektir.”59
***
kast ediyor) yaklaştı ve o şimdi hamiledir. Hâlbuki ben ona şu kadar zamandan beri
elimi sürmedim” dedi. Şerik bin Sehma, el-Aclaniyyu’nun amcasının oğlu ve iri yapılı,
sert mizaçlı, simsiyah gözlü ve iri kalçalı bir adamdı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Şerik’i çağırdı; o iddia edileni inkâr etti. Sonra kadını çağırdı; o da inkâr etti. Sonra
eşiyle lanetleştiler. Kadın hamileydi. Sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: “Kadını takip edin! Eğer doğurduğu çocuk simsiyah gözlü ve kalçaları iri
olursa muhakkak eşi onun hakkında doğru konuşmuştur. Ama doğurduğu çocuk vehira (bir kertenkeletürü) gibi kızılca olursa muhakkak yalan konuşmuştur.” Sonra kadın
simsiyah gözlü ve iri kalçalı bir çocuk doğurdu. Akabinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdu: “Onun durumu açık ve net oldu! Allah’ın hükmü olmasaydı
(onlar için başka bir hükmüm olacaktı)” ”
58 Burada işaret ettiğim kıssa el-Hâkim’in Mustedrek’inde ve ihtisar ile İmam Buhari’nin
Sahih’inde ve başkalarının rivayet ettikleri şu hadisedir: Abdulaziz bin Ebu Bekre’nin
anlattığına göre, Ebu Bekre (radıyallahu anhu) Muğire bin Şu’be (radıyallahu anhu)’yu
zina etti suçlamasıyla o zaman halife olan Ömer (radıyallahu anhu)’ya şikâyet etmiştir.
Ömer (radıyallahu anhu) da suçlamanın tahkiki için Muğire bin Şu’be (radıyallahu anhu)’yu ve Ebu Bekre (radıyallahu anhu)’yu şahitleriyle beraber Medine’ye çağırdı. İki
taraf Emiru’l-Mü’minin Ömer (radıyallahu anhu)’nun huzuruna vardıklarında Ebu
Bekre (radıyallahu anhu)’ya “Delillerini getir Ey Eba Bekra” dedi. Ebu Bekra (radıyallahu
anhu) “Şahitlik ederim ki apaçık ve kat’i surette zinayı gördüm” dedi. Sonra kardeşi Ebu
Abdullah (radıyallahu anhu) aynı şahitliği getirdi ve “Şahitlik ederim ki apaçık ve kat’i
surette zinayı gördüm” dedi. Sonra Şibl bin Ma’bed (radıyallahu anhu) öne çıktı ve ona
da sorulduğunda aynı şahitliği getirdi. Sonra Ziyad (radıyallahu anhu) öne çıktı. Ömer
(radıyallahu anhu) ona “Ne gördün?” diye sordu. Ziyad (radıyallahu anhu) “İkisini bir
çarşaf altında gördüm. Sesler de işittim. Ama bundan başkasını bilmiyorum” deyince,
Ömer (radıyallahu anhu) Muğire (radıyallahu anhu)’nun kurtulmasına çok sevindi ve tekbir getirdi. Ziyad (radıyallahu anhu)’nun dışında diğer üç şahide 80 sopa vurdurdu.
59 Er-Risale, 50. Sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)
- birinci kısım -
(Fasıl)
Bir Şeyin Hakikati Nedir?
48 Tarık Ebu Abdullah
B
urada hakikat olarak isimlendirdiğimi bir şeyin tanımı, tarifi
veya hudutları olarak da adlandırabiliriz. Özellikle had veya tarif
olarak ulemanın sözlerinde çokça rastlayabiliriz. “Falan şeyin tarifi,
falan şeyin hudutları” dediklerini çokça görebilirsin. Hakikat tabirini
tercih etmemin sebebi, tarifte hudutları (mana sınırları) belirlenecek
olan şeyde söz konusu olanlar, o şeyin asılları ve gerçekleri olduğunu
ve o şeyin mahiyetini ve varlığını oluşturduğunu daha güzel vurguladığındandır.
Ebu’l-Meali el-Cuveyni (rahimehullah) (Vefat H: 478) “Bir şeyin haddi
ve hakikati onu başkalarından temyiz eden hususiyetleridir” der60. Usûl
âlimlerinin çoğu bir şeyin haddini lafzî, resmî ve hakiki olarak üç
kısma ayırırlar. Bir şeyin hakikati nedir sorusundaki amacı Ebu Hamid el-Gazali (rahimehullah) (Vefat H: 505) şöyle açıklıyor: “ ‫( َما‬ma (Ne?
Nedir?) sigasıyla üç şey istenilebilir:
َ
Bir: Bir lafzın açıklanması. Mesela ‫( ُعقار‬ukar) kelimesini bilmeyen kimَ
senin “Ukar nedir?” sormasına, eğer soran kişi ‫( �خ ْ ر‬hamr) kelimesini bili­
yorsa buna “Ukar, hamrdır” diye cevap vermesi gibi.
İki: Sorulan şeyi diğer şeylerden temyiz eden, tayin edilmiş, cami’ ve mani’61 olan bir lafzın istenmesi. Nasıl olursa olsun, ister sorulan şeyin zatının
arazlarından (ilineksel vasıflar) veya zatının hakikatinden uzak lazımlar
(ayrılmaz vasıflar) olsun, isterse zatının hakikatinden ibaret olsun, fark etmez. Zati vasıf ile arazi vasıf ara­sındaki fark aşağıda gelecek. Mesela “Hamr
nedir?” diye sorana “Hamr, köpükle beraber atılan, sonra mayalan­mış
hâle dönüşen ve testide saklanan sıvıdır” denilmesi böyledir. Burada gaye,
60 Et-Telhisu fi Usuli’l-Fıkh, 3.sayfa. (Daru’l-Beşeiri’l-İslamiyye baskısı h.1417)
61 Mantık âlimleri bir şeyin tarifinin ‫( َج ِام ٌع َما ِن ٌع‬camiun ve maniun) olmasını şart koşarlar.
Bunun manası yapılan tarifin tarif edilecek olan şeyin tüm efradına şamil olması
(cami’) ve aynı zamanda dâhil olmayanı da ihrac etmesidir (mani’).
Tekfirin Hakikati
hamrın hakikatine değinmeksizin hamrın genel hatlarıyla kendisine denk
düşecek olan arazi ve lazımi vasıflarını hamrı dışarda bırakmayacak ve
hamr olmaya­nı dâhil etmeyecek şekilde toplamaktır.
Üçüncüsü: Bir şeyin mahiyetinin ve zatının hakikatinin talep edilmesi.
Mesela “Hamr nedir?” diye sorana “Hamr, üzümden sıkılarak elde edilen
sarhoş edici içkidir” denilmesi böyledir. Bu söz hamrın hakikatini ortaya
çıkarır. Sonra da kuşkusuz bu sözü temyiz işlemi takip eder.
İşte had ismi yaygın olarak bu üç hususta müştereken kullanılmaktadır.
Biz bunlardan her biri için ayrı birer isim oluşturalım ve birinciye lafzî tanım
diyelim. Çünkü soran kişi, sadece sözcüğün açıklanmasını istemektedir.
İkinciye resmî (biçimsel) tanım diyelim. Çünkü bu, şeyin hakikatini kavramaya arzu duymaksızın şeyin biçimsel bilgisini istemektir. Üçüncüsünü de
hakiki ta­nım olarak isimlendirelim. Çünkü soran bununla şeyin hakikatini
kavramayı istemektedir. Bu üçüncü tür tanımın şartı, yapılan tanımın şeyin
tüm zati sıfatlarına şamil olmasıdır. Mesela, canlının tanımı sorulduğunda, “Canlı, duyarlı cisimdir” denirse zati bir niteliği söylenmiş olur. Fakat
bu nitelik cami’ ve mani’ olması hu­susunda yeterli olmakla birlikte yine de
eksiktir. Aksine bu cevaba “iradeyle hareket eden” kaydının da eklenmesi gerekir. Çünkü akıl ancak bu iki temel özelliği toplayarak canlının hakikatinin
özü­nü idrak edebilir. Bir şeyi diğer şeyler­den ayırabilecek biçimsel bir tanım
yapmak isteyen kişi ise canlının tanı­mında cisim yerine duyarlı demekle yetinebilir.”62
Bir şeyin tarifini doğru yapmanın, onun zati vasıflarını ve gerçeklerini doğru belirlemenin ve sınırlarını doğru koymanın çok büyük
bir önemi vardır; çünkü söz konusu şey yapılan tarife göre tanınacak
ve uygulanacaktır. Ve bunun devamında şeyin zıddı da ancak doğru
tarif neticesinde doğru tanımlanabilecektir.
Âllame Şeyh Abdullatif bin Abdurrahman bin Hasan rahimehumullah (Vefat H: 1292) şöyle diyor: “Bil ki, kim herhangi bir şeyin hakikatini tasavvur edebilirse ve mahiyetini ona özel vasıflarıyla bilirse, zorunlu olarak onu bozanı ve zıddı olanı da bilir. Kapalılık ancak iki hakikatten
62 El-Mustasfe, 1.cüz/48.sayfa. (Muessessetu’r-Risale, ilk baskı h.1417)
49
50 Tarık Ebu Abdullah
birisinin anlaşılamamasından veya ikisinin mahiyetlerinin bilinmemesinden meydana gelir. Fakat durum bu olmazsa ve ikisi de (şeyin ve zıddının
hakikati) tamamıyla tasavvur edilirse, birinin diğeri için ne kapalılığı ve
ne de anlaşılmazlığı ve karışıklığı söz konusu olmaz. Ümmetin nicesi -ismin- sınır ve hakikatlerinde bilgisizliklerinden dolayı helak olmuştur. Nicesi
de bundan dolayı hataya, şüpheye ve anlaşmazlıklara düşmüştür. Bunun
örneği İslam ve şirktir. İkisi birbirine zıttır, bir araya gelmezler ve ikisi de
aynı anda kalkmaz. İslam ve şirkin veya ikisinden birinin hakikatlerindeki
cehalet insanlardan birçoğunu şirke ve salihlere ibadet etmeye düşürmüştür.
Bunun sebebi hakikatlerin ve mefhumların bilinmemesidir.”63
Ve ümmetin hidayet imamlarından biri olan İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) (Vefat H: 728) ismin haddini belirlemekteki öneme şöyle dikkat çekiyor: “Bil ki, tekfir ve tefsik meseleleri isim ve ahkâm
meselelerindendir. İsim ve ahkâm meseleleri ahiret diyarında müjdenin ve
tehdidin taalluk ettiği ve dünyada dostluk ve düşmanlığın, öldürmenin, ismetin (korunmanın) ve buna benzer başkasının taalluk ettiği meselelerdir.
Muhakkak ki Allah (subhanehu ve teâlâ) cenneti mü’minlere vacip ve kâfirlere
haram kılmıştır. Bu, her zaman ve mekânda geçerli olan külli hükümlerdendir.”64
Fasıl
Tekfir’in lügavi hakikati. (Arabın kelamında tekfir kelimesinin
kullanım şekilleri)
ْ َ
َّ َ
�‫( تك ِف ي‬tekfir) kelimesi ‫( كف َر‬keffera, aynu’l-fiil şeddeli) mazi sülasi
ً ْ َ ِّ َ َّ َ
mezid fiilin masdarıdır. ‫(كف َر ُيكف ُر تك ِف ي�ا‬keffera, yukeffiru, tekfiran).
َْ
ََ
ً ْ َ ُ ِّ َ ُ َ َّ َ
‫ تف ِعيل‬babında ‫ فعل يفعل تف ِعيال‬vezninde gelmiştir. Mücerredi ‫( كف َر‬kefe-
ra)’dır. Aynu’l-fiilin cinsinden bir harf ekleyerek bu hâle gelmiştir.
Arabın sülasi mücerred fiili bu vezinde çekmesinin sebebi ta’diyet
(fiilin mef ’ule geçiş yapması) içindir. Bu babta gelen müteaddi fiilden şu manalar türeyebilmektedir:
63 Minhacu’t-Tesis, 11.sayfa. (Daru’l-Hidaye baskısı)
64 Mecmuu’l-Feteva 12.cüz/468.sayfa. (Daru’l-Vefa, ikinci baskı h.1426)
Tekfirin Hakikati
Fiilin, failin veya mef ’ulün çokça olması (Teksir). Failin bir yöne
teveccüh etmesi (Teveccüh). Mef ’ulün fiilin aslına nispet edilmesi
(Nispet). Kısaltma (İhtisar). Failin mef ’ulden fiilin aslını gidermesi
َ َ
(Selbiyet). Ve bundan başka manalar. Fakat Arap ‫( ف َّعل‬aynu’l-fiil şedَ
َ
deli) vezninde gelen fiilleri az da olsa, ‫( ف َعل‬aynu’l-fiil şeddesiz) veznin manasında da kullanmıştır.
ََ
Sülasi mücerred ‫( كف َر‬kefera) fiili; aslen bir şeyi setretmek, üstünü
örtmek, kapatmak, gizlemek gibi manalara gelir.
ََ
َ َ
‫( كف َر‬kefera) ‫( ف َّعل‬feaale, aynu’l-fiil şeddeli) vezninde geldiği za-
man, lügatte kullanımları başlıca şunlardır:
-Örtmek, gizlemek, gidermek:
ً ْ َ
َّ َ
‫كف َر َع ْن َي ِ� ِين ِه تك ِف ي�ا‬. Yemininin kefaretini verdi. Et-Tehzib sahibi el-Ez-
heri (rahimehullah) (Vefat H: 370) şöyle der: “Kefarete kefaret denilmiştir
çünkü günahları örter.”
ً ْ َ َ
َّ َ
‫كف َر ِد ْر َع ُه ِبث ْو ٍب تك ِف ي�ا‬. Zırhını elbiseyle örttü, gizledi. Yani zırhı üzerine
elbise giydi.
Ebu Mansur el-Ezheri (rahimehullah) silah kuşanana da kâfir denildiğini söyler. Çünkü silah onu örtmüştür. Bunun için kişi silahını
ُ َّ َ َّ َ َ
َ
‫تكفر‬denilir. İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma)’nın
kuşandığında ‫الر ُجل ِب ِسال ِح ِه‬
hadisi bu manaya muhtemeldir:
ُ ُ ْ َ ُ ْ‫ُ َّ ً َ ض‬
َ ‫ك ر َق‬
ْ َ ُ َ‫َ ت‬
‫اب َب ْعض‬
ِ ْ ‫�ب بعض‬
ِ ‫ال ْ� ِجعوا بع ِدى كفارا ي‬. “Benden sonra dönüp bir-
birinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!” 65Yani silahlarınızı
kuşanmış, birbirinizle savaşmaya hazır olanlar olmayın. El-Hattabi
َّ ُ
ِّ َ َ
(rahimehullah) ve başkaları bu hadiste ‫( كف ٌار‬küffar) kelimesinin ‫ُمتكف ُرون‬
(mütekeffirun) manasında olduğunu söylerler.
َّ َ
Ve ayette şöyle geçiyor:‫ ُيكف ْر َع ْن ُه َس ِّيآ ِته‬. Onun kötülüklerini örter, yani
bağışlar.
65 Sahih-u Müslim, 234.hadis, Sahihu’l-Buhari, 4051.hadis
51
52 Tarık Ebu Abdullah
-Boynu öne doğru eğmek, eğilmek:
َ
‫ف‬
ْ
ْ
َ َ َّ َ
َّ ‫أن ُه كن َيك َر ُه‬. “O,
َّ �ِ �َ ‫التك ِف ي‬
Ebu Ma’şer hadisinde şöyle geçiyor: ‫الصال ِة‬
‫ي‬
namazda tekfiri kerih görürdü.”66 Yani kıyamda çok eğilmeyi kerih görürdü. Arap tazim etmek için boynunu rükû mahalline yakın öne
eğmeye tekfir demiştir.
-İtaat etme manasında boyun eğmek:
Ebu Said el-Hudri (radıyallahu anhu) hadisi buna misaldir:
َ‫ُ َ َ َ َّ أ‬
َ
َ‫َ ن‬
َ ‫ َّاتق‬:‫ال ْع َض َاء ُ َّك َها ُت َك ِّف ُر ِّالل َس َان َف َت ُق ُول‬
ْ ‫ِإ َذا أ ْص َب َح‬
‫ن‬
‫هللا ِف َينا ف ِإ نَّ َ�ا ْ� ُن‬
‫ن‬
‫إ‬
‫ف‬
‫م‬
‫آد‬
�‫ا‬
‫ب‬
ِ
ِ
َ‫�نا‬
ْ ‫� َت ْاع َو جَ ج‬
ْ ‫ َفإ ْن ْاس َت َق ْم َت ْاس َت َق ْم َنا َوإ ْن ْاع َو جَ ج‬،‫ب َك‬
ِ
ِ
ِ
“Sabah olduğu zaman bütün organlar dili tekfir ederek (yani
ona boyun eğerek ve itaatlerini ikrar ederek) şöyle derler: “Bizim
için Allah’tan kork, zira biz seninle ayaktayız. Sen doğru olursan
bizde doğru oluruz, sen eğilirsen biz de eğiliriz.”67
Cerir’in68 sözü de bu manaya misaldir:
َ
ً ْ َ ِّ َ َ ِّ ُ َ َ
َ
‫السال َح َوكف ُروا تك ِف ي�ا‬
‫ فضعوا‬... ‫ َوإذا َ ِس ْع َت ِب َ� ْر ِب ق ْي ٍس َب ْع َدها‬. Yani Kays’ın sava-
şını duyduktan sonra, artık silahı bırakın ve boyun eğin ve itaat edin.
-İmanın zıddı olan küfrü bir kişiye nispet etmek:
ً ْ َ َّ َ
.‫ كف َر ُه تك ِف ي�ا‬Onu tekfir etti. Yani imanın zıddı olan küfrü ona nispet
etti.
66 Hadisi İbnu’l-Esir (rahimehullah) “en-Nihayatu fi Garibi’l-Hadisi ve’l-Eser”inde kaf ile fe
babında zikretmiştir.
67 Sunenu’t-Tirmizi, 2588.hadis ve şöyle diyor: Hammad bin Zeyd’ten başkasından bu hadisi bilmiyoruz. Başkaları da ondan ref etmeden rivayet etmişlerdir.
68 Cerir bin Atiyye bin el-Hatefe et-Temimi el-Basri (rahimehullah). Üç büyük İslam şairlerinden biridir. Diğer ikisi el-Ferezdek ve el-Ahtal’dır. Cerir asrının en gözde ve en fasih
İslam şairiydi. Hicri 110’da vefat etmiştir.
Tekfirin Hakikati
Fasıl
Tekfir’in şer’î hakikati. (Şari’nin hitabında tekfir kelimesinin
kullanım şekilleri)
Şari’nin hitabında tekfir kelimesi şu iki manada gelmiştir:
Bir. Günahların tekfiri. Yani masiyetlere terettüp eden günahların giderilmesi ve dolayısıyla bağışlanılması. Genel itibariyle namaz,
abdest ve büyük günahlardan kaçınmak gibi salih ameller Allah
(celle ve âlâ)’nın meşiyetiyle günahlara kefaret olur. Öldürmek, yemin
bozmak, zihar yapmak, ramazan orucunu cima ile bozmak ve hac
haramlarını işlemek hariç; bunlar için Allah (azze ve celle) mahdut bir
kefaret belirlemiştir.
İki. İslam’ın aslını bozan söz, fiil veya itikad sebebiyle sahibine
verilen küfür hükmü. Selef indinde tekfir mutlak ve muayyendir.
Mutlak tekfir Kur’an ve Sünnete göre mükeffer69 olan söz, fiil veya
itikada küfür hükmünü ıtlak etmektir. Kim şöyle derse kâfir olur,
kim şöyle yaparsa kâfir olur veya kim şöyle itikad ederse kâfir olur,
demek gibi. Muayyen tekfir ise mutlak küfür hükmünü failine inzal
etmektir. Bu da durumdan duruma farklıdır. Mesela dinin aslında
veya fer’inde olabilir veya hafi veya zahir meselede olabilir. Duruma
göre maniler işler ve şartlar aranır veya işlemez ve aranmaz. Veya
bazıları işler ve bazıları işlemez. Muayyen tekfir hususu ayrıntıları
çok olan bir meseledir. Her kişiden kişiye farklıdır. Küfre girmiş olan
kişinin daima küfür hükmünü de alması gerekmez. Bu meselelere
burada girmeyeceğim. Risalenin girişinde söylediğim gibi tekfir
mevzusu fıkhî mahiyetiyle bu risalenin gayesi değildir. Benim âcizane bu risalede söylemek istediğim sadece şudur: Tekfir lügatte ve
şeriatta hüküm ifade eder.
69 Küfre nisbetini sağlayan
53
54 Tarık Ebu Abdullah
Fasıl
Hüküm Nedir?
ٌ ْ ‫( ُح‬hukmun) sülasi mücerred ‫ك‬
َ َ ‫( َح‬hakeme) fiilinin mastarıdır.
‫ك‬
El-Ezheri (rahimehullah) hüküm, adil yargıdır, der. Lügatte hükmetmek,
men etmektir. Bunun için yargıya hüküm denilmiştir. Çünkü kadı
hükmüyle hükmü dışında kalanları men etmiştir. İbn-u Munzir (rahimehullah) (Vefat H: 711) şöyle der: “Arap, men ettim ve reddettim manasınَ
ْ َّ ‫ك ُت َو َح‬
ْ َ ‫ك ُت َو أ ْح‬
ْ َ ‫( َح‬hakemtu ve ahkemtu ve hakkemtu) der. Bunun
da ‫ك ُت‬
için insanlar arasında hükmedene hâkim denilmiştir; çünkü zalimi zulmetmekten engeller.”70 Hüküm kelimesinin lügat manasından şu ortaya
çıkıyor: Allah (celle ve âlâ) mesela bir şeyi vacip kılmış ise bunun manası aynı zamanda vacip kıldığının hilafını da men etmiş olmasıdır.
Istılahta hükmün manası bir şeye bir şeyi ispat ederek veya nefyederek izafe etmektir. Yani bir şeye bir şeyi izafe etmek veya nefyetmek o şey hakkında hüküm vermek olur. Mesela “Zeyd” demek
hüküm olmaz fakat “Zeyd kalktı” demek hükümdür çünkü Zeyd için
kalkmış olduğunu ispat etmiş olur. Nefiy de böyledir. “Zeyd kalkmadı” demek, Zeyd hakkında hükmetmektir çünkü kalkma eylemi
kendisine nefyedilerek izafe edilmiştir. “İçki” demek hüküm değildir
fakat “İçki haramdır” demek hükümdür. Çünkü içki için haramlığı
ispat etmiştir. Veya “İçki helal değildir” demek içki hakkında hüküm
vermektir çünkü içkiye cevazı nefyederek izafe etmiştir.
Bu manada, hüküm şu dört halin dışına çıkmaz:
Hüküm ya şer’îdir ya örfidir ya aklidir veyahut lügavidir. Mesela:
Limon tansiyonu düşürür demek örfî, adetsel hükümdür. Bu hüküm tecrübe ve tekrar ile sabittir. Şer’î bir delil ile değil. Çoğu durumlarda bu doğrudur; lakin her zaman değil.
70Lisanu’l-Arab, ‫ حمك‬maddesi. (Dar-u Sadır ilk baskı)
Tekfirin Hakikati
Bir ikinin yarısıdır demek, akli hükümdür. Bu aklen sabittir. İnsanlar bu hükümde ihtilaf etmez çünkü doğruluğu bütün insanlar
indinde aklen sabittir. Bilakis bu hükme muhalefet edenler inkâr
edilir.
َ َ
‫( ق َام ز ْي ٌد‬Zeyd kalktı) cümlesinde “Zeyd merfudur; çünkü faildir”
demek,lügavi hükümdür. Zeyd kelimesi vucuben ref edilir ve ref alameti olarak zammeyi alır. Zeydi nasp edip fethayla harekelemek caiz
değildir.
“Yalan söylemek caiz değildir” demek, şer’î hükümdür çünkü yalan söylemenin haramlığı şer’an sabittir. Şer’î hükmü usûl ulemasının ekseri şöyle tarif eder: “Şer’î hüküm Allah’ın talep, tahyir ve vaz’ (ahiri ‫ )ع‬bakı­mından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabıdır.” Usûlcülerinَ
َ َ َّ
‫أ ِق ُيموا‬
ekserine göre hüküm bizzat hitabın kendisidir. Mesela, ‫الصالة‬
َ‫َ َ ْ َ ُ ِّ ن‬
“Namazı kılın” hükümdür, �‫“ ال تقر بوا الز‬Zinaya yaklaşmayın” hükümdür, derler. Fukaha ise “Şer’î hüküm Allah’ın talep, tahyir ve vaz’
bakı­mından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabın delalet ettiğidir”
diye tarif ederler ve geçen misallerde “Namazı kılın” emrinden namazın vacip hükmünü ve “Zinaya yaklaşmayın” nehyinden zinanın
haramlığını çıkarırlar.
El-mühim, şer’î hüküm Allah (azze ve celle)’nin mükelleflere hitabıdır veya hitabın delalet ettiğidir. Hitabı mutekaddim ulema “Gayesi,
anlama kabiliyetine sahip olana bir şeyi anlatmak olan kelamdır” diye tarif
etmişlerdir.71 Şu hâlde Allah (azze ve celle)’nin mükelleflere hitabı olarak
tarif ettiğimiz şer’î hüküm en basit tarifiyle Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın
akıl sahiplerine onlardan murad ettiğini anlatmasıdır. Bu anlatım ya
lafız ve mana olarak indirdiği ile tahakkuk etmiştir… Bu Kur’an ve
kudsi hadistir. Veya mana olarak indirdiği ve Rasûlü (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in kendi sözleriyle ifade ettiği ile tahakkuk etmiştir… Bu da
Nebevi sünnettir.
71El-Bahru’l-Muhitu fi Usuli’l-Fıkh, 1.cüz/98.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı
h.1421)
55
56 Tarık Ebu Abdullah
Ayrıca varid ilahi anlatım ya vürud (senet) ve delalet (mana) yönüyle sabittir. Delaleti sarih ayet ve mütevatir sünnet böyledir. Veya
da vürud ve delalet yönüyle nazar, istihrac ve istinbata muhtaçtır.
Delaleti muhtemel ayet ve delaleti muhtemel mütevatir sünnet ve tevatür altı sünnet böyledir. İkincisi, yani vürud ve delalet cihetinden
istinbata muhtaç olan hitap, Allah (celle ve âlâ)’nın müctehid ulemayı
ilahi hükmü istihrac ve istinbat etmekle mükellef kıldığı hitabıdır.
Bazı istinbatlarında ulema icma etmiştir ama ekserinde ise icma etmemişlerdir ve istinbat ettikleri hükümler kabul ve redde açık ictihad kabilinden olmuştur.
Kısaca şer’î hüküm, Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın mükelleflere hitabı yani mükelleflere neyi murad ettiğini haber vermesidir, dedik.
Allah (azze ve celle) mükelleflere hitap ederek bir şeyi ilzami (bağlayıcı
olarak) talep ettiğini veya ilzami terki talep ettiğini veya ğayri ilzami (bağlayıcı olmayarak) talep ettiğini veya ğayri ilzami terki talep
ettiğini veya amel ve terk arasında muhayyer bıraktığını haber veriyor. Bu beş isteğine usûlde teklifî hükümler denilir. İcap, tahrim,
nedep, kerahet ve ibahet. Bir de bu hükümlerle bir şekilde ilişkiye
soktuğu hükümler vardır. Bunlara da vazai hükümler denilir. Bunlar; sebep, illet, şart ve manidirler ve bu dördün tabileri sıhhat, fesat,
azimet, ruhsat, eda, kaza ve iadedir. Teklifî hükümler Allah (subhanehu
ve teâlâ)’nın bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını istediğini veya
ikisi arasında muhayyer bıraktığını ifade eder ve vazai hükümlerde
bu isteğine sebebi, illeti, şartı veya maniyi ifade eder. İster teklifî hükümler olsun ister vazai hükümler olsun, her iki kısım da Allah (celle
ve âlâ)’nın muradından haber verir. İşte iyi anlaşılması gereken ve bu
risalenin yazılmasına gaye olan önemli birinci husus budur: Hüküm
vermek Allah (azze ve celle)’nin iradesinden haber vermektir. Yani kişi
şu vaciptir dediği zaman, “Allah (celle ve âlâ) bizim şunu yapmamızı
bağlayıcı olarak istiyor. Yaptığımız takdirde bizi mükâfatlandıracaktır, yapmadığımız takdirde ise bizi bundan ötürü cezalandıracaktır.”
demektedir. Şu haramdır dediği zaman, “Allah (celle ve âlâ) bizim şunu
terk etmemizi bağlayıcı olarak istiyor. Terk edersek bizi mükâfatlandıracaktır, terk etmeyip işlersek bizi cezalandıracaktır.” demektedir.
Başka bir tabirle, şer’î bir hükümden konuşan âlemlerin Rabbi ve
Tekfirin Hakikati
cennet ve cehennemin sahibi Allah (celle ve âlâ)’nın adına konuşmaktadır.
Eğer Rabbinin murad ettiğini haber verdiğinden kâni ise rahat
olabilir. Fakat değilse yani başkasını taklit ediyor veya hatta aklından, kendi anlayışından ve ilmî ehliyetten yoksun konuşuyorsa, o
zaman tek hüküm sahibi Allah (celle ve âlâ)’nın ona şöyle demesinden
korksun: “Yalan söyledin. Ben bunu helal kılmadım, şunu da haram
kılmadım”. Seleften birçoğu şöyle demiştir: “Sizden birisi Allah bunu
helal kıldı, şunu haram kıldı demekten çekinsin. Zira Allah da ona “Yalan
söyledin. Ben bunu helal kılmadım, şunu da haram kılmadım”der.”72
Muhakkak ki Allah (azze ve celle) insanlara anlayamayacakları bir
dilde hitap etmedi. Kuşkusuz hitabının bir kısmı açık ve nettir; selim akıl sahibi her kişi tarafından doğru anlaşılabilirdir. Dinin aslına
taalluk eden konuları beyan eden ayetler böyledir. Fakat bir kısmı
da vardır ki onlar imtihan vesilesidir. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle
buyuruyor: “Ey iman edenler, Allah’ın Rasûlü’nün huzurunda öne
geçmeyin ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi ona sözle bağırıp söylemeyin;
yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider.”73 “Hakkında
bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.”74“Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline
sorun.”75 “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna
helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş
olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler” Ve bu manadaki diğer ayetler. Hüküm koymak sadece ve
sadece Allah (celle ve âlâ)’ya aittir. Yaratmakta O’nun şeriki olmadığı
gibi emretmekte de O’nun şeriki yoktur. “İyi bilin ki yaratma da emretme de yalnız O’nundur”76 “Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı
72
73
74
75
76
Bk. İlamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/175.sayfa. (Daru’l-Cil baskısı m.1973)
El-Hucurat Sûresi 1. ve 2. ayetler
El-İsra Sûresi 36.ayet
El-Enbiya Sûresi 7. ve en-Nahl Sûresi 43.ayet
El-Araf Sûresi 54.ayet
57
58 Tarık Ebu Abdullah
haber verir”77“Hüküm ancak Allah’ındır. O, Kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir”78 “Hüküm ancak Allah’ındır”79.
Hüküm koymakta hiç kimsenin payı yoktur. Ne meleğin ne Rasûlün
ve ne de âlimin. Dolayısıyla beşerin işi hüküm koymak değil, ilahi
hükümden haber vermektir. Yukarıda geçtiği gibi hükümlerden bir
kısım var ki delaleti sarihtir. Fakat bir kısım var ki o muhtemeldir
ve ictihada dayanır. “Oysa bunu Rasûlüne veya içlerinden emir
sahiplerine götürmüş olsalardı, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkarabilenler, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi.”80 Hitabın
ekseri de bu kısımdandır. Bazısının delaletinde ulema ittifak etmiştir ama çoğunda ihtilaf etmiştir. Bunun için birileri “Hüküm Allah
(subhanehu ve teâlâ)’nın hitabıdır, yani muhatabına (mükellefe) meramını kelam ile aktarmasıdır, dolayısıyla kelamı anlamak meramını
anlamak için kâfidir. Allah Kur’an’ı bizim onu anlayabilmemiz için
tertemiz ve apaçık bir Arapçayla indirmiştir. Ben Kur’an’ı okurum
ve anlarım ve zahirinden anladığım gibi amel ederim. Benim mükellef olduğum budur” deseler81 derim ki: Bu iş sizin anladığınız gibi
değildir. Allah (subhanehu ve teâlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
kullandıkları muayyen lafızlar ile neyi murad ettiklerini anlayabilmek için kullandıkları kelimelerin lügatteki manalarını ve binalarını
(mana inşalarını) ve bu kelimelerin terkip içine girdiği zaman neyi
ifade ettiğini bilmek gerekir. Fakat bu kâfi değildir, zira Şari’ kelimeleri lügat manalarından şer’î manalara nakletmiştir ve meramını
muhataplara aktarmak için belirli üsluplar kullanmıştır. Ayrıca Şari’
77
78
79
80
81
El-Enam Sûresi 57.ayet
Yusuf Sûresi 40.ayet
Yusuf Sûresi 67.ayet
En-Nisa Sûresi 83.ayet
Burada misal getirdiğim Arapça’yı bilen kişi fakat vakıaya baktığımızda aslen Kur’an’ı
anlamayanlar; çünkü Arapça bilmiyorlar, böyle konuşuyorlar. Allah (subhanehu ve teâlâ)
Kur’an’ı Türkçe indirmemiştir. Türkçe meal ancak Kur’an’ın mana yönüyle Türkçe’ye
aktarılması olabilir. Manayı aktarmakta da aktaranın manayı ne kadar doğru anladığına bağlıdır. Her bir meal işin hakikatinde bir yorumdur. Tercümanın yorumudur. Binaenaleyh, doğru bir Kur’an meali için tercümanın sadece Arapça bilmesi kâfi değil,
istinbat ilimlerine de haiz olması zorunludur. Muhakkak meal sahibi ekser ayetlerde
muhtelif muhtemel manalar arasında bir manayı tercih etme durumundadır. Tercih
ictihaddır. Dolayısıyla Türkçe meallerden hüküm çıkaranlar bilsinler ki Allah (azze ve
celle)’ye iftira etmeleri yüksek bir ihtimaldir, yaptıkları kesinlikle caiz değildir ve ne
kadar “ayet açıktır, herkes böyle anlar” deseler de sadece asıl itibariyle başkasının (meal
sahibinin) anlayışını ilimsiz ve delilsiz taklit etmektedirler.
Tekfirin Hakikati
kullandığı bazı kelimeleri bir kabilenin örfünde kullanılan manasıyla
da kullanmıştır. Böyle bir hâlde kelimeyi hangi manada kullanacağız? Lügat manasında (ekser Arap kabilelerin kullandığı mana) mı
yoksa örfi manasında mı? Ve böyle bir hâlde nüzul sebebi ayetin delaletini tahsis edici olur mu veya olmaz mı? Ve ilahi muradı istihrac
etmekte başka çok önemli bir unsur da şudur: Kıraat farklılıkları.
Sonra, istinbatın meşhur asılları aam-has, mutlak-mukayyet ve nasih-mensuh gibi meseleler. İlahi hitabın delalet ettiğini anlayabilmek
için bu konularda mutkin olmak muhakkak gereklidir. Şer’î hüküm
mücerred anlayış, görüş ve istihsandan çıkmaz. Neyi kast ettiğimi
birkaç misal vesilesiyle izah edeyim:
Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:
ُ َ ْ َ َ ْ ُ َ ُ ُ ُ ْ َ َ َّ َ ْ ُ‫َ َ ُّ َ َّ نَ َ ُ َ قُ ْ ت‬
َ ْ ‫ك إ َل‬
ْ
‫ال َر ِاف ِق‬
ِ ‫ي� أ ي�ا ال ِذ ي� آمنوا ِإذا �� ِإل الصل ِة َفاغ ِسلوا وجوهك وأي ِدي‬
َ ْ َ ُْ َ ُ ْ َ ُْ ُُ ُ َ ْ َ
�‫ك ِإل الك ْع َب ْ ي ِن‬
‫وسك وأرجل‬
ِ ‫وامسحوا ِب�ء‬
“Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve
dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin. Her iki
topuğunuza kadar ayaklarınızı da.”82
Bu ayete sıradan bir gözle baktığımızda çok kapalı, anlaşılması
zor bir ifade yoktur. Bu ayette ilahi muradın ne olduğunu anlamak
çok da zor değil gibi görünüyor. Bazı çevrelerde sıkça duyabildiğimiz
bir hüküm bu ayet için geçerli gibi görünüyor: “Bu açık bir meseledir”. Durum böyle mi bakalım.
ُ‫َ ق‬
ُ‫ق‬
ْ ‫( إذ‬iza kumtum) �ْ ُ‫( ْ� ت‬kumtum) faili muttasıl zamir olan
Bir. �ْ ُ‫ا� ت‬
َِ
ُ‫َ ق‬
mazi fiildir. ‫( إذا‬İza) şart manasında istikbal zarfıdır. �ْ ُ‫“ إذا ْ� ت‬kalkacağınız zaman” manasına gelir. Bu ifadeden şu manaları çıkarmak
mümkündür:
َ
a) ‫( ق َام‬kame) fiilini ifradi hakikatiyle alırsak manası aşağıdan yukarıya doğru ayağa kalkmaktır. Dolayısıyla şartın cevabı olan ayette
82 El-Maide Sûresi 6.ayet
59
60 Tarık Ebu Abdullah
zikredilen azaların yıkanma veya mesh edilme emri, şart var olduğunda söz konusu olur. Şu hâlde, mesela namazı ayakta değil oturduğu yerde kılan bu emirle muhatap olmaz. Bunu bildiğim kadarıyla
kimse söylememiştir ama yukarıdaki sözden anlaşılabilecek ihtimallerden biri olduğu için zikrettim. Fakat ayete “uykudan kalkıp namaza duracağınız zaman abdest alın” şeklinde mana vermiş olanlar olmuştur. Mesela Zeyd bin Eslem ve es-Suddi rahimehumullah’tan bu
mana nakledilmiştir.
َ
َ
َ
َّ ‫( إل‬ila’s-salati) terkibi içinde alırsak ki
b) ‫( ق َام‬kame) fiilini ‫الصال ِة‬
doğru olan budur, o zaman mana “namaza durmayı azmettiğiniz zaman” olur. Yani ayetin manası “namaz kılmak istediğiniz zaman abَ َ
dest alın” olur. Çünkü ‫( ق َام إل‬kame ila) Arapça’da bir şeye başlamaya,
girişmeye ıtlak edilir.
َ
َ
ُ‫َ ق‬
َّ ‫( إذا ْ� تُ ْ� إل‬iza kumtum ila’s-salati) ibaresinin zahirinden
c) ‫الصل ِة‬
ِ
ِ
anlaşılan her namaz için abdestin vacip oluşudur. Çünkü cevap olan
mezkûr azaların yıkanması ve mesh edilmesi namaza durma şartına
bağlanılmıştır. Her ne zaman şart var olursa cevabı gerekli olur. Ceُ ْ
vapta fe harfiyle bağlanılmış olan ‫( اِ غ ِسلوا‬iğsilu) emir fiilidir. Emir de
vucub ifade eder. Bu manada her namaz için ayrı abdest almak vacip
olur. İster şahıs önceden abdestli olsun ister abdestsiz olsun. Ayrıca
bir abdest ile iki ve fazla namaz da kılmak caiz olmaz. Bu mana Ali
(radıyallahu anhu) ve İkrime (rahimehullah)’tan nakledilmiştir.
Veyahut burada emirin manası icap değil mendupluktur. Bu hâlde ayetin manası “her namaz için abdest almak menduptur” olur.
Usul âlimleri arasında emir sigasının aslen ne ifade ettiği ihtilaflıdır. Bir kesime göre emir aslen vucubu ifade eder ve ancak karine ile mendupluğa veya ibahete hamledilir. Racih olan budur. Bir
kesime göre emir aslen mendupluğu ifade eder ve ancak karine ile
vucuba hamledilir. Bir kesime göre de aslen ne vucubu ne de mendupluğu ifade eder, ancak karine ile ikisinden birine hamledilir. Bu,
emir sigasının delalet ettiği şer’î hüküm açısından manalandırma
Tekfirin Hakikati
farklılıklarıdır. Aşağıda inşai kelam olma hasebiyle mana ihtimallerinden de bahsedeceğim inşallah.
Cumhur ise ayetin manasını “abdestsiz olup namaza durmak istediğiniz zaman abdest vaciptir” veya “abdestli iseniz menduptur”
şeklinde takdir etmişlerdir ve ayetin bu şekilde manalandırılmasına
başka harici deliller göstermişlerdir.
َ
َُ
َّ (es-salet)’in lügatte manası duadır. Şu hâlde ‫الصالة‬
َّ keliİki. ‫الصلة‬
mesini lügavi hakikatiyle alır ve ayete mana verirsek manası, dua
edeceğiniz zaman abdest alın olacaktır. Ayetin şer’î delaleti, dua etُ َ َّ
mek için abdest almak vaciptir olacaktır. Elbette bu söz batıldır. ‫الصالة‬
kelimesini şer’î nasslarda mutlak olarak lügavi hakikatiyle zındıklardan başkası almıyor. Bu yorumlarıyla dinin beş esaslarından birini
ُ َ َّ
kelimesini şer’î bir hakikate
inkâr ediyorlar. Hak olan, Şari’nin ‫الصالة‬
nakletmiş olmasıdır. Yani Allah (celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve
ُ َ َّ
ُ َ َّ
kelimesinin hudutlarını belirlemişlerdir. Buna göre ‫الصالة‬
sellem) ‫الصالة‬
Şari’nin tayin ettiği söz ve fiillerden oluşan, tekbir ile başlayan ve selam ile biten bir ibadettir.
Arapça’da kelimenin üç hakikati vardır: Lügavi, örfi ve şer’î hakikati. Kelimenin lügavi hakikati, fesahat devri Arapların o kelimeyi
kullandıkları manaları ve binalarıdır. Örfi hakikat, kelimenin bir kabile veya belde halkından lügavi hakikati dâhilinde veya haricinde
özel kullanımıdır. Şer’î hakikat ise, kelimenin Şari’ tarafından kullanım hâlidir. Bir kelimede üç hakikat veya ikisi birleştiği zaman ve
bu hakikatlerden biri şer’î ise, İslam ulemasının ittifaklarıyla şer’î
hakikat mukaddemdir. Kelimenin lügavi veya örfi hakikatine iltifat
edilmez; ancak bunu gerektiren bir karine varsa müstesna. Bundan
sonra kelimenin örfi mi lügavi hakikati mi mukaddemdir? Bu husus cumhur ulema ile Hanefi uleması arasında ihtilaflıdır. Cumhura göre örfi hakikat mukaddem iken Hanefilere göre lügavi hakikat
mukaddemdir. Bu ihtilaf burası yeri olmayan birçok şer’î hükümlere
yansımıştır.
61
62 Tarık Ebu Abdullah
ُ ْ َ
Üç. ‫( فاغ ِسلوا‬fağsilu) ‫ ف‬rabıtasıyla gelmiş emir fiilidir. Ayetin buradan sonraki kısmı şartın cevabıdır. Yukarıda emir sigasının usûlde
şer’î delaleti hususunda ihtilaftan bahsettim. Kelam olma hasebiyle
emir inşadır. Arapça’da kelam iki kısma ayrılır: İnşa ve haber. İnşai
kelam olarak emir, itaati iktiza eden (gerektiren) buyruğu veya ricayı
veya duayı ifade eder. Yüksek mertebede birisinin aşağı mertebede
birisine emirle hitap etmesi itaati iktiza eder. Müsavi mertebelerde
olan birilerinin birbirilerine emirle hitap etmeleri ricayı ifade eder.
Aşağı mertebede olanın yüksek mertebede birisine emirle hitap etmesi duayı ifade eder.
ُ
َ ‫( ُو ُج‬vucuhekum) yüzlerinizi. ‫( ُو ُج ٌوه‬vucuh) ‫( َو ْجه‬vech)’in
ْ ‫وه‬
Dört. ‫ك‬
َ (vêcehe) fiili karşı karşıya oldu,
çoğuludur ve yüz manasındadır. ‫واج َه‬
karşılaştı, görüştü gibi manalara gelir. ‫( َو ْجه‬yüz) de buradan gelmedir; çünkü iki kişinin karşılaştığında görüştükleri yüzleridir. Pekâlâ,
vechin haddi nedir? Ağız, burun ve göz veche dâhil midir? Değil midir? Dâhildir diyenlere göre bu ayet aynı zamanda mazmaza (ağıza
su verip çalkalamak), istinşak (buruna su çekmek) ve istinsarın (suyu
burundan dışarı sümkürmek) vacip oluşuna da delildir. İmamlardan
Ahmed ve İshak rahimehumallah’tan bu görüş nakledilmiştir. Ekser
ulema burun ve ağzın iç kısımlarını yüzden görmemişlerdir ve bunun için bu ayetteki emre dâhil kabul etmemişlerdir. Gözlere gelince
ulemanın ittifakıyla yıkanması vacip değildir fakat nakledildiğine
göre İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma) gözlerinin iç kısımlarını da yıkarmış. Ayrıca sakal da insanın yüzleştiği bölgeye dâhildir. Şu hâlde ayetin zahirinden sakalı yıkamanın vacipliği de çıkıyor. Said bin Cubeyr,
İshak ve bazı Maliki uleması rahimehumullah’tan bu görüş nakledilmiştir.
ْ
َ
ُ
َ
Beş. ‫( أ ْي ِد َيك ْم ِإلى ال َم َر ِاف ِق‬eydiyekum ile’l merafık) ellerinizi dirseklere
kadar. Bu ayette ‫ إىل‬harf-i cerrini ve mecrurunu iki manada yorumlamak mümkündür. Musahabe (beraber manasında) ve intiha (zaman
veya mekân itibariyle gayenin son bulması) manasında. İlkine göre
ayetin manası ellerinizle beraber dirseklerinizi de yıkayın olur. Fakat
burada ‫ إىل‬intiha içindir denilirse ki racih olan budur, o zaman ayetin
manası ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın olur. Bu durumda da
Tekfirin Hakikati
iki mana caiz olur. Birincisi, dirsekler yıkama emrine dâhildir ve
ikincisi, dâhil değildir. İmam Malik (rahimehullah)’tan gelen bir rivayete
göre dirsekler yıkama emrine dâhil değildir. Fakat eksere göre dâhildir çünkü ‫ إىل‬den önce gelen sonra gelenin cinsindendir. Bu durumda da ‫ إىل‬kendisinden sonra gelenin, önce gelene dâhil olduğunu ifade eder.
Altı. ‫( ْام َس ُحوا‬imsehu). Emir fiilidir. Manası “mesh edin”dir. Fakat
lügatte mesh eylemi meshin neyle yapıldığını ifade etmez. Ayette
َ ‫وار ُء‬
َ ‫( ُر ُء‬ruusekum)’un
ُ ‫ َو ْام َس ُح‬şeklinde gelmiş olsaydı, yani ‫ك‬
ْ ُ ‫وس‬
ْ ُ ‫وس‬
emir ‫ك‬
başında ‫( ب‬be) harf-i cerri olmasaydı kuru elle de başın mesh edilmesi caiz olduğunu ifade ederdi. Lakin ‫( ب‬be) harfi meshin suyla
olmasını iktiza ediyor.
ُ
ْ ‫وس‬
Yedi. ‫ك‬
ِ ‫( ِب ُ� ُء‬bi ruusikum). İbn-u Hişam (rahimehullah) Muğni’l-Lebib’inde ‫( ب‬be) harf-i cerri için on dört mana zikreder. Bunlardan bu
ayet için muhtemel olanlar şunlardır: ‫( ب‬be) harfi ilsak için gelmiştir
veya teb’iz için gelmiştir veya da zaiddir. İlkine göre ayetin manası
“başınız ile” yani “başınızı su ile mesh edin” olur. İkincisine göre “başınızın bir kısmını mesh edin” olur ve üçüncüsüne göre ‫ ب‬harfi mananın te’kidi için gelmiş olur. Birinci ve üçüncü ihtimaller arasında
aslen fark yoktur lakin ayeti ikinci ihtimale göre yorumlayanlar meshte vacip olan miktarın başın bazısı olduğuna başka delillerle beraber bu ayeti delil gösterirler.
َْ
َ
َُ َ
َُ
ْ ‫ ْأر ُجل‬nasp
ْ ‫( َوأ ْر ُجل‬ve erculekum ila’l-ka’beyn). ‫ك‬
Sekiz. �‫ك ِإل الك ْع َب ْ ي ِن‬
üzere okumak (erculekum, lam harfi fethalı) kıraat imamlarından
Nafi’, İbn-u Amir, el-Kesei ve Hafs rivayetinde Asim’in kıraatleridir.
Kıraat imamlarından İbn-u Kesir, Ebu Amr, Hamza ve Şu’be rivayeْ ُ ‫( ْأر ُج ِل‬erculikum, lam harfi kesreli) mecrur okumuşlartinde Asim ‫ك‬
dır. Bu kıraat farkı şu manalara ihtimal veriyor: ‫ أرجلمك‬nasp halindeyse
ُ ْ
(yani erculekum ise) amili ‫ اغ ِسلوا‬fiilidir ve ayetin manası “ve ayaklarınızı da yıkayın” olur. ‫ أرجلمك‬cer halindeyse en yakın mecrura matufْ ُ ‫وس‬
tur o da ‫ ب‬ile mecrur olmuş ‫ك‬
ِ ‫( ُر ُء‬ruusikum)dur. Bu hâlde ayetin
manası “başlarınızı mesh edin ve ayaklarınızı da mesh edin” olur. İki
63
64 Tarık Ebu Abdullah
muhtelif manaya göre ayetin şer’î delaleti ya ayakların yıkanmasının
vacipliği veya mesh edilmesinin vacipliği olur.83
َْ َ
Dokuz. �‫( ِإل الك ْع َب ْ ي ن‬ile’l-ka’beyn). Yukarıda dirsekler için bahsettiğim durum burada da geçerlidir. ‫ إىل‬ile geçişten dolayı ka’beyn’in yıkama emrine dâhil olup olmadığı muhtemeldir. Bu bir mesele ve iki,
َْ
�‫( الك ْع َب ْ ي ن‬el ka’beyn) ‫( ْكعب‬ka’b)’ın ‫ إىل‬ile mecrur olmuş tesniyesidir.
ْ ’ın haddi nedir? Lügatçilerin cumhuruna göre ka’beyn,
Pekâlâ, ‫كعب‬
ayağın iki yan tarafında dışarıya doğru yükselen iki kemiktir. Bazılarına göre ise ka’b ayağın yüzündedir.
On. Ayette yıkanması veya mesh edilmesi emredilen azalar ‫ف‬
harfiyle başlamıştır ve ‫ و‬harfiyle birbirine atfedilmiştir. Bu abdest
azaları arasında tertibin (azaların ayette zikredildiği sırasıyla yıkanması veya mesh edilmesinin) ve muvalatın (azaların fasılasız ve ardarda yıkanması, mesh edilmesi) varlığına muhtemeldir. Bunun için
bazılarına göre bu ayet tertibin ve muvalatın vacipliğini ifade eder.
Başkaları da bu görüşe, ‫ و‬harfi aslen tertibi iktiza etmediğinden ve ‫ف‬
harfi de burada takibi ifade eden atıf harfi değil, cevabı şarta bağlayan rabıta olduğundan itiraz etmişlerdir.
Evet! Sıradan gözle baktığında manası açık ve net gibi görünen bu
ayet için sana en azından on ihtimal getirdim. Bu ihtimallerin hepsi
lügat kaynaklıdır. Kur’an apaçık ve saf bir Arapçayla indirilmiştir.
Arapça’yı bilmek ilahi muradı anlamak için kâfidir, diyen bana bu
ayette Allah (azze ve celle)’nin bize ne demek istediğini kesinleştirsin
bakalım. Mevcut mana ihtimalleri içinde Allah (celle ve âlâ)’nın hangi
manayı kast ettiğini bize beyan etsin. Bunun tek bir yolu olur… Allah (azze ve celle)’nin neyi murad ettiğini bu iddia sahibine vahyetmesi.
Bunu iddia etmesi de muhal olduğuna göre, Allah (celle ve âlâ)’nın
mezkûr ihtimaller içinde neyi nasıl kast ettiğini kesinlik ve katiyet ile
bilmediğini itiraf etme mecburiyetindedir. Mevcut mana ihtimalleri
83 Manen mutevatir hadislerin varlığı ayetin cer ile kıraati mestlere meshin cevazına delalet ettiğini ifade ediyor. Bunun için Ehl-i Sünnetin icmasıyla vacip olan, ayakların yıkanmasıdır.
Tekfirin Hakikati
arasında tercih edebilir ama bunun için Arapça’yı bilmek yetmez, istinbat ehli olmak şarttır.
Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:
ُ ‫اص‬
ْ ‫َوإذا َح َل ْل تُ ْ� َف‬
‫طادوا‬
ِ
“Ve ihramdan çıktığınız zaman avlanın.”84
Önceki ayette ‫( إذا‬iza) ve ‫( ف‬fe) harfiyle alakalı ihtimaller burada
َّ
da geçerlidir. Bunları tekrarlamayacağım. ‫( حل‬halle) fiilinin muhtelif
mana hakikatlerine de girmeyeceğim. Sadece şu kadarını misal vermek istiyorum: Şartın cevabı emir fiili olarak gelmiştir. Şu hâlde ayetin zahirine göre, ihramlı için ihramdan çıktıktan sonra hemen avlanmak vaciptir. Daha önce de geçtiği gibi fukaha indinde racih görüşe göre emir vucubu ifade eder. Ancak bir karine emrin mendupluğa veya ibahete hamledilmesini gerektirirse bu durum hariç. Fakat
َ ْ
(istadu) emri ibahet ifade ediyor.
burada ulemanın icmasıyla ‫اصط ُادوا‬
Yani ayetin manası icmaen “ve ihramdan çıktığınız zaman isterseniz
avlanın”dır. Emrin ibahete hamledilmesini gerektiren karine ise ihramlıya avlanmanın haram olmasıdır. Önce haram olan bir şeyin
sonra emredilmesi, o haramın kalktığını ve asıl haline döndüğünü
yani mubah olduğunu ifade eder.
Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:
َ َ َْ َ
ْ
َ ُّ َ َ ْ َ َ ْ
ً
َ‫ون َ ي� ِع َيس ْ ن‬
‫ا� َم ْر يَ َ� َهل َي ْس َت ِط ُيع َر ُّبك أن ُي نَ زِّ�ل َعل ْي َنا َما ِئ َدة ِم َن‬
‫ِإذ قال الو ِار ي‬
‫ب‬
َ
َ
ُ ْ َ َّ ُ َّ
َّ
�َ‫واالل ِإن ك ْن تُ ْ� ُم ْؤ ِم ِن ي ن‬
‫الس َم ِاء قال اتق‬
“Hani Havariler, “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin göktenbize bir
sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O, “İman etmiş kimseler iseniz
Allah’tan korkun” demişti.”85
84 El-Maide Sûresi 2.ayet
85 El-Maide Sûresi 112.ayet
65
66 Tarık Ebu Abdullah
Ayetin zahirine göre Havariler Allah (celle ve âlâ)’nın sofra indirebiُ َ
lecek kudrette olup olmadığını sormuşlardır. Çünkü‫ال ْس ِتط َاعة‬
‫( إ‬el-istiْ
taa) lügatte, takat ve bir şeye kudret sahibi olmak demektir. ‫( َهل‬hel)
ْ
istifham harfi de ya evet veya hayır cevabını ister. Şu hâlde‫َهل َي ْس َت ِط ُيع‬
َ
‫( َر ُّبك‬hel yestatiu Rabbuke) kıraatinde ayetin manası “Senin Rabbin
gökten sofra indirmeye güç yetirir mi, kudreti var mıdır?” olur ve İsa
(aleyhissalatu vesselam) tarafından evet veya hayır ile cevaplanma ihtimali
olan hakiki bir soru olur ki bu da Allah (celle ve âlâ)’nın kudretinde şek
olur.
Ayetin diğer mana ihtimalleri şöyledir:
Birincisi: Bu Arapça’da, aşağıda olanın kendisinden yüksek bir
mertebede olandan bir şeyi talep ettiğinde veya bir ihtiyacını arz ettiğinde kullanılan bir üslûptur. Bu şekilde sormasının sebebi, soranın sorulanın kudretinden şüphe ettiğinden dolayı değil, bilakis sorulanın kudretinden emin olduğundan ve sorulana karşı edebi ve
ihtiramından dolayıdır. Bu aynı Yahya el-Maziniy’in naklettiği haْ
َ
diste bir adamın Abdullah bin Zeyd (radıyallahu anhu)’ya �‫أت ْس َت ِط ُيع أن تُ ِ� َي ِ ن ي‬
َ
َ َ َ َ
‫“ك ْيف كن َر ُسول هللا َي َت َو َّضأ‬Bana Rasûlullah’ın nasıl abdest aldığını gösterebilir
misin?” sorusuna benziyor.
İkincisi: ‫( َي ْس َت ِط ُيع‬yestatîu) burada ‫( ُي ِط ُيع‬yutiu) manasındadır.
Es-Suddi (rahimehullah) şöyle der: Ayetin manası “Rabbinden sorsan
isteklerini kabul eder mi?”dir. Çünkü ‫ َي ْس َت ِط ُيع‬burada ‫ ُي ِط ُيع‬manasındaَ ‫( ْاس َت َج‬istecebe)’yi ‫اب‬
َ ‫( َأج‬ecêbe)manasında kuldır. Bu aynı Arabın ‫اب‬
َ
َ
lanması gibidir. Bunun gibi ‫( ْاس َتط َاع‬istetâa) ‫( أط َاع‬etâa) manasındadır,
yani isteği kabul etti, icabet etti manasındadır.
Üçüncüsü: Ayeti Ali, İbn-i Abbas, Aişe ve Muaz bin Cebel (radıyalَ ُ َ َْ َْ
‫( هل تست ِط‬hel testetiu Rabbeke) şeklinde okumuşlardır.
lahu anhum) ‫يع َر َّبك‬
Said bin Cubeyr, Mucahid ve kıraat imamlarından el-Kesei rahimeَ
humullah da böyle okumuşlardır. Bu kıraatte ‫ ْاس َتط َاع‬fiilinin faili İsa
َ
aleyhissalatu vesellem’dır ve ‫( َر َّبك‬Rabbeke) mef ’uliyet üzere mensuptur. Yani soran İsa (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir ve sorulan Allah (azze
ve celle)’dir. Bu hâlde ayetin manası “Sen Rabbinin gökten bize sofra
Tekfirin Hakikati
indirmesini sorabilir misin?” olur. Bunun için Aişe (radıyallahu anha)“Havariler Allah’ın gökten sofra indirebileceğinde şüphe etmemişlerdir lakin
“sen Rabbinden sorabilir misin” demişlerdir” der.
Evet! Ayetin muhtelif mana ihtimalleri muhtelif hükümler doğuruyor. İlk ihtimal ile mana verenlere göre bu ayet akidede cehaletin
özür olduğuna delildir. Diğer ihtimallerle mana verenlere göre ise
ayetin aslen cehalet mevzusuyla alakası yoktur. Usûlen ayetin manası
son olarak zikrettiğim ihtimale hamledilmesi gerekir. Çünkü ayetlerin değişik sahih kıraatleri, Arapça gibi fasih ve beliğ olan bir dilin de
çaresiz ve aciz kaldığı, kâmil olan ilahi hitabın mana alanını toparlamaktadır. Bu manada sahih kıraat farklılıkları müteşabih ayetlerin
beyanı için muhkem ayetlerin üstlendiği görevi üstleniyorlar ve bir
kıraatte ihtimalli olan manayı tasrih edebiliyorlar. Allah-u âlem.
Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:
َ‫أ‬
َّ َّ‫ُ ِ ُ َّ ْ َ ف نَّ َ َ ُ ِ ُ نَّ َ َ ف َّ ْ َ َ خ‬
َ ٌّ ُ َ ْ
‫س َر الش ْم َس َوالق َم َر ك ي ج ْ� ِري ِل َج ٍل‬
‫ول ال�ار ِ ي� اللي ِل و‬
‫ي ج‬
‫ول الليل ِ ي� ال� ِار وي ج‬
ْ ْ َ ُ ْ َ َ ُ ْ َ ُ ْ َ َ‫ُ َ ًّ َ ُ ُ َّ ُ َ ُّ ُ ْ َ ُ ْ ُ ْ ُ َ َّ ن‬
�ٍ ‫مسم ذ ِلك الل ر بك ل اللك وال ِذ ي� تدعون ِمن دوِن ِه ما ي� ِلكون ِمن ِقط ِم ي‬
ْ
َ ُْ
ْ ُ ‫إ ْن َت ْد ُع‬
ْ ُ ‫وه َل َي ْس َم ُعوا ُد َع َاء ُ ْك َوَل ْو َ ِس ُعوا َما ْاس َت َج ُابوا َل‬
‫ك َو َي ْو َم ال ِق َي َام ِة َيكف ُرون‬
ِ
َ ُ ْ َ ُ ِّ َ ُ َ َ ْ ُ ْ ‫ش‬
�ٍ ‫ِب ِ� ِكك ول ينبئك ِمثل خ ِب ي‬
“Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir. Güneşi ve ayı emre amade kılmıştır, her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte bunları yaratan Allah sizin Rabbinizdir.
Mülk yalnız O’nundur. O’ndan başka dua/ibadet ettikleriniz ise bir
çekirdeğin incecik zarına bile malik değildirler. Onlara dua etseniz duanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet
gününde ise, sizin şirk koşmanızı inkâr edeceklerdir (teberri edeceklerdir). Her şeyden haberdarolan Allah gibi sana kimse haber
veremez.”86
86 Fatır Sûresi 13. ve 14.ayetler
67
68 Tarık Ebu Abdullah
Bu ayette Allah (celle ve âlâ) rububiyetini ispat ediyor ve uluhiyetine
delil getiriyor: “İşte bunları yaratan sizin Rabbiniz Allah’tır. Mülk
yalnız O’nundur.” Sonra, O’ndan başka ibadet edilenlerin dünya ve
ahirette acizliğini haber verdikten sonra kıyamet günü de kendilerinin Allah (azze ve celle)’ye ortak koşulmalarını müşriklere inkâr edeceklerini beyan ediyor. Konumuza misal getirmek istediğim yeri ise
َّ
َ ْ َ َّ
şudur: ‫“ ال ِذ ي نَ� تد ُعون ِمن ُدوِن ِه‬O’ndan başka dua/ibadet ettikleriniz”. �‫ال ِذ ي ن‬
mevsuledir ve umum ifade eder. Manası “O’ndan başka her neye
veya her kime dua/ibadet ederseniz”dir. Bu ifade Allah (azze ve celle)’den
başka dua/ibadet edilen her şeyi ve herkesi kapsar. Cansız putlar,
cinler, melekler, Nebiler, salihler… Canlı, cansız, diri veya ölü Alْ ُ ‫ إ ْن َت ْد ُع‬yani
lah’tan başka dua/ibadet edilen her şeyi. Devamında‫وه‬
ِ
ُ
ْ
“Onlara dua/ibadet etseniz” diyor. Muttasıl nasp zamiri ‫( ه‬hum) en
َّ
yakın isme dönüyor, o da �‫ ال ِذ ي ن‬dir. Ve sonra bu Allah’tan başka ibadet
َ ُُ ْ َ َ َ ْ َ َْ َ
ْ ُ ‫� ِك‬
ْ ِ‫ون ِب ش‬
edilenlerin ‫ك‬
‫ ويوم ال ِقيامةِ يكفر‬kıyamet günü kendilerine dua/ibadet edenlerin şirk koşmalarını inkâr edeceklerinden haberdar ediْ ُ ‫� ِك‬
ْ ِ‫( ش‬şirkikum)
yor. Allah (subhanehu ve teâlâ) yapılan dua/ibadetleri ‫ك‬
ْ ِ‫( ش‬şirk) lafzına muttasıl
diyerek şirk olarak isimlendiriyor. Müfred ‫�ك‬
kefu’l-muhatabı (‫ )ك‬cemaat mimiyle (‫ )م‬izafet ediyor. Müfrede izafet
ْ ُ ‫� ِك‬
ْ ِ‫( ش‬şirkikum) lafzı şirkin her türünü
umum ifade eder. Şu hâlde ‫ك‬
kapsar. Büyük şirki de küçük şirki de. Kur’an’da asıl olan lafızların en
âlâ manasına hamledilmesidir. Şu hâlde ayetin manası “ibadet türünden bir duayla Allah’tan başka herhangi birisine yönelirse büyük
şirk ile müşrik olur”dur. İster doğrudan Allah’tan başkasına yönelsin
ister vesile kılarak olsun, her iki hâlde de ayetin zahirine göre müşrik
ْ ُ ‫� ِك‬
ْ ِ‫ ش‬lafzının ifade ettiği umumu başka harici delillerle
olur. Fakat ‫ك‬
tahsis edersek ayetin manası, doğrudan Allah’tan başkasına ibadet
türünde bir duayla yönelirse o müşriktir fakat aslen duayı Allah (celle
ve âlâ)’ya yönlendiriyor lakin duasının icabeti için diri veya ölü birilerini vesile kılıyorsa müşrik değildir, olur. Bu hâlde ayette geçen şirk
lafzını küçük şirke hamletmiş ve failini İslam dairesinden çıkarmamış oluruz. Ayetin zahirini bu şekilde tevile açan muhassisler87 bir,
şirk lafzının hakikati ve iki, büyük şirk ve küçük şirkin arasındaki
farka delalet eden diğer nasslar olabilir.
87 Tahsis edenler
Tekfirin Hakikati
El-mühim, son derece önemli, dinin aslına taalluk eden bu meselede, aynı ayetten iki manayı da çıkarmak mümkündür. Hangisi Allah (azze ve celle)’nin murad ettiğidir? Sadece Arapça bilmek ve Kur’an
okumak ilahi muradı ortaya koymak için yeterli gelmeyecektir. Mevzuda varid olan diğer nassları ve bu nassların delaletlerini, mensuh
olup olmadıklarını ve selefin bu nassları nasıl anladıklarını bilmek
gerekli olacaktır.
Birinci önemli hususun daha iyi anlaşılması için getirdiğim bu
misallerden88 sonra ikinci önemli hususa gelelim:
Hüküm vermek verilen hükmü mahkûmun aleyh89 hakkında
ً ْ ً ْ َ‫ْ َ َ ش‬
ًْ
‫�ء‬
kesinleştirmek manasına gelir. Çünkü lügatte ‫إحاكما َو ُحك‬
‫أحك ي‬
(ahkeme şey’en ihkamen ve hukmen) bir şeyi kesin bildi ve sapasağlam yaptı manalarına gelir. Allah (celle ve âlâ)’nın şu kavlinde olduğu
gibi:
ُ ٌ َ
َ ُ ُ ُ
ْ َ
َ
َ ِ ‫اب أ ْح‬
�ٍ ‫ك ْت َ يآ�ت ُه ث َّ� ف ِّصل ْت ِم ْن ل ُدن َح ِك ي ٍ� خ ِب ي‬
‫الر ِكت‬
“Elif, Lam, Ra. Bu, ayetleri sağlamlaştırılmış, kesinleştirilmiş,
sonra da Hâkim ve Habir olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış bir Kitaptır.”90
Bu manada, bir şeye bir şey, müspet veya menfi izafet edildiğinde
o şey hakkında hüküm verilmiş olur ve verilen hüküm de o şey için
ٌ َ َ
ٌ َ َ
kesinleştirilmiş olur. Mesela ‫( ق َام ز ْيد‬Zeyd kalktı) veya ‫( َما ق َام ز ْيد‬Zeyd
kalkmadı) denildiğinde Zeyd hakkında kalkma eyleminin varlığı
veya yokluğu kesinleştirilmiş olur. Lügatte yani insanlar arasındaki
kullanım böyledir. Yani insanlar kendi aralarında konuşurken farkında olmasalar da bir şeye bir diğerini ispat ederek veya nefyederek
88 Konuya dört misal getirdim. İlk ikisi ibadet alanından ve son ikisi itikad alanındandır.
Zira her iki alanda da ilahi muradı taşıyan lafızlar sarih ve kat’i olabileceği gibi ihtimalli ve akabinde ictihada açık da olabilir. Dini asıl ve füru olarak ikiye taksim edip,
ilkine alelıtlak tekfir, tefsik ve tebdi’ terettüp eder; fakat ikincisine alelıtlak ta’zibi hiçbir
hüküm terettüp etmez demek, bid’at fırkaların usûlüdür. Ehl-i Sünnetin usûlünde ta’zibi hükümlerin varlığı ve yokluğu dinin aslında ve fer’inde mümkündür.
89 Kendisine hüküm verilen.
90 Hud Sûresi 1.ayet
69
70 Tarık Ebu Abdullah
izafet ettiklerinde bunun kesinlikle böyle olduğunu kast ediyorlar.
Yukarıda verdiğim misalde olduğu gibi. “Zeyd kalktı” diyen şahsın
Zeyd’in kalktığı hususunda şüphesi yoktur. Şüphesi olsaydı “Zeyd
kalktı” değil “Zeyd belki kalktı” veya “Zeyd kalkmış olabilir” gibi bir
tabir kullanırdı.
Bu anlaşıldıysa, ikinci önemli husus olarak saydığım meseleye gelelim: İnsanlar kendi aralarındaki bu kullanımı Allah (celle ve âlâ)’nın
hitabına aktarıyorlar ve O’nun hükümlerinden bahsederken aynı
kullanım içinde değerlendiriyorlar. Bunun için dinde sadece siyah ve
beyazı kabul ediyorlar. Farkında olmasalar da kendi görüşlerini Allah
(azze ve celle)’nin meselede koyduğu hüküm olduğunu zannediyorlar91
ve bunun için herkese karşı savunuyorlar. Hatta kıt anlayışları sebebiyle Allah’ın hükmünü inkâr ettiğini zannederek muhaliflerini tekfir, tefsik92 ve tebdi’93 ediyorlar. Hâlbuki hakkında konuştukları şer’î
bir hükümdür. Yani Allah (azze ve celle)’nin hitabıdır, kişinin hitabı değil; senin, benim değil, Allah’ın hitabıdır. O’nun neyi kast ettiğini sen
ben değil ancak Kendisi (celle ve âlâ) kesinleştirebilir. Ve bunu hitabının
bir kısmında yapmıştır ve bir kısmında yapmamıştır ki kalpleri eğri
olanlar belli olsun: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri
muhkemdir ki bunlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir.
Kalplerinde eğrilik olanlar fitne aramak ve onu tevil etmek için
ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini
ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz ona inandık.
Hepsi Rabbimiz tarafındandır” derler.”94Şu hâlde şer’î bir mevzuda
konuşan kişi semadan inmiş burhanını gösterebilmelidir. Kendi anlayışına göre bir şeye helal veya haram demesi kendisinden başkasını
bağlamaz ve kendisinin de lehine değil ancak aleyhine olur.
Fıkıh ehli ise, Allah (celle ve âlâ)’nın muradını kesinleştirmekteki acziyetlerini itiraf ederler ve ancak ilahi muradı zannedebileceklerini95
91 Burada zannediyorlar fiili halkın kullanımı üzeredir, bilmenin alt kısımlarından olan
zan değil.
92 Kişiye fasık hükmünü vermek.
93 Kişiye bid’atçı hükmünü vermek.
94 Al-i İmran Sûresi 7.ayet
95 Burada zannedebilecekleri fiili ıstılahi manadadır.
Tekfirin Hakikati
bilirler. Bunun için de hüküm koymakta son derece ihtiyatlı olurlar
ve muhtemel muhalif görüşlere de müsamaha gösterirler. Bunun için
Medine ehlinin imamı Malik bin Enes (rahimehullah) verdiği bir fetvaَ‫ن‬
َ َّ ُ َ ْ
َ
dan sonra �َ‫“ ِإن نظ ُّن ِإل ظ ًّنا َو َما ْ� ُن ب ُ� ْست ْي ِق ِن ي ن‬Biz yalnızca bir zanda bulunup
zannediyoruz. Biz, kesin bir bilgi elde etmiş değiliz”96demiştir.97
Buraya kadar şer’î hükmün hakikatini açmaya ve izah etmeye çalıştım. Tevfik Allah’tandır. Bundan sonra risalenin konusu olan tekfir hükmüne gireceğim inşaAllah. Buraya kadar söylediklerim konumuza bir temhid olarak anlaşılmalı. Burada yine şunu tekrarlamakta
fayda olacaktır: Bu risalenin gayesi tekfir mevzusunu fıkhi mahiyetiyle incelemek değildir. Bu risalenin gayesi, tekfirin hakikatini incelemektir ve böylece Allah’ın izni ve keremiyle fıkhi mahiyetinin daha
iyi anlaşılmasına yardımcı olmayı sağlamaktır. Yer yer alışılagelmişin
dışında yaptığım farklı değerlendirmeler veya taksimatlar bu maksat
doğrultusunda değerlendirilmeli. Muvaffak kılan sadece Allah’tır.
***
96 El-Casiye Sûresi 32.ayet
97 Konunun bütünlüğünü korumak için burada şunu eklemek gerekir: Bu hükmün beyanı
zanna dayandığı mevzularda böyledir fakat kat’i olan mevzularda hüküm beyan etmek
Allah (azze ve celle)’nin Kendisinin tasrih ettiği hükmü nakletmekten ibaret olur.
71
- ikinci kısım -
(Fasıl)
“Tekfir Şer’î Hükümdür.”
Ne Demek?
74 Tarık Ebu Abdullah
D
aha önce tekfirin şer’î kavram olarak iki manaya geldiğini söylemiştim. Fakat mutlak olarak tekfirden bahsedildiği zaman kast
edilen; İslam’ın aslını bozan söz, fiil veya itikad sebebiyle sahibine
verilen küfür hükmüdür. “Verilen küfür hükmü” ibaresinin manası, Kitap ve Sünnetin mükeffer98 olduğuna delalet eden söz, fiil veya
itikad sahibininin dünya ve ahirette ahkâm terettüp etmesini iktiza
edecek şekilde Kufru’l-Ekber’e nispet edilmesidir. Bu nispet ya mutlak olur veya muayyen olur. Mutlak olduğu zaman hüküm ispat edilmiş olur lakin ispat edilmiş olan hükmün faili için geçerli olup olmayışı belirlenmiş olmaz. Muayyen olduğu zaman ispat edilmiş olan
hüküm faili için de ispat edilmiş olur ve fail taalluk eden ahkâmı
alır. Mesela, hırsızlığın hükmü sağ elin bilekten kesilmesidir. Fakat
hırsızlık eden muayyen kişinin elinin kesilip kesilmeyeceği, kadının
meseleyi tahkik edip şartların oluşmuş veya oluşmamış, engellerin
de kalkmış veya kalkmamış olduğunu kararlaştırması sonrasındadır.
Bunun gibi, bir sözün veya fiilin veya itikadın İslam milletinden çıkaracak küfür olduğunu ispat etmek mutlak tekfir hükmüdür. Fakat
söz veya fiil veya itikadın küfür olması zorunlu olarak sahibinin de
kâfir olmasını iktiza etmez. Ancak ehil kişi şartların oluşmuş olduğunu ve engellerin kalkmış olduğuna kanaat getirmiş ise küfür hükmünü sahibi için de ispat eder. Bunun akabinde tekfir edilmiş olan
şahıs İslam dairesinden çıkmış olur ve İslam’ın ona kazandırdığı can
ve mal emniyetini kaybeder. Yukarıda ehil kişi şartların oluşmuş olduğuna ve engellerin kalkmış olduğuna kanaat getirmiş ise dedim;
çünkü ulema tekfir hükmünü iktiza eden veya men eden şartlar ve
manilerin açılımlarında ve sınırlarında ihtilaf etmişlerdir. Tabii bu
tekfirin zanna99 dayandığı hususlarda böyledir. Zanna dayanmayıp
98 Küfür nispetini gerektiren.
99 Burada ıstılah manasıyla kullanılmıştır.
Tekfirin Hakikati
kat’i olan tekfirde aslen şartlar ve manilerin tahkiki (tahkiku’l-menat) aranmaz. Bunu aşağıda Allah (celle ve âlâ)’nın izniyle açacağım.
Birinci kısımda şer’î hükmün Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın iradesinden haber vermek olduğunu söylemiştim. Tekfir de şer’î bir hüküm
olduğuna göre tekfir etmek, mutlak veya muayyen olsun, Allah (azze
ve celle)’nin söz konusu söze, fiile veya itikada ve sahibine küfür hükmünü vermiş olduğunu haber vermek olur. Böyle bir hükmü Allah
(azze ve celle)’ye izafet edebilmek için kuşkusuz mesnedi Allah (subhanehu
ve teâlâ)’nın vahyi olması lazımdır. Bu manada İmam eş-Şafii (rahimehullah) şöyle demiştir: “Kesinlikle hiç kimseye şu helaldir şu haramdır demek
caiz değildir. İlmî cihetten olması müstesna. İlmî cihet ise Kitabın veya Sünnetin veya icmanın veya kıyasın verdiği haberdir.”100
Bu büyük imamın sözüne göre hükmün kaynağı iki yola münhasırdır: Birinci yol nasstır yani Kur’an, Sünnet ve kat’i icmadır. Ve
ikinci yol da kıyastır yani fer’in asıla illette birliklerinden dolayı ilhak
edilmesidir. Bu yol saf ictihaddır. Birinci yol ise asıl itibariyle değil
ama tatbik itibariyle ictihada açıktır. Ve Âllame eş-Şevkani (rahimehullah) (Vefat H: 1250) şöyle diyor: “Bil ki, Müslüman bir kişinin İslam
Dini’nden çıkıp küfre girmiş olmasına hükmetmek, Allah’a ve ahirete iman
etmiş bir Müslümanın ancak gündüz güneşinden daha aydın bir burhan ile
yaklaşacağı bir meseledir.”101 Ve İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah) şöyle
diyor: “Allah ve Rasûlü’nün tekfir etmediğini tekfir etmek kebairdendir.”102
Bu büyük âlimin sözüne dikkat et! “Allah ve Rasûlü’nün tekfir etmediğini” diyor, demek ki bir kişi bir kişiyi tekfir edecek olursa bu hükmün Allah (azze ve celle)’ye ait olduğuna, O’nun katında sabit olduğuna
kanaat getirmesi lazım. Bu, aklıyla ve hevasıyla değil, ancak burhan
ile olacak bir iştir. Aksi takdirde Allah (celle ve âlâ)’ya karşı bilmediği
bir şey söylemiş olur. Hatta belki yalan uydurmuş olur. Ve bu muhakkak “kebairdendir”. Bunun için İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)
şöyle diyor: “Küfür şer’î hükümdür ve şeriatın sahibinden alınır. Akıl ile
bir sözün doğruluğunu ve yanlışlığını bilmek mümkündür. Ama akla göre
100 Er-Risale, 1.cüz/39.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)
101 Es-Seylu’l-Cerar, 978.sayfa. (Dar-u İbn-i Hazm, ilk baskı)
102 İ’lamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/405.sayfa. (Daru’l-Cil baskısı m.1973)
75
76 Tarık Ebu Abdullah
doğru olan her şeyin şeriatta bilinmesi vacip olmadığı gibi, akla göre yanlış
olan her şeyin de şeriatta küfür olması gerekmez.”103
Evet! Aklın, görüşün ve istihsanın tekfir hükmünde bir nasibi
yoktur. O, Allah (azze ve celle)’nin hakkıdır ve bunun için ancak O’nun
vahyine mesnet olabilir. Bunun için Yemen imamı İbnu’l-Vezir
el-Mürteza (rahimehullah) (vafatı h.840) şöyle diyor: “Muhakkak ki tekfir
katıksız semaidir(naklidir), aklın ona dâhil olacağı yer yoktur.”104
Fasıl
Tekfir iki kısımdır:
Kat’i tekfir ve Nazari tekfir.105
Tekfir hükmü Allah (azze ve celle)’nin bir söze veya fiile veya itikada
ve sahibine küfür hükmünü verme yönünde iradesinden haber vermek olduğuna göre, tekfir hükmünü iki kısma ayırabiliriz:
Birinci kısım: Allah (azze ve celle)’nin bu yönde iradesini açık ve sarih, birden fazla ihtimale açık olmayan şekilde beyan ettiği ve O’na
nispeti kesin olan hüküm.
Ve ikinci kısım: Açık ve sarih beyan etmediği, birden fazla ihtimallere açık olan veya O’na nispeti kesin olmayan, nazara ve istidlale
muhtaç olan hüküm.
Başka bir tabirle bu taksimata binaen tekfiri şu iki kısma ayırabiliriz: Kat’i tekfir ve nazari tekfir.
Kat’i tekfir hükmü, kat’i ilme dayanan ve nazari tekfir hükmü,
zanni ilme dayanandır. Kat’i ve zanni kavramlarını ulema muhtelif tarif etmişlerdir. Nitekim bunlar beşer tarafından vazedilmiş
103 Deru Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl, 140 (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1417)
104 El-Avasim ve’l-Kavasim, 178 (Muessessetu’r-Risale, içinci baskı h.1415)
105 Bu taksimat tekfirin şer’î hüküm olması cihetinden usûli bir taksimattır, fıkhi değil.
Daha önce de ifade ettiğim gibi bu risale tekfiri fıkhi mahiyetiyle konu etmemektedir.
Fakat tekfiri fıkhi mahiyetiyle daha iyi anlayabilmek için usûli bir tahlildir.
Tekfirin Hakikati
manaları temsil eden terimlerdir ve tenevvüye106 açıktır. Bu kavramlar tevkifi107 değil tevfiki (ictihadi)’dir. Dolayısıyla ulema ıstılahlardaki farklılıklara itiraz etmemişlerdir. Bu bağlamda haberin ne şartlarda ilim ifade ettiğini ve ne tür ilim ifade ettiğine ilişkin muhtelif
görüşleri de vardır. Benim burada kat’i ilim ve zanni ilim olarak kast
ettiğim en basit ifadeyle şudur: Kat’i ilim vürud (senet) ve delalet
(mana) cihetiyle kat’i olandır ve zanni ilim vürud (senet) ve delalet
(mana) cihetiyle zanni olandır.
İlmin bu taksimatını ulemanın sözlerinde bulmamız mümkündür. Mesela:
İmam eş-Şafii (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle diyor: “İlim ikidir: Yaygın olan ve herkesin bildiği ilim;bu, aklını kaybetmiş olan müstesna, baliğ
olanın cahil olması mümkün olmayan ilimdir. Beş vakit namaz gibi ve
Allah’ın insanlara Ramazan ayında oruç tutmayı emretmiş olması gibi ve
gücü yettiği hâlde hac etmesi gibi ve mallarının zekâtını vermesi gibi ve
zinayı, katli, hırsızlığı, içkiyi ve buna benzer şeyleri haram kılmış olması
gibi. Allah-u Teâlâ kullarını bu gibi şeyleri bilmekle ve canlarından ve mallarından vermekle mükellef kıldığı gibi haram kıldığı şeylerden ellerini çekmekle de mükellef kılmıştır. Bu bilgiler Allah’ın kitabında kelimesiyle yazılı
olan ve İslam ehlinin genelinde malum olan, avamın avamdan naklettiği,
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den hikâye ettikleri bilgiler sınıfındandır.
Bu bilgileri aktarmayı inkâr etmedikleri gibi, üzerlerine vacip olduklarını
da inkâr etmezler. Ayrıca bu ilim, bildirilmesinde hata olması mümkün olmayan ve tevile açık olmayan ilimdir. Ayrıca bu tür ilimde tartışma da caiz
olmaz.” Devamında kendisine “Ve ikincisi nedir?” diye sorulduğunda
(İmam eş-Şafii (rahimehullah) şöyle diyor: “Kulların ara sıra işledikleri farzların teferruatı, hüküm vs. olup yaygın olmayan, hakkında Kitaptan nass
bulunmayan ve ekserisinde sünnetten de nass bulunmayan, hakkında sünnetten bir şey var olsa da bu umumen bilinen bir haber değil de ancak hususen bilinen bir haber olandır. Ayrıca tevile açık ve kıyas yoluyla ulaşılabilecek olandır.”108 İmam eş-Şafii (rahimehullah) ilmin bu tarifinde bizim
106Çeşitliliğe.
107 Şeriatın belirlediği.
108 Er-Risale, sayfa 357,358,359. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)
77
78 Tarık Ebu Abdullah
taksimatımıza işaret ediyor ve kat’i ilmi “Bu bilgiler Allah’ın kitabında
kelimesiyle yazılı olan” diyerek senet cihetiyle kat’i olduğunu ve “Bildirilmesinde hata olması mümkün olmayan ve tevile açık olmayan ilimdir”diyerek de delalet cihetinden kat’i olduğunu ifade ediyor. Zanni ilmin
de “Kitaptan nass bulunmayan ve ekserinde sünnetten de nass bulunmayan.
Hakkında sünnetten bir şey var olsa da bu umumen bilinen bir haber değil
de ancak hususen bilinen bir haber olur” diyerek senet cihetinden zanni
olduğunu ve “Ayrıca tevile açık ve kıyas yoluyla ulaşılabilecek olandır” diyerek de delalet yönüyle zanni olduğunu ifade ediyor.
Ve Hanefi ulemasının büyüklerinden fakih ve usûlcü âlim Ebu
Bekr el-Cassas (rahimehullah)’ın (Vefat H: 370) sözleri de yaptığımız
taksimatı açık ifade ediyor. O (rahimehullah) hükümleri ikiye ayırarak
şöyle diyor: “Biri Allah-u Teâlâ’nın hakkında kat’i delil var ettiği ve ilme
ulaştırandır. Öyle ki bunu bırakan isabet etmemiş olur, bilakis Allah’ın hükmünü terk etmiş hata sahibi olur. İkincisi, yolu ictihad ve zannı galip olan ve
matlub ilme ulaştıran kat’i delilin bulunmadığıdır.”109
Ve müceddit İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle diyor:
“Doğru olan şu ki, meseleler iki kısma ayrılır: Katiyet ile isabet etmiş olduğu meseleler ve hakka isabet etti mi, hata mı ettiğini kesin bilmediğimiz
meseleler. Bu, delillerin ve araştırana hükmün beyan olması hasebindedir.”110İmamımız (rahimehullah) “Doğru olan şu ki” dediğinde konudaki
mevcut ihtilafa işaret ediyor lakin sahih olan meselelerin ve bu meselelerin dayandıkları delillerin ve meselelerden çıkan hükümlerin “İki
kısma ayrılmasıdır”“Katiyet ile isabet etmiş olduğu meseleler” yani hakka
isabetin kat’i olduğu meseleler ki bu ancak sübutu ve delaleti kat’i
olan delillere dayanmasıyla mümkün olur ve “Hakka isabet etti mi,
hata mı ettiğini kesin bilmediğimiz meseleler”;çünkü delilleri ya delaleti
muhtemel olanlardır veya senetleri hakkında ihtilaflar vardır.
Ve İmam İbn-i Kayyim (rahimehullah) mevzuyu daha anlaşılır bir şekilde şöyle açıklıyor: “Kur’an ve Sünnet’in lafızları üç kısımdır: Sadece bir
109 El-Fusulu fi’l-Usul, 1.cüz, sayfa 161,162. (Vizaratu’l-Evkafi ve’ş-Şuuni’l-İslamiyye. Devletu’l-Kuveyt. İlk baskı, h.1405)
110 El-Musvedde, sayfa 504. (Daru’l-Kitabi’l-Arabi baskısı)
Tekfirin Hakikati
mana ihtimali olan nasslar, zahir manası dışında mercuh111 mana ihtimalleri olan lafızlar ve açıklanmaya muhtaç olan lafızlar. Bunlar açıklanmazlarsa muhtemel manalara açık olurlar.” İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah)
bahsi “Kur’an ve Sünnet’in lafızları”yla tahdid ediyor çünkü cumhur
ulemada şer’î deliller semaidir. Ve bunlar “Üç kısımdır”: Birinci kısım
“Sadece bir mana ihtimali olan nasslar”. Bunlar bizzat yakin ifade eder,
yani hiç kimse bu delilin sübutunda veya delalet ettiği manada tereddüt etmez. Bu delilin hiç kimse için bir kapalılığı veya başka ihtimali
yoktur. Bu delillere bina edilen hükümler kat’idir. İkinci kısım “Zahir
manası dışında mercuh mana ihtimalleri olan lafızlar” yani bu deliller
hem sübut cihetinden ve hem de delalet cihetinden ihtimallere açık
olan, tereddüdü kabul eden, lakin mercuh ihtimallerin varlığıyla
beraber racih bir ihtimalin zahir olduğu delillerdir. Üçüncü kısım
“Açıklanmaya muhtaç olan lafızlar” yani iki cihetten de muhtemel olan
ve ihtimallerin müsavi olup tercihi zahir olmayan deliller. Bu deliller birinci ve ikinci tür delillerin doğrultusunda değerlendirilmeleri
gerekir.
Ulemanın ilmi, kat’i ve zanni olarak ikiye ayırmaları Kur’an’nın
da şahitlik ettiği haktır. Zira Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor:
ُ
ٌ �‫ا‬
َ ْ ُّ ُ َّ ُ ٌ َ َ ‫اب م ْن ُه َآ� ٌت ُ ْم‬
َ ْ َ َ َ َ َّ ُ
َ ‫اب َوأ َخ ُر ُم َت َش ِب‬
‫ات‬
‫ه َو ال ِذي أ نْ زَ�ل َعل ْيك ال ِكت َ ِ ي‬
ِ ‫كات هن أم ال ِكت‬
“Sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir. Bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı ise müteşabihtir.”112
İmadu’d-din Hafız İbn-i Kesir (rahimehullah) ayetin tefsirinde şöyle diyor: “Allah-u Teâlâ Kur’an’da “Bir kısım ayetler(in) muhkem (olduğunu). Bunlar kitabın anası (olduğunu)” haber veriyor. Yani açıklanmış, delaleti apaçık, hiçbir kimse için anlaşılmazlığı ve kapalılığı yoktur. Ve
“Diğer bir kısmı ise müteşabihtir” bunlar insanların çoğu veya bazıları
için anlaşılmazdırlar, yani delalet yönüyle muhkem ayetlere uygun olma
111 İki ihtimal arasında racih olmayan.
112 Al-i İmran Sûresi 7.ayet
79
80 Tarık Ebu Abdullah
ihtimali de var, Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın ayette muradı yönüyle değil ama
lafız ve terkip itibariyle başka bir şeye delalet etme ihtimali de var.”113
Bundan sonra, “Kat’i ilim, senet ve delalet cihetiyle kat’i olandır ve zanni ilim, senet ve delalet cihetiyle zanni olandır” cümlesini
açıklamaya geçmeden evvel kısa da olsa bir hususa değinmek konumuzun daha iyi anlaşılması için önemlidir. Bu husus şudur: İlmin
kat’iyeti veya zanniyeti başlı başına İslam uleması arasında çok tartışılmış bir meseledir.
İttifak ettikleri şudur: Mütevatir nakil ilim ifade eder, ameli icap
ettirir ve inkârı küfürdür.
Mevcut ihtilafı ise ihtisar ile şöyle toparlayabiliriz:
Bir. Ekser ulemaya göre şer’î deliller ancak semai (nakli)’dir ve
iki kısma ayrılır: Kat’i deliller, bunlar kat’i ilim ve yakin ifade eder ve
zanni deliller, bunlar zanni ilim ifade ederler. Buna göre kat’i delile
dayanan hükümler kat’i olur ve zanni (muhtemel) delile dayanan hükümler de zahir veya racih hükümler olur fakat kendisine hüccet olarak ulaşmış olanın üzerine amelin vucubiyeti açısından kat’i olur.114
Bu kısım âlimlerden bazıları da şer’î delillerden çıkan ahkâmın umumen kat’iyet ifade ettiğini söyler; ister hükmün dayandığı delil kat’i
olsun ister zanni olsun115. Ulemadan başkalarına göre ise şer’î deliller
umumen kat’iyet ifade eder. Bu âlimlere göre şeriatta zanni deliller
yoktur. Bunun manası şudur: Bir delil kat’i ilim ifade etmiyorsa delil
değildir.116 Ve Fahruddin er-Razi (Vefat H: 606) ve onun yolunu izleyenlere göre semai delillerde asıl olan ancak zannı galip derecesine
çıkabilmeleridir çünkü er-Razi’ye göre nakli delillerin kat’iyetini düşüren çok ihtimaller vardır. Ancak bu ihtimallerin kalkmasıyla nakli
delil kat’iyet kazanır. Bu ihtimalleri “Mahsul”ünde saymıştır. Böyle
113 Tefsiru’l-Kurani’l-Azim, 2.cüz, sayfa 7. (Dar-u Tayyibetin li’n-Neşri ve’t-Tevzi’, ikinci
baskı h.1420)
114 Yukarıda sözlerini aktardığım âlimler bu kısma misaldir.
115 Bk. El-Bahru’l-Muhit, 1.cüz, sayfa 95-97. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1421)
116 Bu, genelde kıyas karşıtı zahiri mezhebine mensup ulemanın ve bazı Mutezile görüşlü
âlimlerin görüşüdür.
Tekfirin Hakikati
bir şart getirerek baştan nakli delillerin kat’i ilim vasıflarını düşürmüştür ve zanniyattan kılmıştır. Bununla da kalmamıştır ve ikinci
bir külli kaide olarak nakli delil ile akli delilin çatıştığı hallerde akli
delilin nakli delile takdim edilmesi gerektiğini iddia etmiştir. Çünkü
akıl naklin fehmi için asıldır. Asıl ise ihtilaf halinde fer’i olana mukaddemdir, demiştir. Bu iki külli kaideyle er-Razi bir, genel itibariyle
nakli delillerin yakini olmadığını, zanni olduğunu iddia etmiştir117
ve iki, aklı asıl kılarak naklin önüne geçirmiştir. Böylece dinin aslını
da fer’ini de akla açmıştır; nakli delillerin dokunulmazlığını kaldırmış ve dinin esaslarını yıkmıştır. Hatta İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah) Fahruddin er-Razi’nin yaptığını tağut olarak isimlendirir ve
şöyle der: “İslam fırkalarında İbnu’l Hatib’ten118 önce onun gibi bu tağutu
ortaya çıkarmış, iyice yerleştirmiş, varlığını genişletmiş ve güçlendirmiş birisi bilinmez.”119 Maalesef mütekellim mezhebine120 mensup başka usul
âlimleri de er-Razi’yi bu görüşünde desteklemişlerdir, hatta “Mahsul”ü cumhurun fıkıh usûlünde esasi kitap olmuştur. Muhakkak bir,
iki çürük elma sebebiyle elma sepetini atmak akılsızlık olur fakat
özellikle bu hususa dikkat edilmeli; çünkü bu usûlü inhirafın nereye
çıktığı aşikârdır.121
117 El-Mahsul’unda şöyle diyor: “Bil ki, insaf olan şu ki bu lafzi (nakli) delillerin yakin
ifade etmesine bir yol yoktur. Ancak yakin ifade etmesini sağlayan karineler ile beraber
gelirse hariç. İster bu karineler müşahede edilmiş olsun veya bize tevatüren nakledilmiş
olsun…” (1.cüz, sayfa 575,576) ve başka bir yerde “…lakin biz şunu açık ifade ettik: Lafzi
(yani nakli) deliller nerde olursa olsun yalnız zan ifade eder…” (3.cüz, sayfa 303,304.
Camiatu’l-İmam Muhammed bin Suud el-İslamiyye, ilk baskı h.1400)
118 Fahruddin er-Razi’nin lakabıdır.
119 Es-Savaiku’l-Mursele, 2.cüz, sayfa 640. (Daru’l Asime, üçüncü baskı h.1418)
120 Buradaki kasıt mütekellim fırkası değil, fıkıh usûlünde cumhurun mezhebidir.
121 Muhakkak Fahru’r Razi’nin ortaya attığı görüşü ulema farklı değerlendirmiştir. Hepsi
İmam İbn-i Teymiyye ve İmam İbn-i Kayyım (rahimehumallah) kadar sert tepki vermemişlerdir. Çoğu er-Razi’nin sözlerini, daha doğrusu sözleriyle kast ettiğini farklı
yorumlamışlardır. El-Mahsul’ünde saydığı, kendi tabiriyle lafzi delillerin kat’iyetini
düşüren ihtimallere insaf ile baktığımızda, çoğu lafzın medlulünde olan ihtimaller olduğunu görüyoruz. Binaenaleyh er-Razi’nin kast ettiği “lafızdaki mana ihtimallerinden
dolayı bizzat lafzın kendisinden delaletini kesinleştirmek mümkün değildir ancak harici karineler (başka nasslar veya sahabe sözü gibi) ile semai delillerin medlulü kat’iyet
ifade eder” ise, o zaman bu söz kısmen doğru olabilir. Fakat kast ettiği “mutlak olarak
semai delillerin delaletini kat’i surette tayin etmek mümkün değildir” ise, o zaman bu
şüphesiz batıldır. Bunu söylemeyi gerekli buldum çünkü er-Razi’nin bazı sözleri ihtimallidir. Mesela “…bil ki, insaf olan şu ki bu lafzi delillerin yakin ifade etmesine bir yol
yoktur. Ancak yakin ifade etmesini sağlayan karineler ile beraber gelirse hariç. İster bu
karineler müşahede edilmiş olsun veya bize tevatüren nakledilmiş olsun…” sözü gibi.
Ayrıca lafzi (nakli) delillerin sübut açısından kat’iyet ifade edebileceğini de inkâr etm-
81
82 Tarık Ebu Abdullah
İki. Dinin aslında hükümler yalnız kat’i delillerle sabit olur. Bunda ihtilaf yoktur. Fakat kat’i delil nedir? Yukarıda buna ilişkin muhtelif görüşleri saydım. Bununla irtibatlı ittifak edilmiş başka bir husus,
kat’i delilin ilim ifade ettiğidir. Dinin aslı yalnız ilimle sabit olur, zan
ile değil. Bunda ihtilaf yok fakat ihtilaf ilmin tarifinde vaki olmuştur. Ekser fukahaya göre bir haberin ilim ifade etmesi için mütevatir
olması şarttır. Mütevatiri de “Âdeten yalan söylemek üzere anlaşması mümkün olmayan sayıda bir ravi topluluğun naklettiği haber”
olarak tarif etmişlerdir. Mütevatir haberin tarifinde fakihler ve hadisçiler arasında bir ihtilaf yoktur.122 Fakat naklin tevatürü için ravi
adedin kaç kişiye ulaşması gerektiği noktasında ve habere kat’iyeti
kazandıran yalnız adedin mi olduğu yoksa genel itibariyle karineler
mi olduğu noktasında her iki kesim ulema arasında ihtilaf mevcuttur. Bu ihtilaf da tevatür şartlarını tamamlamamış haberin ilim ifade
edip etmemesine yansımıştır. Zira bir haberin ilim ifade etmesi için
kat’i olması gerekir, kat’i olması için de mütevatir olması gerekir. Dolayısıyla ekser fukaha tevatür vasfına haiz olmayan haberi yani ehad
haberi ilim ifadesinden men etmiştir ve zanniyattan kılmıştır.123 Laiyor. Fakat Mahsul’ünde saydığı dokuz ve başka bir yerde on ihtimalin içinde getirdiği
naklin akla ters düşmesi ihtimaline gelince bunun batıllığında hiçbir şüphe yoktur. Hatta tek başına sadece bu ihtimalin sıhhatini kabul etsek, çoğu nakli delillerin kat’iyetini
nefyetmiş oluruz. Tabii şunu da burada belirtmemiz gerekir: Er-Razi nakli delillerin
kat’iyetini takriben imkânsız bir hâle sokmasıyla beraber tamamen de işlevsiz kılmıyor.
Ancak zannı galip derecesine çıkabilir diyor. Zannı galip ile amelin vacipliği ise icma
ile sabittir. El-mühim, er-Razi’nin neyi kast ettiği ihtimalli olmasıyla beraber, neye yol
açtığı ortadadır. Vakıada dinin aslını ve fer’ini atıl kılanlar bu görüşten besleniyorlar
ve bu görüşün ispat ettiği bir ilaha ibadet ediyorlar. Dolayısıyla Âllame Şemsu’d-din
İbn-i Kayyım (rahimehullah)’ın tespiti ne de yerinde olmuş: “Onun gibi bu tağutu ortaya çıkarmış, iyice yerleştirmiş, varlığını genişletmiş ve güçlendirmiş birisi bilinmez”.
Allah-u Â’lem.
122 Fakat usûl âlimlerinin cumhuru mütevatiri “Sözlerinden ilim hâsıl olacak sayıda bir
topluluğun haberidir.” olarak tarif etmişlerdir. Bk. el-Mahsul, 4.cüz/323.sayfa. (Camiatu’l-İmam Muhammed bin Suud el-İslamiyye, ilk baskı h.1400) Usûlcülerin mütevatir
haberi tariflerinden usûlcülere göre tevatürle ilmin zaruri ilişkisi açık ortaya çıkıyor.
123 Ehad haberin tarifinde de ulema ihtilaf etmişlerdir. Ehad haberin tarifinde ittifak ettikleri husus, mütevatir haberin şartlarına haiz olmamasıdır. Hadis ulemasının ekseri
ehad haberi garip, aziz ve meşhur olmak üzere üç kısma ayırmışlardır. Bazıları bir
dördüncü kısım olarak mustefız (ahiri ‫ ض‬ile) haberi eklemişlerdir. Âlimlerin çoğuna göre bu üç veya dört kısım ehad haberdendir. Bazıları ise mustefız haberi ehad ile
mütevatir haber arasında kabul etmişlerdir. Kimisi de meşhur ve mustefız haberi mütevatir haberden saymıştır. Bu ihtilafın hasebinde haberin kat’iyeti noktasında da ihtilaf
etmişlerdir. Meşhur ve mustefız haberi mütevatire ilhak edenler, kat’iyetini ve ilim ifade ettiğini de savunmuşlardır. Katmayanlar kabul etmemişlerdir. Müstefızı ehad ile
mütevatir haber arasında görenlerden kimisi kat’iyetini savunmuştur kimisi zannı galip
ifade eder ve başkaları da yakine yakındır demişlerdir.
Tekfirin Hakikati
kin hadis imamları ve Hadis Ehli fukahası sahih ehad haberlerin de
ilim ifade ettiğini savunmuşlardır ve dinin aslında sahih ehad haberle delil getirmişlerdir. Şüphesiz doğru olan da budur; çünkü tevatür,
haberin senediyle alakalıdır, haberin şeriat sahibine sahih nispetiyle değil. Haberin sıhhati yönünden ilim ise adil ve zapt ehli ravinin
mislinden şeriat sahibine muttasıl senetle ve illetlerden ve şazlardan
ari rivayetiyle vacip olur. Ehad haberin kat’iyetini tevatür yanında
başka karineler de sağlayabilir. Mütevatir olması bir haberin kat’iyeti
için en güçlü karine olabilir lakin buna münhasır olduğunu söylemek için delil gereklidir.124
Üç. Konumuzda ulema arasında üçüncü bir ihtilaf mevzusu da
şudur: Kat’i haber ilim ifade eder lakin ifade ettiği ilim zaruri midir
nazari midir? Cumhura göre kat’i haber zaruri ilim ifade eder. Zaruri ilim, insanların reddedemedikleri zorunlu bilgidir; bizzat duygu
organlarıyla müşahede edilen gibi yakinen sabit olur. Araştırmaya
da muhtaç değildir, bunun için de sübutunda şek ve şüphe yoktur.
Ayrıca bu ilmin zorunluluğunda büyük ve küçük, araştırmaya ehil
olan ve olmayan eşittir. Nazari veya başka bir ismiyle müktesep ilim
ise araştırmaya ve delillendirmeye muhtaç olan ilimdir. Dolayısıyla
da kabul ve redde açıktır.
İşin doğrusu, burada üç maddede toplamaya çalıştığım mevzumuzla alakalı ihtilafların her birinin çok ayrıntıları vardır. Bu kısa
risale bu ayrıntıların ve sonuçların kuşkusuz yeri değildir. O zaman
biri “Niye bu ihtilafları getirdin ki, hem meselenin teferruatına girmiyorsun hem de bir sonuca bağlamıyorsun, sadece kafa karıştırıyorsun” diyebilir. Cevap olarak derim ki:
Birincisi, gayem bizzat bu ihtilaflar ve bu ihtilafları çözmek değildir. Bu ayrı ve kendi başına bir konudur. Bu ihtilaflara sadece konumuzun daha iyi anlaşılması için hacet duyulduğu kadar zikretmek
istiyorum. Çünkü bizim konumuz hüküm konusudur. Yani, kişi
124 Hatta İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) bir haberin yalnız tevatür şartıyla ilim ifade ettiğini söyleyenlerin ilklerden öncülerinin olmadığını ve bu konuda kelam ehlini izleyen muteahhirun ulemasından sadece bir azınlık olduklarını söyler. Bk. Mecmuu’l-Fetava, 13.cilt/357.sayfa. (Daru’l-Vefa, 3.baskı h.1426)
83
84 Tarık Ebu Abdullah
hüküm vereceği zaman bütün bu ihtilaflara da dikkat etme durumundadır. Bunun için muhakkak bu ihtilafları bilip, içlerinde racih
olanı ayırt edebilecek ilmî ve ahlakî bir olgunlukta olması gerekir.
Muayyene hüküm vermek amelîdir, tatbikîdir, tahkikîdir. Evet, her
ne kadar ahkâmı kat’i ve nazari olarak taksim etsek ve akabinde haberin kat’iyeti ilmen de zaruriyetini iktiza eder desek de haberin kat’i
olması için varid olan tevatür şartı ihtilaflıdır. Bunun yanında ehad
haberin ilim ifade etmesi ihtilaflıdır. Muhaddisler ve Hadis Ehli fukahası sahih ehad haberin ilim ifade ettiğini kabul ederken, ekser
fukaha ehad haberi zanniyattan kabul eder. İlklerine göre sahih ehad
haber dinin aslında delil ve hüccet iken, ikincilere göre hüccet değildir. Çünkü dinin aslı zanni haber ile sabit olmaz. Şu hâlde bazı
âlimler için kat’i ilim ifade eden, yani onun için inkârı ve muhalefeti
caiz olmayan ehad haber, diğer bir kısım âlimler için böyle olmayabilir.125 Bu ihtimal ilmin tevatür yoluyla kat’iyet ifade ettiği alanda da
değerlendirilmeli,126 tabi katiyeti icma mahalli olan meseleler hariç.
İkincisi, Bundan sonra gelen konunun doğru anlaşılması için bu
ihtilaflara muhtasar da olsa girmeyi gerekli buldum. Çünkü Allah
(celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in tayin etmedikleri ve cezmetmedikleri alanda, muhakkak beşerin koyduğu sınırlar olacaktır.
Beşer sınır çizmeden, tayin etmeden, belirlemeden anlayamaz. Bu
muhakkak bir zarurettir. Bunun için kâmil ve mubin dinimizde ehli
için ictihad memduhdur. Fakat bu sınırlar semadan tayin edilmemiştir, tevkifî değildir, ictihadidir. Dolayısıyla bu ictihadi sınırların kuşattığı alanlar sadece siyah veya beyaz değildir. Siyah ve beyazın arasında muhakkak başka renkler de olacaktır. İctihadın olduğu yerde
muhakkak ihtilaf da olacaktır. Çünkü nazar ehlinin bir şeyi tasavvur
125 Olmayabilir derken, keyfine göre kabul eder veya kabul etmez kast etmiyorum. İslam
ulemasını böyle bir davranıştan uzak görmek dini fehmedebilmenin ön şartlarındandır. İslam ulemasının masum ve hatadan beri olmamakla beraber, ihtilafları muhakkak
naklen veya aklen makbul delillere dayanmaktadır. Tabii bu her ihtilafın ve her görüşün
makbul olduğunu ve her görüş sahibinin isabet ettiğini iktiza etmez. Lakin meselelerde
tahkikin derinliğini ve ciddiyetini zorunlu olarak gerektirir. Ve hassaten ihtilaf iman
ve küfür hükmüne ilişkin olduğu zaman bu daha da önemli oluyor. Zira bu alandaki
ihtilafların sadece azı safsataya ve zındıklığa dayanıyor. Ekseri ise usuli farklılıklara ve
bunların fere nakline ve tatbikatına dayanıyor.
126 Özellikle lafzi tevatürün varlığı nadir olup ekser tevatür ehad haberlere dayanan manen
tevatür olduğuna dikkat edersek.
Tekfirin Hakikati
etmesinde farklılıklar muhakkaktır. Tasavvura göre de hükme varacaktır. Ancak nassın bulunduğu yerde ictihad caiz olmaz çünkü
nazara mahal yoktur. Bunun için ihtilafın kabulü elbette kayıtsız,
şartsız değildir. Bilakis İslam dininin kat’i asıllarından birinde veya
dinde zarureten bilinmesi gereken bir meselede ictihad edenin ictihadı kendisinden elbette kabul edilmez ve durumuna göre hüküm
alır. İcmanın oluştuğu hafi bir meselede (kapalı, araştırmaya muhtaç
mesele) ictihad eden ve varid icmaya muhalefet edenin ictihadına
müsamaha edilmez fakat tekfirine de gidilmez; çünkü ancak nazar
ve istidlal ile dinde bilinmesi mümkün olan bir mesele (hafi mesele),
icma edilmiş ve muhalefet edenlerin ihtilafları muteber olmasa da
dinde zarureten bilinmesi gereken bir mesele olmaz. Ama ictihad ettiği ihtilaf edilmiş olan hafi bir meseleyse şu üç halin dışına çıkamaz:
Bir: İctihadı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın usûlüne uygundur. Böylesi ictihadında ya isabet etmiştir veya hata etmiştir. Her iki hâlde
sevap sahibidir.
İki: İctihadı bid’at ehlinin asıllarından birisine dayanmaktadır.
Böylesi ictihad ettiğinden dolayı değil, ictihadı bid’atçıların bid’atından olduğu için bid’atçı olur ve görüşü reddedilir.
Ve üç: İctihadı küfre dayanmaktadır. Böylesi de kâfirdir.
Muhtasar ifadeyle, muhtelif dini görüşlere böyle yaklaşılması gerekir.
Bu kısa temhitten sonra “Tekfir, kat’i tekfir ve nazari tekfirdir.
Kat’i tekfir hükmü kat’i ilme dayanan ve nazari tekfir hükmü zanni ilme dayanandır.” cümlesini Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın yardımıyla
açalım.
Önce bazı kavramlar:
İlim: İlmin tarifinde usûlcüler çok ihtilaf etmişlerdir. Hatta kimisi ilmin haddini belirlemeyi doğru görmemişlerdir. Ebu’l-Hattab el-Kalvazani (rahimehullah)’ın (Vefat H: 510) dediği gibi doğru bir
85
86 Tarık Ebu Abdullah
tarifin cami’ ve mani’ olmasını gerekli görerek ilmin en isabetli tarifi
“Eşyayı olduğu hâl üzere tanımak” tarifi olacaktır.127 İlim de iki kısımdır: Zaruri ilim ve nazari ilim. Zaruri ilim, marifetin nazar ve istidlalsiz hâsıl olanıdır. Mesela, duygu organlarından biriyle bilmek
gibi. Eşeğin anırmasını duyan bunun eşeğin sesi olduğuna araştırma
ihtiyacı duymadığı gibi. Veya bir koku aldığında kokunun güzel veya
çirkin olduğunu bildiği gibi. Bu marifet, duygu organların eşyayı
mücerred idrak etmeleriyle hâsıl olur, araştırmaya ihtiyaç duymazlar. Nazari ilim ise, eşyayı tanıyabilmek için araştırmaya ve istidlale
muhtaç olanıdır.
İlmin zıddı cehalettir. Cehalet iki kısımdır: Basit (yalın) ve mürekkep (bileşik, karışık) cehalet. İlki, hiç bilmemektir. Mesela, İslam
tarihinde Bedr Savaşı diye bir savaşın vuku bulduğunu bilmemek
gibi. İkincisi, bilgi sahibi olmakla beraber yanlış bilmektir. Mesela,
Bedr Savaşı’nın hicretten sonra üçüncü senede vuku bulduğunu bilmek gibi.
Zan: Zan iki çeşittir. İlki, Allah (azze ve celle)’nin kitabında ve Rasûlü
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle yerdiği zandır. Mesela, Allah (celle ve
âlâ)’nın şu kavlinde olduğu gibi: “Hâlbuki onların buna dair bilgileri yoktur. Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz, hak adına
hiçbir şey ifade etmez.”128 Bu zannın dayanakları heva ve şehvettir
ve menkule ve makule karşı büyüklenmek ve muhalefet etmektir.
Halk arasında zannın mana kullanımı genelde budur. Fukaha arasında zannın mana kullanımı ise farklıdır. Fukahanın ıstılahında zan,
birinin diğerine göre daha açık olmasıyla beraber iki ihtimalin var
olmasıdır. Racih olan ihtimal, zandır. Bu, zannın ikinci çeşididir. Bu
manada zannın dayanağı şer’î delillere ve karinelere sahih nazardır.
Ulemanın şer’î bir hükmü zannetmesi bu manadadır. Yani muhtemel hükümler arasında zahir olanı tercih etmesidir.
127Ebu’l-Hattab (rahimehullah)’ın tercih ettiği tarif “Malumu olduğu hâl üzere tanımak”tır.
Fakat bu tarifte devr (tarif edileni tarif olunanla tanımlamak) olduğu için “Eşyayı olduğu hâl üzere tanımak” daha isabetlidir; çünkü mantık âlimlerine göre tarifte devr
batıldır. İlmin tarifi ve muhtelif görüşler için bk. Et-Temhidu fi usuli’l-fıkh, 1.cilt, sayfa
35-41. (Camiatu Ummu’l-Kura, Kulliyetu’ş-Şeriati ve’d-Diraseti’l-İslamiyye baskısı)
128 En-Necm Sûresi 28.ayet
Tekfirin Hakikati
Şek ve vehim: Şek, iki ihtimalin müsavi olmasıdır. Birinin diğerine tercih edilecek bir yönünün olmamasıdır. Vehim ise, iki ihtimalin
içinde mercuh129 olandır.
Kat’i ilim: Sübutunda ve delaletinde ihtimal veya şek bulunmayan, delil ile yakinen var olan bilgidir.
Zanni ilim:Sübutunda ve delaletinde ihtimal bulunan, delil ile
var olan, zahir veya racih bilgidir.
Ulemanın bir haberin kat’i ilim ifade etmesinden kastettikleri,
haber verilenin kesin bir surette, şüphesiz ve tereddütsüz haber sahibine ait olmasıdır. Zanni ilim ifade etmesinden kastettikleri ise, yakinen değil fakat zannı galip ile haberin haber sahibine ait olmasıdır.
İlmin senedi itibariyle kat’i olması:Bu durum, delilin senedi itibariyle mütevatir olduğu zaman ulemanın ittifakıyla söz konusudur.
Senet cihetinden ihtilafsız mütevatir olan delil, Kur’an ve lafzi mütevatir sünnettir. Fakat mütevatir altı sünnet, yani ehad haberin senet
cihetinden kat’iyet ifade etmesi ihtilaflıdır. Ebu’l-Huseyn el-Basri,
el-Baci ve el-Balkini gibi mütekellim usûlcülerine göre ehad haber
mutlak olarak kat’iyet ifade etmez. İbn-i Hazm (rahimehullah)’a göre,
haberin senet yönüyle kat’iyet ifade etmesi için haberin bir adil ravi
tarafından Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muttasıl senetle rivayet
edilmesi kâfidir.130Ekser ulemanın sözlerinden çıkan görüş ise şudur: Ameli icap eden ehad haber karineler eşliğinde sübut ve delalet
cihetinden kat’iyet ifade edebilir. Ehad haberin kat’i ilim ifade etmesini sağlayan karineler; ümmetin haberi kabul ile karşılaması, onunla amel etmesi veya ravilerin adaletinde icma edilmiş olması veya
haberin manası Kur’an’a dönmesi gibi karineler olabilir. Genel itibariyle bu karineler ehad haberde muhtemel olan hata, unutma, vehim
veya yalan gibi şüpheleri gideren ve böylece ehad habere senet veya
delalet itibariyle kat’iyet kazandıran karinelerdir. Ulemanın çoğu
ehad haberin karineler eşliğinde kat’iyet ifade edebileceğini kabul
129 Racih olmayan.
130 Bk. El-İhkamu fi Usuli’l-Ahkâm, 1.cüz/114.sayfa. (Daru’l-Hadis, ilk baskı h.1404)
87
88 Tarık Ebu Abdullah
etmişlerdir.131 Bununla beraber karineler hakkında ihtilaf etmişlerdir
veya bazıları karinelerin tahakkukunu uzak ihtimal görmüştür. Velhasıl, ulemanın ekserine göre ehad haber sübut cihetinden karineler
eşliğinde kat’i ilim ifade edebilir.
İlmin delaleti itibariyle kat’i olması: Lafızlar medlulünün132 vuzuhu133 yönünden iki kısımdır: Medlulü kat’iyet derecesine varacak
şekilde vazıh olan lafızlar ve böyle olmayan lafızlar. Cumhur ulema
ilkine nass ve ikincisine zahir demiştir. Nass olan lafız, delalet ettiği
manadan başka mana ihtimali taşımayan sarih olan lafızdır. Zahir
olan lafız, racih olan mana delaletinden başka mana ihtimalleri de
içeren muhtemel lafızdır.134 Delilin nass135 mertebesinde olması ona
delalet cihetinden kat’iyet kazandırır. Çünkü nass olan lafzın medlulü apaçık ortaya çıkmıştır. Başka mana ihtimalleri barındırmadığı
için delaletinde şüphe söz konusu değildir. Ebu Bekr el-Bakillani (rahimehullah) (Vefat H: 403) nass için şu ayetleri misal getirmiştir:
َ‫ َ َ ْ ُ ِّ ن‬136
ُ
ٌ ُ
�
‫“ ل تق َر بوا الز‬ZinaRasûlüdür”
ِ‫“ َم َّمد َر ُسول هللا‬Muhammed Allah’ın
ُ َْ َ
ْ َ ُ َْ ُُ َْ َ
137
ُ
‫“ل تقتلوا أنفسك‬Kendinizi öldürmeyin”138 ‫َول تق ُتلوا‬
ya yaklaşmayın”
َ
َ َ ْ َ ُ َ
‫“أ ْول َد ْك خش َية ِإ ْمل ٍق‬Evlatlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin”139 “ve
131 Bk. Nuzhetu’n-Nazar, ibni Hacer el-Askalani, sayfa 60 ve 76-78. (Matbaatu-Sefir, ilk
baskı h.1422). Mecmuu’l-Fetava, ibni Teymiyye, 18.cilt/40.sayfa. (Daru’l-Vefa, üçüncü
baskı h. 1426). El-Udde, Kadı Ebu Yala, 3.cüz/900.sayfa. (Suudi Arabistan, Riyad,
ikinci baskı h.1410). Mukaddimetu-ibni Salah, Ebu Amr ibni Salah, sayfa 28. (Daru’l-Fikr baskısı h.1406). El-Burhan, el-Cuveyni, 1.cilt/373,374. (Daru’l-Ensar, ikinci
baskı h.1400). El-Bahru’l-Muhit, ez-Zerkeşi, 1.cüz/ 377.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye
baskısı h.1421)
132 Delilin delalet ettiği.
133 Mana açıklığı.
134 Hanefi uleması lafız ve medlulü arasındaki ilişkiyi farklı taksim etmişlerdir. Bu taksimata göre lafız zahir (işitildiğinde manası hemen anlaşılan, açıkça bir manaya delalet
eden ve tevil ve tahsise muhtemel lafız), nass (manası zahir lafızdan daha açık ve tevil
ve tahsise muhtemel lafız), müfesser ( manası nass olan lafızdan daha açıktır ve tevil ve
tahsis ihtimali yoktur) veya muhkemdir (manası müfesser lafızdan daha açıktır ve tevil,
tahsis ve neshi kabul etmeyen lafız)
135 Kur’an ve Sünnet metnine de ıstılahta nass denilir. Fakat bu bahiste kastedilen bu
değildir.
136 El-Fetih Sûresi 29.ayet
137 El-Isra Sûresi 32.ayet
138 En-Nisa Sûresi 29.ayet
139 El-Isra Sûresi 31.ayet
Tekfirin Hakikati
buna benzer muradında işkâl ve ihtimal olmayan açık nasslar” demiştir.140
Bu misallerde zikredilen delillerin nass olmaları mücerred lafızdan
kaynaklanıyor. Bununla beraber ekser ulemaya göre mana vuzuhu
cihetinden nass olmayan lafızlar da harici kat’i karineler ile kat’iyet
ifade edebilir. Bu daha önce geçti.
Ayrıca lafızlar taaddüt141 ve tevahhüte142 delaleti bakımından da
iki kısımdır: Âm lafızlar143 ve has lafızlar144. Hususa delalet eden lafızlar ittifaken kat’iyet ifade eder.145 Lakin umuma delalet eden lafızlar kat’iyet ifade eder mi etmez mi bu ihtilaf konusudur. Cumhur
ulemaya ve Hanefilerden bazılarına göre âm lafızlar aslen kat’iyet
ifade etmez146; ancak karinelerin kat’iyeti iktiza etmeleri veya etmemeleri hariç. Bu durumda âm lafız kat’i surette her efradına şamil
midir değil midir karinelere göre tayin edilir.147 Hanefi ulemasının
cumhuruna göre ise âm lafızlar aslen kat’iyet ifade eder.148149
140 Et-Takribu ve’l-İrşad, 1.cilt/340,341.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ikinci baskı h.1418)
141Çokluk.
142Teklik.
143 Tek bir mana için konulan, bütün fertlerini bir anda kapsayan ve kapsadığı fertlere
sınırlı olmayan kelimeler.
144 Tek bir mana için konulan ve kapsadığı fert veya fert­lere sınırlı olan kelimeler.
145 Bu has lafzın âm lafza mukabilinde söz konusudur; fakat lafız bir yönden âm ve bir
yönden has ise, lafzın delaleti has yönüyle kat’i olur. Fakat lafzın âm yönü kat’iyet ifade eder mi etmez mi bu ulema arasında ihtilaflıdır. Mesela “Müslümanlara ikram et”
denildiğinde, muradın Müslümanlar olmayanlara ikram edilmemesi olduğu kat’iyen
vazıhtır. Bu yönüyle Müslümanlar lafzı Âdemoğullarından bir cins için hastır. Lakin Müslümanlar cinsi, içinde umumen her bir müslüman ferdin maksut olduğu kat’i
midir? İşte bu ihtilaf konusudur.
146 Yani lafzın şamil olduğu her bir fert kat’iyet ile dâhil olmaz ama idhali zahir veya racih
olabilir.
147 Mesela “O her şeyi bilendir” veya “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır” gibi ayetlerde
âm lafzın efradın her birine delalet ettiği kat’iyen bilinir. Ama “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine “insanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O hâlde onlardan
korkun” dediler ve bu onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir”
dediler.” ayetinde âm olan insanlar lafzının fert fert bütün insanlara delalet etmediği
kesindir. Zira insanlardan bazısı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber idi.
Bazıları da ordu hazırlandığını haber verdiler. Bazıları da orduyu hazırladılar. Şu hâlde
insanlar lafzından umumen her ferdin kastedilmediği luzumen vazıh olmuştur.
148 Yani mücerred âm lafzın delaleti, kabul ettiği tüm efrada kat’iyen şamildir.
149 Bk. El-Bahru’l-Muhit, 2.cüz/197-204.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1421).
Usulu’s-Serahsi, 1.cüz/132-139.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h. 1414)
89
90 Tarık Ebu Abdullah
Ve üçüncü olarak, lafızlar medlulünün lafızda geçtiği hâl üzere
anlaşılması ve lafızda geçmediği hâl üzere anlaşılması bakımından
yine iki kısma ayrılır.150 Bu durumda mefhumun delaleti kat’i midir? Mefhumu’l-Muvafeka151 kat’iyet ifade edebilir152 ama Mefhumu’l-Muhalefe’nin153 delaleti ancak zan ve racih olabilir.
İlmin senedi itibariyle zanni olması: Mütevatir olmayan veya
karineler eşliğinde kat’iyet mertebesine ulaşmayan ehad haber vürud
cihetinden zannidir. Ayrıntılar yukarıda geçti.
İlmin delaleti itibariyle zanni olması: Lafzın manası veya medlulü muhtemel154 ise delil delalet cihetinden zanni olur.
150 Bir kelimenin lafızda zikri geçtiği ve ifade edildiği şekil üzere bir hükme delalet etmesine mentuk denilir. Lafızda zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen bir hükme delalet edene
de mefhum denilir. Cumhur ulemaya göre mefhum iki kısımdır: Mefhumu’l-Muvafaka
ve Mefhumu’l-Muhalefe. Hanefi uleması lafzın manaya delalet şekillerini şöyle taksim
ederler: Delaletu’l-İbare (lafzın, nassın gelişindeki asli maksat olan veya ona tabi olarak
kastedilen hükme delalet etmesidir), Delaletu’l-İşare (lafzın nassın gelişinde asli veya
tebe'i olarak kastedilmeyen fakat asıl maksat olan mananın gerekli kıldığı, bununla
birlikte sözün doğruluğu ve şer’î yönden sağlıklı anlaşılması kendisine bağlı olmayan
hükme delaletidir), Delaletu’n-Nas (lafzın nassda belirtilen duruma ait hükmün, tahkik
ve ictihadda bulunmaya ihtiyaç duyulmaksızın ve sırf dil unsuruna dayanarak anlaşılabilen illetteki müştereklik sebebiyle, nassda belirtilmeyen durum hakkında da sabit
olduğunu göstermesidir) ve Delaletu’l-İktiza (lafzın doğru veya şer’î yönden sağlıklı
anlaşılması kendisine bağlı olan meskûtun anh (İbarede yer almayan) bir manaya
delalet etmesidir). Cumhur indinde mantuk olanı Hanefilerin Delaletu’l-İbare, İşare
ve İktiza karşılıyor. Cumhurun Mefhumu’l-Muvafakayı Hanefilerde Delaletu’n-Nas
karşılıyor. Mefhumu’l-Muhalefe Hanefiler indinde delil olarak makbul değildir.
151 Lafzın, tahkik ve ictihada ihtiyaç duyulmaksızın mücerred dil unsuruna dayanarak illette müşterek olması sebebiyle mantukun (lafızda geçen durumun) hükmünü
meskûtun anh (lafızda geçmeyen durum) için de sabit olduğuna delalet etmesidir.
152 Mesela “Anne ve babaya iyi davranın! Eğer onlardan biri veya ikisi ihtiyarlığa ererse
sakın onlara “öf ” (bile) deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle” ayetin mantukundan anne ve babaya öf demenin ve azarlamanın haramlığı kat’iyen vazıh
oluyor. Aynı zamanda dövmenin veya sövmenin evlasıyla haram olduğuna da kat’iyen
delalet ediyor. Zira salt öf demek ve azarlamak haram ise, daha şiddetli eziyet olan
dövmek ve sövmek evlasıyla haram olmalı. Veya İbn-i Ömer (radıyallahu anhu)ma
yoluyla rivayet edilen sahih hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman topraklarına Kur’an ile gitmeyi nehyediyor. İmam Ahmed ve başkalarının tahriclerinde
“Onu ele geçirme korkusundan ötürü” ilavesi vardır. Yanı Kur’an ile düşman topraklarına nehyin sebebi kâfirlerin onu ele geçirme ihtimali var olduğundandır. Şu hâlde
Kur’an’ı ele geçirmeleri ihtimalinden ötürü nehiy varid olmuşsa, o zaman Kur’an’ı kâfire
rehin bırakmak evlasıyla haram olur.
153 Lafzın, mantukun hükmünün, hükümde ehemmiyet arz eden kayıtlardan birisini taşımadığından ötürü meskûtun anh hakkında geçerli olmadığına delalet etmesidir.
154 Cumhura göre lafzın manası zahir ise veya Hanefilere göre lafzın manası zahir veya
nass ise zanni olur. Veya cumhura göre lafzın delalet ettiği hüküm Mefhumu’l-Muhalefe ise delalet cihetinden zanni olur.
Tekfirin Hakikati
Geçen sayfalarda açmaya çalıştığım konuyu şöyle hulasa edebiliriz:
Kat’i tekfir senet yönüyle ve aynı zamanda delalet yönüyle kat’i
ilme dayanan tekfirdir. Bunun manası; kat’i tekfirin mesnedi mütevatir nass olmak zorundadır. Bu tahdid ile ehad haber –kat’iyet sağlayan karineler ile beraber gelse de- kat’i tekfire mesnet olamaz. Aynı
zamanda haber mütevatir olsa, mesela Kur’an veya mütevatir sünnet
gibi, lakin delilin mana veya hüküm delaleti sarih olmayıp ihtimalli
ise kat’i tekfire mesnet olamaz. Çünkü şer’î bir hükmü Allah (azze ve
celle)’ye veya Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kat’i surette
nispet etmek ancak kat’i nass ile caiz olur. Bilakis bu durumda hükmü Allah (celle ve âlâ) veya Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e nispet etmek
zorunludur, zira iradeleri kat’iyen vuzuh bulmuştur. Kat’i nass ile sabit olan hükmü şeriat sahibine nispet etmemek, açık beyan olmuş
iradesini inkâr etmek olur. Bunun için kat’i nass ile sabit olan tekfir hükmünü Allah (azze ve celle)’ye nispet etmek ve ispat etmek O’nun
kelamına imandan ve iktizadan neşet eder. Zira bu tür tekfir ilahi
iradeyi tasdik edip ona boyun eğmektir. Bu ise imanın ta kendisidir.
Şu hâlde bu tür tekfir155 muhakkak imanın sıhhat şartlarındandır.
Bu tekfiri gerçekleştirmeyen Allah (celle ve âlâ)’nın kelamını ve kelamından kat’iyet ile vuzuh olmuş olan iradesini yalanlamış olur. Bu
da şüphesiz tekfirden imtina edeninin küfrüdür. Bunun için bu tür
tekfirde kâfiri tekfir etmeyen kâfir olur kaidesi işler. Çünkü esasında
kat’iyet ile sabit olan tekfirin tekzibi veya şekki vardır. Çünkü bu tekfir aslında sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın sarih hükmünü nakletmekten ibarettir. İctihas ederek ilahi muradı fehmetmeye çalışmaktan ve ilahi hükümden haber vermekten değil.
Dolayısıyla kat’i ilme dayanan tekfir, söz sahibine (Allah (celle ve
âlâ)’ya) isnadı ve delaleti açısından ihtimal taşımadığı için, kesin ilahi
iradenin beyanıdır ve bunun için tahakkuku zorunludur.
155 Kat’i tekfir.
91
92 Tarık Ebu Abdullah
Ayrıca bu tür tekfirde Tahkiku’l-Menata156 ihtiyaç da yoktur çünkü Tahkiku’l-Menat’ın gayesi maznun157 ihtimalleri gidermektir. Fakat bu durumda ihtimal yoktur. Küfrü kat’idir. Bunun için bu tür
kâfiri tekfir etmeyen kâfir olur. Çünkü esasında kat’iyet ile sabit olan
tekfirin tekzibi veya şekki vardır. Yani gaybı bilen, kalplerin hâlini
gören Allah (azze ve celle)’nin o kalp sahibinden verdiği haberi tasdik
etmemesi veya verdiği haberin doğruluğunda şüphe etmesi vardır.
Dinin kat’iyetini inkâr edenin hüccet ikamesiz tekfirinde icma vardır.
Sadece şu zamandaki Cehm bin Safvan ve Cad bin Dirhem gibilerinin halefleri buna itiraz eder. Ama Ehl-i Sünnet’in bu hususta
ihtilafı yoktur. Bunun için İbn-u Ebi’l-İzz (rahimehullah) (Vefat H: 792)
Ebu Cafer et-Tahavi (rahimehullah)’ın “Kıble ehlinden kimseyi günahından ötürü tekfir etmeyiz” sözünü açarken şöyle diyor: “Bir kişi
zahir ve mütevatir vacipleri veya zahir ve mütevatir haramları veya buna
benzerini158 açıktan inkâr ederse tevbeye çağırılır.159 Eğer tevbe etmezse kâfir, mürted olarak öldürülür. Bunda müslümanlar arasında ihtilaf yoktur.”160
Fakat bunun dışında kalan tekfir zanni ilme dayanır ve dolayısıyla
nazaridir. Yani tekfire mesnet olan delil vurud cihetinden kat’i fakat
delalet cihetinden zanni olabilir veya vurud cihetinden zanni ama
delalet cihetinden kat’i olabilir. Veya iki cihetten de zanni olabilir.
Üç durumda da ilahi iradeden kat’i surette haber vermek mümkün
olmaz ve dolayısıyla ancak ilahi hükmü zannetmek161 mümkün olur.
Zan ise ictihaddır, tahkik ve istidlal neticesinde tekfirin lüzumunu
veya lüzumsuzluğunu tercih etmektir. Tercih de tasavvura döner. Ta156 Başka bir deyimle tekfir hükmünü vakıaya (şahsa ve hâline) indirgeyebilmek için şartların oluşmuş olduğunu ve manilerin kalkmış olduğunu araştırmak.
157Zannedilen.
158 Tevhid ve vela gibi dinin diğer tevatür ile sabit olan hususlar.
159 Yani riddetinden ötürü tevbeye çağırılır. Eski ulema tevbeye çağırma ifadesini riddet
hükmünün sübutundan sonrası için kullanırdı. Daha sonra bazı âlimler tevbeye çağırmayı hüccet ikamesi manasında kullanmaya başlamışlardır. Bu hususa dikkat edilmeli.
160 Şerhu’l-Akidetu’t-Tahaviyye, 316.sayfa. (el-Mektebu’l-İslami, dördüncü baskı h.1391)
161 Yani bu durumda ilahi irade kesin surette vazıh olmuştur demek mümkün değildir.
Ancak müctehid, bana bu meselede tekfir hükmü zahir olmuştur veya tekfir racihtir,
diyebilir.
Tekfirin Hakikati
savvur ise zatidir. Bunun için nazari tekfir meselelerinde ulemanın
ihtilaf ettiğini görebilirsin. Bu bir, bizzat delilden kaynaklanabilir
veya ekser hâllerde olduğu gibi Tahkiku’l-Menat’tan kaynaklanır.
Muhakkak ki nazari tekfirde ferdin üzerine tekfirin şartları oluşmuş
mu ve manileri kalkmış mıdır, araştırılması lazımdır. Zira hem delilin ihtimalli olmasından ve hem de delilin muayyen şahıs hakkında
geçerli olması muhtemel olduğundan tahkik ve ihtimallerin giderilmesi zorunludur. Lakin buna her müftünün aynı derecede muktedir olmadığı aşikârdır. Ya delile vakıf olmadığından veya delile vakıf
olup delili farklı anladığından veya delili tevile zorunlu gördüğünden veya delilin sübutunu kabul etmediğinden veya sübutunda emin
olmadığından veya mensuh gördüğünden veya delili hüccet olarak
kabul etse de muayyen kişi için şartların oluşmadığını veya manilerin kalkmadığını gördüğünden ve bundan başka durumlar. Nazari
tekfirde mevcut ihtimaller onu ictihada konu eder. Ve ictihada konu
olduğundan dolayı nazari tekfir fıkıhtır. Zira fıkıh, şer’î hükümleri
ictihad yoluyla bilmektir.
***
93
Fasıl
İlahi Hükmü Zannetmek
Kime Caizdir?
96 Tarık Ebu Abdullah
N
azari tekfir ancak ilahi hükmü zannetmektir, dedik. İlahi hükmü
zannetmek ilmi ve ahlaki bir ehliyeti zorunlu kılar. Ehliyetsiz
kişinin ilahi hükmü zannetmesi caiz değildir ve muahezeye tabidir.
Caiz değildir çünkü zan şartlarına haiz değildir. Ve muahezeye tabidir, isabet etmiş olsa da; çünkü aslen kendisine caiz olmayan bir
iş yapmıştır ve ilahi emre muhalif olmuştur. “Eğer bilmiyorsanız,
zikir ehline sorun.”162 Ehliyetsiz zan ilme değil ancak heva ve nefse
dayanmaktadır ve bu yüzden kınanmış ve kötülenmiştir. “Onlar ancak zanna ve nefislerin hevasına uyarlar.”163 Bu hâlde beyan ettiği
hüküm Allah (azze ve celle)’nin hükmü değil, heva ve nefsinin koyduğu
hüküm olur.
Zan (ictihad) şartlarını şöyle hulasa edebiliriz:164
Müslüman olmak. Müşrik, kâfir ve mürtedin haberi makbul değildir.
Baliğ olmak. Buluğa girmemiş çocuğun haberine hüküm terettüp etmez; çünkü çocuktan kalem kaldırılmıştır.
Akıl sahibi olmak. Çünkü akıl teklif şartlarındandır. Fakat müctehidde aranan akıl sadece deliliğin zıddı olan akıl değil, bilakis fıkhi
bir akıl seviyesine sahip olmasıdır. Bunun için güzel anlayışa, ince
bir idrake, zihni bir berraklığa ve keskinliğe ve basiret ve kalp gözünün işlerliğine ve açıklığına sahip olmalıdır.
162 El-Enbiya Sûresi 7.ayet ve en-Nahl Sûresi 43.ayet
163 En-Necm Sûresi 23.ayet
164 Tafsili için bkz:El-İhkam, el-Amidi, 4.cüz/227,228.sayfa. (Daru’l-Kitabi’l-Arabi, birinci baskı h.1404). El-İctihad, el-Cuveyni, 124-127.sayfa. (Daru’l-Kalem, birinci baskı
h.1408). El-Udde, Ebu Ya’la, 5.cüz/1594,1595.sayfa. (Suudi Arabistan, Riyad, ikinci baskı
h.1410). Ravzatu’n-Nazir, İbn-u Kudame, 352-354.sayfa. (Camiatu’l-İmami Muhammed
bin Suud, ikinci baskı h.1399). Edebu’l-Mufti ve’l-Mustefti, İbnu’s-Salâh, 21-29.sayfa.
(Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikem –Âlemu’l-Kutub, birinci baskı h.1407)
Tekfirin Hakikati
Adalet sahibi olmak.Yani şahsın dinen müstakim olması. Bunun
manası, farzları ve onlara bağlı olan nafileleri terk etmemesi ve büyük günahlardan sakınması ve küçük günahlarda ısrar etmemesidir.
Buna ilaveten iyi hâl sahibi olmasıdır. Yani ahlaki, edebî ve örfi güzellikleri muhafaza eden ve bunun zıddından sakınan olmasıdır.
Arap lisanını bilmek.Arap kelamında kelimelerin ve ifade üsluplarının ne manaya geldiğini bilmek zorundadır. Bunun için sarf,
nahiv, beyan ve meani gibi lügat ilimlerinde mutkin olma durumundadır. Zira Kur’an ve Sünnet nassları en yüksek belağat ve beyan seviyesine sahiptirler. Arapça’nın ifade ve tabirdeki üsluplarını, belaği
ve beyani esrarını ihata etmeden, kelime ve ibarelerin ne ifade ettiğini iyice bilmeden şer’î nassların anlaşılması ve neye delalet ettiklerini
idrak etmek mümkün değildir.
Kur’an ve Kur’an ilimlerini bilmek. Umumen ayetlerin tümünü
fakat hususen ahkâm ayetlerini bilmesi gerekir. Tefsir, nüzul sebepleri, nasih ve mensuh ve kıraat ilimleri gibi dallarına da vakıf olması
zaruridir.
Hadis ve hadis ilimlerini bilmek.En azından ahkâm hadislerini bilmeli. Ayrıca hadislerin derecelerini, sahihini, zayıfını, hüccet
olanı hüccet olmayanından ayırabilecek dirayet ilmine sahip olmalı. Nasih ve mensuhu bilmeli ve hadis ravilerinin hâllerine ve hadis
imamlarının hadis ve ricali için söylediklerine vakıf olmalı.
Ulemanın icma ve ihtilaflarını bilmek. Ve bunun akabinde muhtelif görüşlerden doğruya veya racihe gidebilecek ilmî kudrete sahip
olmak.
Fıkıh usûlü bilmek. Çünkü hüküm çıkarmak için delillere vakıf olmak kâfi gelmez, delillerden istifade yollarına da vakıf olması
gerekir. Şer’î lafızların mana ve hüküm delaletleri, delillerin kuvvet
nispetleri, dereceleri ve tercih kaideleri gibi usûli meselelerde itkan
sahibi olması gerektiği gibi şeriatın maksatlarına, hükümlerin illetlerine ve insanların örf ve âdetlerine ilişkin de ince ve geniş bir fehime
sahip olmak zorundadır.
97
98 Tarık Ebu Abdullah
Yukarıda ciddi ihtisar ile saydığım şartlara haiz olmayan kişiye
şer’î hüküm beyan etmek165 caiz değildir. Tekfir hükmü elbette buna
dâhildir. Zira tekfir şer’î bir hükümdür. Nazari tekfirde şer’î hüküm
vermek ancak yukarıda zikri geçen şartlara haiz olan kişi için caizdir.
Kat’i tekfir ilahi haberin nakledilmesinden ibaret olduğu için şartlara haiz olsun veya olmasın her müslümanın üzerine vaciptir. Ancak
tekfir kat’i tekfir cinsinden olsa da yine de tefferuata ve tahkike tabi
olduğu için zikri geçen şartlara haiz olmayan müslümanlar şartlara
haiz olanlara tabi olmaları gerekir.
Geçen iki fasıla ilişkin önemli bir husus:
Şer’î hitabı ve ilahi muradı anlamak ve tatbik etme cihetinden
müslümanlar iki kısımdır: Müctehid olanlar ve olmayanlar. Müctehid olmayanlar da yine iki kısımdır: Halk ve ilim talebeleri.
Müctehid olanlar yani ictihad şartlarına haiz olanlar, hem lügaten
hem de ilmen semavi hitabı anlamaya muktedir olduklarından ötürü şer’î ahkâmı kat’i olanı nakletme suretiyle, zanni olanı da tahkik,
tetkik, istinbat ve ictihad ederek beyan etmekle mükelleftirler. Beyan
ettikleri şer’î ahkâmın ferdî ve ictimai tatbikinden mükellef olanlar
da ilk sırada yine müctehid âlimlerdir.
İlim talebelerine gelince, belirli oranda alet ve şer’î ilimlere vakıf
olduğundan delilleri ve delaletlerini temyiz edebilecek bir durumda
olabilir. Lügat ve istinbat ilimlerine vakıf olduğu derecede ilahi hitabı
anlamakta nasibi olacaktır. Mertebesine göre ictihad vasfına yakın
olan ilim talebeleri lügavi, ilmî ve ahlaki istidadına göre dini beyan
etme mes’uliyetinde müctehid ulemaya ilhak edilir veya taklide daha
yakın olanlar, sormak ve tabi olmakla mükellef olan halka ilhak edilir.
Ne müctehid ve ne de ilim talebesi olmayanlar halktırlar. Sarf,
nahiv, beyan ve meani gibi lügat ilimlerine vakıf olmadıklarından,
165 Taklit etmek, tabi olmak veya nakletmek demiyorum. Bu konumuz değil. Bizim konumuz hüküm çıkarmaktır. Burada zikri geçen şartlara haiz olmayana hüküm çıkartmak
caiz değildir.
Tekfirin Hakikati
delilleri ve delaletlerini, bunlardan istifade yollarını bilmediklerinden ve racihi mercuhtan temyiz edemediklerinden ötürü şer’î ahkâmı beyan etmekle mükellef değildirler; bilakis ictihad mahalli olan
şer’î ahkâmı beyan etmeleri166 caiz değildir. Halkın mükellefiyeti bilmediklerini ulemaya sormak ve tabi olmaktır. Ancak dinde kat’iyen
açıklanmış olan asli ve fer’i meseleleri ulemaya sormadan ikrar ve
icra etmeleri gereklidir, zira Allah (azze ve celle) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in halkın anlayabilecekleri vuzuhta beyan ettiklerini ulemaya sormak istirşat167 için değil ancak istişhat168 için olur. Çünkü daha
önce de geçtiği gibi, Şari’nin kat’iyet ile beyan ettiği meseleleri, ister
dinin aslına taalluk eden meseleler olsun ister şer’î ahkâmdan olsun,
açık ve seçik tek bir mana ifade eden lafızlarla beyan etmiştir. Dolayısıyla ilahi muradın sadece bu ve başkası olmayacağı kesin bir surette belirmiştir. “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur”, ”Ey kavmim!
Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur”, “O, sizin
için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur indirerek bununla sizin için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı.
Öyleyse bile bile Allah’a eşler koşmayın”, “Yoksa onların birtakım
ortakları mı var ki Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşri’ ettiler (şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı,
elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir
azap vardır”, “Doğrusu Allah Kendisine şirk koşulmasını mağfiret
etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar”, “Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin
dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayet etmez”, “İman
edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar ise tağut yolunda
savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın”, “Hiç şüphesiz Allah katında tek din İslam’dır” gibi ayetlerden veya “Namazı kılın,
zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha
büyük bir ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfi166 Hüküm beyan etmekle kastettiğim, hüküm çıkarmaktır. Yoksa taklit veya tabi olarak
hüküm aktarmak değil.
167 Doğru olanı göstermelerini istemek.
168 Şahit manasında delil göstermek.
99
100 Tarık Ebu Abdullah
ret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir”,
“Zinaya yaklaşmayın”, “Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram
kılmıştır… Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, faizden arta kalanı bırakın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a
ve Rasûlü’ne karşı savaş açtığınızı bilin” ve “De ki: “Rabbim ancak
hayâsızlıkları, onların açık olanı ve gizli olanını, bununla beraber
günahı, haksız isyanı, Allah’a hakkında asla bir delil indirmediği
herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz
şeyler söylemenizi haram kılmıştır” gibi ayetlerden halk Allah (celle
ve âlâ)’nın neyi murad ettiğini anlayabilmek için ulemaya sorma ihtiyacını duymaz. Ancak tafsilatında kapalı kalan hususları muhakkak
ulemaya sorması gerekecektir.
Bu durumu İmam İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle izah ediyor: “Kur’an ayetlerinin manalarından bazıları da vardır ki onları Kur’an’ın
indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir. Bu, Kur’an’ın i’rabını vermek ve
müşterek olmayan özel isimlerin müsemmalarını bilmek ve özel sıfatlarla
nitelenen hususları bilmekt­ir. Bu hususlarda Arap dilini bilen kimse bilgisiz olmaz. Mesela bir kişi “Onlara yeryüzünde ifsad (bozgunculuk)
yapmayın” denildiği zaman onlar, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.”ayetini dinlediği zaman ifsadın (bozgunculuk yapmanın) terkedilmesi gereken zararlı bir şey olduğunu ve ıslah etmenin ise yapılması gereken
faydalı bir şey olduğunu anlar. Fakat o, Allah-u Teâlâ’nın neleri ifsad etmek
olarak kabul ettiğini ve neleri de ıslah olarak saydığı­nı bilemez. Bunun için
dil bilenin (Arapça’yı bilenin) Kur’an tefsirinden özel müsemmaları onlardan ayrılmayan ve müşterek olmayan isimleriyle ve özel sıfatlarıyla nitelenmiş olanları bilebilir.169 Fakat gerekli olan ahkâmın ve sıfatların neler ol­
duklarını bilemez. Çünkü bunları bilmeyi Allah (azze ve celle) Nebi’si (sallallahu
aleyhi ve sellem) için has kılmıştır ve ancak onun beyan etmesiyle bilinmesi
mümkün olur. Ayrıca ba­zı manalar da vardır ki onları Allah Kendisinde
saklı tutmuştur.”170
İmam et-Taberi (rahimehullah)’ın sözlerinden anlaşılıyor ki Arapça
bilen kimse ayetlerde özel müsemması ve ona ait olan özel ismiyle
169 Yani manası muhtemel olmayanları bilebilir.
170 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, 1.cüz/75.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ilk baskı h.1420)
Tekfirin Hakikati
beyan edilmiş veya özel sıfatlarıyla nitelenmiş olanları mücerred dil
bilgisiyle anlayabilir. Lakin isme taalluk eden ahkâmı ve varid tafsilatı mücerred lügat bilgisiyle anlayabilmesi mümkün değildir. Bilakis
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem’in ve onun varisleri olan
İslam ulemasının izahatına muhtaçtır. İmam et-Taberi (rahimehullah)’ın
sözlerini Abdullah İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’nın şu sözleri tasdik etmektedir: “Tefsir dört türdür: Bir kısmını Araplar sözlerinden anlar.
Bir kısmının tefsirini bilmemekten dolayı hiç kimse mazur sayılmaz. Bir
kısmının tefsirini ancak âlimler bilir ve bir kısmının tefsirini de Allah’tan
başka kimse bilmez.”171 Ve sonra İmam Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) şöyle diyor: “Tefsirin bir türü de vardır ki onu bilmemekte hiçbir kimse
mazur görül­mez” sözünden kastettiği (yani İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)
Kur’an’ın manalarını anlama yollarından birini beyan etmek değil, tefsirden
bazısını bilmemek hiç kimse için özür olmayacağını haber vermektir.”
Evet, hitabı anlamaya muktedir ve lisan sahibi olan herkesin anlama, ikrar ve tatbik etme zorunda olduğu ve cehaleti özür olmayacağı
ve terk edildiği takdirdecezaya tabi olacağı hususlar Şari’nin delaleti
ihtimalli olmayan, sarih olan kelam ile beyan ettiği dinin aslına ve
fer’ine taalluk eden kat’i meselelerdir.
Âllame Bedruddin ez-Zerkeşi (rahimehullah) (Vefat H: 794) İbn-i
Abbas (radıyallahu anhuma)’nın yaptığı taksimatın ikinci ve üçüncü kısmı için şöyle diyor: “İkincisi, kimsenin bilmemekle mazur olmadığı tefsirdir. Bu şer’î ahkâm ve tevhidin delillerini içeren nasslardan manaları kolayca anlaşılabilenlerdir. Sadece tek bir manayı açık ve net ifade eden bir
lafızdan, bunun Allah’ın muradı olduğu anlaşılır. Tefsirin bu kısmında
hükümle alakalı ihtilaf yoktur ve yorumu da karışık değildir. Nitekim herkes
“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur” ayetinden tevhidin manasını ve
O’nun ulûhiyetinde şeriki olmadığını idrak eder. Her ne kadar ‫( ال‬la)’nın
lügatte nefiy için ve ‫( إال‬illa)’nın ispat için kullanıldığını ve bu üslubun hasr
manasını iktiza ettiğini bilmese de. Ve herkes zarureten “Namaz kılın ve
zekât verin” ayetinin ve benzeri ayetlerin muktezası emredilmiş olanın
ْ ْ
gerçekleştirilmesi için talep edildiğini bilir. Her ne kadar ‫( إف َعل‬if ’al) sigası
171 Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) kendi senediyle tahric etmiştir. Camiu’l-Beyani fi
Tevili’l-Kur’an, 1.cüz/75.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ilk baskı h.1420)
101
102 Tarık Ebu Abdullah
vucuben veya nedeben tercihi gerekli kıldığını bilmese de. Dolayısıyla bu
kısımdan olan tefsirde kimse lafızların manalarını bilmediğini iddia edemez
çünkü herkes için zarureten malumdur… Ve dördüncüsü: Ulemanın ictihadına konu olan tefsir. Buna tevil ismi ıtlak edilir. Tevil, lafzı döndüğü
manaya hamletmektir. Şu hâlde müfessir nakledendir ve müevvil istinbat
edendir. Yani hükümleri istinbat eder ve mücmeli açıklar ve umumu tahsis
eder. İki ve ikiden fazla mana ihtimaliolan lafızlarda ictihad etmek sadece
ulemaya caizdir. Ulemaya da bu konuda vacip olan şahitlere ve delillere itimat ekmektir, görüşe itimat etmeleri caiz değildir.”172
Âllame ez-Zerkeşi (rahimehullah)’ın sözlerinden de anlıyoruz ki, tek
bir manaya delalet eden lafızlarla beyan edilmiş olan, dinin aslını ve
fer’ini konu eden nassların iktiza ettiği mana hakikatlerini bilmemek
anlama kudretine sahip olan kimse için caiz değildir. Zira bu nassların mana hakikatleri muhtemel değildir ve açıkça Şari’nin muradını
tasrih ediyor. Fakat halkın mananın teferruatını veya mana inşasının
efradını bilmemesi caizdir. Çünkü bunu bilmek ehline döner.
Bunun gibi, Allah (celle ve âlâ)’nın veya Rasûlü (sallallahu aleyhi ve alihi
ve sellem)’in tasrih ettikleri tekfiri ikrar etmesi ve tatbik etmesi halkın
üzerine vaciptir, bu tür tekfirde cahil olmaları, ikrar etmemeleri ve
uygulamamaları özür olarak kabul edilmez.
Bu artık açık belli oldu. Fakat halktan talep edilen tekfirin sıfatı
nedir? Çünkü halk aslen şer’î hüküm beyan etmekle mükellef değildir. Halk dinin aslında ve fer’inde kat’iyet ile beyan edilmiş olan
hususları icmalen ikrar ve tatbik etmekle mükelleftir. Fakat tekfir
şer’î hükümdür, icmali değil; tafsili bilgiyi zorunlu kılar, delillerin kısımlarını ve derecelerini bilmeyi ve hükmün illetlerini bilip vakıaya
indirgemeyi gerekli kılar. Halkın buna muktedir olmadığı açıktır. Şu
hâlde halktan istenilen tekfirin sıfatı nedir?173
172 El-Burhanu fi Ulumi’l-Kur’an, 2.cüz/165,166.sayfa. (Dar-u İhya-i Kutubi’l-Arabiyye, ilk
baskı h.1376)
173 Konunun kilit sorusu budur. Kanaatimce ulemanın umumen sözlerinde halka gerekli
gördükleri tekfir burada sıfatı verilecek olandır. Sadece bazı özel vakıalarda halkı küfür
nisbetiyle yükümlü görmüşlerdir. İleride Âllame Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’tan nakil getirirken bu hususa değineceğim inşallah.
Tekfirin Hakikati
El-Cevap:
Yukarıda geçen İmam İbn-i Cerir ve Âllame ez-Zerkeşi rahimehumallah’ın sözlerinden şunu mülahaza edebiliriz: Halkın mükellef
olduğu, ister dinin aslına taalluk etsin ister fer’ine taalluk etsin, hitabın manasını idrak etmek ve akabinde mana idrakin iktiza ettiği
amelleri ikame etmektir. Tabii ki bu tek bir manaya delalet eden lafızlarla beyan edilmiş nasslar için geçerlidir. Çünkü mana ihtimalleri içeren nasslarda mana tercihleri yapmak aslen sadece tercih ehli
ulema için caizdir.
Lakin lafızlara terettüp eden şer’î ahkâma gelince, bunun beyanı
ile halk asla mükellef değildir. Çünkü halkta ictihad vasfı yoktur. Bunun için et-Taberi (rahimehullah) “Kur’an ayetlerinin manalarından bazıları da vardır ki onları Kur’an’ın indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir” diyor ve “Bu hususlarda Arap dilini bilen kimse bilgisiz olmaz. Mesela
bir kişi,“Onlara yeryüzünde ifsat yapmayın” denildiği zaman onlar
“Biz ancak ıslah edicileriz” derler”ayetini dinlediği zaman ifsadın
terkedilmesi gereken zararlı bir şey olduğunu ve ıslah etmenin ise yapılması
gereken faydalı bir şey olduğunu anlar” diyor, yani kastedilen mananın
ve iktiza ettiği amelin bu olduğunu anlar. Lakin ifsadın ve ıslahın
mana teferruatını ve “Gerekli olan ahkâmın ve sıfatların neler ol­duklarını
bilemez. Çünkü bunları bilmeyi Allah (celle ve âlâ) Nebi’si (sallallahu aleyhi ve
sellem) için has kılmıştır ve ancak onun beyan etmesiyle bilinmesi mümkün
olur.” Yani lafızlara terettüp eden şer’î ahkâmı ancak Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’e indirilmiş olan şeriatı bilenin bilmesi mümkündür. Bunlar da topyekûn ümmet değildir, bilakis Nebi (sallallahu
aleyhi ve alihi ve sellem)’in varisleri olan İslam ulemasıdır. Bunun aynısını
ez-Zerkeşi (rahimehullah)’ın sözlerinde de bulabiliriz. O şöyle diyor:
“Nitekim herkes “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur” ayetinden tevhidin
manasını ve O’nun ulûhiyetinde şeriki olmadığını idrak eder. Her ne kadar
‫( ال‬la)’nın lügatte nefiy için ve ‫( إال‬illa)’nın ispat için kullanıldığını ve bu
üslubun hasr manasını iktiza ettiğini bilmese de. Ve herkes zarureten “Namaz kılın ve zekât verin” ayetinin ve benzeri ayetlerin muktezası emredilmiş olanın gerçekleştirilmesi için talep edildiğini bilir”, yani ayetlerin
açık lafızlarından mana ve mana muktezalarını anlar, “Dolayısıyla bu
103
104 Tarık Ebu Abdullah
kısımdan olan tefsirde kimse lafızların manalarını bilmediğini iddia edemez; çünkü herkes için zarureten malumdur” der. Lakin bu lafızlara hangi şer’î hükümlerin terettüp ettiğini bilemez. Bunun için “Her ne kaْ ْ
dar ‫( إف َعل‬if ’al) sigası vucuben veya nedeben174 tercihi gerekli kıldığını bilmese
de” diyor.
Ama zanni ilme dayanan hükümlere gelince (konumuzda nazari tekfir) ez-Zerkeşi (rahimehullah) “İki ve ikiden fazla mana ihtimali olan
lafızlarda ictihad etmek sadece ulemaya caizdir. Ulemaya da bu konuda
vacip olan şahitlere ve delillere itimat etmektir, görüşe itimat etmeleri caiz
değildir” diyor. Yani nazari tekfir gibi mana veya hüküm delaletleriyle
veya senet cihetinden ihtimalli olan delillere mesnet olan hükümleri
istihrac etmek sadece müctehid ulemanın işidir.
Binaenaleyh derim ki: Halk nazari tekfir ile asla mükellef değildir. Halkın mükellef olduğu kat’i tekfirdir. Kat’i tekfirde en azından
mükellef olduğu suret ise inkâr etmesidir. Zira inkâr tekfirin manasıdır. İnkâr ettiği takdirde kendisinden talep edilen tekfirin manasını
getirmiştir ve imanın sıhhatini korumuş olur. Lakin şer’an sabit olan
küfür ismini nispet etmediği için isyandadır.
Ümmetin iki büyük âlimi olan Ebu Cafer et-Taberi (Vefat H:
310) ve Bedruddin ez-Zerkeşi (Vefat H: 794) rahimehumallah’ın
sözlerinden mülahaza ettiğimiz bu kıstası hicri 12. ve 13. asırda şirke ve küfre karşı tehvid mücadelesinin iki büyük âlimi olan Âllame
Süleyman bin Abdillah bin Muhammed bin Abdilvehhab (şehadeti
h.1233) rahimehumullah’ın ve Âllame Ebu Abdurrahman Abdullah
Eba Butayn (rahimehullah)’ın (Vefat H: 1282) sözlerinde lafzen bulmamız mümkündür:
Âllame Süleyman bin Abdillah bin Muhammed bin Abdilvehhab
rahimehumullah şöyle diyor:
“Tevhid kelimesinin manası yücedir, onun manası tüm manalardan
daha yücedir. Onun hulasası, Allah’tan başkasına ibadet etmekten beri
174 Daha önce geçtiği gibi vucub ve nedeb şer’î ahkâmdan, teklifi hükümlerdendir.
Tekfirin Hakikati
olmak ve kalp ve ibadet ile Allah’a yönelmektir. İşte bu el-kufru bi’t-tağut’un
ve Allah’a imanın manasıdır.”175
Dikkat et! Âllame Süleyman bin Abdillah (rahimehullah) tağutu tekِّ ُ
ُ ْ
firin manasını neyle açıklıyor? Lafzıyla şöyle diyor: ‫ُه َو ال َب َ� َاءة ِم ْن ِع َب َاد ِة ك‬
‫“ َما ِس َوى هللا‬O Allah’tan başkasına ibadet etmekten beri olmaktır.” Yani tağutun (Allah’tan başka ibadet edilenin) tekfirini beri olmakla (tekfirin
manası) manalandırıyor.
Meseleyi daha net Âllame Eba Butayn (rahimehullah)’ın şu sözleri
izah ediyor:
“Bir kişi, kabirlerde ve başka yerlerde işlenen, ölülere ve gaybta olanlara dua etmek, ihtiyaçlarının karşılanmasını istemek, sıkıntılarını gidermek, takarrub için adak adamak ve kurban kesmek gibi şirk olan eylemler
için“bunlar şirktir ve sapıklıktır, kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim
bunları güzel gösterir ve bunların davetçiliğini yaparsa işleyenden daha
şerlidir” derse, böyle birisinin İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu, tağutu tekfir
etmenin ve Allah’tan başka ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır. Ve eğer
bu tür eylemlerin yalnız Allah’a mahsus olan ve yalnız O’nun hakkı olan
ibadetlerden olduğunu itiraf ederse ve bu tür eylemlerin O’ndan başkası için,
ne mukarrab bir melek ve ne de gönderilmiş bir Nebi için, -bırak başkalarına- caiz olmadığını itiraf ederse, işte bu Allah’a imanın ve O’ndan başka
ibadet edileni tekfir etmenin hakikatidir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyuruyor: “Kim la ilahe illallah der ve Allah’tan başka ibadet edileni inkâr ederse, onun malı ve kanı haramdır. Hesabı ise Allah-u
Teâlâ’ya kalmıştır.””176
Bak! Âllame Eba Butayn (rahimehullah) tağutu tekfir etmenin manasını nasıl inkâr ile açıklıyor. Lafzen şöyle diyor:
َ ُ َ ْ ُ َ َ َ‫ف‬
َ
ُ ْ ‫َم ْن ْأن َك َره ُه َو‬
ٌّ َ‫ال ِح ُّق َوم ْن َز َّي َن ُه َود َعا ْإلي ِه فَ ُ� َو ش‬
‫ك ِب إ� ْسل ِم ِه‬
�‫ �ذا ي‬،‫� ِم َن الف ِاع ِل‬
َ َ َّ ‫أ‬
ُ َّ
ُْْ
ُْْ
.‫وت والكف ِر ِب َ�ا ُي ْع َب ُد ِم ْن ُد ِون هللا‬
ِ ‫ِلن هذا َم ْع نَ� الكف ِر ِب�لطاغ‬
175 Teysiru’l-Azizi’l-Hamid, 112.sayfa (Mektebetu’r-Riyadi’l-Hadise baskısı)
176 Ed-Dureru’s-Seniyye, 10.cüz/408,409.sayfa. (yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)
105
106 Tarık Ebu Abdullah
“Kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim bunları güzel gösterir ve
bunların davetçiliğini yaparsa işleyenden daha şerlidir, derse böyle birisinin İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu tağutu tekfir etmenin ve Allah’tan başka
ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır.”
Ve sonra şöyle devam ediyor:
“Tevhidi ve İslam’ın rükünlerini bilmek herkese farz kılınmıştır. Bu
konuda taklid caiz değildir. Fakat delilleri bilmeyen halktan birisi Rabb
Subhane’nin vahdaniyetine, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in risaletine, ölümden sonra dirilişe, cennete ve cehenneme ve bu meşhetlerde işlenen
şirklerin batıl ve sapıklık olduğuna kesin ve şüphesiz bir itikad ile inanırsa,
böylesi müslümandır. Delillerini getiremese de; çünkü Müslümanların umumuna delil öğretilse de genelde manasını anlamazlar.”177
Bak! Allah beni ve seni hakka irşad etsin! Âllame Eba Butayn (rahimehullah) halka tevhid ve İslam’ın rükünlerini bilmenin farz olduğunu
söylemesiyle beraber halk için imanın icmali manası olan “Rabb Subhane’nin vahdaniyetine, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in risaletine,
ölümden sonra dirilişe, cennete ve cehenneme… şüphesiz bir itikat ile inanmasını” nasıl kâfi görüyor. Ve halk için ancak, delillerden istihrac yoluyla elde edilen haramlık gibi şer’î hükmü değil de “şirklerin batıl ve
sapıklık olduğuna kesin ve şüphesiz bir itikad ile inanmayı” gerekli görüyor.“Çünkü Müslümanların umumuna delil öğretilse de genelde manasını
anlamazlar.” Çünkü o delilin mütekellimi (yani Allah (celle ve âlâ) kelamı en yüksek belağat, fesahat ve beyan seviyesinde konuşmuştur.
Belağat ise istinbat ilimlerindendir. Halk ise istinbat ehli değildir.
Ve başka bir yerde (rahimehullah) şöyle diyor:
“La ilahe illallah, bir tek olan Allah için ibadeti ispat etmek ve O’nun
dışında ibadet edilenlerden beri olmaktır. Bu, Allah’tan başka ibadet edilenleri tekfir etmenin manasıdır. Çünkü Allah’tan başka ibadet edilenleri tekfir
etmenin manası, ondan beri olmak ve onun batıl olduğuna itikad etmektir.
Bu “O halde kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmayan
177 Ed-Dureru’s-Seniyye, 10.cüz/408,409.sayfa. (yayın evi yok, altıncı baskı h.1417)
Tekfirin Hakikati
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır” ayetinde el-Kufru bi’t-Tağut’un
manasıdır.”178
Pekâlâ, beri olmanın sıfatı nedir?
Bu sorunun cevabı Allah (azze ve celle)’nin şu ayetindedir. Allah (sub-
hanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:
ُ ُ َ ْ َ َ َْ
ْ ‫قد كنت ل‬
ْ ُ ‫ك أ ْس َو ٌة َح َس َن ٌة ِ ف ي� ِإ ْ ب َ� ِاه ي َ� َو َّال ِذ ي نَ� َم َع ُه ِإ ْذ َق ُالوا ِل َق ْو ِ ِم ْم ِإ نَّ� ُ ب َ� ُآء ِم ْن‬
‫ك َو ِ َّما‬
َ
ْ
ْ
َ
َ ُ َ
ْ ُ
َّ
ُ ُ ‫ك َو َب َدا َب ْين َنا َو َب ْي َن‬
ْ ُ ‫الل َك َف ْر نَ� ِب‬
�َّ‫ك ال َع َد َاوة َوال َبغ َض ُاء أ َب ًدا َح ت‬
ِ ‫ت ْع ُبدون ِم ْن ُد ِون‬
َّ
ُْ
‫لل َو ْح َد ُه‬
ِ �‫تؤ ِم ُنوا ِب‬
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten
uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Muhakkak bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden beriyiz. Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle
sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir” demişlerdi…”179
(Sizin için gerçekten uyulacak güzel bir örnek vardır) yani Muhammed (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in ümmeti için uyulması gereken güzel, Allah katında makbul ve mahmud bir örnek yardır.180
Örnek (İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda)’dır. İbrahim (aleyhissalatu vesselam) ile beraber olanların kim olduğu ihtilaflıdır. İmam İbn-i
Cerir (rahimehullah)’ın kendi senediyle gelen rivayette İbn-u Zeyd (rahimehullah) onunla beraber olanların Nebiler olduğunu demiştir.181 Bu
görüşte olanlar, kastolunanlar İbrahim (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in
asrında olan veya onun asrına yakın olan veya umumen Nebilerdir,
derler.182 İmam İbn-i Kesir (rahimehullah) ve başkaları onunla beraber
olanların onunla beraber iman etmiş ve ona tabi olanlar olduğunu
söylerler.183
178 Ed-Dureru’s-Seniyye, 2.cüz/312,313.sayfa. (yayın evi yok, altıncı baskı h.1417)
179 El-Mumtehine Sûresi 4.ayet
180 Bk.Fethu’l-Kadir, 7.cüz/203.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile)
181 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)
182 El-Muharraru’l-Veciz, 5.cüz/295.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, ilk baskı h.1422)
183 Bk. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 8.cüz/87.sayfa. (Dar-u Tayyibetin li’n-Neşri ve’t-Tevzi,
107
108 Tarık Ebu Abdullah
(Hani onlar kavimlerine demişlerdi) kavli ilklerin görüşüne
göre, her bir Nebi’nin içinde bulunduğu kâfir kavminden ayette beyan edildiği sıfatlar üzere teberri ettiğine delil olur. Bu da söz konusu
beraatın umumi İslam Dini’nin değişmez asıllarından, Nebiler aleyhimussalatu vesselam’ın ortak daveti olduğuna delil olur. Ayete ikincilerin görüşüne göre mana verirsek “onlar” İbrahim (sallallahu aleyhi ve
sellem) ve ona tabi olan müslüman halk184 olur.
(Muhakkak bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden beriyiz). Allah katında güzel bulunmuş ve son İslam ümmetine de örnek gösterilmiş ve uyulması emredilmiş olan söz budur.
Konumuz olan da budur. Çünkü halkın tekfiri, manası olan inkârdır,
dedik. Daha şümullü bir tabir ile beraattır, dedik. Âllame Eba Butayn
(rahimehullah)’ın sözü yukarıda geçti. Orada “çünkü Allah’tan başka ibadet
edilenleri tekfir etmenin manası, ondan beri olmak ve batıl olduğuna itikat
etmektir” diyor. Açıklanması gereken tek husus olarak bu beraatın sıfatı kaldı. İşte ayetin bundan sonraki kısmı İbrahim (aleyhissalatu vesselam)
’ın ve onunla beraber olanların kâfir kavimlerinden ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinden nasıl teberri ettiklerini açıklıyor. Asrımızın
müctehid âlimlerinden Muhammed et-Tahir İbn-u Âşûr (rahimehullah)
(Vefat H: 1393) şöyle diyor: “”Sizi inkâr ettik” cümlesi ve bu cümleye
matuf gelenler “muhakkak bizler beriyiz” cümlesinin açıklamasıdır.”185
Ve son asrın müctehid âlimlerinden Şihabuddin el-Alûsi (rahimehullah)
(Vefat H: 1270) şöyle diyor: “”Sizi inkâr ettik” ve sonrasında gelenler“muhakkak bizler beriyiz”(kavlin)in açıklamasıdır.”186
Evet! Ayetin bundan sonraki kısmı Allah’tan başka ibadet edilenin (yani tağutu) tekfir etmenin manası olan beri olmanın ne sıfatlar
üzere olması gerektiğini beyan ediyor:
ikinci baskı h.1420). El-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 18.cüz/56.sayfa. (Dar-u Alemi’l-Kutub baskısı h.1423)
184İbrahim (aleyhissalatu vesselam) ile beraber olanların daha önce yaptığım üçlü taksimattan teşekkül edip etmediğine bakmakta fayda yoktur, zira şeriat sahibinin varlığı ile
beraber kimseye ictihad etmek caiz değildir. Şu hâlde müctehid veya müctehidlerin
varlığını farz etsek de Rasûlün varlığı ile beraber ictihad etmesi caiz olmaz. Dolayısıyla
müctehidler var olsa da halk mertebesinde olurlar.
185 Et-Tahriru ve’t-Tenvir, 28.cüz/129.sayfa. (Muessesetu’t-Tarihi’l-Arabi, ilk baskı h.1420)
186 Ruhu’l-Meani, 14.cüz/264.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1415)
Tekfirin Hakikati
ْ ُ ‫“ َك َف ْر نَ� ِب‬Sizi inkâr ettik”.
Birinci sıfat: ‫ك‬
İmam İbn-i Cerir (rahimehullah) şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik) kavlinin manası şudur: Sizin Allah’ı inkâr etmenizi ve O’na nankörlük etmenizi
inkâr ettik ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinizin hak olduğunu yalanladık
ve reddettik.”187
Şemsuddin Ebu Abdullah el-Kurtubi (rahimehullah) (Vefat H: 671)
şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik) kavli hakkında şöyle denildi: Yani fiillerinizi yalanladık ve reddettik ve sizin hak üzere olduğunuzu inkâr ettik.”188
Kadı Ebu Muhammed İbn-u Atiyye (rahimehullah) (Vefat H: 542)
şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik), yani sizi sözlerinizde yalanladık ve hiçbir
şeyinde size inanmıyoruz.”189
Şihabuddin el-Alûsi (rahimehullah) şöyle diyor: “Burada söz konusu inkâr kabulün yokluğuna mecaz veya kinâyedir. Sanki şöyle dediler:
“Biz size ve sizin ilahlarınıza itimat etmiyoruz. Ve bize göre siz hiçbir şey
değilsiniz.”190
Şu hâlde beri olmanın ilk sıfatı kâfirlerin ve ibadet ettiklerinin
doğru olmadığını, batıl olduğunu itikad etmek ve kâfirlerin söylediği
ve yaptığı işleri kabul etmemek, yalanlayıp reddetmektir.
ُ َ ْ
ُ
َ
َ
ْ ‫“ َبدا َب ْين َنا َوب ْي َن‬Bizimle sizin aranızda
İkinci ve üçüncü sıfat: ‫ك ال َعد َاوة‬
düşmanlık ve buğz baş göstermiştir.”
Muhammed et-Tâhir bin Âşûr (rahimehullah) ayet-i kerimede zikredilen bu iki sıfat için şöyle diyor: “Aramızda kapalısı, gizlisi olmayan
apaçık bir düşmanlık zuhur etmiştir. Yani sadece kalpte olan bir düşmanlık
değil, bilakis söz ve kalp ile aleni ve vazıh olan bir düşmanlık. Buna benzer kişilerin münkeri değiştirme emrinde güç getirebildikleri en azı budur…
Dil ile değiştirmek. Zira sayıları az ve zayıf olmaları sebebiyle kavimlerin
187
188
189
190
Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)
El-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 18.cüz/56.sayfa. (Dar-u Alemi’l-Kutub baskısı h.1423)
El-Muharraru’l-Veciz, 5.cüz/295.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, ilk baskı h.1422)
Ruhu’l-Meani, 14.cüz/264.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1415)
109
110 Tarık Ebu Abdullah
durumunu elleriyle değiştirmeye güçleri yetmez. Adavet kötülük ve saldırganlık ile muameledir. Buğz nefsin nefreti ve hoşlanmamasıdır. Ayrı geldiklerinde biri diğerinin yerini tutabilir fakat burada beraber gelmelerinin
gayesi iki hâlin de nefislerinde hâsıl olmasını sağlamak içindir. Düşmanlık
ile muamele hâli ve nefret ve kerâhiyet hâli.”191
َ
ُ
ً
Dördüncü sıfat: ‫“ َأبدا َح تَّ� ت ْؤ ِم ُنوا ِب�هللِ َو ْحد ُه‬Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar, ebediyen”
İmam İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle diyor: ”Sizler yalnız
Allah’a iman edinceye kadar bizim ve sizin aranızda adavet ve buğz ebediyen baş göstermiştir. Aramızda kesinlikle sulh ve yumuşama olmayacaktır.”
Ve şöyle der: “Yalnız Allah’ı doğrulayıncaya ve O’nu birleyinceye ve yalnız
O’na ibadet edinceye kadar bizim ve sizin aranızda adavet ve buğz ebediyen
baş göstermiştir.”192
İmam eş-Şevkâni (rahimehullah) şöyle diyor: “(Yalnız Allah’a iman
edinceye kadar) ve şirkinizi terk edinceye kadar. Ancak böyle yaparsanız
düşmanlık dostluğa ve buğz muhabbete dönüşür.”193
El hulasa:
İlahi kelâm küfür ve ehlinden teberri etmeyi nasıl nitelendirdiğini gördün. Ve İslam ulemasının ayette geçen nitelikleri nasıl açıkladıklarını da gördün. Şu hâlde yukarıda sorduğumuz soruya şöyle
cevap verebiliriz: Beri olmanın sıfatı küfür ehlinin, ibadetlerinin ve
ibadet ettiklerinin batıl olduğuna itikad etmek,onları inkâr edip reddetmektir. Bu red sadece kalbi buğz olarak değil, bilakis kavlen ve
muktedir ise amelen, aleni düşmanlık olarak zuhur etmesi lazımdır.
Kalpte var olan buğzun bedende zuhur etmesini ancak kudretsizlik, harici bir mani veya isteksizlik engelleyebilir. Kudretsizlik veya
harici bir mani söz konusuysa aleni düşmanlık göstermediğinden
191 Et-Tahriru ve’t-Tenvir, 28.cüz/129.sayfa. (Muessesetu’t-Tarihi’l-Arabi, ilk baskı h.1420)
192 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)
193 Fethu’l-Kadir, 7.cüz/203.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile)
Tekfirin Hakikati
dolayı mazur olabilir. Lakin sebebi isteksizlik ise, o hâlde hardal tanesi kadar iman kalmamıştır.
Son olarak da, düşmanlık olarak zuhur eden inkâr sürekli olması
lazımdır. İnkâr ve düşmanlığın kabule ve dostluğa, buğzun da muhabbete dönüşmesi ancak küfürlerini ve küfür amellerini terk ederlerse söz konusudur.
Binaenaleyh, halktan kim bu sıfatlara haiz ise ona İslam hükmünü veririz.194 Çünkü tekfirin manasını gerçekleştirmiştir. Âllame
Eba Butayn (rahimehullah)’ın dediği gibi, “… Şirk olan eylemler için, bunlar şirktir ve sapıklıktır, kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim bunları
güzel gösterir ve davetçiliğini yaparsa işleyenden daha şerlidir, derse böyle
birisinin İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu, tağutu tekfir etmenin ve Allah’tan
başka ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır.”
Açık bir şekilde görebildiğin gibi Eba Butayn (rahimehullah) kişinin
İslam’ına hükmetmek için saydığı şirklerin haram olduğunu cezmetmesini ve işleyenin, hatta davetçiliğini yapanın tekfir etmesini şart
koşmuyor. Çünkü haramlık ve tekfir şer’î hükümlerdir. Bunların tayiniyle ise halk muhatap değildir.
“Pekâlâ, şeyhin sözlerinde izharı şart dediğin adavet ve buğz
nerededir?” denilse, derim ki: Adavetin izharını kuşkusuz kudretin yokluğu veya harici manilerin varlığı engelleyebilir. Bunun için
şahsın zahiren İslam’ına hükmetmek için asgari var olması gerekeni
zikretmiştir, fazlasını değil; bu da sözdür. Bunun için “İşleyenden daha
şerlidir,derse” demiştir.
Bir fayda:
Birisi, “Yukarıda Âllame Süleyman bin Abdillah ve Âllame Eba
Butayn rahimehumallah’ın sözlerini naklederken el-Kufru bi’t-Tağut
tabirini bazen inkâr ve bazen tekfir ile tercüme ettin. Kastın tekfir ise
194 Yani şer’an muteber bir sebepten dolayı, falan İslam’a müntesip tağut kâfirdir, demese
de ben onu tekfir edemem; çünkü şöyle şöyle dese de saydığım sıfatlara haiz ise İslam
hükmünü veririz.
111
112 Tarık Ebu Abdullah
ََ
ََْ
َّ َ
o zaman ‫( كف َر ِبـ‬kefera bi)’yi ‫( أ كف َر‬ekfera) veya ‫( كف َر‬keffera)195 gibi tuttuَّ َ
ğundan mıdır? Zira tekfir ‫( كف َر‬keffera) sulasi mezidin masdarıdır.
Şayet böyle diyorsan o zaman neye göre bazı yerlerde inkâr ile tercüme ettin?” diye sorsa, derim ki:
َّ
ََ
‫( كف َر ِبـ‬kefera bi) ‫( كف َر‬keffera) ileَ aynı değildir. Lâzım fiilin harf-i cer
َ ْ
َ َ
ile veya sulasi mücerred ise ‫( أف َعل‬ef ’ale) veya ‫( ف َّعل‬fa’ale) babından
tasrif edilmesiyle ta’diyet kazanması, fiilleri bu bablar arasında keyfe
göre nakletmenin cevazını çıkarmaz. Tasrif babları ve babların mana
binaları sonradan istikra ile tespit edilmiştir. Fesahat devri Araplar
fiilleri bu bablara göre kullanmış değil, sonra gelenler fesahat devri
Arapların fiilleri ne şekil ve ne mana üzere kullandıklarını tespit ederek bu bablara taksim etmişlerdir. Bunun için daima fiilin tasrifinde
ve mana binasında asıl olan fesahat devri Arabın kullanımıdır. Sonrakilerin bablara sokarak evveller arasında kullanılmayan mana yüklenimleri değil. Mesela kişi şöyle dese: “Sulasi lâzım fiilin müteaddi
(geçişli) olması üç şekildedir: Ya harf-i cer ile mef ’ule geçiş yapar
َ ْ
َ َ
veya ‫( أف َعل‬ef ’ale) babından çekilir veyahut ‫( ف َّعل‬fa’ale) babından çekiََ
ََ
lir. Şu hâlde ‫( كف َر ِبـ‬kefera bi) fiilinde ‫ كف َر‬fiili ‫ ب‬harf-i cerriyle müteaddi
َ ْ
َ َ
olmuştur ve fiilin ‫( أف َعل‬ef ’ale) veya ‫( ف َّعل‬fa’ale) babında aldığı mana
َْ
َّ َ
ََ
binalarını alır. Bunun için ‫( كف َر ِبـ‬kefera bi) ‫( أكف َر‬ekfera) veya ‫( كف َر‬keffera) manasındadır, yani küfre nispet etmek manasındadır.”
Buna cevap olarak şöyle derim: Kelimelerin manaları tasrif bablarından değil Lisanu’l-Arap ve benzeri muteber mu’cemlerden bakılır. Mu’cemler fesahat devri Arapların söz konusu kelimeleri nasıl ve
ne manalarda kullandıklarını toplamışlardır. Lügat âlimleri ancak
hicri dördüncü asır öncesi mensur veya menzum mana kullanımlar
hakkındaki nakilleri delil olarak kabul ederler. Dördüncü asırdan
َ َْ
195 ‫ أف َعل‬babının mana inşası ta’diyet içindir, yani fiilin eseri mef ’ule geçiş yapması, onun
ً َْ
ََ
üzerinde tahakkuk
etmesi içindir. Bu babın masdarı ‫( إكفارا‬ikfaren)’dır. ‫ كف َر‬fiilin bu babta
ً َ ْ ََ ْ َ
َْ ٌ ْ َ َ َ ْ
çekilişi ‫( أ كفر إكفارا‬ekfera ikfaren) olur. ‫( أكفر ز يد عرا‬ekfera Zeydun Amra)’nın manası
َ َ
Zeyd Amr’da küfrün varlığına hükmetti olur. ‫ ف َّعل‬babının mana inşaları birden fazladır.
Bunlardan biri nispet veya isnattır, yani fiilin eserin mef ’ule isnat veya nispet edilmً ْ َ َّ َ
ََ
ً َْ
esidir. Masdarı ‫( تف ِعيال‬tef ’îlen)’dir. ‫ كف َر‬fiilin bu babta çekilişi ‫( كف َر تك ِف ي�ا‬keffera tekfîren)
َْ ٌ ْ َ َ َّ َ
olur. ‫( كفر ز يد عرا‬keffera Zeydun Amra)’nın manası Zeyd Amr’ı küfre nispet etti, onu
ََ
tekfir etti olur. Görüldüğü gibi ‫( كف َر‬kefera) fiilin iki babta çekilişi aynı manadadır.
Tekfirin Hakikati
sonraya varan mana nakilleri delil değildir. Bundan 1400 küsur yıl
önce inmiş ve tamamlanmış fakat kıyamete kadar hükmeden bir şeriata lisan olmuş bir dilde sonradan kelimelere ve özellikle dînî kelimelere öncekilerin yüklemedikleri manalar yüklemek elbette caiz
َْ
ََ
değildir. Fesahat devri Arapların alelıtlak ‫(كف َر ِبـ‬kefera bi) fiili ‫( أكف َر‬ekَّ َ
fera) veya ‫( كف َر‬keffera) manasındadır dediklerini veya bu manada
kullandıklarını kim nakletmiş?
ََ
Âcizane kanaatim ‫ كف َر ِبـ‬fiilin karinelere göre inkâr manasında
veya küfre nispet manasında gelebileceğidir. Bunun için kimi yerde
inkâr manasına gelir ve kimi yerde tekfir manasına gelir. Bir misal ile
mevzuyu açmaya çalışayım inşallah. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:
ُ َّ
ْ َ
َ
ُْ
َ‫ف‬
َ َ َّ ْ ْ ُ َ
ْ َ َْ ْ
‫لل فق ِد ْاس َت ْم َسك ِب�ل ُع ْر َو ِة ال ُوث ق� ل ان ِف َص َام َلا‬
ِ �‫وت ويؤ ِمن ِب‬
ِ ‫َ� ْن َيكف ْر ِب�لطاغ‬
ُْ
Bu ayette ‫( َيكف ُر‬yekfuru) fiil-i muzarisi ‫( ب‬be) harfini almış ve sonra tağut kelimesi mef ’uliyet üzere mahallen nasb edilmiş. Mef ’ulün
fiil ile ilişkisinde fiil iki hâl üzere olabilir. Ya bizzat müteaddidir veya
lâzımdır. Lâzım ise mef ’ul ile arasında bir rabıtaya muhtaçtır. Bu rabıta harf-i cer olur. Fiil ile mef ’ul arasında rabıta görevi gören bu cer
harfleri doğrudan fiil-fail-mef ’ul ilişkisinden meydana gelen manaya tesir ederler. Bunun için cer harflerine mana harfleri denilir. Mana
ُْ
harfleri çoktur, harf-i cerler de bunlardandır. Bu ayette ‫ َيكف ُر‬fiili ile
mef ’ul olan tağut kelimesi arasında ‫ب‬harf-i ceri vardır. Cemaluddin
İbn-u Hişam (rahimehullah) (Vefat H: 761)‫ ب‬harfi için 14 mana zikreder.196 İlsak (yapıştırmak, tutturmak, yakınlaştırmak)197, ta’diyet (geçişli yapma)198, istiane199, sebebiyet200, musahabe (eşlik etme,
196 Bk. Muğni’l-Lebib, 137-144.sayfa. (Daru’l-Fikr, altıncı baskı m.1985)
ْ
ُ
ِ
ِ
َ
َ
َ
َ
ْ
198Mesela ‫( ذهب ز ب� ي ٍد‬Zeyd’i götürdü)
ِ
َ
ِ ُ �‫(ط َع ْن ُت َز ْيدا ِب‬Zeyd’i mızrak ile yaraladım)
199Mesela ‫لر ْم‬
ْ
ِّ ‫ك َظ ْ َل ْ تُ� ْأن ُف َس ْ ُ خ‬
ُ ْ ‫( َّإن‬Gerçekten siz buzağıyı ilah edinmekle kendi kendi 200Mesela ‫ك ِب� ت�اذِ ُك ال ِع ْجل‬
197Mesela ‫( ْأم َسك ُت زَ ب� ْي ٍد‬Zeyd’i tuttum) veya ‫( َم َر ْرت زَ ب� ْي ٍد‬Zeyd’in yanından geçtim)
nize zulüm ettiniz)
113
114 Tarık Ebu Abdullah
beraberlik)201, zarfiyet202, bedel203, mukabele204, mucaveze205, istila206,
tebiz207, kasem208, gaye209 ve tevkid. Tevkid mana delaletinde ‫ ب‬harf-i
cerri zaiddir. Ya faile ya mef ’ule ya müptedaya ya menfi habere ya
َْ
menfi hâle veya ‫ نفس‬ve �‫’ َع ْ ي ن‬e ek olur. İbn-u Hişam (rahimehullah)’ın zikrettiği 14 mananın 13’ü ta’diyet ve istianeye dönüyor ve biri müstakildir, o da te’kid manasıdır. Daha doğrusu te’kid manasının teferruatından (biraz önce saydığım altı hâl) iki mana müstakildir, diğer
dördü ise yine ta’diyet veya istianeye dönüyor. Müstakil olan bu iki
َ
َ
mana müptedaya ve menfi habere ek gelmesidir. Mesela ‫خ َر ْج ُت فإذا ِب زَ� ْيد‬
َ ٌ َ
ve�‫ َما ز ْيد ِبق ِئا‬gibi.
ُْ
ُ َّ
Konumuz olan ayete dönersek ‫ َيكف ُر‬fiili ve ‫ الطاغوت‬mef ’ulü arasında gelen ‫ ب‬harfinin ifade ettiği mana özetle ya ta’diyet ya istiane veya
tevkid210 olacaktır. İstiane manası olumsuz olduğu açıktır. Kaldı ayetteki ‫ ب‬harfi ta’diyet veya te’kid ifade etmesi. Âcizane kanaatime göre
iki manayı ifade etmesi de mümkündür. Tağut kelimesini cer eden ‫ب‬
harfi zaid gelmiş ve manayı te’kid etmek için gelmiş olabilir, mesela
َ َ ْ
ُ
‫الن ْخ ةل‬
‫إليك ب ِج�ز ِع‬
ِ ‫وه ِّزي‬ayet-i kerimesinde olduğu gibi veya amelin eseri
mef ’ul üzerine tahakkuk etmesi için ta’diyet için de gelmiş olabilir.
Bu kanaate varmış olmamın sebebi şudur: Fiil, fail, mef ’ul ihtiva eden kelam, yani fiil cümlesi, bir isnad terkibidir. Yani bu cümlenin öğeleri birbirine mesnettir. Fiil ve fail ve mef ’ulün doğrudan
َ
ْ ْ
َُ َ
ُ ‫( ِقيل ي� ن‬Denildi ki: Ey Nuh! Bizden bir selametle in)
201Mesela ‫وح اه ِبط ِب َسلٍم ِم َّنا‬
ْ
َ َ ‫( َن‬Allah size Bedir’de yardım etmişti)
202Mesela ‫ص ُك هللا ِب َبد ٍر‬
َْ َ
ً َ َ َ
203Mesela ‫( َول تش ُ تَ�وا آ ِب� ي� ي ت ِ� َ ث� ًنا ق ِليل‬Benim ayetlerimi az bir pahaya karşın satmayın)
َْ َ ٌ َ َ ُ َ ْ َ ‫ْ ُ ُ َ ْ َّ َ َ ُ ْ ْ ُت‬
204Mesela ‫ك‬
ُ ‫(ادخلوا جالنة ِب�ا كن� تعملون سلم علي‬Selam size! İşleyegeldiklerinizin karşılığı olmak
üzere girin cennete)
َ ْ ُ
‫و� َ يْ� ِ ِن‬
205Mesela ‫ا�م‬
‫( َي ْس َع ن ُور ُه َب ن يْ� ْأي ِد ِي� ْم أ ِب‬Nurları önlerinde ve sağlarında koşar)
َ
َ
206Mesela ‫( وإذا َم ُّروا ِ ِب� ْم َي َتغ َام ُزون‬Yanlarından geçtiklerinde de birbirlerine kaş göz işareti
yaparlardı)
ْ
ْ
َ ‫س ب�هلل‬
ُ
208Mesela �‫الع ِظ ي‬
ِ َ ‫( أق‬Azim olan Allah’a kasem ederim)
ْ ْ
َ
ْ
ْ ‫( َق ْد‬Beni zindandan çıkardığında bana da iyilikte buِّ
209Mesela ‫أح َس َن ي ب� إذ أخ َر َج ي ِن� ِمن السجن‬
ِ
‫( َع ْينا َي َ ش‬Allah’ın kulların kendisinden içtikleri pınardır)
207Mesela ‫� ُب ِب�ا ِع َب ُاد هللا‬
lundu)
210 Tevkid veya te’kid, ikisi de caizdir. Yani pekiştirme.
Tekfirin Hakikati
birbiriyle ilişkisi vardır. Bu üç unsurun birbirinden kopuk olmaları
mümkün değildir. Fiilin muhakkak faili olacak ve failin işlediği fiilin
muhakkak üzerinde vuku bulacağı bir mef ’ul olacaktır. Fiil ister muteaddi ister lazım olsun. Muteaddi ise doğrudan mef ’ulü nasb edecek, yani üzerinde amel edecektir. Lazım ise ya mef ’ulü faili olacak
veya harf-i cer ile fail dışında bir mef ’ule geçiş yapacaktır. Şu hâlde
fiil muhakkak bir mef ’ul üzerinde vuku bulmak zorundadır.Fiilin
mef ’ul üzerinde vuku bulmasının sıfatı ise fail ile doğrudan ilişkilidir çünkü vuku bulan eylemin sahibidir. Onun vasıflarıyla eylemin
vasıfları eşittir. Bunun için Kufeli nahiv âlimleri mef ’ulü nasb eden
amilin fiil ile failin beraber olduğunu söylemişlerdir. Hatta bazıları
âmilin yalnız fail olduğunu söylemişlerdir. Ebu’l-Berekat el-Enberi
(rahimehullah) (Vefat H: 577) şöyle diyor: “Basralı nahiv âlimleri failin de
mef ’ulün de âmilinin fiil olduğunu söylemişlerdir. Ama Kufeli nahiv âlimleri
görüşlerine şöyle diyerek delil getirmişlerdir: Mef ’ulü nasb eden fiil ve faildir
dedik; çünkü mef ’ulün varlığı ancak fiil ve failin varlığından sonra mümkündür. Ya lafzen veya takdiren. Sadece fiil ve fail bir şey iseler hariç.”Sonra
el-Enberi (rahimehullah) Kufelilerin delillerini zikrediyor ve Basralıların
görüşü üzere reddediyor.211
El-muhim, konu Kufeli ve Basralı nahiv âlimlerin âmile ilişkin ihtilafları değildir; lakin önemli olan şu ki failin manası ancak mef ’ule
isnad ile tamamlanır. Mef ’ul olmadan failden bahsetmek manasızdır. Maktul olmadığı zaman katilden bahsetmek manasız olduğu
gibi. Fail ve mef ’ul birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki unsurdur. Faili ve mef ’ulü tahdid eden de oluşan eylemin eseridir.
Şu hâlde mef ’ul üzerinde vuku bulan sadece fiil değil bilakis fiil-fail bütünlüğünden ve mef ’ul ilişkisinden teşekkül eden eserdir.
Binaenaleyh, mef ’ule ister doğrudan ister dolaylı geçiş yapan her fiilin vasfı failiyle mahduddur ve bu hâliyle mef ’ul üzerinde vaki olur.
ُْ
Şu hâlde ayetteki ‫ ب‬harf-i ceri ta’diyet içindir dersek ‫( َيكف ُر‬yekfuُ َّ
ru) fiili failine göre ve üzerinde vuku bulacağı mef ’ule ‫( الطاغوت‬tağut)’a göre mana alacaktır.
211 Bk. El-İnsaf, 1.cüz/78-81.sayfa. (Daru’l-Fikr baskısı)
115
116 Tarık Ebu Abdullah
Bunu ayrıca destekleyen harf-i cerlerin mana harfi olmalarıdır.
Bu harfler bizzat kendi başına mana ifade etmezler, bilakis manada
isim ve fiile tabidirler. Bunun için mesela ‫ ب‬harfi bizzat mana ifade
etmez, bilakis beraber geldiği fiil, fail ve mef ’ule mana eserinde tabiُ
ْ‫( ْأل َص ْق ُت شَ ي‬bir
ْ ‫� ًء ِب شَ ي‬
dir. Misal, ‫( َم َر ْرت ِب زَ� ْيد‬Zeyd’in yanından geçtim) ve ‫�ء‬
şeyi bir şeye yapıştırdım) ve ‫( ْاس َت َع ْن ُت ِب�هلل‬Allah’tan yardım istedim)
cümlelerinin üçünde de ‫ ب‬harfiyle geçiş yapıldı fakat her bir cümlede ‫ ب‬harfi farklı bir mana ifade etti. Beraber geldiği fiil, fail ve mef ’ule göre.
Yukarıda geçenlere binaen derim ki: Bu ayette el-Kufru bi’t-Tağut’un manası inkârdır. Ayetin Türkçe meali de şöyledir: “O hâlde
kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse muhakkak ki kopmayan
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” Bunu gerektiren karine nedir
diye sorulsa, derim ki: Ayetteki umum ifadesidir. Çünkü şart ismi ‫َم ْن‬
(men) umum ifade eder. Yani bu hitaba müctehid de dâhildir, ilim
talebesi de ve halk da dâhildir. Matlub fiilin failleri ümmetin umumudur. Halktan aranan fiil ise tekfirin manasıdır. O da inkârdır. Şu
hâlde ayete umumu itibariyle inkâr manasını yüklemek gerekir. Fakat ayetin muhatap aldığı failin değişmesiyle matlub fiilin vasfı da
değişebilir. Elbette görüşe göre (istihsana göre) değil, bilakis bunu
iktiza eden delile göre. Buna göre muhatap hususen müctehid veya
ُْ
ictihad mertebesine yakın ilim talebesiyse, o zaman ayetteki ‫َيكف ُر ِبـ‬
(yekfuru bi) ifadesini tekfir ile manalandırmak mümkün olabilir.
Çünkü bunlar ayetin iktiza ettiği şer’î hükmü beyan etmekle ve hükmü -ya fetva mahiyetinde veya kadı ise hüküm mahiyetinde- vaki
olduğu şahsa inzal etmekle mükelleftirler.
“Şu hâlde şartın cevabı “muhakkak ki kopmayan sapasağlam
bir kulpa yapışmıştır” gereğince müctehid için şer’î hüküm mahiyetinde tağutu212 tekfir etmek imanın sıhhati için şart mıdır?” diye
212 Burada mevzuya konu olan tağut, tağut cinsi ve asli kâfir olan veya kendini açıkça İslam’dan başka bir dine nispet eden veya açıkça kendine ibadete çağıran İslam’a müntesip tağuttur. Bunun dışında kalan tağutlar ictihad mahallidir ve binaenaleyh, haklarında hüküm de ictihada açıktır.
Mef ’ulün fiilin manasına müteessir olmasından kastettiğim de budur. Mef ’ulün mahiyetine
göre fiilin sıfatı değişecektir. Konumuzda, tağutun mahiyetine göre onu inkârın sıfatı
Tekfirin Hakikati
sorulsa, derim ki: Muhakkak ki evet. Tağut cinsinin ve kat’iyet ile
tağut olanın inkârı (halk için) veya tekfiri (ulema için) imanın sıhhat
şartlarından olduğu bu ayet ile kat’iyen sabittir.
“Halk için yeterli gördüğün inkâr sıfatını ulema için niye yeterli görmedin?” diye sorulsa, derim ki: Çünkü ulema dini açıklamak,
hakkı ispat edip batılı izale etmek ve dinde hüküm beyan etmekle
mükelleftir, halk ise değil. “Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden “Onu muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz” diye kesin söz almıştı. Fakat onlar bunu kulak ardı
ettiler ve ona karşılık az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey ne
kötüdür” ve “Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetleri ve hidayeti,
insanlara Kitap’ta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenler
var ya, işte onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edenler lanet
eder. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna.
Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul
edenim, çok rahmet edenim. Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak
ölenler var ya, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti
onların üzerinedir.”ayetlerinin muhatapları ilk sırada âlimlerdir. Allah-u âlem.
Yukarıda geçenlerde bir çelişkinin olduğu zannedilmesin. “Hem
fiillerin manaları kıyasi değil simaidir diyorsun, kelime manaları tasrif babları ve mana binalarından değil, fesahat devri Arapların mana
kullanımlarından alınır diyorsun; aynı zamanda reddettiğinle delil
getiriyorsun” denilmesin. Arap, kişiyi küfre nispet etmek için veya
ََ
kişinin küfrüne hükmetmek için ‫ كف َر‬fiilin ‫ ب‬harfiyle geçişli hâlini
kullanmamıştır. Ben buna Arabın kelamında rastlayamadım. Bu maََ
nayı ifade etmek için ‫ كف َر‬fiilini ekser hâlde hemze ile veya ayn harfini
ََ
şeddeli kullanmıştır.213 Bunun için alelıtlak ‫ كف َر ِبـ‬tekfir manasındadır
değişecektir. Yukarıda saydığım tağutların tekfiri şarttır. Kişi halktan ise tekfirin manası
(inkâr) şarttır. Müctehid ise şer’î hüküm mahiyetinde tekfir şarttır. İslam’a müntesip
lakin hâli kapalı, İslam’ını gerektiren amelleri de var, küfrünü gerektiren amelleri de
var, hakkında ulema ihtilaf etmiş, tağut olarak tekfir edenler de var, İslam vasfını ispat
edenler de var. Bu tür tağutların tekfiri ictihad mahallidir.
213 Bk.El-Mufredatu fi Ğaribi’l-Kur’an, sayfa 716. (Daru’l-İlm, ed-Daru’ş-Şamiyye baskısı
h.1412). Lisanu’l-Arab, 5.cüz/144.sayfa. (Daru Sadir, ilk baskı). El-Kamusu’l-Muhit,
606.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile). Es-Sihah-u fi’l-Luğa, 2/119.sayfa. (el-Mektebe-
117
118 Tarık Ebu Abdullah
demek veya umumen değil de hususen bu ayette tekfir manasındadır
demek yanlıştır. Hem şer’î ve hem de lügavi bir bid’attır.
Lakin ilahi kelamın en yüksek beyan mertebesinde olduğunu
dikkate alarak ve daha önce izah ettiğim fiil, fail ve mef ’ul ilişkisini
göz önünde bulundurarak, iktiza eden karineler gereğince ve fail ve
mef ’ulün tesiriyle fiilin mana daralmaları veya genişlemeleri muhakkak olacaktır. Bu durum acem olan fakat Müslüman olmaları sebebiyle dini lisanları Arapça olan tüm milletler için bir müşküledir.
Arapça fiillerin kök harfleri itibariyle ve ayrıca aldıkları mezid harfleri itibariyle ve ayrıca girdikleri terkibi hakikati itibariyle ve ayrıca
fasih örfi kullanımları itibariyle oluşturdukları mana zenginliğini
Türkçe veya başka diller karşılamakta aciz, aciz ve aciz kalıyorlar. Suََ
lasi mücerred ‫( كف َر‬ke-fe-ra) fiilinin fasih mana kullanımlarına ve malum harf eklemeleriyle oluşan mezid babların mana binalarına ve
değişik Arap lügatlerindeki mana ifadelerine ve harf-i cer alarak
mef ’ul üzerinde vaki olarak meydana gelen mana oluşumlarına Lisaََ
nu’l-Arap gibi mu’cemlerden bir bak. Göreceksin ki bizim ‫ كف َر‬eşittir
inkâr etti manasını verdiğimiz fiilin manasını izah etmek için İbn-u
Manzur (rahimehullah) yedi sayfa doldurmuştur. Bunun için daha önce
de dediğim gibi, Kur’an meali tercüme değil, tevildir. Kur’an ayetlerinin tercümesinden bahsetmek ulemanın ittifakıyla mümkün değildir çünkü tercüme bir sözün anlamını başka bir dile dengi bir tabirle
aktarmaktır. Kur’an’ın manası hangi dile dengi bir tabirle aktarılabilir ki? Bunun için bu çalışmalara tercüme değil meal denilir. Meal
kelimesi tevil kelimesiyle aynı kökten gelmedir. Yani mana ihtimallerinden birine döndürmektir. Çünkü meal sahibinin yaptığı Kur’an’ın
Arapça’yı en yüksek belagat seviyesinde kullandığı mana zenginliği
içinde muhtemel manalarından birisini tercih ederek buna yormaktır. Bunun için umumen fakat özellikle Kur’an için, şu Arapça kelime
Türkçe’de şudur, demek aslen doğru değildir. Kelamda siyaka göre
kelimelerin mana değişiklikleri muhakkak söz konusu olur.
tu’ş-Şamile). El-Muhkem-u ve’l-Muhitu’l-Azam, 7.cüz/4.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı, m.2000)
Tekfirin Hakikati
Velhasıl,önceki sayfalarda sözü uzatmamın tek sebebi şu sözü ispat etmek içindir: Halk şer’î hüküm olan tekfir ile mükellef değildir.
Halkın mükellef olduğu tekfirin manasıdır.214 Yukarıda sunduğum
nakli ve akli deliller bunun böyle olmasını gerektiriyor. Ayrıca dini
hikmet de bunu gerekli kılıyor.
Zira halkı şer’î hüküm mahiyetinde tekfir ile mükellef kılmak,
halkı…
…kudreti üstünde bir şeyle mükellef kılmak olur. Elbette ictihad
her insanın güç yetirebileceği bir iş değildir. Muhakkak ictihad kabiliyetinin bir vehbî ve bir de kesbî yönü vardır. Zira bu iş, sahibine
şer’î delilleri anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme imkânı
veren özel bir muhakeme gücünü gerektirir. Bu melekeyi ise Allah
(celle ve âlâ) herkese değil, sadece bazı kullarına nasip etmiştir. Kesbî
yönüne gelince, ictihad mertebesine ulaşabilmek için kişi uzun yıllar
lugavi ve şer’î ilimler tahsil etmek zorundadır. Herkesin bunu yapabilmesi muhakkak imkânsızdır. Herkesi tekfir ile yükümlü tutmak
insanı elinde olmayan kişisel bir istidadı ve elinde olsa da çoğunluk
için imkânsız ilimsel bir istidadı zorunlu kılmak olur. Bu ise şüphesiz
güç yetirilemeyecek bir teklifte bulunmak olur ki bu caiz değildir.
“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.”
…altından kalkamayacakları bir sorumluluk yüklemek olur.
Çünkü hüküm beyan etmek ilahi iradeden haber vermektir. Başka
bir ifadeyle Allah adına konuşmaktır. Bu elbette büyük bir mes’uliyettir ve ahlaki ve ilmî ehliyet gerekli kılar. Bilgisizce konuşmak her
şey hakkında bir cerimedir fakat Allah (celle ve âlâ) hakkında bilgisiz
konuşmak, bu daha da büyük bir cerimedir. Bunun için Allah (azze ve
celle) nehyederek “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak,
göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.” buyuruyor.
…ictihada zorlayarak zulmetmek olur. Hâlbuki halkın görevi ictihad etmek değil, zikir ehline sormaktır. “Eğer bilmiyorsanız zikir
ehline sorun.”
214 55.sayfaya da bak.
119
120 Tarık Ebu Abdullah
Şu hâlde önceki fasılları şu cümleyle hatmedebiliriz: Halka düşen
tekfirin manasını, yani inkârı gerçekleştirmektir.
Fasıl
İmanın sıhhat şartı tekfir değil, inkârdır
Yukarıda zikri geçenlerden artık şu sonucu çıkarabiliriz: İmanın sıhhat şartı tekfir değil, inkârdır. Zira tekfir şer’î bir hükümdür.
Hüküm beyan etmenin ise yukarıda geçen tafsilatı vardır. Kur’an ve
Sünnet’in varid olması kâfi geleni var ve böyle olmayanı var. Lafzen
ve sarih beyan edilmiş olanı var ve nazar ve istidlale muhtaç olanı
var. İlkinde selim akıl ve fesahat kâfiyken, ikincisinde istinbat ehliyeti şarttır. Durum böyleyken nasıl olur da herhangi bir kişinin imanın
sıhhati için tekfir etmesini şart koşarız. Müctehid olmak farz-u ayn
mıdır? Bunu kim söylemiş? Farz-u ayn olan tekfir var kuşkusuz. Bu
yukarıda geçti. Fakat mutlak surette farz-u ayn olan tekfirin manasıdır, o da inkârdır. İmanın sıhhati için kişide aranan vasıf inkârdır.
Daha önce teberri etmenin tekfirin manası olduğu cihette bazı
âlimlerin sözlerini aktarmıştım. İmanın sıhhati için ise tekfirin manasını inkâr ile tahdid etmenin sebebi ve delili nedir, diye sorulursa
şöyle derim: Teberri etmek inkâr ile beraber kalbî buğzu ve sürekli
olan zahiri düşmanlığı içerir. Bu hâl üzere olmak Müslümana ilahi
bir tavsiyedir çünkü örnek olarak gösterilmiştir. Sanki “İbrahim (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onunla beraber olanlar böyle yaptılar, siz de
böyle yapın” denilmiştir. Örnek olmak ise mutlaktır. Asli unsurları
da ihtiva eder, fer’i olanları da. Küfre ve ehline karşı tam manasıyla, kâmil ve Allah (azze ve celle)’nin rızasına uygun bir tavır muhakkak
böyle olandır. Müceddid İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın bu ayete mesnet ederek tağutu inkârın sıfatına ilişkin söylediği söz de bu minvaldedir.215
Lakin hakiki İslam’ın sıhhati için kalben buğz etmek, batıl olduğuna itikad etmek ve yalanlayıp reddetmek kâfidir. İşte bu da
215 Bu husus şüphelere cevap faslında gelecek.
Tekfirin Hakikati
inkârdır. Bunun delili İmam Müslim, İmam Ahmed ve başkalarının Tarık bin Şihab (radıyallahu anhu) yoluyla tahric ettikleri hadistir:
“Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle
değiştir­sin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Ona da
gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. İmanın en zayıfı da budur.”216
Bundan sonrasında ise iman kalmamıştır. İmam Müslim (rahimehullah)’ın Abdullah İbn-i Mes’ud (radıyallahu anhu) yoluyla tahric ettiği
hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Benden
önce Allah’ın bir ümmete gönderdiği hiç bir Nebi’si yoktur ki o
Nebi’nin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tabi olan, emrine uyan ashabı olmasın. Sonra onların ardından, yapmadıklarını
söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan nesiller gelir. İşte kim
bunlara karşı eliyle cihad ederse o mü’mindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mü’mindir. Kim onlara karşı kalbiyle cihad
ederse o da mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal
danesi de yoktur.”217
Bu hadisler münkere kalben buğz etmenin batıni imanın (hakiki
İslam’ın) varlığı için kâfi geldiğine delildir. Zahiri İslam hükmü için
ise muktedir ise ve harici mani yok ise en azından buğz ile beraber
dil ile reddetmesi gerekir. Zira bu zahiri imanın (hükmi İslam’ın)
en alt seviyesidir. Bu da inkârdır. Bunun için umumen İslam’ın sıhhati için şart olan inkârdır. İşte bunun için Eba Butayn (rahimehullah)
“işleyenden daha şerlidir,derse” diyerek ve İbn-u Âşûr (rahimehullah) “yani
sadece kalpte olan bir düşmanlık değil, bilakis söz ve kalp ile aleni ve vazıh
olan bir düşmanlık. Buna benzer kişilerin münkeri değiştirme emrinde güç
getirebildikleri en azı budur… dil ile değiştirmek” diyerek söz ile inkârı
kâfi görmüşlerdir.
216 Sahih-u Müslim, 186.hadis. (Daru’l-Cil ve Daru’l-Efeki’l-Cedide baskısı). Musned-u
Ahmed bin Hanbel, 11480.hadis. (Âlemu’l-Kutub, ilk baskı h.1419)
217 Sahih-u Müslim, 188.hadis. (Daru’l-Cil ve Daru’l-Efeki’l-Cedide baskısı)
121
122 Tarık Ebu Abdullah
Fasıl
İnkârın vasfı
َ ْ
َْ
‫( إالنكر‬inkâr) ‫( أنك َر‬enkera) sulasi mezidin masdarıdır. Lügatte bil-
memek, nefyetmek ve kötü, çirkin olanı değiştirmek ve nehyetmek
manalarına gelir.218 Fukahanın ıstılahında inkâr, münkeri gidermek
ُ ‫ ُ ج‬219 (cuhud) reddetmek, tekzip etmek,
ve cuhud manalarına gelir. ‫�ود‬
terk etmek gibi manalara gelir.
Yukarıda geçen Tarık bin Şihab ve İbn-i Mes’ud (radıyallahu anhuma)
hadislerinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) inkârı üç mertebeye taksim etmiştir:220
- Kalp ile inkâr
- Dil ile inkâr
- El ile inkâr
İlk mertebe imanın varlığı için şarttır. İkincisi İslam’ın vacibi için
şarttır. Üçüncüsü İslam’ın kemal şartıdır. Yani münkeri izale emrine en kâmil icabet onu eliyle değiştirmektir. Ama diliyle değiştiren
emre icabet etmiştir. Kalbiyle buğz eden ise ancak dil ile redde gücü
yetmediğinden ötürü susmuştur ve dolayısıyla imanını korumuştur.
Her üç hâlde de şahıs Şari’nin istediğini yerine getirmiş olur. Bunun için de kudreti ölçüsünde işlediğini kendisinden kabul eder. El
ile değiştirmeye muktedir olan el ile inkâra mükelleftir. Dil ile değiştirmeye muktedir olan dil ile inkâra mükelleftir. El veya dil ile
218 Bk. Lisanu’l-Arap, 5.cüz/232.sayfa. (Dar-u Sadır baskısı)
219Bk. El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye, 7.cüz/57.sayfa. (Daru’s-Selasil, üçüncü
baskı)
220 (Sizden her kim bir kötülük görürse onu değiştirsin) hadisinde dikkat edilirse Rasûlullَ َْ
ah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrettiği fiildir ( ‫فل ُيغ ِّي ْ�ه‬onu değiştirsin). Bu fiil müteaddidir. Fail haricinde bir mef ’ul üzerinde vaki olur. Münkeri el ile değiştirmede bu
aşikârdır. Dil ile de böyle; fakat kalp ile buğzetmek kalbin amelidir ve etkisi faile
münhasırdır. Bununla beraber Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mertebeyi de
“değiştirme” dâhilinde görmüş ve kabul etmiştir. Çünkü kalben inkârın tesiri dünyada
hissedilmese de melei’l-â’lâ’da muhakkak müteessirdir.
Tekfirin Hakikati
değiştirmeye muktedir olmayan kalp ile inkâra mükelleftir. Şu hâlde
kalp ile inkâr asıl olandır. Zira birincisi, şer’an matlub olanın (el, dil
ve kalp ile inkârın) en az şer’an makbul olanla (kalp ile inkâr ile) cevabıdır ve ikincisi, bedensel ameller (el ve dil ile inkâr) kalpten neş’et
eder. Şu hâlde el ile inkârın da dil ile inkârın da vaki olması ancak
kalp ile inkârın varlığı neticesindedir. Bu da kalp ile inkârı el ve dil ile
inkâra asıl yapar. Şu hâlde kalp ile inkâr, mevzumuzda asıl olandır.
Kalbin hareketi veya hâli itibariyle kalbin inkârını iki kısımda değerlendirmeliyiz:
İlki; kalbin sakin, mutmain, rahat ve kesin olduğu ve ikincisi; kalbin tedirgin, rahatsız ve tereddüt ve şüphe içinde olduğu hâl. Kalbin ilk hâli kendisine kesin ve ihtimalsiz bilgi verildiğinde hâsıl olur.
İkincisi de kalbe ihtimalli ve tartışmalı bilgi verildiğinde hâsıl olur.
Buna binaen kalbin inkârını da tekfirin kat’i veya nazari olmasına
göre taksim edebiliriz. Kat’i tekfir de söz konusu küfrü kalp tereddüt
etmeden, kat’iyet ile batıl oluşuna itikad ederek inkâr eder. Nazari
tekfir ise aslen ihtimallere dayandığı için kalbin mutmain olması ancak zannı galip derecesinde mümkün olur. Kalp açısından bu zannın
hâsıl olması da ancak iki hâlde var olur:
Bir: İctihad ile
İki: Taklid ile.
Binaenaleyh, halktan bir müslüman tekfiri kat’i olan bir kişinin
veya cemaatin veya hareketin veya teşkilatın veya hükümetin veya
düşüncenin veya benzerinin batıl olduğuna veya batıl üzere olduğuna kalben itikad eder, doğru olduğunu yalanlar ve onu diliyle
reddederse tekfirin manasını ve üzerine vacip olanı yerine getirmiş
olur. Fakat tekfiri kat’i olan şahsın, ideolojinin veya teşkilatın batıl
olduğunda şüphe ederse ve kat’i surette yalanlamaz ve reddetmez ise
İslam’ının sıhhati için şart olan inkârı getirmemiş olur ve bunun için
de imanı batıl olur.
123
124 Tarık Ebu Abdullah
Şeyh Salih bin Fevzan el-Fevzan istiğase meselesinden bahsederken, şirki inkâr etmekte ve şirke giden yolları kapatmakta hiçbir
surette gevşeklik gösterilmemesi gerektiğini söyledikten sonra şöyle
diyor: “Şüphesiz ki bu şirkin ve bu sapıklığın ümmette baş göstermesi ancak
insanların akide mevzularında gevşekliklerinden ve âlimlerin şirkin tehlikesini açıklama hususunda sustuklarından ve şirk sebeplerinden kaçındırmadıklarından ötürü olmuştur. İnsanların şirk işlediklerini ve kabirlere ibadet ettiklerini görmüşlerdir ve onları nehyetmemişlerdir. Hüsn-ü zan yapar
ve vacip olan inkârı yerine getirmemişlerdir, lakin kendi içlerinden inkâr
etmişlerdir, dersek durum böyledir. Ama bunu caiz görmüşlerse bu şirktir ve
küfürdür. Zira bundan razı olan faili gibi olur.”221
Şeyhin bu sözünden açık anlıyoruz ki insanın kendi nefsinde,
açığa vurmadan ettiği inkâr mutlak vacibin yerine gelmesi için kâfi
değilse de imanın sıhhati için kâfidir. Fakat caiz görmesi -ki bu inkârın yokluğuna delalet eder- şirk ve küfürdür.
Lakin bazı durumlarda dil ile reddin yokluğu tekfir kat’i de olsa
mazur görülebilir.
Bir: İkrah. Zira ikrah kalbin iradesinin bedende zuhur etmesini
engeller. İkrah hâli olmasa kalbin inkârı muhakkak bedende tezahür
edecekti; fakat harici bir etken onun zuhur etmesini engellemiştir.
Hatta ikrah hâlinde küfrü izhar etmek dahi mazur görülmüştür.
İki: Takiyye. Müslüman acizliğinden dolayı kâfirler arasında kalmaya mecbur kalmışsa kâfirler tarafından gelecek muhtemel bir zararı def etmek için dil ile inkârdan sukût edebilir. Bu müslümanın dil
veya el ile inkârını engellemiş olan, hicretten ve nefsini korumaktan
aciz olmasından başka bir sebep değildir. Hicret edebilse veya imanını izhar edebilecek kudrete sahip olsa dil ve hatta el ile reddederdi.
Üç: Daha büyük bir mefsedetin endişesi. İki mefsedet arasında
hafif olanı tercih etmek, muhakkak bu kâmil dinin umdelerindendir
ve derin fehimin semeresindendir. Genelde bu bahis daha çok nazari
221 İanetu’l-Mustefid, 203.sayfa. (Muessessetu’r-Risale, üçüncü baskı h.1423)
Tekfirin Hakikati
tekfir mevzularında geçerlidir fakat kat’i tekfirde de söz konusu olabilir.
Dört: Zannına göre inkârın faydasız olması. Zira Allah (azze ve
“O hâlde, eğer öğüt fayda verirse öğüt ver”222 buyuruyor. Bu
durum da bir önceki gibidir. Genelde nazari tekfire konu olur fakat
kat’i tekfirde de varid olabilir.223
celle)
El hulasa, el ile inkâr tekmilattan ve dil ile inkâr vacibattandır,
imanın aslı kalpte inkârdır dersek o zaman, sözlerinde, amellerinde
ve hâlinde aksi zuhur etmediği sürece müslümanda asıl olan kalbinde şirk ve küfre karşı inkârın varlığıdır, dememiz gerekir ki doğru
olan da budur. Yani tanımadığımız ve zahiren müslüman olan her
kişinin, tekfiri kat’i olan kâfirleri inkâr ettiğini kabul etmemiz gerekir. Çünkü müslümana karşı hüsn-ü zan vaciptir. İnkârı vacip olan
bir şeyi diliyle reddetmediyse eğer, onu bundan engelleyen yukarıda
geçen özürlerden biri vardır muhakkak deriz. Zira zahiren sahip olduğu imanı kudret hâlinde küfrü dil ile reddetmesini sağlardı.
Fakat şuna dikkat et! Tekfir kat’i olan hususlarda durum böyledir,
çünkü bu tür küfürlerde kalp inkârda tereddüttü kabul etmez. Bilakis
kat’iyet ile batıl oluşuna itikad eder. Bu durum da inkârı iktiza eder.
Lakin sözünde, amelinde veya hâlinde kalben tereddüt içinde olduğu veya kalben inkâr etmediği zuhur ederse İslam’ın sıhhati için şart
olan inkârın yokluğu vazıh olmuştur ve bununla beraber de küfrü.
Nazari tekfir konularına gelince, bunlar aslen ictihada dayanır ve
dolayısıyla kabul ve redde açıktır. Bir kişinin İslam’ında nazari tekfir,
İslam’ın varlığı ve yokluğu için kıstas değildir.
222 El-A’la Sûresi 9.ayet
223 Bu dört maddenin hangi muayyen hâllerde varid olabileceğini misallendirmek istemedim; çünkü bu her bir maddenin özünde var olan ihtilaflara değinmeyi gerektirecekti
ve bu risaleyi çok fazla uzatacaktı. Ve ikincisi risalenin gayesini- tekfir konusunu fıkhi
mahiyetiyle işlememeyi- korumak istedim.
125
126 Tarık Ebu Abdullah
Fasıl
Muayyen tekfir fıkhi bir meseledir, itikadi değil
Bir kişiyi küfre nispet etmek, yani tekfir etmek şer’î bir hükümdür. Şu vaciptir veya şu haramdır demek ile falan Müslümandır veya
kâfirdir demek arasında fark yoktur. Şer’î ahkâmda kat’i hükümler
var olduğu gibi zanni hükümler de vardır. İlki dinde zarureten bilinmesi gereken224 ve ictihada açık olmayan hükümlerdir ve ikincisi
cehaletin mazeret olduğu225 ve ictihada açık olan hükümlerdir. Tekfir
hükmü de böyledir. İctihada açık olanı var ve olmayanı var. Bunlar yukarıda geçti. Tekfir hükmünü muayyene inzal etmeye gelince (muayyen tekfir), ictihaddır. Zira tahkiku’l-menata dayanır. Yani
muayyen şahsın mutlak hükme uygun olup olmadığını araştırmaya
dayanır. Bu hususta nazar ehli arasında muhakkak ihtilaflar vuku
bulacaktır. Bunun için şahısların ve fırkaların tekfirleri konusunda
ulemanın çokça ihtilaf ettiğini görebilirsin. Tabii bu ihtilaflar nazari
tekfir bahsinde caizdir. Kat’i tekfir bahsinde ise hükümde ihtilaf caiz
değildir.226 Fakat hükmü muayyene inzal etmekte hükmün mesned
olduğu delilden kaynaklananbir ihtilaf söz konusu olabilir. Mesela:
ْ ُ َ ُ َ ُ َّ َ َ‫َ َ ْ َ ْ َ ْ ُ ْ َ نْ ز‬
َ
‫( ومن ل ي�ك ِب�ا أ�ل‬Kim Allah’ın indirdiğiyle hük‫اكف ُرون‬
ِ ‫الل فأو ِلئك ُه ال‬
metmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir) ayeti vürud cihetinden kat’idir çünkü sahih kıraatlerdendir. Delalet cihetinden de kat’idir çünkü mana ve hüküm delaleti sarihtir. Allah celle va âlâ’nın indirdiğiyle hükmetmeyen kâfirdir. Ayetin delalet ettiği hüküm kat’idir. Fakat hükmün muayyene inzali nazaridir. Nasıl? Çünkü ayetin
son kısmın başında gelen ‫( َم ْن‬men) mevsuledir ve ya ayetin daha
önceki kısmına dönüyor ve “şu hâlde insanlardan korkmayın, Benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın” sözleriyle anlatılan zümreyi tanımlıyor veyahut istinafıdır ve icmalen
224 Müslüman olan veya böyle olduğunu iddia eden ve Müslümanlar arasında yaşayan veya
Müslümanlara ulaşma imkânına sahip olan için bu konularda cehalet özür değildir.
225 Cehalet mazeret olur; eğer yeni İslam’a girmiş veya Müslümanlardan uzak yaşıyor ve
Müslümanlara ulaşma imkânı yoksa.
226 Mesela küfrü Kur’an veya sahih Sünnet’te lafzen beyan edilmiş olan Ebu Leheb ve
Firavun gibi.
127
Tekfirin Hakikati
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen cinsi murad ediyor. Bu cihetten ayetin mana delaleti zannidir. İki manaya da ayet elverişlidir. Bunun için ulema ayetin delalet ettiği hüküm Yahudilere has mıdır veya
bize de şamil midir konusunda ve eğer bize de şamil ise hüküm her
muayyeni kapsar mı, kapsamaz mı hususunda ihtilaf etmiştir. Bid’at
fırkalarının asıllarına ve açılımlarına227 başvurmadığı sürece Ehl-i
Sünnet uleması birbirilerini bu husustaki ihtilaflarından ötürü kötülememişlerdir.
ُ‫ال ِس ُيح ْ ن‬
َ َّ ‫ َل َق ْد َك َف َر َّال ِذ نَ� َق ُالوا إ َّن‬ve ‫الل ثَ� ِل ُث‬
َ َّ ‫َل َق ْد َك َف َر َّال ِذ نَ� َق ُالوا إ َّن‬
َ ْ ‫الل ُه َو‬
Fakat �َ َ‫ا� َم ْر ي‬
‫ب‬
‫ي‬
‫ي‬
ِ
ِ
َ َ
ٍ‫ثالثة‬gibi ayetler hükümde kat’idir ve hükmün muayyene inzali de
kat’idir. “Andolsun ki “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir olmuşlardır.”228 “Andolsun ki “Allah, kesinlikle Meryem oğlu Meَّ
sih’tir” diyenler kâfir olmuşlardır.”229 Zira �‫( ال ِذ نَي‬ellezine) ism-i mevsuledir,230 umum ifade eder ve şamil olduğu her ferdi hükme dâhil
eder. Ancak hükmü tahsis eden bir delil varsa başka. Binaenaleyh,
her kim- ferden ferden- Allah üçün üçüncüsüdür derse, yani itikad
ederse veya Allah Meryem oğlu Mesih’tir derse kâfir olmuştur. Böylesinin tekfirinde tevakkuf etmek ilahi kelamı tekzip etmek olur. Bu
hususta ihtilaf caiz değildir ve müsamaha edilmez.
Velhasıl, diğer ictihadi meselelerde olduğu gibi bu bahiste şer’an
muteber bir ihtilaf olduğu sürece muhalif görüşe müsamahayla yaklaşmak asıldır. Zamanımızda Ehl-i Sünnet âlimleri arasında yaygın
olan muhtelif görüşlerin bu minvalde değerlendirilmesi gerekir.
Ehl-i Sünnet içinde muayyen tekfir hükmü için şartların oluşması
227 Özellikle zamanımızda bu meselede bazıları tarafından getirilen en çirkin bid’atlerden
birisi, Allah’ın indirdikleri hükümleri vazai hükümlerle tebdil edenlerin tekfiri için getirdikleri istihlal şartıdır. Bu şartın Kufe’de türemiş olan mürcie fırkasından başka selefi
yoktur.
228 El-Maide Sûresi 73.ayet
229 El-Maide Sûresi 72.ayet
َّ
230 İlk misal getirdiğim ayette ‫ َم ْن‬ism-i mevsuledir, ikinci misal getirdiğim ayette de �‫ال ِذ نَي‬
ism-i mevsuledir. İkisi de umum ifade eder lakin ‫ َم ْن‬istifham ve şart ismi olarak da gelebilir. Bu iki hâlde kesin umum ifade eder. Fakat ‫ َم ْن‬mevsule geldiği zaman bağlantılı
geldiği ana cümleyle sınırlı olabilir veya olmayabilir de. İki durum da caizdir. Bunun
için ulema arasında yukarıda geçen ihtilaf varid olmuştur. İhtilafın var olmasıyla beraَّ
ber eksere göre ayetin delaleti son İslam ümmetine de şamildir. Ama �َ‫ ال ِذ ي ن‬mevsulesi
umum ifade eder ve zikredilen sıfatlara haiz olan her ferde şamildir.
128 Tarık Ebu Abdullah
ve manilerin kalkması ulema arasında ihtilaf edilmemiş bir meseledir. İhtilaf sadece şartların ve manilerin teferruatında ve vakıaya
indirgenmesinde söz konusudur: Cehalet, tevil, hata, ikrah ve taklidin sınırları ve muayyen vakıalarda işleyip, işlememeleri. Çünkü
muayyen tekfir amelî bir hükümdür. Menatların tahkikidir. Mutlak
şer’î hükmün vakıaya indirgenmesidir. Fer’i şer’î delillerin muayyen
vakıalara uygulanmasıdır.
Bir mesele:
Birçok kişinin tekfir bahsinde ihtilaf olarak gösterdikleri ve lakin
tekfir hükmüyle aslen bir ilgisi olmayan bir mevzu, şirku’l-ekber’de
cehaletin mazeret olup olmamasıdır. Evet, bu meselenin aslen tekfir
konusuyla bir alakası yoktur; çünkü tekfir fıkıhtır lakin şirku’l-ekber’de cehalet mevzusu itikadi bir meseledir.231 Şirku’l-ekber’de cehaleti özür görmeyen Ehl-i Sünnet uleması risalet öncesi de şirk sıfatının sabit olacağını savunurlar fakat küfür nispetini ancak risalet sonrasında caiz görürler. Yani tekfir hükmü için şirku’l-ekber’de cehaleti
mazeret kabul eden Ehl-i Sünnet âlimlerinin getirdikleri şartların
oluşması ve manilerin kalkması umdesini bu âlimlerde işletirler.
Tekfir hükmünün vaki olmasında ve muayyene inzal edilmesinde iki
görüşü savunan Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilaf göremezsin.
Var olan ihtilafın hakikati ise Allah (celle ve âlâ)’ya teslim olmuş olan
bir kişinin aynı zamanda Allah (celle ve âlâ)’ya ortak koşabilmesinin
mümkün olup olmamasıdır. İlkler bunun mümkün olmadığını, bir
insanın ya sadece Allah (azze ve celle)’ye teslim olmuş muvahhid veya
O’nunla başkasını eşitlemiş müşrik olacağını savunurlarken, ikinciler bunun mümkün olacağını ve yalnız Allah (celle ve âlâ)’ya teslim
olmuş muvahhidin aynı zamanda bilmeden Allah (celle ve âlâ)’yı bir
başkasıyla eşit tutabileceğini savunurlar. Her iki tarafında getirdikleri deliller var ve işin hakikatinde aralarında ciddi bir ihtilaf da yoktur; çünkü şirku’l-ekber’de cehaleti özür gören Ehl-i Sünnet âlimleri232 birincisi, ilme ulaşma imkânını cehaletin özür olup olmayışında
231 Eskiler itikad bahsini de fıkıhtan saymışlardır fakat müteahhir ulemanın ıstılahında
fıkıh ameli hükümlere hastır. Dolayısıyla akide mevzularını bu babta işlemezler.
232 Mürcie mezhebinden etkilenmiş ve hatta Cehmiyye’nin delil getirdiği gibi delil getirenlerde durum farklı tabii.
Tekfirin Hakikati
kıstas getirmişlerdir ve ikincisi, şirki sahibine karşı inkâr etmeyi ve
failine karşı hücceti ikame etmeyi acilen vacip görmüşlerdir. Her iki
görüşü savunan âlimler şirk failini tevbeye çağırmayı vacip görmüşlerdir. Tevbe etmediği hâlde kâfir olacağında iki taraf da hemfikirdir.
Bu tartışmaya burada girmek istemiyorum, konumuzda değil. Sadece çok yaygın ve Müslümanlar arasında ciddi ihtilaflara sebebiyet
veren bu yanlış anlayışa dikkat çekmek istedim. Muhakkak zamanımızda her iki tarafta konuşan bazı ilim talebelerinin konuya ilişkin
fehim ve kasıtlarında yanlışlıkları vardır. Her ihtilafta olduğu gibi bu
ihtilaf da Kitap ve Sünnet’e ve selef-i Salihin’in fehimine çevrilmesi gerekir. Bu konu aslında Ehl-i Sünnet içerisinde ihtilaf mevzusu
değildir lakin azgın nefis muti kalbin önüne geçtiğinde her mevzu
marekeye dönüşür. Bunun için tekrar diyorum: Şirku’l-ekber’de cehaletin mazeret olup olmamasına ilişkin ihtilafın tekfir hükmüyle
alakası yoktur. Tekfir hükmünün fıkıhdan bir bahis olması açısından
iki görüş233 arasında ihtilaf yoktur.
***
233 Tabii söz konusu olan Ehl-i Sünnet âlimleridir, yoksa bu meseleyi Mürcie, Mutezile
veya Harici mezhebinin asıl ve kaidelerine göre işleyenler değil.
129
Fasıl
Bazı Şüphelere Cevap
132 Tarık Ebu Abdullah
D
enilse ki: “Hatip kıssasında Hatip bin Ebi Beltea (radıyallahu anhu)’nun Mekke müşriklerine yazdığı ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve alihi ve sellem)’in Mekke’ye karşı savaş hazırlıkları içinde olduğunu
haber veren mektup ortaya çıktığında Ömer (radıyallahu anhu) hemen
onu tekfir etti. Tekfir ettiğinin delili onun boynunu vurması için izin
istemesidir. Fakat Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) onu bu davranışından ötürü azarlamadı. Bu da küfrü zahir olmuş olanın tekfiri
halktan da olsa caiz olduğunu gösterir.”
Bu şüpheye şöyle cevap verilir:
Birincisi, bu kıssa sizin lehinize değil aleyhinize delildir. Çünkü
bu kıssa tekfirde ne kadar ihtiyatlı olunması gerektiğini ispat eden örneklerden birisidir. Zira zahiren küfür olan bir fiilin zorunlu olarak
failine inzal edilmesi gerekmediğine delildir. Bilakis küfür hükmünü
failinden engelleyen bir mani varid olabilir. Dolayısıyla muhtemel
olan hâllerde failin hâli muhakkak incelenmesi gerekir. Bu kıssa da
olduğu gibi. Hatip bin Ebi Beltea (radıyallahu anhu)’nun yaptığı muhakkak zahiren küfürdür. Bunun için Hatip (radıyallahu anhu) gönderdiği
mektubu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in huzurunda gördüğünde ilk dediği “Allah’a yemin ederim ki ben İs­lam’dan sonra kâfir olmadım” olmuştur. Ve muhakkak hâli bu sözünü destekliyordu, zira
kendisi Müslümanların yanında şirk ve müşriklere karşı savaşanlardandı. Bedir gazvesine katılmış ve imanında ve Allah ve Rasûlü
ve İslam ve ehli için muhabbetinde daha önce şüphe varid olmamış
değerli sahabelerdendir. Ayrıca yaptığı işle Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve alihi ve sellem)’e ve Müslümanlara zarar vermeyi de amaçlamamıştır.
Bilakis zararın varid olmayacağına kanaat getirmiştir. Bunun için
İmam Ahmed (rahimehullah)’ın rivayetinde “ama ben bunu Rasûlullah’ı
aldatmak için veya nifaktan yapmadım. Ben kuşkusuz biliyorum ki Allah,
Rasûlü’nü muzaffer kılacak ve onun için emrini tamamlayacaktır.” demiştir.
Tekfirin Hakikati
Ayrıca saldırının ayrıntılarını ve benzeri sırları da ifşa etmemiştir.
Ancak tevil etmiş ve Mekke’de geride bıraktığı ve zayıf konumda
olan ailesini bu şekilde koruyabileceğini zannetmiştir. Nitekim Mekke kâfirlerine yazdığı mektupta İslam’dan sonra küfre girdiğini hiçbir hâlde ifade etmiyor. Meğazi sahipleri Hatip (radıyallahu anhu)’nun
yazdığı mektubun metnini şöyle naklederler: “…ve bundan sonra. Ey
Kureyşliler! Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) size gece gibi karanlık ve sel
gibi silip süpüren bir orduyla geliyor. Allah’a yemin ederim ki, tek başına da
gelse Allah onu destekler ve vaadini yerine getirir. Siz kendi halinize bakın.
Vesselam.”234 Kuşkusuz bu ifade casusluktan ziyade tehdittir.
El-mühim, her ne kadar Hatip (radıyallahu anhu)’nun yaptığı zahiren
küfür gibi görünse de hem hâli ve hem de gönderdiği mektubun içeriği onun sözünde doğru olduğunu destekliyor. Binaenaleyh, zahiri
küfür fiili faili için de geçerli midir, muhakkak araştırılması gerekir.
Tabii Hatip (radıyallahu anhu) misalinde buna gerek yok çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) onu sözünde tasdik ediyor. Fakat
bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için özel bir durumdur. Ondan
başka her kişi böyle bir ihtimalli durumda failin kastını ve tevilinin
geçerliliğini araştırmak zorunda olur. Bu durumda bu kıssa sizin dediğinizi değil, bizim dediğimizi destekliyor.
İkincisi, Ömer (radıyallahu anhu)’nun tepkisine gelince (“bırak boynunu vurayım”) çıkardığı şer’î bir hüküm değil, zahiren gördüğü ihanete fevri ve hamasi bir tepkidir. Bunun için Ömer (radıyallahu anhu)
“Ey Allah’ın Rasûlü! Şüphesiz ki o Allah’a ve Rasûlü’ne ve mü’minlere ihanet
etti. Bırak boynunu vurayım” diyor.235 İmam Buhari (rahimehullah)’ın rivayetinde “Şüphesiz ki o ikiyüzlülük yaptı. Bırak boynunu vurayım” diyor.
Üçüncüsü, Ömer (radıyallahu anhu)’nun ister bu kıssa da olsun ister
Abdullah bin Zi’l-Huveysira kıssasında olsun ister İbn-u Sayyad kıssasında olsun, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in huzurunda
şer’î hüküm çıkarıp infazını kesinleştirmesi ihtimali bile olmayan bir
durumdur. Ömer (radıyallahu anhu)’nun “bırak boynunu vurayım” sözü
234 Bk. Fethu’l-Bari İbn-,u Hacer, 7.cüz/520.sayfa. (Daru’l-Marife baskısı)
235 İmam Ahmed tahric etmiştir.
133
134 Tarık Ebu Abdullah
ancak ona zahir olan hâlde muhabbeti gereğince gerekli zannettiğini
talep etmesi olarak anlaşılması mümkündür.
Dördüncüsü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ömer (radıyallahu an-
hu)’yu azarlamamıştır; çünkü Ömer (radıyallahu anhu)’ya yapmış olduğu
ameli yaptıran Allah’ı ve Rasûlü’nü ve mü’minleri sevmesidir. Onun
muhabbeti ve samimiyeti onun bu tepkiyi vermesini sağlamıştır.
Kuşkusuz sevgi ve samimiyet azarı hak eden değerler değildir. Fakat
salih ve sahih amel için yalnız muhabbet kâfi değildir. İlim de zaruridir. İlim noktasında da Ömer (radıyallahu anhu)’nun Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e muhalefeti söz konusu olmayıp itaati kesin olduğundan azarlamaya ihtiyaç yoktur. Bunun için de Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in isteğine müspet icap etmemesi ve akabinde isteğinde
ısrar etmesi varid olmamıştır.
İkinci şüphe
Denilse ki: “Bir kişinin İslam’ının sahih olması için inkâr kâfi değil, tekfir şarttır. “Tağutu tekfir eden ve Allah’a iman eden…” ayeti
buna delildir. Ayrıca söylediğimizi destekleyen ulema sözü de vardır. İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah) ve onun yolunu
izleyen davet imamları tağutu tekfirde getirdikleri beş şartın içinde
tağut ehlini tekfir etme şartını da getirmişlerdir.”
Bu şüpheye cevap olarak derim ki:
Bir. Zikrettiğin ayetin doğru mealinin “tağutu tekfir eden” değil
“tağutu inkâr eden” olduğunu ve iddiana delil olmadığını yukarıda
açıkladım.
İki. Sözünle müctehid ulemayı kast ediyorsan… Doğrudur. Nazari
bir mesele olmaması şartıyla tabii. Ancak nazari bir meselede kendisi
indinde falan için küfür hükmü şer’an sabit olmuşsa, artık falanı tekfir etmesi hakiki ve zahiri İslam’ı için sıhhat şartı olur. Fakat halk için
tekfir aslen bir yükümlülük değildir. Çünkü tekfir şer’î hükümdür.
Yani Allah’ın hakkıdır. Hadler gibi. Recmetmek, el kesmek, dövmek,
hapsetmek gibi hükümlerin halk tarafından çıkarılması caiz midir?
Tekfirin Hakikati
Değildir. Çünkü bunlar Allah’ın hakkıdır. Sadece Allah’tan naklen
caiz olur. Halkın ise Allah (celle ve âlâ)’dan nakilde ehliyeti tam değildir.
Allah (azze ve celle)’den nakletmeye ehil olanlar ulemadır. Bunun için
şeriatta hüküm makamı hakiki veya takdiri kadıya236 verilmiştir.
Üç. Fakat kast ettiğin halk ise, o hâlde İslam’dan kastettiğin kişinin
hakiki İslam’ı mıdır, zahiri İslam’ı mıdır diye sormak lazım. Kastım
hakiki İslam’ı yani imanıdır dersen derim ki, en zayıfı olsa imanın
sıhhati için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buğzu yeterli görmüştür.
Her iki hâlde sıhhati için tekfiri şart koşman yanlıştır. Kastım zahir
İslam’dır dersen ki böyle olmak zorunda, çünkü tekfir dil ve el ile
yapılan bir eylemdir, o zaman derim ki, bahsettiğin güç sahibiyse
ve muteber özrü de yoksa kısmen doğrudur. Çünkü özürsüz dil ile
inkârın terki zahir İslam’ın vacip kısmını bozar. Sadece şartları oluşmuş özel hâllerde tekfirin (kâfirlik nispetin) yokluğu halktan birisi
olanın da hakiki İslam’ına zarar verebilir. Bu aşağıda gelecek inşallah.
Dört. İddiana şahit getirdiğin ulema sözüne gelince, bu mevzuyu
biraz açalım:
-Birincisi, ulema sözü delil değildir, delile muhtaçtır.
-İkincisi, bir âlimin sözüyle istidlalde bulunmak için o âlimin
usûlde mezhebini, usûlden istifade mizacını ve menhecini ve sahipse
-ki ekserde durum budur- kullandığı özel ıstılahını bilmek lazımdır.
Aksi hâlde o âlimin demediğini ve kastetmediğini ona nispet etmiş
olursun.
-Üçüncüsü, ulemanın sözünde de müteşabih olanı var ve muhkem olanı var. Müteşabih olan söz birden fazla manaya muhtemel
olandır ve muhkem olan söz tek manaya delalet edendir. Ulemanın
müteşabih sözleriyle neyi kast ettiklerini anlayabilmek için muhkem
sözüne sunulması gerekir ve bunun doğrultusunda alınması gerekir. Bu durum Allah (celle ve âlâ)’nın kelamı ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve
236 Hakiki kadıyla kastettiğim, İslam şeriatının hâkim olduğu yerde şer’î idare tarafından
atanmış kadılardır ve takdiri kadıyla kastettiğim, İslam şeriatının hâkim olmadığı ve
Müslümanların ihtilaflarını arzettikleri ilim ehlidir.
135
136 Tarık Ebu Abdullah
sellem)’in sözleri için söz konusuysa, ulemanın sözleri için evlasıyla
gerekli olur. “Sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler
muhkemdir. Bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir…” ayeti Kur’an’da ihtimalli ve ihtimalsiz ayetler olduğunu,
fakat anası ihtimalsiz ayetler olduğunu ve müteşabih ayetlerin muhkem ayetler gereğince alınması gerektiğini beyan ediyor. Aynı durum
Nebevi söz için de geçerlidir. Ebu Hatim er-Razi (rahimehullah) şöyle diyor: ”Eğer bir hadisi 60 yönden yazmasak onu akledemezdik.” İbn-u
Dakiki’l-İyd (rahimehullah) şöyle diyor: “Hadisin rivayet yolları toplanırsa,
biriyle diğerine delil getirilirse ve cem edilmesi mümkün olanlar cem edilirse
murad belli olur.” Ve İmam Ahmed (rahimehullah) şöyle diyor: “Hadisin
rivayet yollarını toplamazsan onu anlayamazsın. Hadis hadisi açıklar.”
Masum olan kelam için bu durum söz konusuysa masum olmayan, her dediğinde ilahi nazar altında olmayan, yanlış veya muradın
beyan olması için yetersiz konuştuğunda semadan müdahale edilmeyen, kelimeleri yanlış kullanabilen veya kendine özel mana yüklenimleri (ıstılahı) olan ulema sözü için bu hayli hayli geçerlidir.
İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın iman, şirk ve
küfür meselelerinde sahip olduğu usûle ve kullandığı ıstılaha gelince,
bunu bu risaleye konu etmek risaleyi çok fazla uzatır ve asıl konudan
uzaklaştırır. Bu mevzu için ayrı bir çalışma zorunludur. Fakat burada
şüpheyi izah edebilecek oranda ama ciddi ihtisar ile tekfirde usûlü
için şöyle diyebilirim: İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah) şirk ve küfür isimlerinde ayırım yapar. Şirk ismi şirku’l-ekber’den
olan ve hakkında icma edilmiş bir fiil veya söz veya itikad ile faili
için sabit olur. Bunun için bilirkişi olması şart değildir. Cahil de olsa
müşrik olur. Zira dini isim ilmin ulaşmasıyla değil rükün sıfatların
mevcut olmasıyla sabit olur. Müşrik kişi için ceza hukuku hariç bera
ahkâmı uygulanır. Fakat kâfir ismi ancak ilmin kendisine ulaşmasından, küfür hükmü için şartların oluşmasından ve manilerin kalkmasından sonra hakkında sabit olur. Kâfir ismine terettüp eden ceza
ahkâmı da ancak bu merhaleden sonra hakkında sabit olur. Kendisini İslam’a nispet eden ve İslam şiarları, Kur’an ve Sünnet metinleri
ve ilimleri yaygın olan ve bununla beraber bu metinleri sahih surette
Tekfirin Hakikati
açıklayabilecek rabbani ulemanın yokluğundan veya var lakin sayısı
yok kadar azlığından veya idare tarafından halka ulaşması engellenmesinden ve benzeri sebeplerden ötürü icma edilmiş şirku’l-ekber
türünden şirkler de halkın arasında yaygın olan toplulukları fetret
ehli topluluklar olarak görmüştür ve hüccet ikamesinin tecdidini gerekli görmüştür. Ciddi ihtisar ile İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın tekfirde usûlü budur.
O zaman iddia sahibinin görüşüne şahit getirdiği sözde kast edilen nedir? İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahmetullahi teâlâ aleyh)
şöyle diyor: “Tağutu inkârın sıfatı şudur: Allah’tan başkasına ibadetin
batıl olduğuna itikad etmen ve onu terk etmen ve ona buğzetmen ve ehlini
tekfir etmen ve ehline düşmanlık etmendir.”237 Konumuz olan şu ifadedir:
“ve ehlini tekfir etmen”.
Aslında iddia sahibi için çok daha verimli bir sözü var. Onu bilseydi bu sözü getirmezdi. İmam Muhammed (rahimehullah) şöyle diyor:
“İslam Dini’nin aslı ve temeli iki emirdir: Birincisi,yalnız şeriki olmayan Allah’a ibadeti emretmek, buna teşvik etmek, bunun için dost olmak ve bunu
terk edeni tekfir etmektir. Ve ikincisi, insanları Allah’a ibadet etmekte şirkten
korkutarak uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak
ve şirk işleyeni tekfir etmektir.”238 İddia sahibi bu sözü duyar duymaz
“İnsanın aleyhine olan bir sözü getirmesi akıl işi değildir. İmamın bu
sözü bizim davamızı tam manasıyla tasdik ediyor.” diyecektir.
Ama biz imamımız olan Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın bu sözünden korkmuyoruz çünkü iddia sahibinin anladığı gibi
olmadığını biliyoruz.
“Pekâlâ, bu sözün manasını kendisinden mi sordunuz?” diye sorulsa elbette hayır derim. Lakin ondan ve onun talebelerinden okumuş, onun usûlüne ve görüşlerine herkesten daha çok vakıf olan ve
onun davasını üstlenmiş ve çizgisinden ayrılmamış olan âlimlerin
açık sözlerinden öğrendik derim. Nasıl mı?
237 Ed-Durer’us-Seniyye, 1.cüz/161.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)
238 Ed-Durer’us-Seniyye, 2.cüz/22.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)
137
138 Tarık Ebu Abdullah
İster iddia sahibinin getirdiği söz olsun ister benim ona verdiğim
söz olsun, ikisi de İmam’ın (rahimehullah)’ın kullandığı mutlak ifadelerdir. İslam’ın sıhhati için şart olanı (asli olanı) da kapsıyor, vacip olanı da kapsıyor ve kemalinden olanı da kapsıyor. “Allah’tan başkasına
ibadetin batıl olduğuna itikad etmen ve onu terk etmen ve ona buğzetmen”
ve“yalnız şeriki olmayan Allah’a ibadeti emretmek, bunun için dost olmak”
muhakkak insanın İslam’ı için şart olanlardır. Bunları getirmeyen
bir kişi hakikaten Müslüman değildir. Fakat İmam’ın “ve ehlini tekfir
etmen ve ehline düşmanlık etmendir” ve “insanları Allah’a ibadet etmekte
şirkten uyarmak”“bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak ve
şirk işleyeni tekfir etmektir” sözleri İslam’ın vecibelerinden, lazımlarından ve kemalindendir.
“Bu senin yorumun” denilirse derim ki, hayır bu İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın torunu, Necidli tevhid davasının
ikinci müceddidi ve imamı, hatta Necid ulemasının tenkitçileri bile
ilmî ehliyetini ve olgunluğunu ikrar ettikleri ve itibar ettikleri, meşhur Kitabu’t-Tevhid şerhi Fethu’l-Mecid’in sahibi Âllame Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’tır. O, dedesinin yukarıda geçen sözünü
şerh etmiştir. İsteyenler “Ed-Dureru’s-Seniyye fi Ecvibeti’n-Necdiyye” adlı kitabın 2.cüzünde 202.den 211.sayfaya kadar uzanan şerhini
mütalaa etsinler ve İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın
kullandığı kelimeleri dikkat ile okusunlar. Görecekler ki yukarıdaki
fasıllarda açıklamaya çalıştığımın aynısını söylemektedir. Burada sadece konumuz için önemli olan bazı yerleri aktaracağım.
İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah) (Vefat H: 1285) dedesi (rahimehullah)’ın yukarıda geçen sözünü getirdikten sonra şöyle
diyor: “İşte bu tevhidin rükünleri, muktezası, farzları ve lazımları vardır.239
Hakiki İslam240 ancak bunların ilmen ve amelen kaim olmasıyla tam ve
kâmil hâsıl olur.” Sonra tevhidin nakızlarından bahsediyor ve onu batıl kılan241 en önemlilerini sayıyor. İlk saydığı ibadette Allah (azze ve
239 Yani bahsi geçen mutlak tevhid.
240 İmamın bu sözünden anlaşılıyor ki bahsettiği hakiki İslam’dır, hükmi İslam değil. Başka
bir tabirle imamın sözünde tarif edilen zahiri İslam değil, batıni İslam’dır.
241 Yani sayacağı nakızlar tevhidi iptal ediyor. Bu şu demektir: Bu nakızlar tevhidin aslını
bozuyorlar ve bunun için akabinde bu nakızları işleyen tevhid milletinden çıkar.
Tekfirin Hakikati
celle)’ye
eş koşmak, ikinci olarak saydığı Allah’a eş koşana sadrını açmak242 ve üçüncü önemli nakız olarak saydığı müşrike dost olmak,
ona destek olmak, ona el veya dil veya mal ile yardımcı olmak ve ona
dayanmaktır.243 244
Ve yukarıda bahsettiğim şerhte (rahimehullah) şöyle diyor: “… şirkten
ve ehlinden uzaklaşmak ve teberri etmek vaciptir.245 Bunu Allah (azze ve celle)
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine “Muhakkak
bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden beriyiz.
Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin
aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir” demişlerdi.”
kavliyle tasrih etmiştir. İbn-i Cerir’in dediği gibi, onunla beraber olanlar
Rasûllerdir. Bu ayet şeyhimiz (rahimehullah)’ın söylediği her şeyi kapsamaktadır. Tevhide teşvik, şirkin nefyi, tevhid ehline dost olmayı ve tevhidi terk
edeni tekfir etmeyi246… Şirk koşanın hâli hakkında Allah-u Teâlâ şöyle
demiştir: “Yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşar. De ki: “Küfrünle biraz eğlenedur! Muhakkak sen cehennemliklerdensin.”247 İşte,
ibadette ortak olan eşler edinmesi sebebiyle Allah-u Teâlâ onu tekfir etmiştir.
Bu ayetin benzerleri çoktur. O hâlde kişi ancak şirki nefyetmekle, ondan
teberri etmekle ve şirk işleyeni tekfir etmekle muvahhid olur.248… Sonra
242 Yani kişinin şirk koşanı ve eylemini yalanlamaması ve buğz etmemesi.
243 Yani onu ve şirkini reddetmemesi. Gördüğün gibi İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah) da hakiki İslam’ın aslını bozanın şirk ve şirk ve küfrü inkârın yokluğudur, diyor.
Ama iddia sahibinin yaptığı gibi şer’î tekfir hükmünü hakiki İslam’ın mutlak nakızlarından
saymıyor. Evet, şartları oluşmuşsa şer’î tekfir hükmünün yokluğu da şahsın zahiri ve hakiki
İslam’ını aslından bozabilir. Fakat bu ancak bazı muayyen durumlarda söz konusu olur.
İmam Abdurrahman (rahimehullah)’ın biraz sonra aktaracağım sözleri buna misaldir. Ama
dikkat et! Bu durumun iddia sahibinin söylediğiyle alakası yoktur. Çünkü iddia sahibi şer’î
tekfirin varlığını mutlak olarak İslam’ın sıhhati için şart koşuyor.
244 Ed-Dureru’s-Seniyye, ihtisar ederek 11.cüz/300-302.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı
h.1417)
245 Bu konuyla alakalı fasılda geçtiği gibi zahiri İslam’ın sıhhati için şirk ve ehlinden teberri
etmek vaciptir. Bu da inkâr, buğz, yalanlama ve dil ile red ile gerçekleşir. Ancak ilişkin
fasılda saydığım özürler sebebiyle dil ile reddin yokluğu mazeret olabilir. Ama hakiki
İslam’ın sıhhati için zahiri adavet şart değildir. Alakalı fasıla müracaat et.
246 242 nolu dipnota bak
247 Ez-Zumer Sûresi 8.ayet
248 Yani kâmil muvahhid olur. Bu mana takdiri zorunludur; çünkü İmam burada değişik
mertebeleri toplamıştır. Şirkin nefyi dinin aslındandır ve teberri etmek muktezası ve
vacibidir. İbadetinde edindiği ortakları Allah’a eş koşanların tekfirini de kat’iyetten
139
140 Tarık Ebu Abdullah
(rahimehullah)249 şöyle diyor: Ve ikincisi, insanları Allah’a ibadet etmekte şirk-
ten uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak ve şirk
işleyeni tekfir etmektir. Tevhid makamı ancak bununla tamamlanır250. Bu
Rasûllerin dinidir. Onlar kavimlerini şirkten korkutarak uyarmışlardır… Ve
(rahimehullah) şöyle diyor: “Bunun için düşmanlık yapmak.” Allah-u Teâlâ’nın
buyurduğu gibi“Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları
yakalayın, onları alıkoyun, onların bütün geçit yerlerini tutun”251bu
konuda ayetler çoktur. Ve “hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın”252 ayeti gibi. Fitne şirktir.
Sayılmayacak kadar çok ayetlerde Allah-u Teâlâ şirk ehlini küfür ile nitelemiştir. Bunun için muhakkak tekfir de edilmeliler.253 Bu la ilahe illallah’ın,
ihlas kelimesinin muktezasıdır.254 Bunun için manası255 ancak ibadetinde
Allah’a eş koşanın tekfiriyle tamamlanır.256 Sahih hadiste şöyle geçiyor: “Kim
la ilahe illallah der ve Allah’tan başka ibadet edileni inkâr ederse,
işte onun malı ve kanı haram kılınmıştır. Hesabı ise Allah’a aittir.”
“Allah’tan başka ibadet edileni inkâr ederse” sözü nefyin te’kidi içindir ve
ancak bununla kanı ve malı masum olur. Ama şüphe eder veya tereddüt
ederse kanı ve malı masum değildir. İşte bu hususlar tevhidin tamamıdır257.
Çünkü la ilahe illallah hadislerde ağır kayıtlarla belirlenmiştir. İlim, ihlas,
sıdk, yakin ve şekkin yokluğu. Kişi ancak bunların hepsinin bir arada
addetmiştir çünkü Allah (azze ve celle) tekfir etmiştir. Fakat burada tekfirden kasıt, ya
tekfirin manasıdır veya ehlinden verilmiş şer’î tekfire tabi olmaktır. Bunu destekleyen
İmam’ın sözü aşağıda gelecek inşallah. 242 nolu dipnota bak.
249 Kast ettiği dedesidir.
250 Yani ancak sayılanlarla tevhid tam ve kâmil olur. Fakat daha önce dediğim gibi bir şeyin
kâmili ve tamı asli unsurlarını da kapsar, fer’i unsurlarını da kapsar. Aslın düşmesiyle
şey de yok olur. Fakat vacibin düşmesiyle asıl yok olmaz. Binaenaleyh, şey de yok olmaz. Tekâmülattan olanın düşmesiyle ise ne asıl yok olur ve ne de vacip olan. Şu hâlde
İmam Muhammed (rahimehullah)’ın bu sözlerinde tarif ettiği tevhidin tamıdır, kâmilidir. Aslen var olması için şartları değil.
251 Et-Tevbe Sûresi 5.ayet
252 El-Enfal Sûresi 39.ayet
253 242 nolu dipnota bak.
254 İmanın mutlak sıhhat şartı değildir. Ancak muteber şer’î tekfir hükmünden sonra imanın gerektirdiği olabilir.
255 La ilahe illallah kelimesinin manası.
256 Yani bahsettiği tekfir alelıtlak imanın tamamındandır, aslından değil.
257Şeyh (rahimehullah)’ın kullandığı ifadelere dikkat et! Onun ve dedesinin saydığı şeylerin
toplamıyla tevhid tam olur. Fakat tamın nefyi zorunlu olarak küllün yokluğunu gerektirmez. Kemalin veya lazımın yokluğu tamın mutlak varlığını kaldırır ama aslına zarar
vermez.
Tekfirin Hakikati
olmasıyla muvahhid258 olur. Ve itikad etmesi, kabul etmesi, sevmesi, bunun
için düşman ve dost olması.259 İşte şeyhimizin zikrettiğinin toplumuyla bu
hâsıl oluyor. Sonra (rahimehullah) şöyle diyor: “Buna260 muhalefet edenler
birkaç türdür261… İnsanlardan bazıları bir tek Allah’a ibadet ederler ve şirki inkâr etmezler ve ehline düşmanlık etmezler.” Ben derim: Şu malumdur
ki şirki inkâr etmeyen tevhidi tanımamıştır ve yerine getirmemiştir.262 Zira
şunu artık bildin: Tevhid ancak şirkin nefyi ve ayette zikredildiği hâl üzere
tağutu inkâr ile hâsıl olur.263 Sonra (rahimehullah) şöyle diyor: “Ve bazıları
müşriklere düşmanlık eder ama tekfir etmez.” Bu tür de la ilahe illallah’ın
delalet ettiğini yerine getirmemiştir. Bu kelimenin delaleti şirkin nefyi ve iktizası olan failini tekfir etmektir. İcma ile beyandan sonra.264 Bu İhlas Sûre258Şeyh (rahimehullah)’ın saydığı kayıtların varlığıyla kişi hakiki muvahhid olur fakat zahiren kişinin muvahhid olarak bilinmesi zahiren şirk koşmamasına bağlıdır. Bununla
beraber batinen şirk sahibiyse hakikaten müşriktir.
259 Dost ve düşmanlık muhakkak kişinin dinini açığa çıkaran bir unsurdur. Fakat bunu
mutlak görmek yanlış olur, zira kişide ikrah, takiyye veya muteber tevil durumu varid
olabilir. Bunun için, kim bizle beraberse dostumuzdur ve Müslümandır. Ve kim bizle
beraber değilse düşmanımızdır ve kâfirdir, demek muhakkak yanlıştır.
260 Yani dinin aslı ve temeli olan iki emre.
261 Evet! İnsanlar tek tip değildir. Sıfatlarına ve hâllerine göre taalluk eden hükümler
değişir. Bu çok önemli bir husustur. İnsanlarda değişmez olan asıl farklılıktır. Buna binaen insanlara taalluk eden hükümler de farklılık gösterecektir. Ancak bazı insanlar
belirli konularda ittifak etmişler ve o konu üzere bir topluluk oluşturmuşlarsa o zaman
o konuya taalluk eden hüküm o topluluğa da taalluk eder. Hüküm kat’iyse topluluğun
hükmü de kat’i olur. İhtilaflıysa topluluğun hükmü de ihtilaflı olur.
262 Dikkat et! Bak Şeyh (rahimehullah) tevhidin nefyini nasıl şirki inkâr etmenin yokluğuna
bağladı.
263 Burada şeyh (rahimehullah) tevhidin aslından bahsediyor.
264 İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın bu ifadesinden yukarıdan beri gerekli
gördüğü tekfirle kastettiği beyandan sonra, yani hüccet ikamesinden sonra kaim olan
şer’î hüküm mahiyetinde tekfir olduğunu anlıyoruz. Hüccet ikamesi, yani burada faile
şirkini ve şirkin haramlığını beyan etmek icma ile sabittir diyor. Hüccet ikamesinden
önce tekfir eden icmaen Ehl-i Sünnet’e muhalif olur. Tabii ki icmaen sabittir derken,
halkın icmasıyla değil, ulemanın icmasıyla kastediyor. Zira halk din işlerinde ulemaya tabiidir. Halkın icma ettiğini farz etsek bile halkın icması muteber değildir çünkü
ictihad ehli değildir. Şer’an muteber olan ictihad ehli ulemanın icmasıdır. El-mühim,
elbette burada Şeyh (rahimehullah) halka usûlsüz bir tekfiri gerekli görmüyor, bilakis
ulemanın tekfirde icma ettiğinden ötürü halka tekfirde ulemanın icmasına tabi olmayı
gerekli görüyor. Zira Şeyh’in dedesinin bu sözlerini şerh ettiği zaman artık tevhid
davası ilk İslam Devleti’nde meyve vermiş fakat Mısırlı Osmanlı orduları tarafından
yıkılmış ve sonra da ikinci devlette tekrar canlanmış ve iktidar olmuştur. Bu zaman
süreci içinde bölgede ciddi ve çok kapsamlı davet çalışması yapılmış ve hüccet bölgenin
dört bir yanına ulaştırılmıştır. Tevhidin açık ve net ikame edilmiş ve şer’î ahkâmın
kayıtsız ve şartsız iktidar olmuş olmasına rağmen tevhid ve şeriata muhalif olanları
davetin uleması icmaen tekfir etmiştir. Ulemanın söz konusu muhaliflere şer’an küfür
hükmünü vermeleriyle halka da bu küfür nispetini gerekli görmüşlerdir. Lakin tehvid
davası açık ve net olmadan ve heryere ulaşmadan ne tekfir etmişlerdir ve ne de halka
141
142 Tarık Ebu Abdullah
si ve “Kul ya eyyuhe’l-kafirun” sûresinin içerdiğidir. Mumtehine Sûresi’nin
“Sizi inkâr ettik” ayeti de böyledir. Ve her kim Kur’an’ın inkâr ettiğini inkâr
etmezse Rasûlün getirdiği tevhide ve gereklilerine muhalif olmuştur265… Ve
(rahimehullah) şöyle diyor: “Ve bazıları- bu en tehlikelitürüdür- tevhid üzere
amel ediyor ama kadrini bilmiyor ve tevhidi terk edene buğz etmiyor ve tekfir
de etmiyor.” (rahimehullah) “Bu en tehlikeli türdür” demiştir çünkü yaptığının
kadrini bilmiyor ve tevhidinin sıhhatini sağlayacak ağır ama zorunlu kayıtları yerine getirmiyor. Zira tevhidin şirkin nefyini ve ondan teberri etmeyi
ve ehline düşman olmayı ve onlara hücceti ikame etmekle beraber tekfir etmeyi iktiza ettiğini öğrendin266… Vuku bulmuş bir mesele kaldı. O da Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’ın bazı zikrettiği sebeplerden ötürü
başlangıçta muayyen tekfirde durmuş olduğunu ifade eden sözüdür. Bu sebepler onun hüccet ikamesinden önce tekfirde durmasını gerektirmiştir.267
(rahimehullah)268 şöyle diyor: “Biz şunları zorunlu olarak biliyoruz: Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç kimse için ölülerden birine, ne Nebilere ne salihlere
ve ne de başkalarına, ne istiğase adı altında ve ne de başka bir adla dua
etmeyi teşri etmemiştir. Ve bunun gibi ümmetine ölü için veya ölüye doğru secde etmeyi de teşri etmemiştir. Ve buna benzer diğer şeyler. Aksine biz
biliyoruz ki o (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün bu işlerden nehyetmiştir. Ve biliyoruz ki bu işler Allah ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haram kıldığı
şirktendir. Lakin sonrakilerin çoğunda cehaletin galip gelmesi ve risaletin
eserlerine ilişkin ilmin azlığı sebebiyle bu tür şeyler sebebiyle muhalif oldukları hususlarda Rasûlün getirdiklerini beyan edinceye kadar tekfirleri mümkün değildir269.” Burada İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)ın sözü bitiyor.
265
266
267
268
269
tekfiri gerekli görmüşlerdir. Ancak mutlak manada tekfirin, ihlas kelimesinin tamamı, lazımı ve muktezası olduğunu söylemişlerdir. Bunu Şeyh Abdurrahman (rahimehullah)’ın bu yazının sonunda dedesi hakkında söyledikleri sözleri ispat ediyor. Orada
şöyle diyor: “Aynısı davetin başlangıç zamanlarında Şeyhimiz Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın başına da gelmiştir. Onların Zeyd bin Hattab’a dua ettiklerini
işittiğinde “Allah, Zeyd’den daha hayırlıdır” derdi. Maslahatı gözeterek, yumuşak sözle
ve nefret ettirmeden şirkin nefyini alıştırmak için böyle yapardı”
Zira bu dinde kat’iyen sabittir. Ve dinin kat’iyetine muhalefet icmaen küfürdür.
Hüccet ikamesiyle beraber tekfir şer’î tekfir hükmüdür.
Yani tekfir etmemiştir.
Kastettiği İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’dır.
Buna dikkat et! İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) hüccetin halk indinde var olmasına rağmen cehaletin galip gelmesinden ve hücceti ulaştırabilecek ilim ehlinin olmayışından dolayı tekfiri mümkün görmemiştir.
Tekfirin Hakikati
Ben derim ki:270 (rahimehullah) küfrü ıtlak etmeyi -özellikle muayyen şahsaengelleyen ve tekfirde durmasını gerekli kılan sebepleri zikretmiştir. Beyan
edilmesi ve ısrar edilmesi hariç.271 Bundan dolayı o tek başına bir ümmet
oldu. Çünkü âlimlerden bazıları onu insanları ibadette şirk işlemekten nehyettiği için tekfir ettiler. Ve bu yüzden onlara dediğinin misliyle muamele
etmesi mümkün olmadı. Aynısı davetin başlangıç zamanlarında Şeyhimiz
Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın başına da gelmiştir. Onların
Zeyd bin Hattab’a dua ettiklerini işittiğinde “Allah, Zeyd’den daha hayırlıdır”
derdi. Maslahatı gözeterek, yumuşak sözle ve nefret ettirmeden şirkin nefyini alıştırmak için böyle yapardı.272 Allah Subhanehu en iyi bilir.”273 İmam
Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın sözleri burada bitiyor.
Âllame Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın bu açıklamalarından sonra İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın tağutu tekfirin sıfatında saydığı ehlini tekfir etmek İslam’ın sıhhat şartı değil, lazımı olduğunu artık anladın. Şer’î tekfir hükmünün halk
üzerinde de lazım olması için ulema indinde icmaen sabit olması
gerektiğini ve ulemanın halkı tekfirle yükümlü tutması gerektiğini
de anladın. Ancak bu durumda halktan birisinin küfrü icma ila sabit
olmuş274 bir kâfiri tekfir etmemesi (o muayyen şahsı küfre nispet etmemesi) hâlinde İslam’ının lazımlarından birisini yerine getirmemiş
olur ve durumuna göre hüküm alır.275 Ama aslen halktan birisinin
270 İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah).
271 Yani muayyene veya muayyen hükmünde topluluğa hüccet ikame edilmiş ve beyan
edilmişse tekfir mümkündür. Pekâlâ, hüccet ikamesi nedir? Ciddi ihtisar ile ifade edecek olursak kat’i ve zahir meselelerde şer’î delilin ulaştırılması ve nazari ve hafi meselelerde ilim ehli tarafından şüphenin izalesidir.
272 Yani İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah) tevhid davetinin başlangıç
zamanlarında tevhid muhaliflerini şer’î hüküm mahiyetinde tekfir etmezdi. Çünkü
Nebevi davette asıl olan yumuşaklık ve sevdirmektir, sertlik ve nefret ettirmek değil.
Ayrıca henüz şartlar oluşmamıştı ve maniler de kalkmamıştı. Ancak uzun ve şefkatli
bir davet çalışmasından sonra tüm itirazlara cevap verilmiş ve şüpheler giderilmişti ve
halen tevhide ve şeriata muhalefet edenler üzerinde hüccet kaim olmuştu ve bununla
beraber de küfürleri.
273 Ed-Dureru’s-Seniyye, 2.cüz/202- 211.sayfalardan iktibas. (Yayınevi yok, altıncı baskı
h.1417)
274 Bu tekfir hükmü kat’i icmaya dayanırsa küfür nispeti kat’i olur ve nispet etmeyenin
imanı aslından bozulur. Ancak ben –nasslarda zikredilenler hariç- tekfiri kat’i icmayla
sabit olan fert veya topluluklar bilmiyorum. Fakat sukuti icmayla tekfirleri sabit olan
çok fert ve topluluklar var.
275 İcmanın kat’i olması için batıdan doğuya kadar var olan asrın bütün ictihad ehli ul-
143
144 Tarık Ebu Abdullah
İslam’ının sahih olması için müşrikleri muayyen tekfir etmesini şart
koşmak İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın sözüyle
murad ettiği değildir.
eması söz konusu muayyen meselede seraheten, yani sözle beyan ederek veya amel
ederek veya bazıları sözle beyan ederek ve bazıları amel ederek ittifak etmiş olmaları
gerekir. Ayrıca Kur’an’dan veya Sünnet’ten bir nassa mesned olması gerekir. Bu şartlar
altında var olmuş olan icma kat’iyet ifade eder ve inkârı küfür olur. Bunun varlığı mümkün müdür değil midir? Bu sorunun cevabı sahabe (radıyallahu anhu)m’dan sonrası için
bugüne kadar ulema arasında tartışılır. Bu icmanın tahkiki ve sübutu kendi başına bir
sıkıntıdır. Fakat dinde zorunlu bilinmesi gereken meseleler hakkında kat’i icma sabit
olmuştur. Şu hâlde gerçekleşmesi muhakkak mümkündür. Lakin bir bölgedeki müctehidlerin istisnasız falanın veya falanların tekfirinde icma ettiklerine farz etsek yine de
ıcma kat’i olmaz çünkü bölge dışındaki müctehidlerin ittifak etmeleri muhtemeldir.
Bölgede oluşmuş icmanın diğer müctehidler tarafından kabulü de mümkündür, inkârı
da mümkündür. Diğer müctehidlerin inkârı malum olmazsa hâsıl olan icmaya sükûti
veya zanni icma denilir. Lakin inkâr edildiği meşhur olmasa bile ulema sukuti icmanın
icma olarak muteber olabilmesi için üzerinden belirli bir vaktin geçmesini şart koşarlar.
Bu vakti bazı âlimler icma etmiş ve muasir sükût etmiş müctehidlerin vefat etmeleriyle takdir etmişler. Önemli olan sükûti icmanın intişar edebilmesi ve her müctehide
ulaşabilecek kadar bir vaktin geçmesidir. Böyle bir vaktin geçmesinden sonra muteber icma ve hüccet olur. Fakat hüccet gücü nasstan ve kat’i icmadan sonra gelir. Ama
aynı asırda veya bütün dünya müctehidlerine ulaşması mümkün olan bir vaktin içinde
bölge müctehidlerinin ittifak ettikleri hususa muhalif olan müctehid veya müctehidler
malum olursa aslen icma hâsıl olmaz.
İcma konusu ayrıntıları ve ihtilafları çok olan bir konudur, bunun için bundan fazlasına girmek istemiyorum ama doğru anlaşılması için sözümün biraz daha açılmaya
muhtaç olduğunu düşünüyorum. Necidli davet imamları rahimehumullahu ecmain
kendi zamanlarında ve bölgelerinde tevhid ve şeriat muhaliflerin tekfirini (kâfirlik nispetini) halk için vacip görüyorlardı. Mücerred tekfir etmeyenleri hem tevhidin vacibini
hem de şer’an vacip olanı terk edenler olarak kâmil tevhidini bozmuş ama aslını korumuş asiler olarak görüyorlardı. Tekfir etmemekle beraber muhalifleri destekleyenleri
de tekfir ediyorlardı. Bunun başlıca dayanakları şunlardı: Bir: Tevhid ve şeriat muhaliflerinin kat’i nassla müşrik olmaları. İki: Bu durumda hâsıl olan tekfirin kat’i olması.
Üç: Bu hususta kendi aralarında icmanın var olması. Dört: Muteber tüm özürlerini
giderecek kifayette davet çalışması yapılmış olması ve hüccetin bölge itibariyle kaim
olmuş olması. Beş: Tevhid ve şeriat emirliğinin ikame edilmiş ve faaliyette olması. Altı:
Bu emirliği kasteden ordunun müşrik mürted bir ordu olması. Yedi: Dolayısıyla Mısırlı
Osmanlı ordusunu destekleyenler Müslümanlara zarar vermek üzere kâfirle birleşmiş
olmaları.
Bu ve belki başka sebeplerden ötürü necid davet imamları Mısırlı Osmanlı ordusunu ve askerlerini ve destekçilerini tekfir etmeyi halka vacip görüyorlardı. Bu hüküm
kendi aralarında şüphesiz muttefekunaleyh’di, lakin bu hükümlerine muhalif olan
müctehidler de vardı. Dolayısıyla şüphesiz icma varid olmamıştır. Kendi aralarındaki
ittifak kat’i icma olmaz ve sukuti icma da olmaz. Dolayısıyla halka vacip gördükleri
tekfir icmaya mesned değil, bölgedeki taklit mercileri, şer’î emirlik ve kadılık makamı
kendilerinde olmasına mesned idi. Allah-u Âlem. Fakat yerli müşriklere veya Mısırlı
Osmanlı ordusuna devlete ve ahalisine karşı destek verenleri tekfir etmeyenleri İslam
milletinden ihrac ediyorlardı, zira bu dinde kat’i olan vela ve bera’nın ihlalidir. Allah-u
âlem.
Tekfirin Hakikati
Ve yine Necidli davet imamlarından bir başkası, İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın sözlerini getirdikten sonra yaptığı açıklaması dediğimi destekliyor. O Âllame, tevhid davasının meşhurlarından ve imamlarından, Necidli tevhid davasının ikinci İmamı Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın en gözde talebelerinden
Hamed bin Atik (rahimehullah)’tır (Vefat H: 1301). Âllame Hamed bin
Atik (rahimehullah), Abdullah bin Huseyn adlı kişiye yazdığı mektupta
onun bazı bölge halklarının namazdan ve camiden engellememeleriyle dinlerini izhar etmiş olmaları şüphesini şiddetle reddediyor
ve sonra İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın İslam
Dini’nin aslı ve temeli iki emirdir, sözünü getiriyor ve şöyle diyor:
“Necid davasının imamının dediği gibi: Birinci emir sadece şeriki olmayan
Allah’a ibadet etmeyi emretmek, buna teşvik etmek, bunun için dost olmak
ve bunu terk edeni tekfir etmektir. Ve ikinci emir Allah’a ibadette yapılan
şirkten korkutarak uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık
yapmak ve bu şirki işleyeni tekfir etmektir.” İşte dini izhar etmek budur ey
Abdullah bin Huseyn.”276
Dini izhar etmek doğrudan kudret ile bağlantılıdır. Yani “Sadece
şeriki olmayan Allah’a ibadet etmeyi emretmek, buna teşvik etmek, bunun
için dostluk kurmak ve bunu terk edeni tekfir etmek” buna muktedir olan
için gerekli olur; fakat bir kişinin hakiki İslam’ına ancak bu hususların varlığıyla hükmederiz demek, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve
sellem)’in getirdiklerine muhalefet olur. Zira o (sallallahu aleyhi ve alihi ve
sellem) kişide buğzun varlığını imanın en zayıfı da olsa iman olarak
kabul etmiştir. Buğz ise kalbin amelidir. Bu buğzun lazımı zahiren
dil ile inkâr etmesidir muhakkak. Ve gücü yetiyorsa el ile izale etmesidir. Ama tekfir etmeyi imanın sıhhati için şart koşmak, eğer tekfirden kastedilen şer’î hüküm mahiyetinde tekfir ise -ki iddia sahibi
bunu kastediyor- o zaman bu kişinin şahsa küfür hükmünü vermeyi
ve ya kişiden küfrü dil veya eliyle izale etmeyi veya da kişiyi izale
etmeyi şart koşmak olur ki bu el ile münkeri izaleyi imanın sıhhati
için şart koşmak olur. Bu da gördüğün gibi Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in şart koşmadığını şart koşmak olur.
276 Ed-Dureru’s-Seniyye, 12.cüz/472.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)
145
146 Tarık Ebu Abdullah
Velhasıl, Âllame Hamed bin Atik (rahimehullah)’ın sözünden de anladın ki, İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın saydığı
sıfatlar tevhidin tamamıdır, aslı değil.
Şu yanlış anlaşılmasın. Ben demiyorum ki kimse kâfiri tekfir etmesin, eliyle küfrünü ve kendisini izale etmesin. Allah kalplere bakar. Buğz etmeniz kâfidir. Bırakın onların dini onların olsun, sizin
dininiz de sizin olsun. Allah korusun, hayır! Bunu demiş olsaydım
onların kanlarını kastetmiş olmazdım.
Lakin bir kişinin İslam’ına hükmetmek için Şari’nin şart koşmadığı bir şeyi şart koşmaya itiraz ediyorum. Muhakkak ki tevhidini
aslıyla, lazımlarıyla ve tamamlayıcı unsurlarıyla toplayan en faziletli,
Allah katında en değerli olandır. Fakat bu ümmette nefsine zulüm
edenler de var. Tevhidin lazımlarını ve tamamlayıcı unsurlarını terk
ediyor ama tevhidin aslını bozacak bir nakızı yok. Böyle bir kişinin
tevhidini tamamen yok sayarsan haksızlık etmiş olmazmısın? Belki
terkinden ötürü Rabbi onu cezalandıracak belki de bizim bilmediğimiz sebeplerden ötürü affedecek ama her hâlde ebedi cehennem
ehlinden olmayacaktır. Zira Rabbine eş koşmamıştır. Pekâlâ, sen onu
ebedi cehennemlik yaptığında önce kendi nefsine ve sonra nefsine
karşı zalim olan kardeşine zulmetmiş olmaz mısın? Aranızdaki fark
ne olacak? Şeriat sahibinin daraltmadığı alanları sen daraltırsan,
bir gün sende o dar alanda yer bulamayacağından emin olabilirsin.
Bu ümmette sabikunlar da vardır, muktesitler de vardır, zalimun
li nefsihi olanlar da vardır. Üç kısım da İslam ümmetindendir. Bu
ümmetin tamamını sadece sabikunlardan olma şartıyla kabul edeceksen sağlıklı tasavvur, idrak ve icra yeteneğini yitirmişsin derim
ve ey Müslüman, seni senden iyi bilen Rabbinin sözüne kulak ver
derim: “Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de
Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir. İşte bu büyük lütfun ta
kendisidir.”277
277 Fatir Sûresi 32.ayet
Tekfirin Hakikati
El-hulasa, iddia sahibinin şer’î hüküm mahiyetinde tekfiri zahiri
veya hakiki İslam için şart getirmesi ne delil gösterdiği ayetle ve ne
de şahit olarak getirdiği âlim sözüyle ispat edilecek bir dava değildir. Zira şart, şeyin varlığı için haricinde zorunlu olandır. Fakat şer’î
tekfir hükmü umumen ictihad ehli ulema için zorunludur. Halk için
değil. Şu hâlde bilumum ümmet için tekfiri şart göstermek rüştten
sapmadır. Ümmetin bilumum münkeri tağyir mevzusunda hakiki
İslam’ı için zatında zorunlu olan (rükün) kalp ile inkârdır ve zahiri İslam’ı için muktezası olan dil ile inkârdır. Ancak hususi hâllerde
ictihad ehli ulema tarafından icmaen verilmiş tekfir hükmünün infazı halka vacip olabilir. Zira ictihad ehli ulemanın278 icma etmesiyle
tekfir şer’an sabit olmuştur.279 Bu hususi durumda halktan birisinin
ulemanın tekfirini kat’iyen vacip280 gördüğü şahsı tekfir etmekten
imtina etmesi muhakkak onun dininin aslına zarar verecektir. Fakat
bu durumun ayrıntıları281 bu risalenin konusu değildir.
Üçüncü şüphe
Denilse ki: “Her mevzuda tekfir sadece ilim ehline aittir. Avamın
umumen tekfirde nasibi yoktur.”
Derim ki: Bu sözde alelıtlak doğru değildir. Çünkü dinde kat’i
olan şeyler vardır ve nazari olanlar vardır. Kat’i olanlarda alelıtlak
her Müslüman âlimdir. Zira şeriat sahibi kat’i mevzuları istinbate
278 Şu zamanda hakkın garipliği ne kadar artmış ki adeta her sözde şunu kastediyorum,
şunu kastetmiyorum demen gerekiyor. Aslında kendi özünde ispata ve izaha ihtiyaç
duymayan sözler vardır. Mesela ictihad ehli ulema sözü böyledir. Elbette ictihad ehli bir
âlim birincisi müslüman olacak ve ikincisi müctehid mertebesinde olacak. Müslüman
değilse veya müslüman lakin talebeyse kendi aralarındaki ittifakları icma olmaz veya
var olan icmayı bozmaz. Mesela şu zamanda İslam halkı arasında- Arap veya Türk veya
başkası- meşhur olmuş birçok müftüler var. Kimisi Müslüman değil, hatta bunların
arasında zındıklar var. Kimisi her konuda muteber değil çünkü bulunduğu makam
fetvalarına yön veriyor. Kimisinden istifta caiz değil çünkü fıskı veya bid’atı zahir. Ve
kimisi âlim değil, bilakis bir iki yıllık ilim talebesi. Elbette ne böylelerinin icması olur
ne de böyleleri icma bozar. Fakat ulema ilmin en önemli dallarından cerh ve ta’dil ilmini
terk edince zındık mehdi olur, sapık efendi hazretleri olur, devletçi selefi olur ve talebe
Şeyhu’l-İslam olur.
279 Bu icmanın mesnedi ya sarih (kat’i) icma veya sükûti (zanni) icma olabilir. Her iki
hâlde de icma hüccettir ve şer’î hükme delil olur.
280 Bu durumda icma kat’i olmak zorundadır.
281 Kâfiri tekfir etmeyen kâfirdir mevzusu.
147
148 Tarık Ebu Abdullah
mahal bırakmadan apaçık beyan etmiştir. Lakin nazari mevzular
istinbat ehline mahsustur. Bunun için Muhyiddin Ebu Zekeriyya
en-Nevevi (rahimehullah) (Vefat H: 676) şöyle demiştir: “Emir ve nehiyler konusunda ancak âlim olan emreder ve nehyeder. Bu da duruma göre
değişir. Eğer namaz, oruç, zina, içki ve benzerleri zahir vaciplerden ve
meşhur haramlardan ise, bunlarda her müslüman âlimdir. Ama dakik ve
ictihada taalluk eden fiil ve sözlerden ise, bunlara avamın dâhil olma durumu da yoktur inkâr etme durumu da yoktur. Bilakis bu mevzular âlimlere
mahsustur.”282283 Tekfir de böyledir. Allah (azze ve celle)’nin tasrih ettiği
vardır. Bu türe kat’i tekfir dedik ve muhtemel olanı vardır; buna da
nazari tekfir dedik. Her iki hâlde de şerî’ hüküm olması hasebiyle
ulemaya mahsustur dedik. Fakat manası itibariyle Allah (azze ve celle)’nin tasrih ettiği kâfiri tekfir etmekle halk da mükelleftir. Bu manada halktan tekfiri umumen nefyeden imanın sıhhat şartlarından
olan inkârı ve muktezasını da nefyetmiş olur ki bu Ehl-i Sünnet’in
akidesi değildir. Bu mevzu yukarıda yeterince işlendiği için burada
bu kadarıyla yetiniyorum.284
282 Adeta aynı sözlerle Şeyh Ali bin Hudayr (Rabbim onu korusun ve esaretten kurtarsın) takriben 800 yıl sonra muayyen tekfir mevzusunda fetva vermiştir. Kendisine “muayyen
tekfir kime caizdir? Sıradan bir kişi kendisinden açık ve sarih küfür sadır olanı tekfir
edebilir mi? Özellikle bu kişi tekfir ahkâmını ve muteber manilerini idrak etmişse. Yoksa, hayır yapma! Bırak, bunu kadı veya müftü veya metbu âlim yapsın mı denilmesi
gerekir?” diye sorulduğunda şöyle cevap veriyor: “Senin dediğin gibi, sıradan insan
tekfir ahkâmını ve muteber manilerini idrak etmiş ise tekfir edebilir. Nebi (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in zamanından hâli hazıra kadar bu böyle yapılmıştır. Ama bunlar hakkında marifet sahibi olmayana tekfire yaklaşmak caiz değildir. Zira hadiste "Bir adam
kardeşine hitaben“Ey kâfir dediği zaman, ikisinden biri bu sıfatla dönmüş olur" buyurmuştur. Tekfir kadı’nın veya müftünün veya metbu âlimin hususiyetlerinden değildir.
Bu yanlıştır.”
Şeyhimiz Ali bin Hudayr’ın (Rabbim onu korusun ve esaretten kurtarsın) bu fetvası bu
risalenin içeriğine zahiren muhalif görünse de hakikatte değildir. Çünkü Şeyh’in itiraz
ettiği bilumum tekfir bahsini ulemaya hasretmektir. Şeyh’in ispat ettiği ise muayyen
kat’i tekfirin kişi ıstılahta âlim olmasa da caiz olacağıdır, eğer tekfir ahkâmını ve muteber manilerini idrak etmişse. İdrak ise bir şeyi en özel sıfatlarıyla ilmen kuşatmaktır.
Ve daha sonra “ama bunlar hakkında marifet sahibi olmayana tekfire yaklaşmak caiz
değildir” diyor. Marifet ise bir şeyi başkasından temyiz edecek zati hususiyetleriyle
(rükünleriyle) bilmektir. Yani her ne kadar burada sıradan insan dese de tarif ettiği
sıradan insan değildir, bilakis en azından ilerlemiş seviyede ilim talebesidir. Böyle
olmayana Şeyh, bırak tekfir fetvasını vermeyi tekfirin yanına bile yaklaşmasın, diyor.
Ayrıca sorulan küfrün türü de açık ve sarih olan küfürdür, ictihada mahal olan küfür
değil.
283 El-Minhac-u Şerh-u Sahih-i Müslim, 1.cüz/131.sayfa. (Dar-u İhyai’t-Turasi’l-Arabi,
ikinci baskı h.1392)
284 Şeyh Ali bin Hudayr (hafizahullah) için belki bazıları “Zaten tekfircilerin şeyhidir. O
Tekfirin Hakikati
Fasıl
Tekfir etmemekte şer’î hükümdür
Şahsı küfre nispet etmek (tekfir) nasıl şer’î hüküm ise şahsı İslam’a nispet etmemek de şer’î hükümdür. Ancak şu var ki Şari’ şahsın
İslam’ına hükmedilmesini kolaylaştırmış ama küfrüne hükmedilmesini zorlaştırmıştır. Meçhul kişinin ben Müslümanım veya bu manada bir ifadeyi İslam’ına hükmetmek için yeterli görmüşken, İslam’ı
sabit olan kişinin küfrüne hükmetmek için hâlinin araştırılmasını
ve küfür hükmünü ondan def edecek manilerin değerlendirilmesini;
ancak küfür hükmünü engelleyecek mani olmadığı halde küfür hükmünü vermeyi uygun bulmuş. Bununla beraber şahsın ne ona ve ne
buna nispetsiz olmasını da muhal kılmıştır.“Sizi yaratan O dur, öyle
iken içinizden kiminiz kâfir ve kiminiz de mü’mindir.”285
Bu konuda aslın istishabı ancak dinini ifade etmeye bedensel
veya varlıksal sebeplerden ötürü muktedir olmayan için söz konusu
olabilir. Dillenmemiş çocuk gibi veya hafızasını kaybetmiş, bilinmeyen yetişken gibi. İlkine İslam hükmü verilir çünkü aslen İslam fıtratı
üzeredir. İkincisine de tebeiyye yoluyla hüküm verilir. Fakat bunun
dışında kendi dinini kavlen veya amelen ifade edebilecek kişide ne
İslam asıl olandır ve ne de küfür. Kavlen veya amelen neyi izhar ediyorsa onun hükmünü alır. İslam’ı izhar ediyorsa İslam hükmünü alır,
küfrü izhar ediyorsa küfür hükmünü alır. İslam ve küfrü286 beraber
caiz görmeyecek de kim görecek?” gibi sözler sarf edebilir. Bunun için tağut Suud Devleti’nde görev almış ve tekfircilikle itham edilmeyen, aksine Suud idaresinde ve idareye
iyi gözle bakan çevrelerde makbul olan Şeyh Salih bin Abdilaziz ali’ş-Şeyh’in konuyla
alakalı cevabını da buraya ekledim. Şeyh Salih bin Abdilaziz ali’ş-Şeyh’e “Birileri hiç
kimseyi tekfir etmiyor. Tekfiri yalnız âlimlere ve kadılara sınırlı kılıyorlar” denildiğinde
şöyle diyor: “Yani hüccet ikamesine ihtiyaç duyulan meselelerde, evet. Lakin dinde zorunlu olarak bilinmesi gerekenler, mesela birisi, müslümanlardan birisine içki helaldır,
dese onu tekfir eder. Çünkü bu mesele istidlale ihtiyaç duymaz. Bu (içkinin haramlığı) dinde zorunlu olarak bilinen bir şeydir. Ama hafi meselelere, yani nadir meselelere veya hüccet ikamesine ihtiyaç duyulan meselelere gelince, şüphenin izalesi gerekli
olduğundan muhakkak şüpheyi kaldıracak veya hükmedecek âlim zorunludur.” (Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, Salih bin Abdulaziz ali’ş-şeyh, sorular kısmı, 10.soru (Kaynak:
el-Mektebetu’ş-Şamile))
285 Et-Teğabun Sûresi 2.ayet
286 Bazıları bu sözümden kendi hevalarına göre bir şeyler çıkarmamaları için diyorum ki,
burada kasıt; sarih, bivah, ihtimalsiz, kastın tahkikine mahal olmayan küfür.
149
150 Tarık Ebu Abdullah
izhar ediyorsa küfür hükmünü alır, zira iki zıt aynı zamanda bir arada olamazlar. Hem İslam ve hem de küfrü izhar eden, Kitabın bir kısmına iman eden ve bir kısmını inkâr eden gibidir. Hevasına uygun
olan kısmı tatbik ediyor ve hevasının hilafına olanı terk ediyor. Muhakkak bu davranış küfürdür. “Yoksa siz, Kitabın bir kısmına iman
edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başkası değildir.
Kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.
Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. İşte bunlar ahireti verip dünya hayatını satın alanlardır. Bundan dolayı azapları hafifletilmez
ve kendilerine yardım edilmez.”287
Ama bazı kişiler meşru tekfiri mutlak bir cinayet olarak ve alelıtlak tekfir etmemeyi ilim, irfan ve fazilet, hayır olmazsa sonu hidayetten men ve hüsran olan en lüzumlu bir ibadet olarak iddia ediyorlar.
Bunların eskilerden Cehm bin Safvan, el-Cad bin Dirhem gibilerinden başka hangi öncüleri vardır?
Bu taifenin rüştten ve müstakim yoldan sapmaları anlaşılabilirken, tevhid savaşçıları olan ve münkeri izale etmek ve marufu emretmek fiilini bilfiil gerçekleştiren cihad ehli arasında da bu görüşün uzantılarının varlığı anlaşılır gibi değil. Hâlbuki tekfirin manası
(yani inkâr) tevhidin iki rüknü olan nefiy ve ispatın ilki değil midir?
Tekfirin manası (inkâr) dinin aslından değil midir? Ve şer’î hüküm
olarak uyguladığımız tekfir İslam ceza hukukundan değil midir? İslam’ın emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-munker aslının tenfizi değil midir? Ve cihad fi sebilillah’ın gayesi tevhidin ikamesi, nefyin ve ispatın
tatbiki ve münkeri ve münker sahibinin izalesi değil midir? Cihadın dayandığı şer’î hükümlerden birisi tekfir değil midir? Evet denilecek olursa ki zorunlu cevap budur, o hâlde ameli mebni olduğu
hükmü zedelemek akıl işi değildir. Gaye cihad sahasında az da olsa
var olan tekfirde aşırılığa karşı irşaddır denilirse derim ki; hayhay,
pek de isabetli olur. Fakat tekfiri bilumum silmek değil irşat, ifsattır.
Tekfirin sahih akidedeki mühim yerinden hiç bahsetmeden, ayırım
ve tafsilata girmeden sadece alelıtlak tekfirden men etmenin sebebi
287 El-Bakara Sûresi 85 ve 86. ayetler
Tekfirin Hakikati
ancak tekfir bahsinde suu’l-fehim veya suu’l-kast veya ikisi bir arada
olabilir. Tekfirden mutlak men eden bir baksın bakalım Allah (celle ve
âlâ)’nın kelamından ve Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
sünnetinden ve Ehl-i Sünnet ulemasından bu batıl davasına destekçi
bulabilecek mi? Yoksa ona ve onun görüşüne sahip çıkanlar sadece Mürcie Eş’ari, Maturidi veya Sufi bid’atların eski ve yeni öncüleri
veya bu bid’atlardan etkilenmiş olanlar mı olacak? Eskilerden sadece
Cad bin Dirhem ve Cehm bin Safvan gibi selefin kötülediği kişilerin
ve yenilerden de Ali bin Halebi veya Rabi el-Madhali gibi tağutların
Müslümanlara karşı bekçiliğini yapan kişilerin insana imam olması
müslüman için ve hususen bir mücahid için yeterli bir hüsrandır.
Ehl-i Sünnet ulemasından kim tekfiri mutlak nefyetmiş ve nehyetmiş ve yermiş? Sahih tekfir akidesini kaldırmak demek doğrudan
vela ve bera akidesini kaldırmak demek. Dostluk Müslüman için vaciptir, kâfire haramdır. Kâfire düşman olmak vaciptir, Müslümana
haramdır. Pekâlâ, Müslümanı kâfirden ayırt edemezsen kime dost
olacaksın, kime düşman olacaksın? Kimin canı için kendi canını
feda edeceksin ve kimin canını kastedeceksin?
“Biz mutlak olarak tekfire karşı değiliz, Ehl-i Sünnet ulemasının
tayin ettiği kaidelere göre tekfiri biz de savunuyoruz; lakin biz Ehl-i
Sünnetin usulünden uzak, Ehl-i Sünnet ulemasının nazarı altında
olmayan, cahil-cühelaya bırakılmış, fesadı ıslahından çok olan tekfiri reddediyoruz.” derlerse derim ki: Bunu biz de reddediyoruz. Fakat
o zaman neden sadece nefyediyorsunuz ve ispat etmiyorsunuz? Ehl-i
Sünnet’in menheci bu mudur? Ehl-i Sünnet’in menheci, batılı nefyetmek ve aynı zamanda hakkı ispat etmek, münkeri nehyetmek ve
bununla beraber marufu emretmek değil midir? Elbette. Fakat batılı
nefyedip hakkı ispat etmemek ve münkeri nehyedip marufu emretmemek veya hakkı ispat edip batılı nefyetmemek ve marufu emredip
münkeri nehyetmemek bid’at fırkalarının menhecidir. Şu hâlde, eğer
Ehl-i Sünnet iseniz, tekfirin batıl türünü nefyederken hak olan türünü de ispat etmeniz gerekmez mi?
151
152 Tarık Ebu Abdullah
İşte biz tekfirin hak olduğunu, İslam’dan olduğunu ispat ediyoruz.
Fakat mutlak değil. Tekfiri müctehid ulema için ispat ediyoruz ve
halkı tekfirden umumen nehyediyoruz. Bununla beraber muayyen
tekfirin ictihad olduğunu ispat ediyoruz ve ictihadın caiz olmadığı
akide bahsinden olduğunu nefyediyoruz.
İnkârın halk için vacip olduğunu ispat ediyoruz ve şer’î hüküm
olarak tekfiri halk için nefyediyoruz.
Tekfirin ictihad olması hasebiyle ulemanın mutlak ve muayyen
hükümlerde ihtilaf edeceğini ispat ediyoruz ve muayyen tekfir bahsinin dinin ihtilaf kabul etmeyen kat’i meselelerden olduğunu nefyediyoruz.
Sabit tekfir hükmünü alelıtlak ispat ediyoruz ve bu mutlak hükmün her muayyen için de geçerli olduğunu nefyediyoruz.
Kat’i tekfire mevzu olan konularda tekfirin imandan olduğunu
ispat ediyoruz ve nazari tekfirin kişinin İslam’ında kıstas olduğunu
nefyediyoruz.
Tekfir mevzusunun sadece selefin menheci üzere ve selefe marufta tabi olan Ehl-i Sünnet ulemasının nazarı altında alınması gerektiğini ispat ediyoruz ve Mürcie, Eş’ari, Mutezile, Harici ve Rafizi bid’at
fırkalarının menhecinde tekfiri bilumum nefyediyoruz.
Risaleye son vermeden evvel:
Tekfiri kat’i ve zanni olarak taksim etmem yeni bir tekfir cinsini
ihdas etmek değildir. Mevzu bahis olan maddenin fehme takribini
sağlamak için bu isimler ile iki kısma taksim ettim. Buna lügavi ve
şer’î tekfir de diyebilirdik. Yani lügavi hakikatiyle tekfir ve şer’î hakikatiyle tekfir diyebilirdik. Nitekim tekfirin lügavi manalarından biri
ve bizim konumuz olan da budur… Kişiyi küfre nispet etmektir.
Müspet veya menfi nispette bulunmanın hüküm olduğunu yukarıda izah ettim. Müslüman, müşrik, mü’min ve kâfir gibi isimler dinî
Tekfirin Hakikati
isimlerdir ve sadece dinin sahibinden, yani Allah celle celeluhu ve
O’nun emriyle Rasûlü (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’den alınır.
Binaenaleyh, bir kişiyi küfre nispet etmek ancak iki hâl üzere
olur:
Bir: İlahi hükmü nakletmek suretiyle küfre nispet etmek.
İki: İlahi hükümden haber vermek suretiyle küfre nispet etmek.
Birincisi, nasslarda kat’i surette sabit olan tekfiri nakletmekten
ibarettir. Bunun için her Müslüman, ister âlim olsun ister cahil olsun bu tekfiri getirme mecburiyetindedir. Hatta bu tür tekfiri terk
etmesi halinde dinden çıkar, zira kat’i surette sabit olan ilmi inkâr
etmiş olur. Başka bir deyimle Şari’yi yalanlamış olur. Bunun için bu
tür tekfir dinin aslındandır diyebiliriz. Tekfirin nasslarda kat’i surette beyan edilmiş olması ya ismen geçmesidir veya hükme illet olan
vasıfların seraheten beyan edilmiş olmasıyla olur. Mesela Firavun,
Ebu Leheb ve münafıklar gibi ismen veya Yahudi ve Hristiyanlar gibi
vasfen beyan edilmiş olanlar. Veya teşri yapanlar, Allah’ın inzal ettiği
hükümlerle hükmetmeyenler, tağut yolunda savaşanlar veya Allah,
Rasûlü ve ayetleriyle alay edenler gibi vasfen beyan edilmiş olanlar.
İkincisinde ise, nasslar kat’i olmadığından ötürü kat’i bir küfür
nispeti mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür tekfirde istinbat ehli ilahi hükmü zannetme durumundadır. Kendisinde varid şer’î delillere
binaen en azından zannı galiple kanaat etmiş olduğu ilahi hükümden
haber verir. Tabii vardığı bu hükümde isabet etmiş de olabilir, hata
etmiş de olabilir. Dolayısıyla bu tür tekfir ikinci şahsa lazım gelmez
ve dinin aslının varlığında veya yokluğunda müessir değildir. Ayrıca
ictihad konusu olduğu için halka açık değildir. Bu tür tekfirde halkın mükellef olduğu, varlığında, yokluğunda ve tafsilatında menhec
ehli, müstakim ilim ehline tabii olmaktır. Mesela namazın, zekâtın,
orucun ve haccın terki, müslümanı kasten öldürmek, Müslümanın
casusluk yapması veya laik sistemlerde oy kullanmak, askere gitmek
ve çocuğunu laik sistemin okullarında okutmak gibi muasır meseleler gibi.
153
154 Tarık Ebu Abdullah
Şöyle denilebilir: “Bu kitapta şöyle bir tenakuz gördük: Hem halkı
nasslarda kat’i surette tekfiri sabit olmuş olanları tekfir etmekle yükümlü tuttun hem de halkı umumen tekfirden men ettin ve ilim ehli
için tahsis ettin. Bu çelişkili değil midir?”
Buna cevaben derim ki: Evet! Allah (azze ve celle)’nin seraheten tekfir ettiklerini tekfir etmek elbette her müslümanın üzerine vaciptir.
Zira bu semavi haberin tasdik edilmesidir. Semavi haberi tasdik etmeyen, kıble ehlinin ittifakıyla İslam’dan çıkar. Bunda gulatu Mürcie
fırkası hariç hiçbir fırka ihtilaf etmez. Lakin bu şahsı şer’î hakikatiyle
tekfir etmek yine de hüküm verme ehliyetine sahip olanlara mahsustur. Zira şer’î tekfir hükmüne cezai hükümler terettüp eder. Her
ne kadar o şahsı nass kat’i surette tekfir etmiş olsa da ve her müslümanın o şahsı bu manada tekfir etmesi vacip olsa da, hatta tekfir
etmediği takdirde dinden çıksa da, bir mani onun cezalandırılmasını
engelleyebilir.
Mesela Yahudinin veya Hristiyanın tekfir edilmesi kat’idir. Yahudi veya Hristiyanı tekfir etmeyen dinden çıkar. Çünkü Yahudi ve
Hristiyanları tekfir etmeyen Allah (celle ve âlâ)’yı yalanlamış olur. Lakin her Yahudi ve Hristiyanın canı ve malı helal midir? Aslen evet!
Lakin aslı kaldıran maniler varid olabilir ve Yahudi ve Hristiyanın
canı ve malı haram olabilir. Mesela zimmî olabilir veya kendisine bir
Müslüman tarafından eman verilmiş olabilir veya sulh yapılmış olabilir veya meşru emir şer’an muteber ve genel bir maslahattan ötürü
mahdud bir zaman için Yahudi ve Hristiyanları hedef almaktan men
etmiş olabilir. Bu ve buna benzer başka sebeplerden ötürü Yahudi
veya Hristiyanın tekfiri vacip olmasıyla beraber canını ve malını kastetmek müslümana caiz olmaz.
Veya kanun vaz edenin küfrü kat’idir ve ondan teberri etmek her
Müslüman için zorunludur; lakin küfür hükmünün şer’î mahiyetiyle
ferde inzal edilmesinda maniler varif olabilir. Mesela kıble ehli Mürcie itikad mezheplerinden birine müntesip olması sebebiyle veya
bazı din ve ilim adamlarının şüphelerine veya fetvalarına uyması sebebiyle kanun vaz edeni, ondan teberri etmesiyle beraber tesmiyede
Tekfirin Hakikati
tağut olarak veya kâfir olarak isimlendirmeyebilir. Böylesinin şer’an
tekfiri fetva ehline mevkuftur, zira teberri etmesiyle aslen tekfirin
manasını gerçekleştirmiştir ama küfür nispeti kat’i olmasına rağmen
kâfir ismini vermeyerek lâfzen küfür nispetinde bulunmamıştır. Lâfzen kâfir veya tağut dememesi muhakkak şer’î emrin bir ihlalidir
lakin şer’an tekfir edilmesini gerektiren bir ihlal midir, işte bunu hüküm beyan etmeye ehil olan istinbat ehli araştırması gerekir.
Veya Allah (celle ve âlâ)’nın indirdikleriyle hükmetmeyenler kat’i
surette kâfirdirler. Onların ilahi kelamda küfre nispetleri
kat’idir. Alَ َ ْ ُ َ َ ُ َ ُ َّ َ َ‫َ َ ْ َ ْ َ ْ ُ ْ َ َ نْ ز‬
‫ومن ل ي�ك ِب�ا أ�ل‬
lah celle celeluhu şöyle buyuruyor: ‫الل فأول ِئك ُه الك ِف ُرون‬
“Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta
kendileridir.” Lakin birincisi, ayetin şamil oldukları failler ihtimallidir. Bunun zikri yukarıda geçti. Ve ikincisi, küfür hükmünü ilzam
eden fiilin mana delaleti ihtimallidir. Çünkü hükmetme fiilin nefyedilmesi iki hâle de muhtemeldir. Ya fiilin aslen yani külliyen nefyedilmesine veya kemalin nefyedilmesi, yani cüziyyen nefyedilmesine
muhtemeldir. Yani “kim hükmetmezse” denilirken, kim hiçbir zaman ve surette hükmetmezse manasına geldiği gibi, kim bir kere
veya bazen hükmetmezse manasına da gelebilir. Bunun için ayetin
tatbikinde İslam uleması ihtilaf etmiştir. Kimisi ayetin hükmüne sadece tamamıyla şeriat dışı hükümlerle hükmedenleri dâhil ederken,
kimisi şeriat altında da olsa Allah’ın indirdiği hükümle hükmetmeyenleri ayetin hükmüne dâhil ederler. Ekser ulema ayeti ilk manaya
göre alır. Buna binaen ulemanın ve dolayısıyla ümmetin ekseri Allah
(azze ve celle)’nin hükümlerini tamamıyla terk edenleri tekfir eder ama
umumen şeriata tabi ve şeriatı uygulayan fakat bir iki meselede kendisine helal kabul etmemiş ama nefsine uymuş ve Allah (azze ve celle)’nin indirdiği hükümden başkasıyla hükmedeni tekfir etmez. Bundan ötürü halktan birisi Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyeni yukarıda izah edildiği surette inkâr etmesiyle ayetin ilzam ettiği
kat’i küfür nispetinin hakikatini gerçekleştirmiştir. Lakin varid ihtilaf sebebiyle lâfzen küfür nispetini ya yapar veya yapmaz. Kişi bu
hususta ihtilaf mevzularında tercih ehli olan ulemaya tabi olması
gerekecektir.
155
156 Tarık Ebu Abdullah
Veya tağutun yolunda savaşanın tekfiri kat’idir. Allah (subhanehu ve
ُ َّ
‫َّ َ َ َ ُ َ ف‬
teâlâ) şöyle buyuruyor: ‫وت‬
ِ ‫“ َوال ِذ ي نَ� كف ُروا ُيقا ِتلون ِ ي� َس ِب ِيل الطاغ‬Kâfirler de tağut yolunda savaşırlar.” Lakin tağut yolunda savaşan fırkaya iştirak
etmek zorunlu olarak savaşa iştirakı iktiza etmez. Buna göre savaşmak haricinde eylemlerde küfür nispetinin ferde inzal edilmesinde
maniler varid olabilir. Bunların varlığını, geçerliliğini ve tafsilatını
fetva ehli âlimler belirler.
Veya Allah (celle ve âlâ)’nın rububiyetinden ve O’na mahsus olan
hüküm koyma yetkisini O’ndan başkası veya O’nunla beraber başka(celle ve âlâ) şöyle
sı için de ispat ederseْ kat’i surette müşrik olur. Allah
ْ َ ‫َ ْ َ ُ ْ شُ َ َ ُ شَ َ ُ َ ُ ْ َ ِّ ن َ َ ْ َ أ‬
َّ
ُ
buyuruyor: ‫“ أم لم �كء �عوا لم ِمن الد ي ِ� ما ل ي�ذن ِب ِه الل‬Yoksa onların,
Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları mı vardır?” Lakin demokratik seçim sistemlerine dayalı oy
kullanma eylemi bu ayetin hüküm delaletine dâhil midir ve eğer dâhil ise mücerred oy kullanma eylemi ile Allah’tan başkası için hüküm
koyma yetkisini ispat etmek arasında rabıta ilzami midir değil midir? Başka bir ifadeyle oy kullanmakta kasıt müessir midir değil midir? Bu hususları beyan edecek olan ilim ehlidir. Dolayısıyla oy kullanmayı inkâr eden, yani oy kullanmaktan ictinab eden ve oy kullananlardan teberri eden Müslüman, ayetin ilzam ettiği kat’i şirk nispetinin hakikatini gerçekleştirmiştir. İstisnasız her oy kullananı şirk
veya küfre nispet etmesi ise ictihadi bir meseledir. Bunu da ictihad
ehlinden sorma mecburiyetindedir.
Eğer “Biz senin dediklerinde Nebevi ve ashabın sünnetine bir
muhalefet gördük. Zira senin şer’î tekfir ile tabir ettiğin ve ulemaya
mahsus kıldığın cezalandırma hukukunu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in zamanında halktan bazıları icra etmiştir ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları bundan dolayı azarlamamıştır. Eğer durum
senin dediğin gibi olsaydı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle yapanları muhakkak azarlardı ve men ederdi.” denilse derim ki:
Bu şüphenin cevabı birkaç cihetten olur:
Tekfirin Hakikati
Birinci cihet: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in itiraz etmediği
vakıalar hepsi asli kâfir olan zimmî, köle ve benzerinde vaki olmuştur. Bunun için küfre nispetleri asıl ve sabit olandır. Ancak aşağıda
geleceği gibi cezayı hükümsüz infaz etmelerini Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) mevzu olan duruma mahsus olarak onlardan kabul etmiştir.
Mesela İmam Ebu Davud, en-Nesei, ed-Darakutni rahimehumullah ve başkalarının İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’dan tahric ettikleri
hadis. İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’nın haber verdiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) zamanında efendisinden çocuk sahibi olan bir cariye vardı. Efendisi âmâ bir adamdı. O kimsenin o
cariyeden iki oğlu da olmuştu. O kadın Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in aleyhinde çok konuşur ve ona söverdi. Âmâ olan efendisi
bu yaptığından onu engellemeye çalışırdı fakat kadın dinlemezdi.
Yasaklamasına ve paylamasına rağmen devam ederdi. Yine o âmâ
kişi bir gece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bahsedince o kadın
ileri geri söylenmeye başladı. (Âmâ adam şöyle der): “Bende dayanamayıp kalktım, hançeri alıp karnına sapladım, üzerine yüklendim
ve onu öldürdüm.” Sabahleyin bu ölüm haberini Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e ilettiler. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları topladı ve şöyle buyurdu: “Allah için şu işi yapan adam kendini göstersin.Yoksa onun aleyhine bir hakkım olacaktır.” Âmâ çekinerek,
insanları aşarak Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanına geldi ve
şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! O cariyenin sahibi benim, bana iyi
davranan biriydi hatta ondan iki tane de inci gibi oğlum var. Fakat o
senin aleyhinde çok konuşur ve sana söverdi; yasakladım fakat dinlemedi, payladım fakat vazgeçmedi. Dün akşam senden bahsettim
ve yine senin aleyhinde kötü konuşmaya başladı. Dayanamadım ve
hançerimi alıp karnına sapladım ve ölünceye kadar da ona yüklendim ve öldürdüm.” Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)“Dikkat edin ve şahit olun, o kadının kanı hederdir.”buyurdu.288
288 Sunen-u Ebi Davud, 4363.hadis, Sunenu’n-Nesei, 4070.hadis, Sunenu’d-Darakutni,
3195.hadis
157
158 Tarık Ebu Abdullah
Hadisi şerh eden Ebu Süleyman el-Hattabi (rahimehullah)’ın “Bu,
Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sövenin öldürüleceğini açıklamaktadır. Çünkü
o Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sövmesiyle dinden irtidat etmiştir” sözüne İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle itiraz ediyor: “Bu, onun
kadını Müslüman gördüğünü gösteriyor. Ama hadiste buna delil yoktur. Bilakis zahir olan o kadının kâfir olmasıdır.”
Veya İmam Ebu Bekr İbn-u Ebi Şeybe (rahimehullah) eş-Şabi (rahime-
hullah)’tan tahric ettiği hadiste şöyle haber vermiştir: “Müslüman âmâ
bir adam vardı. Yahudi bir kadının yanında barınırdı. Yahudi kadın
onu yedirir, içirir ve ona iyilikte bulunurdu ama Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) hakkında konuşarak ona eziyet ederdi. Bir akşam yine
onu onun (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hakkında konuştuğunu işitince
âmâ kadını boğarak öldürdü. Olayı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e
sundular. O da (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları bunun için topladı.
Adam kalktı ve kadının ona Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’i çekiştirerek
ve söverek eziyet ettiğini ve bunun için öldürdüğünü haber verdi.
Bunun üzerine Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Yahudi kadının kanını heder kıldı.”289
İkinci cihet: Ama İslam’dan irtidat etmiş olanlar için Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) istitabeyi emretmiştir. Çünkü asıl ve sabit olan
müslüman olmalarıdır. Bunun için küfre nispet edilmeleri için dinden çıkaracak sebebin haklarında sabit olduğu tahkik edilmesi lazımdır.
İstitabe şu üç merhaleden oluşmaktadır:
Birincisi, cezayı icab eden amelin tespit edilmesi.
İkincisi, suçlunun tevbeye çağrılması.
Üçüncüsü, şer’an sabit olmuş cezanın infaz edilmesi.
İmam Ebu’l-Kasım et-Taberani (rahimehullah) Muaz bin Cebel (radıyallahu anhu)’dan şöyle tahric etmiştir: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
289 Musannefu- İbn-i Ebi Şeybe, 37432.hadis
Tekfirin Hakikati
onu Yemen’e gönderdiğinde ona şöyle demiştir: “İslam’dan irtidat
eden erkeği İslam’a çağır. Eğer tevbe ederse ondan tevbesini kabul
et. Eğer tevbe etmezse kafasını vur. Ve eğer bir kadın İslam’dan irtidat ederse onu İslam’a çağır. Eğer tevbe ederse ondan tevbesini
kabul et. Eğer etmezse kafasını vur.”290 Hafız İbn-i Hacer (rahimehullah), senedi hasen demiştir.
Ve İmam ed-Darakutni ve el-Beyhaki rahimehumallah Cabir (rarivayet ettiklerine göre Ummu Ruman veya Ummu
Mervan adında bir kadın irtidat etmiştir ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve alihi ve sellem) onun İslam’a çağrılmasını, tevbe ettiği takdirde kabul
edilmesini, aksi takdirde öldürülmesini emretmiştir. Hafız İbn-i Hacer (rahimehullah), iki rivayet yolu için de senedi zayıftır, demiştir. Yine
ed-Darakutni ve el-Beyhaki rahimehumallah’ın rivayet ettiklerine
göre Ebu Bekir (radıyallahu anhu) İslam’dan sonra kâfir olan bir kadını tevbeye çağırdığını ve tevbe etmediğinden dolayı öldürdüğünü
tahric etmişlerdir. Ve el-Beyhaki (rahimehullah) Aişe (radıyallahu anha)’dan
rivayet ettiğine göre, Uhud günü bir kadın irtidat etmiş ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onun tevbeye çağrılmasını, tevbe etmediği
takdirde öldürülmesini emretmiştir. Ve Ebu’ş-Şeyh (rahimehullah) Cabir (radıyallahu anhu)’nun irtidat eden bir adamı dört defa tevbeye çağırdığını tahric etmiştir.291
dıyallahu anhu)’dan
Üçüncü cihet: Külli olarak sabit olan bir şeye (asıl) bazı mahsus
hâllerde cüzlerin (fer’) muhalefet etmeleri aslı asıl olmaktan çıkarmaz ve bozmaz. Bilakis aslın bekasıyla beraber fer’i hâller kendine
mahsus alanda işlerler.
Asıl olan asli kâfirin öldürülmeden evvel İslam’a davet edilmesi ve
mürtedin öldürülmeden evvel tevbeye çağrılmasıdır. Allah (azze ve celle)’yi, Rasûllerini aleyhimussalatu vesselam, din ve din ehlini sebbetmek, küçümsemek ve incitmek gibi azgınlıklarda veya büyücülerin,
sihirbazların veya zındıkların tevbesiz öldürülmeleri bu sapkınlıklara mahsustur. Bu tür sapkınlıklarda Şari’nin tevbeyi cezanın infazına
290 El-Mucemu’l-Kebir, 16517.hadis
291 Bkz. Neylu’l-Evtar, 1603.sayfa. (Daru’l-Marife, birinci baskı h.1423)
159
160 Tarık Ebu Abdullah
mani kılmaması, aslen küfrü gerektiren nakızlardan bir nakızı irtikâp edenin istitabe edilmesi aslını bozmaz.
Ayrıca asıl olan yukarıda zikri geçen üç merhale dâhilinde istitabenin kadıya veya fetva makamına mahsus olmasıdır. Yoksa halk
arasında haksız ithamlar ve akabinde haksız cezalandırmalar vaki
olur. İsteyen isteyeni zannettiği bir suçtan dolayı cezalandırır. Bunun
akabinde kin, öfke, kargaşalar ortamı meydana gelir.
Bunun için Cundub bin Kab (radıyallahu anhu) Irak emiri Velid bin
Ukbe (radıyallahu anhu)’nun izni olmadan sihirbazı öldürdüğünde, Velid (radıyallahu anhu) onu hapsetmiştir ve hakkında Halife Osman (radıyallahu anhu)’ya yazmıştır. Osman (radıyallahu anhu) da ona, Cundub
(radıyallahu anhu)’yu te’dip edip sonra bırakmasını emretmiştir. Çünkü
her ne kadar sihirbazlık racih görüşe göre ölüm cezasını icab etse de
bu hususta mes’ul olan kişinin iznini almadan öldürdüğü için mes’ul
kişiye mahsus olana bir tür saldırı ve otoritesini zedelemek vaki olmuştur. Bu olayı İmam el-Buhari (rahimehullah) “Tarihu’l-Kebir”inde
ve başkaları nakletmiştir.
Dördüncü cihet: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in azarlamaması aslen cevaz verdiğine delil olmaz. Azarı hak etmiş olmasıyla beraber azarlamayı engelleyen bir mani var olabilir. Yukarıda
zikrettiğim kıssalar buna misaldir. İster âmâ cariye sahibi olsun ister
Yahudi kadını öldüren âmâ Müslüman olsun, Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) aslında yaptıklarını yargılamak için insanları topluyor
ve “Allah için şu işi yapan adam kendini göstersin. Yoksa (çağrıma
icabet etmediği ve itaat etmediği için) onun aleyhine bir hakkım
olacaktır.”buyuruyor. Bunun akabinde çekinerek Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in huzuruna varıyorlar ve öldürmelerinin tek sebebi öldürdüklerinin Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i çekiştirip ona
küfretmeleri olduğunu söylediklerinde “Dikkat edin ve şahit olun,
o kadının kanı hederdir”, yani bu durumda haksız yere değil haklı
olarak öldürülmüşlerdir. Buna binaen öldüren için de bir cezalandırma vaki olmayacağını haber veriyor.
Tekfirin Hakikati
Gördüğün gibi Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem), hakkında
kötü konuşmalarından ve ona küfretmelerinden ötürü öldürmüş
olmalarını öldürenleri azarlamaya veya cezalandırmaya mani kabul
etmiştir. Ama burada önemli bir hususa dikkat etmek lazımdır. Öldürenin doğru konuştuğunu nereden bileceğiz? Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in adamı mazeretinde tasdik etmesini, konuştuğunun
doğruluğunu kendisine vahyedilmiş olmasıyla izah edebiliriz. Ama
ondan (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sonrakiler için nasıl ispat edeceğiz?
Eğer herkese Allah’a, Rasûlü’ne, din ve din ehline küfredeni şer’î
ispatını getirmeden öldürmek caizdir desek, bunu bahane ederek
erkek kadınını, kadın erkeğini, düşman düşmanını ve muhalif muhalifini öldürecektir. Dolayısıyla bu tür vakıaları iki cihetten değerlendirmek lazımdır: Bir, şer’an matlup olması açısından ve iki, vaki
olmuş olması açısından. Adam cariyesini veya diğeri Yahudi kadını öldürmüştür. Kimse onlara bunu emretmemiştir. Bunu şahsi bir
sebepten dolayı da yapmamışlardır. Hatta iki olayda da öldürenler
öldürülenlerin kendilerine ihsanını itiraf ediyorlar ama Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’i incittiklerinden dolayı yapmışlardır. Bu sebebi Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hak bir mazeret olarak kabul
ediyor ve onları yaptıklarından ötürü kötülemiyor ama övmüyorda.
Hâlbuki aynı cariyenin veya Yahudi kadının yaptığı gibi onu inciten
ve ona küfreden ve bunun için öldürülmelerini talep ettiği başkaları
var. Mesela Yahudi Kab bin Eşref gibi. Onun için Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) “Kim Kab bin Eşref ’in hakkından gelecek? O Allah ve
Rasûlü’ne eza etmiştir!” dediğinde Muhammed bin Mesleme (radıyallahu anhu) “Ben, ey Allah’ın Rasûlü! Onu öldürmemi ister misin?”
deyince Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Evet!” dedi. Sonra Muhammed bin Mesleme (radıyallahu anhu) gitti ve onu öldürdü. Hadisi
İmam el-Buhari ve İmam Müslim “Sahih”lerinde tahric etmişlerdir.
Veya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Abdullah bin Atik ve
birkaç başka ensarı (radıyallahu anhum)’u Yahudi Ebu Rafi’yi öldürmek
için göndermiş olması gibi. Abdullah bin Atik (radıyallahu anhu) Ebu
Rafi’yi öldürdükten sonra merdivenden düşerek ayağını kırmıştır.
Medine’ye varip olanları Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e anlattıktan sonra ona “ayağını uzat!” demiştir. Sonra Abdullah bin Atik
161
162 Tarık Ebu Abdullah
(radıyallahu anhu) şöyle devam ediyor: “Ben de ayağımı uzattım. Rasûlullah ayağımı eliyle sıvazladı. Sanki ayağımdan hiç ağrı duymamışa
döndüm.” Kıssayı İmam el-Buhari ve İmam Müslim rahimehumallah “Sahih”lerinde tahric etmişlerdir.
İlkler (âmâ adamlar) azarlanmadıkları gibi methedilmediler de
çünkü amellerinde bir ihlal var. Ama ikincilerin (Muhammed bin
Mesleme ve Abdullah bin Atik (radıyallahu anhuma) methedilmişlerdir
çünkü yaptıkları iş şer’an da matlup idi. Bunun için övülmeyi hak
ettiler.
Beşinci cihet: Bu durum fetva ehliyetine sahip olmayanın fetva
vermesine benzer. Bu da asıl itibariyle caiz değildir. İmam Ebu Ömer
İbn-i Abdilberr (rahimehullah) (Vefat H: 463) şöyle der: “Ulema, avamın
âlimleri taklid etmesi gerektiği hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Âlimlerin
ittifakıyla Allah-u Teâlâ’nın “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun” kavlinden murad edilen avamdır. Ve nasıl ki âmânın kıbleyi tayin etmekte zorluk çektiğinde kıbleyi tayin edebilecek birisini taklid etmesi gerekliyse, neyle
ve nasıl kulluk edeceğini bilemeyen ve anlayamayanın da âlimi taklid etmesi
gerekli olduğunda icma etmişlerdir. Ayrıca avamın fetva vermesinin caiz olmamasında da ihtilaf etmemişlerdir. Bunun sebebi –Allah-u Âlem- helal ve
haram beyan etmekte ve ilim hakkındaki cahillikleridir.”292
Ve İmam Ebu Davud (rahimehullah) hasen bir hadiste Ebu Hureyre
(radıyallahu anhu)’dan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: “Bir kimseye ilimsiz olarak fetva verilirse bu fetvanın günahı onu veren kimsenin üzerine olur.”293
Ve İmam Ebu Abdullah İbn-i Kayyim (rahimehullah) şöyle der: “Kim
insanlara fetva vermeye ehil olmamasına rağmen fetva verirse günahkâr ve
âsidir.”294
Ancak dinin aslından olan veya dinde apaçık olan mevzularda
şer’î hükme ikdam etmesi mazeretli kabul edilebilir. Ve yukarıda
292 Cami’u Beyani’l-İlmi ve Fazlihi, 989.sayfa. (Dar-u İbnu’l-Cevzi baskısı)
293 Sunen-u Ebi Davud, 3657.hadis
294 İlamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/458.sayfa. (Daru’l-Hadis baskısı, h.1425)
Tekfirin Hakikati
geçtiği gibi müctehid seviyesine yükselmemiş ilim talebesi için de
söz konusu olabilir.
Ebu İshak eş-Şatibi (rahimehullah) şöyle diyor: “Şer’î hükümlerle mükellef olanlar şu üç durumdan birisindedir:
Birincisi: Müctehid olması…
İkincisi: İlimden tamamıyla yoksun olan mukallid olması. Böylesine
muhakkak ona önderlik edecek bir önder, ona hükmedecek bir hâkim ve tabi
olacağı bir âlim lazım gelir…
Üçüncüsü: Müctehid seviyesine ulaşmamış olmasıyla beraber delili ve
durumunu anlayabilen ve hükmün dayanaklarını incelerken muteber tercihlerde bulunabilecek bir fehme sahip olan bir konumda olması. Böylesinin
tercihine ve görüşüne ya itibar edilir veya edilmez. İtibar edersek bu cihette
müctehid gibi olmuştur… Ama eğer itibar etmezsek o zaman avam derecesine döner…”295
Ama eğer sahabe (radıyallahu anhum)’dan gelen, Ali (radıyallahu an-
hu)’nun kendisine rab ve ilah diye itikad edenleri yaktırması gibi veya
Muhacir bin Ebi Umeyye (radıyallahu anhu)’nun Rasûlullah (sallallahu
küfreden şarkıcı kadının elini kestirdiğini ve dişlerini
söktürdüğü gibi veya mü’minlerin annesi Hafsa (radıyallahu anha)’nın
kendisine büyü yapan cariyesini öldürtmesi gibi veya İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma)’nın kölesinin elini kestiğini ve zina ettiğinden dolayı
sopa vurduğu gibi veya mü’minlerin annesi Aişe (radıyallahu anha)’nın
kölesinin elini kestiği gibi veya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
kızı Fatima (radıyallahu anha)’nın zina eden cariyesine had uyguladığı
gibi bazı eserlerle delil getirecek olursan derim ki: Bu eserlerin hepsi
bizim tartıştığımız konunun dışındadır. Zira birincisi, söz ettiğin kişiler bizzat fetva ehliyetine sahip olan kişilerdir veya böyle olmasalar
da fetva ehlinden sormuş olmaları muhtemeldir. Ali, İbn-i Ömer ve
Aişe (radıyallahu anhum) bu ümmetin en büyük müctehid imamlarındandır. Hafsa (radıyallahu anha) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşi
aleyhi ve sellem)’e
295 El-İtisam, 3.cilt/441,442.sayfa. (Mektebetu’-Tevhid baskısı)
163
164 Tarık Ebu Abdullah
ve Ömer (radıyallahu anhu)’nun kızıdır. Fatima (radıyallahu anha) ise Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in habibesidir. Muhacir bin Ebi Umeyye
(radıyallahu anhu), Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşi Ummu Seleme
(radıyallahu anha)’nın kardeşi Velid’tir. Muhacir ismini ona Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) vermiştir. Hâdise vuku bulduğunda Ebu Bekir
(radıyallahu anhu) tarafından Yemame’ye gönderilmiş valiydi. Yaptığını
Ebu Bekir (radıyallahu anhu)’ya yazdığında Ebu Bekir (radıyallahu anhu) ona
cevap olarak “Eğer yaptığınla benim önüme geçmeseydin, ben sana
o kadını öldürmeyi emredecektim.” yazmıştır.
Ve ikincisi, efendinin köle üzerinde had cezalarını uygulaması
bahsimiz dışında bir konudur. Bu mevzuda da yukarıda geçtiği gibi
aslen sabit olan külli kaide (had cezalarının kadı makamından icra
edilmesi) mahsus bir alan için Şari tarafından mübah kılınmıştır. O
da efendinin köle üzerinde had cezalarını infaz etmesidir. Ama bu
bizim tartıştığımız konuyla alakalı değildir.
Hatime
Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Bil ki senin tekfir ettiğin
Müslüman Allah indinde kâfir olmaz, Müslüman dediğin kâfir de
Müslüman olmaz. Bil ki sen, ananın çocuğundan kaçtığı, babanın
oğlundan kaçtığı, kadının kocasından kaçtığı, Allah’tan başka dostun olmadığı o günde tek başına Rabbinin huzuruna getirileceksin.
Beraberinde sadece niyetin ve amellerin olacak. O gün Rabbini sana
şefkatli, merhametli ve bağışlayıcı bulursan ne mutlu sana. Ama sana
gazaplanmış, seni görmek istemeyen ve merhametinden uzaklaştıran bir Rabbine kavuşursan vay haline.
Sakın ha unutma! Dünya imtihan diyarıdır. Fanidir. Ahirete intikal muhakkaktır. Oradan dönüş yoktur. Dünyada ne yaptın, yaptın.
İyisiyle kötüsüyle. Her an seninle beraber olan kâtiplerin doldurduğu amel defterin ortaya dökecek bütün yaptıklarını kuşkusuz. Dünyada suluk ettiğin yol müstakim idiyse “İşte alın, okuyun kitabımı.
Ben zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum” diyenlerden olursun. “Artık o, hoşnut bir yaşayış içindedir. Yüksek bir cennette. Devşirilecek meyveler yakındır. Geçmiş günlerde peşinen
Tekfirin Hakikati
işledikleriniz sebebi ile afiyetle yiyin, için” denilerden olursun.
Ama dünyada nefsine, heva ve şehvetine uyduysan, müstakim yolu
terk ettiysen “Keşke kitabım verilmeseydi ve keşke hesabımın ne
olduğunu bilmeseydim” diyenlerden olursun. Allah (celle ve âlâ) beni
ve seni kötü akıbetten korusun. O’nun merhametine nail olanlardan
kılsın.
Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Bil ki seni senden hoşnut
olan Rabbine götürecek tek yol dinindir. Dinini sev, say, kolla ve güzelleştir. Dininin en yüksek gayesi daima kulluğunu yalnız Allah (celle
ve âlâ)’ya sunman olsun. Rabbine itaat et ki tevhidin müstakim olsun.
Amacın daima insanları mahlûka kulluktan kurtarıp Halik’e kulluğa
kazandırman olsun. Dinini, Rabbini insanlara sevdirme ve insanları Rabbine sevdirme vesilesi edin. Dinin Müslümanların, miskinlerin, mazlumların ve çaresizlerin sığınabileceği merhamet ve şefkat
kanatların olsun. Ama Rabbine asi olanlara, azgınlara, zalimlere ve
mücrimlere karşı dinin şiddetli ama adil, tavizsiz ama insaflı bir kılıç
gibi keskin olsun. Bunun için hiçbir zaman Kur’an ve Sünnet’ten ayrılma. Bil ki, Kur’an ve Sünnet’ten ayrılmamanın tek yolu, sahabeyi
ve sahabeye marufta tabi olmuş olanları izlemektir. Ehl-i Sünnet ulemasını baban gibi, hatta babandan fazla say ve sev. Sakın ağzın onlara karşı azgın olmasın. Dikkat et! Âlimlerin eti zehirlidir. Ama onları
masum da bilme. Her beşerin sözü kabul ve redde açıktır. Sadece
Allah’ın Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in sözü değil.
Ve bil ki, şu zaman Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in “İslam garip başladı ve tekrar garip olacak. Ne mutlu o garipler için” diyerek
haber verdiği zamandır. Kur’an ve Sünnet’i anlamakta ve yaşamakta kendine selefi imam edinirsen bil ki, gurbetin kaçınılmazdır. Ne
mutlu sana! İnsanlar “Kimlerdir onlar, ya Rasûlallah?” diye sorduklarında Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) garipleri şöyle tarif etmiştir:
“Onlar, insanlar bozarken düzeltenlerdir.”296Evet, değerli kardeşim.
İnsanların işi gücü bozmak, ifsat etmek iken Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in övdüğü gariplerin derdi düzeltmektir, ıslah etmektir. Senin yolun bu olsun!
296 İmam Muslim, Ahmed, Tirmizi ve başkaları tahriç etmişlerdir.
165
166 Tarık Ebu Abdullah
Bil ki, cehenneme çağıranların sayısı çokça fazladır. Dikkat et! Bir
kısmı müstakim yolun bazı köşelerini tutmuş ve buradan hak yolun yolcularına davetlerini işittirmeye çalışıyorlar. Bunun için bid’at
ehlini terk et. Onlarla oturup kalkma. “Kişi dostunun dini üzeredir. Şu hâlde, biriniz kimi dost edindiğine baksın.”297 buyuruyor.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem). Risaleti ancak âlemlere rahmet olan
ve kıyamete kadar kılıçla gönderilmiş olan Nebi’nin ve onun dostlarının yolunu yol edinmişlerle dost ol ki onlar (Nebi ve dostları) ve
onların dostları da seni dost edinsinler. Bunun için Rabbine iltica et.
Seni hidayet etsin ve dostlarını sana dost kılsın. Allah (celle ve âlâ)’nın
dinine kalbinle, dilinle ve elinle sahip çık ki O da sana yardım etsin
ve ayaklarını sabit kılsın:“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım
ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”
Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Münkere ve ehline bilumum
ve küfre ve ehline bil husus buğz et, onları ve küfürlerini yalanla ve
reddet. Dilinle inkâr et. Gücün yetiyorsa elinle inkâr et. Bil ki imanın
gerektirdiği ve arzuladığı ve Rabbinin emrettiği budur. Kâfire karşı
küfrünü haykırmak senin yaratılış gayenin ta kendisidir. “De ki: Ey
kâfirler! İbadet etmem o ibadet ettiklerinize. Siz de ibadet edenlerden değilsiniz benim ibadet ettiğime. Hem ben ibadet etmem
sizin ibadet ettiklerinize. Hem de siz ibadet eden değilsiniz benim
ibadet ettiğime. Size dininiz ve bana dinim.” Kimsenin kınamasından korkma. Bil ki sesin ne kadar gür çıkıyorsa ve elin ne kadar ağır
iniyorsa Rabbin katında değerin de o kadar olacaktır. “Muhammed
Allah’ın Rasûlüdür. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı
şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken
secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde
secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış,
gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah
böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.
Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat
etmiştir.”
297 İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi ve başkaları tahriç etmiştir.
Tekfirin Hakikati
Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Müslüman kardeşini sev,
ona merhamet ve şefkat et. Teslim olduğu Rabbi ve tabi olduğu Nebi
hürmetine ona karşı bağışlayıcı ve affedici ol. Kardeşin için zilletin,
Rabbin katında izzetin olduğunu bil! Onun kanı, malı ve iffeti sana
haram kılınmıştır. Bunlara elini uzatman elini ateşe uzatmandır. Sakın ha seni bu hususta bid’atçiler saptırmasın! Yoksa sana haram olanı helal görürsün ve kaybedenlerden olursun. Özellikle bir kişinin
kanının, malının ve iffetinin helal kılınması senin işin olmasın. Eğer
ahirette seni neyin beklediğini bilsen, inan bana, bu işe karışmak istemezsin. Bırak, şer’î hükümleri beyan etmekle mükellef olanlar bu
işi yapsın. Senin işin zikir ehline sormak ve tabi olmak olsun. Allah
için, sana söylüyorum sevgili din kardeşim, tekfir çok çetin bir iştir.
İki yüzü bilenmiş keskin kılıç gibidir. Yüzleştiğin kâfir ise onun kafasını keser ama değilse senin kafan gider. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) “Kim bir mü’mini haksız yere kâfirlikle suçlarsa, işte bu onu
öldürmek gibidir.”298 buyuruyor. Bir mü’mini kasten öldürmenin cezası ebedi cehennemdir. Allah (azze ve celle) “Kim bir mü’mini kasten
öldürürse cezası, içinde ebedi olarak kalacağı cehennemdir. Allah
ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” buyuruyor. Ayetin tevili var, lakin bak sevgili kardeşim, Rabbim
bana ve sana merhamet etsin, mü’mini kasten öldürmek Allah katında ne kadar büyük bir cerimedir. Pekâlâ, tekfir hükmü çıkarmaya
ehil olmayan birisinin kardeşini haksız yere tekfir etmesi ne kadar
muhtemeldir? Şu yazdığım risaleyi okudun. Allah için söyle ne kadarını anladın? Sana getirdiğim lügavi ve usûli mevzuların ve ihtilafların kaçını biliyordun? … Ne kadar muhtemeldir? Ben sana cevap
vereyim: Yüzde yüz muhtemeldir.
Bunun için değerli kardeşim, önce kendime sonra sana nasihatim, şer’î hüküm olarak tekfir çok çetin bir iştir. İlmî ve ahlaki ehliyet
ister. Çünkü mes’uliyeti çok büyüktür. Bir insanın kanını, malını ve
ırzını helal kılmak basit bir şey midir? Allah için! Ama bu insanın
Allah katında hükmünün böyle olduğundan mutmain isen durum
farklıdır. Biz kâfirlerin kanını akıtmayı Allah’a yaklaştıran en büyük
gayelerden biliriz. Fakat Müslüman kanı… kardeş kanıdır.
298 İmam Buhari ve başkaları tahric etmiştir.
167
168 Tarık Ebu Abdullah
“Kardeş olun ey Allah’ın kulları! Müslüman müslümanın
karde­şidir. Ona zulmetmez. Onu yardımsız bırakmaz. Onu tahkir
etmez. (Üç defa kalbine işaret ederek) Takva şuradadır. Kişiye kötülük namına müslüman kardeşini tahkir etmesi kâfidir. Müslümanın her şeyi; kanı, malı ve ırzı müslümana haramdır.”299
Bunun için aziz din kardeşim, bil ki bu iş burada bitmez. Hayır muhakkak ahirete intikal edecek. Bu işlere ilimsiz girmişsen ve
kardeşine haksızlık etmişsen hakiki Hak sahibinin senden hesap
sormasından korkmalısın. “Sen falan kulumu kâfirlikle suçladın,
canını, malını ve ırzını helal gördün, hâlbuki o Benim katımda Müslümandı” denilirse nasıl cevap vereceksin? “Ey Rabbim, ben cehaletimi itiraf ettim, falan kişiyi Kur’an ve Sünnet’le konuşur buldum,
zikir ehlinden gördüm, ilmine ve hilmine itibar ettim ve sözüne tabi
oldum” diyebilirsen kurtulmaya ümit edebilirsin; fakat “ben böyle
zannettim, böyle bildim” diyeceksen verdiğin cevabın kabul edilmeyeceğinden korkmalısın. Kendi bildiğinin tek doğru olup, senin
bildiğinin dışında her şeyin yanlış olduğu görüşüne sakın kapılma.
Bu senin için bir felaket olur. Allah (subhanehu ve teâlâ)’dan sana hakkı
göstermesini niyaz et ve ilim ehliyle beraberlikte ısrarlı ol. Senin bu
ısrarın, tabi olduğun ilim sahiplerinde bir noksan varsa da sana hakkı bulmaya ve hak ehliyle beraber olmayı sağlayacaktır, inşaAllah.
Ama ilim ehlinden ayrılır ve kendi başına yürümeye çalışırsan misalin, zifiri karanlık olan bir mağarada ışıksız yolunu bulmaya çalışan
adamın misali olur. O zaman sağdan soldan gelen her hışırtıyı yırtıcı
hayvan zannedersin, ayağının girdiği her deliği uçurum görürsün,
ışık zannettiğin her pırıltıyı kurtuluş bilirsin.
Önce cehaletini itiraf etmelisin ki ilim edinebilesin. Bunun için
iki kişi ilim edinemez derler; kibirli olan ve çok utangaç olan. Her şey
sadece senin bildiğin gibi değildir. Sana çok basit bir örnek vereyim:
Müslüman halkın muazzam ekseriyeti Kur’an’ı sadece kendi bölgelerinde ve kendi ellerinde bulunduğu şekil üzere bilirler. Kur’an Allah’ın kelamıdır. Bir harfi, bir sesi değişmez derler. Hatta bunun için
tartışırlar ve belki dövüşürler ama bildiklerinden kesinlikle taviz
299 İmam Müslim, Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud ve başkaları tahric etmiştir.
Tekfirin Hakikati
vermezler. Çünkü zanlarına göre ancak bu doğrudur ve doğru olabilir. “Ne yani birden fazla Kur’an mı var?” derler. Türkiyeli Müslümanlar ve dünyada Müslümanların çoğu Fatiha Sûresi’nin “‫َما ِل ِك َي ْو ِم‬
ِّ ” (maaliki yevmid’din) ayetinin maaliki kelimesini mim harfini
�‫الد ي ن‬
ِّ
asli med ile okurlar. Birisinin bu ayeti “�‫( ” َم ِل ِك َي ْو ِم الد ي ن‬maliki yevmid’din) maliki kelimesinin mim harfi asli medsiz okuduğunu duysalar “Bak, Kur’an’ı yanlış okuyor” derler. Hatta belki düzeltmeye
çalışırlar. Okuyan, biz böyle okuyoruz, bu da sahih kıraatlerdendir,
dese onların “Yok böyle bir şey. Nereden çıkarıyorsunuz bunu? Siz
yeni bir din mi getirmeye çalışıyorsunuz?” diyeceklerini duyacaksın.
Hâlbuki bu itirazcılar bugün Müslüman halkın içinde okunmakta
olan sahih kıraatlerden sadece birisini biliyorlar fakat her şeyi bildiklerini zannediyorlar. Karşı tarafı yanlış okumakla hatta fazlası, yeni
din getirmek, fitne vs. şeylerle suçluyorlar.
Kendileri için ise yanlış olma ihtimalini dahi vermiyorlar. Kendilerinden eminler. Fakat bu emin olmaları neye dayanıyor? İlme dayanmadığı kesin. İlme dayansaydı yukarıda geçen ayeti halk içinde
okunan kıraatlerden Nafi kıraatinin iki ravisi Verş ve Kalun ve Ebu
Amr kıraatin iki ravisi ed-Duri ve es-Susi asli medsiz okuduklarını
bilirlerdi. Bırak bunu, dayandıkları ilim olsaydı en azından kendi
okudukları kıraatin Asim kıraatinin Hafs rivayeti olduğunu bilirlerdi. Hayır, kendilerinden emin oluşları sadece kibirlerindendir. Her
şeyi bildiklerini zannetmelerinden ama hakikatte çok az bilmelerindendir. Bunun için sana söylüyorum aziz kardeşim, yolun bu kibirli
cahillerin yolu olursa hakkı bulamazsın. Ama kalbini hakka açarsan,
görüşe taassup değil, selefin fehimiyle Kur’an ve Sünnet olursa menhecin ve Rabbine daima iltica edersen seni hidayet etmesi için, itaat
edersen Rabbine küfür ve ehlini inkâr ederek, İslam ve ehlini de severek, bulacaksın muhakkak hakkı ve ehlini, bunda hiç şüphe yok.
Çünkü Rabbin sana şöyle vaat ediyor: “Ama bizim uğrumuzda
cihad edenleri elbette kendi yollarımıza hidayet edeceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.”
169
170 Tarık Ebu Abdullah
Allah (celle ve âlâ) beni de seni de rızasına hidayet etsin ve şeytanın
tuzaklarından himaye etsin. Allah’a hamd olsun ve salât ve selam Allah’ın Rasûlü ve Halili Muahmmed’e ve ehli beytine ve ashabına olsun.
“Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak
bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü de yükleme! Bizi bağışla, bizi mağfiret et, bize
rahmet et! Sensin bizim Mevlamız. Bizi kâfir kavimlere karşı destekle.”
Rabbinin mağfiretine, merhametine ve rızasına muhtaç kulu.
Tarık Ebu Abdullah
Download