¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ¿mH Yüce Rabbimiz, imtihanın gereği olarak kullarına farklı ömürler ve farklı imkânlar vererek onları sınamıştır. O, kimini kısa kimini uzun ömürle, kimini variyet kimini sıkıntılarla dener. Sizler dünyanızı imar ederken, ahire- tinizi harap bıraktınız. Ölürken mamur olan ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH İnsanları imtihana tabi tutan da O’dur, imtihanın yer ve zamanını belirleyen de O’dur, soruları soran da O’dur, imtihan sonucunu değerlendirecek olan da O’dur. Bize düşen, zaman ve mekânı yahut ortam ve şartları bahane etmeden imtihanda başarılı olmaya gayret etmektir. dünyadan, harabe halinde gözüken ahirete gitmek istemiyorsunuz. Oysaki ilk Müslümanlar, daha çok ahiretlerini imar için çalıştılar. Onlar ölümle, harabe olan dünyadan, mamur ahiret köşk ve kâşanelerine gidiyorlardı. Bu yüzden ölüme gülümseyebiliyorlardı. ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Tabi ki bu sözlerden dünyayı ihmal etme, dünyadan el etek çekme sonucu çıkmaz. Elbette mümin dünyadaki nasibi- Kur’ân-ı Kerim’de, önceki toplumların daha uzun ömürlü olduklarının işareti vardır. Sözgelimi bir ayette, Hz. Nuh peygamberin dokuz yüz elli sene kavmi arasında kaldığı anlatılır. O, bu süre içerisinde bir ömür mü sürdü yoksa onun mesajı mı bu kadar uzun süreli oldu bilmiyoruz. Burası, onu tartışmanın yeri de değil. ni de unutmayacak. Zira dünya, onun için ahiretin tarlasıdır. Burada ekecek ki orada biçebilsin. Ancak bütün bunları yaparken dünyaya dünya kadar değer verecek, ahirete de ahiret kadar değer verecek. Mademki dünya geçici ve sonlu, ona o kadar değer verecek; mademki ahiret kalıcı ve sonsuz ona da o kadar değer verecek. İnsan ölüme yaklaştıkça, emelleri bitmez tükenmez bir hale bürünmüş. İyi ama neden? Neden olacak, dünya tutkusu, dünyevileşme belası yüzünden olsa gerek. İnsanlar kalıcı olan Ahiretten yüz çevirip her şeyleri ile bu dünyaya yönelince, ahireti unutup geçici dünyayı ahirete tercih eder olunca dünyevileştiler, hep dünyan adamı oldular. Sonunda dünya onların her şeyleri oldu, bütün plan, program ve çalışmaları bu dünyaya yönelik oldu. Öteki dünya ise unutuldu, ötelerde kaldı! Şimdi kendi kendimize soralım: Şu fani dediğimiz dünyanın bir küçük evini elde edebilmek için nelere katlanıyoruz. Peki, ayet ve hadislerin anlata anlata bitiremediği güzelim cennetin köşklerini hak edebilmek için ne kadar çalışıp gayret ediyoruz? İbrahim Ethem’in dediği gibi: Allahım, şu dünyada insanların kirlerini bıraktıkları, ateşlerin yandığı, şeytanların dolaştığı hamamlara bile ücretsiz girile- Bir düşünürümüz, insanımızdaki ölüm korkusunun sebebi sadedinde şunları söyler: mezken; Peygamberlerin yurdu cennetlerine amelsiz nasıl girilsin? İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: Eylül Sorunların Çözümü İslam Kardeşliği 4 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Cemaat Olgusu ve Farklılık Düşüncesi 7 Murat TÜRKER Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Serdar TAŞAR Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Barış İsteyenlerin Sesi Gür Çıkmalı 16 Memduh ERGİN Kur’anın Muazzam Duruşu ve Dönüşü 20 Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Nureddin YILDIZ Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Mü’min Yüreği 8 Tasavvuf ve Pasifizasyon 24 Dr. İhsan ŞENOCAK Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Burhan Ajans Tasavvufa Dair 30 Asım AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Hacc 38 Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: " # % $ & ' ( ) * & ' + , $ " - Prof. Dr. Ali AKPINAR ! ! Ahmet KAYAK # ( # Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 44 Hikmet Damlası Kitap Okumaya Nerden Başlamalıyız?-2 46 Yusuf KARAGÖZOĞLU . Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: ! 0 . . / ! . . / 1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: ! 0 . 1 2 3 5 / / 4 ! Müslüman’ın Öncelikleri 3 1 3 / / 3 Neler Olmalıdır? 52 Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Coca-Cola’nın Ortaya Çıkışı 58 Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 Yalnız Ağaçlar 60 Abdullah ÇAKIR Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Hüseyin Serkan ELÖNÜ burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com Abdullatif ACAR Kurbanın Mahiyeti, Aylık Süreli Yayın 6 7 ' ' 7 ( & 7 # & : ( ' ; - & + ) ( ' # ( ) 8 & $ # ( % " ( " # # ) : ( ' ( % ( # 8 & ( 8 , - , & " & < ( ' 7 # 7 < ' 7 6 & ) & 6 7 # ' & 9 # ' ( ' ) & = 6 + & 8 ' # ) ( " ( # ' # # ' " ( 7 Vücubu ve Şer’î Hikmeti 62 " ) HZ. SA’D B. EBİ VAKKAS (r.anh) 64 - # ( ' ) # ( 7 - ) 9 ' > # # ' > & & 9 ' ' ? # 8 - İlmihal ' < ( " # ( ' ( ' Salih AYDIN 4 < Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 8 Mü’min Yüreği Nureddin YILDIZ 20 Kur’anın Muazzam Duruşu ve Dönüşü Dr. İhsan ŞENOCAK 24 Tasavvuf ve Pasifizasyon Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL 38 Hacc Prof. Dr. Ali AKPINAR Sorunların Çözümü İSLAM KARDEŞLİĞİ Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK spine (İ i n ı ’ h l la p likte A r i ölünü b b ; p e n ı ş H ı “ yap an msıkı ı s size ol ) n a ’ ı ’ h a l lam l ayın. A iz birm s i n a n l a a .H parç ırlayın t l lah a h i in iz de A n i d i nimet n O’nun düşma e e v z i i n d i r şti bir . i birle z i n dunuz i l r o e l ş l e ü d gön kar sinde e kenay a m s a i t t e n u nim un i çukur ş e t lah siz a l r A i a b d z Si an ). n orad e k , 3/103 i n a â d r n ı m r li I tı.” ( ş ı m r a kurt 4 İslam’ın temel emirlerden birisi Müslümanların birbirlerini kardeş olarak görmeleri ve bunun gereğini yapmalarıdır. “Mü’minler ancak kardeştirler.” (Hucurât, 49/10). Yani Mü’minler kardeşten başka bir şey değildir dolayısıyla birbirlerine kardeşçe muamele etmeleri gerekmektedir. “Hiç biriniz, kendiniz için arzu ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe (tam anlamıyla) iman etmiş olmaz.” (Buhârî, İmân, 7; Tirmizî, Sıfetü’l-Kıyâme, 59). Başka bir hadiste de Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 130,131; Tirmizî, Menâkıb, 28). Allah Teâlâ, Mü’minlerin birbirlerine ve kâfirlere karşı tutumunu şöyle belirtmektedir: “O, Allah’ın elçisi Muhammed’dir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih, 48/29) Rasûlüllah (s.a.v.) ise Mü’minlerin birbirlerine karşı tutumu- Eylül nu şöyle tarif etmektedir: “Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte Mü’minleri bir bedenin misâli gibi görürsün. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66,67). İslam Cemaatinden Ayrılmamak Gerekir “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da Allah sizi kurtarmıştı.” (Âli Imrân, 3/103). Hz. Peygamber (s.a.v.) İslam cemaatinden ayrılan kişiyi sanki İslam’dan çıkmış gibi değerlendirmektedir: “İslam cemaatinden bir karış ayrılan kimse İslam elbisesini çıkarıp atmış olur.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 26; Tirmizî, Edeb, 78). “Cemaatten bir karış ayrılan İslam’dan ayrılmıştır.” (Bezzâr, Müsned, VII, 334, hadis no: 2933; Nesâî, Sünenü’l-kübrâ, III, 428, hadis no: 3649). “Kim cemaatten ayılır ve itaati kabul etmezse, katında hiçbir değeri olmaksızın Allah ile karşılaşır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 387, 406). İstiklâl Marşı’nın yazarı Mehmet Âkif, Safahat’ında bu konuya “Alınlar Terlemeli” şiirinde şöyle işaret etmektedir: Uzaklaşsan da îmandan, cema‘atten uzaklaşma. İşit, bir hükm-i kâti var ki istînâfa yok meydan: “Cema‘atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah‘tan.” Allah’ın Yardımı Cemaatin Üzerinedir Atalarımız “bir elin nesi var, iki elin sesi” demişlerdir. Mehmet Âkif Ersoy da milletlerin ancak aralarına ayrılık tohumları ekildiğinde onları sindirmenin mümkün olduğunu bildirmektedir: “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” Birlik beraberliği bozacak her türlü hareketten sakınmak gerekmektedir. Özellikle gençlerin yanlış grup ve akımlara zaman zaman katıldıkları bilinmektedir. Yanlış grup ve akımlara gençlerin meyletmemeleri için onlara sağlam bir din eğitiminin verilmesi gerekmektedir. Bu anlamda anne babalara fazlaca görevler düşmektedir. Kandırılan gençlere bakıldığında kapsamlı bir din eğitiminden yoksun belki bazısı Kur’an okumasını dahi bilmemektedirler. Bütün bildikleri din adına ezberletilen birkaç âyet mealinden ibarettir. Şu da bir hakikattir ki bir âyetin nâsih mensûhu, sebebi nüzûlünü, siyak ve sibâkı bilinmeden âyeti anlamak mümkün değildir. Böylelerinin din anlayışlarını körlerin fil tarifine benzetirler. Birkaç görme özürlü filin yanına getirilir ve tarif etmeleri istenir. Filin ayaklarına dokunan sütuna, kulaklarına dokunan kepçeye, hortumundan tutan da filin boruya benzediğini söylemişlerdir. Hakikatte bunların hiç birisi yani ağyârını mâni efrâdını câmi bir tarif değildir. İslâm’ı sadece öldürmek olarak anlayacak kadar anlayış yoksunu bu zavallılar bir insanı yaşatmanın ne kadar değerli olduğunu anlayamamaktadırlar. “İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Mâide, 5/329). Hz. Peygamber’in hayatı anlatan bir siyer kitabı dahi okuyacak durumları olmayan bu insanlara şunu da hatırlatmak gerekmektedir: Günlük olarak 830 kilometre kare genişleyen ve on yıl sonra Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefâtında 3 milyon metre kareden fazla bir alana yayılmış İslâm Devleti’nde savaşlarda Eylül 5 ölen bütün Müslümanların sayısı 150’yi, düşman saflarından ölenlerin sayısı 250’yi geçmemektedir. (Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 12-13). Rasûlüllah’ın (s.a.v.) komşusu olan gayri Müslimlerin cenazelerine taziyeye gittiğini, onlara ikramda bulunduğunu, ikramlarını kabul ettiğini, saygılı davrandığını, hatta yoldan cenazeleri geçerken ayağa kalktığını, kendisine nedenini soranlara “insan değil mi?” dediğini hatırla(t)mak gerekir. Kendisinden canına kasteden müşriklere beddua etmesi istenince ellerini kaldırıp “Allah’ım, onları affet, onlara hidayet et çünkü onlar bilmiyorlar!” dediğini hatırla(t)mak gerekir. (İslamoğlu, Mustafa, Yürek Fethi, s. 95). İslam dünyasına bakıldığında kan orada, gözyaşı orada, zulüm orada. Yüzyıllardan beri İslâm coğrafyasında bir günde ölen Müslüman sayısı Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatı boyunca yapılan savaşlarda ölen insandan daha fazladır. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.v.) savaşlarıyla bu günkü savaşların adı dışında bir benzerlik söz konusu olmadığı gibi bugünkü savaşları din kardeşler birbirleriyle yapmaktadırlar. Ölen de öldüren de aynı değerlere inanan kandırılmış zavallılardır. Yapılan resmi açıklamaya göre “1979 ile 2010 yılları arasında savaşlarda 11 milyon Müslüman öldürüldü. 60 milyon insan sakat bırakıldı. 1990 ile 2009 yılları arasında, İslam dünyasında, 34 bin 906 devlet adamı, 127 bin iş adamı, 2 bin 411 kanaat önderi öldürüldü.” (Diyanet İşleri Başkanı’nın 17/08/2015 tarihinde yaptığı 31. İl Müftüleri İstişâre Toplantısından). Bu ölümlerin büyük bir çoğunluğu da din kardeşinin eliyle olmuştur. Ölen de Allah adına, öldüren de Allah adına öldürdüğünü iddia etmektedir. “İki Müslüman birbirine kılıç çekerlerse öldüren de, öldürülen de cehennemdedir.” (Buhârî, İman, 22, Rikak, 31, Fiten, 10; Müslim, Fiten, 14). Müslümalar birbirleriyle ancak iyilikte ve yardımlaşmada yarış yapmaları gerekir. “Mescid-i Haram’a girmenizi engellediler diye bir topluma karşı duyduğunuz kin, sakın aşırı gitmenize sebep olmasın. İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide, 5/2). Dünyanın dört bir yanındaki inananlar, Müslümanların birlik beraberliği ve kanın durması için dua ettikleri halde kurtuluşlarına çare olmamaktadır. Çün- 6 kü sadece sözlü dua yapılmakta başka gerekleri olan çalışmak vb. yapılmamaktadır. Ayrıca her Müslüman farklı telden çalmakta haset, çekememezlik, kıskançlık; kibir, Müslüman kardeşini hakir görmek ve şımarıklıkta birleriyle yarışmaktadırlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ümmetime (daha önceki) ümmetlerin hastalığı bulaşacaktır” deyince Sahâbe: “Ümmetin hastalığı nedir?” diye sordular. O şöyle buyurdu: “Taşkınlık, şımarıklık, dünya hususunda birbirlerine karşı öğünmek ve yarışmak, birbirinden uzaklaşmak ve hasetleşmek. Öyle ki, böylece zulüm ortaya çıkar ve anarşi olur.” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 282, hadis no: 7390). Oysa Allah bir ve beraber olan gruplara yardım eder. “Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.” (Tirmizî, Fiten, 7; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, II, 205). “Cemaat rahmettir, ayrılık azaptır.” (Kuzâî, Müsnedü’ş-Şihâb, I, 43, hadis no: 15; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 145). Müslümanlar arasında birlik beraberliği bozacak bu davranışlar ferdî anlamda olmak üzere toplumsal anlamda da belki en önemlisi asabiyettir. İslam Kardeşliğini Bozan En Önemli Unsur Asabiyettir Müslümanlar arasında birlik beraberliği bozan en önemli etken asabiyet yani kavmiyetçiliktir. Asabiyet, haksızlık karşısında bile kavmini savunması, ırkıyla övünmesi, ırkının üstünlüğünü iddia etmesi, kendisinden olmayanlara buğz etmesi ve küçük görmesidir. “Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir; kavmiyet sebebiyle vuruşan da bizden değildir; kavmiyet güderek ölenler de bizden değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 111). Yapılması gereken çocuklarımıza iyi bir din eğitiminin verilmesi, Kur’an ve Sünnet aydınlığında yeniden İslam kardeşliğimizi gözden geçirmek, bunun gereklerini yerine getirmek ve boş asabiyet duygularına kapılmamaktır. Selam ve dua ile… Eylül Murat TÜRKER Cemaat Olgusu ve Farklılık Düşüncesi Ahmet Çiğdem, Tönnies’ten menkul olarak, bir cemaat teorisinde, “farklı konumlarda bulunan insanların ilişkilerinin hangi ölçüde önceden belirlendiğinin ve verili olduğunun” ehemmiyetini dile getirir. * Burada işaret edilen cemaat tanımının karakteristiği, bir araya gelişin pek de doğal/ fıtrî bir birlikteliğe işaret etmiyor oluşunda saklıdır. Yani belki bu anlamda ‘cami cemaati’ ile verili cemaat yapılarını sosyolojik temelde birbirinden ayırmak gerekecektir. Cami cemaati, önceden planlanmamış bir birlikteliktir. Namaz kılındığı esnada, o an o camide olmayanlarla aralarında –camide bulunup bulunmama anlamında- bir ayrım noktası oluşmuş olsa da, namazın bitmesiyle işbu ‘farklılık’ durumu nihayete erecektir. Verili cemaat yapılarında ise cemaat üyeleri nezdinde varlığını her daim sürdüren ve alttan alta psikolojik yansımalarıyla bilinç düzeyine çıkan bir ‘farklılık mülahazası’ mevzubahistir. Ait oldukları cemaat yapısının, cemaat dışı toplum katmanlarıyla ortak noktalarının az ya da çok olması da sonucu pek değiştirmez; ilişki hiyerarşisi ve iç motivasyonu sağ- Eylül layan farklılık düşüncesi, cemaat fertlerinin zihnî altyapısında kolayca ötelenemeyecek bir tesir icra eder. Hal böyle olunca, cemiyetin selâmetinin yanına, o cemiyetin kurgusal bir parçası olan cemaatin selâmeti gibi bir gündem de eklenecektir. Bu iki ‘selâmetin’ birbiriyle çatışma ihtimali ise, ferdin zihninde meydana gelecek bölünmenin kökenine dair fikir sahibi olmamızı sağlayabilir. Bu psikolojik süreç, yola yeni çıkan heyecanlı cemaat üyelerinde daha fazla hissedilir olacak, kendisini ‘kurtulmuş’, başkalarını ise ‘kurtarılmayı bekleyenler’ olarak göreceği ikili bir bakış ivme kazanacaktır. Bu tür bir bilinç pozisyonunun düzeltilmesi çok kolay olmasa da, çareyi, ‘cemaat yapılarına kategorik muhalefet’te görmek de -sosyolojik gerçeklere takla attırmak olacağı için- fevkalade isabetsiz bir tutumdur. Belki yapılması gereken, cemaat yapılarının cemaat dışı ortamla geçişkenliğini arttırmak, içinde bulunulan davaya boyu aşan mistik anlamlar yüklememek, cemaate girmeyi veya cemaatten çıkmayı zorlama bir takım yorumlarla sadakat-ihanet denklemleri zemininde ele almamaktır. 7 Mü’min Yüreği Nureddin YILDIZ Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbi’l âlemin vessalatu vesselamu alâ resûlina muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. Değerli Mü’min Kardeşlerim, hedef, n e k e r e amız g m a amber l g a y e P Yak . ir n edefid h r r dene a a s s n en e ın te selam s i ıyame h k y , e ı b al a ash e’deki n i inlerin d m e ’ ü M m bütün kadar idir. örneğ 8 Bildiğiniz gibi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Medine’nin yerleşik yaşayanları arasında Yahudiler de vardı. Hem müşrik Araplar hem de Yahudi olan İsrailoğulları’ndan da insanlar vardı. Hicretin yani Mekke’den Medine’ye hicretin yaklaşık beşinci altıncı yılına kadar Yahudiler Medine’de normal vatandaş olarak Müslümanlarla beraber yaşadılar. Medine’ye ilk varıldığında -hicret edildiğinde- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem içinde Yahudilerin de bulunduğu bir Medine Vatandaşları Anlaşması diyebileceğimiz bir anlaşma yaptı onlarla. Bu anlaşmanın gereği olarak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine’de Yahu- Eylül dilerin de itaat ettiği bir lider olduğunu kabul ettiler. Böylece bir vatandaşlık statüsü kazanmış oldular. Kinlerinde bitmez tükenmez bir liste olarak bütün peygamberler bulunduğu için Resululullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e de yer yer hıyanetler yaptılar. Bu hıyanetlerinin sonuncusu da Hendek Muharebesi zamanında ortaya çıkınca bildiğimiz gibi Yahudiler Medine’den sürüldüler. O zamana kadar Yahudiler de Medine’de vatandaş olarak yaşıyorlardı. Bu döneme ait yani Yahudilerin Medine’de Müslümanlarla beraber sıradan bir vatandaş gibi yaşadıkları zamana ait bir hatıra olarak sizinle bir bilgiyi paylaşmak istiyorum: Yahudi vatandaşlarından bir tanesinin çocuğu hastalanmıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e “filanca Yahudi’nin çocuğu hasta oldu, çok ağır hasta” diye haber verildi. Komşuluk ilişkileri gereği ve oradaki son sözün sahibi bir Peygamber olarak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Yahudi’nin evine gidip çok ağır hasta olan bu çocuğu ziyaret etti. Fakat baba da çocuk da Müslüman değil. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beraberinde ashabı kiramdan bazılarıyla çocuğun başında durdu, çocuğa geçmiş olsun temennisinde bulunduktan sonra döndü çocuğa dedi ki: “Yavrum Müslüman ol da iyi bir kazanç elde et, gel Müslüman ol” dedi. Çocuk da babasına döndü yani “ne diyorsun baba, işte bana Müslüman olmayı teklif ediyor” gibi göz işaretiyle babasının kanaatini öğrenmek istedi. Yahudi olan baba da bir Peygamber’in hasta bir çocuğun ziyaretine gelecek çaptaki nezaketine karşılık döndü çocuğuna dedi ki: “Yavrum bu Ebu’l Kasım yani Muhammed ne diyorsa yap” dedi. Çocuk da “peki” dedi, kelimeyi şahadet getirip Müslüman oldu. Bu Müslüman olmasından dakikalar geçmeden çocuğun eceli geldi ve oracıkta Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem henüz evdeyken çocuk vefat etti. Çocuğun vefatı üzerine -Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de orada bulunuyordu- mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Bu yaşlar yani çocuğun ölümü üzerine Peygamber aleyhisselam Efendimiz’in gözünden akan yaşlar ashabı kiramın dikkatini çekti. Döndü onlara buyurdu ki: “Benim elimle bir çocuğu cehennemden kurtardığı için Allah’a hamd ediyorum.” dedi. Kardeşler, Değerli Mü’minler, Bu olayda kıyamete kadar “ben Resûlullah’a iman ediyorum” diyen her mü’mine mesaj vardır. Bütün insanlığın kurtarılması için gönderilmiş bulunan Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir delikanlının iman edip ebediyen kalmak zorunda olacağı cehennemden kurtulduğu için sevincinden gözünden yaşlar akıyordu. Kapısının dibindeki evden cehenneme koşarak giden gençleri, genç kızları, komşusunun Allah’a şirk koşan tavırlarını her gün gördüğü hâlde kalbi cız etmeyen, buna rağmen evinde neşeyle oturup çoluk çocuğuyla kahvaltı yapabilen insanlar böyle bir Peygamber’in ümmeti olmayı nasıl meleklere ispat edecekler? Bir çocuğu filan fuhşiyattan, filan internet bataklığından, filan rezil yerden kurtulduğu için gözünden yaş akan mü’minler “Muhammedun Resûlullah” diye göklere kadar haykırma hakkına sahiptirler. İşte Peygamber ortada. Bu olayda her şeyden önce sosyal ilişkileri bir iman davası için fırsat olarak değerlendiren tebliğ mantığı var. “Yahudi’nin çocuğu iman eder mi, babası etmemiş çocuğu niye etsin” demiyor. Ha- Peygamber aleyhisselam Efendimiz’in gözünden akan yaşlar ashabı kiramın dikkatini çekti. Döndü onlara buyurdu ki: “Benim elimle bir çocuğu cehennemden kurtardığı için Allah’a hamd ediyorum.” dedi. Eylül 9 zır çocuk Azrail’le burun buruna gelmişken son fırsatı kullanıyor. Bali kullandığı için, uyuşturucu kullandığı için sokağa atmıyor. Ecelle burun buruna gelmişken bile “kurtul yavrum” diyor. Çünkü Allah onu yüreğinde Âdem’den son insana kadar yaşayacak milyarlarca insanın merhametiyle doldurup gönderdi. Ona iman eden mü’min, yüreğinde bütün insanlık kadar merhamet, şefkat ve acıma dolu olan insan olmak zorundadır. Rauf bir Peygamber’in, Rahim bir Peygamber’in vurdumduymaz, saldım gelmez Mü’min Ümmet’i olur mu? Gençlerin sokaklarda helak olduğu, kaldırım taşı kadar bile değeri olmayan delikanlıların caddeleri doldurduğu bir dünyada mü’min olarak huzur içerisinde akşamlamak mümkün mü? Kalbi develere, ineklere, keçilere, tavuklara bile merhametle dolu bir Peygamber’in sıradan, olaylardan bile etkilenmeyen, kalbi katılaşmış, insanları düşünemeyen hatta kendi çocuğunu bile bir noktadan sonra psikoloğa havale eden mü’min kıyamet günü bu merhameti gökleri doldurmuş Muhammed aleyhisselamın eteklerine şefaat umuduyla ne hakla sarılacak? Sadece filan kıtada açlık içinde kıvrananlara, filan yerdeki seldeki afette evsiz kalanlara acımak Hıristiyanların Kızıl Haç mensuplarının bile yapabildiği bir iştir. Mü’minin yüreği açlıktan kıvrananlara da soğukta üşüyenlere de imansızlıktan cehenneme doğru giden yüreklere de acıyan ve acımanın gereği olarak yeri gelir uykusuz kalır, yeri gelir gündüz işsiz kalır mantığa hazır olan yürektir mü’minin yüreği. Böyle bir Peygamber’in Ümmet’iyiz. Arabanın çarptığı çocuğa da acı, internetin çarptığı çocuğa da acı. Elektrik dalgalarına tutulmuş insan da senin merhametinin ilgilendiği insan olmalı, medyanın frekansına takılmış insan da merhametimizin altında yer bulabilen insan olmalıdır ki Yahudi’nin çocuğunu cehennemden kurtarmaya vesile ettiği için Allah’a şükredip gözlerinden yaşlar akan Muhammed aleyhisselamın Ümmet’i olabilelim. Kimliğimizin içini doldurmak ancak böyle mümkündür. Onun kurduğu medresenin, açtığı okulun talebeleri ancak o zaman ortaya çıkabilir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ilk talebelerinden olan Cabir bin Abdullah radıyallahu anh genç bir sahabiydi. Bir gün Peygamber aleyhisselamla baş başa bulunduğu bir ortamda buyurmuş ki ona: “Cabir senin evlendiğinden haber duymuyorum, evlenmiyor musun sen?” “Evlendim ya Resûlullah” demiş. “Ne zaman evlendin” demiş. “Filan gün evlendim” demiş. “Kimle evlendin, dul bir kadın almayasın” demiş. “Dul bir kadın aldım ya Resûlullah” demiş. “Yahu genç adamsın kendin gibi genç biriyle evlensene, niye dulla evlendin” demiş. Peygamber demek sadece namaz kıl, tespih çek demek değil. Delikanlının bekârlık derdiyle ilgilenen, delikanlı gibi konuşan adam Muhammed aleyhisselamdır. Delikanlılara elini öptürüp geçmişlerin masallarını anlatan değil geçmişlerinin hikâyelerini Kur’an’dan öğrettikten sonra delikanlıyla delikanlı gibi sohbet edebilen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem yüreklerine taht kurdu Cabirlerin. Enesleri böyle yaptı da yerden göğe kadar başlarını yükseltti. Mus’ablarını böyle yaptı da Mus’ab bir yıldan az bir zamanda devlet kurup “bu senin devletindir ya Resûlullah” dedi. Eğitim örneği, insanlık, iletişim, sosyallik örneği bu sallallahu aleyhi ve sellem. “Yahu bekâr biriyle evlenseydin de gülerdin güldürürdü seni, güldürürdün onu, neşelenirdiniz” demiş. “Sizden biriniz kendisi için istediği şeyi mü’min kardeşi için istemedikçe iman etmiş olamaz.” Tıpkı “meleklere de iman etmedikçe, kadere iman etmedikçe, öldükten sonra dirileceğine iman etmedikçe mü’min olamazsın” 10 Eylül Dönmüş talebesi demiş ki -bir kere talebeye yürek koymuş-: “Biliyorsun ya Resûlullah babam Abdullah Uhud’da şehit düşmüştü, bana dokuz tane kız kardeş bıraktı. Dokuz kız kardeşin ağabeysiyim ben. Şimdi kendim yaşımda genç bir kızla evlensem onuncu kız gibi olacak evimde. Yaşlı biriyle evlendim ki babamın emaneti kız kardeşlerime annelik yapsın onlar da babamın hasretini çekmesinler istedim, onun için dul bir kadınla evlendim ya Resûlullah” demiş, “iyi yaptın, güzel yaptın” buyurmuş. ka şeydir. Mü’min, yürekli insandır. Dağlar kadar çetin kavgalara hazır yüreği vardır. Ama bir incirden daha ezilebilir, incinir, merhametli yüreği de vardır. Mü’mindir o çünkü. Onun Allah’ı Rahman ve Rahim’dir. Onun Peygamber’i Rauf ve Rahim bir peygamberdir. Onun Kur’an’ı besmeleyle başlamıştır. Onun imanı, rahmeti olan bir Allah’a sığınmayı gerektiren ve Allah’ın rahmetini bütün insanlar ve canlılarla paylaşmayı gerektiren bir imandır. Bunun için aziz kardeşlerim, hiç unutmamız Muhammed terbiyesi sallallahu aleyhi ve sel- gereken bir hadis-i şerifi Resûlullah sallallahu aleyhi lem. “Babam öldü, geride dokuz tane kız bı- ve sellem Efendimiz’in lisanından dinlemek zorundayız. Sevgili Peygamber’imiz sallallahu raktı, ben de yetimim zaten” dealeyhi ve sellem Enes ibni Malik’ten miyor. Dokuz kız, onuncu kız kardeş Buhari ve Müslim’in naklettiği bir gibi, bir anne görecekleri veyahut da Cennetten ırhadisinde buyuruyor ki: “Sizden görümce, elti, baldız görecekleri yermaklar konuşur gibi biriniz kendisi için istediği şeyi de bütün protokolleri ters çeviriyor. mü’min kardeşlerine mü’min kardeşi için istemedikBütün anlayışları, hakları, her şeyi çe iman etmiş olamaz.” Tıpkı bir kenara koyuyor. Muhammed’in evlerini açan, bağırla“meleklere de iman etmediktalebesi Cabir bin Abdullah radıyalrını açan ensardan söz çe, kadere iman etmedikçe, öllahu anh dokuz kız kardeşin gönlünü ediyor Allah. Cennet dükten sonra dirileceğine iman incitmeyecek bir evlilik tercih ediyor. hurilerden söz eder etmedikçe mü’min olamazsın” İşte Müslüman! gibi ensar kadınlarının dediği gibi sıcak bir yuvayı kendin için arzu ettiğin gibi bütün mü’min Bizim bu olaydan çıkaracağıcömertliğine işaretler kardeşlerin için de sıcak bir yuva mız şey; sadece babası ölenin nasıl ediyor. temenni etmedikçe, kendi ayağına bir evlilik yapacağı örneği değildir. diken batmasından rahatsız olduğun Henüz yirmi yaşına gelmediği hâlde gibi bütün mü’minlerin ayağına diken Müslümanlığın Cabir’in kalbinde bir baba, bir dede, bir ağabey merhametini nasıl yeşert- batmasına karşı hassas olman gerektiğini, kendi çotiğini bundan görmek zorundayız. Bir delikanlı evlilik cuğunun filan iyi okulda okumasını düşünüp onun yaparken kız kardeşlerinin, baldızlarının, görümcele- alt yapısını hazırladığın gibi Ümmeti Muhammed’in rinin, eltilerinin hesabını yapmak zorunda değildir. her çocuğu senin gözünde kendi çocuğun kadar hasHelal olan her evliliği yapabilir. Helal olmak başka sas ölçülerde tartılıp değerlendirmediğin sürece seşey, yüreğin merhamet dolu bir mü’min olmak baş- nin yüreğine bir milyar Ümmeti Muhammed çocuğu baba, anne, teyze, dayı, hâla şefkatiyle sığınamadığı sürece iman etmiş olamazsın. Tıpkı “Muhammedun Resûlullah” demedikçe iman etmiş olamazsın dediği gibi kendi zevklerin gibi mü’minlerin hepsine bir zevk hakkı tanımadıkça, sen tam uykunun ortasında iken sokak gürültüsünden rahatsız olduğun için birileri de uyurken sen sokakta gürültü yapmayan bir şuur ve düşünce sahibi olmadığın sürece iman etmiş olamazsın. İmam Buhari Sahih isimli kitabında bu hadis-i şerifi “İmanın Göstergeleri Bölümü” nün on al- Eylül 11 tıncı hadisi olarak kaydetmiş. Bu Ümmet’in Hadis İmamı, Emiru’l Mü’minin olan Buhari, Allah’a iman, Peygamber’e imanla ilgili hadisleri toplarken meleklere iman etmeyi, kitaplara iman etmeyi, ahiret gününe iman etmeyi, öldükten sonra dirilmeye iman etmeyi anlatan hadisleri sıralarken on altıncı hadis olarak da “bir mü’min kendisi gibi bütün mü’minlerin yararını düşünmedikçe iman etmiş olamaz” diye bu hadisi koymuştur. Demek ki İmam Buhari gibi bir âlim “ha meleklere iman etmedin ha bir mü’minin çocuğu kendi çocuğun gibi korumayı düşünmedin o zaman yüreğinde Ümmeti Muhammed’in bütün çocuklarına ait yer yoktur” demeye getiriyor. İslam konuşuyoruz. “Bir Yahudi’nin çocuğu iman edip cehennemden kurtularak öldü” diye gözlerinden pırlanta gibi yaşlar akan Muhammed aleyhisselamın dinini konuşuyoruz. Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kimin ne olduğunu tarif ederken: “kendin için sevdiğin şeyi mü’min kardeşin için de sev ki Müslüman olasın” buyuruyor. Sevgide bencil, egoist; merhamette kısır, sadece kendi çocuğunu düşünebilen, en büyük ihtimalle akrabalarını düşünebilen insan için henüz Müslümanlık maratonunda koşulacak çok yol var demektir. Kâfirlerin çocuklarına bile insan oldukları için babaları kâfir bile olsa merhamet göstermek hatta iman etmemiş koca koca adamlar olarak şehir sokaklarında dolaşsalar bile “bunlar yarın cehenneme düşecek vay hâllerine” diye merhamet göstermek bu Ümmet’in adamlarından bir adam olmanın karakteridir. Akrabalık, hemşerilik, ticari ilişki kaplayıcı bir ölçü olamaz. Mü’min kardeş olmak, aynı Allah’a iman ediyor olmak, aynı Peygamber’in Ümmet’i olmak, aynı Kâbe’ye dönüp namaz kılıyor olmak aynı merhamete yapışmak demektir. Kıyamet gününde mü’min kardeşler olarak dirilirken yüreklerimizde yer veremediğimiz mü’min kardeşlerimiz belki de hak sahipleri olarak yakamıza yapışacaklar. Çünkü sadece açı doyurmak değil, çıplağı giydirmek değil, başı okşanması gerekeni okşamak da bu merhametimizin göstergesi olmalıdır. Sokaklarda, apartmanlarda, okullarda, kahvehanelerde, şeytanın cirit attığı yerlerde cehenneme doğru adım adım gidenler mü’min olarak herkesin uykusunu kaçırmalı. Kurtulmak, Allah’ın o büyük rahmetine layık olmak ancak böyle mümkündür. Kur’an’ı Kerim kıyamete kadar camilerde, evlerde, Ramazan’da, Mekke’de, her yerde, her zaman okuduğumuz Kur’an’ımız Medine’de Mekkeli muhacirlere bağrını açıp kardeşliğin en güzel örneklerini sergileyen ve ensar olarak bize tanıtılan mü’minlerden söz ederken, - çok ince bir çizgiye işaret etmek istiyorum-Kur’an’ımız bu Peygamber’i ve onun ashabını bağrına basan ensardan söz ederken: “çok yardım ettiler, iyi karşıladılar, evlerini açtılar” diyor. Ama çok önemli bir nokta iki şeye dikkatimizi çekiyor. Buyuruyor ki Allah: Birincisi; “kendileri de verdikleri şeye muhtaç oldukları hâlde verdiler” diyor. Muhtaçlar, onlar “bir yazlığım var, bir de normal evim var, siz vatansız kaldınız, buyurun bizim yazlık sizin olsun” demediler. Zaten bir tane evleri, bir oturma odaları vardı, onu perdeyle ikiye bölüp verdiler. Artandan değil, yetmeyenden verdiler. Kendileri muhtaç oldukları şeyi Allah için hicret eden mü’min kardeşlerine verdiler”. Bu birinci nokta. Koli koli, kasa kasa göndermekten söz etmiyor Allah. Akşam çocuklarının sofrasına koyacakları şeyi ikiye bölüp öbürünün çocuğuna verenlerden söz ediyor. Bunu da mü’minlerin Mü’min yüreği kendi çocuğu gibi bütün dünya çocuklarını içine sığdırabileceği bir yürektir. Mü’minin yüreği ve o yürekten konuşan dil fakirlik, yardım edebiyatı yapmaya vakit bulamayan bir yürektir. Yardımın, desteğin edebiyatı değil kendisi vardır. 12 Eylül öncüleri, ilk Allah’a gidenler ve Allah’ın rızasına kavuşanların örnekleri olarak anlatıyor “İlk kazananlar, Allah’ın razı olduğu ilk örnek kullar” olarak bunları Allah gösteriyor birinci bu. İkinci olarak da; O ensardan muhacirden söz eden ayetten alıntı yapıyoruz. “Veriyorlar, verdikten sonra da verdiklerinde gözleri kalmıyor”. Hem verirken artandan değil aslında yetmeyecek olandan veriyorlar. Sonra da bunu konuşma konusu hâline de getirmiyorlar. Allah’a verdiklerini Allah için verdiklerini bir daha gündem yapmıyorlar. Kargoya veriyorlar, mahşerde karşılarında bulmak üzere unutup gidiyorlar. Neyi konuşuyoruz? Mü’minin yüreğinde insanlığın yükseleceği seviyeyi konuşuyoruz. verdiler. Kur’an, namaz, oruç, hacc, cennet, cehennem anlatan ayetlerinin yanında ensar, muhacir anlatan ayetleri de diziyor. Cennetten ırmaklar konuşur gibi mü’min kardeşlerine evlerini açan, bağırlarını açan ensardan söz ediyor Allah. Cennet hurilerden söz eder gibi ensar kadınlarının cömertliğine işaretler ediyor. Kıyamete kadar ben Ümmeti Muhammed’denim, ‘Muhammedun Resûlullah diyorum’ diyen herkes vere vere, yüreğini aça aça sonunda hangi noktaya gelmemiz gerekiyor bu ayetlerden anlaşılıyor. Yakalamamız gereken hedef, ensar hedefidir. Peygamber aleyhisselamın ensar denen Medine’deki ashabı, kıyamete kadar bütün mü’minlerin örneğidir. Bir koli bir fotoğraf makinesi değil, bir tır arkasından da bir medArtanlardan, ya ekibi değil. Bir lokma ve Allah kullanılmayanlardan, Akraba çocuğu olduğu için, başkası yok verdikleri şeyde. Çüngerekli olmayanlarasker arkadaşım olduğu için beraber kü mü’minin yüreği diğer insanlara hac yaptığımız için, komşu olduğuırklarından, zenginlik veya fakirlikdan, defolulardan demuz için bunlar herkes için değerlerlerinden, cinsiyetlerinden dolayı değil sana lazım olandan dir. Herkes arkadaşının çocuğu ile ğil onları yaratan Allah’tan dolayı çocuklarının sofrasına ilgilenir. Sana tuzaklar kuran, düşaçılmıştır. Ahmet’e, Mehmet’e koyacağından verebilmanlıklar yapan birisinin çocuğu verirler Allah’tan beklerler. Mudiğin zaman ensarlık bile düştüğünde el uzattığın zaman hacirler gelmeden önce iman İstanbul’dan Medine’ye ensarlık koyurdu olan Medine’yi ve iman düzeyi yakalanmış deşusuna gitmiş olursun. Mü’minin yüortamını hazırlayan ensar, Allah mektir. reği Yahudi’nin çocuğuna bile açık onlardan razı olsun.” Sadece ve yürektir. Mü’min yüreği kendi sadece karşılığını Allah’tan bulmak çocuğu gibi bütün dünya çocukiçin bunu yaptılar. Buldular mı? Öyle bir buldular ki neyi buldular, ‘Allah onlardan mem- larını içine sığdırabileceği bir yürektir. Mü’minun oldu onlar da Allah’tan memnun oldular’. nin yüreği ve o yürekten konuşan dil fakirlik, Alan razı oldu, veren razı oldu. Böyle büyük bir ti- yardım edebiyatı yapmaya vakit bulamayan caret insanlık bir daha görmedi. Yıllarca büyüttüğün bir yürektir. Yardımın, desteğin edebiyatı değil ağaçlarını, dedelerinden kalan bahçelerini, bir oda- kendisi vardır. dan ibaret olan evini boşaltıp mü’min kardeşlerine Ve Kur’an ayeti çok büyük bir ölçü koymuştur önümüze. Nedir bu ölçü? Artanlardan, kullanılmayanlardan, gerekli olmayanlardan, defolulardan değil sana lazım olandan çocuklarının sofrasına koyacağından verebildiğin zaman ensarlık düzeyi yakalanmış demektir. Öbürünün adı yardımdır, ensarlık değildir. Ve sadece aç, açık, çıplak değil. Onların yanında imanı tehlikede olan, dalalete düşme tehlikesi olan, harama düşecek olanı da elektriğe çarpılmış gibi, deprem görmüş gibi, yangında yanıyor gibi düşünebilmek yani midelerin açlığı ile beyinlerin açlığını düşünebildiğin zaman Ümmeti Muhammed farkını ortaya koymuş olursun. Eylül 13 Sadece aç çocukları değil harama doğru sürüklenen çocukları da düşünmek zorundayız. Bir mü’min ağzında bir sigara tüttürdüğü zaman onun ciğerleri duman altında kalırken “bu mü’min kardeşimin ciğeri çürüyor” diye esef ettiğin zaman rica edip sigarasıyla mücadele ettiğin zaman bu Ümmet düzeyinde, kaliteli bir düşünce sahibi, vasıflı bir Müslüman olduk demektir. Dumanı bana dokunmayan sigara, benim çocuğu ezmeyen araba diye düşündüğümüz zaman da bütün dünya insanlarının seviyesinin altına bile düşmüş oluruz. Biz Allah’a iman ederken onun rahmetine aday olduğumuzu, onun rahmeti ile cennetine girmeye talip olduğumuzu belirtirken ondan beklediğimiz rahmetin milyarda biri bile olmayacak kadar bir çocuğa, bir zavallıya acıma rahmetini, merhametini gösteremezsek hangi yüzle ‘ben rahmet etmiyorum kimseye ama sen bana et’ diyeceğiz ki. Fuhşa doğru kayan, kumara doğru sürüklenen, zinaya doğru, anaya babaya isyana doğru hata üstüne hata biriktiren bütün insanlar, bir depremde ölenler kadar yüreğimize acı oturtmalıdır. Bir mü’min “filanca akrabamızın çocuğu babasına annesine asi imiş” deyip kestirip atamaz. “Bizim çocuk iyi elhamdülillah, filancanın çocuğu çok kötü” diyemezsin. Bu iki cinayeti aynı anda işlemendir. Birincisi; o asilik yapan çocuk o anaya babaya isyanı nedeniyle cehenneme girmeyecek mi? Bir çocuk, delikanlı, genç kız cehenneme girecek ve bunu sen gözlerinle görüyorsun. Neden onu kendi çocuğun yerine koyup “etme yavrum” diye amcalık, dedelik, ağabeylik, dayılık rollerine bürünüp bir Yahudi’nin çocuğu kurtulduğu için cehennemden gözleri yaşaran Peygamber’in Ümmet’i olduğunu Allah’a ve meleklerine göstermiyorsun? İki; çocuğunun isyanıyla kahrolan anne ve baba senin mü’min kardeşin değil mi? Sadece o çocuk trafik kazasında öldüğü zaman mı “başın sağ olsun” diye gideceksin? Aylardır çocuğunu isyanından dolayı evi huzursuz olan anne ve babaya teselli- ye, duaya gitmen gerekmiyor mu? Eğer sadece trafik kazasında ölen çocuklar için baş sağlığına giden bir Ümmet olursak biz batı kültürü düzeyinde sürünmeye devam eden, geri kalmış, ne insanlıktan, ne Ümmeti Muhammedlik yükselişinden nasibini alamamış bir ümmet oluruz. Yani biz sadece trafik kazalarında ölenlerin yüreğini cızlattığı insanlar olamayız. Şeytan kimi tuzağına düşürdüyse biz orada devrede ve onun yanında olmak zorundayız. Açla da ilgileniriz, açıkla da ilgileniriz. Rahmetimize, merhamet ve şefkatimize muhtaç olan herkesi de ilgilenmemiz gereken Allah’ın kulu olarak görürüz. Üzülüyorum ve dilimin ucuna yüz kere geldiği hâlde bir türlü söylemek de istemiyorum. Ama söylemesem de Rabb’im bunu kıyamet günü sorar diye ödüm de patlıyor. Eğer, eğer Afrida’ki aç, kemikleri boynundan çıkmış çocukların fotoğrafları bizim merhametimizi depreştiriyor da biz de Afrika’ya yardımlar gönderiyor, su kuyusu paraları gönderiyorsak ve bu yaptığımız iş mahallemizde Afrikalı çocuktan daha beter bir şekilde cehenneme doğru koşar adımlarla giden asıl komşumuz olan ve burnumuzun dibindeki gençlerin helake sürüklenişiyle ilgilenme görevimiz ve vazifemizi kamuflaj ediyorsa o zaman Afrika’da biz battık, biz çıplak kaldık demektir. Hiç kimse kıyamet günü “Afrika’ya yardım gönderdik, harçlığımdan arttırdım, kendi ço- Elbette biz bütün dünyayız. Yüreğimiz dünyadan da geniştir. Çünkü benim Peygamber’im âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Sadece dünyanın değil, -dünya bir âlemonun gibi nice âlemlere gelmiştir. Ben Rabb’ul Âlemin olan Allah’ın kuluyum. 14 Eylül cuklarımdan ayırıp Afrika’ya gönderdim” diye bir mazerete sığınamaz. Çünkü herkes çevresinden açıla açıla büyümek zorundadır. Çocuğunu aç bırakıp yeğenini doyuramadığın gibi şirkin, dalaletin, internetin ve bütün sapıklık çeşitlerinin boyunduruğu altına aldığı nesiller senin apartmanında oturduğu hâlde senin yürüdüğün caddelerde top oynadıkları hâlde onlarla ilgilenmek zor olduğu için, demokratik haklar onların hürriyet verip senin elini kısıtladığı için teselli maksadıyla Afrika sokaklarında hiçbir meleği yaptığımıza inandıramayız. talım ki? Ne kadar acı ama o kadar büyük bir hakikati konuşuyoruz burada. Afrika bizim kamuflaj malzememiz ise insanlığımızı Afrika’da kimseye ispat edemeyiz biz. Biz Ümmeti Muhammed’iz sallalallahu aleyhi ve sellem. Bütün dünya avuçlarımızın içinde olmak zorundadır. Benim avuçlarımın içine sığmayan dünya, benim bulunduğum dünya olamaz. Her anadan doğan çocuk, yaşı ne olursa olsun, cinsiyeti ne olursa olsun benim hizmetime, yardımıma adaydır. Elbette ve elbette Afrika’daki, filan yerdeki mü’min kardeşim şu giydiğim Ne diyeceksin kıyamet günü? “Mahallemdeki- ceketimi giysin, ben çıplak kalayım. Ama Afrika’ya lerle uğraşmak zordu, bizimkiler zengin çocuklarıydı gidene kadar kaç bin kilometre kat ettin ve kaç bin insan ebediyyen cehennemde kalacak“haydi camiye” diyememiştim, teselları bir fırtınada kavrulup duruyorlar. liyi zekâtımı Somali’ye göndermekGerçekleri çiğnemek, gerçekleri yok te buldum” mu diyeceksin? Neresi saymak sadece gözünü yummak Dünya benim Somali, neresi Güney Afrika, nereolur. Rabb’imin mülkünde si Nijer, neresi senin alt katın? Yan binan neresi? Kendi mahallendeki bir iğne ucu kadar yer Elbette biz bütün dünyacamide namaz kılıyorsun, her gün bile işgal etmezken yız. Yüreğimiz dünyadan da Kâbe’ye gitmesen oluyor. “Beni Alsadece dünya bile geniştir. Çünkü benim Peygamlah bu mahallede oturtuyor, bu ber’im âlemlere rahmet olarak benim gündemim olsa mahallenin camisine giderim” gelmiştir. Sadece dünyanın dekısır Müslüman olarak diyorsun. Senin mahallendeki fıskı ğil, -dünya bir âlem- onun gibi adımı yazar melekler fucur, melanetler, genç yaşında teşhir nice âlemlere gelmiştir. Ben edilmiş bedenlerin sahibi genç kızlar benim. Rabb’ul Âlemin olan Allah’ın dururken hacı teyzem biriktirdiği kuluyum. Dünya benim Rabb’iparaları Afrika’daki fakir çocuklara min mülkünde bir iğne ucu kagöndermiş. Ne fakiri onlar? Açlıktan dar yer bile işgal etmezken sakemikleri çıkmış, ölseler garibanlar Aldece dünya bile benim gündemim olsa kısır lah’ına kavuşup gidecekler. Ama senin yanı başında- Müslüman olarak adımı yazar melekler benim. kiler yeğenlerin, kuzenlerin cehenneme gitmek üzere Dünyadan büyüktür projelerim benim. Ama adım ölecekleri bir yolda yürüyorlar. Niye kendimizi alda- adım. Ben, çocuklarım, kuzenlerim, komşularım, mahallelim, şehrim, ülke etrafındaki deniz sonra Afrika, sonra dünya sonra uzay sonra, sonra. Ama önce benim elimin altında akşam poşetle gelmemi bekleyen çocuklarım. Bayramda elimi öpen yeğenlerim, düğünde buluştuğumuz, bayramda buluştuğumuz akrabalarım, mahallelilerim, arkadaşlarım, akranlarım, dernekteki yakınlarım sıçraya sıçraya değil, kurtara kurtara gittiğim zaman elinde kurtulan çocuk için gözünden yaşlar akan Resûlullah beni bekliyor demektir. Bunun ötesindeki projeler yerine oturmadan, masa üzerinde hazırlanmış, akıbeti sıkıntılı şüpheler olabilir. Ve’lhamdülillahi Rabb’il âlemin. Eylül 15 Barış İsteyenlerin Sesi Gür Çıkmalı Memduh ERGİN r oluro z r a ad iş ne k z ı k dam a ı h ğ ı z t ı p Ya davam m i z i b n deşliği r u s a l k o e a v s ı r z barış i B . r rtık bi ı a d ı e s d a v m z. Bizi ı y ı l a ız var. m ı c a yaşatm y i eye iht m n e l e silk 16 Ben bu milleti Allah için seviyorum. Erdemliliğini ve vakarını ispatlamış bir millet. Sakın ha milliyetçilik özellikle de ırkçılık yaptığım düşünülmesin. Biz haşa şeytanın yaptığı gibi üstünlük taslamıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki rehberimiz iki cihan güneşi Peygamberimizin(sav) söylediği gibi üstünlük ancak ve ancak takva iledir. Niye seviyorum bu milleti? Bu millet ki Kuran-ı Kerim’i kendine kaynak, Peygamberimizi rehber edinmiştir. Bu iki ip ile o kadar sıkı bağlandılar ki evvel Allah’ın izniyle İslamiyet’in hizmetkârı oldular. Kim ki İslamiyet’in hizmetkârı olur, onu candan severiz. Bunu çok iyi bilenler özellikle de İslam düşmanı Hristiyan batı ve Siyonist İsrail bu iki bağla bağımızı koparmaya çalıştılar ve halada çalışmaya devam ediyorlar. Evvel Allah başaramayacaklar. Çünkü köklerimiz o kadar sağlam ve derin ki. Bu millet sandıklarından daha da güçlü. Dışardan bakanlar bunu göremeyebilir. Tıpkı Napolyon gibi: Eylül Padişah Sultan Aziz’in Paris gezisi sırasında Fransa İmparatoru 3. Napolyon, Dışişleri Bakanı Fuat Paşa’ya isteklerini sıralar. Süveyş Kanalı açılmalı, Girit, Osmanlılardan alınıp Yunanistan’a verilmeli, Kudüs’teki kutsal yerlerin Katoliklere ait olanların yönetimi Fransızlarda olmalı... Osmanlı devletinin bunlara kolay kolay razı olmayacağını bilen İmparator, aba altından sopa gösterir: “Bu sorunlar sizin için bir dert... Yorgun omuzlarınızdan bunları atınız. Devletinizin ne kadar zayıfladığı bütün dünyada biliniyor.” Fuat Paşa, gülerek karşılık verir: “Haşmetmeab, siz, bendenize, başka bir devlet gösterebilir misiniz ki, üç yüz senedir, dışarıdan sizlerin, içeriden bizlerin, devamlı tahribine direnebilmiş! Evet, üç yüz senedir, siz dışarıdan, biz içeriden, bu devleti yıkamadık!” Aradan bunca yıl geçti ne değişti? Hala içerden ve dışardan bizleri yıkmaya çalışanlar var ve de olmaya devam edecekler. İmtihan bunu gerektiriyor. Bazılarımız imtihanı geçip doğru tarafta saf tutarken bazıları da şeytan ve nefsine yenilip basit dünyalık menfaatleri için kendi öz kardeşlerini sattılar. En acısı da o değil mi? Güvendiğiniz, beraber yola çıktığınız arkadaşınızdan ihanet görmek. Bu millet buna da alışık çok gördü bu hainleri. Onun için bu kadar güçlü, her defasında bu ihanet çemberinden çıkmasını çok iyi biliyor. Nasıl ki acılar insanları olgunlaştırırsa büyük toplumsal acılarda milletleri olgunlaştırır. Olaylar karşısında serin kalmayı ve vakar davranmasını sağlar. Bu millet büyük olaylar yaşadı, sarsıldı ama her defasında Allah’ın ipine daha da sıkı sarılarak daha güçlü çıkmayı başardı. Bugünlerde de zor günlerden geçiyoruz milletçe. Terör belası ile evlatlarımızı kara toprağın bağrına peygamberlik makamından sonraki makam olan şehitlik makamı ile veriyoruz. Al bayraklara sarılmış koç yiğitler tekbirlerle son yolculuklarına uğurlanıyorlar, arkalarında evlatlar, acılı anneler, babalar, eşler bırakarak. O koç yiğitler ki bu toprakların birleştirici harcıdır. Onların etrafında bütün bir millet tek yürek olmalı. Çanakkale’de evladını kınalayıp cepheye gönderen bir anne ile teröre evladını vermiş bir annenin vatan sağ olsun diyebilmesi aynı şey değil mi? Zaman, mekân ve olaylar değişse de aradan bunca yıl geçmesine rağmen değişmeyen tek şey iman ve inanç. İnsanların içi kan ağlarken en sevdiklerini kaybetmişken Allah inancı, şehitlik makamı ve vatan sevgisi onların sığınakları olmuştur. İşte bu inanç bu millete olduğu müddetçe yıkamazlar, yıkamayacaklar. Ne olursa olsun kardeşlik hukukumuz zarar görmemelidir. Terör örgütlerinin oyununa gelmemeliyiz. Onlar bir şeyi çok iyi biliyorlar. Üç beş askeri şehit etmekle bu milleti ve devleti dize getiremeyecekler. Onların bütün amacı kardeşlik hukukumuza helal getirmek. Bizi birbirimize düşürmek, kardeşi kardeşe kırdırmak. İşte o zaman sinsi emellerini gerçekleştirmek için ellerine fırsat geçer. Zor zamanlardan hasar almadan çıkmanın yolu sabır ve sebattan geçer. Bu millet sabırlı ve sebat etmesini çok iyi biliyor. Şehit ailesine bakın en güzel örneği onlarda görürüz. İçi ağlarken başını tevazu ile öne eğip vatan sağ olsun demesi bunun somut bir örneğidir. Biz biliyor ve inanıyoruz ki rehberimiz iki cihan güneşi Peygamberimizin(sav) söylediği gibi üstünlük ancak ve ancak takva iledir. Eylül 17 Bizlerin yani birlik ve kardeşlik isteyenlerin her zamankinden daha fazla sesi çıkmalı. Çıkmalı ki bozmak isteyenlerin sesini bastıralım. Bozguncuların değirmenine su taşımayalım. Biz millet olarak dayanışmanın en güzelini gösterip sevgiyi de acıyı da birlikte paylaşırız. Bizler başkalarının acısı üzerinden fayda ummayız. Başkalarının acısı üzerinden maddi, manevi ve siyasi menfaat beklemeyiz. Bilakis acıyı azaltmanın gayreti içinde olmalıyız. Birileri aramıza nifak tohumları ekmeye çalıştıkça bizler inadına kardeşlik ve birlik mesajları vermeliyiz. Meydanı kötü emellilerin ellerine bırakmamalıyız. Bizlerin yani birlik ve kardeşlik isteyenlerin her zamankinden daha fazla sesi çıkmalı. Çıkmalı ki bozmak isteyenlerin sesini bastıralım. Bozguncuların değirmenine su taşımayalım. Bugün hamasi duyguları bir kenara bırakalım. Hamaset dilini çok az kullanalım. Kızgınlığımız ve öfkemiz terör örgütü ile sınırlı kalsın. Genellemelerden kaçınılmalıdır. Genellerken kızgınlık ve öfkeyle söyleyeceğimiz her söz ve yapacağımız her davranış farkında olmadan çok büyük ve telafisi olmayan yaralar açabilir. Bu da tam olarak bunu hedefleyenlerin işine gelir. Zimbabve Cumhurbaşkanı Robert Mugabe 25. Afrika Birliği zirvesindeki konuşmasının bir bölümünde batılıların amaçlarının ne olduğunu bakın nasıl açıklıyor: “Bize Allah’ın verdiklerini çok görüyorlar, kaynaklarımızın onların olmasını diler- 18 ler. Nerede barış varsa orada savaşı körüklerler. Şimdi bakın Irak ve Libya’daki karışıklığa; bahaneler üreterek bu ülkelere giriyorlar ve yeraltı kaynaklarından zenginleşiyorlar” dedi. Hep aynı kirli oyun, hep aynı tezgâh. Savaşı körüklemek. Yeter artık oyuna geldiğimiz. Oyuna gelmek derken Enver Paşanın şu ifadesini zikretmeden geçemeyeceğim. İttihat ve Terakkicilerin üç paşasından Enver paşa1 Kasım 1918 ‘de Alman istimbotu ile ülkeyi terk ederken yaveri Mersinli Cemal Paşaya şu itirafta bulunur: “Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık.” Benim bu söylediklerimi bilmeyen yok. Herkes biliyor. Ama demek ki bilmek yetmiyor. Bilinç uyandırmalıyız ve harekete geçmeliyiz. Onların oyununu bozacak yeni bir bilinç dalgası oluşturmalıyız. İslamiyet savunma dini değildir. Aksiyon dinidir. Nerde bir haksızlık, zulüm varsa engellemek için biz orda olmalıyız. Bizlere çok büyük görevler düşüyor. Her şeyden önce oyuna gelmeyeceğiz. Basiretimiz açık olacak. Onlar yaktıkça bizler söndürmeye koşacağız. Onlar ayırdıkça bizler birleştireceğiz. Onların işi kolay. Yalan, iftira, sahtekârlık, terör velhasıl çirkin olan her şeyi kullanmaktan çekinmezler. Oysa bizim işimiz zor. Bazen ağır iftiranın altında inim inim inlerken doğru bildiğimiz şeyleri hayata geçirmeye çalışırız. Yaptığımız iş ne kadar zor olursa olsun bizim davamız hak davasıdır. Biz barışı ve kardeşliği yaşatmalıyız. Bizim de artık bir silkelenmeye ihtiyacımız var. Yeter artık hep kötülerin kazandığı. Bizim daha fazla gayret gösterip bu pis oyunlara dur dememizin zamanı geldi. Eylül Hilye-i Şerif Eylül 19 Kur’an’ın Muazzam Duruşu ve Dönüşü Dr. İhsan ŞENOCAK n’ı i Kur’â r e l i fl ere uhatap in en ş m m e i t n i e s i had n “Ümm aygıda erdir” l S . n ı e d y r e a ız v ezberl ne afızım h e nan yö c r u e k l o n i n b ta on ur’â i sokak ırtını K ğ s i t e ç s e g m ki rın ı. hafızla alkard , k z a e ğ m a y dön ’ı es a Kur’ân lı herk l ş e a z y ü ç g gen atı . ilmişti hat san d e e v t a p c i i çin Tezh ur’ân, emek i l K i ı g l ı r r e a s s lere güzel a ızlı bez d l çaların a h y o b n ı z t i l A i çey kü gib n şti. ü g u b lmemi i d e s p ha 20 Kureyş ulularının değişmez gündemiydi Kur’ân. Ne olduğunu, nasıl engellenebileceğini sorarlardı birbirlerine. Kabe, Zemzem ve Haceru’l-esved’in tercihlerini İslâm’dan yana koymaları, derin bir hüzne sevk etmişti Onları. Hubel, Menat ve bir de eskilerin masalları kalmıştı yanlarında. Kur’an nidaları yüreklerde dalgalandıkça atalarının dinleri, direkleri çökmüş binalar gibi çatır çatır yere geldi. “Dinlemeyin bu Kur’ân’ı…” diye tembihledikleri muhataplarını, “istesek biz de Onun gibisini söyleriz” diyerek avutmaya çalıştılar.Çürük bir akılla, akıl ötesinin buyruğuna kafa tutan idrak “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa bir benzerini getirin….” ayetiyle alenen hesaplaşmaya çağrıldı. Ne “yedi askı” şairleri, ne de Arab’ın en beliğ hatipleri çıkabildi Kur’ân’ın karşısına. O’nun “Levh-i Mahfuz”dan gelen “Kitab-ı Mecid” olduğunu susan her kalem sükutla itiraf etti. Eylül Peygamber atlasının örttüğü zemin, her gün biraz daha genişledi; Acemlisi, Habeşlisi aynı safta dinledi Kur’an’ı. Onunla fikri planda hesaplaşmaya çıkamayanlar, daha doğrusu çıkıp da ayakları üzerlerinde duramayanlar; hilelere, iftiraflara ve kılıçlara baş vurdu. Allah Resûlü’nü (s.a.v), bir yolunu bulup ya deliler gibi zincire vuracak, ya öldürecek, ya da Mekke’den süreceklerdi. Ama olmadı, başaramadılar. Küfrün acziyetine işaret olsun diye; ordularla değil mağarada örümceklerle korudu Allah, Peygamberini. Ebû Cehil ve avanesi, kalemi kırıp savaşı konuşturduğu gün -aslında- her şeylerini kaybetmişlerdi. Kur’ân’ın dirilttiği ruhlarla savaşılır mıydı? Onlar ölüp de ölmeyen ruhlardı. Dirileri ve gök sakinleriyle tükenmez bir ordusu vardı Kur’an’ın. Kur’ân, kendisine kin ve nefret besleyenlere ağıt yakmayı armağan etti. Allah Resûlü’ne (s.a.v) “ebter” diyenler on dört asırdır “ebterlik”lerine ağıt yakıyorlar. Ebû Cehil’in ruhu, İslâm’ın Mekke’sinde her gün beş defa “eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ı” dinliyor. Ne “İsaf”, ne “Naile”, ne de büyük put “Hubel” dayanabildi Kur’ân’a… Ebû Cehil ağlamasın da kim ağlasın? Allah Rasûlü’nü güldürmeyenler Kıyamet’e kadar ağlamaya mahkum oldular. Ey Cabir (r.a)! Utbe bin Rebia’ya dair rivayet ettiğin hadis nerede? Gel ve söyle Peygamber buyruğunu, söyle de zamanın Ebu Cehiller’i Kur’an’ın yenilmezliğini idrak etsin: Hani -O’na (s.a.v)- Utbe, ne istiyorsun; kadın, mal-mülk, riyaset hepsini verelim yeter ki tanrıları- mızı inkar etme, (hâşâ) “Allah birdir deme” demişdi de O (s.a.v); “Söyleyeceklerin bu kadar mı ey Utbe?” diye sormuş, “evet” cevabını alınca şu ayetleri okumuştu: “Ha mim. (Bu) Rahmân Rahîm’den indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çokları onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmişlerdir.” Kur’an, küfrün rüşvetini sonsuza kadar geçersiz kıldı. Müminlerine geriye dönüşü olmayan bir yolda yürüyüşü öğütledi. İnsanların Kur’ân’ın safında yürüyüşü aslında “sureti” bir yürüyüştür. Diyor ya Cenab-ı Hak “Kur’ân’ı biz indirdik onu yine biz koruyacağız.” O halde bizim yürüyüşümüz, korumak için değil, korunmak içindir. Gerçekte şairi, çobanı, filozofu, köleyi hasılı bütün yürekleri Kur’ân koruyor. Çünkü O, ezeli ve ebedi mutlak hakikattir. Bunun içindir ki şiirin büyük ustası Lebid bin Rebia Onu işitince “Dikkat edin Allah’ın sözünden başka her şey batıldır” demişti. Hassan Bin Sabit’e niçin daha şiir yazmıyorsun diye soran Hz. Ömer (r.a) şu cevabı almıştı: “Kur’ân indikten sonra dilimi yuttum.” Ey Kindi! Kalk kabrinden ve itirafını tekrar et! De ki “Ben İslâm atlasının en güçlü felsefî damarıydım. Aklı doğru-yanlış en iyi kullanan filozof olduğumu düşünürdüm. Farabî’nin, İbni Sina’nın, İbni Rüşd’ün ve bütün “Meşşai”lerin fikir babasıydım. Mutezili anlayış benimle altın çağını yaşamıştı. Aklımın fizik ötesine denk olduğuna sadece ben değil, çevrem Allah Resûlü’nü (s.a.v), bir yolunu bulup ya deliler gibi zincire vuracak, ya öldürecek, ya da Mekke’den süreceklerdi. Ama olmadı, başaramadılar. Küfrün acziyetine işaret olsun diye; ordularla değil mağarada örümceklerle korudu Allah, Peygamberini. Eylül 21 de inanmıştı. Nitekim bir gün bana talebelerim “Şu Kur’ân’ın dengini yapıver” demişlerdi. Ben de, “Hepsini değil ama bir kısmını yaparım” demiş ve bir çok günler odama kapanıp kalmıştım. Akıl ötesi buyruğa ulaşmak için çok uğraştım fakat başaramadım. Günler sonra insanların huzuruna çıkıp şu itirafta bulunmuştum: “Vallahi buna ne benim ne de başka birinin gücü yetecek. Kur’ân’ı açtım karşıma “Maide Suresi” çıktı: Baktım vefayı anlatmış, dönekliği yasaklamış, önce genel bir tahlil ardından bir istisna yapmış, Allah’ın kudretinden ve hikmetinden söz etmiş ve bütün bunları iki satıra sığdırmış. Hiç kimse bu kadar mânâyı ciltlerle eser yazmadan ifade edemez.” Arabın ulu edipleri Kur’ân’ın karşısında diz çöktü. Çünkü O, söz sanatının zirvesiydi. Ümeyye b. Halef, Kur’ân’ı ilk duyduğunda yerden bir avuç toprak alıp, üzerine secde etmişti. Ömer’in (r.a.) yüreğini eriten Onun sıcaklığı idi. Ebû Zerr’in aşkını Ali’nin aklı ile bütünleştirenler bütün zamanların ulu hocaları kabul edildiler. Fatih’ler, İbn-i Kemal’ler, Barbaros’lar, Sinanlar, Bakiler, Itriler Kur’ân’ı mümin okuyup mümin yaşayan insanlardı. Ne Utbe’ler ne Ebû Cehil’ler konuşabildi karşılarında. Biz, mezkür değerlerimizle Kur’an Atlasında var olan bir millettik. Onun hatırına dünyalar feda ederdik. Molla Hüsrev, Kur’ân’la çelişen fermanı yırtıp Fatih’in yüzüne atar, Kemalpaşazade “umur-u devlet”e bizzat müdahil olurdu. Ricali devlet de ulemaya ittiba ederdi. “Ümmetimin en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir” hadisine muhatap on binlerce hafızımız vardı. Saygıdan kimse sırtını Kur’ân okunan yöne dönmez, hafızların geçtiği sokakta genç yaşlı herkes ayağa kalkardı. Tezhip ve hat sanatı güzel Kur’ân’ı güzel sergilemek için icat edilmişti. Altın yaldızlı bezlere sarılı Kur’ân, bugünkü gibi çeyiz bohçalarına hapse- dilmemişti. Evler, sokaklar, mektepler Kur’ân’a göre şekil almıştı. Söz ve hüküm Allah’ındı. İslâm fıtratı üzerine doğan çocuğa daha ilk günden öğretilirdi Kur’ân’ın sözleri: Bir kulağına Ezan diğerine Kamet okunurdu. 7 yaşında hafız olunur ardından “Buhar-i Şerif” ezberlenir, “dirayet” ve “rivayet” tefsirlerinden ayrı ayrı icazet alınırdı. En hafif meşreplilerin bile İslami değerlere saygısı vardı. Müفşahhas bir örnek çevresinde izah etmek gerekirse şu söylenebilir: Namık Kemal yatağında hem kitap okur, hem de şarap içermiş. Okuduğu yerde Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in adı geçince içkiyi dışarı çıkartır, yatağından iner, diz üstü oturur ve Allah Resulü’nün adını öyle telâffuz edermiş. Çünkü N. Kemal İstanbul sokaklarında Kur’ân’la dolaşmış, Kars’da erenleri dinlemişti. Ya bu gün, Kur’ân’dan mahrum bir halde yetiştirilen Anadolu çocukları kime saygı gösterecek? Fikret’in oğlu Haluk’a yaptığı gibi önce fıtrattaki iman mayası kurutulacak ardından da papaz mı yapacaklar bu çocukları? Ezan’ı öğrettirmedikleri sabilere Ayasofya’da çan çalmayı mı öğretecekler? Kur’ân’sız yetiştirilmek istenen çocukların geleceğini Yahya Kemal’in şu hatırasından hareketle okuyalım: Arabın ulu edipleri Kur’ân’ın karşısında diz çöktü. Çünkü O, söz sanatının zirvesiydi. Ümeyye b. Halef, Kur’ân’ı ilk duyduğunda yerden bir avuç toprak alıp, üzerine secde etmişti. Ömer’in (r.a.) yüreğini eriten Onun sıcaklığı idi. 22 Eylül Evler, sokaklar, mektepler Kur’ân’a göre şekil almıştı. Söz ve hüküm Allah’ındı. İslâm fıtratı üzerine doğan çocuğa daha ilk günden öğretilirdi Kur’ân’ın sözleri: Bir kulağına Ezan diğerine Kamet okunurdu. 7 yaşında hafız olunur ardından “Buhar-i Şerif” ezberlenir, “dirayet” ve “rivayet” tefsirlerinden ayrı ayrı icazet alınırdı. “… Bu günkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” “… Medenileşen üst tabakanın çocukları, ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.” “… Dört sene evvel Büyükada’ da oturuyordum, bayramda, bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazını kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. … İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün bütün cemaatın arasında yalnız benim vucudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum.” “… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.” Mekke’de inen, Kahire’de yazılan, İstanbul’da okunan Kur’ân, şimdi en güzel okunduğu yerde garip mi kalacak? O’nu okuma şerefini bu millete çok görenler Ebû Cehil’i susturup Fatih’e mi ağıt yaktırtacaklar? Hayır! Anadolu’nun semalarından Kur’ân seslerini kesemeyecekler. Ruhi ve ilmi merkezlerimiz yeniden canlanacak; Kur’an’ın muazzam dönüşüne kimseler engel olmayacak. Vuslat, bütün umutların bittiği anda gerçekleşecek. Yusuf’unu kaybettikten sonra ağlaya ağlaya gözlerini de kaybeden Yakub aleyhisselam, kanlı gömlek Mısır’dan ayrıldığında etrafındakilere “işte şimdi Yusuf’umun kokusunu alıyorum” demişti. Gözleri dahil her şeyini yitiren fakat Yusuf aleyhisselam’a kavuşacağına dair imanını kaybetmeyen Yakub’a Allah yeniden oğlunu armağan etti. Kur’an Kurslarını kaybeden, talebesi kalmayan hocalar da onları tekrardan kazanmaya dair inançlarını kaybetmezlerse Kur’an’ın muazzam dönüşü çok yakında gerçekleşecek demektir. Eylül 23 Tasavvuf ve Pasifizasyon Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL ızklarım a t a y , ’e (s.a.v) h a l l savaşır u a l d u s n e u “R uğr eceAllah , l i ğ i diley e y e m da d l ö ı olarak aşmay d v i a h s e a ş d ken hyolun a l ten l A e v irmek e t z t i e l m i u ğ kab z imize r dair sö e l s a i z f ı m ne ı acağ leştire almay k k e ç l i r f e a g il g i u bilfi n u t sahib B e . y k i i n d r r bi ve i, salih h a ze ecir i d b k e n s i e z m imi , Rabb z r.” ı m a acaktı y olm a l ğ a sini s verme 24 E-posta adresime gelen maillerin önemli bir bölümü, başlıkta ifade etmeye çalıştığım hususu soruyor. Tasavvuf insanları dünyadan uzaklaştırmakla hayata ve topluma ilgisiz mi kılıyor, Tasavvuf ehli olarak bilinen insanların mesela cihada iştirak ettiği vaki midir?…t Bu soruya, Osmanlı‘nın kuruluşundan itibaren fetihlerin öncü kuvveti olmuş gazi dervişleri, Senûsiyye hareketini,Hindistan‘lı Rabbânî alimlerin ya da Şeyh Şamil‘in cihadı gibi harc-ı alem örnekleri zikrederek kestirmeden cevap verebilirdim. Ancak Tasavvuf hakkındaki bu iddiaların alabildiğine yaygınlık kazanmış olması, bu meselenin –bu köşenin boyutlarının izin verdiği ölçüde–detaylandırılmasını zorunlu kılıyor. Esas meseleye geçmeden önce bu babda çokça bahis mevzuu yapılan bir rivayete değinmek istiyorum: Eylül Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan dönen ashabına, “Hayırlı bir gelişle küçük cihaddan büyük cihada geldiniz” buyurmuş, Sahabe, “Büyük cihad nedir ya Resulallah?” diye sorunca, “Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir” buyurmuştur. “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” lafzıyla daha yaygın olan bu rivayeti el-Beyhakî, “Kitâbu’z-Zühd”de (I, 42) naklettikten sonra, “İsnadında zayıflık vardır” demiştir. el-Irâkî, Ali elKarî, el-Münâvî ve el-Aclûnî de eserlerinde bu ifadeyi nakletmekle yetinmişlerdir. (Bkz. “Tahrîcu Ahâdîsi’l-İhyâ“, III, 7, 64; “el-Es- Yahya b. Ya’lâ ve Leys b. Ebî Süleym) sebebiyle “zayıf” olarak nitelendirilmiş olmalıdır. Ancak Rical kitaplarının bu zatlar hakkında verdiği malumattan, zayıflıklarının rivayetin tamamen reddine müncer olacak derecede şiddetli olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varid olduğunun söylendiğini naklettiği bu rivayet hakkında “Aslı yoktur” ifadesini kullanan İbn Teymiyye‘nin (“Mecmû’l-Fetâvâ“, XI, 197) bu hükmünün “aşırı” olduğunu söylemek durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin Tasavvufî çevrelerde yaygın olarak kullanılmasının etkili olduğu akla gelmektedir. râru’l-Merfû’a“, 211-2; “Feydu’l-Kadîr“, IV, 511; “Keşfu’l-Hafâ“, I, 511-2.) Ez-Zeyla’î, “el-Keşşâf” hadislerini tahriç ettiği eserinde (III, 3956), rivayetin “el-Keşşâf“ta zikredilen varyantını, “Nebi (s.a.v) gazalarından birinden döndü ve “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” buyurdu” şeklinde verdikten sonra şunları söyler: “Cidden garibdir. Bu rivayeti es-Sa’lebî, bu şekilde senedsiz olarak zikretmiştir.” Daha sonra el-Beyhakî tarafından “Kitâbu’z-Zühd“de nakledilen sened ve metni (ki en başta zikrettiğim gibidir) zikrettikten ve el-Beyhakî‘nin, “İsnadında zayıflık vardır” dediğini naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: “en-Nesâî, “Kitâbu’l-Künâ“da şöyle der: (…) Ebû Mes’ûd Muhammed b. Ziyâd el-Makdisî bize, İbrahim b. Ebî Able’nin (Bu zatın adı İbn Receb‘in “Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem“inde (185) “İbrahim b. Ebî Alkame” olarak geçmektedir; doğrusu “İbrahim b. Ebî Able” olmalıdır, E.S.), gazadan dönen insanlara şöyle dediğini rivayet etti: “Küçük cihaddan döndünüz. Peki büyük cihadı ne yaptınız?” Muhatapları, “Ey Ebû İsmail! Büyük cihad nedir?” diye sordu, “Kalbin cihadıdır” dedi.” Buradaki İbrahim b. Ebî Able, Şam‘lı Tabiun‘dandır. Bahse konu rivayetin el-Bayhakî tarafından, senedinde peş peşe yer alan üç ravi (İsa b. İbrahim, Eylül Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayeti taz’if ederken sadece “senedinde zaaf vardır” demekle yetinmiş olması da İbn Teymiyye’nin bu hükmünün isabetli olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak Bu rivayetin biri merfu (Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözü), diğeri İbrahim b. Ebî Able‘nin sözü olmak üzere iki şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able‘nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir zaafı yoktur. Merfu varyantı ise, senedindeki bazı raviler sebebiyle zayıf bulunmuş ise de, bu zaaf, rivayeti tamamen “uydurma” veya “asılsız” olarak nitelendirmek için yeterli değildir. Tasavvuf‘un, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslam Sanat ve Medeniyet Tarihisahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, Tasavvuf‘un bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir “bütün” olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır. Özellikle bu topraklarda böyle “miyop” bir anlayışın neşv-ü nema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. 25 Yaşadığımız toprakların İslamlaşması süreci hakkında sathî bir düşünce bile, bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslam‘la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında da Tasavvuf‘un, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır. Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddîn-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle, Anadolu‘ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihad, içeriye muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada Tasavvuf‘un oynadığı vazgeçilmez rolü görmemek mümkün müdür? sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan Gündüz, “Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri“, 5 vd.; Ekrem Işın, Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat, “Osmanlı“, IV, 453.) Anadolu‘nun İslamlaşmasında ve bu topraklarda Müslüman bir medeniyetin teşekkül ekmesinde birçok Tasavvufî anlayışın (tarikat) rolü vardır. Bunları kısaca İbn Arabî, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran ve Yunus olarak ifade edebiliriz. Osmanlı‘nın “beylik”ten “devlet”e, oradan da “cihan devleti” geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf‘un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır. Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî, devrin Selçuklu sultanı İzzeddîn Keykâvûs‘un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun Müslümanlar‘a yapacağı en büyük hizmetin, İslam‘ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, “Türk Tefekkür Tarihi“, II, 135.) Özellikle “kuruluş” aşamasında Tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhî sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur. Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu‘ya yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddîn-i Kübrâ etkisi, daha önce de söylediğim gibi “gazi dervişlik” geleneğiyle bu toprakların İslamlaşmasında inkâr edilmez bir rol oynamıştır. “Abdalân-ı Rum“, “Gâziyân-ı Rum“, “Alperenler“, “Horasan erenleri“… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında “fütuhat” ruhunu işlemek suretiyle henüz “beylik” merhalesinde bulunan Osmanlı‘nın, siyasî nüfuz alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görümüm kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur. Toplumsal yapı, son derece karmaşık boyutları bulunan ve çok yönlü ilişkilerle şekillenen müesses bir nizamı anlatır. Bu yapı içinde her bireyin, her kurumun ve her birimin ayrı bir fonksiyonu vardır. Bunlar bir araya gelerek bütünlüğü ve ahengi oluşturur. Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan dönen ashabına, “Hayırlı bir gelişle küçük cihaddan büyük cihada geldiniz” buyurmuş, Sahabe, “Büyük cihad nedir ya Resulallah?” diye sorunca, “Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir” buyurmuştur. 26 Eylül Bu itibarla Tasavvuf‘un toplumda icra ettiği fonksiyon da “tek boyutlu” olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı, Ahiliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan yadırgatıcı değildir… 3. Cüneyd el-Bağdâdî: Şöyle dediği anlatılır: “Birgün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım.” Osmanlılar‘da devlet-Tasavvuf münase4. Ebu’l-Abbas et-Taberî: Tartus‘ta mücabeti, Osman Bey‘den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey‘in bir Tasavvuf hidlere vaz ediyordu. Allah Teala‘nın celalinşeyhi olan Edebali ile, Orhan Gazi‘nin Ahi Hasan, den, azamet ve kudretinden bahsederken bayDavud-u Kayserî, Abdal Murad, Abdal Musa,Geyikli gın düştü ve hayatını kaybetti. Baba ile, Murad Hüdavendigâr‘ın –bir “ahi” olan– 5. Züheyr b. Şu’be el-Mervezî: Şöyle dediği Sinanüddin Yusuf Paşa ile, Yıldırım Bayezid‘in (aynı zamanda damadı olan) Emir Buhârî ile, II. Murad‘ın nakledilmiştir: “Canım et çektiğinde, Bizans ülHacı Bayram Veli ile, Fatih‘in Akşemseddin ile, III, kesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan ganimet elde ederiz. Murad‘ın Şeyh Şaban Efendi ile, KaEti o ganimetlerden yerim.” nuni‘nin Şeyh Ebû Sa’îd Efendi ve Baba Haydarî-i Semerkandî ile… 6. Ali b. el-Hüseyin: İslam “Resulullah (s. a.v) ilişkisi Osmanlı’ya vücut veren yaülkesini Haçlılar‘dan temizlepının “ilmiye” (ulema), “seyfiye” e, gazilere ikramda bumeye halkı teşvikte büyük rolü (askerler) ve “kalemiye” (bürokrasi) lunacağımıza, onlara bulunan bu sufinin ribatına topyanında dördüncü bir ayağa daha isnakdî yardımda bululanan insanların, oraya bir “kıştinat ettiğini gösterir ki, o da “irşadinamayanlarımızın ise la” görüntüsü verdiği kaynaklaye” diyebileceğimiz Tasavvuf ehlidir. rın naklettiği bir husustur. yiyecek yardımı yapaTasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlakî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa (cihada) da fiilî olarak katıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Bugün bunlara dair bazı örnekler zikredeceğim. cağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.” Okuyacağınız isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan “ribat“larda yaşamış, bir yandan mücahidleri teşci ederek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir. 1. Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir. 2. Seriyy es-Sekatî: “Ey iman edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…” (3/Âl-i İmrân, 200) ayetini tefsir sadedinde, “Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin” dediği ve İmam Ahmed b. Hanbeltarafından cihaddan dönerken övüldüğü nakledilmiştir. Eylül 7. “Şam Aslanı” lakaplı Abdullah el-Yuninî: Tarihçiler tarafından “Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihadla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi” ifadeleriyle anlatılmıştır. 8. Ebu’l-Abbâs el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs‘e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine “Ebû Sevr” lakabı verildiği nakledilmiştir. 9. Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir. 10. Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimeşk (Şam) girişinde şehid olmuştur. 11. el-Haccâc el-Fendulavî: “Allah mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır” ayetini okuduktan sonra 27 müridleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehid olmuştur. 12. Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat‘ı istila ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra şehid düşmüştür. Bu örneklerin çoğunu “çok bilinen” isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, “çok bilinen” isimlerden de birkaç örnek verelim: 1. Necmeddin-i Kübrâ: “Kübreviyye” tarikatının kurucusudur. Sadece Tasavvuf sahasında değil, Hadis ve Tefsir gibi “zahirî ilimler”de de yed-i tula sahibi idi. Moğollar Horasan‘a girdiğinde Cengiz Han ona, Harezm‘i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar‘ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan bir okla şehit oldu. 2. İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, “Avârifu’l-Ma’ârif” yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî‘den giydi. Zahir Baybars‘ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar‘ı büyük bir hezimete uğrattığı Ayn–Calut savaşının fetvasını o vermiştir. İslam ordusunun Haçlılar‘la Mısır‘da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî‘nin “Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye”sinde anlatılmıştır. 3. Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yşında iken Bağdat‘a geldi; Abdülkadir-i Geylanî‘nin yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada “Kadirî” tarikatına girdiğini, yine bir sufî alim olan İbnu’l-Mulakkın‘ın, Kadirî hırkasının kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû İshak el-Vâsıtî veMuvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i Geylanî‘den geldiğini söylemesinden anlıyoruz. Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme‘nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim. 4. en-Nevevî: Sufî şeyhi Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)’ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars‘ı Moğollar‘la savaşması için defaatle teşvik etmiştir. Üzerinde konuştuğumuz meselenin, bu köşede hall-u fasl edilemeyecek kadar geniş olduğunun farkında bulunmakla birlikte, serinin bu son yazısında temas edeceğim bir-iki noktanın, önceki yazılarla birlikte ele alındığında Tasavvufhakkındaki önyargılardan veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan kimi olumsuz değerlendirmelerin bir kere daha gözden geçirilmesine vesile olacağını umarım. Cihad‘ın mana ve maksadında mündemiç olan “İslam‘ın kitlelere ulaştırılması” görevi, temelde bir “tebliğ ve davet” işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sufiler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır. “Resulullah (s.a.v)’e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik.” 28 Eylül Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten Tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Öte yandan –bir önceki yazıda bir kısım örneklerini zikrettiğim gibi– Tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu karşısındacihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamız söz konusu olamaz. Mağrib‘de kurulan Murabitun ve Muvahhidun devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi Tasavvuf şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı tesbiti Eyyubîler, Memlüklüler, kısmen Babürlüler ve daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir… mının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir? Şu halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia niçin özellikle Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir? Bana kalırsa bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı. “Hayata katılma”nın en somut ve keskin göstergesi olan “cihad“a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslam büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir. Resulullah (s.a.v)’e, Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarında Tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir. cihad etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik.” Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbânî ve Şah Veliyyullah çizgisinin varisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen sufi alimler),Kuzey Afrika (Libya‘da Senusiyye hareketi, Cezayir‘de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd, Sudan‘da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır‘da Ahmed el-Arabî, Mağrib‘de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya‘da Şeyh Şamil ve bugün Filistin‘de adını “İzzeddin el-Kassâm Tugayları” vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle… Bu noktada biraz durup vakıaya “kuş bakışı” bakalım: Tasavvuf ehli hakkında ileri sürüldüğü şekliyle “cihaddan geri durup, aşk-meşk işleriyle uğraşma” iddiasının, mesela “savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme” tarzında Muhaddisler, Fakihler, Müfessirler, Kelamcılar vb. için aynı yoğunluk ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım sahalarda etkin olmuş ulemanın tama- Eylül Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak “Tasavvuf insanı hayattan koparıyor” gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı ve hata olur. Bu yazıyı teberrüken İmam eş-Şa’rânî‘nin konu hakkındaki sözleriyle bitirelim: “Resulullah (s. a.v)’e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.ذ “Resulullah (s.a.v)’e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik. “Resulullah (s.a.v)’e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehid olarak ölmeyi dileyeceğimize ve Allahyolunda savaşmayı nefislerimize kabul ettirmekten gafil kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimizin bize ecir vermesini sağlayacaktır.” “Resulullah (s.a.v)’e, cihad etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik.” 29 Tasavvufa Dair Ahmet YAŞAR 1- Tasavvufun Ortaya Çıkışı Tasavvuf; Resulü Ekrem Efendimizin güzel ahlâkı ile ahlâklanıp O’nun gibi amel-i salihlerde bulunarak hayatımızı Resulü Ekrem’in hayatı gibi tanzim ederek yaşamaya gayret etmektir. dim Efen e r k E lü nıp ; Resu f u v hlâkla v a a e l i Tas ı âk buluzel ahl e ü d r g e l n i h miz sali n amel-i i krem’i b i E g ü n l u u O’n Re s tımızı a yaşay k a e h r e k d a nar me i tanzi b i g tir. ı t haya etmek t e r y a g maya 30 Allah Teâlâ Hazretleri aşağıdaki âyet-i kerimelerde bizlere Resûlullah’a uymayı emrederek: “Ey habibim onlara de ki Allah’ı severseniz bana tabi olun ki; Allah’da sizleri sevip günahlarınızı affetsin” (Al-i İmran-31) Eylül “Muhakkak ki sizler için Allah ‘ın Resülünde en güzel uyulacak yollar vardır. Allah a kavuşmak ve âhiretin sevabını kazanmak isteyenler için” (Ahzab-21) buyurmuştur: Cenâb-ı Allah insanların dünya ve âhiret saadetine kavuşup cennet âleminde de Cemâl-i İlâhi’yi seyredebilmeleri için, Resûlullah’ı canlı bir kitap olarak göndermiştir. Resûlullah Efendimiz’de Kur’an ahlâkı ile ahlâklanarak insanlığa örnek olmuştur. Resûlullah Efendimiz hayatı boyunca Allah Teâlâ’nın emrettiklerini yapıp yasakladıklarını terk ederek hayatımıza tatbik edeceğimiz hususları noksansız olarak bizlere ulaştırmıştır. Cenâb-ı Allah “...Artık onlardan korkmayın benden korkun. Bugün sizin için dininizi tamamladım. Size din olarak İslam’a razı oldum...” (Maide 3) buyurmaktadır Resûlullah âyet-i kerimede tamamlandığı beyan edilen bu dini, bize örnek olması için yaşamıştır. Ashabı da ona tabi olarak tebliğ edilenleri yaşamaya gayret etmiştir. İşte Saadet Asrı diye adlandırılan bu asırda, İslâm bütün güzelliğiyle yaşanıyordu. Bu sebeple günümüzdeki gibi tarikat ehli olanlar veya olmayanlar diye, değişik guruplaşmalar meydana gelmiyor ve tasnifler yapılmıyordu. Asr-ı Saadette İslâm’ın bugünkü gibi tarikat veya şeriat denilen ayrı ayrı kısımları bulunmadığından mü’minler “Ben müslüman’ım, fakat tarikatçı değilim” veya “Ben müslüman’ım ama şeriatçı değilim,” gibi boş sözler ve faydasız düşüncelerle meşgûl değildi. Beşerîyetin önderi Resûl-ü Ekrem Efendimiz dünyadan ayrıldıktan sonra, mü’minler zaman içinde O’nun güzel ahlâkından ve sünnet yolundan, eski nebi ve resûllerin ümmetleri gibi sapmaya başladılar. Meydana gelen amelî ve itikadî eksiklikleri gören ulema âyet ve hadislerin ışığında insanları yeniden takvâya, sünnete ve güzel ahlâka davet etmeye, yeniden sünnet yolunu ihya edecek olan eğitim müesseselerini kurmaya başladılar. Bu sebeple iki ayrı müessese meydana geldi, iki ayrı isim ortaya çıktı. “Tarikat ehli” ve “Medrese ehli” olanlar gibi. Bu durum çağlar boyunca birçok yanlış anlaşılmaya ve ihtilafa sebebiyet verdi. Münafık ve kâfirlerin fitnelerinin tesiri altında kalan, ilim, hikmet ve irfandan mahrum mü’minler “Ben müslüman’ım, fakat tarikat ehli değilim,” gibi cehalet kokan yanlış ifadelerle, insanların arasına ayrılık tohumlarını serpmeye başladılar. Fitne vazifesini yapmaya başlayıp birinci merhaleyi geçince ilimden, hikmetten ve irfandan mahrum insanlara şer-î ahkâmı da terk ettirmeye başladı. Bir müddet sonra şer-i ahkâmı terk eden bu gâfiller güruhu da ne mânâya geldiğini kendilerinin de bilmediği “Ben müslüman’ım fakat şeriatçı değilim,” cümlesini dillerine dolayarak diğer bir ayrılığı başlattılar. İşte, İslâm toplumunda tarikat ve şeriat ayrılığı böylece başladı ve asırlar boyu sürdü. Zaman zaman bu ayrılıktan medet uman odaklar, her iki tarafın da ifrat ve tefrit cephelerini göz önüne çıkarıp, müslüman kitlelere hakaretler yağdırdılar. Bu düşüncelere ve kışkırtmalara âlet olan cahil müslümanlar da, “Muhakkak ki sizler için Allah ‘ın Resülünde en güzel uyulacak yollar vardır. Allah a kavuşmak ve âhiretin sevabını kazanmak isteyenler için” (Ahzab-21) buyurmuştur: Eylül 31 tevhid akidesinin dışına çıkıp, sahip oldukları tevhid inancının zıddı davranışlar sergileyerek, mü’minlerin parçalanmasına sebep oldular. Böylece Resûlullah’ın “Ayrılık helak olmaktır,” hadisinin hakikati de zuhur etmiş oldu. Cahil ve gâfil müslümanlar bu aldatıcı oyunlara kanıp sergiledikleri tavırlarından dolayı helâk’a doğru sürüklenip, perişan bir hâle düştüler. Allah Teâlâ tarafından birbirlerine karşı şefkatli, hasımlarına karşı şedit olmaları istenen mü’minler, maalesef birbirlerini insafsızca ithama ve tenkide başladılar. Hıristiyanlara bile imandan pay vermeye kalkan bazı gâfil ve cahiller, birbirlerine karşı düşmanca tutum sergilemekten çekinmeyerek, aralarındaki muhabbet bağlarını koparıp attılar. Halbuki akidemiz bize “Kâfirlere karşı şiddetli, mü’minlere karşı ise şefkat ve merhametli olmamızı, hepimizin Allah’ın ipine sımsıkı sarılmamızı emretmekte,” idi. Resûl-ü Ekrem Efendimiz de bir hadis-i şerifinde bizlere: takim” ismi verilmiştir. Bu yolların tarikatçı, şeriatçı, ilim ehli v.s diye birbirinden ayrı olarak düşünülmesi asla mümkün değildir. Fakat namazın her rekatında “Bizi Sırat-ı Müstakim’de kararlı kıl,” diye dua ettikten sonra bu yolun ne olduğunu araştırmayan gâfillerin inkârları da çok görülmemelidir. Çünkü onlar ibadetlerini, bir adet olarak yerine getiren, gâfiller ve cahiller gürûhunu temsil eden bedbahtlardır. Cenâb-ı Allah Resûl-ü Ekrem Efendimiz’e hita- “Şeriat, benim akvalim, yani Cenâb-ı Allah’ın vahiy yolu ile bildirdiği, benim de sizlere tebliğ ettiğim muhkem emirler ve yasaklardır. Tarikat, benim ef’alim, yani Allah Teâlâ’nın bana bildirdiklerini hayatıma tatbik etme yolumdur. Hakikat ise, benim hâlim, yani İslâm’la bütünleşen yaşayış tarzımdır,” buyurmaktadır Bütün bu ifadelerden anlıyoruz ki, insanın ortaya çıkardığı ihtilafların halli, birlik ve muhabbetin kaynağı olan marifetullah bilgisinin temeli, Allah’ı kâmil mânâda tanımak ve bilmekle mümkündür. Marifetullah; kalbe mahlûkun korku ve sevgisini sokmadan, mahlûkun varlığını bir hiç olarak kabul edip, Âlemlerin Rabb’ını tanımak ve gönderdiği kitabı tetkik ederek emredilenleri ve yasaklananları kavrayarak yaşamak demektir. İşte insanı hakikate götüren, Hakk’a vasıl olmasını sağlayan yolların hepsine birden, “Sırat-ı müs- ben: “De ki beni Sırat-ı Müstakime hidâyet eden Rabb’imdir.” (En’am-161) buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’in birçok âyetinde Sırat-ı Müstakim cümlesi geçmektedir. Bu âyet-i celilelerde bu yolların tek bir yol olduğunu ve insanlığı sadece Allah Zülcelâle kavuşturmayı hedeflediğini görmekteyiz. Toplum arasında ise bu durumu ifade etmek için Arapça da “Yol” mânâsına gelen “Tarikat” kelimesi kullanılmıştır. Tarikatı bu mânâda düşündüğümüz zaman; tarikatın aslında şüphe olmadığı gibi Kur’an ve Sünnete dayalı olan âdâp ve vasıflarında da şüphe bulunmamaktadır. Yalnız, günümüz tarikat ehli sofulardan bazılarının yaptıkları Kur’an ve Sünnete ters düşen davranışlara bakarak, tarikatlar hakkın- “...Artık onlardan korkmayın benden korkun. Bugün sizin için dininizi tamamladım. Size din olarak İslam’a razı oldum...” (Maide 3) buyurmaktadır 32 Eylül da hüküm vermeden, asırlar boyu mü’minlerin ilim, irfan ve hikmeti anlama ve kavramasına vesile olan bu yolu, sağlam kaynaklardan araştırarak, durumu değerlendirmeliyiz. Tarikat ehli geçinen bazı cahiller, tarikatın sadece zikrullah’tan ibaret olduğunu belirterek İslâm’ın hükümlerini ve Sünnet-i Resûlullah’ı bir tarafa bırakıp ahkâm-ı ilâhiyi göz ardı ederler. Bu durum, en az tarikata karşı çıkanların tavrı kadar yanlış ve tehlikeli bir davranıştır. Resûlullah bir hadis-i şerifinde “İmanın yetmiş dokuz derecesi vardır. En yüksek derecesi Kelime-i Tevhid, en alt derecesi ise yol üzerinde eziyet veren bir şeyi orResûlullah bir hatadan kaldırmaktır,” buyurarak dis-i şerifinde “İmanın îmanın bir bütün olarak yaşanması yetmiş dokuz derecesi gerektiği ifade etmiştir. İslam’ın hüvardır. En yüksek dekümlerinin bazılarının yaşanarak bazılarının terk edilmesiyle, insanın nerecesi Kelime-i Tevhid, fesleri sayısınca vaad edilen kemalat en alt derecesi ise yol mertebelerinin elde etmesi mümkün üzerinde eziyet veren değildir. Eğer iman ve amelde kemâbir şeyi ortadan kaldırlata ermek istiyorsak, Resûl-ü Ekrem maktır,” Efendimiz’e tam mânâsı ile ittiba etmemiz gerektiğini, gönlümüze nakşetmeliyiz. 2- Mürşide Biat Ve Kâmil Mürşidin Özellikleri Bazıları, mürşide niçin ihtiyaç olsun ki derler. Halbuki yolu bilmeyen bir kişiye yolu bilen birinin yol göstermesi, yolu tarif etmesi, memnuniyet verici bir hadise ve zaruri bir ihtiyaçtır. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, sapıklaşan insanlara nebi ve resûllerini, yol gösterici ve eğitici rehberler olarak göndermiştir. İnsanın kendi başına tekamülü mümkün olsa idi Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’yı, Hızır’dan ilim tahsil etmeye göndermezdi. Hz. Musa’yı Hızır’a gönderen Rabb’imiz, bizlere bilenlerden faydalanmamız gerektiğinin en güzel örneğini vermiş ve Kur’an-ı Kerim’de: “Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını resûl olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun,” (16 Nahl 43) buyurmuştur. Rabb’iyle konuşmak üzere miraca giderken, Cebrail’in Resûl-ü Ekrem Efendimiz’e yol göstermesi de, bir başka misal olarak karşımızda durmaktadır. Bu demek değildir ki; insanlar, ne olduğu belli olmayan, ilimden, irfandan ve hikmetten nasipsiz, cehalet bataklığına yuvarlanarak nefsin esareti altında dolaşan, bataklıkta yalnız kalmamak için de insanları aldatarak, ateşini alevlendirdiği cehennem çukuruna yuvarlayanları, mürşid olarak kabul edip peşlerinde sürüklensinler. Mürşid olan kişi, tevhid ilmiyle mücehhez olmalı; yani şeriat, tarikat, hakikat ve marifetullah ilimlerini bilmelidir. Mürşid, sahip olduğu bu ilimleri hayatına aktararak, hâliyle, bilmeyenlere yol gösterirken, hâlinin tezahürü olan sohbetleriyle de, irşad faaliyetini devam ettirir. Resûl-ü Ekrem Efendimiz bir hadis-i şerifinde Hz. Ali Efendimize “Ya Ali! Evvelâ kendine bir arkadaş bul, ondan sonra yola çık,” buyurarak yolu bilmeyenlerin, bir yol arkadaşıyla gayesi olan hedefine, daha kolay ulaşabileceğini, bizlere bildirmiştir. Mürşide biat meselesine gelince: Bir insan sahip olduğu tevhid ilmine göre araştırarak bulduğu Eylül 33 Konusunda kemâlat sahibi olan bir ilim ehlinden faydalanmak, birçok ilim sahibinden faydalanmaktan daha kolay olduğu için, bir mürşide ittibâda faydalar görülmüştür. Çünkü her ilim ve hikmet ehlinin insanı Hakk’a götüren eğitim metotları birbirinden ayrı olabilir. Kişi, bunların hepsini ayrı ayrı dinlediği vakit, bazı hususlarda kafasında istifham oluşarak şüpheye düşer. Şüphe ise en tehlikeli kötü ahlâklardan birisidir. 3- Râbıta Ve Tevessül mürşidin, ilmine itimat ederek, ondan faydalanmak isterse birbirleri ile mânevî bir irtibat kurarak kardeşlik bağları tesis ederler. Kurulan bu bağı kuvvetlendirmek için de aralarında kardeşlik biat’ı yaparlar. Tıpkı Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in Muhacirlerle, Ensar’a aralarında kardeşlik biatını emretmesi ve onların da birbirlerine “seni dünya ve âhiret kardeşliğine kabul ettim,” diyerek biat etmeleri gibi Özetlemek gerekirse mürid, mürşidin göstereceği yolda yürüyeceğine, mürşid ise âyet ve hadislerin ışığında ona yol göstereceğine söz vererek birbirleri ile biatleşirler. Bu anlaşma, bazılarının söylediği ve genellikle de zannedildiği gibi, kayıtsız ve şartsız bir anlaşma değildir. Bilakis bu anlaşma Kur’an ve Sünnetle kayıtlı ve şartlıdır. Bu sebeple mürşid de bir beşer olarak yanıldığı vakit, mürid onu ikaz etmek mecburiyetindedir. Mürid, mürşidini hatasından dolayı ikaz etmezse, âsi ve günahkârlardan olur. Çünkü “Emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker,” farzını terk etmiştir. Mürşid Kur’an ve Sünnet yolundan ayrılıp bidat ve sapıklık yoluna girerse ve müridlerinin bütün ikazlarına rağmen hatasından dönmezse, mürid, mürşidi ile arasındaki biatı bozarak Kur’an ve Sünnet yolunda yürümeye devam ederek, kendisine yeni bir rehber arar. Yoksa bazılarının dedikleri gibi, yapılanda hikmet aramak, insanın dünya ve âhiretini felâkete sürükleyen bir faciadır. Râbıta meselesini kavrayabilmemiz için, râbıtanın gerçek mânâsını öğrenmeliyiz. Kısaca ifade etmek gerekirse rabıta, iki varlık arasında kurulan bir muhabbet bağıdır. Muhabbet, insanı sevdiğine kavuşturan en büyük güzel ahlâklardandır. Allah rızasını kazanmak için, gönül bir yere bağlı olursa, o muhabbet ayna vazifesi görerek, üzerine geleni yansıtır. Dolayısıyla rabıta, rabıta yapılan şahsa değil Allah’a yapılmaktadır. Resûl-ü Ekrem Efendimiz “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve buğz etmektir,” buyurmuştur. Yapacağımız her işi Allah rızasını kazanma niyetiyle yaparsak, Allah ile olan rabıtamız/bağımız kuvvetlenir. Çünkü sevgi ve muhabbetin devamı kişinin sevdiğini daima hatırında tutması ile mümkündür. Rabıtaya karşı çıkan ve çıkmayan insanların pek çoğunun kalbinde sayısız rabıtalar mevcuttur. Kişi, kendisini Allah’tan uzaklaştıran bu rabıtalardan kurtulmak için büyük bir mücadele vererek sevdiğini Allah için sevmelidir. Yani mü’min gönlünde tek bir rabıta/bağ bulundurmalıdır. Bunu sağlayamayan gâfillerin gönlü yukarıda da belirttiğimiz gibi birçok rabıtalara kucak açarak, âdeta puthaneye döner de, o gâfil kişi bu durumun farkında dahi olmaz. Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de: Rabıta, iki varlık arasında kurulan bir muhabbet bağıdır. Muhabbet, insanı sevdiğine kavuşturan en büyük güzel ahlâklardandır. 34 Eylül “Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Al-i İmran-14) buyurduğu gibi, insan bunlara benzeyen şeyler ve gönlünde muhabbeti yerleşen diğer hususlarla devamlı olarak rabıta halindedir. Rabıtayı, bu izahımıza göre değerlendirdiğimiz vakit, rabıtanın tevhid yolunun temelini oluşturan bir esas olduğunu görürüz. Bundan dolayı bütün mahlûkat birbirine raptedilmiş ve tevhid-i hakiki zuhur etmiştir. Namazda; cemaatın imama tabi olması, rabıtanın bir değişik şeklidir. Yapılan dualara cemaatin amin demesi, rabıtanın diğer bir şeklidir. Eğer rabıtanın şirk gibi hatalı bir fiil olduğu düşünülürse, namaz kılanlar bu hatayı devamlı olarak işlemektedirler. İnsan, bahsedilen bu rabıtalardan kurtulmak için, Allah dostlarından muttakî birisini Allah için seAllah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de: vince, o muhabbet, kalpteki diğer rabıtaları azaltır. Azalan bu rabıtalar aradan kalkınca “Ey İman edenler Allah’tan Allah için olan rabıta, rabıta edilen korkun ve Allah’a vasıl olmak şahsı da aradan kaldırır. Vasıtalar için bir vesile arayın” (Maide 35) aradan kalkınca Cebrail’in Sidre-i buyurmuştur. Müntehada “Artık ben buradan Rabıta, muhabbet ileri geçemiyorum,” diyerek Habağı demektir. RabıtaBir diğer âyet-i kerimede ise bible Mahbubunun arasından çekilsız yaşamak mümkün “Ve sadıklarla mesi gibi, mürşidler de, muhabbet olmadığından dolayı beraber olun,” (Tevbe-119) butamamlanınca, aradan çekilirler. yurmuştur. bütün varlıklar kenResûl-ü Ekrem Efendimiz “İndilerine has bir rabıta Rabıtaya karşı çıkarak, rabıtayı san sevdiği ile beraberdir,” buhalinde yaşamaktadır. şirk olarak değerlendirme gafletinde yurmaktadır. Kişinin sevdiği, Allah’ı bulunan insanlar, kalblere yerleşen seviyorsa, Allah da o kişiyi seviyor bunca rabıtayı görmezlikten gelerek, demektir. Dolayısıyla o kişi, Allah rabıta yapanları tekfir edeceklerine, yolcusudur. O’nu sevenler de aynı zübde-i kâinat/kâinatın özü olan inyolun yolcusudur. sanı, bütün yönleri ile tanımaya gayret etseler, çok Rabıta, muhabbet bağı demektir. Rabıta- daha faydalı bir iş yapmış olurlardı. sız yaşamak mümkün olmadığından dolayı büİnsanın alnından yayılan zihin gücünün, intün varlıklar kendilerine has bir rabıta halinde yaşamaktadır. Bitkiler, güneş, hava, su ve toprakla sanlar üzerinde tesiri olduğu, modern tıp tarafından rabıtası olmazsa, yeşeremez. Bütün mahlukat da, bu da ispat edilen bir hakikattir. Allah Zülcelâl’i zikredip muhabbetine nâil olan kişilerin arasında buluvarlıklarla rabıta halindedir. nanlara, huzur; münafık, kafir ve fasıkların yanında oturanlara ise gaflet geldiğini, araştıranlar kolaylıkla tespit ederler. Bu bize gösteriyor ki insanların halleri, yanlarında bulunanlara müspet veya menfi bir şekilde tesir etmektedir. Rabıta, aynı zamanda tevessül etmek demektir. Tevessül hakkında da birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerifler mevcuttur. Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in yağmur duası yaparken “Ya Rabb! Amcam Abbas hürmetine yağmur yağdır,” demesi, mağarada gizlenen Ashab-ı Râkîm diye bilinen zatların, mağara Eylül 35 kapısına düşen kayanın kalkması için amellerine tevessül edip kurtulmaları, tevessüle birer delildir. Bir insanın kendi ameli ile tevessülde bulunmasından, başkalarının onun amelleri ile tevessül etmesi, daha faziletlidir. Bir insanın Kabe-i Muazzama’nın duvarlarına teveccüh etmesinin sebeb-i hikmetini öğrenirsek, rabıtaya karşı olan şüphelerimizi gidermiş oluruz. Beytullah’a dönüş ilâhî bir emre dönüştür. Meleklerin Hz. Adem’e secde etmeleri de bir tevessüldür. Kıble âlem-i emirdendir. İnsanoğluna Allah Teâlâ’nın âlem-i emirden beş tecellisi vardır. Bu tecelli kapılarını insanlar inkâr ederek kapamazlarsa, güneş gibi etrafa yayılan birbirlerinin tecelliyatından faydalanırlar. Üşüyenlerin güneş ışığından faydalanıp ısındığı gibi, isyan dalgalarından kaçıp bir araya toplanan mü’min’ler de, birbirlerinin muhabbetinden faydalanırlar. Resûl-u Ekrem Efendimiz bu sebeple “Cemaat rahmettir,” buyurmuştur. Cemaat olan mü’minler, aynaya bakınca aynayı değil, aynada görülenin sıfatlarını müşahede ederler. İnsanlar da Allah’ın sıfatlarının aynasıdır. Allah için bir araya gelenler Allah’ın sıfatlarının tecellilerinden faydalanırlar. Allah Teâlâ sevdiklerine bazı sıfatlarıyla tecelli eder, mü’minlere hidâyeti ile tecelli eden Rabb’imiz onların kalblerini hidâyet güneşi ile aydınlatmıştır. Mü’minlerde, Cenâb-ı Allah’ın sıfatlarının tecellileri görülebilir. Allah Teâlâ’nın Cemal, Celal, Şâfi ve İlim sıfatlarının tecellileri görünen mü’minlerle bir arada bulunanlar, Allah’ın Teâlâ’nın bir lütuf olarak o mü’mine ihsan ettiği tecellilerden, istifade edebilirler. Bu tecellilerden istifade edenler, Allah’ın sıfatlarının tecellisine mazhar olanlardan değil, bizzat Allah’ın nimetlerinden faydalanmış olurlar. Çünkü muttakî mü’minler bir ayna vazifesi görerek, kendisine lütfedilenleri, başkalarına aksettirmektedirler. Allah Teâlâ’nın tecelliyatında zaman cârî olmadığı için bir araya gelen mü’minler birbirlerindeki manevî tecellilerden feyz alırlar. Mü’minlerin sahip oldukları bu tecelliler, ölümleri ile de kesilmez. Onun için kabir ziyaretleri de caiz görülmüştür. 36 Bu hususa bir açıklık getirmekte fayda vardır. Her ne sûretle olursa olsun kabirde yatan insanlardan bir şey beklemek, bir sıkıntının hallini istemek inanç esaslarımıza ters bir anlayış olup, insanın şirke düşmesine sebep olur. Yalnız yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Allah Teâlâ’nın sıfatlarından birisinin tecellisine mazhar olan şahsın kabrini ziyarete gidenler, o tecellilerden istifade edebileceği gibi, o kabirde yatan zâtın kemâlatı sebebi ile şefâatine ve tevessülüne nail olmak için de, Allah Teâlâ Hazretlerine dua ve niyaz edebilirler. Hülasa-i kelâm tarikat tükenmez sözlerle ifâde edilebilecek bir müessese olmayıp, inanılan esasların hayata aktarılmasının sağlandığı bir eğitim mektebidir. Onun tadını ancak yaşayan bilir, ondan alınan zevk, yaşayanlardan öğrenilir. Bizden önceki muttakî âlimler ve zâhidler, insanlara sadece konuşmalarıyla değil, anlattıkları hakikatleri yaşayarak örnek olmaya çalışmışlardır. Bu hayat tarzından ve düşünce yapısından bizler de hissedar olabilirsek, gerçek olanı araştırmaya başlayarak hakikatleri öğrenip, ilim ve irfandan mahrum insanların peşinde kuyruk olmayız. Gerektiği vakit tavrımızı koyarak içine düştükleri hatalara karşı onları ikaz ederiz. Gelmiş geçmiş bütün ulema, bu anlayıştaki rabıtanın caiz olduğunda ittifak etmiştirler. Birçok müfessir ve muhaddis, eserlerinde rabıtayı en güzel şekilde açıklamıştır. Sahabenin icması da, rabıtayı ispat etmektedir. Rabıta hususunda oluşan bu ittifaktan sonra cehalet ve gafletleri sebebiyle rabıtayı inkâr etmek, mesnetsiz bir iddia ve kalp körlüğünden olsa gerektir. Cenâb-ı Allah’tan niyazımız: “Gözler körleşmez kalpler körleşir” (Hacc 46) âyetinin hükmünden bizleri muhafaza etmesidir. Rabb’im mü’minlere lütfedilen basîret sayesinde, Hakk’ı ve bâtılı birbirinden ayırma şuurunu da bizlere ihsan etsin. Biliniz ki insan gönlü, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının tecelli aynasıdır. Velhamdü lillahi Rabbil âlemin. El Fatiha. Eylül Hadis-i Şerif Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb ilân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikak 38.) 37 Hacc Prof. Dr. Ali AKPINAR ibadet e v a u op l u d Hac, t ir v e d e z n e unun c o ş ku s ettir. d a b i r ığ ı bi , ta d ı l d ıfların y a z , n mları Mazlu inlerin k ç e s , l e r in ir g ü ç sü z ılan b n a l r a r dan ya n ı r a l du a ir hac. t t e d a ib 38 Sözlükte Hac, ziyarete yönelmek anlamındadır. İslamî literatürde ise, Allah’ın evi Kabe’yi belirli vakitlerde belirli şartlarla ve belirli şekilde ziyaret etmek, diye tanımlanmıştır.[1] İslam’ın dışındaki pek çok dinde kutsal yerleri ziyaret etme bir çeşit ibadet sayıldığı gibi, İslam öncesi Araplar da asırlardan beri Mekke’deki Kabe’yi ziyaret ediyorlar ve kutsadıkları bu ziyareti “Hac” diye isimlendiriyorlardı. İslam, Hz. İbrahim Peygamberin devrinden sonra yozlaşarak süregelen bu tarihi geleneği koyduğu prensiplerle yeniden tevhidi kimliğine bürümüş ve onu aynı ad altında daha düzenli bir hale getirmiştir.[2] Bu kutlu ibadet hakkında Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: ‘’Ya Rabbena! Ben soyumdan bir kısmını senin Harem Evinin yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Onlar namazı hakkıyla kılsınlar diye. Bundan böyle insanlardan bir kısım gönülleri onlara doğru Eylül akıt..” [3] ttHz. İbrahim’in bu duasına icabet eden Cenab-ı Hak, tarih boyunca ve kıyamete kadar devam edecek bir süreçte milyonlarca insanın o kutlu beldeye seyahat etmesini sağlamıştır. “O zaman (Hz. İbrahim dua ettiğinde) biz beyti (Kabe’yi) insanlar için sürekli dönüp varılacak bir sevap kazanma yeri (mesâbe) ve emin bir yer kıldık..” [4] “ Allah, Haram Beyt Kabe’yi insanlar için kıyam aracı kıldı...” [5] “Doğrusu insanlar için kurulan ilk mabed, elbette Mekke’deki o çok mübarek ve bütün alemlere hidayet olan Kabe’dir. Orda açık ayetler var. İbrahim’in makamı var. Oraya girip sığınan emin olur. Ona yol bulabilen herkesin o beyti haccetmesi insanlar üzerine Allah’ın bir hakkıdır.. Kim bu hakkı tanımazsa şüphesiz Allah’ın ona ihtiyacı yoktur. O tüm alemlerden müstağnidir.”[6] ziyaret etmektir. Hz. İbrahim ile başlayan Haccın, tavaftan başka rukünleri, vacib ve sünnetleri de vardır. 2. Hac, sevgisi ile tutuşan gönüllerin sürekli Kabe’ye aktığı ve bu akışla sevap kazanılan kutlu bir ibadettir. 3. Hac ibadetinin yapıldığı Kabe insanların kıyam yeri/aracıdır. Onların din ve dünyaları Kabe ile kaimdir beşeriyetin. hayatlarının huzurlu bir düzen içerisinde geçmesi buna bağlıdır.[10] Şimdi bu maddeyi biraz açalım: Hacla Dinin Kaim olması: İslam, tevhid dinidir. Tevhidin temeli ise Mekke’de atılmıştır. Hz. İbrahim, Kabe’nin duvarlarını örerken Tevhidin de temelini atmıştır. Yıllar sonra Hz. Muhammed de, Tevhid hareketin Mekke’den başlatmıştır. Mekke, şehirlerin anası (Ümmü’l-Kurâ) ve merkezidir. Şimdi bu ayetlerden anlaşılan manalardan bir kısmını sıralayalım: Mekke ve Kabe yeryüzünün hem coğrafik merkezidir, hem de Tevhidin merkezidir. Vahyin beşiği, İslam Peygamberinin yurdu, Ümmetin kıblesi, İslam’ın ilk defa hayata yansıyarak ümmete örnekler sunduğu coğrafyadır Mekke ve şarz kaynağıdır Kabe. İşte hac vasıtasıyla müslümanların o kaynağa başvurup, ondan kana kana dolmalarıyla İslam’ın temsilcileri olan hacıların şahsında Tevhid yenilenir, neşv ü nema bulur. Hac görevini yapan insanlar, günahlarından arınırlar, tekrar günaha dönmeme kararlılıklarıyla ülkelerine dönerler ve orada daha güzel bir hayatın adamı olmaya çalışırlar. 1. Hac. Hz. İbrahim’in kurduğu Mekke’deki Allah’ın Harem Beyti Kabe’yi, Allah için, O’nun emri olduğu için ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak için Öte yandan cemaat dini İslam’ın en büyük ve örneklik açısından en anlamlı cemaati hac ibadetiyle oluşturulur. Dünyanın dört bir yanın- “Haccı. tüm insanlara duyur. Gerek yaya, gerek her derin vadiden gelmek1e incelmiş bir bir binit üzerinde sana gelsinler. Gelsinler de kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar..”[7] “Haccı ve Umreyi Allah için tam yapın...” [8] “ Hac bilinen aylardadır...”[9] “Haccı. tüm insanlara duyur. Gerek yaya, gerek her derin vadiden gelmek1e incelmiş bir bir binit üzerinde sana gelsinler. Gelsinler de kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar..”[7] Eylül 39 dan Mekke’ye akın eden İslam temsilcileri, hem birbirleriyle tanışır, kaynaşır, dertleşir, ilim ve kültür alışverişinde bulunurlar, hem de, bir yıllık siyasi bir strateji belirleyerek İslam düşmanlarına karşı bir gövde gösterisi yaparlar. Bu yüzden Hacda tavaf vardır, tavafta omuzlan silkerek koşar adım yürüme (hervele) vardır. Yine/haccda yüksek sesle, haykırılan tekbir ve telbiye duaları/sloganları vardır. Tüm yönleriyle hac yıllık büyük bir kongredir. Bir çeşit askerî tatbikattır, ilmî-fikrî sempozyumdur. Ümmetin gündemini belirleyen sosyal, ekonomik ve siyasal büyük bir zirvedir. İşte ümmetin seçkinlerinin, Allah’ın belirlediği seçkin günlerde ve seçkin coğrafyasında gerçekleştirdikleri bu kutlu ibadetle din kaim olur, payidar olur. Tahriften, tebdilden, yozlaşmadan ve gerilemeden kurtulmuş olur. Haccla Dünyanın Kaim Olması: İslam hem ahiret dini hem de dünya dinidir. Onda mana ile madde, ahiret ile dünya iç içedir. Dünyasız din olmaz. Zira din, dünyada yaşanmak için gönderilmiştir. Zaten ahireti kazandıran da dünyadır. Bu yüzden İslam, doğru bir ahiret inancını, inanan insanlara açıkladığı gibi, sağlıklı bir dünya anlayışını da açıklar. Ona göre dünyayı putlaştırmak da yoktur, dünyadan ve dünyalıktan tamamen el-etek çekme (ruhbanlık) de yoktur. İşte hac ibadetinde İslam’ın hedeflediği bir dünyanın kurulmasına da özen gösterilmiştir. Şöyle ki, Hac ibadetinin kökleştireceği Tevhid inancının etrafında kalp ve kalıp olarak kenetlenen insanların o birlikteliği dünya barışının alt yapısını oluşturur. Kendisine avlanmayı, otları bile koparmayı yasak kılan ihramlı Hacı, aynı zamanda temiz bir çevreciliğin bir nevi tatbikatını yapar. Öte yandan hacc ibadeti ekonomik bir pazardır. Ayetler, hacdaki insanlar için olan bir ta- kım menfaatlere işaret ederken onun bu yönüne dikkatlerimizi çekmektedir. Nitekim “Rabbinizin fazlından (bir ticaret) istemeniz size günah değildir.”[11] buyurularak tek gaye haline getirilmemek şartıyla haccda ticarete izin verilmiştir. Yine hacc ibadeti İslamî turizm sektörünü canlı tutan en önemli unsurdur. İşte tüm sayılanlar da hac ile dünya işlerinin randımanlı bir şekilde işlemesidir. Ama. elbette tüm bunlar İslam’ın öngördüğü şekilde haccı tam anlamıyla yapmakla mümkündür. 4. Gücü yeten her müslümanın haccetmesi Allah’a olan bir borçtur. Bu, Allah Teala’nın, kullarının haccına ihtiyacı olduğu anlamına gelmez. Ama din ve dünyanın kıyamı için kullar hacca muhtaçtır. 5. Ermenice Haç kelimesi nasıl Hıristiyanlığın simgesi ise, Arapça Hac ibadeti de İslam’ın şiarıdır.[12] Bu yüzden yapacağımız Hac ibadetine, İslam’ın hedeflediği engin manaları yüklemeliyiz. Hac turistik bir geziden öte bir ibadettir. Hac, tüm prensipleriyle İslam’ı hayatımıza taşımalı. Hacla vahiy yeniden inmeli bize. Hac bizi, Muhammedî ahlakla tanıştırrmalıdır. Ve hacılarımız dönüşte bizlere Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler ve onların ahlakını getirmelidir.. İslam hem ahiret dini hem de dünya dinidir. Onda mana ile madde, ahiret ile dünya iç içedir. Dünyasız din olmaz. Zira din, dünyada yaşanmak için gönderilmiştir. Zaten ahireti kazandıran da dünyadır. 40 Eylül Hac, Savaşsız Cihaddır! Konuyu hadis-i şerifle bağlayalım: “Hac yapmak isteyen elini çabuk tutsun. Çünkü O ,kişi başına ne geleceğini bilemez. Hastalanabilir, eline geçen imkanları kaybedip muhtaç duruma düşebilir.” [14] Kur’ân-ı Kerimde, Bakara Suresi 190-195. ayetlerde cihaddan bahsedildikten sonra 196-203. Ömrünün sonlarında hac, farz kılındığı için ayetlerde hacdan bahsedilmiştir. Bu suretle savaş ve hac ibadetleri arasında varolan ilişkiye işaret edil- Peygamberimiz bir kez hac yapmışken; Hz. Aişe gibi kadınlar başta olmak üzere pek çok mektedir. Şöyle ki; her iki ibadette de can ve mal sahabe, pek çok defa hac etmişlerdir. “Bu yüzfedakarlığı ön plandadır. Her iki ibadette hem den temel gayeleri göz ardı edilmemek kaydıyla gücü bedeni hem de mali ibadetlerdendir. Özellikle yeten Müslümanlar, farz olan haccı yaptıktan sonra hacda, “büyük cihad” olarak nitelendirilen nefisle da Hicaza[15]gitmelidirler. Zekat, infak gibi temel savaş önemli bir yer tutar. Her iki malî ibadetleri aksatmamak, ibadette insanda gizli bir takım haccı bunlara engel kılmamak cevherleri açığa çıkaran yolcuşartıyla birden fazla hacc etluk ve sıkıntılarına katlanmak mek isteyen, tekrar tekrar şarz vardır. “Hac yapmak isteolmak isteyen müminlerin yen elini çabuk tutsun. bu hayırlı’ amellerinın önüne İşte bu inceliklere hadisgeçmek de hiç kimsenin yetÇünkü O ,kişi başına lerde hac ibadeti çocuk, kadın, kisi dahilinde değildir. Nitekim ne geleceğini bilemez. yaşlı ve güçsüz kişilerin cihadı büyük mezhep imamı Ebu HaniHastalanabilir, eline olarak tanımlanmıştır.[13] fe’nin elli beş kere[16] hacca gitgeçen imkanları kaytiği kaynaklarımızda yer almıştır. Bu yönüyle hac, savaşsız bedip muhtaç duruma O, seksen senelik ömrüne bu cihaddır. Fitnelere son verip [14] kadar haccı sığdırmıştır. Aynı düşebilir.” kardeşlikleri tesis eden günahzamanda uluslar arası bir ticaret lardan el-etek çekip nefsi dizadamı olan imam, bu hac yolculukginleyen, Kabe kaynaklı Tevhilarıyla manevî, ilmî ve iktisadî alış di tüm yeryüzüne taşıyan, insan verişlerde bulunmuştur. ve cin Şeytanlarına gözdağı verip sindiren bir kutlu cihaddır. Bir eylemin cihad olabilmesi için ise, tüm gayret ve fedakarlıkların seferber edilerek Allah için yapılması kaçınılmazdır. Zaten İslam’ın hedeflediği “mebrur hacc” da günahların karışmadığı, hakkıyla yapılan kabule şayan hacdır. Elbette taabbüdî ibadetler Yüce Allah’ın emri olduğu için yapılır. Onlar da mutlaka bir hikmet ve bir gerekçe aranmaz. Ancak bir adı da ‘Hakîm’ olan ve her yaptığında, her söylediğinde sayısız hikmetler olan Yüce Yaratıcının emrettiği ve yasakladığı her şeyde de pek çok hikmet vardır. Bu hikmetlerin bizce bilinebilenleri olduğu gibi, net olarak bilinemeyenleri de olabilir. Emir ve yasaklardaki hikmetleri bilmek, her şeyden önce onları emreden hakkında olumlu kanaatlere sahip olmayı sağlar; öte yandan kimi insanın onlara daha çok ve daha bir iştiyakla yönelmesini sağlar; tabi ki bu belirlenen hikmetler kimi insan için de aynı derecede etkili olmayabilir. Hac İbadetinin Temel Hedefleri/Hikmetleri Eylül 41 İbadetlerde asıl hedef Yüce Allah’ın isteğini yerine getirerek O’nun hoşnutluğunu kazanmaya ve O’na yakın olmaya çalışmaktır. Bu asıl gaye hiçbir zaman göz ardı edilmemeli ve diğer hikmet ve sebepler bunun önüne geçirilmemelidir. İşte Hac da pek çok hikmetleri bağrında barındıran önemli bir ibadettir. Nitekim hacla ilgili ayetlerde “Onlar kendileri için olan bir takım menfaatlere tanık olsunlar..”[17] “Onda (hac fiillerinde veya kurbanlıklarda) sizler için belli süreye kadar bir takım menfaatler vardır..”[18] “Rabbinizin fazlından /rızkından istemenizde size herhangi bir günah yoktur..”[19] denilerek hac ibadetindeki bu bireysel ve toplumsal, maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî yararlara işaret edilmiştir. Rivayet edilir ki Ebû Hanife, hac yapmadan önce diğer ibadetleri üstün sayardı; ama o, hac yaptıktan sonra haccı tüm diğer ibadetlerden üstün saymıştır, çünkü onda pek çok özellik ve güzellik bir araya gelmiştir.[20] Hac ibadetinde bulunan ve hac ibadetini yapan birey, o kişinin yakın çevresi ve diğer insanlar açısından hikmetleri[21] şöyle sıralayabiliriz: 1. Hac, Allah içindir, O’nun için, O’nun emri olduğu için, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için yapılır. Nitekim ayetlerde “Yoluna gücü yetenin Beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır”[22] “Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın”[23] buyurulmuştur. Bir hadiste de haccın asıl amacından saptırılabileceğine şöyle dikkat çekilmiştir: “Ahir zamanda devlet adamları seyahat, zenginler ticaret, fakirler dilenmek, ham sofular da gösteriş için hac yaparlar.”[24] 2. Allah’ın evi olarak nitelenen ve ilahî birliğin, bir Allah’a boyun eğmenin, O’na bağlılığın bir sembolü olan Ka’be başta olmak üzere, diğer kutsal mekanlarla Yüce Allah’a saygı adeta somutlaştırılır. 3. Hac, insanı maddî ve manevî kirlerden arındıran, ruhî doygunluk ve dinginlik veren bir ibadettir. Hac, içerisinde çok büyük fedakarlık, ihlas, sabır, dua, zikir yoğunluğu olan bir ibadettir. 4. Hac, toplu dua ve ibadet coşkusunun en zirvede tadıldığı bir ibadettir. Mazlumların, zayıfların, güçsüzlerin, seçkinlerin dualarından yararlanılan bir ibadettir hac. 5. Haşr ve neşire benzerliği ile insanlara Ahireti hatırlatan ve ona hazırlayan bir ‘öte dünya’ hazırlığıdır. Hac için yola çıkan kişi, tıpkı Ahiret yolculuğuna çıkıyormuş gibi beraber yaşadığı insanlarla helalleşir, çok sevdiği eşini dostunu, malını mülkünü geride bırakarak yola koyulur. 6. Hacda tarihî tevhid birliği hatırlatılır ve yaşatılır. Zira hac, temeli Peygamberlerin atası sayılan Hz. İbrahim’e dayanan, onun belgezarlarının yaşatıldığı, pek çok hatıranın yad edildiği bir ibadettir. Yine Hz. Peygamber ve ashabının tevhid mücadelesinin geçtiği yerlerde yapılan hac, o seçkin kişilerin yaşadıklarını gözümüzde canlandıran, Müslüman olarak namazda günlük olarak yöneldiğimiz Ka’be’yi canlı olarak yerinde görmemizi sağlayan bir ibadettir. Hac, insanı maddî ve manevî kirlerden arındıran, ruhî doygunluk ve dinginlik veren bir ibadettir. Hac, içerisinde çok büyük fedakarlık, ihlas, sabır, dua, zikir yoğunluğu olan bir ibadettir. 42 Eylül 7. Bir güvenlik ve dokunulmazlık bölgesi, bir sit alanı olan Harem bölgede hacı, barış içerisinde yaşamanın, çevreyi korumanın, insan şöyle dursun, hayvan ve bitkileri bile incitmemenin ne demek olduğunu anlar ve pratik olarak bunu yaşar. 11. Hac, çok yönlü ve dolu dolu yapılan bir seyahat olarak, yolculuğun maddî ve manevî yararlarını bağrında barındıran bir ibadettir. O, o uğurda karşılaşılan sıkıntılara sabretmeye ve disiplinli bir hayata alıştırır. Seyahatin sıhhat demek olduğu düşünülürse, Hac ibadetinin insan sağlığına da katkısı olan bir ibadet olduğu söylenebilir. 8. Hac, yıllık, dinî, ilmî, politik, diplomatik, ekonomik, sosyal uluslar arası bir kongredir. Onda dünyanın çok değişik yerlerinden gelen seçkin ilim adamları karşılıklı fikir ve görüş alış verisinde bulunur, 12. Özellikle toplumun önderleri olan ilim birbirlerinin çalışmalarından haberdar olurlar. Dip- adamları ve yöneticiler için, birden fazla hac lomatik görüşmeler yapılır, yeni stratejiler belirlenir. yapmak, son derece önemli ve anlamlıdır. SeHac büyük bir ekonomik Pazar olarak pek çok kişinin yahatin bir hayli kolaylaştığı ve bir çok kişinin kaçınılpara kazandığı, görgüsünü-bilgisini artırdığı büyük mazı olduğu bir dünyada, birden fazla hac/umre yabir panayırdır. Müslümanların yetkin dırganmamalı ve engellenmemelidir. ve seçkin kişileri, insanlığın geride İnsanlar, her yıl denize, kaplıcaya, bıraktığı bir yılı gözden geçirir ve getatile gitmeyi kendileri için bir gereklecek bir yıla dair plan ve programlar sinim olarak algılıyorsa; neden beş/ yapar, birbirlerine yararlı tavsiyeleron yılda bir hac yahut umreye gitSeyahatin sıhhat de bulunurlar. mesinler. Sahâbe ve büyük imamla9. Hac, zengini ve fakiriyle, kültürlüsü ve kültürsüzüyle, genci ve yaşlısıyla farklı mizaç ve farklı özellikte pek çok insanla bir arada yaşamanın, sosyalleşmenin göstergesidir. Karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın yapıldığı; insanların bir tarağın dişleri gibi eşitlendiği bir gösteri alanıdır hac. demek olduğu düşünülürse, Hac ibadetinin insan sağlığına da katkısı olan bir ibadet olduğu söylenebilir. 10. Hac ibadeti, Müslümanlara ve diğer inanç sahiplerine, İslam Dininin birleştiriciliğini ve İslam Toplumunun ihtişamını gösteren, onların birlik ve beraberliğini, kararlığını simgeleyen görkemli bir gösteridir. Eylül rın çok sayıda hac yaptıkları da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Kaynaklar [1] Ragıb el-isfehani, Müfredat, s, 154; Curcanî, Tarifat, s, 82. [2] Abdürraûf el-Mısrî, Mu’cemü’l-Kur’ân, s, 178-180. [3] 14 İbrahim 37. [4] 2 Bakara 125. [5] 5 Maide 97. [6] 3 Alu Imran 96-97. [7] 22 Hac 27-28. [8] 2 Bakara 196. [9] 2 Bakara 198. [10] İbnü’l-Cevzî, Tefsîr, II, 430; Elmalılı, Tefsîr, III, 1817. [11] 2 Bakara 198. [12] Bkz. 22 Hac 30, 32. [13] Çocuk, yaşlı, düşkün ve kadının cihadı hac ve umredir.” Nesai, Hac 4; İbn Mace, Menasik 44; Buhari, Cihad 62. [14] Münavî, Feyzü’l-Kadir, IV, 307; VI, 49 [15] Eskiden hacc bölgesi , “Hicaz” ismi ile anılırdı. Bu kapsamlı isimde, bu bölgenin hac ibadetinin yapıldığı bölge olmakla tüm ümmetin ortak mü1kü olduğu vurgulanmak istenmekteydi. O bölge ne zaman ki, iktidar ve saltanat sahiplerinin eline geçti, hac bölgesi belli bir ailenin özel mülkü imişcesine bir ailenin adı ile (Suud) anılır ve bölge yalnızca Arapların kutsal bölgesi imiş imajı verilir oldu. [16] Ebû Hanife, Müsned, s, 5. [17] 22 Hac 28. [18] 22 Hac 33. [19] 2 Bakara 198. [20] Bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 11. [21] Bkz. Gazzâlî, İhyâ, Mısır, 1939, I, 415-419; Dehlevî, Huccetullâhi’l-Bâliğa, II, 156; Vehbe ez-Zühaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, İstanbul, 1992, III, 404-407; Uludağ Süleyman, İslamda Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, 1989, s, 94-98; Görgün Tahsin, ‘Hac’ md, DİA, XIV, 397-399. [22] 3 Alu Imran 97. [23] 2 Bakara 196. [24] Gazalî, İhyâ, I, 269. 43 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Münacat! Şüphesiz sen, bütün canlılardan önce de diriydin, sonra da dirisin. Bütün ölülerden sonra diri olduğun gibi, dünyada hiçbir canlının kalmadığı dönemde de diri olacaksın. Hiç bir vakit hayrını benden kesmedin, bana şiddetli cezalar indirmedin, izzetinin inceliklerinden beni mahrum etmedin. Verdiğin nimetleri üzerimden almadın, Şayet senin ihsânından hatırlayamadıklarım varsa, sen-den beni affetmeni ve tevfikini dilerim. Sesimi, tevhklin, temcidin ve tahmidinle yükselttiğimde duama icâbetini bekliyorum. Ya da sûretimi şekillendirdiğinde, nasıl güzelce şekillendirdiysen ahkâmının takdir’ inde ve rızıkları belirlediğinde, onların taksimi hususunda da duama icâbet etmeni ümit ediyorum. Şüphesiz bu husustaki düşüncem, beni gayret ve çalışmadan alıkoymaz. İçinde yüzdüğüm bu büyük nimetleri düşündüğümde nasıl olur da, o nimetlerden hiç olmazsa bir kısmına karşılık şükretmem? Sana, ilminin genişliği, rahmetinin kuşattığı, kudretinin ihata ettiği kadar ve mahlükatının sayısının katlarınca hamd ü senalar olsun. 44 Eylül t Allah’ım! bana ömrümün geçen yıllarında ihsanda bulunduğun gibi, geri kalan kısmında da ihsanını tamamla. Allah’ım senden istiyorum. Beni yardımından, fazlından, cemalinden ve ikramının faydalarından mahrum etmemen için sana tevhidin, temcidin, tehlilin, kibriyân, kemâlin, tekbirin, ta’zimin, nûrun, müsâmahan, rahmetin, yüceliğin, vakarın, ünsiyyetin, cemâlin, celalin, güç ve kudretin, ihsanın ve lütfunla, Neb”in (s.a.v) ve onun temiz zürriyetiyle tevessül ediyorum. Çünkü atıyyelerinin çok olması sebebiyle senin başına her hangi bir şey gelmez. İnsanları işinden gücünden alıkoyan cimrilik, senin cömertliğini eksiltmez, nimetlerine karşı az şükretmek senin hazi-nelerini tüketmez. Bol atiyye ve hediyelerin, senin cömertliğine tesir etmez. Sende yok diye bir şey yok ki, cömertliğindeki eksilsin. Allah’ım, bana senden korkan, sana boyun eğen ve itaat eden bir kalp, sabreden bir vücut, doğrulayan bir yakin, zikreden ve hamdeden bir dil, bol rızık, faydalı ilim, sâlih evlat, uzun ömür ve sâtih amel lutfet. Bana helât rızık vermeni senden istiyorum. Beni kendi tuzağına düşmekten emin olanlardan klima. Bana zikrini unutturma, perdeni bana kapama, rahmetinden ümidimi kestirme, rahmetinden ve civarından uzaklaştırma, öfke ve gazabından koru, rahmet ve sürürundan bizi ye’se düşürme. Bütün yalnızlık ve korkulu anlarımda en’isim ol. Helâke seve kedecek bütün şeylerden koru. Eylül 45 Kitap Okumaya Nerden Başlamalıyız?-2 Yusuf KARAGÖZOĞLU ssetu ve la a s s i aleyh anda asulü ir zam ak R h A h “ a : All olac uştur uyurm anlar s b n ığı i le y ymad öyle u lam şö d n e n ı etimd arınız r. Siz ümm babal yeceklerdi e d v e zin söyle u Ahm B ki, si e ( r e ” l ! . ri siz usned t edin M a lk e k şeyle i . lara d yetidir 8267 ler on bel’in riva in Hanbel. aan nedi S med b e h S bin H A . k : İmam t. Risale bs Yazarı aye ralı riv a m u n ) hihtir. 46 Ahir zamanda tabiri caizse beynimizi bir bilgisayar gibi düşünmek zorundayız, her bilgisayar için antivirüs yazılım gereklidir, yoksa virüsler bilgisayarımızı işgal ederler. Bahsettiğimiz bu virüsler ahir zamanda yeni yeni ve çok çeşitli kavramlarla bize sunulan bidatlerdir. Antivirüsler de her bidati yok edecek güç ve etkide olan sünnetlerdir. Bilgisayar antivirüsleri benzetmesinin yanısıra yabani otları da bu konuda örnek verebiliriz. Faydalı ilim peşinde koşan müslüman bal arısı gibi olmalı; ama önce polen toplayacağı çiçekleri seçmeli, ardından bu seçtiği çiçeklerden polen toplamalıdır. Önüne gelen her bitkiyi çiçek zannederse, çiçeklerin etrafını saran yabani otlardan yada zehirli bitkilerden çiçekleri farketmeyebilir. Maalesef yabani otlar yada zehirli bitkiler olan ehl-i bidat hocalara verdiğimiz değeri çiçeklerimiz olan Ehl-i Sünneti müdafaa eden alimlerimize vermiyoruz. Asıl mesele Ehl-i bidate karşı Ehl-i Sünnet vel-Cemaat’in mücadelesini devam ettirmektir. Bu anlamda günümüzde de bidat düşüncelerinin yeniden hortladığını müşahade etmekteyiz. Kur- Eylül tuluş yolumuz olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat yoluna muhalif olan bidat fırkaların düşüncelerini savunmak akıl karı değildir. Son dönem Osmanlı alimlerinden Tokatlı Şeyhul İslam Mustafa Sabri Efendi ve Düzceli Muhammed Zahid el Kevseri Ehl-i Sünneti müdafaada sembol isimlerden ikisidir. Bunları Ahmed Davudoğlu takip etmiştir ki, kendisi teşrik-i mesayisini çevresindekilerin Ehl-i Sünnet dışı bidat görüşleri ayıklayıp müstakim olma yolunda harcamış, ilmi gayretlerini Ehl-i Sünneti müdafaa üzerine yapmıştır. Eskiden ehl-i bidatin kullandığı dil ve uslüp müphem yani belliydi; şimdilerdeyse bu dil ve uslüp muğlak yani belli değil, yani karışık. Bu karışıklığın temelinde yatan sorunun terminoloji sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Terminoloji sorunu islami kavram ve ıstılahlar yerine tamamen gayri islami yada yabancı argümanların kullanılmasıyla başlar. Bunu yapanlar kitle sürü psikolojisini etkili bir şekilde kullanarak etraflarında azımsanmayacak zihinleri işgal edilmiş bir taban toplarlar. Ehl-i bidatten farklı kesimin herbiri kendini farklı cepheden savunmak için birtakım kavram ve argümanlar geliştirmişlerdir. Bu kavram ve argümanları; Kuran Müslümanlığı, Mealcilik, Akılcılık, Kuran Tarihselciliği, Dinlerarası Diyalog, Dinin Yenilenmesi, Dinde Reform, Çağdaş ve Modern İslam, Öze Dönüş, Şirk ve Hurafe dini, Uydurulan Dinden İndirilen Dine vb. olarak sayabiliriz. Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (SAV) 1400 küsür sene evvel bunlara karşı bizi uyarmış; adeta gafil olmayıp teyakkuz halinde olmamız emredilmiştir. Ebu Hureyre’nin (ra)’ın rivayet ettiğine göre Allah Rasulü aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuştur: “Ahir zamanda ümmetimden öyle insanlar olacak ki, sizin ve babalarınızın duymadığı şeyleri sizlere söyleyeceklerdir. Sizler onlara dikkat edin!” (Bu Ahmed bin Hanbel’in rivayetidir. el-Musned. Yazarı: İmam Ahmed bin Hanbel. 8267 numaralı rivayet. Risale bsk. Senedi Sahihtir.) İshak bin Rahuyeh’in rivayeti ise şöyledir: İnsanlara öyle bir zaman gelecek ki, (bazı) insanları sizin ve babalarınızın duymadığı şeyleri sizlere söyleyeceklerdir. Sizler onlara dikkat edin! (el-Musned. Yazarı: İshak bin Rahuyeh. 1.clt. 339.s. Mektebetul İman bsk. Senedi Sahihtir.) İmam Muslim’in Sahih’inde rivayet ettiği şöyledir: Ahir zamanda Deccaller olacaktır. Yalancılar olacaktır. Ne sizin, ne de babalarınızın duymadığı sözleri sizlere getireceklerdir. Sizler onlara dikkat edin. Sakın sizleri dalalete sokmasınlar. Sakın sizleri fitneye düşürmesinler. (Sahihi Muslim. 7 numaralı rivayet. Mukaddime. Aynı zamanda Hakim İbnul Beyyî de rivayet etmiştir. ) Dinde reform yapmaya çalışan yenilikçi-modernist bidatçiler yıllarca hep bu yeni farklı ve duyulmamış kavram ve argümanları kullandılar. Necip fazıl Kısakürek Ahmed Davudoğlu hocanın Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri adlı eserinde önsüz yazarken İstiklal şairi Mehmed Akif’in de bu reformculuk rüzgarına kapıldığından esefle bahsetmiştir. İçten kırmak, eksiltmek, yontmak ve dıştan yapıştırmak, eklemek, yamamak… İşte, bugünkü varış noktalariyle, olanca tabiyeleri, reformcuların!.. Mehmed Akif’in — heyhat ki, o da kendini reformculara kaptıranlardandır — sandığı gibi: «Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı…» değil de, yine aynı vezinle: «İslâm idrâkine söyletmeliyiz asrımızı…» Bu gamızayı, bu nükteyi, bu sırrı, bu inceliği, bilhassa yeni nesillere, yeni gençliğe sindirdiğimiz gün doğacak olan büyük düşünce adamıdır ki, asrımızın gerçek İmam Muslim’in Sahih’inde rivayet ettiği şöyledir: Ahir zamanda Deccaller olacaktır. Yalancılar olacaktır. Ne sizin, ne de babalarınızın duymadığı sözleri sizlere getireceklerdir. Sizler onlara dikkat edin. Sakın sizleri dalalete sokmasınlar. Sakın sizleri fitneye düşürmesinler. (Sahihi Muslim. 7 numaralı rivayet. Mukaddime. Aynı zamanda Hakim İbnul Beyyî de rivayet etmiştir. ) Eylül 47 kahramanı olacak; veya küfür, yahut küfürden beter bir dalâlet anlayışı ile sözde îman adına çalışmış sahte kahramanlardan ortalığı temizleyecektir. Temenni edelim ki, bu eser, o düşünce adamına yol gösterici ve malzeme verici ilk teşhis ve tespitlerden biri olsun ve büyük zuhura basamak teşkil etsin… Necip Fazıl KISAKÜREK Rahmetli Ahmed Davudoğlu hoca daha o zamanlar Yüksek İslam Enstitüsü başkanıyken aynı zamanda kendi talebesi de olan Hayreddin Karaman’ın yanlış ve bozuk fikirlerden beslendiğini görmüş olacak ki ona hitaben şöyle bir uyarı ve ikazda bulunmuştur. Evladım! Bu okullarda size öğretilen ilmi bir şey zannetmeyin. Bu ilimleri Osmanlının kasabında manavında vardı bunlar okumakla alim olduğunuz zannına kapılmayın. Hayreddin Karaman dinler arası diyaloğu savunur. Bu düşüncesini Polemik Değil Diyalog adlı kitabında şöyle izhar eder: “Benim anlayışıma göre Kuran-ı Kerim hangi Yahudi kafir hangisi değil,; hangi Hristiyan kafir hangisi değil bunu anlatır. Kuranın tanımlamasına göre kafir olmayan, bir Allah’a iman ve ameli salih sahibi ehli kitap bugün de kafir değildir. Yani dün öyleydi, bugün de öyledir. ’’( Ufuk Kitap 2.baskı syf.43, İstanbul, Aralık 2006) Karamanın meslektaşı Yaşar Nuri Öztürk de bu konuda benzer anlam taşıyan yaklaşık ifadeler kullanmıştır. Kuran’daki İslam adlı kitabının 367.sayfasında inanç temellerini kendine göre yorumlayıp Bakara Suresi 62. Ayeti göstererek ‘… bu üç şartı taşıyanlar (Allah’a iman, ahirete iman ve barışa yönelik hizmetler sergilemek) ister Müslüman ister, Yahudi ister Hristiyan, ister Sabii olsun ölüm sonrası kurtuluşa ererler’ ifadesini kullanarak kendince kurtuluş reçetesi çıkarmış. Esasında Karaman ve Öztürk gibi ilahiyatçıların islami hükümleri zorlama tevillerle farklı mecralara çekmelerinin altında yatan bazı gerçekler vardır. Görünen o ki, sık sık dile getirilen medeniyetler itti- fakı, dinlerarası diyalog safsataları ilahiyatçılar eliyle halkın bilinçaltına kazındırılmak isteniyor; halbuki bunların adı altında oynanan başka oyunlar var. En başta yeni ortaya atılan ılımlı islamla dinin bir şiarı olan cihad olgusunu devreden çıkartıp müslümanları uyuşturmak, nihayetinde ehli kitaba islamı şirin göstererek onları da insanlık ailesinin bir ferdi gibi kabullenip barış yalanları atmak gelir. Şimdi bunlar Muhammedurresulullah demeden sadece sadece La İlahe İllallah diyerek mi kurtuluşa erecekler? Hem Allah’ın peygamberleri arasında ayrım yapacaksınız (bakınız: Bakara / 285) hem de kurtuluşa mı ereceksiniz? Yahudiler Hz. İsa (as) ve Hz. Muhammed’i(as), Hristiyanlar da sadece Hz. Muhammed’i(as) inkar ederler. Peygamberlerin hepsine iman etmek zaruret-i diniyyedendir. Bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmekse küfürdür (bakınız: Nisa / 150-151). Herhangi bir islami ilmi icazetli hocadan almadan sadece kendi kendine okuyarak yetişen kişilere alim gözüyle bakılması günümüzdeki müslümanların yaptıkları belki de en büyük hatalardan birisidir. Örnek vermek gerekirse vahhabi ve selefilerin meşhur fetvacısı asıl mesleği saat tamirciliği olan Nasiruddin Elbani hiçbir hocadan ders almadığını itiraf etmesinin yanında Hanefi fıkıhçısı olan babasına muhalefet etmiştir. Türkiye’de de Malatya İslamcılarının merkezi şahsiyeti Said Çekmegilin damadı, talebesi, aynı “Onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur 62) 48 Eylül zamanda yüksek inşaat mühendisi ve emekli binbaşı Esasında tek kaynak olarak sadece Kuranı kaolan Hikmet Zeyveli (hemen belirtelim Hikmet Zey- bul edip hadisleri inkar etmek için menkıbe/hurafe veli yönetiminde çıkan Kelime dergisinde Hikmet söylemine hapseden harici-mealci Zeyveli’nin göZeyveli, Metin Önal Mengüşoğlu, Murat Kapkıner, rüşü tıpkı aklına uymayan hadislere rivayet kültürü Mikail Bayram, Dücane Cündioğlu gibi isimlerin ya- diyerek onları inkar eden mutezili-akılcı İbrahim sarzıları, şiirleri ve çevirileri yayımlanmıştır) herhangi bir mışınkine çok benziyor. Ki zaten İbrahim Sarmış ve icazetli hocadan ders almadığı gibi tüm islami me- Hikmet Zeyveli Nida Dergisi’nin geçmiş sayılarında selelerde bilgisizce atıp tutmayı maharet sayanlardan yazmışlar, iki kalemşör beraber kalem oynatmışlar. biridir. Nitekim Hikmet Zeyveli Mucize Anlayışı Üzeri- Zira Sarmış, Hz. Muhammed’i (sav) Doğru Anlamak ne adlı makalesinde ‘‘Geçmiş toplumların ve özellik- adlı kitabında şefaatin mantığın sorgular; “ Şefaatin le peygamberlerle yaşamış toplumların hatıralarında mantığı nedir? Şefaatin hangi mantığa dayandığı şu ana kadar netleşmiş değildir.” adı geçen kitabının neden daha çok “mu’cize menkibeleri”ne raslamak148. Sayfasında şefaatle ilgili rivayetleri Kurana aytayız?’’ ibaresini kullanarak mucizeye menkıbe deme kırı bulur; “ Ahirette şefaatin olacağını belirten rivacahilliğinde bulunur. Daha sonra Zeyveli yetler Kuranın açık ifadelerine aykırı meşhur müsteşrik İskoçyalı oryantaolduğu gibi kendi içinde de birçok list Episcopal Kilisesi rahibi William tutarsızlıklar içermektedir. ” Bizde Montgomery Watt ve Fransız din şefaatte mantık arayan Sarmış’ın tarihçisi Ernest Renandan alıntılar imanından şüphe duyuyoruz, çün“(Sana gelen kayaparak Kuran kıssalarında tarihselkü iman şeksiz ve şüphesiz teslimidınların biatlarını kaci olduğunu sezdirir. Peygamberleryeti gerektirir. Kati naslara böyle bir bul et ve) onlar için le yaşamış toplumlardan bize kadar teslimiyet gerekirken sarmışın tıpkı Allah’tan bağışlanma gelmiş hatıraların çoğu, artık tarihî şeytan gibi serkeş aklıyla isyan etdile. Şüphesiz Allah, olmaktan çok menkibevîdir. Özellikle mesi bir müslümana yakışmaz. Zira çok bağışlayandır, çok Kitab-ı Mukaddes yoluyla gelen malbiz biliyoruz ki, şeytan Allah’a isyan merhamet edendir.” zemeye, inananları bile artık “tarihî ederken aklını kullanıp; Beni ateş(Mümtehine 12) malzeme” gözü ile bakmamaktalar. ten, Ademi çamurdan yarattın; ateş Meselâ Montgomery Watt’a göre çamurdan üstündür demiştir. “Tevrat’taki şekliyle Âdem kıssası, insanlığın kardeşliğini simgeleyen Peygamber’e beşer-üstü sıfatları atfetmenin tevhide aykırı oldubir efsaneden öteye geçemez.” Ernest Renan’ın, İncilleri kaynak alarak hayatını anlattığı İsa ğunu söylerken, Peygambere verilen şefaat yetkisini (s) ise, yeryüzünde yaşamış ve orada ölmüş samimi inkar edip Allaha şirk koşmakla eş tutuyor. Tevhidi ve erdemli bir insanoğlundan başka bir şey değildir. doğru anlamalıyız. Allah’ın hakkını Allah’a, beşerin hakkını beşere vermek demek olan “tevhid” konusunda peygamberini istisna ederek ona beşer-üstü sıfatlar atfetmemeliyiz. Bu meyanda bütün şefaatın Allah’a ait olduğunu Kur’an kesin olarak ifade ederken, Peygamberi (s) bu işde Allah’a şerîk yapmamalıyız diyor. Öncelikle Zeyveli’nin peygamber tasavvuru, islamın içini oymaya çalışan oryantalistlerin anladığı peygamber tasavvurudur. Zira peygamberlik kesbi değil (çalışmakla elde edilmez), vehbidir (Allah tarafından seçilir); peygamberler Allahın seçkin kulları olduklarından onlara diğer kullarda olmayan üstün özellikler ve vasıflar verilmesi gayet normaldir, Biz soruyoruz Zeyveli’ye niçin peygamberlerin günahlardan beri olması (ismet sıfatı) tuhafına gitmiyor da şefaat veya mucizeye şaşırıyorsun? Çünkü günahtan işlememe de, onlara verilen üstün özelliklerdendir. Eylül 49 Öyle ya Allah’ın koruması altında günah işlemekten beri olan peygamberlere Cenabı Allah’ın kendi tasarrufundan mucize gösterme kabiliyeti vermesi yada şefaat yetkisi vermesi çok mu zor? Aslında şefaat dua, yalvarış, yardım istemedir. Bu anlamda Cenabı Mevla Habib-i Edib-i hatırına, O’nun kadri kıymeti için bazı kullarını affedeceğini bildirmektedir, böyle olmakla Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam inanların kurtuluşuna vesile olmakla görevlendirilmiş oluyor. “Onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur 62) “(Sana gelen kadınların biatlarını kabul et ve) onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine 12) “Hem kendin hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.”(Muhammed 19) Şefaat iki kısımdır; birincisi İsra suresinde Makam-ı Mahmud olarak geçen şefaati uzmadır (büyük şefaat). Bununla ilgili olarak Ebu Hureyre (r.a)’ın bildirdiğine göre Peygamberimize: “Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a (övgüye değer bir makama) yükselteceği ümit edilir.” (İsra/79) ayetinde zikredilen makam-ı mahmuddan sual edildi. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bu şefaattir” diye cevap verdi. (Tirmizi, Tefsir 17 (nr.3136); Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr 300) Bu şefaat yetkisi sadece peygamberimize (sav) hastır, kıyamet gününde mahşer yerinde yaratılmışların bir an önce hesaplarının görülmesi ve mahşer yerinde beklenmesi için olacak olan şefaat türüdür. Bunu mutezile bile reddetmemiştir. İkinci tür şefaat etme yetkisi peygamberlere, meleklere, alimlere ve şehidlere verilmiş olup günahkar müslümanlar içindir, Mutezile bu tür şefaatle ilgili sahih hadisleri tevil ederek reddetmiştir. Bu şefaatle ilgili tevatür derecesine varan sahih hadisler vardır “Şefaatim ümmetimden kebair ehli olanlar (büyük günahlar işleyenler) içindir.” (Ebu Davud Tirmizi, İmam Ahmed, Enes bin Malik’ten). Başka bir hadisteyse “Kıyamet günü üç sınıf şefaat edeceklerdir. Peygamberler, sonra alimler, sonra şehidler.” (Osman bin Affandan (ra); İbn-i Mace, Zühd, 37(4313); Acurri eş Şeria s. 360 (829); Deylemi 5 / 519 (8946); Hatib Tebrizi, Mikatul Mesabih (5611); Suyuti, Camiussağir 2 / 178; Allah’ın kitabında yer alan şefaate dair ayetler şunlardır: “Onlar Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.” ( Enbiya /28) “O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” ( Taha / 109) Sadru’l İslam Ebu’l Yusr Muhammed Pezdevi Ehl-i Sünnet Akaidi adlı kitabın 245 - 246. sayfalarında şefaati mutezile ve rafizilerin inkar ettiğini söyledikten sonra bunlara göre büyük günah temelli ateşte kalmanın sebebidir, küçük günah ise bağışlanmıştırder. Hurafeden kendini arındıran Zeyveli şimdide Kuran müslümanı olmak istiyor, sanki tefsir ve hadis “Hem kendin hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.” (Muhammed 19) 50 Eylül ilminden bir nebzede olsa anlıyor da Kur’ân’a tahakküm ettirilmiş bir “tefsir/hadis” anlayışı hüküm sürmektedir ibaresi kullanarak adeta ahkam kesiyor, işine gelmediği için mucizeleri anlatan ayetlerin yanlış tefsir edildiğini söylüyor. med’e verilen mucize Kuran-ı Kerim’di, Kuran’ın eşssiz fesahat ve belağati karşısında Arapların edibleri ve şairlerinin adeta dilleri tutuldu, böylece Kuran’ın beşer gücünün üstünde olduğunu herkes kabul etti. (bakınız: İslam İnancının Temelleri Akaid / Syf, 170171/ Ömer Nesefi / Otağ Yayınları/ 8.baskı) Allah’ın dinini hurafelerden temizlemeliyiz. Zira hurafeler, toplumları maddî-mânevî geri bırakır. AlGelelim Hikmet Zeyveli’nin mucizeleri reddelah’ın “Kelâmı” ile “Varettikleri” arasında çelişki gör- den saçma sapan açıklamalarına. Al-i İmran Suresi memeliyiz. Allah’in “sünneti” ile çelişen nakillerimizi 49.ayet ve Maide Suresi 110.ayetlerde Hz. isa’nın te’vil etmeliyiz: Geçmişte Hz. İsa’nın ölüleri dirilttiği, ölüleri diriltmesi mucizesinden bahsedilmektedir. kendisinin de ölmediği, hâlen dördüncü kat semâda Al-i İmran Suresi 155.ayet ve Nisa Suresi 157 - 158. yaşadığı; Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuştuğu, rüzgâ- ayetlerdeyse Hz. İsa’nın öldürülmeyip Allah’ın onu ra binip gezdiği, “cin”leri işçi olarak çalıştırdığı; Ebre- kendi katına yükselttiği anlatılmaktadır. Neml Suresi he ordusunu “Ebabil” kuşlarının püs16.ayette Hz. Süleyman’a kuş dilinin kürttüğü; Son Peygamber’in (s), bir öğretildiği, Enbiya Suresi 81.ayet işareti ile ayı ikiye böldüğü, parmakSebe Suresi 12.ayette rüzgarın Hz. larından binlerce –hatta onbinlerce– Süleyman’ın emrine verildiği, Sebe kişiyi ve bineklerini doyuracak kadar Suresi 12 – 13.ayetlerde ve Sad Ebu Hureyre (r.a)’ın sular akıttığı… şeklindeki yanlış tefSuresi 37-38.ayetlerde bazı inlerin bildirdiğine göre Peygamsirleri doğrultmalıyız. Kur’ân kıssalaO’nun hizmetine verildiği anlatılberimize: “Rabbinin seni rının ibretâmiz ve mev’ize özelliğini maktadır. Ayrıca ebabil kuşları hadiMakam-ı Mahmud’a öne çıkarmalıyız. Mazrufu bırakıp sesi Fil Suresinde Hz. Peygamber’in (övgüye değer bir mazarfla oyalanmamalıyız… (as) ayı ikiye yardığı Kamer Surekama) yükselteceği si 1- 2.ayetlerde anlatılmaktadır. ümit edilir.” (İsra/79) Mucize azamet sahibi Cenabı Bu kadar ayet mucizeye delil teşkil Allah’ın gönderdiği resullerin peyederken Zeyveli’nin yanlış tefsirleri gamberlik iddiasını tasdik için peydoğrultmalıyız ifadesi sonuçsuz kalgamberlerinin eliyle gösterdiği tabimaktadır, çünkü bu deliller ayetlerde atüstü harikuladelerdir. Mesela Hz. olmasa tefsirlerde çok fazla alıntı yaMusa’nın mucizesi olan asa yılan olup pılsaydı o zaman derdik ki Zeyveli haklı tüm sihirbazların yılan şeklinde gösterdikleri ipleri yubunlarda israiliyyat var; ama deliller o kadar açık ki, tarken sihirbazlar hemen secdeye kapandılar, bunu yapanın bir insanın olamayacağını, arkasında ilahi yanlış anlamaya mahal yok, hemen her yaşta insan kudretin olduğunu kabul ettiler. Hz. İsa’ya da körleri anlayabilir. Kati ayetleri inkar eden yada sahih hadisiyi etmek ve ölüleri diriltmek gibi mucizeler verilince leri inkar eden küfre girer bunda tüm icmayı ümmet doktorlar onun haklılığını kabul ettiler. Hz. Muham- ittifak halindedir. Ayetleri işine gelmediğinde yanlış tevil eden, hadislere itibar etmeyen, doğru naslardan yanlış hüküm çıkaran tüm bidatçileri tevbeye davet ediyorum, imanların yenileyip teslimiyetlerini yeniden gözden geçirsinler. Aslına bakılırsa tüm bu sakat ve yanlış sonuçların kökeninde Kuran’ın ilk müfessiri Hz. Peygamber’i(sav) devre dışı bırakıp kendi aklına, heva ve hevesine göre hüküm çıkarma yatmaktadır. Ehli sünnetin müdafaacılarından Mehmet Emin Akın Hoca’nın dediği gibi Hz. Ebubekir namazla zekat arasını ayıranlarala savaşt;ı şimdi de Kuran’la Sünnet’in arasını ayıranlar var. Bizde dilimizin döndüğü müddetçe bu bidatçilere karşı kuran ve sünnete göre cevap vermekle yükümlüyüz. Eylül 51 Müslüman’ın Öncelikleri Neler Olmalıdır? Abdullatif ACAR ğu a kullu ’ h a l l i, A e ibadet , n u ölüm a n s u h İn u R nü emeli. m e l gönlü e t , i r l e e m e m etm emeli. m r ü mahkü d ön ylere d e ş erilere a g k , t e baş d ba n n her i e n ş ruhu e ı l e n a r Er t v da güzel r e darbe, h r n i b n itile u la e na vur ı t a mesin h ş h ü d sı n tte kuvve lerdir. l n i e t m ç a ü g di çok cid n a l o sebep 52 Amir İbni Avf Ensari(r.a.)’ dan rivayet edildiğine göre, Rasülüllah(s.a.v.), Ebu Ubeyde İbnül Cerrah(r.a.)’ı cizye tahsildarı olarak Bahreyn’e göndermişti. Ebu Ubeyde’ cizye ve topladığı mal ile Bahreyn’den geldi. Ensar, Ebu Ubeyde’nin geldiğini duyar duymaz sabah namazını Peyganber(s.a.v.) ile kılmak için geldiler. Peygamber(s.a.v.) namazı kılıp gitmeye kalkınca önüne durdular. Rasülüllah(s.a.v.) onları bu vaziyette görünce gülümsedi ve şöyle dedi: “Ebu Ubeyde’nin, Bahreyn’den malla geldiğini duydunuz zannediyorum” Ensarda: “Evet, Yaresülellah” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz(s.a.v.), onların şahsında, malı mülkü görüp ahireti unutanlar için şu uyarılırda bulundular: “Sevininiz, ileride sizi sevindirecek şeyler bekleyiniz. Allah’a yemin olsun ki sizin hakkınızda korktuğum şey fakirlik değildir. Eylül Fakat, ben sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarışıp, ahireti unuttukları gibi sizinde yarışa girmenizden ve bu uğurda mahv olmanızdan korkuyorum.” (Buhari Rikak, 7, Müslim, Züht, 6) Ya biz? Hayatımızda öncelediğimiz, önce olmasını istediğimiz şeyler nelerdir acaba? Geçen günlerimizi şöyle bir düşündüğümüzde en fazla zamanımızı ve enerjimizi nerelere harcıyoruz? İki şey arasında tercih yapmamız gerektiğinde, ilk yapmak istediğimiz şey, dünyaya asıl geliş gayemizle ne kadar alakalı? İşlediğimiz bir amel, öncelikle yaptığımız, bitirdiğimiz bir iş, bize ne kazandırıyor ya da o işin kayıp ettirdikleri nelerdir? Samimi bir şekilde muhasebemizi yaptığımızda göreceğiz ki, hayatımızın tam orta yerine koyduğumuz, üç günlük dünyada bütün varlığımızla dört elle sarıldığımız, elde etmek için hiç bir fedakarlıktan kaçınmadığımız şeyler, hiç de o kadar saadetimizi ve mutluluğumuzu, mutlak manada, temin edecek şeyler değiller. Zira asli görevimizden kopuk, kulluğumuzu unutturacak meşguliyetlerin insanı huzura ve mutluluğa taşıması mümkün değildir. Mutlu olmak herkesin aradığı, kavuşmak istediği şey. Ancak, önceliğimizin mutluluk olmasının yanında o hedefe ulaştıracak şeylerin neler olması gerektiği de çok önemli. O da şüphesiz yaratılış gayemize uygun yaşamak, tercihlerimizi hep kuran ve sünneti seniye istikanetinde kullanmaktır. Zira, mutlu olmayı islamın emrirlerinde göremeyince, gerçek huzuru dünyadan ibaret sanınca, inandığımız hakikatlerden uzak bir yaşam hüsrana uğramamıza sebep oluyor. Bulmak istediğimiz şeyi yanlış yerlerde arama hatasına düşüyoruz. Mutlu olmayı hep bir adım ötede görüyor, oraya ulaştığımızda daha başka ötelere dikiyoruz gözümüzü. Bu, çölde susuzluğumuzu gidermek için serabı su zannetmeye benziyor. Ancak her seferinde sonuç hüsan oluyor. Hayallerle avunduğumuz yolun sonu koskocaman bir pişmanlıktır. O pişmanlığın da bize hiç faydası yoktur. Zira yol bitmiş, ömür son bulmuştur. Dünyevi Meşguliyetlerimiz Asli Görevlemizin Önüne Geçmemeli Yüce Rabbimiz, bir müminin hayatta önceliğinin ne olması gerektiğini, geçici olan şeylerin asli görevleri nasılda perdeleyeceğini bizlere bildirerek uyarıyor: “Ey iman edenler, mallarınız ve canlarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunları yaparsa işde hüsrana uğrayanlar bunlardır.”(Münafikun,9) Husrana uğramamak, zarar etmemek için dünya ve dünyaya ait olan şeylerin çekiçi cazibesine aldanmamalı. Asıl olanın ahiret hayatı olduğu bilinciyle yaşamalıyız. Yüce Allah, bu hakikatı görmemiz, bu gerçekleri bilmemiz ve saadete ermemiz için, başka bir ayeti kerimeyle yine bizleri uyarıyor: “Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise işde asıl hayat odur. Keşke bu gerçeği tüm insanlar bilselerdi.”(Ankebut, 64) Bu ayette, dünya hayatının oyun ve eylenceye benzetilmesiyle, nice hikmetler ve nükteler saklıdır. Oyun ve eylence geçici şeylerdir. Bir anlık heves gelip geçer. Ne, gerçek hayatın aslı oyun ne de insanın yaratılış gayesi eğlenmektir. “Ey iman edenler, mallarınız ve canlarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunları yaparsa işde hüsrana uğrayanlar bunlardır.”(Münafikun,9) Eylül 53 Çocukların halini bir düşünün: Oynamak için özene bezene topraktan dağlar, yollar; çamurdan çanak çömlekler yaparlar. Oyunda ki herkese rol biçer, baba evlat gibi eş dost patron işçi gibi ciddiyet içerisinde oynarlar. Akşam olduğunda, gece karanlığı çöktüğünde; evden çağrıldıklarında yaptıkları her şeyi bir tekmeyle yıkar, gerçek hayata, asıl olana, evlerine dönerler. Bizde ebedi değiliz. Belki, biçilen rolerimizi oynuyoruz. oyunlar içerisinde nice imtihanlara muhatap oluyoruz. Çünkü oyun asıl değil, roller gerçek değil. Bu dünyadan çağrıldığımızda gideceğiz. Çocuklarınkinden tek farkla; ne zaman çarılacağımızı, ne zaman göz kapaklarımız kapanıp güneşimizin batacağını, karanlığın bizi sarmalayacağını bilemiyoruz. Evet, bilemediler insanlar önceliklerini. Aldandılar. Asıl hayatlarını düşünmek yerine dünyalarını gaye haline getirdiler. Malk mülk, makam mevki, evladı iyal gözlerini kör etti insanların. Bizler hakkında peyganberimiz(s.a.v.)’in korktuğuda zaten bu değilmi ki. buyuruyorlarki: “Benden sonra, size dünya nimetlerinin ve güzelliklerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.” (Buhari, Zekat,47) Yaşadığımız şu karanlık dünyada şöyle bir sorsanız insanlara: “Hayatta en fazla arzuladığınız, elde etmek istediğiniz nelerdir” diye. Cevaplar, her zaman duymaya alıştığımız şeylerdir mutlaka: İyi bir iş sahibi olmak, hayırlısıyla emekli olup bir ev almak, okulu bitirip devletin kolunda bir yer işgal etmek, çocuklarımı iyi bir yerde görmek, vb... Ancak bunların içerisinde, ‘Rabbım’a iyi bir kul olmak, hayır sever salih bir mümin, abid bir müslüman, müttaki, müvahhit bir insan olmak’ yoktur maalesef. Onun için kayıp ediyor, mutlu olamıyoruz. ‘Daha gençtir’ diyor, çocuklarımızın ibadetsizliklerine göz yumuyoruz. Yaşken eğip islama göre şekil veremediğiniz evlatlarımız büyüdüklerinde de Allah ve Peygmber sevgisini kalplerine yerleştirmede zorlanıyoruz. Çok ısrarcı olduğunuzda kuru bir ağaç misali hem kırıyor, hemde kırılıyoruz. Acaba, nerede hata yaptım diyerek kendi kendinize hayıflanıyoruz. Çocuklarınızı evlendirirken, eş seçerken araştırdığınız şey onların ahlakı seviyeleri olmuyor. Talip olduğunuz kız ve erkeğin dini diyaneti önceliğiniz de bulunmuyor. ‘Dünyevi şeyleri varmı’? diyor, maaşını, evini arabasını soruyorsunuz. Evlendikten üç döt ay sonra boşanmak için mahkemeye başvuruyorlar. huzursuz oluyor, evlatlarınızı da huzursuz ediyorsunuz. Halbuki yüce Rasül(s.a.v.) bizleri böyle bir pişmanlık yaşamamak için uyarıyor: “Çocuğunuza bırakacağınız ‘en güzel miras’ onu hem dünya hemde ahiret mutluluğuna eriştirecek bir terbiyedir”( Tirmizi) Yüce Allah’ın “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 56) buyruğunda ifade ettiği gibi başı boş olarak bu dünyaya gönderilmedik. O, bizleri eşrefi mahluk olarak yaratıp her şeyi bizim hizmetimize verirken (bkz. Isra,70) asıl vazifemiz olan, yer yüzünün imar ve ıslahı için halife olara tayin etti. İşte asıl olan budur, gerisi gayeye ulaştırabilecek kadar değerlidir. Hiçbir vesile, hiçbir şart ve ortamda gayenin önüne geçme hususunda öncelikli olamamalı. “Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise işde asıl hayat odur. Keşke bu gerçeği tüm insanlar bilselerdi.”(Ankebut, 64) 54 Eylül Hayatın idamesi için yemek içmek zaruridir. Bunun için de çalışıp çabalamak gerek, iş meslek sahibi olmak gerek. Bu zaten, hakkın rızasına dönük olduğu muddetçe İslam’ın emridir. Hayır hasenat yapmak için zenginde olmalı. Güzel bir ev, iyi bir iş, salih bir eş, evliliğin meyvesi olan çocuk sahibi olmakta gereklidir. Çocukların geleceği açısından fedakarlıklarda bulunmakta da anne babanın vazifelerindendir. Ancak bizim burada anlatmak istediğimiz, Bunları, asıl gayeye ulaştıracak vesileler olarak görmeden, hak rızasını gözetmeden, nefsani duygu ve düşünceler şeklinde istemek. Bunları isterken, asıl olan ibadet ve itaatten feragat etmemek. Öncelediğimiz dünyevi isteklerimizi yaratılış gayemizin önüne getirip, ömrümüzü bir hiç uğruna feda etmemektir. Bir düşünelim! bir öğretmenin talebelerini eğitmek ve onlara bildiklerini aktarmaktan başka, önceliyi ne olabilir? Mühendis, asıl meşguliyeti, plan proje cizmek iken, “o işi yapamam” vaktim yok diyebilir mi? Bir doktorun, bütün ömrünü hastalarını muayene etmekten alıkoyan önceliği ne kadar akıllıcadır? “Benden sonra, size dünya nimetlerinin ve güzelliklerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.” (Buhari, Zekat,47) Evet, bu dünyada nasıl bir meşguliyetimiz olursa olsun her zaman görevler üstü bir görevimizin olduğunu, Allah’a karşı yerine getirmemiz gerek ağır sorumluluklar içerisinde bulunduğumuzu asla unutmamalıyız. Ne iş yaparsak yapalım önceliğimiz hakkın rızası olmalı. Bir işin doğruluğunu ve yanlışlığını İslam’ın emir ve yasaklarına, kural ve kiriterlerine göre değerlendirmeliyiz. Bu bağlamda ibadetlerimizin önünde asla daha önemli ve daha öncelikli şeylerimiz olamaz/olmamalıdır da. Böyle bir şuur içerisinde olmak hem bu dünya hemde ahiret saadetimizin olmazsa olmaz şartıdır. İbadetler Asıl ve Hayati Önceliklerimizdir. Örnek olarak, namaz kılmamanın sebebi sorulduğunda, ‘Hiç vakit bulamıyorum, işlerim çok yoğun, zaman olmuyor’. dediğimizde ilk önce neyi değerli görmüş oluyoruz bir düşünelim! Ya da namaz Eylül vaktini pek önemsemediğğimiz bir zamanda, o vakit gelip geçtiğinde ‘Eyvah daha geçmiş namazımı kılmadım -fazla ızdırapta duymadan- neyse kaza ederiz diyerek ibadeti boş kalındığında, bütün meşguliyetler durulduğuna kılınacak hatırlanacak şeyler olarak mı görüyoruz? Müslüman namazlarını tali şeyler olarak gördüğü andan itibaren kayıp etmiş demektir. Namaz boş adam işi değil, mümin olan adam işidir. Dinin direğini dikmeden, din ikame edilmez. Bu, ‘bir binanın duvarlarını çatısını yapayım da, boyasını cilasını vurayım da nasıl olsa sonra kolonlarını dikerim’ demekten farksızdır. İnsan işini namaz vakitlerine göre ayarlamalı. Her meşguliyet, ibadetlerin etrafında şekillenmeli. Bir iş teklif edilirken, randevu verilirken, alınırken o vaktin ibadet zamanına denk gelmemesine dikkat etmeli, ‘o vakit namaz vakti, Rabbım’la randevu zamanı’ diyerek neyi öncelediğimizi göstermak süretiyle müslüman kimliğimizin gereğini yapmalıyız. Müminle kafir arasındaki fark namazdır. Farkımızı, namazı hayatımızın orta yerine koyarak göstermeliyiz. Malınızın içerisine karışmışsa fakirin hakkı yani zekat verebilecek seviyeye gelmiş, öyle bir zamana erişmişseniz halal malınızı haram hale sokarak ne kadar dürüst bir hayat sürebilir, diğer ibadetlerden feyiz ve bereket umabilirsiniz. Düşen birisini yerden tutup kaldırma fırsatınız varken o ızdıraplar ve iniltiler arasında kulaklarınız, imdat çığlıklarıyla yankılanırken başka önceliklerin bahaneleriyle nereye kadar kaçabilirsiniz. Rütin hayatınız devam ediyor; her sabah işe gidiyor, akşamleyin dönüyorsunuz. Alış veriş yapıyor, eş dost ziyaretine devam ediyorsunuz. Öğreciyseniz, amirseniz, memursanız, patron veya işçiyseniz azda olsa bazı farklılıklarla yine devam ediyorsunuz, öyle veya böyle, hayatı yaşamaya. Ancak bir sabah kalktığınızda sizin ya da yan komşunuzun evinin yandığını görürseniz. ‘Şimdi onunla uğraşamam, benim daha önemli işlerim, randevularım var, onu sonra hallerderim’ diyebilir misiniz? Aynen bunun gibi bugün 55 maneviyatımız adeta tutuşmuş yanıyor, canlarımız kardeşlerimiz yanıyor. İmanımıza her taraftan saldırılıyor. Amellerimiz boşa çıkarılıyor. ‘Ben ilk önce kendimi düşünürüm’ diyebilir misiniz? Bir kardeşinizle karşılaştığınızda tebessüm etmeniz sadaka sayılmış, eksikiğinde onun gönlünü kırmak söz konusu olacağından. Bir merhaba gereklidir o an. Selam paroladır, müminin müminle ünsiyet peyda etmesinde. Bunların önüne geçirebilezceğiniz daha kazançlı öncelikleriniz ne olabilir? Bir insan olarak acziyetimizin ertelenmediği, fakirliğimizin hissedilmediği, muhtaçlığımızın üzerimizden düşmediği, bizim bize yetmediğimiz bir hayatla imtihan edilirken bizi bizden daha iyi bilen, bizi, bir annenin evladından daha çok seven, hazinesi sonsuz olan Rabbimiz’e dönmeyerek, dualarımızla ondan istemeyi başka zamanlara nasıl erteleyeceksiniz. Tevbe pişmanlıktır, hatanızdan döneceğiniz yerde daha sonra nasıl olsa pişman olurum diyebilirmisiniz? Hem pişman olmaya vaktinizin olacağını nereden garanti edebilirsiniz. Sabır müminin en büyük silahıdır, insanın düştüğü yerden kendisine uzanan rahmandan bir eldir. ısdırap ve sıkıntılar içerisinde kıvranırken başka bir zaman sarılırım o ipe diyebilirmisiniz. Daha nice şeyler vardır ki ertelenmesi asla söz konusu olmayacak kadar ali şeyler, hayati önem taşıyan hasletlerdir. rup hayatlarını devam ettirmektir. Bu nedenle hataları edepsizlikleri, ahlaksızlıkları nedeniyle hayvanların yadırgandığına, kınandığına şahit olmadım. Ancak, insan akıl sahibi bir mahluktur. Adeta bir alemi içerisinde barındırır. Rabbının sevgisinin içerisine sığdığı bir kalbe sahiptir. Duyguları vardır. Her şey onu tatmin etmez. Onun ruhunu ibadetten başka hiç bir şey doyurmaz. Öyleyse insan, ibadeti, Allah’a kulluğu ertelememeli. Ruhunu ölüme mahküm etmemeli, gönlünü başka şeylere döndürmemeli. Ertelenen her ibadet, gerilere itilen her güzel davranış ruhun sıhhatına vurulan bir darbe, güçten kuvvetten düşmesine sebep olan çok ciddi amillerdir. İnsan İbadetlerle Ruhunu Doyurmalı Hissiyat sahibiyle duyarsız; facirle müminin karşılaştırmasını yapan Fahri kainat Efendimiz(s.a.v.) buyuruyorlar ki: Evet, nasılki vucudumuzun gıdaya ihtiyacı varsa ruhumuzunda olmazsa olmaz ihtiyaçları vardır. Yemek yemeyi unutmadığımız gibi ibadet etmeyide unutmamalıyız. Su, hava hayatın devamı için ne kadar zarüriyse ibadet ve itaatte ruhumuz için en az onlar kadar önemlidir. İnsan, bir hayvanın hayatı gibi bir hayat süremez. Hayvanatın öncelikleri sadece karınlarını doyu- Nelere Üzülüyor, Nelere Seviniyoruz? “Mümin, günahları sanki dibine oturup ta üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür, Facir ise günahlarını burnuna konan bir sinek gibi görür.” (Tirmizi,Kıyame,49) Evet insan, değer verdiği neyse ilgisi neyin üzerinde yoğunlaşmışsa o şeylere karşı hassas davranır. Her insan yaptığı işe, tercih ettiği mesleye alaka du- Fahri kainat Efendimiz(s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Mümin, günahları sanki dibine oturup ta üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür, Facir ise günahlarını burnuna konan bir sinek gibi görür.” (Tirmizi,Kıyame,49) 56 Eylül yar. Bildikleri, yaptıkları ya da yapacakları dikkatini çeker. ‘Korktuğundan’ çekinir, ‘umduğundan’ ümitvar olur. Neye değer veriyorsa ona kavuşmak, ona ulaşmak en öncelikli işi olur. Müslümanın önceliği madem rızai ilahiye ulaşmak, Rabbı’nın cemaliyle buluşmak, Resülünün muhabbetiyle yoğrulup onun sünnetiyle bütünleşmek, dünyaya değil ahirete talip olmak, zevale değil bekaya yatırım yapmak, cehennem den uzaklaşıp cennete kucak açmak günahlarla fıtratını kirlemekten korkup sevaplarla heybesini doldurmak, zulumden kaçıp adaletle hükmetmek, bencillik hastalığından kurtulup diğargam dermanıyla buluşmak, zulüm karanlığından kaçıp merhamet limanına sığanmak olmalı, o zaman hassasiyetleri de bu istikamette şekillenmeli, bu minval üzerinde yol almalı. Müslüman insani melekelerini buralardan gelen uyarılara, sinyallare açık ve faal bir halde bulundurmalı. Yoksa duyarsız, anlayışsız bir insan neyin değerli neyin değersiz olduğunu bilemez. Ne ile üzüleceğini ne ile sevineceğini anlayamadığında da hayatını nice anlamsız ve değersiz şeyler uğruna heba eder. Paranın kulu, dünyanın kölesi, makam mevkinin deli divanesi olur. diğim bu. Ahireti dert ediniyormuyuz. Yarın huzuru mahşerde yüce Allah’ın bizi her şeyden hesaba çekeceği halde kendimizi oraya hazırlıyormuyuz? Mesela, bir vakit geçirdiğimiz namaz için hiç ağladığımız oldu mu? Cemaate yetişemeyip kayıp etmenin ısdırabını ruhunda hissedip, bir köşeye çekilip, “Bu günde kayıp ettim, fırsatı kaçırdım” deyip, derin derin düşünenlere rasladınız mı? Rabbim, ihtiyaçlı birisini kapısına gönderdiği halde onu geri çeviren birisinin “Ah, ben ne yaptım” dediğine de az rastladığınız olmuştur herhalde. Bir insana, haksızlık etmiş olmanın vepalini nasıl öderim diye düşünebilmek kaç kişiye nasip olur? Zekatını vermediğinde, orucunu tutmadığında, görüp komşusunu gözetmediğinde, müslümanların derdiyle dertlenmediğinde, babasının anne duasını ala- madığında, onlara karşı sorumluluklarını yerine getirmediğinde, ısdırap duyup haksızlık ettiklerinin kapısına dayanıp helallik istemek, Rabın’ın kapısına vararak başını secdeye çivileyip göz yaşlarıyla af dilemek, dua etmek kaç kişiye nasip olur. İşte müslümanın kimliği, kırmızı çizgileri, hass- Kainatın Efendisi bu hususta bir ölçü veriyor, ortaya bir muhasebe kriteri koyuyor ve buyuruyor ki: “Seni iyi amellerin sevindirir, kötü amellerin üzerse sen Müminsin”(Ahmet) Düşünün! Üzüntülü bir şekilde bir kenarda oturan hatta göz yaşları döken birisine rastlasanız, yanına yaklaşıp kendisine bu kadar kederlenmesinin sebebini sorsanız, aldığınız cevap alışa geldiğiniz cevaplardan pek farklı olmazdı her halde. Ya ağır bir hastası vardır, ödemekte zorlandığı borcu söz konusudur, ailesiyle huzursuzluk yaşamaktadır ya da en sevdiği yakınını kayıp etmiştir vb. vb... Elbette ki bunlar da üzülme sebepleridir. Ancak, bu kadar üzülmemize sebep olan bu gibi şeylere rağmen ya ahittretimiz adına ne kadar üzülüyorüz? Benim vurgulamak iste- Eylül sasiyetleri böyle bir derinlikte olmalı. Bizlere çok yakın olan Rabbımız’a yaklaşmak, onun yakın olduklarına yakınlık sağlamakla, onun razı olduğuna razı olmakla, onun nehyettiğinden ateşten kaçar gibi kaçmakla, onun öncelediğini öncelemekle mümkündür. İnsanın niyeti neyse kavuşacağı şey de başkaSı değildir. Hayatınızda öncelediğiniz, öne aldığınız ibadetler kadar Allah’ın öncelediği insan haline gelebilirsiniz. Merhameti celbetmek, affa mazhar olmak, salih bir kul olmak, ancak müslüman olarak önceliklerimizi pratiğe döktüğümüzde mümkündür. Unutmayalım! Selam ve dua ile... 57 MilliTarih Hüseyin Serkan Elönü Coca-Cola’nın Ortaya Çıkışı Coca-Cola’nın Mucidi : John Stith Pemberton tarihten itibaren John Stith Pemberton morfin bağımlısı olmuştur. Coca-Cola’nın ilk üreticisi olan John Stith Pemberton, 8 Temmuz 1831 tarihinde ABD’nin Georgia eyaletinin Knoxville şehrinde James Clifford Pemberton (1803-?) ve Martha Uorsham Gent (1791-?) çiftinin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası James Clifford Pemberton’un kardeşi John Clifford Pemberton (1814-1881) Konfedere Ordusunda general olarak vazife yapmıştır. Amerikan iç Savaşı bittikten sonra John Stith Pemberton, 1866 senesinden itibaren kendi morfin bağımlılığı için morfinli ağrı kesiciler üretmek için çalışmalar yapmıştır. James Clifford Pemberton ve Martha Uorsham Gent 20 Temmuz 1828 tarihinde Georgia eyaletinin Kraufard County şehrinde evlemişlerdir. John Stith Pemberton, 17 yaşından itibaren eczacılık sahasında John Stith Pemberton (8 Temmuz 1831-16 Ağustos 1888) eğitim almıştır. 1850 senesinde Stajyer olarak gittiği Philadelphia şehrinde tanıştığı Ann Eliza Clifford Lewis ile 1853’de evlenmiştir. Bir sene sonra 1854’te Charley Pemberton isminde oğulları doğmuştur. John Stith Pemberton, 24 yaşından itibaren bazı karışımlar tecrübe etmeye başlamıştır. Bu, onun ileride üreteceği Coca-Cola’nın ilk temellerini teşkil etmiştir. John Stith Pemberton, Amerikan iç Savaşı sırasında güneyliler olarak bilinen Konfedere Ordusu’nda Yarbay olarak 12. Süvari Alayı’nda vazife yaparken, Nisan 1865’de Columbus Muharebesi’nde yaralanmıştır. Diğer yaralılar gibi, acıyı bastırması için göğsü bıçakla açılarak kendisine morfin verilmiştir. Bu 58 1869 senesinde John Stith Pemberton, Atalanta’ya taşınmıştır. John Stith Pemberton 1885’den itibaren morfin bağımlılığı daha artmıştır. Bunun için Koka bitkisi ile bazı karışımlar yapmıştır. Ayrıca morfinden vazgeçerek Kokain’i kullanmıştır. O devirde, Kokan’in tehlikesi kimse tarafından bilinmemiştir. John Stith Pemberton’un 1886 yılında bir ilaç olarak ürettiği şurup, küçük değişikliklerle alkolsüz bir içecek olarak küresel bir tüketici kitlesine Coca-Cola markası olarak ulaşmıştır. John Stith Pemberton 6 Haziran 1887 tarihinde ürettiği Coca-Cola’ya patent almak için başvurmuş ve 28 Haziran 1887 tarihinde patent başvurusu kabul edilmiştir. John Stith Pemberton uzun müddet Coca-Cola tekeline sahip kalamamıştır. Hastalığından dolayı fazla yaşayamayacağını anlayan John Stith Pemberton, kendisi öldükten sonra oğlu Charley Pemberton’a geleceği için para bırakabilmek için Coca-Cola patentini 2300 Dolar karşılığında Asa Griggs Candler’e satmıştır. Asa Griggs Candler satın aldığı formülü 1892’de şirketleştiredek CoAsa Griggs Candler ca-Cola Company’yi (30 Aralık 1851-12 Nisan 1929) kurmuştur. Eylül John Stith Pemberton, 16 Ağustos 1888 tarihinde 57 yaşında morfin bağımlısı ve mide kanseri kurbanı olarak ölmüştür. Cenazesi Linwood Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Mason olmanın gururunu gösteren bir sembol mezar taşına kazınmıştır. Coca-Cola’nin muhtevasında yedi gizli madde bulunmaktadır. Dünyada bu maddeleri sadece iki kişi bilmekte ve bu maddeler bir kâğıtta yazılı olarak bir bankanın kasasında muhafaza edilmektedir.1 (1 Türkçe Vikipedi’nin “The Coca-Cola Company” maddesinden alınmıştır. Ayrıca aynı sayfadaki bilgiye göre, ortalama olarak dünyada saniyede sekiz bin kutu Coca Cola tüketildiği saptanmıştır. ) Oğlu Charley Pemberton da 6 sene sonra aşırı dozda afyon kullanmadan ölmüştür. John Stith Pemberton’un Georgia eyaletinin Colombus şehrindeki Linwood Mezarlığı’ndaki mezarı. Mezar taşında Masonik bir sembol olan gönye ve pergel görülmektedir. COCA-COLA FİRMASININ GELİŞMESİ Coca Cola’nın Türkiye’deki ilk fabrikasının açılış haberi (1964). Coca-Cola’nın 1890’lardaki bir ilanı. 1892’de Asa Griggs Candler tarafından kurulan Coca-Cola Company, 1895’de ABD’nin tüm eyaletlerine yayılmış, 1896’da ABD’nin komşu devletlerinde de satılmıştır. Coca-Cola 1964’de Türkiye’ye Has ailesinin teşebbüsleriyle girmiştir. Eylül Coca-Cola denilen melanetin Türkiye’deki ilk ilanı (1964). 59 Yalnız Ağaçlar Abdullah ÇAKIR Penceremin önünde yapayalnız bir ağaç var. Ovaya ve ovanın bitişiğindeki ormanlık dağa bakan bir tepenin üstünde. Daha hayatının baharında ama şimdiden sert rüzgarlar onu çok yormuş. Yana eğilmiş, topraktan kökleri çıkmış. Her rüzgâr ve yağmurla kökleri biraz daha açığa çıkıyor. Ancak şaşırtıcı şekilde toprağa daha da bağlanıyor. Yapraklarını her bahar daha gür açıyor. Dertlerini bana anlatmak için gelenlere, efkârlananlara o ağacı gösteriyorum: “Bak, o ağacı görüyor musun? Ona dikkatlice bak! Sana neyi anımsatıyor?..” Onun yanında oturmak, onunla hasb-i hal etmek bana tarifi imkânsız bir zevk veriyor, hayretlere düşürüyor. Zira o haliyle bana öyle nasihatler ediyor, öyle bir tefekkür alemine seyahate çıkarıyor ki… Yalnız ağaçlar… Hani kimsesiz bir dağ başında, ıssız bir bozkırın ya da tarlanın ortasında bulunan, bazen uzun uzadıya giden yolları birbirine bağlayan dar bir geçidin, bir 60 vadinin başında nöbet tutan, bir pınarın sâkîsi ya da bir erenin türbedarı, bir meçhul şehidin kabir taşı olan yalnız ağaçlar… Topğrağa düştükleri günden beri orayı beklemektedirler. Yanlarına gelip kendilerine sarılacak bir can bekler gibidirler. Yanında yâri, kendisini anlayacak hem demi, sohbet arkadaşı olacak bir başka ağaç daha olsa… Hani onun da olmadığı ağaçlar var ya... Börtü böceğin ve bazen de göçmen kuşların ziyaretgâhıdırlar ama vefalı bir insan sıcaklığının değerini en iyi onlar biliyor olmalıdır. Gurbetin, garipliğin ve vefasızlığın ne olduğunu anlamak, resmini çizmek isteyenler onlara baksınlar. Yılların getirdiği tahribata, susuzluğa, en sert rüzgârlara, yağmurlara, tipi ve borana karşı verdikleri mücadele ile hayata tutunmanın sembolüdürler. Yolunu kaybedenlere deniz feneri, göçmen kuşlara yuva, bunalmışlara -ırkına, nev’ine, cinsine makamına, malına mülküne bakmadan- ellerini uzatan Rahmet’in sureti olurlar. Eylül Çok uzaklarda olsalar bile, hala orada olduklarını bilmekle içimizin huzurla dolduğu ana-babamız gibi anaçlığın ve babacanlığın tablosudur onlar. Gözleri yollarda, yolları gözlerler. Yollarda tozlanırken uzaktan görüldüklerinde koşup onlara sarılmanın tadı… yalnız ağaçlar… kûşe-i uzletine çekilmiş dervişler… Semaya doğru açılmış eller gibidir dalları… bitmek tükenmek bilmeden aşkla şevkle Allah’ı övmekte, tazarru ve niyaz halindedirler. “Allahım! Seni hakkıyla övmekten acizim. Ben yok iken, beni sen yarattın. Varlığından bana varlık verdin. Bundan daha büyük cömertlik olur mu? Allahım! Sen varsın ya ben kendimi neden yalnız hissedeyim. Kimseler beni arayıp sormasa da sen varsın ya en vefalı dost, ey velî, ey rahman ve rahim olan… ey..!” Bilecik tekfurunu ve ovasını, zaviyesinin bulunduğu tepeden tarassut altına alan Dursun Fakı… hala gözlemeye devam ettiği o tepede onu ziyaret ettiğimde sanki tazarru, niyaz ve secdesine devam ediyordu yüksek tepenin, uçsuz ovanın, bucaksız ufkun ve sınırsız gök yüzünün sahibi bir yalnız ağaç gibi. Etraf koyu bir sessizliğe bürünmüş iken esen rüzgâr, “hû” ile onun niyazına iştirak etmiş, kabri başında bulunan türbedarı ulu servinin dalları ahenkle cûş u hurûşa gelmiş, hislerimizin, tercümanı olmuştu: “Bir ağaç misal yapayalnız Ortasında kalmış bozkırın Dediler budur garip ve ıssız Halâyıktan uzak Hakk’a yakın” Ulu servi, akıp giden zamanı, tarihi, mekanı ve hatıraları tekrar yaşatmış, dünyanın faniliğini ve hiçliğimizi iliklerimize kadar hissettirmişti. “Âh! Bir dile gelseydim sana neler anlatırdım neler. Tanıklığımı kelimelere dökerdim. Kılıç kalkan şakırtılarını mı istersin yoksa şu ovada yapılan o muhteşem savaşı ve tadılan zaferi mi? Yoksa salıncaktaki o bebeğin gü- Eylül lücüklerini mi? Ya o kervanın yorgun atlarının, develerinin zil sesleri… şu çoban, şu çiftçiler, şu yolcu, şu yavuklusunun adını gövdeme kazıyan delikanlı… Ya şu Allah adamı... Hani bir gün beraber oturmuştuk da Allah’ı zikretmiştik gözyaşlarıyla. Şu dallarım neler gördü neler. Hani şairin dediği gibi: Geleydin bir çay içimi Sen çay dökerdin Ben de içimi. Ama anlar mısın beni?” der gibi, güngörmüş pîr-i fâni edaları ile anlatmak istedikleri, yaşadıkları, tanıklıkları… sevinçler… üzüntüler… yorgunluklar… Bütün bunları tefekkür ederken birden, binlerce yıl önce Medyen’den Mısır’a yolculuk eden Musa (as) canlandı gözümde. Ve uzaktan…Çok uzaklardan gördüğü ateşten, bir cezve kor almak için, yalçın, çıplak kayalıklar ve patikalarla dolu mukaddes vadi Tuvâ’ya tırmandığında orada karşılaştığı o yalnız ağaç. Rabbimiz ondan kelâm etmişti Musa’ya (as). Ve Rasulullah (sav)’in yolculuğunda altında konakladığı, Hammâra kuşunun yuvası ve yavrularının bulunduğu o yalnız ağaç… Ve Allah Rasulu’ne ahd ü vefanın sembolü o Rıdvan ağacı… Ve inleyen kütük! Sen hangi yalnız ağaçtın ki Allah senin yalnızlığını, Rasulullah (sav)’in kadem-i şerîfi ile taçlandırdı?! Salih insanlar… baltaların girdiği bir ormandan arta kalan yalnız ağaçlar…Onlar dünyadan bir bir el ayak çektikçe dünya daha bir ıssızlaşıyor, çoraklaşıyor. Issız dünyanın yalnız-garib yolcusu… Dua et ağacın sahibine onların sayısını artısın. Dua et, yolunu denk düşürsün onlara. Belki sen de bir gün bir yalnız ağaç olursun. 61 Kurbanın Mahiyeti, Vücubu ve Şer’î Hikmeti Kurban Yüce Allah’ın rahmetine yaklaşmak için ibadet niyeti ile kesilen özel hayvandır. Kurban bayramı günlerinde (ilk üç günde) böyle Allah rızası için kesilen kurbana (Udhiyye), bunu kesmeğe de “tazhiye” denilir. Kurban Bayramında ibadet niyeti ile kurban kesmek, hür, mukîm (yolcu olmayan), müslim ve zengin kimseye vacibdir. Zenginden maksad, temel ihtiyaçlarından başka, artıcı olsun olmasın, en az iki yüz dirhem gümüş değerinde bir mala sahib olan, fitre vermekle yükümlü olan kimselerdir. (Zekat bölümüne bakılsın!..) Kurban kesme günlerinde (kurban bayramının ilk üç gününde) kurban kesmeğe gücü varken kurban kesmeyip de sonra fakir düşse, buradaki vücub üzerinden düşmüş olmaz. Kurban kesme yükümlülüğü için, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf’a göre, akıl ve buluğ şart değildir. Bundan dolayı zengin olan bir çocuğun veya bir delinin malından bunların velisi kurban keser. Bu çocuk veya bu mecnun o kurbanın etinden yer. Geri kalan kısmı da, elbise gibi aynından faydalanacakları bir şeyle değiştirilir. Fakat İmam Muhammed’e göre, kurban yükümlülüğü için akıl ve büluğ şarttır. Bundan dolayı çocukların ve mecnun olanların mallarından kurban kesilmesi gerekmez. Fetva da buna göredir. Velileri onlar adına mallarından kesecek olsalar, kurban bedelini onlara ödemeleri gerekir. Ancak bir kimsenin kendi malından çocuğu için kurban kesmesi mendubdur. (İmam Malik ile İmam Şafiî’ye göre, kurban vacib değil, müekked bir sünnettir.) Vacib olan kurban görevi, Hak yolunda fedakarlığın bir nişanıdır. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucu da sevaba ulaşmak ve birtakım belalardan korunmaktır. Şu gerçek de bilinmeli ki, insanların ihtiyaçları için yeryüzünde yüz binlerce hayvan kesiliyor. Fakat bunlardan yalnız durumları yeterli olanlar yararlanıyor. Kurban Bayramında ise, Hak rızası için birçok hayvan kesiliyor. Bunların etlerinden ve derilerinden çok fakir kimseler de yararlanıyor. İktisadî olan mesele, dinî ve ahlakî bir mahiyet kazanıyor. Şahıs menfaati yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor. Bunun için kurban 62 kesilmesi, İslama ait insanî ve sosyal büyük bir fedakarlık demektir. Kurban kesilmekle, kesilen hayvanların sayısı çok artmış olmaz; çünkü kurban kesilen günlerde kasapların kestiği hayvan sayısı azalır ve böylece o günlerde aynı mikdar hayvan kesilmiş olur. Kendi zevkleri için hergün binlerce hayvanın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah rızası için bir mikdar hayvanın muhtaçlar yararına olarak Kurban adı altında kesilmesini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir. Sonuç: Kurbanın meşru olması, din, ahlak ve toplum yararı bakımından birtakım hikmet ve hacetlere dayanır. Bunu değerlendiremeyecek bir akıl sahibi olamaz. Kurbanın Cinsi ve Kusurlu Olup Olmaması Kurbanlar yalnız koyun, keçi, deve ve sığır cinsi hayvanlardan kesilebilir. Mandalar da sığır cinsindendir. Bunların erkekleri ile dişileri eşittir. Ancak koyun cinsinin erkeğini kurban etmek daha faziletlidir. Keçinin erkeği ile dişisi kıymetçe eşit olsalar, dişisini kesmek daha faziletli olur. Aynı şekilde devenin veya sığırın erkeği ile dişisi et ve kıymet bakımından eşit olsalar, dişisinin kurban edilmesi daha faziletlidir. Koyun ile keçi ya birer yaşını doldurmalı veya koyunlar yedi sekiz aylık olduğu halde birer yaşında imiş gibi gösterişli bulunmalıdır. Deve, en az beş yaşını, sığır da en az iki yaşını bitirmiş bulunmalıdır. Tavuk, horoz ve kaz gibi evcil hayvanlar kurban olamaz. Bunları kurban niyeti ile kesmek tahrimen mekruhtur. Çünkü bunda Mecüsîlere benzeyiş vardır. Etleri yenilen vahşî hayvanlar da kurban edilmez. Koyun ve keçiden her biri yalnız bir kişi adına kurban edilir. Bir deve veya bir sığır, bir kişiden yedi kişiye kadar kimseler için kurban edilebilir. Ancak bu ortakların hepsi müslüman olup her biri Eylül ( Ömer Nasuhi Bilmen - Büyük İslam İlmihali) kendi hissesine malik olmalı ve Allah rızası için bir ibadet niyeti taşımalıdır. Ortaklar kesilen kurbandan hisselerini tartı ile ayırırlar, göz kararı ile ayıramazlar. (İmam Malik’e göre bir sığır, bir manda veya bir deve bir aile halkından yedi ve daha çok kimse için kurban olabilir, bu caizdir. Fakat başka başka aileler için, yediden az olsalar da caiz olmaz.) Kurbanlık hayvanın şaşı, topal, uyuz ve deli olmasında, doğuştan boynuzlu veya boynuzsuz veya boynuzunun azı kırık bulunmasında, kulaklarının delinmiş veya enine yarılmış olmasında, kulaklarının uçlarından kesilip sarkık bir halde bulunmasında, dişlerinin azı düşmüş olmasında, cinsel organı bulunmamasında, burulmuş olarak bulunmasında bir sakınca yoktur; bu hayvanlar kurban edilebilirler. İki gözü veya bir gözü kör, dişlerinin çoğu düşmüş veya kulakları kesilmiş, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırılmış, kulağının veya kuyruğunun yarıdan fazlası veya memelerinin başları kopmuş, kulakları veya kuyruğu yaratılışında bulunmayan bir hayvan kurban olamaz. Kurbanın semiz olması daha faziletlidir. Kemikleri içinde iliği kalmamış derecede zayıf veya aksak ayağını yere basıp kesileceği yere kadar topal veya aşikar bir halde hasta bulunan bir hayvan da kurban olamaz. Kurban kesmekle yükümlü olan bir kimsenin satın aldığı kurbanda yukardaki kusurlardan biri sonradan meydana gelse, yerine başkasını alıp kesmesi gerekir. Fakat fakir bir kimsenin aldığı kurban böyle kusurlanırsa, yine kurban olarak kesilmesi caiz olur, yerine başkasını alması gerekmez. Hatta böyle kusurlu bir hayvanı satın alıp kurban kesmesi de yeterli olur. Çünkü bu kurban o fakir için bir nafiledir. Nafilelerde ise, genişlik ve kolaylık vardır. (Üç imama göre, zengin için de yeterli olur. Başkasını almaya gerek yoktur.) ondan sonra da kaybolan kurban bulunsa bunu da kesmesi gerekmez. Çünkü üzerine düşen vacibi yerine getirmiştir. Fakat bu duruma düşen fakirin o bulunan kurbanı kesmesi gerekir; çünkü fakirin satın aldığı kurban, kurban olmak üzere belirlenmiştir; kendisine vacib olmadığı halde, bunun kurban olmasını kendisine gerekli kılmıştır. Kurban için alınan hayvan çalındıktan veya kaybolduktan sonra onun yerine başkası alınıp ondan sonra nahr (kurban kesme) günleri içinde bulunsa, bakılır: Sahibi zengin ise bu iki kurbandan dilediğini keser. Ancak sonradan almış olduğu hayvanın kıymeti ilk hayvandan daha az olur da bunu kesmiş olursa, aradaki kıymet farkını sadaka olarak vermesi gerekir. Fakat kurban sahibi fakir ise o iki hayvanı da kesmesi gerekir. Çünkü bu kurbanlar fakir hakkında birer adak yerindedir. Bir görüşe göre de, bunlardan yalnız birini kesebilir. Kaybolan kurbanlık yerine alınan ikinci kurbanlık hayvan daha kesilmeden nahr günlerinden sonra önceki kayıp hayvan bulunsa, bunların sahibi hiç birini kesmez, bunların en kıymetlisini sadaka olarak verir. Bir kimse aldığı kurbanlık hayvanı satıp onun yerine dengini almış olsa, İmam Ebû Yusuf’a göre caiz olmaz. Çünkü bunun aynına Allah’ın hakkı geçmiştir. Fakat İmam Azam ile İmam Muhammed’e göre, bu kerahetle caiz olur. Kurbanlık bir hayvan kesilmeden önce doğursa, yavrusu da kendisi ile beraber kesilir. Çünkü yavru anasına bağlıdır. Eğer yavru kesilmeyip satılırsa, parasını sadaka olarak vermek gerekir. Kurbanın Kesilme Vakti Kurbanın kesilme zamanı nahr (Bayramın birinci, ikinci ve üçüncü) günleridir. Fakat birinci günde kesilmesi daha faziletlidir. Zengin kimsenin aldığı kurban henüz kesilmeden ölse, yerine başkasını alması gerekir. Fakir kimsenin aldığı kurban ölse, başkasını alması gerekmez. Kurbanlar, bayram namazı kılınan şehir gibi yerlerde, bayram namazı kılındıktan sonra bayram namazı kılınmayan yerlerde ise bayram gününün fecrinden sonra kesilir. İlk vakti budur. Kurbanı geceleyin kesmek tenzihen mekruhtur. Zengin kimsenin aldığı kurban kaybolduktan veya çalındıktan sonra yerine başkası kurban edilmiş olsa ve (İmam Şafiî’ye göre, kurbanlar bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar kesilebilir.) Eylül 63 HZ. SA’D B. EBİ VAKKAS (r.anh) Salih AYDIN n s.a.s)’ı ( h a l l lü , , Rasû ) a . r tılmış ( a k , Sa’d a rın r gazala n ü t rlılıkla ü a r b a y k a, e büyü ’d r i d yolund e B h a l l .A mek miştir r e t s yok et ö ı g r a l am r ışı niz d eye he m â m l t e is a d ir nını fe ratik b p u için ca n ğu ır oldu r. z a h n muştu y o k zama a e ortay şekild 64 Sa’d b. Ebî Vakkas Malik b. Vuheyb b. Abdi Menaf b. Zühre. Babası Malik b. Vuheyb’dir. Malik’in künyesi Ebî Vakkas olup, Sa’d bu künyeye nisbetle İbn Ebî Vakkas olarak çağrılırdı. Rasûlüllah (s.a.s)’ın annesi Zuhreoğullarından olduğu için, anne tarafından da nesebi Rasûlüllah (s.a.s) ile birleşmektedir. Sa’d’ın annesi Hamene binti Süfyan b. Ümeyye’dir. Sa’d (r.a), ilk iman edenlerden biridir. Kendisinden yapılan rivayetlere göre o islâmı üçüncü kabul eden kimsedir. Ancak, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Zeyd b. Harise’den sonra müslüman olmuşsa beşinci müslüman olmuş oluyor. Sa’d (r.a), müslüman olduğu gün henüz namazın farz kılınmamış olduğunu ve o zaman on yedi yaşında bulunduğunu söylemektedir Sa’d, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut (t.y), III, 139). Sa’d (r.a) islâma girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: “Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce Eylül bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; “Bir saat kadardır” dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah (s.a.s) gizlice islâm’a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada islâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası imân etmemişti” (İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 368). Sa’d’ın müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa’d’a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa’d, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıldığında Sa’d ona; “Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim” demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti (Üsdül-Gabe, aynı yer). Sa’d (r.a) annesine çok düşkündü ve ona bir zarar gelmesini asla kabul edemezdi. Ancak imanla alakalı bir konuda Rabbine isyan edip başkalarının heva ve heveslerine de tabi olamazdı. Sa’d (r.a) ve benzerlerinin karşılaşacağı bu gibi durumları çözümlemek ve iman edenleri rahatlatmak için Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeyi göndermişti: “Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran...” (Lokman, 31 / 15). Sa’d (r.a), Medine’ye hicrete kadar Mekke’de kalmıştır. Dolayısıyla müşrikler tarafından uğradıkları bütün saldırı ve işkencelere diğer müslümanlarla birlikte Mekke dönemi boyunca muhatab olduğu muhakkaktır. Mekke’de müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibâdetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibâdet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak islâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte islâm’da Allah için ilk akıtılan kan budur (Üsdü’l-Gâbe, II, 367). Sa’d (r.a) kardeşi Ümeyr (r.a) ile Medine’ye hicret ettiği zaman, kan davası yüzünden Mekke’den kaçıp buraya yerleşmiş olan diğer kardeşleri Utbe’nin evinde kalmaya başlamışlardı. Muahat olayında Rasûlüllah (s.a.s), Sa’d’ı Mus’ab b. Umeyr ile kardeş ilân etmişti. Başka bir rivayete göre de kardeş ilân edildiği kimse Sa’d b. Mu’az’dır (İbn Sa’d, a.g.e., III, 139-140). Medine’ye hicretle birlikte islâm devlet olmuş ve kendini tehdit eden güçlere karşı askerî faaliyetler başlamıştı. Bu çerçevede Mekke kervanlarına yönelik askerî birlikler (seriyye) sevkediliyordu. İlk seriyye, Hicretin yedinci ayında Mekke kervanının yolunu kesmek için otuz kişiden oluşan Hz. Hamza komutasındaki seriyyedir. Sa’d (r.a)’da bu ilk askerî birliğe katılanlardandır (İbn Sad, aynı yer) Bir ay sonra Ubeyde b. Haris komutasında gönderilen seriyye Kureyş kervanıyla karşılaştığında ilk oku Sad b. Ebi Vakkas (r.a) atarak çatışmayı başlatmıştı. Mekke’de Allah yolunda ilk kan akıtan kimse olma şerefi Sa’d (r.a)’a ait olduğu gibi, yine Allah yolun- “Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran...” (Lokman, 31 / 15). Eylül 65 da ilk ok atma şerefi de böylece ona nasip olmuştur. Sa’d (r.a) şöyle demektedir: “Araplardan Allah yolunda ilk ok atan kimse benim” (İbn Sa’d, aynı yer). Aynı yılın Zilkade ayında Rasûlüllah (s.a.s), Sa’d b. Ebi Vakkas’ı yirmi kişilik bir askerî birliğe komutan tayin ederek el-Harrar mevkiine göndermişti. Bu seriyyenin gayesi de Mekkelilere ait kervanı vurmaktı. Ancak kervan bir gün önceden bu yerden hareket etmiş olduğu için, bir çatışma çıkmamıştı. Rasûlüllah (s.a.s), sadece seriyyeler göndermekle yetinmiyor, bizzat ordusunun başına geçerek seferler düzenliyordu. Bunlardan biri olan ve II. Hicrî yılın Rebiu’l-Evvel ayında gerçekleştirilen Buvat gazvesinde, ordu sancağını Sa’d taşımaktaydı (Taberi, Tarih, Beyrut 1967, II, 407). Peşinden tehlikeli bir görevle Mekke ile Taif arasındaki Nahle mevkiine keşif maksadıyla gönderilen Abdullah b. Cahş seriyyesine katılan Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a)’ın bütün cihad faaliyetlerine aktif bir şekilde iştirak ettiği görülmektedir. Bedir savaşında müşrik süvari birliğinin komutanı olan Sa’id b. el-As’ı öldürüp kılıcını Rasûlüllah (s.a.s)’e getirmişti. O, Zülkife adındaki bu kılıcı ganimetlerin dağıtılışında Sa’d’a vermişti. Uhud savaşında, müşriklerin üstünlüğü ele geçirdiği ve müslümanların paniğe kapılarak dağıldığı esnada Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanından ayrılmayıp gövdelerini siper ederek onu korumaya çalışan bir kaç kişiden birisi Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) idi. O, cesaretinden hiç bir şey kaybetmeden ok atmaya devam ediyordu. Sa’d (r.a) ok atmakta mahirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlüllah (s.a.s) ona ok veriyor ve şöyle diyordu: “At Sa’d Anam babam sana feda olsun” (Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 5; İbn Sa’d, a.g.e., III,141; İbnül-Esîr, el-Kâmil,)i’t-Tarih, Beyrut 1979, II, 155). Rasûlüllah (s.a.s), övgü, rıza ve hoşnutluğu ifade eden bu kelimeleri, ana ve babasını bir arada zikrederek başka hiç kimse için kullanmamıştır (İbn Sa’d, aynı yer). Sa’d (r.a)’ın Uhud günü gördüğü hizmet ve gösterdiği kahramanlık gerçekten çok büyüktü. Onun bu günde tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir (Üsdül-Gâbe, II, 367). O, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılmıştır (İbn Sa’d, a.g.e., 111, 142). Rasûlüllah (s.a.s)’ın vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (r.a)’a bey’at eden Sa’d (r.a), Hz. Ömer döneminde aktif olarak devlet idaresinde görevler almıştır. Bu dönemde onun en önemli görevlerinden birisi, asrın emperyalist süper güçlerinden birisi olan İran İmparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır. Bizansa yönelik askerî faaliyetler sürerken, İran topraklarına da seferler yapılıyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a) döneminde İranlıların elinde olan Irak’ın büyük bir bölümü fethedilmişti. Hz. Ömer (r.a) iş başına geçtiği zaman İran’a karşı kapsamlı ve netice alıcı bir askerî sefer düzenlenmesi için çalışmalara başladı. Yapılan istişareler sonucunda Sa’d b. Ebî Vakkas’ın hazırlanan orduya komutan tayin edilmesi kararlaştırıldı. Havâzin kabilelerinden zekât toplamak için bu bölgede bulunan Sa’d, Medine’ye çağrılarak ordu ona teslim edildi. Sa’d ordusuyla Irak’a doğru yürüyüşe geçerek Kadisiye mevkiinde kârargah kurdu. İran şahı, müslümanlara Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibâdet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak islâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte islâm’da Allah için ilk akıtılan kan budur (Üsdü’l-Gâbe, II, 367). 66 Eylül karşı savaşmak üzere ünlü komutanı Rüstem’i görevlendirmişti. Yapılan savaşı müslümanlar kazanmış ve İran toprakları islâm tebliğine açılmıştı. Sa’d hasta olduğu için bizzat savaşa iştirak edememiş ve yüksekçe bir yerden, savaşan orduyu idare etmişti. Kadisiye, islâm ordularının kazandığı en parlak ve kesin zaferlerden biri olarak tarihe geçmiştir. iddialarla Hz. Ömer (r.a)’a şikayet etti. Ayrıca onun namaz kıldırış tarzını da beğenmiyorlardı. Hz. Ömer (r.a) meseleyi inceletmiş; yapılan şikayetlerin asılsız olduğunu anlamış olmakla birlikte, maslahatı gözeterek onu geri çağırmıştı (Asr-ı Saadet, I, 432 vd.). Hz. Ömer (r.a), kendisinden sonra halife seçimini gerçekleştirmek için altı kişilik bir şûra oluşturmuştu. Sa’d (r.a) da bunlar arasındaydı. Hz. Ömer (r.a)’in vefatından sonra halife tayini için müzakereler başladığı zaman Sa’d, Abdurrahman b. Avf lehine adaylıktan çekildiğini açıklamıştır. Daha sonra Sa’d (r.a), Celula’ya yönelmiş ve burasını fethetmişti (H 16). Celula’nın fethi bölgede büyük bir ihtida hareketini de peşinden getirmişti. Daha sonra İran İmparatorluk Hz. Osman (r.a), halife seçildigi zaman; merkezi olan Medâin iki aylık bir kuşatmadan sonra Ömer (r.a)’in vasiyetine uyarak düşmüş, büyük meblağlarda ganimet Sa’d’ı Küfe valiliğine tayin etti. ele geçmiş ve Kisra III. Yezducerd Ancak, bu seferki Küfe valiliği de buradan Hulvan’a kaçmıştı. Sa’d b. fazla sürmemiştir. O, hazineden borç Ebi Vakkas, bir ordu göndererek sulh olarak almış olduğu bir miktar payoluyla burayı fethetmişti. Yezducerd rayı geri ödemekte zorluk çekince, ise İsfahan bölgesine kaçarak orada Sa’d (r.a), Ashahazine emini Abdullah İbn Mes’ud tutunmaya çalışmıştır. bın seçkinlerinden biri tarafından Halifeye şikayet edilmiş; olup sağlığında Cenbu şikayet üzerine Osman (r.a), onu Sa’d (r.a), Medâin’e yerleşerek, netle müjdelenen on Küfe valiliğinden azletmişti. Bunun fethedilen toprakların idarî yapısını kişi arasındadır. üzerine Sa’d (r.a) Medine yakınlaoluşturmaya çalıştı. Medâin’in havası, askerlerin sıhhatini olumsuz yönde etkilediği için, Hz. Ömer (r.a)’in onayı alınarak yerleşime ve ordunun askerî stratejisine uygun bir konumda olan Küfe, ordugâh şehir haline getirildi. Sa’d bölge valisi olarak Kûfe’de üç buçuk yıl kalmıştır. O, tekrar toparlanıp kaybettikleri yerleri geri almak için hazırlıklara girişen İranlıların hareketlerini takip ediyor ve gerekli askerî önlemleri almaya çalışıyordu. Ancak tam bu sıralarda Kûfe’de bir topluluk, Hz. Sa’d’ı ganimetleri adil dağıtmadığı ve gaza işlerinde gevşek davrandığı yolunda rındaki Akik vadisinde bulunan çiftliğindeki evine yerleşmiş ve ziraatle uğraşmaya başlamıştır. Sa’d (r.a), Hz. Osman (r.a)’ın şehid edilişiyle başlayan fitne ve ihtilaflardan tamamen uzak kalmaya gayret etmiştir. O, müslümanlar arasında kan dökülmesinden çok rahatsız oluyor ve taraflardan kendisine gelen teklifleri geri çeviriyordu. O, ümmetin üzerinde anlaştığı bir halife ortaya çıkıncaya kadar kendisine hiç bir şeyden bahsedilmemesini istemişti. Sa’d (r.a), gruplar arasında verilen mücadelelerde kimin haklı kimin haksız olduğunun açıklığa kavuşturulmasının mümkün olmadığını bildiği ve haksız yere bir müslümanın kanını akıtmaktan çekindiği için böyle davranıyordu. O, kendisine gelenlere şöyle diyordu: “Bana, iki gözü, dili ve iki dudağı olan ve şu kâfirdir, şu mü’mindir diyen bir kılıç getirilinceye kadar asla kimseyle savaşmam” (İbn Sa’d, a.g.e., III,143; Üsdül-Gâbe, II, 368). Sa’d (r.a), güçlü bir kişiliğe ve siyasî destege sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır. Oğlu Eylül 67 Ömer ve kardeşinin oğlu Haşim gidip ona; “Yüz bin kılıç sahibi var ki, hepsi seni hilafet için en liyakatli adam tanıyor” dediklerinde onun buna verdiği cevap şu olmuştu: “Bu sizin yüz bin kılıcınızdan daha kuvvetli tek bir kılıç, mü’mine çekilince onu kesmeyen, kâfire karşı sıyrılınca onu kesen kılıçtır” (Asrı Saadet, I, 436). Onun bu anlamlı sözleri, müslümanların birbirlerine zarar vermelerine karşı ne kadar hassas olduğunu ifade etmektedir. Sa’d (r.a), Hicrî 55 yılında ikâmet etmekte olduğu Medine’nin dışındaki Akik vadisinde vefat etmiştir. Onun vefat tarihi hakkında, 54 ila 58 tarihleri arasında değişen farklı rivâyetler bulunmaktadır (Üsdül-Gâbe, II, 369). Sa’d (r.a)’ın cenazesi Medine’ye on mil kadar uzaklıkta olan Akik vadisindeki evinden alınarak Medine’ye getirilmiş ve Mescid-i Nebi de kılınan namazdan sonra, Bâkî mezarlığına defnedilmiştir (İbn Sa’d, III,148). Cenaze namazını Emevilerin Medine valisi Mervan b. Hakem kıldırmıştır. Rasûlüllah (s.a.s)’ın zevceleri de namaza iştirak etmişlerdi (Üsdül-Gâbe, aynı yer). Sa’d (r.a), vefat edeceğini anladığı zaman yünden mamül cübbesini getirtmiş ve ölünce onunla kefenlenmesini vasiyet etmişti. Bunun sebebi olarak, Bedir gününde müşriklerle karşılaştığı zaman onu giymekte olduğunu ve bundan dolayı bu cübbesini çok sevdiğini söylemiştir (Üsdül-Gâbe, aynı yer). İbnül Esir’in kaydettiği, Sa’d (r.a)’ın oğlu Âmir’den nakledilen rivayete göre Sa’d (r.a) Muhacirlerden en son vefat eden kimsedir (Üsdül-Gâbe, aynı yer). Sa’d (r.a), Ashabın seçkinlerinden biri olup sağlığında Cennetle müjdelenen on kişi arasındadır. Yine tarihe şûrâ olayı olarak geçen ve Hz. Osman (r.a)’ın halife seçilmesini gerçekleştiren Hz. Ömer (r.a)’in oluşturduğu altı kişilik şûrânın içinde bulunmaktaydı. O, ilk iman eden bir kaç kişiden biri olarak Mekke döneminin sıkıntılarına Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanından ayrılmayarak gögüs germişti. Kıyamete kadar devam edecek olan cihad hareketi için, müslümanları taciz eden kâfirlere saldırarak ilk kanı akıtan odur. Yine Medine döneminin başlarında kâfirlere karşı ilk oku atan kimse olma şerefi de ona aittir. Sa’d (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’ın bütün gazalarına, katılmış, Bedir’de büyük yararlılıklar göstermiştir. Allah yolunda, islâm dışı nizamları yok etmek için canını feda etmeye her zaman hazır olduğunu pratik bir şekilde ortaya koymuştur. Uhud gününde müslümanlar dağıldığı zaman Rasûlüllah (s.a.s)’ı canlarını feda etme pahasına sonuna kadar korumaya çalışan bir kaç kişiden biri de odur. O, müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)’ı öldürmek için yaptıkları hamleleri, attığı oklarla sonuçsuz bırakmıştı. İşte Rasûlüllah (s.a.s) bu krıtik anda onun gösterdiği sebat ve yararlılıktan dolayı onu başka hiç bir kimseyi övmediği bir şekilde “Ânam babam sana feda olsun, At” (Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 5) diyerek övmüş ve bunu defalarca tekrarlamıştı. Ve yine onun için dua ederek şöyle demişti: “Allahım! Sa’d dua ettiği zaman onun duasını kabul et” . Bu dua çerçevesinde Sa’d (r.a)’ın yaptığı bütün dualar gerçekleşmekteydi (Üsdül-Gâbe, II, 366-369; İbn Sa’d, III,139 vd.). Müslümanları taciz eden kâfirlere saldırarak ilk kanı akıtan odur. Yine Medine döneminin başlarında kâfirlere karşı ilk oku atan kimse olma şerefi de ona aittir. 68 Eylül Sa’d (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’ı korumak ve ona gelebilecek zararları engellemek için sürekli gayret içerisinde bulunmaktaydı. Aişe (r.an) şöyle anlatmaktadır: “Rasûlüllah (s.a.s) Medine’ye gelişinde bir gece uyuyamadı ve; “Keşke ashabımdan Salih bir zat bu gece beni korusa”dedi. Biz bu durumda iken dışarıdan bir silah hışırtısı duyduk. Rasûlüllah (s.a.s); “Kim o?” dedi. Gelen zat; “Sa’d b. Ebi Vakkas’ım” karşılığını verdi. Rasûlüllah (s.a.s), ona; “Neden buraya geldin?” diye sorduğunda Sa’d, şöyle cevap verdi: “İçime Rasûlüllah (s.a.s) hakkında bir korku düştü de onu korumak için geldim”. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s) ona dua etti ve sonra da uyudu” (Müslim, Fedâilu’s-Sahabe, 5). İşte Rasûlüllah (s.a.s)’ın kendisi için duyduğu endişeyi Allah Teâlâ bu seçkin insanın kalbine ilham etmiş ve onu Rasûlünü korumak için harekete geçirmişti. Buradan, Sa’d (r.a)’ın, islâm davasını yüceltmek ve düşman güçlerin ona karşı komplolarını engellemek için o kadar büyük bir özveriyle çalıştığı açıkça anlaşılmaktadır. Onun Rasûlüllah (s.a.s)’e karşı duyduğu sevginin sınırsızlığı, Uhud’da olduğu gibi daha sonraları da onu kendi nefsini feda ederek korumaya sevketmiştir. dileyerek akşam sabah ona dua eden kimseleri kovma” ayetidir (el-Enam, 6/52; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 5; diğer âyetler şunlardır: el-Enfal, 8/1; Lokman, 31/15; el-Maide, 5/9). Sa’d (r.a), hakkında âyet nazil olan sahabilerden biri olma şerefine de sahiptir. O, “Benim hakkımda dört âyet nazil olmuştur” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 5) demektedir. Bu âyetlerden bir tanesi, Mekkeli müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)’den yanındaki, ona iman etmiş güçsüz kimseleri kovmasını istemeleri üzerine nazil olan, Allah rızasını Sa’d (r.a)’dan çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Ondan, İbn Ömer, İbn Abbas, Cabir b. Semure, Sâib b. Yezid, Aişe (r.a), Said İbn Müseyyeb, Ebu Osman en-Nehdî, İbrahim b. Abdurrahman b. Avf, Kays b. Ebi Hazm ve diğerleri hadis rivayet etmişlerdir. Ayrıca, Amir, Mus’ab, Muhammed, İbrahim ve Aişe’de babaları olan Sa’d (r.a)’dan hadis rivayetinde bulunmuşlardır (Üsdül-Gâbe, II, 369). O hadis rivayeti konusunda çok itimat edilenlerden birisidir. Rasûlüllah (s.a.s)’e atfedilen hadisler hakkında çok titiz ve hassas davranan Hz. Ömer (r.a)’in oğluna söylediği; “Oğlum, sa’d, Rasûlûllah’dan bir rivayette bulundu mu, artık o meseleyi bir başkasına sorma” sözü onun bu konudaki güvenilirliğini açıkça ortaya koymaktadır (Asrı Saadet, I, 437-438). Sa’d (r.a), orta boylu, güçlü, büyük kafalı, sert elli bir vücud yapısına sahip olup, sempatik bir kişiliği vardı (Asrı Saadet, I, 440; farklı bir rivayet için bk. Üsdü’l-Gâbe, II, 368). Sa’d (r.a), devrin putperest-müşrik süper güçlerinden biri olan İran İmparatorluğunu çökerten ve böylece islâmın kitlelere tebliği önündeki büyük engellerden birisini ortadan kaldıran islâm tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Kadisiye savaşının komutanıydı. O, kendisine verilen görevi hakkıyla yerine getirip, Kisranın saraylarını ve hazinelerini ele geçirmiş ve yapılacak fetih hareketlerine yeni bir boyut kazandırmıştı. Böyle güçlü bir askerî yeteneğe ve siyasî güce sahip olmasına rağmen; bu, onun sade ve zahidâne yaşayışına hiç bir tesirde bulunamamıştı. Her zaman, ümmetin gerçek temsilcileri olan idarecilerin verdiği görevleri hakkıyla yerine getirmeye çalışmış, bu görevlerden azledildiği zaman kalbinde hiç bir eziklik ve kırgınlık hissetmeden köşesine çekilmiştir. Şunu söylemek mümkündür ki; Sa’d (r.a), islâm binasının sağlam temeller üzerine oturtulmasındaki temel taşlardan birisidir. Sa’d (r.a), sekiz evlilik yapmış olup; bu evliliklerinde, on yedisi kız, on yedisi de erkek olmak üzere otuz dört çocuğa sahip olmuştu (Asr-ı Saadet, I, 441). Eylül 69 Musa KARACA Günümüzde törenler, düğünler; anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, doğum günleri gibi özel günler derken her ay en az birkaç gün alışveriş günü olarak belirlenmiştir. Reklamlardaki bilinçaltı mesajlarıyla insanlara ihtiyacı olmadığı ürünler bile ihtiyacı varmış gibi gösterilerek insanlar tüketime teşvik edilmektedir. Amaç çok yiyen, özentili çılgınca harcayan bir toplum oluşturmaktır. Böyle olunca da sektörün içindeki bir avuç azınlık, haksız yere gelirlerini arttırarak bayram ederken aile reisleri ev ihtiyaçlarını karşılayamamanın burukluğunu ve üzüntüsünü yaşamaktadır. Aile reisi, çocuklarına daha çok zaman ayırarak eğitimlerini sağlamak yerine ihtiyaçlarını karşılayabilmek için daha fazla zamanını işe ayırmak zorunda kalmaktadır. Tabi ki eski kıyafetler giyilmeli demiyorum ama her merasim için de yeni kıyafet alınmamalıdır. Yeniliğe değil, temiz ve düzenli olmaya daha çok dikkat edilmelidir. Teknolojinin en küçük hali olan cep telefonu kullanım yaşı her geçen gün düşmektedir. Cep telefonu iletişim aracı olmaktan çıkıp eğlence aracı olmuştur. İhtiyacı olmadığı halde arkadaşında olduğu için veya interneti daha aktif kullanmak için ailesine telefon aldıran ve bir türlü model beğenmeyen sürekli telefonunu değiştiren çok kişiyle karşılaşmaktayız. Telefonu doğru kullananlara sözüm yok, onları tenzih ediyorum. Zaten bu kişiler de sürekli telefonunu değiştirmez, işini gören telefona kanaat ederler. Teknolojinin sonu yoktur ve en mükemmele ulaşmak mümkün değildir. Peki, bunun çözümü ne? Öncelikle atalarımızın değimiyle: “Ayağını yorganına göre uzatmalı.” Aile gelirinin üzerinde harcama yapmamalı. Özenti olmadan ihtiyaçları belirlemeli. En büyük zenginlik kanaattir, düsturuyla olanla yetinilmelidir. Hz. Ömer’in kıssası bizlere bu konuda örnek olmalı: Hazreti Ömer’in halife olduğu dönemde bir bayram gününde herkes çocuklarına yeni elbiseler almışken Hazreti Ömer’in oğlunun elbisesi ise eskidir. Bu yüzden bayram günü çocuklar, eski elbiseli olan halifenin çocuğuyla alay etmeye başlar. Çocuk, ağlayarak babasının yanına gelir. Halife, oğluna şefkatle bakar, Beyt-ül-mâl (Hazine) Eminini çağırır. Oğlunun ağlama sebebini anlattıktan sonra, gelecek ayın maaşından bir miktar avans vermesini ister. Beytül-mâl Emini: -Yâ Emirel-mü’minin, yaşayacağınızı muhakkak biliyor musunuz ki, gelecek aya mahsuben benden para istiyorsunuz, der. Hazreti Ömer; Bunu Allahü teâlâdan başka kimse bilemez, buyurur. -Ey Halife! Yaşayıp yaşamayacağınızı bilmedikten sonra borç almanız ne size yakışır, ne de bizim vermemiz makul olur. Öyle değil mi, der. Hazreti Ömer, düşünür, tefekkür eder. Söylediğine pişman olur. Böyle bir memuru olduğu için Rabbine şükreder. Ona da hayır duâda bulunur. Allahü teâlâ o anda çocuğun kalbine bir yumuşaklık verir. Babasının düştüğü müşkül durumu anlar ve hiç üzüntü duymadan neşe ile arkadaşlarının yanına döner. Bizler de bu prensiplerle ihtiyaçlarımızı belirlersek daha doğru hareket etmiş olur, israfta bulunmamış oluruz. 1- Benim adım iki hece, çalışırım gündüz gece. 2- Okul çantaları neden 50 kitap almaz? 3- Yürür gider canı yok, boğazlasan kanı yok, Dünyaya can dağıtır, kendisinin canı yok. 4- Adı var toprağı yok, denizi var suyu yok. 5- Ufacık boylu pek fena huylu Cevaplar: 1. Saat 2. Çünkü; 50 kitap alsaydı bavul olurdu. 3. Su 4. Harita 5. Biber 70 Mevlana’dan Öğütler Paranı ver, gönlünü ver, canını ver ama sırrını verme! Günlerini say, kazancını say, büyüklerini say ama yerinde sayma! İşini beğen, aşını beğen, eşini beğen ama kendini beğenme! Emek ver, kulak ver, bilgi ver ama sakın boş verme! Fidan büyüt, çocuk eğit, yoksul besle ama kin besleme! Davet et, hayret et, ülfet et, affet ama ihanet etme! Kitap oku, meslek oku, dünyayı oku ama lanet okuma! Elini aç, gözünü aç, kapını aç ama ağzını açma! Gönül al, dost al, yoldaş al ama beddua alma! Hedefe koş, yardıma koş ama ortak koşma! Doğrul, devril ama eğrilme! Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörülülükte deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol. Borç Nasrettin Hoca, pazarda zeytin satarken iki üç sokak ileride oturan bir komşusu gelir. - Zeytin iyi mi, diye sorar. Hoca: - Tadına bak. Öyle al, der. - Ben oruçluyum. Hoca: -Madem oruçlusun zeytini al parasını sonra verirsin, der Hocanın birdenbire aklına düşer, Ramazan değilmiş. Hoca: - Tuttuğun oruç ne orucu ki, diye sorar. - Üç sene önceden borcum vardı da onları tutuyorum, der komşusu. Hoca tam zeytinleri verecekken vazgeçer. Komşusu: Biraz önce al git, dedin ne oldu da vazgeçtin Hoca? Hoca: Allah’a olan borcunu üç senede veriyorsan bizim borcu ne zaman getirirsin kim bilir. Kazanan: Ağlamak yerine ÇALIŞIR. Kaybeden: Çalışmak yerine AĞLAR. Kazanan: “Uzak ama yolu biliyorum” der. Kaybeden: “Yakın ama yolu bilmiyorum” der. Kazanan: KAFASINI çalıştırır. Kaybeden: ÇENESİNİ çalıştırır Kazanan: “Zor ama mümkün” der. Kaybeden: “Mümkün ama zor” der. Kazanan: Her sorunda bir ÇÖZÜM görür. Kaybeden: Her çözümde bir SORUN görür. Kazanan: Konuşmak yerine YAPAR. Kaybeden : Yapmak yerine KONUŞUR. Kazanan: Her zaman ÇÖZÜMÜN bir parçasıdır. Kaybeden: Her zaman SORUNUN bir parçasıdır. Kazanan: Her zaman bir PROGRAMI vardır. Kaybeden: Her zaman bir MAZERETİ vardır. Kazanan: Yaparım birşey öğrenirim der. Kaybeden: Zaten sonuç alamam kendimi zorlamanın anlamı yok. Şimdi kendinizi test edin, kazananlardan mısınız kaybedenlerden mi? 71 Su Kasidesi 1- Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere gözyaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez. 2- Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, gözyaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem. 3- Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir. 4- Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler. 5- Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz. 6- Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de) gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki tüylere benzetemez. 7- Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez. Şair Fuzuli