TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYlNLARI 1 201 Doğu'da ll IN (Kutlu ve Batt'da N H L 1 Doğum Haftası ANKARA 1996 : 1993-94) iSLAM•DA iNSAN HAKKIVE ADALET KAVRAMLARI Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ 1- Genel Giriş "Adalet" (adi) kavramı için olmasa bile, "insan hakkı" ve "hukuk devleti" kavramlan için, İslam'a yöneltilen ve önyargıya dayanan bir itiraz vardır: Bu kavramlar; Batı düşüncesinde ortaya çıkmıştır. Şu halde İslam dini mensuplannın İslam'da aynı kavramiann varlığını aramalan ve iddia etmeleri doğru değil­ dir. Ya bunlan bırakıp yine bunlarsız bir İslam uygulamasına devam ederler, ya İslam'ı bırakıp bunlan alırlar, ya da en azından bizim sunduğumuz bir formill çerçevesinde, İslam'ı sadece bazı zararsız dini töreler şeklinde muhafaza eder, asla "değer kaynağı;' saymaz, "sentez"e giderler. Oysa bu Uç ihtimal de, temellerinde "doğru" değil "yanlış" yattıği için doğru çözilm değildir. İşin doğrusu şudur: İnsan hakkı ve hukuk devleti terimleri; Onsekizinci yüzyılın sonlannda ve Ondokuzuncu yüzyılın başlannda Batı düşünce çevresinde ortaya çıkmıştır, bu doğrudur. Ancak, yanıltmacaya kapılmayalım! Ortaya çıkan "kavram" değil "terim"dir. Hatta "insan hakkı" teriminin doğru­ dan doğruya "ilah! vahy"e dayandığını bile söyleyebiliriz, "adalet" terimi gibi! Batı düşüncesinde ortaya çıkan -kavram değil- terim, sadece "hukuk devleti" terimidir. Bu damaksadı iyi ifade edememektedir. Ondokuzuncu yüzyıl başla­ nnda Alman düşünce çevresinde ortaya çıkmış Kamu Hukuku metinlerine geçmesi ise, Hitler döneminin acı deneyimlerinden sonra yine Almanya'da olmuş­ tur. Kavram ise yine ilahi vahyden alınmıştır. Bunu aşağıda açıklayacağız. İlahi vahyin tahrif edilmemiş nihai metni de bizim elimizde olduğuna göre, "insan hakkı", "adalet", "hukuk devleti" terimlerini kullanan bizler, olsa olsa sadece "hukuk devleti" söz konusu olduğunda, böyle yerleştiği için ister istemez benimsediğimiz ve kullandığımız bir terimi kullanıyoruz, yoksa kavramlan başkalanndan almıyoruz. Batı dUşlineesinde niçin özel terim icat etme gereği duyuldu? Çünkü T evrat ve İncil'in asli metinleri ellerinde yoktu. Sadece akıllılannı ve Kitab-ı Mukad- .--KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 1 des'deki "On Emir" ve "Dağ Vaazi" gibi ilah! vahyden panltılar içeren bölümleri kullanmak, akl! delil ile uyuşmayan, ne var ki gelenek gereğince Kitab-ı Mukaddes'te yer alan parçaları ise görmezlikten gelmek zorunda idiler. Bu sebeple, "İlahi-Tabi! Hukuk" düşüncesine vardılar ve gücü elinde tutanlara karşı, İlaht-Tabil Hukuk düşüncesini çıkararak ilah! vahyin gerçek değerlerini savunmuş oldular. Buna karşılık; İslam Aıemi'nde, ilah! vahy tahrif edilmediği için, BatılaŞma döneminden önce, "hukuk devleti" gibi terimierin kullanılmasına gerek yoktu. İlahi vahye uyulmasını istemek, "İnsan hakkına ve adalete uyulmasını, Temel Hukuk ilkelerine bağlı kalınmasını istemek" demek oluyordu. Bu sebeple, Batılaşma döneminin başlangıcında, Tanzimat hareketini başlatan Gülhane Hatt-ı Humayunu'nda bile, "Hukuk'un üstünlüğü ilkesi ve hukuk devleti" gibi terimierin ardındaki kavramlar için "şeriat" terimi kullanılmıştır. Ne var ki onyedi yıllık kısa bir dönem sonra sadır olan Isiahat Fermanı'nda ise artık bu hava yoktur. Artık "İslam imiş aleme pa-bend-i terakkVEvvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı!" dönemi başlamıştır. Çünkü Tanzimat Fermanı bir başlangıçtır ve ardında henüz yeterli derecede bir bağımlılık birikimi yoktur. Bu başlangıçtan henüz yirmi yıl bile geçmemiş iken; Batılı güçlere karşı gırtlağına kadar borçlanmış yöneticiler, artık Kırım Savaşı müttefiklerine karşı seslerini yükseltebilecek durumda değildirler. Isiahat Fermanı; yerine getirilmeyecek olan bir "örf"den "Şer'" dönüş fermanı değildir, müslüman olmayan tebaa için, bunların dış koruyucuları karşısında bazı vaadlerden ibarettir. Esasen bir toplumun hayatında ondört-onbeş yıllık bir süre, oldukça önemli bir süredir, bir sonraki neslin eğitildiği süre demektir. Yöneticiler; bir sonraki nesli bu süre boyunca iyi veya kötü bir yönde eğitebilirler. T abiatiyle, bunun için, karşı-etkilere ma'ruz kalmaksızın, yeni nesli bu etkilerden "soyutlayabilecek", tecrid edecek güce de sahip olmaları gerekir. Ne de olsa, hiç değilse okullarda bu havayı sağ­ layabilmiş iseler, mesela 1839'dan yirmibeş yıl kadar sonra yönetirnde söz sahibi olmaya başlayan nesil, elbette bir önceki nesil gibi olmaz. İşte bunun içindir ki, Batılaşma döneminden önceki nesil, gerileme sebebini "örf"e bağlanış olarak görür ve tekrar insan hakkının güvencesi olan İslami ilkelere dönüş özlemini Tanzimat Fermanı'nda dahi ifade ederken -veya yöneticiler muvazaalı olarak bu özlernin ifadesine Tanzimat Fermanı'nda yer verme gereğini duyarkenIslahat Fermanı'ndan sonraki dönemde, artık İslami değerlerden bahsedenler önce "mutaassıp", İkinci Meşrutiyet'den sonra "mürteci'", Cumhuriyet'den bir sürece sonra "gerici" veya "yobaz", bu anlayışa islamı tepkiler başladıktan sonra ise "çağdaşlık veya laiklik düşmanı fundameiıtalistler" olarak nitelendirilmişlerdir. -- 2 ---------------------KUTLUDOGUM--- Oysa "insan hakkı", "adalet", "hukuk (=adalet) devleti" kavramlarını insanlı­ ğa veren; ilahi vahydir. İlahi vahy; Adem'in (AS.) "hubGt"u ve Arafat'da ve "insanlık için kurulan ilk İlahi değerler dizisini, İlahi sevgi ve adalet ahlakını insanlığa tebliğ etmesi dolayısı ile bu doğru öğreti'yi insanlığa tanıtınasa idi; bencil içgüdülerine, nefs-i emmarelerine tabi olarak yaşayan "insan sürüleri", "enbiyadan yaşarım müstağnVBir örümcek götürür Hakk'a beni!" deme imkanını biraz zor bulurlardı. Materyalist düşünürlerin düzüp koştuğu "toplumsal sözleş­ me", insana insan hakkını sağlayamazdı. Nitekim Hobbes'un öğretisi'nde "toplumsal sözleşme"den insan hakkı değil bir "canavar", "Leviathan", sınırsız güce sahip olan "Devlet" çıkmaktadır. Hiç kimse; kendisinde olmayan bir şeyi başkasına sağlayamaz (Nemo plus luris transferre potest quam ipse habet). "Toplumsal sözleşme"nin tarafı olanların hiçbirinde "insan hakkı" yoksa, "iki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre!". "Hiç"ten hasıl olan ancak "hiç"tir. Hobbes'un vardığı sonuçlar; aslında ilahı vahy temeline dayanmayan bir Öğre­ ti'nin vahim sonuçlarını bize öğretmesi gerekirdi. Roussesau gibi düşünürler ise, "ilahi vahy"den aldıkları değerleri "laik" ortama aktarmaya çalışmışlar, fakat bu aşı da tutmamıştır. Bu gibi kurgular, Hazret-i İsa'nın (AS.) tebliğinde, evini sağlam kaya üzerine değil kumsal üzerinde kurmaya benzetilir. Kur'an-ı Kerim'de, Ankebut Suresi'nde ise, "örümcek evi" benzetmesi vardır. Nitekim Marksizm-Leninizm'in kurgusu da "örümcek evi"nden sağlam olmamıştır. Bu öğretide "insan hakkı" kavramı temelini yitirir. "Sınıf diktatörlüğü" Öğretisi veya telakkisinden Stalin gibi bir Leviathan çıkar. Ardından; yine örümcek evleri kurulur. Yani canavarlar, daha incelmiş yöntemlerle bireyin insan hakkını yine hiçe sayarlar. Bu niçin böyledir? Çünkü; materyalist bir düşünce, herşeyden önce "akl! Bir kimsenin kendi varlığını inkar etmeyip de Tann'yı inkar etmesi apaçık bir saçmalıktır. Bu saçmalığı ciddi ve bilimsel bir tavır ile ileri süren kimse, ileride çok tehlikeli bir akıl hastası olabilir. Akıl ilkelerinden ayrılıp da Tann'yı inkar etmeyi bugüne kadar hiç kimse başa­ ramamıştır. İnkar ettiklerini sananlar; ya lmanlarını materyalizm sananlar veya akli düşünceyi terkedenlerdir. apaçıklıklar"a aykırıdır, gerçeğe aykırıdır. II- İslam'da İnsan Hakkı Kavramı ve Felsefi Temeli İslam'da "insan hakkı" kavramı; "toplumsal sözleşme" gibi bir "varsayım"a veya "postulat"a değil, yine Yaratıcı ve Rabb olan Tanrı'nın iradesine dayanır. Yaratıcı Allah; Yeryüzü'nde "insan"a, "Beni Adem" nesiine "hilafet" ödevi --KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - - 3 -- vermiştir (Bakara, 2/30). Hilafet ödevi; Yeryüzü'nde "adalet"i hakim ve kaaim kılabilme demektir. Allah adildir, adaletli buyurur, zulmü ve zalimleri sevmez. Kur'an-ı Kerim de sıdk ve adi ile tamamlanmışbr ve arbk Kur'an-ı Kerim için bir "değiştirici" yoktur (El-En'am, 6/ı ı5). Hilafet, birisinin yerine, halef olarak, asilin iradesi ve isteği çerçevesinde bir iş gerçekleştirmekle olur. Hilafet ödevinin gerçekleşebilmesi için "adalet" şarttır. Adaletin gerçekleşebilmesi için de, eğer Allah tarafından insanlara eşit olarak "insan hakkı" tanınmış ise, bu insan hakkını fiilen her bireye sağlayan bir düzen kurulması ilk şarttır. Şu halde insanlara, her bireye "insan hakkı" gerçekten tanınmış mıdır? Tanındığının açık delilleri Kur'an-ı Kerim'de yer alır. Herşeyden önce, Yarayeryüzünde halife olma hedefini sadece meleklere bildirmekle yetinmemiş, Yeryüzüne gelecek her insanın "nefs" "monade"ından, "Rabb" oluşunun tasdiykini almıştır. Yaratıcı oluşunun tasdiykini insandan almaya gerek yoktur. Çünkü bu apaçık bir gerçek yargısıdır. Hiç kimse Allah'tan başka "Yarabcı" edinemez. Ne var ki Allah'dan başka Rabb (Eğitici) edinebilir. Rabb; değerler dizisini tebliğ eden, "norm "lan insana öğretendir. Buyruk ve yasakları koyandır. İnsan; Allah'dan başka Yaratıcı edinemez, ne var ki Allah'tan başka Rabb edinebilir. Allah'dan başka Rabbedinmiş ise, "hilafet" ödevinden yüz çevirmiş demektir. bcı; insanın Allah; Rabb oluşunun tasdiykini, her bir nefs manade'ından almıştır (A'raf Suresi, ı 72- ı 73). Hilafet ödevi ile yeryüzüne gelen her insan; herşeyden önce bu ödevi yerine getirebilmek için "insan hakkı"na muhtaçtır. "Hak nedir? Hak; Hukuk'un koruduğu "menfaat"tir. İnsan hakkını, Allah'ın bağışladığı gibi koruyabilecek olan Hukuk hangi Hukuk'tur? Elbette İlahi-Tabil Hukuk! Yoksa yeryüzünde "toplumsal sözleşme"nin pragmatist ifadesi olan "uzlaşimlar", insan hakkına sağlam bir temel oluşturmazlar. İnsan hakkının, Yaratıcı'nın iradesinin doğması ve insanların, güçlülerin keyf! buyruklan ile sı­ nırlanmaması gerekir. İnsan hakkı; Uzlaşma Hukuku'ndan değil; İlahi-Tabil Hukuk'un değişmez düzenlemesinden, insana hilafet ödevi verilmesinden ve insanın (birey) nefs monad~'ı ile Allah arasındaki, bu ödevi yüklenme "ahd"inden, "-Elestu birabbikum? - bela!" sözleşmesinden doğmuştur. İşte Şeriat'in ilk anlamı budur: İnsan hakkını, insanın bu temel menfaatini koruyan hukuktur. Şeriat bu anlamda "değişmez"dir (La mubeddile li-kelimatihi En'am, 6/ı ı5). Esasen insan hakkının güvenceye bağlanması için; "insan hakkı"nın özü olan temel menfaati koruyan Hukuk ilkelerinin değişmemesi gerekir. Hak; Hukukça korunan menfaat demek olduğuna göre; insan hakkının -- 4 - - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM-- gerçek bir güvenceye bağlanmış olması için, bu hakkı koruyan Temel Hukuk İl­ kelerinin değişmez olması gerekir. Aksi takdirde, insan hakkını talep eden birşey, "artık temel ilkelerin, temel değerlerin, güçlünün koyduğu Pozitif Hukuk ilkeleri ile değiştiği; insan hakkının, talepte bulunan için korunmadığı veya hükümden düştüğü cevabı ile karşılaşabilir. Şu halde "Şeriat"in değişmezliği, birey için bir sakınca mıdır, yoksa güvence midir? Bu konu üzerinden önyargı sahipleri: "Şeriat"i değişmezlik niteliği dolayısı ile yererlerken, İngiliz Anayasa Hukuku'nda veya Alman Anayasası'nda değişmez, katı anayasal ilkeler ile karşılaştıklarında bunları överler. Bu da insanların önyargılar elinde zebun olduklarında, aklı düşünceden ne ölçüde yoksun kalabildiklerini gösterir. Kur'an-ı Kerim "Şeriat" terimini İlahi-Tabil Hukuk'un temel ilkeleri anlamında kullanmış ve "velayet-i emr'de, Devlet yönetiminde, bu ilkelere uyulmasını buyurmuştur. Batı'nın yüzyıllar sonra yeniden keşfettiği, Hukuk Devleti'nin temel güvencelerinden olan "hukuk'un üstünlüğü ilkesi"ni, Kur'an-ı Kerim yedinci yüzyılda "Şe­ riat"e velayet-i emr'in bağımlılığı" tarzında ifade eder (Casiye 45/48). Bu sebeple de "Hukuka bağlılık" ilkesine uyulmasını isteyenler; bu dileklerini "Şeriat isteriz!" diye ifade ederlerdi. Hukuk Devleti'nin bu özelliği yerine keyfllik ve oportünizm'in geçirilmesini isteyenler; bu sebeple, "Şeriat" terimine kötü çağrı­ şımlar bağlamışlar ve insanlığı bu yönde şartlandırmışlardır. "İnsan" hakkı"; sadece kapsamı belirsiz bir genel ilke olarak değil, maddi ve manevi boyutları ile tam olarak "birey" e tanınmıştır. "İnsan hakkı"nın tam olarak tanınmış sayılması için, herşeyden önce, yaşama hakkı tam bir güvenceye bağlanmalı, hukuki ve iktisadi bakımdan, birey "can derdi"ne düşürülmemeli­ dir. İslam; bir yandan "Ma un" düzeni ile (MaOn Suresi) iktisadi bakımdan toplumsal dayanışmayı sağlama hedefini tesbit etmiş, yine insanların geliri ve serveti üzerinde çalışıp kazanamayanlar için bir talep hakkı getirmiş, diğer yandan da yaşama hakkını hukuken de güvenceye bağlamıştır. Servet sahibi; tıpkı bir aile içinde "nafaka" yükümü gibi, yoksul için, çalışıp kazanamayan için, ani bir musibet dolayısı ile muztarr durumda kalan için, malvarlığı üzerinde "sail ve mahrumun belirli oranda hakkı" bulunduğunu bilmelidir (Zariyat, 51/19; Mearic 70/25). Kur'an-ı Kerim; bunu "ihtiyar! ve cüz'! bir bağış" olarak değil bir "vergi" olarak belirlemiştir. ihtiyacından fazla kazanandan; % 2,5 (Kırkta bir) oranında servet vergisi; beşte bir oranında (% 20) da gelir vergisi alınır. Bu vergiler bütün servet sahiplerinden aynı oranda alına­ bilse ve yöneticilerin gari-meşru' sarfiyatı; saçıp savurma, israf ve sefahati önlenebilse idi,. İslam'ın yoksulluğu toplumdan kaldırma ve "MaOn" düzenini kurma hedefine varılmış olurdu. Oysa böyle olamadı. Böyle olması için Ebu Zerr gibi--KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 5 -- imtihan alemi olan Dünya'da, böyle olmaması için düzen kuranlar oldu. Şer! vergi (tekaiif) gerçek anlamını yitirdi ve bunun yerine yoksula yüklenen örfi vergiler aldı. Oysa vergi de insan hakkının güvencesi olmalı idi, yöneticilerin kendilerinden menkul "israf ve sefahat haklarının" !erin çabası; karşısında mağlup değil! Bir tebliğin uygulanmamasının vebali, tebliğde bulunana değil uygulamayanlara yüklenir. İslam tebliğinde "Maun düzeni" açısından da eşsiz bir ihtişam vardır. İnsanlık bunun bilincine varıp da hilafet ödevini gerçekleştirecek yerde "mustaz'af" olarak kalıyorsa ve "müstekbir"ler de onların bu dururnda kalması için çeşitli düzenler kuruyorsa, durum kendiliğinden düzelecek değildir. Yaşama hakkının iktisadi güvencelerini görmezlikten gelenler; bu güvenceleri ve dolayısı ile yoksulun ve muhtacın "hakk-ı ma'lam "unu "sosyal haklar" .diye ayırır ve bunları "hakim baskı gruplarının keyfi isterse" anlamına gelen bir vaadeye bağlarlar. Böyle olduğu sürece de insan hakkı tam anlamı ile bireye sağlanmış olmaz. İnsan hakkının sağlanmadığı, "Maun düzeni" niteliğinin görünmediği bir toplum düzeni de Hukuk (Adalet) Devleti olarak nitelenemez. "Klasik insan hakları ve sosyal haklar" ayırımı bir "aldatmaca"dan ibarettir. Kur'an-ı Kerim'e göre; insana "hilafet" ödevi verilmesi demek; "iki sarp yokuş" gösterilmesi demektir. Bunlardan birisi klasik anlamda insan haklarıdır; insanın kölelikten kurtarılması, hukuki esaret bağlarının çözülmesidir (Fekk-i rakabe). İkinci sarp yokuş ise, Maun düzeninin gerçekleşmesi, insanlara -bugünkü terimle- meşru sosyal haklarının verilmesidir. Hilafet ödevinin yerine getirilmesi; İslam'ın 'Hukuk (Adalet) Devleti düzeninin kurabilmesi demektir. Bunun için de, bu iki önemli ve ağır görev arasında "mülazeme" ilişkisi vardır. İnsan hakları­ nın sadece hukuki veya sadece iktisadi güvenceleri sağlanmakla Hukuk Devleti kurulmuş olamaz (Beled, 90/13'e bakınız). Maun düzeni; "ad/"in "ihsan" ve "birr" ile tamamlandığı düzendir (Nahl, 16/90). Özellikle Hıristiyan misyonerlerinde ve din adamlarında kolayca gidermeleri mümkün olamayan bir sapiantı vardır: Sadece Hıristiyanlığın "sevgi dini" olduğunu, Tanrı ile insan?l sevgi ilişkisi kurabildiğini, dua yolu ile Tanrı'ya ulaşabileceğini, oysa İslam'ın sevgi dini değil korku dini olduğunu ileri sürerler. Bunun ardından da yine İslam'a üstünlük iddia ettikleri ikinci bir alan gelir: Hı­ ristiyanlara göre; "Altın Kural", başkalarına da kendisi için istediğini, arzuladı­ ğını arzulama; sadece Hıristiyan dinine ait bir kuraldır. Başka dinler ve özellikle İslam dininde bu "altın kural"a rastlanmaz! Oysa .Yunus Emre "Kendine ne sanırsan ayruğa da onu san!/Dört Kitabın manası budur eğer var ise!" der6 - - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM-- ken, "Altın Kural" denen bu ilkeyi tekrarlar. Bunu söylediğimizde de, Yunus Emre'nin ve diğer "mutasawıflar"ın bu ilkeyi Hıristiyanlıktan aldıkları ileri sürüIecektir. Acaba böyle midir? Herşeyden önce şunu belirtelim: Hazret-i İsa da İslam Peygamberidir. "Allah katında din İslamdır" (Al-i İmran, 3/19). Peygamberlerin tebliği arasın­ da da fark ve çelişki yoktur (Bakara, 2/136). Şu halde Hazret-i İsa'nın gerçekten si;)ylemiş olduğu sözler de, Resul-i Ekrem'in (S.A.) gerçek (sahlh) hadisleri gibidir. Hazret-i İsa'nın sözü de İslam'ın sözüdür. Kaldı ki Hıristiyanların "altın kural" dedikleri bu kural; İslam Alemi'nde sadece Yunus Emre veya başka mutasawıflann söyledikleri bir söz olarak kalmamış, Resul-i Ekrem'den (S.A.) de aynı beyan sadır olmuştur: İncil'deki; "başka insanları kendin gibi seveceksin" buyruğu; bir hadls-i kudsi'de de aynen vardır. Kaldı ki bu buyruk; insanın meşru müdafaa hakkını Hıristiyanlık uygulamasında dahi engellememiştir. Şu halde "başkasını kendin gibi seveceksin!" diye ifade etsek dahi, bu ilke, zulmecleni kapsamaz. "Zulmedene karşı da adil olacaksın!" dernede mantık vardır, ancak; "zulmedeni seveceksin!" şeklinde anlaşılabilen bir buyrukta mantık yoktur. Kaldı ki başkasını kendi nefsine tercih etme, hiç değilse adaleti gözetme, başkasına zulmetmeyip üstelik iyi davranma; Kur'an-ı Kerim'de İncil'den çok daha fazla öğütlenmiş olan bir davranıştır. Kur'an-ı Kerim'de "birr" ve "ihsan" bunu ifade eder. Ayrıca, "Altın Kural", doğru anlamı ile; Kur'an-ı Kerim'de açıkça yer almaktadır. "Altın Kural''a uygun ahiakl tutumun adı; Kur'an-ı Kerim'de "lsar"dır (Haşr Suresi, 59/9). Merhum Dr. Ali Şeriati; "Isar"ın ahiakl önem ve değerinden çok söz eder (bkz. İnsanın Dört Zindanı, Çeviren: H. Hatemi). "Isar"ı engelleyen benlik niteliğine de "şuhh-i nefs" (aşırı bencillik) denir (Haşr Suresi 59/9). Ayrıca; Kur'an-ı Kerim Maun düzenini de "sevgi"ye dayandırmıştır (Beled Suresinin 90/17. ayet-i kerimesine bakınız). Burada açıkça Maun düzeninin temelinin "merhamet" olduğu beyan edilmiştir. Bütün bunlara rağmen, yalnız­ ca Hıristiyan din adamları değil, Musevller de, İslam'ın sevgi dini değil korku dini olduğunu tekrarlayıp dururlar. İslam'da tanrı ile şahsi ilişki kurulamayacağı­ nı, İslam'da Tanrı ve İnsan sevgisine değil sadece korku ve itaate yer olduğunu tekrarlar. Bu iddia; gerçeğe uygun olmadığı bilinerek ileri sürülüyorsa, düpedüz bir yalandır. İncil'de Hazret-i İsa da elbette Arapça'ya ihranca'dan da yakın olan Ararnca ile konuşurken, her duyguya "sevgi" demiyor, bazen "hubb" veya "meveddet"; çoğunlukla da "rahmet" ve "merhamet" diyordu. Allah --KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 7 -- "Erham-ur-rahim!n"dir, ancak Allah'ın rahmeti ile sevgisi aynı şey değildir. Bunun gibi; insanın bir diğer varlığa şefkat ve merhametle davranması ile onu sevmesi aynı şey değildir. Oysa İncil Hazret-i İsa'nın Ararnca'sı ile muhafaza edilmemiş, o dönemdeki Doğu eyaJetlerinin baskın dili olan Yunancaya çevirilmiştir. Şu halde, bir benzetme yapmak gerekirse, Hazret-i İsa'nın "İncil vahyi", hadls-i kudsileri ve diğer hadisleri, üstelik bunlar aynlmadığı gibi, bir de derleyicilerin daha iyi bildikleri yazı diline aktanlmış, bu arada araya "mevzu' hadisler" de karışmıştır. Derleyiciler de "rahmet ve meveddet"in tümünü "sevgi" olarak aktarmışlar, daha sonra da mill! dillere aktarrna yapılırken son ayırım kalıntıları da silinmiştir. "Merhamet de sevgiden kaynaklanır" diyeceklerdir. Doğrudur, fakat şu halde Kur'an-ı Kerim "Rahman ve Rah!m Allah adı ile" başladığı, her sure başında -Tevbe suresi hariç- bu ayet tekrarlandığı, Allah'ın "Rahlm" adı ayrıca sık sık zikredildiği, Maun düzeni de, toplumun çekirdeği sayılan aile düzeni de "merhamet"e, "sevgi ve rahmet"e (Rum, 30/21) dayandığı halde, daha hala "Şeriat insana korku ve terörizmi, faşizmi çağrıştırır" demekteki yaman insafsızlık veya ahı;naklığa ne denebilir? Gerçekten de merhamet ile sevgi (meveddet) aynı köktendir, aynı kaynakancak, sevginin daha özel anlamı vardır. Allah "Rah!m" ve "Vedud"dur (Hud, 11/90). Yine "gafur" ve "vedud"dur (Burfıc, 85/14) Allah'ın "halifesi" olma ülküsünü benimseyen mü' minler de merhamet ve meveddet sahibi olur, insanlara ve canlılara merhamet ve ihsan ile davranırlar. Ayrıca, mü'minler arasında da, sadece "kendi gibi sevmek" değil, üstelik "kendisine tercih etmek" (!sar) hedefi gösterilir (Haşr Suresi, 59/9}. Şu halde İslam, "Altın kural"ı eksik bırakmış değil, tam aksine, "bugün size dininizi ikmal ettim" ve "Rabbinin kelimesi sıdk ve adi ile tamamlandı" ayet-i kerimelerine (Maide 5/3; En'am, 6/ 115) uygun olarak, ayrıca "ben Ahlak rnekarimini tamamlamak için görevlendirildim" buyuran Resw-i Ekrem'in (S.A.) kutlu beyanına uygun olarak, altın kuralı tamamlamış, ikmal etmiş, "!sar" ülküsünü getirmiştir. "Isar", "Altın kural"ın da üzerindedir. "Benliğin bencilliğinden kurtulmak" (şuhh-i nefsi yenmek) Altın kural karşılığıdır. Altın kural; Matthaus ineili'nde şu şekilde yer alır: Nas'ın size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara karşı öyle davranın! İşte budur Şeriat'in ve neb!lerin tebliğinin özü! (7 /12). Daha sonra da "rahmet" ve "merhamet" emredilir (Lukas, 6/31 ve 6/32-38; Matthaus 5/43-48). İslam'ın, yukarıda zikrettiğimiz buyrukları ile, yine bir İslam Peygamberi olan İsa'nın tebliği arasında bu noktada en küçük bir fark var mıdır? Üstelik İslam; adalet ve merhamet ölçüsünü bir de "!sar" ülküsü· ile tamamlamıştır. Isar; Merhum Dr. Ali Şerlan'nin ve ondan önce bütün İslam arif ve hakimlerinin, Hıristitandır, -- 8 ---------------------KUTLUDOGUM--- yan rahiplerinden değil Resul-i Ekrem (S.A.) ve Hazret-i Mesih'den (A.S.), Kur'an-ı Kerim'den öğrendikleri bir ahlak yüceliğidir. İnsan hakkı anıtının en sağlam ve eşsiz dayanağı İslam'da bulunur, örümcek evlerinde veya kum üzerinde kurulan yapılarda değil! Bu çürük yapılan kuranlar, üstelik yapı ustası olduklarını iddia etseler bile! Bu insanlarda akıl olsa, düşünürler ki; Adem (AS.) ilk insanlık mabedini, "in" olmaktan çıkan ilk "beyt"i, ilk "eu"i Mekke'de kurmuş (Al-i İmran, 3/96), daha sonra da İbrahim ve İsmail (A.S.) aynı yerde bu yapıyı yenilemişlerdir (Bakara, 2/125-128). İnsan haklarının tebliği, Adem (A.S.) ile bu kutlu "Ev"de başlamıştır (Al-i İmran, 3/96). Daha sonra, İbrahim ve İsmail (A.S.), Kudüs'deki mabedi değil, Adem'in mabedini yenilemişler, Kudüs'deki mabed Musa'nın (A.S.) Mısır'de;ın çıkışından sonra yapılmıştır. İbra­ him ve İsmail (A.S.); Resw-i Ekrem (S.A.) için dua etmişler, Resul-i Ekrem (S.A.) gelince de aynı noktadan tebliğine başlamış, Veda' Hutbesi gibi insan hakkı öğretisinin temel ve eşsiz metnini de Adem'in (S.A.) yeryüzüne indiği noktada, Arafat'da lrad buyurmuştur. Böyle bir Resul'e isnad ve iftiraları reva gören kimseler, aslında "biz ıslah edicileriz" diyen "fesatçılar"dır (Bakara, 2/11). Bu isnad ve iftiraları; insanlığı (Nas), Sırat-ı Mustakıym'den saptırmak için asırlar boyunca İslam düşmanları tarafından düzülüp koşulmuştur. Beni Kurayza "Kati-i am''ı, Şeytan Ayetleri, ·daha bunun gibi nice iftiralar, bu insanlık düşmanlarının eseridir. "İnsan hakkı"nın hukuki boyutu da yine aynı eşsiz değerler dizisinden kaynaklanır. Kişinin yaşama hakkı hukuki güvenceye kavuşturulduğu gibi, insana için, düşünce özgürlüğü de tanınır. Düşünce özgürlüğü sınırsızdır. Ancak; "düşünce" kavramına girmeyen, öznel ve bir insan veya topluluğun insan haklarının yok sayılması anlamında olan "suç" ve "suça kışkırtmalar", düşünce özgürlüğü kalkanından yararlanamazlar. irade özgürlüğü verilmiş olduğu Eylem özgürlüğü ise sınırsız değildir. "Felsefi düşünce" ile başkasına zarar verilemez, oysa "eylem" ile başkasına ve çevreye zarar verilebilir. İslam'da ise "la zarar .. " ilkesi vardır. Mecelle'de bu ilke "zarar ve mukabele biz-zarar yoktur" tarzında ifade ediliyordu. "La zarar. .. " ilkesi Kur'an-ı Kerim ayetlerine dayanan bir Resw-i Ekrem (S.A.) buyruğudur. Eylem özgürlüğünün sınırını "la zarar. .. " ilkesi çizer. Örgütlenme özgürlüğü de bu ilke ile sınırlıdır. Örgütlerin amacı da "birr ve takv'a" olmalıdır, "ism ve udvan" değil! Aksi takdirde, "mescid-i zırar" türünden örgütlenmeleri dağıtmaya İslam Devleti yetkilidir (Maide, 5/2). Ancak; eylem özgürlüğünün sınırını aşanlar için getiıilen cezalar da İslam'da --KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 9 -- yine insan hakkı temeline aykırı olamaz. "Medfnet-un-Nebi "nin, Örnek Peygamber Devleti'nin kurulmasından bir süre sonra "Karşı-Devrim" başladığı ve güçlendiği için, en önemli sapmalardan birisi Ceza Hukuku alanında meydana gelmiştir. Oysa bu alan bir yandan insan hakları alanındaki "eşitlik adaleti"ni ilgilendirirken, diğer yandan da "herkese istihkak ve liyakatine göre" ilkesini, "kıst"ı, "oran ve liyakat adaleti"ni ilgilendirir. "Eşitlik adaleti" açısından, kimseye insanlık haysiyetine aykırı ceza verilemeyecektir. "Sevgi dini" olduğunu iddia eden Hıristiyanlık uygulamasının nüfuz dönemlerinde olduğu gibi "yakma cezası", İslam'da kesin olarak yasaktır. İslam Alemi'nde münferit bir-iki uygulama olmuş ise de bundan "ehl-i şer"' değil "ehl-i örf" sorumludur. Homoseksüelliğin cezasının "yakma" olduğuna ilişkin iddiaların mesnedi yoktur. Herhalde bu gibi iddialar İmamiyye Mezhebi'ne sonradan girmiştir. Abdullah İbn Sebe de sonradan uydurulan, hiç yaşamamış bir "roman kahramanı" olduğu için, Sebe'iyye inancına mensup olanları Hazret-i Ali'nin yaktırdığı gibi iddialar da, ustalıklı bir tertip ile, Ben! Kurayza uydurmasına benzer biçimde, Ali'yi de, Resul-i Ekrem (S.A.) gibi sevimsiz ve korkunç göstermek için uydurulmuş iddialardandır. işkence de İslam'da kesin olarak yasaktır. Hazret-i Ali, Resul-i Ekrem'den (S.A.) naklen, "kuduz köpeğin ölüsüne dahi müsle yapmayın, bir uzvunu kesmeyin" hadisini beyan eder. Yine Emir-ul-mü'minin Ali; suç işlen­ memiş ise, "teşebbüs dolayısı ile o suçun cezasının verilemeyeceğini", ancak fesadı önleme tedbiri alınabileceğini müteaddid defalar tekrarlamıştır. "Recm" cezası Kur'an-ı Kerim'de yer almaz. Esasen İslam'ın bütün ceza sisteminde aynı temel özellik görülür. Başkasına zarar verilmemiş ise, başka bir yere sürülerek orada ıslah edilir. Hürriyeti bağlayıcı ceza dahi hücre cezası şek­ linde uygulanmaz. Ancak, gerçek anlamda bir "rehabilitasyon" ve "entegrasyon" merkezine gönderilerek, hürriyeti tamamen engellemeyerek, ıslah amaçlı bir sürgün cezası uygulanabilir (Maide, 5/38). Tövbe edenlere, faal nedamet gösterenlere, bu tedbirin (cezanın) uygulanmasına da gerek kalmaz (Maide, 5/ 34). Başkalarına zarar verenlere, "suç" sayılan fiili işleyeniere verilen ceza da, ibret, diğer insanları suçluluk eğilimi gösteren hem-cinslerine karşı uyarma ve işlediği suç dolayısı ile kamunun güvenini yitirmiş kimseyi kamu haklanndan -ıslah olduğu kabul edilineeye kadar- yoksun kılmadır. Yoksa, dayak cezasından maksat; suçluyu sakat bırakmak veya işkence etmek olmadığı gibi, el kesme cezasından maksat da elini kesip koparmak değildir (Bu konuda bkz: H. Hatemi, İnsan Hakları Öğretisi, Hukuk Devleti Öğretisi, İslam Hukuku Dersleri). "Kamu haklarından yoksun kılmak" da, önemli kamu aslında teşhir, - - 10 ------------------------KUTLUDOGUM--- görevlerinin verilmemesi, "adil" tanık olarak kabul edilmemesi, cemaate imarnet edememesi sonuçlarını doğurur, yoksa "kanı ve malı helal" olması demek değildir. Cezalandırmada da "istihkak adaleti"ne ve "insanlık haysiyeti" açısın­ dan da eşitlik adaletine mutlak olarak riayet etmek gerekir. Ölüm cezası; dar anlamda, ancak "kaatil"e verilebilir. Bir de, savaş ve silahlı ayaklanma sırasında, mücadelede ve çatışmada öldürme eylerninden "hukukcı aykırılık" kalkar. Nitekim "defa"' (meşru müdafaa) halinde de böyledir. Bunun dışında bir insan öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir (Maide, 5/32). Şu halde, "ölüm cezası", ya "nefs" karşılığında "kaatil"e verilebilir veya İslam Devleti'ne savaş ilan eden savaş suçluianna -oldukça ağır şartlar gerçekleşmiş, mesela birden fazla insanın ölümüne sebep olmuş ise- verilebilir. ·'Siyaseten kati" diye birşey Şeriat'de yoktur. Veliyyulemr'in "ta'zir" yetkisine ölüm cezası girmez. "Fesad" suçunun cezası olarak verilen, savaş suçlusunun ölüm cezası; "mağdurlar"ın afu'v yetkisi sorulmaksızın icra edilebilir. Buna karşılık; katil suçu "adi" bir suç ise, kaatilin öldürülebilmesi için, maktfılün veresesinden hiçbirinin afu'v yetkisini kullanmamış olması gerekir. Varisierden birisi dahi afu'v yetkisini kullandığı takdirde, ölüm cezası verilmez, "diyet" ödenir. Ölüm cezası verildiği takdirde ise "diyet'' ödenmez. Kur'an-ı Kerim'de "Kısas'da sizin için hayat vardır'' buyurulur. Gerçekten de ve elbette böyledir (Bakara, 2/1 79). Ancak, "Kısas", mutlaka "zarar" olan suç eylemine "mukabele biz-zarar" da bulunmak anlamına da gelmez. "Kısas", gerek "nefs" bakımından, gerek uzuvlar bakımından, nefsin nefse, uzvun uzva eşdeğer olması demektir (bkz: Bakara, 2/1 94'deki Kısas terimi). Gerçekten de "insan haklarında eşitlik ilkesi''ne tam anlamı ile uyulmasında, zenginin gözü ile yoksulun gözü arasında fark gözetilmemesinde insanlık için mutlaka hayat vardır. Ancak; bu ilke, "göz çıkaranın gözü çıkarılır" tarzında asla uygulanamaz ve anlaşılamaz. Musa (A.S.) Şeriati'nde de "kısas"dan "eşdeğerlik ilkesi" anlaşı­ lıyordu. Daha sonra, "recm"in yanlış yorumlanması gibi, "kısas" da, "göz çıka­ ranın gözü çıkarılır" anlayışına dönüştü. "Med!netun-nebi" örneğinden sonra karşıdevrim" gerçekleşince, bu kez de aynı yanlış anlayışlar, doğrusunun yerini yaniışı ve "örfi"si almış olan cezalar uygulamasının karşısında, sanki Şeriat'in ifadesi imiş gibi, "İsrailiyyat" kanalından İslam Fıkhı'na girdi. İnsan hakları alanında İslam son ve eşsiz sözü söylemiş, Resul-i Ekrem (S.A.) de sadık ve emin bir Resul olarak en güzel şekilde tebliğ etmiştir. İşte bu kadardır ol hikayet/Bakisi dürCığ-i bl-nihayet! --KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - - 11 - - ResGl-i Ekrem (S.A.), yalnız erkekler alemine, yalnız insanlar a.Jemine, yalins ve cinnalemine değil hayvanlar alemine de mutlak rahmettir, Rahmeteiılil-alem!ndir. Onun hayvan hakları tebliği, onun düşmanlarının insan hakları tebliğinden, tartışma kabul etmez derecede üstündür. nız III- Adalet Kavramı Yukarıda da belirttiğimiz gibi; İslam'da adaletin iki boyutu vardır. Esasen Yunan hakimleri de bu iki boyutlu adalet anlayışını, Mısır ve Filistin yöresinde ve "her kavme kendi diliyle peygamber gönderilcliğine göre", kendi kültür çevrelerinde tebliğ edilen ilah! vahy'den, ilah! hikmet'den iktihas ederek tebliğ etmişlerdir. Kur'an-ı Ker!m'de, eşitlik adaleti "adi" terimi ile, "istihkak, liyakat ve oran adaleti" ise "kıst" terimi ile ifade edilir. İnsan hakları alanı; eşitlik adaleti alanıdır. Dil, din, cins, ırk ayırımı yapılmaksızın bütün insanlar arasında, insan hakları açısından, tam bir eşitlik sağlanmalıdır (Hucurat, 13). İslam Şeriati'nde, insanı "zeka sahibi ve konuşan davar" hükmünde tutmak, Roma Hukuku ve diğer Hukuk çevrelerinde olduğu gibi "kölelik" kurumu yoktur. Bunun yerine, savaş esirlerinin toplum içinde bakım ve gözetimlerini ve toplum ile bütünleş­ melerini sağlayan bir "koruyucu aile" kurumu kabul edilmişiir. Adil olan, kamu haklarından yoksul olmayan aile reisleri; Devlet gözetimi altında, köleleri aile içine kabul eder, yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir. "Köle" kadınlar­ dan, kendi rızası ve evlenme idaresi olmaksızın cins! istifade imkanı yoktur, çünkü herşeyden önce "köle kadın" diye birşey yoktur, "köle erkek" de olmadığı glbi! "Mi/ket-i yemôn" terimi, "sağ elinin mülkü" ve daha sonra da "mülkiyet hakkı konusu: ma/" anlamında değildir. "mülk"; Kur'an-ı Kerim'de "egemenlik, iktidar, yetki" anlamına gelir. "Mi/ket-i yeman"; Özel Hukuk anlamında mülkiyet hakkını değil, "koruyucu aile reisi"nin gözetim yetkisini ifade eder. "Savaş eslresi" ile; onun rızası olmaksızın evlenilemez, sadece, "mehr" (sadak) taahhüdüne gerek olmaz. Bunun sebebi de şudur: Savaş esirinin bakımı esasen koruyucu aile reisine düşmektedir. Böyle olunca da, evlendikten sonra boşasa bile, esasen mehr taahhüdüne gerek yoktur, bakım yükümü devam etmektedir. İşte "eslre" ile "hürr" kadın nikahı arasındaki fark bundan ibarettir (Nisa, 4/25). Başkalarının gözetiminde bulunan kadın savaş tutsakları nasıl nikah edilirse, kendi gözetimincieki kadın da ancak nikah edilir. Eşitlik adaleti alanının istisnası yoktur. istihkak ve liyakat adaleti alanı ise, "kıst" alanıdır. Kıstsız kıst da adi, doğrudan doğruya doğru yoldan "udGl" {sapma) anlamını verir. Adisiz zulümdür. Bu sebeple; istihkak ve liyakat adaletine - - 12 -----------------KUTLUDOGUM-- riayet edene "muksıt", bu adalete riayet etmeyip zalim olana "kaasıt" denir (Cinn, 72/14-15 ve Maide 5/42, Hucurat 49/9, Mumtahine 60/8'e bakınız. Yine bkz: Kureşl, Kaamus-i. Kur'an, "Kıst" maddesi). Kıst; eşitlik adaletinden sonra gelen "oran adaleti" dir. "M!zan" gerektirir (Rahman, 55/9; Had!d 571 25; Hud 1 1!85; En'am 6/152). İnsanlar qrasında sadece "adi" boyutu ile hükmetmek yetmez, "kıst" ile de hükmetınesini bilmek gerekir (Maide, 5/42; Nisa' 4/58) . .halde; bugün "Hukuk Devleti" Şu adını verdiğimiz "Adalet Devleti" düzeninin sağlanabilmesi için, "adi" ve "kıst"ı bilen yöneticilere ihtiyaç vardır. "Ad/"i bilmek kolaydır, "kıst"i bilmek ise, "ulemô-i kaaimen bil-kıst" bilgisine ihtiyaç gösterir. Hukuk Devleti; "Adalet'i gerçekleştirebilen Devlet" olduğuna göre; adaletin "adi" ve "kıst" boyutlarını gerçekleştiremeyen bir Devlet; "Hukuk Devleti" olamaz. Bunun için de herşeyden önce "adalet" kavramının doğru bilgisine ihtiyaç vardır. Adaletin ne olduğu bilinmeksizin, adaletin gerçekleştirilebileceği ümidine de yer olmaz. "Eşitlik adaleti"nin insan hakları alanında yürürlükte olduğunu mükerreren söyledik. Oran adaleti'nin, "kıst"ın uygulama alanı neresidir? "Kıst"; kamu görevlerinin dağıtımında söz konusu olur. Çünkü kamu görevlerinin dağıtımı alanı; insan hakları alanı değildir. Velayet-i emr'in icrası; eşitlik ilkesini değilliyakat ve ehliyet ilkesini ilgilendirir. Kur'an-ı Kerim; "emanet/eri ehline tevdi' edin!" buyurur (Nisa, 4/58). "Kıst" ilkesinin ikinci uygulama alanı "cezalandırma" alanıdır. Cezalar ve cezalandırılma, "insan hakkının tanınması ve sağlanması" demek değildir. "Müstahıkk" olduğu ölçüde cezalandırılmak, herşeyden önce, cezalandırılanın değil, diğer toplum bireylerinin insan hakkının güvencesidir. Bu alanda cezalandırılanın insan hakkı; sanığı koruyan ilkelerde ve suçlu olduğu sabit olana bile işkence yapılamayışı ve insanlık onuruna aykırı ceza verilerneyişinde kendisini gösterir. "Kıst"ın bir önemli uygulama alanı da, Maun düzeninde herkese onuruna yakışan hayat seviyesi sağladıktan sonra; herkese emeğinin da verilebilmesidir. insanlık karşılığı Bir toplum düzeninde "adi" sağlanmadıkça, o düzen "Hukuk Devleti" olarak nitelendirilemez. "Kıst" sağlanmadıkça da yine o düzen kamil bir Hukuk Devleti olamaz. İslam'a düşmanlık besleyenler; "Hukuk Devleti"nin de Batı Düşüncesi'nin bir ürünü olduğunu ileri sürerler. Oysa, "insan hakkı"nda olduğu gibi, sadece "terim" Batı ürünüdür. Üstelik bu terim de pek iyi bir terim değildir. Bir Dev--KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 13 - - Jet'in Pozitif Hukuk Kurallarının var olması ve bu kurallara düzenin "Adalet Devleti" demek olduğunu göstermez. IV. "Hukuk Devleti"nin uyulması; bu toplum Şartları "Hukuk Devleti" terimi; Ondokuzuncu yüzyıl başlarında Almanya'da doğdu. Yirminci yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da yine Almanya'da Pozitif Anayasa metinlerine girdi. Klasik İslam Hukuku'nda, bu anlamda "Devlet" terimi kullanılmıyordu. Resul-i Ekrem (S.A.); kendisini çağıran Yesrib "Site"sinde İslam Devleti'ni kurun ca, bu Devlete Peygamber Devleti (Toplum Düzeni) anlamında Med!ne-t-un-Neb! denmiş idi. "Medine" terimi; "Polis=dvitas"ı (cite) karşılamakta idi. Daha sonra, "hilafet" terimi kullanmaya başlandı. Emevi Devri'nin sonlarına doğru da herhalde "devlet" terimi yerleşmeye başlamış olacaktır. Bu arada; İslam hakimleri, "Hukuk Devleti" için "Med!ne-i Fazıla" terimini kullanıyorlardı. Terimi bir yana bırakalım: Hukuk (Adalet) Devleti; "adalet"in kaaim kılına­ oranda gerçekleşir. Bunun gerçekleşebilmesi için de bazı şekli şartlar ve güvenceler söz konusudur. bildiği Herşeyden önce, yukarıda da değindiğimiz gibi, insan hakkı ve adalet; deve yüce normlara bağlanmış ve velayet-i emr (yönetim} bu ilkelere, Şe­ riat'e bağlı kılınmıştır (Casiye, 45/18). İslam Devleti'nde keyfıliğe, Polis Devleti'ne, oportünizme yer yoktur. Anayasal ilkeler, katı ve değişmez ilkelerdir. Bu da ins~n hakkı ve adalet düzeninin güvencesidir. ğişmez İkinci olarak; bütün yöneticilerde ve kamu gücünü kullanma yetkisi verilenlerde "adi" ve "kıst" bilgisi (Fıkh) ve ayrıca ahlak! vasıflar (adalet) aranır. Yoksa sadece hakim (kaazl)lerde değil! Bu da seçilme şartları bakımından Adalet Devleti'nin güvencesidir. "Emanetler ehline tevdi edilmelidir". Üçüncü olarak; "velayet-i emr", yöneticilik yetkileri; "ümmet"in tevdi'i ile, biati ile elde edilir. Mutlak egemenlik (mülk) Allah'tandır. "Mülk", anayasal ilkeleri koyma yetkisini de kapsadığı, "ümmet" e ise bu ilkeleri değiştirme yetkisi verilmediği için, "ümmet"in yetkisi dahi "mü/k" değildir. Sadece "yönetim", "tanzim! tasarruf" ve "yargı"yı kapsar. Bütün bu yetkiler de yine anayasal ilkeler çerçevesinde kullanılabilir. Yönetimin bütününden sorumlu olan "ul-ülemr"de de kaza yetkisinin şartlannın bulunması aranır. Ancak bundan sonra ve bu şart ile yargı gücünün "ul-ül-emr" eli ile örgütlenmesi kabul edilebilir. "Velayet-i ahd" usulü ve hile-i şer'iyye ile bu usulün bir hanedam iktidara getirmeye araç oluşu; Adalet Devleti'nin şekli güvencelerinin ihlali anlamındadır. - - 14 - - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM-- Adem'in varisi ve Nebi ve Resuller'in sonuncusu; Kainat'ın övüncü olan Resul-i Ekrem (S.A.); bütün bu ilkeleri en güzel biçimde tebliğ etmiştir. Merhum Ferid Kam'ın söylediği gibi: Bir mis/ini getirmiş olsaydı kilk-i kudret/ Beyt-ul-kasfd o/urdun manzume-i cihanda/Mısra'ısın ki sun'un berceste ta eze/derı/Ferdiyyetinle kaldın Dfvan-ı kün-fekanda. Reseıl-i Ekrem'de (S.A.) bizim için en güzel örnek vardır. Ona uyan kurtulur, Ona uymayanın Hesab Günü'ndeki nedamet çığlığı: "Ne olurdu ben de Resul ile yoldaş olsaydım, onu izleseydim!" olur (Furkan, 25/27). İnsan hakkı, adalet ve Adalet Devleti'nin eksiksiz öğretisi de onun mübarek dudakları arasından tebliğ edilmiştir. Bunu bilelim ve bu bilinci yitirmeyelim. ----KUTLUDOGUMI---------------------------- 15 ----