kızılbaş M a r t 2 0 12 s a y ı 12 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! * Kızılbaşlık ve Etnik Köken Sorunu * XIZIRO‘KAL * Yol Sözcükten Uludur * TÜRKİYE’DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR * Başbakanın Dersim özürü samimi değil * Tarih Yazıcılığında Vicdan Sorunu * HAWAR NAYÊ BIHÎSTIN kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 mart 2012 sayı: 12 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içi ndek i ler: Sayfa 04 - Neredeyiz nereye gidiyoruz? .............................................................ali Ülger Sayfa 06 - Kızılbaşlık ve Etnik Köken Sorunu .................................................... Mustafa Fırat Sayfa 10 - XIZIRO‘KAL ................... Munzır COMERD Syafa 12 - Yol Sözcükten Uludur .............. Cennet Bilek Sayfa 13 - TEPİYA ZONİ SERO ............... SAİT BAKŞİ Sayfa 14 - İtaat Kültü ya da “Koro kami çımê to vet?..” ........................................................... X. Çelker Sayfa 15 - Dersime dair belge Sayfa 16 - seyid rıza ve dersim dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine ..................... Hovsep Hayreni Sayfa 18 - Almanya’nın Dersim katliamındaki rolü araştırılsın. ..................................... Av. Doğan Sayfa 19 - Adıyaman’daki ev işaretlerine soruşturma Sayfa 20 - TÜRKİYE’DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR Sayfa 21 - ERGÜL ŞANLI (DEDE)’ nin görüş ve önerilerinin özeti. Sayfa 24 - Zazaca Dersi ......................... ilhami sertkaya Sayfa 26 - Başbakanın Dersim özürü samimi değil ................................................... İsmail Beçikçi Sayfa 27 - İsmail Beşikci Vakfı’nın tanıtım yapıldı Sayfa 28 - tarihe tanık belgeler Sayfa 30 - Tarih Yazıcılığında Vicdan Sorunu ..................................... Sabahattin Şerif Meşe Sayfa 32 - Ermeni Kızı Ağçik ....................... Yusuf Baği Sayfa 33 - ŞADIYAN ................. Dr. Phil. Erdoğan Işık Sayfa 39 - Ağan kudursa ne yaparsın? Sayfa 40 - HAWAR NAYÊ BIHÎSTIN .............................................. Mehdi Tanrıkulu Sayfa 42 - TUTUKLU ÖĞRENCİLER ................................................. Fırat Yurtsever Sayfa 43 - Mesud Barzani’den Önemli Mesajlar Sayfa 45 - TBMM Gizli Oturumlarında Neler Konuşulur? ........................................... Recep Maraşlı Sayfa 49 - İçişleri bakanı bu pankartın önünde konuştu Sayfa 50 - Taksim Mitingi Sloganlarını Kınama ..................................... Dr. med. Sarkis Adam Sayfa 50 - Suç Duyurusu Sayfa 51 - 26-27 şubat 1992: «HOCALI KATLİ AMI» YALANININ ANATOMİSİ! ..................................... Sarkis HATSPANIAN Sayfa 55 - ‘Bir 6-7 Eylül daha yaşanabilirdi’ Sayfa 56 - Baydemir’den soykırım anıtı talebi Sayfa 57 - t.b.m.m anayasa uzlaşma komisyonu Sayfa 58 - 70 YILDA, KEMALİZMİN, KÜRT ALUVİLER ÜZERİNDE, BIRAKTIGI DERİN TAHRİBAT....................................... Enel Hak Sayfa 59 - “Cumhuriyet’in ‘azınlık raporu’” .. Ayşe Hür KANLI SİVASLI Yanı başında akar, Kızıl Nehir. Başı Sarıklı , Lekeli Katil Şehir. Alev, Alev Yandım,Ustam böyle Mahir. Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı. Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı. Silahmı sandın, Elimizdeki Sazı. İbadet dedi, Yankılandı Avazı. Yandı Aydınlıklar, Kitaplarda Yazı. Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı. Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı. Barikatım dayanmadı, Zülmünüze. Kalemi Düşman Ettiniz, Kendinize. Güneş Yandı, Düştük biz Can derdimize. Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı. Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı. Inancimiz, Insanliktan yana oldu. Bedenim Yandı, Gözlerim kanla doldu. Muhabetim, sohbetinizimi bozdu. Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı. Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı. Seyid Oğlu, Nefretini ver Sevgiye. Zahidin elinde, Düşmeyesin derde. Pir Sultanımızın asıldığı Yerde.. Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı. Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı. Ali Koçak 2 Mart 2012 Berlin kızılbaş - sayfa 4 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Neredeyiz nereye gidiyoruz? Osmanlının biz Kızılbaşlara uyguladığı siyaset cumhuriyetle devam etti. Geçmişten bu güne bizlere uygulanan siyaset bizi kendimize yabancılaştırdı. Deyim yerindeyse Kızılbaşlar, “Görüldüğü yerde başı vurula” anlayışıyla yok edildi, sindirildi. “ Öldüren gazi, Kızılbaş elinde ölen mümin de Şehit” oldu. Hal böyleyken Osmanlı Sarayı Paşaları Ümmet siyasetinden millet siyasetine geçişte at iziyle it izini daima birbirine karıştırdılar. Kızılbaşların dil, cemaat ve coğrafi farklılıkları göz önüne alınarak bize uygulanan millet cumhuriyet siyasetini iyi anlamak bilince çıkarmak lazım. Eğer bu ince siyaseti anlayamaz isek geleceğimizin inşası kendimizi korumak geliştirmek ve toplumsal hayata katılma fırsatını kaçırmış asimilasyon ve kendimize yabancılaşan bir yaşamı baştan kabul etmiş oluruz. Kaderimizi onların eline mi bırakacağız yoksa kendimiz mi tayin edeceğiz? Türkiye Cumhuriyeti kadroları var gücüyle çalışıyor. Türk ve Müslüman olmayan yerli kültür ve halkları yerlerinden yurtlarından can cana ali ülger edilmelerinin şart olduğunu ve gereğinin yapılması için yarı gizli yarı açık karar ve kanunlar çıkarıyor. Tekçi ırkçı faşizan militarist anlayış; Başta Ermeni, Rum, Kürt, Kızılbaşlar olmak üzere kırım ve soykırım geleneğini devam ettirerek asimilasyon planlarını hayata geçiriyor. Katliam ve soykırımları mağdurları gecikmeli de olsa yasal yollarla haklarını arıyorlar. Köklerine uygulanan insanlık ayıbının takipçisi olduğunu haykırıyor. Bu katliamların sorumlusu bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendisidir. Bugün Alevi Bektaşi dernek ve federasyonları devletin denetimi ve fiilen yönetimi altındalar. Türkiye’de kongresini yapan her Alevi dernek federasyonunun ilk işi farz ve sünnet gibi Anıtkabire giderek selam durmaktır. Bu yaptırım devletin siyasetidir. Bunun dışına çıkılmadığı sürece “Ağzıyla kuş tutsalar” ne kendilerine ne de Kızılbaşlara zerre kadar yararları olmaz. Devlet çalışıyor; Beyaz Alevilerine görevler vermeye devam ediyor. Bu beyaz Aleviler eliyle Müslüman düşmanlığı kışkırtılıyor. Sanki Kızılbaşların birincil görevi buymuş gibi. Bu sakat anlayışa son verilmediği sürece neler olacağını yeniden anımsatalım; Sivas Madımak devası zaman aşımına uğrayacak, Adıyaman’da kapılarımız ve diğer illerimizde Kızılbaşların olduğu evler Maraş katliamında olduğu gibi işaretlenecek, Cemlerimiz işgal asimilasyon yabancılaştırma siyasetinin altında kalacak. Tv kanallarıyla bizi bize yabancılaştıracaklar. Kendi kültürümüzü başkalarının kültürü, geleneği gibi seyrettirecekler. Bundan dolayı bizim aydınlanmaya yenilenmeye yeniden yapılanmaya dünden daha çok bu gün ihtiyacımız var. Bu yapılanmanın argümanları şunlardır; Kütüphane, televizyon, parti, cem evlerimiz, derneklerimiz. Yayın evlerimiz, dergilerimiz, kitaplarımız, müziğimiz. Her şeyden önemlisi gücümüz var. Bu gücü kendimizi bulmaya harcayabiliriz. Tarumar edilen değerlerimizi korumak atalarımızın en kıymetli mirasıdır. Newroz genelde Orta Doğu halklarının özelde ise bizlerin başkaldırı ve uyanış günüdür. 21 Mart Sultan Newroz’un kardeş bayramlarını tüm mahlûkata, tabiata ve de yerli halklara barış bereket ve özgürlüğe demokrasiye vesile olması dileğiyle SULTAN NEWROZ HAYIRLI BEREKETLİ GELE kızılbaş - sayfa 5 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dema we bı xêr, xuşka mın Sakîne û hevalên Radaksîyonê! 15-2-2012 Sakine bacı mesajınızı aldım, sağ olun, var olun "Teşekkürler" diyorum. Ben en kısa zamanda yeğenime telefon ederek, size 200 Türk lira abone borcumu ödemesini söylüyeceğim. Lütfen ödeme yapıldığı gün beni aydınlatın. Reyşan Sidar Ben vatan haini oluyorum. Bütün yasak renkleri seviyorum. Yasaklanmis bir alfabeyle yazıyorum şiirlerimi.. Anarşist çiçekler kokluyorum.. Devlet sınırlarını ihlal eden kuşlara, yardım yataklık yapıyorum... Bütün sözcükleri örgütlüyorum.. Artık halkların değil aşkın ve sevginin ayaklanması var.. İlk eylemde sınır dışı ediliyorum.. Üç yasak renkle Kendi gökkuşağımı boyuyorum. Trafik ışıkları hepsi birden yanıyor ilk defa. Ben vatan haini oluyorum. Benim olmayan bir dilde yaşamak istemiyorum. Ayrıca bir önerim var dergiyi çıkaracak olan arkadaşlardan. Önerim şu: Kürd halkının birlikteliğini zedeliyecek yazıların dergide yer almaması çok önemli. Zazalar ayrı bir halk olsalarda -ki kesin kanımca değiller-kurtuluşları kardeşleri olan Kürdlerledir. Ortak düşmana birlikte karşı olmak zorunluluğu var diye düşünüyorum. Sizin hangi görüşte olduğunuzu bilmem, ama bana dergide Zazaları ayrı bir halk olarak gören insanların olduğunu söylediler. Olmalarına da kesin karşı değilim, ama o cennet coğrafyamızı birlikte -Ermeni amca-çocuklarımız - barbar düşmalara karşı korumalı ve birlikte savaşmalıyız. Kurtuluş sonrası genel felsefemize uygun bir hasbahçe olmak, bütün renklerin bir arada olmasını sağlamak zorundayız. Kul hakkını her koşulda savunan, Tanrı'yı insanda gören kutsal inancımıza, yaşam felsefemize sadık olmak birer kişi olmayız diyorum. İnsansak, hepimiz birer Tanrı'yız. Hep birlikte o ata yadigarı olan coğrafyayı bir Tilmun adasına çevirelim. Tanrıların mutlu coğrafyası. O günü görene ne mutlu. Cejna Xızır -Xızır bayramı- geride kaldı. Altmış yıldır bu kutsal günden, o tadına doyamadığım QAWUT'tan uzağım. Aaaa o günler, Baba Mansur ocağındaki Qawutlat ve kesilen kurbanlar. Kurumuş bir kenger olduk rüzgara. Zalim rüzgar, barbar fırtına bizi hasret bıraktı yaza, buhara. Fırtınalar eksik olmadı cennet gibi ata yurdumuz da. Herneise canlar, geçmiş olsa da "Cejna we pitoz be" deyip, satırlara son vereyim. Çünkü geçmişi hatırladıkça duygularım kabarıyor, gözlerim yaşarıyor, kalp ise yaralı. Bana gözlerini yurt eyle En güzel günler sizlerin ve tüm insanları sevenlerin olsun. Mültecin olayım Rıza Çolpanê Kûpıkî; Sydney, Australia. Kendi adına bana bir kimlik çıkart Ben biraz da sen olayım.. Selamlar, saygılar. tüm okurlara öneri : kızılbaş’ta kendi kültür ürünlerinizi bire bir yayınlanmasını istermisiniz? mektup, şiir, anı, karikatiü, fıkra, makale, haber, yorum, fotoğraf, kitap tanıtımı, sosyal ve kültürel etkinlikleriniz. bize ulaşacak özgün ürünlerinizi itina ile yayınlayacağız kızılbaş - sayfa 6 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kızılbaşlık ve Etnik Köken Sorunu Giriş Günümüzde küresel güçlerin Ortadoğu coğrafyasında uyguladıkları ve iç politik unsurlarca da “demokrasi ve özgürlükler” çerçevesinde desteklenen politik stratejiler, etnik kimlikler üzerinden yürütülmektedir. Etnik kimlikler/unsurlar üzerinden yürütülen stratejiler, Ortadoğu coğrafyasını olduğu gibi Türk toplumunu da parçalanmanın eşiğine getirmiş bulunmaktadır. Parçalanma durumu yalnızca egemen erki sürdüren güce yönelik olmayıp alternatif muhalif güçlere yönelik olarak da yürütülmektedir. Bu nedenle, son zamanlarda giderek ivme kazanan Kürt uluslaşması karşısında, bu etnik unsurun içinde telakki edilen çeşitli unsurlar da bir farklılık olarak ele alınıp işlenmektedir. Bunun nedenleri üzerinde durmak gerekmekle beraber, bahsedilen eğilimlerin tarihsel ve toplumsal gerçekliği ne kadar yansıttığının da araştırılması gerekmektedir. Bu nedenle, bu makalede Kürt etnik unsurunun bir parçası olarak telakki edilen ve Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların etnik köken sorunu ele alınıp açıklanacaktır. Tarihsel Durum Bu gün Ortadoğu’da uygulanan politikalar irdelendiğinde, 1970’li yıllarda başlayan ve 1980’li yıllardan itibaren giderek ivme kazanan neoliberal felsefeden beslenen küreselleşme döneminde, etnik kimlikler üzerinden yürütülen politikalar daha da belirgin hale gelmiş; etnik kimlikler, küreselleştirilen alanlarda küreselleşmeyi gerçekleştirecek stratejik araçlar haline getirilmiştir. Uluslar arası sermayenin önündeki engellerin kaldırılarak ülkeler ve hatta kıtalar arasında serbest dolaşımı hedefine yönelen; bu nedenle de ekonomiler ve milletler arasında bütünleşme ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerini ifade eden küreselleşme olgusu; uluslararası büyük kapitalin ulusal pazarları, kendi çıkarlarına uyarlama süreci olarak ifade edilmektedir. Bu dönemde, küresel aktörler, kapitaliz- Mustafa FIRAT min yaşadığı son iktisadi buhranı aşmak; kapitalizmi sürdürebilmek ve yenileyebilmek için gelişmekte olan ülkelere yönelmekte, bu ülkelerin iç birikimini ele geçirmeye ve ulusal iktisadi yapılarını kendilerine uyarlamaya uğraşmaktadırlar. Bu nedenle, küreselleşme olarak ortaya çıkan ve 1980’lerden bu yana dünya ölçeğinde gelişen eğilim, ulusal ekonomileri ele geçirmeye yönelmiştir. Dolayısıyla küresel sermaye, planlı kalkınma stratejileriyle oluşturulan iktisadi devlet kuruluşlarını, yerel sermaye ve kredi kuruluşlarını özelleştirmeler yoluyla ele geçirmiş, ardından iktisadi yapılarını kendisine uyarladığı ulusal devletlerin küçültülmesi ve liberalleştirilmesine yönelmiştir. Bahsedilen siyasi ve yönetsel liberalizasyonun en önemli ayaklarından biri Kamu Yönetimi Reformu bir diğeri de yerelleşme olmuştur. Kamu Yönetimi Reformu ile devletin yönetim alanındaki örgütlenmeleri kamu işletmeciliği çerçevesinde ele alınıp buna göre yapılandırılmış; küresel sermayeye direnç gösteren bürokrasinin etkinliği kırılmış; W. Wilson’dan beri kamu yönetimi disiplinine egemen olan siyaset ve yönetimin biri birinden ayrılması paradigması yerine, yönetimin ve dolayısıyla bürokrasinin siyasilerin kontrolüne geçirilmesi paradigması uygulanmıştır. Yerelleşme olarak karşımıza çıkan yeni anlayış ise, merkezi ulusal devletin kamu yönetimi anlayışında merkeziyetçiliğe karşı yerelleşmeyi öngörmüştür. . Bu nedenle, küreselleşmeyi Ortadoğu’da demokrasi, insan hakları ve ekonominin gelişimi açısından bir kurtuluş reçetesi olarak sunan ve neo liberalizmden beslenen yeni sağ ideoloji, Ortadoğu’da etnik, dinsel ve mezhep- sel çatışmalara zemin oluşturan yeni algı alanları yaratarak; etnik, dinsel ve mezhepsel kimliklerin siyasal taleplerinin öncülüğüne soyunmuş ve bu unsurlar üzerinden yerelleşmeyi sağlamaya çalışmıştır. Böylece etnik, dinsel ve mezhepsel kimlikler uluslararası sermayeye bağımlılaşmanın önünde engel olarak duran ulusal devletleri parçalayacak, yerelleşmeyi sağlayacak stratejik bir unsur olarak kullanılmıştır. Küresel güçlerin Ortadoğu coğrafyasını yukarıda belirtilen amaçları doğrultusunda şekillendirme çalışmalarında kullandıkları en önemli stratejik unsurlardan biri Kürt milliyetçiliği olmuştur. Kürtler; tarihsel olarak İran, Irak, Suriye ve Türkiye topraklarında siyasal olarak güçlendirilmiş bir durumda yaşamaktadırlar. Nitekim Irak operasyonunda bu güçlendirilmiş unsur kullanılarak Sadam rejimi devrilmiştir. Bu gün, benzer yöntemle Suriye’deki Baas rejiminin devrilmesi gündemdedir. Yakın gelecekte İsrail’in güvenliğinin tam olarak sağlanabilmesi için Araplar ile İsrail arasında güvenli bir alanın yaratılması, İran ve Türkiye’nin küresel politikalara uyarlanması için de aynı unsur, önemli bir stratejik güç olarak görülmektedir. Bu nedenle, küresel güçlerin Ortadoğu için uyguladıkları politikalar içinde Kürt etnisitesini güçlendirme, bu etnik unsuru siyasal bir güç haline getirme politikaları önemli bir yer tutmaktadır. Bu politikalardan güç alan Kürt milliyetçileri ise, Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı yerlerde, farklı etnik kimlikleri, Kürt üst kimliği içinde eriten bir “Kürt ulusu” bilinci yaratmaya çalışmaktadırlar. Bu çalışmaların Türkiye ayağında, Kürt milliyetçilerinin “Kürt ulusu yaratma” çabasının önündeki en büyük handikap, Dersim bölgesi ile Diyarbakır, Bingöl, Muş Adıyaman Maraş bölgelerinde yaşayan Zazaca konuşmakla beraber kendilerini Kürt olarak algılamayan ya da Kürtlük dairesi için girmekte zorlanan AleviKızılbaşların durumudur. Bu nedenle Alevi Kızılbaşların Kürtlükle ilişki- kızılbaş - sayfa 7 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sinin ayrıca ele alınarak açıklanması gerekmektedir. Kürt milliyetçilerinin, Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların etnik kökeni konusunda temel hareket noktası, Alevi Kızılbaş kitlelerin Kürt ve onların kullandığı Zazaca’nın da Kürtçenin bir lehçesi olduğu yönündedir. Bu iddia tartışmalı olup, iddianın kendisi henüz bilimsel verilerle tam anlamıyla ortaya konulabilmiş değildir. Esasen, Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların Kürt olduğu yönündeki iddialar, Kürt sorununa politik strateji yaklaşımı ile eğilen stratejistlerce gündemde tutulmaktadır. Bir taraftan Kürt uluslaşmasının yarattığı tehdide karşı tarihsel derinlikten gelen ve bunun önünde engel oluşturabilecek bir gücün oluşturulması; diğer taraftan, bu handikap aşılmadıkça Kürt uluslaşmasının eksik kalacağı yönündeki öngörüler, konuya politik strateji çerçevesinde yaklaşımı gündeme getirmiştir. Oysa sorun tamamen bilimsel bir sorun olup, tarihsel, toplumsal veriler ışığında ele alınıp bilimsel yöntemlerle irdelenmelidir. Bu çalışmaya geçmeden önce, Kürt milliyetçilerinin Zazaca konuşan Alevi Kızıbaşları Kürt ve bunların konuştuğu Zazaçayı Kürtçenin bir lehçesi olarak sunan çalışmalarının çoğunlukta bulunmasına karşı; aksi yönde bilimsel çalışmaları yapan ve aslen Alevi Kızılbaş kökenden gelen aydınların var olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bununla beraber, Kürt meselesine resmi ideoloji perspektifinden yaklaşan, sorunun politik strateji konusu olması sebebiyle de Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşları Kürtlük dairesi dışında ele alan bilim insanlarının yapmış olduğu çalışmalarının Alevi Kızılbaşlar arasında, soruna samimi bir yaklaşım gösterilmediği ön yargısı nedeniyle pek de itibar görmediği belirtilmelidir. Ancak son yıllarda giderek aratan oranda, bir çok Zazaca konuşan Alevi Kızılbaş araştırmacı, kendi etnik kökenlerine ilişkin araştırmalar yapmakta ve bu araştırmaların sonuçlarını kendi kamuoylarıyla paylaşmaktadırlar. 2. Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaşların Etnik Kökeni Türkiye’de Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların tarihsel yerleşim alan- ları, doğudan başlayarak sıralayacak olursak Muş-Varto üzerinden kuzeye doğru açılan yay içinde BingölKarlıova Erzurum-Hınıs, Erzincan Tercan, Tunceli, Gümüşhane’nin güney kısımlarından Sivas SuşehriHafik’a kadar olan kuzey batı yayı; yine Bingöl-Solhan’dan başlayıp Diyarbakır’ın kuzey kesimleri Lice, Eğil, Siverek Adıyaman- Gerger, Antep, Maraş ve Adana’ya kadar uzanan güney batı yayı içinde yer almaktadır. Genel olarak Fırat ve Murat nehirleri arasında kalan ve çoğunlukla alevi Kızılbaşların yaşadığı bu bölge antik çağdan beri Derzene/Dersim olarak tanınmakta ve esas olarak Kızılbaşlığın doğduğu yer olarak bilinmektedir. Burada yaşayan ve çoğunlukla Zazaca konuşan, inanç olarak da Alevi/ Kızılbaş olarak tanımlanan topluluklar bölgenin kadim topluluğu mudur? Yoksa bu bölgeye tarihsel göçler sonucu göç ederek yerleşmiş çeşitli topluluklardan mı kalmadır? Bunların etnik kökeni nedir? Kürt mü yoksa Türk müdürler? Yoksa başka bir ırktan mıdırlar? Konuştukları Zazaca’dan hareketle bunlara Zaza denilebilir mi? Zazaca ile bu toplulukların etnik kökeni arasında bir ilişki var mıdır? Bu sorulara muhtelif araştırmacılar, etnik kimliklere yüklenen stratejik roller nedeniyle bir birine taban tabana zıt bakış açılarıyla yaklaşmışlardır. Bu nedenle de bölge insanının etnik yapısına ilişkin bilimsel çalışmaları hep bir ön kabul üzerinden yürütmüşlerdir. Dolayısıyla bu güne kadar yapılan araştırmalar, propagandaya dayalı ideoloik bir muhteva kazanmıştır. Ne yazık ki bu gün, yukarıda belirtilen soruların cevapları aranırken araştırmacılar, etnisite sorununun kendisinin stratejik oluşu nedeniyle, bunun ağırlığı altında çalışmalarını yürütmek zorundadırlar. Ancak buna rağmen yapılan araştırmalarda elde edilen tarihsel ve kültürel verileri, günümüz toplumlarındaki muhtelif dışavurumların görünür, algılanabilir unsurlarıyla test etmekte fayda vardır. Yöntem olarak bu günün toplumunun üretim biçimi, sanat, folklor, kültür, din ve politika boyutlarında oluşturduğu kendini gerçekleştirme- ifade durumlarından geçmişe bir projeksiyon yapmak, araştırmacıların işini kolaylaştıracaktır. Bu nedenle, bahsedilen alanlarda, Zazaca konuşan Alevi Kızılbaş toplu- lukların kendilerine ilişkin yaptıkları değerlendirme ve tanımları bir başka ifadeyle kendilerine ilişkin algılarını ne kadar geriye götürebildiğimiz önem arz etmektedir. Bu gün bölgede yaşayan insanların bir bölümü; iktidar uygulamalarının doğurduğu toplumsal muhalefeti baskılama, kantrol etme ve yönetme çabalarının yarattığı yanlışlıklar ve Kürt milliyetçilerinin bölgedeki yoğun çalışmaları nedeniyle, kendisini artık Kürt olarak tanımlamaktadır. Öte taraftan önemli bir kısmı ise, tarihsel geçmişinden gelen bir duruşla, kendisinin Kürt olmadığını ifade etmektedir. Bu nedenle, toplumun yakın tarihte oluşmuş bulunan kendisine ilişkin algılarının tarihsel izlerini sürmek bizi en objektif bilgiye ulaştıracaktır. O halde, bu günden geçmişe gideceğiz. Bu günkü algıların geçmişte izlerini süreceğiz. Burada kritik öneme sahip algılar, kültürel veriler ile politik tutumlardan hareket edeceğiz. Sıralayalım: 2.1. Algılar/Kendini tanıtma, tanımlama İnsanların içinde yaşadıkları toplumsal varlık alanı ve bu varlık alanının kendileri üzerindeki etkilerine ilişkin görüşleri, onların algılarını oluşturmaktadır. Algıların oluşumu üzerinde değerlerin önemli bir etkisi vardır. Bireye hangi davranışının iyi, doğru, arzulanan davranışlar olduğunu ortaya koyan ve gurup tarafından paylaşılan ölçüt ve düşünceler değer kavramı içinde yer alır (Uluğ, 1999;86) Değerler, olaylara nesnelere ve çeşitli olgulara karşı tutumlarımızı ve davranışlarımızı yönlendirir ve bu konudaki algılarımıza kaynaklık ederler. İnsanın kendisi ve ya kendisinin de içinde yer aldığı toplumsal birimi nasıl tanımladığı, kendine ilişkin algısını oluşturur ki bu, kendini etiketleme, tanımlama olarak özetlenebilir. Bu nedenle, Alevi Kızılbaşların kendilerine ilişkin algılarını oluşturan kimlik etiketlemelerini irdelemek gerekir. Bu ise Alevi Kızılbaşların kimlik algısına götürür bizi. Kimlik dar anlamıyla “Bir ferdin benlik duygusu veya kendini bilmenin bir yansımasıdır. ‘Ben’ veya ‘Biz’, ‘Ben’i ‘Siz’den ayıran özelliktir. Bu açıdan bakıldığında, fertler kızılbaş - sayfa 8 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 birden fazla kimliğe sâhip olabilirler: Kültürel kimlikler, siyasal kimlikler, ekonomik kimlikler, bölgesel kimlikler gibi…” Kimlik kavramı psikolojik anlamda bireyi başkalarından ayırt edici özeliklerin bütünü olan kişilik kavramından farklıdır. Kişilik temelde bireysel farklılıklar üzerinden ferdin toplumsallaşma sürecine katılmada gösterdiği özgün davranışları, kimlik ise bu davranışları çerçeveleyen genel bir toplumsal form olarak algılanmalıdır. Bu nedenle kimlik, bireyin kendisiye toplumsal varlık alanı arasında işleyen sürece ilişkin bir algı ve bu algının toplumsal alana geri yansımasıdır. Bu gün bölgede yaşayan çeşitli topluluklar(Aşiretler) kendilerini Kızılbaş olarak tanımlamakta, kimliklerini Kızılbaşlıkla etiketlemektedirler. Bu algı oldukça eski ve tarihsel bir kimlik algısıdır. Buna karşı aşiretlerin çözülmesiyle beraber giderek aşiret bağlarından kopmuş ve son yıllarda güçlenen Kürt siyasal hareketlerine katılmış çeşitli unsurlar kendilerini Kürt olarak etiketlemektedirler. Her iki algıdan en eski ve yaygın olanı Kızılbaşlık olduğundan biz, bu algının tarihsel izlerini sürerek, Alevi Kızılbaşların etnik kökenine ulaşmaya çalışacağız 2.1.1. Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaşların Kimlik Algısı: “Biz Kızılbaşız” “Biz Kürt değiliz” “Aslımız Horasan’dan gelmedir.” Bu gün yukarıda tarihsel coğrafyasını çizdiğimiz yerlerde yaşayan topluluklar genel olarak kendilerini Kızılbaş olarak tanımlamakta, asıllarının ise Horasan’dan geldiğini söylemektedirler. Kızılbaş kavramı, esas olarak Türklerin tarihi coğrafyalarından başlayan Anadolu’ya göç istikametlerinde karşılaştıkları çeşitli din, mezhep ve kültürlerle karşılaşma sürecinde Şamani özelliklerini uydurdukları toplumsal muhalefet birimleriyle etkileşme-İslamlaşma sürecinde dinsel, siyasal ve etnik kökene işaret eden bir kavram olup; Melikof (2006)’a göre Alevilerin tarihteki adıdır . Kızılbaşlık, İslam’ın Irak, İran ve Maveraünnehir bölgesinde yayılışı sırasında uyguladığı şiddet ve asimilasyon politikası karşısında Arap istilasının önünden kaçarak Türki coğrafyaya sığınan çeşitli toplulukların ürettiği bir toplumsal muhalefet kimliğidir. Öyle ki, Arap istilası Horasan ve Türki coğrafyaya yöneldiği alanda başta Şamanizm olmak üzere İran dini Zerdüştlük, Hristiyanık, Mani ve Buda dinlerinin iç içe geçmiş; çeşitli dinler ve bu dinsel inanışa sahip toplulukları da içine alarak, İslamın yayılışı karşısında bir muhalefet yaratmıştır. Bahsedilen muhalefet, İslam’ın ezici ağırlığında bir süre sonra İslam inanç dairesi içine girerek kendine özgü bir inanç sistemi haline gelmiştir. Bu inanç sistemi bir süre sonra siyasal bir hareket haline gelmiştir. Din temelli bu siyasal hareket, Kızılbaşlık olarak tanımlanmış ve algılanmıştır. Kızılbaş teriminin; ünlü İslam bilgini Ebul Vefa’nın beyaz sarığının üzerine kırmızı bir şerit ile kızıl bir kuşak takarak, islam şeriatçıları ile tartışması ve bu yüzden de Kızılbaş olarak anılmasından doğduğu söylenmektedir. Bu durum Kızılbaşlığın doğduğu tarihi coğrafya olarak Horasan’a işaret etmektedir. Abdülkadir İnan’ın verdiği bilgiye göre, Kızılbaşlık, Şamanizm’den gelmektedir. İnan’a göre, Şaman külahının esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan idi. Nitekim, Osmanlı şehir toplumlarında da Mustafa Akdağ’ın da belirttiği gibi “kızıl börklü sipahiler”in bulunması, Kızılbaşlığın daha ziyade Türklük ile ilintili olduğunu göstermektedir. Bu durum İrene Melikof ve Bruinnesein tarafından da tespit edilmiştir. Melikof’a göre, “Kızılbaşlar XV ve XVI yüzyıllarda ilk Safaviler olan Şeyh Cüneyd, Haydar, ve Şah İsmail Taraftarı Türkmen boylarıdır” Bruinnessen’e göre de “ “Safevi şeyhlerin taraftarlarına, inanç değiştirip aralarına katılan bazı Türk aşiretlerinin kullandığı başlıktan dolayı Kızılbaş denilegelmiştir” Yine Bruinnessein, “Aslını İnkar Eden Haramzadedir” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: “Ritüel dili olarak neredeyse tamamen yalnız Türkçe kullanan ve hatta çoğu Türkçe aşiret adlarına sahip olan Kürtçe ve Zazaca konuşan Aleviler’in varlığı bir çok yazarın izahat kabilinde hayal gücünü meşgul etmiş bir vakadır. Hem Türk, hem de Kürt milliyetçilerinin bu grupların muğlak kimliklerini kabul etmekte güçlükleri olmuş ve bunlar sıkıcı ayrıntıları örtbas etmeye çalışmışlardır.” Her ne kadar sıkıcı ayrıntılar örtbas edilmeye çalışılsa da Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların, ritüel dilleri ile ve aşiret adlarının Türkçe oluşu; diğer kültürel unsurlarının benzerlik göstermesi, onların etnik kökenine işaret etmekte ve Türklükle illiyetlerini ortaya koymaktadır. Öte taraftan Kızılbaşlığın doğduğu coğrafya da artık belirgindir. Bahsedilen Coğrafya Safavi’lerin etki alanında bulunan Horasan, Azarbaycan ve Anadolu arasındaki tarihi coğrafya olup çıkış merkezi olarak Horasan’a işaret etmektedir. Bu nedenle Alevi Kızılbaşlar, asıllarının Horasan’dan gelme olduklarını her platformda söylemektedirler. Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaş Hormek aşireti yöneticisi Mehmet Şerif Fırat, aşireti Hormek’lilerin Kürt olmadıklarını, Horasan’dan Anadolu’ya geldiklerini belirtmektedir. Yine kendisi Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaş olan araştırmacı Ali Kaya’da Dersim aşiretlerinin, Horasan bölgesinde yer alan Deylem bölgesinden geldiklerini iddia etmektedir . 2.1.2 Kültürel veriler: Konuşulan Dil (Zazaca), Ritüel Dil (Zazaca) Aşiret ve Yer Adları (Türkçe), Folklor ve Sanat Alevi Kızılbaş kitlelerin konuştuğu dilin Zazaca oluşu, buna karşın ritüel dil olarak Türkçenin aşiret ve yer adlarının Türkçe oluşu ile İnanç sistemlerinin şamani özellikler taşıması gibi kültürel veriler bu kitlelerin Türklükle illiyetini kuvvetlendirmekte, Kürt oldukları yönündeki iddiaları sarsmaktadır. Öncelikle hemen şunu söyleyelim ki, Zazaca bu gün İran, Irak ve Türkiye gibi geniş bir alanda muhtelif topluluklarca konuşulan bir dil olup, bu geniş alanda yaşayan toplulukların etnik kökenine işaret etmektedir. Zazaca konuşan, Türk ve Kürt’ten ayrı, müstakil bir etnik kimlik tarihsel olarak var olmuş olabilir. Nitekim bu konuda hatırı sayılır kızılbaş - sayfa 9 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 iddialar mevcut olup muhtelif çalışmalarla ortaya konulmuştur. Ancak durum Anadolu’da Zazaca konuşun Alevi Kızılbaşlar söz konusu olduğunda farklılaşmaktadır. Özellikle Horasan’dan Anadolu’ya göç eden ve Safeviler döneminde dinsel siyasal bir hareket haline gelen Kızılbaşlık söz konusu olduğunda, Kızılbaş kitlelerin etnik kökenini Kürtlük ya da Zazalık dairesi içinde açıklamak konusunda daha dikkatli olmak gerekir. Yukarıda bazı araştırmacıların verdiği bilgilere dayanılacak olursa, Kızılbaşların Türk olduğu açıktır. Öncelikle Alevi Kızılbaş toplulukların Zazaca konuşmuş olmaları, onların etnik kökenini açıklamakta tek başına yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle mutlaka başka verilerden de hareket ederek, bunların etnik kökeninin ne olduğuna gitmek gerekir.. Evvela, bu toplulukların Zazaca konuşmuş olmaları durumu açıklanmaya muhtaçtır. Bu gün bölgede yaşayan Alevi Kızılbaş kitlelerin büyük bir bölümü, Dimilice de denilen Zazaca konuşmaktadır. Bazı araştırmacılara göre, Zazaca esasen Daylem bölgesinde Daylemi adı verilen bir toplulukça konuşulan bir dil olup Hint Avrupa Dil Ailesinin, Kuzeybatı İran Dil gurubu içinde yer almaktadır. Zazaca, Daylemlilerin bir alt gurubu ya da onlarla ilişki içinde bulunan çeşitli guruplar tarafından Anadolu, ve Kuzey Irak bölgelerine getirilmiştir. Bruinnessein, Güney Kürdistan’da(Süleymaniye bölgesine) konuşulan Gurani’nin de Daylem bölgesinden getirildiğini söylemektedir. Bruninessein’e göre, dilbilimsel bulgular ve önceki yazılı metinlerde her hangi bir şüpheye yer vermeyecek biçimde Gurani dili bu bölgeye Hazar Denizi’nin güneyinden geçen Deylemilerin bir alt gurubu ya da onlarla ilişkisi olan topluluklar tarafından getirilmiştir.” Yine Bruinnessein, bu bölgede yaşayan ve Gurani konuşan Huraamani’lerin de Hazar denizinin güneybatısındaki bölgeden gelen geleneğe sahip olduklarını ve 20. Yüzyılın başlarında kendilerini Kürtlerden farklı saydıklarını belirtmektedir. Bunlar büyük olasılıkla Hurremi dinine mensup olanlar olup; tıpkı Anadolu’daki Kızılbaşlar gibi, Kızılbaş inançları ile büyük benzerlik gösteren dini siyasal bir hareket olan Hur- remi’lerin bakiyeleridir. Bunlar da tıpkı Kızılbaşlar gibi kendilerini Kürt kabul etmemektedirler. Benzer Şekilde Ali Kaya’da Dersim Bölgesindeki Alevi Kızılbaş kitlelerin konuştukları Dersimce (Zazaca)’nın ve bu dili konuşan toplulukların Daylemistan’dan geldiğini belirtmektedir. Daylemicenin Horasan, Anadolu ve Irak ve İran gibi geniş bir çoğrafyada dağınık topluluklar tarafından konuşulan bir dil olması ve Daylemistan’dan çevreye yayılmış olduğunun tespit edilmesi, diğer taraftan bu dilin Afganistan’nın yerli halkı olan Gurluların dili ile benzerliği, Daylemici ’nin tarihi kökenine işaret etmektedir. Buradan hareketle, Zazaca olarak ifade edilen Daylemice’nin Kürtçenin bir lehçesi olmadığı; ancak Kürtçe ile tarihi ilişkiler nedeniyle etkileşim içinde bulunan bir dil olduğu söylenebilir. Öte taraftan Daylemlilerin etnik kökeni konusunda Minorski referans alınırsa, onların İrani olmayan kavimlerle akraba olması kuvvetle muhtemeldir. En azından şu anki tarihi veriler ışığında, bu gün Murat ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgede yaşayan Alevi Kızılbaş aşiretlerin Daylemlilerle olan tarihi ilişkisi tespit edilmiş bulunmaktadır. Bu aşiretler Daylemlilerin konuştuğu Dimilice konuşmakta ve bu bölgede ortaya çıkan Ali yandaşlığına bağlıdırlar. Şu ana kadar belirtilen tarihi ilişkinin anlamlandırılmasında her hangi bir sorun görünmemektedir. Ancak Dersim bölgesi Varto, Maraş, Adıyaman bölgelerinde yaşayan Alevi Kızılbaş aşiretlerin ana dilleri Dimilice olduğu halde neden ritüel dil olarak Türkçe kullanılmaktadır.? Bu durum açıklanmaya muhtaçtır. Daylemilerin İrani kavimlerle bir akrabalık ilişkisi olmadığı yönündeki Minorkski’nin iddiası temelinde düşünülür ise Daylemliler ile Dersim aşiretleri arasındaki ilişki ve Bruinnessein ve Melikof’un bu aşiretlerin Türk olduğu tespitleri esas alınır ise, neden ritüel dil olarak Türkçenin kullanıldığı açıklık kazanır. Mustafa Aksoy’un doğru bir biçimde tespit ettiği gibi, halkın geleneği son derece muhafazakar bir yapıya sahip olduğundan en zor değişme uğrarlar. Bu nedenle Türkler kuvvetle muhtemel, İslamlaşma esasında henüz Türki kimliklerini sürdürmekte ve Türkçe konuşmaktaydılar. Daha sonra tarihsel göçler sonucu gelip yerleştikleri coğrafyada Zazacayı öğrendiler ve kullandılar. Günlük hayatta Zazaca konuşulmuş olmasına rağmen; ritüel dilde Türkçenin kullanılmış olmasının sebebi bu olsa gerek. Veya kendileri, İrani bir topluluk olmasına rağmen, İslamlaşma sürecinde İslami inanç çevresine Türkler aracılığıyla katıldılar ve bu nedenle Türklerin ritüel dilini sürdürdüler. Buradan Daylemlilerin Türk olduğu sonucu çıkmamakla beraber, Dersim aşiretlerinin, aşiret isimlerinin yerleşim yerlerinden bir çoğunun Türkçe isimler oluşu da dikkate alınırsa en azından Kürt olmadıkları; Türk kültürüne daha yakın durdukları söylenebilir. Bu iddiayı güçlendiren bir başka husus da inanç sistemleri olan Alevilik ile Şamanizm arasındaki büyük benzerliklerdir. Bahsedilen inanç sistemlerinde dağların doruklarının, ağaçların, Güneş ve Ay’ın kutsal sayılması. Su’ya kutsiyet atfedilmesi; gelenek görenekler, evlenme törenleri, yaşayış biçimleri, folklorik oyunlar, müzik araçları; saz çalınması, sazın aynı zamanda tıpkı Şamanlarda olduğu gibi bir ibadet aracı olarak kullanılması; ölü gömme törenleri ile mezar taşları arasında benzerlikler görülmektedir. Mustafa Aksoy’a göre, etnoğrafya eserleri sosyal gurupların veya milletlerin tarihi vesikalarıdır. Türklere ait bu tarihi vesikalar içinde koç koyun heykelleri, mezar taşı olarak balballar önemli bir yer tutmaktadır. Balbalların kaynağı Orta Asya ve Türk kültür coğrafyası olup, eski Türklerin mezar taşlarıdır. Mustafa Aksoy’un “Tunceli’de Koç-Koyun Heykelleri ve Balballar” adlı makalesinde belirttiği gibi Alevi Kızılbaşların yaşadığı Dersim bölgesinde, bir çok koç koyun heykeli ile mezar taşı olarak balbalların bulunuşu, burada yaşayan toplulukların Türk kültür çevresi içinde yer aldıklarını göstermektedir. kızılbaş - sayfa 10 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 XIZIRO‘KAL Yitiqate Kırmanciye de Hazar Çevere Sere Sodıri Munzır COMERD Anadoliye ra bice hatanu Asya Düri yitiqate zafıne de Xızır esto. Xızıri, her mılet xore eve çıme veneno. Kami çım de "mordeme sata tengewo", kami çım de "sevekdare dar u beri, kewe u bostaniyo", kami çım de ki çiyo de bino. Sare Dersimi, Anadoliye de geçe şarqi rawo. Ma wazenime ke naca de ero cı bıfetelime ke ala no sare Dersimi Xızıri nas keno nekeno? Eke nas keno yine çım de Xızır kamo? Şiya Xızıri yitiqat u kulture dinede çutır asena, no çutır sewle xo dano ra lavatiya dine ser? Qe yitiqate sıma ro cı bıero qe meero, sare Dersimi ke qeseykerdene musne domanune xo, tewr verende domani na qesa "Xızır"i musene. Ni ke domanu cene xo vırane vane "Xı,ur to mıre pil kero!", nane ro vanü "Xızır to mıre 'kal kero!", duwa u recay kene vane "Xızır to wayıre emre dergi kero!" Eve na qeyde domani name Xıııri musene. Domani ke hurdi hurdi feteliyayi ki nafa hekmeta Xtzıri venene. Hard de lulık ke bivene pi vano "Name ni Astore Heqiyo", hes ke biııene vano "Xızıri no kerdo hes", dare ke bivene vano "Dara Xızıriya", gol ke bivene vano "Gole Xızıriyo", ko ke bivene vano "Mekene Xızıriyo", nisange ke bivene vano "Nisange Xızıriyo". Domane sare Dersimi iste nia bene pili Eke heni ro sare Dersimi çım de Xızır zobinawo. Sare Dersimi, Tırki 'be Kurdu ra ke Xızıri kamci çım ra venene, yi na çım ra nevenene. Yitiqate Kırmanciye de Xızır, teyna "mordeme sata tenge" niyo. Xızcr, Yitiqate Kırmanciye de fleqo. Heq, hazar u jü namune Xızıri ra jükeko. Name diye jü "Xızıro 'Kal"o, jü "'Kalo Sıpe"wo, jü "Aspare Astore Qıri"yo, jü "Wayır"o, jü "Xızıre Bone Taseniye"o, jü "Xızıre Pırde Suri"yo, jü "Meymane Hewse Qızılbeli"yo, jü "Meymane Ana Yemise"wo... ma neşikinme ke nine eve mardene bıqedenime. Xııır, Yitiqate Kırmanciye de Wayıro. Wayın ki Yitiqate Kirmanciye de jü niyo. Xızır, Yitiqate Kınnanciye de Astare Deste Sodıriyo. Yitiqate sare Dersimi de cae seri Xızıri dero. Xızır, Wayıre" sare Dersimiyo. Xizır, yitiqate Dersimi de Wayıre dinawo, ama yiti- qate dinede tek Wayn ki Xı.zır niyo. Wena Yitiqate Kırmanciye de Wayıre ç'ei esto ke no sare çei sevekneno; Wayıre Mali esto ke no mali sevekneno; Wayıre Jiar u Diaru 'be Wayıre Kuresu ra esto ke ni ki qome Dersimi seveknene. Tavi ke Xizcr Wayıre serriyo. Yitiqate Kırmanciye "düalist"o, no rındeni 'be xıraveni sero vazno ra. Çıme rındeni, roşteni 'be xereni de Kures, Duzgın, Wayıre Jiar u Diaru 'be Wayıre Çei ra esto ke sarre nine Xızıro. Çıme xıraviye, tariye 'be gıraniye deki Mordeme Neweşiye, Mılakete Gıraniye 'be Mılakete Xıraviye este. Sarre nine Evdıl Musawo. Ni, eskere Evdıl Musaye. Ni, qe jü xıraviye beyizna di nekene. Evdıl Musa Sereskere xıraviyewo. Xıraviye 'be rındiye ra boina jüvin de perodayis dera. Xıraviye qe pe rındiyi neşikina. Tavi heto binde ki raa Evdıl Musay de eke bi tari loqme dane, cerene Evdıl Musay vero ke wo eskere xo yine ser meerzo, yinere xıraviye mekero. Xızır ke va, mordem gereke Astore Qıri ki biaro xo viri. Yitiqate Kırmanciye de Astoro Qır je şiya Xızıri dira nevısino. Xızir mordemo de ciamerdo, kokımo, herdisa xuya sıpiya de derge esta, kınce xo sıpeye, çüye ki dest dera. Mordeme kokımi re tavi ke astor lazımo. Astoro Qın ki je Xızıri sıpewo. Coku sare Dersimi namune Xızıri ra jüki "Sıpella" no pa. Jiar u Diare Dersimi pey de jede name Xızıri esto. Tae Jiar u Diare Dersimi este ke nine pey de teyna name Astore Qıri esto. Sare Dersimi Astoro Qır gol de diyo gol kerdo Jiare, kemer de diyo kemer kerdo Jiare. Astoro Qır Xızıre 'Kali ra nebırrno ra, qırvani kerde eşte lıngune Qıri ver. Coku, cem u cematune sare Dersimi de ke bavay venga Heqi dane, kılama heqiye eve name Xızıri, Astore Qıri, Kuresi, Duzgıni kene ra cı vane eve nine ki xelesnene. Xızır, Wayıre çerx u pewraziyo, Wayıre hard u asmeniyo; Wayre ram u comerdiyewo. Xızır, teyna mordeme sata tenge niyo, verende mordeme sata wesewo. Kami ke weşiye de Xızır ardo ra xo viri, tengiye de ki Xızıri wo xo viri ra neveto. Kami ke weşiye de Xızır neardo ra xo viri, tengiye de jü pasqule ki Xızıri eşta qena di. Xızır albaze ğeribuno, piye bekesuno, omede feqiruno, xelase xelasuno. Coku Xızır boina dılxe kokımu 'be feqiru dero. Xızıri de Cenet u Ceneme çino. Wo hesave xo na dina de veneno. Kuyno dılxe kokıme de feqiri yeno to keno yintam. Xora ke tı kokımu 'be feqiru re wayır veciya, yine sero şiya, yine çık ke waşt to da cı, to yi seveknay Xızın ki varneno toro, jüya to keno hazare. Ne eke to ke ri kokımu 'be feqiru neda, yinere wayır neveciya, yi neseveknay wo taw Xızın ki adıre mordeme nianeni sayneno. Xızıri çım de ceni u ciamerd jüyo. Wo, Qızılbel de ke Dewres Sılemani re biyo meyman, Taseniye de ki Ana Yemise re biyo meyman. Yitiqate Kırmanciye de ceni u ciamerdi jüvini ra nebırmene ra, domanu ki neerzene hete pey. Raa heqiye de kes nezano ke Heq kami dero; ceniye dero, ciamerdi dero, domani dero? Mıslımani be, Isewi be ni qe Heqe xo nevenene. Ama sare Dersimi heni niyo. Xızır, Dersim de Kemere Duzgıni dero, Jele dero, Gole Buyer Bavay dero, Bağıra Sıpiye dero, Koye Qosani dero, Yıxır Gol dero, Taseniya dewa Bamasuru dero, Qızılbele dewa Kuresu dero... koti vace uca dero. To ke zerre Xızıre xo vıraşto, koti ke vace uca Qıre xo rameno vere to. Xızır, mordemo de zerrehirawo. Kami ke piştige Xızıre xode mokem pe gureto, yira nexapiyo, mordemo nianen şikino ke Xızıre xode çiye sero wereno ki. Dersimi ra Dewrese Xızıri ra vato "Dersim ke qırr kerd tı koti biya?" Qızılbel de Dewres Sıleman cıra vato kızılbaş - sayfa 11 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "Eskere Evdıl Musay ke erzeno ma ser çıra mare wayır nevecina?" Kamci yitiqat de mordem Heqe xode nia je dı bırau nano were? Des u Dı asmu ra jü asme, sare Dersimi Xızıre" xore bırrna ra. Nae ra "Asma Xızıri" vane. Asma Xızıri, asma Gağandi ra dıme, ama asma Gucige ra raveri yena, worte ni dı asmu de manena. Hesave qeleme(Miladi) ra ke 13'e va (l3,Ocak), hesave mara(Rumi) 1'e asma Xızıri vano. Na asme de çar heşti Roce Xızıriyo. Roce Xızıri hire rociyo. Seseme, çarseme, 'poncseme roce cene, yene qırvanu kene. Sare Dersimi pero zerre jü heşti de Roce Xızıri necene. Ca 'be ca ,dewe 'be dewe, ucağe 'be ucağe, aşire 'be aşire herkes na çar heştu ra jü de ceno. Tavi, asma Xızıri de Xızır vecino meymaniye. Xczır ke dinere kamci heşt de biyo meyman, yiki Roce Xızıri wo heşt de cene. Fikre Xıııri 'be kerdena Xızıre Dersimi, ma no nusto kılm de şikinme ke nia hunde qale cı bime. Xızıre Dersimi ke nia yeno meydan, eke heni rö no sewle xo çutır dano ra lavatiya sare Dersimi ser? Verende kokımune Dersimi ra bicerime. Kokıme Dersimi ke herdise verdane meqes pa nenane. Çıra? Xıziro 'Kal meqes herdisa xora nenano coku. Yi ki wazene ke je Xızıre xo bıase. Jü ke meqes na herdisa xora pe di kay kene, vane "Herdiso kırrık!" Verende herkesi waştene ke jü astoro de qır bonco bıne xo. Xızır, Astore Qıri serowo coku. Sare Dersimi verende kınce sıpi kerdene pay. Coku, İhsan Sabri Çağlayangil sare Dersimi ra "Beyaz donlular" (tumane sıpiyini) vano. (İ.S.Çağlıyangil, Anılarım, Güneş Yayınları, s.45) Xızıre sare Dersimi sıpe gureto xorâ, coku yine ki sıpe kerdo pay. Berime xort u çenekune ma. Xızır çutır ke tenganiye de reseno mordemi, gence ma ki na qeyde Xızıre xo yemişe lavatiya xo kene. Xızır çutır ke koto dılxe kokımu 'be feqiru yi sevekne, gence ma ki feqir u fıqaru seveknene, dewucune behardi seveknene, "proleterya" seveknene. Kam ke hete ninede niyo yide dane pero. Tavi; Xızıre mordemi ke isyankar bi, seveta kokımu 'be feqiru ra adıre mordemi sayna, qome di ki vazeno ra seveta "proleterya" ra adıre sari sayneno. Ma kami ra se vacime? Xızıro ke ceni u ciamerd jü çım ra di, qome di ki vazeno ra seveta heqa ceni- yu lez keno. Wazeno ke ceni endi şiya ciamerdu ra veciye, heqe ceniyu 'be ciamerdu ra çırpa jüvini de be. Mordemo ke Xızıre xode na were, vazeno ra dewlete de ki nano were, hukumati de ki nano were vano "Sıma naca de neheqeni kene!", yaki "Ma tam demoqırasi wazeme!", "Ma adalet wazeme!", "Ma zulım newazeme!" Xızıre mordemi ke xıraviye de, tariye de, neheqiye de da pero; qome di ki vazeno ra xıraviya cemati de, fikirune tariyu de, neheqiya hukımdaru de dano pero. Şiya yitiqate sare Dersimi her dewır de eşto lavatiya dine ser.No vijeri ki heni bi, ewro ki heni ro. Tavi ke yitiqate dine ewro teyna Xızır niyo, Yitiqate Kırmanciye niyo. Sare Dersimi Yitiqate Kırmanciye 'be Elewiyeni ra girena jüvini. Yitiqate dine, senteze ni dı yitiqatuno. Yi, naca de ki raa Xızıre xode şiye. Qayt biye ke E)ılibeyt re neheqeni biya, Hz. Eli re neheqeni biya, Des u Dı Yimamu re neheqeni biya coku hete dine gureto. Ma Xızın ki hete kokımu 'be feqiru de nebi? Mordem gereke nae ki bızano ke Xızır zerre Elewiyeni ra neveciyo. Koka ni çand hazar sere xori de sona. Tırki vane "Yitiqato mawo 'kan name xo Şamaneniya." Kurdı ki vane "Yitiqate mawo 'kan name xo Zerduşteniya." Sare Dersimi ki qa Elewiyeni ra raver beyitiqat nebi. Kes nezano ke Xızıri yitiqate sare Dersimi de çand hazar seriyo ke ca gureto. Xızıro ke sare Dersımi cıra vano "Heqo", yi "Weyır" veneno yitiqate jüıiı hazar seri niyo. Çutır ke ma nusna, sare Dersimi Xızıri eve na çım veneno, wo ki sewle xo nia dano ra lavatiya dine ser. Sare Dersimi teyna eve zone Zazaki ra ne, eve yitiqate Xızıri ra ki ğezna kulture Anadoliye re kifato de hewl kerdo. Anadoliye pe nine xo bıgoyno Sare Dersimi Elewiyeni re zaf xızmete kerda. Anadoliye de ke "Dersim" va Elewiyeni, Qızılba,seni yena ra mordemi viri. Dersim ra des u dı ucağe Elewi, hem sare Dersim re hemı ki sare dorme Dersimre xızmete dane. Qe Tırkki , qe Kırdaski , qe Zazaki qesey bıkere pire Elewiyune Şarqi tede Dersim rae. Sare DersiKrıi Zazaki qesey keno ama; sare Elewi kam beno bıbo, qe Tırkki , qe Kırdaski qesey kero ni xo sero marde. Mavene nine jüvini de zaf gemı biyo. Çeney de jüvini, jüvini ra çeney gurete. Kamci zon qesey kene bıkere Elewi gereke bıere jü ca, jüvini de bicere ra. Şoveneniya mıleti kamci het ra yena bıero, jiyan dana yitiqate E'lewiyeni. Şoveneni ki Tırkiya de teyna Tırku ra nina, jüyo ke na fikir dero ma çım de xelato. Şoveneni gereke ma caverdime. Anadoliye hardo de hirawo, kam beno bıbo ma hatan nıka naca pia vınetime, naera tepia ki gereke pia vınderime. Anadoliye welate ma peruno. Ma ke mecuma "PİR"i diye zaf bime sa. Çıme ma raa "PİR"i ra şi. "PIR" ame, tenga "talıvu" biye mokeme. Heq xer kero! Xızır emre "PİR"i derg kero! Xızır "PİR"i destu ver mekero! "Çeneka mı tora vanu, veybıka mı tı bıhesne!" Hukumate mıno demoqırat tı nae mece xoser! Kaynak: P İ R Dergisi Sayı 3 Ağustost 1995 İstanbul kızılbaş - sayfa 12 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yol Sözcükten Uludur “Ey Mısır! Gelecek kuşaklara senden hatıra olarak sadece inanılmaz masallar kalacak ve seninle ilgili olarak geriye taşlara oyulmuş kelimelerden başka bir şey kalmayacaktı. Ancak bunlar bile yüzyıllar boyunca seni ölümsüzleştirmeye yetecektir.” Hermes Yol sözcükten uludur ve bağlama Hermes’in sesidir, Nil’de asasını bırakan Hermes Turna kuşu olup diyar diyar dolaşır ve Kaygusuz Abdal da Anadolu’dan kalkıp bu sesin peşine düşer. Amacı kutsal sözün efendisi ve kutsal sırların sahibi Hermes’le bir olmaktır. Kaygusuz’un tek amacı vardır o da İskenderiye limanında hamallık yapan“Bir beden içinde barındığı için utanan” Ammonius Saccas gibi ışıkla bir olmak ister ve yola koyulur, gözü yükseklerde değildir. Kim bilir belki de Pir Sultan Abdal bu sözleri Kaygusuz için söylemiştir; “Hazreti Şah’ın avazı, Turna derler bir kuştadır. Asası Nil Deryasında, Hırkası bir derviştedir.” Kaygusuz, Hermes’e doğru çıkan yolculuğunda Mısır’da dört tane dergâh kurar. Bu dergâhların en büyüğü Kahire yakınlarındaki Mukattem Dağındadır. Kahire, dünyanın en uzun nehri olan Nil vadisinde kurulmuş ve Mısırlılar için tüm şehirlerin anasıdır. Işık kültünün kenti Kahire ölüm ve yaşamın da kentidir. Bu güneş kenti aynı zamanda inisiye merkezi ve insan-ı kâmil-i aramanın yeridir. Abdal Musa’nın dervişi, bedeninden utanan Kaygusuz, kıldan köprü yapıp kullarını o köprüyle terbiye eden, Tanrı’ya kafa tutmuş Mukattem’de kurduğu dergâhın çilehanesinde Hermetik ritüellerle etrafına yaktığı çerağlarla pirini arar. Hermetik İkrar Ayininde rahip adayı, dört tane sınavdan geçmek zorundadır. Bu sınavlar dört kapıya açılan dört element sınavıdır; hava, su, ateş ve toprak. Alaiye Beyinin bedenine sığmayan oğlu da önce bu sınavlardan geçer. Bu sınavlardan geçmeden önce nasıl bir Cennet Bilek çocuktur? Alaiye beyinin oğlu Gaybi, avlanmaya çok meraklıydı. Bir gün gittiği geyik avının hayatını değiştireceğini kuşkusuz bilmiyordu. Attığı okla bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı geyik kaçtıkça Gaybi arkasından koşar. Geyik kaçarken Abdal Musa'nın dergâhına girdi. Gaybi de arkasından dergâha girer. Gaybi, dergâha girip dervişlerden geyiğini sordu. Dervişler görmediklerini söyleyince aralarında tartışma başladı. Olaya Abdal Musa müdahale etti. Koltuğunun altından kanlı oku çıkararak Gaybi'ye gösterdi. "Oğul attığın ok bu mudur?" diye sordu. Gaybi okunu tanıdı ve Musa'ya bağlandı. Bu bağlanış Alaiye beyinin hiç hoşuna gitmedi. Oğlunu dergâhtan kurtarmak istedi ama Gaybi “Musa'dan ayrılmam.” dedi. Alaiye Beyi, Teke (Antalya) beyine başvurarak oğlunun kurtarılmasını istedi. Teke beyinin gönderdiği ordu Musa’ya savaş açtı ve yenildi. Böylece Gaybi dergâhta kaldı. Kaygusuz adını aldı. Kaygusuz kırk iki yıl dergâha hizmet etti. Bazı rivayetlere göre Kaygusuz Mısır’a gitmeden önce Rumeli'yi dolaştı. Edirne, Yanbolu, Filibe ve Manastır'da bulundu. Kahire yakınlarındaki Mukattem dağında kurduğu dergâhta hakka yürüdü. Abdal Musa gibi halifesi Kaygusuz Abdal da Bektaşiliğin kurucularından sayıldı. Yunus Emre'nin açtığı yolda yürüdü. Hem aruz hem de heceyle şiirler yazdı. Kaygusuz Tanrı’ya sitemini şu dörtlüklerde anlattı. “Erliği ile anılır filan oğlu filan deyü anan yoktur atan yoktur sen benzersin piçe tanrı” ……………………………. “Kıldan köprü yaratmışsın gelsin kulum geçsün deyü hele biz söyle duralım yiğit isen geç e tanrı” ……………………………. “Bakkal mısın teraziyi neylersin işin gücün yoktur gönül eğlersin kulun günahını tartıp neylersin geçiver suçundan bundan sana ne” Ezoterik felsefeye yaslanan şiirlerinde yobazlıkla sofuluğu nükteli bir anlatımla taşladı. Bektaşiler arasında büyük saygı ile anıldı ve Bektaşi uluları arasına girdi. Hemen hemen bütün Bektaşi dergâhlarında bulunan ve Kaygusuz'a ait olduğu kabul edilen bir resimde bir yılan, bir akrep ve bir Arslan, ayakları dibinde ona boyun eğmiş olarak tasvir edilmiştir. Ölüm onu utancından kurtarmış ve yolu sır etmesini sağlamıştır. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 T EP iYA ZON İ SERO 15.02.2012 de nusnaniyese mıno qe na dergiye de wejiya, mı zone ma sero nusnawi. Ez wanu qe tepiya zoni sero wındine, zoni sero bınusnine. Çiqe mesele zoni zaf muimo. Seweta na meselira gore, hona watena mı esta, fıqıre mı esto. Cane qe harde dina sero hata nıqa peyda biye, werte na canude isan, hesneno, fam keno,herçi wırazeno ano meydan. Nayera gore isan na canu perünara berzo, perüne serawo. İsan werte zu komelide derde xo,mereme zere xo, fıqıre xo,mecmuro qe,qesey bıkero, wazone qe, isanoqe wera ye isaniyo, o isani qi ey fam bıkero. Nayera gore isan mecmur mendo, zuwini hesnayene’re, qesekerdene’re u fam kerdene’re, çare keno saye weneno. En werinde ewe belikerdene’ra, beçıqera, destra, hereqete hermira zuwini de qesey kerdo, zuwini fam kerdo. Ewe na torera tayena qe rawer şiye, ora dıme ewe wengra, jiwatiyera, tenena werte xode zuwini fam kerdena xo biya rınd. Dolımo peyende,fıqıre xo, mereme xo, zonayeniya xo ewe zonra ardara zon, zuwinide qesekerdene mıso. Endi isani her çiye xo zonra qesey kerdo zuwini fam kerdo. maa komeliya maa mıletiya. Zon ze caniyo, yeno dina, beno rınd, beno delal, isan nusneno, waneno, qesey keno, ora dıme mıreno. Yane beno wini qedino sono. SAİT BAKŞİ bene. Hama werte na hunde zonura ancax qe 118 (seudesuheşt) zoni, dugelure biye zon, biye resmi. Wanine, nusnine, qesey bene. Ne zoni e dugelure biye resmi zon, zonune binu sero, biye hukumdari, zone bini gurete bıne deste xo. Zone bini newaniye, nenusniye, qesey nebiye. Tabi naqi politiqa ye dugelina. Wazene qe ye zonune binu, wertera wedare wini kere. Ya qi bıwurnene (asimile). Hen wajino qe, waxtera tepiya 6800 ferqli zoni harde dina sera bene wini darine we,mırene sone. Nayera gore isan fıqırino qe, dema qe roz zone, riye dina sera darino we, beno wini sono. Na taliqe zone kırmaciye sero qi esto. Çıra qe Hen wajino qe, waxtera tepiya 6800 ferqli zoni harde dina sera bene wini darine we, mırene sone. Nayera gore isan fıqırino qe, dema qe roz zone, riye dina sera darino we, beno wini sono. Na taliqe zone kırmaciye sero qi esto. Çıra qe enusnino, newanino, qeseynebeno. Mıleto kırmanc qere qe zone xo bewair meverdo. Zone xore waireni bıkero, bınusno, bıwano, qeseybıkero, bızono qe, na taliqe zone xo sera wedaro. Zon zaf çetın amo werte. Ewe rehetiyera werte niyamo.Ewe hazaru serura dıme biyo rınd qesey biyo, nusniyo waniyo. Harde dina sero isanire biyo zon, qesey biyo. Tabi zone her mıleti, her isani zu niyo. Ferqli ferqli zon peyda biyo amo werte. Zon qe çinewi zu mılet tehet neno. Mılet neweno. Zu mıleti zon ano tehet, keno mılet. Zon qe çinevi piyayen’ya ye mıleti qi newena. Piyayen’ya ye zonı qi newena (Dil birliği de olmaz.) Zu mileti qe zone xo kerd wini, xo wira kerd, werte pelgune tarıxira sırmıs beno sono. Be zon maneno be kultur maneno. Hata roza ewroyene, zone qe harde dina sero qesey newene, wertera dariye we biye wini merde şiye. İne qe memorime,xerja dinera, harde dina sero nıqa 3500-4000 hazari zoni qesey Kulture zu komeli,je leya çınaro, Edebiyat u zonı qi uwa a lesa leya çınara. Zon zu dugel wırazeno, ano werte. Zon zu komeli keno komel. Zon zu mıleti keno mılet. Yane zon maa dugeliya, Tore u kulture zu mıleti qe bixırawe, adaleti qi ne maneno. Raa xo sas keno, raa xeletera sono. Adalet qe rayera wejiya, o mıleti qi raa xo sas keno. Nezoneno qe sebıkero. Raa xo kotiro sona, karu gure xo kata sono. Koka zoni tarixo. Coqa wajino qe je zoni towa qimetli niyo, degerli niyo. Zon qimete xo degere xo hen gırso,hen berzo qe, adaletire lazımo. Fıqıriya’yenere lazımo. Hunermen’denire lazımo. Qesekerdene’re lazımo, seweqıtayene’re lazımo. Kes keşira jede, ya qi kemi waire heqe mewo. Heqsıziye qi mewo. Be zon isan çiye bese nekeno qe bıkero.Be zon ison çiye nefıqırino.Çiqe bıwo ewe zonra beno.Ewe zonra yeno meydan. Zu zon çıxa beno gırs, beno jede,çıxa rawer sono,çıxa beno qız beno kemi, çıxa peyser maneno, o mıleto qe o zon qesey keno o mılet gere ge bızono. Çıra qe waire ye zoni o mıleto. Ya rınd wair wejino rawer beno ya qi qesey ne keno, nenusneno, newaneno, nemıseno, xowira keno, peyser beno, keno wini wertera da nowe. Zu mılet qe zone xore wair wejiyo, rawer bero, rınd kero, delal kero, daha rındeq kero, biyaro werte.O mılet kulturo de rındeqo delal tepiya o zonra wırazeno, ano meydan, werte kulturune Dinade beno waire bare. Kulturo rındo delal zono rındra wırajino, yeno werte, ye mıletire beno kultur. Çıra qe zu isan zono qe qesey keno, nusneno, waneno, kamiya xo hen zoneno. Zu Komeli qi, zono qe qeseykeno, waneno, nusneno, kamiya ye komeli qi o zonra beli bena. O zon kamiya ye komeliya. İsan ancax qe zone xore isano. Zu isan, soy sope xo, koqe xo, zone xora rawer beno. İsan nezdiye xora, çıxa qe tenena nezdiyo, xo rınd zoneno, Waxto qe werdora şiyo, eyi qi anora xo wiri hemi qi kızılbaş - sayfa 14 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hesneno. Zon na dı hetu ano rasneno pe ora gore fıqır tepiya zonra yeno meydan. Zonı qi fıqıru ano meydan. Zon rou cane zu mıletiyo. Zone zu mıleti qe çino, o mıleti qi çino. Zone zu mıleti qe çino, ruye ye mıletı qi çino.Çıra qe zu mılet zonra beno zonaox, o zonayise xo, tepiya zone xora kesey keno, dano famker’dene, ano werte. Zon hen rawer sono beno rınd, beno delal, her çide, her cade, xo beli keno.Torede, odetude, kulturde, qesekerdene’de, wano ez endi zone sımaune, ez estune, mıleto qe mı qesey keno, endi mıre wair wejiyone. Ez endi amanete tüne, mı rınd bıseweq ne, be zon, be kultur be kamiye memane. Mılete ma, bırayene, wayene, xorte ma, domone ma, ez wanu, zone Dersim qaniye, ruye Dersimqaniyo, zone xore wair wejime, bekes mewerdime. Zone ma wini mewone. Hata qe mesele de bini sero, tepiya ameyme te het, hata a roze bımane weşiyede. Dersimo, Dersimo, Bıfeteliye caye çino, Qome ma Qimet bızonime, Reyna era ma dest nekuno. Dersimi persena, Werte çor kouno, Tı kotıro qe niyadana, Harde xo pıre jiyaru diyaruno. İtaat Kültü ya da “Koro kami çımê to vet?..” X. Çelker “Ez xızmekarê çê xuya, ağaê teveriya!” Sılêman Ağao Areyız İtaat Kültü ya da “Koro kami çımê to vet?..” Kuruluşundan beri işleyişi emir-komuta zinciri ile sağlanan zoraki devletin, temel istemlerinden biri olan itaat kültü 12 Eylül Askeri Cuntası’yla daha da katmerleştirilerek uygulandı. Yanısıra Türk solu ve Kürt ulusal mücadelesi içinde yer alan devlet karşıtı (!) bir çok örgüt de bu türden uygulamalara karşı gözükmekle beraber, örgüt kararlarını eleştirmenin veya onlara karşı duruş sergilemenin ihanet sayılıp yargılandığı bir mekanizmayla, fiilen uygulayıcısı oldu. Sonuç olarak yaşama tek perspektiften bakan, her şeyi siyah-beyaz gören, gri tonları göremeyen, eleştirel bakış açısından yoksun, itaatkar bir kuşak yetişti. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman gören, taleplerine yönelik vereceği cevabı olmadığında ‘ajan-işbirlikçi’ ilan eden, Türkiye Kürdistanı ile Dersim’e, Dersim’in de özellikle 7604 m2’sine kendisini haps eden ve ordan 814.578 km²lik yüzölçümlü Türkiye’nin devrim mücadelesi verdiğini idda eden ve bu yaklaşımıyla savaşın özellikle o bölgede yoğunlaşarak, o coğrafyanın tahrip olmasına zemin sunan, devletin sopalarla öğretemediği asker dilini ana dillerine tercih etmelerinde büyük rol oynayan uygulamalarıyla, farkında olarak veya olmayarak, kendileri devlete hizmet eden bu örgütler, amaçlarına uygun bir de genç kuşak yetiştirdiler. “Önderlik çözümlemeleri”ni veya “PMK-Kararları”nı eleştirilemeyen ilahi gücün kararları olarak sunan, tek tipliliği, tek sesliliği, liderlik ve ilahlık anlayışını yeşerten bu örgütler, ne yazık ki eleştirel bakışı engelledi, gençliği sorgulamaktan, eleştirmekten, farklı düşünmekten alı koydu. Monist anlayışın orjinalini rededen bir halkın, kopyasına hiç mi hiç ihtiyaç duyamayacağını düşünmeden, ya bizden yanasın, ya devletten yanasın ikileminin ötesinde bir alternatif bırakmadı. Hele ki “roca tenge emrê xo kılmo” misali bu tutumun yanlışlığı da kavrandı ve özgürlüğün, sadece devlet politikalarına karşı çıkmak olmadığını fark eden, kimseye sığınmadan kendi platformlarını kuran, kendi kimliğin- den taviz vermeyen, dilini önemseyen, inancına tepkili olmayan, halkının yaşam felsefesini yadırgamayan, başka alternatiflerin de olduğunu sezen, gören ve “ne sendenim, ne ondan, ben de varım” diyen gençler de kendi kurumların da yer alarak geçmişle yüzleşmeye başladı. Ve bu gençlik; * ister devlet terörü ve güvenliği adına olsun, ister örgüt disiplini ve kararı adına olsun her türden şiddete karşı olduğunu beyan ederek, Dersim'de uygulanan bütün faili meçhul cinayetlerin açığa çıkarılmasını talep ediyor. * Atatürk’ten İhsan Sabri Çağlayangil’e kadar tüm devlet temsilcilerinin isyan propağandası yaparak fiziki ve kültürel soykırımı gerekçelendirmeye çalıştıklarını; Dersimin değerlerini politikalarına alet edip, "Katliam saldırılarının, komplo ve oyunların devreye girmesiyle Dersim haklı olarak başkaldırdı, isyan edip silaha sarıldı; direndi” diyen örgütlerin kulağına da şamar atarcasına, canlı tanıkların “ biz 36’da silahları teslim etmiştik, isyan falan etmedik, bize yapılan Tertelê idi” dediklerini haykırıyor. *PKK-KCK'yı MİT'in yönettiğinin, muhtarlar veya sofrasına bir parça ekmek getirme çabası içinde olanların infazlarının adaletsizliğinin farkında olarak, gücünüze güveniyorsanız ve ille de şiddet diyorsanız barajları dinamitleyin, silah fabrikalarına yönelin deme cesaretini gösteriyor. “Dişe diş, kana kan, intikam!”, "Dişe diş, kana kan, seninleyiz Öcalan!" veya “İktidar namlunun ucundadır!” diye diye birbirlerine benzeyen, şiddeti tek çözüm olarak dayatanlara insan-i kamillerimizin ezelden beri verdiği cevaptır: Heq kesi şaş mekero, şaş keno kaş mekero, kaş keno lêwlas mekero... Xızır qomê ma belaanê nianêna ra bışevekno. Kaynak: http://www.jarudiyar.com/ yazarlar/1292-taat-kueltue-ya-dakoro-kami-cme-to-vet.html kızılbaş - sayfa 15 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersime dair belge Başbakanlık arşivinde yer alan belge, Dersim olayları konusunda tarihi bir yanlışı ortaya çıkardı. Belgeye göre, Dersim olayları 1938 yılında değil, 1939’da sona erdi. Belgede, askerin operasyon düzenlediği grupta çocukların da bulunduğu bilgisi yer aldı. TUNCELİ - Başbakanlık arşivinde yer alan belgelere göre; Dersim olayları 1938 yılında değil, 1939'da sona erdi. Sözkonusu belgeler, açılan bir dava nedeniyle arşivden çıktı. 83 yaşındaki Ali Doğan, 1938 yılında annesi ve iki kardeşinin de bulunduğu 20 yakınının Dersim olayları sırasında öldürüldüğü gerekçesiyle Tunceli Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açtı. Doğan, kendilerinden özür dilemesini de istedi. 11 milyon 695 bin liralık manevi tazminat davası, devleti temsilen Cumhurbaşkanlığı'na açıldı. Ayrıca Başbakanlık’a, İçişleri Bakanlığı' na, Milli Savunma Bakanlığı' na ve ilgili kurumlara konuya ilişkin belgelerin gönderilmesi için yazı yazıldı. Başbakanlık, bu talebin ardından konuyla ilgili belgeleri mahkemeye gönderdi. Cumhuriyet arşivindeki belgelerin birinde, Tunceli'de 1938'de sonlandırıldığı bilinen askeri harekatın 1939 yılında da devam ettiği ortaya çıktı. Avukat Barış Yıldırım, "Bugüne kadar Dersim askeri harekatının 1937 yılında 4 Mayıs'ta alınan Bakanlar Kurulu kararıyla başladığı, 1938'de devam ettiği ve sonlandığı biliniyordu. Fakat gizliliği kaldırılan Başbakanlık Cumhuriyet arşivindeki 2 Ağustos 1939 tarihli bir belgeye göre, askeri harekat 1939 yılında da devam etmiş” diye konuştu. Kayak: http://www.dersim.biz 'ÇOCUKLARI BİLE PUSUYA DÜŞÜRDÜLER' Avukat Barış Yıldırım'a göre belgeler harekatta kadıların ve çocukların da öldürüldüğünü gösteriyor. Avukat Yıldırım, şöyle konuştu: “Belgede 'Yılan Dağı’ndan kaçmak isteyen 40 kadar silahlı, 30 kadar çolukçocuktan oluşan haydutlar 38. Alay’ın pususuna uğradı' deniliyor. Buradan çıkan şu; Dersim’de yaşayan her canlının askeri harekatın hedefi olduğudur. Çocukların bile pusuya düşürüldüğü askeri harekattan bahsetmekteyiz.” Cumhurbaşkanlığı'nın mahkemeye gön derdiği belgede, savunma için ek süre istendi. Osmanlilar Devrinde Dersim Isyanları Jandarma Umum Komutanligi Dersim Raporu Kisaca JUK olarak Dersim Arastirmalalarinda belirtilen Aslinda “Dersim Jenosidi El Kitabi” olan bu rapor Gizli ve zata mahsus Kayit altinda 100 tane basilmis Yazan Kurmay Albay Burhan Ozkok 1937 Askeri Matbaa 69 Sayfa ve Ekte 3 Kroki kızılbaş - sayfa 16 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 seyid rıza ve dersim dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine seyid rıza’ların idamı ve mezarlığı hangi yüksek iradenin eseri? Hovsep Hayreni meyeceğiz diye Atatürk bir gün sonra Elazığ'a geldi. Treni gece kör makasa çekmişler, uyuyormuş, kendisini uyandırmamışlar...” (13) B ö l ü m (3) SEYİT RIZA'LARIN İDAMI VE MEZARSIZLIĞI HANGİ YÜKSEK İRADENİN ESERİ? 1937 Kasım ayı ortasında Atatürk'ün bölgeye yapacağı ziyarete yetiştirilmek üzere apar topar gece yarısı mahkemesiyle asılan Seyit Rıza ve arkadaşlarının nasıl bir yargı komedisinden geçirildikleri İ. Sabri Çağlayangil'in anlatımı sayesinde biliniyor. Dersim tartışmaları alevlendiğinden beri Çağlayangil'in tanıklığı birçok yerde yayınlandı. Bütününü tekrar buraya aktarmak gereksiz olur. Ancak son durumda özellikle Atatürk'ün rolü tartışma konusu olup devletçi refleksler onu temize çıkartmaya odaklandığı için başka hususların yanında bu ziyaret ve idam saf hasını da iyi bir mantık süzgecinden geçirmek gerekir. Çağlayangil diyor ki “Biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden önce vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk! Ben bunu sağlamak için hükümet tarafından buraya gönderilmiştim”. Kendisini acil görevle bölgeye gönderenin Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer olduğunu ve “Beyaz donlu altı bin doğulu vatandaşımız Elazığ'a dolmuş, Atatürk'ten Seyit Rıza'nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Bunların Atatürk'ün karşısına çıkmalarına meydan vermeyelim” dediğini belirtiyor. (11) İşin mantığı bu ise, sözkonusu istihbaratın Atatürk ile paylaşılmamış olması mümkün değildir. Dersim harekatının birinci aşaması tamamlanırken bölgeye teftiş gezisi yapmak isteyen Atatürk, hem öyle tatsız bir kitle baskısıyla karşılaşmamak, hem de “devletin gücünü” daha iyi hissettirmek üzere, idamların kendi ziyaretinden önce kotarılmasını bizzat tercih etmiş olmalıdır. Bunun böyle olduğu, idamlardan hemen sonra Elazığ tren istasyonunda Atatürk'ü karşılayan Çağlayangil'in olayı ona rapor ediş tarzından bellidir. Orada Atatürk'e sürpriz gelen bir durum yok. Bilgisi dışında yalnız bir fotoğraf işgüzarlığıyla karşılaşır, ki sakıncalı bulduğu o durumu derhal gidermeye yönelik tavrı da, aşağıda okunacağı üzere, bu yok etme olayına hangi boyutta kendi irade ve ağırlığını koymuş olduğunun resmidir. Dahası Çağlayangil'in anlatmaktan imtina ettiği başka hususlar da olabilir. Kırmanciya Beleke Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhat Halis'in “Gizlenmek istenen tarihi gerçek: Mustafa Kemal Sey Rıza Görüşmesi” başlıklı makalesinde (12) dikkat çektiği gibi, 14 Kasım gecesi Elazığ'da bulunan Atatürk'ün kendisine diz çöktürme maksadıyla idamından hemen önce Seyit Rıza ile gizli bir görüşme yapmış olması da kuvvetle muhtemeldir. Gerçi bu şimdilik kesin kanıtlanabilir olmaktan uzak; ama o gece Atatürk'ün Elazığ yakınındaki Yolçatı istasyonuna varmış bulunması, treninin kör makasa alınıp beklemesi, Seyit Rıza'nın mahkemeden iki adımlık idam yerine ciple götürülmesi ve diğer mahkumlardan sonra asılması gibi hususlar dikkate alındığında, cipin onu önce Atatürk'le görüşmeye götürmüş olduğunu düşünmemek elde değil. Maksadın hasıl olmadığı durumda öyle bir görüşmenin sır olarak saklanması da doğaldır. Çağlayangil'in idamlar infaz edilinceye kadarki tanıklığı bir çok yerde yayınlanırken, sonrasına dair anlatımı basına pek yansımamış, biraz gölgede kalmıştır. Şöyle bir girişi var: “Fakat biz bu işleri belki zamanında hallede- Bu ifade çok belirgin gösteriyor ki Atatürk Elazığ'a gelirken orada “halledilecek işler”den haberdar. Sonra Çağlayangil vagonda onunla görüşmesini anlatıyor. İdam edilenlerin sehpada sallanırken çekilmiş fotoğraflarını gören Atatürk'ün teşhir amaçlı bu işgüzarlığa kızdığını, onları negatifleriyle birlikte imha etmeleri için emir verdiğini, kendisinin koşup bu emri yerine getirdiğini, kenara ayırdığı iki örnekten birini Atatürk'e verip birini onun müsadesiyle kendine sakladığını belirtiyor. Bu anlatımın biri yazılı, biri sözlü iki varyantı var. Çağlayangil'in yazılı anılarında Atatürk'ün tepkisi adeta saf insani bir kaygının ürünü gibi okunmakta: “Bu sırada Atatürk seni çağırıyor dediler. Gittim, kahvaltı ediyorlardı. Bana bir resim gösterdi. Seyit Rıza'nın sehpada sallanırken resmi çekilmiş. -Bu resim ne emniyet müdürü, dedi. -Haberim yok, dedim. -Öyleyse maiyetine hakim değilsin, dedi ve ekledi. -Çabuk git bu resmin negatifini bul, basılanları imha et. Gittim araştırdım. Bizim Macar Mustafa sivil polisimiz ben idam yerinden ayrılırken bizzat resim çekmiş. Bir yerlerde bastırmış ve Şükrü Kaya'nın yaverine vermiş. Şükrü Kaya da Atatürk'e iletmiş. O kısa konuşmada anladım ki, Atatürk bu olayları detaylı olarak bilmiyor. Bu tür olayları da sevmiyor...” (14) Kayırmacı şekilde yazılmış bu muğlak ifadeler bir şeyleri gizler gibi. Neyse ki aynı Çağlayangil'in yine kendi ağzından alınmış ses kaydı bulunan röportajındaki anlatımı o örtüyü biraz kaldırıyor: kızılbaş - sayfa 17 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Macar Mustafa, Şükrü Kaya’nın yaverine, ‘Astık herifleri’ diye resimlerini vermiş. O da kahvaltıda Atatürk’e göstermiş. Atatürk, fena halde sinirlenmiş, beni çağırdı. Nedir bu rezalet? dedi. Bütün Kızılbaşları ayaklandırır bu resim. Herif seyyit. Peygamber sülalesinden, dedi. Öyle sümükleri akmış beyaz sakalıyla, dedi. Git, derhal imha et, dedi. Jandarmadan negatiflerini bul, dedi. Gittik, bulduk jandarmadan negatifleri imha ettik…” (15) Ancak konuyu kendisinden dinlemiş bir yakın dostu bu işin aslını ve fotoğraf imhasının mantığını biraz daha farklı aktarıyor. Buna da Çağlayangil'in anlatımının üçüncü varyantı diyebiliriz. Şimdi bu tanıklığı yapan gazeteci-yazar İsmet Bozdağ'a kulak verelim: “Dostum İhsan Sabri Çağlayangil, olayın bundan sonrasını bana başka türlü anlatmıştı; yayımlanan hatıralarına başka türlü geçirmiş!.. Bana anlattığında: İdam edilenlerin resimlerini kendisi çekmişti; kitabında, bir arkadaşının çektiğini ve kendisinin Atatürk'e götürdüğünü belirtiyor. Ben, hatasını hafifletmek için yazdırırken değiştirdiğini sanıyorum. Olayı anlatışı şöyleydi: -Baktım, bir tarih içindeyim!.. Ürperdim. Birden olayı belgelemek geçti aklımdan. Hemen koşup Macar Mustafa'nın fotoğraf makinesini aldım ve asılanların birer fotoğrafını çektim. Şehrin tek fotoğrafçısını uyandırıp filmi banyo ettirdim ve ikişer kopya bastırdım. Kopyaların birini Atatürk'e verecek 'Emriniz ifa edilmiştir' diyecek; öteki kopyayı da kendime saklayacaktım. Atatürk'ü getiren tren, istasyona girdi. Trende yaveri görüp Atatürk'ü sordum: 'Kahvaltısını yapıyor, haber vereyim' dedi ve biraz sonra beni vagona aldı. Atatürk, hala kahvaltı masasındaydı. Gece yarısı başlayan mahkemeyi, alınan kararları, Seyit Rıza'nın son sözlerine kadar her şeyi özetledikten sonra, resimleri uzattım: -İşte idam edilenler!.. Gazi, resimlere şöyle baktı ve bana gözlerini hışımla dikerek sordu: -Kim çekti bu resimleri?.. -Bendeniz paşam!.. -Negatifler nerde? -Odamda paşam!.. -Başka kimsede bu kopyalardan var mı? -Hayır efendim... -Şimdi gidip odandan negatifleri alıp geleceksin... Şimdi, hemen!.. Neye uğradığımı bilemeden vagondan çıktım. Koşup odamdan negatifleri alıp vagona döndüm... Atatürk, aynı koltukta oturuyordu. Negatifleri ve kendim için ayırdığım kopyaları uzattım. 'Hepsi bu kadar efendim' dedim. Gazi negatifleri, bir bir gözden geçirdikten sonra, masada duran kahvaltı tepsisine attı ve çakmağı ile tutuşturduktan sonra bana döndü: -Gençsin!.. İyi düşünce ile ve belki de tarihe vesika olur fikri ile bu resimleri çekmişsin!.. Düşünmemişsin ki, bu resimlerini çektiğin insanlar toplumun liderleri... 'Yürüyün!' demişler, binlerce insan gözünü kırpmadan peşlerine düşüp ölüme atılmışlar!.. Çocuk!.. Bunlar bayrak adam; bunlar bayrak!.. Senin çektiğin bu resim, ellerine geçse, bu bölge yeniden isyana kıyam eder... Sen, hem ateşi söndürmüşsün, hem küller arasındaki kıvılcımlardan yeni bir ateş tutuşturmaya çalışıyorsun!.. Bu olay, kulağında küpe olsun... İnsan yaptığını bilmeli... Yorgunsundur, hadi şimdi git dinlen!.. İşte Atatürk bu!.. Böyle demişti, İhsan Sabri Çağlayangil dostum bana... Ben de olduğu gibi yazıya döktüm. Bu yazdıklarımın incelenmesinden, bir kitap daha yazılabilir... Fakat bu kitabın, okuyucularımın düşünceleri içinde yazılmasını daha yararlı buldum.” (16) İsmet Bozdağ'ın bu yazdıklarındaki samimiyetine inanmamak için bir neden yok. Yakın dostunu yalancı çıkartmaya çalıştığı söylenemez. Fotoğ- rafları çekenin kim olduğu önemli de değil. Atatürk'ün tepki nedenine gelince, Çağlayangil bunu bir bakıma onun teşhir edicilikten duyduğu rahatsızlık gibi gösterse bile, esas kaygısının o yolla bölge halkında körüklenecek isyankarlık olduğunu açık ediyordu. İsmet Bozdağ'ın yaptığı tanıklık ise sorunun aslında bütünüyle bu kaygıda düğümlendiğini ve bayraklaştırmayı önlemek olduğunu gösteriyor. Harekat boyunca amigo basın aracılığıyla Seyit Rıza ve arkadaşları hissesine yağdırılan hakaretler, rencide edicilikten kaçınma gibi bir duyarlılık taşınmadığının kanıtlarıdır. Bölge halkı o dönem büyük çoğunluğuyla okur yazar olmadığı için yazılanların vehameti pek önemsenmezken, darağacında sallanan cesetleri gazetelerde basmanın görsel etkisi biraz olsun önemsenmiş ve infial yaratmamak için bundan kaçınılmış olabilir. Ama eğer bu hususu idam edilenlerin cesetlerinin de yok edilmesiyle birlikte düşünürsek, Atatürk'ün hassasiyetini nasıl okumamız gerekir? Asılan liderlerin acı verici görüntülerini teşhir etmekten insani anlamda bir kaçınma mı? Böyle bir duygudan azade olarak teşhir ediciliğin yaratacağı tepkiden korku mu? Yoksa bunun o günkü muhtemel yankısından da öte geleceğe uzanacak manevi etkilerini hesaba katan uzak görüşlü bir temkin mi? Bunun takdirini herkes istediği gibi yapabilir. Ama kimse fotoğrafları imha ettiren Atatürk'ün cenazeleri kaybettirme konusuyla ilgisi olmadığını ileri süremez. Çağlayangil anılarında bu hususa hiç değinmiyor, fakat Atatürk idamların tam üzerine geldiğine göre, resimlerde gördüğü cesetlerin ne yapıldığını da sormuştur herhalde. Velev ki önceden bunun talimatını da kendisi vermiş olmasın; hiç değilse yerinde teftiş yaparken bu konuyla ilgilenmediği ve habersiz kaldığı düşünülemez. Nasıl ki fotoğraflar anında kendisine intikal etmişse, cenazelerin ne yapıldığı da bilgisine arz edilmiş veya henüz bekletilme durumundaysa 'ne yapalım?' diye fikri alınmış olmalıdır. Bundan hareketle en azından o halletme tarzıyla hemfikir olduğu yada bir itirazının olmadığı söylenebilir. İdam edilenlerden geriye resim bile bırakmamayı önemseyen bir zihniyet, mezar mı bırakır? İsmet Bozdağ'ın yeterince anlaşılır kızılbaş - sayfa 18 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şekilde ortaya koyduğu manevi hatıra silme düşüncesini fotoğraf konusundan cenazelerin akibetine uzatırsak, işte onun “fazlasını ben söylemeyim, okuyucu kendisi tasavvur etsin” demeye gelen son sözünün sırrına ulaşırız. Atatürk'ü yüceltme eşliğinde verilen mesajın özü şudur: “Hükmünü her yere tanıtmak ve baki olmak istiyorsan eğer, sana itaat etmeyenleri öyle ezecek, sembol isimlerini öyle yok edeceksin ki, geleceğe bir hatıraları bile kalmasın, üzerinde ağlanacak mezarları bile olmasın, bir miktar zürriyetleri devam edecekse bile korku iliklerine kadar işlesin ve bir daha asilik akıllarından geçmesin!”. Mezarsız bırakmayı akıl ettiren ruh budur. Öne çıkan isim olarak Seyit Rıza hakkındaki hüküm; kanunen belirli yaş haddini aşmasına rağmen ibret vericilik adına canını almak olurken, ilerde ziyaretgaha dönüşeceği kaygısıyla bir mezarının olmasına da müsade etmemek olmuştur. Ama daha korkunç olan, böyle hukuksuz bir tasarrufun, ne yazılı ne sözlü, ne resmi ne de gayrı-resmi hiç bir açıklamaya konu edilmeden, sessiz sedasız kullanılmasıdır. Bu öyle derin bir sırra dönüştürülmüş ki, yetmiş küsür yıl sonra devlete yapılan çağrılar, en yetkili makamlara yazılı başvurular bile duymazlıktan geliniyor, havaya ıslık çalınıyor. Bir devletin mahkeme kararıyla infaz ettiği insanların naaşlarını yok edip yıllar sonra bile hiç bir açıklamaya kendini mecbur hissetmediği dünyanın neresinde görülmüştür? Sır olarak kalan o cansız bedenler ne yapılmış, gizlice bir yere mi gömülmüş, yakılıp külleri mi saklanmış, her ne edilmişse devletin gizli kayıtları içinde muhakkak bir yeri vardır. Bunun ortaya çıkarılması ve Dersim içinde anıt mezarlarının yapımına imkan tanınması devlet adına özür lafını havada bırakmamanın ilk şartı sayılır. 11) İsmet Bozdağ, Kürt İsyanları, 2009, s. 123 12) Serhat Halis, Kırmanciya Beleke - Nisan 2010 sayısı, aktaran Dersimnews.com 13) M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, 1995, s. 348 14) M. Kalman, age s. 348-349 15) Cengiz Çandar, Başbakan Dersim'le 'Resmi Tarih'i Yırttı, Radikal, 24.11.2011 16) İsmet Bozdağ, age, s. 128-131 Av. Doğan: Almanya’nın Dersim katliamındaki rolü araştırılsın. Pazar, 08 Ocak 2012 19:20 Gösterim: 103 konferans paneller. Dersim katliamı ve Seyit Riza’nın anma etkinliğinde konuşan Av. Erdal Doğan Almanya’nın Dersim soykırımındaki rolünün araştırılmasını istedi. Katliamda Alman yapımı gazların kullanılmış olma ihtimaline dikkat çeken Doğan “Özür yetmez, Dersim soykırım kabul edilmeli. Bu konuda Avrupa’da yaşayan Dersimliler bize yardım etsin” çağrısını yaptı. Ana Fatma Dergâhı ve Dersim Özgürlük İnisiyatifi Almanya’nın başkenti Berlin’de “Dersîm 1938 Xo Vîra Meke, Dersim 1938 katliamını-Direniş önderleri; Seyit Rıza ve arkadaşlarını anıyoruz” adıyla bir etkinlik düzenledi. Yönetmenliğini Özgür Fındık’ın yaptığı “Kara Vagon” belgeselinin gösterildiği etkinliğe uluslararası alanda Dersim’in soykırım olarak tanınması için çalışmalar yürüten avukat Erdal Doğan katıldı. Uluslararası hukukta “katliam” ve “soykırım” kavramlarının farkına dikkat çeken Doğan “Soykırımın zaman aşımı yoktur. Katliamı yaşayan Dersimlilerin çocukları ve torunlarının bile hesap sormaya hakkı vardır. Bu konuda sadece Dersimliler veya Kürtlerin değil, bütün insanlığın sorumluluk sahibi” diye konuştu. Devletin bilinçli şekilde Dersim için ‘katliam’ sözünü kullandığını hatırlatan Doğan “Burada amaç; bir anıt dikip olayın üstünü kapatmaktan başka bir şey değil. Dersimli kurum ve şahsiyetlerinin niyeti de budur. Bizi davayı uluslararası arenaya taşıyacağız” dedi. ULUSLARARASI DAVA SÜRECİ BU YIL BAŞLIYOR Kasım 2010’da Berlin Eyalet Parlamentosu’nda düzenlenen Dersim Konferansı’nda alınan karar gereği davayı uluslararası mahkemeye taşıma çalışmalarını sürdüklerini söyleyen Doğan devamla şöyle konuştu: “Dünyadaki benzer davaları araştırdık, özellikle bu konuda deneyim sahibi olan hukukçularla birlikte çalıştık. 2012 içinde bu girişimi başlatıyoruz. Dersim’de yapılan soykırımı uluslararası bir zemine taşıyarak, orada yapılan gerçekleri çıkartmaya çalışacağız. Bu konuda özellikle Avrupa’da yaşayan Dersimliler bize yardım etsin.” Dersim katliamı sırasında Alman yapımı gazların kullanılma ihtimaline dikkat çeken Doğan “Bu gazların aynısıyla Naziler Yahudileri katledi. Önümüzdeki günlerde Almanya’nın rolünün araştırılması için çalışmalar yapacağız” diye konuştu. Fetullah Gülen cemaatinin Dersime farklı politika izlediğini belirten Doğan, Dersimlileri uyardı. Konuşmalar ve tartışmaların ardından 1937-1938 yılları arasında Dersim’de yaşanan acıları anlatan ve yönetmenliğini Özgür Fındık’ın yaptığı “Kara Vagon” belgeseli gösterildi. Etkinliğin sonunda sahne çıkan yerel sanatçılar, Dersim deyişleri ve müziğinden parçaların sunulduğu mini bir konser verdi. kızılbaş - sayfa 19 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Adıyaman'daki ev işaretlerine soruşturma Adıyaman'da, Alevilerin yaşadığı mahalledeki bazı evlerin kapılarına işaret konulduğu iddiası tedirginliğe yol açtı. Mahalle sakinleri, kapılara konan işaretlerin akıllarına Kahramanmaraş olaylarını getirdiğini ve korktuklarını söyledi. Adıyaman Valisi Ramazan Sodan ise, 25- 30 civarında evin işaretlendiğini, olayın ne maksatla yapıldığının araştırıldığını söyledi.Adıyaman’ın Karapınar Mahallesi’nde yaşayan bazı Alevi vatandaşların evlerinin işaretlendi iddiası, CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün duyurmasıyla ortaya çıktı. Kentte herkesi şaşırtan ve tedirgin eden olay iddiaya göre şöyle gelişti: Karapınar Mahallesi’nde pazartesi sabahı bazı evlerin kapılarına benzer işaret konulduğu fark edildi. İşaretlenen evlerde Alevi vatandaşların oturması tedirginliğe neden olurken, olay güvenlik güçlerine bildirildi. Mahalleye gelen polis, işaret bulunan kapılarda inceleme yapıp, evlerin sahiplerinin ifadesine başvurdu. Ma- halle sakinleri daha sonra toplu halde imzaladıkları dilekçeyi savcılığa verip, suç duyurusunda bulundu. EV İŞARETLERİNE SORUŞTURMA / WEB TV VALİ SODAN: ARAŞTIRIYORUZ Adıyaman Valisi Ramazan Sodan, kentte yaşanan olaya ilişkin çok yönlü soruşturma yürütüldüğünü açıkladı. Gazetecilerin konuya ilişkin sorularını yanıtlayan Vali Ramazan Sodan, Adıyaman’ın Türkiye’nin en huzurlu kentlerinden birisi olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi: "Karapınar Mahallesi, Alevi vatandaşlarımızın yoğun olarak oturduğu semtimizdir. Bu mahallede 25- 30 evde karalama şeklinde işaret bırakılmış. Bugüne kadar bu semtte de huzur ve asayiş sorunu yaşanmadı. Bu işaretler çocuklar tarafından da yapılmış olabilir. Hangi maksat ve amaçla yapıldığını bilinmemekle beraber, konuyla ilgili gerekli çalışmalarımızı başlattık. Güvenlik güçlerimiz gerekli incelemeleri sürdürüyor. Gerekli önlemlerimizi aldık, vatandaşlarımızın tedirgin olmasına gerek yok." Gelişmelerin ardından, Karapınar Mahallesi’nde güvenlik önlemlerini artıran polis olayla ilgili incelemesini sürdürüyor. Seçim bölgesinde yaşanan olayla ilgili yazılı bir açıklama yapan Ak Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner de Alevi vatandaşların kapılarına işaret konulmasının iyi niyetle bağdaşmayacağını belirterek kınadı. MUHTAR: TEDİRGİNLİK YAŞIYORUZ Gelişmelerin ardından bazı mahalle sakinleri kapılarındaki işaretleri üzerini boyayarak veya silerek temizledi. Bazı işaretlerin halen kapılarda durduğu mahallenin muhtarı Mahmut Gürsu, 2 gündür büyük tedirginlik yaşadıklarını söyledi. Kendisinin de Alevi olduğunu söyleyen muhtar Gürsu, işaret konulan kapıların tamamının Alevi vatandaşların yaşadığı evler olduğuna dikkat çekerek şöyle dedi: "Sünni mahalle sakinlerinin kapısında herhangi bir işaret yok. Bu durum Sünni ve Alevi tüm mahalle sakinlerini herkesi rahatsız etti. Biz bunun çocuklar tarafından yapılmış bir oyun olmasını diliyoruz. Ancak aklımıza Maraş olayları gelince tedirgin oluyoruz. Bu olay provokasyon amaçlı da olabilir. Polise ve savcılığa bildirdik, şu an olay araştırılıyor. İnşallah kötü olaylar olmaz ve huzurumuz bozulmaz." Kaynak: Hürriyet Gazetesi sipariş adresi: n-yalcinkaya@windowslive.com kızılbaş - sayfa 20 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TÜRKİYE'DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi' nin hazırladığı rapora göre Türkiye'nin 5 kilit ismi var. ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi' nin hazırladığı "Türkiye: Arka plan ve ABD ile İlişkiler" başlıklı rapora göre Türkiye'nin 5 kilit ismi var ve Alevi nüfuza dikkat çekiliyor. ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi tarafından hazırlanan 'Türkiye: Arka plan ve ABD ile İlişkiler' başlıklı raporda, önemli değerlendirme ve iddialara yer verildi. Kongrenin Ortadoğu Uzmanı Jim Zanotti imzasını taşıyan 17 Ocak tarihli 46 sayfalık rapor, merkezin resmi internet sitesinde yayımlandı. Öne çıkan detaylar şöyle: - Yeni anayasanın geleceğiyle ilgili olarak Türkiye'de kaygı yaratan husus, tek parti iktidarının güç kullanarak, kendi istediği gibi bir anayasa yapması... Buradaki soru işareti, yeni anayasa popüler liderlerin istediği yönde bir anayasa mı olacak, yoksa büyük bir konsensus gerçekleştirilerek, tüm ideolojik unsurları taşıyan bir yapı mı taşıyacak? Anayasayı, Türkiye'nin içinde bulunduğu mali durum, ulusal güvenlik kaygıları ve vatandaşların tepkilerinin şekillendireceğini söylemek mümkün. Bu nedenle konsensusa ihtiyaç var. TÜRKİYE'DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR - Türkiye nüfusunun yüzde 15-20'lik bölümünü Kürt kökenliler oluşturuyor. AKP hükümeti, başlattığı demokratik açılım süreci kapsamında, çok sayıda adım attı. Bunlardan en önemlileri, Kürtçe'nin günlük hayatta, seçim kampanyalarında ve medyada kullanımı olarak sıralanabilir. - Türkiye'de, 10-20 milyon arasında Alevi yaşıyor. Laik devlet sisteminin en büyük destekçisi durumunda olan Aleviler, sistemin kendilerini Sünni çoğunluk yapısından koruduğunu düşünüyor. ESAD, PKK KARTINI KULLANABİLİR - 1980'lerin sonunda ortaya çıkan Fethullah Gülen hareketi-cemaati, orta sınıf Türk toplumunda yaygınlaşarak yeni bir 'muhafazakar sınıf' oluşmasını sağladı. Gülen hareketinin Türkiye'deki politik partilere eşit mesafede durması dikkat çekiyor. - Suriye'de yaşanan olaylar nedeniyle şimdiye kadar 20 binin üzerinde sığınmacı sınırı geçerek Türkiye'de kurulan geçici kamplara yerleşti. 2012'nin ilk ayı itibarıyla yaklaşık 9 bin 200 kişi hala bu kamplarda yaşıyor. Bu nedenle Türk yetkililer, sınır ötesinde bir 'tampon bölge' oluşturmayı düşünebilir. Bunun yanı sıra Türkiye, Esad rejimine karşı NATO kapsamında düzenlenecek bir operasyonda, Libya'da oynadığı gibi bir rol oynayabilir. Raporlara göre Esad rejimi, PKK'yı Türkiye'ye karşı kullanabilir. Raporun dikkat çeken bölümlerinden biri 'Türkiye'deki kilit oyuncuların profilleri' başlığı altında toplandı. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı, CHP Genel Başkanı ve PKK ele başının isimlerine yer verilen raporda özgeçmişler şöyle anlatıldı: - Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: AKP'nin seçimi kazanmasının ardından partinin ilk Başbakan'ı oldu. Daha sonra görevi Erdoğan'a devreden Gül, Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. Gül birçok gözlemciye göre, hali hazırda Erdoğan hükümeti üzerinde yumuşatıcı bir güç olarak rol oynuyor. ORTADOĞU'DA POPÜLER - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: 1997'de Siirt'te okuduğu şiir nedeniyle hapis yattı. 2001'de AKP'yi kuran Erdoğan, siyasi yasağı nedeniyle 2003'te düzenlenen özel seçimle Başbakan oldu. Anketler, Dünya Ekonomik Formu'nda, İsrail Cumhurbaşkanı Shimon Peres'e yönelik söyleminin ardından hem Türkiye'nin hem de Müslüman Ortadoğu'nun en popüler dünya lideri olduğunu gösteriyor. HALA PKK'YI YÖNETİYOR - Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu: 2009'da Dışişleri Bakanı olarak atandı. 'Stratejik Derinlik' ve '0 sorun' politikalarını uygulamaya koydu. Bazı gözlemciler bu rolünü 'Yeni Osmanlıcılık' olarak adlandırıyor. - CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu: Alevi. Baykal'ın seks kasedinin ardından istifasıya zorlanmasıyla birlikte Genel Başkanlığa seçildi. 2011 seçimlerinde bazı gözlemcilere göre beklenenden az başarı gösterdi. - PKK elebaşı Abdullah Öcalan: 1999'da muhtemelen ABD yardımıyla Kenya'da yakalandı, Türkiye'ye götürüldü. Hali hazırda İmralı'da maksimum güvenlik seviyesinde tutuluyor. PKK'nın liderliğini şu anda Murat Karayılan yapıyor gibi görünse de bazı gözlemcilere göre Öcalan hala 'aracılı iletişim'le örgütü yönetiyor. AKŞAM - 28 şubat 2012 Kızılbaş Yayınevi K i t ap - D e r g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m - G r a f i k D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e ya pı l ı r. Ya z ı l ı ön f i yat ı ve r i l i r. Ö r ne ğ i n: 13 . 5 X 19. 5 cm 10 0 0 a de t 12 8 S ay fa k a pa k r e n k l i 12 5 0 € K ı z ı l ba ş Yay ı nev i Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z kızılbaş - sayfa 21 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 27 OCAK 2012 Tarihinde Ankarada yapılan dedeler toplantısında ERGÜL ŞANLI (DEDE)’ nin görüş ve önerilerinin özeti. Ey aşıklar ey aşıklar Aşk mezhebi dindir bana Gördü gözüm dost yüzünü Kamu yas düğündür bana ….. YUNUS EMRE… Sevgili Yarenlerim Alevi-Bektaşi Yol inancı tüm kurum ve ritüelleriyle birlikte hepimizin bildiği gibi köy toplumlarına göre uyarlanmış son derece kusursuz ve eksiksiz bir inanç sistemidir. Halen köy toplumlarında kusursuz ve eksiksiz bir şekilde uygulanabilmesine rağmen, 1950 li -60 lı yıllardan itibaren değişik Şehirlere, Ülkelere taşınan kentsel yaşamla tanışan Alevi-Bektaşiler bulundukları şehir ve ülkelerin sosyal yaşantılarına aldıkları inanç öğretileri gereği çok rahat ayak uydurmalarına rağmen yol inançlarını otantik, orijinal bir şekilde uygulama konusunda sıkıntılar çekmişler bu sıkıntılara çözüm üretme konusunda da yetersiz kalmışlardır. işte tamda bu noktada burada toplanmamızın ana nedeninin çözümler olması gerektiğini düşünüyorum.. ve içinde yaşadığım toplumun sıkıntıları ve şikayetleri konusundaki görüşlerimi ve önerilerimi kapsamlı yazılı olarak Pirimiz, Mürşidimiz Veliyettin Ulusoy’a verdim. özet olarakta bazı ana konulardaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum... 1- Yol örgütlenmemiz Dergah çevresinde olmalı. Dergah -Dede-Talip ilişkilerinde otokontrol sistemi oluşturulmalı.. Dergah, ve Ocaklar günümüz koşullarına uyarlanarak yeniden yapılandırılmalı. Hacı Bektaş dergahında postnişinimiz Veliyettin Ulusoy önderliğinde en az 40 ila 72 kişiden oluşan danışma kurulu oluşturulmalı bu kurulda Dergahtan(Çelebilerden) en az 5 kişi 12 ana Ocaktan birer kişi diğer ocak ve Dedelerden, Babalardan, Analardan yeterli sayıda Veliyettin Hürrem efendimin öngördüğü kişiler. Dernek ve Vakıf kurumlarımızın kendi içerisinde belirleyeceği başkanları veya akil kişileri enstitülerimizden bilim adamları ve araştırmacı yazarlar. Basın yayından, sanatçılarımızdan siyasetçilerimizden birde bu yolda kendini kanıtlamış önemli kişilerden kısaca toplumun her katmanından oluşan genel danışma kurulu.. ayrıca birde inanç boyutuyla ilgili sadece Çelebiler, Dedeler, Babalardan, Analardan ve Akil kişilerden oluşan inanç danışma kurulu acilen oluşturulmalıdır diye düşünüyorum.. Şehirlerde Alevilerin yoğun olduğu bölgelerde bulunan Derneklerimiz, Vakıflarımız, kurum ve kuruluşlarımız bulundukları bölgelerde ne varsa 30 -40 -50- vs vs aile lik gurupları örgütleyerek bu gurupların birbirleriyle tanışmasını dayanışmasını komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi sağlamalı. Bu guruplar eğer tam bir uyum sağlamışlarsa birbirlerine şahitlik yapacak seviyeye geldiklerinde, Dergah kontrolündeki herhangi bir Dede, Ana veya Ocak dedesi ile ikrarları alınarak görgü cemleri başlatılabilir. Burada önemli bir konuya daha değinmek gerekir bazı yörelerimizde ikrar alınırken Musahiplik şart koşuluyor. yani yola ikrar vermenin ilk koşulu Musahiplik gibi algılanıyor. dayanak olarak ta hicreti Medine’yi Muhammet ve Ali’nin ensar ile muhacirin musahipliği gösteriliyor. Oysa daha öncesinde Peygamberin Pençeyi Ali aba ve Tarikle ikrar aldığını hepinizin de bildiğini sanıyorum yani Talip önce ikrar verip yol bilgisiyle donanarak daha sonra Musahibini seçmesi gerekir diye düşünüyorum. Yine şehirlerdeki sosyal yaşantı gözetilerek Cemlerimiz, özü bozulmadan sadeleştirilip kısaltıla bilinir...Bazı şikayetler var Cemlerimizi sandalyede yapalım gibi ...İçinizde anasının kucağında sandalye ile oturan var mı diye sorsam hepiniz yok diyeceksiniz. Toprak, aynı zamanda yol inancımızda Ana dır..bir Derviş şöyle diyor ‘’Yerde Toprakta oturanlar yüksekte sandalyede oturanlara göre daha güvendedir.’’ yine cem evlerimizde ve TV ekranlarında yapılan öğreti amaçlı cemlerde birbirini tanımayan insanlardan razılık alınması ne derece doğru- dur? Yola uygunmudur? Oysa razılık İkrar, musahip ve görgü cemlerinde alınır. Yine bu öğreti cemlerinde Cem süresince sanki aleviler günah batağındaymış, ikrarından dönmüş gibi tövbe de tövbe neredeyse cemin yarısı tövbeyle geçiyor. Tövbe sadece ikrar ceminde bir kereye mahsustur. Birde düşkün kaldırma ceminde yapılması gerekir ikrarından dönmediği sürece tövbe etmesine gerek yoktur. Cemlerdeki İmam Hüseyin mersiyeleri sadece anlamına uygun olması açısından matem orucu bitiminde yapılan cemlerde söylenmesi gerekir. Cemlerde yapılan tüm hizmetlerde muhakkak er ve bacı birlikte yan yana hizmet etmesi gerekir. Bazı yerlerde bacılara cem girişinde türban dağıtılmasını kınıyorum. Aslında dağıtanlar ve buna müsamaha edenlerin nefsi ve ahlakından şüphede etmiyor değilim. Yapılacak cemde halen bacıyı can değil de dişi olarak görüyorsa o kişinin ceme dahi alınmaması gerekir diye düşünüyorum. Yine cemlerde sadece 3-5 Ulu Ozanımızın deyiş ve duazlarının söylenmesinin de yanlış olduğunu, Tüm Ulu Ozanlarımızın Deyiş Duazlarından yararlanılması gerektiğini düşünüyorum. 2- Musahiplik konusuna gelince .’’ Kelime anlamı sadece ve sadece sohbet arkadaşı yol arkadaşı demektir.’’ Hepimizin bildiği gibi Yol öğretimizin olmazsa olmazlarından birisidir. Tüm kurallarıyla uygulayabilen canlarımıza aşk olsun derim. Ama şunu da bilmek gerekir günümüzde musahip olmak için başvuru yapan canlarımız sayısı yok denecek kadar az neredeyse hiç yok. Bunun nedenleri üzerinde durduğumuzda musahip olma koşullarının zorluğu ve zaman içerisinde Musahiplik kurumuna bazı olumsuz eklentilerin yapıldığını görüyoruz. Yine birbirlerini kollayıp gözetmesi kontrol etmesi bunun içinde aynı bölgede oturması acıyı ve sevinci birlikte paylaşması her gün birbirlerini yoklaması eksiklerini giderip tamamlaması, paylaşması, barışık yaşaması gereken musahipler, günümüzde farklı ülke ve şehirlerde birbirlerinden uzak ve habersiz yaşamaktadırlar. Bu durum da kızılbaş - sayfa 22 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yol açısından ayrı bir sıkıntıdır. Yani birbirinden habersiz birbirini kontrol edemeyen iki musahipten birisi suç işlediğinde ikisini de düşkün bırakmak ne derece doğrudur? ve yola uygun mudur? Diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama hepimizde biliyoruz ki Bu yolda her sorunun yanıtı vardır. Eğer yanıtlayamıyorsak eksiklik bizdedir. Yine bu konuda derim ki Dört Can İki Aile ile olan musahipliğin koşullarına, sonradan zaman içerisinde giren olumsuz eklentileri ve zaman içerisinde önemini işlerliğini yitirmiş toplum tarafından kabul görmeyen veya terkedilmiş katı kuralları kaldırıp özünü bozmadan günümüz koşullarına uyarlayarak, Toplumsal Musahipliğe toplumsal Kardeşliğe ve Dayanışmaya dönüştürebiliriz diye düşünüyorum. Ya birlikte var olacağız, Ya da tek tek Yok olacağız!.. 3- Cenaze hizmetlerini bildiğiniz gibi hemen hemen tüm Cem evleri Sünni inanç ritüelleriyle yapıyor. Oysa Alevi-Bektaşi ritüellerine uygun cenaze hizmetlerini yaratabiliriz. Deyiş ve Duazlarımızın suyumu çıktı. Yine Nikah kıyma işlerini Yol ritüellerine uygun hale getirebiliriz.. Her inanç varlığını kendi değerlerine sahip çıktığı sürece devam ettirebilir. Başka inançlara yamanarak değil. 4- Siyaset konusuna gelince, Siyaset ve Diblomasi alanında sınıfta kalan, kötünün kötüsü Dünyada hiçbir Örneği bulunmayan tek toplum varsa o da biz Alevileriz vesselam... 5- Dernek, Federasyon, Konfederasyon ve Vakıflarımızın bu güne kadar yaptığı kazanımları kutlarım. Alevi enstitüsünün hayata geçirilmesi noktasında ve yaptığı tüm olumlu çalışmalarından ötürü Hacı Bektaş vakfımızı ve Ercan Geçmez’in şahsında yönetim kurulunu ve Enstitüye gönül vermiş bilim adamlarımızı kutlarım. Cumhuriyet tarihinde ilk defa sokağa döken mitingler yapan Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu ve Federasyona bağlı kurumlarımızın tamamını yöneticilerini katkı sağlayan her kurum ve kişileri kutlarım. Dünyanın en büyük örgütlülüğünü yakalayan Avrupa Alevi birlikleri Konfederasyanunu ve içerisinde bulunan federasyon kurumlarını yöneticilerini kutlarım. Bireysel olarak zorunlu din dersi konusunda verdiği mücadele ve başarısından ötürü Hasan Zengin’i ve Ali Kenanoğlu’nu kutlarım. Ale- vi-Bektaşi öğretisinin, Cemlerimizin, semahlarımızın yasallaşması Dernek tüzüklerinde yer alması noktasında yargı sürecinde verdiği mücadele ve kazandığı Yargıtay ca onaylanmış Davalar ...Yine Belediyelerin Cem evi yeri Tahsisi konusunda verdiği mücadele ile Belediye imar planına cem evi arsası yazdırarak Türkiye’de bir ilke imza atan Ergül Şanlı’yı da Kutlarım. Bunun dışında inanç öğretimizin tanıtılmasında emeği geçen tüm Aydınlarımızı, sanat dallarında çaba harcayan sanatçılarımızı, basın yayın kuruluşlarını ve bu yolda emek sarf eden tüm canlarımızı aşkı muhabbetle kutlarım. Başarıları kutlarken birde Sitemimiz olacak. Kurum ve kuruluşlarımızın, yöneticileri kendilerini inanç merkezi yerine koyup, düşüncelerini görüşlerini inançmış gibi yansıtmalarını hiç etik bulmuyorum. Oysa inanç konusundaki açıklamalar işin ehline yani Dergaha bırakılmalı... 6- İnancımızla ilgili farklı yorumlamalara gelince : Üç türlü ayet vardır. 1- yaratılan ayetler ( insanlar hayvanlar bitkiler kısaca kainatta var olan canlı cansız her şey Tanrının yarattığı ayetlerdir.) 2 - Nebilere peygamberlere gönderilen ayetler (kutsal kitaplar ve suhuflar) 3 - Bu güne kadar gelmiş geçmiş hazır gaip zahir batın Erlerimiz, Pirlerimiz, Aşıklar, Sadıklar, Veliler, Evliyalar kısaca Hak ile hak olmuş dediğimiz yol ulularımızın gönlünde doğan ve söyledikleri Hak kelamları ve Ayetleri. Aslında bu üçü de yorumlanırken bir birlerine, Topluma ve Bilime ters düşmemesi gerekir. İnananında, inanmayanında farklı düşünenlerinde farklı inançlarında bunlardan ders alıp doğrudur ve Haktır demesi gerekir. Şunu da belirtmekte yarar görüyorum ‘’Yaratılan Ayetlerle, Aşıklarımızın Sadıklarımızın Velilerimizin Erenlerimizin söyledikleri Ayetler Tam bir uyum içerisinde olmasına rağmen Peygamberlere gelen Kitap, suhuf ve ayetlerin diğer ikisi ile uyum sağlamadığı görülmektedir’’ Aleviler bu konuda kutsal kitaplar zaman içerisinde İktidar Erkleri tarafından çıkarları doğrultusunda tahrif edilmiştir, eksiltilmiştir derler. Ki doğrusu da budur. Tamda bu noktada yola hizmet edenlerle, yola hizmet ettiğini zannedenleri ayırmak gerekir. Bu yola hizmet edenlere aşk olsun derim. Ama hizmet ettiğini zannedip te eline geçirdiği olanakla- rı kullanarak sadece ve sadece kendi egolarını tatmin etmek için kendi fikir ve düşüncelerini inanca mal edip yola zarar verenlere ne demeli Ör: Hacı Bektaş Sünnidir, işbirlikçidir. Balım sultan ajandır ne idüğü belli değildir. Yunus Emre Kötüdür. Pir Sultan iyidir. Biz Kızılbaşız, Aleviyiz iyiyiz, Bektaşiler kötüdür. falanca ocak iyidir filancası kötüdür. Alevilik, diğer kültürlerden eklentiler almıştır. İki Ali vardır. Biz arap Ali’yi ve Muhammed’i tanımayız, Alevilik İslam dışıdır veya içidir, İnanç yolumuzu tarife yeltenmeleri, Alevi doğulur, sonradan alevi olunamaz gibi gibi… kısaca Kendi inancını, Erlerini, Pirlerini, Ulularını kötüleyen kabul etmeyen kısaca kendi inancına ve toplumuna bilerek veya bilmeden akrep lik edenlerin bizlere verdiği zarar karsı düşüncenin, verdiği zarardan hiç te az değil.’’ Hem yol cümleden uludur.’’ Diyeceksin hem de bu yolu cüzi aklınla dar algılama idrak etme ve özümseme kapasitenle belirli tariflere hapsedeceksin. Şaşarım, şaşarım bunları yapanların acizliğine... Bu yolda yürüyen kişinin ağzından çıkan sözler kişinin bu yoldaki bilgisini de menzilini de bu yolun neresinde olduğunu da, içinde mi dışında mı bulunduğu yeri de gösterir. Bunlara ve bu gibi düşünenlere desem ki...Bu yol bir anlamda Rafineriye benzer ( işe yarayanlarla yaramayanı ayırır.) Bir anlamda uçsuz bucaksız steril deryasına benzer ( ne kadar içerisine girersen o kadar temizlenirsin.) Bir anlamda Elmas madenine benzer ( Hiç bir karışım kabul etmez alaşım yapılamaz erimez aksine Fotayı eritir. üzerine takıldığı değersiz nesnenin değerini yükseltir.) ve bir anlamda da Cem Törenlerimiz: Aslında evreni doğuran mucizeden ( Büyük patlamadan) bu yana evrenin ve yaratılışın geçirdiği bütün evreleri Zengin söz, müzik, semah, 12 hizmet ve ritüellerle anlatan olağan üstü bir törendir. Alevi Bektaşi Cemlerinde bir yandan, evrenin sırları anlatılır. Sır perdeleri aralanır. Kainat, canlı cansız ve İnsanın yaratılışı geçirdiği tarihsel süreç ortaya konur. Cemler de yapılan uygulamalar ritüeller, anlatımlar okunan deyişler, düazlar, devriyeler, hak ayetleri, bir bakıma Aleviliğin tanımını da oluşturur. Alevi Bektaşi inancının tarihsel kaynağının köklerini cem törenlerimizde aramak en doğru yol olacaktır. Cem Törenlerimiz temel alındığında görülecektir ki kızılbaş - sayfa 23 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevi Bektaşi inancı Yaratılış ve İnsanlık tarihi ile aynı yaştadır. Ve Ser çeşmedir. Buradan hareket edildiğinde ise yer yüzündeki bütün inançları etkilemiş semavi ve düşünsel inançlara başlangıç oluşturmuş asıl kaynaktır. Yani Ser çeşmedir. Evrenin ve insanın yaratılışı, Kainatın ortaya çıkışı Alevi- Bektaşi Cem Törenlerinin içerisine adeta kazınmıştır. Aleviliğin içerisinde kadimden bu yana var olan ve anlatılagelen bilgilerin çok çok az kısmı bilim çevrelerince daha yeni yeni ortaya çıkarılabilmiştir. Veya bu inanç Eksilerin Kötü olan her şeyin içinde barınamayacağı sadece ve sadece artılar yumağıdır. Dersem ve en az 40 tane buna benzer yorum ve düşüncelerimi Dile getirsem ne dersiniz? Dikkat ederseniz tarif etmiyorum benzetme yapıyorum. Yine de ben derim ki tarif etmeye kalkışmayalım aciz kalır altında eziliriz… 7 - Yine kentsel yaşamın getirmiş olduğu sosyal sıkıntılarımızdan biriside evlenmelerde ve boşanmalarda görülüyor. Bunlara çözüm üretilmesi gerekir..... 8 - Yine gençlerimizin durumu içler acısı.. bizlerin yetersiz kalması gençlerimizin inançtan kopuk başka mecralara yönelmesi özelliklede karşıt inançların kucağına itilmeleri konusunda acil çözüm bekleyen sıkıntılarımızdan birisidir... 9 - kadın ana dede sorunu halen aşılabilmiş değil kadın ana dedelerimiz olmak zorunda Aslanın erkeği aslanda dişisi aslan değil mi? Kadınlarımız bu yolda olması gereken konumda değiller. Yine farklı inançlardan olup ta Alevi Bektaşi yoluna girmek isteyenlerin durumu konusunda her Dedenin sonucunu düşünmeden olumlu yada olumsuz söylemleri. Acil çözüm bekleyen sıkıntımızdır. Bu konuda derim ki inanç yolumuzda her türlü müşkülümüzün çözümü var yolun çözemeyeceği hiç bir sorun yoktur. Asıl sıkıntı bu yolda yürümeye çalışan bizlerin inanç konusundaki eksik bilgisindedir. Algılama, idrak etme özümseme ve günümüz koşullarına uyarlamada ki yetersizliğimizin ana nedeni olarak eksikliğimizi görüyorum. , 10- Kurban ve Oruç konusunda yeni düzenlemelere ihtiyaç vardır. İnanan talibi ömür boyu Kurban tığ lamaya, oruç tutmaya kısaca yerinde saymaya mahkum etmek yerine Pirimiz Hacı Bektaş’ın dediği şu sözü iyi anlamak gerek ‘’Semah şeriat ehline haramdır. Tarikat ehline helaldir. Marifet ehli isterse döner. Hakikat ehline gereği yoktur.’’ Bu Hak söz ışığında derim ki 12 yıl üst üste orucunu tutan 12 yıl sonun da bir defaya mahsus olmak üzere kurbanını tığlasın ve Oruç hizmetini tamam etsin her sene görülmek üzere kurban tığlayan Talip ikrar verirken bir defaya mahsus kurbanını tığlasın diğerlerinde düşkün olmadığı sürece lokması ile yetinsin 48 Perşembe orucunu bir defaya mahsus tutsun. Kısaca nefsi ile mücadeleye girsin varsa nefsindeki kötü işleklerden kurtulsun. İnanın bu her türlü oruçtan da kurbandan da daha hayırlıdır. Tüm bu kolaylıklardan sağladığı maddi gelirin bir kısmını Kara kazan hakkı olarak inanç yolumuzdaki çalışmalara, İnanç Ser çeşmemizde değerlendirilmek üzere versin. Kısaca anlatmak istediğim. Yaratılmış her insanın dili dini ırkı rengi ve cinsi ne olursa olsun bu yola talip olma hakkı vardır. Talip’in de bu yolda ilerleme hak makamına erme hakkı vardır. Talip yaptığı Yol hizmetlerinin karşılığı yol içerisinde menzil alıp yol içerisindeki 4 kapı 40 makamlarının her noktasına erişebilir. Buna hiçbir güç engel olamaz. Yola hizmet eden menzil alır, etmeyense geride kalır. Soyu ne olursa olsun ister Ali, ister Veli Erlik de Pirlikte gökten zembille inmemiştir. Bu güne kadar gelmiş geçmiş Erlerimizi Pirlerimizi ve Ulularımızı bu makamlara getiren yola yaptıkları hizmet ve ödedikleri bedeldir. Diye düşünüyorum ve sözümü Yunusun sözleriyle noktalıyorum… ‘’BİZ TALİBİ İLİMLERİZ AŞKIN KITABIN OKURUZ ÇALAP MÜDERRİSTİR BİZE GÖNÜL HOD MEDRESEMİZ’’… Dinlediğiniz için teşekkür ederim.. ERGÜL ŞANLI (DEDE). türkiye tel: 05365265058­ silacisilaci@windowslive.com­ Avrupa: +49 15145502556 silan65@hotmail.de kızılbaş - sayfa 24 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zazaca’sını yazalım; 1- Ben bugün erken işe gidiyorum. Arkadaşlarım bugün ülkeye gidiyorlar. 1-………………………………………… …………………………………………… 2- Kız kardeşim eve geliyor, erkek kardeşim zaten evdedir. i l h a m i s e r t k ay a DERS -14ZAZACA BAZI KELİMELER Kelime- Çekuye Biraz- Tayê Cümle- Cumle İzin- Destur Soru- Pers Akıllı- Biaqil, baqil Gündem- Rojeve Eril- Nerî Dişil- Makî Fiil- Kar Tekil -Ju(yew)humar Çekmek- Antene Çoğul- Zafhumar Yazı- nusneHarf- Herfe Bağlaç- Bestox Belli- Kifş, zelal Eğitim- Perwerde Belirtili- Dîyar Belirsiz- Nedîyar Şuphe- Şik Bilgi- Zaneye Anlam- Mana Mutlu- Şa Net- Zelal Mutlu olmak- Şabiyene Öğrenci- Wendekar(e) Okuyan- Wendox(e) Medeniyet- Medeniyet Yazan- Nusnox(e) Şehir- Şaristan Aydın- Roştnîbîr(e) Uzman- Pîspor Söz- Vate Sesli- Vengin Sessiz- Bêveng Seslice- Biveng Sessizce- Bêvengin Göstermek- Musnayene DERS -15(Birinci bölümün son dersi) Şimdiye kadar öğrendiklerimizi bir değerlendirelim. Aşağıdaki cümlelerin 2-………………………………………… …………………………………………… 3- Çocuklar dışarıda oynuyorlar. Bir kız ağlıyor. Onun neden ağladığını bilmiyorum. 3-………………………………………… …………………………………………... 4- Orası çok uzak, burası yakındır. Biz gidelim oraya. 4-………………………………………… …………………………………………... 5- Her sabah ben çay içiyorum, annem ayran içiyor 5-………………………………………… …………………………………………... 6- Bu Salı günü, misafirlerimiz var. Zaten o gün işim yok. 6-………………………………………… …………………………………………… 7-Ben dilimizi öğreniyorum, kim istiyorsa, onlara da öğretiyorum. 7-………………………………………… …………………………………………… 8- Kadın sessizce aşağıdan geldi, yukarıya gitti. 8-………………………………………… …………………………………………... 9- Ben bilmiyorum bu çocuk bende ne istiyor. Onu anlamıyorum 9-………………………………………… …………………………………………... 10- (kız) Arkadaşımın annesi ölmüş, baş sağlığına gidiyorum. 10-……………………………………… …………………………………………. Ders izleyicilerine başarılar diliyoruz. (İKİNCİ BÖLÜM) ZAZACA TEMEL DERSLER DERS -1GÜNLÜK DİYALOĞLARDA BAZI KONUŞMA KESİTLERİ A-Restoranatta; Restorant de Demê şıma be xêr-Merhabalar, (anınız hayırlı olsun, hayırlı anlar) a-Xêr amê-Hoş geldiniz b-Ez çi şikîna seba şima bikerî?-Sizin için ne yapabilirim? c-Keremkerê-Buyurunuz d-Keremkerê, çi wazenê şima?Buyurun, ne istiyorsunuz siz? e-Wastîşê şima?-İsteginiz? f-Wastîşê şima est o?-İsteğiniz var mı? ------------------a- Heya, keremê xo, mi ra germîya nîskan u qelî bîyarê-Evet, lütfen bana mercimek çorbası ve et kavurma getirin b-Ez goşt u tayê birinc wazena- ben et ve biraz pirinc istiyorum c- Ez şikîna goşt u birinc borî?-Ben pirinç ve et yiyebilir miyim? d- Mi ra germîya lobîyan bîyarê zametê xo-Bana fasulye çorbası getirin zahmetinizle (zahmet olmazsa) e-Ez şikîna germîya doyî biwazî? Ayran çorbasını isteyebilir miyim? f-Werdê şima ra çi est ê?-Sizin yiyecekleriniz(de) ne var(lar)? ------------------------------a-Bî, çîyê de bîn?-Oldu, başka bir şey? b-Bî, lêwê werdî de, çi wazenê bişimê?-Oldu, yiyeceğin(yemeğin) yanında ne içmek istersiniz? c-Ju(yew) bîn wastena şima?-Başka bir isteğiniz? d-Keremkerê, lîsta werdî-Buyurunuz yemek listesi e-Şîrinîye wazenê şima?Tatlı(lıklar) ister misiniz? f-Şîrinîye de çi wazenê şima?Tatlı(lıklar) da ne istersiniz? ---------------------------------------a-Keremê xo hesabê ma bîyarê-Lütfen hesabımızı getirin b-Ma şikînîme hesab biwazime?-Hesab istiyebilir miyiz? c-Dênê ma çik o?-Borcumuz nedir? d-Dênê ma çiqas o?-Borcumuz ne kadardır? e-Werdê şima zaf weş bî, berxudar bêYemeklerinizi çok hoştu, teşekkürler f-Şima ra quwete bo-size kolay gelsin g-Weşîye de bımanê-Hoşça kalın -------------------------------------a-Efiyet bo-Afiyet olsun b-Keremkerê, hesabê şima-Buyurun, hesabınız c-Keremkerê dênê şima-Buyurun, borcunuz d-Kîsê şima ra bereket-(paranıza, gelirinize, cebinize) bereket e-Oxur bo-Uğurlar olsun (güle güle) f-Weşîye de bımanê-Hoşca kalın kızılbaş - sayfa 25 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 -------------------------B-Hastahanede; Nêweşxane de ------------------Doxtor-e u neweş-e-Doktor ve hasta a-D-keremkerê, çikê şima est o?Buyurun, neyiniz var? b-D-Keremkerê, çi nêweşîya şima est a?-Buyurun, ne hastalığınız var? c-D-Keremkerê, seba şima çi şikîna bikerî?-Buyurun, sizin için ne yapabilirim? d-D-Keremkerê, gerreyê şima çik o?Buyurun, şikayetiniz nedir? e-D-Keremkerê, çi persa şima esta? Buyurun, ne sorununuz (sorunuz) var? f-D-Keremkerê, ez goşdarîya şima kena-Buyurun, sizi dinliyorum -------------------a-N-Ez xo rind hîs nêkena-Kendimi iyi his etmiyorum b-N-Sarê mi dejeno-Başım ağırıyor c-N-Zaf kuxena ez, hewnê mi nênoÇok öksürüyorum, uykum gelmiyor d-N-Wer de birîya ez, zaf araq dana, adirê mi est o-Yemekten kesilmişim, çok terliyorum, ateşim var e-N-Vileyê mi dejeno, gewrîya mı dejena, giranîye kewta canê mi-Boynum agırıyor, boğazım agırıyor, ağırlık girmiş canıma f-N-Quweta mi bîya şenik , destê mi lercenê- Kuvetim azalmış, ellerim titriyor -------------------a-D-Tansîyonê şima gino war ra- Tansiyonunuz düşmüş b-D-Şima serd girotê- Siz soğuk almışsınız c-D-Biarasîyê ra- Dinlenin d-D-Ronin, tirş, mewerê, xo serd ra bişeveknê- Yağlı, ekşi yemeyin, kendinizi soğukta koruyun e-D-Nê şurubî, her roj hîrê dolimî, verê werî de, ju koçike bişimê- Bu şurubu, her gün üç defa, yemekten evel bir kaşık için f-D-Nê hebî, her roj di dolimî, awe de bihelênê, bişimê- Bu habı, günde iki sefer, suda eritin, için g-D-Derbaz bo--Gemiş olsun -----------------C-Telefonda; Têlefon de a-Alo, demê şima be xêr, ez ZanyarAlo, merhabalar, ben Zanyar (anınız hayırlı olsun, hayırlı anlar) b-Ez şikîna Sosin Xanime ra qesî bıkeri?-Ben Sosın hamıma konuşabilir miyim? c-Ez şikîna ebe Sosın Xanıme qesî bikerî?Ben Sosın hanım ile konuşabilir miyim? d-Alo, ez kamî ra qesî kena?-Alo, ben kiminle (kime) konuşuyorum? e-Alo, Ez Zanyar, wazena ebe Sosin Xanime qesî bikerî-Alo, ben Zanyar, Sosın hanım ile konuşmak istiyorum f-Alo, şima Sosin Xanim ê, henî nîyo?Alo, siz Sosın Hanımsınız öyle değil mi? --------------------a-Demê şima be xêr, keremkerêMerhabalar buyurun b-Şima kam ê?-Siz kimsiniz? c-Ez Sosin a, keremkerê-Ben Sosın’ım, buyurun d-Keremkerê, goşdarîya şima kenaBuyurun, sizi dinliyorum e-Keremkerê, goşdarîya şima de raBuyurun sizi dinlemekteyim f-Berxudarbê, weşîye de bimanêTeşekkürler, hoşca kalın --------------------D-Adres sormakta-Adrêse perskerdene de ----------------------------a-Ma ber xêr, ez şikîna şima ra çîyê (ju-yew çi) pers bikerî?-Merhaba size bir şey sorabilir miyim? b-Şima şikînê na adrêse mi ra vacê?Siz bu adresi bana söyliyebilir misiniz? c-Keremê xo, na adrêse zanenê şima?Lütfen, bu adresi bilir misiniz ? d-Na adrêse kotî de ra? Şima zanenêBu adres nerdedir?Siz bilir misiniz? e-Ez şikîna şima tayê mujxul bikerî?Sizi biraz meşgul edebilir miyim? f-Şima şikînê, mi ra tayê alîkarîye bikerê? Siz bana biraz yardım edebilir misiniz? -------------a-Keremkerê, perskerê-Buyurun sorun b-Keremkerê, goşdarîya şima de raBuyuun sizi dinlemekteyim c-Keremkerê, goşdarîya şima kena-Buyurun sizi dinliyorum d-Hata a raya hîraye şonê, dime ra, derbazê boverî benê, lêwê a bînawa girse de ra- Geniş yola kadar gidiyorsunuz, sonra karşıya geçiyorsunuz, o büyük binanın yanındadır e-Na adrêse zaf durîya, şima gereke ebe wesayît şorê-Bu adres çok uzaktır, siz (taşıma) aracı ile gitmelisiniz. f-Nê, ez na adrêse nêzana, nêşikîna şima ra ardim bikerî-Hayır, ben bu adresi bilmiyorum, size yardım edemem ---------------------------(Ebe ju kesi, na derse pîya qesî bikerê, bicerebnê-Biri ile bu dersi birlikte konuşun, deneyin) kızılbaş - sayfa 26 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BDP’nin düzenlediği “Dinmeyen Çığlık: Dersim Hakikat ve Yüzleşme Konferansı”nda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim katliamına ilişkin özür dilemesini değerlendiren Sosyolog İsmail Beşikçi, “Başbakan özür dilediği gün Kürdistan’a bombalar yağdı. Gerillaların üzerine tonlarca kiloluk bombalar attı. Eğer bir özür dileyip gerçekle yüzleşeceksen bu bütün halklar için samimice olmalıdır” dedi. BDP Genel Merkezi tarafından Neva Palas Otel’de düzenlenen “Dinmeyen Çığlık: Dersim Hakikat ve Yüzleşme Konferansı”, “Osmanlı’dan günümüze devlet-Dersim ilişkileri” konulu oturum ile devam etti. Oturumu kolaylaştırıcı olarak BDP MYK Üyesi Yüksel Mutlu yönetirken, konuşmacı olarak ise Sosyolog İsmail Beşikçi, Tarihçi Ayşe Hür, Tarihçi Alişan Akpınar, Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi Doç. Dr. Bülent Bilmez ve Mehmet Bayrak katıldı. Oturumun ilk konuşmasını yapan Tarihçi Ayşe Hür, Devletin o dönem Dersim’de yaşayan “marabalar” için bir politika üretmediğini güvenlik anlamında yaklaştığını belirterek, “Cumhuriyet döneminde Kürtlük, Kızılbaşlık ve Ermenilik devletin kafasında farklı kodlara sahipti. Devletin Dersim’e yaklaşımında etnik gruplar arasında bile kademeleşme var” dedi. HÜR: DERSİMLİYİ DERSİMLİYE KIRDIRMAK İSTEDİLER 1864’ün Osmanlı idari yapılanmasında önemli bir tarih olduğunu belirten Hür, “Genel anlamda asayiş konularının yansıdığı bir dönem. Osmanlı bu dönemde hayal ettiği kadar Dersim’e nüfus edemiyor. Oraya Ahmet Muhtar Paşa’yı atıyor. Onun stratejisi ise oradaki aşiretleri birbirine kırdırmaya çalışmak oluyor. Merkezi otorite Hozat aşiretleri ile ittifak yapıyor ve Dersimliyi Dersimliye kırdırmaya çalışıyor” şeklinde konuştu. AKPINAR: ABDÜLHAMİT DÖNEMİ ÖNEMLİ BİR KIRILMA NOKTASI Tarihçi Alişan Akpınar ise modern ve merkezi devlet kurma isteğinin Osmanlı’da egemen olması ile birlikte halkı vergilere bağlama sorununun ortaya çıktığını belirterek, “Dersim bölgesinde vergi sistemi kuramama, askere alamama sorunu birçok yerde de yaşandı. Ancak Abdülhamit dönemi önemli bir kırılma noktasıdır. Bu dönemde Osmanlı devleti kendi demografik yapısını yeniden kurmayı amaçlamıştır. Aslında bu da yaşananların temeli olmuştur” dedi. Sosyolog İsmail Beşikçi ise İttihat ve Teraki’nin 1910’larda Osmanlı’yı Türk esasına göre yeniden organize etmek gibi bir projeye sahip olduğunu belirterek, “Bunun bir ayağını Kürtleri asimile etmek bir ayağını da Alevileri Müslümanlaştırmak oluşturuyordu” dedi. Beşikçi, o dönemde okulların özel bir misyona sahip olduğunu, bu misyonun ise Kürtleri asimile etmek olduğunu kaydetti. ‘DERSİM’DEN ALINAN ÇOCUKLARA TÜRKLERE NASIL HİZMETÇİ OLACAKLARI ÖĞRETİLDİ’ Beşikçi, kimi CHP’lilerin “Asker ailelerine çocuklar verildi onlar için iyi oldu eğitildiler” dediğini belirterek, “Bu tam anlamıyla sömürgecilik zihniyetidir. Sömürgeciler her yerde böyle yaparak o halka medeniyet götürdüklerini söylerler. İşte Dersim’de anaları babaları gözleri önünde öldürülmüş sonra da onlar asker ailelerine dağıtılmış. Bunlara Türklere nasıl hizmetçilik yapacakları öğretiliyor bir de bunun adına medeniyet diyorlar” dedi. Beşikçi, Dersim’de toplumsal yıkıma uğratmak amacıyla Kürt Alevilerin katledildiğine ve katliamdan kurtulanların ise sürgüne gönderildiğine işaret etti. “O dönem doğumlar engellendi. Böylelikle soykırım gerçekleştirilmeye devam edildi” diyen Beşikçi, çocukların ise asker ailelerine verilerek “eğitilmeye çalışıldıklarını vurguladı. 1938’de Kürtlere yapılan katliamın 1915’de Ermenilere yapılanların bir devamı olduğunun altını çizen Beşikçi, “Hitler’e kendi yanında bulunanlar Yahudilere yapılanlara dünyanın tepki göstereceğini ve eleştirilere maruz kalacaklarını söylemeye çalışmalarına karşın, ‘1915’de Ermenilere yapılanlara kimse ses çıkarmadı’ şeklinde yanıt vermesi çarpıcıdır” dedi. SÖZDE MEDENİYET SÖMÜRÜSÜ Katliamdan sonra kalanların Çorum, Maraş, Tokat ve Balıkesir gibi illere sürgüne gönderildiğini belirten Beşikçi, şunlara dikkat çekti: “Yapılanlar Kürt Alevilere yönelikti. Asker ailelerine verilen çocuklara sözde medeniyet getirildi. Oysa onlara Türklere nasıl hizmet edebileceklerine yönelik eğitim verildi. Bu tam bir sömürüdür. Hindistan’da İngilizlerin yaptığı gibi. Sözde medeniyet getirdiler.” BEŞİKÇİ: KERBELA’YI SÜREKLİ ANDILAR DERSİM’İ UNUTTULAR Beşikçi, Kerbela’ya göre Dersim’de on binlerce kişi unutulduğunu belirterek, “Dersimliler Kerbela’yı sürekli andılar ama Dersim’i unuttular. Kerbela’nın Dersimliler ile hiçbir ilgisi yoktur. Orada bir iktidar kavgası vardır. Hani şu biçimde ilgisi olabilir. Peygamberin torunları zulme uğruyor, o insanlık anlayışından dolayı zulme uğrayanı desteklemeye çalışmak olabilir. Bu Dersimlilere bir eleştirimdir” şeklinde konuştu. Beşikçi, kızılbaş - sayfa 27 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Başbakan Erdoğan’ın özür dilemesine ilişkin olarak ise, “Başbakan özür dilediğinde Kürdistan dağlarında bombalamalar oluyordu. Gerillalara karşı kilolarca bombalar atıyorlardı. Eğer Hakikat diyorsan, Anadolu’daki bütün haklar için bunu yapacaksın. Bütün halklar dikkate alınarak bir özür ve yüzleşme olmalıdır” dedi. İsmail Beşikci Vakfı'nın tanıtım yapıldı ‘BAŞBAKANIN ÖZÜRÜ SAMİMİ DEĞİL’ Hakikatlerle yüzleşmekten bahsettiklerini anlatan Beşikçi, “Başbakan özür konusunda yanlış yaptı. Şöyle ki; geçmişte böyle şeyler oldu ama artık olmayacak diyemedi. Başbakan özür dilerken gerillalara yönelik operasyonlar yapıldı ve bu uygulamalar devam etti. CHP’nin Ermenileri de tanıyacağı yönündeki sözlerine de ‘Devlet böyle bir şerefsizlik yapmaz’ dedi. Ancak öte yandan da Kürtlerden özür diliyor!” dedi. BAYRAK: SOYKIRIM, KATLİAM VE SÜRGÜN ÜÇÜZ KARDEŞLERDİR “Zorunlu iskan ve kimlik deformasyonu” konusunda konuşan Tarihçi Mehmet Bayrak, Alişer Efendi’nin Dersim katliamından önce yazdığı dizeleri okuyarak, dizelerin katliamın adeta habercisi olduğunu söyledi. Bayrak, Sabiha Gökçen’in o dönemlerde kendisi ile yapılan mülakatta, “Canlı olan her şey benim için hedefti bombaları atarken” dediğini belirterek, “Bu ve buna benzer sayısız örnekler vardır. Bir taşla iki kuş vurma isteğinden dolayı yapılan katliamların hepsi Alevi-Kürt katliamlarıdır” diye kaydetti. Genelkurmay arşivlerinin açılmasının son derece önemli olduğunu belirten Bayrak, “Ama bu samimi bir şekilde olmalıdır. Soykırım, katliam ve sürgün üçüz kardeşlerdir” dedi. Dersim katliamı olduğu zaman Türkiye Komünistlerinin, resmi ideoloji gibi baktıklarını belirten Doç. Dr. Bülent Bilmez, “Orada bir halkın ‘adam edilmesi gerekiyor’ mantığı ile yaklaşılmıştır. İslamcıların bu konudaki yaklaşımı da Kemalistler ile örtüşen bir yaklaşım olarak karşımıza gelmiştir” dedi. (zaphaber/anf grafik:Demokrat Haber) İsmail Beşikci Vakfı'nın tanıtım toplantılarından ilki 14 Ocak 2012’de Stockholm’de, ikincisi 18 Şubat 2012’de İstanbul Taksim Hill Otel’de yoğun bir katılımla gerçekleşti. Etkinliğe araştırmacı yazar İsmail Beşikçi ile vakıf kurucuları ve gönüllülerinin yanı sıra BDP Milletvekili Adil Kurt, eski Hakkari Milletvekili Hamit Geylani, BDP İl Başkanı Asiye Kolçak, araştırmacı yazar Faik Bulut da aralarında olduğu çok sayıda kişi katıldı. Toplantı vakfın kuruluş sürecini anlatan kısa bir video ve slayt gösterisiyle başladı. Gösterimin ardından vakıf kurucuları ve yönetim kurulu başkanı ve üyelerinden İbrahim Gürbüz, İshak Tepe ve Ahmet Önal Kürtçe ve Türkçe birer konuşma yaptılar. İsmail Beşikçi Vakfı'nın Başkanı İbrahim Gürbüz, vakfın kurulması fikrini 10 yıldır taşıdığını, sonunda hayata geçirdiklerini belirtti, "İsmail Beşikci, 60 yıldır oluşturduğu arşivi, kitaplarını araştırmacıların hizmetine sunmak istedi. Vakfın amacı, hem Beşikci'nin düşüncelerini yaşatmak, hem de araştırmacılara kaynak oluşturmak" dedi. Gürbüz, Beşikci'nin 20 bini aşkın kitabının yanı sıra, Ankara ve İskilip'teki iki evi ile kitaplarının telif haklarını da vakfa bağışladığını söyledi. Gürbüz, vakfın kısa, orta ve uzun vadeli planlarını da açıkladı: "Kısa vadede, kütüphaneyi açacağız. Arşiv ve dokümantasyon merkezi oluşturacağız. Kitapları yeniden basacağız. Orta vadede, kitapları Kürtçe ve İngilizceye çevireceğiz. Dergi çıkaracağız. Araştırmacılara ödüller ile başarılı öğrencilere burslar vereceğiz. Diyarbakır'da bir bina alıp, orada enstitü ve araştırma merkezi kuracağız. Uzun vadede ise müze ve üniversite kuracağız." Etkinliğin kapanış konuşmasını ise İsmail Beşikci yaptı. Türkiye'de temel sorunun hala Kürt sorunu olduğunu belirten Beşikci, "Devlet, KCK operasyonlarıyla, baskılarla bu sorunu gündemden düşürmeye çalışıyor" dedi. Kürt sorununun doğuşuna ilişkin tarihsel bilgiler aktaran Beşikçi, şunları söyledi: "İttihat ve Terakki, Osmanlı'yı Türk esasına göre yeniden şekillendirmek istiyordu. Ancak bunu yaparken, Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Aleviler birer sorundu. Ermenileri techir etme, Rumları da sürgün etme kararı alıyorlar. Kürtleri ve Alevileri ise asimile etme. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler ve Rumlar ile ilgili amaçlarına ulaşıyorlar. İttihat ve Terakki, Osmanlı'yı Türk esasına göre yeniden organize ederken, ekonomiyi de millileştirmek istiyordu. Bu da, Ermeni ve Rumların mallarına el koymak şeklinde oldu. Büyük burjuvaların temel zenginlik kaynağı, el konulan bu mülktür. Kürt bölgesinde ise bu mallara Kürt ağaları el koydu. Kürtler bu malları nasıl kullanacaklar? Devlet ile bu ilişki çerçevesinde karşı karşıya geliyorlar. Devlet, 'Bu mülkleri ancak benim gibi düşünürsen kullanırsın' diyor. Burada da Kürt sorunu başlıyor." İsmail Beşikci Vakfı Kuloğlu Mah. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoğlu/İstanbul, E-posta: ismailbesikcivakfi@gmail.com, Telefon: (+90 212) 245 81 43 kızılbaş - sayfa 28 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tarihe tanık belgeler HALEP’TE CAMİ YAKININDAKİ YAHUDİ EVLERİNİN BOŞALTILMASI YAZI: 11 Ramazan sene 973 (Mart 1566), Padişah Kanunî dönemi, Sadrâzam: Sokollu Mehmet Paşa, İran’da Şâh 1. Tahmasb’tır. O yıl, 6/7 Eylül gecesi Kanuni vefat etti. Zietgar seferi. KİMDEN: Padişah’tan KİME: Haleb Beğlerbeği’ne Kadısı’na HÜKÜM KONU: Halep’te bazı camilerin yakınında Yahudi evlerinin olması beş vakit namaz kılanları rahatsız ettiği, bu evlerin müslümanlar tarafından satın alınıp Yahudilere camilere yakın ev alıp yerleşmelerine meydan verilmemesi buyruğu. BELGENİN MEÂLİ Zeynel Kethüda’ya virildi. Haleb Beğlerbeği’ne ve Kadısı’na HÜKÜMKİ, Mektub gönderüb nefs–i Haleb’in mahallâtında (mahalleler) vâki’ olan mesâcid–i şerîfenin etrafında olan YAHUDİLER TAİFESİ ber–tarikle temellük ve ihata idüb müslümanlar sâkin olacak evler kalmamak ile edâ–i salât olınmayub (namaz kılınmadığı) Yahudilerin evlerini zikr itmeleriyle mukaddemâ emrim mûcibince müslümanlara alınan on yedi aded evden maadâ altı mescidin etrafı tâife–i yahudi ihâta idüb edâ–i salât olınmak bâ’ıs olan otuz dört aded evin müslümanlara bey’ itdirilüb defteri Südde–i Saadetime (saray) göndermişler imdi mezbûr zikr olınan evler müslümanlar elinde ibka (kalma) olub Yahudiler hakkı ve taarruz eylemek emr idüb BUYURDIMKİ, alınan evler müslümanların ellerinde ibka idüb min–ba’d (bundan sonra) ber–tarikle Yahudi thaifesine aldırmayub ve Âsitane–i saadetimden (İstanbul) ber–tarikle hüküm dahi ihrâç idüb varırlarsa min–ba’d istimâ’ (işitme) itmeyüb hükümleri ellerinden alıb mühürleyüb südde–i saadetime gönderesin hükm–i şerifimin sûretini sicill–i mahsûsa kayd eyliyesin, BELGE: BOA– Mühimme Defteri, cilt: 5,s.505/ kızılbaş - sayfa 29 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ABF : Hocalı katliamını lanetliyoruz Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Genel Yönetim Kurulu “Hocalı katliamı” ile ilgili bir açıklama yaparak “Bu coğrafyada katliamlar en çok maruz kalan, biz Aleviler, Hocalı katliamına maruz kalanların anısını ve acısını da yaşıyor, bu katliamı gerçekleştirenleri de lanetliyoruz” dedi. Hiçbir millet, hiçbir ırk, hiçbir din hiçbir katliama masum gerekçeler bulunamaz. Katliama uğrayan masum insanların dini, dili, ırkı, milliyeti sorulmaksızın anılması gerektiği gibi, katliamı yapanların da dini, dili, ırkı, milliyetine bakılmaksızın lanetlenmesi gerekir. Bu coğrafyada katliamlar en çok maruz kalan, biz Aleviler, Hocalı katliamına maruz kalanların anısını ve acısını da yaşıyor, bu katliamı gerçekleştirenleri de lanetliyoruz. Katliamları anarken, o katliama yapanlar Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Geliştirme biriminin başkanlığına getirilen Dr. Necdet Subaşı soruna Diyanet'in bakış açısını anlattı. Subaşı'nın verdiği yanıtlardan anlaşılan Aleviliği bir İslam yorumu ve İslam içinde tek ibadethaneyi de cami olarak tanımlayan Diyanet'in cemevlerinin ibadethane statüsü kazanmasına imkan vermesi beklentisinin gerçekçi olmadığı... Cemevini ibadethane diye tescilleyemeyiz Dr. Necdet Subaşı şöyle diyor: 'Diyanet 'Alevilik bir İslam yorumudur' diyor ve İslamiyet'in ibadethane makamı olarak camiyi kabul ediyor. Bugünkü Diyanet bu konular kendine sorulduğu sürece bunu böyle cevaplamaya devam edecek' Alevi çalıştaylarında yaptığı koor- ile o soydan gelen diğer insanları kesin çizgiler ile ayırmanın gerekliğinin de altını çiziyoruz… Biz, Aleviler Sivas, Maraş, Çorum, Dersim katliamlarını ve de Hocalı katliamını da bu ilke ile anıyoruz… Hocalı katliamını bahane ederek Ermeni Halkını, hele hele Ermeni vatandaşlarımızı hedef gösterenleri, rencide edenleri de lanetliyoruz. Çünkü Alevi toplumu nefret söylemini çok iyi tanıyan, bu söylemin yıkıcılığının mağduru olmanın ne demek olduğunu iyi bilen bir toplumdur. Ermeniler de aynı nefret söyleminin mağduru olmuş aynı mahalledeki kardeşlerimizdir Nefret söylemini aşmanın ve demokrasiye ulaşmanın yolu, ezilenlerin, nefret söylemine mağdur kalanların dayanışmasından geçer… Katliam vahşettir. İnsanlık suçudur. Tarih hiçbir şekilde yapanları affetmeyecektir. Katliamları anma yeni katliamları önleme amacını güderse asil ve anlamlı olur. Asilce yaşanan acılar barışa, dostluğa kardeşliğe hizmettir. Hocalı Katliamı yıl dönümünde yaşamını yitiren masum insanları saygıyla anarken, aynı şekilde Sivas, Maraş, Çorum, Dersim, Uludere, Başbağlar, Halepçe, Srebrenitsa, Hama, Humus, Sumgayit ve 1915 katliamlarında ve de yerküremizde binlerce katliamda yaşamını yitiren milyonlarca insanı da anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyoruz… Selahattin Özel Alevi Bektaşi Federasyon (ABF) Genel Başkanı Diyanet İşleri Başkanlığı içinde yer alan tüm oluşumlar İslam'ın temsili makamı, ibadethane mekanı olarak camiyi görüyorlar. Böyle bir algı çok yaygın ve kabul görmüş. dinatörlük görevinin ardından Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığına getirilen Dr. Necdet Subaşı ile Alevilerin sorunlarını anlattı Alevilerin Diyanet'in kendilerine bakışı ile ilgili ciddi sorunları var.Aleviler cemevlerinin ibadethane olduğunu ve bunun devlet tarafından da tescil edilmesini istiyor. Devlet de bu tescilin yapılması için sorumluluğu Diyanet İşleri Başkanlığı'na aktarıyor. Ortalama bütün ilahiyatçılar ve Cemevlerinin statüsü ile ilgili çalışmak üzere iki yıl önce bir komisyon kuruldu, o komisyon seçeneklerini bize sundu. Bu kategorilerin hepsi zorunlu olarak Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile ilişkilendiriliyor. Bu konunun Devrim Kanunları'na dokunan tarafı var. O kanunlarla ilgili boyutunu kim, nasıl tartışacak? O benim sorumluluğumda olan bir konu değil. Tabi ben Cumhuriyet'in kuruluş dönemindeki hassasiyetleri bilen, anlayan, kavrayan bir insanım. Ancak bugünün koşullarında bu hassasiyetlerin gözden geçirilmesi gerektiğini söylemekte bir sakınca görmüyorum. kızılbaş - sayfa 30 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tarih Yazıcılığında Vicdan Sorunu Sabahattin Şerif Meşe Düşünce, insanın düşünme etkinliğinin ürünüdür, düşünme etkinliğinin ise birçok ürünü vardır. Kanaatimce düşünce özgürlüğü alanındaki sorunlar da kanaatlerin ve inançların, bilgi ile karıştırılması ve bunların propagandasının yapılması noktasında başlıyor. “Herkes egemen olan fikirlere ne kadar aykırı olursa olsun, yeni fikirler ve bilgiler getirme hakkına sahiptir.” Ama sorunun can alıcı noktası ortaya getirilen her türden fikrin yaygınlaştırılmasının belirli sınırlarının olup olmamasıdır. Mesela kara propagandanın değer çiğneme pahasına yapılabileceği ve yaygınlaşabileceği düşüncesini, düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmek ve onunla bir tutmak gibi. Sanırım çoğumuzun kafası da bu nokta da karışıyor ve kara propagandayı da düşünce özgürlüğü şemsiye altında görüyoruz. Çağımız iletişim çağı ama şunu unutmamak gerekir ki iletişimde etik ilkeler çok önemlidir. İletişim etiği de kara propagandayı hoş görmez. Elbette kara propagandayı yapan kişinin bio-psişik bütünlüğüne dokunmak doğru değildir. Ama o kara propaganda da onun dile getirdiği fikirler legal, illegal ya da kriminal terörizmin yarattığı şiddeti körüklüyor ve besliyorsa o fikirlerin yaygınlaşmasının önüne geçmek devletin ve yasaların birinci görevidir. Çünkü devlet ve birey arasındaki sözleşme bunu gerektirir. Siz kitap yazabilirsiniz ama yazdıklarınızda etik ilkelere dikkat etmek zorundasınız. Kendi adıma etik ilke kaygısı duyan insanların ya da aydınların kara propagandaya alet olacağını ya da bilerek ve isteyerek bunu yapacağını düşünmüyorum. Bunu yaptıkları zaman eğer bu propaganda yukarıda belirttiğim gibi bir çeşit şiddeti körüklüyorsa bu düşünceleri düşünce özgürlüğü şemsiyesi altında değerlendirmek çok olanaklı gözükmüyor. Belki çok uç bir örnek olacak ama Pedofili’nin yaygınlaşmasını isteyen bir düşünce kuruluşunun olması gerektiğini savunanları hoş görmek mümkün mü? Hadi düşünce de bunu hoş gördünüz peki, bu kara propagandanın yaygınlaşmasına vicdanınız el verir mi? Ya da buna düşünce özgürlüğü diyebilir misiniz? İşin garip tarafı da bu propagandayı yapanların buna sonradan sahip çıkmamalarıdır. Bunu da Sokrates ahlakına saygısızlık olarak görüyorum. Çünkü düşünce özgürlüğünden dem vuranlar kendi kanının ve canının insanları olmalılar. Bu durum aynı zamanda düşünce özgürlüğü maskesi altında kara propaganda yapanlar için de geçerlidir. Ama şu farkla ki kara propaganda yapanlar yasalardan da yakınmamalılar. Yasaların onlara vereceği cezayı kabullenmemeliler çünkü onların düşünce özgürlüğü şemsiyesinin altına sığınma gibi bir hakları yok diye düşünüyorum. Sokrates kara propaganda yapmadığı halde düşüncelerinden dolayı yargılanmış ve idam edilmişti. Üstelik Sokrates, kendi imgesine sadık kalarak düşünce özgürlüğü uğruna ölümden kaçabildiği halde kaçmamıştı. Onun için Sokrates’in vicdanına olan bağlılığına hep hayran kaldım. Kendi kanıyla hayatını yazdığı için de hep saygı duydum, her zaman için şuna çok önem verdim. Her insan yaptığı eylemin arkasında durmayı bilmelidir. Bu durumun her koşulda geçerli olduğunu düşünüyorum. Yalnız bunu yaparken ‘gereken’ kavramını göz ardı etmemelidir. Her çağda düşünme, düşünceyi açıklama ve kanaat oluşturma birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Çünkü her çağ düşünme ve onun ürünlerini kendi ‘gereken’ kavramıyla örtüştürmeye çalıştırmıştır. Tarihsel varlık alanında bu çok daha açıkça yapılmıştır ve bu alan ‘gereken’ kavramının kurbanı edilmiştir. Bu kavram çoğunlukla belli bir bakış açısına ya da bir –izime göre temellendirilmiş ve tarih yazıcılığı buradan hareketle yapılmıştır. Elbette tarihsel varlık alanı ‘gereken’ kavramından bağımsız oluşturulamaz; ama tarihçi bunu yaparken; Carl Gustav Jung’un arketip kavramına bakmak zorundadır. Jung’a göre; arketipler(ilk örnekler), biçimsel olarak tasarlanan bir yetidir. Bu biçimsel yeti kalıtım yoluyla bir sonraki kuşağa aktarılır.” Peki, bu yetinin bir sonraki kuşağa aktarılması olanaklı mı? Elbette “Biçimsel yetilerin” kalıtımla bir sonraki kuşağa aktarıldığı kesin olarak kanıtlanmış değil. Ama bunun aksi de kanıtlanmamış. Arketipler önemli çünkü ‘gereken' kavramı buradan türetilmiş ve tarih yazılarının hizmetine sunulmuştur. Tarihsel varlık alanı da biçimsel arketiplerin olduğu bir alandır. Bu arketipler toplumların ruhsal ve pedagojik biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır. Toplumların bu biçimsel arketipleri kendi bakış açısına göre yorumları gereken kavramları yaratmıştır. Ne yazık ki kuşak lanetleri de gereken kavramının arketipler üzerine kurulmasıyla çağdan çağa aktarılmıştır. Tarih yazıcılığında nesnellik beklemek elbette safdillik olur. Çünkü özne kendini nesne edindiği için ibreye hep kendinden doğru bakar. Böyle yaptığı için de tarih yazımını ontolojik temellerinden kopartarak onu bir paradigmaya dönüştürür. Kendi adıma bu paradigmaların uluslara çok da yaramadığı kanısındayım. Çünkü her paradigma sonradan kolektif bir şiddete dönüşür ve kadim uygarlıkların isimlerini dahi haritalardan silebilir. Böyle bir tarih yazımının vicdan kavramından yoksun olması ise sadece düşmanlık duygularının güçlenmesine katkısı olur ve ne yazık ki vicdan kavramından bağımsız bu tarih yazıcılığı da ulusları birbirlerine kırdırmaktan başka bir işe yaramamıştır ve bundan sonra da yaramayacaktır. Tarihçi değilim ama yakın tarihe baktığımda düşmanlıkların kökeninde şunu görüyorum; bunlardan birincisi ittifaklar. Yakın tarihe baktığımda; Kürtlerle Osmanlı devletinin ittifakı Anadolu toprakları üzerinde yüzyıldır süren ve kızılbaş - sayfa 31 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 daha ne kadar süreceği belli olmayan bir sürekli savaş durumuna ortama sürüklemiştir toplumları. Peki, son geçen yüzyılda ne olmuştu? 13 Haziran 1878 yılında Berlin Konferansı’nda Ermenilerin sunduğu öneriler olumlu karşılanmıştı ve Osmanlı devleti bu konferans sonrasında ortaya çıkan Berlin Anlaşmasını imzalamış bu anlaşma ile "Vilayet-i Sitte" adı verilen; Erzurum, Van, Mamüret'ül Aziz, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis'te reformlar yapmayı kabul etmişti. Bu anlaşmanın 61. Maddesi şöyle diyordu: "Osmanlı Hükümeti, halkı Ermeni olan vilayetlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt ederek bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildirecek ve bu devletler de söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir." Ama II. Abdülhamid, büyük devletlerin kendi aralarındaki çekişmelerinden faydalanarak bu maddeleri asla uygulamadı. Bunun yerine daha sonra 1891’de Hamidiye Alaylarını kurdu bu alaylar hem Ermeni uyanışını hem de heterodoks (Şii-Alevi-Kızılbaş) akımları bastırdı. Kürt aşiretlerinin bu askeri örgütlenmelerde yer almalarının nedeni bu tarihten itibaren Ermenileri Anadolu’dan atmak üzerinedir. Bu stratejileri elbette başarılı oldu ve “Büyük felakete” katkı sundu. Ne yazık ki Ermeniler topraklarını arkalarında bırakıp giderken bu topraklarına ve mallarına Kürtler tarafından el konuldu. Kürt algısı da bu tarihten sonra kalan Ermenileri kılıç artığı dönme ve misafir olarak gördü, terk ettikleri toprakları da kendi vatanları saydı. Peki, bu süreç nasıl hazırlandı; ben bu sürecin 1878 Paris barış anlaşmasıyla kapsamlı ve aşamalı bir plana dönüştüğünü düşünüyorum ve Kürt tarihçilerinin başucu kitabı olan “Şerefname” bu sürecin en önemli köşe taşlarından biri olduğunu da. Yüzyılımızın başında Oryantalist Nicolai Adontz 1920 yılında İngilizce yayımladığı, "Kurdish Intrusion in to Armenia" başlıklı makalesinin bir bölümünde bu kitapla ilgili şöyle bir tespit yapar: “…1597 yılında Bitlis'in yöneticisi Şerafettin, Kürt zenginliklerinin tarihini yazdı. Bu eseri, akademisyen ...1886 yılında Saint Petersburg’da "Şeref - Name" adıyla yayımladı. Fransızca çevirisi ise, bir yıl sonra 1887 yılında Paris'te gün ışı- ğına çıktı. Kürt tarihçinin bu eseri, ilk milli tarih örneklerinde görülen eksikleri aynen barındırmaktadır. Kronolojik tarihsel konuların eksikliğinden kaynaklanan boşluklar, hayali yaradılış öyküleriyle sakınılmaksızın doldurulmuştur…” Buradaki Kronoloji çok dikkatimi çekti. 1878 Paris barış antlaşmasıyla Osmanlı hükümeti Ermenilerin huzur ve güvenliğini Çerkez ve Kürtlere karşı garanti etmeyi taahhüt etmişti. Peki, ne oldu da Osmanlı hükümeti bu taahhüdünden vazgeçti? Bu sorunun cevabı da Nicolai Adontz’un makalesinde var. Adontz; “Türkler de kendi paylarına, “haritalarından "Ermenistan" adını silip yerine Kürdistan yazarak 'ermeni karşıtı' siyasetlerini temellendiriyorlardı. Türklerin geliştirdiği, "Ermenistan’ı yok sayma" siyasetinin İngilizlerin koruyucu şemsiyse altında gizlenebilmesi, Ermeniler için şaşkınlık vericiydi.” Diyor. Elbette hayali yaradılış öyküleri ile halkların kendilerine dünya üzerinde bir coğrafya çizmelerini çok garipsemiyorum. Ama garipsediğim şey bunun bir enstitü tarafından Kürt tarihi için yapılmasıdır. Bir coğrafyanın isminin tarihten silinmesi ve o coğrafyaya yeni bir ismin verilmesi ve bu durum karşısında yüzlerini kuzeye ve batıya çeviren Ermenilerin bu durumu fark etmeyip yüzyılın başında soykırımla yurtsuz bırakılmaları ve böylece topraksız ulus sorununun da olmayacağını görememeleridir sanırım. Sonuçta ise Rusya, İngiltere ve Osmanlı imparatorluğunun işbirliği ile kadim Ermeni halkının yurtlarından sürülmesi ile boşalan coğrafyaya Kürtlerin yerleştirilmesidir. Bu durum elbette Kürtlerin de hoşuna gitmiştir. İngilizlerin ve Osmanlının koruyucu şemsiyesi -ki bu İngiliz şemsiyesi hala devam etmektedir.- Kürtlere yeni bir ülke sınırı çizmiş. Saint Petersburg enstitüsü ise o ülkenin tarihini hayali yaradılış hikayeleri ile süslemiştir. Kürtler de Osmanlı devletiyle işbirliği yaparak Ermeni coğrafyasını Ermenilerden temizlemiş ve o coğrafyaya kendi adını vermiş ve kendilerini o toprakların yerleşik ve kadim halkı ilan etmiştir. Elbette Mezopotamya’da Kürtlerin kadim bir halk olduğuna itirazım yok. Benim takıldığım nokta bu oyunlar karşısında Kürtlerin sessiz kalması ve bu oyunlarda bizzat rol almasıdır. Günümüz tarihçilerinin ve bilim in- sanlarının bunu görmezden gelmeleridir. Bu durumun Kürtler üzerine onlarca kitap yazan sosyolog Sayın İsmail Beşikçi’nin gözünden kaçması da ayrı bir trajedidir ve N. Adontz’un aktardığı “… Kürtler ne antik ne de ilk çağlarda Ermenistan’da teşekkül etmemmişler aksine, Osmanlı Türk idaresi zamanında bu topraklara nakledilmişlerdir. Osmanlılar, 1514 Çaldıran meydan muharebesinde, henüz tekellerinde bulundurdukları toplar sayesinde, Iran hükümdarı Şah İsmail’in güçlerini yenilgiye uğrattıktan sonradır ki Batı Ermenistan'ı egemenlik alanlarına dâhil olmuştur. İranlılar ve Osmanlılar arasındaki Ermenistan'ın bütününü kontrolleri altında tutabilme mücadelesi, Çaldıran muharebesinden sonra da aralıksız sürmüş, sınırlar ise günümüze dek değişmez kalmıştır…” Tespitini görmemesidir. Dilerim günün birinde Sayın İsmail Beşikçi bu durumu fark eder ve yazdıklarını yeniden gözden geçirir. 1800’lerin sonlarında İttihatçılar, beyaz Kürtler birlikte hareket ederek Ermenilere kendi dağlarında pusu kurup, onları birlikte yok ettikten sonra şimdi aynı dağlarda onlardan kalan topraklara sahip olmak için birbirlerine karşı pusu kuruyorlar. Kendi adıma artık bu topraklarda sadece fiziksel olarak yer kaplamak ve birilerinin tepemde Ahab’ın ağacı gibi geciktirdiği sürgün trenini beklemek istemiyorum. Bu toprağın beyazlarına onların kurduğu paradigmalarına, yarattıkları sürü insanına, medya terörizmine ve geciken trenin potansiyel bir yolcusu olarak tahammül etmek canımı acıtıyor. Hak” ya da “hak alma” mücadelesi bu toprakları yeterince kana boğdu sanırım. İnsanlar şaraptan çok kanı sevdi nedense? Çağın vebası olan “terrorism” ve şiddet eylemleri biçim değiştirse de yeri geldiğinde kanlı yüzüyle sokakların efendisi oldu. Gücü elinde tutanlar her zaman için hak çiğneme özgürlüğünü de sadece kendine tanıdı. Devletler hak ihlallerini “legal terrorism”le tedhişçi örgütler “ihtilalci terrorism”le çeteler ve mafya ise “kriminal terrorism”le yaptı. Sonuç hep aynı; kan ve yine kan. Bu vahşetin içinde herkesin dönüp kendi yüzüne bakmasını istiyorum. Yüzlerindeki maskeleri çıkarıp yüzlerine dokunmalarını, aynalara korkmadan bakmalarını istiyorum. Artık hayatın gerçekliğinden kaçıp kızılbaş - sayfa 32 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yanlarına sığındığımız insanlara yaptığımız sırt dönmeleri ve arkadan vurma hikâyeleri, ‘Benim de babaannem Ermeniydi” masallarını duymak istemiyorum. Artık gecikmiş sürgün ruhuyla bu coğrafyanın sokaklarında dolaşmak istemiyorum, doğduğum yere korkmadan gitmek oralarda özgürce dolaşmak istiyorum, o sokaklardan geçerken çocukluğumun peşinden koşan, Kürt çocuklarının küfür diye savurdukları “fılle” kelimelerini duymak istemiyorum ve artık affetmek istiyorum o çocukları. Bakkal Karabet’in de onları affedeceği günü bekliyorum.“Bakkal Karabet'in ışıkları yanmış/Affetmedi bu Ermeni vatandaş/Kürt dağlarında babasının kesilmesini/Fakat seviyor seni çünkü sen de/Affetmedin/Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına” Hala bekliyorum! Karanlık, yerini aydınlığa bırakana kadar, aynalara korkmadan bakana kadar ya da son sürgün treni gelene kadar bekleyeceğim. “Çerağı yak! Şaraba su, hamura maya katma. Sadece yazgına inan ve gizli kal..!” “…Herkesin bir “Akıl Çağı”, bir “Yaşanmayan Zaman”ı bir de “Yıkılış” zamanı vardı. Sartre, “Özgürlüğün Yolları” dedi buna. “Akıl çağı”, Cennet, “Yaşanmayan Zaman”, Araf ve “Yıklış”, Cehennem. J.P.Sartre, bu üçlemesinde cenneti, a`rafı ve cehennemi yazdı. Kahramanı Methiu, ”Akıl çağı”nda bohem, ”Yaşanmayan Zaman”da stoik ve “Yıkılş”ta cephede intiharı bekleyen bir direnişçi. Edebiyatın ve felsefenin sürekli üzerinde durduğu bu üç kavram özgürlük, direniş ve intihar aynı kişide sürekli kavgaya durdu hepimizde olduğu gibi…” “…Kadın, İbrani mitolojisinde evcilleşmeyen ayrılık, Antik Grek’te ceza, Aden`de yalnızlık, Sodom- Gomora diyarında tuzdan heykeldi. Her yerde tanrının öfkesiyle sınanıp, gazaba uğrayan Eyüp sabrı ve meçhule giden gemilerin içinde evcilleşmeyen umuttu, onlardı yalnız ve üşüyen ruhlarını, sonsuz sevişmelerle örs tezgâhına bırakıp giden…” Ermeni Kızı Ağçik ..................Yusuf Baği Peri Yayınları, İstanbul, 2007 112 sayfa, 13.5x 19.5 ebatında, ithal kitap kağıdı. Tarih anılarda gizlidir. Her yaşanan trajedinin yazılışı, bir giz perdesinin aralanmasıdır. Gelecek için geçmişin ilmek ilmek aydınlanması, geçmiş ve geleceğe projektörün tutulmasıdır. Öznenin, doğal olanın, yaşananın ikirciksiz ve tüm sonuçlarını, olasılıklarını düşünmeksizin sergilemek, insan yaşamında ancak erdemlilik ile karşılığını bulur.. Eğer sağlıklı bir duruş yoksa, insan erdemliliğinden taviz vermemek mümkün olmaz. İnsanlık tarihinde, Anatolya, Trakya, Mezpotamya ve Medya ülkesi; insanlık, kültürler, halklar ve medeniyetler beşiği olduğu kadar, imparator ve diktatörler tarafından insanlık mezarlığı haline getirildiği, geri ve perişan hale itildiği unutulursa eksik tanımlanmış olur. İnsanın, insana ve doğaya karşı bu kadar amansızca kirletilmiş hale getirilmesi, hangi argümanlarla olursa olsun ideal ve erdemden uzaklaştırılmış insanlık olgusu ile tarif edilebilinir. Bu sonuçtan kurtulmak büyük bir emeği, eforu, bilinçli bir çabayı ve başarıyı gerektirir. Yusuf Bağı, mektep görmüş değil, ancak pek çok aydından daha fazla okumayı ve kitabı sever. Pek çok sözde bilim insanından daha sorgulayıcı ve öğrenmeye aşık bir insan. Bu sorgulama ve öğrenme güdüsü, onun sosyal, tarihsel ve olguların ardındaki nedenleri aramaya koyulmasına yetmiş. Demokratik toplumda kadına karşı tutum ya da kadının toplumdaki yeri; o toplum ve devletin ne derecede demokratik olduğunun ölçülerinden biri olunca, toplumumuzda kadınlara, özelikle Ermeni Kızlarına "Arçik"lere nasıl davranıldığına göz atmak gerekmez mi? Ermeni kadını "Noyan"ın Arçik kızı Meryem'n hikayesi ve bir kadın olarak tüm varlığı ile insanlık konusunda hassas ve haysiyetli olmasına rağmen, yalnız onun atalarını, akraba ve yakınlarını gözlerinin önünde öldürmeleriyle de yetinilmemiş, yanı sıra katliamdan kıl payı kurtulabilen "Ermeni Kızı Arçik" namı değer Mardinli Meryem'e sonradan da olmayacak insafsızlıklar etmişlerdir. Elinizdeki "Ermeni Kızı Arçik" bu yapılamayacak şeylerin izini sürmeye meraklı, okul yüzü görmemiş, her şeyi kendi çabasıyla öğrenme azmini göstermiş bir Kürt'ün; saf ve temiz hislerinin kağıda dökülmüş halinden ibarettir. Ancak yeni bir anlatımla karşılaşıp, size ve düşünüşünüze ters, yabancı ve sevmediğiniz bir hikaye ile de karşılaşabilirsiniz. Fakat ders çıkaracağınız çokça şey olduğu için ve zevkle irdeleyeceğiniz için de okumamanız mümkün görünmüyor. Elinizdeki kitabı okuduğunuzda sevmemenizi düşünmüyoruz. 50 TL. VE ÜZERİ ALIŞVERİŞLERİNİZDE KARGO ÜCRETSİZDİR. (YURTDIŞI HARİÇ) 50 TL. altındaki siparişler anlaşmalı olduğumuz MNG Kargo ile Türkiye’nin heryerine (dosya) tek fiyat 3.40 TL. + KDV (4.00 TL.) (Kitabın kalınlığına ve ağırlığına göre fiyat artışı olabilir.) kargo ücreti alıcı ödemeli gönderilir. (Yurt dışı gönderimleri Kıbrıs dahil 20 $’dan başlamaktadır. Kargo ücreti önceden talep edilir ve PTT ile gönderilir.) Pêrî Yay ınları Tel: 0216 - 347 26 44 GSM: 0 533 488 01 12 periyayinlari@yahoo.com.tr kızılbaş - sayfa 33 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ŞADIYAN Dr. Phil. Erdoğan Işık (Ardowan i Kullo) (Şadadiyan, Şadilli, Şadiler, Şadililer, Şadillu, Shaddids, Shaddadides, Šaddadiden, Banu-Şadad) Aras ile Kura nehirleri arasında yeralan ve antik dönemde “Media Atropatene” olarak bilinen coğrafik bölge ve politik birliğin kuzeyinde bulunan ve daha sonraları Aran/Arran olarak adlandırılan bölgede, yaklaşık 340/951468/1075 yıllarında egemen olan bir Irani-Kürdi hane-danlıktır. Hanedanlık adını, kurucusu olan Muhammed Bey’in babaadından almaktadır. Ancak bu adın Arapça yazılım şekline sahip olunduğundan ve bu yazılı kaynaktan hareketle Batıdillerindeki tarih yazımında da bu şekli geçerlilik kazanmıştır. Arapçadan yapılan çevrim-yazımında “Şadad” olan bu adın zamanla Türkçeye ve Kürtçeye uygun bir kısaltmalı kullanımla “Şadi” biçimine dönüşmüş olması gerekir. Eğer Ahmed bin Lütfullah’ın metninde belirtmiş olduğu “Şadad” adından hareket edersek bu adın Irani kökeni belirgindir. Kurtak Bey’in oğlu ve hanedanlığa adını veren kişi, Şad(d) ad adlı olmalıdır. Bu adın daha sonra “Şadi” biçiminde kısaltılarak Türkçe ve Kürtçe’de kullanılmış olduğu, sonuna getirilen çoğul eki (Türkçe: -ler; Kürtçe: -an) ile de ilgili hanedanlığı veya mensuplarını tanımlayan, belirleyen ad oluşturulmuştur. Şadadiyan Boybeyliği’nin ilk başkenti, tarihi öneme sahip bir kent olan Dabil (Dvin) ve daha sonra ise Genca (Ganza, Ganzak) idi. Daha sonraları Boybeyliği’nin diğer bir kolu, Ani’yi kendilerine merkez olarak seçmişlerdir. Arran’ın önemli diğer bölge ve kentleri, Nashwe (Naksiçewan), Tiflis, Şamkur, Baylakan ve Bardha(ya)’dırlar. Bu bölge ve kentlerden merkezi olmayanlar, yerel ve bölgesel boyutlu savaş ve istilalar nedeniyle her zaman Şadadi-yan Boybeyliği’nin egemenliği altında bulunmuyorlardı; zira bu bölge ve kentler üzerindeki egemenlikler, politik ve askeri koşullara bağlı olarak sıklıkla el değiştirebiliyorlardı. Abbasiler Halifeliği gücünün Bagdat merkezine odaklanışı, kenar bölge ve halklarının zamanla etkinlik kazanmalarına neden olmuştur. Hatta bu nedenle dönemin bazı islam bilgin ve yazarları, örneğin Al-Masudi, islam aleminin zayıflığına ve olasılıkla da dağılmasına bir işaret olarak algılayıp değerlendirmişlerdir. Özellikle Iran’da, 10. yy.ın başlarından itibaren bir Daylam Boyu olan Buyidler (Bowayhidler, Buwaihidler veya Al-e Buya) ve Muzafaridler yerel birer güç olma konumuna ulaşırlar. Daha sonraları Buyidler, 930lu yıllardan itibaren Bagdat’taki Halifelik hizmetinde artık politik ve askeri bir güç olurlar. Azarbeycan Şahı olan Muzafaridlerden Muhammed oğlu Salar Marzuban’ın 948 yılında Ray’da esir düşmesi ve dört yıl boyunca haps edilmiş olması, yerel kabile ve aşiretlerin güç edinme çabalarına neden olmuştur. Böylesi bir ortamdan hareket eden Qurtaq (Kurtak) oğlu Şadad Bey’in oğlu Muhammed Bey, Dabil (Dvin) halkının da desteği ile kente yerleşerek 951 yılında kendi yönetsel egemenliğini ilan eder ve böylelikle de tarihsel olarak Şadadiyan Boybeyliği’nin kurucusu olur. Marzuban oğlu Salar Ibrahim’in karşı saldırısı sonucu kenti bir süre terk etmek zorunda kalan Şadad oğlu Muhammed, yapılan savaşta başarı göstermesi ile birlikte kente dönerek egemenliğini yeniden sağlar. Kentte yeniden bir yapılaşmaya ve organizasyona giden Şadad oğlu Muhammed, bölgenin diğer yerli halkları olan Ermeni, Gürcü, diğer bazı Kürt ve Day- lam boylarının desteklerini de sağlamaya çalışmıştır. Buna rağmen diğer bazı yerli beylikler ile devamlı bir mücadele içinde bulunuyordu. Muhammed’in 955 yılında ölümü üzerine, üç oğlundan en yaşlısı olan Ali Laşkari emirlik görevini üstlenir. Bu dönemde, Ardabil’deki Marzuban oğlu Salar Ibrahim’in denetiminde bulunan Genca kenti, Şadadiyan Boybeyliği tarafından 971 yılında alınır. Daylamit güçlerinin kent ve bölgeden uzaklaştırılması ile birlikte denetim tümden sağlanır. Böylelikle Arran’ın tamamına yakın bölümü ve Arminiya’nın bir kısmı üzerinde artık Şadadiyan Boybeyliği egemen durumuna geçmiştir ve Genca (Ganza, Ganzak) yeni başkent yapılmıştır. Ali Laşkari’nin 978 yılındaki ölümünden sonra kardeşi Marzuban, yaşı gereği emirlik görevini üstlenir. Buna karşın diğer genç kardeşi Fazıl, Genca’nın alınmasındaki çabaları ve diğer askeri başarıları ile tanınan ve kabül gören bir kişilikti. Iki kardeş arasındaki belirmiş olan farklılıklar, Marzuban’ın bizzat Fazıl tarafından 984 yılında öldürülmesi ile sonuçlanır. Marzuban oğlu Şirwin’in tutuklamasından sonra Fazıl, 985 yılında hükümdar olarak tahta geçer. Yayılmaya yönelik çabaları ile anılan Fazıl, Arran’ın diğer önemli iki kenti olan Bardaya ve Baylakan’ı da topraklarına katar. Ancak Arran’a karşı ve özellikle de Kral IV. Bagrat’ın (1027-1072) ilk egemenlik yıllarında yapılan Abhaz/ Gürcü-Ermeni istila ve yağma hareketlerine karşı savunma durumunda kızılbaş - sayfa 34 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kaldığı belirtilmektedir. Bu tehlikenin yanısıra, bizzat oğlu Aşkuya tarafından yönlendirilen ve Rus destekli bir içayaklanmayı da bastırır. Önemli bir girişimi ise, Aras Nehri üzerine inşa ettirmiş olduğu köprü ile güneydeki Azerbaycan Bölgesi ile bağlantı sağlamış olmasıdır. Bu sayede Tebriz’de egemen olan diğer Rawadiyan Beyliği ile yakın ilişkilere geçilmis olmanın yanısıra, bölgelerarası ticaretin gelişimine de katkıda bulunmuştur. Dolaysıyla Arran Bölgesi, tarımsal üretiminin yanısıra ticaret alanında da devamlı gelişme gösteren bir altyapıya sahip bulunuyordu. “Büyük” Fazıl’ın son yıllarında da yine bölgenin yerli Hristiyan beylikleri ile savaşları olmuş ve hatta saldırılar karşısında oldukça zor durumlarda kaldığı ve almış olduğu bu darbelerden sonra ölene kadar hasta olduğu bildirilmektedir. Fazıl’ın 47 yıllık hükümdarlığı, 1031 yılındaki ölümü ile son bulur ve yerine, oğlu Abul-Fath Musa hükümdar olarak geçer. Yeni bir Rus saldırısını, Şirwan Şahı güçleri ile birlikte Bakü yakınlarında yapılan bir savaş ile geri püskürtür ve onları bölgeden uzaklaştırır. Musa’nın bizzat oğlu Laşkari Ali tarafından 1034 yılındaki bir saldırı sonucu ölümü üzerine, hüküm-darlık görevini 1049 yılına kadar basiretsiz ve kötü niyetli biri olarak tanınan Laşkar Ali yürütür. Dış saldırılara karşı, kaleden kaleye ikametini değiştirmekle meşgul olan Laşkar Ali’nin 1049 yılında ölmesinden sonra oğlu Anuşirwan sadece iki aylık bir süre için yönetim-de bulunur. Uzun yıllar Dvin’de, Genca’dan bağımsız emir (arkhon) olarak hareket etmiş olan Fazıl oğlu Abul-Aswar (Suvar Şapur veya Hellence kaynaklarda Aplesfares), askeri ve diplomatik alanlardaki başarıları ile tanınan bir kişi idi. Abul-Aswar henüz Dvin’deki emirliği sırasında, ailevi bağlarından da dolayı özellikle Ani merkezli Ermeni Bagraditler Hanedalığı’nın iç- ve dışpolitikalarının da içinde olmuştur. Hatta 1040-1 yılında oldukça güçlü bir ordu ile Alan Bölgesi’ne karşı bir sefer yaparak bir çok yerleşimin yanısıra dörtyüz kaleyi ele geçirir. Ancak daha sonra birleşik bir cephe oluşturan Hristiyan halklar, sonraki yıl Lori Şahı David’in (989-1046/7) komutasında bu yerleşimleri ve kaleleri, Abul-Aswar güçlerine ağır kayıplar verdirterek geri alırlar. Bizans Imparatorluğu, kendisini yakından his ettirmeye başlayan Selçuklu akınları karşısında ve Ermeni Krallığı iç sorunlarını da fırsat bilerek bölgede nüfusunu arttırma çabasındadır. Kaiser Konstantin Monomakhos (1042-1054), kendisine bağlı olarak kabul ettiği ve kulu (doulos) olarak gördüğü II. Gagik’ten Ermenistan’ın başkent Ani ile birlikte doğrudan Imparatorluk egemenliğine bırakmasını talep eder. Bu talebi karşılanmayınca Kaiser, diğer yerel Hristiyan güçlerini de birleştirerek Ani’ye karşı istilaya girişir. Öte yandan bunun için Dvin Emiri olan Abul-Aswar’a elçiler göndererek bizzat savaşa katılmasını ister. Bunun üzerine AbulAswar, fethetmiş olduğu kale ve yerleşimlerin kendisine brakılması koşulu ile bu isteği olumlu karşılar. Bizans güçlerinin Ani’yi alma girişimlerinden ilki geri püskürtülmüşken bu sırada Abul-Aswar, bölgedeki bir çok kale ve yerleşimi ele geçirir. Ancak daha sonra sıkıştırılmış olunan Gagik, bizzat Bizans’a çağrılarak antlaşma yolu ile bir çözüm arayışına girilir. Bu arada kent, Bizans güçlerine teslim edilmiştir. Ani’nin teslimi üzerine Kaiser, Abul-Aswar’dan işgal etmiş olduğu kale ve yerleşmeleri bırakmasını talep eder. Aralarındaki antlaşmaya aykırı olan Kaiser’in bu talebi, Abul-Aswar tarafından red edilir. Bunun üzerine Gürcü, Alan, Ermeni ve Bizans birliklerinden oluşan bir güçle Dvin’e karşı saldırıya geçilir. Dvin’e geri çekilmek zorunda kalan Abul-Aswar, çevreyi su altında bırakmak suretiyle kentin kuşatılmasını ve alınmasını olanaksız kılar. Yapmış olduğu ani ataklar ile Bizans güçlerine de ağır kayıplar verdirir. Bu yenilgi üzerine kuşatmayı yönlendiren komutanlar görevlerinden alınırlar. Yeni komutanlar, Dvin’e ve bölgedeki diğer kale ve yerleşimlere karşı saldırılara devam ederler; ancak bu girişimlerinde de fazla başarılı olamaz-lar. Bu sırada Leon Tornikios Ayaklanması Bizans’ı, Abul-Aswar ile savaşı bırakma antlaşması yapmaya ve Kaf kasya’daki bu güçlerini geri çağırmaya zorunlu kılar. Leon Tornikios Ayaklanması’nın olasılıkla 1047 yılı sonu itibari ile bastırılmasından sonra bölgeye, Nikeforos komutasında yeni bir Bizans gücü gönderilir. Skylitzes, Nikeforos’un birlikleri ile “Demir-Köprü” ve Genca’ya kadar olan bir bölgeyi istila etmiş olduğunu belirtir ve Abul-Aswar’dan yeğeni, Genca Emiri Fazıl’ın (Fadlun) oğlu kızılbaş - sayfa 35 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Artasyras’ın (Ardaşer) rehine verilmesini talep eder. Nikeforos’un bölgeye olan bu seferi, geçmiş bir hesabın ödetilmesini amaçlıyordu ve bunun için Arran istila edilmek istenmiş olmalıdır. Selçuklu Ibrahim Inal’ın Anadolu içlerine ve daha sonra bölgeye yapmış olduğu sefer, olasılıkla Nikeforos’un bu akını ile ilişkili olarak hemen öncesinde veya akabinde gerçekleştirilmiş olmalıdır. Çünkü aynı yıl Bizans Imparatoru, bölgenin yerli Hristiyan halkının (Abhaz, Gürcü ve Ermeni) komutanlarına haber göndererek birleşmelerini ve karşı koymalarını istemektedir. Bu sıradaki Genca Emiri, aslında Ali Laşkari (II.) olmalı ve onun da bilinen dört oğlundan biri Ardaşer adlı idi. Bu durumda Nikeforos komutasındaki akının 1049 yılı öncesinde veya bu yıl yapılmış olması gerekir. Eğer Abul-Aswar’dan yegeni ve Genca Emiri olan Ali Laşkari’nin (II.) oğlu Ardaşer’in rehin verilmesi isteniyorsa, bu, O’nun Genca’nın da emiri olduğuna dair bir kanıttır. Skylitzes’in Abul-Aswar’ı Dvin Emiri (arkhon) olarak tanımlarken Fazıl’ı (Fadlun), ki doğrusu Ali Laşkari olmalı, Genca’nın Beyi (kat’arkhon) olarak belirtmesi, Genca’nın ve dolaysıyla Ali-Laşkari’nin diğer bir güce olan bağımlılığına da işaret etmektedir. Dolaysıyla Nikeforos’un Kaf kasya seferi, Abul-Aswar’ın Genca’nın da emiri olduğu 1049 yılında gerçekleştirilmiş olmalıdır. Ancak Abul-Aswar bu sırada, savunmaya daha elverişli olan ve daha önceki kenti Dvin’de bulunuyordu. Nitekim Dvin’nin yeniden kuşatılmış olduğuna dair herhangi bir aktarım bulunmadığına göre, Nikeforos’un hedefinde, Arran’ın diğer önemli kent ve kalelerinin istila edilip yağmalanması bulunuyordu, ki bu amacında, sınırlı ölçüde ve belirli bir süre için başarılı olduğu da anlaşılmaktadır. Bu askeri ve diplomatik çaba ve başarılarından dolayı Dvin Emiri Suvar Şapur (Abul-Aswar), Genca’daki (Ganzak) hanedanlık ileri gelenleri, askeri ve yönetim üstkademesindeki kişilerce tüm Arran’ın emiri ilan edilir. Ilk başlarda Abul-Aswar, öncelikle yönetimdeki iç sorunları çözmekle meşgul olur ve hanedanlığa yeni bir düzenleme getirir. Abul-Aswar döneminde Tiflis de dahil olmak üzere bütün Arran bölgesi, Şadadiyan Hanedanlığı’na, dolaysıyla Islam Mülkü’ne bağlanır. Bu kuzeye ve Kura’nın da ötesine doğru olan yayılma, daha kuzeydeki yerli halklardan Alanlar ve kuzeydoğudaki ve Kura Nehri’nin öte yakasındaki Şirwan Şahlığı ile yıllarca süren karşılıklı mücadelelere neden olmuştur. Ama en azından Şirwan Şahlığı ile mevcut ailevi ilişkiler, iki bölge ve hanedanlık arasında zaman zaman birlikte hareket edilmesini de sağlamıştır. Selçuklu Sultanı Alp-Arslan’ın 1064 yılında Bizans Imparatorluğu etkisi altındaki Ermenistan’a karşı yapmış olduğu seferine, Abul-Aswar komutasındaki güçler de katılırlar. Başta Ermeni Bagraditler’in önemli merkezi ve “binbir kiliseli kent” olan Ani olmak üzere, civarındaki bir çok kale ve yerleşim alanı, bu sefer sırasında alınır. Alınan bu tahkimli alanlar ve yerleşimler, aynı zamanda Bagraditlerin bir prensesi ile evli olan ve 10221049 yılları arasında Dvin’de emirlik yapmış olan Fazıl oğlu Abul-Aswar’ın (Suvar Şapur) denetimine bırakılır. Sultan Alp-Arslan bu sefer sırasında, Kral Bagrat’ın yeğeni ile evlenmek suretiyle hem Gürcü-Ermeni Hanedanlıkları ile ve hem de Şadadiyan Boybeyliği ile akrabalık ilişkilerine girmiştir. Fakat aynı yıl Arran, yeniden kuzeydeki Alanlar’ın ağır yağma saldırı-larına maruz kalır. Aralık 1067 yılında ölen AbulAswar’ın naaşı, Genca’daki “Merkez Camii”nde defnedil-miştir. Abul-Aswar geride beş oğul, Fazıl, Aşhut, Iskender, Manuşer, Marzuban ve bir kız çocuğu bırakmıştır. Daha yaşamı sırasında Abul-Aswar, yaşlı oğlu Abul-Fazıl’ı halefi olarak belirlemiştir. Diğer kardeşler, hanedanlık fertleri ve askeriye, bu karara uygun hareket etmişler ve kendisine olan bağlılık vurgulanmıştır. Amaçlamış olduğu seferler için asker toplama ve kaynak elde etmek için yeniden Arran’a gelen Selçuklu Sultanı Alp-Arslan, AbulFazıl tarafından saygıyla karşılanmış ve olan bağlılık yenilenmiştir. Çünkü Dandanakan Savaşı’ndan sonra Selçuklular’ın etkinliği devamlı bir yükseliş göstermiş ve 1055 yılından itibaren Buyidler yerine Bagdat’daki Halife’nin hizmetinde önemli askeri bir güç olmuşturlar. Gerek Selçuklu Türkleri ve gerekse diğer Türk boylarından bir çok kişi, müslüman olmaları ile birlikte Bagdat’taki Halife güçleri, yerel Daylamit ve Kürt Beylikleri askeri güçleri içinde hatırı sayılı bir oranda “gulam” olarak hizmette bulunuyorlardı. Bunun yanısıra Türklerden oluşan birlikler, zaman zaman Bizans Imparatorluğu hizmetinde de yardımcı kuvvetler olarak görev yapıyorlardı. Tebriz’deki Rawaddiyan ve Genca’daki Şadadiyan beyliklerinin hizmetinde de önceleri yeterince Türki boylardan asker mevcuttu. Özellikle Dandanakan Savaşı’ndan sonra Tuğrul Bey’in zamanla güçlenmesi ve sonradan Bagdat’ta söz sahibi olması ve daha sonraları Sultan Alp-Arslan’ın geniş alandaki fütühatları ile yaratılan kaynaklar, Selçuklular komutasında hizmette bulunmayı daha çekici ve meşru kılmıştır. Her ne kadar sınır boylarındaki beylikler güçlendirilmeye çalışılmışssa da, artık bir merkezi güç olarak Selçuklular, bu beylikleri bizzat kendilerine bağımlı kılıyorlardı; güçlü ve devamlı hareket ve taaruza hazır merkezi bir ordu gücüne her türlü destek verilmesi sağlanıyordu. Sultan AlpArslan buradan Şakki, Gürcistan ve Abhazya’ya karşı bir sefere başlamıştır. Bir çok kaleyi ve kenti alan, çok sayıda kişiyi esir ve oldukça ganimet elde eden Sultan Alp-Arslan, Tiflis ve Rustavi kentlerini Fazıl’ın denetimine bırakır. Ancak daha sonra Abhaz saldırılarına karşı koymak amacı ile bölgede bulunan Abul-Fazıl, Abhaz güçlerine esir düşer. Bunun üzerine diğer kardeşi olan Aşhut, 1068 yılında emir olarak ilan edilir. Daha sonra emrindeki Türkler ile Arran’a gelen Savtekin, Abul-Fazıl’ı Abhaz esaretinden Nisan 1069 da kurtarır. Böylelikle yeniden Genca’daki emirlik tahtına oturur. Kardeşi Aşhut’un emirliği, sadece 8 ay sürmüştür. Fazıl’ın esareti sırasında, Şirwan emiri, iki emirlik arasındaki mevcut antlaşmaya aykırı olarak Arran’daki bazı alanları işgal etmiştir. Bundan dolayı Şirwan emirliğine karşı bir sefer düzenlenmiş ve yeni bir barış antlaşması, olasılıkla daha Malazgirt Muharebesi öncesi sağlamıştır. Bu arada yeniden Abhazya’daki (Gürcistan) bazı kale ve yerleşmeleri (Kavazini, Agarani) geri alır. Daha sonra 1073 yılında oğul Fadlun, ordunun da desteği ile babasına karşı ayaklanmış ve onu emirlikten uzaklaştırmıştır. Fadlun’un emirliği 2 yıl ve bir kaç ay sürmüştür. Selçuklu komutanlarından Savtekin, 1075 yılında yeniden bölgeye gelir. Fadlun’un ülkesini teslim etmek istememesi üze- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rine, Arran’a hücuma geçen Savtekin komutasındaki güçler, tüm bölge-leri, kaleleri, yerleşimleri işgal ederler; Fadlun’u esir alırlar; Arran’ın tüm hazineleri ve depoları, böylelikle Selçuklu Türkleri’nin denetim ve eline geçerler. Arran’ın Genca, Dvin ve diğer önemli kentleri ile birlikte Selçuklular’ın eline geçmesi ve Genca’daki Şadadi Beyi Fadlun’un esir düşmesi üzerine, Şadadiyan Boybeyliği’nin diğer mensupları, daha önceleri bizzat Selçuklu Sultanı Alp-Arslan tarafından alınan ve Abul-Aswar’ın denetimine bırakılan Ani’ye yeleşirler. Bagraditlerin bu başkenti, aynı zamanda Bagradit Prensesin oğulları için bir “anayurdu” idi. Kentte sonradan inşa edilmiş olunan bir caminin yazıtı, inşaanın MalikŞah zamanında gerçeklestirilmiş olduğunu belirtmektedir. Aynı caminin başka bir yazıtında, “al-amir al-ayall Shuya al-daula Abu-Shuya Minusir ibn Savur” ünvanına rastlanmaktadır. Olasılıkla Abul-Aswar oğlu Manuşer, Ani’nin 1064 yılında alınması ile birlikte kente, Genca’daki babasının denetiminde emir olarak atanmış olmalıdır. Manuşer’in Ani’deki emirliği, Malik-Şah tarafından yeniden onanmştır. Malik-Şah’ın ölümü sonrası bölge, yeniden Şadadiyan Boybeyliği, Selçuklu beyleri ve diğer yerel beyler arasında süregiden mücadelelere neden ve sahne olmuştur. Çünkü Arran, doğal yapısı ve iklim itibari ile her türlü tarımsal ürünün yetiştirilmesine, hayvan besiciliğine uygun bir bölgedir. Bunun yanısıra özellikle büyük kentleri (Dvin, Ani ve Genca) dönemin en ileri manufaktur ve işletmecilik atelyelerine sahip bulunuyorlardı. Bundan dolayı aynı zamanda birer önemli ticaret merkezleri konumunda idiler. Bölgenin bu kaynak ve ekonomik potansiyeli, egemen olan veya olmak isteyen güç için oldukça çekici idi. Hatta bundan dolayı gaspa ve talana dayalı istilaların da ilk hedefi durumunda bulunuyordu. Diğer yandan başta Genca olmak üzere, Arran’ın öteki kentleri nüfusunun çoğunluğunu, henüz yerli halklar oluşturuyordu ve bu nüfus dokusu, beylik hakkı konusunda mücadelelere neden oluyordu. Örneğin Genca’nın zaman zaman farklı müslüman emirler tarafından kuşatılarak alındığı bildirilmektedir. Bu durum, kentin ve bölgenin güçler dengesine göre devamlı el değiştirmiş olduğuna işaret etmektedir. Dvin’e karşı bilinen en ağır saldırılardan biri, 1105 yılında Lori’yi alan Kızıl tarafından gerçekleştirilir. Dvin’in alınması sırasında ilerlemiş yaştaki emir Abu-Nasr (Iskender Şapur) bizzat Kızıl tarafından öldürülür. Bunun üzerine Ani’de emir olan kardeşi Manuşer, Selçuklu Sultanı Giyaseddin Muhammed’in (11051118) bizzat sarayına kadar giderek şikayette bulunur ve almış olduğu yardımla Kızıl’ı yenilgiye uğratır; yakalanan Kızıl, Abu-Nasr’ın (Iskender) mezarı başında öldürülür. Manuşer’in ölümünden sonra (1112?) yerine oğlu Abul-Aswar II. geçerse de, Ermeni kaynak-ları onu, zayıf ve düşkün karakterli bir kişi olarak anmaktadırlar. Bunun başlıca nedeni, Ani’deki merkezi kilisenin kutsal hacını indirterek yerine, Khilat’tan getirtilen görkemli bir yarım ayı taktırmak suretiyle Kathedrali Cami’ye dönüştürmesidir. Böylelikle kentin Hristiyan halkının tepkisine neden olan II. Abul-Aswar, kent sakinlerinin Gürcistan Şahı IV. David’den (1089-1125) sözde yardım istemeleri üzerine, 1124 yılında Ani, Gürcü birlikleri tarafından alınır; oğulları ile birlikte esir alınan AbulAswar (II.) Gürcistan’a (Abhazya’ya), sürgüne gönderilir. Ancak Horasan’da Sultan Sancar’ın yardımı ile asker toplayan Abul-Aswar’ın oğullarından Fadlun (III.), bir sonraki yıl Ani’yi yeniden alır. Şadadiyan Boybeyliği’nin eski görkemini yeniden sağlamaya çalışan Fadlun, kısa bir süre için de olsa Dvin ve Genca’yı yeniden ele geçirir. Ancak Selçuklu Türk beyleri ile olan yerel boyutlu savaşlar da devam ederler. Dvin’in Tughan-Arslan oğlu Kurti’nin (Kzin oğlu Xuri) bir saldırısı sonucu alındığını ve yapılan savaşta Fadlun’un ölümcül olmayan bir yara almış olduğunu, Vardan Arewelci belirtmektedir. Fakat bu saldırı, Şadadiyan Hanedanlığı’na vurulan yeni bir darbe olmanın ötesinde aynı zamanda Dvin ve Ani gibi tarihi ve ekonomik öneme sahip kentlerin de yok oluşlarına bir son neden olmuştur. Fadlun’un ölümünden sonra kardeşleri Xuşşer ve Mahmut’un Ani’de etkin oldukları anlaşılmaktadır. Fadlun’un diğer bir kardeşi, Bagraditler ailesinden olan babaannesi Katay’den dolayı bir Hristiyan olarak eğitilmiş ve keşiş olarak onbeş yıl Kutsal Grigor dağındaki manastırda yaşamını geçirir. Daha sonraları Mahmud’un oğullarından Fakhr al-din Şadad (1154 öncesinde), Fadlun (IV.) (1155-1163?) ve Şahanşah’ın (1164-1174) adları, çesitli tarihsel olaylar ile ilişkili olarak yazılı kaynaklarda ve Ani’deki bazı yazıtlardan anılmaktadırlar. Kentin 1163/4 yılında Gürcistan Şahı Georg tarafından ağır bir istila ve yağma sonucu alındığını belirten kaynaklar, bu sırada kentte, kardeşi Şadad’ı izleyen Fadlun’un emir olduğunu aktarırlar. Yine 1173/4 yılında Ani, bir kez daha Gürcülerce alınır ve emir Şahanşah, bir daha geri dönmemek üzere esir alınır. Ancak Ani’de bulunan ve Mahmud oğlu Şahanşah’a ait olan bir yazıt, 1198/9 yılına tarihlenmektedir. Eğer bu yazıttaki “Sultan” ünvanı, bizzat Irani adı Şahanşah’ın bir çevirisi olarak kabul edilecek olursa, Şadadiyan Boybeyliği mensuplarının bu sırada artık Ani’de ticaretle uğraşan ve kentin sadece ileri gelen varlıklı ailelerinden biri olmalıdırlar. Bu yazıttan çıkan diğer bir sonuç, Ani’nin Gürcülerce işgali ve Şahanşah’ın esir edilmesinden sonra bir daha emir olmamak koşulu ile kente geri dönmüş olmalıdır. Buna rağmen ünlü Gürcü Kraliçe Tamara (1184-1213), kısa süre içerisinde bölgenin önemli kentlerini, emrindeki iki Kürt kökenli kardeş general Zekerya ve Ivane sayesinde egemenliği altına alır. Bu kentler arasında Ani ve Dvin’in 1201 ve 1205 yıllarında alınmış oldukları aktarılmaktadır. Eğer Vardan Arewelci’nin bu aktarımı doğru ise, ki O’nun yaşamış olduğu bir zaman söz konusu edilmektedir, Ani ve Dvin’in 1174 yılındaki Gürcü istilalarından sonra yeniden müslüman veya yerli emirlerin denetimine geçmiş olmaları gerekir. Nitekim Vardan Arewelci, Dvin’in 1184 yılında Soslan tarafından alındığını ve 1186 yılında ise Dvin’de, Alişer adlı bir müslümanın emir olduğunu belirtmektedir. Bu çelişkili aktarımların nedeni, yıllık ganimet için yapılmış istila ve saldırılar, gerek bazı kaynaklarda ve gerekse bazı tarih yazımlarında doğrudan kent(ler)in alnması ile ilişkilendirilmiş olmasındandır. Şadadiyan Boybeyliği’nin sonrası hakkında doğrudan herhangi bir yazılı kaynağa rastlanılmamaktadır. Önceleri Harzemşah ve hemen sonrasındaki Moğol işgalleri sonucu Transkaf kas- kızılbaş - sayfa 37 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ya, yerli beylikleri dağıtılarak değişik hanlıklara ayrılmıştır. Moğol istilaları sonucu Oğuz ve Türkmen boyları ila Irani- Kürdi boyların ve hatta bölgenin Ermeni halkı kısmen Anadolu’ya göç etmişlerken diğer Kürt ve Türkmen boylarının bir bölümü, yarıgöçebe bir yaşam tarzına yönelmişlerdir. Zaten bu dönemdeki Selçuklu beylikleri, bu değişik etnik kökenlilerden oluşan silahlı-akıncı güçlerine sahip bulunuyorlardı. Hatta bazı beyliklerin IraniKürdi yapısal özellikleri, bizzat bazı kaynaklarda vurgulanmaktadır. Örneğin Şikari’nin Şahname adlı eserinde, bu sıralar (13. yy.) henüz Sivas’ta bulunan Menteşeoğulları’na adını veren Menteşe’nin babası Hacı Bahaddin’in (veya Bahadır) bir Kürt olduğu ve bir Selçuklu beyi olarak Sivas üzerinde egemen olduğu belirtilmektedir. Karaman Beyi Saddedin oğlu Nureddin, bir hile ile Hacı Bahaddin’in Sivas’taki oğlu Menteşe’yi esir alır. Bunun üzerine Hacı Bahaddin (Bahadır) ile varılan antlaşma gereği, Anadolu’da kendisine başka yerler verilir ve böylelikle Sivas, Karaman Beyliği’ne kalır. Şikari’nin Karamanoğulları’nın tarihini yazan Yarcani’ye dayalı bu Menteşeoğulları’nın kökenine dair belirtmiş olduklarına, bazı çelişkilerden ve eserin efsanevi özeliklerinden dolayı şüpheyle yaklaşılmaktadır. Ancak bazı Kürt beylerinin askeri güçleri ile birlikte başta uç beyliklerinde olmak üzere, bazı alanlarda etkin oldukları anlaşılmaktadır. Bunun nedenlerinden biri, Selçuklu Sultanı Alp-Arslan’ın Kürt Beylikleri güçlerini, ki zaten belirgin oranda Türkmenlerden oluşuyordu, bizzat kendi birliklerine entegre etmesi ve sınırlardaki akınlarda bu güçleri, diğer Oğuz ve Türkmen birlikeri ile birlikte kullanmasıdır. Diğer bir neden, daha sonra Moğol istilaları ile yerleşik olan çiftçilerin ve ticaret erbabının yerlerinden edilmesi ve bu nüfusun kısmen Anadolu’ya yönelmesidir. Aynı şekilde Kütahya yöresinde egemen olan Germiyanoğulları’nın gerek bu “germiyan” ve gerekse kurucu beyi Alişer adları, Irani-Kürdi kökenlerine işaret etmektedirler. Gerçi bu dönemde, özellikle Anadolu Selçukluları Sultan adlarından önemlileri, tamamıyla Irani şah ünvan ve adlara sahiptiler. Örneğin Kay-Kavus, Kay-Kubad, Kay-Husrev gibi. Ama bu durum, bir bütün olarak görülen ve algılanan islam aleminin aynı zamanda ailevi, kültürel ve askeri-politik kaynaşmasının ve bütünleşmesinin de kaçınılmaz bir sonucu olmalıdır. Osmanlı-Iran ilişkilerinde önemli bir rol oynayan bölge ve sakinleri, aynı zamanda dönemin bu iki önemli gücünün politik ideolojilerinin de sahne ve figüranları olmuşturlar veya yapılmıştırlar. Özellikle Safavi Devleti’nin mezhepsel bir temele dayanıyor olması ve Anadolu içlerine kadar etkinlik göstermeye başlamış olması, Osmanlı yönetimini oldukça endişelendirmiş olmalıdır. Dolaysıyla her yerel boyutlu çatışmaya, bu iki güce dayandırılmak suretiyle mezhepsel bir içerik kazandırılıyordu. Çaldıran’daki savaş ve Safavi hezimeti (1514), kısa bir süre için bir durulma sağlamışsa da, iki güç arasındaki bu karşıtlılık durumu daha da belirginleşmiştir. Nitekim aynı yüzyılın 70-90lı yıllarında iki güç arasındaki mücadele ve savaş, GüneyKaf kasya’ya odaklanmıştır; sonuçta Gürcistan ve Şirvan (Azer-beycan) Osmanlı egemenliğine geçerler. Şah Abbas’ın 1603 yılında, Osmanlı egemenliği altında bulunan Tebriz, Nakşıcewan, Genca ve Eriwan’a karşı seferi, Selmas’ın komutanı Kürt Şahkulu oğlu Gazi Bey’in bölge sakinleri tarafından görevinden uzaklaştırılması ve Şah Abbas’a sığınması gerekçe gösterilerek yapılmıştır. Pers ve kendine bağlı Türkmen ve Kürt beylerinin askeri güçleri ile 1604 yılında bölgeyi tamamıyla alan Şah Abbas, bölgenin sakini Ermeniler’i, zanaatkar olarak başta Isfahan olmak üzere Iran’ın değişik kenterine zorunlu iskana tabi tutarken, Şadililer’in yanısıra sınır boylarında yarı yerleşik veya göçebe olarak yaşamakta olan bir kısım Kürt boylarını, doğudaki Özbek saldırılarına karşı önlem olarak Horasan’daki Bojnurd şehri ve çevresine savaşçı olarak yerleştirir. Savafiler Dönemi’nde bazı Kürtlerin Horasan kentlerinde vali görevlerinde bulunmuş olmaları, iskan ettirilen Kürt boyları arasında, daha önceleri kentsel yaşam içinden gelen ve eğitim-öğrenime sahip olanların varlığına da işaret etmektedirler. II. Katherina’nın öngörmüş olduğu “Kaf kasya’nın Ruslaştırılması” politikası, 19. yy’ın başlarından itibaren bögeye yönelik işgaller ile yaşama geçirilmeye başlanmıştır. Bu işgallerle elde edilen bölgelere, başta Genca ve çevresi (Arran) olmak üzere, Rus Çarlığı tarafından Almanya’dan getirtilen ve kendilerine oldukça ayrıcalıklı hakların tanınmış olduğu kolonistler yerleştirilirler. Bu koloni kurma politikası, 1829 yılında tüm Kaf kasya’nın Rus istilasına uğraması ile birlikte daha da hızlandırılmış ve sonrasında yapılan reformlarla kalıcılaştırıl-mıştır. Bölge üzerinde egemen durumda bulunan Iran ile Rusya arasındaki savaş sürerken Rusya ile Osmanlı Imparatorluğu arasında bir barış antlaşması sağlanmıştır. Barışın hüküm sürdüğü bir sırada (1826 yılı), bölgedeki Kürt süvari birlikleri, bu Alman kolonilerinden ve Tiflis’in güneyindeki Katherinenfeld’i istila ederler. Esir edilen sakinlerini ise, Osmanlılara bırakırlar. Izleyen yıl (1827), yine Kürtlerden oluşan ikibin Pers süvari birliği, Rus güçlerine karşı bir saldırıya girişir. Bunun üzerine Rus komutan Krasovski, Ermeni ve Gürcü militanlardan oluşan bir yardımcı güç göndererek bu saldırıyı geri püskürtür. Bu süvari birliğinin Kürt komutanı Ishakoğlu Ali Ibrahim, bu karşı savunma sırasında öldürülür. Daha sonra ünlü Rus yazarı A. Puşkin’in de eşlik etmiş olduğu Erzurum ve Hasankale’nin Paskeviç komutasındaki Rus güçlerince 1829 yılında alınması ile sonuçlanan işgal ve sonrasında devam eden Osmanlı-Rus Savaşları ile birlikte yerlerinden edilmiş olunan yörenin müslüman halktan oluşan sakinleri, (Çerkez, Kürd, Tatar-Azeri halk ve boyları) büyük oranda Anadolu’ya geçerek Osmanlılara sığınmışlardır. Buna karşılık Iran’daki ve Osmanlı Ülkesi’ndeki Hristiyan azınlıkların (Ermeni ve Yunan) Kaf kasya’ya iskan edilmeleri, bizzat Çarlık Rusyası tarafindan teşvik edilmiştir. Bu dönemde Osmanlı Ülkesi’ne sığınan bu Kaf kasya göçmenleri arasında ise, Şadadiyan Boybeyliği’nin hala bölgedede ve sınırlarötesi alanlarda kısmen yerleşik ve kısmen yarıgöçebe olarak yaşamakta olan kolu da bulunuyordu. Osmanlı Devleti, özellikle bu Şadadiyan göçmenlerini, Doğu Anadolu’da Ermeni yerleşkeleri yakınlarına veya bizzat yaylalarına iskan ettirmek suretiyle sözde güvenlik ve logistik açıdan bir tedbir alma gereğini yerine getirmiştir. Bu nedenle Şadadiyan Boyu’nun iskan alanı, Erzurum, Erzincan, Sivas, Gümüşhane, Bingöl, Elazığ, Dersim (Tunceli), Maraş ve Antep dahiline yayılmaktadır. kızılbaş - sayfa 38 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dvin ve Genca’daki Şadadiyan Hanedanları (Emirleri) Qurtak Şadad 1. Muhammed (951-955 Dvin’de) 2. Ali Laşkari I (955-978) 3. Marzuban (978-984) 4. Fazıl I (985-1031) 5. Musa (1031-1034) 6. Ali Laşkari II (1034-1049) 7. Anuşirwan (1049, 2 ay) 8. Abul-Aswar Şapur (1022-1049-1067 Dvin ve Genca’da) 9. Iskender Şapur (1053?-1106 Dvin’de) 10. Fazıl II (1067-1073) 11. Aşhut (1068/9, 8 ay) 12. Fazıl III (1073-1075) Ani’deki Şadadiyan Hanedanları (Emirleri) 1. Manuşer (1064-1112?) 2. Abul-Aswar II (Şapur) (1112?-1124) Gürcü istilası 3. Fazıl IV (1125/6-1133) 4. Xuşşer (1133-?) 5. Mahmud (1134-?) 6. Şadad (1154) 7. Fazıl V (1155-1163?) 8. Şahanşah (1164-1174) Gürcü istilası Kaynaklar: Ioannis Skylitzes, Synopsis Historion (1045-1125?) Michael Psellos, Khronografia (10181081?) Lastivertli Aristakes (11. yy.) Edessalı Matthew (12. yy.) Suriyeli Mikhail (12. yy.) K‛art‛li C‛xovreba (Kartli/Gürcistan Tarihi/Yaşamı) Anili Samuel (11./12. yy.) Vardan Arewelci (13. yy.) Abul-Faraj (Bar Hebraeus) (13. yy.) Ahmad bin Lutfullah (Münnecimbaşı), Cami’ al-duwal (?-1702) Bibliografya: Encyclopaedia Iranica, Ayyubids, Bojnurd, Buyids, Deylamites, Dvin. The Encyclopaedia of Islam, New Edition, Adharbaydjan, Ani, Arminiya, Arran, Ayyubids, Daylam, Dwin, Gandja, Rawwadids, Saldjukids, Shaddadides. Auch, E.-M., Öl und Wein am Kaukasus. Deutsche Forschungsreisende, Kolonisten und Unternehmer im vorrevolutionären Aserbaidschan (Wiesbaden 2001) Bosworth, C.E., The New Islamic Dynasties (Edinburgh 1996) Felix, B.W., Byzans und die islamische Welt im frühen 11. Jahrhundert, Byzantina Vindobonensia 14 (Wien 1981) (non vidi) Honigmann, B.E., Die Ostgrenze des byzantinischen Reiches von 363 bis 1071 (Brüssel 1935) Minorsky, V., Studies in Caucasian History (London 1953) Mostashari, F., On the Religious Frontier. Tsarist Russia and Islam in the Caucasus (New York 2006) Ostrogorsky, G., Geschichte des byzantinischen Staates (München 19633) Papoli-Yazdi, M.-H., Le nomadisme dans le nord du Khorassan –Iran- (Paris 1991) Ripper, T., Die Marwaniden von Diyar Bakr (Würzburg 2000) Vryonis, S., The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century (Berkeley 1971) Wittek, P., Das Fürstentum Mentesche. Studie zur Geschichte Westkleinasiens im 13.-15. Jh. (Istanbul 1934) Elektronik posta yoluyla siparişler için: mamo.baran@googlemail.com Telefonla 0049-4321-853 88 44 (saat 09.00-18.00 arası) 0049-4321-92 90 16 (saat 19.00`dan sonra) kizilbasdergisi@kizilbas.biz tel: +49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 39 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ağan kudursa ne yaparsın? Başbakan İnönü’nün 18 Eylül 1937 tarihli Meclis konuşmasından: “Arkadaşlar, (...) Şimdi size, Tuncelindeki vaziyetin bu günkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşevvik ve sergerde ne kadar adamlar varsa bunlar reislerile beraber faaliyet imkânından tamamen mahrum bırakılmışlardır. Altı aşiretten birinin reisleri imha edilmiş ve diğerlerinin reislerinin hepsi yakalanmış, adalete teslim edilmiştir... Cumhuriyet ordusu, ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafa olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir.” Yani rejime “muhalefet” edenler (“isyan” dememiş) altı aşirettir, onların da nüfusu azdır. Elebaşları etkisiz hale getirilmiş, liderler yakalanmıştır. Dersim dağlarının ulaşılmazlığına dair söylenenler hurafedir. Ordu ve zabıta, duruma tamamen hakimdir. Dolayısıyla: “Arkadaşlar; mukavemet vaziyetini bertaraf ettikten sonra halkının refah ve serbestisi için takib edilen programa devam ediyoruz.” Yani terör meselesi çözülmüştür, şimdi ekonomik ve siyasi birkaç reform yapsak iyi olur. Oysa Reisicumhur aynı kanıda değildir. Süleyman Demirel’in Celal Bayar’dan aktardığına göre, muhtemelen bu konuşmadan hemen önce, ya da aynı gün öğleden sonra yaptığı uzun gezinti esnasında:“Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunceli’yi temizlemek lazım geldiğine karar vermişler. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celal Bayar’a sormuşlar; ‘Yapar mısın?’ Celal bey bize anlattıydı. ‘Yaparım’ demiş. Girişmişler.” Bayar 1913 ve 1919’da İttihatçılar adına Ege Bölgesinde Rum halka karşı terör eylemlerini yürüten eski bir çetecidir. Yani görev için biçilmiş kaftandır. Ayrıca – sık sık kendi iradesini ortaya koyan İnönü’nün aksine – Reisicumhura karşı “dalkavukluk” ve “yaltaklanma” nitelemelerine uyan bir tavır içindedir. Yukarıdaki konuşmadan bir gün önce, 17 Eylül’de, Çankaya’da İnönü ile Ata- türk arasında konukların huzurunda sert bir tartışma geçmiş, Başbakan Reisicumhuru “sarhoş sofrasından memleket yönetmekle” suçlamıştır. Atatürk 18’i akşamı Ankara’dan birlikte trenle İstanbul’a giderken İnönü’ye “sağlık gerekçesiyle” görevden ayrılmasını önerir. Birlikte Dolmabahçe sarayına gelirler, ancak İnönü orada beklemeden Heybeliada’daki evine geçer. Ertesi gün Türk Tarih Kurultayının açılışına katılmaz. 20 Eylülde başbakanın birbuçuk ay izin aldığı ilan edilir, yerine vekâleten Bayar getirilir. 25 Ekimde görev değişikliği resmileşir. İnönü, totaliter rejimlere özgü bir süreçte “nonperson” haline gelir. Gazetelerde bir daha adı anılmaz. Evine gidip gelenler polis gözetimine alınır. 29 Ekimde stadyuma gittiğinde provokasyon niteliği ağır basan birtakım tezahüratla karşılanır. Sonra bir yıl boyunca halk arasında görünmez. *İnönü’nün meclis konuşmasından bir hafta önce, 10 Eylül civarında Dersim direnişinin lideri Seyit Rıza tuzağa düşürülerek yakalanmıştır. Ekim ortalarında Elazığ’da askeri mahkemeye sevkedilir. 15 Kasım’da altı yoldaşıyla birlikte Buğday Meydanında idam edilir. İnfaz günü Atatürk Elazığ’dadır. İnfazlar sona erinceye dek şehre girmeyerek garda bekler. Kış boyu süren askeri hazırlıktan sonra 11-12 Haziran 1938’de büyük Dersim katliamı başlar. Tayyip Erdoğan’ın iki ay önce açıkladığı resmi kayıtlara göre, kadın, çoluk, çocuk ayırt etmeksizin 13.806 TC vatandaşı (gerçekte muhtemelen 40.000 kişi) katledilir. 12.000 kişi Batıya sürgün edilir. Binlerce çocuk ve genç kız ailelerinden alınarak Türk ailelerine evlatlık verilir. Yüzlerce köy imha edilir. İlginç olan, İnönü’nün yıllar sonra Abdi İpekçi’yle yaptığı mülakatta söyledikleridir.“Atatürk ile birlikte çalışmamız … şöyle olmuştur. Akşamları bir araya gelir, toplanırız. O coşar, biz coşarız, meydan okuyucu birtakım konuşmalar olur. Şöyle yapalım böyle yapalım diye birtakım kararlar alınır ve gece geç vakit dağılırız. Ertesi sabah … kalkar Atatürk’e giderim, onu yatakta iken uyandırırım, oturup konuşuruz. Söylerim, “dün akşam biz yine coştuk, şunu yapalım bunu yapalım diye kararlar aldık. Ama olacak şeyler değil, nasıl yapacağız?” Canım sen bildiğin gibi yap, der bana.. Sonra bir devir oldu. Yine aynı şekilde akşamları toplanıp alınmış kararları ertesi sabah görüşmeye gittiğimde artık “sen bildiğini yap” demiyordu. Israr ediyordu bu defa asabileşiyordu. Esaslı bir değişiklik olmuştu Atatürk’te. Doktorlarına sordum. “Hastalığın bir safhasıdır bu..” dediler. Yani demek istediğim şudur ki Atatürk’ün sıhhati ciddi olarak bozulduktan sonra sinir hakimiyeti, sinir sükuneti zayıflamıştı. Bu birlikte çalışmalarımızı etkiliyor ve etrafında telkinler yapanlar için ümitli bir hal yaratıyordu.” Burada kastedilen “coşku içinde alınan” kararlardan biri, 30 Aralık 1930’da Menemen kasabasını havadan bombalayarak yok etme kararı olmalıdır. Döneme tanıklık etmiş kişilerin hatıralarına göre İnönü’nün ısrarıyla vazgeçilmiştir. Aynı şekilde Türkçe ezan aleyhtarı gösteriler nedeniyle Bursa kentine karşı askeri harekât kararı alınmış, fakat heyecan yatışınca uygulamaya konmamıştır. İnönü’nün “sonra bir devir oldu… sinir hakimiyeti zayıflamıştı” diye özetlediği durum acaba Dersim olayına gönderme olabilir mi? *İktidar sarhoşluğuyla çığırından çıkan bir lideri bertaraf etmek, demokratik sistemlerde nispeten kolaydır. Aklı başında insanlar bir araya gelir, en geç bir dahaki seçimde iktidarın usulüne uygun bir şekilde değişmesini sağlayacak tedbirler alınır. Peki, diktatörlük şartlarında değişimi nasıl sağlarsın? İnönü’nün “vatansever” (yani, prensip olarak memleketin iyiliğini düşünen) biri olduğunu varsayabiliriz. O bir yana, 13 yıl başbakanlık etmiş biri olarak iktidara alışkın ve ülke yönetimine dair birtakım fikirlere sahip olduğunu düşünelim. Sevdiği ve saydığı liderinin akli dengesinin bozulduğuna, büyük sıkıntılara yol açacak bir katliam kararı verdiğine kanaat getirdiğinde nasıl bir tepki göstermiş olabilir sizce? Ya da, nasıl bir tepki göstermeliydi? Diğer soru: Atatürk’ün ölümüne dek kendi evinde münzevi hayatı yaşayan İnönü, 10 Kasım’dan bir gün sonra nasıl oy birliğiyle cumhurbaşkanı seçildi? Kapalı bir rejimde bu kadar ani bir değişim nasıl olabilir? Şöyle açımlayalım: daha bir gün öncesine dek İnönü’nün adını bile anmaktan çekinecek rejim ileri gelenleri, 24 saatten kısa bir süre içinde nasıl fikir değiştirip, birbirleriyle istişare edip, itirazları giderip, inatçıları ikna edip, ortak bir karara varabildiler? Mantıklı geliyor mu bu size? Hele Atatürk’ün 5 Eylül 1938’de vasiyetnamesini yazdırırken muhtemelen İnönü’nün ölmüş olduğuna inandığı, bu yüzden İnönü’nün oğullarının eğitimi için kendi şahsi servetinden fon ayrılması talimatı verdiği göz önüne alınırsa, gerçekten ilginç bir durum değil mi? Kaynak: http://nisanyan1.blogspot. com/search/label/atat%C3%BCrk kızılbaş - sayfa 40 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HAWAR NAYÊ BIHÎSTIN Dibîstan û girtîgeh ango zindan di zik hev de ne li vî welatî. Naveroka desthilatdariyê; bêmafî û zilmkarî ye. Ji ber vê yekê kirinên desthilatdariyê ango dewletê, weke neynika naveroka wê desthilatdariyê ango, neynika naveroka dewletê tê dîtin. Dema berjewendiyên desthilatdariyê bêbersiv dimînin û daxwazên azadiyê berz dibin, polîtikayên betalkirina azadiyê pûç dibin, biserdeçûna hêzên desthilatdar, zilm û zora wan, bêmafiya wan rût û tazî dimîne. Şîdeta li hember gel bêveşartin dikeve jiyana rojane ya civakê. Ew şîdet, dibe sedema ku pergalek nuh ango, demokratik û nûjen bi hêza gelan bi tundî bê afîrandin. Lewre pêşkêşên civakê; zanyar, rewşenbîr, bîrbirên civakê wek nûnerên gel, pergalek nuh diafirînin ji bo paşeroja xwe. Pergalek demokratik, civakparêz digel hemû astengiyan di dîrokê de bicih dibe. Dîroka civakê, wek dubarekirina vê rastiyê di dîroka hemû gelan de cihê xwe girtiye û ev yek hê jî bi dawî nebûye. Civak azadiya xwe berbiçav dike û hêzên desthilatdar jî xwediyê şîdeta rût û tazî li qadê ne… ew qas çavsor bûne ku, pîvanên şer li alîkî êdî, pîvanên exlaqê jî binpê dikin. Ew qas çavsorî ku di girtîgehan de kirêtiyek mezin bi zarokên Kurdan tê kirin!.. kirina ku dawî li gotinê tîne ev e, eeev!.. Bûyera girtîgeha Pozantiyê bûyerek ji rêzê nîne. Hemû dane didin xuyan ku ev bûyera kirêt, bêyî haya hêzên rêveberên dewletê jî rû nedaye. Kî/kê dikare bibêje; wan ev bûyer Dengê Amed Mehdi Tanrıkulu pîlansaz nekiriye!..? Pir bi zanebûn û bi pilansazî, wek êrîş ev bûyera tecawizkariyê pêkhatiye. Armanc; xistina kesayeta serhildêr e. Di kesayeta zarokên Kurd de ango, nifşên nuh de, bi bûyerên wiha kirêt pêşîlêgirtina berzbûna kesayeta serhildêr e. Di kesayeta zarokên Kurd de berzbûna serhildana azadiyê; riya polîtîkayên desthilatdaran xitimand. Ji ber vê sedemê, cezayê ku neyatiye dîtin û bihîstin li zarokên Kurd tên birîn. Ew jî ne bes bû, niha cezayê tecawizê jî li wan tê birîn!..? Belê weke cezayê girtîgehê, dadgeh cezayê tecawizê jî dibire!.. û hawara zarokên Kurd nayê bihîstin. Dunya jî xwe kerr kiriye! Ev bûyera kirêt ne ya yekemîn e, belê ne ya yekemîn e. Hîna ji dema “Dibîstanên Eşîretan!” ve ev polîtîkayên kirêt ên teşedayîn û tecawizê, pir bi zanebûn pêk tên. Dîroka desthilatdarên Osmanî, wek amûrê teşedayînê, amûrê perwerdeya bi zorê, tecawiz jî heye. Ji bo guhertina kesayeta gelên cuda û bi xwe ve girêdana wan, bi navê Dibîstanên Eşîretan, cihê teşedayîna pêşkêşên gelan, ji aliyê siltanê Osmanî Ebdulhemîdê 2. ve hatiye avakirin. Di nav de zarokên pêşkêşên gelê Kurd jî hene, zarokên temenê wan di nav 12 û 16yan de, Kurd, Ereb, Arnawûd kom dikin, qaşo perwerde didin wan!.. ji ber êrîşên tecawizkariyê di vê dibîstana li Stembolê de serhildana zarokan derdikeve û ev dibîstan di sala 1907an de tê girtin. Ev polîtikayên kirêt û dermirovî, di dema komarê de jî tê berdewamkirin. Bi armanca pişaftinê zarokên Kurdan di dibîstanên razanî yên heremî de (YİBO) bûn hedefa êrîşên bi vî rengî. Bêguman, kivş e ku gelek êrîşên kirêt veşarî mane. Êrîşên tecawizkariyê yên Sêrtê û hwd. kê ji bîr kiriye? Tevî hemû hewldanên nuxumandinê; dîsa nehat veşartin. Zarokên dibîstanê ji aliyê mamosteyên wan ve, ji aliyê memûrên dewletê ve hatine tecawizkirin. Ez van mînakan çima didim; ji ber ku dibîstan û girtîgeh ango zindan, di mijara siyasî de, bi taybetî di mijara civaka Kurd de, heman peywirê pêkaniye, heman tişt bûne seranserî dîroka komarê de. Her wiha, di dema tevkujiya Dêrsimê û hemû operasyonên leşkeri de tecawizkarî her pêkhatiye, ta niha!.. Ma zalimê girtîgeha Amedê Esat Oktay Yildiran bi pesindayîn nedigot; “Ev der dibîstan e!..?” Belê girtîgeh û dibîstan ew qas di zik hev de ne ji bo polîtîkayên desthilatdariya dewletê. Û zarok, jin, keç… li wir tên tecawizkirin û mirovahî hawara wan nabihîze… lê belê mixabin li wir mirovahî tê tecawizkirin. Tecawizên ku di girtîgeha Amedê de ji aliyê leşkeran ve hatine kirin, hê jî dadgeh di hewldana vaşartina wan de ye… Belê, di girtîgeha Amedê de ji aliyê leşkeran ve tecawizkarî pêkhatiye û dadgeh ew bûyer bi zanebûn nuxumandiye; hawar, hawar gidî!.. Di girtîgeha Pozantiyê de dewlet hate tecawizkirin û dewlet tecawizî zarokan kir… EW ZAROK IN di şûna li malê, li cem dê û bavê xwe bin; DI GIRTÎGEHAN DE JI ALIYÊ DEWLETÊ VE TÊN TECAWIZKIRIN… 09.03.2012 kızılbaş - sayfa 41 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PONTUS: Antikçağ'dan Günümüze Karadeniz'in Etnik ve Siyasi Tarihi Savaş Kalenderidis Öcalanın Türkiyeye teslimi olayında ŞamAtina-Moskova Roma-MoskovaAtina-Nairobi arasında geçen ve devletler arasında bir diplomasi savaşı haline gelen, sonuçta CIATürkiye mutabakatıyla İmralıda son bulan hikayenin an be an tanığı olmuş, Yunan Genelkurmayı tarafından görevli bir milli casustur. Türkiyede okur bu tarihi olayın perdesini ilk kez bu kitapla ve bütün detaylarıyla Osmanağa Mah. Pavloya Sok. Nuhoğlu İşhanı No: 10/6 Kadıköy-İstanbul tel: 0216-414 64 41 pencereyayinlari@hotmail.com ISBN 978-605-4049 Özhan Öztürk Bu kitap, Karadeniz çevresinde beliren ilk yaşam izlerinden günümüze dek gerçekleşen tüm tarihî gelişmeleri jeopolitik odaklı değerlendiren bir tarih anlayışının yanı sıra; coğrafya, arkeoloji, etnoloji, folklor, hatta genetik kaynaklar da kullanılarak oluşturulmuş disiplinlerarası bir çalışmadır. Karadeniz kıyısında ortaya çıkan yerleşimleri; otokton halklar ile istilacılar arasında doğal kaynakların paylaşımına paralel olarak gelişen yerleşim ve çatışma ilişkisini; Karadeniz’e egemen olmak isteyen güç odaklarının mücadele ve yönetim modellerini; zaman içinde yaşanan göç, sürgün ve çatışmaları; mümkün olduğunca 20. yüzyılın ideolojik kurgularından uzak durmaya çalışılarak okuyucuya sunulmaktadır. Dolayısıyla Pontus: Antikçağ’dan Günümüze Karadeniz’in Etnik ve Siyasi Tarihi, Türk arşivlerindeki verileri pek alışılmadık bir biçimde İngiliz, Yunan, Ermeni, Rus arşiv ve kaynaklarıyla kıyaslayarak ele alan, güncel makale ve bulguların yanı sıra yerel dil ile folklorik arşivleri de yorumlayarak kullanan devrimci bir çalışma olup tarih, arkeoloji ve etnoloji meraklıları kadar Karadeniz havzasının jeopolitiğini anlama bağlamında kapsamlı içeriğiyle siyaset öğrencilerine de özgün bir vizyon kazandıracak niteliktedir. Yayıncı: Genesis Kitap, Yüksel cad. 34/A Kızılay Ankara Tel: 433 50 41 - 433 77 17 Bugün 'soykırım' kavramı, sözcük dağarcığımızın kopmaz bir parçası oldu. Bazı okurlar her gün benzeri ölçüde insan hakları zedelenmeleri gözümüzün önünde dururken, bizim neden 'unutulmuş' bir soykırımla uğraştığımızı merak ederek sorabilirler. Eğer biz unutulmaması gerekeni unutacak olursak, gelecekte de buna benzer veya daha berbat olaylarla karşılaşabiliriz. Çiçero şöyle demişti. 'Historia... Est magistra vitae' (Tarih yaşamın öğretmenidir.) Bunun gerçekten de doğru olmasına karşın, insanlık tarihten çok az şey öğrenmiştir. Çünkü tarih sık sık tahrif edilmekte ve pek çabuk unutulmaktadır. Prof. Dr. Rudolf Macuch kızılbaş - sayfa 42 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TUTUKLU ÖĞRENCİLER Fırat Yurtsever Çoğunluğu Kürt gençlerinden oluşan, özellikle büyük şehirlerde ki sayılı üniversitelerde ailelerinden uzakta birçok maddi manevi sıkıntı içinde eğitim hayatına devam etmekteyken, üniversiteli olmanın gerektirdiği bilinç birikim ve politik duruş ile, mevcut demokrasi anlayışına ters olarak ifade edebileceğimiz demokratik düşünce sistemine sahip bir çok öğrenci, KCK operasyonuna paralel olarak gerçekleştirilen tutuklamalar sonucunda, suçlu oldukları kanıtlanmadan eğitim ve yaşam hakları gasp edilerek yıllardır cezaevlerinde tutulmaktalar. Tutuklamalar çoğunlukla telefon dinlemeleri, kitap bulundurma, gizli tanık (X) ifadeleri, 1 Mayıs etkinliklerine katılma, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde halay çekme gibi nedenlerden yapılmaktadır. Tutuklamalar devam etmekte olduğu için , Adalet Bakanlığından’ da resmi bir açıklama yapılmadığından net sayı kesin olarak bilinmemekle beraber 600’ e yakın öğrencinin tutuklu olduğu tahmin edilmektedir. Uzun tutukluluk süreleri, mahkeme sürecinin çok yavaş ilerlemesi ise bir hayli düşündürücü ve tepki gösterilmesi gereken bir olaydır. Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül 2 yıl da sadece 7 kez hakim karşısına çıkabilmişdir. Cihan Kırmızıgül polis tutanaklarında ‘Boynun da puşi olan eylemci’ olarak geçmektedir. Cihan, aleyhinde ki tek delil olay yeri yakınında puşi ile dolaşmasıdır. Otobüse bineceği sırada gözaltına alınmıştır. Öğrenciler, henüz yargılama süreci bitmemiş olmasına rağmen “Yasadışı kurumlara üye olma ve onlar adına faaliyette bulunma” iddiaları ile okuldan da atılarak bir kez daha mağdur ediliyor. İstanbul Üniversitesinden bir öğrenci tutuklu olarak yargılanmakta, dava henüz iddianame aşamasında olmasına rağmen aynı anda örgüt propagandası yaptığı sebebiyle okuldan atılmıştır. Benzer olarak Adana, Manisa ve Muğla’da okulda her hangi bir fiili eylemde bulunulmadığı halde öğrenciler okuldan atılmıştır. Aynı zaman da cezaevlerinden sınavlarına girebilmeleri için öğrencilerin çok yüksek miktarlarda paralar ödeyerek ring aracı kiralamaları gerekiyor. Üniversiteli öğrencilerin dışında cezaevlerinde çocuklar ve liseli gençler de bulunmaktadır. Fiziken daha büyük gösteren çocuklar yaşıtlarından ayrı tutularak adli suçluların bulunduğu kısımda tutularak çocuklara uygulanan işkencenin önü açılmakta, çocukların kendilerini savunmaları birlikte hareket etmeleri engellenmektedir. Son günlerde Pozantı cezaevinde siyasi çocuk tutuklulara gardiyanlar ve koğuş mümessilleri tarafından gerçekleştirilen dayak ,taciz ve tecavüz olaylarının gündeme gelmesi cezaevlerinin nasıl zihniyetlerin kontrolünde olduğunu çok açık göstermektedir. Hükümet sözcüsü Bülent Arınç; çocukların iddialarının (dayak, tecavüz.işkence, zorla bayrak öptürme vb) doğrulanamadığını ve Pozantı Cezaevinin sadece fiziki şartların yetersizliğinden dolayı kapatılacağını açıklaması ise tıpkı tutuklu gazetecilerin tecavüz ve cinayetten dolayı cezaevlerinde bulunduklarını savunması gibi AKP’nin demokrasi anlayışını gözler önüne sermektedir. Cezaevine ilk girişte insanlar çırılçıplak soyularak hakaretler edilerek, korkutulmaya çalışmakta itirafçı olmaya zorlanmaktadırlar. Bu uygulama tutuklu avukatlara dahi yapılmıştır. YDG tutukluları, yıkılan Bayrampaşa Cezaevinde, yatacak yer olmadığı için koridorlarda kendi imkanlarıyla yarattıkları karton yatakların üzerinde nöbetleşe uyumaktaydılar. Kendilerine ait bir dolapları bile olmayan Bayrampaşa tutukluları için yeni bir cezaevine sevk edilmek adeta bir müjdeydi. F Tipi Cezaevlerinde öğrencilerin aileleri ile telefonda Kürtçe konuşmalarına izin verilmiyor, bazı cezaevleri Kürtçe mektuplara izin vermemekte izin verilenlerde ise öğrencilerden tercüman ücreti alınmaktadır. Öğrenciler bu durumu protesto etmekte ve uzun süredir telefon görüşmelerine çıkmamaktalar. Haftada 2 saat olan sohbet saatlerinin ye- tersiz olmasından dolayı öğrenciler, birbirlerini görebilmek sohbet etmek adına İngilizce ve bilgisayar kurslarına devam etmekteler, bu tür kurslara katılım bile kısıtlanmaktadır. Koğuşlar arasında iletişim kesik, Görüş günlerinde ise, 5-6 aramadan geçip görüş alanına ulaşabilmekteler. Öğrenciler 2 saatlik sohbet izinlerine giderken üst araması için çırılçıplak soyuluyor buna direnip karşı koyanlar ise disiplin cezası alıyor. Gelen mektuplarda tarihi ya da siyasi bir tahlil yapıldığında mektubun gönderildiği öğrenci disiplin cezası almakta yani görüşlere ya da sohbetlere katılması yasaklanıyor. Gardiyanların tutumuna karşı gelenlere, slogan atanlara ve türkü söyleyen öğrencilere hücre cezası verilmekte, öğrenciler 5 m² lik hücrelerde bir haftadan başlayan ve 15 ila 20 güne kadar süren cezalar almaktalar. Tekirdağ, Edirne, Midyat, Kocaeli ve Tokat cezaevleri önde olmak üzere öğrencilere sürekli taciz ve hakaret edilmekte, öğrenciler üzerinde psikolojik baskı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bilinçli olarak, hücrelere güneş girmesini engelleyecek şekilde duvarlara paneller yerleştirilmiştir. Çoğu öğrencilerde kemik erimesi ve romatizma gibi hastalıklar belirti göstermekte, Öğrencilerin bitki yetiştirmesine izin verilmemektedir. Puşi takan, parasız eğitim isteyen, basın açıklamalarına katılan öğrenciler, bilim insanları, gazeteciler ve avukatlar TMK( Terörle Mücadele Kanunu) gerekçe gösterilerek tutuklanmakta kısacası muhalif insanlar susturulmaya çalışılmaktadır. Bu yazı toplumsal farkındalık yaratmak adına cezaevlerinde ki öğrencilerin uğramış oldukları hukuk ihlallerine biraz da olsa dikkat çekebilmek için yazılmıştır. Bu desteği sağladıkları için Kızılbaş Dergisine ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Bu yazı ve ilerleyen yazılar öğrencilerin demokratik kürsüsü olacaktır. Öğrencilerin muhatap kaldığı her türlü sorun bu dergi köşesinden dile getirilecektir. Tutuklu bulunan bayan öğrenci arkadaşların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınları gününü ve tüm arkadaşların Newroz Bayramını kutluyorum., Newroz Piroz Be! Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mi? Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş Karanfil kokuyor cıgaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin... Ahmed ARİF kızılbaş - sayfa 43 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mesud Barzani'den Önemli Mesajlar Irak Kurdistanı başkenti Hewlér'de 19 Şubat pazar günü yapılan Mehabad Kurdistan Cumhuriyeti'nin 66. Kuruluş Yıldönümü toplantısında bir konuşma yapan Kurdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani çok önemli siyasal mesajlar verdi. da bu kardeşliği gözümüzün nuru gibi koruyacağız. Evet devletlerle savaşın milletlerle savaşmaktan farkı çok büyüktür. Konuşma birçok Kürt TV kanalında ve medyada yer aldı. Ama her nedense Türk basınında ve Türkçe yayın yapan Kürt medyasında önemine layık bir yer bulamadı. Geçen yüzyıldan bizlere çok çok büyük bir tecrübe miras kaldı. Ne biz bu devletlerden birini yenebildik, (yıkabildik- ki bazen bu devletlerden biri yıkılmışsa bile Kürtler bu devletlerin alternatifi olmamıştır.) Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin mesajının Hewlér Valisi Nevzad Hadi tarafından okunduğu toplantıda, BDP Genel Başkanı Selahaddin Demirtaş, Suriye Kürtleri Encümeni adına Suriye KDP sekreteri, İran KDP ve bazı diğer örgüt temsilcileri de birer konuşma yaptı. Ayrıca Kurdistan Cumhurbaşkanı Qadı Muhammed'in oğlu Ali Qadı da kısa bir konuşma yaparak, Kurdistan bayrağının bir gün bütün Kurdistan sathında dalgalanacağına olan inancını dile getirdi. Misafirlere, ''Kurdistan'ın başkenti Hewlér'e hoş geldiniz, baş göz üstüne geldiniz'' diyerek başlayan Mesud Barzani'nin, önemli siyasal mesajlar içeren konuşmasını Gelawej okuyucuları için Türkçeye çevirdik. Irak Kurdistan'ı Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani; ''Bugün bütün Kürtlerin ve benim de şahsen gönlünde aziz bir yeri olan kutlu bir olayı anmak için toplanmış bulunuyoruz. Kurdistan tarihinde önemli bir yeri ve çok değerli bir tarihi fırsat olan, ömrü kısa olmakla beraber büyük bir öneme sahip olan Kurdistan Cumhurıyeti'nin 66. kuruluş yılını anıyoruz. Kurdistan Cumhuriyeti'nin ne yazık ki ömrü çok kısa oldu, ama etkisi bu güne kadar da kalmıştır ve Kürtler yaşadıkça da bu tarihi önemini koruyacaktır. Halkımızın tarihi acı ve tatlı olaylarla, iniş ve çıkışlarla doludur. Ne biz devletleri yenebildik ne de onlar bizi... Tarihte Kurdistan halkına büyük haksızlıklar yapıldı. Bize sorulmadan ülkemiz bölünüp, parçalandı. Tarih boyunca Kürt milletinin mücadelesi de devam etti. Bir dönemler mücadelemiz silahlı bir mücadele idi. Varlığımızı ve ulusal kimliğimizi korumak için bu yolu seçmek zorunda bırakıldık. Çok şükür Allaha, aziz şehitlerimizin vermiş olduğumuz kurbanlarımızın sayesinde o dönemi aştık ve onurlu bir şekilde geride bıraktık. Biz bu mücadele ile varlığımızı ispat edip, kimliğimizi koruduk. Şimdi haklarımızı elde etme zamanıdır... Ben, bize hak verilmesini değil, haklarımızın teslim edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bizi yaradan Allah bu hakları bize özgürce yaşamamız için vermiştir... Zorla, şiddetle, savaşla bu haklar yok edilemez, ancak gasp edilebilir... Ne yazık ki silahlı mücadele dönemlerinde bizler de kardeş milletler de zarar uğradık. Çok değerli canlar kaybedildi. O dönemlerde, Kürt-Arap, Kürt-Türk, Kürt-Fars çatışması, savaşı çıkarmak için çok uğraşıldı, elhamdülillah o gayretler başarılı olamadı. Bizler komşu milletlerle kardeşliğimizi korumasını bildik ve bundan sonra Ne de bu devletler savaş uçaklarıyla, tanklarıyla her türlü silahlarıyla Kürt milletini yok edip, yenebildi. Bu gerçek de gösteriyor ki, bizim milletimizin sorunu zorla, şiddetle, savaşla çözülemez... Bu gün olmazsa, yarın mutlaka barışla çözülecektir... Bence hepimiz barış yoluna ne kadar erken yaklaşırsak, tümümüz için en doğru ve başarılı olanı yapmış oluruz. Kürt sorun zorla, şiddetle çözülemez... Az önce söylediğim gibi, bir dönem varlığımızı korumak için kendimizi savunduk ama çok kan döküldü... Artık dönem o dönem değil. Şimdi diyalog, barış ve demokrasi yolunda yürümemiz gerekir. Barış yolunu seçmemiz gerekir. Hatta eğer devletlerin yaklaşımı bu duruma uygun olmasa da, ümidimizi yitirmemeliyiz. Nefesimiz geniş olmalı. Sabırlı olmalıyız. Çünkü gördüğünüz gibi dünya hızlı bir değişim içindedir. Hem de çok hızlı bir değişim... Bizler de Kurdistan halkı olarak, Kürt ulusu olarak kendimizi değişimlere hazırlamalıyız... Kendi kaderimizi tayin hakkımız vardır... Bu hak doğal bir haktır... Bu hakkı Al- kızılbaş - sayfa 44 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lah bize vermiştir... Ancak sorun bu hakkın nasıl elde edileceğidir. İşte burada çok yetkin (hekimane) ve doğru yaklaşım önemlidir. Bu hakkı elde etmek için nasıl adım atılacaktır? Bence, her parça kendi özelliklerine göre bu hakka yaklaşmalı (hareket etmelidir)... Bizim de bütün milletler gibi kendi kaderimizi tayin etme hakkımız vardır. Bu hakkımızı barış ve diyalog yoluyla elde etme imkanımız oldukça, bu yolu seçmede tereddüt edilmemelidir. Sorun zorla şiddetle çözülemez. İçinden geçtiğimiz bu süreçte, her parçanın kendi farklı özelliklerine göre, ama barış ve demokrasi yoluyla Kürt sorunu bir çözüme kavuşturulmalıdır... Sorunumuz ulusal bir sorundur... Öte yandan, bizim sorunumuz ulasal bir sorundur. Halkımızın devrimlerinin, başkaldırılarının tarihine bakacak olursak, bu hareketlerin tümünün liderliğinin şeyhlerden, seyyidlerden ve mellelerden oluştuğunu görürüz. Bizim sorunumuz Hiçbir zaman dini bir sorun olmamıştır. Hareketlere önderlik eden bu şeyhler ve melleler her zaman ulusal haklar için mücadele etmişlerdir. Eğer şimdi bazıları bizim milletimizin dini bir sorunu varmış gibi gösterme çabası içine giriyorlarsa, bu gerçekleri çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Bizim sorunumuz dün olduğu gibi, bu gün de ulusal bir sorundur. Biz bir ulusuz ve sorunumuz da birdir... Ancak parçalanmışlıktan dolayı, her parçanın kendine has farklılıkları vardır. Bu gerçeği de göz önüne almak gerekir. Başka bir noktaya daha değinmek istiyorum. Düşmanlarımız milletimizin iradesini öldürmek, yok etmek için çok uğraştılar, ama başaramadılar. Kürdistan halkının kurtuluş hareketinin içine el atmak istediler, başaramadılar. Önemli sorunlarla karşılaştık ama tümünü aşmasını bildik. Allaha çok şükür şimdi birliğiz. Her şeyden daha önemlisi, Kürtlerin kanının Kürtler tarafından akıtılması zamanı geçti. Artık kimse bunu hayal etmesin. Şimdi de başka bir deneme gündemdedir. Ama biz bunların kimler tarafından, hangi amaçla yönlendirildiklerini çok iyi biliyoruz. Satılmış bazı tipler, liderlerimiz arasındaki tarihi ilişkileri tahrif edip, başka bir şekilde yansıtmaya çalışıyorlar... Güya Ölümsüz Önder'le, Ölümsüz Barzani arasında sorun varmış! Ben kaç kez Barzani'den ve yoldaşlarından -ki çoğu artık aramızda değilşahsen dinlemişim. Önder diyor ki, ''Barzani yabancı birisi değildir. Kardeşinin evine gelmişti...'' Mahkeme Başkanı sonra diyor ki, bu bayrağı görüyor musun ve (haşa mb.) bayrağa tükürüp yere atıyor. Ayrıca bayrak da Kurdistan bayrağı değil o zamanki Sovyet bayrağı imiş. Tabi bunlar mahkemede olup bitiyor. Önder de Mahkeme Başkanına, ''sen edepsiz ve ahlaksız bir kişisin Hiçbir milletin bayrağına hakaret edilmez... Ayrıca bu senin korktuğun bayrak değil, senin korktuğun bayrak emin ellerdedir... Ve o bayrak bir gün gene yükselecektir...'' Kurdistan Cumhuriyeti uluslararası planlar sonucu yıkıldığında, Barzani Mehabad'da Qadı'yı ziyaret edip, ''Ben sağoldukça size bir şey olmaz. Sizi korumak için her şeyi yaparız...'' diyor. Önder'de ''...Ben halkımızın zulme zorbalığa uğramasını istemiyorum, ben Mehabad'da kalıyorum... Buyur kutsal Kurdistan bayrağı sana emanet...'' diyor. Barzaniler 1945'te Doğu Kurdistan'a gitmek için karar veriyorlar. Sayın Şeyh Ahmed (Barzani) öyle kardeşçe ve coşkulu bir şekilde -özellikle sınıra yakın şehir ve kasabalarda- karşılanıp, Barzaniler Mehabad'ın bütün evlerinde misafir olarak sıcak bir kabul görüyorlar. Bu tarihi gerçekleri tahrif etmek isteyenler boşuna hayal görüyorlar... Bu konuda bizzat Önder Qadı Muhammed'in bütün kurumlara gönderdiği kendi fermanı var. Sözkonusu fermanda, ''Barzaniler çok değerli kardeşlerimizdir, çok sıcak karşılanmalıdırlar'' yazıyor. Başkanımızdır. Önderimizdir... Bazı aşiret liderleri sorun çıkarmak istediklerinde, Barzani ve Barzaniler silahlarını kuşanıp, aşiret liderlerini alıp, birlikte Mehabad'a Önder Qadı Muhammedin huzuruna getiriyorlar... Ve Barzani onlara diyor ki, ''. Bu Kürtler için tarihi bir fırsattır, Önder hepimizin önderidir ve ben de bu Cumhuriyetin bir neferiyim.'' Önder mahkeme edilirken (yargılanırken) -şimdi onun belgesi de var- Mahkeme Başkanı soruyor, ''Neden Barzani gibi yabancı birinin Mehabada gelmesine müsaade ettin?'' Tarihi gerçek şudur, sayın Barzani Kurdistan Cumhuriyetini bir nefer gibi Mehabad'da savundu. Önder Qadı Muhammed başkan olarak kabul edilmiştir. Önder Qadı Muhammed, Şeyh Mahmudé Hefid, Şeyh Saidé Piran, Seyyid Ali Rıza, Şeyh Ahmedé Barzani, Şeyh Abdulselamé Barzani, Melle Mustafa Barzani... Bunların tümü bizim önderlerimizdir. Biz onların öğrencileriyiz. Ve sonuna kadar da onların yolunda yürümeye devam edeceğiz... Tekrar hoş geldiniz. Çok teşekkürler.. Kaynak: http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 45 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TBMM Gizli Oturumlarında Neler Konuşulur? na kamuoyunu inandırmak için” böyle bir gizli oturum yapılmasına ihtiyaç duyulmasıyla açıkladı. 150.000 Peşmerge!.. Başbakan, sıkıyönetim ilanının “ ..sebebi, 100-150 000 civarında ve kısmen ağır silâhlarla donatılmış büyük bir kütlenin, ani denebilecek bir süratle vatanımızın içine girmesinden Re c e p Ma r a ş l ı konusunda anlaştıklarıydı. Kinyas Kartal: “Atatürk, Barzani’nin sığınma talebini kabul etmişti” TBMM Gizli oturumlarında neler konuşulur? Neden gizlidir? Kamuoyunun bilmemesi gerektiği düşünülen bilgi veya görüşler nelerdir? Türk politikacılarının siyasal aklı ve Kürt sorununa yaklaşımları hakkında dünden bugüne neler değişti? İşte tipik bir örnek: Yıl 1975... TBMM, 27 Mart 1975 günü “Gizli Oturum” kararı aldı. Konu Hakkâri, Mardin, Siirt ve Diyarbakır illerinde bir ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmesi hakkında Bakanlar Kurulu kararının onaylanması. İran Şahı Rıza Pehlevi ve Irak Baas Lideri Saddam Hüseyin, 6 Mart1975’de imzaladıkları Cezayir Antlaşması ile aralarındaki Şattülarap anlaşmazlığını çözmüşler; İran yönetimi de Irak’tan aldığı tavizler karşılığında o güne kadar lojistik ve siyasi destek verdiği Barzani önderliğindeki Kürt hareketine kapılarını kapatmıştı. Yalnız bununla da kalmamış Irak ordusunun İran topraklarını kullanıp arkadan çevirerek Peşmerge güçlerine karşı ortak askeri harekat yapmasını sağlamıştı. Bunun anlamı iki devletin, 1971 özerklik anlaşmasının yerine getirilmesi için 1974’de yeniden silaha başvuran Kürt ulusal devrimini boğma Peşmerge birlikleri ağır bir yenilgi ile karşı karşıya kalmışlardı. Peşmergenin uğradığı bu yenilgi üzerine ilerleyen Irak ordusunun katliam tehditleri karşısında on binlerce insan iltica talebiyle Türkiye sınırına dayanmıştı. Türkiye hükümeti iltica taleplerini kabul etmemiş, aralarında silahlı peşmerge grupları da bulunan mülteciler, eğer hükümet kendilerine sığınma hakkı tanımazsa zorla giriş yapmak zorunda kalacağını bildirmişti. Onbinlerce insan sınır boylarında bekleşiyordu. O günlerde geçici bir formülle başbakanlık yapan bağımsız Sadi Irmak hükümeti kitlesel mülteci akını karşısında “meydana gelebilecek olayları önlemek” gerekçesiyle 27 Mart 1975’te Hakkâri, Mardin, Siirt ve Diyarbakır illerinde sıkıyönetim ilan etti. Gizli Oturum kararı Sıkıyönetim ilanının TBMM tarafından onaylanması görüşmeleri sırasında “hükümetin sıkıyönetim ilanı için kamuoyuna açıklanmasında mahzuru olabilecek gerekçeleri olabilir” görüşüyle alındı. Mecliste çoğunluğu CHP olmak üzere MSP, AP, DP, CGP grupları bulunuyordu. Başbakan Ord.Prof.Dr. Sadi Irmak sıkıyönetim gerekçesini açıkladı. Basına yapılan resmi açıklamalardan farklı bir şey söylemedi. Görüşme sırasında O günün siyasi normlarına göre bile “gizli”liği gerektirecek hiçbir şey olmadığı ortaya çıktı. Bu durumu CHP milletveki Turan Güneş, anlamsız bir gerekçeyle ilan edilen sıkıyönetimin “çok önemli gizli gerekçeleri olduğu- doğabilecek tehlike, yani memleketimizin içinde silâhlı bir çatışma, başka bir deyimle bir savaş halinin mevcut olabilmesi ihtimali...” olduğunu söylemişti. Konuşmacılar, Barzani’nin 150.000 silahlı Peşmergesi bulunsa Türkiye’ye sığınmayıp Irak ordusuyla savaşacağını söyleyerek bu gerekçeyi inandırıcı bulmamışlardı: TURAN GÜNEŞ (Kocaeli Milletvekili) (CHP) “Barzani kuvvetleri bozulmuşlar, yani şimdi, kuvvetleri birdenbire 150 000’e çıkarıp... Arkadaşlarım, 150 000 füzeli, Samlı, bilmem ağır makineli falan... Eğer bu kadar topu tüfeği olsaydı, Barzani Iraklıların hakkından gelirdi. Arkadaşlarım, adam mağlûp oldu insaf ediniz, yani işi mübalâğa etmeyelim.” KİNYAS KARTAL (Van) (AP) “Sayın milletvekilleri, çok şükür, hepimizin aklı selimi vardır. Aklı seliminize hitap ediyorum. Barzani’de 150 000 mevcutlu asker olmuş olsa idi, bugün Irak Hükümetini yok ederdi. Petrol kuyularını tahrip ederdi ve yarın akşama Sovyet ve Amerikan devletleri yanında olurlardı. Bunun aslı ve astarı yok.” (C. H. P. sıralarından alkışlar ve «Bravo» sesleri.) İHSAN ATAÖV (Antalya Milletvekili) (AP) — “Oradan kitlevari 150 bin silâhlı; top- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lu, tüfekli, füzeli... Ben zannediyorum ki, Barzani’nin 150 bin füzeli askeri olsa elinde, hiç bize sığınmaya kalkmaz, Irak’la savaşır, toplu tüfekli. (C. H. P. sıralarından «Bravo» sesleri.) “Sıkıyönetim ilanı bölge halkına güvensizlik mi?” Tartışılan bir konu da sıkıyönetim ilanının “Bölge halkına güvensizlik” olup olmayacağıydı. Konuşmacı herkes “Doğu ve Güneydoğu halkının vatanın ve milletin bölünmezliğine bağlı ve vatansever olduğu” nu ifade etmekte yarışmaktadır. BAŞBAKAN SADİ IRMAK (Cumhurbaşkanınca S. Ü.) — “ Tekrar tavzih etmek isterim ki; ilân edilen durumun, bizzat kendi vatanımız içerisinde, kendi Doğu ve Güneydoğu bölgemiz halkı bakımından bir gerekçesi, bir sebeb’i mevcut değildir; sadece o bölgemizde silâhlı bir çatışmayı tam olarak önleme amacına ve kısa zamanda önleme amacına matuftu.” askerleri silâh altına almak için onlara çağrıda bulunduğumuzda, iki günde iştirak nispeti yüzde 98 oldu» dedi. TURAN GÜNEŞ (Kocaeli) - “ Değerli arkadaşlarım, biz sıkıyönetimi İstanbul’da, İzmir’de ilân ederken hiç bir sorumlu gelip; «Bu, İstanbul’daki halkımızın, İzmir’deki halkımızın davranışları sebebiyle ilân edilmemiştir» dedi mi? Demedi. Güneydoğu halkımız için ayrıca bunu belirtmeyi yersiz ve isabetsiz sayıyoruz. (C. H. P. sır-alanndan «Bravo» sesleri, alkışlar) MÎKAİL İLCİN (Hakkâri Milletvekili)(CHP) — “Kıbrıs Harekâtında şehit düşenlerin mezar taşlarını okusunlar.” KİNYAS KARTAL (Van)- (AP) “ ... 10 000 kuvveti geçmeyen Barzani askerlerine, kuvvetine karşı bu tedbiri almak, bence, ancak o vilâyetteki halka olan itimatsızlıktır. (C. H. P. sıralarından alkışlar.) İDRÎS ARIKAN (Siirt Milletvekili) — Benim naçizane kanaatim şudur: Bu konudaki temel düşünce, sıkıyönetimin ilânı istenen bölge halkına karşı duyulan güvensizliktir. (...) Bu neticeye nasıl varıyorum? Sayın Başbakan, böyle bir tenkitle karşılaşacaklarını ümit ederek, (konuşmalarını dikkatle dinledim) iki defa tekrar etmişlerdir. Demişlerdir ki: «Sıkıyönetim ilâm isteğinin temelinde, bu Doğu ve Güneydoğu bölgesinin halkına karşı duyulan herhangi bir düşünce veya Doğu ve Güneydoğu halkını ilgilendiren bir mef hum yoktur.» işte biz, bu düşüncelerinden ve bu konuşmalarından bu neticeye varıyoruz. Öyle ya, geçen sene ve evvelki senelerde de aynı şekilde Batı illerimizde, en son Kıbrıs Harekâtı sırasında yine Batı ve Güney illerimizde sıkıyönetim ilân edilmiştir ve o sıkıyönetimin ilânı konusunda izahat veren Başbakanların hiç birisi bu şekilde bir ifade kullanmamışlardır. Güneydoğu bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın hepsi «Türk Devletinin, ülkesi ve milletiyle bölünmezliği» ilkesine herkesin sahip olduğu dereceden daha fazla bir ölçüde bağlıdırlar. Milliyetçilik duyguları, millî hisleri, tahmin edilemeyecek kadar çoktur. Sayın Başkandan müsaade isteyerek bir konuyu daha belirtmek istiyorum, Bu yaz mevsiminde seçim bölgeme gittiğimde, Siirt Askerlik Şubesi Başkanıyle görüştüm. Sayın Başkan bana aynen şu beyanı söyledi: «Ben bu bölge halkı hakkında kanaatlerimi yüzde yüz değiştirdim» dedi. Niye, diye sorduğum da şu cevabı verdi. Dedi ki: «Kıbrıs olayları sebebiyle silâh altına alınan askerlerden, bir kur’a önce terhis edilen TEVFİK FİKRET ÖVET (Sinop) — Üç tane şaki kürtten mi korkuyoruz? İltica Hakkı... Birleşmiş Milletler’in “iltica hakkı” ile ilgili Sözleşmelerini de imzalamış olan Türkiye’nin Kürt sığınmacılara kapısını kapatması ve bunu durdurmak için sıkıyönetime başvurmasının çelişki yaratacağının farkında olan iki konuşmacı Prof Turhan Feyzioğlu ve Prof. Turan Güneş, sıkıyönetimin “ilticaları önlemek” gerekçesine bağlamanın Türkiye’yi zor durumda bırakacağını söyleyerek, hükümeti uyarmaktadırlar. TURHAN FEYZÎOĞLU (Kayseri) Yalnız bir etnik terim kullanılarak, iltica istemişlerdir ve ret ediyormuşuz gibi, insan olarak ve insanî geleneklere büyük saygısı olan bir devlet olarak sanki Türkiye sınırlarına silâhsız birtakım masum insanlar, ötede belki ciddî tehlikelerle, hayatî tehlikelerle karşı karşıya bulunan insanlar sadece iltica etmek istemişler, biz de iltica hakkı tanımamışız; bunun için sıkıyönetim ilân ediyormuşuz gibi bir intiba yaratmamak lâzımdır. Bu gerekçeyle sıkıyönetim savunulmaz duruma düşer de, onun için böyle söylememek lâzımdır. Hiç değilse basına intikal etmiş olan şekliyle, sanki bir iltica hakkı talebi karşısındaymışız intibaı yaratılmıştır. TURAN GÜNEŞ (Devamla) — Şimdi arkadaşlarım, ötekilere gelelim. İltica hakkı istemiş, almamışız. Böyle bir durumda alınacak askeri tedbirleri, onun, bunun gözünden saklamaya lüzum yok. Biz, hudutlarımızdan içeriye insan girmesine mani olmaya çalışıyoruz. Düşünün, bir bozulmuş gerilla örgütü hudutlarımıza gelecek; Mardin’den, Hakkâri’den hudutlarımız içine girmeye çalışacak ve bizim ordumuz, bu illerde sıkıyönetim ilân edilmeden buna karşı koyamayacak... O halde yakında Hükümetten. Kırklareîrnde, Edirne’de vesairede sıkıyönetim ilân edilmesi lâzım geldiği hakkında bir Öneri beklememiz icabeder. Çünkü, sanki Bulgaristan’ın Türkiye hakkındaki niyetleri, bir zavallı, perişan olmuş Barzani’nin niyetlerinden daha iyi veya Bulgaristan Barzani’den daha zayıf... Bunlara kimseyi inandırmak mümkün değildir. Bu itibarla Cumhuriyet Halk Partisi Grupu, bu illerde sıkıyönetim ilânım onaylamayacaktır. Saygılarla arz ederim. (C. H. F. sıralarından «Bravo» sesleri, alkışlar) Feyzioğlu’ndan Barzani hareketinin yenilgi değerlendirmesi C. G. P. (Cumhuriyetçi Güven Partisi) GRUPU ADINA Genel Başkanı Prof. TURHAN FEYZİOĞLU’nun değerlendirmesi: “Irak’ta uzun süreden beri devam eden ve son derecede kanlı, ıstırap Verici bir savaş var. İnsanlar ölüyor. Barışsever bir millet olarak bundan ıstırap da du- kızılbaş - sayfa 47 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yuyoruz, bunun barışçı yollardan çözülmemiş olmasından acı duyuyoruz, ama bir tehlikenin de sınırlarımızın, hemen sınır taşının ötesinde aylardan beri devam edegeldiği bir sıcak savaşın devam ettiği muhakkak. Bir taraftan Rus silâhlarıyle teçhiz edilmiş Irak ordusu, bir taraftan, İran üzerinden sevkedilrniş, Amerikan silâhlarıyle teçhiz edilmiş «Peşmerga» adı verilen Barzani kuvvetleri arasında kıyasıya ve basit çapta değil, iki büyük ordunun savaşması şeklinde bir savaş cereyan edip gidiyor. Bu savaşın, Irak içinde durması ihtimali, belirdi. Saddam Hüseyin’le İran Şahının Cezayir’de buluşmalarından, OPEC dolayısıyle buluşmalarından, petrol ihraç eden ülkeler toplantısı zirvesinde buluşmalarından yararlanan Cezayir Devlet Başkanı Bumedyen, uzun yıllardan beri aralarında mücadele olan, resmî radyolarından birbirlerini en ağır kelimelerle tahkir eden iki devletin yöneticilerini, «ihtilâflarınızı çözünüz» diye bir araya getirmeye çalıştı ve buna muvaffak oldu. Uzun yıllardan beri çözülemeyen Şatdülarap ihtilâfını çözdüler. Uzun yıllardan beri çözülemeyen diğer ikili ilişkilerde, Irak’la İran’ı birbirine düşüren meseleleri çözdüler. Burada, Irak bazı tavizler verdi; fakat İran Şahı da, Irak üzerinde, kendi memleketine Irak’taki Baas Partisi yöneticilerinden yönelebilecek Şatdülarap’la ilgili, Basra Körfezi ile ilgili, oradaki emirliklerle ilgili, Kuveyt’le ilgili çeşitli yayılma emelleri karşısında, bir nevi müttefik veya destek: olarak kullandığı Barzani kuvvetlerini desteklemekten vazgeçmeyi taahhüt etti. Aslında, îran Şahı, bir süreden be’-i Varidi emelleri, Basra körfezine müteveccih, petrole müteveccih kendi emelleri için bir destekleme durumunda idi. Buna karşı da Irak, îran Şahiyle ve İran Devletiyle çeşitli konuda çatışma halinde idi. Bu anlaşma çok daha büyük menfaatler üzerinde oldu. Bir pazarlık yaptılar ve bu arada, belki de savaşa, belki de ayaklanmaya, harekete teşvik edimiş olan Barzani kuvvetlerini İran Şahı yüzüstü bıraktı. Bu gibi emperyalist diyebileceğim birtakım emeller uğruna harekete geçen devletlerin şu veya bu şekilde kışkırtmasına uymak ve buna inanmak yüzünden başlarına, şimdi, gerçekten terkedilmişlikten doğan bir ciddî sorun çıktı.” Diyarbakır Sıkıyönetim yargılamalarından örnekleme 1971 yılında Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesindeki yargılamalarda bazı sanıkların duruşmalarına avukat olarak girdiği için, MİT’in, Savcıların bölge halkına nasıl baktıkları hakkında gözlemleri olduğunu söyleyen İDRÎS ARIKAN (Siirt Milletvekili ) gözlemlerini şöyle aktarıyordu: “ Bir noktaya daha değinerek sözlerime son veriyorum; Hükümet ilgililerini ve Sayın Başbakanı da yanıltan (naçizane kanaatime göre), Millî Emniyetin bu bölge halkı hakkında verdiği yanlış istihbarat raporlarıdır. (C. H. P. sıralarından «Bravo» sesleri, alkışlar) 1971 yılından sonra, Diyarbakır ve Siirt illerinde ilân edilen sıkıyönetim sebebiyle, kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde muhakemesi yapılan bazı sanıkların müdafiliğini, avukat olarak o zaman yapmıştım ve o zamanlar müşahede ettim ki, mahkemelerde, Millî Emniyetin vermiş olduğu raporlara istinaden, hukuk ilkeleri, şahıs hak ve hürriyetleri ayaklar altına alınmakta ve çiğnenmektedir. diyorduk ki, «Peki bu sanık hakkında, sanıkla ilgisi olduğu iddia edilen bu mektuplar nereden ele geçirilmiş? Ne zaman yakalanmış? Kimin evinde tutulmuş? Bu sanığın evinde yapılan aramalarda böyle bir şey ele geçmiş mi? diye sorduğumuzda, sıkıyönetimin savcıları bize şu cevabı veriyorlardı; diyorlardı ki: «Bu konuda tahkikat istemek, Millî Emniyetin istihbarat çalışmalarını öğrenmeye matuf kasıtlı bir beyandır, bu nedenle bunu araştırmaya lüzum yoktur» diyorlardı.” İdris Arıkan’ın Meclis zabıtlarına geçen bu tanıklığı 1971-72 Diyarbakır Sıkıyönetim Yargılamalarındak Türk devletinin tutumunu daha önce eleştirel biçimde ortaya koymuş olan tespitleri güçlendirmektedir. Konuşulanların satır araları bile didiklense “gizli” olabilecek, o günler için bile önemli sayalabilecek hiçbir belirlemeye rastlamıyoruz. Neden bir “gizli oturum” dur bu? Tam bir “hayal kırıklığı”... Buna karşılık tutanakların arasında unutulup kalmış bir bilgi var ki, Kürt yakın tarihi açısından da bir tanıklık olarak kayda geçmekte fayda var. Kinyas Kartal; “Atatürk Barzani’ye sığınma hakkı verdi...” Muhterem arkadaşlar, bir avukat olarak şu müşahedemi arz ediyorum; O duruşmalarda aynen şu durumla karşılaşmışımdır. BAŞKAN — Sayın Arıkan lütfen tamamlayınız, süreniz doldu. ÎDRİS ARIKAN (Devamla) — Sözlerimi bağlıyorum efendim. Dosyada, Millî Emniyetin beyaz bir kâğıda yazılmış bir ibaresi var. Diyor ki: «Bu şahsın, Irak’ta falankesle ilişkisi olduğu tespit edilmiştir, bu adama şu tarihte şu mektup gelmiştir, bu adam şu tarihte şu mektubu göndermiştir ve Irak’ta bulunan bazı kişilere yardım vaadinde bulunmuştur» diye mücerret bazı beyanlar yer almaktaydı o raporlarda ve altlarında sadece kuru bir mühür yatmaktaydı. Sıkıyönetim mahkemelerinde, işte o altlarında kuru mühür yatan o belgelere istinaden, şahıs hak ve hürriyetleri kısıtlanmış, cezalar verilmiştir. Biz avukat olarak o zamanlar sayın mahkeme heyetine Van Milletvekili Kinyas Kartal, sıkıyönetim ilanına karşı çıkarak, Kürt sığınmacılara iltica hakkı verilmesini savunurken, “Beyler, Atatürk önderimizdir, Atatürk şefimizdir, Atatürk büyüğümüzdür. (C. H. P. sıralarından alkışlar ve «Bravo» sesleri.) Merhum Atatürk buyurmuşlardır ki; «Kürt kavmi namında bir kavim yoktur. Bunlar Türktür.» (C. H. P. sıralarından alkışlar ve «Bravo» sesleri)” diyerek resmi görüşe gönderme yaptıktan sonra “iltica etmiş, 10 000 kişiyi geçmeyen fakir, zavallı Türklere kapıları kapamak, Türklük şerefiyle bağdaşmaz” diyerek bir yanıyla ironiye işaret etmiş oluyor. kızılbaş - sayfa 48 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kinyas Kartal, iltica isteklerinin kabulünü desteklemek için Meclis zabıtlarında kalan bir başka olguyu da şöyle ifade ediyordu: “Zamanın Cumhurreisi sayın Atatürk, 1933 veya 34’de Barzani Irak’taki mücadelesine devam ederken Türkiye’ye ilticasını kabul etti”... Yaklaşık 15 yıllık bütün Parlamenterlik yaşamı boyunca Kinyas Kartal’ın gündem üzerine söz alarak yaptığı tek konuşmanın da bu olduğunu belirtelim. KİNYAS KARTAL (Van) — “Tarihini iyice hatırlayamıyorum, 1935’ten evveldi; ya 1933 veya 1934 yıllarında; yine Barzani Irak’taki mücadelesine devam ederken Türkiye’ye iltica etti. Zamanın Reisicumhuru sayın Atatürk bu isteği kabul etti ve Barzani kuvvetleri Van’a kadar geldiler. Fakir, perişan, yoksul, aç ve sefil insanlardı. Devlet onların iaşesini temin etti. Aklımda kaldığına göre de, Eskişehir’e yerleştirmek üzere yola çıkarıldılar. Müteakiben, orada kalmış olan ağabeyi Şeyh Ahmet, Iraklılarla tekrar anlaştı ve bunlar yarı yoldan dönüp Irak’a gittiler... “[1] Kinyas Kartal, söylediği gibi tarihte küçük bir yanılsama yapsa da (1933-34 değil 1932) olguyu doğru hatırlıyordu. Çünkü 21 Haziran 1932’de Şeyh Ahmed Barzani sınırı geçip 400 adamıyla Türkiye’ye sığındığında Molla Mustafa Barzani ve ailesini evinde misafir edenlerden biri de Kinyas Kartal’dı. Gazeteci-Yazar Hulusi Turgut’a o günleri şöyle anlatıyordu; ”Hükümetimizin kararı ile Türkiye’ye iltica etmişlerdi. Şemdinli bölgesinden giriş yapmışlar. Molla Mustafa’nın yanında zannedersem iki ağabeyi de bulunuyor. Ayrıca eşleri ve çocukları da vardı bize misafir oldular. Van’da birkaç gün konakladılar. Biz kendilerini mütevazı imkanlarımız ile misafir ettik. Daha sonra Erzurum-Kars istikametine gittiler.” [2] 1932 yılında Irak’taki İngiliz Manda yönetimi sona erip yönetimi Arap Emirliğine terk etmeye hazırlandığı süreçte Şeyh Ahmed Barzani önderliğindeki Kürt ulusal başkaldırı hareketi, İngiliz bombardıman uçaklarının yardımıyla bastırılmış, Barzani güçleri aileleri ile birlikte Türkiye’ye iltica etmek zorunda kalmışlardı. Şeyh Ahmed Barzani, Muhammed Sadık Barzani ve Hacı Taha İmadi’den oluşan bir heyet Türkiye’ye sığınma koşulları ve tertibatları Türk yetkili- lerle görüşmek üzere 20 Haziran’da sınırdaki Gerane köyüne gittiler. Türk hükümeti kendilerini mülteci olarak kabul edeceklerini, ancak girişte silahlarını teslim etme şartını koşmuşlardı. Anlaşma sağlandı ve böylece üç peşmerge komutanı ve 1.700 kişilik büyük kısmı da silahlı mülteciler Türkiye’ye sığındılar. [3] Grup kafileler halinde Van’daki Gerane köyünde silahlarının bir kısmını saklayıp, bir kısmını da Bnb. Şükrü Kanatlı yönetimindeki Türk askeri birliğine teslim etmişler, buna karşılık iyi karşılanmışlardı. Mültecileri birbirinden ayıran ve lider konumunda olanları tecrit politikası güden hükümet Şeyh Ahmed, Mehmet Sıddık, Babo, Ali Mıh ve Molla Mustafa Mustafa Barzani’nin ailelerini Van üzerinden Erzurum’a sevketti. Yolda Şeyh Ahmet, Ali Mıh ve Hacı Taha’yı ayırarak Ankara’ya gönderdiler. Erzurum’a varan ailelerin bir kısmı da daha sonra Erzincan’a gönderildi. Mela Mustafa Barzani de bu sığınma olayını anlatırken; “Biz Türkiye’de asılmayı bekliyorduk. O tarihlerde İngilizlerle Türkler ve Iraklılar iyi ilişkiler kurmuşlardı. İngilizlerin talebi üzerine Türkiye bizi asabilirdi. Ancak biz seve seve Türkiye’de ölüme gelmiştik. Fakat Türkiye’de beklediğimiz akıbet bizi karşılamadı. Nitekim orada iyi muamele gördük. Bizi şehirden şehire alıp götürdüler. Daimî bir yerde oturtmadılar. Büyük ağabeyim Şeyh Ahmed’i Erzurum’a gönderdiler. Bizi birbirimizden ayırıyorlardı. Herhangi bir harekette bulunmamızdan endişe olunuyordu. Bunu seziyorduk. Bize iyi muamele ettiler.” demektedir. “ Atatürk’ün Barzani’ye sığınma hakkı tanıdığı” ifadesi kulağa yabancı gibi gelse de, 1930’lu yılların koşullarında böylesi bir ilticanın kabulü ve uygulanan tedbirlerden Atatürk’ün haberi ve onayı olmadığı düşünülemeyeceğine göre Kinyas Kartal’ın belirlemesi doğruyu yansıtıyor demektir. Hem de 1975’deki Kürt silahlı güçleri ve kitlelerin sınıra yığılarak sığınma talep etmesiyle benzerlik göstermesi açısından da uygun bir örnek oluşturuyor. Bu konuda Atatürk’ün görüşleri nasıl alındı, konu nasıl değerlendirildi, anılara yansıyan bir bilgi yok. Bnb Şükrü Kanatlı’nın daha sonra Atatürk’ün çok önem verdiği Hatay meselesinde 1938 Temmuzunda şehri teslim alan Türk birliklerinin başında olması ve Kara Kuvvetleri Komutanlığına (1951) kadar yükselmesi bu kişiye önem verildiğini gösteriyor. Türkiye’nin bir yandan Ağrı’da Kürt ulusal direnişçilerine karşı ağır bir tedip ve tenkil harekatı yürütürken, -ki o günlerde Adana’daki İstiklâl Mahkemesi 26 Ağrı direnişçisini ölüme mahkum etmişti (1931)- bir yandan da bir başka Kürt direniş hareketinin silahlı ve önder kadroları da dahil kitlesel olarak ilticalarını kabul etmesi çelişik ve mantıksız gibi görünebilir. İlkin Osmanlı’nın politik devamı olarak Cumhuriyet yönetimi de “Musul meselesi” üzerinde pazarlık gücünü artıracak biçimde Berzenci hareketine olduğu gibi onun takipcisi durumundaki Kürt hareketlerine İngiltere karşısında himayeci biçimde yaklaşmıştı. 1937 yılında Tirkiye, İran ve Irak arasında imzalanan Sadabat Paktı sonrasında da temkinli olmuş ama karşısına da almayaya özen göstermiştir. Bu hareketler doğrudan kendisini hedef almadıkları için yakın bir tehlike olarak da görmüyorlardı. İran ve Irak sınırları icindeki Kürt hareketleri de Türkiye’yi hedef alan bir pozisyon takınmaktan sürekli kaçınıyorlardı. İkincisi potansiyel olarak tehlike gösterseler de, silahlarını bırakarak iltica eden bir isyan hareketi, somut anlamıyla kendini Türkiye’ye “teslim” etmiş olacağı için, bu, politik açıdan reddedilecek değil maddi ve manevi ağırlık kurmak bakımdan yararlanılacak bir durum olarak görülüyordu. Dolayısıyla politik olarak bir bütünlük ifade eden bir yaklaşımdır. Kaldı ki mülteciler yaşam tehdidi altında olmamakla beraber, kendilerine çıkarılan bir çok zorluk ve engelle mücadele etmek zorunda kalmışlardı. devamı ... Bu yüzdendir ki Kürt mültecilerin varlığı uzun süreli olmadı. Hükümet zaten bir kısım aileleri o tarihlerde Irak’la aralarında imzalanmış olan “suçluların iadesi anlaşması”na dayanarak daha başından Irak’a geri göndermişti. Türk istihbaratına göre Ağrı direnişiyle irtibatlı görünen birçok kişiyi de tutukladılar. Kalan aileleri ve aile büyüklerini de birbirinden ayırmışlardı. Mela Mustafa Barzani’nin anlattığına göre ailelerin birleştirilmesi ve Şemdinli’de toplanmaları için izin ve- kızılbaş - sayfa 49 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rilmesi isteklerine önce olumlu yanıt verilmemiş; sonradan da güçlük çıkarılmamışsa da hiçbir kolaylık da gösterilmeyerek gitmelerine izin verilmişti. Aileler 1932 yılının Ekim ayından itibaren, büyük yokluklarla mücadele ederek Hakkari mıntıkasına gitmeye çalıştı. Yurtsever Kürt köylüleri ve aşiretlerin destek ve dayanışması ile Şemdinli’ye ulaşabildiler. Barzani bu yardım ve dayanışmadan övgüyle ve minnetle söz etmektedir. [4] Kinyas Kartal’ın adı geçmemekle beraber, dayanışma ve misafirperverlikle ilgili anlatımlar birbirini desteklemektedir. Irak hükümetinin girişimleri ve af vaadinde bulunması üzerine Türkiye 1933 yılının baharında Şeyh Ahmed Barzani’yi Cizre-Zaho yoluyla Irak’lı yetkililere teslim etti. Bunun üzerine diğer mülteciler Barzan’a geri dönme kararı aldı ve Türkiye sınırlarını terk ettiler. Irak hükümeti de Ağustos 1933’de Şeyh Ahmed’in memleketine dönmesine izin verdi. [1] T. B. M. M. Tutanak Dergisi, Kapalı Oturum, 27 Mart 1975, B : 7 27 . 3 . 1975 0 :2 [2] Nevzat Çiçek, “BARZANİ AİLESİ TARİHİ”; http://nevzatcicek.blogcu. com/barzani-ailesi-tarihi/11383832 [3] Mesud Barzani, “Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi I”, Doz Yayınları, İstanbul, 2005, s.47 [4] Mesud Barzani, y.a.g.e., s.50-53 Kaynak: http://www.gelawej.net İçişleri bakanı bu pankartın önünde konuştu Hocalı kurbanlarını anma mitingi Ermenileri hedef gösteren, Dink’in katillerinin lehine slogan atılan ırkçı gösteriye dönüştü. Ermenistan ve Azerbaycan arasında 1992 yılında yaşanan savaş sırasında meydana gelen Hocalı Katliamı’nın 20. yılında İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlenen protesto mitingi ırkçı bir gösteriye dönüştü. Ermenilere yönelik nefret ve saldırganlık içeren sloganların atıldığı mitinge, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin de katılarak bir konuşma yaptı. Hrant Dink’in katillerinin lehine sloganların atıldığı mitingde, beyaz bereler takmış bir grup da Agos gazetesinin önüne yürümek istedi ancak polis tarafından engellendi. Hocalı Katliamı’nı protesto etmek için bazı partilerle derneklerin organize ettiği mitingin duyuruları haftalar öncesinden yapıldı. Dün öğle saatlerinde Galatasaray Lisesi önünde toplanan grup, Taksim Meydanı’na yürüdü. Türkiye ve Azerbaycan milli marşlarının okunduğu yürüyüşte taşınan pankart ve atılan sloganlar dikkat çekti. Mitingde, “Bugün Taksim yarın Erivan bir gece ansızın gelebiliriz” yazılı pankart ile “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz”, “Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur” dövizleri dikkat çekti. Dink’in katillerine övgüler içeren sloganlar atıldı. Şahin: Bu kan yerde kalmayacak Grup Fransız Konsolosluğu’nun önüne gelince polis güvenlik önlemlerini artırdı. Konsolosluk önünde vatandaşlara “Sarkozy tuvalet kağıdı” yazan tuvalet kağıtları dağıtılırken “Sarkozy pisliğini temizle” sloganı atıldı. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin okunduğu mitingde konuşma yapan Bakanı Şahin’in sözleri mitingin şoven havasına uygundu. Şahin konuşmasında “20 yıl önce bugün kan içicilerin, katillerin, acımasızların ve merhametsizlerin, yüreksizlerin, korkakların Hocalı’da 613 insanın, kadın, çocuk, yaşlı, haklı ve haksız demeden kanını içtiğini” söyledi. Bakan Şahin, “Bu kan, o günden bu yana yerde kalmadı ve kalmayacak” ifadelerini kullandı. Şahin, şunları söyledi: “Yeryüzünde herhangi bir zulüm, haksızlık Türk milletine yapılmış gibidir dedi. Afrika ve Asya’da, Balkanlarda da olsa Türk milletini ilgilendirir. Çünkü biz sadece kendimiz için değil tüm canlılar tüm insanlık için çalışan onları seven ve kabul eden milletiz” dedi. Miting olaysız sona erdi. Kaynak: http://www.ilkehaber.com kızılbaş - sayfa 50 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Taksim Mitingi Sloganlarını Kınama Dr.med.Sarkis Adam Protesto mitingleri,halklar arasında nefret tohumları ekmemeli. Acıları paylaşmak, insanlığa karşı işlenen suçları, zulmü, işkenceyi, eziyeti protesto etmek, kınamak, lanetlemek, çağımız sağduyulu insanının, en ulvi, en mukaddes temel haklarından biridir. Ancak bu protestolar, ırkçı ve radikal akımların bir gövde gösterisine dönüşmemeli, halklar arasında nefret ve ayırımcılık tohumları ekmemelidir. Potesto edilen, lanetlenen veya kınanan, “Şiddet ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” olmalıdır. Hiç bir katliam, acı veya insanlığa karşı işlendiği kabul edilen suç, diğerinin bahanesi asla olamaz ve diğerinden üstün de olamaz. Protesto gösterileri, milletlere, topluluklara veya uluslara hakaret etmemeli, onurunu zedelememeli, halkları birbirine düşman kılacak şekilde kullanılmamalıdır. Bu tür davranış ve tutumlar, çağdaş dünyamızda İnsanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında kabul edilmektedir, zira aksi hallerde, eski acılar, dindirilmesi çok güç olan yeni acılar doğurabilir. İnsanların ve toplumların acıları asla ve asla başka bir şeye malzeme olarak kullanılmamalıdır. 25.02.2012 tarihinde İstanbul Taksim meydanında, Hocalı Olaylarının mazlumları ve hayatını kaybedenleri anısına düzenlenen protesto mitinginde, kitleleri suça teşvik eden, Ermeni halkına yönelik nefret, ayırımcılık ve saldırganlık içeren davranışları, atılan sloganları, bu doğrultudaki konuşmaları, toplumların ve insanların acılarının popülizme malzeme yapılmasını şiddetle kınıyor ve lanetliyorum. Saygılarımla. Suç Duyurusu Basına ve Kamuoyuna: İçişleri Bakanı ve “Hocalı Katliamını Anma” Mitingi Tertip Komitesi Aleyhine Suç Duyurusu 26 Şubat 2012 Pazar günü Taksim’de İçişleri Bakanı’nın bizzat katılımıyla “Hocalı Katliamı”nı anma bahanesiyle kitleler suça teşvik edilmiştir. “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz”, “Ermenisiniz, işgalcisiniz, katilsiniz” pankartları taşınmış, Hrant Dink’in katilleri lehine sloganlar atılmış, saldırgan sloganlar eşliğinde AGOS gazetesine doğru yürünmek istenmiştir… İHD İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişiminin desteğiyle bir basın açıklaması yapacak ve ardından İstanbul Adliyesi’ne İçişleri Bakanı ve 26 Şubat 2012 Pazar günü Taksim’de “Hocalı Katliamı’nı Anma” mitinginin tertip komitesi aleyhine suç duyurusunda bulunacaktır. Tarih: 28 Şubat 2012. Saat: 11.00. Yer: İstanbul Adalet Sarayı’nın önü. Çağlayan-İstanbul ******** 26 Şubat 2012 Pazar günü Taksim’de İçişleri Bakanı’nın bizzat katılımıyla “Hocalı Katliamı”nı anma bahanesiyle kitleler suça teşvik edilmiştir. “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz”, “Ermenisiniz, işgalcisiniz, katilsiniz” pankartları taşınmış, Hrant Dink’in katilleri lehine sloganlar atılmış, saldırgan sloganlar eşliğinde AGOS gazetesine doğru yürünmek istenmiştir. Taksim’de toplu halde, İçişleri Bakanı’nın nezaretinde suç işlenmiştir. İHD İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişiminin desteğiyle bir basın açıklaması yapacak ve ardından İstanbul Adliyesi’ne İçişleri Bakanı ve 26 Şubat 2012 Pazar günü Taksim’de “Hocalı Katliamı’nı Anma” mitinginin tertip komitesi aleyhine suç duyurusunda bulunacaktır. İHD İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon TARİH : 28 Şubat 2012 SAAT : 11:00 YER : İstanbul Adalet Sarayı’nın önü Çağlayan, Kağıthane – İSTANBUL kızılbaş - sayfa 51 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 26-27 şubat 1992: «HOCALI KATLiAMI» YALANININ ANATOMİSİ! ”Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi !” Can Yücel 1918’den beri Azerilerle Ermeniler arasında varolan anlaşmazlığı silahlı mukavemete vardıran ilk adım, 12 şubat.1988’de Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun, Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin birkaç gün sonra dönemin politik merkezi Sovyet Prezidyumu’na Moskova’da yapılan resmi başvuruyla atıldı denilebilir. 1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, fakat o yıllarda toplumunun % 95’i, 1989 nüfus sayımındaysa % 75’ine yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi politik yönetimi, bu başvuruyla «ulusların kendi kaderini özgürce kendileri tayin etme hakkından» yararlanarak, artık Azerbaycan’a bağlı olarak yaşamak istemediğini resmen belirtmiş oluyordu. SSCB’nin çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve halk hareketinin yaratılmasıyla tarihe imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu sancılı ulusal soruna Sovyet anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm aramaktayken, 20.şubat.1988 günü başkent Stepanakert’te yapılan ve neredeyse halkının tüm katmanlarının görülmemiş katılımıyla gerçekleştirilen yığınsal mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri 27.şubat.1988 günü Hazar denizi kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan Ermenileri hedef alan kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet yönetiminin suçlu sessizliğinden yararlanarak üç gün süren bir pogromla cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama amaçlı pasiv bir mitingine cevaben vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni insanı vahşice öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı, yüzlerce kadın tecavüze uğradı. Sumgait katliamının akabinde, Sovyet Azerbaycanı’nın değişik şehirlerinde yaşayan Ermenilere karşı aynı türde kanlı saldırılarda bulunulması sonrası (bunlardan en önemlileri başkent Bakü ve ikinci büyük şehir Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında yaklaşık yarım milyon Ermeni, mal ve can güvenliği bulunmadığından Ermenistan’a göç etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler binyıllardır üzerinde yaşadıkları atatopraklarından uzaklaşmayı kabul etmediklerinden, Bakü tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca saldırılarına karşı halkın mal ve can güvenliğini, yani insanca yaşam hakkını savunma amacıyla artık bir direniş hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti. 1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet Ermenistanı’nda komşu Sovyet Azerbaycanı’nda yaşam güvenliği bulunmadığından zorla yerinden-yurdundan edilmiş yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze gelip, sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının 1915 ile ilgili anlattıklarını kendi gözlerimle görme bahtsızlığını da yaşamıştım. 1988 aralığında yaşanan deprem felaketinin ardından, şimdi de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın şu veya bu Ermeni köyünde, 24 saat sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür bir yaşamı yeğlemek dışında başka da hiç bir suçu olmayan 150 binden fazla masum insana karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara maruz kalmayı sineye çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın neredeyse günlük bir yaşam tarzına dönüşmesine DUR demek için hem Ermenistan, hem de Karabağ’daki Er- meniliğin «1915:Bir daha asla» ortak hafızasının yeniden canlanması ve ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o günlerde, biri birinin ardından, kendiliğinden organize edilen, gönüllü paramiliter direniş grupları oluşmaya başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim adamı olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli insan Leonide Azgaldian’ın üstlendiği, «Kurtuluş Ordusu» adlı, yaklaşık yüz kişiden oluşan bir grubun gönüllü askerlerinden biri de ben oldum. 1988 kışından başlamak üzere, 1992 kışına kadar geçen tam dört yıllık dönemde neredeyse tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını savunma amacıyla kurulan bu gönüllü grupların varlığı ve desteğiyle yalnız olmadığını görüp, kardeşçe dayanışmadan moral destek ve güç alarak kendi savunmasını da örgütlemeye başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde adını tarihte önemli bir figür olan ve «Kaf kasların Lenin’i» olarak tanınan Stepan Şahumyan’dan alan (Dağlık Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu Stepanakert de bu yiğit komünistin adını taşımaktadır) ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat, Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma altına alıp, Ermeni olmak dışında başkaca bir suçu olmayan binlerce insa- kızılbaş - sayfa 52 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nın silahlı saldırılara nasıl yiğitçe direnmekte olduğunu gördüğüm halde, bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin yandaşlığından yararlanarak, tankıtopu olan karşı güçlere karşı ne kadar çaresiz ve umutsuz bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim bu köyler gibi daha onlarca Ermeni köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz bırakılma, -kelimelerle anlatılması çok zor- acısını da onların çok uzaklardan gelen bir soydaşı, aslında kader ortağı olarak günbegün yaşadım. Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir ada misali, dört tarafı dıştan zaten Azerilerle çevrili olması yetmiyormuş gibi, içerisi de başta başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer şehirleri ve önemli kavşak durumunda, stratejik değerdeki hemen tüm yollar mutlaka Azeri nüfusa sahip yerleşim bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama tek havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir zaman zarfında, (buna Azerilerle hiç bir ilgisi olmayan ve orta Asya cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam şartları” sözleriyle kandırılarak temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan Meskhetler de dahil olmak üzere) Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce insanın getirilip yerleştirildiği bir kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti yapılması arzulanan yerdi. Hocalı, aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı başkent Stepanakert’i Şuşi ile beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle bir etmeyi öngören haince bir planın aylardan beri gerçekleştirilmesinin merkezi iniydi de !... Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan arabayla geçmiş biri olarak etraf-tarafta başka da hiçbir yerde görmemiş olduğum çaplarda gerçekleştirilen inanılmaz bir inşaat çalışmasının da şahidi olmuştum, çevre köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni binalar yapıldığını” anlatırken kendileri için hazırlandığı besbelli bu mezar kazıcılarının giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet, sözüm meclisten dışarı, «aptala bile malum olan» cinstendi, HOCALI çok yoğun bir Ermeni nüfusun yaşadığı Stepanakert’in celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu durum zaten 1991 sonbaharından 1992 kışına dek başkent Stepanakert’in her gün Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman altına alınarak tüm halkın korku içerisinde bodrum katlarına sığınarak yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil ettiğinden reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu. Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin başarıya ulaşması için Hocalı ve Şuşi’de yığılan askeri cephane ve savaş gücü mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca sadece üç aylık bir hazırlık sonrası dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının iahitlerinden oldum. 1992 yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan gece Hocalı, 8 mayısı 9’una bağlayan sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu anlatımımı, o zaman zarfında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinde yaşanan durumun Polaroid bir fotoğrafı olarak resmetmenizi öneririm. Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman Azerbaycan’da birkaç yıldan beri gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez Aliev (Elçibey) adlı bir Adolf Hitler benzerinin “T.C.” destekli bir darbe girişiminin hazırlıklarını bitirmekte olduğunu da görmek zorundayız. 1988 kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal Ermeni nüfusa sahip değişik şehir ve köylerinde her tür saldırı ve katliamı gerçekleştirerek, lafta bile olsa “70 yıl boyunca sosyalist geçinen” bir yönetim zamanında sadece “dostlar alışverişte görsün” diye büfe vitrininde bulundurulan kullanılmaz eşya misali varolan içeriği boşaltılmış «YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü ajitasyon ve propagandasından bile payını alamamış, karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçıfaşist ideolojinin arkasına takılmaya hazır bir toplum içerisinde, “yağmur sonrası bitiveren mantar gibi” etraftarafta bitmeyi başaranların aslında kimler olduğunun iyice anlaşılması gerekiyor. Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki komünist etiketli politik yönetimi devirmeleri için gerekli her türlü sinsi planın bir değil muhtemel birkaç varyasyonlarından biri çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek istenen yalanların en kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen olayda üstlendiği başrolün bilinip-bellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama çok önemlidir. Siyasal erki elde etmeye hazırlanan bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde meşruluk ve güven kazanması için anlı-şanlı Goebels faşistinin «Yalan söyle, bir daha söyle, daha da inanılmazını söyle ve yay, yayabildiğin kadar yay, yalanının izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve dünyayı ne tür bir felakete sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu yönteminin “OLMAZSA OLMAZI” olmaya aday bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için hemen her şartın oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film için planlanan sahneler için en ideal mekanın Hocalı olması aslında hiç de tesadüfi falan değil, iyice düşünülerek seçilmişti. Hocalı’nın geçmişinde onyıllığına bile olsa üzerinde yaşayan yerli bir halkı olmadığı gibi, şimdiki “sakinlerinin” sadece son birbuçuk-iki sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden getirilip oraya yerleştirilen Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine hazırlanılan plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” ! 1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in doğum yeri olan Nakhiçevan’ın Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu subaylarınca üç aylık özel komando eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından” 500’ün üzerinde fanatik iki grubunun, Hocalı ve Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan “İKTİDARA DOĞRU İLK ADIM” operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar Karabağ’ın başkentini tam dört ay boyunca bombardıman ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin Ermeni insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent halkının herhangi bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en temel gıda maddeleri, tuz, şeker ve en önemlisi ilaç sıkıntısının had saf haya ulaşmış olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı veren bu insanlara yavaş soykırım tatbik edilirken, «SU BAŞINI DEVLER TUTMUŞ» olduğundan, kuzey ve güneye giden tüm yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına geldiğinden kullanılamaz hale getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz planlarını Ulusal Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat kızılbaş - sayfa 53 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yönetmek için Azerbaycan’ın üçüncü büyük şehri olan Karabağ’a yapışık Hocalı’dan sadece on kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam şehrine üs kuran Ebulfez Aliev Elçibey, “T.C.”-nin hafif eliyle, oraya olağanüstü çaplarda askeri teçhizat ve cephane yığılmasını da örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi gerçekleştirilecek olsa «bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan ve ateş içerisinde yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin eline geçecekti. Elçibey, iktidara giden yolun HocalıAğdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan itibaren Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları, 24 saatlik yoğunlukla hiç durmaksızın sürdürülmekteydi. Eğer panturancı Elçibey’in kafatasçı planları, yani korkunç rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her fırsatta bas-bas bağırılan «Bir millet, iki devlet» yerine “T.C.” ile tek vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti ! Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman faşistlerinin 1941 eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak ayı sonuna kadar abluka altında tuttuğu Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul sıralarından bilen Stepanakert şehri ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4 aydan fazla bir zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları gayr-ı insani bu faşist karakterli ablukayı kırıp, planlanan vahşetten kurtulabilmeleri için yapılacak tek şey, maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun tehlikeyi bertaraf etmekti. Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan getirilme Meskhet göçmenler olmak üzere yaklaşık olarak 2 bin civarında sivil insan ve 600’ün üstünde muhalif Ebulfez Elçibey’in emrindeki Azeri faşistleri bulunmaktaydı. Ermenilerin hazırlandığı kurtuluş operasyonuna katılacak tüm gönüllü birliklerindeki insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle, gerekenin de çok altında kurşun ve cephane yetersizliği sıkıntısından duydukları başka da tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu Baluca yakınlarından Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren Ermeni gönüllü grupları, aynı zamanda kuzeyden Askeran’dan Ağdam’a giden yolun Azeriler tarafından kullanılmasını da engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu kadar az insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı neredeyse ablukaya alan bir kuşatmayı becermelerinden paniğe kapılan halk, aylardan beri kendilerinin Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı kuşatmanın bir benzerine uğramaktan korktukları için köyden uzaklaşmak ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak için alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !... Sivil halkın korkup paniğe kapılarak Hocalı’yı terketmek istemesinden rahatsız olan Elçibey’in Halk Cephesi’ne ait askeri mangaları, köyden dışarı çıkan dört yol ağzına barikatlarla kurmuş, Ermenilere karşı “kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen kendilerinin infaz edip öldürecekleri tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat günü, Ermeni güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak Hocalı’da kent sorumlusu yöneticiler ve silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz olarak şehri terkederek Ağdam’a gitmeleri gerektiği ve bunun için insani bir koridorun açık olduğunu” bildirdikleri halde, karşılığında hakaret ve küfürler duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni güçlerinin ardı arkası kesilmeyen üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren görüşmelerde masum insanların kirli savaş nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki ısrarı, diğer taraftan aynı zamanda Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı belediye başkanı Elman Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde, beklenen sonuca ulaşılmıştı. Himayesi altında bulunan sivil halkın can güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki merkezi yönetimle ilişkiye girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği insani koridordan yararlanılarak sivil halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki yönetimin Ermenilerin insani teklifini büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist bir adım olarak değerlendirerek, Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine karar kılınmasına kudurduğu için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi yönetim düşmanı muhalif Halk Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca silahlandırılan gözü dönmüş fanatikler, gruplar halinde Hocalı sa- kinlerini encide eden, kışkırtma ve provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu esnada Ağdam’da bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların emirlerine de karşı gelip, itaatsizlik gösteren bu kesimle, halktan insanlar arasında ciddi sorunlar yaşanmış ve halka gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret eden birkaç insanı, herkesin gözü önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde bulunmuşlardı. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26 şubat günü onlarca kamyon, otobüs, minibüs ve otomobillerle çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan birkaç yüz insanın bulunduğu konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin Askeran kentinden geçen otoyolunu rahatça kullanarak, yani Ermenilerce bırakılan insani koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği Ağdam’a ulaşmıştı. Bir gece öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük gruplar halinde yaklaşık kırk kadar Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya Ağdam’a nakledilmek istediklerini bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım 28.şubat.1992 günü, bu «gönüllü esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve görüşme imkanına sahip olmuş ve 3 mart günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir grup insanın Ağdam’a yollanmasının şahidi de olmuştum). 26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı grupların Ağdam’a doğru kuşatmayı yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma güçleri ağır kayıplar verdikleri halde, yardıma gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla kentin kuzey mahallelerinden birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki tarafı da şaşkınlık içerisinde bıraksa bile, Azerilerden sayıca çok az olan Ermeni gönüllüler için bu başarı büyük bir moral kaynağı olmuştu. Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü ve Ağdam’daki devlet yöneticileriyle yeniden ilişkiye girerek, «sivil halkın insani koridordan yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi halinde, askeri operasyon gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can kaybı için Azerbaycan tarafının sorumlu olacağını» bildir- kızılbaş - sayfa 54 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 miş, hatta Hocalı’nın boşaltılması için «köye yapışık havaalanından yararlanılması, halkın helikopter ve uçaklarla taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam dört yıldan beri Azerbaycan ve Karabağ Ermenilerine karşı tek taraflı barbarca saldırılarda bulunmuş Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra, Stepanakert şehri güneyden Şuşi, kuzeyden Hocalı olmak üzere aralıksız dört saat süren uzun menzilli roketli saldırı ve top atışına tutulmuştu. Stepanakert’te askeri operasyonları koordine eden merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ, üç saat boyunca radyo yayını ve telsizlerle Hocalı’ya taarruzun başlayacağı haberinin olası tüm adreslere bildirilmesinin hemen ardından da saldırıya geçme emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri Hocalı’nın kurtuluşu için üç yönden eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön istikametinde bekleyen birliklerin orada sadece sivil halk için bırakılan insani koridorun denetim altında tutulmasını sağlamak görevi olduğundan, bu operasyona katılması özel bir emirle engellenmişti. 26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol yerine, köyün hemen yanından geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan Ağdam’a doğru yollanan binden fazla sivil insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu haberinin alındığı andan başlamak üzere sadece 9 saat sonra, yani 27 şubat sabahının ilk saatlerinde, köyün en doğusundaki mahallesi dışında hemen tümü Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri tarafının bire beş fazla kayıp verdiği ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle saatlerinde öğrenilebilmişti. Ermeni tarafından değişik ağırlıkta elliye yakın yaralı varken, Azeri tarafındaki yaralı sayısının bilinmemesi, onların son barınağı olan Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olmalarıyla açıklanabilirdi. Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten edinilen yeni bir emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi sayesinde kalanları kaçmaya teşvik etmeye paralel olarak, köye getirilen bir kamyona yerleştirilen hoparlörle, evlerin bodrumlarına sığınmış, korku içerisinde ölümü beklemekte olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir gün evvel köyü terkedenlerin güvenlik içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve «bu bilgiyi doğrulamak için Ağdam’dakilerle telefon bağlantısı kurmaları ve gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen terketmeleri» telkin ediliyordu. Ne iyi ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık Halk Cephesi’ne ait silahlı cengaverlerin tehditlerine kulak vermeyip, onlara isyan eden köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp, «önümüzdeki 12 saat için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu halde Ağdam’a gideceklerini» belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir saat kadar sonra da, Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olan bu insanlar kendilerinden bir gün evvel, çayın öte tarafındaki eski toprak yolu tercih ederek Orta Asya’dan jkandırılarak getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha geri dönmemek üzere terketmişlerdi. Bu askeri operasyon sonrası HOCALI köyünden çıkan akılalmaz çaplardaki askeri techizat ve cephane sayesinde, Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş olduğunu neredeyse bir itiraf olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ’nin o günden sadece 2,5 ay sonra, ele geçirilmesi imkansız sayılan kale şehir Şuşi’yi, 8.mayıs.1992’de akılları durduran bir operasyonla kurtarmasını belirtmek de övgüye değer olmasının yanında çok yerindedir. Bu bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl kurucusu o dönemde Bakü’deki politik iktidara karşı muhalif olan Halk Cephesi adlı o ırkçı-faşist harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum... Hocalı askeri operasyonunun hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler açısından düzenli bir savunma ordusu kurulmasının da en önemli temelini teşkil etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar da öğreticidir ! Burada, kısa bir parantez açarak 27 şubat sonrası, Hocalı dışında vuku bulan vahşetten de kısa olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim, çünkü, 20 yıldan beri Azerbaycan tarafından tüm dünyaya söylenen modern tarihin herhalde en kuyruklu yalanlarından birinin uydurulmasına sebep teşkil eden bu sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış olduğunu, elini vicdanına koymayı becerebilen her insanın öğrenmesi ve bilmesi bir insanlık görevidir düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum. Bence, tırnak içerisine alarak bahsedilmesi gereken «Hocalı Katliamı» ile ilgili günümüze kadar tüm dünyaya sözümona reddedilmez ispat olarak gösterilen her çeşit fotoğraf ve video filmlerinde görülen en primitif türden bir zaman ve mekan uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru olarak gösterilen kurbanların bazen Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki Bosna, bazen biraz daha yakında bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de dünyanın başka bir ülkesinde vuku bulan çatışmalar, doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan “Copy-Paste”, yani «KOPYALA-YAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir yutturmacadan başka birşey olmamasının traji-komikliği bile, o haltı yiyenler tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist Almanya’sında Hitler’in yamağı, Halkın Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu Bakanı, totaliter rejimler arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük halk yığınlarının nasıl manipülasyona uğratılması konusunda BİR NUMARALI uzmanı, ne duyulmuşne de görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası olarak bilinen, Dr. Paul Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Tarihin çöplüğünü intihar ederek çoktan boylamış olan insanlık düşmanı bu faşistin, «Yalan söyle, tekrarla ve yay... izi kalır mutlaka !» yöntemini örnek alarak, en iyi şekilde uygulayan ülke olmakta Azerbaycan’la kim yarışabilir bilebilmek oldukça zor olsa dahi, o devletle suç ortaklığında bulunmuş “T.C.”-nin «Hocalı katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü, 1992 haziranında Bakü’de Halk Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası, iktidarı elde etmesi örneğinde olduğu gibi yadsınmaz bir gerçektir. Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde işlerine çok geldiği halde, Ermeniler tarafından yapılmasını planlayıp çok arzuladıkları pek kanlı bir katliamın gerçekleşmesini sağlayıp da beceremediklerini anladıktan sonra bile, insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk Cephesi faşistlerinin sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da iğrenç bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini kızılbaş - sayfa 55 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 soydaş kanına bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir. Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni tarafını temsil edenler kişilerden değil de, o dönem Azerbaycan hükümetinin en sorumlu yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden oluşuyor olması da reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de naçizane katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery and falsifications) www. xocali.net ve HOCALI DOKÜMANTASYONU http://www.youtube. com/watch?v=7ef3f5Ngkck / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir düzmece olduğunu kendi gözleriyle görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda, Azerbaycan’ın ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento Başkanı Yakup Mamedov, Hocalı Belediye Başkanı ve Milletvekili Elman Mamedov, Hocalı Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları Savunucusu Arif Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları Merkezi Örgütü’nün 28.mart.1992 Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif gazeteci Eynullah Fatullayev, 26-27. şubat günleri sıradan bir sakini olarak Hocalı’da yaşayan Salman Abbasov ve daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra şapkanızı önünüze koyup da, başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini dinleyeceğinize inanıyorum. Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir sözle başlamıştım, onu yine o değerli insanın «ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki gündüz arasındadır” doğrusundan hareketle, bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ ÖĞRENMEK İSTEYEN insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan samimi inancımdan zerre kadar geri adım atmadan, hiç ödün vermeden, 21.inci yüzyıl Goebbels’leriyle aynı safta bulunmadığıma şükrettiğime de inanmanızı diliyorum. Saygılarımla, Sarkis HATSPANIAN (1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi Muharibi 26-27.şubat.2012 – DOĞU ERMENİSTAN P.S.: Yazım, mahpusane yıllarımda kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık Karabağ Gerçeği» yazı serisinin üçüncüsüdür. 'Bir 6-7 Eylül daha yaşanabilirdi' Taksim'de Ermenilere yönelik ırkçı gösteriy...e dönüşen Hocalı protestosunu değerlendiren Ermeni Vakıf Okulları Yöneticisi Garo Paylan, "2012 yılının 6-7 Eylül olayını yaşadık" dedi. "Tamamen bir devlet operasyonu" diyen Paylan, Ermeni sorununda adalet mücadelesi veren insanlara gözdağı verilmek istendiğini kaydetti. Taksim'de Hocalı olayını protesto etmek için düzenlenen gösteri, Ermenilere karşı ırkçı gösteriye dönüştü. Mitinge katılan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in, "kardeşçe" ve "sevgi dolu" bir gösteri olarak tanımladığı ırkçı eylemde, "Bir gece ansızın gelebiliriz", "Kana kan intikam" gibi sloganlar atıldı, Ermeni halkı hedef alındı. Taksim'de yapılan gösteriyi ETHA'ya değerlendiren Ermeni Vakıf Okulları Yöneticisi Garo Paylan, ırkçı gösteri sırasında tesadüfen orada olduğunu söyledi. 'ERMENİ KİMLİĞİMİ BİLSELERDİ, PARÇALARLARDI' Çoğunluğu 18-20 yaşındaki gençlerden oluşan kalabalığın, bir katliamda ölenleri anmak, katliamı kınamaktan ziyade ırkçı gösteri düzenlediklerini kaydeden Paylan, "Atılan sloganlar tüylerimi diken diken etti. Ermeni kimliğimi bilselerdi, beni parçalayacak bir güruh vardı orada" dedi. "Sorun şu; bir katlimda ölenleri anmayı, buna ilişkin üzüntümüzü ortaya koymayı bile beceremiyoruz. Topluma karşı katliam yapan bir devleti kınamayı beceremedik. Yapılan gösteriyle bunu görmüş olduk" diyen Paylan, tersine gösterinin başka bir etnik unsura yönelik nefret, ırkçı ve faşizan gösteriye dönüştüğünü vurguladı. 'BİR 6-7 EYLÜL OLAYI DAHA YAŞANABİLİRDİ' Aynı zamanda HDK Halklar ve İnançlar Komisyonu üyesi olan Paylan, "2012 yılının 6-7 Eylülü'nü yaşadık" dedi ve ekledi: "Çünkü o kalabalık kiliseye ve Agos gazetesine doğru yürümeye başladı. Emniyet güçleri olmasaydı bir kere daha 6-7 Eylül olayı olurdu." 'DEVLET OPERASYONU' İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in, ırkçı dövizler önünde konuşma yaptığını hatırlatan Garo Paylan, "Bunun tamamen bir devlet operasyonu olduğunu düşünüyorum, milliyetçiliği bir kez daha örgütlemek üzerine. Ermenilere karşı soykırım ile ilgili adalet arayan bizim gibi insanlara gözdağı verilmek için yapıldığını düşünüyorum" dedi. Bunun kısmen de olsa başarıldığını belirten Paylan, "Çünkü milliyetçiliği sokaklara çıkarmak çok kolay. Üç kuşak, milliyetçi tedrisattan geçti ve doğruları bilmeyen insanlar. Irkçı faşizan bir söylemde çok kolay bindirilmiş kıtalar sokaklara çıkarılabiliyor, dün orAda böyle insanlar çoktu. Her an bir nefret suçu işleyebilecek bir kitle vardı. O açıdan bir kez daha umutsuzluğa kapıldım, hayal kırıklığı yaşadım" diye konuştu. ETHA kızılbaş - sayfa 56 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Süryanilerin Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir’den soykırım anıtı talebi Soykırım Araştırmalar Merkezi, Seyfo Center’in girişimiyle, uluslararası yüze yakın tanınmış kurum ve araştırmacının imzasının olduğu birer mektubu İsrael olmak üzere Ermenistan Cumhurbaşkanı ve Parlamentolarına göndererek Süryani Soykırımını tanımalarını istedi. Yaklaşık bir sene önce Sydney’de büyük bir Süryani Soykırımı anıtı dikilmişti. İkinci büyük anıt ise önümüzdeki Nisan ayında Ermenistan’ın başkenti Yerevan’da dikilecektir. Fakat bunların en anlamlısı olacak ise soykrımın yaşandığı bölgelerden biri olan Diyarbakır’da böylesi bir anıtın dikilmesidir. Bunun için Seyfo Center Başkanı, Yazar Sabri Atman, Diyarbakır Belediye Başkanı Sayın Osman Baydemir’e bir mektup göndererek bu yöndeki taleplerini iletti. Atman’ın mektubu şöyle: ’Sayın Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Soykırım sözcüğünün Türkiye’de epeyce kullanılıyor olması tesadüfi bir olay değildir. Bu sözcük insanlığa karşı suç işlemiş bütün ülkelerde kullanılıyor. Özellikle bir çok katliama imza atmış, tarihiyle hesaplaşmamış ve demokrasiyle tanışmamış ülkelerde daha fazla kulllanılması anlaşılır bir durumdur. Özellikle geçtiğimiz günlerde Fransız senatosunda Soykırım ile ilgili gündeme gelmesiyle ilgili Türkiye’de büyük bir yaygara koparıldı. Fransa’da soykırım inkarını suç sayan yasanın parlamento ve senatodan çıkması üzerine, Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başbakanı olmak üzere, şövenizmden nasibini almış en küçük kurum ve bireylere kadar tüm kesimler Fransa Cumhurbaşkanı ve fransız demokrasisi hakkında demediklerini bırakmadılar. Oysa çıkarılan yasa genel anlamda soykırımın inkarını suç sayıyordu, herhangi bir şekilde bir ülkeyi açıkça ifade etmiyordu. Yasanın ifade özgürlüğüne ve demokrasiye karşı olduğunu söylediler. Oysa Türkiye, düşüncelerinden dolayı hapishanelerinin dolu olduğu ülkelerin başında geliyor. Dahası, bunların soykırım gibi bir suçun inkarının ifade özgürlüğü ile ilişkisinin olmadığını kavramaları zaman alacaktır. Benzer yasa yakın gelecekte İsveç olmak üzere Avrupa Parlamentosu’nda da gündeme gelecektir. Türkiye’nin yöneticileri ise bunlara, sözüm ona ifade özgürlüğünün ve demokrasinin ne anlama geldiğini anlatmaya devam edecektir. Sayın Baydemir, Türkiye’nin resmi tezi, bu konunun tarihe ve tarihçilere bırakılmasıydı. Türkiye’nin son yıllara kadar resmi tezi yaşanan soykırımın katı bir inkarına dayanıyordu. Son yıllarda dillendirilmeye başlanan “bu konunun tarihe ve tarihçilere bırakılması” konuyu politik zeminden çıkarıp akademisyenler arasında bir polemik boyutuna çekmeyi hedefliyordu. Oysa konu sadece tarihi bir olay değildir ki tek başına tarihçiler tarafından çözülebilsin; konu politik bir sorundur ve ilk etapta da politikacılar tarafından çözülmelidir. Ne var ki, Türkiye’yi yanlış politikacılar yönetiyor. 1915’den bu yana hala Talat Paşa geleneğini sürdüren anlayışlarla bu sorunu çözemez. Bu yüzden ümidimiz sağduyu sahibi dünya kamuoyu ve kimlik mücadelesi veren sizlersiniz. Ermeni, Süryani ve Rum halklarına karşı Birinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen soykırım, birçok yazılı-sözlü tarihi belge ve araştırma ile kanıtlanmış bir gerçekliktir. Bu konunun yaşanan derin trajediye rağmen inkarı, sözde bilimsel üslup ile inkarı bu soykırımın mağduru insanların acılarına daha fazla acı katmaktadır. Bu nedenle konu tarihçilerin meselesi olmaktan çıkmış, siyasi iradelerin tarihsel kararlarına kalmış durumdadır. Soykırım mağdurları için; Fransa Parlamentosu ve senatosunun aldığı karar, bu nedenle doğru yönde alınmış bir karardır 1915 Soykırımında, gerici Kürt aşiret- lerinin (bu günkü karşılığı korucular) katılımı ve desteğiyle de, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar ve Yezidiler katledildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu katliamın üzerinde kuruldu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu soykırımı gerçekleştiren İttihat’çı çete ile hesaplaşma yönünde bazı adımlar atılmış gibi görünse de, bu politik çizgi kısa bir süre içerisinde yerini, yine katı bir soykırım inkarcılığına bırakmıştır. Türkiye’de yaşayan beyaz Türk’lerin dışındaki tüm etnik kimlikler yok sayılmıştır. Günümüz Türkiye’sinin demokratikleşememesinin en önemli sebeblerinden biri bu zihniyetin Türk siyasi yaşamındaki hegemonyasıdır. Bu zihniyetle hesaplaşmayı başaramamış bir Türkiye günümüzde Kürtlere de siyasal ve kültürel bir soykırım yapmaktan çekinmemektedir. Sayın Baydemir, Bu aşamada size de ağır sorumlukluklar ve yükümlülükler düştüğünü söylememize izin verin. Yüz yıldır kan akan bu topraklarda, demokrasi ve barış için dayanışma içersinde hep birlikte çalışmalıyız. Çünkü, İttihat ve Terakki Partisi yöneticisi ve soykırım mimarlarından Dr. Reşit Şahingiray’ın valiliğini yaptığı Diyarbakır’in şimdiki Belediye Başkanı sizsiniz. Dr. Reşit soykırım yaşayan halkların tarihinde kara bir lekedir. Onun onayı ve örgütlenmesiyle bölgedeki Süryaniler ve Ermeniler hunharca katledilmiştir. Süryani halkının ve bölgedeki soykırım yaşayan halkların dostu olan sizlerden bir talebimiz var. Senede bir gün uğrayıp çiçek bırakacağımız ve atalaramızı anacağımız bir anıtın belediyeniz tarafından dikilmesi, soykırım inkarına bir cevap olacağı gibi, barış ve demokrasi kültürüne de hizmet edecektir. Saygılarımla Sabri Atman Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi Başkanı’ Haber Kaynağı: CHAK Dokumentation Center kızılbaş - sayfa 57 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 t.b.m.m anayasa uzlaşma komisyonu başkanlığına Türkiye Cumhuriyeti iç dinamikleriyle kaydettiği gelişmelerle bölgesel ve küresel düzeyde meydana gelen değişimlere uyum sağlamak amacıyla yeni bir anayasa yapma sürecindedir. Ortaya çıkan bu durum Türkiye’nin gelecekte ulkusal ve uluslararası düzeyde ilerleyeceği yol haritasının niteliğini de ortaya koyacaktır. Dolayısıyla tarihsel ve güncel sorunlara, ihtiyaçlara çözüm getirme tutumu da netleşecektir. Birçok halkın ve değişik düşüncelere sahip olan toplumsal kesimlerin bir arada yaşama ve kendilerini ifade etme zemini de bu şekilde oluşturulacaktır. Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan ve herhangi bir hukuksal dayanağa sahip olmayan biz Süryani (AsuriKeldani-Arami)‘ler her alanda mağdur edildiğimiz için, içinde bulunduğunuz bu çalışma sürecine büyük bir önem veriyoruz. Ayrıca bu sürecin herkes gibi bize de görevler yüklediğinin bilinciyle haraket ediyoruz. Bu temelde düşünce, öneri ve katkılarımızı dikkatinize sunuyoruz. Yeni Anayasa’ya İlişkin Öneri ve Taleplerimiz; 1- Anayasa’da yazılacak bir giriş bölümüyle, İnsan onurunun en büyük değer olarak tanımlanması ve koruma altına alınması, dilinden, dininden, ırkından, cinsinden dolayı hiç kimsenin baskı görmemesi, belirtilmelidir. 2- Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulduğu coğrafyada, tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan ve yaşayan bütün toplumsal ve kültürel değerlerin sahiplenilmesi, korunması ve geliştirilmesi gerekliliği önemle ortaya konulmalıdır. 3- Bilindiği gibi Türkiye Cumhutriyeti değişik onlarca etnik ve kültürel halk grubundan oluşmaktadır. Dolayısıyla yeni anayasada bu kimliklerden tektek söz etmek mümkün değildir. Ancak Türkiye’nin bu zenginliğine vurgu yapılmalıdır. 4- Türkiye Cumhuriyeti, belli bir ırka, etnik ve kültürel yapıya, din ve ideolijiye dayandırılmamalıdır. Bu anlamda herkesin kendi kimliğini özgürce ortaya koyabilmeli ve koruyabilmelidir. 5- Yaşanan olumsuz olaylardan dolayı göçertilen ve göç eden herkese, koşulsuz dönüş hakkı verilmesi ve haklarının iade edilmesi. 6- Değişik dönem ve biçimlerde gasp ve işgal edilen, vakıf malları dahil bütün değerlerin sahiplerine veya mirasçılarına geri verilmesi. Vakıf malları Anayasal güvence altına alınmalı. 7- Ülkemizdeki bütün kültür, dil ve inançların kendilerini var etme ve yarınlara taşıma hakları anayasada güvence altına alınmalı, bu konuda kamusal sorumluluklar tanımlanmalı ve bu doğrultuda yapılacak çalışmalara genel bütçeden pay ayrılmalıdır. 8- Anadil hakkı temel bir hak olarak kabul edilmeli, ana diller anayasal güvence altına alınmalı, ana dilde eğitim-öğretim, ana dilin kamusal alanda kullanımı, ana adilde radyo-televizyon yayını yapma ve ana dilde isim-soy isim ve köy/yer isimleri kullanma hakkı anayasada güvence altına alınmalıdır. 9- Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan ve yok olma tehdidi altındaki diller koruma altına alınmalı ve bu dillere pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır. 10- Kültür, dil ve inançlar ile toplumsal yaşam ve kamusal alanda halklara yönelik uygulanan her tür ayrımcılık ve ırkçı söylem ortadan kaldırılmalı, yasalardaki „kin ve nefret suçları“ tüm kültürel, etnik ve dinsel aidiyetleri kapsayacak şekilde genişletilmeli, „kin ve nefret suçlarının“ önlenmesi için anayasaya hüküm konulmalıdır. 11- Tarih ile yüzleşmenin, hesaplaşmanın temel koşulu olarak, halklara karşı işlenmiş suçların ortaya çıkarılması için yapılacak çalışma ve araştırmalara hiçbir şekilde sınırlama getirilmemelidir. 12- Devletin dini biçimlendirme aracı olarak işlev gören Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersi kaldırılmalı, inanç sembolleri üzerindeki her türlü baskıya son verilmeli, inanç ve ibadet inananların vicdanına bırakılmalıdır. 13- Cami, Cemevi, Kilise, Siagog ve diğer ibadethaneler hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan yerleri yasal statüye kavuşturulmalı ve devlet tarafından el konulmuş ibadet yerleri gerçek sahiplerine iade edilmelidir. Sonuç olarak; Süryaniler, yerli halk olma özelliklerine ve Lozan Antlaşması gibi, Türkiye’nin kuruluşuna dayanak olan uluslararası antlaşmalara rağmen, bugüne kadar herhengi bir tanımlanmaya sahip bulunmamaktadır. Bu da hem bireysel hem de grupsal olarak Süryaniler’in sürekli baskı altında olmasına neden oldu. Yapılacak yeni anayasada bu durumun giderilmesi konusunda gerekli çabanın sarfedilmesini, yeni anayasa yapma çalışmalarında halkımızın hak ettiği yeri ve haklarını elde ettiğini görmeyi umud ediyoruz. Bu hak aynı zamanda Türkiye’yi oluşturan diğer bütün yapılar için de yerine getirilmelidir. Bizler; ancak bu şekilde Türkiye’de halklar arasında ortaya çıkan güvensizlik ortamının aşılabileceğine ve kendisiyle barışık bir toplumsal yapı oluşturulabileceğine inanıyoruz. Geçmişte açılan yaralarla büyük bir kan kaybı yaşayan Süryaniler, göç ettiği diaspora’da birçok hak ve imkanlara sahip olmasına rağmen, yüreği hala binlerce yıllık ülkesi için atmaktadır. Türkiye’de ve yurtdışında yaşayan yüzbinlerce Süryani; atılacak bu yeni adımları heycanla beklemektedir. Bu heyecanı karşılıksız bırakmayacağınıza olan inancımızla başarılarılar diliyoruz. Saygılarımızla Avrupa Süryaniler Birliği - ESU Süryani Dernekleri Federasyonu Türkiye Mezopotamya Kültür ve Dayanışma Derneği - İstanbul Keldani-Asuri Dayanışma Derneği İstanbul Almanya Süryani F ederasyonu - HSA Turabdin Kalkındırma Dernekleri Federasyonu - DETA - Almanya İsveç Süryani-Asuri Dernekleri Federasyonu İsviçre Süryani Meclisi TÜRKİYE'DE BİR İLK Süryaniler olarak Türkiye'de aylık gazete çıkarıyoruz. Gazete Sabro gazetesabro@hotmail.com kızılbaş - sayfa 58 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 70 YILDA, KEMALİZMİN, KÜRT ALUVİLER ÜZERİNDE, BIRAKTIGI DERİN TAHRİBAT. ASİMİLASYON: Farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme sürecinin sonu. 2. toplumun bir kesimini iradesi dışında sindirme, genele uyumlaştırma... Evet Cumhuriyetin kuruluşunda sonra konuyu ele alalım. Tabiki TC nin kuruluşu... ile bu asimilasyon davası başlamadı Osmanlı başlatı ama bir türlü başarı şansı yoktu. Kemalizmin Türkiyede Hakimiyetini kurduktan sonra, sıra Kürt Aluvileri dizayın etmeye Gelmişti. Yuzlerce yıldır, aynı topraklarda beraber yaşayan Türk Aluviler ve Kürt Aluviler Tümden yok etmek imkansızdı. Dez enformasyonla birbirine karşı tepkili bir hale getirilen Kürt Aluveler ve Kürt müslümanları bu sayede birleşmeleri imkansız gibi görünüyordu. Buda kemalizmin işini kolaylaştırıyordu. Katliamlara çeşitli gerekceler yaratarak sinsice planlarını tek tek pratikte uygulamaya koyuyordu. TC kuruluşunda Kürtlere, Aluvilere özgürlük hak eşit vatandaşlık federasyon, vaat ederken, Mustafa Kemal, iktidarını sağlamlaştırdıkca, içini kusmaya başladı. Tek millet ilkesini hayata geçirmeye çalıştı. Karşı çıkan Aluvileri ilk hedef seçti 1921 de Koçgiri soykırımını yaparak, 20000 Kürt Aluvi sivil yaşlı bebek kadın demeden toplu katletti. Artık bu ülkede Tek din, Tek ırk. Tek dil ilkesi vardır demeye başladı. Buna karşı cıkan herkesi öldürdü. Genelde Kürtleri kontrol altına almak için heryerde karakollar kurulmaya başlandı. Bir kaç köye bir karakol kuruldu. Asimilasyonu etkili hale getirmek için her köye okul yapıldı yada birbirine yakın olan bir kaç köye bir okul yapıldı. Asimilasyonu hayata geçirmek için özel seçilmiş öğretmenler eğitilmeye başlandı buna çok önem ve destek verildi. Zamanla her Aluvi Kürt köye bir ırkcı öğretmen gönderildi. Görevi hep asimilasyon aynı zamanda köy halkı hakında düzenli olarak ayrıntılı bilgi aktarımı yapılacak. Yazılı olarak verilecek bu bilgi ilçe yada illerde bulunan, eminiyet müdürlüklere verilecektir. Türkçe özendirilecek, Kürtçe aşağılanacak ve kürtçe konuşmaları yasaklanacak. Kemalizim övülecek hergün anlatılacak. İlk okul düzeyinde başlatılan bu uygulama, derinleşerek devam etti. Ölümle sindirilen Aleviler artık Özünde uzak bir boşluktalar. Okularda Kendi halkına özüne ruhuna düşman bir nesil yetiştiriliyor. 1970 lere gelindiğinde, artık bu nesil kör sağır olmuştur. Evde kürtçe konuşurlar ama hiç merak etmez neden kürtçe konuşuyoruz. Kendince algılama şekli herhalde eskide devleti sevmiyenler konuşurdu bu dili diye bir karara varır. Bilinci köreltilmiş bu nesil, kendi değerlerini horluyor aşağılıyor sen kürtmüsün kelimesi ona aşağılık duygusunu hatırlatıyor. Yabancı birisi sorsa Aluvimisin karşısında aynı hislere kapılıyor. Bu komlekslerle yaşayan bu nesil, Ağırlığını güzel türkçe konuşmaya veriyor. Ne kadar güzel türkçe konuşursa o kadar yüceldiğini görüyor. Köyde artık dikkat ediyor güzel türkçe konuşmaya özen gösteriyor. Kendini herkesten farklı görmeye başlıyor. Konuştuğu kürtçe şivesini bile değiştirmeye başlıyor. Kürtcenin içinde ne kadar türkçe kelime olursa o kadar iyi oluyor Artık komşu köylere karşı diyor bizim kürtçe türkceye benziyor sizinki doğuya. Evet herkes doğusunu artık KRO lar diye referans gösteriyor. Ona göre Kürt olmak demek cahil olmaktır, aşağılık olmaktır, insanda sayılmayan demektir, Bu derin asimilasyon dalgası, bütün Aluvi kürtleri sarmıştır. Özünde yoksun bu nesil, kendi öz değerlerine düşman olmuştur. Gerçekler karşısında kör sağırdır. Devlet olgusunu Aluviler üzerinde özendirmek için, bazı asimüle olmuş insanları küçük memur veya öğretmen yapmaya başlamışlardır. Bu asimile olmuş, öğretmenler ayakları yere değmiyor yüce devletin yüce memurudur. Artık Kürt- çe konuşmayı bırakmıştır. Bu asalaklar kendini yaşadığı toplumda ayrı bir yere koyuyor. Ona göre Aluvilik Horasanda gelen türkmenlerde oluşuyor. Aluvilerin özüde islamdır. Ona göre Atatürk devrimleri ile dünyada nerdeyse ilk demokrasiyi kuran aydın çağdaş laik biridir. İlk okulda tut eğitim enstütisine kadar aldığı birikim buydu. Şimdi onu kusma zamanı gelmiştir. Devlet kavramı ona göre kutsaldır. Yüce ve kutsal devletin yüce ve aydın memuru. Devlet Aluvi toplumun içine fitne fesat sokmuştur. Satın aldığı bazı kişiler eli ile topluma kötü alışkanlıklar özendiriliyor, birliği bozmak için bazı ufak oyunlarla kimse kimseye güvenmesin diye bazı insanları karakola götürüp dövülüyor. Kimsenin kimseye güveni yoktur. Köylerde bile birlik sağlamak zor hale gelmiştir. Artık asalak birbirine kinli birbirini istemez birbirlerini düşürmek için, yeni bir nesil var edilmiştir. Bugün hiç okula gitmemiş 50 yaşındaki cobanla konuşun, öğretmen olmuş bir asalakta daha mantıklı düşündüğünü göreceksiniz. Hiç olmasa kendi özüne düşman değildir bu coban. Bu hastalıklı ruh hali onları özünde boşaltmış, kişiliksiz yapmıştır. Kendi özünü horlayan kabul etmeyen, birer aşağılıklı komleksli kişiler yapmıştır. Kendinde aşağı gördüklerini horlayan, kendinde üstün gördüklerine kuyruk sallayan birer mağluk yapmıştır Bu hasta ruh hali toplumu sarmıştır. 1978 de Maraş katliamı ile Aluvi toplumu derinde sarsılıyor. Daha propaganda yapar halinde olan PKK, Maraşın Aluvi ağırlıklı olan ilçelerinde en kısa zamanda büyük örgütlenmeyi sağlıyor. NOT: ALUVİ kulandım. Asıl kulanılan Aluvileri ifade eden kelimedir. Kemalizimin gelişinde sonra Alevi kelimesi kulanılmıştır. Alevilerin ataları Luvilerden beri gelen alevileri ifade eden kelimede ‘’ALUVI’’ dir. Her ne kadar 1500 yıllarında sonra Şah İsmail zamanında Kızılbaş kelimesi kulanılsada, Ondan önce Aluvi özüne uygun olarak hep ışık, ateş, Aluvi, olarak tanımlanmıştır. Alevi kelimesi bile ateşi ifade ediyor. Türkçede Alev ateştir. Biz artık Aluvi olarak ifade edelim. Özünede uygundur. 03.03.2012 Enel Hak kızılbaş - sayfa 59 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "Cumhuriyet’in ‘azınlık raporu’" çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrımüslimler işten çıkarılmaya başlandı. Bu yönetmelik uyarınca işten çıkarılan Rumların sayısı beş bindi. Hrant Dink Davası’nda çıkan karar aslında beni şaşırtmadı. Çünkü bu topraklardaki gayrımüslim düşmanlığının köklerinin ne kadar derinde, dallarının ne kadar yaygın olduğunu biliyorum. 22.01.2012Okunma: 706412 Yorum1 Bekleyen Yorum Hrant Dink Davası’nda çıkan karar aslında beni şaşırtmadı. Çünkü bu topraklardaki gayrımüslim düşmanlığının köklerinin ne kadar derinde, dallarının ne kadar yaygın olduğunu biliyorum. İktidar partisinin tepkileri yatıştırmak için kullandıkları “Yargıtay aşaması” sürecinin nasıl biteceğini de tahmin ediyorum. Çünkü hem AKP’nin Ergenekonlaşmış bu devletle giderek nasıl bütünleştiğini görüyorum, hem de Yargıtay’ın Pınar Selek, Uğur Kaymaz, Baskın Oran, N.Ç. başta olmak üzere daha nice dava hakkında verdiği kararları biliyorum. Bu hafta Cumhuriyet tarihi boyunca, devletin gayrımüslimlere karşı işlediği suçların özet bir dökümünü yapacağım. Böylece işimizin ne kadar zor olduğunu görüp tekrar derlenip toparlanalım. » 16 Mart 1923’te, Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir” dedi. Böylece Cumhuriyet’in azınlık politikalarının çerçevesi belirlenmiş oldu. » Haziran 1923’te, Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrımüslim azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur kaldı. Bu yetmezmiş gibi Yahudilerin Filistin’e göçmelerine de engeller konuldu. » Eylül 1923’te, Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı. » Aralık 1923’te, Çorlu’da yaşayan bir- » 17 Şubat 1926’da, Medeni Kanun’un kabulünden sonra, Ermeni, Yahudi ve Rum cemaatleri, birbiri ardı sıra, Lozan Barış Antlaşması ile kendilerine tanınan azınlık haklarından vazgeçtiklerini açıklamaya zorlandılar. kaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı. » 24 Ocak 1924 tarihli Eczacılar Hakkındaki Kanun’la eczane açma yetkisi “Türk bulunma” meselesine bağlandı. » 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca 40 kadar Fransız ve İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi. Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı. » 3 Nisan 1924’te, kabul edilen Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum avukatların üçte biri işsiz kaldı. (İşsiz kalan Ermeni avukat sayısı öğrenilemedi.) » 29 Ocak 1925 gecesi, Fener Rum Patrikliğine seçilen Araboğlu Konstantinos bir trene bindirilerek Selanik’e gönderildi. Suçu, hükümetin hoşuna gitmeyen biri olmasıydı. Bu durum, Yunanistan tarafından Lozan’ın ihlali olarak La Haye Adalet Divanı’na ve Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ancak Türkiye’nin “Patrikhane’yi de sınırdışı etme” tehdidi savurması üzerine Yunanistan şikâyetlerini geri çekti ve Patrik “kendi isteğiyle istifa etmiş” gibi yapılarak konu kapatıldı. » 22 Nisan 1926’da, ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanılmasını mecburi kılan kanundan sonra idari kadrolarda » 1 Ağustos 1926’da, devletin Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 23 Ağustos 1924’ten önceki tarihlerde gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi. » 17 Ağustos 1927’de, Elza Niyego adlı 22 yaşındaki Yahudi kızı, kendisine âşık olan ve uzun süredir taciz eden evli ve torun sahibi Osman Ratıp Bey tarafından öldürüldü. Olayın devlet tarafından örtbas edilmeye çalışıldığını gören Yahudi cemaatinin ilk kez sesini çıkarmaya cesaret etmesi üzerine, gazetelerde yoğun bir Yahudi düşmanı kampanya başlatıldı. Bazı Yahudiler “Türklüğe hakaret ettikleri” gerekçesiyle mahkemeye verildiler. » 13 Ocak 1928’de, rejimin gözüne girmek isteyen bir grup Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi öğrencisinin aldığı karar uyarınca, birden vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına “Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlar asılmaya başladı. Dönemin gazetelerinde “Türkçe Konuş!” hitabına tahammül edemeyen “sözde vatandaş”lardan şikâyet ediliyordu. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok gayrımüslim hakkında Türklüğü tahkir davası açıldı. » 11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’la doktorluk “Türk olma” şartına bağlandı. Böylece gayrımüslimler doktorluk yapamaz oldular. » Eylül 1929’de, Defterdarlık, Yahudi okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni, Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları ticari müessese sayarak bunlara yapılan kızılbaş - sayfa 60 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bağışları ve intikalleri vergilendirmeye karar verdi. Uygulama geriye doğru, 1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa haciz geldi. Hükümetin baskıları sürdü ve bağışlar sıkı takibe alındı. » 1929-1930 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı. » 18 Eylül 1930’da, Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Yaylası’nda “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” şeklindeki ünlü vecizesini söyledi. » Ekim 1930’daki Belediye seçimleri sırasında yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olması üzerine, iktidardaki CHF şiddetli bir gayrımüslim karşıtı kampanya başlattı. Parti kuruluşundan 99 gün sonra kendini feshetmek zorunda bırakıldı ama gayrımüslimlere kızgınlık bitmedi. » 11 Haziran 1932’de, yürürlüğe konan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını kapsıyordu. » Kasım 1932’de, İzmirli her Yahudi’ye Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi. » 1933’te, Mardin’deki Süryani Patrikliği, gizli ve açık baskılara dayanamayarak “cemaatin arzusu doğrultusunda”, “görülen lüzum üzerine”, “muvakkaten” (geçici olarak) Mardin’den Suriye’deki Humus’a taşındı. Ancak o günden beri geri dönmesi mümkün olmadı. » 14 Haziran 1934’te, kabul edilen ve ülkeyi “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşanlar” (has Türkler), “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar” (Kürtler) ve “Türk kültüründen olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (gayrımüslimler ve diğerleri) olarak üçe bölen İskân Kanunu’ndan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Rumlar ve Ermeniler, kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler. » 21 Haziran-4 Temmuz 1934’de, Irkçı Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız gibi ırkçı yazarların Yahudi aleyhtarı ve ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler, Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere ait evler ve mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, bir haham öldürüldü. CHF Trakya teşkilatının örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15 bin Yahudi, mal ve mülklerini geride bırakıp can havliyle başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Olaylar yatıştığında bilanço ortaya çıktı. CHF’nin hazırladığı bir rapora göre Trakya ve Çanakkale’de yaşayan 13 bin Yahudi’den üç bini İstanbul’a göçmüş, pek çok kişi mallarını yağmalarda, mülklerini ise yok pahasına sattıkları için kaybetmişlerdi. » 24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa, Ankara Askerî Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak” idi. » 6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise ifade biraz daha rafine hale gelmiş ve “Türk soyundan olmak” haline dönmüştü. » Ağustos 1938’de, hükümet “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tâbi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 numaralı kararnameyi çıkardı. Ülkenin tek resmî haber ajansı Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri ülkenin çektiği sıkıntıların sorumlusu gösteren yazı ve karikatürlerde patlama oldu. » 1938-1939’da, yaklaşan savaşta milli güvenliği tehdit edecekleri gerekçesiyle, Anadolu’nun kırsal bölgelerinde yaşayan gayrımüslimler büyük şehir merkezlerine nakledildiler. Büyük şe- hirlerin yaşam koşullarına ayak uyduramayanlar ülkeden göç etmek zorunda kaldı. » Temmuz 1939’da, Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında bölgedeki Ermeniler baskılar sonucu Suriye’ye göç ettiler. » 8 Ağustos 1939’da, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 ağustosta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı. Gemi çıkarılırken CHP’ye yakın Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti” diye başlık atmıştı. » 28 Aralık 1939’da, Erzincan’daki büyük depremde onbinlerce kişinin öldüğünü duyan Tel-Aviv, Hayfa, Buenos Aries, New York, Cenevre, Kahire ve İskenderiye’deki Yahudi cemaatleri aralarında topladıkları paraları, giyim eşyalarını Türkiye’ye yolladılar. Ancak gazetelerde Yahudilerin bu tavrını alaya alan, altında kötü niyet arayan yazılar, karikatürler boy gösterdi. » 12 Aralık 1940’ta, Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan “yüzen tabut” namlı Salvador’un (aslında 40 kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı. » 22 Nisan 1941’de bir gün kapılarında beliren jandarmalar tarafından 12 bin gayrımüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı, su darlığı çekilen altyapısız kamplara gönderildiler. “İstanbul’u unutunuz!” diye bağıran çavuşları ve subayların sesi dönemi yaşamış tüm azınlıkların belleğine yerleşti. 20 Kur’a İhtiyatlar denen bu “askerler”, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar ve ancak 27 Temmuz 1942 günü terhis kızılbaş - sayfa 61 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 edildiler. » 15 Aralık 1941, Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudi’sini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisi Türk makamlarının yolcuların karaya çıkmalarına izin vermemeleri üzerine, 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra zorla Karadeniz’e çıkarıldı. 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edilen Struma 24 Şubat 1942 günü, saat 02:00’de kimliği bilinmeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Parita, Salvador ve Struma gibi mülteci gemilerine reva görülen muamele, aynı zamanda Türkiye Yahudilerine verilmiş bir mesajdı. » 11 Kasım 1942’de, Şükrü Saracoğlu Hükümeti, savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi’ni çıkardı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrımüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise sadece yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Mart 1944’e kadar süren “Varlık Vergisi Faciası” sırasında kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi. » 1946 yılında ilk kez üniversite mezunu gayrımüslimlerin yedek subay olarak askerlik yapmasına izin verildi. Bu demekti ki, daha önce gayrımüslimlere bu yol kapalıydı. Ancak o tarihten bu yana TSK’da gayrımüslim bir komutana rastlanmadı. » 1946’da, CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayımlanan “Azınlık Raporu”nda “İstanbul’da özellikle Rumlara karşı ciddi tedbirler almalıyız. Bu anlamda söylenecek tek bir cümle var: İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne kadar bu şehirde tek bir Rum bile kalmamalıdır” deniyordu. Rapora göre bu sorunun çözümüne geçilmeden önce Anadolu’nun geri kalan kısmı da gayrımüslimlerden arındırılmalıydı. » 1948’de, Yahudiler yeni kurulan İsrail’e, Ermeniler ise Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne göç etmeye kalkınca, yıllardın onları kaçırtmak için her şeyi yapan devlet ve devlet güdümlü basın bu sefer de göçmek isteyenleri “hain” gösteren yayınlara başladılar. Türk yöneticisi her gün göreve gitmekte. Patrikhane de okulu açık tutmak için masraf yapmaya devam etmekte. » 6-7 Eylül 1955 günlerinde, Kıbrıs’la ilgili olarak Londra’da toplanacak üçlü konferansta Türkiye’nin “elini güçlendirmek” için ağırlıklı olarak İstanbul Rumlarına yönelik büyük bir yağma harekâtı örgütlendi. Ancak olaylar İzmir, Adana, Trabzon gibi merkezlere de yayıldı ve sadece Rumlar değil Ermeniler ve Yahudiler de saldırılardan nasiplerini aldılar. Kimi kaynaklara göre üç, kimine göre 11 kişi öldü, yaklaşık 300 kişi yaralandı, yüzlerce kadına tecavüz edildi. Resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayrı resmî rakamlara göre yedi bine yakın bina saldırıya uğradı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin bir milyar liraydı. » 1964’te, Kıbrıs Olayları’nın etkisiyle Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği ve ünlü Johnson Mektubu’nun Türkiye’yi köşeye sıkıştırdığı günlerde, Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan “Dostluk Antlaşması” bir hükümet genelgesiyle, Türk hükümetince tek taraflı olarak iptal edildi. Türkiye’de doğup büyümüş, burada ticaret yapan, esnaflık yapan, emekçilik yapan Yunanistan vatandaşı on binlerce Rum sınırdışı edildiler. Sürgünlerin yanlarına bir bavul ve 200 lira almalarına izin verilmişti. Onlarla evli Türk vatandaşı Rumların da ülkeyi terk etmesiyle Rum cemaati yok olma noktasına geldi. » 1985-1990 arasında PKK’ya karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen “Melek Tavusa Tapan” Yezidiler kitlesel olarak Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. » 1974’te, İstanbul’daki Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile Hazine arasındaki bir dava nedeniyle Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun verdiği bir kararda Türkiye’deki gayrımüslim vatandaşlar “Türk olmayanlar” olarak değerlendirildi. » 1984’te, Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun masraflarını karşılayamadığını söyleyerek kapatılması için izin istedi ancak o güne kadar okulu kapatmak için elinden geleni yapan hükümet, Lozan Barış Antlaşması, diğer ikili anlaşmalar açısından ve “mütekabiliyet ilkesi” açısından bunun mümkün olmadığını ileri sürerek, bu talebi kabul etmedi. Bugün bir tek öğrencisi olmadığı halde Milli Eğitim Bakanlığı’nca atanan okulun » 2000’li yıllarda Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının önde gelen konularından biri “Misyonerlikle mücadele” idi. » 15 Kasım 2003, Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu ile Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na iki Müslüman Türk teröristi tarafından intihar saldırısı yapıldı, eylemciler de dâhil 25 kişi öldü, 300’den fazla kişi yaralandı. » 5 Şubat 2006, Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro 16 yaşında bir genç tarafından bıçaklanarak öldürüldü. » 19 Ocak 2007’de, AGOS’un başyazarı Hrant Dink öldürüldü. » 18 Nisan 2007, Malatya’da yedi “milliyetçi” genç Hıristiyanlıkla ilgili yayın yapan Zirve Yayınevi’ni basarak üç büro çalışanını vahşice öldürdüler. Şimdi bu tarihçeye bakınca Hrant Dink Davası’ndan çıkan karara şaşırılır mı? Sizi bilmem ama başta da dediğim gibi ben şaşırmadım. Taraf GAZETESİ kızılbaş - sayfa 62 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kadınlar günü de vatana millete hayırlı uğurlu ola!. kadınların özgül ve toplumsal ortak sorunlarının çözümlerinde birinci elden kendileri sorumludurlar. erkeklerden ve devletten çözüm beklemek biraz fazlaca saflık değil mi? önerimiz; kadınların siyasal örğütlenmeleridir. erkek örgütlerinden ayrı ve de bağımsız olmalıdır. siyasal alana çıkıp iktidarı paylaşmalıdırlar. bu işlerin yapılmasına biz kızılbaş dergisi olarak kadınların siyasal örgütlenmelerine kürsü verebiliriz. kızılbaş - sayfa 63 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tanrı Yanılgısı Şiir, edebiyatı şekillendirme kalıplarının en güzeli olmaktan öte insan diline ait ifade gücü en yüksek olanıdır da. Onunla sadece şairin sanatsal becerisi değil, kullandığı dilin canlılığı da toplumun gösterdiği saygıdan tamamen bağımsız bir şekilde belirir. Onun için önünüzdeki kitapta derlenmiş olan ve ilk kez yayımlanan Sey Qaji’nin manileri ve kılamları belagati yüksek (derin anlam, anlatım, estetik ve stilistik içeren ) bir belge olma özelliği taşır. Şairin anadilinin henüz resmiyette dil olarak bile algılanmadığı bir zamanda oluşmuş eserler olarak, Zazaca’nın muktedir ifade derinliğinden yakın bir perspektif sunmaktadır. Kitabı yayımlayana Sey Qaji’nin biricik eserlerinin unutulmasını önlediği ve kamuoyuna ulaşır kıldığı için içten bir teşekkürü borç biliriz. (Prof. Dr. Jost Gibbert) Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir alan çalışması sonucu, Dersim’in efsanevî şairi, halk filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz Sêy Qaji üstüne derli-toplu bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy Qaji’nin 1860-1936 yılları arasında yaşadığı kabul edildiğine göre, demek ki bu çalışmayla,Dersim’in yaklaşık yetmiş yıllık toplumsal ve siyasal tarihi gözler önüne seriliyor. (Mehmet Bayrak) ISBN : 978-605-4091-07-2 "Bu çalışmanın I. bölümünü "Ortak Bir Tarih Denemesi" oluşturuyor. Ermeni tarihi bilinmeden Kürt tarihinin, Yunan tarihi bilinmeden Ön Asya'nın ve bütün bunlar Son zamanlarda, Discover dergibilinmeden de Türk egemenliği tarihinin si, evrimi sert ve etkili savunduğu anlaşılamayacağını düşünüyorum. için Richard Dawkins'i "Darwin'in II. bölüm, "Ermeni Ulusal Demokratik Rottweiler"i anmaktadır. Hareketi" başlığınıolarak taşıyor. Ermeni ulusal hareketinin Türk,onu, Yunan, Kürt, Prospect oluşumu, dergisi ise (umberto Asur ilişkibirlikte) ve etkiEcoveveBalkan Noamtoplumlarıyla Chomsky ile leşimleri içinde çalışılıyor.biri dünyanın ilk ele üç alınmaya halk aydınından "Jenosit 1915" başlığını taşıyan III. bölüm, olarak seçti. Bu kez Dawkins keskin tümüyle Soykırım olgusunun oluş ve sonuçzekâsını din üzerine çevirir, dinin halarına odaklanıyor. Tehcir kanunu ve uytalı mantığını ve yol açtığı acıları ifşa gulanışı, Soykırım'daki siyasi, toplumsal ve eder. sorumluluklar; İttihat ve Terakki, kurumsal Teşkilat-ı Mahsusa, Hamidiye Alayları, Alman bu bölümün tartışEski Askeri Ahit'invarlığı, cinsiyet takıntılı tiratığı başlıklar. Bu bölümde düşünürlerince üç ayrı örnek nından, Aydınlanma olay üzerinde olarak durulmakta: müşfik (amaayrıntılı hala mantık dışı) Kutsal "Bediüzzaman'ın Teşkilat-ı Mahsusa ile ilşDüzenleyici olmasına kadar Tanrı'yı kisi", "Hacı Musa Bey prototipi" ve "Sabiha bütün örnek formlarıyla Gökçen olayı"... eleştirir. Dine ilişkin bütün önemli IV. bölümde "Kemalistargümanları İktidar ve Batıdidik didik eder ve doğaüstü bir varlığın Ermenistan'ın İşgali" başlığı altında, olamazlığını açık seçik Savaşı'nın ortaya koyar. Bolşevik Devrimi, I. Dünya sona ermesi, Sevrtarihsel ve Lozanve barış görüşmeleri ile Konuları çağdaş kanıtlargelişen süreçlerde Kemalist hareketin gelişla destekleyerek, dinin nasıl savaşı mesi, Bolşeviklerin ilişkileri, Kürt-Ermeni ateşlediğini, bağnazlığı kışkırttığını, ittifak arayışları, Kürt ulusal başkaldırılaçocukları istismar ettiğini gösterir. rının başlaması gibi olgular yer alıyor. Böyle yaparak, inancının sa"Cumhuriyet'in EtnikTanrı Yok etme ve Yayılma dece akil dişi (irrasyonel) değil, ayni Politikaları" başlığı altında V. bölümde zamanda potansiyel ölümcül Nasturilerin Hakkari'denolarak çıkarılması; "Mübadele" ile Ön Asya'daki olduğu seklinde zorlayıcıRum bir vardurum lığının silinmesi; Antakya'nın [Hatay] yaratmaktadır. ilhak edilmesi; Kürt direnişlerinin "tedip veDawkins'in tenkil"i, "Mecburi ve asimilasdini iskan" çürütmeye yönelik yon politikaları; "Varlık Vergisi", "Struma ateşli ve şiddetli tarzı, Kutsal Kitap'ı olayı", Türkiye'nin "Kristal Gece"si 6-7 Eylül delik deşik eden tutarsızlık ve zalimOlayları", Kıbrıs'ın kuzeyinin işgal edilmesi likler durmadan dilealıyor. getiren, "mahagibi konu başlıkları yer retli tasarım"ın ya veda VI. bölümde "Sonuç" anlamsızlığı olarak "Soykırım Etnik etme Politikalarının can Yok çekişen Orta Doğu Tartışılması" veya Orta yer almakta.köktendinciliği karşısında Amerika Kitabın "İsmiolan Değiştirilen Yerletüylerisonunda diken diken herhangi biri şim Yerlerinin Etimolojik Kökenleri" başlığı tarafından bağrına basılacaktır. taşıyan "Ek" bölümde, isimleri Türkçeleştirilmeye çalışılan yerleşim yerleri isimlerinin asılları; Ermenice, Kürtçe, Yunanca, Süryanice, Arapça, Farsça öz anlamları verilmeye çalışılmaktadır." Cemil Gündoğan`in yeni kitabı: Dönemeç Yazıları Vete Yayinevi'den çıktı! Kürt hareketi yakın bir zaman öncesine kadar, devlet ve hakim medya tarafından dış mihrakların Türkiye’ye karşı kullandığı bir güç olarak sunulurdu. Şimdilerde, giderek iktidarla muhalefetin birbirine karşı kullanmaya çalıştığı bir güç olarak işlem görüyor. Onun, Türk siyasal alanı-nın dışından içine doğru bu şekilde yer değiştirmesini mümkün kılan tek faktör, bu hareketteki iç değişim ve dönüşümler değildir. Türk toplumunda ve siyasetinde yaşanan derin yarılma ve çatışmalar ile Türkiye’nin dış dünyayla yaşadığı sorunlar da bu yer değiştirme üzerinde etkide bulunmaktadırlar. Cemil Gündoğan’ın bu kitabı, Kürt sorununu derinden etkileyen bu tür değişme, gelişme ve faktörleri analiz eden denemelerden oluşuyor. Bir kısmı ilk kez bu kitapta yayımlanan makaleler, Ergenekon davasından, yazarın deyimiyle " Avrupai Türkler"le "Asyatik Türkler" arasında yaşanan ayrışma ve çatışmaların Kürt hareketi bakımından yarattığı siyasi fırsatlara kadar görece geniş bir yelpazeye yayılıyor. Kürt hareketini ve Kürt sorununu, güncel siyasi çekişmelerin ötesine geçerek düşünmek ve tartışmak isteyenler için. La Qoçgiri xeberek hat Min hakır ku Zarifa hat Gotin Zarife kuştune Dinya Alam la mın teng hat Raba raba ảne rabe Raba raba Zarifa raba Derdi welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre La Qoçgıri xeberek hat Mın hakır ku Elişer hat Gotin Elişer Kuştune Dinya alam la mın teng hat Raba raba piro raba Raba raba Elişer raba Derdi Welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre La Amed’e xeberek hat Min hakır ku Şeyh Sait hat Gotin Şeyh ba dare xıstın Dinya alam la mın teng hat Raba raba piro raba Raba raba Şeyh Sait rabe Derdi welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre La Dersime xeberek hat Mın hakır ku Seyid Rıza hat Gotin Seyit ba dare xıstın Dinya alam la mın teng hat Ermeni, Pontus, Koçgiri, Piran, Dersim kırım ve soykırımlarındaki atalarımıızın siyasetleri objektif bilimsel metotla eleyip, tarihimiz ile açıkça yüzleşmedikçe sağlıklı, demokratik bir gelecek kuramayız. Tarihsel gerçekleri kirletip içi boş kuramlarına uygun siyaset yaptığını sananlar asla haklının yanında olamazlar. “Ya bendensin ya düşmansın” anlayışı bunun ürünüdür. Onurlu direniş simgemiz olan Ali Şer ve Zarife şahsında direnişleri anıyoruz. KIZILBAŞ DERGİSİ Raba raba piro raba Raba raba Seyid Rıza raba Derdi welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre Ahmet Güven