EDİTÖR Bismillahirrahmanirrahim Mesnevî’ye kulak verelim: Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme! Allah’ın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz Allah işinin eseridir.Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir? İnsan konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz bir anda hem önünü hem ardını göremez. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin? Madem ki can, harfi manayı bir anda kavrayamıyor, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır? Ey oğul! Allah, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mani olamaz.Şeytan, “Bima ağveyteni” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi.Adem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildir. Günah ettiği halde edebe riayet ederek Allah’a isnad etmedi. Allah’ın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu. Yıl 5 Sayı 60 Eylül 2010 Âdem, tövbe ettikten sonra Allah, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?” O benim takdirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi. Âdem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Allah, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi. Hürmet eden hürmet görür. Şeker getiren badem şekeri yer. Temiz şeyler temizler içindir; sevgiliyi hoş tut, hoşluk gör; incit, incin! Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın: Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el... her iki hareketi de bil ki Allah yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkan yoktur. İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptela bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün? Akli bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir. Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır. Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı. Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi. Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir..Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki? Cehil bahsine gelirsek o Allah’ın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı. Uyarsak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir. Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elif’inse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur! içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 60 Eylül 2010 SAHİBİ Burhan Basın Yayın 4 Hayat Boyunca Ölçülü Ve Dengeli Olmak 42 Bu Gidiş Nereye ? Ersan BİLGİN Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. 9 Allah’la Barışık Düzen 44 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Aydın BAŞAR Takva Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 12 Ahlak 46 Şefaat İistenir Mi? YAYIN KURULU Ahmet HALİLOĞLU Prof. Dr. Orhan ÇEKER 15 Zekat, Muhkem Bir Farizadır 52 Ahmet Yüksel Özemre SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM Burhan Ajans Mehmet TALU DAĞITIM ORGANİZASYONU 19 Çocuk Cemaati 56 Hüzün ve Umut İçindeki Kudüs Nihat Morgül Ahmet Atvan 23 Ramazan Muştusu Mahyalar 58 Muhabbet Bahçesi Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL Ahmet HALİLOĞLU 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hasan BAŞAR Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No 291928 IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. 26 D. Mehmet Doğan: “Gerçek gençlik bayramı 29 Mayıs’tır” Sultanbeyli / İST. Faks: +9 (0216) 498 94 00 60 Misyonerlikten Müslümanlığa Ayşe BAĞCIVAN Röportaj: Aydın BAŞAR Kuran Kursu Cad.No: 87 Tel: +9 (0216) 498 94 00 Yusuf ELİBOL 30 Çoğalma Tutkusu 66 Muhafaza Eden Muhafaza Olunur Hatice FURHAN Fuat TÜRKER İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 32 Kur'an’daki Sünnet Dr. Ebubekir SİFİL 70 Burhan Çocuk Musa KARACA 4 Hayat Boyunca Ölçülü Ve Dengeli OLMAK Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN ZEKÂT, MUHKEM BİR FARİZADIR Mehmet TALU 42 ŞEFAAT İSTENİR Mİ? Prof. Dr. Orhan ÇEKER 56 Misyonerlikten Müslümanlığa Ayşe BAĞCIVAN 66 9 BU GİDİŞ NEREYE ? Ersan BİLGİN 46 Hüzün ve Umut İçindeki Kudüs Ahmet Atvan 60 Muhafaza Eden Muhafaza Olunur Hatice FURHAN HAYAT BOYUNCA ÖLÇÜLÜ VE DENGELİ OLMAK Hz. Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde: "Îtidâl, teennî, hal ve gidişce iyi olmak, peygamberliğin yirmi beş cüz'ünden biridir." (Muvatta, Şaar, 17) buyurarak; biz Müslümanları her işte ve her konuda aşırılıklardan uzak durarak dengeli olmaya dâvet etmektedir. Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN İnsanoğlundan ne melek olması bek- Yüce dinimiz İslâm; yeme, içme, giyim, kuşam, eşya kullanımı, ibâdet gibi her konuda aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiş, ifrât ve tefrîti yasaklamıştır. Bu sebeple işlerin en hayırlısı îtidal üzere olanıdır. Yüce Allah, kâinâtı ve bütün varlıkları dengeli bir şekilde yaratmış ve kullarına da her hususta ölçülü ve dengeli davranmalarını emretmiştir. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur: lenmeli ne de haddi aşmasına müsâade edilmelidir. O her zaman insan olduğunun idrâki içinde bulunmalı, iyiye tâlip olmalı ve şeytandan uzak "Allâh semâyı yükseltti ve mîzânı koydu. Öyleyse, sakın taşkınlık edip ölçüyü bozmayın." (er-Rahmân sûresi, 55/78) durabilme azim ve gayretini göstermelidir. Her husûsta orta yolu tâkip etmelidir. 4 Vehb bin Münebbih şöyle der: "Her şeyin iki ucu ve bir ortası vardır. Bu uçların birinden tutulursa, diğer uç ağır basar; ortasından tutulursa, iki uç da dengede kalır. Öyleyse her şeyin ortasından tutmaya bakın!" (Heysemî, Mecmaüzzevâid, VIII, 112) Eylül 2010 Şeytan, insanları iki yolla kandırmaya çalışır. Bunlardan hangisinde muvaffak olursa fark etmez. Çünkü netîcesi aynıdır. Birisi aşırılık diğeri de gevşekliktir. Yüce Allah, kulları için tembelliğe varmayan bir kolaylığı istemektedir. Allâh'ın kulları için kolaylaştırdığı dini, kulların Allâh adına zorlaştırmaları doğru bir hareket değildir ve buna yetkileri de yoktur. Hz. Âişe annemizin bildirdiğine göre, bir kadınla birlikte otururlarken, yanlarına Peygamber Efendimiz girer ve: "- Bu kadın kim?" diye sorar. Âişe validemiz: “-Bu, filân hanımdır.” dedikten sonra, onun çok namaz kıldığından bahseder. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve selem: "-Bunları saymana gerek yok; gücünüzün yettiği nispette ibâdet etmeniz size yeter. Allâh'a yemin ederim ki siz bıkıp usanmadıkça Allâh usanmaz!" buyurur. (Buhârî, Îmân, 32) Hz. Peygamber Efendimiz, bir başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuştur: "Farz olmayan amellerden gücünüz yettiği kadar yapın. Çünkü amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır." (İbn-i Mâce, Zühd, 28) Ashâb-ı kirâmdan üç kişi, bir gün Sevgili Peygamberimiz'in ibâdetini öğrenmek için muhterem vâlidelerimize soru sormuşlardı. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz'in îtidâl üzere yapmış olduğu ibâdetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine: “-Allâh'ın Rasûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.” dediler. İçlerinden biri: “-Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri: “-Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. Üçüncü sahâbî de: “-Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla ve kat’a evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi: "- Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allâh'a yemin ederim ki ben, sizin Allâh'tan en çok korkanınız ve O'na en saygılı olanınızım. Fakat ben, bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Şunu iyi biliniz ki, benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir." (Buhârî, Nikâh, 1) Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şeriflerinde ibâdet ve istirahat hayatı ile âile ve medenî çalışma hayatını bir vecize halinde özetledikten sonra “işte benim yolum budur, bu yoldan ayrılanlar benden değildir” buyurmakla, Müslümanlıkta ruhbanlık ve dünyayı terk etmek olmadığını açık bir şekilde belirtmiştir. Peygamberimiz'in nâfile ibâdetlerinin îtidâl üzere olması, ümmet için bir rahmet vesilesidir. Bu husûsta kendisini örnek alanlar, herhangi bir zarara uğramadıkları gibi kimse tarafından da kınanmazlar. Herkesin her zaman çok ibâdet etmeye gücü yetmez. Bu sebeple her fert, gücünün yettiği kadar nâfile ibâdet yapmakta serbest bırakılmıştır. Diğer taraftan ifrâta varan bir ibâdet, Allâh'tan daha çok korkma ve daha dindar olma anlamına gelmez. Fahr-i Kâinât Efendimiz'in hadîs-i şerifte yasakladığı şey, dinde haddi aşmak ve bir nevî ruhbanlığa meyletmektir. Çünkü İslâm ruhbanlığa müsâade etmemektedir. Allâh Teâlâ; "Ey îmân edenler! Allâh'ın Eylül 2010 5 Bunun üzerine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve selem şöyle buyurdu: "- Şüphesiz ki ben, bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gece hem ibâdet edin hem uyuyun. Ben hem ibâdet ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et yediğim gibi hanımlarımla da berâber olurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." Sonra sahâbeyi toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allâh haddi aşanları sevmez." buyurur. (el-Mâide sûresi, 5/87) Bu âyetin nüzul sebebi, mevzûmuz hakkında güzel bir ölçü sunmaktadır. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve selem, bir gün sahâbeye kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz'ûn'un evinde toplandı. Aralarında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali de vardı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibâdetle geçirmeye, et yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber Peygamber Efendimiz'e ulaşınca, kalkıp Osman bin Maz'ûn'un evine geldi, fakat kendisini evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Onlar da Peygamber Efendimiz'in huzuruna çıktılar. Efendimiz, karar aldıkları husûsları kendilerine sayarak: "- Bu konularda ittifak etmişsiniz, öyle mi?" dedi. Onlar: “- Evet, ya Rasûlallâh! Bizim böyle karar almakta hayırdan başka bir gayemiz yoktur.” dediler. 6 "Birtakım kimselere ne oluyor ki, hanımlarıyla beraber olmayı, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben, size keşiş ve ruhbân olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbânlıkları ise cihaddır. Allâh'a ibâdet ediniz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki, başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allâh da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır." (Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl, s. 207-208) Sevgili Peygamberimiz, biz ümmetinin önceki ümmetler gibi dalâlete düşerek Allâh'ın gazâbına uğramaması için önemli husûsların üzerinde durmuş ve hayatın nirengi noktalarına işâret etmiştir. İnsanlar için tâyin edilmiş olan hedefe varabilmek için yapılması gerekenin itidâl üzere, akıllıca ve devamlı bir gayret olduğunu şu hadîs-i şerîfiyle en açık bir şekilde ifâde etmiştir: "...Orta yolu tutunuz. Amellerinizi mükemmelleştirmeye ve Allâh'a yakın olmaya gayret ediniz. Sabahleyin, öğle ile akşam arası çalışınız. Bir parça da geceden faydalanınız. Aman acelesiz ve telâşsız gidin, orta yolu tutun ki varacağınız hedefe ulaşabilesiniz." (Buhârî, Rikâk, 18) Edirneli Hâtemî hadîsin açıklaması mâhiyetinde şöyle der: Erişir menzîl-i maksûduna âheste giden Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır. Eylül 2010 "Ağır ve temkinli hareket edenler gitmek istedikleri yere kolaylıkla varırlar. İşlerinde lüzumsuz yere acelecilik edenler ise çok defâ engellerle karşılaşırlar, elleri ayakları birbirine karışır." Sevgili Peygamberimiz îtidâle o kadar önem verirdi ki "gözümün nûru" dediği ve çok sevdiği namaz ibâdetini dahi orta hâlde yapmayı emrederdi. Bir gün mescide girmişti. İki direk arasına uzatılmış bir ip gözüne ilişti: "- Bu ip nedir?" diye sorunca, sahâbîler: - Bu, Zeynep bint-i Cahş'a ait bir iptir. Namazda ayakta durmaktan yorulunca ona tutunuyor, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: "- Onu hemen çözünüz. Biriniz istekli olduğu zaman nâfile namaz kılsın, yorgunluk ve gevşeklik hissettiği zaman ise yatıp uyusun." buyurdu. (Buhârî, Teheccüd, 18) maktan, taşkınlık yapmaktan sakınır. Bu prensiplere uymayanlar, dünyada birtakım belâ ve musîbetlere uğradıkları gibi âhirette de cezayı hak ederler. Böyle kimseler, başka insanlar tarafından sevilmezler. Kendilerinden uzak durulmak istenen kişiler konumuna düşerler. Bu sebeple Efendimiz; "Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular." (Müslim, İlim, 7) buyurarak her husûsta îtidâl üzere olup haddi aşmamayı tavsiye etmişlerdir. Her hareketinde olduğu gibi kişi sevgisinde ve nefretinde de îtidalli olmalıdır. Sevdiği bir kimse konusunda çok aşırı gitmemeli, nefret ettiği kimseden de tamâmen irtibâtı kesmemelidir. Bunun gerekçesini Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle bildirmektedir: "Dostunu severken ölçülü sev, zîrâ günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü bir şekilde buğzet, çünkü günün birinde dostun olabilir." (Tirmizî, Birr, 60) Câbir bin Semüre (radıyallâhu anhümâ); "Namazlarımı Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte kılardım. Onun namazı da, hutbesi de normal uzunlukta, îtidal üzere idi." demektedir. (Müslim, Cum'a, 41-42) Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve selem, ashâbını da bu ahlâk ile yetiştirmiş ve onları bütün insanlara örnek olarak takdim etmiştir. Vehb bin Abdullah radıyallâhu anh şöyle anlatır: İyi bir Müslüman, ölçülü ve dengeli bir insan, her türlü davranışında, işinde ve sözünde haddi aş- "Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Selmân ile Ebü'd-Derdâ'yı kardeş ilân etmişti. Bu sebeple Sel- Eylül 2010 7 Görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm birbirlerini uyararak orta yolda ilerlemeye gayret ederlerdi. Îkâz edilen kimse de hiçbir zaman kırılıp gücenmeden arkadaşını dinler ve ona tâbî olurdu. Bu hâdisede Selman -radıyallâhu anh-'in dirâyeti kadar, Ebû'dDerdâ -radıyallâhu anh-'in hakka uyma, kardeşliği gözetme ve arkadaşı ile iyi geçinme gibi güzel hasletleri de hemen göze çarpmaktadır. Bugün, içinde yaşadığımız toplumda çevremizde yaşayan birçok insanın İslâmî ölçüyü kaybettiğini görüyoruz. Kimisi, bu ölçüyü ibâdette kaybediyor. Aşırı ibâdet edenler olduğu gibi, ibâdet konusunda gevşek davrananlar da var. Kimisi, bu ölçüyü harcamalar konusunda kaybediyor. Aşırı israf edenlerin yanında çok cimri davrananların var olduğunu da görüyoruz. Hâlbuki Yüce Allah, harcama konusunda müsrif olmayı da cimri olmayı da yasaklamıştır. Kimisi, bu ölçüyü ticâret yaparken kaybediyor. Ticâretin bir ibâdet olduğunu unutuyor, aşırı derecede para kazanma hırsı ile bütün değerleri alt üst ediyor. mân, Ebü'd-Derdâ'yı zaman zaman ziyaret ederdi. Bir ziyareti esnâsında, hanımı Ümmü'd-Derdâ'nın üzerinde oldukça eskimiş elbiseler gördü. Ona: - Bu hâlin ne, diye sorunca, kadın: - Kardeşin Ebü'd-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez, dedi. O esnâda Ebü'd-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân'a ikram edip: “- Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selmân: “- Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebü'd-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebü'd-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân ona: “-Uyu!” dedi. Ebü'd-Derdâ uyudu, bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine: “- Uyu!” diyerek kalkmasına mâni oldu. Gecenin sonlarına doğru Selmân: “- Şimdi kalk!” dedi ve birlikte kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selmân, Ebü'd-Derdâ'ya şöyle dedi: “-Senin üzerinde Rabbin'in, nefsinin ve âilenin hakkı vardır. Hak sâhiplerinin her birine hakkını ver.” Daha sonra Ebü'd-Derdâ, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e gidip olup biteni anlattı. Resûl-i Ekrem Efendimiz: «-Selmân doğru söylemiş!» buyurdu. (Buhârî, Savm, 51; Edeb, 86) 8 Kimileri de siyâset yapayım ve insanımızı kurtarayım derken kendini kaybediyor. İslâmî ölçüleri, îtidâli ve dengeyi öyle kaybediyor, öyle yoldan çıkıyor ve kayboluyor ki, bulabilene aşk olsun. Kimisi, sevgi ve nefretini nerde ve nasıl kullanacağını bilmiyor. Bugün göklere çıkardığını yarın yerin dibine batırıyor. Bugün iyi dediğine yarın kötü diyor. Hâlbuki İslâm, bizden her zaman ve her yerde istikâmet üzre olmamızı ve âdil olmamızı ister. Müslüman da ilkeli, tutarlı, dengeli, düzenli, nizamlı bir insandır. Rabbimizin emirleri yerine getirilip, yasaklarından kaçıldığında bu ölçü muhafaza edilmiş olur. Zaten önemli olan da budur. İnsanlar, Yüce Allah’ın emirlerini dünyalık bir menfaat elde etmek için yerine getirmeye başlayınca ilkesizliğe düşmüş oluyorlar. Bu ilkesizlik de beraberinde her türlü dengesizliği getiriyor. Netice olarak, insanoğlundan ne melek olması beklenmeli ne de haddi aşmasına müsâade edilmelidir. O her zaman insan olduğunun idrâki içinde bulunmalı, iyiye tâlip olmalı ve şeytandan uzak durabilme azim ve gayretini göstermelidir. Her husûsta orta yolu tâkip etmelidir. Not: Bu yazı, Ömer Çelik, Mustafa Öztürk ve Murat Kaya’nın müştereken hazırladıkları “Üsve-i Hasene” isimli kitabın birinci cildinin “Peygamber Efendimiz’in Îtidâli” konusu biraz özetlenerek ve bazı ilâveler yapılarak hazırlanmıştır. Eylül 2010 Allah’la Barışık Düzen esnevi’de anlatılan fil hikâyesinde, fil hakkında gözü kapalı yorum yapanların onu hortum veya dişten ibaret sandıkları anlatılır. Bugün birileri bu hikâyedekine benzer bir tavırla İslam’ın ne olduğu konusunda fikir yürütüyor. Onun “sistem” ve “hukuk” alanına bakan yönlerini görmezden gelerek, onu salt ahlak öğretisi olarak tanımlamaya ve tanıtmaya çalışıyorlar. Böylece “işine geldiği kadarına vurgu yapan” bir din anlayışının örneğini sergiliyorlar. M Aydın BAŞAR Şuurlu Müslümanların çeşitli plat- İslam’ın muhtevası içerisinde bulunan bazı konulara kimse girmek istemiyor. Kim ne yapacaksa putları yıkmadan, katırları ürkütmeden yapmaya çalışıyor. İslam’ın hukuk ve düzen alanındaki öğretilerinden bahsederek kimse kimsenin ağzının tadını kaçırmıyor. form veya ortamlarda adaletli bir düzen ve hukuk devleti ile ilgili isteklerini ve görüşlerini yüksek sesle dile getirebilmeleri gerekir. Kuşkusuz ki Müslüman toplumda adalet ve hak kavramları üzerinde en fazla konuşma hakkı olanlar adaleti emreden İslam’ın müntesipleridir. Yüce Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenlerin, fasıkların, kafirlerin ve münafıkların ta kendileri olduklarını bildiren Kur’an ayetleri (Bakınız; Maide 44) hutbe ve vaazlarda zikredilmiyor. Dolayısıyla camiler bizi; Kur’an’ın bu ayete taalluk eden alanlarda söz söylediği ve Müslümanlara sorumluluklar yüklediği gerçeği ile yüz yüze getirmiyor. Yani cami bizi bilinçli bir Müslüman yapmıyor. Efendimiz’in Hicret esnasında kumluk ve kayalık bir yer olan Kuba’da derme çatma bir mescit inşa etmesine, sonra Medine’de ya- Eylül 2010 9 pılan ilk işin yine mescit inşa etmek olduğuna bakılırsa “mescit” meselesinin İslam’da ne kadar temel bir mesele olduğu anlaşılır. İslam’ın en sağlıklı bir şekilde öğretildiği ve yayıldığı merkez olan mescit, bugün “namaz kılınan yer” olarak algılanıyorsa, bu durum onun fonksiyonunu yitirdiğine bir alamettir. İslam’ın hukuk ve düzen alanlarına ilişkin yönüne ambargo koyan bir mescidin orijinal işlevini sürdürdüğünü kim iddia edebilir? Böyle bir mescit ideolojilerin baskı ve dayatmalarına karşı koyamadığı gibi zaman zaman da onların borazancılığını üstlenir. Nitekim minberlerden yankılanan demokrasi ve laiklik methiyeleri bunun bir ispatıdır. Ne zaman ki mescitler orijinal işlevlerine döner, ne zaman ki mescitlerde İslam, her yönüyle anlatılmaya başlanır, o zaman umutlanmamız için geçerli bir sebebimiz olacaktır. Çünkü bugünkü Müslümanların çıkış ve kurtuluşu, İslam’a bir bütün olarak sarılmalarına bağlıdır. Mescidin işlevlerini yitirmesi neticesinde merkezlerini kaybeden Müslümanların bugün çözmesi gereken daha birçok problem vardır. Referansımızı nereden alıyoruz? Bir konuya olan bakış açımız neyi referans kabul ettiğimize göre değişir. Demokrasi, laiklik ve benzeri kavramları referans olarak kabul ediyorsak ulaştığımız sonuçlar farklı; Kur’anî kavramlardan yola çıkıyorsak ulaştığımız sonuçlar farklı olacaktır. Her iki kanalı kıyaslamamızın bir mahzuru yoktur çünkü her iki referans noktasından yola çıkan insanlar da “toplum” ortak noktasında buluşurlar. Yani din de din dışı felsefeler de bize toplumla ilgili ilkeler verir. Burada biz hangisini referans kabul etmeliyiz? Demokrasi ve laiklik gibi kavramlar bizi “Allah’la barışık bir düzen”e götürüyor mu? Eğer öyleyse bu kavramların başımızın üstünde yeri var. Fakat ya götürmüyorsa? O zaman da hala din ve laiklik sentezleri yapmaya, demokrasi nutukları atmaya devam mı edeceğiz? Bırakın İslam’ı, demokrasi ve laiklik gibi kavramlarla bağdaşlaştırmayı, bu kavramların İslam’a ait larvamlar olduğunu iddia edenler bile var. Bugün hâkim güç hangisiyse o gücün papağanları onların türküsünü söylüyor. Kelli felli İslamcılar rüzgârı arkalarına aldılar ve bize yabancı olan kavramların içselleştirilmesi için çalışıyorlar. Bütün bunlar Allah’la barışık bir düzen içinde olmadığımız için başımıza geliyor. Şayet Allah’la barışık bir düzen içinde olsaydık kimse bu yabancı kavramları kullanma ihtiyacı hissetmeyecekti. Karşımızdaki “sentezleme” rüzgârına karşı bütün bunları söylemek ve Allah’la barışık bir düzenden bahsetmek bugün hakikaten çok zorlaştı. Günümüz koşullarına göre İslamî kılıflara sokulmuş ancak hiç de İslamî olmayan fikirleri paylaşıp alkış toplamak varken Allah’la barışık bir düzeni anlatmak ahir zamanın sarp yokuşlarından birisi olsa gerek. Bu iş İslam’ın “son kalesi” olmayı her türlü dünyevi refaha tercih eden ve zincir kabul etmeyen hür yüreklerin işidir. Ve bu sözleri anlamak için de önce Eshab-ı Kehf’i anlamak gerekir. Çünkü biz kalben ve zihnen zulüm düzeninden soyutlanarak o mağaraya sığınmadıkça kendimizi reel politik ve konjonktür çıkmazından kurtaramayız. Dolayısıyla da İslam’ın ideallerini bir masal, bir hikâye, bir ütopya gibi algılama hastalığına yakalanırız. Müslüman’ın referansı her alanda tartışmasız Kur’an ve sünnettir. Ahlak alanında da, hukukta da, kişisel alanda da, içtimai alanda da bu böyledir. Fakat birileri kendi güç ve imkânlarını yitirmemek adına bizim referanslarımızı inkar ediyor, dışlıyor ve “benim referansım Kur’an ve sünnettir” diyenleri mürteci, gerici ve yobaz ilan ediyor. Bu tavır ile diğer alanlarda olduğu gibi, hukuk alanında da karşılaşıyoruz. Yani birileri diyor ki: “Bütün bu alanlarda başrolde ancak biz oynayabiliriz, size gelince; bu demokrasi oyununda ancak siz bir figüran olabilirsiniz.” Senaryo yazılmış ve roller çoktan 10 Eylül 2010 lendiren alanlarda her zaman söyleyecek sözü ve gözü elbette olacaktır. Müslüman kendisini toplumsal meselelere müdahil hissedebildiği oranda Müslümanlığını gerçekleştirir. İslam’ı ruhban anlayışlarla yorumlayamayacağımıza göre onun sosyal/içtimai hedeflerini inkâr etmenin de bir mantığı olamaz. Kur’an ve sünnet, zulmü engelleme ve adaleti ikame etme görevini Müslüman’a yüklemiş ve ondan zulme eliyle, diliyle ve kalbiyle müdahil olmasını istemiştir. paylaşılmış. Meseleye geniş açılı bakabilenler senaryoyu deşifre ediyorlar. “Hukuku ancak ben yaparım, gerekirse de yine ben delerim” diyen zorba güç ise hukukun referansı konusunda da Müslümanları konuşturmak istemiyor. Müslüman bir toplumda yaşayacağız ama kendi yönetim ve hukuk alanımızla ilgili bir takım konulara girmemiz sakıncalı olacak. Hiçbir zaman Müslüman kimliğimizi önceleyen bir tarzda düzen ve hukuk alanında konuşamayacağız; adaletli bir sisteme olan özlemimizi dile getiremeyeceğiz ya da bize müsaade edildiği kadarını konuşacağız. İşte zorba zihniyetin Müslümanlara layık gördüğü konum budur. Böyle bir ortamda düzen ve hukuk alanlarında kendi köklerimizden beslenmekten bahsedecek olursak çok büyük bir suç işlemiş oluruz. Fakat “falanca ecnebi devletin hukukunu aparalım” dediğimizde bizden iyi “çağdaş” olmayacaktır. Figüran olmaya razı mıyız? Burada şunu net bir dille ifade etmeliyiz ki; referans meselesinin önemini kavrayan bir Müslüman, her meseleye insan hakları ve özgürlükler bağlamında yaklaşmak durumunda olmadığının da farkına varır. Çünkü “inanç” merkezli hayata bakanlar, konuşulması gereken yerde konuşmanın bir “insan hakkı” olmanın da ötesinde dinimizin bir gereği olduğunu idrak ederler. Bu nedenle Müslüman’ın, toplumu ilgiEylül 2010 Kur’an ve sünnetin Müslümanlar için çizdiği bir yol haritası ve gösterdiği bir ufuk var. Kur’an ve sünnet, insan ve toplum hayatını ilgilendiren her konuda zaman ve mekândan bağımsız olarak söz söylemeye devam eder. Her çağda Müslüman’ın mükellef kılındığı toplumsal vazifeler olmuştur. Onun bu vazifeleri yapabilmesi için de düzen ve hukuk alanlarında talepleri olacaktır. Kuşkusuz ki bu taleplerin bir takım çıkar çevreleriyle çatışması kaçınılmazdır. Buna karşın Müslüman; -uzanıp almadığımız müddetçe- kimsenin bize bir şeyleri hediye etmeyeceğini de bilmektedir. Nitekim hayat denilen mefhum talepler ve gayretler olmaksızın ancak bir çeşit köleliğe razı olmaktır. Bu tür bir kölelikte; benimle ilgili konuları bile başkasının benim adıma konuşması ve benim adıma karar alması söz konusudur. Müslüman böylesine edilgen olmayı ve silik kalmayı kendisine layık göremez, görmemelidir… İslam, Müslüman’dan toplumsal hayatın başrolünde oynamasını ve ahlaktan hukuka kadar hemen her türlü alanda söz söyleyebilecek yetkinliğe ulaşmasını bekler. Başrolde Müslüman’ın olması demek, hakkın adaletin ikame edilmesi demektir. “Hakkın gelmesi, adaletin ikame edilmesi” gibi idealler de nostaljik hevesler değil, insanlığın hasret kaldığı yüce hedeflerdir. Ve bu konular müteahhitleşen mücahitler kötü örneğinden yola çıkılarak hafife alınamaz. Sonuç: Şuurlu Müslümanların çeşitli platform veya ortamlarda adaletli bir düzen ve hukuk devleti ile ilgili isteklerini ve görüşlerini yüksek sesle dile getirebilmeleri gerekir. Kuşkusuz ki Müslüman toplumda adalet ve hak kavramları üzerinde en fazla konuşma hakkı olanlar adaleti emreden İslam’ın müntesipleridir. Allah’la barışık düzeni talep etmek bir suç olmadığı gibi en büyük erdemlerden biridir. Nitekim insan hakları evrensel beyannamesinin 28. maddesine göre de: Her insanın iş bu beyannamede yer alan hak ve hürriyetlerin eksiksiz gerçekleşmesini sağlayacak toplumsal ve milletler arası bir düzen talep etmeye hakkı vardır. (Bkz. Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, s. 302) 11 AHLAK fendimizin ahlakı nasıldı diye sorulunca Hazreti Aişetül Tahire Validemiz “ Siz Kuran okumuyor musunuz? O’nun Ahlakı Kuran ahlakıydı” diye cevap verir. Evet; Efendimiz sav. Nübüvvet mayası icabınca sadece hayatını Kur’an’a göre tanzim etmekle kalmamış; bizatihi Kur’an’ın ademoğulları arasında oluşturmayı hedeflediği insan-ı kamil prototipinin emsalsiz bir numunesi, eşsiz bir kameti olarak insanlık semasını aydınlatmıştır. O’nun hususi vasıfları bizatihi Cenab-ı Allah tarafından övülmüştür. E Ahmet HALİLOĞLU İman, ihsan, haşyet, huşu, huzur ve yakin gibi insanı -tabiri caizse- melekleştiren tüm ulvi ve kudsi ahvaller kalpte tecelli ederken; yine insanı hayvandan da aşağılara indiren şirk, küfr, kibir, riya, gıybet, ucub, vehen(dünya sevgisi) gibi tüm nefsani ve şeytani hasletler de yine kalp latifesinde zuhur etmektedir. 12 “ Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem Suresi /4) İbni Kesir tefsirinde zikredildiğine göre; Efendimiz sav Kur’an’ın temsilcisiydi. Yani bir nevi canlı/yürüyen Kuran hükmündeydi. Kur’an Ahlakı artık O’nun seciyesi olmuş ve Efendimiz sav. Kur’an’ın emir ve yasaklarını yerine getirmede hiçbir şekilde zorluk çekmediği gibi, herhangi bir gecikmeye de mahal vermiyordu. Tasavvufun amacı da nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi ile; İslam’ı emir ve yasaklarını yerine getirmede herhangi bir gecikmeye ve sıkıntıya mahal bırakılmadan gerçekleştirilmesidir. Eylül 2010 İmam el-Buhari’nin el-Edebül Müfredinde zikrettiği hadis-i şerifte bu meseleye delildir: “Muhakkak Allah beni ahlâkın üstün değerlerini tamamlayayım diye gönderdi”. Tefsirül Münir’de zikredildiği üzere ahlakın üstün değerleri yani mekarimi ahlak dünya, din ve ahiretin salahına dair olan her şey demektir. Her peygamber kendi devrinin mucizesi ile gönderilmiştir. İsa as zamanında tıp ilminin insanlar nezdinde revaçta olması nedeniyle Hazreti İsa Mesih as’a tıp ilmine dair mucizeler verilirken; Musa as’ın devrinde büyü ve sihrin ön planda olması nedeniyle de Hazreti Musa’nın yedi(eli) ve asası sihrin batıllığını ve zayıflığını ortaya koymak için mucize olarak kendisine bahşedilmiştir. Efendimiz sav. Devrinde de Araplar edebiyata özel önem veriyorlardı. Bu nedenle de Efendimizin en büyük mucizesi Kuran-ı Kerim olmuş ve Kuran Arapların en edip ve fasihlerini dahi belagatıyla, fesahatıyla ve rabbani ahengiyle susturmuştur. Yine Efendimiz sav’in dünyaya teşrif buyurdukları dönemde insanlık adalete ve güzel ahlaka muhtaçtı. Küfrün, şirkin ve nifakın kesif karanlığı insanlığın üzerine bir karabasan gibi çökmüş, en temel insani değerler ayaklar altına alınmıştı. İnsanlar güç ve paraya önem veriyorlardı. İşte Arabistan semalarında doğan Efendimiz sav.’in güneşi; insanlığın en muhtaç olduğu devrede insanlığa insanlığı öğreten şuaları yayıyordu. Efendimizin yeryüzüne saçtığı ve tamamladığı üstün ahlaki umdeler; bugün de insanlığın muhtaç olduğu, paha biçilemeyen ve maalesef asrımızda az bulunan değerlerdir. Bu noktada üzerinde durulması gereken tasavvufun konusu ve meşguliyetleri olmalıdır. İslami ilimlerin tedvin öncesi döneminde fıkhul batın olarak isimlendirilen tasavvuf; öteden beri kalp ve kalbi meseleler ile ilgilenmiş; hatta mutasavvıflar mesailerini bütün bütün Ahlak-ı Nebeviye ulaşmak için sarf etmişlerdir dense sezadır. Zira Konyalı Mehmed Vehbi Efendi merhumun İbni Abbas’tan naklettiği üzere yukarıdaki ayette geçen ahlaktan kasıt din-i mübindir. Dini kendi kalbinde tekmil olmayan; diğer bir ifade ile İslam’ın ve Kur’an’ın hakim olmadığı bir kalbin başarılı olması düşünülemez. Nitekim zaman içinde mutasavvıflara tenkitler yöneltip (hatta ileri gidip itham ve tan edenler dahil) Eh-i Sünnetin ana caddesinden ayrılan her akımın hizmetleri akim ve neticesiz kalmıştır. Fakat sufiler seyr-i sülukten sonra elde ettikleri Nebevi Ahlak ile insan-ı kamilin (yani Efendimiz sav) vasıfları ile boyanmışlar ve çevrelerinde Nebevi nefeslere muhtaç olanlara burcu burcu bu rabbani kokuyu dağıtmışlardır. Bu durum; mutasavvıfların Efendimizin örnekliğini yaşama geçirme de ne kadar aktif olduğunu bizlerin gözü önüne seriyor. “İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olduğunda bütün vücut ifsat olur İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir” Bu hadisi şeriften de anlaşıldığı üzere güzel ahlakın insan kalbinde yer edebilmesi; saadet-i dareyn için olmazsa olmaz şartlardandır. Nitekim sufiler geçmişten günümüze kalp ahvali üzerinde özellikle durmuşlar ve eserlerinde hususi bölüm ayırmışlardır. İmam-ı Gazali İhya’sında; İmamı Sühreverdi Avarifül Mearifte ve İmam-ı Rabbani Mektubatında kalbin mahiyeti ve ehemmiyeti konusuna ısrarla değinmişlerdir. Eylül 2010 13 güzelliklerinden mahrum kılacak bir darlık vardır. Bu darlık insanın yüksek yerlere çıktıkça kalbinde beliren, basınçtan kaynaklanan zor nefes alma türüdür. Bu noktada artık tasavvufun; kalb ikliminin düzelmesinde ve şer-i şerife göre tasarlanmasındaki rolune verdiği önemim sebebi az çok anlaşılmış olmalıdır. Başta da belirttik ki kalp iklimi yerli yerine oturmamış hiç kimsenin kamil manada Nebevi Ahlak ile ahlaklanması mümkün değildir. Bu yönü itibariyle kalp; Hazreti Ömer’in lisanıyla Kabe’den daha değerli görülmüş ve sabit kalması için de bizatihi Efendimizin mübarek ağızlarından : “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dîninle sabitleyip perçinle!” (2) duası dökülmüştür. Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah, inanmayanları işte böyle pislik içinde bırakır. (Enam125) Elmalılı Hamdi Efendi merhum; gönlün İslam’a açılmasını; Hakkı ve hak teklifleri kabul için nefse verilen bir yetenek ve hadisten istidlal ile de bir nur olarak tefsir etmektedir ki; bu kabiliyet ile kalp ferahlanır ve neşeli olur buyurmaktadır. Elmalılı merhumun tefsirini bir başka ayette doğrulamaktadır : “Allah, kimin bağrını İslâm'a açmış ise işte o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Artık Allah'ın zikri hususunda kalpleri katılaşmış olanların vay haline! İşte bunlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zumer 22) Tefsirül Münir’de zikredildiğine göre bu nur; fıtrat(yaratılış üzere güzel; temiz kalmış, hayra istidad ve hakka bağlanma meyli bulunan ruhtur. Fıtratını şirk , küfür ve günahların karanlığı ile bozmuş kimselerin kalbinde ise kendilerini imandan uzak tutacak ve hayrın 14 İman, ihsan, haşyet, huşu, huzur ve yakin gibi insanı -tabiri caizse- melekleştiren tüm ulvi ve kudsi ahvaller kalpte tecelli ederken; yine insanı hayvandan da aşağılara indiren şirk, küfr, kibir, riya, gıybet, ucub, vehen(dünya sevgisi) gibi tüm nefsani ve şeytani hasletler de yine kalp latifesinde zuhur etmektedir. Bu itibariyle Sadat-ı Nakşibendi kalbe daha bir hususi önem vermişlerdir. Hatta denilebilir ki beş latife-i nurani ile olan Seyr-i Nakşibendi de aslolan yine kalp latifesi olmuştur. Kalp ayağı ile başlayan seyr-i manevi; ruh, sır, hafi ve ahfa ile devam etmiş ve yine nefs, toprak, hava, su ve ateş letaiflerinin seyri ve tecelliyatları da kalpte nihayete ermiştir. Elbette Nakşi Büyüklerinin Ahlak-ı Nebeviye kavuşmak için yaptıkları seyr-i rabbani de kalbe bu kadar önem vermeleri boşuna değildir. “Kalb, Hazret-i Rahmân'ın parmakları arasındadır ve onu hâlden hâle çevirir ve istediği şekli verir” (3) hadisi aslında meseleyi özetlemektedir. Allah Resulünün izinden giden o büyükler; kalblerinin kaymasından her an endişe içinde olmuşlar ve kendilerini her an murakabe altında tutarak Ahlak-ı Nebevi’den ayrılmamayı esas almışlardır. .................................................... 1) Buhârî, İmân, 39 2) Tir mizî, kader 7 3) Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/168 Eylül 2010 ZEKÂT, MUHKEM BİR FARİZADIR Soru: Zekâtın, dinimizdeki yerini ve farz kılınmasını izah eder misiniz? Mehmet TALU Namazın kılınması ve zekâtın verilmesi şehadet kelimesinin hemen peşinden getirilmiştir. Bunun hikmeti, bu iki ibadetin yüceliğinin ve önemli vazifeler olduğunun beyanıdır. Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim. Zekât, ibadetlerin en büyüklerinden ve İslâm'ın beş temel şartından biridir. Zekât, ALLAH Teâlâ’nın Müslüman zenginlere seneden seneye mallarının kırkta birini Müslüman fakirlere vermelerini emrettiği yıllık mali bir ibadettir. Namaz, bedenen yapıldığı gibi, zekât da mal ile yapılan bir ibadettir ve adeta namazın ikiz kardeşi gibidir. Kur'an-ı Kerim'de tam sekseniki yerde namaz ile zekât beraber zikredilmişlerdir. Bunun sebebi, namazla zekât arasında kuvvetli bir bağın oluşudur. Namaz, İslâm'ın direğidir. Namazı terkeden dininin direğini yıkmış olur. Zekât ise Ebu Derda (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin ifadesiyle: "İslâm'ın köprüsüdür."1 Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez. Toplum hayatının huzur ve saadeti için çok büyük önem taşımaktadır. Zekât hicretin ikinci yılında Ramazan orucundan evvel farz kılınmıştır. Zarurat-ı diniyyeden sayılı, muhkem bir farizadır. Farziyeti: Kitap, sünnet ve icma-ı ümmetle sabittir. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Eylül 2010 15 "Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz ve Resûlullah’a itaat ediniz ki ilahi rahmete kavuşturulasınız.2 Abdullah b. Ömer (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: "İslâm beş temel esas üzerine kurulmuştur: ALLAH Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in ALLAH Teâlâ’nın Resûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacc etmek ve Ramazan orucunu tutmak."3 Ayrıca Cibril hadis-i şerifi diye bilinen hadis-i şerifte de Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: "İslâm, ALLAH Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in ALLAH Teâlâ’nın Resûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâ'be'yi ziyaret etmen, hac yapmandır.”4 Görüldüğü üzere her iki hadis-i şerifte: "Zekât" ibadeti İslâm'ın beş temel esası arasında zikredilmiştir. Hakiki Müslüman olabilmek için işbu beş temel esası yapmak zaruridir. Talha b. Ubeydullah (R.A.) den rivayete göre: Necd ahalisinden saçı darmadağınık, fakir bir kimse Resûlullah (S.A.V.) Efendimize geldi. Uzaktan sesini karmakarışık duyuyor, fakat ne söylediğini anlamıyorduk. Nihayet yaklaştı. Meğer İslâm'ın ne olduğunu soruyormuş. Bu suale karşı Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Bir gün bir gece içinde beş vakit namaz." buyurdu. O zat: - Üzerimde bu namazlardan başkası da olacak mı? diye sordu. = Hayır, meğer ki kendiliğinden kılasın." buyurdu. Ondan sonra Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Bir de Ramazan orucu." buyurdu. O zat: - Üzerimde bundan başkası da olacak mı? diye sordu. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz de: "Hayır, meğer ki kendiliğinden tutasın." cevabını verdi. Talha dedi ki: Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, zekâtı da ona söyledi. O zat yine: 16 - Üzerimde bundan başkası da olacak mı? diye sordu. Yine Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Hayır, Meğer ki kendiliğinden veresin." cevabını verdi. Bunun üzerine o Necdî fakir zat: - VALLAHi! Bundan ne fazla, ne de eksik bir şey yapacak değilim, diyerek arkasını dönüp gitti. Bunu duyunca Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Eğer doğru söylüyorsa, felah buldu gitti." buyurdu.5 Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Muaz b. Cebel (R.A.)yu Yemen'e vali olarak gönderirken kendisine: "Ey Muaz! Sen kitab ehli olan bir kavim üzerine vali gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey: ALLAH Teâlâ'ya ibadet etmek olsun. Onlar ALLAH Teâlâ’yı tanıdıkları zaman, ALLAH Teâlâ’nın onlara gündüz ve geceleri içinde beş vakit namaz farz kılmış olduğunu haber ver. Onlar bu namazları ifa ettikleri zaman da ALLAH Teâlâ’nın onlara mallarından alınarak fakirlere verilecek olan bir zekâtı farz kıldığını onlara haber ver. Ve sen, insanların mallarının en iyilerini almaktan da sakın."6 Ebu Ümame (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Rabbinize ibadet ediniz! Beş vakit namazınızı kılınız! Ramazan ayındaki orucunuzu tutunuz! Beytinizi yani Kâbe'yi haccediniz! Mallarınızın zekâtını gönül hoşluğu ile veriniz ki Rabbinizin cennetine giresiniz.” Buyurdu.7 Süveyd b. Hacir (R.A.) dayısından naklen şöyle anlatıyor: Arafat ile Müzdelife arasında Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizle karşılaştım. Devesinin yularına yapışarak ricada bulundum: - Ya Resûlellah! Beni Cennete yaklaştıran ve de Cehennemden uzaklaştıracak ameller nelerdir? Bana öğretir misiniz? Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “ALLAH Teâlâ'ya yemin ederim ki, sen meseleyi özetleyerek sordun. Fakat büyük bir gerçekten, kelimelerle izahı uzun bir hakikatten söz ederek cevap istedin. O halde iyi dinle! Beş vakit namazı kıl, farz olduğunda zekatı ver. Kâbeyi hac et ve bir de insanların sana yapmalarını sevip istediklerini onlara da yap, inEylül 2010 şeriflerde çok çarpıcı örnekler bulunuyor. Zekât borcunu ödemeyenler hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Altını ve gümüşü yığıp-biriktirip de onları ALLAH Teâlâ’nın yolunda harcamayanlar, mallarından zekât, hayır ve hasenat hakkını ödemeyenler... yok mu? İşte bunlara pek acıklı, elem verici bir azabı müjdele! O gün ki bu paralar, üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da, bunlarla o kimselerin alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak. Onlara denilir ki: İşte bu, kendiniz için toplayıp biriktirdiğiniz servettir! Artık saklayıp yığmakta olduğunuz şeylerin azabını haydi tadın bakalım!"9 Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: sanların sana karşı yapmalarını istemediklerini de onlara yapma! Öğreneceğini öğrendin. Artık devenin yularını bırak bakalım!”8 Diğer yandan da asırlar boyunca bütün müçtehitler de zekâtın farz olduğu hususunda icma etmişlerdir. Binaenaleyh zekâtın farz oluşunu inkâr eden kişi kâfir ve mürted olur. Eğer bu kişi İslâm ülkesinde, Müslümanlar arasında ise kendisine mürtedlerle ilgili hüküm uygulanır. Üç kere tevbeye çağrılır, eğer tevbe ederse kurtulur, tevbe etmezse öldürülür. İslâm’a yeni girmesi sebebiyle yahut şehirlerden uzakta çöl v.s. gibi yerlerde yetişmesi sebebiyle zekâtın farz olduğunu bilmediği için farz olduğunu inkâr eden kimseye farz olduğu öğretilir, kâfir olduğuna hükmedilemez. Çünkü bu kişi mazurdur. Zekâtı verenler dünyada ödenmesi gereken bir borçtan, ahirette ise azabtan kurtularak sevaba nail olurlar. Maalesef günümüz Müslümanlarının en çok unuttuğu ibadetlerden biri de zekâttır. Unutulan bir farzın yaşatılmasına Yüce Rabbimiz, elbette büyük sevaplar ikram ve ihsan edecektir. Zekâtı vermeyenler ise büyük bir günah işlemiş olurlar. Zekât, malın temizliği için ALLAH adına fakirlere verilmesi gereken kısımdır. Zekatı verilmeyen mal kirli kabul edilir. Bu konuda ayet-i kerime ve hadis-i Eylül 2010 "Sahibi, kendisindeki zekât hakkını vermediği zaman deve, kıyamet günü en kuvvetli haliyle sahibinin üzerine gelir ve onu tabanlarıyla çiğner. Koyun da kendisindeki zekât hakkını vermediği zaman en kuvvetli ve besili haliyle sahibi üzerine gelir ve tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da ona vurur." Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz devamla buyurdu: "Bu hayvanların haklarından birisi de su başlarında sütlerinin sağılması ve oradakilere sadaka edilmesidir." Yine Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz devamla şöyle buyurdu: "Sakın sizden hiçbiriniz kıyamet günü zekâtını vermediği davarını omuzunda bağırır halde taşıyıp gelmesin ve yardım isteyerek: Ya Muhammed! demesin. O zaman ben ona: Ben senin için hiçbir şey yapmaya malik değilim; ben ilahi emirleri tebliğ etmişimdir derim. Yine sizden hiçbiriniz zekâtını vermediği devesini böğürür halde omuzu üzerinde taşıyarak gelmesin ve: Ya Muhammed! demesin. Ben ona: Ben senin lehine hiçbir şeye malik olamıyorum; ben ALLAH Teâlâ’nın emir ve nehiylerini tebliğ etmişimdir, derim."10 Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Kim ki, ALLAH kendisine mal verir de o malın zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal, sahibi için çok zehirli erkek bir yılan suretine konulur. Bu yılanın iki gözü üstünde iki nokta vardır. Bu azgın yılan kıyamet gününde mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan ağzı ile sahibinin çenesini iki tarafından yakalar. Sonra: Ben senin 17 dünyada çok sevdiğin malınım; ben senin hazinenim, der".11Ebu Hureyre (R.A.) dedi ki: Bundan sonra Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şu ayet-i kerimeyi okudu: -Yemin ederim ki, zekat vermek istemeyenlerle savaş konusunda ALLAH Teâlâ’nın, Hz.Ebu Bekir (R.A.)nun kalbine tam bir kararlılık vermiş olduğunu gördüm ve doğrunun bu olduğunu anladım. "ALLAH Teâlâ’nın, fadlından kendilerine verdiğini harcamakta cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar! Bilakis bu, onlar için bir şerrdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası ALLAH Teâlâ’nındır. ALLAH ne yaparsanız hakkıyla haberdardır."12 Hz. Ebu Bekir (R.A.), zekat vermeyi reddedenlerle savaşmaya karar verirken Abdullah b. Ömer (R.A.)den rivayet edilen şu hadis-i şerifi kendisine delil edinmişti: Bu ahiretteki cezadır. Dünyada ise: Zekâtları, İslâm devleti tarafından zorla alınır, ayrıca cezalandırılırlar. Bu ceza: Zekâtı kendisinden zorla almak, tazir etmek ve zorla malının yarısını almaktır. Çünkü Behz b. Hakim (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Sevabını ALLAH Teâlâ’dan isteyerek malının zekâtını ödeyene mükafatı verilir. Zekâtını vermeyenin zekâtını ve devesinin yarısını, Rabbimiz ALLAH Teâlâ'nın bir alacağı olarak alırız. Zekâttan hiçbir şey Muhammed'in âline helal değildir."13 İnkâr sebebiyle zekâtı ödemeyen topluluklara karşı savaş açılır. Nitekim ilk halife Hz.Ebu Bekir (R.A.)nun zekât vermek istemeyenlere karşı tutumu bu şekilde olmuştur. Ebu Hüreyre (R.A.) dedi ki: Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin vefatı üzerine, yerine Hz.Ebu Bekir (R.A.) halife seçilip de Araplardan kimileri dinden dönünce, Hz.Ebu Bekir (R.A.) bunlara karşı savaş açtı. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.), Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Ben insanlarla ALLAH Teâlâ’dan başka ilah yoktur deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Kim kelime-i tevhidi söylerse, İslâm’ın hakkı olan haklar, cezalar hariç mal ve canını benden korumuş olur. Gerçek hesabını görmek ise ALLAH Teâlâ'ya kalmıştır." buyurmuşken şimdi sen onlarla nasıl savaş edersin? diye karşı çıktı. Hz.Ebu Bekir (R.A.): "Ben ALLAH Teâlâ’dan başka bir ilah bulunmadığına, Muhammed’in ALLAH Teâlâ’nın Resûlü olduğuna şehadet edip, dosdoğru namazı kılıncaya ve zekatı hakkıyla verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. İslâm’ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların gizli hallerinin hesabı ALLAH Teâlâ'ya aittir." Her iki hadis-i şerifte geçen İslâm’ın gerektirdiği haklar şunlardır: Haksız olarak birisini öldürenin öldürülmesi yani kısas, el kesenin elinin kesilmesi, evliyken zina edenin recmedilmesi, nisap miktarında mal çalanın elinin kesilmesi. "Onların gizli hallerinin hesabı ALLAH Teâlâ'ya aittir.” cümlesinden maksat mahlukatın gizli işledikleri, küfre kadar tüm masiyetlerinin cezasının ise ALLAH Teâlâ'ya ait olduğunu ifade etmektedir. Namazın kılınması ve zekâtın verilmesi şehadet kelimesinin hemen peşinden getirilmiştir. Bunun hikmeti, bu iki ibadetin yüceliğinin ve önemli vazifeler olduğunun beyanıdır. Sahabe (R.A.), zekât vermeyenlerle savaşılması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna binaen alimler ittifakla şöyle demişlerdir: Bir kimse veya bir topluluk eğer zekâtı ödemezler ve devlete karşı savaş açarlarsa onlarla savaşmak devlete vaciptir. Eğer zekâtın farz olduğunu bilmemekten yahut cimrilikten ötürü ödemezlerse kâfir olmaz, günahkar olurlar. ........................................................................ 1)Taberanî, el-Mu'cemu'l-Evsat, No: 8932; 9/432; Beyhekî, Şuabu'l-İman, No:2752, 3/20 2)Nûr Sûresi: 56 3)Buhari, İman:1,2, Tefsir; Sure:2; Müslim, İman:19-22; Tirmizi, İman:3; Nesai, İman: 13 4)Müslim, İmân: 40, 1/37, Buhârî, İman:37 5)Buhari, Savm: 1, No: ALLAH Teâlâ'ya yemin ederim ki, namazla zekatın arasını ayıranla mutlaka savaşırım. Çünkü zekat, malın hakkıdır. ALLAH Teâlâ'ya yemin ederim ki, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz verdikleri bir deve yularını bile bana vermekten kaçınırlarsa, sırf bu sebepten dolayı onlarla savaşırım.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.Ömer (R.A.) şöyle dedi: 18 1792, 2/669 6)Buhari, Zekat: 40,63, Megazi: 60, Tevhid: 1; Müslim, İman: 29,31; Ebu Davud, Zekat: 5; Tirmizi, Zekat: 6; Nesai, Zekat: 46; İbn-i Mace, Zekat:1; A. b. Hanbel, 1/233; Darimi, Zekat: 1,9.7)Ahmed b. Hanbel, No:21757, 5/262 8)Taberani, elMu'cemü'l-Kebir, No:7284, 8/27 9)Tevbe Sûresi: 34-35 10)Buhari, Zekat: 3. 11)Buhari, Zekat: 3 12)Al-i İmran Sûresi: 180 13)Ebu Davud, Zekat:4, No:1575, 1/494 14)Buhârî, Zekat:1, 40; Müslim, İman:32; Ebu Davud, Zekat:1, Tirmizi:İman 1; Nesâî, Zekat:3 15)Buhârî, İman:17, 28; Müslim, İman:32, 36; Ebu Davud, Cihad:95 Eylül 2010 ÇOCUK CEMAATİ slam kültüründe hayat cami etrafında şekillenir. Medine’deki ilk İslam toplumundan günümüze cami hem şehir mimarisinin hem toplumsal hayatın merkezindedir. Çarşı-Pazar, alış-veriş mekânları, otobüs güzergâhları, çay ocağı gibi sohbet ve buluşma mekânları hep cami çevresinde yoğunlaşır. Dolayısıyla insan hayatı da hep o çevrede geçer. Cami ve hayat iç içedir. İ Nihat Morgül Camiye cemaate gelen çocuklardan rahatsız olan cami cemaati olabiliyor. Camiye gelen çocuklara karşı gayet kaba, sert, haşin, abus yüzlü bazı kimseler olabiliyor. Üstüne vazife olmadığı halde camiyi kendi evleri ve mülkleri zannedip çocukları camiden kovalayan cami derneği görevlileri bulunabiliyor maalesef. Bunlara ben de bizzat şahit oldum ve üzüldüm. Cami avlusuna görevli dikip cemaati rahatsız ediyorlar diyerek teravihe gelen çocukları kovalamayı iyilik zanneden zavallılar, bunun manevi ağırlığı altından nasıl kalkacaklar? Eylül 2010 Çocuklar doğal olarak cami etrafında, o mekânın manevi atmosferini soluyarak ve her daim ezan sesi dinleyerek büyürler. Bu çocuk için cami kendi evi gibidir. Çocuk, Kuran öğrenme yaşı geldiğinde koltuğunun altına bir cüz alır ve yaz tatilinde cami yolunu tutar. Bu, çocuğun cami ile ilk tanışması olmadığından bir yabancılık çekmez. Cami eğitimi deyip geçmeyiniz. Bugün bile birçok insanın dini eğitimi ve bilgisi işte o ilk çocukluk yıllarında camide öğrendikleri kadardır. Namaz surelerini, nasıl namaz kılacağını, itikadi bazı prensipleri işte o zamanlar öğrenmiştir. O günden sonra da birçokları hayatın meşgalesi içinde doğru dürüst bir din eğitimi alamamıştır. O bilgilerle dini yaşantısını sürdürmeye çalışır. Bazıları da yaşı ilerleyince eksikliklerini gidip bir bilene sormaktan çekinir. Bu durum camileri bir ibadet hane olma yanında bir eğitim kurumu olarak da düşünmemizi ve o şekilde tasarlamamızı zorunlu kılmaktadır. Bu cami derslerini çokça önemsemeliyiz diye düşünüyorum. 19 Bu gün yaz tatillerinde çocuklar yoğun olarak camilere bu dersler için devam etmektedir. Tek bir camide binden fazla çocuğun yazın ders aldığı camiler mevcuttur. Türkiye genelini düşündüğümüzde milyondan fazla çocuk bu derslere devam etmektedir. Bu çocuklara bu dersleri veren hocaların hem dini bilgileri hem de çocuk eğitimi, çocuk psikolojisi konusundaki yetenekleri hangi ölçüdedir? Heyecanları canlı mıdır? Çocuklar hangi ortamlarda bu eğitimi alıyorlar? Bu mekânlar nezih, ferah çocuk psikolojisine uygun mudur? Sınıftaki öğrenci sayıları kalabalık mıdır? Nasıl bir eğitim programı uygulanmaktadır ve eğitim materyalleri nelerdir? Bunların tümü çok önemli hususlardır. Sevindirici olan şey son dönemlerde bu eğitimin kalitesine daha bir ağırlık verilmesidir. Daha az sayıdaki sınıflarda daha kaliteli hocalardan çocuklar ders alabilmektedirler. Bazı camilerde başarılı öğrencilere ödüller verilmesi, din eğitiminin yanında geziler, yarışma programları gibi çocukların ilgisini çekecek etkinliklerin de yapılması, yaz eğitimini sıkıcı olmaktan çıkaran unsurlardır. Kalite arttıkça camilere ve namaza devam eden çocuk sayısında da bir artış kaçınılmazdır ve bu durum fiilen gözlemlenmektedir. Çocuk cemaati Peygamber aleyhisselam çocuk cemaatine özel önem vermiştir. Resulullah aleyhisselam çocukların erken yaşlarda namazla, camiyle, cemaatle tanıştırılmasını emretmektedir. Amr İbnu'l-Âs (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah'a bundan (namazın çocuğa ne zaman emredileceğinden) sorulmuştu:"Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin" buyurdu."1 Peygamberimiz cami düzeninde çocuk cemaatine de yer vermişti. Mescid-i Nebi’nin tek katlı olduğu düşünülürse imam’ın arkasında (yani en ön safta) yetişkin erkekler, sonra erkek çocuklar, sonra kız çocuklar, sonrada yetişkin bayanların safa durmasını söylemiştir. Bazen kız torunu Ümameyi omuzlarına alıp camiye getirdiği olurdu. Hz. Hasan ve Hüseyin de o minberde hutbe okurken yanına gelirlerdi. Peygamberimiz cemaate namaz kıldırırken torunları secdede üzerine binerdi. O, kızmak ,öfkelenmek bir yana bundan dolayı secdesini uzatırdı. Cemaatten kendisine; "Ey Allah'ın Resûlü! Namaz sırasında öyle uzun bir secde yaptınız ki, bir hadise meydana geldi zannettik veya sana vahiy indi zannettik!" diye soranlar oldu. "Hayır!" dedi, "bunlardan hiçbiri olmadı. Velâkin, oğlum sırtıma bindi. Ben, acele edip hevesi geçmeden sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım (kendisi ininceye kadar bekledim)."buyurdu.2 Peygamberimizin evde kendi başına namaz kılarken değil, camide cemaate namaz kıldırırken olayın yaşandığı dikkatlerimizden kaçmamalı, bize büyük ders olmalıdır. Camiye gelen çocuklar bazen bir ihtiyaçtan dolayı ağlarlardı. Hz. Peygamberimiz bundan asla rahatsız olmazlardı. Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ben, uzun tutmak arzusuyla namaza başlarım. (Namazı kıldırırken) bir çocuk ağlaması kulağıma gelir, çocuğun ağlamasından annesinin duyacağı elemi bildiğim için namazı uzatmaktan vazgeçerim."3 Peygamberimiz namaz için “gözümün nuru” buyuruyor. Onu en fazla mutlu eden şeylerin başında namaz kılmak ve orada rabbiyle baş başa kalmak vardır. Buna rağmen camiye annesiyle gelen ve orada ağlaşan çocuklardan asla rahatsızlık duymuyor. Ağlayan çocuktan dolayı annesine tepki göstermek şöyle dursun annenin yüreğindeki ıstıraptan dolayı namazını uzatmıyor, ondan feragat ediyor. Yine Peygamberimiz camiye gelen çocukların başlarını okşar, onlara tek tek ilgi gösterirdi. Câbir İbnu Semüre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'la birlikte ilk namazı kıldım. Sonra Aleyhissalâtu vesselâm ehline gitti. Onunla ben de çıktım. Onu birkısım çocuklar karşıladı. Derken onların yanaklarını bir bir okşamaya başladı. Benim yanağımı da okşadı. Elinde bir serinlik ve hoş bir 20 Eylül 2010 koku hissettim. Elini sanki koku kutusundan çıkarmış gibiydi."4 Burada hadisi rivayet eden sahabenin çocukluktan kalma bu hoş hatırayı unutamadığı göz önüne alınırsa büyüklerin camideki çocuk cemaate ilgi göstermelerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Peygamberimiz ile onun çocuk cemaati arasında geçen birçok hatıra vardır. Bütün bu hatıralarda camideki çocuk cemaatine karşı ilgili, sabırlı, hoşgörülü, onların varlığından son derece mutlu bir peygamber örneği görürüz karşımızda. Bu gün maalesef aksi durumları camilerimizde görebiliyoruz. Camiye cemaate gelen çocuklardan rahatsız olan cami cemaati olabiliyor. Camiye gelen çocuklara karşı gayet kaba, sert, haşin, abus yüzlü bazı kimseler olabiliyor. Üstüne vazife olmadığı halde camiyi kendi evleri ve mülkleri zannedip çocukları camiden kovalayan cami derneği görevlileri bulunabiliyor maalesef. Bunlara ben de bizzat şahit oldum ve üzüldüm. Cami avlusuna görevli dikip cemaati rahatsız ediyorlar diyerek teravihe gelen çocukları kovalamayı iyilik zanneden zavallılar, bunun manevi ağırlığı altından nasıl kalkacaklar? Mahşerde Rasülullah’ın yüzüne nasıl bakacaklar? O çocuklardan biri dinden, diyanetten, müslümanlıktan, camiden ve cemaatten soğur ve tüm sevgisini, ilgisini terk ederse bunun sorumluluğunu nasıl üstlenecekler? Camiye insan kazandırmak kolay mı? Onlar kaç çocuğu namazından dolayı tebrik ettiler? Kaç çocuğu internet köşelerinden kurtarıp cami cemaati yaptılar? Camilerin gülü, çiçeği olan çocukları camiden kovmak, soğutmak kimin haddine? Bunu dinsiz, imansız Allah ve Peygamber düşmanları zaten yapıyor. Bütün olumsuz mesajlara rağmen camiye gelen çocukları da bu yaşlı cemaat soğutursa Allah bu millete, bu cemaate acır mı? Oysa cami kimsenin özel mülkü değil. Cami sadece Müslümanlara da açık değil. Orası Allahın evi ve Allahın tüm kullarına açıktır. Cami ve secde yüzü görmemiş, şurada burada zaman dolduran akranlarına rağmen bir çocuk ramazan vesilesiyle camiye teravihe gelmişse onun alnından öpmek gerekir. Bazen çocuklardan da cami adabına aykırı hareketler görülebilir.Camiye götürülen çocuklara da tabiî ki cami adabı öğretilmeli. Caminin bir eğlence yeri olmadığı söylenmeli. Buna rağmen onlar çocuktur ve onlardan 60-70 yaşındaki insanların davranışları da beklenmemelidir. Gerekirse camilere çocuk cemaatin kazandırılması ve onlara karşı muamele konusunda çocuk psikologlarından, sosyologlardan, eğitimcilerden ve konunun uzmanlarından bir heyet Eylül 2010 oluşturup konuyu masaya yatırmalı ve onların tavsiyelerini itibara almalıdır. Bunun, caminin binası, duvarı, boyası ve badanasından daha önemli bir husus olduğu cemaat ve cami dernekleri tarafından idrak edilmelidir. Bu yazının asıl konusu camilerdeki çocuk cemaatine dikkat çekmektir. Mübarek Ramazan ayını idrak ettiğimiz şu günlerde teravih dolayısıyla camilerde daha fazla çocuk görmemiz, hepimizi ziyadesiyle mutlu etmektedir. Cami ve çocuk, bir birlerine çokça yakışan iki olgudur. Bu ikisini birbirine daha fazla yakınlaştırmak biz büyüklerin en önemli vazifesidir. Çünkü camiye devam eden çocuk sayısıyla gelecekte toplumun dini yaşantısı arasında doğru orantı vardır. Camisinde çocuk cemaati olmayan bir mahallenin geleceğinin daha dindar, daha mutlu, daha emin, daha yaşanılabilir olmasını beklemek zordur. Kendi çocuğuyla, kendi torunuyla aynı camide cemaat olanlara ne mutlu! Camilerde çocuk cemaatin artmasına vesile olanlara ne mutlu! En büyük kazancın, insan kazanmak, gönül kazanmak olduğunu bilenlere ne mutlu! Her şeye rağmen camide cemaat olan çocuklara ne mutlu! .............................................................. 1)Ebu Davud, Salât 26, (497) 2)Nesai, İftitah 83, (2, 229, 230) 3)Buharî, Ezan 65; Müslim, Salât 189 4)Müslim, Fezâil 80, (2329) 21 EY İNSAN! Dünyaya gönül verip, kendini mahkum etme. O ahiret tarlası, sakın ekmeden gitme. Burda neyi ekersen orda onu biçersin. Sen insansın, kendine; yazık oldu dedirtme. Mademki misafiriz, bu doymazlık nedendir? Buradaki gafletin, ötedeki derdindir. Suçu başkalarına atıp kurtulamazsın, Sakın suçlu arama, asıl suçlu kendindir. Çöle inen en son Nur, en büyük ikram oldu. Bu insanlık gerçeği; ancak onunla buldu. Zulmü baştacı eden bütün firavunlara, Bükülmeden, yiğitçe dimdik duran O kuldu O kulu örnek al ki kurtuluşa eresin. Ey insan! Hitabının rahmetine giresin Varoluşun sırrını eğer yakaladınsa Yaratana hamd edip, tüm sevgini veresin Mustafa AKCAN 22 Eylül 2010 RAMAZAN MUŞTUSU MAHYALAR talarımız ibadetleri sırf ibadet olarak görmemiştir. Ona bir estetik değer katmaya da özen göstermiştir. İbadetleri dört gözle beklenen bir hale getirmek için insan ruhuna hitap eden bütün unsurları kullanmışlardır. A Hasan BAŞAR Mahyacılık için selâtin (iki minareli) camiler esastır. Çünkü mahyalar ancak iki minare arasına gerilerek yapılabilen bir sanattır. Osmanlıda selâtin camilerini yalnızca padişahlar yaptırmaktadır.padişahın dışındakiler ancak tek minareli camiler yaptı- İbadetin kendisi için beklenen zamana bile bir heyecan katmışlardır. İbadet için yapılan hazırlığın bizatihi kendisi bile başlı başına bir ibadet halini almıştır. İbadete hazırlık denince akla gelen en önemli şey Ramazan hazırlığıdır ki sanıyorum bir şey dememe gerek yok. Çünkü söyleyeceğim her şey eksik kalır. Osmanlı’da yapılan tatlı ve heyecanlı hazırlığın ardından dört gözle beklenen Ramazanın geldiğine iki şey şahitlik ederdi. Birisi davul, diğeri ise mahyalardı. Mahya: Ramazan ayında birden fazla minareli camilerin minareleri arasında gerilen ipler üzerine kandil veya elektrik ampulleriyle yazılan yazı veya çizilen resim demektir. rabiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki çift minareli camiler genellikle İstanbul, Edirne ve Bursa’da yaptırılmıştır. Eylül 2010 Ramazan hilalinin görülmesiyle birlikte ki Osmanlıda bu iş için özel memurlar vardı. Bu memurlar Şaban ayının son gecelerinde Beyazıt’taki Yangın Kulesi ile Fatih ve Süleymaniye gibi selâtin camilerinde nöbet tutmaya başlarlardı. Ramazan hilalini gören 23 memurlar hemen şeyhülislamın huzuruna çıkarlar ve durumu arz ederlerdi. Şeyhülislam hemen temsili Hilal Mahkemesini kurar ve bu mahkemede Ramazanın başladığına karar verilir ve davullara talimat verilirdi. Davulcular davullarıyla Ramazanın geldiğini halka duyururlardı. Bu arada temsili Hilal Mahkemesinin kapısında Süleymaniye Cami mahyacıbaşısı da hazır bulunur, müjdeyi alır almaz camiye gider, ustalara işaret verirdi. Diğer mahyacıların da gözü Süleymaniye caminde olurdu. Mahyayı görür görmez kendileri de hazırladıkları mahyayı asarlardı. Ramazanın başlamasıyla birlikte gökyüzü kandillerle süslenirdi. Bütün İstanbul başlı başına bir görsel ziyafete tanıklık ederdi Mahya ve mahyacılık Osmanlıya mahsus bir gelenektir ve bu gelenek günümüzde halen bizde devam etmektedir. Mahya, Osmanlının hayata ve ibadetlere nasıl bir estetik katma endişesi yaşadığının bir göstergesidir. Ayrıca girdiğimiz her yere nasıl İslam ve Türk kültürü damgasını vurduğumuzun açık kanıtıdır. Yahya Kemal’in yaşadığı bir olay bu durumu çok güzel özetlemektedir: “Bir gece, Türkleri çok seven, Rumları da yakından tanıyan bir yabancıyla, Moda’da oturuyor, İstanbul’u seyrediyordum. Yabancı arkadaşım, mahyalar ve minarelerin şerefelerindeki kandillerle büyülü bir güzelliğe bürünen İstanbul’a uzun uzun baktıktan sonra der ki: ‘Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere başvurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk evlerini de mavi-beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız. Lakin bu akşam ne sizin, ne de hükümetinizin tertibi eseri olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptı ki bu şehrin milliyetini tamamıyla gösterir!” “Dünya yüzünde sevilmeye ve sayılmaya layık Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minareler aralarında yazı yazmayı akıl etmeleri, bunda muvaffak olmaları, onların medeniyette ne kadar ilerde olduklarının bir ifadesidir.” Bir yabancı seyyahın ağzından dökülen bu sözler İslamiyet’e ve insanlığa yaptığımız hizmetlerin açık 24 bir delilidir. Ve bizler bundan dolayı inanın çok mutluyuz. Bu yüce dini yüceltmek ne büyük saadet Allah’ım. Ancak şu unutulmamalıdır ki Osmanlıya mahsus olan mahyacılığa ilham kaynağı olarak İslam kültüründe bir kandil geleneği mevcuttu. Zaten mahyacığın mucidi de bu kandil ustalarıdır. İlk mahyaların ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Bilinen ilk mahya I. Ahmet zamanında(1603-1617) minareler arasına Fatih Cami müezzinlerinden Hattat Hafız Ahmet Kefevi kurmuştur. Dönemin padişahının hoşuna gitmesinin üzerine dönemin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından 1723 yılında bütün selâtin camilerinde mahya asılması için ferman çıkartılmıştır. Mahyacılık için selâtin (iki minareli) camiler esastır. Çünkü mahyalar ancak iki minare arasına gerilerek yapılabilen bir sanattır. Osmanlıda selâtin camilerini yalnızca padişahlar yaptırmaktadır.padişahın dışındakiler ancak tek minareli camiler yaptırabiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki çift minareli camiler genellikle İstanbul, Edirne ve Bursa’da yaptırılmıştır. Dolasıyla mahyacılıkta daha çok bu şehirlerde ama özellikle de İstanbul’da çok yaygındır. Eskiden İstanbul’da kurulan mahyalarda Ramazanın ilk 15 gününde yazılar yer alırken son 15 gününde genellikle şekiller olurdu. Yazılan yazılarda daha çok şunlar olurdu: “Fetih süresinin ilk ayeti, maşallah, tebarekellah, bismillah, leyle-i kadir, hoş geldin ya Ramazan”, Ramazanın son zamanlarında “el- firak, elveda” gibi yazılar yer alırdı. Resim olarak ta: “tek ve ya çift boru çiçeği, gül, fulya, kız kulesi, kayık, vapur, köşk, fıskiye, köprü, cami, top arabası, tramvay, ayyıldız” gibi motifler kullanılırdı.” Mahyalar yalnız mübarek gecelerde ve Ramazan ayında kullanılmazdı. Mesala Sultan Abdulaziz Avrupa seyatinden döndüğünde, Hidiv İsmail Paşa, İran şahı ve Atatürk İstanbula’a geldiğinde hoş geldin mahyaları ve ayrıca 1. Dünya savaşı yıllarında “hilaliahmer’i unutma, hubbü’lvatan mine’l-iman, muhacirler yardım” İstaklal Savasından sonra, “yaşasın istiklaliyet, tayyareyi unutma, israftan sakın, içki aileye düşmandır, kumar insanı mahveder” gibi yazıların yer aldığı mahyalar yazılmıştır. Eskiden mahyacılık babadan oğla geçerdi ve Eylül 2010 sevinirken, annem en çok, Şeker Bayramı da geçip gidince mahyaların sönüp gideceğine üzülürmüş. Onun gördüğü mahyalarla benim gördüğüm elektrik ışıklı mahyalar arasında öylesine büyük fark varmış ki, annem, benimkiler bir hayal gibiydi der ve hayal olmuş mahyaları ille yeniden yeniden anlatmak isterdi.’ Günümüzde ise bu gelenek devam etmekte ama daha sade bir şekilde devam etmektedir. Mahyalarda kullanılan yazılar sınırlıdır ve hemen her sene aynı yazılar kullanılmaktadır. Bu da şunu göstermektedir ki mahyacılık kendisini yenilemiyor. Ve sınırlı sayıda kişi tarafından yürütülmektedir. Mahyacılık kendisini geliştirmediği için zamanla yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. çok zahmetli bir işti. Mahyacılık eskiden günümüze göre daha zahmetli bir sanat olmasına rağmen eskiden Ramazanlarda çok önem arz ederdi. O zamanlar başlı başına bir sanat alanıydı ki birbirleriyle yarışan mahyacılar İstanbul halkına eşsiz bir görsel ziyafet çekerlerdi. Zahmetli olmasına rağmen insanların hünerlerini sergiledikleri bir arenadır mahyalar. Öyle ki bazı ustalar bir günde 2 mahya birden sergileme becerisi bile gösterebilmekteydiler. Teravih namazından önce bir mahya, aynı gece teravih namazından sonra başka bir mahya asan ustalar dahi yetişmiştir Osmanlıda. Bizler için mahya sadece yazıdan ibarettir. Oysa Osmanlı’da öyle değildi. Yazının yanında son 15 günde de şekiller sergilenirdi Mahyalarda. Gökyüzündeki bir yazı ile mest olan bizlerin ne büyük bir zevkten mahrum olduğumuzu söylememe gerek yok sanırım. Selim İleri ‘İstanbul İlk Romanımda Leylak’ kitabında, annesi için şöyle söyler: ‘Herkes bayrama Eylül 2010 Oysa günümüz teknoloji çağında harika mahyalar pekâlâ yapılabilir. Mahyacılık konusunda İstanbul Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde genel bir çalışma yürütülmektedir ama yeterli değildir. Bu konuda sınırlı sayıda yetişmiş elaman bulunmamaktadır. Bu gelenek şahısların inisiyatifine bırakılmamalıdır. Kurum olarak korumak ve geliştirmek için gerekli hassasiyet göstermelidir. Hatta ve hatta bütün Türkiye geneline yaymalı ve herkesin bu güzellikten faydalanması sağlanmalıdır. Bu konuda bizleri mutlu eden çalışmalarda yapılmaktadır. Mahyacılığın geleceğe taşınmasını amaçlayan kamuoyuna açık bir mahya tasarım yarışması da 2010 yılı içinde düzenlenecek. Geleneksel mahyacılığın çağdaş tasarımdan yararlanması amacıyla düzenlenen yarışmanın Seçici Kurulu Ömer Faruk Şerifoğlu, Beşir Ayvazoğlu, Yeşim Demir, Nevzat Sayın, İsmail Kara, Zeynep Fadıllıoğlu, Komet ve Kahraman Yıldız'dan oluşuyor. Aynı zamanda proje kapsamında İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü bünyesindeki Mahya Atölyesi de yenilenecek. Başvuruları 5 Ekim’e kadar devam eden yarışmanın sonuçlarını heyecanla bekliyoruz. Unutulmaya yüz tutan kültürümüzü kurtarmak isteyen ve bu yönde çalışma yapan herkese şükranlarımızı sunuyoruz. 25 D. Mehmet Doğan: “Gerçek gençlik bayramı 29 Mayıs’tır” ürkiye Yazarlar Birliği Onursal Başkanı ve Vakit Gazetesi yazarı D. Mehmet Doğan Bey’le Ankara, Ankara’nın tarihi kökleri ve Hacı Bayram Veli’yi konuştuk. Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz. T Röportaj: Aydın BAŞAR Gerçek gençlik bayramının İstanbul’un fethinin yıldönümü olan 29 Mayıs olması gerektiği düşüncesindeyim. Sebebi, 29 Mayıs’ın gençlik çağında bir kahramanın bütün dünya tarihini etkileyen bir işi başardığı günün yıldönümü olması. Fatih’in İs- Muhterem Doğan, Ankara’da yaşıyorsunuz. Ankara denilince aklınıza ilk olarak neler geliyor? Ankara, orta Anadolu’nun dolayısıyla Türkiye’nin belkemiği olan önemli tarihî şehirlerden biri... Roma dönemindeki mevkiini Osmanlı döneminde de devam ettirmiş bir şehir. Doğu-batı, kuzey-güney eksenindeki ulaşım ağlarının kesiştiği bir merkez.. 20. Yüzyıla kadar çok önemli ve kendine mahsus bir ekonomik varlığa sahip: Tiftik keçisi ve onun tüyü olan tiftik; Bu Ankara’ya sürekli ve farklı bir yapı kazandırmış. tanbul’u fethettiği yaşta olanlar, şimdi üniversite talebesi… Gençler bu yaşlarda neler yapılabileceğini bu bayram vesilesiyle düşünebilir güven içinde geleceğe bakabilirler. 26 Ankara’yı anlamlandırırken Cumhuriyet dönemi ile sınırlandırmak doğru bir yaklaşım mıdır? Ankara, Cumhuriyet’ten önce Anadolu’nun önemli bir merkezi idi. Ankara vilayetinin sınırları içinde, Kayseri, Çorum, Yozgat, Eylül 2010 Kırşehir sancakları vardı. Bunlar Cumhuriyet’ten sonra müstakil vilayet oldu. Daha sonra Kırıkkale de Ankara vilayetinden ayrılarak il yapıldı. İktisadıyla olduğu kadar kültürüyle de önemli bir merkezdi. Hacı Bayram Veli’nin döneminde meydana getirdiği ve sonrasında devam eden bu hava şehri müstesna kılıyordu. Cumhuriyet sonrası yeni bir Ankara oluşturulmak istendi. Bu yeni Ankara eski Ankara’ya zıt bir Eylül 2010 zeminde yükseltilmeye çalışıldı. “Mabetsiz bir şehir” olarak kurulmak istenen Ankara onlar açısından gerçek bir başarısızlık hikâyesidir. Eski Ankara’yı dışlayan yeni Ankara anlayışı çökmüştür. Çünkü yeni Ankara mabetsiz şehir olmayı reddetti. Ankara’nın siluetine kubbe ve minareler bir halk yapıcılığı olarak damgasını vurdu. Şimdi Ankara Türkiye’nin en çok camisi olan şehirlerinden birisidir. 27 Bugün İstanbul tarihiyle bir bütün gibi algılanırken Ankara sanki tarihinden kopuk gibi duruyor. Bunda resmi ideolojinin payı nedir? Resmî söyleme göre Ankara “yoktan var edilen” bir başkenttir. Bu demektir ki seksen küsur yıl önce Ankara diye bir şehir yoktu! Esasen bu Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı geçmişini inkâr etmesiyle paralel giden bir propagandadır. Demek istiyorlar ki; nasıl Türkiye Cumhuriyeti yoktan var edilmişse Ankara da öyle türetilmiş bir şehirdir! Ankara’nın bu tarz reklamını yapanlar Ankara’nın dostları değillerdir gerçekte. Çünkü köksüz, türedi bir şehirden bahsetmektedirler. Ankara’nın önemi tarihiyle birlikte daha net bir şekilde ortaya çıkıyor galiba… Ankara’nın Osmanlı Devleti’nin oluşum sürecinde çok mühim bir rolü var. Ankara beylikler döneminde Osmanlı Devleti dışında hiçbir güce yakın durmamıştır. Mesela Ankara Karamanoğullarına meyletse Türkiye’nin hâkimi Karamanoğulları olabilirdi. Ankara’nın tarihi işte bu derece önemlidir. Ankara Osmanlı tarihinin kuruluş döneminde ahilerle oynadığı rolü, İstanbul’un fethi sırasında bayramilerle sürdürmüştür. İstanbul’un fethinin Akşemseddin’in hocası Hacı Bayram Veli’ye kadar uzanan bir hi- 28 kâyesi olduğu biliniyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Ankara’nın tarihi geçmişini bir isim etrafında açıklamak gerekirse, bu isim Hacı Bayram’dır. İstanbul’un fethinin hikâyesine gelince, bir tarihi sürecin kavranması bakımından önemlidir. Fakat her nedense bu süreçte Ankara’nın rolü ihmal edilmiştir. Oysa İstanbul’un fethi “Ankara merkezli bir düşünce”nin kuvveden fiile çıkarılması olarak okunabilir. Elbette İstanbul’un fethedilmesi ile ilgili Hz. Peygamber dönemine kadar giden bir süreç var. Peygamber’imize atfedilen söz bu şehrin çeşitli zamanlarda muhasara edilmesinde büyük rol oynadı. Fakat bu sözün ete kemiğe büründürülmesi, sonuca ulaştırılmasında Hacı Bayram Veli ile onun halifesi Akşemseddin’in ve diğer bayramî büyüklerinin büyük emek ve gayretleri var. Hacı Bayram 2. Murat’ın çağdaşı idi. Fethin bir sonraki neslin işi olduğunu Sultan Murat’a söyleyen oydu. Bu apaçık bir hedef gösterme idi. Bir taraftan yeni doğan şehzade Mehmed’i, diğer taraftan ona fetih konusunda hocalık yapacak müridi Akşemseddin’e yönelik bir hedef belirleme. Fethin psikolojik ve manevi altyapısını bayramiler hazırladı diyebilir miyiz? Evet Bayramiler İstanbul’un fethinin manevî zeminini hazırladılar. Akşemseddin genç Fatihi psikoloEylül 2010 jik olarak bu zafere hazırladı. Genç Sultan tahta çıkar çıkmaz İstanbul’un fethi için hazırlıklara başladı. İstanbul üzerine asker sevk ettiğinde bu savaşa katılmak üzere tarikat ehli olarak sadece bayramîleri davet etti. Akşemseddin başta olmak üzere bütün bayrami uluları ve 20 bin bayrami müridi İstanbul kuşatmasına katıldı. Ankara’nın Selçuklu şehri olduğunu düşünürsek bayramilikten daha öncesine gittiğimizde o dönemde Ankara’da dikkat çeken en önemli unsur neydi? Tabi ki Ahilikti. Selçuklu Anadolu’sunun iktisadi-içtimai altyapısını oluşturan Ahilik teşkilatıydı. Ankara ahiliğin önemli merkezlerindendi ve bir süre ahiler Ankara’nın idaresini bile üstlendiler. Bu dönem Selçuklu sonrasında Ankara’ya çok özgün bir kimlik armağan etti. Bugün geleneksel Ankara’nın en büyük mimari yapısı, en büyük camisi, ne bir padişahın eseridir; ne de bir sadrazam veya paşaya aittir. Ankara’yı bir süre yönetmiş olan ahi şeyhlerinden Ahi Şerefedin’in camiidir. Aslanhane Camii de Selçuklu dönemi Ankara’sının en büyük mimarî yapısı olarak cumhuriyete kadar gelmiş ve şehre damgasını vurmuştur. Özetlersek, ahilik Selçuklu Anadolusu’nun yapıcı unsuru oldu, bayramilik ise Osmanlı döneminin manevi iklimini oluşturdu diyebiliriz. El emeği, çalışma, üretim ve kanaat gibi İslam iktisadına ait değerleri düstur edinen Hacı Bayram Veli hakkında ne söylemek istersiniz? Biliyorsunuz Hacı Bayram Veli’nin asıl adı Numan’dır. Şer’i ilimlerin müderrisi olan Numan Efendi, Somuncu Baba’ya bağlandıktan sonra tasavvufi bir şahsiyet olarak karşımıza çıktı. “Üretmek”le hayat ve maneviyat arasında güçlü bir bağ kurdu. Kendisi ziraatla uğraştı, müritlerini de mutlaka bir iş, bir meslek sahibi olmaya mecbur etti. Onun halifelerinden Akşemseddin değirmenci, Ömer Dede bıçakçı idi mesela… Hacı Bayram Veli türbesinin bugün Ankara için anlamı nedir? Köklü şehirlerin böyle manevî çekim merkezleri vardır. Bu merkezler, her zaman yeni hamlelerin üssü olmaya namzettirler. İnsanlar, yozlaşmaların haddi aştığı dönemlerde arınmak için bu merkezlere müracaat ederler. Kendileriyle karşı karşıya, Rableriyle baş başa kalırlar. Kendi gönüllerinden aldıkları ilhamla, huzur içinde doğru yola iletilmek isterler. Bunun için niyazda bulunurlar. Güçlü bir iç hamle için donanırla Son olarak şunu sormak istiyorum: Bir yazınızda “29 Mayıs gençlik bayramınız kutlu olsun” ifadesini kullanıyorsunuz. Neden bu tarih gençlik bayramı olmalıdır sizce? Gerçek gençlik bayramının İstanbul’un fethinin yıldönümü olan 29 Mayıs olması gerektiği düşüncesindeyim. Sebebi, 29 Mayıs’ın gençlik çağında bir kahramanın bütün dünya tarihini etkileyen bir işi başardığı günün yıldönümü olması. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta olanlar, şimdi üniversite talebesi… Gençler bu yaşlarda neler yapılabileceğini bu bayram vesilesiyle düşünebilir güven içinde geleceğe bakabilirler. İşte bu gerçek bir bayram olur. Resmiyetin zorlama bayramına da benzemez. Eylül 2010 29 Çoğalma Tutkusu ilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20) B Fuat TÜRKER ftturker@hotmail.com Yüce Allah'a gönülden iman eden, dünyanın geçici ve aldatıcı süslerine önem vermeyen, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilen ve mallarını Allah yolunda harcayan müminler, sonsuz rahmeti umut edebilirler. 30 Zenginlik, eşler, çocuklar, ticaret gibi dünyevi tüm değerler, Allah'tan ve ahiretten gaflette yaşayan kimseleri dünya hayatında tutkuyla oyalar. Tüm bunların gelip geçici olduğunu, yeryüzündeki her şeyin değer kaybettiğini, yıprandığını, yok olduğunu bilmelerine rağmen insanlar kendilerini bunlara tutkuyla bağlanmaktan alıkoyamazlar. Oysa Rabb’inin gücünü ve büyüklüğünü gereği gibi takdir ederek O’nu tanıyan insan, her şeyin birer imtihan sebebi olduğunu -Allah’ın dilemesiyle- anlayacaktır. Yapılması gerekenin de tüm bu nimetleri kendisine lütfeden Allah’a şükretmek olduğunu kavrayacaktır. Ancak inkar eden ya da imanı kalbine yerleştirememiş olan kimseler, hırs ve tutkuyla dünyaya bağlandıklarından, eksik ve kusurlu Eylül 2010 yaratılmış olan dünyanın çekici kılınmış tüm değerlerinin kölesi haline gelirler. bildiren nedir? Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.” (Hümeze Suresi, 2–6) Kur’an’da yıldızların, güneşin, ayın, denizlerin, gece ve gündüzün insanın emrine amade kılındığı bildirilir. İnsan ise bunları ilah edinir; dahası dünya hayatındaki süsler karşısında da aciz düşer. Oysa insanın, karşısında acz içinde olduğu tek varlık Rabb’idir. Ancak çoğu insan O’na değil kendi emrine verilenlere tapar, emrindekilerin emrine girer. Hırsla biriktirip, saydıkça sayan ve ihtiyacından artakalanı vermeyen kişi, mallarının kendisini sonsuz kılacağını zanneder. Ancak malları ona hiçbir yarar sağlamayacak aksine sonsuz azaba sürükleyecektir. İnsan biriktirdiğine sahip değildir. Sahip olduğunu düşünüyorsa yanılgıdadır; gerçekte o kişi biriktirdiğine ait olmuştur. Ayette, “…(o İlahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 75) bildirildiği üzere, bencil tutkuları onu malının tutsağı haline getirmiştir. Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın 'refah içinde şımaran önde gelenleri': "Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz" demişlerdir. Ve: “Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz” de demişlerdir. (Sebe Suresi, 34-35) Birçok insan, çok kısa sürecek dünyada mallarından yararlanarak yaşamak amacıyla, hırsla malını yığıp biriktirir. İman etmeyen insanlar, yaşamları süresince dünya hayatının gerçeğini kavrayamazlar. Ve bencilce tutkuları yüzünden hem dünyayı hem de sonsuz yaşamlarındaki cenneti kaybederler. “Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını mı sanıyor? Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır."Hutame"nin ne olduğunu sana Eylül 2010 Yüce Allah'a gönülden iman eden, dünyanın geçici ve aldatıcı süslerine önem vermeyen, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilen ve mallarını Allah yolunda harcayan müminler, sonsuz rahmeti umut edebilirler. Onlar göz açıp kapama süresi kadar kısa dünya hayatı yerine, sonsuza kadar sürecek ahiret hayatını, sonsuz güzellikleri ve gerçek zenginliği seçmişlerdir. Dünya hayatı karşılığında ahireti satın almıştır müminler ve bu en karlı olan alışveriştir. Bizim Katımız'da sizi (bize) yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere kat kat mükafaat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. (Sebe Suresi, 37) 31 KUR'AN'DAKİ SÜNNET vvelemirde burada "Sünnet" tabiriyle neyi kasdettiğimizi ortaya koyalım: Bizim burada "Sünnet" tabiriyle kasdettiğimiz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Din'in tebliği ve hayata aktarılması bağlamındaki söz ve fiilleridir. E Dr. Ebubekir SİFİL Öyleyse hepimizin, Hadisler hakkında konuşurken Allah Teala'dan Konunun sağlıklı bir zeminde ele alınabilmesi için öncelikle Sünnet'in bağlayıcı olup olmadığının, doğrudan Kur'an'a dayanarak ortaya konması gerekmektedir. Ancak mesele bununla bitmemektedir. İkinci aşamada yapılması gereken, Sünnet'i bize nakleden unsurların tesbiti ve güvenilir olup olmadıklarının tayinidir. Üçüncü aşamada ise "Sünnet'i bağlayıcı bir din kaynağı olarak görmezsek bunun pratik sonuçları neler olur?" sorusunun cevabı gelmektedir. korkması ve Efendimiz (s.a.v)'den geI- Sünnet'in Bağlayıcılığı lecek en küçük bir azarlamayı, sitemi ve daha da kötüsü O'nun şefaatinden mahrum bırakılmayı hesaba katması gerekir diye düşünüyorum. 32 Burada soru şudur: Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden başlayarak kıyamete kadar bütün tarihleri ve bütün coğrafyaları kuşatacak şekilde bağlayıcı mıdır? Biz, Ehl-i Sünnet Ve'l-Cemaat olarak bu soruya tereddütsüz "evet" diyoruz. Bir noktaya dikkat çekelim: Kur'an da aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden başlayarak kıyamete kadar bütün tarihleri ve bütün coğrafyaları Eylül 2010 kuşatacak şekilde bağlayıcıdır. Yani yukarıdaki cümlede yer alan "Sünnet" kelimesini çıkarıp, yerine "Kur'an" kelimesini koymamız halinde değişen birşey olmayacaktır. Buradan şu sonuca varıyoruz: Üstünlük, fazilet, lafızlarının değişmezliği, namazda kıraat edilmesi gibi hususiyetlerde Kur'an'ın Sünnet'e göre tartışmasız bir otoritesi var ise de, bağlayıcılık bakımından Sünnet de tıpkı Kur'an gibidir; bu noktada aralarında herhangi bir fark yoktur. ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah'a ve Peygamber'e arz edin. Bu hem hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir."[2] A- Resul'e İtaati emreden ayetler Bu ayetteki "itaat" vurgusu, "itaat edin" ifadesine Allah Teala ve Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında tekrarlı bir şekilde yer verilmesinde kendisini göstermektedir. Ayetteki vurgu sadece bundan ibaret değildir. Burada mü'minler için şiddetli bir uyarı da yer almaktadır: Ayet, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, aranızda çıkan ihtilaflı işlerin çözümünü Allah Teala'ya ve O'nun Resulü'ne götürün" demektedir. Demek ki, böyle yapmayanların iman iddiası havada kalmaya mahkûmdur. 1. "De ki: "Allah'a ve Resulü'ne itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah kâfirleri sevmez."[1] 3. "Kim Resul'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (aldırma), çünkü seni onlar üzerine muhafız göndermedik."[3] Burada Allah Teala, kendisiyle birlikte Resulü'ne de itaat edilmesini emir buyurmakta ve bundan yüz çevirenlerin kâfir olduğunu beyan etmektedir. Buradan elde ettiğimiz sonuç, tıpkı Allah Teala'ya itaate yanaşmayan kimseler gibi, Resulullah'a (s.a.v) itaate yanaşmayan kimselerin de kâfir olacaklarıdır. Bu ayetin, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat bağlamındaki diğer ayetlerden önemli bir farkı vardır. Burada Resul'e itaat edenin, bu hareketiyle Allah Teala'ya itaat etmiş olacağı belirtilmektedir. Hatta bir adım daha ileriye giderek şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Allah Teala'ya itaatin yolu, O'nun Resulü'ne itaatten geçmektedir ve Resul'e itaat olmadan Allah'a itaat olmaz. Sünnet'in bağlayıcılığı konusundaki Kur'an ayetlerini şöyle sınıflandırabiliriz: 2. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Resul'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Herhangi bir konuda ihtilafa düşerseniz, eğer Allah'a ve Nitekim Resul'e itaat olmadan da Allah Teala'ya itaat edilebileceğini "işareten" dahi anlatan bir tek Kur'an ayeti bulmak mümkün değildir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, kimi ayetlerde Allah'a itaat zikredilmeksizin, sadece Resul'e itaat olgusunun emredildiği görülmektedir. Örnek olarak, 4. "Namazı kılın, zekâtı verin ve Resul'e itaat edin. Umulur ki merhamet olunursunuz."[4] ayetini zikredebiliriz. Hatta bu ayette şöyle bir incelikten de bahsedilebilir: Burada "namaz" ve "zekât" gibi iki farzın yerine getirilmesi emredildikten sonra "Resul'e itaat" emri verilmektedir. Bu durum, Resul'e itaatin de tıpkı namaz ve zekât gibi bir farz olduğunu gösterir. Ve nihayet bu ayet ile ilahî rahmete nailiyet, namaz ve oruç yanında Resul'e itaate de bağlanmış olmaktadır... 5. "Eğer mü'min kimselerseniz, Allah'a ve Resulü'ne itaat edin."[5] Ganimet taksimi konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)'e soru soran mü'minler hakkında nazil olduğu, Eylül 2010 33 metninin bizzat kendi ifadesinden anlaşılan bu ayet, imanı, Allah'a ve Resulü'ne itaate bağlamasıyla dikkatimizi çekmekte ve hitap edilen kimselerin mü'minler olduğu açık bir şekilde görülmektedir. 6. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resul'e itaat edin ve amellerinizi iptal etmeyin."[6] Buraya kadar örnek olarak zikrettiğimiz ayetlerde –ve diğer benzerlerinde– "Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat" hususu, gerek mü'minlere, gerekse inanmayanlara yönelik kesin bir Kur'anî emir olarak karşımıza çıkmaktadır. B- Resul'e tabi olmayı emreden ayetler Sünnet'in bağlayıcılığı konusunda bir diğer kategori olarak "Resul'e ittiba"yı ihtiva ve emreden ayetlerin mevcudiyeti dikkatimizi çekmektedir. Bir-iki örnek zikredelim: 1. Yüce Allah şöyle buyurur: "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana ittiba edin ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[7] Bu ayet, Allah Teala'nın sevgisine ve bağışlamasına nail olmanın tek yolunun Resul'e ittiba olduğunu, hiçbir tevile, yoruma ve zorlamaya mahal vermeksizin alabildiğine açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 34 2. "O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları Resul'e, o Ümmî Peygamber'e tabi olurlar; O onlara ma'rufu emreder ve onları münkerden sakındırır ve onlara temiz olan şeyleri helal kılar, pis olan şeyleri haram kılar; sırtlarından ağırlıkları indirir, üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar. O'na inanan, O'na ta'zimde ve yardımda bulunan, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilmiş olan nura tabi olanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."[8] Her ne kadar bu ayette Ehl-i Kitab'ın bahse konu edildiğini görüyor isek de, ayet, aynı zamanda Efendimiz (s.a.v)'in konumunu ve fonksiyonunu anlatması bakımından konumuz noktasında önemlidir. Zira burada O'nun, ma'rufu emrettiği, münkerden sakındırdığı, temiz olan şeyleri helal ve pis olan şeyleri haram kıldığı bildirilmektedir. Bu yetkinin genel olduğu ise izahtan varestedir. C- Resul'e muhalefeti yasaklayan ayetler 1."Her kim, kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu takip ettiği o yola sevkederiz ve onu cehenneme daldırırız."[9] Bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'e muhalefet ederek mü'minlerin yolundan ayrılıp, başka bir yola girenlerin sonunun cehennem ateşi olEylül 2010 duğunu haber vermekle, adeta şöyle buyurmuş olmaktadır: Ey insanlar! Gidilecek yolun doğrusu eğrisi belli olduktan sonra artık Peygamber'e muhalefet etmeyin. Yani dosdoğru yol, Peygamber'e muhalefet etmemektir ve mü'minler de böyle yapmaktadırlar. Eğer bu yoldan saparsanız, sonunuz cehennemdir. 2. "Onun (Peygamber'in) emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin ulaşmasından veya elim bir azabın çarpmasından sakınsınlar."[10] Hz. Peygamber (s.a.v)'in emrine muhalefet eden kimselerin, ya bir fitneye veya çetin bir azaba muhatap olacakları bu ayette net bir şekilde ifade buyurulmaktadır. Buradaki "fitne"yi müfessirler, kişinin, kalbine gelecek küfür, nifak veya bid'at sebebiyle fitneye düşmesi tarzında açıklamışlardır. Burada geçen "azap" ise dünyada başa gelecek çeşitli bela ve musibetler olarak açıklanmıştır. 3. "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman mü'min bir erkekle mü'min bir kadının, işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakları yoktur. Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse, apaçık bir sapıklık ile sapmış olur."[11] Bu ayette doğrudan mü'minlere yönelik bir ikaz görüyoruz. Buyuruyor ki Rabbimiz: Allah ve Resulullah bir konuda hüküm verdikleri zaman, mü'minlerin artık o konuda başka bir hükmü ve görüşü seçme hakları yoktur. Ben mü'minim diyen insanların bu noktada tam bir teslimiyet göstermeleri gerekir. 4. "Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra da vereceğin hükümden dolayı nefislerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar."[12] bu itiraz, cevabını kendi içinde barındırmaktadır. Zira ifadelerin mutlak olması, mü'min olsun kâfir olsun bütün insanlara hitap edildiğini gösterir. Durum böyle olmakla birlikte, yukarıdaki itirazın yerinde olmadığını daha doğrudan gösteren ayetlerden bir-iki örnek verecek olursak: "Eğer mü'min kimselerseniz, Allah'a ve Resulü'ne itaat edin."[15] Ganimet taksimi konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)'e soru soran mü'minler hakkında nazil olduğu, metninin bizzat kendi ifadesinden anlaşılan bu ayet, imanı, Allah'a ve Resulü'ne itaate bağlamasıyla dikkatimizi çekmekte ve hitap edilen kimselerin mü'minler olduğu açık bir şekilde görülmektedir. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resul'e itaat edin ve amellerinizi iptal etmeyin."[16] Bu ayet, bir taraftan "itaat" kelimesini (yukarıda ikinci sırada zikrettiğim ayette olduğu gibi) hem Allah Teala'ya, hem de Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaati vurgulamak için ayrı ayrı zikretmesiyle dikkat çekerken, diğer taraftan da her iki merciye itaati mü'minlere yönelik bir emir olarak ifade etmesiyle öne çıkmaktadır. Son iki sırada zikrettiğim ayetler dolayısıyla yukarıdaki türden bir itirazın Kur'an açısından makul ve yerinde olmadığını söylemek durumundayız. 2. Sünnet'in bağlayıcı olmadığını iddia edenler, bütün bu ayetlerde zikredilenin, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat ve ittibanın emredildiği ve O'na muhalefetin yasaklandığı hususlarından ibaret olduğunu ileri sürerek, şöyle derler: Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat ve ittiba ile O'na muhalefet etmemekten maksat, onun Sünneti değil, Kur'an'dır. Bütün bu ayetlerde Kur'an'ın değil de Sünnet'in kastedildiğini gösteren açık ve kesin bir delil yoktur. Muhtemel İtirazlar Buraya kadar zikrettiğim ayetlerden başka Hz. Peygamber (s.a.v)'in mü'minler için "güzel örnek" olduğunu[13], O bize ne verirse onu almakla ve bizi neden sakındırmışsa ondan uzak durmakla yükümlü bulunduğumuzu[14] bildiren ayetler bulunduğunu da hatırlatarak, burada zikrettiğim ayetlere itiraz sadedinde ileri sürülebilecek bazı yaklaşımlara değinmek istiyorum. 1.Özellikle ilk iki kategoride zikrettiğim ayetlerin mutlak ifadeleri sebebiyle, bunların muhataplarının inanmayanlar olduğunu ileri sürenler çıkabilir. Ancak Eylül 2010 Buna cevap olarak şöyle deriz: Bu yaklaşım, ilgili ayetlerin mana ve mefhumlarına ya tam vakıf olamamanın, ya da bilinçli bir saptırmanın ifadesidir. Bunun böyle olduğunu ortaya koymak için fazla uzağa gitmeye gerek yok. Örnek olarak yukarıda zikredilen ayetlerden bazılarını ele almamız yeterlidir. Mezkûr ayetlerden birisi, hatırlanacağı gibi, "Namazı kılın, zekâtı verin ve Resul'e itaat edin. Umulur ki merhamet olunursunuz."[17] ayeti idi. 35 hakem tayin edilmesinin emir buyurulmasını Sünnet'e ittibanın emredilmesinden başka nasıl anlayabiliriz? Burada ayetin mazmunundan şu iki noktayı rahatlıkla çıkarmamız mümkündür: Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine getirilen davaları ya Kur'an ayetlerine göre çözecek veya Kur'an'da yer almayan bir hükmü icra edecektir. Üçüncü bir ihtimal sözkonusu olamaz. Burada önce namaz ve zekâtın emir buyurulduğunu görüyoruz. Bu durum, ayetin hitap ettiği kimselerin Kur'an'a itaat ve ittiba emri doğrultusunda bu iki ibadet ile mükellef tutulduğunu anlatmaktadır. Bu ibadetleri yerine getirenler zaten Kur'an'a itaat etmiş olacaklardır. Bu durumda Resul'e itaatin ayrıca vurgulanması ne anlama gelmektedir? Dolayısıyla eğer Resul'e itaat, sadece Kur'an'da gördüğümüz emir ve yasaklara itaatten ibaret olsaydı, namaz ve zekât emirleri yanında Resul'e itaatin de ayrıca vurgulanmasında hiç bir mana olmazdı. Bir diğer ayet: "Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra da vereceğin hükümden dolayı nefislerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar."[18] Eğer bu ihtimallerden ilkini benimseyecek olursak bunun bizi götüreceği nokta şurasıdır: Hz. Peygamber (s.a.v) Kur'an'ın hükümlerine diğer insanlardan daha fazla nüfuz etmekte ve ayetlerden, onların çıkaramayacağı hükümleri çıkarabilmektedir. Bu ise Hz. Peygamber (s.a.v)'in, murad-ı ilahiye, yani Kur'an'ın mana ve maksatlarına diğer insanlardan daha fazla vakıf olduğunun kabulünden başka birşey değildir. Öyleyse Allah Teala'ya itaatin yanında Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaati de vurgulayan ayetlerden, sadece Kur'an'a ittiba hükmünü çıkarmak doğru değildir. Kur'an'ı bizden daha iyi ve doğru anlayan bir Peygamber'in varlığını kabul ettikten sonra böyle bir iddianın geçerliliği olabilir mi? İkinci ihtimali kabul etmemiz halinde ise, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Kur'an'da yer almayan hükümler getirebileceğini söylemiş oluruz ki, bu durumda sözkonusu itiraz tamamen havada kalmaktadır. 3.Sünnet'in bağlayıcılığına itiraz eden çevrelerin ileri sürdüğü bir diğer iddia da, Kur'an'ın "herşeyi açıklayıcı" olduğunu[19], "hiçbir şeyi eksik bırakmadığı"[20], "ihtilafları açıklamak için" gönderildiği[21], Hz. Peygamber (s.a.v)'in bile Kur'an'dan başka hakem aramadığı[22] gibi hususları anlatan ayetlerin, Kur'an dururken Sünnet'e veya bir başka kaynağa müracaat edip onu bağlayıcı kabul etmenin yanlış olduğunu anlattığı şeklindedir. Burada mü'minlere, aralarında çıkan ihtilaflarda Kur'an'ın değil de Hz. Peygamber (s.a.v)'in hakem tayin edilmesinin emir buyurulduğu açıktır. Bu iddiaya karşı herşeyden önce şunu söyleyelim ki, itiraza delil olarak ileri sürülen ayetler, her halukârda bir önceki itirazı cevaplandırırken Resul'e itaatı, ittibayı emreden ve O'na muhalefeti yasaklayan ayetler ile birlikte düşünülmek zorundadır. Aksi halde Kur'an'ın bir kısmıyla amel edilmiş, diğer bir kısmı ise terkedilmiş olur. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v) onlara Kur'an'ı eksiksiz olarak tebliğ etmektedir ve dolayısıyla Kur'an ayetleri onlar tarafından da bilinmektedir. Hal böyleyken Kur'an'ın değil de Hz. Peygamber (s.a.v)'in İkinci olarak; eğer Kur'an'ın eksik hiçbir şey bırakmadığını ve herşeyi açıkladığını ifade eden yukarıdaki ayetler mutlak manada alınmaya müsait olsaydı, nazil olduğu günden bugüne insanoğlunun 36 Eylül 2010 bilgi dağarcığına giren fizik, kimya, astronomi, biyoloji, tıp, felsefe, mantık, gramer, psikoloji, sosyoloji... vs. ile ilgili ne varsa, hepsinin Kur'an'da açık-seçik bir şekilde yer aldığını görebilmemiz gerekirdi. yatta bulunduğu dönem ile sınırlandırmamız gerekir. Zira bu ayetler bize, O'nun Sünneti'ne değil, bizzat O'nun kendisine ittiba ve itaat etmemiz emredilmektedir. Yine bu yaklaşımın doğruluğunun kabul edilebilmesi için, bizzat Kur'an'ın emrettiği namaz, oruç, zekât, hac gibi pekçok ibadetin, bütün detaylarıyla Kur'an'da yer almış olması icabederdi. Oysa vakıanın bunun tam tersi olduğu ortadadır. Bu yaklaşımı doğru kabul edenlerin şu sorulara tatminkâr bir şekilde cevap vermeleri gerekir: Şu halde yukarıdaki itiraz sadedinde ileri sürülen bu türlü ayetleri şu şekilde anlamamızın daha doğru olacağını düşünüyorum: Allahu a'lem bu ayetler ve benzeri içerikteki diğerleri, gerek Din'in muhtevasının, gerekse varlık ve eşyaya ilişkin bilgilerin Kur'an'da öz ve nüve olarak yer aldığını anlatıyor olmalıdır. Yahut da Kur'an'da, sözkonusu muhteva ve bilgileri doğru bir biçimde elde etmenin yolları ve yöntemleri gösterilmiştir. Yani bu ayetler, temel dinî ve ontolojik gerçekleri işaret etmektedir. Dolayısıyla bunların, Kur'an'ın herşeyi açıkladığı ve bu sebeple Sünnet gibi bir kuruma ihtiyaç bırakmadığı şeklinde anlaşılması mümkün değildir. 4. Diyelim ki, buraya kadar zikredilen bütün ayetlerde bizzat Resul'e ittiba ve itaat emredilmekte, ve O'na muhalefet yasaklanmaktadır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) artık aramızda değildir ve O'nun dünya değiştirmesinin üzerinden 1400 küsür sene geçmiştir. Şu halde bu ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.v) ile ilgili olarak yer alan vurguları, O'nun ha- Eylül 2010 1- Kur'an'da, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat ve ittibanın, O'nun hayatta olduğu dönem ile sınırlı bir sorumluluk olduğunu gösteren bir ayet mevcut mudur? 2- Bu soruyla bağlantılı olarak, "Seni ancak bütün insanlık için bir müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik"[23], "Ve seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik"[24] gibi ayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in misyonunun evrensel olduğunu göstermez mi? 3- Eğer Hz. Peygamber (s.a.v)'in insanlara rehberliği yeryüzünde vahyin maksatlarını gerçekleştirmek için vazgeçilmez bir şart ise, O'nun vefatından sonra dünyaya gelen insanlar böyle bir rehberlikten niçin mahrum bırakılmış olabilirler? Bu durum adl-i ilahîye ve murad-ı ilahînin dünya hayatında tecellisine aykırı değil midir? 4- Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti demek, O'nun söyledikleri ve yaptıkları demektir. Eğer O'na ittiba ve itaat, O'nun söylediklerine ve yaptıklarına uymakla oluyorsa, bu itiraz sahiplerinin tavrı yanlış- 37 tır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti, bu Ümmet'in takva ve vera ahli, mütehassıs, Peygamber aşığı alimleri tarafından Sahabe döneminden itibaren muhafaza edilmiş ve bizlere kadar intikal ettirilmiştir. Burada iki ihtimal sözkonusudur: Yok eğer Sünnet Hz. Peygamber (s.a.v)'in söyledikleri ve yaptıkları değildir denecekse, o zaman bu itiraz sahiplerninin, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ittiba ve itaatten ne anladıklarını ilmî bir şekilde izah etmeleri gerekir. B- Kur'an'ı, Kur'an'da açıkça yer almayan bir çerçeve getirerek açıklayacaktır. Sünnet'i Bize Ulaştıran Unsurların Tesbiti Ve Güvenilirliği Meselesi Şu ana kadar ortaya koymaya çalıştığım hususlar, meselenin bir veçhesini aydınlatmaya yönelikti. Ancak sözün başında da altını çizdiğim gibi, mesele bununla bitmemektedir. Maksadın hasıl olması için, bugün Sünnet'i bize ulaştıran unsurların güvenilir olup olmadığı hususunun aydınlığa kavuşturulması gerekmektedir: Malum olduğu üzere, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'ni bize nakleden iki önemli unsur vardır. Bunlardan birisi uygulama (tatbikat), diğeri de hadislerdir. Şu halde meselenin birinci kısmı hallolduktan sonra, ikinci kısmı teşkil eden bu iki unsurun nasıl tesbit edildiği ve güvenilir olup olmadıkları hususuna gelelim. Bilindiği gibi pek çok Kur'an ayetinde Hz. Peygamber (s.a.v)'e, Kur'an'ı insanlara beyan etme, yani açıklama görevi verildiği belirtilmektedir. Bir-iki örnek zikredecek olursak; 1. "Sana Zikr'i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar."[25] Bu ayette Hz. Peygamber (s.a.v)'in, insanlara indirilen hükümleri açıklamak gibi bir görevinin bulunduğu açık bir şekilde ifade buyurulmuştur. Bu ayet dolayısıyla iki husus gündeme getirilebilir: 1- Eğer Kur'an, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından ayrıca açıklanmaya muhtaç bir alan bırakmış değilse, Hz. Peygamber (s.a.v) neyi niçin açıklayacaktır? 2- Hz. Peygamber (s.a.v) bu "açıklama" görevini nasıl yerine getirecektir? 38 A- Hz. Peygamber (s.a.v), Kur'an'ı yine Kur'an ayetleriyle sınırlı kalarak açıklayacaktır. Bu şıklardan hangisini kabul ederseniz edin –ki bir üçüncü şık sözkonusu olamaz–, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, herhangi bir ayeti açıklarken Kur'an'da yer almayan kimi hususları gündeme getirmesinin, kendisine verilen bir görev ve yetki dahilinde vuku bulduğunu söylemek zorundasınız. Şöyle ki; İlk ihtimal, Kur'an'ın yine Kur'an ile açıklanması idi. Burada Hz. Peygamber (s.a.v)'e beyan görevi verilmiş olması gösterir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) Kur'an'ı, sıradan insanların ulaşamayacağı bir seviyede idrak ve ihata etmektedir. Bu ise Kur'an'ın anlaşılmasında O'nun açıklamalarına mutlak surette ihtiyacımız bulunduğunu gösterir. İkinci ihtimal ise doğrudan "gayri metluvv vahiy" olgusunu gündeme getirir. Gayri metluvv vahiy olgusunun kabul edilmesi halinde ise Sünnet'in Kur'an'ı beyan fonksiyonu konusunda herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. 2. "O Kur'an'ı hemen kapmak için dilini aceleyle kımıldatma. Şüphe yok ki onu (senin kalbinde) toplamak da, onu okutmak da bize aittir. Öyleyse biz onu okuyunca sen onun okunuşuna uy. Sonra şüphe yok ki, onun açıklaması da bize aittir."[26] Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışı bir vahiyle Kur'an'ı açıkladığının en kuvvetli delillerinden birisi olan bu ayette dikkatimizi şu noktaya yoğunlaştıralım: Allah Teala, Kur'an'ı açıklama işinin kendisine ait olduğunu, hem de tekitli bir ifade ile beyan buyurmaktadır. Buradan ilk bakışta Kur'an'ın yine Kur'an'la açıklanacağı sonucu çıkar gibi görünse de, acele davranıp ayetin bu hususu anlattığı konusunda son kararı vermeden şöyle bir soru soralım: Eğer böyleyse Kur'an'ın bütün ayetlerinin yine Kur'an tarafından açıklanmış olması gerekmez mi? Oysa görüyoruz ki, Kur'an'da, diğer ayetler tarafından açıklanmamış pek çok ayet mevcuttur. Yukarıda da değindiğim gibi namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetlerin nasıl eda edileceği konusunda Kur'an'da detaylı bilgi bulmak mümkün değildir. Eylül 2010 Öyleyse şunu söylemek zorundayız: Hz. Peygamber (s.a.v), Kur'an'ı açıklama görevini yerine getirirken, bir yandan murad-ı ilahînin ne olduğunu beyan etmiş, diğer yandan da tabii olarak Kur'an'da yer almayan ilave hususlar getirmiştir. Nitekim gerek Hadis müdevvenatı, gerek rivayet tefsirleri ve gerekse Fıkıh kitapları, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu türden beyanlarıyla doludur. Üstelik mesele sadece mana ile rivayet de değildir. Hadis uyduruculuğu dediğimiz vakıa –ki İslam kaynakları da bu vakıanın varlığını kabul etmektedir– hadisler konusunda daha dikkatli olmamız gerektiğini ikaz etmektedir. Şu halde geçmiş ulema tarafından sahih kabul edilmiş olsa da, elimizdeki hadislerin tümüne güvenmemiz sözkonusu olamaz. Muhtemel bir itiraz Şimdi meselenin can alıcı noktasına gelmiş bulunuyoruz. Buraya kadar söylediklerimize itiraz etmeyen bir kısım çevreler, işin bundan sonrasında problem bulunduğunu söylemekte ve şöyle demektedirler: Evet, Hz. Peygamber (s.a.v)'in böyle bir görevi vardır ve bu görev gayri metluvv, yani Kur'an dışı vahiyle yerine getirilmiştir. Ancak özellikle sözlü rivayetlere, yani hadislere dayanan Sünnet'in bize kadar güvenilir bir şekilde geldiğine dair elimizde bir güvence yoktur. Zira hadis ravileri rivayetlerin Hz. Peygamber (s.a.v)'in mübarek ağzından çıktığı gibi, aynı kelimelerle naklinde gerekli titizliği göstermemişlerdir. Sahabe neslinden itibaren hadisleri orijinal lafızlarıyla aynen nakletmediğini, sadece manayı aktardığını söyleyen pek çok kimsenin mevcudiyetini kaynaklardan öğreniyoruz. Eylül 2010 İşte bu, günümüzde hadisler hakkında müslümanların kafasında oluşturulmuş en ciddi ve tehlikeli itirazdır ve hak ettiği ciddiyetle üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır. Bu itiraza cevap sadedinde öncelikle şunu söyleyelim: Allah Teala Kur'an'da "Zikr"in kendisi tarafından indirildiğini ve yine kendisi tarafından korunacağını belirtmektedir: "Muhakkak ki Zikr'i biz indirdik; onun koruyucusu da bizleriz."[27] Bu ayet üzerinde dururken şu hususların düşünülmesi gerekmektedir: Buradaki "Zikir" kelimesinin, metluvv olsun, gayri metluvv olsun her türlü vahyi anlattığını söyleyen İbn Hazm[28] gibi alimlerin bu görüşünden sarf-ı nazar edelim ve bu kelime ile Kur'an'ın kastedildiğini kabul ederek soralım: 39 1- Bu ayetten yola çıkarak Kur'an dışında başka hiçbir şeyin ilahî koruma altında bulunmadığını söylemek doğru mudur? Eğer bu doğruysa şunu söylememiz mümkün hale gelecektir: Bugün Müslümanlar'ın kıldığı namazlar, Kur'an'ın emrettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in mahiyetini Kur'an dışı vahiy kanalıyla öğrenerek kıldığı namazın aynısı olmayabilir. Aynı şeyi hacc, oruç, zekât vd. ibadetler için de söylemek pekala mümkün olmalıdır. O zaman Allah Teala'nın Kur'an'da emrettiği bu ibadetler, murad-ı ilahî hilafına icra ediliyorsa Kur'an'ın bu konudaki ayetlerinin fiilen ilahî koruma kapsamının dışında kaldığını söylememizin engeli nedir? 2- Yine bu ayette geçen "Zikir" kelimesinin Kur'an'ı anlattığını varsayarak söyleyelim: Kur'an, ayetlerin açıklamasının Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından yerine getirileceğini bildirdiğine ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu açıklamaları da bize kadar hadisler kanalıyla geldiğine göre, eğer hadislere güvenemeyecek isek şu sorunun cevabını kim verebilir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, ilahi garanti altındaki beyan fonksiyonu hakkında böyle bir şüphe mevcut iken Kur'an'ın sadece ayetlerinin koruma altında olmasının ne manası vardır? Onu bize en güvenilir şekilde beyan eden Sünnet şüphe altında bulunuyorken ve Kur'an'ı Sünnet mevkiinde beyan edecek ikinci bir 40 kuvvet de mevcut değilken, Kur'an ayetlerini dileyenin dilediği gibi yorumlamasının önüne nasıl geçebiliriz? Böyle bir durum tahrif kapsamına girmez mi? 3- Yine yukarıdaki ayette geçen "Zikir" kelimesinin Kur'an'a münhasır olduğunu varsayarak soralım: Kur'an'ın korunması ne suretle olmuştur? Bu soruya, "onu ezberleyerek kitlesel rivayet şeklinde nesilden nesile aktaran hafızlar sayesinde olmuştur" şeklinde cevap verilirse buna şöyle mukabele ederiz: Burada işin içine beşer unsurunun girmesi nasıl Kur'an'ın ilahî korunmuşluk niteliğine halel getirmiyor ve hatta bu korunmuşluğun yegâne vasıtası oluyorsa, hadisleri de bize kadar nakledenler aynı nesiller değil midir? Hatta Ulûmu'l-Kur'an kitaplarından öğrendiğimize göre, Kur'an'ın mütevatir okunuş şekillleri olan 7 veya 10 mütevatir kıraat, istisnasız bütün unsurlarıyla her tabakada tevatür seviyesinde nakledilmiş değildir. Hatta daha enteresan birşey söyleyeyim: Bilindiği gibi Kur'an, Hz. Ebu Bekir (r.a) döneminde cem edilmiş, Hz. Osman (r.a) döneminde de istinsah edilerek birkaç nüsha halinde çoğaltılmıştır. Eylül 2010 Her iki aşamada da bu işi yapmakla görevlendirilen komisyonun başında bulunan Zeyd b. Sâbit (r.a) şöyle demiştir: "Ebu Bekir döneminde yapılan cem işleminde Tevbe suresinin iki ayetini sadece Ensar'dan Ebû Huzeyme'nin yanında bulabildim. Keza Osman dönemindeki teksir esnasında da Ahzab suresinin bir ayetini sadece yine Ensar'dan Huzeyme'nin yanında bulabildim." Müsteşrikler'in, Kur'an'ın her ayetinin her tabakada sayıları tevatür seviyesine ulaşan kitleler tarafından birbirlerine nakledildiği gerçeğine itirazları da bu noktada vuku bulmaktadır. Bir şey daha söyleyeyim: Şia mezhebine mensup olan bir kısım kimseler, Kur'an'da Velayet suresi diye bir surenin var olduğunu ve Ehl-i Beyt'in faziletlerini anlatan bu uzun surenin Hz. Ebu Bekir (r.a) tarafından mushaftan çıkarıldığını iddia ederler. Şia'nın elindeki bir kısım yazma Kur'an nüshalarında bu sure mevcuttur ve müsteşrik Nöldeke tarafından 1842 tarihinde neşredilen "Târîhu'l-Mesâhif" adlı çalışmaya (II, 102) dercedilmiştir. Meşhur Şii alim et-Tabressî, "Faslu'l-Hitâb fî Tahrîfi Kitâbi Rabbi'l-Erbâb" adlı eserinde (s. 180) böyle bir surenin varlığını doğrular ve bu surenin aslının Farsça "Debistân-ı Mezâhib" adlı eserde mevcut olduğunu söyler. Yine Şia'nın meşhur ve muteber kaynaklarından el-Kuleynî'nin "el-Kâfî" (II, 643.) isimli eserinde Cebrail (a.s)'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'e getirdiği Kur'an ayetlerinin sayısının 17.000 (onyedibin) olduğu söylenmektedir. Bu durumda elimizdeki Mushaflar, Kur'an'ın 3'te 1'inden daha azını ihtiva etmiş olmaktadır. Burada Şia'nın bu iddialarını cevaplandırarak sözü uzatmak istemiyorum. Söylemek istediğim şu: Kur'an'ın tahrif edildiği hususunda böyle iddialar sözkonusu iken bizler Ehl-i Sünnet Müslümanlar olarak Kur'an'ın korunmuşluğu noktasında kalbimizde en küçük bir tereddüte bile yer vermeyiz ve bu gibi durumların, Kur'an'ın korunmuşluğu gerçeğine en küçük bir halel getiremeyeceği inancını tam bir itmi'nan ile taşırız. Kaldı ki, geçmişten bu yana sahih kabul edilen hadislerin uydurulmuş olabileceği ihtimalini gündeme getirenler en azından bunların bir kısmı–mütevatir hadisleri bu iddianın dışında tuttukları halde, ulema tarafından mütevatir olduğu tesbit edilmiş olan hadisler hakkında bile aynı iddianın devam ettiriliyor olmasını nasıl açıklayacağız? Sonuç Yukarıdan beri söylediklerimizin, Sünnet'in bağlayıcı bir din kaynağı olduğu konusundaki şüpheleri ortadan kaldırmaya yeteceğini umarak diyoruz ki: Bütün bu tartışmaların ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin bağlayıcı olup olmadığı münakaşalarının ötesinde biz, Sünnet-i Seniyye'yi kurtuluşumuz için bir sığınak, bir melce olarak görüyoruz. Çünkü eğer bu gelip geçici dünya hayatında bize düşen, Allah Teala'nın muradına uygun yaşamak ve O'nun rızasına ulaşmak ise, bunun yolunu iki cihanın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) en güzel şekilde yaşayarak göstermiş ve öğretmiştir. Her türlü akademik ve metodolojik tartışmanın ötesinde şu gerçeği inkâr edecek birisi bulunacağını düşünemiyorum: Kur'an'ı en doğru şekilde anlayan ve en ideal biçimde hayata aksettiren insan Hz. Peygamber (s.a.v)'dir. Şu halde O'nun Kur'an'ı anlama ve yaşama biçimi konusunda bize kadar intikal etmiş olan haberlere müstesna bir hassasiyet ve titizlik göstermemiz gerekir. Elimizdeki bu Hadis külliyatı, başka hiçbir sebep olmasa bile sırf bu sebeple böyle bir itina ve dikkati hak etmekkedir. Bize kadar intikal etmiş olması bile başlı başına bir mucize olan Hadis külliyatının içinde yer alan ve ulema tarafından sahih addedilmiş olanları, "ya gerçekten sahih ise ve Efendimiz öyle buyurmuş, öyle davranmışsa?!" tarzındaki bir endişe ile, Nebevî emanete varis olmanın kıvanç ve sorumluluğu ile hareket etmeli değil miyiz? Öyleyse hepimizin, Hadisler hakkında konuşurken Allah Teala'dan korkması ve Efendimiz (s.a.v)'den gelecek en küçük bir azarlamayı, sitemi ve daha da kötüsü O'nun şefaatinden mahrum bırakılmayı hesaba katması gerekir diye düşünüyorum. ------------------------------------------------------------------[1] 3/Âl-i İmrân, 32. [2] 4/en-Nisâ, 59. [3] 4/en-Nisâ, 80. [4] 24/en-Nûr, 56. [5] 7/el-Enfâl, 1. [6] 47/Muhammed, 33. [7] 3/Âl-i İmrân, 31. [8] 7/el-A'râf, 157. [9] 4/en-Nisâ, 115. [10] 24/en-Nûr, 63. [11] 33/el-Ahzâb, 36. [12] 4/en-Nisâ, 65. [13] 33/el-Ahzâb, 21. [14] 59/el-Haşr, 7. [15] 7/el-Enfâl, 1. [16] 47/Muhammed, 33. Peki buna benzer iddialar hadisler hakkında varit olduğu zaman niçin hemen şüpheye kapılalım ve hadislerin uydurulmuş olabileceği ihtimaline yer verelim? Eylül 2010 [17] 24/en-Nûr, 56. [18] 4/en-Nisâ, 65. [19] 16/en-Nahl, 89. [20] 6/el-En'âm, 38. [21] 16/en-Nahl, 64. [22] 6/el-En'âm, 114. [23] 34/Sebe', 28. [24] 21/el-Enbiyâ, 107. [25] 16/en-Nahl, 44. [26] 75/el-Kıyâme, 16-19. [27] 15/el-Hicr, 9. [28] Bkz. el-İhkâm, I, 121-2. 41 BU GİDİŞ NEREYE ? ovulmuş ve taşlanmış şeytandan (bizi Rabbimiz’den uzaklaştıran her şeyden), her şeyi yaratan, yaşatan ve yöneten Yüce Allah’a sığınırız, Rahman ve Rahim olan Rabbimiz’in adıyla… Bizleri maddi ve manevi sayısız nimetle nimetlendiren Yüce Allah’a hamdolsun, ‘en güzel örneğimiz’, alemlere rahmet sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e salatü selam olsun…Rabbimiz’in selamı, rahmeti, bereketi ve hidayeti hepimizin üzerine olsun… K Ersan BİLGİN “Mü'minler arasında ahlâksızlığın ve edepsizliğin yayılmasını isteyenleri, gerek dünyada ve gerekse ahirette acıklı bir azap beklemektedir. Allah bilir, oysa siz bilmezsiniz.” Ey Müminler, Mümin Erkekler, Mümin Hanımlar, Kardeşlerimiz…Allah Teala buyuruyor ki; “(Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, namuslarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah Teala, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları,…’dan başkasına zinetlerini göstermesin- 42 Eylül 2010 ler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerini çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz." (Nur 30, 31)… “Bir insanı, "müslüman" olarak nitelememize yol açan şey, onun "Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyeti"dir. Bu teslimiyet, şu ön bilgiye/tasavvura dayanır: "Beni yaratan ve yaşatan Yüce Allah (cc), beni herkesten çok iyi biliyor ve seviyor. O halde, O’nun bana yaptığı öneriler (hayat ölçüleri, emir ve yasaklar) benim için en hayırlı olandır. Ben kendim için, O’nun benim için seçip-beğendiğine razı ve teslim oldum."… En son ve en mükemmel din, dinimiz İslam’ın tesettüre- örtünmeye, hicaba, karşı cinse bakmaya, namusa-iffete, ahlaka dair emir ve yasakları açık ve net bir biçimde ortadayken bu hayati ölçüleri ne kadar dikkate aldığımızı bir düşünelim? Rabbimiz’in tesettür örtünme, bakışları kontrol altına alma emrine uymayarak, hem kendimizin dünyasını ve ahiretini berbat ediyoruz, hem kızımızın, oğlumuzun, yeğenimizin, ailemizin hem de genç erkeklerin, genç kadınların yani kocaman insanlık ailesinin gözünü, gönlünü, aklını kısacası dünyasını ve ahiretini hüsrana sürüklüyoruz… Nesiller ve gönüller mahvoluyor… Bu noktada Rabbimiz’in şu uyarısına dikkatlice kulak verelim: “Mü'minler arasında ahlâksızlığın ve edepsizliğin yayılmasını isteyenleri, gerek dünyada ve gerekse ahirette acıklı bir azap beklemektedir. Allah bilir, oysa siz bilmezsiniz.” (Nur,19) Kur’an ve sünnet ölçülerinde, Allah'ın emirlerine uygun yaşamaya gayret eden insanlar, şehit kanlarıyla yoğrulmuş güzel vatanımızın ve dünyamızın sokaklarına, caddelerine, parklarına, sahillerine isimleri Ayşe, Fatıma vs. olan müslüman kızlarımızın, hanımlarımızın tesettürsüzlüğü (çıplaklığı veya örtülü çıplaklığı) sebebiyle çıkamaz oldu veya evlerine günah ve göz zinası kiriyle döndüler…Kafamızı iki elimizin arasına alıp n’olur bir düşünelim…Yangın gerçekten büyüktür ve bacayı sarmıştır! Bu yangından babalar, anneler, kardeşler, gençler kısacası hepimiz ama hepimiz sorumluyuz. Ayette Eylül 2010 şöyle buyurulur: “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (et-Tahrim, 66/6)Rasulullah (sav)’de şöyle buyurmuştur: "Sizin hepiniz birer çobansınız ve hepiniz yönettiğiniz kişilerden sorumlusunuz. Erkek ailesinin çobanıdır ve kıyamet gününde onlardan sorumlu olacaktır." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hanbel) Evet, hepimiz sorumluyuz… “Dîl dudak deprenmeden halden anlayan gelsin.” Nolur, kulak verin, bu çağrıya… Biz böyle değildik, sonradan olduk… İnanın, şu acınacak halimizi dert edinip, “İslam’ın emir ve yasakları, hayat ölçüleri bütündür, hepsi önemlidir” ve “Müslüman, Allah’ın emirlerine her şeyiyle teslim olmuş ve her şeyden sorumlu insandır”, bilincini kuşanır ve akl-ı selimle hareket edersek, bu beladan ve tek kelime ile ahlaksızlıktan kendimizi, kızımızı, gelinimizi, oğlumuzu ve tüm insanlığı kurtarabiliriz… İnsanımızın ruhunda bunu başaracak iman, ahlak, azim, aşk ve sorumluluk bilinci mevcut, Allah’ın izniyle… “Gözü olana gün ışımıştır.” Kimseyi ve birbirimizi üzmeden, kırmadan, bağırıp çağırmadan, güzellikle, tatlı dil ve güzel sözle Rabbimiz’in emrini hatırlayalım ve hatırlatalım… Kur’an’a ve Sünnet’e dönelim. Müslümanca düşünelim ve müslümanca yaşayalım ki müslümanca ölelim… Olması gereken şey İslam’ın bütün emirleriyle beraber örtünme- tesettür emrine uyarak, en hayırlı elbise olan takva elbisesi ile örtünmemizdir. Allah Teala buyuruyor: "Ey Ademoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir elbise, bir de giyinip süsleneceğiniz elbise indirdik. Takva elbisesi ise, o hepsinden daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerindendir. Ta ki iyice düşünüp öğüt alırsınız!" (Araf Suresi, 26) Rabbimiz! Senden hidayet, takva, haya ve iffet istiyoruz, yardım eyle! Bizlere bir daha günahlara dönmeyecek tevbeler ve güçlü iman, sürekli olan salih ameller yapacak irade lütfeyle! (Amin) 43 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Takva İbad bin Şumeyd bin Aclan (ra)’a “Münafık ağlayabilir mi?” diye sorulunca şu cevabı verdi: “Beden Gözüyle evet ağlar, lakin kalbi ile asla!” Fudayl bin İyaz (ra)der ki: “Gözleri yaşlı, kalbi kötü bir adam gördüğün zaman bil ki onun ağlaması münafığın ağlamasıdır. Asıl ağlama, kalbin ağlamasıdır.” Malik bin Dinar (ra)’a “Ağıt yakan birini çağır da sana acıklı bir ağıt yaksın!” denilince şu cevabı verdi: “Çok sevdiği evladını kaybetmiş annenin, ağıt yakan birine ihtiyacı yoktur.” Ka’b el Ahbar (ra) şöyle derdi: “Allah korkusundan gözümden akan bir damla yaş, dağ kadar altını sadaka olarak dağıtmamdan çok daha hoşuma gider.” Malik bin Dinar (ra) çok ağlardı. Bir seferinde ağlayarak nefsine şöyle hitap etti: “Ey nefis! Cebbar’a (cc) komşu olmak, Muhtar’ı (sa) görmek dilersin. Peki sorarım sana, bu uğurda hangi arzudan vazgeçtin? Allah’la arandaki uzak mesafeyi ne kadar kısaltabildin? Hangi Allah dostunu sevdin? Düşmanından hangisine O’nun için düşman oldun? Hangi öfkeni Allah için yuttun?... Hayır! Allah’ın rahmeti, affı olmasaydı senin halin nice olurdu.” Sonra kendinden geçti. Allah Teala, Musa (as)’a “Haşyetimden ağlamak kadar bana yaklaştıran birşey yoktur” diye vahyetti. Sabit Nessac (ra) Davut (as)’ı şöyle anlatır: Davut (as) işlediği zelleden sonra Allah’a kavuşuncaya kadar ne zaman su içecek olsa su tasını yarısı gözyaşıyla dolardı. Bir gün “Ey Allah’ım! Bu gözyaşlarım sebebiyle bana merhamet etmezmisin?” Deyince semadan şöyle bir nida geldi: “Ey Davut! Gözyaşlarının farkındayım, ama sen günahını unutmuş görünüyorsun!” Bir seferinde Davut (as), küllerin arasından bir kor alarak başının üzerine koydu ve şöyle dedi: “Rabbimin katında yüzümün suyu gitti (kendimi alçaltarak mahviyet haline büründüm!)” 44 Eylül 2010 Hasan-ı Basri’nin (ra) zamanında yaşayan bir adamın, çok ağlamaktan gözleri kör olmuş bir kızı vardı. Kızın babası, Hasan-ı Basri’ye (ra) gelerek kızına nasihat etmesi için evine çağırdı. Hasan-ı Basri (ra) daveti kabul edip, kızın yanına vardığında ona: “Sakin ol evladım! deyince kız şöyle cevap verdi: “Ey üstat! Gözlerim için iki ihtimal var. Ya Rabbimi görünce sıhhat bulacaklar ya da kör kalacaklar! Eğer gözlerim O’nu görüp sıhhat bulmayacaksa kör olarak kalmaya müstehaktır. Eğer sıhhat bulacaksa O’na bin gözüm feda olsun.” Hasan-ı Basri (ra) “Tedavi etmeye geldim; tedavi oldum. Güya doktor olarak geldim; doktor buldum dedi” dedi Selime binti Halit Mahzumi (ra) anlatır: Beytullah’ta Şam’lı bir hanım vardı. Aşk ve şevkinin çokluğundan ötürü daima ağlardı. İnsanlarda ona, “mahzun kadın (hazine)” derlerdi. Kabe’ye baktığı zaman “Rabbimin evi” derdi. Bir gün Kabe’nin kapısı açıldı ve “Sultanımız, gözümüzün nuru! Sana hasretimiz çoğaldı. Ne zaman bize kavuşacaksın?” diyerek ağlayan iki topluluk gördü. Hazine, duyduğu bu sözlerin ardından feryad ederek yere yıkıldı. İnsanlar yanına gidip baktıklarında, ruhunu teslim etmiş olduğunu gördüler.” Yahya bin Asfar (ra) anlatır: “Bir gün dostlarımızla beraber, gözleri çok ağlamaktan kör olmuşza zahide bir hanımın yanına gittik. İçimizden biri sesizce “Gözleri görüyorken sonradan kör olmak ne kadar zordur kim bilir!” dedi. O hanım bu sözü duyunca bize şöyle döyledi: “Ey Ebu Abdullah! Kalbin Allah’a karşı kör olması gözün kör olmasından beterdir! Allah muhabbetinin nihayetine erdirsin de varsın vucudumda sağlam bir azam kalmasın.” “Gecenin karalığı çökünce asiler uykuya dalar, Arifler, Celil’lin divanına dururlar. Gözyaşlarıyla Hüda’nın ayetlerini okurlar, Gözlerinden akan yaşlar sel olur, O’nu zikretmemeye bir an olsun dayanamazlar Uyku, aşığa göre değildir...” Eylül 2010 45 ŞEFAAT İSTENİR Mİ? ir de şefâat konusu var. Ona da çok çatıyorlar, karşı çıkıyorlar. Şefâat yok, diyenlerden tutun, “Şefâat Ya Resûlellah” dediğin zaman, “hah müşrik oldun, kafir oldun”, diyenler var. Şimdi bu konuyu yine püf noktalarına temas ederek îzâh etmeye çalışalım. B Prof. Dr. Orhan ÇEKER Şefâat yetkisini istemek ayrı şeydir. Yetki verilmiş birinden şefâat istemek ayrı şeydir. Bunu tekrar ediyorum, çünkü püf noktası burası. Yani “Ya Resûlullah bana şefâat et” derken, “Ya Resûlellah bana şefaat yetkisi ver “Şefâat Ya Resûlellah” diyen insan acaba şirke girer mi? Öncelikle şunu belirtelim : “Şefâat Ya Resûlullah” derken izah isteyen iki tane mesele var: Bir, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm vefat etmiş iken kendisine “Yâ” diye nida edilebilir mi?. İki, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’dan şefâat istenir mi meselesi? Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam vefat etmişken kendisine nida edilmesinin caiz olduğu bizim et-Tahiyyat duasında var. Namaz kılan kişi her iki rekatta bir defa Tahiyyat duasını okur. Yani günde 40 rekat namaz kılan kişi 20’den fazla et-Tahiyyat okur. Günde 20’den fazla de ben de başkasına şefâat edeyim” anlamını çıkarmak yanlıştır. Doğrusu, “Ya Resûlellah sana şefâat yetkisi verilecek beni de unutma”, anlamıdır. 46 “Ey Peygamber sana selam olsun”, diyor. Peygamberimize nida etmektedir yani. Peygamberimiz vefat etmiş olmasına rağmen kendisine nida edilmektedir. Eğer Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın vefatından sonra ya da kendi gıyabında O’na nida etmek şirk olsaydı, insanı dinden çıkarsaydı, namaz kılan insanın günde 20’den fazla dinden çıkEylül 2010 ması gerekirdi ki bunu söylemek mümkün değil. Dolayısıyla et-Tahiyyat duasının delaleti ile rahat rahat diyoruz ki, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a buradan veya dünyanın neresinden olursa olsun nida etmek, “Ey Peygamber sana selam olsun” demek caizdir, insanı şirke götürmez. Üstelik bu dua ile O’na selam da veriyoruz. Burası da ilginç. Hatta namazda et-Tahiyyat’ı okumak vacib olduğuna göre Peygamberimize nida etmek vacibdir de diyebiliriz. Mesele gayet açık yani. Bundan başka bir de şahısla tevessül bahsinde vereceğimiz bir hadis-i şerif var (İbn Mâce, İkametu’s-Sala : 189). Orada Peygamberimiz, kendisine gıyaben “YA” diye nida edilmesini istiyor. Şimdi gelelim Peygamberimiz’den şefâat istenir mi, meselesine. Diyorlar ki ‘şefâat sadece Allah’tan istenir. Allah müsaade etmeden hiç bir şey olmaz. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan şefâat istemek şirktir’. Biz zaman zaman bunlara deriz ki ; bir meselenin, esas hükmünü ölçen ve belirleyen o püf noktayı (illetini) bilemezseniz ölçtüğünüz, biçtiğiniz bütün şeyler ve sonuçları yanlış çıkar. Mesela metre yüz cm.dir. Sen metreyi 75 cm. olarak alırsan ne ölçersen ölç, yanlış ölçersin, yanlış sonuç alırsın. Herkesin mesela diyelim ki 100 m. dediği yere, sen 125 m. dersin. Bizim fıkhî meselelerde bu ölçü yanlışlığına çok dikkat çekilir. Çünkü dikkat etmezsen hem kendin saparsın, hem de seni sevenleri saptırırsın. Bu şefâat meselesinde de püf noktasını tesbit yanlışlığı yapıyorlar. Bakın nasıl ? Püf noktasını söylüyorum : Şefâat yetkisini istemek ayrı şeydir. Yetki verilmiş birinden şefâat istemek ayrı şeydir. Bunu tekrar ediyorum, çünkü püf noktası burası. Yani “Ya Resûlullah bana şefâat et” derken, “Ya Resûlellah bana şefaat yetkisi ver de ben de başkasına şefâat edeyim” anlamını çıkarmak yanlıştır. Doğrusu, “Ya Resûlellah sana şefâat yetkisi verilecek beni de unutma”, anlamıdır. Şimdi olayı dağıtmadan tekrar edeyim. Şefâat etme yetkisini istemek ayrı şey, yetki verilmiş bir kimsenin yardımını istemek ayrı konudur. Siz eğer şefâat yetkisi ile ilgili delilleri, şefâat etme olayıyla ilgili olarak kullanırsanız ortalığı tamamen darmadağın etmiş olursunuz. Sapmış da olursunuz., saptırmış da olursunuz. Şefâat etme yetkisiyle ilgili delilleri yetki konusunda kullanacaksınız. Yetki verilmiş bir insanın şefâat etmesiyle ilgili delilleri de kendi noktasında kullanacaksınız. İşte yanılınan, yanlış yapılan püf nokta burasıdır. Yani şefaate karşı çıkanlar, şefaat yetkisi ile ilgili delilleri, yetki verilmiş birisinden şefaat etmesini isteme konusunda kullanıyorlar. Hata burada yapılıyor. Dolayısıyla “Şefâat Ya Resûlellah” diyen insan “Ya Resûlellah sen bana şefâat yetkisi ver de ben de başkasına şefâat edeyim” demek istemiyor. Öyle diyen, düşünen yok. Ama şefâate karşı çıkan böyle değerlendiriyor. Ters taraftan giriyor meseleye. Halbuki Peygamberimizden şefâat isteyen kişi “Ya Resûlellah sana şefâat etme yetkisi verilecek, o zaman beni de unutma” demek istiyor. Bunun böyle olduğu apaçık dururken hala Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den yetki isteniyormuş gibi konuyu takdim etmek bir bakıma şeytanlığın / canbazlığın da bir başka uygulamasıdır. Şimdi gelelim meselenin çözümüne. Şefâat yetkisi sadece Allah’tan istenir. Çünkü şefâat etme yetkisini sadece Cenâb-ı Hakk verir. Cenâb-ı Hakk’ın dışında hiç bir güçte, hiç bir insanda bu yetki ve imkan yoktur. ALLAHtan gayrısı böyle bir imkana sahip değildir. Bu da ALLAHın uluhiyyetinin gereğidir. Bu yetki ve imkan Allah’tan başkasında olmadığı için, Allah’tan başkasından istemenin de manasızlığı ve batıllığı ortadadır. Dolayısı ile bir insan şefâat etme yetkisi isteyecekse sadece Allah’tan ister, yetkiyi başkasından istemesi itikaden tehlikelidir. Yani der ki, “Ya Rabbi bana şefâat etme imkanı ver ki ben de başkalarına şefâat edeyim”. Bu doğru bir istektir. Çünkü şefaat yetkisi sadece Allah’tan istenir. Şefaat yetkisini Resûlullah’ Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan ya da başka birinden isteyemezsiniz. Apaçık Kur'ân-ı Kerîm diyor ki, “Allah’ın izni olmadan şefâat edecek olan kimdir ?” Bu hüküm belli durur. Zira burada söz konusu yapılan şey, şefâatin kendisi değil, yetkisidir. Gelelim şimdi Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan istenen şefâat ne öyleyse ? Resûlullah Aleyhi's-Salâtu Eylül 2010 47 salınmakla bana yardım olundu, diyor Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam, ( Buhari,Teyemmüm :1; Salat :56; Ğusl :26). Yani bir düşman ordu toplanıp Peygamberimizle savaşa çıkmaya başladığı an, içlerine korku düşüyordu ve düşmanın morali taa ilk başta bozuluyordu. Bu beş şey diğer Peygamberlere verilmedi. Bizim Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a verildi. ve’s-Selam’dan istenen şefâat, şefâat etme yetkisinin verilmesi değil, kendisine ALLAHtan verilecek şefaat etme yetkisinin, ümmetten ihtiyacı olanlar lehine Resûlullah efendimiz tarafından kullanılması talebidir. Yani “Ya Resûlellah, Allah Teala sana şefâat etme imkanı verecek, beni de unutma” anlamındadır. Peygamberimize bu yetki ahirette verilecektir. Peki Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a şefâat etme yetkisi verildikten sonra, kendisinden şefâat istenilecek mi? Muhtaç olan insanlar O’nun kendileri lehine şefâat etmesini isteyecekler mi? Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam diyor ki, “Başka Peygamberlere verilmeyen beş şey bana verildi”. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam sayıyor bunları : Bir : Şefâat-i uzma bana verildi, diyor. En büyük şafaat demektir. En büyük şefâat hiç bir Peygambere verilmemiş, Peygamberimize verilmiştir. İki : Yeryüzü bana tümden mescid kılındı. Ümmet-i Muhammed her yerde ibadetini yapabilir ama diğer ümmetler yalnızca belli yerlerde ibadet yapabilirdi. Kilise’de, havra’da şurada burada yaparlardı sadece. Üç : Savaş ganimeti bana helal kılındı. Dört : Diğer peygamberler yalnızca kavmine gönderiliyordu. Ben tüm insanlara gönderildim. Beş : düşmanıma ta bir aylık mesafeden korku 48 Şimdi şefâat-ı uzmaya gelelim şimdi. En büyük şefâat, kıyamette, mahşer yerinde bütün insanlar toplanmış, herkes ne olacağız diye telaşla bekliyorlar. Öyle bir bekleme ki herkes bıkmış, ‘bir an önce hesabımız görülse de ne olacaksa olsa, biz de bu beklemekten kurtulsak’ diyecekler. Çare olarak insanlar Hz. Adem’e koşacaklar “Ey insanlığın babası! Bize şefâat et de hesabımız bir an önce görülüversin, beklemekten bıktık”, diyecekler. Hz. Adem kendisine göre bir mazeret söyleyerek “Ben yasaklanmış bir meyveyi yedim, siz Nuh’a gidin”, diyecek. Hz. Nuh’a koşacaklar. O da bir mazeret söyleyerek “İbrahim’e gidin”, diyecek. Hz.İbrahim bir mazeret söyleyerek gelenleri Hz. Musa’ya gönderecek. Musa Aleyhi's-Selâm bir mazeret söyleyerek onları Hz. İsa’ya yönlendirecek. Hz. İsa da bir mazeret söyleyerek onları Peygamberimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gönderecektir. Nihayet bütün insanlar Peygamberimiz’den şefâat isteyeceklerdir. O da hesapların bir an önce görülmesi için şefaat edecek, mümin- kafir ayırımı olmaksızın tüm insanlar bu şefaatten istifade edeceklerdir. Herkes istifade edeceği için bu şefaate “Uzma” yani en büyük şefaat denilmiştir. Dikkat edin, burada Peygamberimiz’den istenen şey, başkasına şefâat etme yetkisi isteği değil, Peygamberimize şefaat etme imkanı verilecek, onu insanlar lehine kullanma isteğidir. Yoksa bu insanlar, başkasına şefaat etmek için Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den yetki istiyor değiller. Bir de diyorlar ki bu istek ahirette olacaktır. Dünyada şefaat isteneceğine delil olmaz. Halbuki sahabe, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan hayatta ve dünyada iken şefâat istemişlerdir. Örneklerini biraz sonra vereyim. Bir de bu istek Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken olmuş, vefat ettikten sonra bu istek caiz değildir, diyorlar. Her iki iddia da yanlıştır. Şimdi hadisten delilleri getireceğim. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam hayatta iken de kendisinden şefâat istenmiş, kendisi dünyada yok iken de şefâat istenmiştir. Örnek rivayetler şöyle: Sahabeden Enes b. Malik, diyor ki, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan kıyamet gününde bana şefâat etmesini istedim. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam da, Eylül 2010 “Evet ben sana şefâat edeceğim” diyor. Fakat Enes b. Malik işi biraz kendince sağlama bağlamak istiyor. “Ya Resûlellah! Kıyamette ben seni nerede bulacağım’, diyor. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam cevaben diyor ki, sağlama bağlıyor. Bu rivayetten ayrıca Peygamberimizin ahirette nerede olacağını öğreniyoruz. Bir başka rivayet daha veriyorum şimdi. (Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, iki yerde geçiyor, bir tanesi I / 350). Rivayet şöyle : Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’sSelam’a zaman zaman hizmet eden birisi vardı. Her seferinde Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam ona soruyordu. “Beni ilk önce sırat köprüsü yanında ara”. Dikkat edin, Peygamberimiz stratejik noktalarda bulunuyor yani.. Dedim ki, “Senin de bir ihtiyacın var mı (ki ben karşılayayım)” diyordu. O hizmetçi ; “Ya orada seninle karşılaşmazsam,” Buna da Efendimiz cevaben, “Bir ihtiyacım yok Ya Resûlellah” diyordu. Nihayet bir gün hizmetçi ; “Beni amellerin tartıldığı terazinin yanında ara”, diyor. Yine önemli bir nokta. “Ya Resûlellah! benim bir ihtiyacım var.” demiş. O ihtiyacını şöyle ifade etmiş. “Ya Resûlellah! ya orada seninle karşılaşamazsam”, diye tekrar soruyor. O zaman da : “Beni Havz-ı Kevser’in yanında ara, Bu üç yerden başka yerde olmam,” cevabını veriyor Efendimiz (Tirmizi, Kıyamet : 9) Evet, sırat köprüsü amellerin tartıldığı, terazi, mizan ve üçüncüsü Kevser havuzunun başında. Bakınız Enes b. Malik, dünyada iken Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan şefâat istiyor ve işi “Kıyamet gününde bana şefâat etmendir.” Hatta bir rivayette diyor ki: “Cennette sana komşu olmak istiyorum”. Peygamberimiz bunun üzerine diyor ki sana bu aklı kim verdi (böyle bir istekte bulun diye sana kim söyledi) O adam, “Bunu bana Rabbim öğretti.”diye cevap veriyor. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’sSelam, “Peki, başka bir istek olmaz mı (bu çok büyük birşey) diyor . Adam bunun üzerine : “Ya Resûlellah, ben bunu istiyorum” diye cevap veriyor. Nihayet Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam: “(Eğer başka bir istek olmazsa, bunda ısrar ediyorsan), o zaman çok secde yaparak (namaz kılarak) bana yardımcı ol” diyor. Bakınız bunda da Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’ın bizzat kendisinden şefâat istenmiştir. Ama dikkat edin, şefâat yetkisi değil, o istenmemiş, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a yetki verildikten sonra, o hizmetçi kendi lehine de şefaat etmesini istemiştir. Zaten bizim de şefaat isterken, istediğimiz odur. Peki, Peygamberimiz hayatta değilken istenmiş midir? Şimdi ona geliyorum : Peygamberimizden sonraki eserlere bir bakın, hak yolda olduğu ümmetçe tasdik edilen, hidayet üzere olduğu konusunda hiç Eylül 2010 49 kimsenin aksi bir lafı olmayan alimlerimize bakıyoruz. Peygamberimizden şefâat istemişlerdir. Peygamberimizden sonra mesela İmam Azam’ın kasidelerine bakın. mektup Tubba’ tarafından yazılmıştır. Tubba’ biraz sonra içeriğini okuyacağım o mektubu yazmış, altına da mührünü vurduktan sonra Medine yerlilerinden birisine vermiş ve ona : Özellikle Kaside-i Nûniye veya Nu’maniyye denilene bakın, baştan sona Peygamberimizden şefâat isteği ile doludur. Bu hem bir örnek hem de bir hatırlatma olsun. Şimdi öyle bir örnek vereceğim ki artık buna insanın teslim olması ve kabul etmesi gerekecektir. Örnek şu : Kur'ân-ı Kerîm’de Tubba’ ismi iki yerde geçer: Duhan (37) ve Kâf (14) sûrelerinde “Tubba’ın kavmi”, şeklinde geçmektedir. Tubba’ Yemen krallarına verilen bir isimdi. İşte bu Tubba’ların birincisi Yemen’de ordusunu hazırlamış, kuzeye doğru fetihlere başlamıştır. Mekke-i Mükerreme’yi geçmiş, Medine’(Yesrib)’ye kadar gelmiştir. O zaman Medine’deki Yahudi alimler, “O Peygamber sen hayatta iken buraya gelirse, bunu bizzat kendin ver, yok sen ölürsen çocuklarına vasiyet et, onlar versinler. Onlar ölürse, onların çocukları… ulaştırsın” demiş o emanetçi kişiye. Yani elden ele bu mektubu son Peygamber, ahir zaman Peygamberine ulaştırın, diye vasiyet etmiş ve geriye dönmüştür. “Burası son Peygamberin geleceği yerdir. Burada sakın haa zulüm falan işlemeyesin” diye uyarmışlar. O Yahudiler de oraya göç etmişler, son Peygamber gelecek biz de ona tabi olacağız diye oraya yerleşmişler. Yaa çok ilginç, iman nasib işidir tabii. Tubba’ iyi niyetli, iyi kalbli birisi olduğu için orada hemen fütûhatına son vermiş ve Peygamberimize verilmek üzere bir de mektup yazmıştır. Hani şimdi kutlu doğum haftalarında Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mektup yazılıyor ya, benim bildiğim ilk 50 Geriye dönerken gene Mekke’ye uğramış, Kabe’ye örtü giydirmiştir. Kabe’nin siyah örtüsü adetinin Tubba’dan kalma olduğu söylenir. Tubba’ Mekke’de hacılar için evler de yaptırmıştır. Hacca gelenler burada bedava kalsınlar diye ilk ev vakfiyeleri belki de bu evlerdir. Tubba’ sonra Yemen’e dönmüştür. Şimdi bu mektup ne oldu ? Oraya geliyorum. Bu mektup kitaplarımızın kaydına göre, tam 1000 (bin) sene sonra Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’sSelam Medine’ye hicret edince Peygamberimiz’e bu kıymetli emanet / mektup teslim edilmiştir. Hatta Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam bu mektubu bir mucize eseri olarak bizzat kendisinin istediğine dair rivayetler var. Biraz sonra bu hususu anlatayım. Peki bu mektupta neler yazılı ? Eylül 2010 ettim. Ben SENin dinin ve baban İbrahim’in dini üzereyim”. Tubba’ Peygamberimizin adını hürmeten kendi adından önce yazıyor. Diyor ki, “Allah’ın Nebisi ve Elçisi, Peygamberlerin sonuncusu Rabbü’l-aleminin Elçisi Abdullah oğlu Muhammed’e Tubba’ I’den”. “EMMA BA’DU : Ben sana da, sana indirilen Kitab’a da iman ettim. Ben senin dinin ve sünnetin üzereyim ve Sen’in de her şeyin de Rabbine iman ettim. İslam şeriatı / dini olarak Rabbinden sana ne geldiyse hepsine iman ettim. Ben bizzat sana yetişirsem ne kadar güzel, ne mutlu bana. Eğer sana yetişemeyecek olursam, Kıyamet gününde bana şefâat et ve beni unutma. Çünkü ben Sen’in ümmetinin ilklerindenim. SENin gelişinin (bin sene) öncesinden sana biat Evet Yahudilerden o bilgiyi almış. Yahudilerdeki bilgi de ne kadar açık bir bilgi. Bakınız, Peygamberimizin gelişinden bin sene önce, Peygamberimiz hayatta değilken Tubba’ Peygamberimiz’den şefâat istiyor, (şefaat etme yetkisi değil tabii ki). Hem de bu mektubu, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem en son Ebu Leyla isminde birinden. “Sen, yanında Tübba’ I’in mektubu olan Ebu Leyla mısın ? (Evet, cevabını alınca ) “Ben Muhammed’im o mektubu bana getir, ver” diyerek emaneti elinde bulunduran Ebu Leyla’dan bizzat Sallallahu Aleyhi ve Sellem kendisi istemiştir. Bu mektub bizim kaynaklarımızın pek çoğunda yer almaktadır. (Örnek olarak bkz : İbn İshak’tan naklen Kurtubi, Tefsir, Duhan suresi 37. ayet tefsiri ; Halebi, es-Sira, Beyrut,1400, 2 / 279… ) Hiçbir İslam alimi “Böyle bir istek caiz değil, peygamberimiz yokken şefâat istenmez”, şeklinde bir itirazda bulunmamıştır. Evet “Beni unutma” ve “Bana şefâat et” diyor. Peygamberimiz dünyada yok iken kendisinden şefaat istenmiştir. Dolayısıyla biz şimdi Peygamber Efendimiz yokken “Ya Resûlellah! Bana şefâat et” desek, hiç mi hiç şirkle ilgisi olmaz. Bu istek sahih iman ve sünnetle uyumludur. Sahabe bizzat Peygamber Efendimizden şefaat istemişlerdir. Peygamber Efendimiz’den de bu mektuptaki ifadeleri nahoş gördüğü yolunda birşey nakledilmemiştir. Ümmet içerisindeki hiç bir alim de bu mektuba bu yönü ile itiraz etmemiştir. Öyle tabii. Şirktir falan diyenler ayağını denk alsın. Şirk olmadığı halde birine müşriksin demek, ne demek? Muvahhid olan kişiye sen müşriksin diyorsan, şirk kendine döner. Kendin bu sefer nursuz, niyazsız hale gelirsin. Zaten bu tiplerin yüzünde namaz nuru bile görünmüyor. Halbuki namaz kılıyorlar. Eylül 2010 51 AHMET YÜKSEL ÖZEMRE Ahmet HALİLOĞLU Ahmet Yüksel Hocamız; Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin hemen ardında (1935’te) dünyaya gelmişler; Batı Medeniyetine hayran nesil yetiştiren Okullar da okumuş olmasına rağmen kendi irfan medeniyetimizin meftunu bir ömür sürmüşlerdir. 52 “Çelebi” kelimesi bugün için çok fazla bir değer taşımıyor görünse de aslında hem lugat hem de istilah bakımından mihenk taşı olan kelimelerdendir. Çelebi; eski Türkçe çalab kelimesinden türemiştir ve tam karşılığı Allah adamıdır. Yunus Emre Azizimizin “Gönül Çalab'ın tahtı, Çalab gönüle baktı “ buyurduğu gibi Çelebi (Allah adamı) ünvanını alanlar gönüllerini mamur edenlerdir. Gönlünü mamur etmeyene çelebi denmez. Mesnevinin yazılmasında en büyük pay sahibi olan Selahaddin Çelebi, Mesnevi-i Şerifin müellifi Süleyman Çelebi ve meşhur Evliya Çelebi gibi urefanın bu sıfata layık görülmesinin nedeni de her birinin birer gönül adamı olmasıdır. Çelebi kelimesinin irfan mektebindeki karşılığı ise insan-ı kamildir. Modern dünyadan bir çelebiye misal ver deseler; zikredeceğim isimlerden birisi Ahmet Yüksel Özemre olacaktır. Ahmet Yüksel Hocamız; Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin hemen ardında (1935’te) dünyaya gelmişler; Batı Medeniyetine hayran nesil yetiştiren Okullar da okumuş olmasına rağmen kendi irfan medeniyetimizin meftunu bir ömür sürmüşlerdir. Eski bir Üsküdarlı aileye mensup olmaları hasebiyle; Osmanlı’dan tevarüs eden Eylül 2010 kimliğe haiz bir ortamda yetişmiştir. Babası hafızdır üstelik Üsküdar usulü Kuran tilavetinin son temsilcilerindendir. Yolda yürürken bile içinden Kuran okumayı düstur edinmiş bir kimsedir. (www.ozemre.com sitesinde Hafız Nurullah Efendinin sesinden Rahman Suresini dinleyerek ruhunuza manevi bir şölen yaşatın Ne yazık ki Hocaefendiye ait tek ses kaydı budur) Böylesine nezih bir babaya sahip olan Hocamız; babasının da tesiri ile erken yaşta Üsküdar’ı; Üsküdar yapan maneviyat erleri ile tanışır. O devirlerde; tek parti iktidarının tüm sıkıntılarına rağmen Üsküdar hala Aziz Mahmud Hüdayi’nin şehridir. Üsküdar’da kimsenin değişmeye, gelenin hatırı için geçmişe sövmeye niyeti yoktur. Ecdattan kalan muazzam kültür mirası ve bilgi birikimi henüz dejenere olmamıştır. Ahmet Yüksel Hocamız gözünü açtığında kendini bir attar dükkanında bulur. Bu dükkanın müdavimleri arasında tekkelerine kilit vurulmuş gönül sultanlarından kırk yıl talebe okuttuğu medresesine yaklaştırılmayan alimlere kadar kimler yoktur ki ? Ama dükkanın üç müdavimi Hocamızın ruhuna yakîn çivisini çakarlar: Eşref Ede Efendi, Mustafa Düzgünman ve Hafız Necmeddin Okyay. Hafız Necmeddin Efendi; kelimenin tam anlamıyla Hezarfendir, bin marifet sahibidir, on parmağında on marifet olan bir büyük insandır ; hattat, ebruzen, mürekkebci, kadim tarzda mücellidlik,aharcılık, okçulukta ihtisas sahibi olduğu gibi gül yetiştirmede de üstaddır. Hafız Necmeddin Efendinin talebesi Mustafa Düzgünman ile artık ebru tam bir kalp sanatı haline gelmiştir. Düzgünman ekolünden gelen ebruzenler; hala ecdatlarına sadıktır, ebruyu kadim Osmanlı sanatı olarak muhafaza etmektedirler. Eşref Ede Efendi ise bir Hamzavi-Melamilik meşrebinde bir mücahade adamıdır. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin türbedarıdır(!) Böyle bir ortamdan sonra Galatasaray Lisesinde kaydolur.Sultan Abdulaziz Han’ın memleketine hizmet edecek kalifiye insanların yetişmesi için kurduğu bu okul; sonraları mecra değiştirecektir. Okuldan mezun olanlar kendi insanına yabancı bir ruh ile yetişirler. Nadir insanlar ise Okulun bu havasından etkilenmez. Bunlardan birisi Ahmed Yüksel Özemre, diğeri de Mehmet Şevket Eygi. Lisedeyken; Özemre Hoca bir sevk-i ilahi ile savm-ı müdama başlar. Bu o zamanlar için ilginç olduğu kadar takdire şayandır. O muhitlerde 17-18 yaşlarında bir gencin dinle/diyanetle, namazla, oruçla ilgilenmesi o devreler de ayıp (!) karşılanır. Halbuki Üsküdar gibi maneviyatın ağır bastığı bir yerde bu tabii bir iştir ama Beyoğlu gibi Batı ve Levanten kültürünün hakim olduğu bir çevrede gayet yadırganıcı bir durumdur. O günkü anlayışa göre din ya çok yaşlıların işidir yada kapıcı gibi elit(!) tabakaya mensup olmayanların işidir. Ahmet Yüksel Hocamız; işte böyle bir ortamda üç seneye yakın bir süre haram günler (Ramazan Bayramının ilk günü, Kurban Bayramının ilk üç günü) dışında oruçlu dolaşır. Daha sonra eniştesinin delaletiyle bir Hak dostuna bende olur. Halveti – Uşşaki yoluna mensup bu Hak aşığı; genç Ahmed Yüksel’in cezbesini tutmasını sağlar. İrfan mektebinde sekir hali (manevi geçkinlik / sarhoşluk) makbul değildir. Makbul olan sahv (uyanıklık/kendini tutma) halidir. Dışarı taşmayan cezbe kalbin kemalatını daha da tezyid eder. İşte bu saiklerle bağlandığı mürşidi savm-ı müdamı savm-ı Davud’a çevirir. Ahmet Yüksel Hocamız; artık Davud as gibi bir gün oruç tutmakta diğer gün ise yemektedir. Galatasaray Lisesinden sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesini bitirir. Ardından Fransa günleri Eylül 2010 53 ğına getirilir. Bu görevi ifa ederken Sovyetler Birliğinde Çernobil Nükleer Faciası meydana gelir. Özemre Hocamız nükleer faciadan yayılan radyasyonun Türkiye’ye tesirleri konusu ise tam bir siyasi spekülasyon meselesi haline getirilir. Hak etmediği bir linç kampanyasına tabi tutulur. Öğrencilerinin içinden 66 (atmış altı) tanesi profesör olmuş bir ilim ve irfan adamına yapılanlar tek kelimeyle yargısız infazdır. Linç kampanyasının ardında radyasyon kaygısı değil Özemre’nin kişiliği ve manevi dünyası vardır. Kadim geçmişimizden bize miras bir Osmanlı Çelebi’sine reva görülenlerin sebebi kanser korkusu falan değildir. Bu hususta Hocamızın anlattığı çok ilginç bir anekdot dikkate şayandır. Hocamızın kendi ağzından okuyalım: başlar. Ah Fransa… Lale Devrinden sonra Doğunun irfanı ile Batının tekniğini birleştirsin diye yurt dışına gönderilenlerin çoğu döndüklerinde artık milletine birer yabancı olmuşlardır. Paris kimleri harcamamıştır ki ? Ahmed Rıza, Dr. Nazım Bey, Abdullah Cevdet…Hele Abdullah Cevdet… Paris dönüşü öyle değişmiştir ki; İslam’ın yerine Bahailiği ikame etmeyi teklif eder. Bu da yetmez; Türk ırkının geliştirilmesi için Macaristan’dan erkek getirilmesini dahi teklif etmeye cüret eder. Paris böyle daha nicelerinin aklını başından alır ama gencecik Ahmed Yüksel Özemre’ye bir şey yapamaz. Paris’ten Türkiye’ye ilk atom mühendisi olarak döner. Yetişme devresi bitmiş; mücahade ve mücadele devresine geçilmiştir. Üniversiteyi beş sömestr de bitirerek bir rekora imza atmış, beş yabancı dile vakıf; Türkiye’nin ilk atom mühendisine tüm kapıların açılması gerekmez mi? Ama işte öyle olmadı. Bir yandan üniversite de öğretim üyeliği yapar, kamuda ve özel sektörde hizmetler de bulunur. Üniversitede profesörlüğe kadar yükselir. Yurtdışında pek çok merkezde Türkiye’yi temsil eder. Şimdiler de big bang deneyi ile gündeme gelen CERN’de Türkiye Müşahidi olarak çalışır. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanlı- 54 “Mesela, ismini vermeyeceğim bir muhabiri sol eğilimli fakat müeddep bir çocuk vardı. Devamlı surette gelir benden beyanat alırdı; fakat beyanatlarımın hiçbirisi yayınlanmazdı. Bir gün onu yakaladım. TAEK “ Türkiye Atom Enerjisi Kurumu” makam odasına kapadım. Dedim ki “ Evladım! Allah lillah aşkına bana söyle; sizin bu sol kesimin bana uygulamakta olduğu bu izolasyon, bu karalama politikasının ardında ne var? Ben bunu anlamıyorum. Ben burada ilmimin ve vicdanımın bana dikte ettiği prensipler çerçevesinde hareket ediyorum. Benden gelip beyanat alıyorsunuz; bunları basmıyorsunuz. Bastığınız zaman yüz seksen derece ters çevirip basıyorsunuz. Size tekzip gönderiyorum; tekzibi kabul etmiyorsunuz, mahkeme kanalı ile gönderiyorum, üst mahkeme de iptal ettiriyorsunuz. İllallah ve Resulihi! Bıktım sizden. Bir daha size tekzip göndermeyeceğim. Ama sizin benden alıp veremediğiniz nedir?” Çocuk güldü. “ Hoca, senin üzerine bizim takım çok gitti ve gördük ki sen ilminde muhkem bir adamsın. Çok istedik senin pozisyonundan bir adım geri gitmeni, o zaman rezil edilebilecektin. Ama herkes gördü ki bilimsel pozisyonunda çok kuvvetlisin. Ama bizim takımın kafasında bir şablon vardır. Bu şablonda eğer ilim varsa Müslümanlık olmaz, Müslümanlık varsa ilim olmaz. İyi ama sen Eylül 2010 öbür taraftan herkesin bildiği gibi dinine/töresine sadık bir insansın. Üstelik ilminde kuvvetli. O zaman ne oluyor ? Bizim sol kesimin kafasındaki şablonu parçalıyorsun. Binaenaleyh bizim sol kesime de senin halkın nezdindeki imajını rüsvay etmek bir vecibe haline geliyor.” Dikkat buyrun; Özemre Hocamızın maruz kaldığı çilenin büyüklüğüne bakın. Ne mahkeme kararı dinleniyor, ne hak ve hukuk tanınıyor ne de adalet ve insafa kıymet veriliyor. Kendileri gibi inanıp; kendileri gibi düşünmediği için bir insan linç ediliyor. İşte bu ülkenin gerçek sahiplerinin yaklaşık olarak iki asırdır maruz kaldığı böyle bir zulm. Cennetmekan Abdulhamid Hanı Kızıl Sultan ilan eden zihniyet ile Özemre Hocamızın medya lincine ve yargısız infaza tabi tutan aynı zihniyet. Büyük adamların çileleri de galibiyetleri de büyük oluyor. Özemre Hocamız bu ibtiladan Allah’ın inayetiyle yüz akıyla çıkmıştır. 350’den fazla makale, 12 cild telif ders kitabı (halen üniversitelerde okutulmaktadır), 10 cild çeviri esere sahip olan Özemre Hocamızın en önemli eserleri bunlar değildir. Sayısı 22’yi bulan hatırat ve deneme tarzında telif etmiş olduğu eserlerdir. Medeniyetimizin köklerinin kurutulmaya çalışıldığı devrede Özemre Hocamız gibi bir zat genç nesiller için fevkalade mühim bir örnektir. Günlük üç yüz kelime ile konuşmaya çalışılan, deruni bir muhtevaya haiz kelimeler yerine uydurma kelimelerin ikame edilmeye çalışıldığı bir devre de Osmanlıca’ya vakıf bir münevver olarak genç nesiller için güzel bir ışık olmuştur. Günde dört saat uyuyan; vaktinin çoğunu ilme ve irfana adayan Hocamızın en önemli eserleri Üsküdar ile ilgili olanlarıdır. Üsküdar’da bir Attar Dükkanı ve Üsküdarın Üç Sırlısı ile kalbi bir hayatın, irfan mektebinin merkezine yolculuk yaptıran Özemre Hocamız; Üsküdar Ah Üsküdar isimli eseri ile de Osmanlı’dan geriye kalanlara şahitlik edeceksiniz. “İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar” isimli eseri ile Hocamızın irfan mektebine ve hikmet bilgi sistemine ne kadar arif olduğunu görebilirsiniz. Özemre Hocanın geçmiş urefanın tıpkısı bir hayat sürdüğüne kamuoyunun yakinen tanıdığı bir ismin şehadetini buraya nakletmekte fayda var. Hocamızın ebedi aleme irtihalinden sonra kaleme aldığı bir yazıda; Cemal Uşşak Hocamız “Samimi bir mü’min ve onun gereği olarak da gayet mütevekkildi. Üç düzineyi aşan ameliyatlarla vücudunda neredeyse bıçak izi olmayan yer yoktu. Kendilerini tanıma şerefine erdiğim yirmi yıl boyunca halinden hiç şikayetçi olduğunu görmedim” sözleri ile Ahmet Yüksel Özemre’nin kemalatını tasdik ve cümle aleme ilan etmişler. Modern zamanların son Çelebi’si Ahmet Yüksel Özemre Hocamız 24 Haziran 2008 tarihinde Er-Refikil Ala’sına kavuşurken bendeniz de kendisinin web sitesinden üç senedir haberdar olmama rağmen böyle bir zatı neden daha yakından tanımadım diye hayıflanmaktayım. Allah milletimizi; böylesine gönül erlerini idrak edecebilecek fehamet ve izan nasip etsin. Ruhu için el-fatiha! Eylül 2010 55 Hüzün ve Umut İçindeki Kudüs üzelim Kudüs’ümüz şu anda hayatının en riskli, en kritik ve en zorlu dönemini yaşıyor. Siyonist rejim Müslümanlarla Hıristiyanların nezdindeki kutsiyetini görmezlikten gelerek şehri tarihi ve coğrafik yapısından koparıp diliyle, dokusuyla, şekliyle ve kalbiyle tam bir Yahudi şehri haline getirmek istiyor. G Ahmet Atvan Kudüs’ü tanıyan onu sever ve onun için fedakârlıkta bulunur. Fedakârlık dünyadaki zaferin olduğu kadar ahireti kazanmanın da anahtarıdır. İşte o gün müminler zaferden ötürü gerçekten sevinecekler. 56 Kudüs’ün hem halkı hem toprağı; hem şimdiki durumu hem geleceği tam bir tehlike içindedir. İşgal rejimi onun taşını ve toprağını Yahudileştirmek; halkını yurdundan çıkarmak, onları tarihi kökenlerinden koparmak ve birbirlerinden uzaklaştırmak amacıyla ekonomik ve sosyal ambargo uygulamak için yoğun çaba harcıyor. O halka karşı her türlü aşağılayıcı politikayı uyguluyor; evlerini yıkıyor, mallarını talan ediyor, ulusal kurumlarının kapısına kilit vuruyor, Filistin toplumunu birbirinden uzaklaştırmak için toprakları üzerinde ayırım duvarı inşa ediyor, ibadethanelerine saldırıyor. Onun bu saldırılarından canlılar kadar ölüler ve hatta cansız varlıklar da nasiplerini alıyor. Bütün veriler, Kudüs sorununun yakın gelecekte çözüme kavuşamayacağını gösteriyor. Çünkü onu kurtarmak için ciddi bir proje olmadığı gibi, anti Siyonist ilaçlar da Arap ve Müslüman ülkelerin eczanelerinde maalesef şu anda bulunmuyor. Eylül 2010 Siyonist hükümetler sağcısıyla solcusuyla; Likud ve İşçi Partisiyle hepsi Kudüs’ün Yahudileştirilmesinde, orayı İsrail’in ebedi başkenti kabul etmede ve buna karşı alınacak bir kararın reddedilmesinde hemfikirdirler. Hepimiz, Doğu Kudüs işgal edildiği zaman Burak Duvarına gelip dua eden zamanın Siyonist Savaş Bakanı Moşe Dayan’ın şöyle dediğini hatırlıyoruz: “Bugünden sonra buradan ayrılma, tecrit ve uzaklaşma olmayacak. Halk, topak ve duvar olarak artık hep birlikte kalacağız.” Filistin toprakları üzerinde süren Yahudi yerleşim inşaatı çılgınlığını ve Kudüs’ün Yahudileştirilme çabalarını takip eden biri, bu konularda Siyonistlerdeki plan, proje ve görüş netliğini görürken, buna mukabil ümmette yanlış tevekkül ve parçalanmışlığı görecektir. Kudüs şimdiye kadar Arap ve İslam ülkelerinden kendisinin kimliğini ve tarihi köklerini muhafaza edecek, düşmanın saldırılarından koruyacak etkin bir proje göremedi. Ümmetten gördüğü tek şey, sözden öteye geçmeyen kınama mesajları olmuştur. Büyük küçük düzenlediğimiz bütün konferanslarda gayri meşru işgal rejiminin Kudüs şehrine yönelik tecavüzlerini hep şiddetle kınadık. Ama bu kınamalar bir türlü pratiğe yansımayan, kâğıt üzerinde kalan içi boş yaldızlı laflardan ibaret kaldı. Ancak Allah Kudüs’ü ve çevresini mübarek kıldı. Bu toprakları son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)’in ziyaretiyle şereflendirdi. Yine Allah Mescidi Aksa ile Mescidi Haram’ı Rabbani ve ezeli bir bağla birbirine bağladı. Tuğyanı ve tiranlığı ne olursa olsun hiçbir beşeri güç bu bağı koparamaz. Çünkü Mescidi Aksa ve Kudüs Allah’ın Kur’an’da geçen ayetlerindendir. O zaman Kudüs dünyanın herhangi bir şehri veya dünyadaki herhangi bir başkent değildir. Burası hiçbir zaman sönmeyecek bir ışığın, nurun ve aydınlığın kaynağıdır. Burası tarihi ve dini yakıtla aydınlanıyor. Kudüs konusunda ihmalkâr davranmak, dinin, tarihin ve medeniyetin bir kısmında ihmalkâr davranmak demektir. Yine böyle bir kusur veya ihmal geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe karşı da kusur işlemek demektir. Kudüs tarih boyunca 18 kez işgale uğrayıp birçok katliam ve felaket yaşamasına rağmen her sefeEylül 2010 rinde bu badirelerden başı dik, onurlu ve izzetli bir şekilde çıkmayı başarmıştır. Siyonist işgalcilerin buradaki topraklarda kalışları uzun sürse de, daha önceki işgalciler gibi bir gün mutlaka buralardan çekip gitmek zorunda kalacaklar. Filistin topraklarında tarihin en büyük savaşları cereyan etmiştir. Hıttin, Ecnadin, Ayn Calut ve Yermuk Kudüs’ün yabancısı olduğu savaşlar değildir. Güçle alınan topraklar ancak güçle geri alınabilir. Tarih tekerrür eder; bir gün lehte ise diğer gün aleyhtedir. Bugün yaşadığımız geri çekilme veya cezir, tarihte şahit olduğumuz med ve cezirlerin aynısıdır. Biri gelince diğeri gider. Bugün ümmeti perişan eden acziyet kesinlikle bize dayatılan bir kader değildir. Bugün gerçekleştirmekten aciz kaldığımız durumu yarın Allah’ın izniyle gerçekleştireceğiz. Bu Allah (c.c)’ın şu fermanının da bir gereğidir: “İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz”. Allah başımıza gelen musibetten ötürü üzülmememizi ve umutsuzluğa kapılmamamızı da istemektedir: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”. Allah kendi yardımını, Müslümanların onun iradesine teslim olmalarına ve ona itaat etmelerine bağlamıştır: “Şüphesiz ki Allah kendi (dini)ne yardım edenlere yardım eder”, O bize zaferi de vaat etmiştir. Katar’da çıkan Er-Re’y gazetesinin genel yayın yönetmeni Nasır El-Osman’ın dediği gibi Kudüs’ün yüreğimizde diri ve canlı durması için var gücümüzle çalışmamız gerekir. Onun tarihini okur, geçirdiği süreci tahlil eder, haber ve gelişmelerini takip ederiz. Bununla yetinmez onun sevgisini genç nesillere de aktarırız. Kudüs’ü tanıyan onu sever ve onun için fedakârlıkta bulunur. Fedakârlık dünyadaki zaferin olduğu kadar ahireti kazanmanın da anahtarıdır. İşte o gün müminler zaferden ötürü gerçekten sevinecekler. Karanlık devam etse de, günler uğursuz gibi görünse de ümitsizlik asla kalbimize giremeyecektir. Kudüs’e sadece “Ey peygamberlerin ve şehitlerin anası! Ey hayatın dayanağı, azıcık sabret”, deriz. Kudüs’e “Hoşçakal” değil, “muhakkak gelecek zaferde buluşmak üzere” deriz. 57 Muhabbet Bahçesi *H.Z. YAHYA Kur’an da adı geçen peygamberlerden biri. Yüce Allah tarafından, Kur’an da: "Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" (Meryem, 19/7) ayeti ile haber verildiğine göre; Yahya (a.s.), Zekeriya (a.s)ın oğlu idi. Kendisine Yahya adı da, Allah tarafından verilmişti. Yahya (a.s)’nın yüzü güzel, kaşları çatık, saçları seyrek, burnu uzun, sesi ince ve parmakları kısa idi. O, İsâ (a.s)’dan altı ay önce dünyaya gelmişti. Yani Isâ (a.s)’dan altı ay büyüktü. Dolayısıyla, Musa (a.s)’nın şeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusuydu. Daha küçük yaşta iken, kendisine hikmet verilmişti. Yaşıtı olan çocuklar kendisine: "Ey Yahya! Bizimle gel, oynayalım" dedikleri zaman: "Ben, oyun için yaratılmadım" derdi (es-Sa\"lebî, el-Arais, Mısır 1951, 375 vd.). Onun küçüklüğünden itibaren böyle temiz, saygılı ve ibâdet ehli olduğu, Kur’anda şöyle haber verilmiştir: “(Ona çocukluğunda): Ey Yahyâ! Kitabı, kuvvetle tut! (dedik). Henüz çocuk iken, ona, hikmeti verdik (Tevrat’ı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalb yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttaki idi. Anasına ve babasına itaatlı idi, bir 58 serkeş ve asi değildi. Dünyaya getirildiği günde, öleceği gün de, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de, ona, selâm olsun!" (Meryem, 19/12, 13, 14, 15). Bu ayetlerde görüldüğü gibi Yüce Allah, Yahya (a.s)\"nın çeşitli güzel vasıflarını haber vermiş ve onu selamla anmıştır. Bu, onun doğduğunda, vefat ettiğinde ve ahiret gününde Allahın himâyesinde bulunduğunu ifâde etmektedir. Her insanın başına geleceği kesin olan bu üç yalnızlık ve korku günlerinde Allahın selâm ve esenliği içinde olmak, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Bu üç durumda Allahın himayesinde bulunmak, bir nevi devamlı bir şekilde Allah\"ın himayesinde bulunmak demektir (Muhammed Ali esSabûnî, Safvetu\"t-Tefâsîr, İstanbul 1987, II, 213). Yahya (a.s) Allah’ın emrettiği gibi kitabı kuvvetle tuttu. Önce Tevrata ve daha sonra İncil’e uygun hareket etti. Bu mukaddes kitapların hükümlerinin milleti tarafından yaşanması için çalıştı. Hz. Muhammed (s.a.v) onun bu mücâdelesi hakkında şöyle buyurdu: "Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)\"nın oğlu Yahya (a.s) ya, hem kendisi amel etmek, hem de amel etmeleri için İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime emretmişti. Kendisi bu hususta biraz ağır ve yavaş davranınca, İsâ (a.s) ona: Eylül 2010 Yusuf ELİBOL -Sen, hem kendin amel etmek hem de amel etmelerini İsrâil oğullarına emretmek üzere, beş kelime ile emrolunmuştun. Bunu İsrail oğullarına ya sen tebliğ edersin, ya da ben tebliğ ederim, deyince, Yahya (a.s): -Ey kardeşim! Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen, ben azaba uğramamdan veyâ yere batırılmamdan korkarım, dedi ve hemen İsrâil oğullarını Beytü’l-Makdiste topladı. Beytü’l-Makdis, İsrail oğulları ile doldu. Yahya (a.s) yüksek bir yere oturarak Allah’a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi: -Yüce Allah, bana, hem kendim amel edeyim, hem de amel etmenizi size emredeyim diye beş kelime emretti. Onların ilki, Allah’a hiç bir şeyi Şerik koşmaksızın, O’na ibâdet etmenizdir. Bunun misâli, öz malı olan altın veya gümüşle bir köle satın alıp çalıştıran bir adama benzer ki, köle çalışmasının kazancını, efendisinden başkasına ödüyordur. Hanginiz, kölesinin böyle davranmasına sevinir, razı olur? Hiç kuşkusuz, sizi yüce Allah yarattı ve rızkınızı vermektedir. Öyle ise Allah’â, hiç bir şeyi şerik koşmaksızın, ibâdet ediniz. Allah namaz kılmanızı size emretti. Namaza durduğunuzda, yüzünüzü sağa sola çevirmeyiniz. Şüphe yok ki Yüce Allah, kulu, yüzünü başka tarafa çevirmedikçe, hep ona yöneliktir. Allah size Eylül 2010 orucu emretti. Bunun misâli, yanında misk kesesi olduğu halde, bir topluluk içinde bulunan ve hepsi ondaki misk kokusunu duyan bir kimseye benzer. Hiç şüphesiz oruçlunun ağzının kokusu, Allah’ın katında misk kokusundan daha güzeldir. Allah size sadakayı emretti. Bunun misâli, düşmanın esir edip elini boynuna bağladıkları ve boynunu vurmak üzere yaklaştırdıkları bir kimseye benzer ki o, "canımı elinizden kurtarmak için size bir fidye, kurtulmalık versem, olmaz mı?" diyerek kendisini onlardan kurtarıncaya kadar, az çok kurtulmalık akçesi öder durur. Allah size Allahı çok zikretmenizi, anmanızı da emretti. Bunun misâli, düşmanın süratle kendisini takib ettiği bir kimseye benzer ki, sağlam bir kaleye gelip onun içine sığınmıştır. İşte kul da, Allahı zikir ile meşgul oldukça, şeytandan böyle korunur" (et-Tirmizî, es-Sünen, el-Emsâl, 3; Ahmed b. Hanbel, elMüsned, IV, 202). Bu hadiste görüldüğü gibi tevhid inancı, namaz, oruç, zekât ve zikir gibi ibâdetler, yalnız Hz. Muhammed (s.a.v)in ümmetine mahsus ibâdetler değildir. Daha önceki peygamberlerin de ümmetlerine emrettiği ibâdetlerdir. Yahya (a.s) da, babası Zekeriyya (a.s) gibi milleti tarafından şehid edildi (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur\"an Dili, İstanbul 1971, I, 421 59 MİSYONERLİKTEN MÜSLÜMANLIĞA Aziz John Luther yeni açılan kilisede görev almak üzere İstanbul’un varoş bir semtine yerleşmiştir. Burada Hristiyanlığı yayacak, kendisine anlatanları oda iyi bir Hristiyan yetiştirmek için başkalarına anlatacaktı… Ayşe BAĞCIVAN “ bildiklerimin doğruluğundan şüphe etmişsiniz. Oysa ben bunları; eşi ve benzeri olmayan, doğmamış ve doğurmamış olan, kendisinden başka bir ilahın bulunduğuna dair bir delil ve bir işaret bulunmayan ve üstelik bütün delillerinde onun varlık ve birliğine işaret ettiği yüce Allah’ın bizzat kendisinin tüm insanlığa gönderdiği Kuran-ı Kerim den okuyarak öğrendim. 60 İyi bir peder ve oldukça iyi bir Hristiyan olan John, mahalleye yerleştiği gün çalışmalarına başlar. Yaşayacağı zorlukları önceden tahmin ettiğinden bir müslümanın yaşayışı ve dini kitabı hakkındaki hemen her bilgiyi öğrenmiş, hatta Kuranı kerimin mealini bile çok kez deyim yerindeyse hatim etmiştir. Tabi sadece açık bulma amaçlı. Kendisine göre yanlış olan ayetlerin altını çizmiş ve üzerlerinde çalışmıştır. Karşısındaki bir müslümanı etkileyecek ve kafasını karıştıracak tüm donanıma sahiptir artık. Şimdi sıra sadece mahalle halkıyla bütünleşmede ve ilgilerini çekecek faaliyetlerde bulunarak halkı kiliseye çekmekte. Buda Peder John için hiçte zor değildir. Kilisenin açılışını büyük bir ziyafetle vermeyi planlayan Peder John bunu duyurmak için mahallede dolaşmaya başlar. Hemen yan sokağa gittiğinde orada oynayan çocuklara bakarak Eylül 2010 Merhaba çocuklar. Ben yeni açılan kilisemizin pederi John. Nasılsınız? Der. Çocuklar pek oralı olmadan sadece bakarlar. Ancak içlerinden bir tanesi Peder John’a bakarak Muhammet gülen gözleriyle Pederin kıyafetine bakar : -Tamam ama benimle dolaşırken bunu giyme olur mu? -Kıyafetin çok komik. Diyerek gülmeye başlar. Peder içinden “küstah müslüman çocuğu” diye geçirsede çocuğa tebessümle bakarak Peder önce bir kahkaha atar ve -Hadi küçük arkadaşım şimdi beni gezdir bakalım. Der. -Demek kıyafetimi komik buldun. Adın ne senin? -Evet, hemde çok komik. Adım Muhammet. -Memnun oldum küçük adam. Kilisede peder olduğumdan kıyafetim böyle. Muhammet bak ne diyeceğim: ben mahallenizde çok yeniyim yani hiçbir yeri bilmiyor ve hiç kimseyi tanımıyorum. Bana mahallenizi gezdirir misin? Muhammet küçük ellerini çenesine koyarak biraz düşünür. Peder John: -Lütfen Muhammet hem benim hiç arkadaşım yok. Muhammet ve Peder mahallede tur atmaya başlarlar. Pederin küçük dostu yol boyunca hiç susmaz sürekli kendini, ailesini, okulunu hatta mahallenin esnaflarını bile küçük yüreğiyle anlatır. Henüz on yaşında olan küçük bir çocuğun mahallesi hakkındaki düşüncelerini büyük bir ilgiyle dinler Peder John. Anlattıklarından keyif aldığını göstermek için arada küçük dostuna sohbetle ilgili sorularda sorar peder. Yürüyüşleri bitmiş kilisenin önüne gelmişlerdi. -İçeri gelmek ister misin? -Hayır, şimdi dedem çağırır. Der. -Peki, ohalde yarın sabah gelirimsin? Muhammet Pedere gülen kısık gözleriyle bakarak kafasını sallar ve koşarak gider. Peder küçük dostuna kiliseyi sevdirmek ve Hristiyanlığı öğretmek için onla yakından ilgilenmeye karar vermiştir. Zaten Muhammet’i kiliseye alıştırabilirse diğer küçük arkadaşlarını da alıştırmak kolay olacaktı. Sabah Muhammet yanına geldiğinde ona kilisede küçük işler verecek, kilisede bulunan her resmin ve her nesnenin anlamlarını ve değerlerini bir bir anlatacaktı. Peder John, küçük dostu için güzel bir sofra hazırlayarak Muhammet’in gelmesini bekler. Muhammet geldiğinde beraber sofraya otururlar. Peder uzun uzun küçük dostunu izler ve -Muhammet yüce İsa’nın kim olduğunu biliyor musun? Der -Elbette. Hz. İsa’yı kim tanımaz. Bu cevap pederin çok hoşuna gitmiştir. Merakla -Peki sana kim anlattı Yüce İsa’yı, nerden biliyorsun? Der Eylül 2010 61 -Dedem anlattı. Hem sadece Hz. İsa’yı değil; putları deviren Hz. İbrahim’i, tüm sihirbazları şaşırtarak elindeki asayı ejderhaya çeviren Hz. Musa’yı… Hepsini hepsini anlattı bana dedem. Der. Peder Muhammet’in bu kadar bilgili olmasına biraz şaşırarak kilisede bulunan Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i temsil eden minyatürleri göstererek : -Bak bu yüce İsa ve işte buda Meryem Ana. Der Peder Muhammet’e daha birçok minyatürler ve resimler gösterir. Tüm resimlerin ve kilisede bulunan her nesnenin açıklamasını yapar. Muhammet ise pederin konuşmalarından oldukça sıkılmış olacakki elinde bulunan bozuk paralarla oynamaya başlar. Bir ara Muhammet ezanın okunduğunu duyar ve heyecan dolu sesle İşte! İşte dedem çağırıyor ben gidiyorum peder görüşürüz. Der -Dur bir dakika nereye gidiyorsun? -Dedem çağırıyor gelirim yine. Peder etrafına bakınarak 62 -Kimse yok ki burada nereye? Der. Muhammet koşarak kiliseden ayrılır. Peder ne olduğunu bile anlamamıştır. Bir süre pencerede sokağın tenhalığında koşarak kaybolan Muhammet’i izleyen peder kendi kendine “küçük dostum Muhammet, küçük dostum Muhammet” der. Muhammet her gün pederin yanına gidiyor birlikte vakit geçiriyorlardı. Kilisenin bir ibadethane olması ve dostu John’unda bir hristiyan din adamı olması onunla arasındaki sevginin güçlenmesine engel değildi. Peder ile Muhammet arasında farklı bir bağ oluşmuştu. Hatta bu küçük çocuk pederin zihninde daha önce hiç sorulmaya cesaret edilmemiş sorular uyandırmıştı. Pederin anlattığı her dini kıssaya farklı açıklamalarla karşılık veren Muhammet yaşından çok daha olgun bir tecrübeyle pederin sorduğu her soruyu kıvrak zekâsıyla yanıtlıyordu. Yine bir gün beraber otururlarken peder Muhammet’e bakarak : Muhammet dinin hakkında bu kadar çok bilgiyi kim öğretti sana? Der Eylül 2010 Muhammet biraz utangaç biraz gurur veren bir ses tonuyla : -Dedemden. Der. Peder John Muhammet’e yaklaşıp simsiyah saçlarını okşayarak -Muhammet senin deden nereden öğrenmiş bu kadar çok bilgiyi? Ya ona öğretenler yanlış öğretmişse sende yanlış öğrenmişsen? Der. Aslında bu soruyu sormasındaki amaç Muhammet’in kafasını karıştırarak öğrendiklerinin yanlış olabileceğini ona göstermekti. Din adına derlenmiş tüm bilgilerin asıl kaynağının İncil olduğunu göstermek istiyordu kendince Muhammet’e. Benim dedem imam. Der. Ancak kafasına da takılmıştır gerçekten bu soru “sahiden dedem nereden öğrendi acaba bu bilgileri” diye düşünür. Peder Muhammet’in önüne eğdiği başını hafifçe kendisine doğru çevirerek -Bak istersen ben sana bu bildiklerinin asıllarını en başından anlatabilirim. Der. Ancak Muhammet yerinden hızla kalkarak : -Şimdi gitmem gerek Peder. -Dur lütfen konuşuyoruz. -Görüşürüz ben gidiyorum. Muhammet biran önce dedesin yanına giderek ona bu bilgileri nerden öğrendiğini sormak istemiştir. Koşarak eve giden Muhammet dedesinin yanına geldiğinde yanaklarından öperek kafasına takılan soruyu sormuştur: -Dede hani bana peygamberlerin hayatlarını, Hz. Muhammed’i anlatıyorsunya onları sen nerden öğrendin? Yani bu anlattıklarının hepsi de gerçekten doğrumu? Der. İmam olan Hamza Bey torununun bu sorusundan kafasının karıştığını ve tabi kimin karıştırdığını da anlamıştır. Muhammet’e sevgi dolu gülen gözleriyle bakarak: Âlemlerin rabbi olan Allahın kelamından. Yani biz düşünen müslümanlar için indirmiş olduğu mukaddes kitabımızdan. Der Bu kitapta gerçekten sadece hep doğru bilgiler var değilmi dede. Der. Hamza Bey Torununa onu tatmin edecek açıklamayı yapar. Pedere verilmek üzere de küçük bir not yazarak bu notu ertesi gün pederin yanına gittiğinde ona vermesini söyler. Muhammet dedesinin söylediğini yapar pederin yanına gittiğinde küçük elleriyle pantolonunun cebinden çıkardığı notu pedere uzatarak: -Peder bunu dedem sana vermemi söyledi. -Hoş geldin küçük arkadaşım. Ver bakalım neymiş o. Der. Peder küçük notu büyük bir merakla açarak okur. Böyle bir karşılık beklemiyordu. Şaşırmıştı Muhammet’e yapmak istediği şeyi şimdi o kendi zihninde yaşıyordu. Okuduğu notu masanın üzerine bırakarak kendini sendeledi ve “saçmalık” dedi. Ama hiç şüphe yok ki etkilenmişti gelen nottan. Eylül 2010 63 Hamza Bey notta: “ bildiklerimin doğruluğundan şüphe etmişsiniz. Oysa ben bunları; eşi ve benzeri olmayan, doğmamış ve doğurmamış olan, kendisinden başka bir ilahın bulunduğuna dair bir delil ve bir işaret bulunmayan ve üstelik bütün delillerinde onun varlık ve birliğine işaret ettiği yüce Allah’ın bizzat kendisinin tüm insanlığa gönderdiği Kuran-ı Kerim den okuyarak öğrendim. Muhafızlığını bizzat kâinat yokken de var olan ve kâinat yok olsada daima var olacak olan ve her bir varlığın varlığını devam ettirmesi kendisine bağlı bulunan yüce Allah’ın yaptığı günümüze kadar da hiçbir tahrife uğramamış olan kurandan öğrendim… Ya siz? Ya siz bildiklerinizin doğruluğundan ne kadar eminsiniz?” Yazmıştı. Bu not Peder John’un zihninini oldukça meşgul etmiş günlerce şuana kadar öğrendiği tüm bilgileri sorgulamaya başlamıştır. Bir yandan saçmalık olarak düşünsede bir yandan da 64 “yazdıkları doğru bile olsa atalarımın dinine nasıl hıyanet edebilirim?” diye düşünür. Sonunda dayanamaz ve İmam Hamza Beyin yanına gitmeye karar verir. Saatin uygun bir saat olmadığına aldırış etmeden Hamza Beylere gitmek üzere ayrılır. Herkesin kendisine ve inancına yabancı olduğu bu mahallede şimdi oda kendinden uzaklaşıyor kendine yabancılaşıyordu. Gecenin karanlığında biraz yürüdükten sonra İmam Hamza Beyin kapısının önüne gelmişti. Daha ne söyleyeceğine ne diyeceğine bile karar vermeden kapıyı çalar. Kapıyı açan Hamza Bey şaşkın ama gülen bir yüzle -Hoş geldiniz lütfen içeri buyurun. Diyerek davetsiz bu konuğu içeride ağırlar. Peder söze nerden başlayacağını bilmeden yolunu kaybetmiş kılavuzunu arayan bir yolcu gibi İmamın gülen yüzüne mahcup bir şekilde bakarak -Teşekkür ederim hoş bulduk. Der ve lafı fazla dolandırmadan geliş maksadını açıklar. -Bakın Hamza Bey ben ömrümün neredeyse yarısını inancım üzerine kurdum. Olması gereken bir Hrıstiyanın yaşadığı gibi yaşadım. Eylül 2010 Ancak siz… Ancak sizin yazdığınız o not benim zihnimi oldukça karıştırdı. Hayır, yanlış anlaşılma olmasın kesinlikle tüm varlığımla yaşamımın sonuna kadar ebetteki dinime bağlı kalacağım ancak… Peder daha fazla konuşamaz zaten asıl anlatmak istediğinide bir türlü anlatamamıştır. Hamza Bey konuğuna bakarak: -Peder John, isterseniz sizi bu gece misafir edelim sohbetimize kaldığımız yerden sabah devam edelim. Der. -Hayır. Hayır, sabahı bekleyemem. Bakın gecenin bu saatinde sizi rahatsız etmemin sebebi zihnimde dönüp dolaşan sorular ve bunlara bir açıklık gelmediği takdirde zaten uyumam mümkün olmayacak. Lütfen lütfen bana yardım edin. Der. Hamza Bey Pederin şuana kadar inandığı her şeyin derinden sarsıldığını fark etmiş. Pederin kendine itiraf edemediği her şeyi o pederin uykusuzluktan kızarmış gözlerine bakarak: -Peder tek gerçek şu ki Hıristiyanlık; peygamberlerle gösterdiği doğru yoldan sapanları çok iyi bilen ve bunlara yine doğru yolu göstermeye gücü yeten Allah tarafından tüm insanlığa indirilmiş bir dindir. Ancak geçerliliğini islamiyetle yitirmiştir. Çeşitli tahribatlara uğramış ve asıl mesajını yitirmiştir. Bir düşünsene Peder islamiyete ve islamiyetten önceki dinlere inmiş kitaplar bir taneyken sizin din kitabınız birden fazla. Üstelik şuanda kullanılan dört inciliniz var ama birinde yazılan bir diğerini onaylamıyor. Bu ne çelişki? Der. Peder İmamın anlattıklarını haklılığını onaylarcasına her bir cümlesini kafasını sallayarak dinler. Hamza Bey o gece ne kadar ısrar ettiysede Pederi kalmaya ikna edemez. Her şey için teşekkür eden peder John.Günlerden sonra ilk kez bu gece rahat uyuyacağım neden bilmiyorum ama bu gece hiçbir soruya takılmadan sabaha kadar deliksiz uyuyacağım. Der. Oradan ayrılmadan Küçük dostu Muhammet’in odasına girer, yatağına doğru eğilerek ellerini avuçlarının arasına alır “küçük dostum Muhammet, küçük dostum Muhammet seni hiçbir zaman unutmayacağım …”diyerek küçük dostunu öper saçlarını okşar, kokusunu içine çeker ve “belki günün birinde yine karşılaşırız küçük dostum” der. Pederin veda eder gibi torununu sevmesine bir anlam veremeyen İmam Hamza sabah olduğunda Pederden bir haber alamayınca Pederin gittiğini anlamıştır. Pederden uzun bir süre haber alınamaz. Nereye gittiği ya da neden gittiği hakkında kimse bir fikre sahip değildir. Aradan uzun yıllar geçmiştir. Muhammet dedesiyle birlikte hac görevini yapmak için kutsal topraklara giderken, uçakda hac kafilesinde yıllardır özlemini duyduğu eski dostu pederle karşılaşır. Muhammet pedere sarılarak -Peder işte buradasın buldum sonunda seni! Der. Peder Muhammet’e ve İmam Hamza’ya bakarak -Hayır küçük dostum “peder” değil Muhammet! Artık aynı zamanda adaşız. Der. Eylül 2010 65 MUHAFAZA EDEN MUHAFAZA OLUNUR eriati muhafaza edeni Allah c.c. muhafaza eder.Hz. İbni Abbas r.a. buyurmuştur ki:Bir gün bir hayvanda Rsulullah ın arkasında oturuyor idim.Bana buyurdu ki:Ey delikanlı! Sana bir kaç kelime öğreteceğim. ALLAH c.c.'ı muhafaza et ki, ALLAHc.c.'ta seni muhafaza etsin. ALLAH c.c.'ı muhafaza et ki O'nu karşında bulasın. İsteyeceğin zaman ALLAH c.c.'tan iste ve yardım taleb edeceğin zaman ALLAH c.c.'tan yardım talebet. Ş Hatice FURHAN Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan kabul edeceklerdi. dost Bilmiş ol ki, bütün ümmet herhangi bir hususta sana fayda vermek için bir araya gelmiş olsa, ancak ALLAH c.c.'ın senin için takdir ettiği hususta sana yararlı olabilirler. Aynı zamanda, sana herhangi bir hususta zarar vermek için bir araya gelmiş olsalar, ancak ALLAH c.c.'ın senin aleyhinde takdir ettiği bir hususta sana zarar verebilirler. Kalemler kalkmış ve sayfalar (mürekkepler) kurumuştur." (Tirmizi,kıyamet sayfaları) Bu hadis i şerif ten yola çıkarak diyebiliriz ki:Her kim Allah ın muhafazası altında olmak,sıkıntılardan kurtulmak.ebedi saadete kavuşmak isti- 66 Eylül 2010 yorsa, Allah ın koyduğu kurallara bil-a istisna uymaya azami dikkat etmelidir.Hakikate ve marifete ancak şeriat caddesinden gidilir.Hedeflenen kutsal menzile ancak hayatın her alanında şeriati tatbik ile varılır.Ve şeriatten kıl kadar taviz veren, tazire maruz kalır. Şeriati muhafaza etmenin önemini iyi kavrayabilmek için aşağıda yazılı olan üç kıssayı dikkatle okuyalım inşallah. Birinci Kıssa: Beni Sakif ten bir heyet Rasulullah s.a.v. efendimize geldiler.Oldukça rahat ve pervasız tavırlar içerisindeydiler.İslam dinine girmeye karar vermişlerdi.Ancak oldukça ukalaca şartları vardı.Alemlere rahmet s.a.v.efedimizin yanına kabul edildiler.İçlerinden biri söz alarak şöyle dedi: Ey Muhammed!Biz senin dinine girmeye karar verdik.Ancak bazı şartlarımız var. Sen bizim mahsullerimizden öşür vermemizi emretmeyeceksin.Faiz alacaklarımızı alana kadar faizi bize helal sayacaksın.Ancak aleyhimize olan faizleri ödemeyeceğiz.Lat adlı putumuza ibadet etmeyeceğiz ama bir yıl süreyle ona adanan adaklardan faydalanmamıza engel olmayacak- sın.Mekke yi nasıl harem ilan ettiysen bizim Vecd adlı bir vadimiz var aynen orayı da Mekke gibi harem ilan edeceksin.Kölelerle ve fakirlerle bizi oturtmayacaksın kısacası Araplara karşı bize bir takım farklı hasletler vereceksin ki biz de senin dinine girelim. (Zemahşeri, Keşşaf, cilt: 5, sh: 188) Bu teklifini hiç utanmadan sunmuştu Sakif heyeti gelecek cevabı bekliyordu heyecanla.Gerçi 'evet' cevabı alacaklarından o kadar emindiler ki.Oldukça kalabalık ve etkin bir kabile idiler.Onların müslüman olması ardından başka kabilelerinden müslüman olmasına sebep olabilirdi. Bu nedenle 'Muhammed asla bu teklifimizi geri çeviremez' diye düşünüyorlardı. Ancak hiç beklemedikleri birşey oldu.Tüm sahabenin ve Rasulullah efendimizin kalbini tireten ve kıyamete kadar Kuran ı Kerimi okuyacak herkesin kalbini titretecek, şeriatten zerre kadar taviz vermenin ,nedeni ne olursa olsun ve bu tavizi verecek kişi de kim olursa olsun,nasıl bir sorumluluk ve ceza gerektireceğini kalplere nakşeden ayeti kerimeler nazil oldu.İşte bahsi geçen ayet i kerimeler;İsra 73-74- ve 75.Ayetler Eğer Sakif kabilesinin teklifi kabul edilse idi, şehadet getirince belki kalpleri yumuşayacaktı ve tekliflerinden vazgeçeceklerdi.,ve şeriati olduğu gibi yaşamak isteyeceklerdi.Hem onlarla beraber birçok kabile İslam a girebilirdi.Tüm bunlar varsayımdı.Ancak ortada bir hakikat vardı.Oda şeriat.Ve her ne sebbeple olursa olsun asla taviz verilemezdi.İşte bu inen ayet i kerimeler de bunun en açık dedili idi. 73:Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. 74.Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin 75:O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın. Eylül 2010 67 İkinci Kıssa: Benî Mahzum kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştı.Yaptığı suç deliller ile sabit olunca kadının elinin kesilmesi kararı verildi..Beni mahzun kabilesi kalabalık ve oldukça etkin ,sözü geçen bir kabile idi.Kureyş le de ittifakları vardı.Kadın da kabilesinin ulularından birinin kızı idi.Eğer eli kesilirse aralarındaki ittifak bozulur korkusuna kapıldı Kureyş den bazı kimseler. “Bu kadının durumu hakkında Rasûlullah (sav)’den kim şefaat isteyebilir?” diye kendi aralarında müzakere etmeye ve bu durumu Rasulullah a s.a.v. arzadecek bir adam aramaya başladılar..İçlerinden bazıları: - “Bu işe sadece Rasûlullah (sav)’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd (ra) cesaret edebilir” dediler. - Üsâme (ra) Rasûlullah (sav)’in huzûruna çıkarak onların isteklerini Efendimize iletti.. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) Üsâme’yi : - “Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için,şeriatten taviz vermem için aracılık mı yapıyorsun?” diye azarladı. Sonra ayağa kalktı ve orada bulunan herkese şu konuşmayı yaptı : 68 68 Rasulullah s.a.v. efendimiz orada bulunanlara ve kendisine şeriati uygulamaması için aracı olanlara öyle bir söz söyledi ki,artık bundan sonra değil şeriatten kıl kadar taviz verilmesini teklif etmek,bunu akıllarından dahi geçirmemeleri gerektiğini anladılar. İşte Efendimizin tam bu anda söylediği o ibret dolu sözler ;Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:Eğer hırsızlık yapan kızım Fatıma olsa idi, O nun dahi elini keserdim. Buhârî, Hudûd 11, 12 Üçüncü Kıssa: Bediüzzaman.Asrının en güzeli.Hayatı,mücadelesi,eserleri,sözleri ile dopdolu ve tavizsiz bir hayat nasıl yaşanır öğreten güzellerden bir güzel işte. Hayatı tutuklanmalar,hapisler,yasaklanmalar,engellenmeler ile geçmiş bir mubarek.Gene bu tutuklamalardan biri.20 eylül 1943 tarihini göstermekte takvimler.Isparta savcısından gelen talimat üzerine tutukladılar.Ağır hasta olmasına rağmen 3 ekim 1943 te askeri konvoyla Çankırı üzerinden Ankara ya gönderdiler.Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına girmiş polislerle doldurulan Kastamonu Oteli’ne yerleştirdiler.Bu arada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan Said Nursi hz. ni’ Valiliğe çağırtarak başından sarığını çıkarıp,şapka giymesini istedi.Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste Eylül 2010 bulundu.Ancak Bediüzzamna hz. eli ile boynunu gösterirken dili ilede öyle bir cevap verdi ki ,bu cevap ile hem vali hem orada bulunanlar hemde bu olayı kıyamete kadar okuyacaklar, davaya,dine,şeriate bağlılık nasıl olur sorusunun cevabını en tatminkar bir şekilde almış oldular ve almaya devam edecekler inşallah. 'Hakiki imanı elde eden bir adam kainata meydan okuyabilir' diyerek bu sözünü hayatı ile ıspatlayan ,Said Nursi hz.nin, başından sarığını çıkarıp,zorla şapka giydirmek isteyenlere verdiği tokat gibi cevabı şudur; Bediüzzamn hz. eli ile boynunu gösterek,dili ilede en muhteşem cevabı vermiş ve kendisine zorla şapka giydirmek isteyen valiye dönüp: “Bu sarık ancak bu başla çıkar” buyurmuştur. (Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 832. ) Elbette kıssalar anlatıp geçmek için değil,hisse almak,ibret almak,hayatımıza çeki düzen verebilmek,her işimizi şeriate göre yaşayabilmek için bizim yolda ki işaretlerimizdir.Bu ne- denle anlatılan her kıssadan mutlaka alacağımız hisseler vardır.işte bu kıssalardan payımıza düşenler: Şeriattır cümle işlerin başı, Şeriatsız tarikat şeytan işi, Her kimde olmazsa ilmi şeriat, Onun şeyhi şeytandır bil ki mutlak." Nasıl hayatımızı idame ettirmek için Allah ın koyduğu bedensel kurallara uymak,yemek yemek,ifrazat yapmak zorunda isek,aynen öyle sosyal hayatın idamesi için de Allah ın c.c. koyduğu kurallara uymak mecburiyetindeyiz 'Bir kişi dese ki, yemek yemek ve tuvalete gitmek milyonlarca yıl evvelin kuralı,yani gerici bişey,Ben bundan sonra yemekte yemeyeceğim,ifrazatta yapmayacağım'. Böyle diyen bir adamın vücudu felç olmaya ve ölmeye nasıl mahkum,yaptığı şeyin adı nasıl ahmaklık ise ve hem nasıl ahmaklıktan kurtulmak hemde sağlıklı birşekilde hayatını sürdürmek için Allah c.c. ın ,koyduğu bedensel kurallara uymak zorunda ise,işte aynen böyle ,sosyal hayatla,aile hayatı ile kısacası tüm hayatımız ile alakalı kurallardada aynı şekilde Allah ın koyduğu şeriat gereği yaşamak mecburiyetindeyiz..Bu kuralları gericidir,1400 yıl evvelin kuralıdır.Geçerliliğini yitirmiştir diyerek arkasına atan,Kur an dan ayrılan toplumların hayatının hem ekonomik hem ahlaki hem de sosyal olarak nasıl felç olduğunu hep beraber görmekteyiz. Öyle ise hayat kitabımız olan Kur anı Kerime sımsıkı sarılalım.Mubarek kitabımızı öpüp koklanan azami saygı gösterilip ancak asgari uyulan,uygulanan bir kitap olmaktan çıkarıp,başucu kitabı yapalım inşallah.Düzenli olarak katıldığımız bir tefsir dersi olsun.Kısacası kitabımızı öğrenelim,yaşayalım,yaşatalım inşallah. Bir sünnet olan sarığı çıkarmamak için başını feda edecek yüreğe sahip olan Bediüzzaman ve bir farzı yapmak uğruna zevkinden dahi vazgeçmeyen bizler.İşte Ayeti Kerimeler,hadisi şerifler ve örnek insanlar ve işte biz.Haydi bir BESMELE çekelim.Ve yeni bir şehadetle iman tazeleyip Kur andan kıl kadar taviz vermeden yaşamaya çalışacağımız yeni bir hayata merhaba diyelim.VARMISINIZ? Eylül 2010 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com Sanki Yedim Arkadaşlar, “ Sanki yedim ” adında bir yer hiç duydunuz mu? Hatırlamak için ipucu mu istiyorsunuz? Peki, ipucu veriyorum öyleyse, yemekle ilgili; ama lokanta değil. Çikolata, dondurma, bisküvi, kebap, döner….. evet evet bunların hepsiyle ilgili ama bir yapıt ismi. Hatırlayamadıysanız üzülmeyin. Çünkü, bu güzel olay yüzyıllar öncesinde olmuş; ama binası hala yaşıyor. Neyse sizi fazla meraklandırmadan açıklayayım. Sanki yedim, İstanbul’un Fatih ilçesinde bir caminin ismi. Bu ismi nasıl mı almış? İşte çok ilginç hikâyesi var arkadaşlar. Camiyi yaptıran Keçeci Hayrettin Efendi, canı bir şey yemek istediğinde “Sanki yedim” diyerek canının istediğini almayıp ücretini bir köşede biriktirirmiş. Zamanla işte bu biriken paralardan bu camiyi yaptırmış. Çok ilginç değil mi? Biz de aynı yöntemi uygulayarak böyle bir cami yaptırabilir miyiz? Yaptırabilir miyiz, yaptıramaz mıyız bilmem; ama bu şekilde çok güzel hayırlar yapabileceğimizden eminin. Mesela, bir cami yaptıramasak da ihtiyaçlı olan arkadaşlarımıza yardım edebiliriz. Bence önemli olan bunu tartışmak yerine böyle bir karar alıp para biriktirmeye başlamak. Böylece en doğrusunu yapmış oluruz. Bu mübarek ramazan ayında yapılan iyiliklerin karşılığı kat kat fazlasıyla verilir. Bu bereketi yakalayabilmek ve “ Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır.” buyuran peygamber efendimizin müjdesine ulaşabilmek için böyle bir çalışmaya başlayalım ne dersiniz? Bin Aydan Daha Hayırlı Gün Arkadaşlar bir ramazan ayının daha sonuna geldik. İbadetlerimizle, sahurla, teravih namazıyla bu rahmet ayını en iyi şekilde değerlendirdiğinize inanıyorum. Yaşı büyük olan arkadaşlarımız oruçlarını tam tuttular. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler de tekne orucu tuttular. Tekne orucu da ne mi? Hani küçük kardeşlerimiz acıkınca yemeklerini yer sonra da oruçluyum derler ya işte buna “ tekne orucu” denir. Böylece bin aydan daha hayırlı geceye gelmiş olduk. Bu geceyi ibadetle geçirirsek yaklaşık seksen dört yıl ibadet yapmış sevabı alacağız. Kim mi diyor? Bakın Allah (c.c): "Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.. . O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar." (Kadir Suresi ) Peygamber efendimiz (s.av): “ Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın.” buyurarak bin aydan daha hayırlı gecenin son on günde aranmasını buyurmuşlardır. İşte büyük bir fırsat bir gecede bin ay, yaklaşık seksen dört yıl ibadet sevabı almak. Kaçar mı bu fırsat? Öyleyse ramazanın bu son günlerine ayrı bir özen gösterelim. Vakit namazlarımızı ve teravih namazlarını aksatmamaya, orucumuzu tutmaya daha dikkatli olalım. 70 Eylül 2010 "Allahumme leke sumtu ve bike amentu ve aleyke tevekkeltu veala rizkuke eftertu" (Allah'ım senin rızân için oruç tuttum. Sana inandım. Sana güvendim. Senin rızkınla orucumu açıyorum) Tilkinin Orucu Tilki ormanda gezmektedir. Bir ağacın dalında asılı bir geyik budu görür. Açtır ama şüphelenir kontrol etmeye başlar ve görür ki bu bir tuzak. Geyik budu bir iple bombaya bağlıdır. Epeyce uzağa gider ve başını kollarının üzerine koyarak yatar, biraz sonra kurt gelir, budu görür ve yatan tilkiyi de tabi… Tilkiye sorar “ Ne yapıyorsun dostum?” Tilki cevap verir “ Hiç, yatıyorum” -Burada bir but var -Evet var. -Neden yemedin? Tilki sakince cevap verir ; “ Bu Gün Orucum” Kurt kendinden emin ; “Ben yiyeyim o zaman” Tilki “Buyur afiyet olsun” der. Kurt buta uzanır uzanmaz bir patlama, ortalık toz duman… Kurt yaralı, hareketsiz, 10 metre uzakta perişan halde yatarken tilki sakince budu yemeye başlar. Bunu gören kurt: “ HANİ SEN ORUÇTUN?” der. Tilki pişkin pişkin: “Biraz önce top patladı duymadın mı?” BULMACA 1- Teravih: Ramazanda yatsı namazından sonra kılınan 20 rekâtlık namaz 2- İmsak: Orucun başlama vaktine verilen ad. 3- Sahur: Oruç tutmak için sabah namazından önce yemek yemek için kalkılan vakit. 4- Fitre: Ramazan ayında verilen sadaka 5- İftar: Orucun sona erdiği vakit 6- Mukabele: Ramazan ayında, o zamana kadar nazil olan ayet ve sureleri Cebrail (as)’in Hz. Peygamber’e O’nun da Cebrail’e okuması Cevaplar: 1- Teravih Namazı 2- İmsak 3- Sahur 4- Fitre 5- İftar 6- Mukabele Eylül 2010 71