savaşa karşı sınıf savaşı!

advertisement
Hava-İş'te Değişim Rüzgârları:
Ali Gülçiçek'le Görüştük
Ali Gülçiçek, bütün zayıflıklarına rağmen grev silahının bırakılmaması gerektiğini söylüyor. Bu yönüyle
sendikal muhalefet politikası düzleminde de sendika yönetimine eleştiri ve güvensizlikle "açıklanan"
greve katılmama tutumu arasına bir sınır çizgisi çekiyor. "Grev süreci genel kurula kadar gider. Aslında
bizim de üzerimize yıkılan bir taştır. Fakat grev işçinin silahıdır. Grevin durduğu yer onurlu ve ahlaklıdır.
Biz Hava-İş yönetimi dâhil polemiği aşağı indirmek istemiyoruz. İşçileri bölen değil, ilkeleri tartışan bir
konumlanma içinde olmak istiyoruz."
" 6-7
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi
Sayı: 37 Eylül 2013 1 TL
Savaşa karşı sınıf savaşı!
"Yo normal insanım"
Bu robotlaşma halini
çok kere konuşuyoruz,
yaptığımız işin bir sonucu
olarak kendimizi buna
benzetiyoruz ancak bu
hadisenin bu kadar somut
biçimde robota benzemek
anlamı taşıdığını geçen
gün işyerinde yaşadığımız bir olayla farkettik. " 14
Sınıfsız web sitesi açıldı!
sinifsiz.org işçi gençliğin
değişen yapısını,
öğrencilerin, genç
kadınların, Kürt işçi
gençliğinin güncel
siyasetini sınıfsal,
siyasal, ekonomik
taleplerini kapitalizm
karşıtlığı temelinde güncel yorumuyla
aktarmayı hedefliyor. Sayfamızla ilgili görüş ve
önerilerinizi, eleştirilerinizi iletisim@sinifsiz.org
mail adresinden iletebilir veya sosyal medyadan
bize ulaştırabilirsiniz.
" 13
Var bir kadın
Türkiye kapitalist devletinin Suriye politikası,
bölgesel hegemonya kurma amaçlı saldırgan
ve yayılmacı bir dış politika. Kameralar
önünde akıtılan hiçbir timsah gözyaşı,
güdümleme ve lâfazanlık tekçi egemenlik
biçiminden burjuva demokratik biçimlerine
kadar tüm burjuva diktatörlüklerin işçi sınıfı
ve emekçi halklara düşman karakterini
gizleyemez, perdeleyemez.
Ortadoğu işçi ve emekçilerinin kanları
üzerine kurulan bu emperyalist kapitalist
çatışma düzlemini işçi sınıfının "artık
yeter" demesi durdurabilir. Bölgesel tekelci
kapitalist hegemonya savaşlarını işçi ve
emekçilerin bölgesel düzeyde birliğiyle
kâbusa çevirebilir, savaşa karşı barışı
sermayeyi bölgeden tümüyle defederek,
sosyalist bir işçi iktidarıyla hâkim kılabiliriz.
Rojava ve Ortadoğu Denklemi
Türkiye'nin bölge hegemonyasını geliştirme atılımı, Türkiye işçi sınıfının da içinde bulunduğu bölge işçi sınıfının
uzlaşmaz karşıtıdır. Gözlerini çevirdikleri, emek sömürüsünü, meta egemenliğini, sefalet koşullarını bölgesel
planda yaşamımıza dayatacakları bir sömürü cenneti yaratma projesidir. Bu yeniden yapılanma sürecinin
sıkışmalarının faturasını katliamlarla yine bölge işçi ve emekçileri ödüyor. İşçi sınıfı hem Türkiye'nin saldırgan
Ortadoğu politikasına hem de bunun bir sonucu olan Rojava'daki katliama sessiz kalmamalıdır. Hesaba
katmadıkları, Ortadoğu'daki düzenli kapitalist geçiş programlarını aşındıran, onlarca taktiksel hamleye ihtiyaç
duydukları düzlemi yaratan, kendi hegemonyalarının sınırlarını aşan kitlesel öfke birikimi olmuştur. Yine
gelecekte de, ortaya çıkan siyasal, toplumsal kriz tablosunu küresel mali oligarşi için cehenneme çevirecek olan
işçi sınıfının öfkesi, kar cetvellerinin sınırlarına sığmayan gelecek ufku olacaktır.
" 7-8
Çadır alanında ki hemen
hemen her çadırı gezdik.
Genç kızlar fotoğraf
çektirmiyor özellikle Arap
ailelerde. Neden diyorum
"ayıp" diyor, "yasak"
diyor. Ayıp demesini
hadi biraz anlıyorum ama "yasak" deyince
sahiden kafamda canlanmadı hiç bir şey. Kim
yasaklamış?
"2
2
işçi meclisi
Var
Bir Kadın
Bu bir gece ve rüzgâr yazısıdır. Hem gecedir,
karanlıktır hem rüzgârdır, serindir. Bu bir kadının "yok" olma hikâyesidir aslına bakarsanız.
Ve varsa bir hikâyenin içinde hangi dilde olursa
olsun "yok" bir kadın, siz sadece dolu gözlerle
susar kalırsınız.
Görmek kadar acı verici, aramayın bir şey bulamazsınız. Ama illaki görün! Sokakta görün,
evde görün, yolculuklarınızda görün ve hiç görmemiş gibi yaşamayın. Ve bilin, gördüklerinizi
hiç unutmayın. Çekeceğiniz acı insan olmanın
yüzeyindedir. Ben gördüm ve çektiğim acı bedenimin üst yanında kaldı. Çaresizlikten değil
acılarım, gördüklerimden.
Duyuyoruz ki Ankara'ya bağlı Bala ilçesinin
bir köyünde mevsimlik tarım işçileri nohut
toplamak için oradaymış epeydir bir süre. İşçi
Kadın Meclisi olarak atlayıp gidiyoruz. Çoluk
çocuk ailede kim varsa hepsi tarlada. Söküyorlar nohutları bir an önce bitirmenin verdiği
heyecanla. Onlar söktükçe çoğalıyormuş gibi.
Bir tarla bitince bir diğeri. Zenginin malı çok.
Züğürdün çenesini değil bedenini yoruyor, yaralıyor. Kızların elleri su toplamış hep. Konuştuklarımızdan biri anlatıyor, bu sene kazanmış
üniversiteyi ailenin en küçük kızı. Ablaları okuyamamış, biri terzilik yapıyormuş, bir de küçük
bakkalları varmış, yazları da böyle işlerde kim
var kim yoksa çalışıp evlerine toplayabildikleri
kadar parayla dönüyorlarmış. Ablasına sordum
sen neden bıraktın okulu diye, "imkânlar" dedi
yalnızca, sonra boğazına bir şey düğümlendi
kaldı. Sonradan bu soruyu soracağım 20 yaşın
altındaki her kadın gibi.
Her ailenin çalıştığı tarla ayrı, dönüm başına
37 tl alıyorlar. Kaç kişi çalışmışlar, kaç saat
çalışmışlar, ölmüşler mi kalmışlar mı patronun
umurunda değil. Sigorta, yemek falan hak getire. Daha çok kazanmak için çoluk çocuk –ne
kadar kalabalık olursa o kadar iyi – sabah 6′da
başlıyor mesai, akşam 8′e kadar. Yaşları 7-8′le
60 arası değişen bir sürü kadın var. Onların bir
de tarlada çalıştıktan sonra çadırlarda ateş yakıp yemek hazırlama, erkeklerin ve çocukların
karnını doyurma, bulaşıkların taşıma sularla
yıkanması, çay demleme, çadırın temizliği,
yatakların serilmesi, varsa yine taşıma sularla
kirli çamaşırların yıkanması gibi bir yığın işleri
var. (Cümlemin başında 7-8 yaş dedim ve onlara da kadın dedim. Çocuk olmayacak kadar
büyümüşler çünkü. Klişe bir cümle gelebilir
ama o da benim yetersizliğim sevgili okuyucu
affına sığınıyorum.) Kaç saat uyuyorlar kadınlar
bilmiyorum. Belki çadır alanında elektriğin olmaması onlar için avantajdır diye düşünmeden
kendimi alamıyorum.
Tarlaların çadır alanıyla mesafesi oldukça fazla. Çavuş denilen komisyoncular ki bunlar asıl
patronla işçiler arasındaki bağlantıyı kuran
Ölümü görmüş bu kızlar. Tek kurşunla
sessiz sedasız, vedalaşamadan
sevdikleriyle nasıl 10 saniye içinde her
şeyin geride kalabileceğini görmüş.
Zamanları yok bu kızların onun için.
Tabutları yok, mezarlarına kadar kendi
ayaklarıyla gidiyorlar, üstelik cellâtları
abileri, kardeşleri oluyor. Doğarken
kadın doğmuşlar, ölürken daha bir
kadimleşiyorlar.
simsarlar, akşam römorklarla çadır alanına getiriyor aileleri. Bu çavuş denilen göbekli, tek dişi
altın geri kalanları yeşil, kısık gözlü pis herifler
her aileden kazandığı paranın %10′unu alıyor.
İşinin adı ailelerle patronlar arasındaki bağlantıyı kurmak. Yeni gelen ailelerin hemen hemen
hepsi bu biçimde geliyor, ama deneyimli aileler
kazançlarını bu parazit heriflere kaptırmamayı
öğrenmiş.
Çadır alanındaki hemen hemen her çadırı gezdik. Genç kızlar fotoğraf çektirmiyor, özellikle
Arap ailelerde. Neden diyorum "ayıp" diyor,
"yasak" diyor. Ayıp demesini hadi biraz anlıyorum ama "yasak" deyince sahiden kafamda
canlanmadı hiç bir şey. Kim yasaklamış? Neden
yasak? Cezası nedir? diye sorular geliverdi
hemen ardı sıra. Bir fırsatını buldum ve 19 yaşındaki G. ile herkesten uzakta bu sorularıma
yanıtlar aradım.
Ölümü görmüş bu kızlar. Tek kurşunla sessiz
sedasız, vedalaşamadan sevdikleriyle nasıl 10
saniye içinde her şeyin geride kalabileceğini
görmüş. Zamanları yok bu kızların onun için.
Tabutları yok, mezarlarına kadar kendi ayaklarıyla gidiyorlar, üstelik cellâtları abileri, kardeşleri oluyor. Doğarken kadın doğmuşlar, ölürken
daha bir kadimleşiyorlar.
Anlatıyor G.: 14-15 yaşlarında bir akrabası.
Aynı aşiretten olmalarından ileri geliyor akrabalıkları. Kaçmış evden, devlete sığınmış. 1
hafta sonra ailesi bulup getirmiş. Sonrası "yok
bir kadın", ne sen duydun sevgili okuyucum ne
ben gördüm. Ama G. görmüş; kendi sonunun da
aynı olmasından korkusu, cellatı o çok sevdiği
abisi olmasın diye yasaklara böyle sorgusuz
sualsizce boyun eğişi.
Cep telefonu kullanmak, internet kullanmak,
okuma-yazma bilmek, evden yalnız başına dışarı çıkmak yasakların başında geliyor. Ve her
birinin ayrı cezaları var "aile" mahkemelerinde.
Ben burada çok özgürüm diyor G. Çadırlarının 100-150 m ötesinde ağaçlık bir alan var, o
ağaçlık alana hava kararmadıysa istediği zaman
gidip geliyormuş. Elbette umutsuz yaşayamaz
insan. Seneye buraya gelmeyi dört gözle bekleyeceğim, diyor. Bir de evlenmeyi. Çünkü evlenince cep telefonu kullanma hakkını, dışarıda
eşiyle gezebilme hakkını elde etmiş oluyor.
Çocukları olunca kazanacağı bazı hakları daha
var. Ne kadar çok çocuk, o kadar çok hak. Ama
birçok hakkı daha doğduğu zaman alınmış elinden. Annesi rahatça çektiriyor fotoğraf, eee dediğim gibi ne kadar çok çocuk, o kadar çok hak.
Sohbet arasında abisinin 2 kadınla birden evli
olduğunu anlatıyor. Kaç yaşında dedim abin.
30 yaşındaymış. İlk kadın 25 yaşında ailesinin
uygun gördüğü, diğer kadın 17 yaşında o da
kendi sevdiğiymiş. Nasıl oluyor dedim? "Erkek
otoritesini koyunca olur" diyor.
-Sus kadın, yok kadın, yasak kadın, eşya kadın,
ayıp kadın, çocuk kadın, işçi kadın, güzel kadın,
gözleri sert kadın, doğur kadın, karşı çıkarsan
tek kurşunla ölürsün kadın…. ve ot bile bitse
mezarında sen kurur kalırsın kadın.
Bu kadınların hikâyeleri çok serin sevgili okuyucum, -serinliğinden de fazladır- karanlık.
Şimdi aynayla her göz göze gelişimizde kırıklarını görüyorum. Ve senin de görmeni isterim
sevgili okuyucum. Bu hikâye bu kadınların çığlıklarını sen duyasın diyedir. Üstelik duyup üstüne kendine demli bir çay demle ve oturduğun
yerde düşün, acı çek diye değil. Karanlıktan çek
çıkar diyedir. Geri yanlarında boğul diye değil,
o küçücük delikten görünen aydınlığa daha hızlı
koş diyedir. Zamanlarını ve yaşamlarını bu kadınlara geri ver diyedir, emanet etme öyle kendi
kadersizliklerine, bir soluk ol diyedir.
İşçi Kadın Meclisi'nden Var bir kadın
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 37- Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
Savaşa karşı sınıf savaşı!
işçi meclisi
Kapitalist Türkiye devleti, Suriye'ye kanlı müdahalenin baş aktörü olma yönünde ilerliyor. Türkiye kapitalist devletinin Suriye politikası, bölgesel
hegemonya kurma amaçlı saldırgan ve yayılmacı bir dış politika. Türkiye tekelci burjuvazisinin nüfuz alanlarını genişleterek sermaye ve meta
ihracıyla genişlemenin ve petro dolarları daha fazla çekmenin, petrol üzerinde -ve dağıtım hatlarında- doğrudan söz sahibi olmanın politikasıdır.
Kapitalist savaş bir ahlaki ödevmiş gibi sunuluyor
21. yüzyılda. Bismillahirrahmanirrahim. Taratatata. Âmin. Ne garip? Oysa bombalar düştüğünde
koparıyor başlarını çocukların, yakıp kül ediyor
bir anda ihtiyarları. Kardeşinin gelini değil mi şu
parça parça olan? Annenin göğsünde bak işte bir
onmaz yara. Sermaye sahipleri için bir savaşı başlatmak ne kadar kolay. Ölenler kendileri değil, işçi
ve emekçiler olduktan sonra! Müslüman-Hıristiyan, Sünni-Şii, İngiliz-Amerikalı-Arap-Türk-Kürt
diye bölündükten sonra kapitalist savaşa sürmesi
daha kolay oluyor canları.
Şimdi tekrar savaşa gitmemiz buyuruluyor. Bu kez
Suriye'ye… Ortadoğu'da Yahudi ve Şiilere düşmanlık politikasıyla Sünni Müslümanların ateşli
temsilciliğine soyunan patron/büyük şef/general
Erdoğan buna çoktan hazır. Değil mi ki alçak Suriye rejimi bebeklere karşı kimyasal silah kullandı, o
zaman şimdi bizim üç gün yukarıdan bombalama
hakkımız var başka bazı bebeleri, sessiz kalmak
olmaz. Bismillahirrahmanirrahim. Taratatata.
Âmin.
Şimdi bu kirli savaşa gitmesi buyrulan, üslerde görev alan memurlar, havada uçan pilotlar, hepinize
paralı askeri olduğunuz NATO adına emredilecek
öldürmeniz için. "Vatan için aslanlar gibi dövüşün"
diyerek. Vatan için! Ama kimin vatanı? Kapitalistlerin vatanı olsa gerek! Savaşa gitmemiz buyruldu, "özgürlük adına" diyerek. Özgürlük adına!
Ama kimin özgürlüğü? Söylenmedi bu. İşçilerin,
emekçilerin, gençlerin, ilk önce tecavüz edilen ve
öldürülecek olan kadınların özgürlüğü için olmasa gerek! Savaşa gitmemiz buyruldu, "bizden"
dendi "yardım bekliyor müttefik uluslar", yardım
bekliyor öldürülen Suriyeli Müslüman bebekler.
Ama en önemli şey unutuldu: Kimin cebine girecek banknotlar? Şair Demyan BEDNIY'in dediği
gibi: Savaş kimisi için hayatla ödenen bir fatura/
Milyonluk kazançtır kimisine/ Çocuklar, daha ne
kadar / Katlanacağız bu ağır işkenceye?
Ölen biz, öldüren biz! Bismillahirrahmanirrahim.
Taratatata. Âmin.
Kapitalist Türkiye devleti, Suriye'ye kanlı müdahalenin baş aktörü olma yönünde ilerliyor. Türkiye
kapitalist devletinin Suriye politikası, bölgesel hegemonya kurma amaçlı saldırgan ve yayılmacı bir
dış politika. Türkiye tekelci burjuvazisinin nüfuz
alanlarını genişleterek sermaye ve meta ihracıyla
genişlemenin ve petro dolarları daha fazla çekmenin, petrol üzerinde -ve dağıtım hatlarında- doğrudan söz sahibi olmanın politikasıdır. Emperyalistkapitalist devletlerin, sadece enerji kaynakları ve
dağıtım ağlarının tam kontrolü ile sınırlı olmayan,
bir bütün olarak Ortadoğu'nun ve Afrika'nın yeniden kapitalist yapılandırılmasını gerçekleştirme
politikasının bir parçasıdır. Ortadoğu'yu tekelci sermaye ihraç ve yatırımları, meta ihracı ve
üretimi için daha geniş ölçekli bir cennet haline
getirmeyi, işçiler, kent ve kır yoksulları ve bölge
halkları için daha büyük bir cehenneme çevirmeyi
içeren genişletilmiş Ortadoğu politikasıdır. Neoliberal emperyalist-kapitalizmi hâkim kılma politikasıdır. Petrodolar kralları, şeyhleri ile kolkola
olunur, mali sermayeleri ile bir üst düzeyden kaynaşılırken, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerindeki burjuva mali oligarşik dini despotluklara tek söz
edilmezken, iktidarları burjuvazinin bir kesimine
dayanan, aile ve devlet oligarşisine doğru daralmış, eskisi gibi yönetemez hale gelmiş tek partili
çürümüş burjuva diktatörlüklere özgürlük ve insan
hakları getirme yalanlarıyla saldırılıyor. Türkiye
kapitalist devleti Gezi direnişini gazı, copu, kurşunuyla, gözaltı, tutuklama, katletme politikalarıyla
karşılarken Suriye'ye müdahaleyi Esad'ın kendi
halkını katletmesi üzerinden gerekçelendirmeye
çalışıyor.
Kameralar önünde akıtılan hiçbir timsah gözyaşı,
güdümleme ve lâfazanlık tekçi egemenlik biçiminden burjuva demokratik biçimlerine kadar tüm
burjuva diktatörlüklerin işçi sınıfı ve emekçi halklara düşman karakterini gizleyemez, perdeleyemez. Bunların hepsi, Türkiye kapitalist devletinin
Suriye ve bölge halklarına kan banyosu pahasına
bölgesel güç merkezi konumunu sağlamlaştırmak
için geliştirdiği saldırganlık politikalarının altlığıdır. Türkiye burjuvazisi savaşı ekonomik krizi
işçilere ve diğer emekçi sınıflara fatura etmenin,
grev ve direnişleri engellemenin, muhalefeti susturmanın, burjuva demokrasisini en geri düzeyde
tutmanın, demokratik hak ve özgürlükleri gaspetmenin politikasına çevirmek istiyor.
İşçi sınıfı, Türkiye kapitalistlerinin ve emperyalistlerin çıkarları için savaşması, ölmesi ve öldürmesi
demek olan bu politikaya kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Hiçbir işçi, savaşa sürülmek istenen genç,
kapitalistin silahının mermisi, silahının ateşleyicisi,
emireri olmamalıdır. İşçiler, kendileri gibi işçi olan
Suriyeli ve Kürt sınıf kardeşlerini kapitalistlerin
çıkarları için öldürmemeli, ellerine verilen silahları
kırıp parçalamalı, emirlere itaat etmemeli, ellerine
geçirdikleri silahları kendilerini savaşa yollayan
burjuvalara çevirmelidir. İşçi kardeş, düşmanın,
seni sömüren, 10 saat çalıştıran, kölelik ücretine
mahkûm eden, işten atan (sınıf olarak yok sayan
ve bastıran) burjuvazidir. Türk kapitalistlerinin
çıkarları için Suriye'deki işçi kardeşinin kanını
dökme! Ulusal, dinsel, mezhepsel düşmanlık ve
kavgalara karşı çık! Emperyalist müdahaleyi lanetle!
İşçilerin düşmanı kapitalistlerdir. En başta bulundukları ülkenin kapitalistleri ve tüm dünyadaki
kapitalistlerdir. İşçilerin yürüteceği tek savaş kapitalistlere karşı savaş, sınıf savaşıdır. Türkiye'de de,
Suriye'de de, Amerika'da da, Avrupa'da da kapitalist sınıfı yıkma savaşıdır. Kapitalistlerin iktidarını
-her türlü sınıf diktatörlüğünü- yıkarak sömürüden
kurtulma ve özgürleşme savaşıdır. Düşmanlık
halklar arasında değil, sınıflar arasındadır.
Ortadoğu'da tarih boyunca emekçi halklar din,
mezhep ve ulus savaşları üzerinden birbirine boğazlatıldı. Düşmanlıklar körüklendi. Şimdi ona bir
yenisi daha ekleniyor. Ulusal, dinsel, mezhepsel
düşmanlık ve ayrımlara hayır diyen, boğazlaşmaların karşısında durabilecek olan tek sınıf, işçi
sınıfıdır! Ezilen halkların yanında, ulusal, dinsel ve
mezhepsel baskıların karşısında net bir tutum koyabilecek olan tek sınıf, işçi sınıfıdır! Ancak, işçi
sınıfı bu gerici savaşı önleyebilir. Ancak, böyle bir
işçi sınıfı bulunduğu ülkelerdeki ve bölgedeki devrime önderlik edebilir. İşçi sınıfı, tekelci kapitalist
Türkiye devletinin, emperyalist-kapitalistlerin mali
oligarşik egemenlik ve hegemonyacılığına, işgale
ve ilhaka kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Bölgedeki
bütün ülkelerde işçilerin birliği ve birlikte mücadelesini enternasyonal sınıf kardeşliğiyle, emekçi
halkların demokratik kurtuluşçu mücadelesiyle
yükseltmeli, bölgeyi düşmanlıkları ve savaşları
çıkartan sınıf düşmanlarımız için bataklığa çevirmeliyiz.
Türkiye'deki ve bölgedeki bütün işçiler ve emekçi
halklar için yıkım, birbirini boğazlama, daha fazla
ölüm, kan ve gözyaşı demek olan bu saldırgan ve
müdahaleci dış politikanın yaygın protestolarla,
müdahale için hazırlanan tugay ve alayların olduğu
bölgelerde, askeri bakanlıkların önlerinde yapılacak eylemlerle, hükümete yönelik protestolarla,
genel grev genel direnişle yenilgiye uğratılması
olanaklıdır.
Kahrolsun petrol-dolar kralları! Kahrolsun din,
mezhep tüccarları!
Emperyalist kapitalist gericiler bölge halkları
üzerinden elinizi çekin!
Kahrolsun emperyalist ve bölgesel tekelci savaş- pazarlık ve anlaşmalar!
Kahrolsun kapitalist savaş! Kahrolsun kapitalizm!
Kahrolsun emperyalist kapitalist savaş, yağma,
yıkım demokrasisi!
Burjuva diktatörlükleri yıkalım! Ortadoğu'ya
işçi ve emekçi halklar için demokrasi ve özgürlük!
Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği!
Emperyalist ve bölgesel tekelci savaşa karşı sınıf savaşını yükseltelim!
4
işçi meclisi
Yoğurtçu Parkında
Fazla Mesai Atölyesi
Beyaz Yakalılar parklarda ve forumlarda buluşmaya devam ediyor. Gezi Parkı direnişinin yarattığı
ivmeyle belirli günlerde park forumlarında biraraya
gelen çağrı merkezi işçileri, bilişimciler, bankacılar,
çevirmenler, ofis çalışanları artık her hafta işyerinde
yaşadıkları ve çoğunu kesen sorunların tartışılması
için konu başlıkları belirlemeye başladılar. Her hafta belirlenen sorun üzerinden tarışmaların yapılacağı forum atölyelerinde hedeflenen şey sorunların
çözümüne dair fikirler üretebilmek.
Haftanın her Salı günü Kadıköy Yoğurtçu'da ve
her Çarşamba günü Beşiktaş Abbasağa'da bir araya
gelen beyaz yakalılar geçtiğimiz haftalarda Yoğurtçu Parkı'nda temel sorunlarından birisi olan "fazla
mesai"yi tartışmak için toplandılar. İşyerlerinde bitmek bilmeyen çalışma saatleri bu kesimin en büyük
problemlerinden birini oluşturuyor. Üstelik kimi işyerlerinin sözleşmelerinde fazla mesaiyi patron zorunlu tuttuğu koşulda işçinin reddedemeyeceği gibi
kölelik maddeleri bile yer alıyor. Kimi zaman ise
fazla mesai zaten "fazla" olmayarak normal çalışma
saatleri içerisinde düzenleniyor. Hal böyle olunca
kimi zaman proje, kimi zaman hesaplar, kimi zaman yoğunluk bitinceye kadar uzayan mesailer kaç
saat fazla çalıştığının önemi olmadan 13–14 saate
varabiliyor. Atölye'de söz alan Maslak'ta bilişim
işçisi bir arkadaş 10 gün boyunca sabah işbaşından
gece 2′ye kadar çalıştıklarını, 11. günde sinir krizi
geçirerek hastaneye kaldırıldığından bahsediyor.
Üstelik ertesi gün patronu lütfederek kendisine
dinlenmesi için izin de veriyor, kendisinin şirket
için ne kadar önemli bir eleman olduğunu da ayrıca
vurguluyor. Kapitalizm nitelikli kölelerini kaybetmeyi asla istemez!
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi işyerlerimizden
birçok örnek verebiliyoruz aslında. Ruh sağlığının
bozulması, insanın kendine ayıracak neredeyse hiç
vaktinin kalmaması, günlerce belki güneşi sadece
yansıdığı camdan görmesi fazla mesainin getirdiklerinden bazıları. Üstelik kapitalistler kendi yazdıkları yasalara bile karşı çıkıyorlar. Yasaya göre bir
patron işçisini en fazla 270 saat mesaiye bırakabilir.
Kabaca bir hesaplamayla beyaz yakalı işçilerin
çoğu zaten 4 ya da 5 aylık bir zaman diliminde bu
saati dolduruyor. Fakat geri kalan zaman diliminde
aynı mesai süreleriyle çalışmaya da devam ediyoruz. Kişisel itirazların sonuç vermeyeceği ise çok
açık. Atölye'de özellikle bunun üzerinde durmaya
da çalıştık. Mühendis bir arkadaş fazla mesaiyi
kabul etmemiş örneğin ve direk patronun telefonla
tacizine uğramış, hem de günlerce. Bunun yanında
mesaiye kalmayacağını belirttiğinde işten çıkarılanlar da var. Bu durumda kişisel itirazlardan çok
bir işyerinde çoğunluğun itirazı daha önemli bir hal
alıyor. Örgütlenmenin önemi burada da ortaya çıkıyor. Elbette beyaz yakalı forumlarının önümüzdeki
dönemlerde tartışma noktalarından biri de bu. Çünkü sorunlar tartışıldıktan sonra çözüm gelip örgütlenmeye dayansa da, nasıl bir örgütlenme üzerinde
durulacağı noktası şimdilik karanlık. Forumlar ve
atölyeler bu şekilde düzenli işletilmeye devam edilebilirse önümüzdeki dönem atölye başlıklarından
birinin "beyaz yakalı örgitlenme tartışmaları" olması kaçınılmaz olacaktır.
Dinex Egzoz Birleşik Metal'de Örgütlendi
Çerkezköy'de kurulu ve yaklaşık 250 işçinin çalıştığı DİNEX
Egzoz ve Emisyon Teknolojileri
San. ve Tic. AŞ. işyerinde çalışan işçiler geçtiğimiz günlerde
Birleşik Metal-İş sendikasına
üye oldular. Sendikanın üye çoğunluğu 16 Ağustos'ta bakanlık
tarafından da tespit edildi ve yetki tespiti gerçekleşti. DİNEX'de
işçilerin örgütlülüğüne patron ve
işbirlikçi Türk Metal tarafından
ilk günden bu yana saldırılıyor.
İşçilerin üyelik sürecinde şirket
yetkilileri bizzat notere gelerek
işçileri vazgeçirmeye çalışmış,
Türk Metal şube yetkilileri ise
işçileri tehdit etmişti.
Sendikanın yetki tespitini aldığı
anda patron 5 öncü işçiyi işten
attı. Türk Metal çetesi vardiya
giriş ve çıkışlarında fabrikanın
önüne gelerek servislere binen
işçileri tehdit ediyor.
lerin ablukasını parçalayacağını
duyurdu.
Birleşik Metal-İş yayınladığı
basın bülteninde hem patron hem
de işbirlikçi çete Türk Metal'in
baskılarının sökmeyeceğini,
metal işçisinin iradesinin çete-
Birleşik Metal-İş Genel Yönetim
Kurulu imzalı bültende, "Buradan ilan ediyoruz: Dinex'te
bir işçinin kılına zarar gelirse
bunun sorumluluğu Türk Metal
çetesinde ve onu işçinin üzerine
süren DİNEX yöneticilerindedir.
Bu yasadışılığa şu ana kadar
göz yuman kamu yetkilileri ise
konuyla ilgili derhal gerekli tedbirleri almalıdır. DİNEX'te yaşadığımız, sarı sendika eliyle sendikasızlaştırma ne ilktir, ne son
olacağa benzemektedir. Buralara
başka sendika giremez diyerek,
Çerkezköy'ü babalarının çiftliği,
Trakya işçisini de tapulu köleleri
sananlar yanılacaktır. DİSK Birleşik Metal-İş'in bölgede örgütlenmesini engelleme çabalarını
metal işçileri boşa çıkaracaktır."
ifadelerine yer verildi.
BEDAŞ İşçileri:
"Taviz yok, direniş sürüyor"
1 Ağustos'ta hukuk dışı bir şekilde işten atılan
BEDAŞ işçilerinin direnişi sürüyor. İşçiler
direnişin 29.gününde bir basın açıklaması
gerçekleştirdi ve patron Cengiz-Kolin-Limak
şirketini işçilerin tümünü bir an önce işe almaya çağırdı.
Talimhane'deki BEDAŞ Genel
Müdürlüğü'nün karşısında işçiler "Bu daha
başlangıç mücadeleye devam", "Direne direne
kazanacağız" sloganları ve alkışlarla bir araya
geldi. Eyleme İşçi Meclisi okurları ve birçok
demokratik kitle örgütünün temsilcileri de katıldı.
İlk olarak söz alan Enerji-Sen başkanı Ali
Duman, Cengiz-Kolin-Limak patronlarının
direnişin ilk gününden beri sürekli iddialarını
yemek, geri adım atmak zorunda kaldığını ve
bunu yaratanın da direnişin basıncı olduğunu
ifade etti. Patronların direnişe ilk yanıtının
gazla, TOMA'yla saldırmak olduğunu ifade
eden Duman, biz buna karşı taleplerimizi binalarından sallandırdık, işçileri işe almayız
dediler, şimdi yavaş yavaş arkadaşlarımızı
işbaşına çağırıyorlar dedi. Duman, patronlarla
bugüne kadar birçok görüşme yaptıklarını ve
işten atılan işçilerin yarısının iş başına çağırıldığını söyledi ve direnişin süreceğini, patronun
işe alma sürecini geciktirmemesi gerektiğini
sözlerine ekledi.
Ardından Enerji-Sen adına basın metni okundu. Metinde, "Baskılar, saldırılar ve oyalamalar bu kararlılığımızı azaltmak bir yana
daha da büyütmektedir." denildi. İşe dönmek
isteyen işçilerin listesinin BEDAŞ'a iletildiği,
bir kısmının yeniden işbaşı için çağrıldığını
ifade eden açıklama, "Ancak bilinmelidir ki,
bizlerin çaba ve iyi niyetleri istismar konusu
yapılamaz. Kazanılmış haklarımızdan ve iş
güvencemizden taviz vermemiz söz konusu
olamaz. Direnişimiz işe dönmek isteyen tüm
işçiler işbaşı yapana kadar devam edecektir."
sözleriyle noktalandı.
Basın açıklamasının ardından sloganlarla süren eylem, halaylarla sonlandırıldı.
Fokker Elmo'da Grev Başladı
Türk Metal
Sendikası'nın
yetkili olduğu
Fokker Elmo
Havacılık'ta 29
Ağustos günü
grev başladı.
Fokker Elmo
Havacılık
İzmir'in Gaziemir ilçesinde bulunan Ege Serbest Bölgesi'nde
faaliyet gösteriyor. Türk Metal grevin nedenini
toplu sözleşme sürecinde patronun uzlaşmaz
tavrı ve süreci sabote eden davranışları olarak
açıklıyor.
Grev başlangıcına Türk Metal Sendikası İzmir 2 No'lu Şube Başkanı Hayrettin Çakmak
ve Başkan Yardımcısı Süleyman Yıldırım
da katıldı ve birer konuşma yaptılar. Grevin
başlaması nedeniyle gerçekleştirilen eyleme,
Türk-İş Bölge Temsilcisi Hasan Hüseyin Karakoç, İzmir 1 Nolu Şube Başkanı Halil İbrahim
Tosun, Manisa 1 Nolu Şube Başkanı Ercan
Dereli ve Türk-İş'e bağlı sendikaların şube
başkanları da destek verdi.
5
EKU İşçileri Direnişte
Bir Ayı Geride Bıraktı
Gebze Şekerpınar'daki Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği (TAYSAD) Organize Sanayi
Bölgesi'nde bulunan EKU Fren Kampana işçileri,
Hak-İş'e bağlı Çelik-İş Sendikası'ndan istifa ederek DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası'na
üye oldular. İşbirlikçi sarı sendika Çelik-İş'ten
istifa ederek Birleşik Metal-İş'e geçtikleri için
Çelik-İş ve EKU patronunun hedefi olan işçiler
geri adım atmayınca işten atılmakla tehdit edilip
cezalandırıldılar. İşten atılan 21 işçi fabrika önündeki bekleyişlerini bir aydır sürdürüyorlar.
Çelik-İş'ten Birleşik Metal'e
geçiş süreci nasıl gerçekleşti?
Önce istifa ettik. İstifadan sonra önce işveren bizi
Türk Metal'e çekmeye çalıştı. Biz bunu kabul
etmedik ve DİSK'e geçtik.
Bir hazırlık sürecinden
sonra mı Birleşik Metal'e geçtiniz?
6 ay önce başladık biz buna, yavaş yavaş yeni
işçilerden başladık. Çoğunluğu kabul ettikten
sonra eskilere söyledik. Onlardan da destek alınca resmen bitirdik zaten.
Gerçi geriye doğru çözüldü ama Bosch deneyimi
vardı. Orda 5–6 bin işçi vardı. Yarısından fazlası
da örgütlenmişti. Orada "hücresel örgütlenme"
biçiminde bir faaliyete gidilmişti. Sizde de benzeri bir çalışma oldu mu?
Burası da öyle oldu, doğallığında böyle oldu.
Fabrika bölüm bölüm. Atıyorum benim bölümümde yedi kişi vardı. Ben onları örgütledim.
Diğer arkadaşın bölümünde on kişi vardı, o onları örgütledi vb. Bu hiç bilinmiyordu eskilere
söylenene kadar. Eskilerden gizlendi biraz. Zaten
duyulur duyulmaz 4 arkadaşımız kapının önüne
kondu. İşten atmalar olunca istifalar gelmeye
başladı. Bir 4 kişi çıkardılar bir 5–8. Geçen ayın
25′inden 30′una kadar işçi çıkarımı oldu. Beş gün
içinde 21 işçi işten çıkarıldı. İdari bölümden de 3
işçi çıkarıldı.
Vakko İşçilerine
Grev Ziyareti
Vakko işçilerini grevin 8.gününde İşçi Meclisi ve
Sınıfsız okurları ziyaret etti.
230 işçinin çalıştığı Vakko fabrikasında "Bu İşyerinde Grev Vardır" pankartı asılmıştı.
Ziyaret sırasında bir sınıf dayanışması örneğiyle
karşılaştık. Direnişte olan Harmancı Etiket işçileri
de Vakko işçilerini ziyarete gelmişti.
Halaylar ve sloganlar direnişteki işçilerin moralinin
yüksek olduğunu bize gösteriyordu. "Yaşasın Sınıf
Dayanışması" sloganı tüm Esenyurt'ta duyuluyordu.
Ziyaret sırasında sohbet ettiğimiz işyeri baş temsilcisi Zinnet Delibaş, Vakko işçileri olarak çok kararlı
olduklarını dile getirdi. Patronların direnişin gücü
sayesinde grev kırıcılığı yapamadığını söyleyen
Delibaş; kıdem farkları tamamen verilinceye kadar
greve devam edeceklerini belirtti.
Fabrikada yaklaşık 320 kişi çalışıyor. BMC, DAF,
Hyundai, Isuzu, İveco vb gibi büyük otomobil
şirketlerine fren diski ve kampanası üretiyor. Elli
küsür ülkeye fren diski ve kampanası ihraç ediyor.
Sendika değiştirdikleri için işten atılan EKU
işçileri bir aydır fabrika önünde bekliyor. Öğle
güneşinin sıcağı altında ziyaret ettiğimiz EKU
işçileriyle içinde bulundukları sürece dair toplu bir
söyleşide bulunduk.
işçi meclisi
-Sadece o değildi. Nedenlerden biriydi bu sadece.
Aslında temsilcilik seçimlerine karışmaya başlamaları olayı tetikledi. Temsilci seçimlerine müdahale etmeye çalıştılar. Seçtiğimiz temsilciği kabul
etmediler. Buna müdahale edince olay netleşti.
Seçtiğimiz kişiyi baştemsilci olarak tanımadılar,
yardımcı temsilci yaptılar. Bundan sonra olan oldu
zaten. Ücretler ortada, mesailer de. Bir sendika
fazla mesai budur, tamam der mi? Yaptılar.
-İşçiyi toplayamadılar, örgütleyemediler. Ya biri
sorunlardan bahsettiği zaman, hak talep ettiği
zaman kapının önüne konuyordu. Adam şunu
söylüyordu, sendikacı bunu der mi: "Açığını
bulun tazminatsız atın." Hepsi birikmişti bizde.
16 yıllık adam, sorsana kaç para alıyor? Maaşı
1015-1115TL, 16–17 yıllık işçilerin maaşları bu
düzeyde. İkramiye ve diğer yardımlarla birlikte
ancak 1300 tl civarında olabiliyor. 17 yıllık işçi
bu. Böyle sözleşmelere imza atılıyordu.
-Ben asgari ücretin de altında alıyorum. Bir yıldır çalışıyorum. İşte ücret bordrosu. Bu yasal da
değil. Geçen dönemin son ayının bordrosu. 30-40
tl eksik. Nasıl oluyor? Yapıyorlar işte, meydan
onların.
-Ücretler heryerde aynı olmaya başladı. 2 yıl 9
ay oldu benim burada. Girdiğim günden itibaren
aylarca iş baktım çevrede. İş var ama aynı ücret ve
koşullarla. Ücretler aşağıya doğru eşitlenmiş durumda. Nereye gitsen aynı koşullar aynı ücretler…
İşçilerin haklarını savunarak koruyup geliştirmesi gereken sendikaların patronlarla işbirliğine gidip işçi düşmanlığı yapması, işçileri patrona ihbar ederek işten attırmaları vs son yıllarda iyice ayyuka çıktı. Örneğin Türk Metal'in
Renault'ta, Bosch'ta, Arçelik'te yaptığı bu. En
son Arçelik'te belgeler de yansıdı internete.
Sohbet sırasında işçiler mesai ücretlerindeki kesinti
ve yeni giren işçilere uygulanan düşük ücret uygulamasına son verilmesi gerektiğini söylediler.
Eğer talepleri karşılanmazsa grevden geri adım atmayacaklarını belirten işçilerin direnişte duydukları
kararlılık her hallerinden belliydi.
İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları işçilerle birlikte
çay içip sohbetlerine devam ettiler. Ayrıca İşçi
Meclisi'nin 36. sayısını işçilere verdiler.
İstanbul'dan İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları
Akın Tekstil'e
Sendikalardan Ziyaret
TEKSİF grevinin Lüleburgaz ayağında Akın Tekstil var. Yaklaşık 1000 işçi budanan ikramiyeleri,
neredeyse durmuş ücretlerine karşı grevdeler.
Grevdeki işçilere gün boyu otoyoldan geçen arabalar kornalarıyla destek oluyor. Mesai bitimlerinde ise bir şeritte işçi götüren, bir şeritte işçi getiren
servislerin kornaları ses cümbüşü yaratıyor.
Mesai bitiminde Kristal-İş'e bağlı cam fabrikalarından, Petrol-iş'e bağlı Zentiva fabrikasından işçiler
Akın Tekstil'e geldiler. KESK üyeleri de yerlerini
almıştı. Biraraya gelmenin sonrasında sloganlarla
fabrika önüne kadar yüründü ve burada bir basın
açıklaması gerçekleştirildi. Her sendika adına yapılan ayrı konuşmalarda ortak olan nokta mücadele
etmeden hiçbir hakkın kazanılamayacağıydı.
Sizi sendika değiştirmeye iten nedenler neydi?
DİSK Birleşik Metal-İş'e neden geçtiniz?
İşçi meclisi olarak direnişçi işçilerden başarı dileklerimiz ve "üzerimize düşeni yapalım, olur"
inancıyla, tekrar buluşmak dilekleriyle ayrıldık.
Grev alanlarında işçilerin temsilen bulunması,
hem binlerce işçinin grev alanından öğrenerek
daha çetin mücadelelere kendini hazırlaması
noktasında bir eksiklik, hem de bu binlerin daha
bugünden açığa çıkaracağı enerjiye set çeken boyutuyla grevi zayıflatıyor. Bir başka sıkıntılı nokta
ise grevdeki bazı fabrikalarda taşeron eliyle üretimin devam etmesi. Tekstilde fabrikaların sözleşme
dönemleri farklılık gösteriyor. Bu grev sonraki
sözleşmeler açısından belirleyici olma noktasında
patronlar arası dayanışmayı yaratmış durumda.
Daha sonraki cam sözleşmelerini de düşündüğümüz zaman, kazanıldığında moral motivasyon
olarak sınıfa kazandıracakları düşünüldüğünde ise
işçi sınıfı açısından henüz hakettiği dayanışmayı
örememiş gibi duruyor.
-Maaşların düşük olası, maaş düşüklüğü…
Gebze'den İşçi Meclisi okurları
Trakya'dan Bir İşçi Meclisi Okuru
Bu 3 işçiyi neden attılar?
Onlar da işçiye karışmadıkları için işten çıkarıldılar. 'Bunlar sizin bölümden neden müdahale
etmediniz' denilip çıkarıldılar. Bu arkadaşlar bu
konunun sendikanın işi olduğunu ve kendilerinin
karışamayacağını söylediklerinden, müdahaleyi
kabul etmediklerinden işlerinden oldular. Anlayacağınız burada tam bir patron sendikası vardı.
Buna benzer şeyler burda da var. Hatta burada
hemen atıyorlar. Geçen sene de 20 kişi attılar.
Ama o zaman böyle hazırlığımız yoktu. Biz sözleşmeyi beklemiştik.
Yeni sendikanız yetki aldı mı?
Yok, daha alamadı. Eylül'ün 2-3′üne doğru karar
bekliyoruz. Biz üzerimize düşeni yapalım da olur.
6
işçi meclisi
Hava-İş'te Değişim Rüzgârları:
Ali Gülçiçek'le Görüştük
Bir yandan grevi sürdürürken bir yandan da örgütlenme çalışmalarına hız veren Emek Meclisi adına
8 Temmuz itibariyle Hava-İş başkan adaylığını açıklayan 25 yıllık THY işçisi Ali Gülçiçek'le görüştük.
Aralık ayında yapılacak olan Hava-İş 27.
Olağan Genel Kurulu öncesinde sendikal anlayış farklılıkları temelinde örgütlenmeler de
kendisini ortaya koymaya başladı. Grevin seyrinin de ivmelendirdiği bu süreçte, öncesinden
beri sendikal muhalefet yürüten Gökkuşağı
Hareketi'nin yanı sıra, Emek Meclisi de varlığını ve seçimlerde adaylığını açıkladı.
Tabii, bir de, deklarasyonunda yer alan "şirketimize olan aşkımız" ifadesiyle patron uşağı
karakterini gizlemeye bile gerek duymayan Değişim Hareketi var!
Emek Meclisi tarafından dağıtılan Seçim Bildirgesi'nde Hava-İş'in 1989 Bahar
Eylemleri'nden bu yana olan sürecinin, son 10
yılda çok daha şiddetlenen hak ve mevzi kayıplarının bir tablosu sunuluyor. Bilindiği gibi,
sendika yönetimi neredeyse 25 yıldır başında
Atilay Ayçin'in bulunduğu aynı ekip ve anlayıştan oluşuyor.
Gerileye gerileye sırtı duvara dayanmak
Yaklaşık 6 bin 500 havayolu işçisinin performans kriterleri bahanesiyle zorla emekli edilmesi veya işte çıkarılması, işçi sınıfının son 10 yılda aldığı darbelerden sadece biri. 1991′de THY
ve Havaş'ta yapılan ve 40 günü bulan grevler
sonrasında 800 işçi işten atıldı. Aynı yıllardan
itibaren, Çelebi, Iran Air, Polonya Havayolları, KTHY'de TİS yetkileri kaybedildi. '93′te
grev oylamasında THY'den hayır, Havaş'tan
evet oyu çıktı. Gerek bu evet oyu, gerekse de
'94′te pilotların örgütlü oldukları sektörel TALPA derneği önderliğinde gerçekleştirdikleri 3
günlük grev, işten çıkarmalarla sonuçlandı.
Hava-İş'in erimesi, sonraki grev oylamasında de
evet oyu veren Havaş'ın özelleştirmesi ile ivmelendi. Özelleştirme sonucu 2 bin Havaş işçisi
işten çıkarılırken, Hava-İş de sadece THY'de
yetkili sendika olarak varlığını sürdürebildi.
2002′ye kadar klasik sendikal döngüler içerisinde geçen ve TİS imzalamakla sınırlı "sendikal
faaliyet" yıllarından sonra tünelin ucu göründü.
Yalnız bu kez tünelin ucunda karşıdan gelen tren
vardı! Daha açık ifadeyle, neoliberal tekelci kapitalist dönüşümün havayollarında tam bir buldozer etkisi ile yaşanması… Neoliberal üretim
ve emek organizasyonu, işçi sınıfının gücünü,
bileğini kıra kıra yerleştirildi. Özelleştirmeler,
bölümlerin parçalanarak taşeronlaştırmanın
yolunun açılması, sendikalaşma girişimlerinin
yüzlerce işçi işten çıkarılarak, sürgün edilerek
kırılması, özelleştirilen bölümlerde 2 binden
fazla sendikalı işçinin tasfiyesi, bu yıllarda birbiri ile iç içe, eş zamanlı olarak yürütüldü. THY
yönetimi, yasalara ve uygulanmasına da ruhunu
veren neoliberal tekelci kapitalist saldırının
bütün gücünü arkasına almış olarak, 2011′de
kurduğu HABOM'da şimdi de AKP teknesinde
büyümüş Çelik-İş'i yetkili sendika haline getirmeye çalışıyor.
Havayolu işçileri, en küçük hak alma çabalarına
karşı sadece THY yönetiminin değil bütün bir
tekelci sermayenin, medyanın bataryalarını ateşlediği koşullarda 2007′de grev oylamasında bir
kez daha evet dediler. Ancak TİS'in işçilerin iradesi dışında imzalanması ve daha sonraki saldırıların hiçbirinin püskürtülememesi, tekelci sermayeye havayolunda grev yasağına cüret etme
gücünü verdi. 29 Mayıs 2012'de grev yasağına
karşı yapılan eylemde kabin ve teknik bölümden
500'e yakın işçi işten çıkarıldı. Bundan 1 yıl
sonra, TİS görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine 15 Mayıs'ta başlatılan grev ise,
yalnız THY işçileri için değil, bir bütün olarak
işçi sınıfı için kara bir tabloyu ortaya çıkardı. 16
bin işçiden 15 bininin katılmadığı bir grevdi bu.
"İşçilerin greve katılmama nedeni
sendikaya güvensizlik"
Bir yandan grevi sürdürürken bir yandan da
örgütlenme çalışmalarına hız veren Emek Meclisi adına 8 Temmuz itibariyle Hava-İş başkan
adaylığını açıklayan 25 yıllık THY işçisi Ali
Gülçiçek'le görüştük.
Ali Gülçiçek, bugün 109. gününü dolduran greve işçilerin çoğunluğunun katılmama sebebini
sendika yönetimine duyulan güvensizlik olarak
açıklıyor. Hava-İş yönetimine olan tüm eleştirilerine rağmen grevin işçinin silahı olduğunu
söyleyen Ali Gülçiçek, "Grevin durduğu yer
onurlu ve ahlaklıdır" diyor.
Ali Gülçiçek, Türkiye devrimci hareketinin
Hava-İş'i özel olarak ele alması ve kafa yorması, bunun bir tez konusu olması gerektiğini
söylüyor. Neden Hava-İş? "Çünkü Hava-İş'in
geldiği durum, işçi sınıfının 12 Eylül sonrasındaki sürecini anlatır. Sendikalardan olan tüm
şikâyetlerimizi anlatan bir sonuçtur. '89 Bahar
Eylemleri 12 Eylül'e karşı ilk ciddi mücade-
Grev süreci genel kurula kadar
gider. Aslında bizim de üzerimize
yıkılan bir taştır. Fakat grev işçinin
silahıdır. Grevin durduğu yer onurlu ve
ahlaklıdır. Biz Hava-İş yönetimi dahil
polemiği aşağı indirmek istemiyoruz.
İşçileri bölen değil, ilkeleri tartışan bir
konumlanma içinde olmak istiyoruz.
leydi. Sendikaların yönetimleri değişti. Daha
açık, şeffaf, demokratik bir yapı oluştu. 25 yıl
sonra 2013′te ise, daha kapalı, daha bürokratik,
mafyalaşmış bir sendika yapısı söz konusudur.
İşçilerin değil sendika yönetimlerinin ve sermayenin kazandığı, işçilerin kaybettiği bir süreçtir.
Fakat 2013-2014 sendikal hareketin tabandan
gelişeceği bir süreç olacak. Yoğurdu üfleyerek
yemeliyiz. Söyleneni yapan bir yapı oluşmalı.
İşçi sınıfı sendikalara güvenmiyor."
Hava-İş grevinin neden bu noktaya geldiğini
ise şöyle açıklıyor. "Bu yıl iki önemli grev başarısızlığı yaşadık. Biri Tek Gıda-İş Çaykur, biri
Hava-İş grevi. Aslında grev başlamayacaktı.
Çünkü Hava-İş yönetimi umutlarını grevin ertelenmesine bağlamıştı. Bunu teknik kısımda
bizzat söylediklerini biliyoruz. Greve son gün
çıkılmaz. Onun için bir hazırlık yapılır. THY yönetimi, 2009 TİS'inde bunların tabanla bağının
olmadığını gördü. Hava-İş iş güvencesini kaldıran ikale maddesine imza attı. O zamandan beri
taşeronlaştırmaya, işten çıkarmalara hız verdi.
HABOM'u kurdu. 14 bin işçi bu grevde sendika
yönetimine inanmadığı için çalıştı. '91 dâhil
hiçbir dönem pilotlar greve bu kadar istekli olmamıştı. Ama üniformalarını giyip işe geldiler.
Ve grevin 3. günü uçuş rekoru kırdık!"
Bunda 305 işçinin işten çıkarılmasının bir payı
var mıydı? "Hayır, zaten Atilay Ayçin 305′i ne
bir mücadele için, ne de sınıf hareketine katkı
için düşünüyor. Bu onun kendisini temizleme
operasyonuydu. Bu tavırları ile o Türkiye devrimci hareketini yanıltıyor."
Ya grev bundan sonra nasıl seyreder? Ali Gülçiçek, bütün zayıflıklarına rağmen grev silahının
bırakılmaması gerektiğini söylüyor. Bu yönüyle
sendikal muhalefet politikası düzleminde de
sendika yönetimine eleştiri ve güvensizlikle
"açıklanan" greve katılmama tutumu arasına bir
sınır çizgisi çekiyor. "Grev süreci genel kurula
kadar gider. Aslında bizim de üzerimize yıkılan
bir taştır. Fakat grev işçinin silahıdır. Grevin
durduğu yer onurlu ve ahlaklıdır. Biz Hava-İş
yönetimi dahil polemiği aşağı indirmek istemiyoruz. İşçileri bölen değil, ilkeleri tartışan bir
konumlanma içinde olmak istiyoruz."
Emek meclisleri
İşçilerden nasıl bir karşılık alıyor Emek Meclisi? "Biz adaylık açıklaması yaptığımız 8
Temmuz'dan beri işyerlerindeyiz. İşçiler bizi
sorguluyorlar. Sorularını sendika yönetimi yerine bize soruyorlar. Sendikanın içini temizlememiz lazım. Sendikacılığın bir meslek olmaması,
temsilcilerin seçilmesi, meclis yapılarının oluşturulması, mali açıdan şeffaf olması, işyerinde
7/24 sendika görevlisinin bulunması… Bu işkolunda işçilerin tartışan, sorgulayan bir yapısı
var. Bu da olumlu geri dönüşlere sebep oluyor."
Emek Meclisleri nasıl oluşturulacak? Bunu ge-
7
işçi meclisi
nel kurul sonrası mı yoksa şimdiden işletilmesi
gereken bir süreç olarak mı düşünüyorsunuz?
"14 meclis düşünüyoruz. Kokpit, kabin, kargo,
yer hizmetleri, teknik, ikram, idari hizmetler,
kadın, engelliler, sosyal faaliyetler, HABOM,
TEC, TGS ve İSG. Örneğin 2 bin 400 pilottan
meclise 1 üye 25 kişiyi temsil edecek. 2 bin
teknisyende 1 üye 50 kişiyi. Meclisler sendikadan bağımsız olacak. Sendikayı denetleyecek.
Sendikaya inançsızlık, güvensizlik, tehdit ve psikolojik baskılar işimizi zorlaştırıyor. Fakat her
toplantı sonrası olumlu geri dönüşler alıyoruz.
HABOM'da Çelik-İş'e üye olmayan işçiler örneğin bu çalışmanın bir unsuru. Başarabilirsek bu
Hava-İş'te bir devrim olacak. Sendikacının yediğinin içtiğinin, mali hesabının verilmesi, tüzüğünde yer alması bütün sendikaları sallayacak.
Çünkü devrimciler bu hesabı işçilere vermeli."
Emek Meclisi içinde yer alanlar genellikle eski
kuşaktan mı oluşuyor? Genç bir kadro var mı?
"Var, fakat onlar öncelikle içinde yer almak istiyorlar. 50 kişilik bir meclis yapısı var halen.
Başkan adayı dâhil delege seçiminden sonra
belirleyelim diye düşünüyorduk fakat başkan
adayının bilinmesi gerektiği sonucu çıktı. Aslında '89′dan itibaren komiteler konusunda çok
direttik. O zaman 'Bunu yapmazsak yarın bu
koltuklarda oturanlara düşman olacak işçiler'
diyordum. Bizim gücümüz buradan, bu meclis
anlayışından geliyor."
İşkolundaki ücret makasından, kolektif bir bilinç ve mücadelenin zorunluluğundan konuşuyoruz. "Büyük bir makas var. Aprondaki 1000
alırken pilotlar 25 bin TL alıyor. Fakat '94′te
pilotlar dinlenme süreleri için dernekleri önderliğinde üç gün sendikadan bağımsız işi durdurdular. TİS'lerin ücrete endeksli olmaması lazım.
Temel sorun ücret değil. Aynı zamanda sosyal
haklar, çalışma süreleri, sınıf mücadelesinin
ana damarını değiştiren bir durumun olması.
Bu çalışmayı meslek gruplarıyla, derneklerle
birlikte oluşturacağız. Dernekleri dışlamamak,
düşman gibi görmemek gerekiyor. BTS de en
önemli partnerimiz olacak. Aynı zamanda işkolu
örgütlenmesinde TÜMTİS, demiryolları sendikaları. Havayolunda kazanılmış TİS maddeleri
bile THY tarafından uygulanmadı. Örgütlene-
Devrimcilerin özverilerinin yanında çağı örgütleme becerisinin olması gerekiyor. Ülke
koşulları, tarihsel yapı, insan yapısı açısından devrimcilerin uzun vadeli stratejisi nedir.
Siyaseten söylenenlerle sınıfla bağ açısından yokuz. Neden işçiler bizimle yürümüyor. Demokrasi
sorunu, rejim sorunu bununla sınıf hareketi ilişkisi farklılıklar içeriyor
ceğiz. Düşmanımız bile bize saygı duymalı. Bu,
uçucuların en büyük sorunudur. Önemli olan
işçiyle birlikte yapmaktır. İşçinin yaptığı, anayasanın da yasaların da üzerindedir. Hak-İş AKP
desteğiyle, Türk-İş keza baraj hesabıyla örgütlenmeye çalışıyor. Biz devletten ve sermayeden
bağımsız olmak istiyoruz. "
Gezi sürecinin sendikal demokrasi ve kendi
kararlarını verme talebinin ivme kazanmasında
nasıl bir etkisi oldu? "Sömürünün olduğu yerde özgürlük olmaz" işçilere nasıl taşınabilir?
"Gezi'ye işçiler örgütlü değil bireysel olarak
katıldılar. Şimdi forumları dışardan takip var.
Ancak forumlardan örgütlenme ve sonuç çıkarılması gerekiyor. Bir savaş süreci geliyor. Devrimcilerin bu süreçte yalnızlaştırmayan, çoğaltan, ayrılıkları birleştiren bir dil kullanması gerekiyor. Ve tabii Kürt hareketi ile ilişkinin daha
farklı kurulması gerekiyor. Bugün 10 yaşındaki
çocuğun elinde i-phone var. Devrimcilerin özverilerinin yanında çağı örgütleme becerisinin
olması gerekiyor. Ülke koşulları, tarihsel yapı,
insan yapısı açısından devrimcilerin uzun vadeli
stratejisi nedir. Siyaseten söylenenlerle sınıfla
bağ açısından yokuz. Neden işçiler bizimle yürümüyor. Demokrasi sorunu, rejim sorunu bununla sınıf hareketi ilişkisi farklılıklar içeriyor."
Ali Gülçiçek, Hava-İş yönetiminin devrimci
güçler içerisinde hak etmediği bir yeri olduğu
kaygısının altını çiziyor. Grev süreci de içerisinde olmak üzere bürokratik sendikacılık, işçinin
öz iradesininin ortaya koyulmaması, kendisini
etkileyen karar süreçlerinin hiçbirinde yer almaması konularında görüşlerimizi paylaşıyoruz.
Ali Gülçiçek, sözlerini "Devrimciler işçilerle
tanışmalıdır. Onları daha fazla dinlemelidir.
İşçilerin söylediği her şey değerlidir. Duvarlarımızı yıkmalıyız" diyerek tamamlıyor.
İki Deyim, Bir Gerçek
Kişinin iştir aynası lafa bakılmaz:
Kişimiz tüzel, ama yarattıkları sonuna kadar
gerçek. Kum torbası niyetine, işçi olmanın diyetini Marmara'da ölerek ödemek bu gerçeklerden
biri. Ömer Seyfettin'in Diyet'inin kapitalize
edilişi. Bu romanda başrolü oynamak için işçi
olmak yeterli. Patronlar hep perde arkasında ya,
gazete köşelerinde bir işçi ölüm haberinde yer
almıyor olmaktan pek de rahatsız değiller. Kişimiz tüzel, geleceğine güvenle bakan baretli işçi
figüri ki -bu bakışların tek nedeni işçinin kafasına küçük geldiği belli olan barettir- SGK'ya
yolu düşen her gerçek işçiyi karşılar. Bu ciğer
seni bir soluk anca yaşatırın gerçek olduğunu
anladığımızda 6 ayda bir çekilen ciğer filmleri
montaj mıydı şaşkınlığının çeresizliğe dönüşü
yok bu güvenli gelecek propaganda resimlerinde. Tüzel Kişiliğimiz Çalıştıranların Bakanlığı.
Hani aylık 400 liraya köle pazarı kurup patronlara sunan bakanlık. Hani kuş kadar ücreti kesintiye boğan Maliye'nin ekürisi. İşçiden yağını
çekip patronlara fonlayan, kemiklerinden de
-ki ona da kıdem diyebiliriz- bu fona yol yapan
Bakanlık. Deyimimizdeki laf güvenli gelecektir.
İş ise kıdem, örgütlenme özgürlüğü, yaşama
özgürlüğü gibi işçinin geleceğe kör topal da olsa
güvenli bakmasını sağlayacak her şeyi budamaktır. Bu çelişkinin gerçekçi bir çözümü var.
Resimdeki işçi yere yatırılır ve üzerine bir patron çıkarılırsa, "geleceğe güvenle bakıyorum"
mesajı Çalıştıranların Bakanlığı açısından gerçekçi bir propaganda resmine dönüşüverir.
Aslan yattığı yerden belli olur:
Çalışma ve İş Kurumu, Çalıştıranların
Bakanlığı'nın bir klanı. Türkiye'nin dört bir
yanında bu kurumun önünde eylemler oldu.
BES denilen sendikanın çarpıtmalarına karşı da
ikinci deyimimizi dile pelesenk olmuş haliyle
İŞKUR'a adadık. Mevzu şu efendim. İş ve Meslek Danışmanları (İMD), her şeyin doğrusunu
bilen Neoel(kırarım) Baba'nın torbasından bir
kart çektiler. Kartta "kırk satır mı, kırk katır mı"
yazıyordu. 1 ay geçince anlaşıldı ki ya kadroya
geçip 800 lira düşük ücreti kabul edeceklerdi
ya da sözleşmeli kalıp işten atılmayı göze alacaklardı. Oyunbozanlık yapan İMD'ler kartta
yazmamasına rağmen mücadeleyi seçtiler ve
81 ilde basın açıklaması gerçekleştirdiler. BES
üzerinden yapılan açıklamalarda: BES işsizlere şartları, güvencesi belli olan işler bulmakla
yükümlü İŞKUR için, İMD'ler için yaratılan
belirsizliğe nazire yapmak gayesiyle "terzi
kendi söküğünü dikemez" yakıştırmasını yaptı.
Buna şiddetle itiraz ediyoruz. Doğrusu "aslan
yattığı yerden belli olur"dur ki Çalıştıranların
Bakanlığı'nın bu klanına en yakışan da budur.
Öyle ya esnek çalışmanın, taşeronun, hem ücret
hem de çalışma koşulları açısından en son çalışılacak işlerin insan kaynakları gibi çalışan bu
kurumun kendi çalışanlarına da başka türlü davranması beklenmezdi. Kurs adı altında 20–25
liraya köle pazarlayan bir kurumun kendi çalışanlarının ücretini 800 lira düşürmesi çok görülmemeli. Öyle ya aslan yattığı yerden belli olur.
8
işçi meclisi
Rojava ve Ortadoğu Denklemi
Katliamın arkaplanı
Rojava'ya yönelik saldırılar yerel ve bölgesel
birçok bağlamı içeriyor ve yine bu unsurların
ihtiyaçları doğrultusunda yeni taktiksel esnemelere açık görünüyor. 2013′ün başından itibaren,
ÖSO ve çok kutuplu muhalefetin içine düştüğü
açmaz, ABD, AB ve bu eksenli bölge stratejisinin
bir eklemi olmayı koruyarak kendi hareket alanını genişletme niyetindeki Türkiye'nin dönem
politikalarının da farklılaşma zorunluluğuyla
resmiyet kazandı. Bir yandan, Suriye ekonomik
dengesindeki hegemonik rolünü korumak isteyen
Rusya-Çin-İran ekseninin geri adım atmaması,
diğer yandan bunu da besleyen şekilde ÖSO'nun
kitle damarından bütünüyle kopması ve kendi iç
çatışmalarının, Kürt hareketini kapsayamamasının etkisiyle Esad'ı devirme rolünden oldukça
uzaklaşması, Esad birliklerinin hem Kuseyr gibi
stratejik alanların kontrolünü alması hem de moral üstünlüğü ele geçirmesi, emperyalist bölge
projelerince kısa sürede devrilmesi beklenen Esad
otokrasisinin ömrünü uzattı. İslamcı silahlı gruplar, Esad birliklerine kaybettiği birçok bölgenin
ardından coğrafi olarak da sıkıştı. Hizbullah'ın
açıktan Esad'ı destekleyerek savaşa girmesi ve
iç bölgelerdeki silahlı muhalefet varlığının kırılmaya başlaması, Esad'ın güçlü olduğu bölgelere
girmeyi başaramayan grupları asgari bölgesel
hâkimiyet planı çerçevesinde, ağırlığı Irak sınırında bulunan bölgede kontrolünü geliştirmeye
itti. PYD'nin kazandığı fiili güç çerçevesinde
Rojava'nın coğrafi birliğini sağlamaya yönelik
gerçekleştirdiği adımlar ile silahlı çetelerin asgari
bölgesel hâkimiyet geliştirme planı doğrudan birbirine çarptı.
ÖSO ve diğer İslamcı paramiliter çetelerin yaşadıkları coğrafi sıkışmanın yanı sıra, Kürt kontrolünün petrol kuyularının yoğun olarak bulunduğu
yerleşimleri de kapsamaya başlamasına karşı
hamle geliştirmeye çalıştıkları görünüyor. El
Nusra'nın öne çıkan unsurunu oluşturduğu çeteler
YPG ile giriştikleri savaşta karşılaştıkları topyekün direnişe karşı birçok noktada geri adım atmak
zorunda kalmasının da yarattığı hınçla, Kürt silahlı kontrolünün etkin olduğu bölgeyle coğrafi
açıdan bağları kopuk olan, görece savunmasız
Kürt yerleşimlerine saldırarak Kürtleri farklı bir
yönden sıkıştırmayı hedefliyor. El Kaide'nin bölge
kolu El Nusra, iç savaş atmosferinin ilk gününden
bu yana İslami bir yönetim kurma amacıyla sivillere yönelik katliamlar gerçekleştiren, sürecin başından itibaren Türkiye'nin bölgedeki birinci taktik yönelimi eşliğinde desteklenen, hiçbir meşru
talep zemini bulunmayan, siyasal tutumunu ağırlıklı olarak finansör ülkelerin bölge çıkarlarına
uyumlu belirleyen bir çete. Serakaniye, El Tabyad
gibi yerleşimlerin ya da petrol kuyularının bulunduğu bölgelerin kaybından da ötede Kürt özerkliğine bu etmenler ve kendi yeni Suriye planlarının
eşliğinde bütünüyle karşılar. Rojava'da Kürtlerin
kazandığı fiili insiyatif, başta ÖSO olmak üzere
tüm muhalefet unsurlarını rahatsız ediyor ve Kürt
etkinlik alanının kırılmasına yönelik saldırganlık,
tabandan kopuk muhalefetin ana reflekslerinden
birini oluşturuyor.
Türkiye'nin büyük payı kapma hayalleri,
zorunlu taktiksel esnemeler
Bilindiği üzere, Türkiye'nin Suriye politikasının
birinci yönelimi, içerisinde bulunduğu muhalefeti tümüyle desteklemek, muhalefetin Esad
karşıtı çıkarları ile kendi bölgesel hegemonya
ÖSO ve diğer İslamcı paramiliter çetelerin yaşadıkları coğrafi sıkışmanın yanı sıra, Kürt
kontrolünün petrol kuyularının yoğun olarak bulunduğu yerleşimleri de kapsamaya
başlamasına karşı hamle geliştirmeye çalıştıkları görünüyor. El Nusra'nın öne çıkan
unsurunu oluşturduğu çeteler YPG ile giriştikleri savaşta karşılaştıkları topyekün direnişe
karşı birçok noktada geri adım atmak zorunda kalmasının da yarattığı hınçla, Kürt silahlı
kontrolünün etkin olduğu bölgeyle coğrafi açıdan bağları kopuk olan, görece savunmasız
Kürt yerleşimlerine saldırarak Kürtleri farklı bir yönden sıkıştırmayı hedefliyor.
alanını geliştirme, planlanan kapitalist dönüşüm
ve entegrasyon sürecinin büyük dilimini kapma
siyasetinin ihtiyaçlarının bileşikleşmesini sağlayarak, ÖSO'yu kendi uzvuna dönüştürmekti.
Türkiye, ABD ve AB'nin, muhalefetin zemin
kaybı ve Rusya'da cisimleşen mali oligarşik güç
merkezinin Suriye üzerine yapılan pazarlıklarda
güç kazanması üzerine doğrudan askeri müdahale seçeneğini askıya almaya başladığı dönemde
dahi, askeri müdahaleci eğilimini sürdürmüş,
kendisinin baskın rolü oluşturacağı Kuzey'de
tampon bölge projesinin kabul görmesini sağlamaya çalışmıştı. Öte yandan, Türkiye'nin
Suriye politikasının sıkışmasının asıl etkeni
olan ÖSO'nun kapsayıcılık ve iç bütünlük başta olmak üzere güç unsurlarını kaybetmeye
başlamasına karşın, orta vadede kapitalist güç
merkezlerinin kontrolü dışına çıktığı da çokça
görünen aşırı İslamcı çeteleri beslemeyi sürdürmüştü. Rojava'da PKK çizgisine yakın PYD'nin
ana örgütlü gücünü oluşturduğu fiili insiyatif
kazanımı, Kürtlerin bölgesel güç denklemindeki
konumunu arttırması, Türkiye'nin saldırgan projesinin hareket alanını daha da daraltan, ezilmesi
gereken bir unsur olarak belirginleşiyor, Kürt
otonomisine olan düşmanlık, finansörü olduğu
silahlı grupların tutumuna da belirgin biçimde yerleşiyordu. Bununla birlikte, Türkiye'nin
geliştirdiği emperyalist kapitalist işbölümünün
yayılımının çıkarlarına bağlı olmakla birlikte
bölgesel rolünü genişletme doğrultusundaki
görece özerk saldırganlık politikası, Suriye'de
muhalefetin yaşadığı sıkışmanın da bir sonucu
olarak, ABD-AB-Rusya-Çin arasında gerçekleşen, emperyalist müdahale seçeneğini dönemsel
olarak rafa kaldıran, uzlaşmacı geçiş tasarımının
sınırlarına gerilemek zorunda kalmıştı. Değişen küresel güç dengelerinin bir sonucu olarak
Türkiye'nin gözü kara Suriye politikası balans
ayarı yemişti.
Reyhanlı saldırısı, Suriye ve Ortadoğu politikasının uğradığı hasarların doğrudan iç politikada
da karşılığını bulması ve AKP'nin yaşadığı çok
yönlü sıkışma, PYD'nin ezilerek denklemden
çıkarılmasına imkân bırakmayacak ölçüde etkinlik alanını arttırması, küresel diplomaside yediği
balansla birlikte, Türkiye'yi farklı seçenekleri
aramaya yöneltiyor. 2013 Newrozundan itibaren
hız kazanan burjuva neoliberal barış süreci ile
Kuzey Kürdistan'da kapitalist yeniden yapılanmaya dönük mesafe kateden Türkiye burjuvazisi,
Kürtleri Ortadoğu'daki yayılmacı düşlerinin bir
payandası haline getirmeyi de gündemleştiriyor.
Öcalan'ın mektubu da, Türkiye'nin bölge gücü
olma stratejileriyle uyumlu bir dokuyu içeriyordu.
Kürtlerin artık kırılarak tarih sahnesinden silinemeyeceğinin kendini göstermesi, hem bölgesel
emperyalist kapitalist dönüşüm stratejilerine hem
de Türkiye'nin bunun lokomotifliğini üstlenerek
kendi rolünü öne çıkarma düşüne Kürtlerin bir
aktör olarak eklenmesi ve Kürt varlığının doğrudan kapitalist dönüşümün ihtiyaçlarıyla yeniden
dizaynı taktiklere yerleşiyor. Kapitalist bölgesel
yapılanmanın ihtiyaçlarıyla tam uyumlu Güney
Kürdistan'daki Kürt yönetimi ile ekonomik, siyasal bir birliktelik zeminine sahip Türkiye burjuvazisi, Barzani'yi PYD ve Rojava insiyatifini esir
alma planının etkin parçasına dönüştürerek, kendi
hegemonyasında kurulacak Kürt bölgesi seçeneğini de gelecek kurgusuna yerleştiriyor. Rojava'ya
yönelik saldırıların başlamasının hemen ardından
PYD lideri Salih Müslim'ün Türkiye'ye gelmesi,
Dışişleri Bakanlığı ve MİT yetkilileri ile görüşmesi, Türkiye'nin PYD ile diyalog geliştirmeye
yönelik ilk kamuoyuna açık adımıydı. (Bununla
birlikte, Salih Müslim bu kamuya açık görüşmelerden önce de Türkiye ile değişik zaman aralıklarında üç görüşmelerinin olduğunu söyledi. Bu
sürecin başlama tarihi de neoliberal reformist barış görüşmelerinin başlama süreciyle örtüşüyor.)
9
işçi meclisi
Bunu, Barzani yönetimiyle gerçekleştirilen görüşmenin izlemesi ve yazıyı kaleme aldığımız sıralarda Barzani'nin Müslim'ü görüşmeye çağırması,
Suriye'deki krize yönelik Türkiye taktiklerine
Kürt diplomasisi ile pazarlığın da yerleştiğine dair
örnekler sunuyor. Müslim'e bir yandan Esad'la
ittifak yapmaması ve kontrol dışı bir özerklik
ilanına girişmemesi yönünde baskılar yapılırken,
Kürt dinamiğinin bölge planına entegrasyonunun
taşları döşenmeye başlıyor.
Türkiye'nin güncel Rojava politikasını, bölge işçi
ve emekçilerinin kanı üzerinden işleyen çift yönlü kapitalist taktik esneklik oluşturuyor. PYD-El
Nusra çatışmalarından çıkacak her sonucu kendi
kapitalist yayılım politikaları açısından kazanıma
dönüştürmeyi istiyor. Bir yandan, El Nusra ile
olan ilişkilerini sürdürüyor, bu çetelerin ihtiyaçlarını karşılıyor. İmkan bulduğu taktirde saldırgan
politikasını yeniden güncellemek, doğrudan müdahale fırsatını kaçırmamak istiyor. Diğer yandan
çok halkadan kendini gösteren birinci yönelimin
sıkışma haline karşı, yeni bölge güçlerinin kendi
hedefleri doğrultusunda dizaynını içeren bir taktiksel planı da masaya yatırıyor.
Türkiye'nin bölge programı
bölge işçi sınıfının uzlaşmaz karşıtıdır
Türkiye'nin de bir parçası olduğu bölgesel emperyalist kapitalist dönüşüm ve entegrasyon süreci, bölge proletaryası, kent ve kır yoksullarının
tümüyle aleyhine işleyecek bir bölgesel sömürü
çarkı yaratmaya dönük yüzünün yanında; düştüğü
açmazlar, savaş atmosferi, kirli savaş yöntemleri
ve katliamlarla işçi ve yoksulların kanını döküyor. Türkiye'nin bölge hegemonyasını geliştirme
atılımı, mevcut işleyişinden gelecek bağlamlarına
kadar, Türkiye işçi sınıfının da içinde bulunduğu
bölge işçi sınıfının uzlaşmaz karşıtıdır. Gözlerini
çevirdikleri, emek sömürüsünü, meta egemenliğini, sefalet koşullarını bölgesel planda yaşamımıza dayatacakları bir sömürü cenneti yaratma
projesidir. Bu yeniden yapılanma sürecinin sıkışmalarının faturasını katliamlarla yine bölge işçi
ve emekçileri ödüyor. İşçi sınıfı hem Türkiye'nin
saldırgan Ortadoğu politikasına hem de bunun
bir sonucu olan Rojava'daki katliama sessiz kalmamalıdır. Hesaba katmadıkları, Ortadoğu'daki
düzenli kapitalist geçiş programlarını aşındıran,
onlarca taktiksel hamleye ihtiyaç duydukları
düzlemi yaratan, kendi hegemonyalarının sınırlarını aşan kitlesel öfke birikimi olmuştur. Yine
gelecekte de, ortaya çıkan siyasal, toplumsal kriz
tablosunu küresel mali oligarşi için cehenneme
çevirecek olan işçi sınıfının öfkesi, kar cetvellerinin sınırlarına sığmayan gelecek ufku olacaktır.
PYD, Kürt ulusal siyasetinin sınırları dışında bir dizi diplomatik çaba, destek odağı
üretmeye çalışırken, Rojava Kürtlerinin kazandığı stratejik konum Türkiye'de süren
neoliberal barış süreci ve Türkiye'nin güç kaybeden Ortadoğu politikası dâhil birçok politik
döngüyü sıkıştırıyor, yeniden yapılanma zorunluluğunu dayatıyor. Hızlı alt üst oluşa, krizin
dinamizmine yanıt veremeyen, eski güç ilişkilerine dayalı politikaları sürdürmek isteyenler
hızla güç ve konum kaybı yaşıyor.
sinin temsilcisi, tüm dünya için demokrasi ve
özgürlük savunucusu ilan etmiş, bölge açısından
da Batı demokrasisinin en ideal model olduğunu, kendilerinin de bu gelecek ufkunu paylaştığını açıklamıştı. Müslim'in küresel mali oligarşi
ve onun siyasal temsilcilerine olan ilgisi uzunca
zamandır yürüyen diplomatik temaslar ve görüşmelere dair bilgilendirmelerinden de görülüyor.
Suriye'de süren siyasal kriz ve eski diktatörlüğün otorite boşluğundan da faydalanarak, ancak
esas olarak Rojava halkının gücüne dayanarak
kazanılan konumun temsilcisi PYD'nin, Rojava
Kürtlerinin kaderini bölgesel-küresel güç odaklarıyla bütünleşik bir çizgide belirleme eğilimi,
savaşta kazanılan konumun masada törpülenmesi sonucunu da içeren bir geleceği şekillendirecek.
Rojava'da bir yandan çatışmalar sürerken diğer
yandan bölgesel ve küresel burjuva güç odaklarının politika geliştirme arayışları, hamleleri
belirginleşiyor. PYD, Kürt ulusal siyasetinin
sınırları dışında bir dizi diplomatik çaba, destek
odağı üretmeye çalışırken, Rojava Kürtlerinin
kazandığı stratejik konum Türkiye'de süren neoliberal barış süreci ve Türkiye'nin güç kaybeden
Ortadoğu politikası dâhil birçok politik döngüyü
sıkıştırıyor, yeniden yapılanma zorunluluğunu
dayatıyor. Hızlı alt üst oluşa, krizin dinamizmine yanıt veremeyen, eski güç ilişkilerine dayalı
politikaları sürdürmek isteyenler hızla güç ve
konum kaybı yaşıyor.
Suriye denkleminde, hem Esad hem de ÖSO
cephesi ile sınırlarını çeken konum alış, iki güç
odağınca da baskılanmak istenen Kürt insiyatifinin zorunlulaşan tavrıydı. Hem ABD-AB
ve kendi bölgesel güç marjını yukarıya çekme
amacıyla bütünleşik Türkiye'nin bölge politikası hem de Esad ve Suriye'de mevcut ekonomik etkinliğini ve siyasal çıkarlarını koruma,
güçlendirme derdindeki Rusya-İran'ın Suriye
taktiğinde Kürtlere yer yoktu. Rojava, bu süreçte birçok kurguyu da parçalayarak kendi
insiyatifiyle stratejik anlamda önem kazanan bir
bölgeye dönüştü. Bugün PYD'nin halen bölgesel
burjuva diplomasisinde belirgin bir yere yerleşmemesi, bir yandan islamcı paramiliter çeteler
yoluyla bastırılma çabasının sönümlenmemiş
olmasıyla, öte yandan belirginleşen Kürt varlığına karşın bölgesel güç odaklarının tasarımının
sallantılı bir süreçten geçmesiyle taktiksel esneme konusunda yaşadıkları krizlerle bağlantılı
okunabilir. Bölgede pragmatik bir hareket olarak
bilinen PYD'nin, zorunlu güncel konumu dışında ABD'den Türkiye'ye, Güney Kürdistan'dan
Rusya'ya birçok burjuva aktörün de içerisinde
olduğu, kendi konumunu güçlendirecek bir politik zemin belirleme çabası da görünürdür.
PYD lideri Müslim geçtiğimiz günlerde
ABD'nin kendileriyle ilişki kurmamasını anlamsız bulduğunu, PYD'nin ABD ile hiçbir sorunu
olmadığını söylemiş, ABD'yi Batı demokrasi-
El Parti olarak bilinen Suriye Kürt Demokrat
Partisi, KDP'nin Suriye'deki uzantısı. Rojava'da
ciddi bir taban desteğine sahip değil. Buna karşın Rojava'da yaşanan çatışmalar döneminde
Rojava'nın geleceği ve
bölgesel-küresel güç odakları
Güney Kürdistan'ın gücünü kullanarak PYD'yi
sıkıştırmaya çalışan başka bir aktördü. Rojava'da
katliam yaşanırken Barzani uzunca bir dönem
buna sessiz kaldı; destek bir yana, çatışmalar
sırasında önemi artan Semelka sınır kapısını
kapalı tutarak Rojava Kürtlerini zor duruma düşürdü ve bu yolla PYD'yi uzlaşmaya zorlamayı
hedefledi. El-Parti'yi taşeron olarak kullanan
KDP'nin Rojava'yı PYD ile bölüşme, bir parçasını ele geçirme planı yaptığı biliniyor. Türkiye
de güvenilir müttefiki KDP'nin Rojava üzerindeki toplumsal tabanı olmayan istemleri ile
ortaklaşıyor. Barzani, Rojava çatışmalarının ilk
bölümünde Kürt kamuoyunda da tepki yaratan
bu rolü oynadı ve dolayımlı olarak El Nusra'nın
saldırılarından faydalanmak istedi.
"Rojava'daki masum sivil Kürtler'in korunması
için gerekirse bugüne kadarki tüm kazanımlarımızı feda etmeye hazırız." Bu söz de Barzani'ye
ait. Keza Barzani Rojava katliamlarındaki rolünü örtülü oynamak zorunda. Semelka sınır
kapısının kapalı olduğu PYD kaynaklarınca
defalarca kez söylenirken, Güney Kürdistan
yönetimi yetkilileri bunu reddediyor, zaman zaman kamuoyu baskısı nedeniyle ambulansların
geçişine izin vermek zorunda kalıyor, bunu da
televizyonlarda yayınlayarak PYD'yi gerçekleri
çarpıtmakla suçluyorlardı. Öte yandan Serakaniye ve Tırbesbiye'de süren çete saldırılarına karşın Rojava'nın direnmeyi sürdürmesi ve yıllarca
süren ağır kölelik koşullarına karşı kazandığı
zemini kolayca terketmeyeceğini göstermesi
KDP'yi de Türkiye gibi, aynı zamanda Türkiye
ile bağlantılı bir esnekliğe gitmek zorunda bıraktı. Günler sonra Kürt Ulusal Kongresi Hazırlık
Komitesi'ne yazı göndererek Rojava hakkında
araştırma istedi. Adım gibi görünen bu gelişmenin, katliamın boyutları ayan beyan ortadayken
araştırmayı yeni gündeme taşıması yönüyle
diğer politik hesaplara içerili bir ilgisizlik hali
olduğu söylenebilir. Öte yandan KDP, sınır kapısının açılması, Rojava Kürtlerine yardım edilmesi başlıklarını da kendi çıkarlarıyla birlikte ele
alıyor. PYD'nin çatışmalarda güç kaybetmesi,
Kürt özsavunma aygıtlarının işlevsizleşmesi büyük bir istekle bekleniyor. Bu durumda Barzani
peşmergeyle birlikte denkleme kurtarıcı rolünde
girmeyi hesaplıyor. Böylece El Parti sahip ol-
10
işçi meclisi
madığı toplumsal tabana karşın öne çıkarılabilecek, peşmergenin Rojava'ya girmesi sağlanacak ve varlığı meşrulaşacak. PYD'ye dayatılan
Rojava'yı paylaşma planı da daha güçlü bir
biçimde gündeme taşınabilecek. Türkiye'nin bölgesel yaklaşımının hemen her kıvrımında uyum
sağladığı KDP'nin Rojava'da güç kazanmasını,
YPG güçlerinin etki alanının kırılarak peşmerge
etkinliğinin artmasını olumlu karşılayacağı açık.
Tüm bu yönleriyle İslamcı çete saldırılarının ilk
hedefi olan Rojava'yı ezmek dışında, görünürleşen bunu başaramama halinde Rojava'nın yeniden dizaynı için iklimi uygunlaştırmak gibi bir
yönü de bulunuyor.
Bunların yanında, Rojava kazanımlarının PYDPKK'nin bölgesel gücünü, bölge yeniden organizasyonu planlarındaki stratejik konumunu
ve dengenin yeniden kurulması süreçlerindeki
çatışma-pazarlık ikilisi içerisindeki etkinlik
alanını oldukça arttırdığını eklemeliyiz. Güncel
durumda neoliberal barış programının yaşadığı
sıkışmalar, Rojava bağlantısını da sonuna dek
içeriyor. Türkiye, PKK-PYD'nin güç kazanımından tedirgin oluyor, bölge kapitalist yeniden
organizasyonunda sözü geçen taktik kırılım ve
esneme zorunluluğu, çabalarının arasında gitgeller yaşıyor, Mısır'da gerçekleşen darbeyle
liberal İslami demokrasi temelinde bölge siyasal
yapılanması düşününün darbelenmesinin, Gezi
direnişiyle iç politikada sahip olduğu tatlı su
atmosferinin dağılmasının sonucunda düzenli
süreç yönetimi imkânını yitiriyor. AKP içi de
dâhil Türkiye burjuvazisinin yaşadığı iç gerilimler, Türkiye'nin hem çıkarlar hem de organik
olarak bileşiği olduğu küresel mali oligarşinin
yaklaşımı, Türkiye'nin bölge yeniden dizaynında
yeniden yeşertmek istediği etkinlik ve güç alanı, bunun ihtiyaçları kurulmak istenenin aksine
Türkiye'nin bölge politikasını kaotikleştiriyor.
Bu kırılan önceki denge durumunun yeniden
üretimi sürecinin doğal karakteridir. Türkiye'nin
bu arkaplanda neoliberal barış sürecini de beklenen tempoda ilerletemediğini, aynı zamanda güç
kazanan PKK'nin basınç yaratmaya başladığını
görüyoruz. Türkiye'nin çok sayıda seçeneği biriktirmeye çalıştığı Rojava denklemindeki pozisyon alışı, neoliberal barış sürecinin ilerleyişini
de doğrudan etkileyecektir. Burjuva uzlaşma
programına dönüştürülmesi hedeflenen anayasa
sürecinde AKP'nin sınırlı düzeydeki Kürt ulusalkültürel hakları konusunda dahi tutarlı adım at-
maması, PKK-BDP'nin istemlerini zorlayıcı bir
zemine çekme gayreti olarak görünürleşen sıkışmanın arka plan öğelerinden biri de Rojava'da
PYD'nin kazandığı ve tümüyle korumak istediği
ekonomik-siyasal-toplumsal güçle Türkiye'nin
ve çıkar ortaklığı içerisindeki KDP'nin saldırı
ve pazarlığı içeren bu gücü kırmaya yönelmiş
çabalarıdır.
Kürt Ulusal Kongresi'nin yaklaştığı dönemde
Barzani ve bağlantılı El-Parti'nin PYD ile diyaloğa açık pozisyona geçiş yapmasının yanında,
Rojava denklemine müdahil olmak isteyen başka
bir güç odağı da kendini gösterdi. Geçtiğimiz
günlerde Müslim'in İran ziyareti bir tanışma
toplantısı olarak açıklansa da, Esad rejimini destekleyen İran'ın Rojava'daki duruma dair müdahalelerde bulunmak istediği görünüyor. İran, El
Kaide tandanslı çetelerin saldırılarına karşı PYD
ile ortak bir zemin bulmak niyetinde. Bunun
yanında Müslim, İran'ın kendileriyle dayanışma
içinde olacağı vurgusunu yaptı. İran'ın El Kaide
çetelerine karşı PYD ile ortak zemin arayışının
diğer bir halkasını da elbette İran'ın Esad diktatörlüğüyle çıkar ortaklığı zemininde önemsediği
Suriye'nin parçalanmaması vurgusu oluşturuyor.
Müslim'in toplantı sonu demecinde İran'la bu
konuda hemfikir oldukları da yer alıyor. Rusya
Dışişleri Bakanı Lavrov, Rojava'daki saldırılara
ilişkin farklı zamanlarda iki açıklama yapmış,
Kürtlere yönelik katliamların varlığından söz
ederek BM'yi göreve çağırmıştı. Rusya-İran'ın
konum alışının ana yönünü, Suriye'de küresel
bağlantılarıyla devam eden çatışma sürecindeki
denge durumuna 2. Cenevre Konferansı öncesi kendi lehine bir girdi yaratmak oluşturuyor.
Bunun yanında ABD-AB bölge politikasının
çatlaması, Türkiye'nin basınç altında yaratmaya
çalıştığı hamlelerin Rojava'da etkinlik kurmasını
engellemesiyle oluşan mali oligarşik hegemonya
boşluğunun bu eksence doldurulması, önemli bir
parçaya dönüşen Rojava'nın Rusya-İran'ın bölgesel çıkar planlarında yer bulması yönünde birikim oluşturulmaya çalışılıyor. PYD, bugün bu
tür görüşmelerin tümüne Rojava'daki etkinliğini
koruduğu ölçüde açık.
PYD-PKK'nin burjuva pragmatik -ulusal zemin ve güncel üretim, siyaset, toplum ilişkileri
bağlamında doğallaşan- karakteri, Kürdistan'da
kazanılan gücün korunmasını ve bunun bir
dizi bölgesel burjuva aktörle tam, yarı, geçişli
biçimlerde kurulacak ilişkilerle bütünleşik sağlanmasını beraberinde getiriyor ve getirecektir.
Çoklu burjuva diplomasisinin doğrusal sonucu,
Rojava'nın geleceğinin Rojava Kürtlerinin taleplerinin değil, bu taleplerin bölgesel güç odaklarının bölge programına entegrasyonu temelinde
şekillenmesidir. Müslim'in Türkiye ziyaretinin,
özerklik seçeneğinin baskılanması ve PYD'nin
hareketine sınır koymaya çalışmasının, İran
dâhil bir dizi odakla Suriye'nin bütünlüğü kaygılarının paylaşılmasının, ABD ve AB'ye Kürt
burjuvazisinin Kürdistan çıkarları bağlamında
kendilerini de dikkate değer bir güç olarak ele
alması ve emperyalist kapitalist bölgesel entegrasyona dâhil olma isteklerinin çıkış noktasını
Rojava toplumunun özgür geleceğini inşa etme
isteği değil, topluma dayanarak elde edilen gücün üzerinde bölgesel burjuva güç odağı olarak
şekillenme, burjuva programlarına entegre olarak kendi çıkarlarını koruma düşüncesi oluşturmaktadır.
Açıktır ki bu süreç, sadece ulusal talepler ekseninden dahi düşündüğümüzde fiilen kazanılanın
törpülenmesini doğuracaktır. PYD ve El-Parti'yi
küresel-bölgesel güç odakları açısından bir aktöre dönüştüren, Rojava'da geri dönülmez bir
etkinlik sağlayan Rojava yoksul halkının yıllardır boynunda taşıdığı kölelik zincirine olan
öfkesi, ağır yoksulluk koşullarından kurtulma
isyanıydı. Politika masası ise bu insani yaşam ve
özgürlük talebinin bağımsız politikasıyla, hem
Esad hem de Türkiye ve küresel mali oligarşinin
sınırlarını da parçalayan bir direnişle kurulmuyor. Suriye'nin ya da neoliberal barış sürecinde
olduğu gibi Türkiye'nin parçalanmasına karşı
kaygıları kabul eden tarafın, savaşı veren, katliama uğrayan, kanı pahasına içerisinde bulunduğu
önceki cendereyi parçalayan Rojava halkı olmadığından emin olabiliriz. Kürdistan'ın her parçasında yıllardır köleliğe, esarete karşı mücadele
veren Kürt işçilerinin, emekçilerinin, Rojavalı
kır yoksullarının karşısında yeni bir soru belirginleşiyor. Rojava'nın geleceğini gün durumunu
yaratan olduğu gibi kendi talep, istemleri, bölgesel, enternasyonal temelde dünya işçi sınıfıyla
birleşen çıkarları mı belirleyecek? Yoksa kazanımlarının üzerine kurulan burjuva güç ilişkileri diplomasisi, Rojava'yı bölge programının
parçasına mı dönüştürecek? Biri ulusal, sınıfsal,
cinsel köleliğe karşı özgürlük dünyasını, diğeri
alabildiğine sömürü özgürlüğünü vaadediyor.
Kıbrıs sizin
savaş geminiz değil
Suriye'ye yönelik olası emperyalist müdahaleye,
güneyinde İngiliz üsleri bulunan Kuzey Kıbrıs
halkından da tepki geldi.
Aralarında DAÜ-Sen, KTÖEÖS, BKP Gençlik, TDP Gençlik Örgütü, YKP Gençlik, Baraka Kültür Merkezi, Pir Sultan Abdal Kültür
Derneği'nin de olduğu 12 kurum tarafından
İngiliz Yüksek Komiserliği ile ABD temsilciliği
önünde basın açıklaması yapıldı.
Kuğulu Park'ta toplanan eylemciler önce İngiliz
Yüksek Komiserliği önünde, ardından ABD
temsilciliği önünde eylem yaptı. "Kıbrıs sizin
savaş geminiz değil", "Katil ABD petrol uğruna Ortadoğu'yu kana bulama" yazılı pankartlar
taşınan eylemde, "İngiliz üsleri dışarı" sloganı
atıldı.
Yapılan açıklamada Kıbrıs'ın Suriye'ye yapılacak bir askeri müdahalede, müdahaleyi yapacak
olan güçlerin bir odağı haline geleceği belirtildi.
Hem Suriye'deki rejime hem de Suriye'ye askeri
müdahaleye karşı oldukları vurgulanan açıklamada, "Ülkemizdeki gasp edilmiş topraklardaki
askeri üslerin kullanılarak ülkemizin de bu
emperyalist saldırganlığın parçası haline getirilmesini kabul etmiyoruz. Kıbrıs'ın iki yanındaki
örgütlere çağrımız, bölgeyi bir kez daha kan
gölüne çevirecek böylesi bir savaşa taraf olunmaması, adadaki üslerin kullandırılmaması hava
sahasının kapatılmasıdır" denildi.
11
işçi meclisi
Mısır: "Kırk satır mı kırk katır mı?"
Geçtiğimiz ay Mısır'da Müslüman Kardeşler
destekçilerine yönelik günler boyu süren bir
katliama sahne oldu. Müslüman Kardeşler 2
bine yakın insanın hayatını kaybettiğini açıklıyor. Uluslararası haber kaynaklarına göre ise
bu sayı 600′ü geçti.
Adeviye Meydanı'na ancak saldırının başladığı günün geç saatlerinde girebilen polis, ana
sahneyi ve meydanda kurulu bulunan hastaneyi ateşe verdi. Müslüman Kardeşler sözcüsü
Cihad el Haddad, polis tarafından ateşe verildiği sırada hastane içerisinde sağlık görevlilerinin bulunduğuna dair bir açıklama yayınladı.
Altı katlı sahra hastanesinin cesetlerle dolu
olduğu ve polisin ölü sayısını gizlemek için
cesetleri yaktığı da iddia ediliyor.
Darbeye olumlu yaklaşmaları üzerine ABD
ve AB ile gerçekleştirilen temasların başını
çeken liberal Cumhurbaşkanı Yardımcısı Muhammed el Baradey, katliamın çapının büyüdüğü saatlerde istifasını verdi. Baradey istifa
mektubunda, "Kabul etmediğim ve sonucundan korktuğum kararların sorumluluğunu almak benim için zorlaştı. Tek bir damla kanın
sorumluluğunu bile üstlenemem." ifadelerine
yer verdi.
Öte yandan darbe destekli geçici hükümetin
Dışişleri Bakanı Muhammed İbrahim, Müslüman Kardeşler'in lideri Bedii'nin tutuklandığını açıkladı. Bedii, Nasır kentindeki Adeviye
Meydanı yakınlarındaki evinde gece saatlerinde gözaltına alındı. Mursi'nin devrilmesinin
ardından Bedii'nin yardımcısı Hayrat el Şatır
da gözaltına alınmış, Bedii'nin 38 yaşındaki
oğlu Ammar Bedii Ramses Meydanı'ndaki eylemlerde vurularak ölmüştü. Luksor kentinde
de çok sayıda Müslüman Kardeşler yöneticisine yönelik baskınlar düzenlenmişti.
Emperyalist kapitalizme bölge entegrasyonu
temelinde Mısır'da küresel mali oligarşik düzenli geçiş programı yeniden duvara çarptı.
Siyasal kriz her yönden derinleşirken Ordu,
İhvan, liberal muhalefet, laik koalisyon gibi
siyasal parçalar kapsayıcı sermaye dizaynı
için işlevli aktörlere dönüşemediler. Ordu-İhvan kutuplaşmasının dışında kalan aktörlerin
de, sıcak sokak atmosferi dolayımıyla kenara
çekildiği görülüyor. Sosyal demokrat solun
da desteklediği el Baradey, başta Mursi karşıtı eylemlerin yaygınlaşmasında rolü olan
Temerrüd hareketi olmak üzere birçok Mursi
karşıtı grup tarafından sorumluluk almaktan
kaçtığı gerekçesiyle eleştiriliyor. Devrimci
Sosyalistler ise, El Sisi'ye bağlı güçlerin gerçekleştirdiği katliamı kınadıklarını, Mursi gibi
ordu katliamına da karşı çıkılması gerektiğini
belirten bir açıklama yayınladı. "Kahrolsun
askeri yönetim! Eski rejimin dönüşüne hayır!
Müslüman Kardeşler'in dönüşüne hayır! Tüm
iktidar ve zenginlik halka!" sloganlarına yer
verdi.
Tunus'ta
Yeniden Eylemler
Tunus'ta mevcut iktidar partisi Ennahda'ya
karşı geçtiğimiz aylarda başlayan eylemler hız
kesmeden sürüyor. Daha önce gerçekleştirilen
eylemlerde Tunus hükümeti uzlaşma yolunu
seçmeye çalışmış, eylemcileri temsilen Tunus
Genel İşçi Sendikaları (UGTT) ile müzakerelere başlamıştı. Bununla birlikte eylemciler,
eylemlerini birkaç reform sonucunda bitirmemekte kararlı. Meydanlarda hükümete yönelik
talepler değil, hükümetin istifa etmesi talebi
öne çıkıyor. 2011′de Bin Ali'nin devrildiği süreçte sıkça kullanılan "Halk rejimin düşmesini
istiyor" sloganları yeniden yaygınlık kazanıyor.
Kurucu Meclis binası önünde "Kurucu Meclis
feshedilsin", "Halk rejimin düşmesini istiyor"
sloganlarıyla kitlesel bir eylem gerçekleşti.
Eylemlerde, hayat pahalılığı, temel yaşamsal
gereksinimlerin karşılanmaması, silahlı islamcı
çetelerin varlığı öne çıkarılan sorunlar. Eylemlerin çağrıcılarından Ulusal Kurtuluş Cephesi,
Ennahda hükümetinin meşruiyetini yitirdiğini
ve derhal istifa etmesi gerektiğini açıklayarak
bir haftalık sürekli eylem çağrısı yapmıştı. Dün
güçlü şekilde yeniden kendini gösteren eylem
dalgasının yoğunlaşarak sürmesi bekleniyor.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşanan güncel kriz, Ennahda'nın da üzerinde bulunduğu
İslamcı-liberal fay hattının çatlamasına yol
açmıştı. Mısır'da Mursi'ye karşı sahneye çıkan
kitleler, Tunus'ta da önemli etkiler yaratmıştı. Öte yandan Tunus işçi ve emekçileri, Bin
Ali'nin devrilmesi sürecinden başlayarak biriktirdikleri önemli mücadele deneyimlerine
sahipler. Eylemlerinin sonuç alıcı gücünün farkındalar. Bu nedenle, Tunus'ta başlayan eylem
dalgasının sermayenin bastırma mekanizmalarıyla sönümlenmesi kolay değil. Öte yandan,
bölgesel gelişmelerin sonucunda oldukça kırılgan bir düzleme oturan Ennahda da ilk etapta
eylemlere saldırmayı değil, uzlaşma-müzakare
süreçlerinden sonuç almaya çalışmayı hedefliyor. UGTT ile gerçekleştirilen görüşmeler önümüzdeki günlerde sürecek. Ennahda'nın kitlelerin insiyatifiyle kararmaya başlayan geleceğini,
yine kitlelerin iradesi, kararlılığı ve bölgesel
burjuva güçlerden ne denli bağımsızlaşabildikleri, kendi geleceklerini kendi ihtiyaçlarıyla ne
ölçüde şekillendirebildikleri gösterecek.
Ankara'da 1 Eylül
1 Eylül Dünya Barış Günü KESK,
DİSK, Ankara Tabip Odası, İHD,
HDK, Kurd-Der, ÖDP, EMEP, SDH,
Halkevleri, Kaldıraç, TKP 1920,
Anarşistler ve LGBT'lerin de katılımıyla Kolej'de kutlandı.
Toros Sokak'tan başlayan yürüyüş
boyunca "Savaşa hayır, barış hemen
şimdi", "Katil ABD Ortadoğu'dan
defol" gibi bilindik sloganlar atılırken özellikle Kürtler barış sürecine
vurgu yapan sloganları yükselttiler.
Kitle en çok Türkiye'nin Ortadoğu'daki kirli savaş politikalarına karşı belirlemişti sloganlarını, "Suriye
ve Rojava halkları yalnız değildir"
sözleri ise Ortaoağu'da hegemonya
savaşlarının yaşandığı şu günlerde
farklı bir Barış Günü atmosferini
ortaya çıkardı. Eylemde BDP ve
HDK'nın ağırlığı gözlendi.
Türkçe, Kürtçe ve Arapça yapılan
konuşmalarla eylem başladı. Konuşmaların ortak noktası Rojava, Suriye
ve Mısır'da yaşanan katliam ve savaşlardı. Rojava'da şu günlerde en
vahşi katliamın gerçekleştirildiğinin
altı çizildi. Mısır'daki olaylar karşısında ise devletin timsah gözyaşları
döktüğü, aslında kendilerinin insanları katlettiği ve katledenlerin yanında olduğu belirtildi. Türkçe yapılan
konuşmada devletin kendi ülkesinde
insanların üstüne gaz bombaları
ve tazyikli su ile saldırdığı, buna
rağmen insanların Gezi'de sokağa
döküldüğü vurgulandı. "Savaşta da
barışta da kardeş halklar örgütlenecek. Tarihi genaraller, iktidar değil;
halklar yazar" denildi.
BDP Mardin milletvekili Erol Dora
da alandaydı ve bir konuşma yaptı.
Konuşmasına 1 Eylül'ün Dünya
Barış günü olduğunu ama coşkuyla
kutlanamadığını söyleyerek başlayan Dora bütün halkların yan yana
özgürce yürümesi için örgütlenmek
gerektğinin altını çizdi. Kürtçe ve
Türkçe yapılan konuşmlarda da değinildiği gibi barış süreci hakkında
"silahlı mücadele artık miadını doldurmuştur" dedikten sonra 8 aydır
hiçbir insan ölmediğini söyledi.
Sürekli hükümet üzerinden yapılan
eleştiriler dışında sisteme karşı neredeyse hiçbir şey söylenmedi. Yürüyüş sırasında yalnızca cılız birkaç
ses sınıf temelli slogan attı. Hergün
canına kastedilen, sakat bırakılan,
kendisi için değil patronlar için yaşamaya mecbur kalan işçi sınıfının
sorunları adeta görmezden gelindi,
gündemin yoğunluğu içinde kendine
yer bulamadı.
12
işçi meclisi
Korku Genelgenizi
Gezi Ruhuyla
Parçalayacağız
Görkemli ve kitlesel Haziran direnişi sonrasında
burjuva iktidarın Gezi korkusu hala devam ediyor.
Stadyumlarda yasaklar, sanat cephesinde geziye
destek verenleri tehdit etmeler ve Gezi eylemlerine
katılan direnişçilere yönelik tutuklama ve gözaltılar
devam ediyor.
Eylül Sendromu sonrası özellikle de Gezi direnişinin en dinamik gücü olan gençlik cephesi, burjuva
iktidarda daha geniş bir korku yaratıyor. Üniversitelerin ve liselerin açılması ile Gezi direnişinin bu
alanlarda devam edeceği bahanesiyle İçişleri Bakanlığı bir genelge yayınlayarak üniversiteleri birer
yarı açık cezaevine çevirmeye çalışıyor.
İçişleri Bakanlığı, 81 il valiliği ve üniversitelere
gönderdiği genelgede, üniversitelerde yeni dönem
başlamadan önce valilerin başkanlığında, rektörlük
ve emniyet yetkililerinin de katılacağı güvenlik toplantıları yapılmasını istedi.
Siz toplanın; biz gençler de üniversitelerde forumlar
ile "Bu daha başlangıç mücadeleye devam" diyeceğiz.
Genelgeye göre, meydana gelebilecek olaylara süratle müdahale edebilmek için üniversite yerleşkesinde tüm öğretim yılı boyunca sivil polis görevlendirilebilecek. Siviller olaylara, rektörlüklerce çağrılacak çevik kuvvetten önce müdahale edebilecek.
Burjuva iktidarın "kahraman" polisleri şimdi de üniversitelerde yeni katliamlara hazırlanıyor herhalde,
onlarca ton gazı ve onlarca Tomayı neden aldıkları
şimdi daha iyi anlaşılıyor.
donatmasını konu alır. Burjuva iktidar, üniversitelerde zaten yıllardır uygulanan kamera sistemlerinin
bina içleri, yurtlara kadar konması ve var olanların
çoğaltılmasını istemiştir.
Zaten yıllardır üniversitelerde sivil polislerin, ajanların olduğunu biz bilmiyor muyuz, Gezi'de sivil
polisleriniz yok muydu; bu ruhu, bu mücadeleyi
durdurabildiniz mi?
Turnike sistemlerinin kampüsleri birer F tipi cezaevine çevirdiğini hep söyledik, şimdi bu sistemi
daha da yaygınlaştıma peşindeler. Sınıflara, anfilere
turnike koysanız ne yazar ki, "her yer taksim her yer
direniş".
ODTÜ'de uydu göndermek için kocaman bir orduyla kampüse gelen burjuva iktidarın sözcüleri,
gereken cevabı almıştı. Şimdi üniversite açılışlarına
gelen bakan ve bürokratlar için de genelgede bir
madde var. Buna göre rektörlükler, bakan ve bürokratların protesto edildiği durumlarda "gecikmeksizin" polis çağırmakla görevli. Daha dün korkudan
İzmir Fuarı'na gelememiştiniz, Gezi direnişinden
sonra artık kampüslere de gelemeyeceksiniz.
Burjuva iktidar geçen sene sonuna doğru üniversitelerde militan gençlik eylemleriyle karşılaşmış ve
her eyleme gaz bombası ve coplarla saldırmış, ama
anladığı dilden cevabı almıştı. Gezi direnişi ise daha
kitlesel, militan ve birleşik bir cevap olmuştu onlar
için, şimdi korkuları ikiye katlandı.
Big Brother kampüslerde: Bu filmi hepimiz izlemişizdir. Büyük bir korku imparatorluğu yaratmaya
çalışanların ülkenin her yanını kamera sistemleriyle
Yasal olmayan hiçbir eyleme kampüslerde izin
verilmemesi gerektiğini belirten genelgeye biz işçiöğrenciler sadece gülüyoruz. Bugüne kadar zaten
yaptığımız her eyleme soruşturma açmadınız mı?
Uzaklaştırma, okuldan atma cezaları vermediniz
mi?
Nasıl ki mezuniyet törenlerinde Gezi ruhunu unutmadıysak, okulların açılmasıyla burjuvazinin korkularını gerçeğe çevirmek gerekiyor. Gezi direnişi ile
korku duvarını çoktan aştık.
Şimdi kampüslerde Ali İsmail, Mehmet, Abdullah
Can olma zamanı, şimdi kampüslerdeki tekno parklarda, ar-ge'lerde, stajlarda işçi Ethem olma zamanı,
şimdi kampüslerin birer karakola çevirilmesine karşı Medeni olma zamanı!
Sınıfsız
Emperyalist Kapitalistler Gençliğin Kanını İstiyor
Burjuva diktatörlüğünün güvenliği
adına eline pala alarak saldırıya çıkan
Sabri Çelebi'nin hakettiği cezayı burjuva hukuk sisteminden almayacağı
açıktır. Bu olay da sermaye hukuğunun işleyişini, karakterini yeniden teşhir etmiştir. Saldırganın bundan sonra
rahatça uyuyamamasını sağlacak olan
direnişçilerin öfkesi olacaktır.
Suriye'de 2 yıldır süren iç çatışma
süreci, emperyalist kapitalist müdahale seçeneğinin gündemleşmesi ile
bir üst aşamaya geçti. Suriye'de müdahaleye bahane olarak sunulan gerekçe hiçte yabancı olmadığımız bir
gerekçe "kimyasal silah kullanıldı".
Emperyalist kapitalist devletler
kendileri dünyanın en güçlü nükleer
silahlarına sahipken biz gençleri bu
yalanla kandıramazlar.
ABD ve İngiltere'nin operasyon
planları üzerinde çalıştığı, BM Güvenlik Konseyi'ne İngiltere tarafından tasarı sunulacağı, Türkiye'nin
saldırı sonrasını planladığı ve süreci
Esad'ı tümüyle iktidardan uzaklaştırmayla birleştirmek istediği, haberleri
medyada sürekli dolanıyor.
Sürecin başından beri Türkiye kapitalist devleti en saldırgan dış politika
yürüten ülke konumunda. Tabii ki
saldırganlık boşuna değil. Küresel
mali oligarşinin bölgesel hegemonya
ve büyük ortadoğu projesinde Türkiye kapitalizmi de en üstten konumlanmak istiyor. Türkiye kapitalist
devletinin Suriye politikası, bölgesel
hegemonya kurma amaçlı saldırgan
ve yayılmacı bir dış politika.
Bu savaş çığırtkanlığının en temel
nedeni, neo liberal emperyalist kapitalizmi ortadoğuda hâkim kılma
politikasıdır.
Bir yerde savaş varsa bu savaşta acı,
yıkım ve ölümle karşılaşacak olanlar burjuvazi değildir. İşçiler, kent
yoksulları ve gençlerdir. Savaşta ilk
tecavüze uğrayan kapitalistler değil
genç kadınlardır. İlk ölenler kapitalistlerin çıkarları için cepheye sürülen gençlerdir.
Bizleri özgürlük için savaşıyoruz
diye kandırmaya çalışacaklar, onların özgürlükten anladıkları sömürü
cennetlerinin büyümesi, bölgede güç
olma ve kendi çatışmalarında hakim
olma algısıdır. Bizim için ölüm özgürlük olabilir mi?
ve öldürmeyeceğiz diye haykırmalıyız.
Bizleri Suriye devleti kendi sivillerini katlediyor diye kandıracaklar.
Daha dün Roboski'de Kürt gençlerini
Türkiye kapitalist devleti katletmedi
mi? Gezi direnişinde biz gençleri öldüren Türkiye kapitalist devleti değil
miydi? Onlarca ton gaz bombası atan
burjuva devleti şimdi başka bir ülkeyi kimyasal silah suçlamasıyla işgal
etmeye hazırlanıyor.
Biz gençler bizi sömüren, öldüren,
her türlü baskı ve zorbalığı yaşamımızın her alanında bize reva gören
sınıfa karşı sınıf savaşının ancak
bizim savaşımız olacağını biliyoruz.
Biz gençler kendi ülkemizde özgürlük olmadığını burjuva demokrasisinin bizim özgürlük talebimizi karşılayamayacağını çok iyi biliyoruz.
Irak'ta, Afganistan'da ve her türlü
emperyalist kapitalist savaş sonrasında biz o ülkelere gelen demokrasi
anlayışınızı da iyi biliyoruz. Burjuva
demokrasisi siz patronların demokrasisidir.
Suriye'ye olası bir müdahale yapılması halinde gençler olarak bu savaşı durdurmalıyız, savaşa sürülmeyi
kabul etmemeli, burjuvazinin elimize
tutuşturduğu kanlı silahları yere çalmalıyız. Burjuvazi için ölmeyeceğiz
Türkiye kapitalist devletinin Suriye
ve bölge halklarına kan banyosu
pahasına bölgesel güç merkezi konumunu sağlamlaştırmak için geliştirdiği saldırganlık politikası bizim
politikamız değildir. Bizim politikamız komünizmin özgürlük dünyasından beslenir.
Savaşa sürülmek istenen hiçbir genç,
kapitalistin silahının mermisi, silahının ateşleyicisi, emireri olmamalıdır.
Suriyeli ve Kürt sınıf kardeşlerini
kapitalistlerin çıkarları için öldürmemeli, ellerine verilen silahları kırıp
parçalamalı, emirlere itaat etmemeli,
ellerine geçirdikleri silahları kendilerini savaşa yollayan burjuvalara
çevirmelidir.
Sınıfsız
13
işçi meclisi
Beyaz Yakalılar Forumu
Darphane Grevindeydi
Her Çarşamba Abbasağa Parkı'nda bir araya gelen beyaz yakalılar forumu bileşenleri daha önce
aldıkları karar doğrultusunda Darphane'de grevde olan işçileri ziyaret etti.
edinilen birikimler üzerinden değerlendirildi.
Sendikaların canlı, yaşayan, güçlü aygıtlara dönüşmesinin tek yolunun dolayımsız işçi iradesi
aygıtlarına dönüşmeleri olduğunda birleşildi. Bir
çok işçi sendika yönetimlerinin bürokratlaşmasının nedenlerine dair sorular, farklı fikirler paylaştı, renkli bir sohbet oldu. Çağrı merkezi, finans
işkollarındaki işçiler de kendi örgütlenme deneyimlerini anlattı. Darphane işçileri daha önce
hakkında bilgi sahibi olmadıkları ÇMÇ-Der, PEP
gibi örgütlenmeler üzerine sorular sordu, bilgi
aldı.
Sendikal bürokrasi ve sınıf mücadelesinin ancak bunu kırabildiği ölçüde ilerleyebileceği de
sohbetin gündemleri arasındaydı. Mevcut sendikalar, profesyonel sendikacılık, işçilerin karar
süreçlerine katılımı çeşitli grev ve direnişlerden
Beyaz yakalılar forumu varolan işçi grev ve direnişlerini ziyaret etmeyi sürdürecek. Öte yandan
forumun yakın vade gündeminde forumun gündemlerini anlatan, beyaz yakalı işçilere katılım
çağrısı yapan bir bülten çıkartmak var.
Barış ve Demokrasi Platformu'nun düzenlediği
"Gezi'den Lice'ye barış için mücadeleye" mitingi
Kadıköy'de yapıldı. 10 bin civarında katılımın olduğu mitingde Suriye'ye yönelik emperyalist saldırı hazırlıkları protesto edildi.
Genel bir savaş, emperyalist savaş ve AKP karşıtlığı, Kürt halkının Rojava'daki kazanımlarının
desteklenmesi ile antiemperyalizm adına Esad
destekçiliği ile emperyalist kapitalizm koşullarında
ve bugünkü konjonktürde ulusal kurtuluşun mümkün olduğunun altını çizme arasında bir tartışma
#direnmerdiven hashtag'i ile twitter ve
facebook'tan "fırçanı al da gel" denilerek Salıpazarı merdivenlerini griden kurtarma çağrısı
yapıldı. Ayrıca birçok şehirde gökkuşağı rengine
boyanan merdiven resimleri sosyal medyada
paylaşılmaya başlandı.
Beyoğlu Belediyesi ise ortaya çıkan tepkilerin
ardından önce "merdiveni biz boyamadık" dedi.
Ama sosyal medyada belediye işçilerinin merdiveni boyarken çekilen fotoğrafları paylaşılınca
hemen geceyarısı sokakta yaptığı mini plebisit
ile merdivenin olduğu sokaktaki evlere durumu
sordu. "Memnunuz" yanıtını alınca da hemen
merdivenleri gökkuşağı rengine dönüştürdü.
Merdiven deneyimi, Gezi direnişiyle "ben yaptım oldu" mantığının çöpe atıldığının, kendi
yaşamımıza dönük uygulamalara karşı tepkimizi
ortaya koymaya devam edeceğimizin önemli bir
örneği oldu.
Sınıfsız
Web Sitesi Açıldı
Kadıköy 1 Eylül
Barış Mitingi Yapıldı
Büyük çoğunluğunu BDP'li Kürt işçi ve emekçilerle HDK'nin oluşturduğu mitinge devrimci ve
sol hareketin, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB'nin
kısmi ve temsili bir katılımı oldu. Yapılan konuşmalarda savaşın sorumlusunun emperyalistler ve
AKP olduğu ve barışın Gezi'deki gibi halkların
ortak mücadelesi ile kazanılabileceği ifade edildi.
İstanbul Fındıklı'da
Hüseyin Çetinel'in
gökkuşağı rengine
boyadığı merdivenlerin, belediye
tarafından griye
boyanması tepkiyle
karşılandı. Tepki bir çok şehre yayılırken belediye yeni bir Gezi yaşamamak için geceyarısı
harekete geçerek merdivenleri bu sefer kendisi
gökkuşağı renklerine boyadı.
Salıpazarındaki merdivenin griye boyanması üzerine, Diyarbakır Sanat Sokağı, Ankara
Esat Caddesi'nde, İstanbul Kızıltoprak'ta,
Bakırköy'de, Ankara Konuk Sokak'ta, İstanbul
Cihangir'de ve İzmir'de merdivenler gökkuşağı
renklerine boyandı.
Gerçekleşen sohbette Darphane işçileri grevin
seyrini, yaşadıkları sorunları, devreye sokulmaya
çalışılan grev kırıcıları ve grev kırıcılarına yönelik tutumlarını anlattılar. Darphane'de üretimin
gerçekleşmediğinden, stokların tükenmek üzere
olduğundan ve bunun grevin başarıyla sonlanacağına dair beklentilerini, morallerini arttırdığından
söz ettiler. Bunun yanında Darphane'deki çalışma
koşullarının ağırlığından, iş saatlerinden güvenlik amacıyla giyilen ayakkabıların kalitesizliğine
kadar işçi sağlığı sorunlarından konuşuldu. Beyaz yakalılar da kendi çalışma koşullarının yıpratıcılığından bahsetti, çalışma hayatından örnekler
paylaşıldı. Patronlar sınıfının kar odaklı dizayn
ettiği üretimin tüm işçi sınıfının çalışma, yaşam
koşullarının olumsuzluğunun nedeni olduğunda,
üretimin birbirinden uzak görünen parçalarında
çalışmalarına karşın ortak sorunların görülebildiğinde ortaklaşıldı.
Saat 15.00′de bir sinevizyon gösterimi ile başlayan
mitingde İHD İstanbul Şube Başkanı Ümit Efe,
HDK milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile Levent
Tüzel ve DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu
birer konuşma yaptılar. TMMOB İl Koordinasyon
Kurulu adına Süleyman Solmaz ve Barış İçin Kadın Girişimi adına da Seher Kalkan da söz aldılar.
Gezi Direnişi tutsaklarının ailelerinin mitinge katılanları sahneden selamlamasının ardından final
konuşmasını BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş
yaptı.
#direnmerdiven
döngüsünde bulunan, önemli bir bölümü de bu
doğrultuda zaten mücadele yürüten Kürt ulusal
hareketine eklemlenmiş olarak misyonunu Kürt
ulusal birliğine destekle sınırlayan devrimci ve sol
hareket nezdinde, mitingde işçilerin birliği adına
tek kelime söylenmedi.
Forumların "Barış için elele" zincirine müdahaleler
Forumların ortak kararı ile düzenlenen "Barış
için elele" zinciri ise müdahalelerle karşılaştı.
Taksim'de Gezi Parkı abluka altına alındı. Zincir
polis ablukası altında oluşturuldu. Kadıköy mitinginde Taksim'deki zincir sırasında 10 kişinin
gözaltına alındığı duyuruldu. Beşiktaş'ta da Ihlamurdere caddesini kesen polis zincirin caddeye
çıkmasına izin vermedi.
1 Eylül'de bir kadın katledildi
1 Eylül, BDP Küçükçekmece Kadın Meclisi üyesi
Neslihan Harman'ın eski eşi tarafından katledildiği
gün oldu. Neslihan Harman, eski eşi tarafından
kurşun yağmuruna tutulduğu sırada Kadıköy'deki
1 Eylül Barış Mitingine katılmak için Kanarya'dan
kaldırılan araca binmeye hazırlanıyordu.
Bir süredir yapım
aşamasında
olan sinifsiz.
org kullanıma açıldı.
Dergimizin
geçmişte yayınlanan 4
sayısından bazı makaleler de sayfamızda yerini
aldı. Sınıfsız dergisi olarak amacımız internette
web sayfası olarak sadece varolmak değil, yeni
gelişen iletişim ve medya ortamlarını bugünkü
gelişen bilgi akış, kitle iletişim ve gelişme dinamiğine uygun olarak konumlandırmak, fikirlerimizi en uç noktalara kadar götürmek ve hızlı
bir etkileşim ve geri beslemelerle geliştirmektir.
Web sayfamız aynı zamanda yayın ilkelerimizle
uygunluk sağlayan özgür yazılım felsefesiyle
geliştirilen açık kaynak kodlu bir içerik yönetim
sistemi olan WordPress sistemi ile kurulmuştur.
Sayfamız başta işçi gençliğin değişen yapısını,
öğrencilerin, genç kadınların, Kürt işçi gençliğinin güncel siyasetini, sınıfsal, siyasal, ekonomik taleplerini kapitalizm karşıtlığı temelinde
güncel yorumuyla aktarmayı hedefliyor. Sayfamızla ilgili görüş ve önerilerinizi, eleştirilerinizi
iletisim@sinifsiz.org mail adresinden iletebilir
veya sosyal medyadan bize ulaştırabilirsiniz.
http://www.sinifsiz.org
14
işçi meclisi
Sanal Din Savaşları
Başka bir yaşamın da
olabileceğini gördüm
Merhaba dostlar, sizlerle bir kaç şey paylaşmak
istedim.
Bir dönem savaşlar silahla, tankla, tüfekle yapılırken bu dönemde hem tankla, tüfekle hem de sanal
dünyada yapılmaktadır. Bu ara arşivime bakarken
Milliyet'in bir sayfası ilgimi çekti. Sayfada din
savaşlarından bahsediyor. Bir sürü oyun şirketi
kendi din inancına göre oyun hazırlamış.
Milliyet'in yazısının başlığı "Sanal din savaşları".
Hıristiyan, Müslüman ve Yahudiler arasında artan
kutuplaşma, sanal alemde de etkisini gösterdi.
Piyasa, gençleri hedef alan pek çok dini temalı
bilgisayar oyunu dolu! Yazı şöyle devam ediyor;
"Dini temalı oyunlarda on yıllardan beri artış yaşanıyor. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD'nin
teröre karşı başlattığı savaş, bazı çevrelerde
"Müslüman Hıristiyan savaşı" gibi algılanıyor;
soğuk savaş döneminde Batı için evrensel düşman
olarak Sovyetler tanımlanırken bugün radikal
Hıristiyan ortamlarında İslam, radikal Müslüman
ortamlarında ise Hıristiyanlık baş düşman olarak
niteleniyor. İnançlar arasında giderek artan kutuplaşmanın yansımalarını bilgisayar oyunlarında da
görmek mümkün. Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi dünyalarında peşi sıra piyasaya sürülen dini
temalı oyunlarla gençlik hedefleniyor. Bilgisayar
dünyasının en çok konuşulan din temalı oyunları
şunlar:
Umma defence I ve II (Müslüman)
Dünya 2214 yılında İslam bayrağı altında birleşmiştir. Ancak inançsızların bir ayaklanmasıyla
huzur bozulur. Oyuncunun amacı inançsızları
bulup yok etmektir. Oyunda sık sık tekrarlanan şu
ifadeler dikkat çekiyor. "Elhamdülillah, komuta
gemisini yok ettiniz."
Left behind: Eternal forces (Hıristiyan)
Konusu New York'ta geçen Eternal Forces'ta
oyuncunun iki seçeneği var: Şeytana ve ona tapanlara karşı savaşmak ya da şeytanın güçlerine
katılmak. ABD'de bazı kiliselerin 39,95 dolara
satılan oyunu pazarlaması da dikkat çekiyor.
The shivah (Yahudi)
Oyunda inanç krizine giren bir haham canlandırılıyor. Adını Yahudilerin yas merasimlerinden alan
Shivah'ta oyuncu, hem cemaatini hem de parasını
kaybeden bir hahamın eski itibarını kazanması
için çabalıyor.
Evet, dostlar bu iş ne kadar ciddi değil mi? İnsanlığı düşmanlaştırmak için neler yapılıyor. Bu tür
olanaklar insanın gelişimi için harcanmış olsaydı,
daha iyi bir dünyada yaşıyor olacaktık. Diğer yorumları sizlere bırakıyorum dostlar.
Bir İşçi Meclisi okuru
"Yo normal insanım"
Bir telekomünikasyon şirketinin çağrı merkezinde
çalışıyorum. Gün boyu susmayan, durmayan çağrılar içerisinde artık söylediklerimiz, düşünmeden
söylenmiş şeyler oluyor. Aynı işlemi günde 150200 defa yapınca artık iş reflekse dönüşüyor, eliniz otomatik olarak ekrandaki gerekli yere sürükleniyor, gözleriniz otomatik olarak farenin gittiği
yeri izliyor. Bu sırada gün boyu fare kullanmaktan
kaynaklı omuz ağrılarınızı da unutabiliyorsunuz,
o da kanıksanıyor. Tam bir robotlaşma hali yani.
Bu robotlaşma halini çok kere konuşuyoruz,
yaptığımız işin bir sonucu olarak kendimizi buna
benzetiyoruz, ancak bu hadisenin bu kadar somut
biçimde robota benzemek anlamı taşıdığını geçen
gün işyerinde yaşadığımız bir olayla farkettik. Bu
yüzden özellikle paylaşmak istedim.
Gün her zamanki gibi yoğun başlamıştı. Bütün
gün "x ben nasıl yardımcı olabilirim" diye açıp
"y'yi aradığınız için teşekkürler, iyi günler" diyerek kapatıyorduk. Bir çağrı esnasında karşımdaki
arkadaşımın "yoo ben normal insanım" dediğini
duydum ama bir anlam veremedim. Arkadaş çağrısı biter bitmez çağrıda yaşadığı diyaloğu anlattı.
Bir müşteri hatta bağlanıyor, işlemini söylüyor,
arkadaş da yapıyor. Sonrasında müşteri, "pardon
siz robot musunuz?" diye soruyor. Arkadaş da bir
yandan şaşkınlıkla bir yandan da gülerek "yo normal insanım" diye yanıtlıyor.
Evet, biz aslında normal insanız ama yaptığımız
iş, bizi zorladığı çalışma temposu insan olduğu-
muza da şüphe düşürdü.
Bütün gün
aynı işi bıktıran bir tekrarla yapan
eller, gözler,
aynı şeyleri
düşünmeden söyleyen ağızlar, hepsi yaşamak
için katlanmak zorunda kaldığımız bu işin eseri.
Emin olun, bir çağrı merkezi işçisinin yaptığı işle
hemen hemen hiçbir ruhsal bağı yoktur. 9 saatten
12 saatlere dek uzanan çalışma süreleri sadece
yaşayabilmek için hemen herkesin nefret ettiği
tempoyla çalışarak geçer. Bu olaydan sonra daha
da iyi gördük ki, kapitalizm koşullarında çalışma
bizim insanlığımıza da düşman.
Ama emin olun o kadar kolay pes etmeyeceğiz. Zaten başka çaremiz de yok. Bizim insani
özelliklerimizi dahi yontan, emeğimizi kontrol
altına almak, daha fazla para kazanmak için bizi
robotikleştiren patronların bizim için tasarladığı
yaşamın sınırlarına sığmayacağız. Her defasında
"yo normal insanız" diyecek, insan olmanın gerektirdiği gibi davranacak, insanlık dışı çalışma
koşullarına isyan edeceğiz. Kapitalizmi yıkmanın
bir formülü de bence buradan geçiyor. Her gün
daha fazla sayıyla ve daha fazla öfkeyle "biz insanız" demekten.
Bir çağrı merkezi işçisi
Bir kadın olarak Gezi'ye gittiğimde ilk dikkatimi
çeken şey cinsiyet ayrımının olmaması ve büyük
bir dayanışma örneğiydi. Park içinde bambaşka
bir hayat kurulmuştu. Kadınların cinsiyetlerinden
dolayı en ufak bir tedirginlik yaşamadan yürüyebileceği, çimlere uzanabileceği, sadece insan olmanın güzelliğini yaşadığı bir ortam. Herkeste bir
hoşgörü, yardımseverlik, birbirine saygı olan bir
ortam. Sokak çocuğu kavramının ortadan kalktığı,
birileri tokken birilerinin aç olmasının söz konusu
dahi olamayacağı bir yer.
Gezi'ye gelenlerin çoğunluğu kadınlardan oluşuyordu, içinde yaşadığımız erkek egemen sistemden
rahatsız benim gibi kadınlardan. Bu son derece
doğal, çünkü yaşadığımız toplumda kadın için hayat çok zor. Gelenek adı altında kadına dayatılan
yaşam biçimi, kadına hayatı zehir eden baskıcı,
ikiyüzlü, kadını sadece doğurmakla görevli cinsel
bir obje, her zaman erkeğin bir adım gerisinde yer
alan evde hizmetçi haline getirmektedir.
Özellikle son zamanlarda devleti yönetenlerin
televizyonlara çıkıp
kadınlara kaç çocuk
doğurmasından tutun
da doğum şekline kadar
dayatmalar yapması
ve kadının nasıl yaşayacağına karar verme
çabaları artık tahammül
edilemez bir boyuta
ulaşmıştır.
Gezi'ye gelenlerin
çoğunluğu
kadınlardan
oluşuyordu, içinde
yaşadığımız erkek
egemen sistemden
rahatsız benim gibi
kadınlardan. Bu
son derece doğal,
çünkü yaşadığımız
toplumda kadın için
hayat çok zor.
Büyük şehirlerden çıkıp
Anadolu'da daha küçük yerleşim yerlerine doğru
gittiğimizde kadının bir insan olarak var olduğunu düşünmek kendimizi kandırmaktır. Buralarda
kadın için nefes alabilmenin yolu koşulsuz şartsız
erkeğe itaat etmekten geçiyor. İşin en kötü yanı da
kadının bunu kanıksamış olması. Buralarda kadın
olarak dünyaya gelmek doğuştan cezalı, lanetli olmak anlamına geliyor. Buralardaki kadının yaşamı
bir hayat kadınına oranla daha kolay değil, yalnızca yaşadığı sorunlar biraz farklı.
Büyük şehirlerde ise üniversite okuyup uygun bir
iş bulabilmiş kadınlar için hayat biraz daha özgür,
biraz daha rahatken, ekonomik olarak erkeğe bağımlı kadınlar için durum Anadolu'daki kadınlardan daha iyi değil.
Böyle bir coğrafyada yaşayan bir kadın olarak
Gezi'ye gidip kadının da insan gibi yaşayabileceği başka bir yaşamın da olabileceğini gördüm ve
içimde umudun yeşerdiğini hissettim. Anladım ki
aslında her şey bizim elimizde; biz istersek bize
dayatılan bu hayatı değil de olması gereken, hakkımız olan yaşamı kurabiliriz.
Gezi direnişçisi bir kadın
Spor, Piyasa ve Yasak
15
işçi meclisi
Stadyumlarda Gezi direnişi üzerine sloganlar ve buradan doğru yaratılan yeni politika burjuvazinin
korkulu rüyası olacaktır. Endüstriyel futbol karşıtı bir hareketin Gezi direnişi ruhuyla yaratıldığını
bir düşünelim. Milyar dolarlık spor A.Ş.'leri tabii ki bu mayanın oraya evrilmesinden korkacaklardır.
Gezi direnişi sonrasında burjuva iktidarın direnişçi
avı ve ardından özellikle kitleselliğin doruğa ulaştığı spor etkinliklerinde yasaklar gündeme geldi.
Direniş ruhunun stadyum ve spor salonlarında var
olmasından duyulan korku nedeniyle, burjuva iktidarı spor müsabakalarına siyaset yasağı getirdi.
Endüstriyel futbolun ortaya çıkması ve gelişmesi
ile özellikle büyük kulüpler birer devasa şirket
halini alarak, borsada yerlerini aldılar. Şirket haline dönen bu kulüpler aynı doğrultuda kâr odaklı
spor olgusunun yaratılmasına neden olmaktadır.
Yapılan her spor etkinliği birer yeni para kazanma kapısı, şirketlerin borsadaki parametrelerinin
yükselmesi anlamına gelmektedir. Sporcuların
transferleri bile karlı birer ürün alımı meselesine
denk düşmektedir. Son dönemlerde artan oranda
doping, şike vb. meselelerin alt metninde aslında
bu kâr ve rekabet amaçlı spor anlayışı yatmaktadır.
Ticarette her türlü yolsuzluk ve vahşilik nasıl varsa
birer ticaret işletmesine dönen spor dünyasında da
her türlü kirlenme mevcuttur.
Gerçek spor seyirciliği ve yapılan etkinliklerde
taraf olmadan zevk alma olgusu artık giderek ortadan kalkmakta, bu tarz spor seyircileri hızla yok
olmaktadır. Çünkü kapitalizm seyirci ve spor arasındaki ilişki kuruş biçimini takımı için ürünlerini
satın alma, kombine bilet alma biçiminde yeniden
kurmaktadır. Spor kulüpleri hızla sportif A.Ş.'ler
olurken taraftarlar da müşteri olmuştur.
Yaratılan bu vahşi rekabet içerisinde sporcu ölümleri de hızla artmaktadır. Spor etkinliklerinde daha
fazla para kazanmak adına şirket basın sözcüleri
ve kulüp başkanları eliyle yapay çatışmalar yaratılmakta ve o müsabakalara katılım buradan
doğru arttırılmaktadır. Spor, Gezi direnişi ruhunun
stadyumlarda ve salonlarda dolaşmasının korkusu
dışında, burjuvazi tarafından yıllardır geniş kitlelerin uyutulması ve kendi politikalarına yedeklenmesinin aracı olmuştur. Kırk yıl boyunca İspanya
diktatörü Franco ülkesini üç F ile yönetmiş olup
"fado, fiesta ve futbol" söylemi de bunun en bilindik örneğidir.
Stadyumlarda Gezi direnişi üzerine sloganlar ve
buradan doğru yaratılan yeni politika burjuvazinin
korkulu rüyası olacaktır. Endüstriyel futbol karşıtı
bir hareketin Gezi direnişi ruhuyla yaratıldığını bir
düşünelim. Milyar dolarlık spor A.Ş.'leri tabii ki
bu mayanın oraya evrilmesinden korkacaklardır.
Sadece AKP'nin Gezi korkusu yüzünden stadyumlarda siyaseti yasakladığını söylemek bu arka
planın, sermaye-spor ilişkisinin görülmesine engel
olacaktır. Peki, siyaset gerçekten yasak mıdır?
Yoksa burjuvazinin çıkarları doğrultusunda gelişen
siyaset söylemleri, sloganları ve pankartları serbest, muhalefet mi yasaktır?
Futbol liginin Fenerbahçe-Konyaspor müsabakasında yaşanan aslında bu sorunun tam da cevabını
bize vermiştir. Burjuva iktidarın Mısır politikasını
stadyumlarda yansıtmak serbesttir. Fenerbahçe
maçında tribünlerde Mısır'daki İhvancılara ve
Mursi'ye destek görüntüleri vardı. 'Şeref' tribününde Konyaspor'lu bir yönetici boynunda Mursi'nin
silueti olan atkıyla otururken hem Fenerbahçe
hem de Konyaspor tribünlerinde İhvancılar için
pankartlar açılıyordu. "Mursi'ye selam direnişe
devam" pankartının açılması tribündeki siyaset
yasağının kime olduğunu göstermektedir.
Burjuvaziye kendi yasakladığı alanlarda –stadyumlar da dâhil- siyaset serbestken, işçi ve emekçilere siyaset her alanda yasaktır. Gezi ruhuyla
sarsılan burjuva demokrasisi bu ruhun devam etmemesi için elinden geleni yapacaktır.
Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) ile Gençlik ve
Spor Bakanlığı'nın ortak çalışmalarıyla stadyumlarda yasaklar daha da kalıcı ve güçlü hale getiriliyor. E-bilet, güvenlik kamerası ve yüz tarama
sistemi, 6 farklı statta devreye sokuldu. 'Gözlemci
polis' uygulaması da ligin ilk maçıyla birlikte
statlarda yerini aldı. Her takıma zimmetlenen sivil
polisler, takımların deplasman maçlarına dahi giderek düzenli taraftar gruplarını takip edebilecek.
Adeta taraftar grupları timleri oluşturulacak. Tribünlerde fişleme, ajan faaliyet için bulunacak sivil
polislerle direniş sloganlarının atılması, "siyasi"
pankart ya da dövizlerin açılması engellenecek.
"Maç esnasında yanınızdaki taraftarlardan siyasi
tezahürat edenler varsa hemen emniyet güçlerine
bildirin" tarzında bir uygulamanın da hayata geçirildiği söylenmekte, bu uygulama mahallelere
konulması düşünülen ihbar kutularını getiriyor
aklımıza.
Burjuvazinin ihbarcılık politikası her daim var
olan bir olgu olmuştur. Mersin'de yapılan olimpiyatlarda biletlerin belli kesimlere satıldığı ve açılışta yaşanabilecek protestoların önüne geçildiğini
gördük. Aynı durum FB-GS Süper Kupa maçında
da Kayseri'de uygulanmıştır. Maçın Kayseri'ye
alınması da bir tesadüf değildir. Ayrıca taraftarla ilgili yapılan fişleme verileri Türkiye Futbol
Federasyonu'nun (TFF) merkezi veri tabanında
toplanacak. Buradaki taraftarların kişisel bilgileri
incelenmek üzere İçişleri ve Maliye bakanlıklarının erişimine açık olacak. Yapılan incelemelerde
suç kaydı ya da vergi borcu olanlar anında tespit
edilecek.
Burjuva iktidarı ne yaparsa yapsın stadyumlara ve
salonlara Gezi ruhunun taşınması önemlidir, burjuvazinin yasağının sökmediği İstanbul'da Olimpiyat
ve TT Arena statlarında oynanan maçlarda bir kez
daha görülmüştür. Ancak bu ruhun yanında oradaki durumun endüstriyel futbola karşı gelişmesini
sağlamak gerekmektedir. Bu burjuvazinin korkularını katbekat arttıracak, stadyumlarda yakalanan
o havanın sermaye karşıtlığına doğru gelişmesiyle
spor alanından da bir duruş yaratılmasının önünü
açacaktır.
Burjuvazi Gezi direnişinin yanında olan sporcuyu
yerden yere vururken, direnişin karşısında en ırkçı
söylemlerle yer alanı yere göğe sığdıramamıştır.
Bu saldırı yasakların aslında bu alana doğru yöneleceğini de göstermiştir.
Gezi sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Spor alanında da bu sloganı gerçek yaşamla
buluşturmak gerekmektedir.
Gezi sloganları stadyumlarda
Gezi ruhunun kitlesel biraraya gelişlerin yaşanacağı her alana yayılacağını bilen iktidar
futbol maçları başlamadan tehditler savurmaya
başlayarak ön önlem çabasına girişmişti.
Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, statlardaki
tansiyonun artması ve Gezi Parkı olaylarının
statlara taşınması durumunda, bunun bedelini
kulüplerin ödeyeceği açıklamalarıyla tehditler
savurmuştu.
Bu tehditler neticesinde Olimpiyat Stadı'nda
oynanacak Beşiktaş-Trabzon derbisi öncesi polis sabah saatlerinde Çarşı grubunun stadyuma
astığı pankartları tek tek kontrol etti. Pankartlar
stadyuma polis kontrolunde asıldı.
Maçlarda ve stada girişte "Her yer Taksim her
yer direniş", "Biber Gazı oley" ve "Sık bakalım
sık bakalım biber gazı sık bakalım" sloganları
atılırken en coşkulu an maçların 34. dakikası
oldu.
Bu yasakların, tehditlerin, sopa sallamaların işe yaramayacağı İstanbul'da oynanan ilk
maçta gösterildi. Olimpiyat Stadı BJK-TS
maçında Gezi sloganları ile inledi. Olimpiyat
Stadyumu'ndan sonra GS-Gaziantep maçında
TT Arena stadyumu ve FB-Eskişehir maçında
Kadıköy stadyumu Gezi sloganları ile yankılandı.
Sloganları yayının sesini kısarak görünmez
yapmaya çalışan Lig TV'ye yanıt da slogan
atılma anlarını yansıtan ve sosyal paylaşım ağlarında paylaşılan videolarla verildi.
Böylece bir kez daha yasakların, sopa sallamaların, ses kısmaların işe yaramayacağı gösterilmiş oldu.
Berlin'de Öğretmenler Grevde
Eğitim Sendikası GEW´in aldığı kararla,
Berlin´de eğitimciler 21-22 Ağustos'ta iki gün
grev yaptı. İş bırakan eğitimciler sabah saat
9:30′da Dorthea-Schlegel-Platz'ta toplanmaya
basladı, yaklaşık bir saatlik yürüyüşten sonra,
Klosterstrasse'de eyaletin maliyeden sorumlu
Senato binası önünde konuşma ve açıklamalar
yapıldı.
Sendikanın grev kararı almasındaki başlıca etkeni Berlin GEW başkanı Doreen Siebernik söyle
açıkladı: "…Eğitim ve bilim alanında çalışan ücretliler olarak, aynı işi yapıyoruz ama aynı ücreti
almıyoruz ve bu eşitsizlik her geçen gün artıyor,
biz Berlinliler olarak diğer eyaletlerdeki arkadaşlarımızdan da düşük ücretlendiriliyoruz. Ücretlerimizin tarif edildiği gruplandırmamız dahi yok.
Nisan 2012′den bugüne kadar görüşmelerimize
olumlu yanıt verilmedi, sorun devam ediyor ve
Senatör Ulrich Nubaum bu konuda yetkili olduğu
halde, bizleri bu güne kadar oyaladı, bugün grev
yapmayla bizleri karşı karşıya getirdi."
Ver.di sendikası da bu eyleme destek verdiğini
açıkladı ama örgütlü bir katılım olmadı. Sendika
başkanı Frank Bsirske, "…demokratik koşullarda
kim ki iyi ve kaliteli bir eğitim istiyorsa, eğitimcilerin çalışma ve ücretlendirme koşullarını
iyileştirmek zorundadır. Aksi durumda tıkanan
toplu sözleşme görüşmeleri sonucu hizmetler de
tıkanır."dedi.
Almanya genelinde, öğretmen, pedagog, kreş
çalışanları,üniversite çalışanları, sosyal danışmanlar ve bu meslek gruplarından öğrenciler de dahil
olmak üzere, 250 bin kişi bu sendikanın örgütlenme alanında. Berlin'de ise bu sayı yaklaşık olarak
bir grup delegasyon parti başkanları ile görüşme
yaptı. Sendikanın talebi toplu sözleşme taslağındaki taleplerinin kabul edilmesi, ki bunlar arasında eşit ise eşit ücret, maaşların yükseltilmesi,
çalışma koşullarının iyileştirilmesi ön planda yer
alıyor. Bu alanda çalışan eğitim işçileri üç kategoride konumlandırılıyor.
-Devlet kadrosunda çalışanlar ki bunların yasal
olarak grev hakkı yok, görece maaşları yüksek.
-Diğer bir kesim uzun süreli sözleşmeli personel,
ellerinden alınmakla tehdit edilen yasal bir grev
hakları var.
22-29 bin.
Eyleme çoğunluğunu kadınların oluşturduğu
3000′den fazla kişi katıldı. Eyleme katılım işyerlerine göre farklılıklar gösteriyor. Özellikle genç
öğretmenlerin çalıştığı okullarda ve sınıflarda
%70-80 oranında ders verilmedi, kiminde ise tam
iş bırakıldı. Acil durumlar için kimi okullarda hiç
öğretmen kalmadı ve okul müdürleri bu görevi
üstlendi. Berlin'in çevrelerinde özellikle Hellersdorf-Marzahn gibi yerlerde ise katılım çok düşüktü. Charlottenburg-Wilmersdorf ise katılımın en
yüksek olduğu yerlerdi.
Grev hazırlığı öncesinde okullarda velilerle yapılan toplantılarda, velilerin greve tam desteği oldu.
Çocuklarını okula yollamadılar ve kimi okullarda
aktif katılım gösterdiler.
Grevciler saat 10:00′da toplandı. Yürüyüş sonrası
CDU ve SPD başkanlarının bulunduğu bina önünde toplanıldı. Burada yapılan konuşmalar sonrası
Sendika taleplerine olumlu yaklaşılmadığı durumda ilerleyen günlerde eylemlerine devam edeceğini açıkladı ve eylem sonlandırıldı.
ABD'de fast-food işçilerinin grevi 60 şehre yayıldı
McDonald's, Burger King, KFC, Wendy's, Subway,
Taco Bell, Domino's… gibi tekellerde sendikasız,
part time çalışan ve saatte ortalama 8,94 dolar ücret
alan işçiler saat ücretlerinin 15 dolara yükseltilmesini istiyorlar. Genç yaşlı, kadın erkek 4 milyon işçinin çalıştığı 200 milyar dolarlık fast-food
sektöründeki grev beklentilerin üzerine çıkarak 60
ilde etkili oldu. Örgütlenmenin geçmişten beri zor
olduğu ve ucuz işgücü cenneti olarak bilinen Güney
eyaletlerinde de grev başarıyla yürütüldü. Grev
New York'ta Occupy Wall Street hareketinden de
destek gördü.
ABD'de federal asgari ücret saatte 7,25 dolar.
Fast-food işçileri aldıkları ücretle en az 1000 dolar
olan kiralarını bile tek başlarına ödeyemiyorlar. 37
yaşındaki Mc Donald's işçisi Rita Jennings "Tek
başına geçinmek mümkün değil. Mutlaka biriyle
birlikte yaşamanız gerekiyor" diyor. 20 yaşındaki
bir başka işçi ise, "Ben bu grevi kendime ve birlikte
çalıştığım arkadaşlarıma saygımdan yapıyorum.
Çalışma saatlerim aniden kısaltıldı ve başımı sokacak bir yer bulmalıyım" diyor. İşçilerin yüzde 70′i
yüksek okul mezunu.
Grevi örgütleyen işçi örgütü Fast-food Forward
(Fast-food İleri), grev çağrısında bir yıldır yürüttük-
Çalışma koşulları en kötü olan ve en düşük maaşı
alanlar ise bu grup. Hızlandırılmış bir eğitimden
geçirilip, sadece boşluk doldurmak üzere çok kısa
süreli sözleşmelerle çalıştırılıyorlar. Almanya
geneline göre Berlin'de eğitimcilerin durumu çok
kötü olduğu için çoğu kişi Berlin dışına çıkıyor,
buradan doğan boşluğu doldurmak için bu gruptakilerle ihtiyaç giderilmeye çalışılıyor. Bu iki günlük grevde aktif iş bırakma bu kesim tarafından
gerçekleştirildi.
Grevin ikinci gününde ise yaklaşık 1000 kişi bisikletli eylem korteji ile diğer 2000 kişi ise yürüyüş korteji halinde tekrar sokaklardaydı.
GREV SENİ ÇAĞIRIYOR!
ABD'de fast-food zinciri işçileri saat ücretlerinin
yükseltilmesi talebiyle grev ve protestolar gerçekleştirdiler.
-Üçüncü kategoride ise daha genç bir eğitimciler
grubu yer alıyor.
leri kampanya sayesinde ücret zammı alabildiklerini, yakın zamanda da yılın en sıcak gününde bozuk
klimalarının tamir ettirildiğini belirtti. Son bir yıl
içerisinde irili ufaklı grevler de yaşandı. Ancak işçiler örgütlendikleri koşullarda işten atılıyor, çalışma
saatleri (ve dolayısıyla ücretleri) azalıyor ve her
türden misilleme ile karşı karşıya kalıyorlar.
Fast-food tekelleri ise greve ve işçilerin taleplerine
karşı "Amerikan rüyası"nın çoktan boşa çıkmış
propagandasına başvurdular: "Tarihimiz çalışmaya
McDonald's'da başlayan ve başarılı kariyerlerini
McDonald's'da veya başka işyerlerinde sürdüren
bireylerle doludur." "Kasiyerlikten başlayıp mağaza
müdürlüğüne yükselme" hayalleri, "ayın elemanı
seçilme" kamçısı ile ezici çoğunluğu genç işçilerin
çalıştırıldığı Türkiye'den farklı olarak ABD'de her
yaştan işçi fast-food zincirinde ücret köleliğine
kelepçelenmiş durumda. Fast-food zincirleri ekonomik kriz dönemlerinde bile bu azami sömürü
üzerinden "ekonomik menüler"le büyümeyi sürdürüyor.
Grev, en güvencesiz sektör ve işkollarında bile
örgütlenme ve mücadele dinamiklerinin birbirini
de tetikleyerek uç vermesinin son göstergelerinden
biri oldu. McDonald's'ın sendika kırma politikası,
bu yılın Şubat ayında Türkiye'deki McDonald's'lara
ekmek üreten East Balt'taki örgütlenme girişimini
de hedef almış, Tek Gıda-İş'te örgütlenen işçiler
işten çıkarılmıştı.
Download