T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI TÜRKİYE CUMHURİYETİ BİLİM DALI DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ VE TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKALARI YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Seçil ÖZDEMİR Tez Danışmanı Prof. Dr. Mehmet Akif TURAL Ankara 2009 i ÖNSÖZ Bu araştırmada II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada değişen dengelerin ışığı altında Demokrat Parti Dönemi’nde Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerinde Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi incelenmiştir. Konu ile ilgili pek çok tek yönlü çalışma yapılmış olmasına rağmen; Dış Politika tarihimizde, yabancı devletlerle ilişkilerimizin, dış politikamızı ne yönde etkilediğine dair çalışmalar bulunmakta; Ancak Demokrat Parti Dönemi Ortadoğu Politikaları’na ait bu şekilde ayrıntılı bir inceleme bulunmamaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalar özellikle Atatürk Dönemi ile sınırlı kalmış yahut detaylandırılmamıştır. Çalışmamızda amacımız özellikle 1950–1960 dönemi arasındaki süreci mümkün olduğunca II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni dengelerin etkisi gözetilerek incelemek ve Demokrat Parti’nin dış politikasında, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini, dönemin Türk – Amerikan ilişkilerini göz önünde bulundurarak ortaya koymak olmuştur. Tezimizin birinci bölümünde ifade etmeye çalıştığımız II. Dünya Savaşından sonraki Amerikan Politikası için şunu söyleyebiliriz. Mevcut Sovyet tehdidi ve bu tehdidi durdurma politikaları ile Amerika’nın Ortadoğu’da ve Ortadoğu’ya hakim Türkiye’de kendi siyasi ve ekonomik anlayış biçimini yaymak. Bu noktada dünya iki kutup arasında kalmışken Türkiye de tam anlamıyla bu iki gücün arasında ancak birisinin doğrudan toprakları üzerinde hak istemesi ile karşılaşmış ve tüm varlığı ile diğerine yanaşmıştı. Zira bu dönemde dünya faşist imparatorlukların yıkılması ile meydana gelecek boşlukta iyi bir yer kapabilme yarışı yaşanıyordu. Bu yarışta Amerika ve Sovyetler karşı karşıya idi. Dünyada faşizmin etkisinin tükenmiş olduğu bu yıllarda, demokrasi rüzgârları esiyor ve Türkiye’de kendisini Batı’ya daha yakın göstermek için bu rüzgâra katılıyordu. Demokrat Parti iktidarı bu durumda Batı’dan daha çok destek alabilmek, kendilerini Sovyetlere karşı daha güçlü hissedebilmek için NATO üyeliğini hedeflemiş ve bunun için Kore’ye Türk Askerlerini gönderip adeta NATO üyeliğinin bedelini bu şekilde ödemişlerdi. ii Türkiye’nin NATO üyeliği İngiltere tarafından uzun süre onaylanmamıştı. Çünkü İngiltere, Türkiye’nin bir Ortadoğu paktında yer almasını istemişti. Bu konuda da Demokrat Parti Yöneticileri Ortadoğu savunması için oluşturulacak bir paktta yer alınacağına dair gereken sözü vererek NATO üyeliğini gerçekleştirmişlerdi. Bundan sonraki süreçte ise Türkiye adeta NATO‘nun güney kanadı için bir savunma kalkanı olmuştu. Türkiye NATO üyeliğinin bedelini ödemeye Ortadoğu’da devam etmiştir. Türkiye, Ortadoğu’da Batı’nın amaçları ve istekleri doğrultusunda oluşturulan Bağdat Paktı’na üye olmanın ötesinde öncülük etmiştir. Elbette Türkiye’nin kendi komşularıyla dahi ilişkilerinde Batı paralelinde hareket etmesi onu kendi komşularından uzaklaştırmış. Türkiye bölgesinde güçlü olmaya çalışırken yalnızlaşmıştır. Tezimizin ikinci bölümünde özellikle Ortadoğu bölgesindeki çalkantılar anlatılmış, bu bölgede etkin olmak için Batı desteği ile kurulan Bağdat Paktı ve bundan sonra Ortadoğu’da yaşanan kriz yıllarında Türkiye’nin bölge politikalarında Amerikan etkisi açıkça ortaya konulmuştur. Batı yanlısı bu politikanın Türkiye’yi kendi milli meselelerinde(Kıbrıs gibi) Arap Devletleri’nin desteğinden mahrum bıraktığı; Ancak Demokrat Parti İktidarı’nın yılmadan Batı’nın çıkarları için mücadelesine devam ettiği de belirtilmiştir. Tezimizin üçüncü bölümünde ise Milli Davamız Kıbrıs Meselesi, 1950– 1960 yılları arasında yaşanan gelişmeler doğrultusunda ele alınmıştır. Kıbrıs Adası, Ortadoğu ve Batılı Devletler söz konusu olduğunda göz ardı edilemeyecek, sadece bulunduğu nokta itibariyle dahi tıpkı Türkiye gibi Ortadoğu’nun kontrolüne sahip bir bölge olarak Batı’nın ilgi odağı olmuştur. Kıbrıs Konusunda, Lozan Anlaşması ile İngiltere’ye devrettiğimiz haklarımızı, II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin sömürgelerinden çekilme politikası ile tekrar elde etme şansı bulmuştuk. Kıbrıs’ta Yunanistan ve Rumlara karşı gösterdiğimiz milli direnç Amerika’nın ve NATO’nun uyarıları ile kırılmış, Türkiye önce statükonun korunması ya da Kıbrıs’ın bize ait olacağının kabul edilmesi fikrinden vazgeçirilmişti. Amerika Ortadoğu’ya yönelik maddi yardımları bölgenin huzuru için yaptığını bildirmiş, bir anlamda Türkiye’ye Kıbrıs konusundaki iii isteğinden vazgeç demişti. Ardından ortaya konulan taksim fikri de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kabul edilince, Demokrat Parti döneminde sağlanamamıştı. Kıbrıs’ta Türkiye ile Yunanistan, Rumlar ile Türkler karşı karşıya getirilerek, Kıbrıs tıpkı Ortadoğu gibi her an patlamaya hazır bir bomba haline getirilerek müdahaleye hazır bir konuma getirilmiştir. Türkiye’nin ise davası için mücadele etmesine adeta müsaade edilmemiştir. Her şeye rağmen, Kıbrıs’ı kazanan Türk Halkı’nın Milli Hafızası, Kıbrıs’ın zihinlerden ve kalplerden silinememiş olması vatan toprağımız için mücadelemizde hiçbir emperyalist devlete boyun eğmeyeceğimizi kanıtlamamız ve emperyalist devletlerin bu gerçeği fark edememesi olmuştur. Tezimin hazırlanmasında beni yönlendiren, teşvik eden ve her türlü problemde hiçbir zaman yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Prof.Dr. Mehmet Akif Tural’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Ayrıca tüm hayatım boyunca hiçbir konuda benden desteğini esirgemeyen aileme minnetimi kelimelerle ifade etmek mümkün değil. iv İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...........................................................................................................i İÇİNDEKİLER...............................................................................................iv KISALTMALAR DİZİNİ ................................................................................vi GİRİŞ.............................................................................................................1 I.BÖLÜM İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DEĞİŞEN DENGELER VE GENEL DURUM 1.1. YALTA VE POTSDAM KONFERANSLARI...........................................14 1. 2. DÜNYA SAVAŞI SONRASI AMERİKA’NIN DEĞİŞEN TUTUMU........16 1.2.1. Truman Doktrini .................................................................................18 1.2.2. Marshall Planı....................................................................................22 1.3. NATO’NUN KURULUŞU VE NİTELİĞİ.................................................27 1.3.1. Nato Ve Türkiye .................................................................................28 1.3.2. Kore Savaşı Ve Türkiye’nin Nato’ya Girişi .........................................33 v II. BÖLÜM DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ ORTADOĞU POLİTİKALARI VE AMERİKAN TESİRİ 2. 1. DEMOKRAT PARTİ DIŞ POLİTİKA FELSEFESİ ................................39 2. 2. TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU SAVUNMASINDAKİ YERİ ......................42 2. 2.1. Ortadoğu Komutanlığı.......................................................................45 2. 2.2. Karaçi Anlaşması..............................................................................53 2. 3. TÜRK- IRAK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI..................................................56 2. 3.1. Bağdat Paktı Ve İngiltere’nin Rolü ....................................................59 2. 3.2. İran Ve Pakistan’ın Bağdat Paktına Katılması ..................................63 2. 3.3. Ürdün Ve Lübnan’ın Bağdat Paktı’na Katılması Problemi.................65 2. 3.4. Bağdat Paktı Ve Amerika..................................................................68 2. 3.5. Bağdat Paktı’nın Türk Dış Politikasına Etkisi ....................................71 2. 4. BAĞDAT PAKTININ MEYDANA GETİRDİĞİ SONUÇLAR..................74 2. 4.1. Bandung (Asya-Avrupa) Konferansında Türkiye’nin Tutumu............77 2. 4.2. Süveyş Krizi Ve Türk-Amerikan İlişkileri ...........................................81 2. 4.3. Eisenhower Doktrini Ve Türkiye........................................................84 2. 4.4. Suriye Olayları Ve Amerika’nın Etkisi ...............................................87 2. 4.5. Irak İhtilali – Ürdün Ve Lübnan Olayları ............................................92 2. 5. BAĞDAT PAKTI’NIN SONU ................................................................96 2. 6. İKİLİ ANLAŞMALAR VE 5 MART 1959 TÜRK – AMERİKAN ANLAŞMASI ................................................................................................97 vi III. BÖLÜM KIBRIS MESELESİ 3. 1. KIBRIS MESELESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ORTADOĞU’DA KIBRIS’IN ÖNEMİ......................................................................................101 3. 2. MENDERES HÜKÜMETİ’NİN KIBRIS POLİTİKASI...........................104 3. 3. LONDRA KONFERANSI VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU ......................107 3. 4. 6–7 EYLÜL 1955 OLAYLARI VE KIBRIS ..........................................111 3. 5. DEMOKRAT PARTİ’NİN KIBRIS POLİTİKASINDA DEĞİŞİM VE MACMİLLAN PLANI ..................................................................................114 3. 6. ZÜRİCH - LONDRA KONFERANSLARI VE KIBRIS CUMHURİYETİNİN KURULUŞU...............................................................116 SONUÇ......................................................................................................119 KAYNAKÇA ...............................................................................................121 EKLER.......................................................................................................132 ÖZET .........................................................................................................159 ABSTRACT ...............................................................................................160 vii KISALTMALAR DİZİNİ S. :Sayı s. :Sayfa C. :Cilt Yay. :Yayınları Y. :Yıl a.g.e :Adı Geçen Eser y.a.g.e :Yukarıda Adı Geçen Eser a.g.m :Adı Geçen Makale y.a.g.m :Yukarıda Adı Geçen Makale A.D. :Aynı Doküman Bknz :Bakınız ABD :Amerika Birleşik Devletleri BM :Birleşmiş Milletler SSCB :Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ODK :Orta Doğu Komutanlığı CENTO :Merkezi Anlaşma Teşkilatı (Central Treaty Organization) NATO :Kuzey Atlantik Anlaşması(North Atlantic Treaty Organization) TBMM :Türkiye Büyük Millet Meclisi CHP :Cumhuriyet Halk Partisi DP :Demokrat Parti M.S :Milattan Sonra TTK :Türk Tarih Kurumu AÜSBF :Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 1 GİRİŞ Milletlerin tarihleri ve kültürleri sahip oldukları coğrafya ile birlikte şekillenir. Coğrafya’nın ortaya çıkarmış olduğu şartlar, milletler ve devletler için yaşanması gereken zorunluluklar halini alır. Dolayısı ile milletler üzerinde yaşamak zorunda oldukları coğrafya’nın yarattığı sorunları yaşamak ya da nimetlerini paylaşmak durumundadır. Tarih boyunca Ortadoğu bölgesi ve bu bölgeye hakim somutlaştıran Anadolu örnekler coğrafyası, stratejik oluşturmuşlardır. Bu olarak etkiyi net bu yaklaşımı olarak ifade edebilmemiz için öncelikle Ortadoğu kavramını açıklamamız gerekir. Ortadoğu kavramının tanımlanması ve sınırlarının çizilmesi güçtür. Bu güçlük, kavramın “Doğu Avrupa” gibi coğrafi bir tanımdan ziyade siyasal ve kültürel unsurlar tarafından belirlenmekte oluşundan kaynaklanmaktadır. Ayrıca kavram, zaman içinde Amerika ve Avrupa’nın yayılmacı yaklaşımlarıyla da tanım değişikliklerine de uğramıştır. Dar bir bakış açısıyla, Türkiye-İran-Mısır üçgeni ve bunun içinde yer alan ülkeler olarak tanımlanabilen Ortadoğu, daha geniş bir biçimde bu devletleri ve onlara komşu olan çevre Müslüman ülkeleri yani Kuzey Afrika, Somali, Afganistan, Sudan’ı içerir. Siyasal bilimde anlaşılan bir tanımla Ortadoğu, Arap Devletleri’ne Türkiye, İran ve İsrail’in eklenmesiyle oluşan bölgedir. Bölge devletlerinin nüfusu Lübnan ve İsrail dışında büyük çoğunluğuyla Müslüman olmakla birlikte bunlar da kimi farklı alt bölüntülere ayrılmıştır. Bölge devletleri İran, İsrail ve Türkiye dışında Arap’tır. Bölgeye hem Ortadoğu hem de Yakındoğu denilebilmektedir. Bu adlandırma Avrupa’nın işgallerine dayanır. Avrupa’dan en uzak bölgelere ‘Uzakdoğu’, Avrupa ile Uzakdoğu arasında kalan alana ise ‘Yakındoğu’ denmiştir. Daha sonra “Yakındoğu” terimi Osmanlı devletinin yönetimi altındaki topraklar için kullanılmıştır. “Ortadoğu” terimi ise, II. Dünya Savaşı sırasında İngiliz Ortadoğu Komutanlığı gibi askeri kuruluşların ortaya çıkmasıyla kullanılmaya başlanmıştır. 2 Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında kültürel ve ekonomik bir aracıdır. Şeker, narenciye, kâğıt, barut ve pusula gibi Uzakdoğu malları, Ortadoğu kanalıyla Avrupa’ya ulaşmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın doğuş yeri olmuştur. Tarih boyunca Ortadoğu dünyada güç dengesi olmak isteyen her devletin ilgisini çekmiş, sırasıyla Pers, Grek, Roma, Arap, Moğol, Tatar ve Türk imparatorluklarının hükümranlık alanı içine girmiştir. Dünyanın en önemli suyolları olan Türk Boğazları, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Bap-el Mendep Boğazı, Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi Ortadoğu’dadır. Ortadoğu Bölgesinin 20. yüzyıldaki önemli yeri petrol üretimi ile belirginleşmiştir. Ortadoğu petrolü Avrupa ile Asya’nın enerji gereksinimlerinin önemli bir bölümünü karşılamaktadır. Batı Avrupa’da tüketilen petrolün yüzde 75’i Ortadoğu’dan gelmektedir. Uzunca bir dönem Sovyetler Birliği, bölge petrolünün Avrupa’ya akmasını önlemek için çaba harcamıştır. Amerika ise petrolün batıya akması için çaba harcamıştır.1 Bu durum tam olarak II. Dünya Savaşı sonrası iki güç dengesinin ortaya çıktığı ve dünyada tam anlamıyla bir “dehşet dengesi” kurulduğu dönemde yaşanan olayların ve Türk Dış Politikası’nın bu dengede komünizm tehdidine karşı Batı desteğine yöneldiği dönemdir. Tarihsel süreç içerisinde Türkiye’nin dış politikasına, özellikle Ortadoğu ve Batı ile ilişkilerine bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü Türkiye bir ateş çemberinde kendisini korumak zorundadır.2 Ortadoğu Coğrafyası tarihte binlerce yıl Türk Devletleri tarafından yaşanmış, zaman zaman Türk Devletleri ateşin içinde de kalmıştır. Ortadoğu Bölgesine tarihin çeşitli dönemlerinde Türkler hâkim olmuşlar ve bölgede çeşitli devletler kurmuşlardır. Söz konusu coğrafyada Türklerin kurdukları ilk bağımsız devlet, Mısır'da Abbasi Halifeliğine karşı kurulan Tolunoğulları Devleti'dir. Bunun ardından Ihşidiler Devleti kurulmuştur. Ihşidiler varlıklarını sürdürürlerken, Maveraünnehir'e inen sonra İran ve daha sonra da Anadolu'da büyük devlet kuran Oğuz Türkleri 1 Oral Sander, Siyasi Tarih, İmge Yayınları,1994,s.98–124 Toktamış Ateş, “Dış Politikamız ve Ötesi”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Y.1992– 1993, s.248 2 3 (Selçuklular), Mısır hariç, Ortadoğu'nun büyük bir kısmına hâkim olmuşlardır. Selçuklulardan sonra Ortadoğu'da Eyyübilerin hâkimiyeti3, daha sonra da 1517’de Suriye ve Mısır Seferleri ile başlayan ve I.Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam edecek olan Osmanlı hâkimiyeti görülmüştür4. Osmanlı Devleti, uzun yıllar Ortadoğu’nun ve Akdeniz’in emniyetini sağlamıştı; Ancak gerileme döneminden itibaren Ortadoğu bölgesinde gücünü yitirmeye başlayan Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı sonrasında ise Ortadoğu’yu tam anlamı ile kaybetmiştir. Bundan sonra ise orada asırlardır barış içinde yaşayan halklar, Batılı emperyalistlerin yönetimi altına girmiştir. Kısa sürede başta Afrika, Ortadoğu, Güney ve Güneydoğu Asya’da bulunan çok sayıda İslam ülkesi sömürgeleştirilmiştir. Batılıların bu sömürgeci politikalarının en önemli sebebi de Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını keşfetmeleri olmuştur. Emperyalistler Ortadoğu’ya tam anlamı ile hakim olmak için Osmanlı vilayetlerinden suni devletler oluşturma stratejisini hayata geçirmiş ve Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün isimli devletleri kurmuşlardır. Böylece Osmanlının tüm halklara ve inançlara saygı göstererek, otoriter ve hakkaniyete dayanan yönetimi yaklaşık dört yüz yıl sürmüş iken, Batılı güçler hiçbir hakları olmadığı halde kendi çıkarları için bölgenin tamamında günümüzde de devam eden karışıklıkların, huzursuzlukların ve istikrarsızlığın temellerini bilerek ve isteyerek atmışlardı.5 Bu şekilde Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Üçüncü dönem haçlı seferlerini de başlatmış oluyorlardı. Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, Batılı devletlerin tüm dünyada işgal ve sömürgeleştirme harekâtlarına karşı çıkan yine Türk milleti olmuştur. Bilindiği üzere, Sevr Anlaşması ile Anadolu dört bir yandan işgal edilmeye başlanmış ve bu işgal harekâtına karşılık Anadolu insanı, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Kuvâyyi Milliye ruhuyla İstiklal Savaşı’nı yapmıştır. Zaferle sonuçlanan savaşın sonucunda bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. 3 Ayşe Kuşçu, “Türklerin Ortadoğu Hâkimiyeti”, Akademik Ortadoğu Dergisi, S.1, s.37–48 Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları Atatürk Dönemi, İstanbul, 2006, Gökkubbe Yay. , s.61 5 Ziya Gözler, “Ortadoğu’nun Yeni Yüzü”, www.baremdergisi.com , 11.04.2007 4 4 Henüz I.Dünya Savaşı’nın ateşi soğumadan, bu savaşın sonuçlarından memnun olmayan Fransa, Almanya gibi devletler vardı. Bu memnuniyetsizliğin etkisi ile dünyada esmeye başlamış olan savaş rüzgârlarının ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olmamızın da etkisiyle Dış Politikamız bir denge değişimi yaşamıştı. Bu değişimde Özellikle 1939 yılında Türkiye’nin toprakları üzerinde Sovyetlerin tehditleri ve talepleri ile karşılaşması da bu dönemden sonra Batı ile ilişkilerinin daha yakın olmasının bir sebebi olmuştur. Sovyet talepleri öncesinde 1923’den sonra kuzey sınırlarımızda kendimizi güvende hissetmemize karşın, güneyimizde tehdit ve tehlikelere maruz bulunmaktaydık. Böyle bir durum karşısında bulunan Türkiye’nin arkasını kuzeye vererek, güneyden gelen tehdit ve tehlikelere karşı durması da 1939 yılına kadar süren Türk-Rus dostluk münasebetlerinin de bir sebebi idi. Kuzeyimizde Sovyetler Birliği ile 1921 Moskova antlaşması ile başlayan, 1925 Ankara antlaşması ile yenilenen iyi ilişkiler 1939 yılında Sovyetlerin Türk Boğazları, Kars ve Ardahan üzerinde hak talep etmesine kadar devam etmiştir.6 Bu tarihten sonra ise durum değişmiş, kuzeyimizde gelişme ve saldırı yönleri Balkanlar ve Güney Denizleri olan Nazi ve Bolşevik emperyalizmleri kendini göstermiştir. Bu durumda Türkiye her iki tehlikenin de yolları üzerinde bulunuyordu. Bu sebeple, bundan sonra 1923 den sonraki durum tersine dönmüştür. Artık sırtımızı Akdeniz’e vererek kuzey tehlikesine karşı kendimizi kollamak durumundaydık.7 Bu zamana kadar en yakın ilişkileri sürdürdüğümüz Sovyetler Birliği ile bundan sonra ilişkilerimiz bozulmuştur. Sovyet istekleri sadece Türk yöneticilerini değil, Ortadoğu’da menfaatleri olan ve Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’ya inmesinden korkan Batılı devletleri de telaşlandırmıştı. Bu sebeple Türkiye kendisini Sovyetlere karşı korumak için ihtiyaç duyduğu ekonomik ve askeri desteği, bulunduğu noktada 6 Faruk sönmezoğlu,Türk Dış Politikası,Der Yay. İstanbul 2006 s.117–118 Aptülahat Akşin, Türkiye’nin 1945 den Sonraki Dış Politika Gelişmeleri Orta Doğu Meseleleri,İsmail Akgün Matbaacılık, 1959 İstanbul, s.8-9 7 5 Sovyetlere karşı bir engel teşkil etmesi ve Ortadoğu’nun güvenliğini sağlaması kaydı ile Amerika’dan bulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri II. Dünya Harbine kadar içine kapalı bir izolasyon politikası yürütürken, savaş boyunca silah satarak ekonomisini güçlendirmiş ve savaşın sonunda da büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Amerika bundan sonra ise Ortadoğu Bölgesinin stratejik ve ekonomik kaynaklarını kullanarak dünyayı kontrol altında tutma mücadelesine yönelmiştir. Böylece Amerika, Monroe Doktrini’ni terk ederek milletler arası politikaya müdahil olmuştur. Amerika Birleşik Devleti’nin yeni dış politikasında, Türkiye özellikle stratejik konumu dolayısıyla ister istemez önemli bir yere sahip olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın ardından değişen bu durumda öncelik büyük siyasi karmaşıklıklar içindeki Yunanistan olsa da, Doğu Akdeniz’in ve Ortadoğu’nun kilit ülkesi konumunda olan Türkiye, Amerikalıların Sovyet Rusya’yı çevreleme ve durdurma politikası açısından kilit ülke olmuştur. Bundan sonra tarih II. Dünya Savaşının enkazından iki büyük güç olarak çıkan Amerika ve Sovyetler Birliği arasındaki hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur. O zamana kadar içine kapalı bir politikası yürüten Amerika artık dünya hâkimiyetine yönelmiştir. Bunun için görünen amacı Sovyet yayılmasını durdurmak, halklara yardım etmek olan Amerika’nın doğrudan yöneldiği coğrafya ise Ortadoğu olmuştur. Henüz I.Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin Ortadoğu petrolleri üzerinde tekel oluşturma çabası Amerika’yı rahatsız etmişti ve şimdi İngiltere Ortadoğu’daki sömürgelerinden çekilmek zorundaydı. Bundan sonra her Batılı ülkenin küçük ya da büyük hesaplarının olduğu Ortadoğu coğrafyasında, yörünge Amerikan ekseninde olacaktı.8 Ancak o zamana kadar yabancı olduğu bir coğrafyaya hâkim olmak için Amerika’nın uzun vadeli planlar yapması gerekmiştir. II. Dünya Savaşından sonraki Amerikan Politikası için şunu söyleyebiliriz. Mevcut Sovyet tehdidi ve bu tehdidi durdurma politikaları ile 8 Yusuf Yazar, Orta Doğu Değişen Dengeler, Seha Neşriyat, İstanbul 1989, s.36–37 6 Amerika’nın Ortadoğu’da ve Ortadoğu’ya hakim Türkiye’de kendi siyasi ve ekonomik anlayış biçimini yaymak. Bunun için bölgede bir İsrail Devleti’nin kurulmasını bile sağlamış bu sayede Amerika kendi hamleleri için tutunacağı bir köşe taşı oluşturmuştu. Ancak Ortadoğu’yu kontrol etmek için İsrail yeterli değildi, bölgenin tarihine, kültürüne yabancı olmayan hem de bölgedeki tehlikelerden, karmaşadan, kavgalardan uzak, hiçbir etnik, dini sancısı olmayan Türkiye Amerika’nın amacına ulaşması için ortak hareket etmek zorunda olduğu ülkeydi. Amerika Sovyetlere karşı destek amacı ile yaptığı yardımlarla bir yandan devletlerin sempatisini kazanmaya diğer yandan bu yardımlar sayesinde bölge devletlerinin tembelleşmesini sağlayıp endüstrileşmesini durdurmayı, yaratıcı kabiliyetlerini yitirip ekonomik olarak kendisine muhtaç hale gelmelerini sağlamaya çalışmıştır. Askeri yardım ve destek bahanesi ile de Eisenhower Doktrininden sonra resmen Ortadoğu’da askeri birliklerini de yerleştirmeye başlamıştır. Yani bir taşla iki kuş vurmuştur. Bu dönemde Amerika için gerçekten de Sovyetleri zararsız hale getirmenin tek yolu onlara dünyada karşı koyacak güç ve iradenin var olduğunu göstermekti. Dünya’ya hakim olmanın yolu ise Ortadoğu’ya hakim olmaktı. İşte Amerika, yardım adı ile dağıttığı paralarla bunun bir adımını sağlamış oluyordu.9 Bu noktada dünya iki kutup arasında kalmışken, Türkiye de tam anlamıyla bu iki gücün arasında ancak birisinin doğrudan toprakları üzerinde hak istemesi ile karşılaşmış ve tüm varlığı ile diğerine yanaşmıştı. Zira bu dönemde dünya faşist imparatorlukların yıkılması ile meydana gelecek boşlukta iyi bir yer kapabilme yarışı yaşanıyordu. Bu yarışta Amerika ve Sovyetler karşı karşıyadır. Faşist imparatorluklar yıkılırken dünyada demokrasi rüzgârları esiyor ve Türkiye’de kendisini Batı’ya daha yakın göstermek için bu rüzgâra katılıyordu. 9 İsmet Giritli, Komünizm Batı Ortadoğu ve Türkiye, Nur Ofset, İstanbul,1977,s.14 7 Bu nokta da şunu söyleyebiliriz II. Dünya Savaşından sonra dünya, içine kapanıp yaralarını sararken, Türkiye kendisini soğuk savaşı yaşayan iki süper gücün arasında ve Batı’nın gölgesinde bulmuştur.10 Demokrat Parti iktidarı bu durumda Batı’dan daha çok destek alabilmek, kendilerini Sovyetlere karşı daha güçlü hissedebilmek için NATO üyeliğini hedeflemiş ve bunun için Kore’ye Türk Askerleri’ni gönderip adeta NATO üyeliğinin bedelini askerlerimizin kanıyla ödemişlerdi. Türkiye’nin NATO üyeliği İngiltere tarafından uzun süre onaylanmamıştı. Çünkü İngiltere, Türkiye’nin bir Ortadoğu paktında yer almasını istemişti. Bu konuda da Demokrat Parti Yöneticileri Ortadoğu savunması için oluşturulacak bir paktta yer alınacağına dair gereken sözü vererek NATO üyeliğini gerçekleştirmişlerdi. Her ne kadar NATO üyesi bazı devletler Türkiye’nin üyeliğinin Sovyet tehdidini arttırmasından endişelenmişlerse de Türkiye’nin, NATO‘nun güney kanadı için bir savunma kalkanı olduğu çok açıktı. Türkiye, NATO üyeliğinin bedelini henüz bu üyelik gerçekleşmeden ödemeye başlamıştır. Ortadoğu’da da Batı’nın amaçları ve istekleri doğrultusunda oluşturulan Bağdat Paktı’na üye olmanın ötesinde öncülük etmiştir. Elbette Türkiye kendi komşularıyla dahi ilişkilerinde Batı paralelinde hareket etmesi onu kendi komşularından uzaklaştırıyor, Türkiye bölgesinde güçlü olmaya çalışırken yalnızlaşıyordu. I. Dünya Savaşından sonra girişilen bu sömürge saldırısının dönüm noktası, İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü çıkan Amerika’nın, Filistin’in hamiliğini üzerine alması olmuştur. 1947’de, Siyonist hareket lideri, Amerika Başkanı Truman’a gönderdiği mektupta özetle şunları yazıyordu; “Avrupa’da bulunan Yahudilerin güven ve istikrarı için, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması zaruridir. Bu durum, Amerika’nın Ortadoğu’da kalıcı bir dost kazanması bakımından da elzemdir.”11 İsrail Devleti’nin kuruluşu Amerika’nın 10 Erdal Şimşek, Türkiye’nin Orta Doğu Politikası, Kum Saati Yayınları, İstanbul, Şubat, 2005 s.68,Şevket Çizmeli, Menderes Demokrasi Yıldızı, Arkadaş Yay. 2.Baskı, s.49,Kadir Koçdemir, Milli Devlet ve Küreselleşme, Ötüken Yay, İstanbul,2004,s.250 11 Ramazan Özey, “Ortadoğu Neresidir? Ortadoğu Neden Önemlidir?”, www.ramazanozey.net ,16.05.2007, Aptülahat Akşin,a.g.e,s.8 8 Ortadoğu planları için adeta bir üs kurması iken, bizim açımızdan ise Amerika ile ortak aldığımız her kararda Ortadoğu devletlerinin tepkisini çekmemize sebep olmuştur. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye tarafsızlık politikasını benimsemiştir. Kurduğu ittifaklara, baskı ve zorluklara rağmen bu tutumunu muhafaza etmiştir. Bu şekilde Türkiye, Almanların Ortadoğu’ya inmesini ve Sovyetleri, Kafkaslardan da baskı altına almasını önlemişse de savaş sonrasında Sovyetler birliğinin toprak talepleri ile karşımıza çıkması, Savaşın son haftalarında Türkiye’nin, San Fransisko Konferansı’na* Birleşmiş Milletler kurucu üyesi olarak katılabilmek için Almanya’ya savaş ilan etmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin, Batı dünyası yanında yer alması, Batı paralelinde politika sergilemesi sadece II. Dünya savaşı sonrası Sovyet istekleri karşısında bir destek aranması sonucu ortaya çıkmış değildir. Bunun ötesinde tarihsel ve ileriye dönük kültürel nedenler de bulunmaktadır; Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğmuştur. Dış politikamız açısından da İmparatorluk dönemi ve Cumhuriyet Dönemi arasında çok büyük bir fark vardır diyemeyiz. Çünkü Batılılaşma, Cumhuriyet Dönemi’nin değil Osmanlı Devleti’nin de III. Selim’den itibaren dış politikasının ana eksenidir.12 Soğuk Savaş Dönemi de var olan bu tarihsel yönelişi kolaylaştırmıştır. 19.Yüzyıldan itibaren devam eden çağdaşlaşma çabaları için daima batı örnek alınmıştır. Bu durum Emperyalist Batı tarafından kendi yararlarına uygun olarak kullanılmıştır. Elbette Savaş sonrası Sovyet istekleri savunmamızda Amerika’nın desteğini arttırmıştır. Truman Doktrini ve Marshall yardımı ile başlayan desteklerin doğal sonucu da dış politikamızın Amerika ile paralel olması olmuştur.13 Esasında Türk- Amerikan ilişkileri XVIII. yüzyılın sonlarına doğru, 1783’te yapılan Versailles Anlaşması ile * San Fransisco Konferansı: Resmi adı “Milletler Arası Teşkilat Hakkında Birleşmiş Milletler Konferansı” olan anlaşma hakkında ayrıntılı bilgi için bknz: Mehmet Gönlübol, Milletlerarası Siyasi Teşkilatlanma, Sevinç Matbaası, 3. Basım, Ankara, 1975,s.176 12 Gökhan Koçer, “Türk Dış Politikasında Din Unsuru”, Akademik Orta Doğu Dergisi, C.I, S.I,2006,Eylül, s.131–155 13 Esat Çam, “Dış Politikamızda Seçenek Değerlendirmesi”,İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, C.36,S.1–4,Ekim 1976-Eylül 1977, s.183–197 9 ortaya çıkan Amerika Birleşik Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkması ile başlamıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti gerileme devrine girmiş bulunuyordu ve topraklarında pek çok Batılı devletin sömürgeci niyetleri için yürüttüğü faaliyetlerle mücadele ediyordu. 1874’de Osmanlı Devleti ile bir Dostluk anlaşması imzalayan Amerika İle Osmanlı Devleti arasında bundan sonra yoğun ticari ilişkiler de başlamış, çeşitli ticaret anlaşmaları imzalanmıştır. Ancak henüz Amerika otuz yıllık bir devletken dahi diğer Batılı devletler gibi Anadolu’da misyoner faaliyetlere giriştiği görülmektedir.14 Bu nokta özellikle II. Dünya savaşından sonra yoğunlaşan Amerikan yardımlarının asıl sebebini anlamamızı sağlamaktadır. Türkiye, Atatürk’ten sonra dış politikada hareketsizlik disiplininin hâkim olduğu, tam anlamıyla kendi kabuğuna çekilmiş bir dış politikaya sahip olmuştur. Bu tutum tarihi fırsatların değerlendirilememesine, ikinci dünya savaşından sonra sınırların belirlenmesinde, On İki adanın İtalyanlardan alınıp Yunanistan’a devrinde söz sahibi olunmamasına kadar pek çok meselede kendini göstermiştir. Ancak problemlerin dışında kalmak için gösterilen dikkate rağmen savaşın ardından Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan ile boğazlar üzerinde de kontrol hakkı istemesine karşın Türkiye o dönemde yalnız olmasına rağmen onurlu bir şekilde direnmiştir. Türkiye coğrafi konumu itibari ile Rusların önünde doğal bir engel vazifesi görürken Boğazlardaki otoritesiyle de Rusların Akdeniz’e “sıcak sulara” inmesine tarih boyunca engel olmuştur.15 Sovyetlerin talepleriyle birlikte Yunanistan’ın da tehdit altına alınması ve Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inme emellerinin ortaya konması, Amerika Birleşik Devletleri’ni harekete geçirmiş ve 1947 yılında kabul edilen Truman doktrini ile Türkiye ve Yunanistan’ın toprak bütünlüğü garanti altına alınmıştır. Truman Doktrini Türk dış politikasında bir dönüm noktasıdır. Türkiye bundan sonra batı ile iş birliğini dış politikasının temel hedefi yapacaktır.16 14 Fuat Köprülü, “Tarihte Türk Amerikan Münasebetleri”,Belleten, C.51,S.200,Y.1987,s.929–947 Güler Yavuz, “ II.Dünya Savaşı Sonrası Türk-Amerikan İlişkileri(1945-1950)” , Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, Cilt 5, Sayı 2, (2004), 209-224 16 Kamuran İnan, Dış Politika, Timaş yay. İstanbul 1998,s.55–56 15 10 Truman doktrini aynı zamanda Türkiye’nin emniyet ve istiklalinin Amerika için de önemli olduğu dünyaya ilan edilmiştir.17 Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde olduğu gibi Cumhuriyetin de ilk yıllarında yabancı sermayeye sıcak bakılmıştı. Ancak 1946’dan sonra tüm sorunların çözümü buna bağlıymış gibi değerlendirilip ekonomik politikalarda da Amerika’nın tüm dayatmaları kabul edilmiştir.18 Truman doktrinin ardından ikinci adım olan Marshall planına da dahil edilen Türkiye ile Amerika arasında artık aktif iş birliği süreci de başlamıştır. Zira Amerika için komünizm tehlikesinin durdurulması gibi, Ortadoğu bölgesinin ve bu bölgede ki petrollerin nakil yollarının da emniyet altına alınması zaruri görülmekte idi.19 Türkiye bu dönemde batı ile iş birliği yapmak ve kuruluşlar içinde yer almak için demokratik sisteme geçme lüzumunu görmüş ve kabul etmiştir. II. Dünya Savaşından sonra beliren Sovyet tehdidine karşın, Batı ile sıkı ilişkiler kurma çareleri arayan İnönü yönetimi, Batı kamuoyunda o dönemde tek parti yönetimine duyulan antipatiyi de göz önünde tutarak çok partili hayata yönelmiştir. Bu da devlet hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur.20 Blokların şekillendiği, Soğuk Savaşın başladığı, geri kalmış ülkelerin baş kaldırdığı, yeni dünya düzeninin temellerinin atıldığı, savaş sonrası ortamı, tüm ülkeler gibi Türkiye de merak ve endişe içerisinde izlemiştir. İzlemekle de kalmamış, İsmet İnönü önderliğinde ülkenin yönetici seçkinleri de bu yeni düzene uymaya çalışmıştır. Buldukları iki çare vardı; bir yandan emperyalist güçlere yanaşmak, öte yandan memleket içinde biçimsel bir demokrasi düzeni kurmak.21 Bunun için “Milli Şef” İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşının sonuna doğru aniden demokrasiye geçme kararını vermiştir.22 Nitekim bu sıralar uluslararası platformda Türkiye’yi temsilen yapılan bazı 17 Ayın Tarihi, I.Kabine Toplantısı, 22 Mayıs 1950 H.Bayram Kaçmazoğlu, Demokrat Parti Dönemi Toplumsal Tartışmaları, Birey Yayıncılık, Kasım 1998,s.198–200 19 Aptülahat Akşin,.a.g.e, s.9-11 20 Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, s.20-24, İmge Kitapevi, Ankara 1998,Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, Bilgi Yayınevi, 6.basım, Aralık 1973,C.II,s.351 21 y.a.g.e. , s.24 22 Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar (1923–2005) , Umay Yay. 2005 İzmir, www.1001Kitap.com, 22.11.2007 18 11 konuşmalarda, verilen demeçlerde Türkiye’nin demokrasi yoluna girmek niyetinde olduğu belirtilirken, içte de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1945 yılında resmi bayram sebebiyle yayınladığı mesajda Türkiye’nin siyasi hayatında demokrasiye git gide daha fazla yer verileceğini müjdeliyordu. Ülkenin dünya şartlarına uyum sağlamak için girdiği bu demokrasi ortamında muhalif sesler daha güvenli yükselmeye başlamıştır. 7 Ocak 1946 da Celal Bayar liderliğinde kurulan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 yılında yapılan seçimler sonucunda iktidara gelmiştir. Türkiye’de iktidar ilk kez serbest seçimle el değiştirmişti.23 Batı tarzı demokratik sistem 1950 yılında kurulmuş; Ancak bu sistemin geleceği savaş süresince ihmal edilmiş olan sanayinin ve ekonominin geliştirilmesine bağlı olmuştur. Demokrat Parti yöneticileri de çok partili sistemin gereği gibi işleyebilmesi için sağlam bir ekonomik temele dayandırılması gerektiğinin farkındaydılar. Dahası artık siyasi partiler iktidara gelebilmek için seçmenine bazı sözler vermeli, iktidara gelmek için bazı programlar yapmalı ve yeniden seçilebilmek için artan umutlar karşısında yüksek yaşam standardı sözlerini tutmalıydılar. Ancak ülkenin ekonomik durumu, bu tür isteklerin yabancı devletlerin kredileriyle ve uluslararası yardımlarla karşılanabileceğini ortaya koyuyordu. O dönemde bu yardım ancak batıdan gelebilirdi. Savaş süresince, dünyada savaşan diğer devletlere silah satarak ekonomisini büyütmüş olan ve artık Ortadoğu’da etkin rol oynamak isteyen Amerika, bu yardımların talep edilmesi için en uygun devlet olarak görülmüştür.24 Zaten Amerika, Ortadoğu’da İngilizlerin yerini doldurma siyasetine başladığı andan itibaren bu bölgedeki devletleri ilk olarak ekonomik yardımlarla kendisine bağımlı hale getirme politikasına girişmiştir. Bu durum Demokrat Parti’nin Amerika ile ilişkilerini yakınlaştırırken, tüm politikalarını da onun paralelinde yürütmesine sebep olmuştur. Hatta zaman içerisinde bu politikalar Demokrat parti’nin dış politika felsefesi halini almıştır. 23 Mahmut Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim Yılları , İstanbul Matbaası,1977,s.33 Oral Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitapevi 2.Baskı, Yayına Hazırlayan: Melek Fırat s.230-231 24 12 1954 Yılına gelindiğinde Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü mecliste yaptığı konuşmada “Bugün, Birleşik Amerika ile ittifakımız ve işbirliğimiz, siyasetimizin temel prensiplerinden biri olmuştur ve olmaya da devam edecektir.25” Sözleriyle iddia ettiğimiz gibi, Amerika paraleli politikaların, DP’nin dış politika felsefesi haline geldiğini ispatlamıştır. Ancak bu durum diğer taraftan Türkiye’nin, özellikle Ortadoğu Devletleri ile zaten uzak olan ilişkilerini iyice uzaklaştırmıştır. Zira bu tarihe kadar, Türkiye’nin Ortadoğu politikası için “kendi haline bırakma” tabiri kullanılabilir. Atatürk döneminden itibaren özellikle Araplara karşı görülen bu ilgisizliğin sebebi öncelikle I.Dünya Savaşı sırasında Arapların bize karşı emperyalist devletlerle işbirliği yapmasının henüz hafızalardan silinmemiş olması ve bu anıların etkisi ile ne düşmanlık gösteren ne de dostluk arayan bir politikaya dönmüştü. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü de bu politikada bir değişiklik yapmamıştı.26 Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Sovyet tehdidi, Türkiye’yi önce Batı ile olan ilişkilerinde yakınlaşmaya yöneltmiştir. Bu dönemde Amerika da geleneksel “yalnızcılık” politikasını bırakarak, Sovyet yayılmasını önlemek için harekete geçmiştir. Başlangıçta dünya barışını korumaya yönelik görünen bu Amerikan Politikasının zamanla Amerika’nın kendi çıkarlarını koruyarak, dünya hâkimiyetine doğru yönelişinin ilk adımları olduğu görülecektir. Amerika’nın Ortadoğu politikasında görülen değişiklik başkan Truman’ın 5 Nisan 1946 da yaptığı bir konuşmada açıkça anlaşılmaktadır: “yakın ve Ortadoğu’ya bir göz attığımızda buranın çok kritik bir bölge olduğunu görüyoruz. Bu bölgede zengin doğal kaynaklar bulunmaktadır, en hareketli kara, deniz ve hava yolları bu bölgeden geçmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı bu bölge büyük ekonomik ve stratejik öneme sahiptir.” 1947 yılı başlarında İngiltere’nin Türkiye ve Yunanistan’a yaptığı yardımları keseceğini ve Yunanistan’daki askerlerini geri çekeceğini Amerika’ya bildirmesi üzerine Amerika Cumhurbaşkanının dış politika danışmanı olan George F. Kenan, 1947 Baharında yaptığı öneride Yakın ve Ortadoğu’da 25 26 Ayın Tarihi, 20 Şubat 1954 Mahmut Dikerdem, a.g.e. , s.10 – 13 13 İngiltere’nin çekilmesi ile doğacak olan Boşluğu doldurmayı, böylece İngiltere’nin sorumluluğunu almayı teklif etmişti. II. Dünya Savaşı’nın Bitiminden Truman Doktrini’ne kadar Türkiye Sovyetlerin toprak taleplerine tek başına göğüs germek zorunda kalmıştı. Truman Doktrini Türkiye’nin güvenliğini sağlamak amacında olmasa da doktrinin birinci amacı dünyanın neresinde olursa olsun, Sovyet yayılmacılığını önlemek ve Amerikan siyasi ve ekonomik anlayış biçimini yaymaktır. Bu noktada Türkiye’nin askeri ve siyasi açıdan desteklenmesinin Sovyet tehdidini Ortadoğu’dan uzak tutma amacı olduğu söylenebilir.27 Türkiye’nin Yakın ve Ortadoğu ülkelerine yönelik siyaseti, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında farklı eğilimlerin ilk işaretlerini vermesine rağmen asıl aktif değişim 14 Mayıs 1950 serbest seçimlerini kazanan Adnan Menderes’in önderliğindeki Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra gerçekleşmiştir. Zira batının yakın ve Ortadoğu’daki çıkarları, Menderes Hükümeti tarafından kendi çıkarlarıyla ortak algılanmış ve Menderes Hükümeti dış politika kararlarında batı dünyasının aktif bir üyesi rolünü üstlenmiştir. Menderes Hükümeti’nin dış politikasına görünürde yön veren temelleri üç noktada özetlersek, bunlar; 1.Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarın korunması 2.Arap ülkeleri ve İsrail arasındaki anlaşmazlığın tatmin edici bir çözüme ulaşması. 3.Komünizme karşı etkili bir güvenlik sisteminin oluşturulması;28 Ancak bizim kanaatimiz ve tezimizde savunduğumuz düşünce Menderes Hükümeti’nin bu üç noktayı temel felsefe haline getirmesinin altındaki sebeptir ki bu sebep, Batı desteğine sahip olmaktır. Başka bir ifade ile Demokrat Parti Döneminde, belirttiğimiz üç nokta dış politikamızın amacı olması gerekirken Batı desteği sağlayabilmek için araç olmuştur. 27 28 Bağcı Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, ODTÜ Yay. , Ankara 2001,s.3-6 Faruk Sönmezoğlu, y a.g.e, s.172–175 14 BİRİNCİ BÖLÜM İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DEĞİŞEN DENGELER VE GENEL DURUM 1.1. YALTA VE POTSDAM KONFERANSLARI Yalta Konferansı (4 –11 Şubat 1945): Yalta Konferansı, müttefiklerin zaferi kazanacağının belli olmaya, yani savaşın sonunun görünmeye başladığı dönemde, gelecekteki barışın esaslarını saptamak üzere Roosevelt, Churchill ve Stalin arasında yapılmıştır. Müttefiklerin Almanya'yı işgali harekâtının sürdüğü sıralarda, Almanya'nın tesliminden önce yapılan ve 4 Şubat 1945'te çalışmalarına başlayan bu son konferansta, önce cephelerdeki durum incelenmiş ve Almanya'ya karşı yapılan savaşın son aşamasındaki ortak harekât hakkında düşünce birliğine varılmıştır. Ancak, savaşta ortak düşmana karşı birlikte hareket eden Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Sovyetler Birliği, bu noktadan itibaren, birbirlerinden farklı isteklerde bulunmaya başlamıştır. Farklı isteklerle Yalta'da bir araya gelen "Üç Büyüklerin” liderleri yani, Roosevelt, Churchill ve Stalin arasındaki görüşmeler, 11 Şubat 1945 tarihine kadar sürmüş ve "Yalta Kararları"nın alınmasıyla son bulmuştur. Yatla Konferansı Kararları’na göre, üç lider, Yalta Konferansı'nda Almanya'yı kayıtsız şartsız teslim olmaya zorlamak için ortak askeri harekâtın sürdürülmesini, yapılan plana göre her üç devletin silahlı kuvvetlerinin Almanya'nın birer bölgesini işgal etmesini, merkezi Berlin olmak üzere her üç devletin komutanlarından oluşacak bir "Merkez Kontrol Komisyonu"nun kurulmasını kararlaştırmıştır. Ayrıca Fransa’ya da işgal etmek üzere bir bölgenin verilmesini, Alman militarizmi ile Nazizmini yok etmeyi ve Almanya'nın, bir daha dünya barışını bozamayacak duruma getirilmesini, Almanya'nın savaş tazminatı ödemesini karara bağlayıp 25 Nisan 1945'te San Francisco’da Birleşmiş Milletlerin kurulması amacıyla bir konferansın 15 toplanmasını ve konferansa Mihver Devletler’e savaş açmış olan ülkelerin alınmasını kararlaştırmışlardı.29 Yalta Konferansı’nın Türkiye açısından önemi de bu noktada ortaya çıkmıştır. 20 Şubatta İngiliz büyükelçi Peterson, Dış işleri bakanı Hasan Saka’ya, Türkiye’nin San Francisco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Kurucular Toplantısına katılabilmesi için, en geç mart ayına kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesi gerektiğini bildirmiştir. Bu bildiri üzerine 23 Şubat 1945 de Türkiye her iki ülkeye de savaş ilan etmiştir. Yalta Konferansı’ndan hemen sonra. Sovyetler Birliği 15 Mart 1945’de Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktını, yeni şartlara uymadığı için feshetmiştir. Almanya’nın yenilmesi, Avrupa dengesinde meydana gelen boşluktan yararlanan Sovyetler Birliği, Türkiye’ye karşı emperyalist emellerine dair isteklerine Potsdam Konferansı’nda Boğazlar konusunda devam etmiştir.30 Birleşik Amerika, İngiltere, Sovyetler Birliği ile savaş sonrası durumu değerlendirmek ve işbirliği yapmak için 17 Temmuz 2 Agustus 1945 tarihinde toplanan Postdam Konferansı’nda31 Boğazlar konusundaki Sovyet istekleri Stalin tarafından dile getirilmiştir. Sovyetlerin Türk Boğazlarında üs istemek konusundaki ısrarları, tarafların görüşlerini birleştirmek konusunda başarılı olamamış, bu noktada iki önemli durum ortaya çıkmıştır. Bunlar: Amerika ve İngiltere’nin, Montreux Rejimi’nin değişimine karşı olmadıkları, Amerika’nın boğazlar konusunda söz sahibi olmak istediğidir.32 Zira konferans sırasında Sovyetlerin sunduğu öneri mektubunda, Montreux Sözleşmesi’nin şimdiki şartlara uymadığı için ortadan kaldırılması, Boğazlar Rejimi’nin, Boğazlarla ilgili devletler olarak Türkiye ve Sovyetler Birliği’ne ait olması istenmişti. Sovyetlere göre Karadeniz’de barışın korunması için Boğazların başka devletler tarafından düşmanca amaçlar için kullanılması bu yöntem ile çözülecekti. Ancak bu talepler İngiltere ve Amerika tarafından kabul edilemez bulunmuştu. Keza Türkiye’de Sovyetlerin bu taleplerini kesin bir dille 29 http://www.textara.com/siyasi_tarih_kongre_somurge_seferi_ulke?page=0%2C4 , 26.02.2008 Hamza Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1977, s. 252–253 31 Mehmet Gönlübol, Haluk Ülman ve Diğerleri, Olaylarla Türk Dış Politikası( 1919–1973 ), Ankara, 1982, 5.Baskı, s. 205 32 Nevin Ateş , “ Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikası ve Hükümet Programları” İktisat Dergisi, Mayıs-Haziran, 1996, s.71–75 30 16 reddetmiştir. Potsdam konferansı bu talepler üzerine bir sonuca varılamadığından tıkanma noktasına geldiği için bu konu dış işleri bakanları konseyine havale edilmiştir. Konferans sonunda kabul edilen protokolde boğazlarla ilgili olarak üç hükümette, Montreux’de imzalanmış sözleşmenin değişmesi gereğini kabul etmiştir. Bu gelişmeler Soğuk Savaş Döneminin de ilk adımlarını oluşturmuştur.33 Potsdam konferansı 2 Ağustos günü sona erdikten sonra, Sovyetlerin toprak taleplerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım 1945 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde yaptığı konuşmasında şu cevabı verir: “Türk topraklarından ve haklarından kimseye verilecek bir borcumuz yoktur…” Bu konuşmadan birkaç ay sonra 5 Nisan 1945 günü Türk Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naşının Missouri zırhlısı ile İstanbul’a gönderilmesi, Amerika tarafından Sovyetlere verilen bir mesaj niteliği taşımaktaydı. Amerika bu şekilde her hangi bir durumda Türkiye’nin yanında yer alacağını belirtmiş oluyordu.34 Özellikle II. Dünya Savaşı ardından Komünizm tehdit ve tehlikesine karşı Ortadoğu’yu, Akdeniz’i savunma görevini kendi çıkarları doğrultusunda şart gören bir Amerika’nın Türk devleti’nin ortaklığına olduğu gibi güvende olmasına da ihtiyacı vardı. Bu sebeple Amerika Missouri zırhlısı ile verdiği mesajı savaş sonrası stratejilerinde uygulamaya geçmiştir. 1. 2. DÜNYA SAVAŞI SONRASI AMERİKA’NIN DEĞİŞEN TUTUMU Dünyada 1945 yılında, artık koşulları ve durumları değişmiş büyük güçler vardır. Bu güçler savaştan galip çıkmalarına rağmen büyük kayıplar da vermişlerdi. Savaş sonrası dünyadaki güç dengelerinin durumlarını kısaca değerlendirdiğimizde bu kayıpların etkisi daha net görülecektir;Sovyetler 33 A.Suat Bilge, Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri 1920–1964 Güç Komşuluk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992, s.259–265 34 Hikmet Erdoğdu, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve Nato İttifakı, IQ Kültür Sanat Yayınları, s. 36 17 Birliği savaştan sonra ilk hedef olarak kapitalizmin etkilerinden korunarak savaşta aldığı tahribatı giderme yoluna gitmiştir. Batı Avrupa’da özellikle İtalyan ve Alman Kapitalizmi, Faşizmin genişleme çabalarından yenik ve paramparça çıkarken, II. Dünya Savaşı öncesi dönemin bir numaralı emperyalist ülkesi İngiltere de savaş kayıpları ve sosyal yıkımlar sonucunda eski gücüne dönemeyecek ölçüde yıpranmıştır. Bunun doğal sonucu olarak savaşın yaralarını sarması gereken İngiltere özellikle Ortadoğu’da sahip olduğu sömürgelerinden vazgeçerek, sömürge pazarlarından yavaş yavaş çekilmiştir.35 II. Dünya savaşı ertesi dünyada durum adeta dumanı hala tüten bir yangın yeri görünümündeyken savaştan zinde ve rakipsiz çıkan tek güç Amerika’dır. Bu döneme kadar içine kapanık dünyayı kendi içinde daha çok ekonomik değerleri ile takip eden Amerika, özellikle İngilizlerin Orta Doğu’da bıraktıkları boşluğu doldurmak için kabuğundan çıkmıştır. Amerikan dış politikası bu döneme kadar gelen süreçte hep ekonomik ve ticari faktörler ile şekillenmiştir. 1945’den itibaren bu politikaya yeni bir boyut daha eklenerek siyasal faktörlerin de bundan sonra Amerikan politikasına etki edeceği görülmüştür. Sovyetler ile birlikte komünizm tehlikesinin Avrupa, Asya özellikle Orta Doğu’ya yayılma tehdidi, Amerika için kabul edilemezdi. Türkiye’nin komünizm tehdidine karşı Sovyetlerin önünde bir set oluşturan coğrafi ve kültürel yapısı Amerikan dış politikasının bu yapısal dönüşüm ve değişiminde Türkiye’nin güvenlik faktörü ile çakışır bir durum yaratmış ve Amerika ile Türkiye arasında gerek komünizm tehdidi gerekse Ortadoğu güvenliği için bir çıkar ortaklığı meydana getirmiştir.36 Zaman içerisinde Sovyet tehditleri ortadan kalksa bile Türk Amerikan ilişkileri bu dönemde kurulan bağlar ve ittifaklar ile birlikte şekillenecektir. Bu durum 35 zaman zaman Türk Dış Politikasının hareket serbestliğini y.a.g.e. s. 28–29 Fahir Armaoğlu, “Yarım Yüzyılın Türk Amerikan İlişkileri 1947–1997”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 422 36 18 kısıtlanmasına yol açmıştır. Bu noktada kamuoyu baskıları ve eleştirileri Sovyet tehdidinin büyüklüğü hatırlatılarak kırılmıştır. 37 Kısaca II. Dünya savaşı sonuna kadar özellikle savaş ekonomisini elinde tutarak savaştan en güçlü devlet olarak çıkan Amerika para ve güç dengesini artık bizzat kontrole girişmiştir. Bu noktada yenidünya düzeninde rakibi olabilecek ve tehlike oluşturacak olan Sovyet tehdidini de bölge devletler ile özellikle Türkiye, Yunanistan gibi, Sovyetlerin Ortadoğu ve Akdeniz’de önünü kesebilecek devletlerle stratejik ortaklıklar kurarak dünya’yı bu bölgeden yönetme politikalarına yönelmiştir. 1.2.1. Truman Doktrini Sovyet Rusya’nın Boğazlar üzerindeki isteği ve baskısının devamı Türkiye bakımından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlardan en önemlisi ordusunu hala savaş sırasındaki mevcudunda tutmak zorunda olması idi. İktisadi gücü yeterli olmayan Türkiye için bu durum karşısında tek çıkar yol dış yardım aramak olmuştur. Batı dünyası, Ortadoğu ve Akdeniz’in savunması için çok önemli bir yerde bulunan Türkiye ve Yunanistan’ı genişleme emellerine açıkça ortaya koyan Sovyet Rusya karşısında yalnız bırakmamıştır. Ebetteki devletlerarası ilişkilerde tarihin her döneminde ilk önce menfaatlerin söz konusu olması Amerika’nın da kendi menfaatleri gereği bu iki ülkeye yardım etme kararını almasına sebep olmuştur. Başkan Truman, kendi adıyla anılan bir mesajı 12 Mart 1947 Mecliste okumuştur38. “Amerikan siyasetinin, kendilerini boyunduruk altına almak için silâhlı azınlıklar tarafından sarf edilen gayretlere ve haricî tazyiklere mukavemet eden hür milletleri desteklemek olduğu kanaatindeyim.” Diyen Başkan Truman, Yunanistan'a ve Türkiye'ye iktisadi yardım için kongreden 37 y.a.g.m, s.425 Oral Sander, Siyasi Tarih I. Dünya Savaşi’nin Sonundan 1980’e kadar, Ankara, Imge Kitapevi, 1989 s. 207 38 19 400 milyon dolar istemiştir. Truman, aynı zamanda, kongreden Yunanistan ve Türkiye'ye, bu memleketlerin talebi üzerine, sivil ve askerî personel göndermek müsaadesini istemiş ve eğer yeniden para ve yetki gerekirse, kongreyi durumdan haberdar etmek hususunda tereddüt etmeyeceğini açıklamıştır. Truman sözlerine şöyle devam etmiştir: “Eğer Yunanistan silâhlı bir azınlığın kontrolü altına düşecek olursa, bu halin Yunanistan'ın komşusu olan Türkiye üzerinde ciddi ve anî tesirleri olacaktır. Bu takdirde, karışıklık ve düzensizlik bütün Orta Şarka yayılabilir. Truman’ın bu sözleri, Vakit Gazetesi yazarlarından Asım Us’un Amerika ve Sovyetlerin neden Türkiye’ye yöneldiklerini anlattığı makalesinde açıkça ifade edilmiştir. Bu sebeple bu makaleyi buraya aktarmayı uygun buldum: Truman, Amerika Yunanistan'a ve Türkiye'ye yardımda bulunduğu takdirde bunun uyandıracak olduğu geniş akisleri Müdrik bulunduğunu söylemiş ve Sovyet Rusya'yı zikretmemekle beraber totaliter 'rejimlerin, doğrudan doğruya veya bilvasıta, milletlerarası sulhun temellerini ve binaenaleyh Amerika'nın güvenliğini baltalamakta olduklarını belirtmiştir... Biz, tehlikenin yanı başında ve içinde yaşayan ve tehlikeyi vücuda getiren emperyalist Rus Bolşeviklerini asırlardan beri birikmiş tecrübelerimizle tanıyan Türkler temin edebilir ki dünya bir üçüncü cihan harbine doğru hızlı adımlarla yürüyordu… Hiç bir gurura kapılmadan, hiç bir mükâfat davasına kalkınmadan diyebiliriz ki, Bolşeviklik Yakın Şarkta şimdiye kadar bir yıkım yapamamışsa, bunun en birinci sebebi Türk mukavemetidir. Türkiye'nin iyi görüşü, Türk Milletinin sabır ve metaneti, vatanseverliği ve anlayışı ve Türk Hükümetinin çelik iradesi olmasaydı bu gün Bolşevikler Akdeniz’de, Suriye’de, Filistin’de, Bağdat ve Belgrad’da idiler. İki senedir Moskova Radyosunun mütemadi tahrikleri karşısında başka bir milletin sinirlerinin bu kadar dayanabileceğine hiç ihtimal vermeyiz. Fakat ne Türk Milleti sarsıldı, ne Türk Hükümeti. Hudutlarımızdan içeri sokulan komünist ajanlarının faaliyetlerini biz biliriz ve bunlara tamamen açığa vurmakta bir fayda görmeyiz. Millet Meclisi 20 kürsüsünden ilân edilen vesikalar Türkiye’de yeraltı Bolşevik tahriklerinin üzerindeki perdenin ancak bir ucunu bir az açmıştır. İkinci Cihan Harbinde Almanların ilerleyişi karşısında Türk Kalesi ne hizmet ifa etmişse, resmî harb bittikten sonra başlayan gayri resmî Bolşevik taarruzu karşısında da Türk milleti medeniyet dünyasına aynı hizmeti yapmıştır. Fakat bu ne zamana kadar devam edebilirdi? Moskoflar azacık ihtiyatsızlık edip de fiilî bir taarruza kalkmış olsalardı bu topraklarda harb resmen başlamış olacaktı. Burada başlayacak bir harbe Birleşik Amerikanın uzaktan seyirci kalması aklından geçebilir miydi? Onun için, bilerek söylüyoruz ki Amerika içtinabı kabil bir harbi tahrik etmek ihtiyatsızlığını yapmış değil, zarurî bir şekil almağa başlayan harbi durdurabilecek yegâne tedbiri bulmuştur. Medeniyetin, tekniğin, tarihin gelişmesidir ki Birleşik Amerika’yı Okyanuslar ortasındaki inzivasından çıkarmıştır. Roosevelt-'i, Truman'ı ve başkanın son tedbirine müzaheret gösterenleri mesuliyet almağa sevk eden şey realitedir. Avrupa’da, harb neticesinde, bir Rus devi vücut bulmuştur ki Almanya’nın yıkılması neticesinde hâsıl olan boşluğu doldurmak iddiasına kalkmıştı. Ne imza ve anlaşma tanıyor, ne İngiliz ve Amerikan protesto notalarına cevap vermeğe tenezzül ediyordu. Sadece istilâ ettiği memleketlerde Komünizmi tesis etmek ve kuvvetlendirmekle meşgul oluyor, bir taraftan da silâhlanıyordu. O durdurulmazsa Amerika mahvolacaktı, işte Truman'ın yaptığı, yapmağa mecbur olduğu şey budur. Bugün işte o harbin arifesine gelmiş bulunuyorduk. Birleşik Amerika Kongresindeki ifadeler Yakın Şarkın maruz olduğu tehlikenin ne kadar ciddî ve aciz olduğunda şüphe bırakmıyor. Hakikati görmek ve söylemek cesareti artık doğmuştur. Bolşevik tedhişi ağızları artık kilitlemiyor. Hakikat budur. Amerika nihayet zarını atmıştır, kozunu oynamıştır. Bolşeviklik garp medeniyetinin çelik duvarına başını çarpmıştır. Demokrasiler için tehlike boş bulunmakta, gafil avlanmakta idi. Bolşevikler bu muvaffakiyet imkânından artık mahrumdurlar. Medeniyet 21 dünyası rahat bir nefes alabilir ve bir tufan gibi garbı tehdit eden Bolşevik dalgasının yavaş yavaş söndüğünü seyredebilir.”.39 II. Dünya Savaşı’nın ardından Amerika, Ortadoğu’da farklı dönemlerde belirgin ve sistemli politikalar benimsemiş ve uygulamaya başlamıştır. Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalesi, Truman Doktrini ile başlamıştır. Başkan Truman, bu doktrinle birlikte bölgedeki Sovyet yayılmasını önlemek için Çevreleme Politikası’nı başlatmış ve böylelikle Ortadoğu Bölgesi’nde, İngiltere politikasının yerini Amerikan politikası almıştır. Bu çevrelemeyi yapmak için Amerika, bölgedeki ülkelerle ilişkiler geliştirmiş ve Sovyetler Birliği’nin yayılmasına karşı bölgenin savunulması için olağanüstü önem taşıyan güney kanadı ülkelerine askeri, teknik ve mali yardımlarda bulunmuştur.40 12 Temmuz 1947’de Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, Türkiye’ye yapılacak yardımla ilgili bir anlaşma imzalanmıştır. Truman Doktrini, bir yandan yeryüzünün iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-Amerikan mücadelesinin başladığını ilan edip, Soğuk Savaşın ilk adımlarını oluştururken, öte yandan Doğu Avrupa ve Balkanlardaki bölünmeyi de çok daha kesin çizgileriyle ortaya koymuştur.41 Başkan Truman’ın konuşmasındaki “Bolşeviklik Yakın Şarkta şimdiye kadar bir yıkım yapamamışsa, bunun en birinci sebebi Türk mukavemetidir. “ sözleri de bu yardımın neden yapıldığı noktasında en net ifadedir. Truman Doktrini ile Türkiye’ye 100 milyon dolar yardım yapılmıştır. Bu miktarın 5 milyon doları savunma için önem arz eden yol yapım çalışmalarına ayrılmıştır. 14 milyon 750 bin doları donanma için malzeme ve teknik destek sağlanmasında kullanılmıştır. 26 milyon dolar hava kuvvetleri için, 48 milyon dolar kara kuvvetleri için, 5 milyon dolar da tersaneler için kullanılmıştır.42 Elbette bu yardımda neyin nereye harcanacağının kontrolü Amerika’daydı ki 39 Asım Us, “Roosvelt ve Çörçil'in hatalarından” Vakit Gazetesi, 29 Mart 1947 Gamze Güngörmüş Kona, http://gamzegungormuskona.blogspot.com/2007/08/yeni-ortadou.html, 04.03.2008 41 Oral Sonder, a.g.e., s. 207 42 Turgay Merih, Soğuk Savaş ve Türkiye 1945–1960, Ebabil Yayınları, Ankara 2006,s.100-112 40 22 bu şekilde yardım sağlarken, devletlerin ekonomi ve siyasetlerinde de kontrol sağlayabilsinler. Truman doktrini, Türk Dış Politikasında büyük değişikliklere yol açmıştır. Türkiye bundan sonra bütün dış politika felsefesini Batıya sıkı sıkıya bağlanma felsefesine dayandırmış, Bu sebeple de Batı tarafından kurulan hemen bütün askeri, ekonomik ve siyasal kuruluşlara katılmayı amaç edinmiştir. Truman Doktrini’nin Türk Dış Politikası üzerindeki etkisi somut olarak Türkiye’nin Filistin sorunundaki tutumunda görülmüştür. Truman doktrinine kadar Arap Devletleri’nin politikalarını destekleyen Türkiye’nin politikalarında değişiklikler görülmeye başlar.43 Truman Doktrini’ne kadar Arap Ülkelerin özellikle Filistin konusundaki siyasetini destekleyen Türkiye, Amerika’dan yardım almaya başladıktan sonra Amerika’nın de etkisiyle bu konudaki siyasi tutumunu değiştirmeye başlamıştır.44 Bu durum Türkiye’nin gerek kuzey gerekse güney komşularıyla ilişkilerinde artık tamamen batı paralelinde politikaların sergilenmesi ile gelişme göstermiştir. 1.2.2. Marshall Planı II. Dünya Savaşı’ndan ekonomik ve sosyal bakımdan bitkin bir durumda çıkan Avrupa Devletleri’nin kalkınmasını sağlamak için Amerika’da 1948 yılında, dört yıl süreli “İktisadi İşbirliği Kanunu” kabul edilmiştir. Bu kanunun öncülüğünü Amerika Dış İşleri Bakanı General Marshall yapmıştır. İktisadi İşbirliği Konferansına Türkiye’de katılmış, iktisadi durumu konusunda gerekli bilgileri vermiş ve savaş sonrası iktisadi kalkınma programını gerçekleştirmek için dış yardım yapılmasını istemiştir. Çünkü Sovyetler tarafından sürekli tehdit altında bulunan Türkiye, Savaş bittiği halde 600 Bin kişilik ordusunu terhis edememiş, silâhaltında tutmuştu. Bu durum 43 y.a.g.e. , s.115 Hüseyin Bağcı, a.g.e. , s.9 44 23 bütçenin neredeyse yarıdan fazlasını eritiyordu. Başlangıçta Türkiye’nin plana dâhil olma isteği Amerikalılarca kabul görmez, çünkü uzmanlar Marshall Planı’nın milli ekonomik kalkınma programının finansmanı değil, savaştan yıkılmış Avrupa’nın kalkınması için hazırlanmış bir plan olduğunu savunmuştur. Türkiye savaşa fiili olarak katılmamış ve savaştan doğrudan zarar görmemiştir.45 Fakat mevcut bulunan Sovyet tehdidi, Amerika’nın Türkiye’yi yalnız bırakmasına engel olmuştur. Aynı zamanda bölgesinde Sovyetlere karşı güçlü olarak, özellikle Akdeniz ve Ortadoğu’yu komünizm tehdidinden koruyacak gücün Türkiye olduğunun bilinmesi Amerikan Hükümeti’nin konuyu bir daha ele almasını gerektirmiştir. Nihayetinde Türkiye’nin Marshall Planı içine alınmasına karar verilmiştir.46(Ek-1) Görüldüğü gibi, savaştan sonra Türkiye artık ittifaklar aramakta, askeri ve iktisadi yardım peşinde koşmaktadır.47 Türkiye’ye Amerikan yardımının sağlanmasını öngören ekonomik işbirliği antlaşması iki devlet arasında 4 Temmuz 1948 de Dışişleri Bakanlığında imza edilmiştir. Anlaşmayı Hükümetimiz adına Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, Amerika Birleşik Devletleri namına da Büyük Elçi Ekselans Wilson imzalamışlardı.48 Marshall Planı dört yıllık bir süreyi kapsamaktaydı. (3 Nisan 1948–30 Haziran 1952 tarihleri arasında Amerika, Avrupa’ya toplam 13.325.800.000 dolar ekonomik yardım yapmıştır. Amerika bu yolla giderek Komünizme kayma olasılığının belirebileceği ülkelerde kendi siyasal zaferini sağlamaya çalışmıştır. Aynı zamanda yardımda bulunduğu ülkelerin plan ve uygulamalarına denetim kolaylığı getirmişti. Zira Amerika bu yardımların kullanılması konusunda beğenmediği her noktaya müdahale edip kendi fikirlerini empoze etmiştir. Sadece ekonomi ile sınırlı kalmayan müdahale, yardım alan ülkelerin tüm siyasetlerine de yayılmıştır. Çünkü konulan şartlara göre Amerika’nın ulusal çıkarları ile uzlaşmayan bir durumda yardımlar geri 45 Nasuh Uslu, Türk Amerikan İlişkileri,21.Yüzyıl Yayınları, Birinci Basım, Ankara 2000, s.98 Mehmet Gönlübol, Haluk Ülman, , a.g.e. , s. 205, Ayrıca bknz: Ek Belge 1 47 Doğan Avcıoğlu, a.g.e. , s.373 48 Ayın Tarihi, 4 Temmuz 1948 46 24 çekilebilecektir. yöneltmiştir. 49 Bu durum da yardım alan hükümetleri uysallığa Bu durum bizim politikalarımızda da etkisini göstermişti. Hükümetlerin Ekonomik destek sağlama istekleri, dış politikada Batı desteği ve Batılılaşmış görünme arzusu maalesef Atatürk döneminden sonra Türk dış politikasına adeta sinmiş ve bu gün dahi devam eden gerek iç politikalarımızda gerekse dış politikamızda Batı etkisini gösteren bir durum oluşmuştur. Zira bu yardımları yapan Batı, bu yardımların kontrolünü ve neredeyse hangi kuruşunun ne için harcanacağını dahi kendisi belirlemiş ve kontrol etmiştir. Bu durum kendi ekonomi politikamızı oluşturmamızı, kendi milli ekonomi çizgimizi oluşturmamızı muhakkak ki etkilemiş, hatta önlemiştir. Marshall Planı Sovyetler Birliği’nin tepkisine sebep olmuş, Truman Doktrini’nin tamamlayıcısı niteliğinde ortaya çıkan plana ilk Sovyet tepkisi 16 Haziran tarihli Pravda gazetesinde, bu yardım tasarısının başka ülkelerin iç işlerine karışmak olduğunun belirtilmesi ile görülmüştür. Molototov bu planı doğu Avrupa ülkelerinin endüstrileşme planlarından vazgeçmeleri demek olduğunu söyler.50 Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkardığı tehdit özellikle Türkiye için Batılılardan destek beklentisini arttırmıştı. Türkiye’nin Truman doktrini ile başlayan ve Marshall Planı ile Devam eden Amerikan yardımları ile varlığını koruma stratejisi zamanla Türk Dış politikasını Amerika ile uyum içinde sürdürme gerekliliğini ortaya çıkartmıştır. Bu da ister istemez Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına da yansımıştır. 14 Mayıs 1948 günü Filistin’de “mandat” yönetimi kalkınca İsrail Devleti ilan edilmiş, hemen ardından da Arap-Yahudi savaşı çıkmıştır. Yani Ortadoğu sorunu kanlı bir duruma girmiştir. Büyük devletlerin İsrail’i hemen tanımalarına karşın Türkiye bunu yapmamış ve bu tavır Arap ülkelerinde övgü ile karşılanmıştı. Ancak 1948 yılı sonlarında Türkiye’nin tavrında değişmeler başlamış ve 11 Aralık’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararı 49 Turgay Merih, a.g.e. , s.51–53 Ataöv Türkkaya, “Marshall Planından NATO’nun Kuruluşuna Kadar Soğuk Harb”,AÜSBF Dergisi, C.XXIII, Y.1968, s.277–278 50 25 alınırken, Türkiye’de komisyonda bulunarak Araplara karşı Amerika ve Fransa gibi olumlu oy kullanmıştı.51 Ardından 28 Mart 1949 da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştu. Dönemin hükümeti Cumhuriyet Halk Partisi’dir. İsrail ile 4 Temmuz 1950’de Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile ilk resmi diplomatik ilişkiler başlamıştır. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin ikinci yarısında stratejik bir görünüm almaya başlamış, Türkiye’nin savaş sonrası güvenlik endişeleri, Batıya yaklaşarak kendisini güvence altına alma düşüncesi, İsrail devleti’nin tanınmasında önemli rol oynamıştır. Fakat bu politika, Türkiye’yi Ortadoğu devletlerinden uzaklaştırmıştı. Tıpkı İsrail gibi Türkiye de, Amerika tarafından dayatılan politikaların sonucunda gayrı resmi olarak Sovyetlere karşı bir ittifakın parçası olurken Ortadoğu devletlerinden uzaklaştırılmıştı.52 Amerika, II. Dünya savaşı ardından evrensel bir politika takip etmeye başlamıştı ve bu politikanın bir gereği olarak Ortadoğu bölgesine yakın ilgi duymuştur. Ancak Amerika’nın Ortadoğu’ya girmesi ve nüfuz etmesi çok zordu zira Amerika, Arap Ortadoğusu’na tamamen yabancı bir güçtü. Bölgede İngiltere ve Fransa gibi tarihi bir geçmişi yoktu. Bu şekilde Ortadoğu bölgesini kontrolü altına alması imkânsızdı. Ancak burada yabancı bir topluluğun kuracağı ve bölgedeki tüm devletlerin karşı olacağı zayıf, korunmaya muhtaç, dış desteğe ihtiyaç duyan bir devlet Amerika için iyi bir fırsat olabilirdi. Kısaca belirtmek gerekirse; Amerika, Ortadoğu’da kendi emelleri için ileri karakol bölgesi arayışında idi. İşte İsrail’e Amerika sınırsız destek verirken artık dış politikasını menfaatleri gereği Batı’ya bağlamış bir Türkiye’nin de daha fazla kayıtsız kalması beklenemezdi. Zira Truman Doktrini gibi Marshall yardımı da özünde bu amaçlara ulaşıp Ortadoğu’da etkin olabilmek için kurulmuş planların bir parçası idi.53 51 İsmail Soysal, “Ortadoğu Sorunları ve Türk Mısır Siyasal İlişkileri 1922–1984”,Dış Politika, C.XII-T, S.1, Mart 1985, s.7 52 Tayyar Arı, “Türkiye’nin Orta Doğu Politikası ve ABD İle İlişkileri:Politik İkilem”, http://www.tayyarari.com/yayinlar.html, 21.02.2008 53 Ömer Taşlı, Orta Doğuya Süper Güçlerin Etkileri, Fikir Yay. İstanbul 1991,s.58–59 26 Ekonomik yardımlar ile Amerika, destek adı altında devletlerin endüstrileşmelerinin, üretici kabiliyetlerinin körelmesini sağlayarak kendi gücüne muhtaç devletler oluşturma politikası yürütmüştür. Marshall planı idarecisi Paul Hoffman 3 Mayıs 1950 de yaptığı konuşmada Marshall Planı’nın Amerikan mükellefine bir santime bile mal olmadığını ve olmayacağını söylemiştir. Hoffman, Marshall Planı olmasaydı Avrupa’nın Komünizm dalgası altında kalmış olacağını ve bu takdirde milli savunma için yapılacak olan masrafın Marshall Planından milyarlarca dolar fazla olacağını belirtmiştir.54 Amerika ayan meclisi dış işleri komisyonu başkanı Tom Connally ise 24 Haziran 1950 yılında yaptığı konuşmasında Türkiye’nin milli savunmasını geliştirmek hususunda gösterdiği çabayı memnuniyetle belirtmiş ve ayan meclisi üyelerine bu maksatla yapılan yardımların devamını sağlamalarını tavsiye etmiştir. Connaly konuşmasının devamında Türklerin Sovyet emperyalizmine karşı dimdik ayakta durduğunu belirtmiştir.55 Marshall planının bitmesinden sonra, 1948 Ekonomik İş Birliği Anlaşması çerçevesinde Amerika, Türkiye’ye değişik isimler altında yardım yapmaya devam etmiştir. Bu durum savaş ekonomisinden normal ekonomiye geçiş devresinin problemlerinin hafiflemesini sağlamıştır. 1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldiğinde ekonomik olarak da yeni bir evre başlamış liberal ekonomi görüşü benimsenmiştir.56(Ek–2) Sonuçta Amerika, artık ağlarını örmeye başlamış ve bu yardımlar ile Ortadoğu kontrolü için kendisi ile ortak hareket etmesine muhtaç olduğu ülkelerin başında gelen Türkiye’yi de askeri ve ekonomik destek ağlarıyla kendisine bağımlı hale getirebilmek için harekete geçmişti. 54 Ayın Tarihi, 29 Mayıs 1950 Ayın Tarihi, 24 Haziran 1950 56 Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, 1974, s.491,ayrıca bknz: Ek Belge 2 55 27 1.3. NATO’NUN KURULUŞU VE NİTELİĞİ İkinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu ve Dünya’da milliyetçilik akımları ile çeşitli bölünmeler meydana gelmiştir. Bu durumdan faydalanan Sovyetler Birliği öncelikli olarak kendi etrafındaki ülkelere Komünizm fikirlerini yaymış, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan gibi ülkeleri zorla işgal ederek, Komünist rejimi zorla kabul ettirdiği bu ülkeleri birer uydu durumuna getirmiştir.57 Kuzey Atlantik Savunma Örgütü’nün oluşma sebeplerini ise bu tehdidin önüne bir engel çekmek ve Ortadoğu bölgesine de sıçramasını önlemek olarak özetleyebiliriz. Amerika, Truman Doktrini ve Marshall Planı ile dünya hâkimiyeti planlarını gerçekleştirmek için tehdit olarak gördüğü Sovyet yayılmasını önleyici ilk önlemlerini almıştı. Yine aynı amaçla 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da 12 Batılı ülke arasında (Belçika, Kanada, Fransa, İngiltere, İtalya, Portekiz, İrlanda, Hollanda, Lüksemburg, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka, ABD) imzalanan NATO yani Kuzey Atlantik İttifakını oluşturmuştur. NATO ittifakının ilk evresi 1948 yılında İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında oluşturulan Batı Avrupa Birliği’dir. Ancak bu ittifakı oluşturan devletlerin her biri II. Dünya Savaşında yorgun düşmüş, Sovyetlere karşı direnebilecek güçleri tükenmiş durumdaydı. Bu sebeple ittifak oluşturulduğu andan itibaren Amerika’yı da bu ittifaka dahil etme çabasında olmuştur. Amerika ise Monrea Doktrininden beri Avrupa ile ittifaklara girmiyordu. Amerikan senatörlerinden Vandenberg’in Nisan 1948 de Senatoya sunduğu teklif ile Amerikan devlet başkanına, Amerika’nın güvenliğini ilgilendiren ve karşılıklı yardıma dayanan bölgesel ve ortak anlaşmalara katılma yetkisinin verilmesini ister. 11 Haziran 1948 de kabul edilen bu kararlar, Vandenberg kararları olarak kabul edilir ve Amerika 1823 den beri uyguladığı inziva politikasını yahut Monrea Doktrinini fesh etmiş olur. Dış politikasında resmi olarak da bu değişikliği yapan Amerika bundan 57 İsmail Soysal, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları (1945–1990), C.II, Kesim A(Çok Taraflı Bağıtlar), II. Baskı, TTK, Ankara, 2000, s.389 28 sonra Batı Avrupa İttifakını daha etkili ve geniş bir hale getirmek için Batı Avrupa ülkeleri ve Kanada ile temasa geçmiştir. 4 Nisan 1949’a gelindiğinde ise kısa adı NATO olan Kuzey Atlantik İttifakı kurulmuştur. Bu dönemde Amerika’nın stratejisini şu şekilde özetlemek mümkündür; Komünist ve kapitalist sistemlere sahip olmaları sebebiyle kaçınılmaz olarak bir çatışmaya gireceğini düşündüğü Sovyetler Birliği’ne yakın olmak, gerektiğinde Sovyetlerin can damarlarını vurabilmek ama buna karşın Sovyetler Birliği’ni kendinden uzak tutacak bir ön cephe savunma hattı oluşturmaktır. Dolayısıyla NATO, Amerika’nın bu stratejisi içinde ön cephe savunma hattı olarak, Batı Avrupa’da konuşlandırılmış bir güç olarak ortaya çıkmıştır.58 "Washington Antlaşması" olarak da anılan antlaşma, bütün imzacı devletlerin onayları verildikten sonra 24 Ağustos 1949'da yürürlüğe girmiştir. Antlaşmayı imzalayan 12 ülke: Amerika, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda ve İtalya’dır. İttifaka üye ülkeler milletlerin demokrasi ilkeleri ile kişi hürriyetleri ve hukuk üstünlüğüne dayanan hürriyetlerini korumak için birleşmiş olduklarını belirtmişlerdi. İçlerinden birisine yapılmış saldırı hepsine yapılmış sayılacaktı.59 (Ek–3) Kendisini kuzey komşusuna karşı güvende hissetmek isteyen Türkiye de kurulduğu günden itibaren NATO’ya katılmak istemiştir. 60 Türkiye’nin NATO’ya üyelik talepleri CHP iktidarı ile başlamış, Demokrat Parti tarafından da ısrarla sürdürülmüştür. 1.3.1. NATO Ve Türkiye II. Dünya Savaşından sonra oluşan bloklar içinde kendini yalnız hisseden Türkiye, Sovyet tehditleri nedeniyle Amerika’ya yaklaşarak bu 58 Mustafa Kibaroğlu, “NATO’nun Kuruluşu, Misyonu, Geleceği ve Türkiye’nin Rolü”,2023 Dergisi, Y.4, S. 37, s.7 59 Fahir Armaoğlu, 20.yüzyıl Siyasi Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul, 15.Basım,2005, s.447–448, Kuzey Atlantik İttifakının tam metni için bakınız ek belge 3 60 Haluk Ülman, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler I”, SBF Dergisi, C.XXIII, Mart 1968,s.261 29 ülkeden aldığı yardımlarla ordusunu güçlendirmek ve Batılı güçlerin oluşturduğu uluslararası bir kuruluşa girmek istiyordu.61 Bu dönemde, Amerika başta olmak üzere Batılı Devletler de komünizm tehdidinin durdurulması ve Ortadoğu bölgesinin korunması için Türkiye’nin öneminin farkında idi. Bu sebeple Marshall Planı ve Truman Doktrini, Sovyetlerin Ortadoğu’da girişmiş oldukları yayılma faaliyetlerine karşı Amerika’nın almış olduğu ilk tedbirlerdi. Bunlar daha çok ekonomik içerikli temel uygulamalardı.62 Bu tedbirlerdeki gayenin Amerika tarafından Türk devletine karşı bir iyi niyet ya da yardımlaşma örneği değil, menfaatler gereği olduğunu daha öncede belirtmiştik. Ancak Türkiye açısından Sovyetlerin toprak talepleri ve tehditlerine karşı durabilmek için denge unsuru olabilecek bir güce dayanmak ve böyle bir kuvvetin ittifakını elde etmek gerekliydi.63 Ataöv Türkkaya’ya göre bu dönemde abartılan bir Sovyet tehlikesi söz konusudur ve aslında Amerika sadece kendi hâkimiyetini yaymak Türkiye ise ekonomik ve askeri yardımlardan faydalanmak için bu tehlikeleri abartarak yansıtmıştır. Ancak Soğuk Savaş dönemi dediğimiz Sovyetlerin ve Amerika’nın dünyanın iki kutbu olarak ortaya çıktıkları dönemde, birbirleri ile girdikleri mücadele, dünya hâkimiyeti mücadelesi yani dünyanın ekonomik stratejik üstünlüğe sahip bölgelerine kendi ideolojilerini kendi güçlerini sindirerek zamanla kontrolü sağlamaktı. Bu noktada Sovyetler Birliği’nin hırsını Türkiye’den toprak talepleri en açık şekilde ortaya koyarken, tarihi deneyimlerimiz de mevcutken bizim Sovyetlere iyi niyetle bakabilmemiz ve bu tehlikenin mevcut olmadığı yargısını desteklememiz imkânsızdır. Kuzey Atlantik Anlaşması da her şeyden önce bu şartlar altında soğuk savaş koşullarının ortaya çıkardığı askeri içerikli bir oluşumdur.64 Dolayısıyla 1949 yılı başlarında bu birlik ortaya çıkarken Türkiye de bu anlaşmaya dahil 61 Nevin Balta, Türkiye’nin Dış Politikası 1950–1980,Lazer Yayınları, Ankara 2005,s.33 Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.447 63 y.a.g.e. , s.518 64 İhsan Gürkan, “NATO ve Türkiye” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 476–477 62 30 olmak için büyük ilgi göstermiştir.65 NATO’ya kabul edilmesi durumunda Türkiye’nin, Sovyetler Birliği karşısındaki konumunu ciddi şekilde güçlendirecek olması ve dış yardımlarla kendi ordusunun kuvvetlenmesinin yanı sıra, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesi uyarınca diğer üye devletlerin bir saldırı durumunda Türkiye’ye askeri destek sağlayacağının güvence altına alınacak olması, Türkiye için NATO üyeliğini cazip kılmıştır. Diğer yandan, yeni kurulan NATO’ya üye devletlere tahsis edilecek yardımlar nedeniyle Truman Doktrini çerçevesinde uygulamaya konulan Marshall Yardımı kapsamında Türkiye’ye sağlanan mali desteğin miktarının azalması olasılığı NATO üyeliği amacını pekiştiren bir etken olmuştur.66 NATO üyeliğinin olumlu sonuç vermesi, Türkiye açısından sıkıntılı birkaç yıl almıştır. 1949–1952 yılları arası Türkiye’nin en önemli gündemi NATO üyeliği meselesi olmuştur. Önce Cumhuriyet Halk Partisi sonra da Demokrat Parti hükümetleri Türkiye’nin Atlantik Paktı’na katılımını garantilemek için ellerinden geleni yapmıştır. Kasım 1948 de Türk Dış İşleri Bakanlığı, NATO üyeliği için, Amerika ve İngiliz Büyük elçilerinin ortaklaşa verdikleri red cevabı içeren bir notayla karşılaşmıştı. Bu notada Ankara’ya bu anlaşmanın coğrafi bir savunma konsepti olduğu ve sadece Kuzey Atlantik bölgeleri ile sınırlı kalacağı anlatılmıştı. Bu notanın ardından Dış İşleri Bakanı Necmettin Sadak, NATO’nun belirli bir coğrafi bölge ile sınırlı olduğunu, Türkiye’nin bu ittifaka girmesi söz konusu olmadığından Akdeniz Paktı kurulmasının gerekli olduğunu bildirmiştir. Dış işleri bakanı Sadak, Birleşmiş Milletler Genel kurulunda Türk Delegasyonuna başkanlık etmek üzere gittiği Amerika’da, kendisine Atlantik Paktına benzer bir Akdeniz savunma paktı kurulmasının Amerika tarafından düşünülmediğini, ancak Türkiye’nin güvenliği ve toprak bütünlüğüne duyulan ilginin azalmadığı belirmişti.67 Bu garanti Türkiye’nin Atlantik Paktı dışında kalması olasılığında Sovyet tehdidine karşı yalnız kalması ve Amerikan 65 Hüseyin Bağcı,a.g.e. , s.18 www.tekvatan.com/kore-savasina-katilma-nedenimiz.html , 22.02.2008 67 Mahmet Gönlübol, a.g.e. , s.234 66 31 yardımlarının devam edeceğinin bir belirtisiydi diyebiliriz. Ancak CHP hükümeti döneminde Türkiye’nin NATO’ya girme çabaları bir sonuç vermemiş, son olarak 11 Mayıs 1950’de üyelik için başvuruda bulunulmuş ancak istenilen sonuç elde edilememiştir.68 Bu dönem de basında Türkiye’nin NATO üyeliği yönünde çıkan yazılarda Türkiyesiz bir paktın, Sovyet yayılması ve Ortadoğu güvenliğinin sağlanması için yetersiz kalacağı yönünde olmuştur: “Amerika'nın liderliğinde akdedilen Şimal Atlantik Paktı, kızıl cepheyi Avrupa’da herhangi bir taarruzda "bulunmaktan menedebilse dahi, dünya, yalnız Avrupa’nın mahdut ve muayyen bîr çevresinden ibaret değildir. Kaldı ki Şimal Atlantik Paktı, Avrupa’yı da tamimiyle örtmüş değildir. Avrupa’nın strateji bakımından kilit mevzileri olan Boğazları, Türkiye'yi ve Yunanistan'ı. Orta Doğuda da İran'ı açık bırakmıştır.”69 Gerçekten de Sovyetlerin Akdeniz ve Ortadoğu’ya ulaşmak için en kestirme yollarının üzerinde bulunan Türkiye’nin olmadığı bir pakt, tam anlamıyla yarım kalmış olurdu. Zira artık Akdeniz’in güvenliği öyle bir durum yaratmıştır ki NATO’nun Ortadoğu’yu bölge dışı bir sorun sayması ve Türkiye’yi bu güvenlik çemberi dışında bırakması beklenilemezdi. Türk Boğazlarıyla birlikte Akdeniz, Doğu Avrupa’nın ve Avrupa Rusya’sının, bütün yıl donmaksızın deniz trafiğine açık olan tek çıkış yoludur. Aynı şekilde Türkiye’nin Doğusu da Sovyetlerin Ortadoğu ve Akdeniz’e inen kara yolu güzergâhını oluşturur. Sonuç olarak stratejik açıdan, Orta Doğu savunmasını, NATO’nun Güney Bölgesi’nin savunmasından tam olarak soyutlamak olanaksızdır. Bu noktada Türkiye ve Yunanistan Sovyetlere karşı savunma çizgisini oluşturmakta dolayısı ile de Sovyetlerin ilk hedefleri olmaktadır.70 Türkiye’nin NATO üyeliğine Amerika’nın bir itirazı olmamasına rağmen Norveç, Danimarka, Hollanda gibi küçük devletler Sovyet tehdidine en ağır şekilde maruz bulunan Türkiye’nin NATO’ya katılması halinde Sovyetlerin buna sert bir tepki göstermesinden çekinmişlerdi. 68 Turgay Merih, a.g.e. , s.136–138 Cumhuriyet Gazetesi, 26 Nisan 1949 70 İhsan Gürkan, “NATO ve Türkiye Açısından Akdeniz’in Güvenliği Meselesi”,Dış Politika, EylülAralık 1985, C.XII, S.3–4,s.14–18 69 32 Türkiye’nin NATO’ya girmesine en çok karşı çıkan üye ise İngiltere olmuştur.71 Bu dönemde İngiltere Türkiye’yi Ortadoğu’daki bir savunma paktının yanında görmek istiyordu. Bunun en önemli sebebi ise Süveyş’teki üslerinin durumuydu. İngiltere, Türkiye hariç Ortadoğu Ülkeleri’nin siyasi rejimlerinin güçsüz, yetersiz ve siyasi ekonomik olarak istikrarsız olduklarını biliyordu. Bölge ülkeleri şiddete, darbelere, milliyetçilik hareketlerine ve özellikle İngiltere karşıtı olaylara sahne oluyordu. Filistin’in ikiye bölünmesi Arap ülkelerindeki milliyetçilik hareketlerini attırmıştı. Bu ortamda İngiltere ne kendisinin ne de Arap ülkelerinin Ortadoğu’ya yönelecek bir Sovyet saldırısına karşı koyamayacağını biliyordu. Sadece Türkiye, Batılı Devletlerin yardımıyla, Sovyet saldırılarına karşı koyabilecek güçteydi. Bu nedenle İngiltere için Türk savunma planlarının Batılı devletlerle yapılması çok önemliydi. Ancak bu NATO dahilinde değil haricinde olarak Ortadoğu’ya özgü bir paktta olmalıydı.72 İngiltere’nin yoğun çalışmaları, ayrıca Arapların da bu projeye destek olmamaları sebebiyle Türkiye’nin NATO garantisinde diretmesi, sonuç vermemiştir.73 Bu dönemde Arap ülkeleri için İsrail tehdidi, Sovyet tehdidine oranla daha tehlikeli görülmekteydi. Hatta Sovyetlerle yakın ilişkiler kurmaktan çekinmemekteydiler. Aynı zamanda NATO’ya üye olmak için çaba sarf eden ve Batı paralelinde bir dış politika yürüterek İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye’ye de kırgındılar. Sovyet Rusya'nın Orta Doğuya sızmak istemesi ve Arap ülkelerinin de bu sızmayı kolaylaştırıcı davranışlarda bulunmaları, Türkiye'yi ürkütmüştür. Başka bir deyişle, Türkiye bu dönemde Batı ile birlikte hareket ederken, Ortadoğu ülkeleri Batı ile çatışma içinde olmuşlardır. Bu farklılık, Türkiye'nin Arap ülkeleri ile bir diyaloga sahip olmasını önlemiştir.74 71 Mehmet Gönlübol, “Dış ve İç Etkenler Açısından NATO ve Türkiye”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, s.34–41, Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.518–519 72 Vural Beyazıt, “NATO’nun Güney Kanadında Türkiye’nin Önemi”, Stratejik Etütler Bülteni, Y.16, Temmuz 1982 S.97,s.57 73 Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.518–519 74 http://turksavaslari.com/soguksavas/?sayfa=1029210.1064983.0.0.0.php&Türkiye%20ve%20Orta% 20Doğu ,(10.03.2008) 33 1.3.2. Kore Savaşı Ve Türkiye’nin NATO’ya Girişi 14 Mayıs 1950 Türk Siyasi Tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihte 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının ardından Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Şevket Süreyya Aydemir “CHP hükümetinin, Demokrat Parti iktidarına memleketi dış garantileri olan fakat yabancı denetimine hak vermeyen bir anlaşmalar sistemi içinde devrettiği”ni belirtir. Ancak 1939’dan sonraki Türk Dış Politikasının batı yanlısı politikalara yöneldiğini ve bunun bazı sonuçlarını daha öncede belirttiğimiz gibi özellikle II. Dünya Savaşı sonrası alınan Amerikan yardımları ile Türkiye’nin iç ve dış politikalarına müdahalelerin yolu açılmıştır. Bu konuda Demokrat Parti döneminde bu halin ancak geliştirip genişletildiğini savunabiliriz. Zira dış müdahaleler için tüm alt yapı bir önceki hükümet tarafından hazırlanmıştır. Kanısındayız. Demokrat Parti iktidarının milletler arası anlaşmaları ve garantiler alanında en önemli hareketi Türkiye’nin NATO üyeliğin sağlanmasıdır. 21 Eylül 1951 de Ottowa’da alınan prensip kararı ve 17 Ekim 1951 Londra protokolü esaslarına göre 1952 yılında Türkiye NATO’ya girmiştir. Bu şekilde NATO ittifakının güneydoğu sınırları Karadeniz, Kafkasya ve İran’a dayanmış oluyordu.75 Türkiye’nin NATO’ya kabulü için Amerika ve İngiltere üzerindeki diplomatik baskısı Demokrat Parti iktidara geldikten sonra doruk noktasına çıkmıştır. Seçim kampanyası boyunca Cumhuriyet Halk Partisi hükümetinin Türkiye’nin NATO üyeliği için yeterince çalışmadığını ileri süren Demokrat Parti, iktidara geldiğinde kendisini ne pahasına olursa olsun Türkiye’yi NATO’ya sokmak zorunda hissediyordu. Demokrat Parti’nin seçim kampanyaları boyunca dış politikayla ilgili olarak ortaya koyduğu tek açılım da NATO üyeliği ile ilgilidir. Bunun haricinde tamamen iç politika ile ilgili beyanatlar vermişlerdi. Zaten iktidara geldiklerinde de dış politikayla ilgili radikal her hangi bir değişiklik olmayacağını vurgulamışlardı. 1950 seçimlerinden hemen sonra yeni hükümet bir kez daha Türkiye’nin de içinde olacağı bölgesel bir paktta, Amerika’nın desteğini 75 Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Kitapevi, Ankara 1993, 5.Basım, s.293 34 sağlamaya çalışmıştır. Aslında İngiltere bu öneriye sıcak bakabilirdi ancak o sıra Amerika’nın bu şekilde bölgesel düzenlemelere ilgisizliği, İngiltere’yi de bir adım atmaktan alıkoyuyordu. Fakat bu ilgisizlik çok uzun sürmemiştir. Kuzey ve Güney Kore arasında patlak veren Kore Savaşı, Amerika’nın NATO dışında bölgesel paktlara ilgi duymasını sağlamıştır.76 Kuzey Kore’nin 25 Haziran 1950 de Bağımsız Kore Cumhuriyeti’ni(Güney Kore) istila etmesiyle başlayan kriz77, Türk Hükümetine de Batı politikalarına bağlılığını gösterme fırsatı vermiş oluyordu. Batılı devletler gibi Türkiye de Kuzey Korelilerin müdahalesini Sovyet destekli bir saldırı olarak değerlendirmiş ve saldırıyı durdurma çabalarını desteklemiştir. Barışın sağlanması için güç kullanımı dahil her türlü her türlü yönteme başvurulmasını öngören Birleşmiş Milletler kararlarının kabulünden hemen sonra Demokrat Parti hükümeti bu kararı desteklediğini açıklamıştır. Bunun yanı sıra 18 Temmuz 1950’de Menderes Hükümeti, Birleşmiş Milletler bayrağı altında Amerikan güçleriyle omuz omuza savaşmak üzere Kore’ye 4.500 askerden oluşan bir birlik gönderme kararını açıklayarak radikal bir adım atmıştır.78 Hükümetin TBMM’ye danışmadan ve oylamaya sunmadan aldığı Kore’ye asker gönderme kararına karşı, basın ve muhalefetin yaptığı eleştirilere başbakan Adnan Menderes “…hükümetimizin almış olduğu karar bir harp kararı değil sulhu koruma teşebbüs ve kararıdır. Kanaatimce bizim gibi diğer hürriyet sever milletler de bu yolda olacaktır ki tecavüzler önlenebilsin, dünya sulhu korunabilsin…” demiştir. Demokrat Parti hükümetinin Kore’ye asker gönderilmesi kararını meclise sunmadan alınmış bir karar olmasına ise Adnan Menderes’in cevabı şu şekilde olmuştur: “…bu meselede istişare bir partiler arası mücadele olmanın ötesinde lüzumsuz sayılabilir. Çünkü Kore meselesinde hükümetin tuttuğu hareket hattını onlar da tasvip etmişlerdir. Dahası var, esasen bu günkü hükümetin kararı onlar tarafından da takip edilen yolun ve girişilmiş olan taahhütlerin en tabi 76 Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye Batı ve Orta Doğu 1945–1958,Boyut Yayınları, I.Basım 1997, s. 64–65 77 Ulus Gazetesi, 29 Ekim 1950 78 Ayşegül Sever, a.g.e. , s.65 35 neticesidir. Binaenaleyh bu meselede başka türlü karara varılmasını kendileri teklif edemezdi. İşte bütün bu sebeplerle istişarede bulunmak hususunun ihmal edilmiş olmasına müsamaha ile bakılabilir. Dünyanın geçirdiği iki büyük harp ve son birkaç senenin tecrübeleri ile sabit olmuştur ki memleketlerin istiklal ve mevcudiyetleri mutlaka kendi coğrafi hudutlarında müdafaa olunmaz. Sulhte ve harpte dünyaca bir kader birliğine varılmış olan bir devirde yaşamakta olduğumuz açık bir hakikattir. Donanmamızın bir harpte Karadeniz hâkimiyetini kızıl filoya kaptırmayacak kadar takviye edilmediği gizlenmeyecek bir gerçektir.79” Demiştir. Anlaşılıyor anlayamamış, bir ki Demokrat millet Parti meclisinin henüz demokrasiyi varlığının sebebini tam olarak tam olarak yorumlayamamıştı. Zira milli bir konuda “muhalefetin fikrini de biliyoruz” açıklamasıyla mecliste tartışılmadan karar verilmesi bunu gösterir. Adnan Menderes’in sözlerinden çıkan bir diğer sonuç da şudur ki Kore’ye asker gönderme kararı yalnızca NATO üyeliği için değil, aynı zamanda kendi donanma gücümüzün eksikliği dolayısı ile bir nevi gelecekte yaşanabilecek tehlikelere karşı yapılmış bir yatırımdır. Bu karar Türk dış politikasında da yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Cumhuriyet tarihinde ilk kez askerlerimiz sınırları dışında savaşmak için bir cepheye gönderilmişti. Bu durumun sebepleri olarak Birleşmiş Milletlere bağlılık göstermek ve oluşabilecek güvenlik endişelerini belirtmiştik. Ancak temel olarak hükümetin Kore’ye asker sevkıyatı kararı almasının arkasındaki asıl sebep, Türkiye’nin NATO üyeliği talebinde daha ısrarcı davranabileceği uygun zemini hazırlamaktır. Türk askerinin Birleşmiş Milletlere bağlı güçlerle birlikte savaşmak üzere Kore’ye gitmesi ve Kore’de gösterdiği başarılar kısa zamanda batı kamuoyunda da Türklere yönelik olumlu bir hava oluşturmuştur.80 ABD Senatörlerinden Harry Cain, 25 Temmuz 1950’de verdiği demeçte Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasının NATO’ya tam üye olarak 79 80 Ayın Tarihi, 25.07.1950 Ayşegül Sever, a.g.e. , s.66–68 36 alınmasında etkili olacağını açıklamıştı.81 Görülüyor ki Amerika Türk hükümetini ümitlendirmekten de geri kalmamıştır. 11 Mayıs 1950 de CHP hükümeti tarafından yapılan ilk NATO üyeliği başvurusundan üç ay sonra bu kez Demokrat Parti Hükümeti Kore rüşvetinin akabinde 11 Ağustos 1950 de ikinci kez Türkiye’nin NATO üyeliği için başvuruda bulunur; Ancak bu başvuru da reddedilmiştir. Türkiye’nin NATO üyeliğine itirazın birkaç farklı sebebi vardır: Batı Avrupa ülkelerinin kültürel ve ideolojik karşı tavrı, Sovyet çekinceleri olan küçük ülkelerin tavrı ancak en önemlisi İngiltere’nin ve Türkiye’nin Ortadoğu’da görevlendirilmesini ve orada Batı çıkarlarını savunmasını istemesinden dolayı Türkiye’nin NATO başvurusuna soğuk bakmasıdır. Aslında bu itirazların kilit noktasını oluşturuyordu da diyebiliriz. Zira batı bloğu için Türkiye’nin asıl yararı ve misyonu Ortadoğu’da yapacağı görevlerdi. Bu bölgedeki Batı çıkarlarının savunulması ve bölge ülkelerinin de Batı şemsiyesi altında birleşerek Sovyetler Birliği’nin kuşatma politikalarının ve Araplar arasındaki ulusallaşma hareketlerinin engellenmesiydi. Daha öncede belirttiğimiz gibi Amerika, Ortadoğu’da İngiltere’nin rolünü üslenebilmek, bölgeye müdahale edebilmek için İsrail Devleti ile bir köşe başı tutmuştu zaten. Türkiye de adeta Ortadoğu’ya hakim bir sıçrama tahtası gibi görülmüştür. Türkiye ise buna karşı çıkmamış her fırsatta da gönüllü olduğunu belirtmiştir. Fakat bu görevi Batı’nın bir parçası olarak daha etkili ve güvenli bir biçimde yapabileceğini savunmuş bu yüzden NATO üyeliğinde ısrar etmiştir. Aslında Ortadoğu’yu tehdit eden Batı’nın kendisiydi. Biliyoruz ki Batı Ortadoğu’yu insani amaçlar için, Sovyetlerden korumak amacıyla değil, tamamen Sovyetler gibi emperyalist sömürgeci bir zihniyetle kontrol altında tutmak istemiştir.82 Burada diyebiliriz ki Kore savaşı Batı isteklerine tam anlamıyla bir cevap olmamıştı. Batı’nın Türk Hükümetinden beklediği Ortadoğu konusunda bir garantiydi. Bu durumu İngiliz Dış İşleri Bakanı bir 81 Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Bilgi Yayınevi, I.Basım 1999,s.164 Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği, Belge Yayınları, I.Basım 1998,s.66–69, Ayşegül Sever, a.g.e. , s.67 82 37 demecinde açıkça ortaya koymuştur: “…biz Türkiye’nin Batı ile arasındaki savunma bağlarını kuvvetlendirmesini destekleriz. Ancak bu konu Avrupa’yı değil aynı zamanda Orta Doğu’yu da ilgilendiren karmaşık bir takım askeri ve diğer sorunlar ortaya çıkarmaktadır.” Burada belirtilen karmaşık sorunlardan birisi de Ortadoğu savunması için İngiltere’nin oluşturulmasını istediği paktın(Ortadoğu Komutanlığı) bir NATO komutanlığı mı yoksa tamamen ayrı bir oluşum mu olması sorunudur. Bu noktada Amerika Ortadoğu Paktı’nın NATO’dan ayrı bir yapı olarak kurulması konusunda İngiltere’yi ikna etmiştir.(bu konuda ayrıntılı bilgi Ortadoğu Komutanlığı konusunda verilecektir.) Bu konuşmaya cevaben 20 Temmuz’da Türk Dış İşleri Bakanı Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptı konuşmada Türkiye’den istenen rol ve görevin kabul edildiğini şu şekilde açıklamıştır: “…Orta Şark müdafaasının gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zaruri bulunduğuna kaniiz. Bu itibarla Türkiye, Atlantik Paktı’na ilhak edilince, Orta Şarkta bize düşen rolü müessir bir surette ifa ve gerekli tedbirleri müştereken ittihaz için ilgililerle derhal müzakerelere girmeğe amade olacaktır…” artık batı için endişe duyulacak bir sorun kalmamış sayılırdı. Zira Batı tarafından Ortadoğu’da oluşturulması planlanan paktın(Ortadoğu Komutanlığı) Dış işleri bakanımızın bu açıklamalarından kısa bir süre sonra yani Türkiye’nin Ortadoğu Komutanlığına dahil olacağını bildirmesinin ardından 20 Eylül 1951’deki Ottowa Toplantısına Türkiye, tüm üye devletlerin onayı ile resmen davet edilmiştir.83 NATO üyeliği Türk Dış Politikasında yeni bir devrin başlangıcı olmuştur. Bundan sonra Türkiye, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz Bölgesindeki güvenlik ve savunma sistemlerinin geliştirilmesine yönelmiş ve bu çabalar da Türk Dış Politikasında ön planda olmuştur. Türkiye NATO üyesi Devletler tarafından Ortadoğu’nun bekçisi olarak görülmüş ancak İngiltere hariç tüm devletler, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yardımları sadece Amerika’nın sorumluluğunda görmüşlerdi.84 Çünkü Ortadoğu’da Komünist tehditleri önlemenin amacı Amerika’nın Ortadoğu 83 84 y.a.g.e. , s.70–71 Akis, Y.5, C.XIII, S.228,20 Eylül 1958 38 Petrollerine ve stratejik üstünlüğüne sahip olmak istemesiydi. Bunun için Türkiye’den yardım bekliyorsa desteği de sağlamalıydılar. 18 Şubat 1952 tarihinde resmileşen Türkiye’nin NATO üyeliği Sovyetlerin tepkisini çekmiştir. Sovyetler, Türk Hükümetine bir nota vererek, Türkiye’nin topraklarında Batılı emperyalist devletlere vereceği üslerin sorumluluğunu doğrudan doğruya taşıyacağını belirtmiştir.85 Fahir Armaoğulu’nun da belirttiği gibi “görülüyor ki Türkiye’nin NATO’ya katılması Sovyet-Türk ilişkilerini yumuşatacağı yerde daha çok sertleştiriyordu.” Bu durum Türkiye’yi kendi bölgesinde güçlü olabilmek için yeni paktlar oluşturmaya yöneltecektir. 85 Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.520 39 İKİNCİ BÖLÜM DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ ORTADOĞU POLİTİKALARI VE AMERİKAN TESİRİ 2.1. DEMOKRAT PARTİ DIŞ POLİTİKA FELSEFESİ 1946 Ocak ayında kurulan Demokrat parti kuruluşundan itibaren CHP Hükümeti’nin sürdürmüş olduğu Dış Politikaya karşı sert bir eleştiride bulunmamıştır. Seçim propagandaları süresince Türkiye’nin NATO üyeliğinin sağlanamamış olması yönünde yapılan eleştiriler de bu politikanın karşısında olmayan, amaca ulaşılamamış olmasına yöneltilen eleştirilerdi. CHP iktidarı tarafından, İkici Dünya Savaşı sonlarında başlatılan, Batıya yaklaşma politikasını Demokrat Parti tarafından da sürdürülmüştür ve az önce değindiğimiz gibi NATO’ya kabul edilmekle başarıya ulaşmıştır. Ancak, Demokrat Parti’nin Batıcı dış siyaseti bununla kalmamış, Amerika’nın isteğiyle Yakın Doğu ve Balkanlarda yeni pakt arayışlarında bulunmuştur. Bu dönemde, Türkiye Arap Dünyasında, İngiliz ve Fransızlara karşı baş gösteren bağımsızlık hareketlerini desteklemediği gibi, İran’da da Musaddak’ın petrolü millileştirme yolundaki girişimlerine cephe almıştır. Demokrat Parti hükümeti Irak ve Pakistan’daki Batı uydusu rejimlerle işbirliğine başlamış, Yunanistan ve Yugoslavya ile de birçok ortak savunma antlaşması imzalamıştır. Yakın Doğudaki bu çabalar, ileride Bağdat Paktı’nın imzalanmasına etki edecektir. Demokrat Parti en başından itibaren Batı paralelinde bir Dış Politika hedefleri olduğunu belirtmiştir; henüz 1948 yılında Adnan Menderes İzmir’de yaptığı bir konuşmada parti’nin dış siyasetine değindiğinde, yenidünya düzeninde bir ülke için tarafsız kalmanın artık olanaksız olduğunu ileri sürerek, Batı Bloğuna tamamen bağlanmaktan yana olduğunu belirtmiştir. Bunun gerekçesi olarak Menderes “Amerika ve Rusya’nın önderlik ettiği iki 40 ayrı bloğun ortasında kalmak her ülke için hatalı bir yoldur.” Demiştir.86 Demokrat Parti seçimler sonucu iktidara geldiğinde de yeni hükümetin Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü, hükümetin planlamış olduğu kalkınma hamlelerine ulaşmak için eğer yalnızca kendi kaynaklarımızdan istifade edersek bu kalkınmanın çok uzun sürebileceğini ve bunun da dünyanın gerisinde kalmış bir kalkınma olacağını belirtmiştir.87 Demokrat Parti Hükümeti’nin ilk Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü, geçmişte ihmal edilen Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerin düzeltilmesinde de kararlı olunduğunu belirtmiştir.88 Demokrat Parti’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının yahut söylemlerinin özündeki kararlılık NATO üyeliği sırasında verilen teminattan da kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Elbette Ortadoğu’da siyasal coğrafya’nın değiştiği II. Dünya Savaşı sonrasında Arap ülkelerinin bağımsızlık kazanmaları ve bir İsrail Devleti’nin kurulması karşısında Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesi kaçınılmazdı. Bu noktada Demokrat Parti Hükümeti ilk olarak Sovyet istekleri karşısında ön plana çıkan ülke savunmasını güçlendirmeye çalışmıştır. Bu sebeple Kore Savaşına katılarak askerlerimizin kanı ve Ortadoğu teminatı ile NATO üyeliği sağlanmıştır.89 Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra tüm milletlerarası olayları bu teşkilat açısından değerlendirmiştir. NATO üyeliği Demokrat Parti tarafından milli bir politika olarak değerlendirilmiştir. Dış işleri bakanı Fuat Köprülü 1955 yılında yaptığı bir konuşmada “…Atlantik İttifakı bizim için milli bir politikadır…” Demiştir. Fuat Köprülü bu düşüncesine gerekçe olarak NATO’nun dünya barışını, milletlerin hürriyetini koruma azminin Türk Dış Politikasının da ana felsefesi olduğunu belirtmişti.90 Ayrıca Demokrat Parti Yöneticileri, Sovyetler Birliği’nin Stalin’in ölümünden sonra daha barışçı bir politika sergilemesine güvenmemişler ve yine NATO üyeliğini özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı bir savunma kalkanı olarak değerlendirilmişlerdi. Bir 86 Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, Bilgi Yayınevi, I.Basım Temmuz 1976, s. 16–69 87 Cumhuriyet Gazetesi, 17.06.1950 88 Hüseyin Bağcı,a.g.e. , s.42 89 Ayın Tarihi, 29 Mayıs 1950 90 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.320–323 41 başka yönü ile ise NATO üyeliğinin, Türkiye’nin askeri ve ekonomik yönden kontrol altına alınmasında Batı için bir teminat olduğunu düşünmekteyiz. Özellikle Batılı Devletlerin Ortadoğu Politikaları,(Kıbrıs sorunu gibi) Türkiye’yi Amerika ile ikili anlaşmalar yapmaya yöneltmiştir. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikasının ve buna paralel olarak savunma ve ekonomide tam bağımsızlığın yitirilmesine sebep olmuştur.91 Demokrat Parti iktidara gelmeden taraf olduğunu belirttiği Batı yardımlarını kazanabilmek için kısa zamanda Türkiye’yi NATO’nun ileri karakolu ve Amerika’yı da Türk Dış Politikası’nın tek dayanağı haline getirmiştir. Böylece Türkiye’de bir yandan en büyük Batılı müttefikinin kendi çevresinde özellikle Ortadoğu’da hak ve çıkarlarını gözetmek buna paralel hareket etmek, öte yandan bölge devletlerinin ulusal egemenlik mücadeleleri arasında orta çözüm yolları arama sorunu ile karşılaşmıştır. Bu durum hem Türkiye hem Amerika açısından ilişkilerin bir bağımlılığa varacak derecede geliştirilmesinde etkili olmuştur. Bu konuda Amerikan başkanı Truman, bir konuşmasında, komünizme karşı verilen mücadelede Türkiye’nin varıyla yoğuyla mücadele eden tek devlet olduğunu bu sebeple Türkiye’ye yapılan yardımların da arttırılacağını belirtmişti. Yani Amerika’da Orta Doğu’da kendisini güvende hissedebilmek için Türkiye’ye güven duymaktaydı. 1950–1960 yılları arasında Türkiye’yi yöneten Demokrat Parti, Batı bağlılığını kendi iktidarı için kaçınılmaz bir iç politika gereği olarak görmekteydi. Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra da bu durum bir dış politika ilkesi olarak da gelişmiştir. Demokrat Parti Yöneticilerinin dış politika görüşlerini Haluk Ülman’ın belirttiği gibi birkaç madde de özetlemek mümkündür: Dünya barışı bölünmez bir bütündür. Bir ülkenin kendi güvenliğini tek başına sağlaması mümkün olmadığı gibi, bunu içinde bulunduğu bloğun genel güvenliğinden bağımsız olarak düşünmesi de mümkün değildir. Bu düşünce tarzını daha önce değindiğimiz Adnan Menderes’in 1948 yılında yaptığı konuşmada açıkça belirttiğini gördük. 91 Şerafettin Turan, a.g.e. , s.88 42 “Barış içinde bir arada yaşama ilkesi” Sovyet dış politikasında bir strateji değil, taktik değişikliğidir. Sovyetlerin amacı dün olduğu gibi bu günde, bütün dünyayı kendi egemenlikleri hiç değilse denetimleri altına almaktır. Demokrat Parti iktidarı süresince, gerek dış politikasında gerekse iç politikasında, batı desteğini sağlamak için bu düşüncesini sık sık ortaya koymuştur. Sovyet amacı değişmediğine göre, iki blok ülkeleri arasında ikili görüşmeler yapılması ve ikili anlaşmalar yapılması dünya durumunu düzeltmeyeceği gibi Batının zayıflamasına yol açacaktır. Bu nedenle, bu gibi görüşmeler ve anlaşmalar söz konusu olamaz. Bu düşünce bir bakıma da Demokrat Parti Döneminde Türkiye’nin Sovyetler’e karşı güç dengesi rolünü ortaya koymuştur. Ortadoğu Politikalarında, Sovyet tehdidine karşı Türkiye’nin varlığının öneminin göz ardı edilmemesini, her türlü desteğin ön koşullarından birisi olan Sovyet tehdidine karşı Türkiye’nin vereceği teminatların, Batı desteği için kullanabilme fikrinin de var olduğunu söyleyebiliriz; Sovyet amacı değişmediğine göre, dünyada tarafsızlık diye bir dış politika yöntemi de olamaz. Eğer dünyada bu yöntemi benimseyenler olursa bu davranış Sovyetlere karşı kurulan ortak savunma düzenlerinde büyük bir delik açacaktır. İşte Demokrat Partinin 1950–1960 yılları arasında izlediği dış politikayı Ortadoğu ekseninde de değerlendirirken bu dört faktörün etkilerini ve izlerini görmek mümkün olacaktır.92 2. 2. TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU SAVUNMASINDAKİ YERİ Ortadoğu Bölgesi II. Dünya Savaşı sonrasında bir yandan uluslararası sistemde rekabet ortamının birincil hedefi olması, diğer yandan bölgedeki 92 Haluk Ulman, Oral Sander,”Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler II”, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Mecmuası, C.36, S.1–4, Ekim, s.183–187 43 ülkelerin çoğunlukla Batılı devletlerin sömürgeleri olmaktan yeni kurtuluyor olması nedeniyle Batı Savunma sisteminin dışında tutulmuştur. Ortadoğu bölgesi tarihin hemen her döneminde büyük devletlerin ilgisini çekmiştir. 1950’li yıllarda bu büyük devletler öncelikle Amerika ve Sovyetler Birliği olmuştur. Ebetteki bu ilginin sebebi hiçbir zaman Ortadoğu’ya özgürlük, demokrasi getirmek için olmamıştır. Bu ilginin başlıca sebebi zengin petrol rezervleridir diyebiliriz. Ancak tarihte petrolün bilinmediği dönemlerde de Ortadoğu dünya üzerinde bir geçiş noktası olmasından dolayı stratejik önemi ve kültürel mirasının da etkisi ile huzur bulamamış bir coğrafyadır. Demokrat Parti Dönemi Türkiye’si de dünyada iki kutuplu bir sitemi benimsemiştir. Zira bu durumu Demokrat Parti’nin Dış Siyaseti de açıkça ortaya koymuştur. Amerika ve Sovyetler Birliği arasında Sayın Alparslan Türkeş’in belirttiği gibi “dehşet dengesi”nin bulunduğu Soğuk Savaş döneminde Batı tarafında yer alan Türkiye, önce NATO’ya üye olmuştur. Ardından Ortadoğu’da Batı çıkarlarının korunması için harekete geçmiştir. 93 Hüseyin Bağcı’nın belirttiğine göre İngiliz belgeleri, Türkiye’nin stratejik önemini şu şekilde ifade ediliyordu: ”…Çanakkale’nin iki yakası arasında, Asya ve Avrupa arasında bir menteşe gibi olup topraklarının çoğunun Asya’da bulunması ve hepsinden çok Anadolu’nun hayati önemi olan Orta Doğu bölgesinin savunma anahtarı, bir nevi kapısı durumda bulunmaktadır. Bu durumun Türkiye’nin savunma sistemlerinde Batı’dan çok Orta Doğu’ya yönelmesini gerektirmekte ancak, son yıllarda Türkiye’nin dış politikasını gittikçe Batıya yönelmekte, Türkiye tam anlamıyla bir Avrupa gücü olma fikrine kapılmıştır. desteklenmektedir.” Bu durum Ancak da Türkiye sürekli sadece olarak ABD tarafından İngiltere’nin Ortadoğu stratejisinde değil, Amerika’nın Ortadoğu stratejisinde de bir mihenk taşı 93 İlter Turan, “ABD – SSCB’nin İlişki ve Politikalarının NATO Sorumluluk Sahası Dışında Kalan Orta Doğu Bölgesi Üzerindeki Muhtemel Etkileri ve Türkiye”,İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 1992–1993, s. 226–228 44 teşkil etmektedir.94 Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’daki durumu hiçbir ülke ile kıyaslanmayacak kadar önemli ve üstündür. Türkiye hem Karadeniz hem de Akdeniz’de kıyılara sahip olması, iki deniz arasındaki Boğazlara sahip olması, doğusuyla Kafkasya, batısıyla Balkanlı ve Avrupalı bir devlet olması, çevresindeki ülkelere hayat veren nehirlerin kaynak ve depolarının Türkiye’de bulunması ve askeri yönden tüm Ortadoğu devletlerinden güçlüdür. Amerika Türkiye’de üs kurmadan bu üslerden her hangi bir kriz anında yararlanmadan Ortadoğu’da güvenli bir adım atamayacağının farkındadır. Bunun için de Türkiye ile iş birliği yoluna gitmiştir. Bu Konuda Sayın Fuat Köprülü“Orta-Doğu'nun emniyeti, bizim cenup cenahımızın emniyeti demektir. Bilmukabele bizim emniyetimiz, OrtaDoğu'nun emniyetini çok büyük nispette sağlamaktadır. Bundan dolayıdır ki, menfaatlerimiz Orta-Doğu devletleriyle müşterek bulunmaktadır.”95 Demiştir. Bu konuda Sayın Fuat Köprülü Amerikan yardımlarından memnuniyetini de şu şekilde belirtir: “Biz, bütçemizin yüzde ellisinden fazlasını askerî masraflara tahsis etmekteyiz. Hâlâ lâyıkıyla gelişmemiş olmamızın başlıca sebeplerinden biri budur. Karşılaştığımız zorlukların tahfifi için yaptığı yardım dolayısıyla büyük dostumuz Amerika'ya pek minnettarız. Bunu her vesile ile tekrar etmeyi zevkli bir vazife addederim. Lâkin maalesef her vesile ile de tekrar ettiğim gibi, biz bu yardımın arttırılmasının zarurî olduğuna kaniiz. «Maalesef» diyorum, zira mütemadiyen bir şey istemek hoş değildir. Bununla beraber şunu unutmamalıyız ki biz bir artış istediğimiz vakit sadece kendimizi değil, lâkin hiç olmazsa aynı Ölçüde demokratik cephenin emniyetini de düşünmekteyiz. Zira Batı demokrasiler cephesinin kendi kendini müdafaa edebilmesi için Türkiye'nin tecavüze karşı fethedilmez bir kale haline gelmesi elzemdir. Diğer taraftan, Orta-Şark'ın emniyeti, Türkiye'nin kendi topraklarına yapılacak bir taarruza kuvvetle mukavemet etmek kabiliyetine bağlıdır. Türkiye'nin kendine düşen milletlerarası rolü oynamakta göstereceği başarının derecesi, birinci sınıf askerî birliklerini lâyıkıyla cihazlandırıp talim ve terbiye etmesine ve 94 95 Hüseyin Bağcı, a.g.e. , s.45 Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951 45 modern bir harbe girişebilmesi için gerekli levazım ve hazırlıklara malik bulunmasına bağlıdır. Kuvvetli bir ordu ancak kuvvetli bir ekonomiye dayandığı nispet ve ölçüde idame ettirilebilir. Demokratik dünyanın emniyeti bakımından, biz Türkiye'ye yapılan yardımın arttırılması hususunun pek makul bir envestisman telâkki edilmesi gerektiğine inanmaktayız. Zaten böyle bir artış Türkiye'yi büyük bir ölçüde Amerikan yardımından faydalanan diğer memleketlere nazaran imtiyazlı bir mevkie sokmaz, zira hâlen verilmekte olan mecmu Amerikan ekonomik yardımından Türkiye'ye doğrudan doğruya veya dolayısıyla düşen hisse ancak yüzde 2.2'dir.” Sonuç olarak, yukarıdaki ifadelerden de yola çıkarak anlaşılan şudur ki Türkiye’nin stratejik önemi bazı zamanlar hükümetler tarafından ekonomik bir çıkış kapısı olarak da değerlendirilip kullanılmıştır. Gerçekten de Türkiye coğrafyasının desteği olmadan ne Amerika’nın Ortadoğu’da güvenli bir adım atması ne de kendini güvende hissetmesi mümkün değildir. 2. 2. 1. Ortadoğu Komutanlığı Mayıs 1950 de İngiliz, Fransız ve Amerikan Dış İşleri Bakanları’nın katıldığı Londra zirvesinde İngiltere, Türkiye’nin kendisine biçilen Ortadoğu savunmasındaki rolü NATO içerisinde değil, NATO modelinde, Türkiye dışında Mısır, Güney Afrika, Yeni Zelanda gibi İngiliz sömürgesindeki cumhuriyetleri de içine alan bir Ortadoğu Savunma Paktı ile sürdürebileceğini belirtmişti. İngiltere’nin bu fikrine Amerika, kendisi de dâhil olabilmek için, böyle bir örgüt kurulacaksa bunun bir NATO komutanlığı olmasını istemiştir. Amerika’nın, Ortadoğu Komutanlığı’nın NATO’ya bağlı bir örgüt olması düşüncesine ise diğer NATO üyesi devletlerden Sovyetlerin tepkisini çekebileceği endişesi ile tepkiler geldiğini daha önce belirtmiştik. Bu sebeple Amerikan yöneticileri de İngiliz planlarına çok fazla muhalefet etmiyordu. Bölgesel bir savunma tasarısı olarak şekillenen ve bir askeri örgütlenme sistemi olarak kabul edilen Ortadoğu Komutanlığı’na Türkiye, 46 NATO üyeliği onaylanmadan dahil olmayacağını belirtmişti.96 Zira Türk Hükümeti, Ortadoğu’da askeri bir oluşuma katılmasının NATO üyeliğini Batılılar nezdinde gereksiz kılacağından çekiniyordu. Ayrıca Amerikan yardımları için NATO üyeliğinin bir güvence olduğunu düşünüyordu.97 Bu noktada Türkiye’nin NATO üyeliğine muhalefet eden İngiltere’ye, Türkiye’nin Ortadoğu’da kurulacak bir pakta katılacağının sözünü verilerek, Türkiye’nin NATO üyeliği konusunda İngiltere’nin ikna edildiğini de daha önce belirtmiştik. İngiltere için Ortadoğu Komutanlığı, katılacak ülkelerin üyeliği ile sınırlı ve savunma amaçlı bir örgüt olmalıydı. İngiltere Ortadoğu savunması ile ilgilenen tüm bölge ülkelerinin bu kurula dahil edilmesini amaçlamıştı. Sonuçta Amerika ve İngiltere Ortadoğu Savunma Kurulu ve Birleşik Müttefik Karargâhından oluşacak bir Ortadoğu Komutanlığı konusunda karara varmıştır. Türkiye’nin NATO üyeliğinin kabul edilmesinin ardından Türkiye de Ortadoğu Komutanlığı’na dahil olmuştur. 8 Eylül 1951’de İngiliz ve Amerikan yetkilileri tarafından kurulmasına karar verilen Ortadoğu temsilcilerinden kontrolünde Komutanlığı, her ülkenin oluşan Ortadoğu Yüksek bulunacak, Ortadoğu Komutanlığı’nın askeri Müttefik ve siyasi Komutanlığı'nın komutanı İngiliz, yardımcısı ise Türk olacaktır. Kara gücünün büyük çoğunluğunu Türkiye karşılayacaktı. Amerika Akdeniz'de ek güç bulunduracak Türkiye'ye destek sağlayacaktı. İngiltere için ise önemli olan Süveyş Kanalı'nın kontrolü idi.98 Ortadoğu Komutanlığı projesinde Türkiye ve Mısır’ın varlığı Batı çıkarları için son derece önemlidir; Türkiye’nin askeri, ekonomik gücü ile stratejik, coğrafi konumu bölgede oluşturulacak bir savunma örgütü için hayati önem taşıyacak nitelikteydi. Ayrıca Batılı Devletler, Türkiye’nin Ortadoğu Bölgesinde Müslüman bir ülke olarak Batı kaynaklı bir savunma 96 Fahir Armaoğlu, “Orta Doğu Komutanlığı’ndan Bağdat Paktı’na 1951–1955”, Belleten, S. 224– 225, Y.1995, s.191–236 97 Haluk Gerger, ABD Ortadoğu Türkiye, Ceylan Yayınları,3. Baskı, Kasım 2006, s.60–65 98 İsmail Soysal, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları (1945–1990), Ankara, C.II, Kesim A (Çok Taraflı Bağıtlar), II. Baskı, TTK, 2000,s.84 47 örgütünde yer almasının, bölge Devletlerinin Ortadoğu Komutanlığına katılımını olumlu yönde etkiyebileceği fikrindeydiler. Aynı zamanda oluşabilecek tepkileri de üzerine çekerek bölgedeki tüm tepkinin Batı üzerinde yoğunlaşmasına bir engel olabileceğini düşünmüşlerdi.99 Türkiye gibi Mısır’da Ortadoğu Komutanlığı için kilit bir ülkeydi; Süveyş Kanalı, Amerika’nın petrol şirketleri tarafından hayati önem taşımaktaydı. Süveyş Kanalı’nın dost devletlerin kontrolünde olması Amerika için de önem taşımakta idi. Amerika, Ortadoğu’nun, Batı’nın çıkarları için savunulmasının İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleştirilmesi taraftarıydı. Bu sebeplerden dolayı Amerika, Mısır ile İngiltere arasındaki sorunlara Batı çıkarlarına uygun bir çözüm bulunmasını istemiştir. Mısır ve İngiltere arasındaki problem İngiltere’nin 1882’de İşgal ettiği Mısır’dan bir daha kesin olarak çıkmamış olması ve I.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin Kanal Cephesini açmasını bahane ederek buraya asker yığmasıydı. Savaştan sonra ise 26 Ağustos 1936’da imzalanan bir anlaşma ile İngiltere, Mısırdan geri çekilmeyi kabul etmiş ancak bunu iki şarta bağlamıştı: Birincisi: Eğer Mısır her hangi bir saldırıya uğrarsa İngiltere, Mısır’a tekrar asker sokabilecekti. İkincisi ve problemlerin devam etmesine sebep olan şart ise İngiltere’nin Süveyş Kanalında belli bir miktar kara ve hava kuvveti bulunacak olmasıydı. II.Dünya Savaşı sırasında İtalya, Mısır’a karşı saldırıya geçince İngiltere anlaşmanın ilk şartına dayanarak iki yüz bin kişilik askeri kuvveti Mısır’a sevk etmişti. Ancak bu İngiliz kuvvetleri Savaş sona ermiş olmasına rağmen Mısır’dan çıkmamışlardı.100 Bu sebeple Mısır’da özellikle İngiltere’ye karşı büyük bir kamuoyu tepkisinin oluştuğu bir dönemde Ortadoğu Komutanlığı konusunda fikir birliğine varan İngiltere, Amerika, Fransa ve Türkiye 13 Ekim 1951 günü Mısır Hükümeti’ne ortak bir nota vererek Ortadoğu Komutanlığı tasarısını Mısır’a teklif etmişlerdi. Mısır Hükümeti’ne verilen notanın birinci maddesinde tasarının amacı Ortadoğu bölgesinin savunulması olarak gösterilmekteydi. Nota’nın yedinci maddesine göre ise Mısır gerekli stratejik savunma kolaylıklarını, yani kara 99 100 Nasuh Uslu, a.g.e. , s.105–111 Fahir Armaoğlu, a.g.m. , s.191–236 48 ve hava üslerini, limanlarını ve ulaşım sistemlerini Ortadoğu Komutanlığı emrine verecekti. Dördüncü madde de ise böyle bir oluşuma sebep olan bölgenin yani Süveyş Kanalı’nın resmen Mısır’a verileceği belirtilmekte. Ancak buranın müttefik karargâhı olacağı ve Mısır’ın da bu karargâha üye olacağı belirtilmişti.101 Fahir Armaoğlu, Ortadoğu Komutanlığı İçin Mısır’a sunulan teklifi “Tam anlamıyla Ali’nin Külahını Veli’ye giydirip amacına ulaşmak” olarak değerlendirmiştir ki gerçekten Mısır hükümetine sunulan bu teklif tek kelime ile Mısır açısından kabul edilemezdi. İngiltere’nin vazgeçmediği Süveyş Kanalı ve Ortadoğu menfaatlerine şimdi bir de ABD dahil dört yabancı devlet ekleniyordu. Mısır Hükümeti 17 Ekim’de yayınladığı bir deklarasyonla bu teklifi reddettiğini bildirmiştir. Bu durumda Mısır, Arap dünyasından büyük destek görürken, Türkiye’nin Ortadoğu Komutanlığı teşebbüsüne katılmış olması kendisinin Arap dünyasında Batı’nın bir “aleti” olarak görülmesine sebep olmuştur.102 Zira Batı, özellikle Amerika, artık bölgede genişleyen Arap milliyetçiliği olgusunu kabul etmekte ve bunu yönlendirilmesi gereken bir gelişme olarak değerlendirmekteydi. Ancak Emperyalist ülkeler bölgede Batıya olan antipatiyi bildiklerinden bu girişimlerinde iki ülkeyi öne çıkarak, hem bu ülkelerin stratejik varlıklarından faydalanmayı hem de Ortadoğu kontrolü için kurdukları askeri kuşatma sistemine, bir Ortadoğu süsü vererek bu sistemin tepkilerinin bu devletler üzerinde yoğunlaşmasını sağlamayı amaçlamışlardır. Bu ülkeler Mısır ve Türkiye idi.103 Türkiye, böyle bir örgüte katılmanın, batı ile her şartta birlikte hareket etmenin kendi bölgesinde, kendi komşularıyla ilişkilerinde nasıl bir sonuç yaratacağından çok bu sayede Batıya daha fazla yakınlaşmanın, askeri ve ekonomik yardımlardan daha çok faydalanmanın planlarını yapmaktaydı diyebiliriz. Zira Demokrat Parti hükümeti halka hep büyük bir refah ve zenginlik havası hissettirmekten çok memnundur. Ancak bu refahın, borç içinde yüzen ve gerek ekonomi gerekse 101 a.g.m. , s.191–236 a.g.m. , s.199–200 103 Haluk Gerger, a.g.e. , s.60–63 102 49 dış politikasında Batıya bağımlı bir devlet ortaya çıkarmasının sonucu olarak hiç uzun sürmeyeceğini de yeri gelmişken belirtmek isterim. Ancak bu konuda da göz ardı edilmemesi gereken ve asla küçümsenemeyecek Sovyet tehdidini de inkâr edemeyiz. Ortadoğu Komutanlığı fikri ortaya çıktığı sırada Mısır Hükümeti 1936 tarihli Mısır-İngiliz hazırlanıyordu. Anlaşması’nın Yapılacak yeni bir geçerliliğini yitirdiğini anlaşmanın ilan kendilerini etmeye İngilizlere bağlayacağını biliyordu ve yeni bir anlaşmadan önce İngilizlerin, Mısır’dan çıkmasını istiyordu. Bu sebeple Mısır Hükümeti kendisine iletilen Ortadoğu Komutanlığı’na katılımı yönündeki öneriyi kesin bir dille reddetmiştir.104 Mısır olmadan Orta Doğu savunması ve özellikle Süveyş Kanalı’nın kontrolü için kurulmuş bir örgüt daha baştan başarısızlığa mahkûm kalacak demekti. Ortadoğu Komutanlığı’na Mısır’ın kesin bir dille karşı çıkması diğer Arap Devletleri tarafından takdirle karşılanırken dış politikasını tamamen Batıya endekslemiş olan Türkiye’nin Ortadoğu Komutanlığı önerisinde de Batı tarafında bulunması Ortadoğu Devletleriyle ilişkilerinin daha da uzaklaşmasına sebep olmuştur. Arap ülkeleri Türkiye’nin girişimlerini kendilerine karşı emperyalistlerle işbirliği yapılması şeklinde algılamışlardı. Türkiye ise Batı planlarına verdiği destek ve çaba ile kendisini batıya kabul ettirme gayretinde idi. TBMM’nin 19 Aralık 1951 tarihindeki toplantısında Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Fuat Köprülü yaptığı konuşmada Ortadoğu komutanlığı ile ilgili olarak şunları söylüyordu: “Maksat, her üyenin hem kendi menfaatleri, hem de Orta-Doğu'nun menfaati için katılmasına hadisata lüzum gösterdiği bir işbirliği tertibini, her üyenin hükümranlığını, toprak bütünlüğünü ve istiklâlini asla haleldar etmeyen bir şekilde korumaktır… Maksat, maddî ve manevî ehemmiyetine rağmen dışarıdan gelecek bir taarruza karşı maalesef açık bulunan Orta-Doğu'nun, böyle bir tecavüze karşı müdafaası için plânlar yapılması, Orta-Doğu devletlerinin böyle bir müdafaa için askerî bakımdan 104 Nasuh Uslu, a.g,e. , s. 105–112 50 ihtiyaçlarını tespit ve imkân nispetinde temin olunmasıdır.”Demiştir.105(Ek-4) Görülüyor ki Demokrat Parti Hükümeti Bölgesinde, Batı’nın istediği gibi hareket ediyor, Batı’nın istediği gibi konuşuyordu. Elbette bu politika Ortadoğu’da Türkiye’nin de Batılı emperyalistlerle aynı zihniyette algılanmasına sebep olmuştur. Özellikle İngilizlere karşı oluşan tepkilerden Türkiye de payını almıştır. Amerika dahi Arap Devletleri’ni kızdırmamak, Ortadoğu’dan dışlanmamak için Türkiye’den daha dikkatli davranıyordu. Zira İngilizlerin ve Fransızların sömürgesi olmaktan yeni kurtulmuş Ortadoğu Devletleri, emperyalist Batı’nın sömürge zihniyetini askeri varlığı ile devam ettirilmeye çalıştığının farkındaydılar. Bu sebeple batının askeri varlığını Ortadoğu’da kalıcı hale getirecek her türlü plana karşıydılar. Batılı Devletler ise bu bölgeyi, buradaki halkların kendi kontrollerine bırakmayı bir an bile düşünmemişlerdi. Onlara göre Ortadoğu’daki halkların kendi özgür iradeleri ile kendi yollarını bulmaları söz konusu olamazdı.106 Batılılar her şeye rağmen temkinli davranmışlardı. Ortadoğu ile ilgili planlarında hep Sovyet tehdidini öne sürerek ardından bu bölgeye barışı, huzuru, demokrasiyi getirerek dünya barışına katkı sağlamaktan bahsediyorlardı. Aynı zamanda ekonomik yardımlarla da tabiri caiz ise bölge hükümetlerinin “ağızlarına bal sürüyorlardı.” Bu sayede Amerika’nın ekonomik desteğiyle hem Amerika yavaş yavaş bölgeye yerleşebilmeyi, bölge devletlerine Ortadoğu’da varlığını kabul ettirmeyi amaçlıyor hem de İngiltere, Arap Devletleri gözünde gittikçe kötüleşmiş olan imajını düzeltmeyi ve Ortadoğu’da itibar kazanmayı umuyordu. Batılı Devletlerin ve Türkiye’nin bu Orta Doğu Komutanlığı Projesine Sovyetlerin tepkisi de gecikmemiştir. Sovyet Rusya Ortadoğu Komutanlığı ile ilgili olarak bizim Moskova Büyükelçimize olduğu gibi Amerika, İngiltere ve Fransa'nın yani Ortadoğu Komutanlığı fikrini ortaya atan dört devletin sefirlerine de birer nota göndermişti. Bu notada Sovyetler, Ortadoğu Komutanlığı kurulması fikrinin tıpkı Atlantik Paktı gibi Rusya’ya karşı tecavüzi 105 106 Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951, Fuat Köprülü’nün konuşmasının tam metni için bknz: ek belge 4 Haluk Gerger, a.g.e. , s.60–63 51 maksatlar taşıdığını, aynı zamanda böyle bir komutanlığı kurmak isteyenlerin Ortadoğu memleketlerinin istiklâlini ellerinden almak ve onları zorla Rusya'ya karşı birer tecavüz üssü haline getirmek emelini güttüklerini iddia etmişti.107 Sovyet Rusya’nın notasına, yine 19 Aralık 1951 günü TBMM’de yaptığı konuşmada Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü, aynı konuşmasında cevaben şunları söylemiştir: “bizim kimseye karşı tecavüzî emeller beslemediğimizi, kimsenin istiklâline halel getirmek arzusunda olmadığımızı izaha kalkışmak, bedahetlerle kıymetli vaktinizi kaybettirmekten başka bir şey olmaz… Mezkûr notada Sovyet Hükümeti, Orta Doğu Komutanlığı fikrini ortaya atan devletlerin tecavüzî maksatlar beslediklerini, Orta-Doğu'yu bir askerî üs haline getirmeyi derpiş ettiklerini, bu memleketlerin iç işlerine müdahale etmek niyetinde olduklarını ve bu suretle millî hükümranlıklarını haleldar eyleyeceklerini iddia etmektedir. Sovyet Hükümeti Orta Doğu Komutanlığına haksız yere tecavüzî bir mahiyet atfetmekle, mutasavver teşkilâtın prensip ve gayelerini hususî maksatlara delâlet eden bir şekilde tahrif etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Filhakika, Komutanlığın hedefi, Orta Doğu'da, ilgili devletlerin, Birleşmiş Milletler Anayasasına uygun olarak, müşterek meşru müdafaa tedbirleri almalarını mümkün kılacak bir teşkilât kurmaktır.”108 Sovyet Hükümeti’nin verdiği notadaki Ortadoğu'nun askerî bir üs haline getirilmek istenmesi, emperyalist devletlerin bu memleketlerin iç işlerine müdahale etmek niyetinde oldukları ve bu suretle Ortadoğu’da ki devletlerin egemenlik haklarına saygı duyulmayacağı gibi ifadeler esasında tamamen doğrudur. Fakat uyarıyı yapan Sovyetler Birliği’nin de Ortadoğu üzerinde daha iyi niyetli hayalleri olduğu söylenemez. Ancak bizim için yanlış olan tarafı Dünya Kamuoyunda ve komşuları nezdinde Türk Hükümeti’nin de aynı maksatlara hizmet eder şekilde değerlendirilmesi olmuştur. Türk Hükümeti Amerika’dan alacağı ekonomik yardımları düşünürken maalesef Milli onurumuzu düşünmemiştir. Bilakis Ortadoğu Komutanlığı görüşmeleri sürerken diğer taraftan Amerika’dan yapılan yardım miktarlarının 107 108 Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951 Ayın Tarihi, 19 Aralık 1951 52 arttırılması istenmiştir. Buna gerekçe olarak Türkiye için savunma harcamalarının çok fazla olduğu, bu durumun diğer sahalarda gelişmeyi engellediği aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’nun savunması için bir kale haline gelmesinin gereği belirtilerek Ortadoğu’nun güvenliği ve korunması için yardımların arttırılmasını istemiştir.109 Görülüyor ki Türk Hükümeti adeta kendisi Ortadoğu’da Batı’nın kalesi yapmaya amadedir. Ortadoğu Komutanlığı sadece Mısır değil diğer Ortadoğu devletlerinden de büyük tepkiler almıştı; Suriye’de Ortadoğu Komutanlığı önerisini sunan pakt üyelerinin dış işleri bakanı tarafından kabul edilmiş olması dahi halkı ayaklandırmış ve Suriye Başbakanı istifa etmek zorunda kalmıştır. Benzer olaylar Irak’ta yaşanmıştır. Diğer Arap liderlerine oranla Irak Başbakanı Nuri Said, Batı ile yakın ilişkiler kurmayı hatta Ortadoğu Komutanlığı’na katılmayı düşünmesine rağmen büyük kamuoyu tepkisi karşısında durabilecek gücü bulamamıştır. Türkiye ise Arap Devletleri’nin pakt yanlısı olmayan bu tutumlarını Ortadoğu’yu savunmaktansa Süveyş Kanalı ve İsrail üzerinden kavga ettikleri gerekçesi ile eleştiriyordu. Sonuç itibariyle Batı dünyasının Ortadoğu’nun kontrolü için ilk adımlarından birisi olan ODK önerisi, Arap Devletleri arasında kabul görmemiş, kabul görmediği gibi yakınlık gösterme hatasında bulunan hükümetlerinde devrilmesine sebep olmuş büyük bir kamuoyu tepkisi ile karşılaşmıştır.110 Zira Ortadoğu’nun bütün Devletlerine açık olan bir pakt İsrail’e de açık demekti ve Araplar açısından kendileri için en büyük tehlike İsrail Devletiydi. İsrail o dönemde sayısı bir milyonu geçen Filistinli Arap’ı yurtlarından etmişti. Birleşmiş Milletlerin çizmiş olduğu sınırların gerisine çekilmeyi reddetmiş üstelik kararlarına uymayarak, Filistin Mültecilerinin yurtlarına dönmesine izin vermemişti.111 Batılı Devletlerin de klasik sömürge metotlarından vazgeçmemeleri ulaşmasını önlemiştir. 109 Ayın Tarihi, aynı doküman Haluk Gerger, a.g.e. , s.16 111 Abdülahat Akşin, a.g.e. , s.40–43 110 Ortadoğu Komutanlığı‘nın amacına 53 2. 2. 2. Karaçi Anlaşması Amerika’nın II. Dünya Savaşı sonrası en önemli meselelerinden birisi Ortadoğu’da kendi kontrolü altında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Ortadoğu Komutanlığı önerilerinin Arap dünyasında tepki ile karşılanmasının ardından Amerikan Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles, Türkiye ve İsrail’inde dahil olduğu Ortadoğu ziyaretleri gerçekleştirmişti. Bu ziyaretler sırasında Ortadoğu Devletleri’nin nabzını ölçen J.F.Dulles’ın izlenimlerini şu şekilde özetleyebiliriz: Bölgesel bir savunma teşkilatının kaynağını her şeyden önce bölge halkları ve hükümetlerinin isteğinden alması gerektiğini belirten Dulles, Ortadoğu Devletler’inin kendilerini doğrudan doğruya Batılı bir savunma örgütüne bağlamak istemediklerini ancak aynı zamanda Sovyet tehdidinden endişe duyduklarını belirtmiştir. Dulles, Türkiye ziyareti sırasında, bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’nin Ortadoğu’da kurulacak yeni savunma örgütünün temel taşı olacağını belirtmiştir. Türkiye’nin de buna istekli görünmesi ile sıra katılacak devletleri bulmaya gelmiştir. Diğer Ortadoğu Devletleri gibi bir Sovyet tehdidi ile karşı karşıya olmamasına rağmen başlangıçta buna istekli ilk devlet Pakistan olmuştur. Çünkü Keşmir sorunu yüzünden Hindistan ile ilişkileri çok kötü olan Pakistan savunmasını güçlendirmek için Batı desteğine ihtiyaç duyuyordu. Elbette Batı’dan destek alabilmesi için bulunduğu noktada Sovyetlerin her hangi bir tacizine karşı direneceğinin, Ortadoğu’da 112 komünizme karşı direneceğini belirtmiştir. Pakistan ile bir anlaşma yapmak için harekete geçen Amerika ilk olarak Pakistan Hükümetinden Amerika’dan askeri yardım istediğini belirten bir açıklama yapılmasını istemiştir.113 Bu şekilde Amerika diğer devletlere de işgalci olmadığını, yardım isteyenin, zorda olanın yardımına koştuğunu göstererek göz boyamak istiyordu da diyebiliriz. Pakistan Başbakanı Muhammed Ali 22 Şubat 1954 günü yaptığı açıklamada Amerika’dan askeri yardım isteğini belirtmiştir. Muhammed Ali 112 113 İsmail Soysal, “1955 Bağdat Paktı”, Belleten, S.212–214, C.55, Y. 1991,s.181–228 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.260–262 54 aynı açıklamada hiçbir şekilde ülkesinde üs kurulması ya da yabancı askerlerin ülkesine gönderilmesini kabul etmeyeceğini de belirterek, Türkiye ile de yakın iş birliği bağları kurma amacında olduklarını söylemiştir.114 Üç gün sonra Amerikan Başkanı Eisenhower da Pakistan’ın yardım isteğinin yerini getirileceğini ancak bunun için Pakistan’ın Bölge savunması için düşünülen bir sisteme katılımını gerektirdiğini açıklamıştır. Kısa bir süre sonra, Pakistan Hükümeti, Amerika’nın bu önerisini kabul edince, 19 Mayıs 1954 günü ABD ve Pakistan arasında silah araç ve yardımı anlaşması imzalanmıştır.115 Anlaşılıyor ki Dulles’ın Ortadoğu ziyareti sırasında bu çizgi belirlenmiş ve artık resmiyete dökülüyordu. Diğer taraftan Türk hükümeti de Pakistan ile görüşmelerini sürdürüyordu. İlk olarak 19 Şubat 1954’te iki hükümet ortak bir bildiri yayınlamışlardı. Bildiride Pakistan ile Türkiye arasındaki 26 Ağustos 1951’de imzalanmış dostluk anlaşmasının ruhuna uygun olarak, her iki hükümet siyasi, iktisadi ve kültürel safhalarda sıkı ve dostane işbirliğine varmak ve aynı zamanda, kendi menfaatleri için olduğu kadar bütün barış yanlısı milletlerin menfaatleri için de sulh ve emniyetin kuvvetlenmesine gayret edeceklerini, bunun için gereken yolları araştırıp uygulayacaklarını belirtmişlerdir.116 19 Şubat tarihinde sunulan müşterek Türkiye Pakistan resmi tebliği hakkında, Türkiye Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü aşağıdaki beyanatta bulunmuştur: «Türkiye ve Pakistan hükümetlerinin vardıkları mutabakat neticesinde 19 Şubatta neşrine imkân hasıl olan müşterek tebliğden anlaşılacağı vecihle hâlen iki hükümet müzakere halindedirler. Bu müzakereler Karaçi'de cereyan eylemektedir. Tespitine çalışılan antlaşma askeri bir ittifak veya askeri bir antlaşma olmamakla beraber jeopolitik mutalara ve iki devletin imkânlarıyla milletlerarası icabata göre sulh ve emniyetin takviyesi için neler yapılabileceğinin tetkik ve tespit edilmesine matuf müşterek mesailer sarfını 114 y.a.g.e. s.262 İsmail Soysal, a.g.m. , s.186–187 116 Ayın Tarihi, 19 Şubat 1954 115 55 derpiş edecektir.” Diyen Fuat Köprülü Pakistan ile yapılacak anlaşmanın Ortadoğu ile alâkalı barış yanlısı devletlere açık olacağını, aynı zamanda anlaşmanın hiçbir sulhsever ve iyi niyet sahibi devletin aleyhine olmadığı ve olamayacağını da belirtmiştir.117 2 Nisan 1954 günü Karaçi’de, Türkiye ve Pakistan arasında Dostça İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Böylece Amerika’nın planladığı Ortadoğu güvenlik sisteminin ilk adımı atılmış oluyordu.118 Anlaşma resmi işlemlerin ardından 12 Haziran 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Anlaşma metninde amaç özetle bölünmez nitelikteki dünya barış ve güvenliğine hizmet etmektir şeklinde belirtilmiştir. Anlaşmada her hangi bir tehlike karşısında savunma için başka devletlerle de iş birliği yapılabileceği(4.Maddenin(c) fıkrası)119 gibi anlaşmanın ilgili barış yanlısı devletlere açık olduğu da belirtilmiştir. Anlaşma maddelerinden çıkan sonuç: Türkiye, Pakistan ve onlara destek veren Amerika’nın, bu anlaşmaya diğer Arap Devletlerinin de katılabileceğini böylece bir savunma örgütü oluşturulabileceğini ümit etmiş olduklarıdır. Ancak Arap Devletlerinden pek de olumlu tepkiler gelmemiştir. Mısır Hükümeti bu paktın Ortadoğu’da karışıklıkları arttıracağını, Türkiye’nin Amerika emrinde yürüdüğünü belirtmiştir. İran hükümeti pakta katılmayı düşünmediğini belirtir. Irak’ta ise Nuri Said bu pakta katılmayı istese de kamu oyu tepkisinden çekindiği için net bir açıklama yapamamış ancak bu bile tepki toplayınca Irak’ta diğer Arap Devletleri’ne danışmadan böyle bir pakta dahil olmayacağını açıklamıştır. Diğer taraftan da henüz Türk-Pakistan Paktına katılmak için bir teklif alınmadığını ancak Türkiye gibi bir devletin dostluğu kazanılırsa onun İsrail’e karşı politika gütmesinin sağlanmaya çalışılacağını belirtmişti.120 Yani Irak açıkça pakta karşı sıcak baktığını ortaya koymuş ancak o da kamuoyu tepkisinden çekindiği için temkinli yaklaşmıştır. Ancak Irak Hükümeti’nin bu tavrı bile, kendini bu paktın liderliğine adamış Menderes Hükümeti için olumlu bir gelişmedir. Bu sebeple Başbakan Adnan Menderes, sivil ve askeri 117 Ayın Tarihi, 20 Şubat 1954 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.264 119 İsmail Soysal, a.g.m. , s.188 120 y.a.g.m. , s.189 118 56 yetkililerden oluşan bir heyetle ABD’ye bir ziyarette bulunarak fikir teatisinde bulunmuştur.121 Buradan da anlaşıldığı gibi Menderes hükümeti maalesef kendisine olumlu bir yaklaşım gösteren komşusuna karşı bile kendi politikaları ile yaklaşamıyor derhal Amerika’ya danışıyordu. Bu durum Demokrat Parti Hükümeti’nin dış politikasında tezimizde iddia ettiğimiz Amerikan etkisini açıkça ortaya koymaktadır. 2. 3. TÜRK- IRAK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI Pakistan ile imzalanan anlaşmadan hemen sonra, Demokrat Parti Hükümeti enerjisini bu anlaşmaya yeni devletlerin katılımını sağlamak üzerine yoğunlaştırmıştı. Türk Hükümeti bu konuda özellikle Irak’ın katılımından ümitliydi. Irak, Türk-Pakistan Anlaşmasını olumlu karşıladığını beyan etmişti. Ayrıca Irak Hükümeti, Sovyetlere karşı bölgesel bir savunma paktına katılma fikrine sıcak bakıyordu. Bu sırada 19 Ekim 1954’te İngiltere ve Mısır arasında, İngiltere’nin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesiyle ilgili İngilizMısır Anlaşmasının İmzalanmış olması Irak için Batıyla kuracağı işbirliğinin Arap Dünyasında büyük bir tepki meydana getirmeyeceği kanaatinin uyanmasını sağlamıştı.122 Ayrıca Irak Hükümeti Amerikan yardımlarından daha fazla faydalanmak istiyordu. Zira Amerika ve Irak arasında 1954’te imzalanan Askeri Yardım Anlaşması’na hiçbir şart koşulmamış, fakat Amerikan Hükümeti yardımın devamı için Irak’ın Ortadoğu’da bir savunma paktı için harcayacağı çabanın önemini belirtmişlerdi. Bu koşullar altında Demokrat Parti yönetimi, Irak’tan savunma paktına katılmasını istediğinde aldığı yanıt olumlu olmuştur. Irak Başbakanı Nuri Said ve Türk Hükümeti 9–18 Ekim tarihleri arasında olası bir savunma paktı ile ilgili ilk ciddi görüşmeleri yapmış ve ortak bir bildiri yayınlayarak Ortadoğu’da işbirliği için daha fazla gecikmeden çalışmalara başlanacağını belirtmişlerdi. Bu bildiriden çok kısa bir süre sonra 121 122 y.a.g.m. , s. 189 Kamuran Gürün, a.g.e, s.356 57 6–12 Ocak’ta Adnan Menderes’in Bağdat’a iade-i ziyareti sırasında iki başbakan hükümetlerinin çok kısa bir süre içerisinde savunma anlaşması imzalayacağını açıklamıştır. Bu Anlaşmanın niteliği için ise 13 Ocakta ortak bir bildiri yayınlayarak bilgi verilmiş: Buna göre anlaşma, imzalayan taraflardan her hangi birine yönelik bölgenin içinden veya dışından gelecek bir saldırıya birlikte karşı koymak için işbirliği zorunluluğu getirecektir. Bu Anlaşmanın bölgede barış ve güvenliği arttırmayı amaçladığı ve her devlete açık olacağı belirtilmiştir. Bu gelişmeler İngiltere ve Amerika’yı memnun ederken bölge devletleri daha anlaşma imzalanmadan tepkilerini göstermeye başlar, Irak ziyaretinden dönüşünde Başbakan Menderes’in uğrayıp, böyle bir oluşuma davet ettiği Suriye ve Lübnan olumlu bir cevap vermemişti. Arap dünyasının tepkisini çekeceği gerekçesiyle böyle bir pakta katılmayacaklarını belirtmişlerdi. Ancak Lübnan daha ılımlı olarak Arap Birliği’nin karar alması halinde böyle bir oluşuma katılabileceğini bildirmiştir.123 Mısır ve İsrail ise oluşabilecek bir pakta karşı büyük tepki göstermişlerdi. İsrail Hükümeti, Türkiye’nin Arap-İsrail problemine karşı tavrının değişmesinden endişe ediyordu. Bölge devletleri dışında, Sovyetler Birliği de Türk-Irak Paktına büyük tepki göstermiş, Türk Hükümeti’ni Sovyetlere karşı kurulan her oluşumda Batı’ya destek olmakla eleştirmişti. İngiltere ve Amerika ise bu gelişmeleri memnuniyetle takip etmişti. İngiltere, 1957 senesinde süresi dolacak olan 1930 tarihli İngiltere-Irak Anlaşmasını bu pakta dahil olursa yenileyebileceğini düşünmüştür.124 Görülüyor ki Demokrat Parti hükümeti yine kendi bölgesinde kulaklarını tıkamış, Batı’nın arzuları için hesapsız liderliklere soyunmuştur. Zira Demokrat Parti Ortadoğu’da Batı’nın sadık müttefiki rolünden çok memnundur.125 Türkiye ve Irak yakınlaşması karşısında Türkiye’nin görüşünü ortaya koyması açısından Başbakan Adnan Menderes’in 21 Ocak’ta yaptığı 123 y.a.g.e. , s.356 Ayşegül Sever, a.g.e. , s.124 125 Ayşegül Sever, a.g.e. , s.123–126, Fahir Armaoğlu, a.g.m. , s.189–193 124 58 açıklama çok önemlidir. Başbakan Bu açıklamasında Irak Hükümeti ile birlikte yapılan açıklamalara tepki gösteren Mısır Hükümeti’ne, kendilerine ve Arap Dünyasına karşı iyi niyetin anlatıldığını ve Mısır Hükümeti istediği takdirde kendilerini ziyarete hazır olduklarının belirtilmiş olduğunu, hatta bu ziyaret tepki çekecekse başka bir dost devlette bir görüşmenin söz konusu olabileceğinin bildirildiğini belirtmiş. Ancak olumlu bir yanıt alınamadığı ve dost kardeş olan Mısır’ın bu konudaki endişesini anlayamadığını126belirttikten sonra; “Irak ile müşterek beyannamemizin esası, Türkiye’nin Orta Şark bölgesine içten ve dıştan gelebilecek muhtemel tecavüzlere karşı bütün Arap memleketleri ile beraber hareket etmek kararında ifadesini bulmaktadır. Şu hale göre Arap Birliği’ne karşı hareket edilmek şöyle dursun, bilakis Arap Birliği’nin esas gayesine hizmet eden ve bütün Arap Devletleriyle mesai teşrikini istihdaf eyleyen bir vesika karşısında bulunduğumuza kimsenin şüphesi olmaması gerekir… Irak ile aramızdaki bu tebliğ bir günde elde edilmiş ve beklenmedik bir hadise değildir. Aksine Türkiye bu husustaki niyet ve arzusunu Arap Devletlerine izah etmekten hiç de hali kalmamıştır…”127 Demiştir. Başbakan Adnan Menderes aslında bu oluşumun neden Arap Dünyasında tepki çektiğini biliyordu; Ancak tepkileri anlayamadığını dile getiriyordu. Demokrat Parti Hükümeti Ortadoğu’da açık bir şekilde Batı’nın istediği gibi adım atarken, bunun sonuçlarını yalnızca Batı desteği yönünden değerlendirmiştir. Bu durum Ortadoğu ülkeleri ile Türkiye arasında uygun bir anlaşma zemini bulunmasını da zorlaştırmıştı. Irak İle Türk Hükümeti arasında karşılıklı İş Birliği Anlaşması 24 Şubat 1955’te imzalanmıştır. Bu anlaşma Bağdat Paktı’nın özünü oluşturmuştur. Anlaşma imzalandıktan iki gün sonra 26 Şubat 1955’te Irak ve Türk Parlamentoları tarafından onaylanmış ve hemen Yürürlüğe girmiştir. Anlaşmanın yedinci maddesine göre beş yıl süre ile geçerli olacaktır. Bu sürenin bitiminden altı ay önce taraflardan her hangi birinin anlaşmadan 126 127 Cumhuriyet Gazetesi, 21 Ocak 1955 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.268–269 59 çekilebileceği belirtilmiştir.128 Henüz görüşmeler devam ederken basında çıkmış olan şu yorum “…Hakikat şudur ki, bunlar Arabı Türke, Türk'ü de Araba düşman etmek istemektedirler ve Arap âlemini Garptaki hür devletler camiasından ve bilhassa Türkiye'den tecrit etmeye çalışmaktadırlar Görülüyor ki fikirleri ve niyetleri meşumdur.”129 Bu cümleler, Batı’nın Ortadoğu’daki emelleri için izlediği stratejinin hazin bir ifadesidir diyebiliriz. Ancak bu konuda da göz ardı edilmemesi gereken ve asla küçümsenemeyecek Sovyet tehdidini de inkâr etmemiz gerektiğini daha önce de vurgulamıştık. Türkiye, Ortadoğu’daki diğer ülkeler içinde koruyucu bir güç olabilecek, komünizme karşı bölgesini ve komşularını koruyabilecek, bir ülke konumuna gelebilirdi. Çünkü Türkiye’nin coğrafi ve kültürel özellikleri buna uygundur. Sovyetlerde bunun bilincinde olduğu için kuzeyde ortaya çıkardığı tehdidi güneyimizde de Arap Devletleri arasında Komünizmi yayarak Türkiye’yi adata bir mengene ile sıkıştırma gayretinde idi.130 Bundan anlaşılan şudur ki Türkiye bölgesinde iç çatışmaları, mezhep kavgaları, komşularıyla savaşı olmayan tek devlet olarak her zaman Ortadoğu Bölgesinde en güçlü olabilirdi. Bu durum hem Batı’yı Hem Sovyetleri korkuturken her iki güçte hem Türkiye kendi politikaları ile hareket etsin hem de kendilerine bağımlı olsun istediklerinden Türkiye’nin bölgesinde güçlenmemesi için politikaları hep ikiyüzlü olmuştur. 2. 3. 1. Bağdat Paktı Ve İngiltere’nin Rolü Ortadoğu ülkeleri arasında bir ittifak kurarak Sovyetlerin Ortadoğu’da ilerlemelerine engel olacak bir set çekme politikası fikri Amerika tarafından ortaya atılmış, fakat fikir Türkiye tarafından gerçekleştirilerek 1955 Şubatında 128 y.a.g.e. , s.270 Ayın Tarihi, 2 Şubat 1955 130 Ali Naci Karacan, “En Büyük Tehlike Komünizm”,Milliyet,23 Kasım 1951 129 60 Türkiye ile Irak arasında Bağdat’ta bir ittifak anlaşması imzalanmıştır.131 Bu anlaşmaya İngiltere’nin ilgisi başından itibaren çok yoğun olmuştur. Çünkü Türk-Irak Anlaşmasının beşinci maddesinde, bu anlaşmanın bölgenin sulhu ve emniyetiyle ilgili devletlerin katılımına açık olacağı belirtilmişti. İngiltere için bu durum aradığı fırsattı diyebiliriz. Zira İngiltere’ye Kuzey Irak’ta üs bulundurması hakkını tanıyan 1930 anlaşmasının süresi 1956 yılında sona erecekti ve yenilenmesi ihtimali çok zayıf görünüyordu. Bu sebeple İngiliz Hükümeti derhal harekete geçmiş ve her iki hükümetle görüşmeler yaparak 20 Mart 1955 tarihinde İngiltere’nin Bağdat Paktı’na katılacağı İngiliz Avam Kamarasında ilan edilmiştir. İngiltere böylece nasıl olsa 18 ay sonra süresi dolacak olan 1930 tarihli anlaşma ile kurulan iki taraflı ilişkilerden, Ortadoğu’da genel bir savunma düzenini kuracak yeni bir sisteme geçileceğini de belirtmiştir. Anlaşılan İngiltere İşgal ettiği üsleri Irak’ın denetimi altına bırakacaktı; ancak bunları yine istediği gibi kullanma hakkına sahip olacaktı. İngiltere 4 Nisan 1955’de Bağdat paktına resmi olarak katılmış ve aynı gün İngiltere ve Irak arasında 1930 ittifak anlaşmasının yerine geçecek olan özel bir anlaşma da imzalanmıştır.132 Aslında hem Irak hükümeti hem de Türk Hükümeti’nin, İngiltere’nin pakta katılması ile elde edebilecekleri ekonomik yardımları düşünürken, İngiltere’nin adeta kapitülasyon niteliğindeki çıkarlarına göz yummuşlardı. Aynı zamanda bu sayede Amerika’nın da Pakta dahil olabileceğini ümit etmişlerdi. Türk Hükümeti, İngiltere henüz pakta katılmadan çok kısa bir süre önce İngiltere ile Mersin civarında kullanılmak üzere 100 milyon dolarlık kredi anlaşması yapmıştır.133 İngiltere ise bu sayede birkaç kuşu birden vurmuştu. İngiltere’nin Pakta katılması, başlangıçta paktın hazırlanması ve imzalanması büyük ölçüde Amerikan kontrolündeyken, bundan sonra İngiltere’nin resmen pakta katılmasıyla kontrolün İngiltere’nin eline geçmesini sağlamıştır. 131 Fahir Armaoğlu,20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.525 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.274 133 Ayın Tarihi,2 Şubat 1955 132 61 Süveyş üslerinin terk edilmesinden sonra İngiltere, Ortadoğu’daki özellikle Basra Körfezindeki çıkarlarını, Irak’la yaptığı ikili anlaşmalar ve Bağdat Paktı ile koruyabilecektir. Ayrıca Ürdün’ün de pakta katılması sağlanırsa Ortadoğu’da İngiliz çıkarlarının devamı mümkün olabilecekti. İngiliz Devlet Vekili Anthony Nutting İngiltere’nin Pakta resmen katıldığı 4 Nisan 1955 günü Avam Kamarasında yaptığı konuşmada bu durumu açıkça ifade etmiştir. “İngiltere’nin, Türk Irak paktına girmesi ve Bağdat hükümetiyle addolunan özel anlaşma, Orta Doğu’nun ve bu arada petrol kaynaklarının müessir bir şekilde müdafaası için bir teşkilât kurulması yolunda ileri atılmış mühim bir adım mahiyetindedir. Milliyetçiliğin belirmesi ve atom silâhları, bu bölgede durumun değişmesine sebebiyet vermiştir. İngiltere’nin Türk-Irak paktına NATO’nun sağ cenahı artık müdafaa edilmiş olmaktadır…” girmesiyle 134 Burada İngiltere’nin bu pakttan beklentileri açıkça ortaya konmuştur. Başbakanımız Adnan Menderes, İngiltere’nin Türk - Irak Paktına katılacağını beyan ettiği günlerde bununla ilgili olarak Anadolu Ajansına bir beyanatta bulunmuştur: “İngiltere Hükümeti, kısaca Bağdat paktı ismini verdiğimiz Türkiye-Irak işbirliği anlaşmasına iltihaka karar verdiğini ilân etmiş bulunuyor. Ayni zamanda İngiltere ile Irak arasında bir de askerî anlaşma imzalanmak üzeredir ki, bu da, doğrudan doğruya Bağdat anlaşmasının bir cüzü olacaktır. Filhakika bilindiği gibi Bağdat anlaşmasının birinci maddesinde tarafların almayı kararlaştıracakları müdafaa ve yardımlaşma tedbirleri hakkında hususî anlaşmalar yapabilmelerine dair bir hüküm vardır. Hatırlanacağı gibi Bağdat paktının imzalanmasından beri henüz bir ay geçmiştir. Bu kadar kısa bir zaman içinde bu pakt şimdi Türkiye - Irak -İngiltere paktı haline gelmiş bulunuyor. Bu, bütün sulhsever milletleri sevindirmesi icap eden son derece mesut bir hâdisedir. Çünkü şimdi, Orta Şarkın en hassas kısmında, bütün bölgenin emniyetine, istikrarına ve refahına hizmet 134 Ayın Tarihi, 4 Nisan 1955 62 edecek olan ve en iyi ve halis niyetlere dayanan bu sulh teşkilâtı, İngiltere gibi imkânları geniş bir devletin ahdî ye fiilî işbirliğini kazanmış oluyor… Cihan sulhu ve emniyeti için büyük mesuliyetler yüklenmiş bulunan ve NATO içinde müttefikimiz olan bu büyük devleti Irakla beraber tahakkuk ettirdiğimiz bu müspet teşebbüste de güvenilir bir müttefik olarak yanımızda görüyoruz. Biz, Irakla Bağdat Paktını yaptığımız zaman ona başka devletleri iltihaka davet eden bir madde koyarken bu maddenin kâğıt üzerinde kalmayacağından emindik. Çünkü biliyorduk ki vücuda gelen eserin bütün iyi niyet sahibi milletlerin hayrına olduğu ve hiç bir hodbince his ve maksada istinat etmediği için, genişlemesi ve kuvvetlenmesi mukadderdir. İngiltere’nin iltihakı bu düşüncemizde aldanmadığımızın parlak ve inşirah verici bir delilidir. İngiltere’nin vermiş olduğu misalin bu bölgede kâin bulunan ve bölgenin emniyet ve sulhu ile faal şekilde ilgili olan diğer devletler tarafından yakın bir zaman içinde takip edileceğinden emin bulunuyoruz. Bu suretle Orta Şark sulh ve emniyet bakımından bir boşluk manzarası arz etmekten kurtulacak, istikrarsızlık, huzursuzluk havasından sıyrılacak sulhun ve emniyetin kuvvetli bir teşkilâtta desteklendiği bir huzur ve sükûn bölgesi haline gelecektir… Kıymetli dostumuz ve müttefikimiz İngiltere’nin iltihakını bu derece mühim görmekteyiz”.135 Ortadoğu Bölgesi, Osmanlı Devleti’nin gücünü kaybettiği, Batı’nın ise sanayi devrimini gerçekleştirip sömürge alanlarına yöneldiği zamanlardan beri özellikle İngilizlerin sömürgesi altında ve huzur bulamamış bir saha idi. Başbakan Menderes’in bu devletlerin Ortadoğu’ya barışı ve huzuru getirmeyeceğini bildiğini tahmin ediyorum. Ancak kuzeyimizdeki Sovyet tehdidi ve dönemin ekonomik ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için Batı ile bu derece ileri hoş görülü ilişkiler kurulmasını da ödün vermek şeklinde değerlendiriyorum. Bu iddiamızı Demokrat Parti Dönemi Dış İşleri Bakanımız sayın Fuat Köprülü’nün “... Dostlarımız ve Önyargısız memleketler bizim dört yıldan beri takip ettiğimiz siyaseti anlamaktadır. Bu siyasetin neticesi olarak Türkiye artık yalnız değildir. Onun samimi ve kuvvetli dostları ve müttefikleri 135 Ayın Tarihi, 1 Nisan 1955 63 vardır. Onun iş birliğini aramakta, ona yardım etmektedir.”136 Sözleri ile de kanıtlayabiliriz. 2. 3. 2. İran Ve Pakistan’ın Bağdat Paktına Katılması 2 Nisan 1954’te Türkiye ve Pakistan bir işbirliği anlaşması imzalamıştır. Türkiye ve Irak Anlaşmasının imzalandığı günlerde de Pakistan Başbakanı Muhammed Ali Han, Pakistan’ın bu anlaşmayı memnuniyetle karşıladığını hatta buna dahil olmayı bile düşündüğünü bildirmişti. Bunun üzerine 4 Nisan 1955’te yani İngiltere’nin pakta katıldığı gün Türk ve Irak Hükümeti Pakistan’a da ortak bir çağrı yapmıştır. Görüşmelerin ardından Muhammed Ali Han, 1 Temmuz 1955’de ülkesinin Türk-Irak Paktına katılacağını kesin olarak bildirmiştir.137 Pakistan’ın Pakta katılması beklenmedik ve çok önemli bir yenilik değildir. Çünkü Ortadoğu’da ortak bir savunma örgütü kurulması yolundaki ilk adımlardan biri Karaçi Anlaşması ile Türkiye ve Pakistan tarafından atılmıştı. Pakistan’ın Pakta katılması zaten beklenen bir durumdu. Bu kadar sürmüş olmasının sebebi de Amerika’dan alacağı askeri yardım programının düzenlemesini beklemek olmuştur. Zira Pakistan için Batı ile iş birliği yapmanın en önemli sebebi askeri olarak gücünü arttıracak yardım bulma arzusu idi. İran’ın Pakta katılımı ise beklenen bir durum değildir. Çünkü İran hem askeri bakımdan oldukça zayıftı hem kamuoyunda tam tarafsızlık eğilimi hakimdi hem de Türkiye ile ilişkileri oldukça uzaktı.138 Ancak İran, genellikle tarafsız kalmayı tercih ederken komünizm tehdidinden endişe duymaya başlamıştır. Aynı zamanda bu dönem Türkiye gibi İran’da kendi çıkarları için Amerikan yardımlarını ve güvencesini elde etmenin en doğru yol olacağını zannetmiştir. Aslında İran’a hiçbir Batı’lı devlet herhangi bir garanti ya da 136 TBMM; Zabıt Ceridesi, C.28,IX/4,s.782 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.277 138 Gökhan Çetinsaya, “Türkiye-İran İlişkileri (1945–1947)”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.507 137 64 yardım önermemişti ama yine de Şah, Pakta katılırsa Batı’nın daha fazla desteğini alacağını ümit etmişti. Sonuçta 3 Kasım 1955’te İran, Bağdat Paktı’na dahil olmuştur. Bu duruma Sovyetler Birliği çok sert tepki vermiştir. Sovyetlere göre 1921 tarihli Rus-İran anlaşması “Yabancı bir devlet İran’da, Rusya’ya karşı üsler kuruyorsa; Üçüncü bir taraf, İran'ı, Rusya müttefiklerine karşı kullanmayı düşünüyor ve bu yolda hazırlık yapıyorsa; Bu durum Rusya’ya müdafaası için askerî harekâta başvurmak maksadı ile birliklerini İran'a sevk etmek salâhiyetini verir.”139 Ancak Rusya bu anlaşmayı henüz II. Dünya Savaşı sırasında kendisi ihlal etmiş, savaş bitmiş olmasına rağmen İran topraklarından çıkmamış ve komünizm propagandası yapmıştır. Bunu unutmayan İran Hükümeti, bahsedilen anlaşmanın Sovyetler tarafından o zaman yırtılmış olduğunu ve bugün bunu tekrar ileri sürmeleri Türkiye - Irak İran - Pakistan hattı üzerinde kimseyi korkutamaz, kader birliği yapan bu milletleri ayıramaz140diyordu. İran’ın Bağdat Paktı’na üye olması Türk Hükümeti’ni çok memnun etmiştir. Henüz 11 Ekim’de İran Hükümeti Pakta katılmaya karar verdiğini ilan ettikten bir gün sonra Başbakan Adnan Menderes İran’a bir telgraf göndererek memnuniyetini bildirmişti. “Başvekil Adnan Menderes, İran'ın Bağdat Paktına katılması sebebiyle, İran Başvekili Hüseyin Ala’ya aşağıdaki telgrafı çekmişti: “Ekselans Başvekil Ala Tahran Ekselanslarının gayet iyi tahmin buyuracakları veçhile, İran'ın Bağdat Paktına iltihak hususunda aldığı tarihî karar Türkiye'de büyük bir sevinç le karşılanmıştır. Bu sevinç bir yandan Türkiye'nin kardeş İran'ı tam istiklâli ve toprak bütünlüğü ile daima daha kuvvetli ve daha mes'ud görmek hususundaki samimî arzusunun, diğer taraftan da Orta Doğuda ve dünyada emniyetin, sulhun ve istikrarın kuvvetlenmesi için beslediği emelin neticesidir. Şehinşah Hazretlerinin yüksek idaresi altında Iran hükümeti, asîl İran milletinin büyük mazisi ile parlak atîsine lâyık bir karar almış bulunmak tadır. 139 Ömer Sami Coşar, “Rusya’nın Tehdidi”, Cumhuriyet Gazetesi,12.10.1955 y.a.g.m. 140 65 Hararetli tebriklerimi arz ederken İran hükümetinin muvaffakiyetinin daim olmasını en halisane şekilde temenni eylerim.” Demiştir.141 Görüldüğü gibi pakt üyeleri yeni katılımları memnuniyetle karşılamıştır. Özellikle Türkiye, Ortadoğu’da kendisine verilmiş görevi başardığını düşünmüştür. Ancak Bağdat Paktı’na katılım arttıkça, Pakta karşı oluşan tepkilerde büyümüştü. Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan gibi bu pakta karşı olan diğer devletleri teşkilatlandırmaya çalışmıştır ki Mısır, Suriye ile 20 Ekim 1955’te, Suudi Arabistan ile 27 Ekim 1955’te askeri anlaşmalar imzalamıştı. Buna göre devletler silahlı kuvvetlerini ortak bir kumandanlık altında toplayacaklardı. Açık bir şekilde bu paktlar, Ortadoğu’da, Irak’ın artmakta olan etkisini kırmak, Bağdat Paktı’na karşı dengeyi kurmayı amaçlamaktaydı. Bu durum Bağdat Paktı’na üye olmayan devletler üzerinde ilginin yoğunlaşmasına, üye olmayan devletlerin bir an önce üyeliğinin sağlanabilmesi için bu devletler üzerinde ilginin yoğunlaşmasına sebep olmuştur. İran’ın üyeliğinden sonra Ürdün’ün Bağdat Paktı’na dahil edilmesi için çalışmalar başlamıştır.142 2. 3. 3. Ürdün Ve Lübnan’ın Bağdat Paktı’na Katılması Problemi Lübnan ve Ürdün, Amerika ve İngiltere’nin desteğine sahip Bağdat Paktı’na sıcak bakmışlar ancak Mısır hükümetinin tepkisinden korkmuşlardı. Böyle bir durumda Lübnan geleneksel tarafsızlık tavrını koruyarak pakta katılmayı istemediğini bildirmişti.143 Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın bizzat Lübnan’ı pakta katılması için ikna etme ziyareti de sonuçsuz kalmış, Lübnan Hükümeti hiçbir şekilde Bağdat Paktı’na dahil olmayı kabul etmemişti.144 Ürdün de ise durum farklıdır; Türkiye, Batı ve özellikle İngiliz yanlısı tavırları nedeniyle Ürdün’ü, pakt üyeliği için ümit vadeden bir aday olarak 141 Ayın Tarihi,12 Ekim 1955 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.280–282 143 İsmail Soysal,.a.g.m. , s.210 144 Nasuh Uslu, a.g.e. , s.123 142 66 değerlendirmişti. Ancak Ürdün, bu pakta katılması halinde, Mısır’ın tepkisinden korkuyor ve bunun için pakta üyeliğinin ihtiyaç duyduğu askeri yardımın İngiltere ya da Amerika tarafından sağlaması ile mümkün olacağını bildiriyordu.145 Amerika ise bu sırada İsrail ile ilişkilerinin bozulmasından çekiniyor ve İsrail’in daha fazla tepkisini çekmek istemiyordu. Başbakan Adnan Menderes’in belirttiği gibi “Bağdat Paktı nereden gelirse gelsin bir tehlikeye karşı ortak savunma amacı taşımaktaydı” ve bu durum İsrail’i de son derece rahatsız etmekteydi.146 Bu sebeple Amerika, Ürdün’e askeri yardımda bulunmayı kabul etmemiştir. Müttefiklerinin desteğinden mahrum olmasına rağmen Cumhurbaşkanımız Celal Bayar, 3–4 Kasım 1955 tarihinde Dış İşleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu eşliğinde, Ürdün’ü pakta katılmaya ikna etmek üzere Amman’a gitmiştir. Bu ziyaret esnasında Bayar, “Ürdün halkı kendisini her hangi bir yönden gelen bir saldırının kurbanı olarak bulduğunda Türk ordusunu kendisiyle omuz omuza savaşır bulmaktan hayrete düşmemelidir.” Diyecek kadar iddialı konuşmuştur. Ancak bu açıklama Ürdün’ün sadece Sovyetlere karşı değil, kendileri için daha büyük bir tehlike olarak gördükleri İsrail’e karşı da destekleneceği mesajını taşımaktaydı. Bu durum Türk-İsrail ilişkileri üzerinde olumsuz bir gelişme olduğu gibi Mısır’ın da sert tepkisine yol açmıştır. Nasır, Ürdün’de Türkiye aleyhine olaylar çıkartmış, ülkeyi karıştırmıştır. Bu dönemde Türkiye için Bağdat Paktını başarıya ulaştırmak bundan daha önemliydi. Türk Hükümeti, Ürdün’ü verdiği garantilerle pakta ne kadar yaklaştırsa da, sonucun olumlu olabilmesi için Ürdün, Batı desteğine ihtiyaç duymaktaydı. Amerika bu konuda destek olmayacağını belirttiğine göre, Türkiye bu yardım için İngiliz desteğini sağlamaya çalışacaktır. İngilizler de ilk başlarda buna sıcak yaklaşamamış çeşitli bahanelerle süreci uzatmışlardır. Ancak İngiltere Bağdat Paktı’na kendisi de üyedir ve bu paktın güçlenmesi 145 Ayşegül Sever, a.g.e. , s.150 Cumhurbaşkanlığı “GİZLİ” Görüşme Tutanaklarında Türk Dış Politikası(1950–1960) TürkiyeLübnan İlişkileri II, İstanbul Araştırma Merkezi Yayınları, Dış Politika 146 67 İngiltere’nin Ortadoğu’daki nüfuzu için gereklidir.147 İngiliz Hükümeti, Ürdün’ün Pakta katılması durumunda mali yardım yapmaya hazırdı. Zira eğer Ürdün pakta katılırsa Mısır’ın Pakt karşıtı propagandalarına karşı da bir zafer kazanılmış olacaktı. Ancak İngiliz heyeti Ürdün Hükümeti ile görüşmek için Ürdün’e gelip, Ürdün Hükümeti’nin pakta katılım konusunda olumlu tavır sergilemesi ile Mısır Hükümeti’nin başlattığı propagandalar, Ürdün’ü karıştırmış, Bağdat Paktı karşıtı gösteriler yapılmış, bu gösterilerin etkisinde kalan muhalefet Partileri de Batı ile ilişkilerin daha ileri boyuta götürülmesine karşı olduklarını ortaya koymuştu. Aynı zamanda Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan, Pakta katılmayı reddettiği takdirde Ürdün’e yardım edeceklerini açıklamıştır. İngiliz Hükümeti’nin batı yanlısı tavırları ve çıkan olaylar sonunda Ürdün hükümeti istifa etmek zorunda kalmış ve yeni başbakan yabancı paktlara katılmama konusunda halka söz vermiştir.148 Bu durum, Ürdün Konusunda görülen mukavemet Bağdat Paktı üyelerini gerçekten şaşırtmıştır. Ancak ortaya çıkan bir gerçek vardır ki Batı Ortadoğu’da Para ile nüfuz sağlayabilirken, bölgenin değerlerine bölgenin kültürüne karşı her zaman aciz kalabilirdi. Bu durum elbette bölgede her konuda Batı politikalarına amade olmuş Türkiye’nin bölge halkının tepkisini çekmesine, komşularımız ile aramızdaki kopukluğun uzaklığın büyümesine sebep olmuştu. Yani Demokrat Parti, Batı desteğiyle Ortadoğu’da liderlik hayalleri kurarken, Ortadoğu devletleri ile aramızda kapanması çok uzun sürecek yaralar açıyordu. 147 148 Ayşegül Sever, a.g.e. , s.151–153 Nasuh Uslu, a.g.e. , s.124 68 2. 3. 4. Bağdat Paktı ve Amerika Demokrat Parti iktidarı kısa sürede Türkiye’yi NATO’nun ileri karakolu haline getirmiştir. Bu dönemde ABD, Türk Dış Politikasının tek dayanağı haline getirilmişti. Bu durumun İngiltere’nin, Türkiye üzerinde yıkıcı bir etkisinin bulunmamasının kolaylaştırmış olduğunu daha önce belirtmiştik. II. Dünya Savaşı ile başlayan, artan komünizm tehdidi ve dış yardım aranması fikri ile başlayan ABD paraleli politikalar ile Demokrat Parti ilk beşinci yılı sonunda, ülkeyi adeta Amerika’nın Ortadoğu’da uydusu haline getirmişti. Bu durumda ABD’den alınan ekonomik yardımlar, bu yardımların çeşitli şart ve kontrollerle verilmesi ve adeta teminat niteliğinde olan “İkili Anlaşmaların” etkisi büyüktür. Ancak 1955 yılına gelindiğinde Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarındaki tarımda ürün artışı ve dış yardımlar da azalmaya başlamış ülkede enflasyon baş göstermişti. Bu dönemde, Sovyetler de Stalin’den sonra Khuruscev ‘in “barış içinde bir arada yaşama” politikasına yöneldiği için ABD yardımları kesilmişti. ABD, Türkiye’nin bir istikrar programı hazırlayıp ekonomisini düzeltmediği sürede kendisine kredi verilmeyeceğini belirtmişti. İşte 1955 yılında Bağdat Paktı böyle bir ortamda Türkiye’nin oluşturulması için çaba harcadığı bir örgütlenme olmuştur ki bu dönemde Türkiye’nin ABD’nin pakta katılması için yoğun bir çaba sarf etmesinde yahut resmen olmasa da görünürde böyle bir paktta ABD’nin istekleriyle hareket etmesinin sebebini anlayabiliyoruz.149 Bu nokta da şunu da görebiliyoruz; Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkinliği ve ABD açısından önemi Sovyetler Birlği ABD arasındaki dengeye de bağlıdır.150 Bu dönem her ne kadar komünizm tehlikesi barışçı demeçlerle sığ gösterilmeye çalışılsa da; Soğuk Savaş Dönemi’nde Ortadoğu’da, Arap ülkelerinde muhafazakâr rejimlerin yıkılışları endişe ile karşılanmıştı. Çünkü Bu durum Sovyet nüfuzunun artışı olarak değerlendirilmişti. Ancak geleneksel rejimler askeri darbelerle sona ererken, yerine gelen yeni liderler 149 Haluk Ülman, Oral Sander, a.g.m. , s.184 Mehmet Genç , “Uluslarası Sistemdeki Gelişmeler ve Orta Doğu Belirsizliği”, Dış Politika Bülteni, C.III, S.I, Nisan 1991, Esat Çam, a.g.m. , s.185 150 69 de ABD ile işbirliği sağlamak istememişlerdi.151 Çünkü ABD’nin Sovyetleri durdurma stratejisi Ortadoğu’nun kuşatılmasını gerektiriyordu. Ancak ABD bölgedeki milliyetçi cereyanların düşmanlığını üzerine çekmek istemediği için, Ortadoğu üzerindeki hedeflerini temkinli bir şekilde, İsrail ve Türkiye vasıtasıyla sürdürmeye çalışıyordu.152 Bu dönem ABD’nin Asya, Afrika ve Ortadoğu’da İngiliz İmparatorluğu’nun tasfiyesi sonucu boşalan ülkelere kendi nüfuzunu yerleştirmek için çabaladığı bir dönemdir. Amerika’nın ilk aşamada ön gördüğü pakt, Sovyetlere komşu olmasından ötürü İran ve Türkiye’yi doğal üye olarak görüyordu. Hindistan’a karşı silahlanmak isteyen Pakistan’da onlara katılabilirdi. Ancak sadece bu kadarı Amerika‘nın Ortadoğu’nun kontrolü planları için yeterli değildi. Örneğin Afganistan gibi ülkeler de pakta dahil olmalıydı. Ancak bu ülkeleri Sovyet tehdidine inandırmak gerekiyordu ki bu görev de Türkiye’ye düşüyordu.153 Burada şunu belirtebiliriz ki birçok araştırmacı, Demokrat Parti döneminde Batı yardımlarından faydalanmak için abartılan bir Komünizm tehlikesi propagandası yapıldığını belirtir. Bu konuda şunu söyleyebiliriz ki Sovyetler Birliği dağılana kadar bu tehlike göz ardı edilemezdi. Bu sebeple Demokrat Parti Döneminde zaman zaman abartılmış olsa bile komünizm tehlikesinin varlığını göz ardı edemeyiz. Ancak bu eleştirilerde ki abartının da yine Batı tarafından kendi politikaları doğrultusunda yönlendirilmiş olduğu sonucunu da çıkartabiliyoruz. Yani Batı bir bölgeye yerleşmek, bölgede hâkimiyet kurmak istiyorsa, öncelikle karışıklık çıkartarak, suni tehlike propagandaları yaparak kendisinden yardım umulmasını bekliyor ve adeta pençelerini bu bölgelere geçirebilmek için hazırlanıyordu. 1955 yılında Bağdat Paktı’nın imzalanmasıyla da Amerika’nın Ortadoğu için tasarladığı planın ilk hedefi gerçekleşmiş oluyordu. Ancak o dönemde Arap Dünyası’nın lideri rolündeki Mısır’ın, Pakta sert tepkisi umudun diğer Arap Devletleri’ne bağlanmasına sebep olmuştur. Çünkü 151 İlter Turan, a.g.m. , s.228–230 Hidayet Güngör, “Orta Doğu’da Genel Stratejik Durum Değerlendirmesi ve Bölgedeki Krizlerin Türkiye’nin Milli Güvenliğine Etkileri”, Stratejik Etütler Bülteni, Y.15, Ekim 1981, S.76, s. 68–77 153 Mahmut Dikerdem, a.g.e. , s.43 152 70 henüz Suriye ve Irak’tan oluşan paktın Arap Dünyası’nda etkili olabilmesi için günden güne geliştiğini kanıtlamak gerekiyordu. Bunun için de pakta yeni devletlerin katılması gerekiyordu.154 Pakt üyeleri özellikle Amerika gibi güçlü bir devleti bu pakta dahil görmek isterken, Amerika Bağdat Paktı’na katılmamak konusunda büyük özen göstermiştir. Amerika’nın Bağdat Paktı’na resmen katılmamasının sebebi, Mısır ve Suudi Arabistan’ın daha fazla tepkisini çekmemek ve bu ülkelere yönelik şansını azda da olsa kaybetmemek düşüncesidir. Başka bir sebep ise bu dönemde durulmuş görünen Sovyet tehditlerini tekrar kışkırtmak istememesi ve İsrail’in olmadığı bir paktta Arap ülkeleri ile birlik olup İsrail’i daha fazla endişelendirmek istememesidir. Tabiî ki Amerika’nın pakta katılmaması paktı kontrolü dışında bırakması anlamına gelmiyordu. 16 – 19 Nisan 1956’da Tahran’da yapılan ikinci Bağdat Paktı Konseyi Toplantıları’na, Amerika’da kalabalık bir temsilci heyeti göndermiştir. Bu toplantıda Amerika, Ekonomik ve Bozguncu Faaliyetleri Önleme Komitesine üye olmuştur. Toplantı sonunda ise yayınlanan resmi bildiride, Amerika’nın Bağdat Paktı ile yapacağı işbirliği konusunda şöyle denilmiştir: ”Konsey Birleşik Amerika’nın Pakt teşkilatının çalışmalarına faal surette iştirakini memnuniyetle karşılamıştır… Birleşik Amerika Paktı kuvvetle desteklediğini teyit ederek Paktın siyasi, tesadüfî, iktisadi ve sosyal gayelerinin tahakkuku zımnında aza devletlerin münferit ve müşterek gayelerini desteklemekte devam edeceğini…” beyan etmiştir. Amerikan heyeti bu toplantıda Bağdat Paktı’na katılmasa da açıkça kontrolünü sağlayacağını belirtmiştir. Amerika’nın iktisadi kongre delegesi, Bağdat Paktı’na üye devletlere iki taraflı teknik ve iktisadi yardımlarda bulunmaya devam edeceğini ayrıca üyelerin ortaklaşa giriştikleri projeleri destekleme yollarının araştırılacağını belirtmiştir. Amerika’nın Askeri delegesi ise Bağdat Paktı daimi karargâhında Amerikalı bir generalin veya amiralin riyasetinde bir askeri irtibat kurulu oluşturulmasını teklif etmiş ve Amerika’nın askeri yardımlara devam etmek niyetinde 154 y.a.g.e. , s.40 71 olduğunu da belirtmiştir. Bu durum üye devletler tarafından memnuniyetle karşılanmış ve kabul edilmiştir.155 Buradan da anlaşılacağı gibi Amerika, Bağdat Paktı’na yalnızca resmen üye olmuyordu. Paktın askeri ve ekonomik yönden desteği ve kontrolü yine Amerika’nın elinde bulunacaktır. Amerika’nın desteği üye devletler tarafından memnuniyetle karşılanmıştı ama tam üyeliğin kabul edilmemesi bir memnuniyetsizlik oluşturmuştu. Elbette Amerika tarafından oluşması planlanmış olan pakta kendisinin katılmaması kurulmak istenen savunma düzeninde büyük bir boşluk kuvvet boşluğu yaratmış ve zamanla pakt üyeleri Amerika tarafından yalnız bırakıldıklarını düşünmeye başlamıştır.156 2. 3. 5. Bağdat Paktı’nın Türk Dış Politikasına Etkisi Bağdat Paktı’nın Türkiye’nin dış ilişkilerine etkisini üç noktada değerlendirebiliriz. Bunlar: Ortadoğu ilişkileri (Türk-Arap-İsrail), Türk-Sovyet ilişkileri ve Türk-Amerikan ilişkileridir. Bağdat Paktı’nın Türkiye’nin Ortadoğu İlişkilerine etkisi: bu paktın en hızlı etkisi Türkiye’yi ve Arap Dünyasını zıt kutuplar halinde karşı karşıya getirmesi olmuştur. Özellikle Mısır’ın Bağdat Paktı’na karşı tutumu Türkiye’nin Bağdat Paktına üye olmamış olan Ortadoğu Devletlerinden iyice uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bağdat Paktı’na karşı devletler açısından Türkiye, emperyalist batının bir parçası haline gelmiştir. Bu durumda Türk Hükümeti ise Bağdat Paktına dahil olmayan ülkeleri sürekli olarak komünist tehlikenin farkında olmadıkları gerekçesiyle uyarıyordu. Oysa bu sırada Araplar için, Batı’nın desteği ile Ortadoğu’da kurulmuş olan İsrail Devleti daha büyük bir tehdit oluşturmaktaydı.157 Onlar kendilerini İsrail’den korumak için gerekirse Sovyetlerle iş birliği yapabilirlerdi. Türkiye ise II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetlerin, kendisinden toprak talep ettiği bir ülke olarak Komünizm 155 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla Türk… , s.278-279 y.a.g.e. , s.279 157 Nasuh Uslu, a.g.e. , s.271 156 72 tehdidini daha çok önemsemiş ve buna karşı birlik olmak gereğini savunmuştur. Aynı zamanda İsrail, Batı desteğiyle kurulmuş bir devletti ve Türkiye kendi topraklarında, Batılı devletlerin Komünizm gibi istilacı bir amacı olmadığını düşünüyordu. Oysaki henüz Batılı Devletlerin topraklarımızdan, tüm milletin kanıyla canıyla mücadele ederek atılması çok eski değildi. Anlaşılan Demokrat Parti Hükümeti ya “Yılana Sarılacak” kadar çaresiz kalmıştı ya da tarihi tecrübeleri göz ardı etmişti. Mısır, Bağdat Paktı’nın Ortadoğu’da Arapların birlik olmasını önleyerek, İsrail’i güçlendirme amacı taşıdığını düşünüyordu. Elbette Mısır da bu dönemde ekonomik yardıma ihtiyaç duyan ülkelerden birisiydi ve bunun için Batı yerine Sovyetlere yaklaşmayı tercih ediyordu. Suudi Arabistan ve Suriye de Bağdat Paktına muhalefet etmekte Mısır’dan geri kalmıyordu. Bu üç devlet kendi kuvvetlerini birleştiren bir anlaşma da imzalamışlardı. Elbette ki pakta karşı bu şekilde direnç oluşturan devletler ve Paktı savunan Türkiye’nin ilişkileri son derece uzak olmuştu. Arapların Bağdat Paktına karşı gösterdikleri tepki, Demokrat Parti Hükümeti için beklenmedik bir gelişme olmuştur; Türk Hükümetine göre bu pakta muhalefet eden Mısır, 1954’te İngiltere ile anlaşmış ve İngilizlerin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesiyle bir problem kalmamıştı. Yani Türk Hükümeti başlangıçta Mısır’ın da bu pakta destek olacağını düşünmüştü. Oysa Batı sömürgesinden hala kurtulmaya çalışan Ortadoğu devletleri için Batı ve Batı’nın dahil olduğu ittifaklar son derece uzak ve tehlikeliydi. Türk Hükümeti bu paktta neden Amerika’nın direk dahil olmayıp kendisi aracılığıyla bir savunma seti kurmaya çalıştığını, İngiltere’nin bu pakta dahil olarak Ortadoğu’da etkinliğini kaybettiği alanları bir şekilde kontrolü altında bulundurmaya çalışma sebeplerini ikinci plana atıp elde edeceği ekonomik ve askeri çıkarları düşünürken, Ortadoğu’nun zihninde Batı’nın ne şekilde olduğunu göz ardı etmişti. Sonuç itibariyle Türk-Irak Anlaşması ile başlayan süreç, Demokrat Parti Hükümeti’nin beklentileri yönünde gelişme göstermemiş, Arap Halkı gözünde Türkiye’nin imajının zedelenmesine sebep olmuş, Arap Ülkelerini Sovyet etkisinden korumayı amaçlayan pakt tam tersi bir etki yaratarak Mısır 73 ve Suriye’nin Sovyetlerle yakınlaşmasına sebep olmuştur.158 Ancak burada şunu da belirtmeliyiz Nasuh Uslu bu konuda Komünizmin Ortadoğu’da etkisini arttırmış olduğunu belirtse de, Bağdat Paktı kısmen de olsa Ortadoğu’da Komünizm tehlikesine karşı bir güven ortamı oluşturmuştur. Ortadoğu Bölgesi’nde, dış politikamız açısından önemli olan ve Bağdat Paktı sebebiyle ilişkilerimizin bozulduğu bir diğer devlet İsrail’dir. Her ne kadar Sovyetlere karşı olduğu belirtilse de Arap ülkelerini kapsayan savunma örgütü kurma çabaları Türk-İsrail ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Bağdat Paktı ortaya çıktıktan sonra ise Türkiye’nin İsrail ile her hangi bir konuda açık bir işbirliğine gitmesi mümkün olmamıştır.159 İsrail Bağdat Paktı’nı kendisine karşı bir tehdit olarak algılamıştır. Hatta Amerika’nın pakta girmemiş olmasının sebeplerinden birisini de İsrail çekincesi oluşturmuştu. Irak’ın Batı tarafından silahlandırılabileceği ve bu pakt ile her hangi bir sorunda kendisine karşı da ortak direnç gösterilebileceği endişesi taşıyan İsrail Hükümetine, Demokrat Parti yöneticileri güvence vermişse de Bağdat Paktına dahil bir ülke olarak Türkiye’nin de İsrail ile ilişkileri bozulmuştu.160 Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizin, Sovyetlerin Toprak talepleriyle kopma noktasına geldiğini belirtmiştik. Türk Dış Politikasında 1950’li yıllarda Batı kadar etkili olan diğer güç Sovyetler Birliği olmuştur. Çünkü Sovyetlerin ortaya çıkardığı Komünizm tehlikesi ve II. Dünya Savaşı boyunca tarafsız kalmayı başaran Türkiye’nin savaş sonrası oluşan yeni durum karşısında tarafsız kalmayı sürdürmesine engel olmuştur. Sovyetler Birliği tehdidi karşısında ona karşı kendi askerî ve teknik gücüyle direnemeyeceğini anlayan Türkiye bu sebeple de Amerika Birleşik Devletleri ile ortak hareket etmiştir.161 Kısacası bir noktada Türk Dış Politikası’nda Sovyet etkisi, Türkiye’nin Batı yanlısı politikalarının temel sebeplerinden olmuştur. Batılı Devletler, özellikle Amerika, İsrail Devleti’nin kurulmasını destekleyip onun hamisi göründükçe, Sovyet Rusya da Ortadoğu’da 158 y.a.g.e. , s.272 Gencer Özcan, “50.Yılı Biterken Türkiye-İsrail İlişkileri” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.538–551 160 Abdülahat Akşin, 1950’li Yıllar…, s.117 161 Ömer Osman Umar , “İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türk-Sovyet İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.59, C. XX, Temmuz 2004 159 74 Arapların koruyucu rolünü oynayarak nüfuz kazanmaya çalışmış ve böylece Ortadoğu’da girişeceği manevralar için Sovyetler Birliği de bahane bulmuştur.162 Sonuçta Bağdat Paktı tıpkı bölge ülkeleri gibi Sovyetler Birliği ile Türkiye ilişkilerinin de son derece gergin seyretmesine sebep olmuştur. Stalin’den sonra Sovyetlerin barış içinde bir arada yaşama çağrılarını Türk Hükümeti inandırıcı bulmamış, Sovyet Hükümeti ise Türkiye’yi Ortadoğu’da NATO’nun kurulamayacağını daha temkinli ve yavaş adımlarla hareket edilmesi gerektiğini göstermiştir. 2. 4. BAĞDAT PAKTININ MEYDANA GETİRDİĞİ SONUÇLAR Bağdat Paktı, Sovyetler Birliği ile Amerika arasında Soğuk Savaşın meydana getirdiği mücadelenin Ortadoğu’da bir uzantısı niteliğindedir.163 Bu iki kutup arasındaki mücadelede Türk Devleti, Komünizm tehdidine karşı Batı Bloğunun yanında taraf tutmuş ve zamanla Batı’nın Ortadoğu’da “ileri karakolu” niteliğine bürünmüştür. Bu noktada Bağdat Paktı da Batı desteğiyle Türk Hükümeti’nin öncülük ettiği bir örgütlenme olmuştur. Ancak Irak hariç bu pakta dahil olmaya yanaşan bir Arap devleti olmamıştır. Ortadoğu’nun Arap Devletleri için İsrail tehdidi öncelik oluşturuyordu. Fakat onlar, Batı destekli bir Paktın İsrail’e karşı her hangi bir girişimi olmayacağını düşünmüşlerdi. Batı ise bu pakta Arap katılımı sağlanır ise Araplar nezdindeki Batı aleyhtarlığının kırılacağını düşünmüştür. Bağdat Paktı oluşmaya başladığı andan itibaren gerek Türkiye gerekse Batı açısından beklentileri karşılamamıştır. Hatta Ortadoğu bölgesinde Pakta karşı oluşan tepkilerin de etkisiyle bu paktın pek kazançlı bir sonuç meydana getirmediği görülmüştür. Çünkü Bağdat Paktı yeterli katılım sağlanamadığı için askeri bakımdan önemli bir savunma gücü olamamıştır. 162 Abdülahat Akşin, a.g.e. , s.120 Turgay Merih, a.g.e. , s.178 163 75 Pakta üye devletlerden Türkiye, mevcut tüm gücünü NATO’nun emrine vermiştir. İran, Irak ve Pakistan’ın ise askeri güçleri yok denecek kadar azdır. Zaten bu devletler Batı’dan askeri ve ekonomik destek alabilmek için pakta üye olmuşlardı. Yani Batı’nın düşündüğü savunma sistemi bu pakt ile oluşturması çok zordur. Ayrıca Pakta Irak’tan başka bir Arap devleti’nin katılmamış olması Arap dünyasının ikiye bölünmesi sonucunu ortaya çıkarmış, Irak Hükümeti’nin eski sömürgecilerle işbirliği yaptığı propagandaları, zamanla Irak Hükümeti’ni sarsmış ve 1958’de bir ihtilale sebep olmuştur. Bu durum pakta üye olan İngiltere’nin de Irak’taki üslerden geri çekilmesine sebep olurken bir anlamda İngiltere açısından da Bağdat Paktının anlamını kaybetmesi olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse Bağdat Paktı bölgede güvenliği sağlayacağı yerde, sarsmış ve bu durum Sovyetler Birliği’nin Mısır gibi Pakta karşı devletlerarasında itibar kazanmasına sebep olmuştur.164 Amerika’nın da daha önce belirttiğimiz sebeplerle Pakta dahil olmaması, Pakt üyeleri üzerinde yalnız bırakılmışlık hissi uyandırmıştır. Türkiye açısından ise Bağdat Paktı, Türkiye’nin NATO üyeliğinde İngiltere’nin ikna edilmesi için verilmiş bir sözdü. Ancak bu söz için ve daha fazla Batı desteği için Paktın oluşumu ve genişletilmesinde görünürde de olsa başrolü oynayan Türkiye, bu sırada Sovyetler Birliğini kendisine karşı daha çok tahrik etmiş, kışkırtmıştır. Elbette bu noktada Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye karşı oluşturduğu tehdidin etkisi de inkâr edilemez. Bağdat Paktı, Türkiye’nin sadece Sovyetlerle değil, Irak dışında diğer Arap Devletleriyle ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştur. Türk Yöneticileri, İngiltere’nin bu pakt ile Ortadoğu’da varlığını sürdürmeye çalıştığını göz ardı etmiş, Bağdat Paktı’na katılmak konusunda Arap Devletleri arasındaki hoşnutsuzluğu yalnızca Ortadoğu’da bir liderlik yarışı olarak değerlendirmişlerdir.165 Bu durum da Paktın gelişimini engellen sebeplerden olmuştur; çünkü Araplar aralarında Türkiye, Pakistan, İran gibi kuvvetli İslam devletlerinin bulunduğu bir oluşuma katılmayı hazmedemeyebilirdi.166 164 Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.491–492 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.280–282 166 Abdülahat Akşin, a.g.e. , s.122 165 76 Demokrat Parti Hükümeti, Paktın başarısızlığını sadece Araplar arasındaki liderlik yarışı sebebine bağlarken, Batı’nın herkes tarafından kendisi kadar hayranlık duyulan bir güç olmadığını kabul edememiştir. Zira Pakt üyesi devletler bile pakttan beklediklerini bulamadıkları durumda derhal kendilerine başka bir yön çizebileceklerini hissettirmişti. Pakistan dahi Keşmir sorununda arzu ettiği desteği bulamazsa pakta karşı nötr bir tavır ortaya koyacağını belirtmiştir. Oysa Türkiye’nin de bu sırada bir Kıbrıs meselesi vardı ama Türk Hükümeti Kıbrıs bizim olmasa ben yokum diyememiştir.167 Yani Demokrat Parti’nin Batı yanlısı politikaları ile maalesef sadece Ortadoğu’da üstlenilen görevde değil milli davamızda da bir fayda sağlanamamıştır. Pakt İsrail’i de memnun etmemişti. Bir de Türkiye’nin Arap Devletleri’nin Pakta, Türkiye İsrail’i tanıdığı için katılmıyor düşüncesi ile İsrail’deki elçisini geri çekmesiyle Türk- İsrail ilişkilerinin de bozulmasına sebep olmuş, yine de pakt için hiçbir gelişme olmamıştı.168 Sonuç itibariyle Amerika’nın yönlendirmeleri doğrultusunda 1955’de kurulan Bağdat Paktı, Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri soğutan bir faktör olmuştu. Türkiye, Arap ülkelerini Ortadoğu’daki savunma paktının oluşumuna katılmaya teşvik ettiyse de, Arap dünyası Batı’nın hâkimiyetindeki bir ittifakta yer almayı reddetmişti. Türkiye, Bağdat Paktını, kendi güvenliğinin korunması açısından Batı’yla ilişkilerini geliştirmek ve toplumsal ve ekonomik gelişmesini hızlandırmak için gerekli görürken, Arap ülkeleri bu türde bir savunma paktının, Batı’nın emperyalist emellerini gerçekleştirmek ve Arap dünyasını tekrar sömürgeleştirmek için kullanacağı bir araç olduğuna inanmıştı. Daha da kötüsü, Bağdat Paktı’nın kurulmasıyla birlikte Ortadoğu ülkeleri de Sovyetler Birliği ile ilişkilerini yoğunlaştırmıştır.169 Yani bir anlamda planlar zıt gelişme göstermişti. Bunun bir sebebi de Bağdat Paktı görünürde Komünist 167 Akis,29 Mart 1958 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.280–282 169 Gamze Güngörmüş Kona, “Türkiye ve Orta Doğu: Bugünü Belirleyen Arka Plan”, http://www.turksam.org/tr/a1402.html,29.04.2008 168 77 tehlikesine karşı oluşturulan bir savunma örgütü olsa da katılan devletlerin de farklı beklentilerinin olmasıydı. Pakt üyelerinden Komünizmle mücadele konusunda en samimi olanı yine Türkiye’dir diyebiliriz. 2. 4. 1. Bandung (Asya-Avrupa) Konferansında Türkiye’nin Tutumu II. Dünya Savaşından sonra Asya ve Afrika’da bağımsızlıklarını elde eden devletler ekonomik olarak büyük zorluklar yaşamıştı. Bu durum dünyanın iki kutuplu düzeninde bu devletleri kontrol altına alabilme, kendi bloğuna katabilme yarışına sebep olmuştu. Ancak bu devletler her hangi bir bloğa dahil olmadan kendi güçleri ile varlıklarını sürdürmek istiyorlardı.170 Çünkü bu devletlerin sömürgenin pençesinden kurtulması hiç de kolay olmamıştı ve tekrar bu pençelere yakalanmak istemiyorlardı. Bu sebeple 18– 24 Nisan 1955 tarihinde Endonezya’nın Baundung (Bandoeng) şehrinde bir araya gelen bu devletler, milli ve milletlerarası politikalarında ne gibi esaslara dayanmak gerektiğini kararlaştırmak amacıyla toplanmıştır. Konferansın amacı, yeni bağımsızlıklarını alan Afrika ve Asya ülkelerinin, Amerika ve Sovyet Rusya gibi iki büyük nükleer güç karşısında varlıklarını korumak için bir birlik ve dayanışma sağlamaktı. Konferansı düzenleyen devletler: Hindistan, Pakistan, Endonezya, Birmanya, Seylan’dı. Bu devletler hiçbir din ve ırk ayrımı gözetmeksizin tüm Asya devletlerini Bandung Konferansına davet etmişlerdi.171 Konferansa 29 devlet katılmıştır. Fakat bu devletler siyasal sistem ve dış politikaları itibariyle birbirlerinden o derece farklıydı ki, Asya Devleti olarak davet edilen Türkiye, bu konferansta bir bakıma NATO'nun temsilcisi idi.172 Esas itibariyle bu toplantıya katılan Türk heyetinin görevi, bu devletlerin emperyalizme karşı oluşturacakları bir cepheyi de önlemekti. Bu doğrultuda Konferansta en hararetli tartışmalar, Batı'nın temsilcisi durumunda bulunan ve milletlerarası komünizm tehlikesi karşısında tarafsızlığın tehlikelerine işaret eden Türkiye 170 Turgay Merih, a.g.e. , s.157 Apdülahat Akşin, a.g.e. , s.137,Ayrıca bknz: Zafer Gazetesi, 24 Nisan 1955 172 Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.566 171 78 Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Hindistan'ın komünist veya antikomünist her türlü kuvvet gruplaşmasının karşısında olduğunu ve NATO'nun sömürgeciliğin en güçlü koruyuculuğundan biri olduğunu ileri süren Hindistan Başbakanı Nehru arasında olmuştur. Fatin Rüştü Zorlu 21 Nisan’da yaptığı konuşmada komünist tehlikesi üzerinde durmuş, tarafsızlık siyasetinin iyi niyetli ancak yanlış bir yol olduğunu belirtmişti. Hindistan Başbakanı Nehru’da sert bir cevap konuşması yaparak, NATO’nun sömürgeciliği koruduğunu, her iki bloğunda yanlış politikalar yürüttüğünü ve bunların savaşa yol açabileceğini belirtmişti.173 Türkiye, Konferans’ta Batı Bloğu’nu ve NATO’yu savunmasına karşılık Amerikan yardımı ile ödüllendirilmiştir.174 Fakat bu durum ileriki yıllarda Asya ve Afrika Devletleri’nin, Kıbrıs meselesinde Türkiye’yi yalnız bırakmasına sebep olmuştur.175 Aynı zamanda Türkiye’nin bu konferansta sömürgeci devletlerin savunucusu rolünü üstlenmesi sebebiyle bu konferansta bulunan ve çoğu yeni teşekkül etmiş olan Müslüman devletlerin, sempatisi kazanılamamıştır.176 Oysa Demokrat Parti yöneticileri durumu adeta tozpembe görüyorlardı. Buna kanıt olarak Fatin Rüştü Zorlu’nun 24 Şubat 1956’da TBMM’de yaptığı konuşmayı örnek gösterebiliriz. Bu konuşmasında Fatin Rüştü Zorlu, Bandung Konferansı ile ilgili olarak, Dünya iki kampa ayrılmış olmakla beraber ayrıca bir sözde tarafsızlar grubu da oluştuğunu, bunların Batıyı da, Doğuyu da kendi hallerine bırakarak ve savunma paktlarının dışına çıkarak ayrı bir blok kurmağa çalıştıklarını söyleyerek şu sözleri eklemiştir: “Dünyaya yaymağa çalıştıkları fikir, tarafsızlık fikri idi. Bu devletlerin çoğu Garp müstemlekeciliğinden henüz kurtulduğu için. Garp devletlerine muğber olmaları muhtemel görülerek, onları Rusya’nın politikasına doğru götürmek hedefini güden bir hareket mevzuubahisti. Hindistan, öncülük rolünü oynuyordu. Hindistan dostumuz olmasına rağmen, dünya görüşünde, 173 Hüseyin Bağcı, a.g.e. , s.60 Feroz Ahmad, Bedia Turgay Ahmad, a.g.e. , s.135,Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.566 175 Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 3.Baskı, Filiz Kitapevi, İstanbul, s.130–133 176 Ayın Tarihi, 01.02.1956 174 79 kendisiyle ayrılıyorduk. Biz, taarruzdan kurtulmak için ancak fedakârlıkları göze almak ve birleşmek lâzım geldiğini ileri sürüyorduk. Halbuki, onlar, Gandi felsefesini takip ediyorlar ve silâhlanmamak, fakat herkese karşı dostuz demek ve bir tarafsızlık politikası takip etmek suretiyle düşmanlığı yenebileceklerini umuyorlardı. Bu politika, Türk felsefesine de. Müslüman felsefesine de uymaz. Biz silâha silâhla,- tokada tokatla mukabele eden bir milletiz… Biz orada kendi politikamızı, dostlarımızla birlikte savunacaktık. Müttefiklerimiz de konferansa katılmamızı arzu ediyorlardı. Çünkü bir milyarı aşan "bir kitlenin bu mümessilleri, atom silâhının' müdafaa harbinde dahi kullanılmamasına taraftarlık etmekte idiler. Hâlbuki bugün, demokrasi cephesinin en büyük üstünlüğü, atom silâhına dayanıyor. Bu silâh bertaraf edildiği anda bir tehlikenin Hindistan’a, İran’a vesaire yerlere doğru nasıl akacağını kolaylıkla kavramak mümkündür. Konferansta, biz yalnız değildik. Bizim gibi düşünen Irak, Pakistan, İran, Sudan, Lübnan ve daha birçok devletler de vardı. Orada biz müstemlekeci fikirleri müdafaa etmedik. Birleşmiş Milletler anayasasına iştirak etmiş bir millet olarak, esasen bunu yapmamıza imkân yoktu. Bilakis, Bandung Konferansı kararları ile müstemlekeciliği mahkûm ettik. Müstemlekecilik ortadan kalkmalıdır, dedik. Şimalî Afrika da takip ettiği politika bakımından Fransa’ya doğru yolu göstermeğe çalıştık. Konferansa katılan devletlerin birçok mümessilleri gelip bize teşekkül ettiler. Daha konferansa gittiğimiz zaman, önümüze çıkarılan ruznameyi reddettik. Konferans, aklıselim ile hareket eden memleketlerin hâkimiyeti altında cereyan etti. Atom silâhım mahkûm ettirmedik. Tarafsızlığın kötü bir şey olduğunu söyledik. Hem, kalp kazandık, hem Türkiye’nin prestijini yükselttik.”177 Kemal Bağlum’un eserinde belirttiğine göre 1956 yılında bu sözleri sarf eden Fatin Rüştü Zorlu 1959 yılında şunları söylemektedir: “bizim en büyük hatamız kayıtsız Amerika’ya tabi olmamız. Böyle bir politika sonsuza kadar devam edemez. Türkiye sırtını Amerika’ya dayamakla hiçbir sonuca 177 Ayın Tarihi, 24 Şubat 1956 80 varamaz. Aksine kendimizden çok şey veririz, yine de onları memnun edemeyiz. Eğer Türkiye Uluslararası Platformda haklı olduğu bir davada Amerika’ya rağmen, aksine bir görüş ortaya koyabilse, saygınlığımız daha da artar. Böyle bir politikayı uygulayan devletler her zaman öteki devletler nezdinde sözü dinlenen ve dikkate alınan devlet durumuna gelmiştir. Türkiye NATO ve Amerika’nın yanı sıra Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Sovyetler ile belli ölçüde, Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda yeni bir politika izlemek zorundadır. Bunu yaparken çok dikkatli hareket etmek lazımdır. Ölçüyü kaçırdığımızda saygınlığımızı bitirebiliriz.” Bu açıklama gösteriyor ki Demokrat Parti yöneticileri geçte olsa yanlışlarını fark etmiştir. Ancak Bandung Konferansı gerçekleşmiş ve yine Türkiye Batı yanlısı bir tutumundan ötürü Ortadoğu’da bunun etkisini görmüştür. Ancak bu kez kendi vatan toprağımızda, kendi milli davamızda, uluslararası platformda Asya ülkelerinin desteğinden mahrum kalınmıştır. Çünkü devletlerarası ilişkilerde pişmanlıklar değil, tarih daha etkilidir. Bu sebeple bir ülkeyi yöneten idarecilerin daima ileri görüşlü olabilmeleri, günü kurtarmak adına bir milletin geleceğini zan altında bırakabileceklerini düşünmeleri gerekir. 81 2. 4. 2. Süveyş Krizi Ve Türk-Amerikan İlişkileri Demokrat Parti Döneminde Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerimizde büyük bir gerileme yaşarken, Türkiye’nin Batı’yla olan bağları doruk noktasına ulaşmıştır. Batı’nın önderliğindeki güvenlik kuruluşu NATO’ya 1952 yılında alınması Türkiye'yi, Batı’ya özellikle Amerika’ya bağımlı kılarken, diğer yandan Ortadoğu bölgesinden daha fazla uzaklaştırmıştır. Demokrat Parti Hükümeti, Batı desteğiyle Ortadoğu’da attığı her adımda Ortadoğu devletlerinden bir adım daha uzaklaşmıştır. Demokrat Parti Hükümeti, Bağdat Paktı’na yeni üyeler kazandırmak için çabalamaya devam ederken, Arap dünyasında özellikle Mısır’ın pakt karşıtı gösterileri de gün geçtikçe artıyordu. Bu durumdan son derece rahatsız olan Demokrat Parti Yöneticileri, Amerika’yı Pakta daha fazla destek olması için sıkıştırıyordu. Bu noktada Amerika’nın, Mısır’ın, Asuan Barajı* Projesini finanse etme tekliflerini geri çekmesi, Demokrat Parti tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Ancak Mısır’ın(Nasır’ın) bu karara Süveyş Kanalı’nı millileştirerek cevap vermesi Batı’lı Devletler gibi Türk Hükümetini de şaşırtmıştır.178 Nasır’ın, Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararını ilk aşamada Türkiye, Amerika ve İngiltere ile birlikte kınamıştır. Aslında kanalın millileştirilmesi meselesi Türkiye’nin çıkarları için hayati bir önem taşımıyordu. Türkiye’nin kanal ortaklığında da bir payı yoktu. Bu açıdan Türk Hükümeti’nin tepkisini, kendisinin Batı politikalarıyla bütünleşme çabalarından ileri geldiğini söyleyebiliriz. Ayrıca Batı kontrolünden çıkmış bir Süveyş Kanalı’nda Sovyet tehdidinin artması ve Türkiye ile Mısır arasındaki olumsuz hava da Türkiye’nin bu tepkisinde etkili olmuştur. Çünkü bu dönemde Mısır, Nasır’ın liderliğinde ülkeyi ve bölgeyi Batı etkisinden kurtarmaya çalışırken, Türkiye * Asuan Barajı: İngiltere’nin bu dönemde dünyanın en büyük tekstil üreticisi olarak pamuk kıtlığını giderebilmek için Mısır'ı büyük bir pamuk üreticisi durumuna getirme istemi ile oluşmuştur. Mısır'a Nil kaynaklarının % 66'sını kullanma hakkını kazandırırken Etiyopya gibi Suyun kaynağı olan ülkelere baraj yasağı koymuştur. 178 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s. 290–291, Turgay Merih, a.g.e. , s.180–185 82 ise Demokrat Parti hükümeti ile bölgedeki Batı bağlantılarını güçlendirmeye çalışıyorlardı. Türk Hükümeti, Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararına sert bir tepki ve bir ittifak ile cevap verilmesini istiyordu. İngiltere ve Amerika açısından bakıldığında ise onlar öncelikle diplomatik girişimlerle sorunu çözme yolunu tercih ediyorlardı. İngiltere, Amerika’ya oranla daha sert tepkiler vermiştir. Çünkü her şeyden önce kanalı en çok kullanan ülke İngiltere idi. Ayrıca o dönemde İngiltere, Ortadoğu Petrolüne tamamen bağımlıydı. En önemlisi kanal psikolojik açıdan İngiltere’nin Ortadoğu’da nüfuzunun bir sembolü niteliğindeydi. Bu sebeple İngiltere, askeri bir hareketin bölgede büyük tepki çekmesinden de endişelendiği için öncelikle diplomatik yollarla Mısır’la uzlaşma yoluna gidecektir. Bu konuda Amerika’yla da anlaşan İngiltere, 16 Ağustos 1955’te Londra’da 22 devletin katıldığı bir konferans düzenlemiştir. Türkiye’de bu konferansa katılan devletlerden birisidir. Türkiye’nin konferansa katılması konusunda Batı’lı devletlerin şüpheleri vardı; Çünkü Türk Boğazları’nı Mısır Hükümeti örnek gösterebilir, bu durum Boğazlar konusunda yeni görüşmelere yol açabilirdi. Ancak Türkiye bundan bir endişe duymadan konferansa katılmıştır. Mısır konferansa katılmadığı için Boğazlar konusu da gündeme gelmemiştir. Bu konuda Ahmet Emin Yalman, Vatan gazetesindeki yazısında “…Mısır’ın yaptıklarına baktıktan sonra, Türkiye’nin ne demek olduğunu, hür dünya için ne gibi bir kıymet teşkil ettiğini, dünya nihayet öğrenecektir. Bizim de elimizde dünyanın can damarları olan boğazlar var... biz bu sayede menfaatler sızdırmak için maceralara atılmadık atılmayız”179 diyordu. Konferansta, Türkiye, Kanalı yönetmek için uluslar arası bir yapının oluşturulması fikrine dayanan Amerikan tezini desteklemiştir. Ancak Mısır Hükümeti Eylül ayında Londra Konferansında alınmış olan kararları kabul etmeyeceğini belirtmiş; Ancak Amerika bu şekilde bir örgüt kurulması önerisinden vazgeçmemiştir. 19 Eylül 1956’da Londra’da ikinci bir konferans toplanmıştır. Türkiye 179 Ahmet Emin Yalman, “Kopan Kıyamet”, Vatan Gazetesi, 28.08.1956 83 bu konferansta da Amerika’nın önerdiği “Kanalı Savunanlar Birliğinin” kurulması lehinde oy vermiştir. Mısır Hükümeti bu konferansa da katılmamış ve söz konusu birliğin kurulmasını reddetmiştir. Bu sırada İngiltere, Mısır’ın ikna olmaması durumuna karşı Askeri bir hareketin de planlarını yapmaktaydı. Nasır’a karşı planlanan askeri harekâtta İngilizler ve Fransızlar* ortak hareket edeceklerdi. Ancak İngilizler ve Fransızlar bu bölgede tümüyle saldırgan görünmemek için İsrail ile ortak hareket edecekleri bir plan yapmışlardı. Buna göre İsrail, Mısır’a saldıracak, İngilizler ve Fransızlar da bölgede huzuru sağlama bahanesi ile kanala askeri müdahalede bulunacak askerlerini yığabileceklerdi. Bu plan gereği 26 Ekim 1956’da İsrail, Mısır’a saldırınca İngilizler ve Fransızlar, durumdan habersizcesine İsrail ve Mısır Hükümetlerine ültimatom vererek her iki tarafında kanaldan 10 mil geri çekilmelerini istemişlerdi. Hemen ardından da kanalı koruma bahanesiyle kanal civarındaki stratejik noktaları işgal etmeye başlamışlardır. Ancak yapılan planlara rağmen bu durum dünya kamuoyunda büyük tepki ile karşılanmış, İngiltere ve Fransa dünya kamuoyunda saldırgan devletler olarak büyük tepki görmüşlerdir. Burada önemli olan nokta ise Amerika’nın tavrı olmuştur ki bu zamana kadar Ortadoğu bölgesini Komünizm tehlikesinden korumayı görev edinmiş Amerika bu kez, kendi müttefiklerine karşı Sovyetler Birliği ile birlikte hareket ederek, İngiltere’ye kanaldan çekilmesi ve ateşkes ilan etmesi için baskı yapmıştır. Hatta Amerika, Ateşkes önerisini BM genel kuruluna götürür. Türkiye bu durumda yine Amerika ile paralel bir politika izlemiş ve Amerika’nın ateşkes çağrısına lehte oy vermiştir. Anlaşılan Türkiye, Mısır’a karşı girişilen harekâttan memnun olsa da Batılı müttefikleri arasında bir tercih yapması gerektiğinde yine Amerika’yı desteklemiştir. Çünkü Türk Hükümeti’nin Amerika’ya rağmen bu harekâtı desteklemesi mümkün değildi. Sonuçta Birleşmiş Milletler genel kurulunda ateşkes önerisinin kabul edilmesi, 6 Kasım 1956’da İngiltere’nin ateşkes ilan etmesini sağlamıştı. Ancak İngiltere ve Fransa’nın kanal bölgesine müdahalesi Ortadoğu’da, Batı * Fransa’nın Nasır’a karşı askeri bir harekete dahil olması büyük ölçüde Nasır’ın Fransızlara karşı Cezayirlileri desteklemesinden kaynaklanıyordu. 84 politikaları açısından yeni zorluklara yol açmıştır. Bu durum bölgede sadece İngiltere’nin değil, NATO ve Bağdat Paktı’na dahil olan Türkiye dahil tüm müttefiklerinin prestijini sarsmıştır.180 Amerika’nın durumu fark edip yaptığı manevralar ve Sovyetlerle birlikte Ateşkes baskılarında bulunması da Ortadoğu’da Batı’nın sarsılan imajını kurtarmaya yetmemiştir. Ancak Süveyş Krizi bölgede İngiltere, Fransa ve İsrail’i tamamıyla düşman haline getirmiştir. Başka bir deyişle Fahir Armaoğlu’nun belirttiği gibi İngiltere ve Fransa Ortadoğu’da kaş yapayım derken göz çıkarması Nasır’ın ve Sovyetler Birliği’nin bölgedeki etkinliğini yok etmek isterken attırmış, kendileri gibi müttefiklerinin de itibarını sarsmıştı. Süveyş Krizi Batılı emperyalistlerin arasını bozmuştu. Amerikan Başkan Yardımcısı Nixon,“…İngiliz-Fransız bağımsızlığımızı gösterdik...” diyordu. 181 Politikalarına karşı Şüphesiz ki Bu durumdan en karlı çıkan Batılı Devlet Amerika olmuştur. Amerika bundan sonra kısa sürede Orta Doğu’da egemen güç olacaktır.182 2. 4. 3. Eisenhower Doktrini Ve Türkiye Süveyş Krizi İngiltere’nin Ortadoğu bölgesindeki etkisine büyük bir darbe vurmuş, İngiltere’nin bölgeden tamamen çekilmeyi düşünmesine sebep olmuştur. Ayrıca Mısır Hükümeti de 19 Ekim 1954 tarihli Süveyş Antlaşması'nı, Süveyş Krizi sırasında feshederek, Batı ile bağlarını koparmıştı. Böyle bir durum bölgede Sovyetler Birliği tarafından doldurulacak bir otorite boşluğuna sebep olabilirdi. Bu durum ise Amerika için kabul edilemezdi. Bu sebeple Süveyş Krizi, Amerika’nın bu bölgeyle ilgili politikasına yeni bir boyut getirmiştir.183 Kriz Amerika’ya artık bölgede direk olarak harekete geçme zamanının 180 Ayşegül Sever, a.g.e. , s. 164–166 Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası Düşler ve Entrikalar, s.194–195 182 Harpal Brar, Ella Rule, Ortadoğu ve Emperyalizm, Çev.Evren Mardan, Papirüs Yay. I.Basım, Nisan 2004, s.18 183 Gamze Güngörmüş Kona, “Ortadoğu’nun Yeni Sınırları”, Görüş Dergisi, S. 55, N. 54, , İstanbul, 2003, s.16–25, Haluk Gerger, a.g.e. , s.83 181 85 geldiğini göstermiştir. Ayrıca bu dönemde Bağdat Paktı üyelerinin de Amerika’ya pakta katılması için yaptığı yoğun baskıların da etkisiyle Amerikan Başkanı Eisenhower artık Ortadoğu’da direk olarak harekete geçmeye karar vermiştir.184 Yani artık Amerika yeni bir Ortadoğu saldırısı için harekete geçecektir. Bunun için 5 Ocak 1957’de Amerikan Kongresinde bir konuşma yapan Eisenhower, bu saldırı için ilk adımı atmış oluyordu. Bundan sonra Eisenhower Doktrini olarak anılacak bu konuşmada Eisenhower, kongreden özetle Ortadoğu’ya yönelik bir Sovyet tehdidine veya Komünist saldırısına, komünizmin denetimi altındaki her hangi bir ülkenin saldırısına karşı, yardım isteyen bölge ülkelerini, gerekirse askeri müdahale yolu da dahil olmak üzere, koruma kararlılığında olduğunu belirtmiş ve kongreden bu konuda yetkilendirilmek istemiştir.185 Bu teklifin kongre tarafından 9 Mart 1957’de kabul edilmesinden sonra, Başkan Eisenhower komünizmle yönetilen herhangi bir Devlet tarafından saldırıya uğrayacak herhangi bir Ortadoğu Devletinin, askeri yardım da dahil olmak üzere her şekilde Amerika tarafından savunulacağını beyan etmiştir.186 Tarihte Eisenhower Doktrini olarak anılan bu plan doğrultusunda Ortadoğu Devletleri ile görüşecek olan Büyükelçi James P. Richard, Ortadoğu turuna çıkmış ve Türkiye’ye de uğramıştı. Büyükelçi ziyaret esnasında Türk Hükümeti ile görüşmelerinde “Birleşik Amerika, Türkiye'nin kuvvetli ve kahraman bir dostu olduğunu iyi bilmekte ve bunu takdir etmektedir. Askerlerimiz Kore'de, harbe mecbur edilen bu memlekette ve dolayısıyla bütün dünyada, Birleşmiş Milletler Anayasasının prensiplerini muhafaza etmek için yanyana savaşmıştır. İzah etmek üzere burada bulunduğum program Kore'de uğrunda savaşmış olduğumuz prensipleri daha da desteklemektedir. Bu, Birleşik Amerika'nın Ortadoğu’daki dostlarına hürriyetlerini idame ve sulhu teminde yardım etmek istediği kooperatif bir programdır. Türkiye ile Birleşik Amerika arasındaki sıkı dostluğun buradaki görüşmelerimiz için kuvvetli bir temel temin ettiğini ve 184 Nasuh Uslu, a.g.e. , s.125 Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, Düşler… , s.203 186 Gamze Güngörmüş Kona, a.g.m. , s.18 185 86 Türk resmî şahsiyetleri ile yapacağımız toplantıların fevkalâde istifadeli olacağını biliyorum.»187 demiştir. Menderes hükümeti bu yeni doktrini, 1947 yılında Truman Doktrini ile başlayan askeri ve ekonomik yardımların şimdi Ortadoğu ülkelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesi olarak değerlendirmiştir. Menderes Hükümeti bu yardım sayesinde bu sırada iç politikada yaşanan olumsuz havanın düzeltilebileceğini ümit etmiştir. Çünkü bu sırada ekonomi büyük bir düşüş yaşıyor ve bu durum Menderes Hükümetine büyük güçlükler yaşatıyordu. Bu sebeple Türk Hükümeti, sadece doktrini desteklemekle kalmayacaklarını aynı zamanda bölgede gerçekleştirilmesi için de üzerlerine düşeni yapmaya hazır olduklarını belirtmiştir. Bu sayede Türkiye, Amerika’nın yanı sıra bölgede önemli bir rol oynamış olmayı da hedefliyordu. Eisenhower Doktrini’nin açıklanmasından kısa süre sonra İngiltere dışındaki Bağdat Paktı üyesi devletler ortak bir tebliğ yayınlayarak doktrinin Komünist tehlikesine karşı Ortadoğu bölgesinin korunacağının belirtmesinden memnun olduklarını bildirmişlerdir. İngiltere memnun değildir. Çünkü Amerika, Süveyş Krizinde Sovyetler Birliği ile birlikte İngiltere ve Fransa’nın ateşkes ilan etmeleri için baskıda bulunmuştu. Şimdi ise Amerika, Ortadoğu’da üstünlüğü ele geçiriyor ve gerektiğinde bölgeye müdahaleye hak kazanıyordu.188 Yani Amerika bundan sonra her hangi bir problemde Ortadoğu’ya doğrudan doğruya silahlı müdahalede bizzat bulunacaktır. Orta Doğu’da komünizm tehlikesini önlemek üzere hazırlanan Eisenhower Doktrini Lübnan’a yapılan 10 milyon dolarlık bir iktisadî yardımla yürürlüğe girmiştir.189 Eisenhower Doktrini ile Amerika Ortadoğu’da sorumluluğu üstlenmiştir. Bu onlara göre komünizmle mücadele adı altında bize göre petrol kaynaklarını korumak yahut sömürmek için olsa da artık Ortadoğu Türkiye ve Amerika ekseninde yeni bir dönem başlamaktadır. Bu Doktrin 187 Ayın Tarihi,04.03.1957 Hüseyin Bağcı, a.g.m. , s.88–91 189 Ayın Tarihi, 3 Nisan 1957 188 87 Amerika’nın II. Dünya Savaşından sonra yöneldiği Ortadoğu’da sorumluluğu tam olarak üzerine aldığı dönemin başlangıcı olmuştur. 2. 4. 4. Suriye Olayları Ve Amerika’nın Etkisi Suriye hükümeti, Süveyş Krizi sırasında Mısır’ı desteklemiş, Sovyetler Birliği ile çok yakın ilişkiler kurmuş, Sovyetler Birliği’nden silah satın almıştı. Bu net olarak bilinmemekle birlikte Suriye, Rusya’dan silâh ve teknik yardım aldığını inkâr etmemişti. Çin Halk Cumhuriyeti’ni de tanımıştı. Aynı zamanda Suriye Hükümeti Eisenhower Doktrini’ni kabul etmeyen Ortadoğu Devletleri’nden birisiydi. Suriye’nin bu tutumu Batılı Devletleri öncelikle Petrol transferi noktasında endişelendirmişti. Çünkü Irak Petrollerinin boruları Suriye’den geçiyordu ve Suriye ordu birliklerinin bu boruları tahrip etmesi Batı Avrupa’da sıkıntılı günler yaşanmasına sebep olmuştu. Bu sırada Ürdün Kralı Hüseyin, Nasır taraftarlarını ülkeden uzaklaştırmış ve bu kişiler Suriye’ye sığınmıştı. Bu durum Suriye’de Batı aleyhtarlığının hat safhaya ulaşmasına sebep olmuştu. Ayrıca Suriye’de Genelkurmay başkanlığına komünist eğilimli Albay Bızri’nin getirilmesi kısa sürede Suriye’de dünyanın ilgilendiği bir güvenlik problemine dönüşmüştür. Türkiye ise güney sınırındaki bu olaylardan endişe duymaktaydı.190 Türkiye gibi bu gelişmelerden endişe duyan Irak ve Ürdün’ün Kralları 22 Ağustos 1957’de, Amerika Dış İşleri Bakanı Loy Henderson da 24 Ağustos 1957’de İstanbul’a gelerek konu hakkında görüşmelerde bulunmuştur. Amerikan Dış işleri Bakanı, Türkiye’nin ardından Irak, Lübnan ve Ürdün’e de ayrı ayrı ziyaretlerde bulunmuştu ve görüşmeleri sonunda Suriye’nin, özellikle Ürdün’de Kral Faysal’ın aleyhine çalışmalarda bulunduğunu ve Sovyetler Birliğinden silah aldığını belirten bir rapor vermişti. Bunun üzerine Amerikan Hükümeti Ürdün’e yapılan askeri yardımı hızlandırmıştı.191 190 191 Ayın Tarihi,23 Ocak 1957, Mahmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.300 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.306–307, Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl… , s.577 88 Başbakan Adnan Menderes, 24 Eylül 1957’de Suriye’nin durumu ile ilgili bir açıklama yaparak, Suriye’nin silahlanmasının makul sınırları aştığını ve buranın Sovyetler Birliği tarafından silah deposu haline getirildiğini belirtmiştir. Bu durum karşısında tüm dünyanın barış için, güvenlik için dikkatini Ortadoğu’da toplamasını ve Sovyetler Birliği ile Suriye’nin bu hareketlerine karşı önlem alınmasını isteyen Başbakan Adnan Menderes, Türkiye’nin, Suriye ile uzun bir sınırı olduğunu bu sebeple de güney sınırındaki gelişmelerin milli güvenliğimiz açısından büyük tehdit oluşturduğunu dile getirmiştir. Bu durum Ortadoğu’da kısa sürede SuriyeSovyetler Birliği, Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri krizine dönüşmüştür. Sovyetler Birliği 10 Eylül 1957 bir nota vererek Türkiye’yi Suriye’ye karşı saldırı emelleri beslemekle suçlamıştır. Başbakan Adnan Menderes 30 Eylül’de Sovyetler Birliği’nin notasına cevap vererek, Türk Devleti’nin hiçbir ülkeye karşı saldırgan bir niyette ve tavırda olmadığını ancak kendisini korumak için çeşitli tedbirler aldığını ve buna da hakkı olduğunu belirtmiştir. Çünkü Türkiye Suriye ile uzun bir sınıra sahiptir ve Suriye’de kurulacak komünist bir düzen ilk olarak Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecektir. Ayrıca “gösteriş ve şantaj da olsa, Suriye’nin komünist bir rejimle idaresi keyfiyeti, kendisini komünist propagandalarına merkez veya vasıta olmaya veya yıkıcı tahriklere mülayim davranmaya sevk ve icbar edeceği cihetle uzak yakın Arap ve Müslüman memleketlerini kendisinden şüphelendirmeğe, hatta aleyhinde ihtiyat tedbirleri almaya mecbur edecek kâfi bir mazeret ve sebepti.”192 Adnan Menderes konuşmasına dünyada barışın korunması için çabalayan bir ülke olarak bu konuda başkalarından öğrenecek çok şey olmadığını da eklemiştir. 8 Ekim 1957 tarihinde ise Suriye ve Türkiye arasındaki gerginlik sınır olaylarının patlak vermesine yol açmıştır. Suriye Hükümeti, Türk Hükümeti’ne sınırda tahrikçi hareketlerde bulunulduğunu ve Suriye hava sınırlarını ihlal edildiğini belirterek bir nota vermiş ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine de şikâyette bulunmuştur. Türk Hükümeti bu notaya cevabında da güney 192 Hürriyet Gazetesi, 28.08.1957 89 sınırını savunma amaçlı bazı tedbirlerin haklı olarak alındığını ancak Suriye tarafından ileri sürülen iddiaların tamamen yersiz olduğunu belirtmiştir. Bu sırada Sovyetler Birliği, Amerika’yı da Türkiye’yi Suriye’ye karşı kışkırtmakla suçluyor ve Türkiye’nin bir savaş çıkarsa buna bir gün bile dayanamayacağını beyan ediyordu. Amerika bu açıklamalara karşılık bir bildiri yayınlamış ve Türkiye’ye yapılacak her hangi bir saldırıda Amerika Birleşik Devletleri’nin NATO içerisindeki yükümlülüklerini derhal yerine getireceğini ve bütün gücüyle Türkiye’ye yardım edeceğini beyan etmiştir. Diğer taraftan Suudi Arabistan Kralı da Ortadoğu’daki bu gerginliği gidermek, Suriye ile Ürdün ve Türkiye arasındaki problemleri yatıştırmak için harekete geçmiştir. Bunun için ilk olarak Şam’ı ziyaret eden Suut aynı zamanda Türkiye, Ürdün, Lübnan ile de yazışmalar yapmıştır. Kral Suut’un bu ziyaretinden sonra Suriye ve Ürdün ilişkilerinin biraz olsun düzelmiş olduğu da gözlenmiştir. Çünkü Ürdün Kralı Hüseyin 16 Ekim tarihinde Amman’da İngiliz, Amerikan, Türk büyükelçileri ile yaptığı bir toplantıda, elçilere Suriye’ye yapılacak bir saldırı’nın bütün Arap Devletlerine yapılmış bir saldırdı olarak kabul edileceğini belirtmiştir. Aynı şekilde Kral Suud’un Lübnan’ı ziyaretinin ardından da 20 Ekim’de bir bildiri yayınlanarak Suriye’ye da her hangi bir Arap devletine karşı bir saldırı durumunda birlikte karşı konulacağını belirtmişlerdir.193 Görüldüğü gibi Arap Devletleri bile Batı’ya karşı birlik olabiliyor birbirlerini destekleyerek Batı’nın her sözüne boyun eğmiyorlardı. Ancak onlar da bunu yaparken dünyanın dengesini bozamıyor ve mecburen diğer taraftan güç almak zorunda kalıyorlardı. Yani bu düzende Ortadoğu’da Amerika’nın ya da Sovyetlerin desteğine sahip olmadan bir politika gütmek imkânsızdı. Türkiye, Suriye konusunda endişe duymasına rağmen iyi niyet göstererek, Suriye’ye karşı hiçbir saldırı düşüncesinin bulunmadığını her fırsatta belirtmiştir. Ancak Suriye gerek Arabistan Kralı’nın arabuluculuk 193 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.309 90 faaliyetlerine gerekse Türkiye’nin iyi niyetine karşı olumsuz bir yaklaşım sergilemişti. Sonuç olarak Suriye Bunalımı, II. Dünya Savaşından sonra dünyada yükselmiş olan iki devletin çekişmesinin Ortadoğu’da dolaylı olarak kendini göstermesidir. Suriye’nin iç durumundan faydalanan Sovyetler Birliği bu ülkeyi kendi nüfuzunu Ortadoğu’da yaymak için elverişli bir alan olarak belirlemişti. Fakat Komünizmin Ortadoğu’da güç kazanmasını istemeyen Batılı Devletlerde Sovyetler Birliği’nin Suriye’ye yerleşmesine engel olmak istemişlerdi. Bu sorunla Batı’nın istediği doğrultuda mücadele edecek devlet de Türkiye’dir. Çünkü Türkiye, Suriye ile uzun bir sınıra sahiptir ve Suriye’de kurulacak komünist bir düzen ilk olarak Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecektir. Ortadoğu’daki bu olaylar karşısında dönemin gazetecilerinden İhsan Barlas “Süveyş harekâtında İngiltere’nin elini kolunu bağlayanlar, şüphesiz şimdi pişmanlık duymaktadırlar.” Diyordu. İhsan Barlas Amerika’nın ünlü gazetelerinden New York Times’ın Ortadoğu’da Sovyet varlığı hakkındaki şu değerlendirmezsini de yazısına eklemişti: “Sovyetler Orta Şarkta askeri bir tecavüz politikası gütmüyorlar ve bu yüzden, ne Eisenhower Doktrini, ne Bağdat Paktı, komünist politikasını Önleyici kuvvettedir. Şimdi Ruslar, iktisadî, fikrî, sosyal şekillerde bu memleketlere sızmağa çalışıyorlar. Hatta o memleketlerdeki iç ihtilâf ve zıddiyetlerden ve bilhassa milliyetçi cereyanların akışından faydalanıyorlar. Zemini çok uygun bulurlarsa, Kore’de olduğu gibi, ufak muharebeler de yapıyorlar. Şimdi onların bu usullerine karşı NATO teşkilâtıyla ve yahut Bağdat Paktıyla mukabele edilemez ama meydanı boş bırakmak da caiz değildir. Çünkü bu son usullerle bazı hür memleketler de Demirperde arkasına kapanır ve kayarsa biz soğuk harbi ve sulh içinde mücadeleyi kaybetmiş oluruz.”194 Aslında, Batı gazetelerindeki bu gibi benzer yorumlar tam olarak emperyalizmin stratejisini belirtmektedir. Ancak bunu yapanın Emperyalist Batı değil, Komünist Sovyetler Birliği olmasının rahatsızlığının yaşandığı açıktır. Bu yazıdaki “sulh içinde mücadeleyi 194 A. İhsan Barlas, “Sovyet - Suriye Anlaşması”,10.08.1957, Dünya Gazetesi 91 kaybetmiş oluruz” Cümlesi bu devletlerin Ortadoğu’da nüfuzu kazanmak için ne kadar hırslı olduğunun ve gerektiği an fiili mücadelenin başlayabileceğinin açık bir göstergesidir. Aynı şekilde Moskova Kahire ve Şam radyolarındaki haberlerde Amerika’yı Suriye içişlerine karışmak, emperyalist emellerle hareket eylemekle suçluyorlardı.195 Görüldüğü gibi yine Ortadoğu’da iki kutbun nüfuz mücadelesi patlak vermişti. Bu durumda Türkiye ise gelenek haline getirmiş olduğu Batı taraftarı politikalarına tüm gücüyle destek veriyordu.196 Bu desteğin bir sebebi de bu sırada Türkiye’de ekonomik sıkıntıların yaşanması ve 1957 seçimleri öncesi Demokrat Parti’nin Amerika’nın desteğine ihtiyaç duymasıdır. Yani Demokrat Parti Hükümeti, bu kriz sayesinde bölgedeki önemini Amerika’ya tekrar hatırlatarak bu sayede alacağı yeni yardımlarla iç politikada durumunu düzeltmenin de planını yapmaktaydı. Bu plan kısa vadede gerçekten etkili olmuştur, ancak uzun vadede bölgede Amerika ve Sovyetler Birliği arasındaki rekabetin yarattığı istikrarsızlık dinmemiştir.197 1957 Suriye Buhranı, Amerika için ise görmemezlikten geldiği bir gerçeğin tamamen gün yüzüne çıkma sebebi de olmuştur. Amerika, komünizmin Ortadoğu'da yayılmasını önlemeye çalışırken, Araplar için esas mesele İsrail davası idi. Bu gerçeği İsrail’in kuruluşundan beri geri planda tutup Komünist tehditlerini ön plana çıkaran Amerika, Arap ülkeleri için durumun kendi propagandaları doğrultusunda şekil almadığını görmüştür. Suriye’nin Ortadoğu’da ortaya çıkardığı gerginlik, 1958 yılı başlarından itibaren Suriye ve Mısır arasında bir birlik kurulacağının açıklanmasından sonra yumuşamaya başlamıştır. Çünkü o sırada Arap Devletleri’nin Sovyet etkisi bulunmayan bir ülke ile birlik oluşturulması memnuniyetle karşılanmıştır. Fatin Rüştü Zorlu 1958 Ocağında bu durumdan duyulan memnuniyeti, ayrıca böyle bir bağın komünizme karşı da duracaksa daha büyük bir sevinç ve memnuniyet yaratacağını belirtmiş ve Türkiye’nin, Birleşik 195 Yeni Sabah Gazetesi, “Amerika’nın Rolü Nasihat, Düzenleme ve Manen Yardım”,30.08.1957 Mehmet Gönlübol, a.g.e. , s. 307-311 197 Turgay Merih, a.g.e. , s.191 196 92 Arap Cumhuriyeti’ni, 11 Mart 1958’de tanıması ile Suriye- Türkiye ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır.198 2. 4. 5. Irak İhtilali – Ürdün Ve Lübnan Olayları Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955’te imzalanan “Bağdat Paktı” Arap Ülkeleri arasında bölünmelere yol açmış, başta Mısır devlet başkanı Nasır, Bağdat Paktı’ndan rahatsız olmuş ve Suriye ile beraber Batı denetiminde kurulmuş Bağdat Paktı’na karşı faaliyetler yürütmüştü. Mısır ve Suriye, Sovyet yanlısı bir dış politika İzlemeye başlaması Ortadoğu’da yeni krizlere yol açmıştı.199 Mısır’ın Bağdat Paktı’na gösterdiği tepki Arap devletleri arasındaki üstünlük mücadelesinden de kaynaklanmaktaydı. Bu üstünlük mücadelesinde Suriye ile Mısır aralarında birlik oluşturarak diğer Arap Devletlerini de bu birliğe katılmaya davet etmişlerdi. Bu birliğe katılmayan ve Bağdat Paktı üyesi olan Ürdün ve Irak’ta aralarında bir Arap Birliği oluşturmuşlardı.200 Yani Ortadoğu’da yalnızca Batı çıkarları ile Sovyet çıkarları çatışmıyordu. Aynı zamanda Ortadoğu kendi içinde çatışıyor ya da çatıştırılıyordu. Ancak Irak’ın Batı ile arası en iyi olan Arap devleti olması, bölgede Batı karşıtı propagandaların da etkisi ile bu ülkeye karşı duyulan kızgınlığı arttırmıştı. 14 Şubat 1958’de Irak ve Ürdün’ün kurduğu Arap Birliği de Mısır tarafından büyük tepki ile karşılanmıştı. Bu durum Irak ve Ürdün’de iç politikada olumsuz tepkilere yol açmıştı. Öyle ki 15 Temmuz 1958’de Bağdat Paktı üyesi devletlerin İstanbul’da yapacakları toplantıya, 13 Temmuz günü, Irak ve Ürdün iç politikadaki endişe verici ortamdan dolayı katılamayacaklarını bildirmişlerdi. Nitekim bunun ertesi günü Irak’ta General Kasım bir darbe girişimi ile 14 Temmuz 1958’de hükümeti ele geçirmiştir. Bu 198 Fahir Armaoğlu, a.g.e. , s.31 Yüksel Kaştan, “II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye- Irak Siyasi İlişkileri”,www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler%5CYüksel%20KAŞTAN%5CKAŞTAN, %20YÜKSEL.pdf – 23.03.2008 200 Turgay Merih, a.g.e. , s.195 199 93 darbe esnasında Kral Faysal ile Prens Abdullah öldürülmüştür. Darbe sırasında çıkan kargaşalıkta Başbakan Nuri Said Paşa da halk tarafından öldürülmüştür.201Böylece Orta Doğu’da dengelerin tekrar değişme Sürecine girdiği bir dönem başlamıştır. Irak’ta yaşanan ihtilal Ürdün Kralı Hüseyin’i tedirgin etmiş ve Kral Hüseyin, Bağdat Paktı üyelerinden destek beklemiştir. Bu sırada İstanbul’da 15 Temmuz’da yapılması gereken toplantı Ankara’da yapılmıştı. Buradan bir mesaj gönderen Pakt Üyesi Devletler, Ürdün’ün bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün korunması için, Kral Hüseyin’e İngiltere ve Amerika’dan resmen askeri yardım talep etmesini tavsiye etmişlerdi. Ürdün Kralı başka çaresi olmadığı için bunu yapmıştır. Ancak Amerika da İngiltere de, Ürdün’e çok az bir süre askeri yardımda bulunmuş fakat Irak’ta yeni rejimin yerleştiği ve Arap Dünyası’nda kabul gördüğü kanaati ile bu yardımı da kesmişlerdi. Çünkü Batı’lı devletler, Arap kamuoyunu daha fazla karşılarına alarak, Irak’ın Sovyetler Birliğine yönelmesine sebep olmaktan çekinmişlerdir. Henüz Irak ihtilalinin üzerinden iki hafta bile geçmeden Amerika ve İngiltere gibi Bağdat Paktı üyesi devletler de Irak’taki yeni rejimi tanımış, Kral Hüseyin’i adeta yapayalnız bırakmışlardı. Kral ordusuna güveniyor ancak dışarıdan bir müttefikin yardımına ihtiyaç duyuyordu. Ürdün bu müttefikin Türkiye olabileceğini, Türkiye Suriye üzerine baskı yaparsa, Ürdün’ün üzerine düşeni yapmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Fakat Batı’lı devletler Irak’taki yeni rejimi tanımış ve Türkiye’nin Irak’a müdahale için Amerika’dan istediği yardım da kabul edilmemiştir.202 Türkiye’nin koşulsuzca yürüttüğü tek taraflı dış politikasında Batı’nın aksi bir hareket göstermesi de beklenemezdi. Zira Amerika ve İngiltere için Irak petrolleri Ürdün Kralı’nın tahtından çok daha önemliydi.203 Türkiye’de bu sırada iç politikada çalkantılı bir dönem yaşıyor, Demokrat Parti İktidarı ilk kez dış politika konusunda muhalefetle karşı karşıya geliyordu. 201 Nasuh Uslu, a.g.e. , s.127 Turgay Merih, a.g.e. , s.196–198 203 Mahmut Dikerdem, a.g.e. , s.180–187 202 94 Irak ihtilaline karşı şiddetle tepki gösterilmesini isteyen Demokrat Parti yöneticileri, Muhalefet Partisi CHP’nin ağır eleştirilerine maruz kalmıştı. İsmet İnönü, Demokrat Parti’nin Türkiye’yi neredeyse Irak ile savaşa sokacağını belirtmişti.204 Durum bu şekilde olunca bölgesinde tamamen yalnız bırakılan Kral Hüseyin çaresiz olarak politikalarında değişikliğe yönelmiştir. İlk olarak Ürdün yönetiminde Nasır aleyhtarlığı ile bilinen uzaklaştırmış ve Mısır ile uzlaşma yoluna gitmiştir.205 isimleri görevden Bu durum Irak Petrolleri’nin Batı için ne derece önemli olduğunun da bir kanıtı olmuştur ki Irak’ın Sovyetlerle, Mısır’la yakınlaşması göze alınamazken Irak’taki yeni hükümet ile uzlaşmak için Ürdün gözden çıkarılabilmiştir. Aslında Batı için kendi fikirleri, istekleri, menfaatleri dışında bir hareket kolay kolay hazmedilemezdi. Ancak Irak’ta darbenin bu kadar çabuk kabullenilmesi, Ortadoğu’da iç karışıklıklarda olduğu gibi darbelerde de Amerika’nın menfaatlerinin söz konusu olma ihtimalini ortaya koymuştur kanaatindeyim. İhtilal, Bağdat Paktı’nın derinden sarsılmasına yol açmış, Irak Bağdat Paktından hemen ayrılmasa bile ilgisiz bir tutum sergilemeye başlamıştır. Irak’ta yeni hükümetin pakta karşı oluşturduğu boşluk paktın geleceğini tehlikeye düşürmüştü. Bağdat Paktı’nın toplantılarına da katılmayan yeni Irak Hükümeti’nin pakttan ayrıldığını bildirmesi de çok uzun sürmeyecektir. 24 Mart 1959’da Irak, resmen pakttan ayrıldığını bildirmiştir. Ancak paktın diğer üyeleri Irak’ın kararı ne olursa olsun Paktın varlığını sürdürmesinden yanaydı. Bu sebeple 21 Ağustos 1959’da bir açıklama yaparak, Bağdat Paktı Teşkilatı adının Merkezi Anlaşma Teşkilatı (CENTO, Central Treaty Organization) olarak değiştirildiğini bildirmişlerdir. Irak ihtilali, Ürdün gibi Lübnan için de yeni tehditleri meydana getirmişti. Çünkü Lübnan, Eisenhower Doktrini’ni kabul ettikten sonra, Mısır ve Suriye gibi Batı karşıtı devletlerin büyük tepkisi ile karşılaşmıştı. Mısır ve Suriye Lübnan’da iç karışıklıkları tahrik ederek kargaşa ortamı oluşması için çaba sarf etmişlerdi. 204 Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, a.g.e. , s. 237–240, Şevket Süreyya Aydemir, II. Adam, C.III,5.Baskı, Remzi Kitapevi, İstanbul 1988, s.332–334 205 Ayşegül Sever, a.g.e. , s.169–178,Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, a.g.e. , s.240 95 Lübnan, Ortadoğu’nun dini açıdan en bölünmüş, siyasi açıdan en karmaşık ülkelerindendi, karmaşık yapısı ise bölgesel hesaplaşmalara elverişli bir sahne olmasına neden olmuştu. Irak ihtilali, Ürdün gibi Lübnan’ı da endişeye düşürecek iç karışıklıklara neden olmuştur. Lübnan’da kısa bir süre Amerika’nın ve İngiltere’nin askeri desteğini almıştır. Bu sırada Demokrat Parti Hükümeti de Ortadoğu’da Batı’ya sadakatini göstermek için yeni bir fırsat bulmuştu. Nitekim Ürdün ve Lübnan olaylarında Türkiye, Bağdat Paktı dışında da olsa kayıtsız şartsız Batı politikalarını desteklediğini göstermiştir. Lübnan’a yapılan Amerikan çıkarması sırasında Adana’da ki İncirlik hava üssünün kullanılmasına izin verilmiş bu durum Türkiye’de muhalefetin tepkisine sebep olmuştur. Sonuç olarak Ortadoğu’da bunalımlar, krizler, iç karışıklıklar, iktidar mücadeleleri, darbeler… Doğu Batı çatışması, nüfuz mücadelesi, kışkırtılan sorunlar, ezilen halklar… Soğuk Savaş Döneminde yaşanan ve bu gün dahi devam eden tüm bu kargaşa özünde emperyalizmin resmi, iktidar ve güç hırsının özeti olmuştur. Türkiye ise laik ve demokratik bir devlet olarak hiçbir zaman bu düzeni Arap ülkelerinin benimsemesi için bir propaganda yoluna gitmemiş ve onların iç işlerine kesinlikle karışmamıştır. Ancak Demokrat Parti Hükümeti’nin Ortadoğu’ya huzur vermeyen güçlere destek olmaları, Ortadoğu ile ilişkilerimizin Batı ile Sovyetler ya da Ortadoğu’nun kendi içindeki mücadelelerin dengesine göre şekil alması kendi komşularımızla dahi ilişkilerimizin Amerika’nın gölgesinde kalmasına sebep olmuştur. 96 2. 5. BAĞDAT PAKTI’NIN SONU 24 Şubat 1955’te Türkiye ile Irak arasında Bağdat’ta imzalanan Karşılıklı İş Birliği Anlaşması ile kurulan Bağdat Paktı’na 4 Nisan 1955’te İngiltere, 23 Eylül 1955’te Pakistan ve 3 Kasım 1955’te İran katılmıştı. Amerika tüm ısrar ve çabalara rağmen pakta tam üye olmamıştı.206 Özünde Amerika’nın girişimleri ile başlatılmış olan pakt daha çok Ortadoğu’da İngiltere’nin menfaatine bir durum ortaya koymuş, İngiltere adeta Ortadoğu’nun komutanı konumuna girmek için çaba sarf eder olmuştur. Ancak Amerika artık Ortadoğu’da emperyalist emellerine bir rakip ya da ortak istemiyordu. Muhtemelen bu sebeple Paktın kendi varlığı ile daha çok güçlenmesini istememiş olabilir. Bu sebeple Amerika ilk fırsatta Ortadoğu’da sadece kendi gücünü göstermiş, Süveyş Bunalımında İngiltere ve Fransa’yı yalnız bırakarak, Mısır’da artan Sovyet etkisine karşı Eisenhower Doktrini’ni ortaya koymuş ve bundan sonra bölgeyle doğrudan temasa başlamıştır. Ancak bu doktrin de Ortadoğu’da yeni karışıklıkların Batı aleyhtarlarının tepkisini çekmiş, hükümetler devrilmiştir. 14 Temmuz 1958’de ilk çatlak Irak’ta ortaya çıkmış, Irak’ta iktidarı ele geçiren askeri yönetim bir süre sonra Irak’ın Bağdat Paktından çekildiğini açıklamıştır. Bundan sonra Pakt CENTO adını almış, Kuzey Kuşağı ülkelerinin sorunlarıyla ilgilenen daha çok sosyal nitelikli bir örgüt olmuştur. Türkiye açısından Batı politikalarının koşulsuz savunucusu rolünün sonuçları da ağır olmuştur. Türkiye’nin yalnızca Arap Devletleriyle değil, İsrail ile de ilişkileri bozulmuştur. Türk Hükümeti, Ortadoğu’da Batılı Devletlere karşı oluşan muhalefeti önemsememiş bunun sonucunda Türkiye, Batı’nın bir uzantısı olarak sürekli suçlanmıştır. 207 Bağdat Paktı, genel bir değerlendirme ile özetlenecek olursa verimsiz bir pakt olmuştur.208 Özünde Komünist tehdidine karşı oluşturulan örgüt, 206 Duygu Bozoğlu Sezer, “Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’nin İttifaklar Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.507 207 y.a.g.m. , s.509 208 Kemal H. Karpat,a.g.e. , s.173 97 bunu nispeten sağlasa da, pakta üye olmayan ve muhalif olan devletlerde de Sovyet etkisini arttırmıştır. Ortadoğu’da bir bütün ve huzur ortamı oluşmasını engelleyen Pakt’ın etkisi ile bölgede çatışmalar artmıştır. Bu noktada Paktın başarısızlığının en önemli sebeplerinden birisi ortaya çıkmaktadır ki bu bölgedeki zihniyetin, geleneğin, yapının tam olarak anlaşılmadan, aceleci bir tavırla iyi değerlendirilmemiş olmasından kaynaklanmıştır. Soğuk Savaş döneminin gereği olan pakt beklenmeyen sonuçlar doğurmuştur: Arap Devletleri, hem sömürgeci Batı’ya düşman hem de Sovyet tehdidinden endişe duymakta ancak kendi aralarında da anlaşamadıklarından dönemin iki gücünden birinin desteğine ihtiyaç duymuşlardı. Bu da halk içinde bölünmelere ve çatışmalara sebep olmuştu.209 Demokrat Parti Hükümeti de bu ortamda Batı’nın istekleri ile bölgesinde önemli bir güç olabileceğini düşünürken daha da önemlisi bu politikası sayesinde ekonomik yardımlardan faydalanırken, diplomasi alanında şahsiyet kaybediyordu. Her şeye rağmen Bağdat Paktı’ndan bir sonuç çıkartırsak Ortadoğu huzur bulmadıkça müdahale şansını kazanan Amerika ve Sovyetlerin bu karışıklıklarda kasıtlı etkilerinin olabileceği sonucuna varabiliriz. 2. 6. İKİLİ ANLAŞMALAR VE 5 MART 1959 TÜRK – AMERİKAN ANLAŞMASI Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Batı Bloğu’nun Sovyetler Birliğine karşı stratejisi doğrultusunda çok sayıda anlaşma yapılmıştır. Amerika ile direkt olarak girişilen bu karşılıklı anlaşmalara ikili anlaşmalar denilmiştir. 209 İsmail Soysal, a.g.m. , s.217 98 İkili anlaşmaların net sayısı konusunda farklı iddialar vardır. Genel kanaat bu sayının doksan civarında olduğudur. İlk ve en önemli anlaşmalardan birisi Amerika ve Türkiye’nin NATO paralelinde siyasi ve ekonomik ilişkilerini düzenleyen 10 Mart 1954’te onaylanmış olan karşılıklı güvenliğe ilişkin anlaşmadır.210 İki ülke arasındaki anlaşmalardan 20 Mart 1954 Tarihinde Onaylanmış olan Türkiye’de suç işlemiş olan Amerikan Askerlerine uygulanacak hukuki muamele konusunda ki anlaşma neredeyse bir kapitülasyon niteliği taşımaktaydı. Bir diğer önemli anlaşma da 23 Nisan 1954 tarihli Askeri Tesisler Anlaşmasıdır. Anlaşma genel hatlarıyla, Amerikan silahlı kuvvetlerinin Türkiye topraklarını kullanmasına izin veriyor ve ilgili konuları düzenliyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulmadan211 kabul edilen bu anlaşma, ileride Amerika’nın, Türkiye toprakları üzerinde çeşitli üsler ve tesisler kurma çabalarında temel alınmıştır.212 Bu anlaşmaların her biri Türkiye içinde Amerika’ya çeşitli haklar sunmuştur. Bunlardan askeri ve ekonomik anlamda en çarpıcı olanı ise 5 Mart 1959’da imzalanan Türk-Amerikan Güvenlik ve İşbirliği anlaşmasıdır.213 Bu anlaşma ile Amerika’ya, Türkiye’ye bir kriz durumunda silahlı müdahale hakkı verilmişti. Anlaşmada, Amerika, “doğrudan ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırıya uğraması durumunda” Türkiye’ye askeri “elatma” hakkı tanıyordu. “Tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiğini ve hangi durumda oluşacağına Amerikalı yetkililer karar verecekti.214 Ancak Türkiye NATO üyesiydi ve her hangi bir tehlikeye maruz kaldığında Amerika’dan da 210 Anlaşmanın tam metni için bknz: Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, TTK Basımevi, Ankara 1991, s.184 211 Anlaşmanın NATO anlaşması çerçevesinde bir “Yürütme Anlaşması” olduğu varsayımından hareketle, TBMM’nin onayına sunulmadan kabul edilmiştir; ancak bunun yanlış bir uygulama olduğunu söyleyebiliriz çünkü Amerika’nın üsler ve tesisler kurmaya yönelmesi ile bu anlaşmaya bağlı olarak bir dizi anlaşma daha olmuştur. Böylece söz konusu anlaşma’nın Meclise sunulmadan kabul edilebilecek basit bir anlaşma olmadı anlaşılmıştır. Bu konu hakkında detaylı bilgi için bknz; Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası, Der Yay, s.53–55 212 Faruk Sönmezoğlu, a.g.e. , s.55, 213 Anlaşmanın tam metni için baknz: Düstur, III. Tertip, C.41, s.1024,1026, İsmail Sosyal, Türkiye’nin Dış Münasebetleriyle İlgili Başlıca Siyasi Andlaşmaları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, TTK Basımevi, Ankara, 1965 214 Metin Aydoğan, a.g.e. , s. 47 99 diğer NATO üyesi devletlerden de zaten yardım görmesi gerekiyordu. Yani 5 Mart 1959’da Amerika ile yapılan anlaşma Türkiye’nin güvenliği için neredeyse hiç bir yenilik getirmiyor bilakis anlaşmada yer alan yoruma açık kavramlar muhalefetten Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atabileceği yönünde sert eleştiriler alıyordu. Çünkü “Dolaysız saldırı”, “dolaylı saldırı”, “tecavüz” ve özellikle “sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar Amerikalıların yorumuna bırakılmıştı. Bu kavramların hangi durum ve şartta oluşmuş kabul edeceği, bu kararı verme inisiyatifinin hangi ülkeye ait olduğu belli değildi. Muhalefetin tepkisine rağmen 9 Mayıs 1960’da anlaşma Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanmıştır. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960'da yaptığı açıklamada anlaşmanın gerektirdiği yardım şartlarının hangi şartlarda oluşacağının takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu söylemiştir.215 Sonuç olarak Bu Anlaşmalar, Türkiye’nin Batı bağımlılığını git gide artmıştır. Türkiye’nin genelde Batı, özelde Amerika’ya daha çok bağlanmasının önemli sebeplerinden birisi de ülkenin ekonomik kalkınmasını özellikle Amerika’dan gelecek yardımlara bel bağlayarak sağlamak olmuştur. Demokrat Parti yönetimi ekonomik kalkınma için Batı ile ilişkileri tek çıkar yol olarak görmüştür. Bu çerçevede 1960 yılına kadar Türkiye’ye yapılan dış yardımların büyük çoğunluğunu ya doğrudan doğruya, ya da Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve diğer uluslararası kuruluşlar kanalıyla Amerika tarafından yapılmıştır. Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki tek yönlü politikasının olumsuz sonuçları 1950’lerde uluslararası ilişkilerinde kendisini göstermiştir. Bu bağlamda Türkiye, Ortadoğu’daki gelişmeler ile dünyadaki bağımsızlık ve bağlantısızlar hareketine Batı ile ilişkilerinin perspektifinden bakmaya başlamış, Sovyetler Birliği ve müttefikleriyle ilişkiler en alt seviyede tutulmuştur. 215 y.a.g.e. , s.48, Ayşegül Sever, a.g.e. , s.170–171,Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.319–320 100 Demokrat Parti Hükümeti, iktidarı boyunca Batı desteğini kaybetmemek için her türlü iç ve dış ödünü vermişti. Parti yöneticileri Batı’nın gücüne öylesine inanmış ve kendini kaptırmıştır ki Başbakan Adnan Menderes yaptığı bir konuşmada “…Siz öyle bir güce sahipsiniz ki hilafeti hatta padişahlığı geri getirebilirsiniz”216 demiştir. Bu söz o sırada Adnan Menderes tarafından kendi partisinin milletvekillerine söylenmiş olsa da durumun vahametini ortaya koymak için yeterlidir. Dünya devletleri özellikle 1955 Bandung Konferansı’ndan sonra, dengelerin değişebileceğini gözleyerek yeni dış politika çizgileri belirlerken, Demokrat Parti Hükümeti bu sırada da treni kaçırmış Amerika’nın yolundan gitmiştir. Bu durum zamanla Türkiye’nin itibar kaybetmesine sebep olmuştur. Sadece Sovyetler ve Bağlantısızlar değil Batı Devletleri de Türkiye’ye hiç saygı duymaz olmuşlardır.217 Bu durum iç politikada çok çeşitli seslerin yükselmesine ilk başlarda hiçbir tepki görmeyen dış politika kararlarının muhalefetin sert eleştirilerine maruz kalmasına sebep olmuştur. Yani bu dönem Türkiye’nin Batı bağımlılığı yalnızca dış politikada, Ortadoğu ile ilişkilerde değil iç politikada da olumsuzluğun, Ortadoğu’nun yaşadığı krizlerin sinyallerini vermeye başlamış ve sonucu aynı noktaya götürmüştür. Amerika ise Ortadoğu’nun güvenliği ve kontrolü için ihtiyaç duymak zorunda olduğu Türkiye’yi her yönden kontrolü altında tutmak için bunun şartlarını adım adım karşılıklı imzalanan ikili anlaşmalarla sağlamış ve her daim kendisine amade olacak bir hükümete de büyük bir ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü artık neredeyse tüm isteklerini yasal olarak uygulayabilecek haklara kavuşmuştur diyebiliriz. 216 217 Kemal Bağlum, Anıpolitik 1945–1960,Bilgi Basımevi, Birinci Baskı, Mayıs 1991, s. 11 Cem Eroğul,a.g.e. , s.206-208 101 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KIBRIS MESELESİ 3.1. KIBRIS MESELESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ORTADOĞU’DA KIBRIS’IN ÖNEMİ Kıbrıs meselesini ortaya koymadan önce adanın tarihi geçmişi, coğrafi konumu ve Ortadoğu’daki önemini belirtmeliyiz: Kıbrıs adası, M. S. 648 yılında Hz. Osman tarafından fetih edilmiş ve o yıllardan itibaren adada İslâmiyet var olmuştur. 1560’lı yıllarda ada idaresine hâkim olan Katolik Venediklilerin yerli Ortodoks Rumlarına giderek şiddetlenen düzeyde zulüm ve baskı yapmaları nedeniyle yerli Rumlarda yönetime karşı hoşnutsuzluk oluşmuştur. Bardağı taşıran son damla Ortodoks Başpiskoposu’nun Venedikliler tarafından sürgün edilmeye çalışılması olmuştur. Bu zulüm karşısında Başpiskopos, İçel (Mersin) Beyi aracılığıyla Sultan II. Selim’den adanın fethedilmesini istemiştir. Venediklilerin zorba idaresi karşısında ada halkının sürekli yardım talepleri ve II. Selim’in şehzadeliği döneminde Mısır’dan gönderilen hediyelere el konulması, 1563 yılında, Mısır Hazine defterdarının bindiği geminin yağmalanması üzerine Kıbrıs adası nihayet, 1570–1571 tarihleri arasında Osmanlı Devleti tarafından fethedilmiştir. Burada ilgi çekici olan durum adanın fethi esnasında yerli Ortodoks Rumların, inançlara ve kültürlere karşı saygılı olan Osmanlı kuvvetlerine yardımcı olmalarıdır. Fethedildiği tarihten sonra, Osmanlı ile bütünleşen ada bir daha da Türklerden koparılamamıştır;218 Ancak 1877–1878 Osmanlı- Rus Harbi sırasında İngilizler geçici olarak adanın güvenliğini sağlamak ve Osmanlı Devleti’ne yardım etmek bahanesi ile adaya yerleşmişlerdi. II. Abdülhamit, gelirinin Osmanlı Hazinesi’ne verilmesi şartıyla 4 218 Kemal Atilla Özmumcu, “Akdeniz’in Uçak Gemisi; Kıbrıs”,2023 Dergisi, Y.7,S.85 102 Haziran 1878’de Kıbrıs adasını geçici olarak İngiltere’ye terk eden antlaşmayı imzalamıştır. Ayrıca 1 Temmuz 1878’de yapılan sekiz maddelik bir ek anlaşmayla Rusya’nın Kars ve Doğu Anadolu’yu terk etmesi durumunda İngiltere’nin Kıbrıs’ı tahliye edeceği de kayıt altına alınmıştır. Ancak ne savaş bittiğinde ne de sonrasında İngilizler adadan çıkmamışlardı. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılmasıyla da İngiltere 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak etmiş, Osmanlı Devleti ise bu ilhakı sadece protesto etmekle yetinmiştir. İngiliz himayesine girmek istemeyen 8.000 kadar Türk ailesi de Anadolu’ya göç etmiştir. Bundan sonra adada İngiliz hâkimiyetinin kurulduğu bir dönem başlamıştır. Zaten İngiltere henüz adaya girdiği anda buradaki Türk hâkimiyeti kırmak için çalışmaya başlamıştır. Ancak o sırada Osmanlı Devleti içinde bulunduğu koşullardan ötürü Kıbrıs konusunda direnememiştir. İngiliz yetkililer ilk olarak adada görevli Türkleri görevlerinden uzaklaştırarak yerlerine Rumları atamışlardır. Bu durum adadaki Türklerin ekonomik olarak krize girmelerine, yaşamlarını sürdürebilmek için sahip oldukları mallarını satmalarına sebep olurken diğer taraftan Rumlar ekonomik olarak güçlü bir duruma yükselmiştir.219 Lozan Anlaşması ile İngiltere’ye terk edilen Kıbrıs Türkleri, İngiltere’nin tüm engellemelerine rağmen 10 Aralık 1918’de Meclis-i Milli toplayarak Türk Milliyetçiliğinin sözcülüğünü yapmalarına, Anadolu’daki Milli Mücadeleyi desteklemelerine ve Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekleştirdiği tüm devrimleri Kıbrıs Türk Toplumunda uygulamak için çaba göstermelerine rağmen 1950’li yılların ikinci yarısına kadar maalesef yalnız bırakılmışlardır.220 Bilindiği gibi İngilizler gibi sömürgeci devletler menfaatlerinin olmadığı coğrafyalarda etkin olmazlar. Kıbrıs Adası’nın da İngilizlerin ve 219 Salahi R. Sonyel, “İngiliz Yönetiminde Kıbrıs Türkleri’nin Varlık Savaşımı”, Belleten, S.224, LIX, Nisan 1995, s.142–186 220 Melek M.Fırat, “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri (1955–1997)” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 553–567 103 dünyanın dikkatini çekip iştahını kabartan bazı nitelikleri vardır ki bu öncelikle adanın stratejik konumundan kaynaklanmaktadır. Kıbrıs’ın önemini, İngiltere Başbakanı Antony Eden’in “Kıbrıs yoksa petrol ikmalimizi sağlayacak belli tesislerden de yoksun kalırız. Petrol olmazsa, İngiltere’de açlık ve işsizlik ortaya çıkar. Mesele bu kadar basittir.”221 Sözleri en açık şekilde ortaya koymaktadır. Kıbrıs’ın bu önemini oluşturan Stratejik konumu Türkiye’den Mısır’a, Lübnan’dan İran’a uzanan çizgide yer alan bölgeyi kontrolü altında tutabilecek olmasından kaynaklanır. Bununla birlikte Türkiye’den 65 km, Ortadoğu’dan yaklaşık 100 km (Suriye’ye 112 km, İsrail’e 267 km, Lübnan’a 162 km, Yunanistan’a 965 km) uzaklıkta bulunan Ada’nın, üç temel Akdeniz yolu güzergâhına açık olması, yani Adalar denizi ve Marmara denizi vasıtasıyla Karadeniz’e, Batı Akdeniz ve Süveyş Kanalı vasıtasıyla Kızıldeniz’e, Akdeniz’den, Suriye-Irak üzerinden İran Körfezi’ne uzanması, Kıbrıs’ın stratejik açıdan değerini ortaya koymaktadır. İlk çağlardan beri önemini koruyan Kıbrıs’ın stratejik değeri, Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra daha da artmıştır. Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya giremeyen büyük devletler, Kıbrıs üzerinden bunu gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla Akdeniz ve Ortadoğu’da egemenlik kurma hayalîni taşıyan bütün güçler, Kıbrıs’a egemen olmak istemiştir. Kıbrıs adası, Batılı güçler tarafından 1950’lerde Komünizmin Ortadoğu’da yayılmasının engellenerek denetim altına alınması ve Arap milliyetçiliğinin izlenerek kontrol edilmesi amacıyla kullanılmıştır.222 Yani Türkiye gibi Ortadoğu’yu kontrol imkanı veren bir diğer nokta olan Kıbrıs’ta Batı için daima büyük önem arz etmiş ve zamanın şatlarının gerektirdiği şekilde stratejik konumu sömürülmüştür. Bu sömürünün devam edebilmesi için kargaşa ve uyumsuzluk süreci hep canlı tutulmuştur. 221 Şenol Kantarcı, “Kıbrıs’ta “70 Bin Kişilik” Yeni Bir“Türk Askerî Üssü” Kurulmalı” 2023 Dergisi, Y.4, S.36 222 y.a.g.m. , s.26 104 3.2. MENDERES HÜKÜMETİ’NİN KIBRIS POLİTİKASI İngiltere’nin 1925 yılında sömürge ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar, adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için 1947 yılı Ekiminde, Başpiskopos Yardımcısı’nın başkanlığında bir kurul oluşturarak Londra’ya göndermişler, o zamanki İngiltere Sömürgecilik Bakanından, Adanın, Yunanistan’a verilmesini, bunun sağlamasını istemişlerdir. Bu durum, Kıbrıs Türk toplumu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Buna karşı bir tepki olarak da, Yunan başkenti Atina’da üniversite öğrencileri bir miting düzenleyerek, Rum görüşüne destek vermişler, bu mitinglere; Türkiye’nin çeşitli kentlerinde öğrenim gören üniversiteli gençler, yine mitinglerle karşılık vermişlerdir. Bütün bu gelişmelere karşın Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan tarafından resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır. Türkiye de ise bu sırada, CHP iktidarının son Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak, 23 Ocak 1950 tarihinde TBMM’nde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:223 “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur. Bunu bir müddet evvel gazetecilerin bir sualine cevaben de söylemiştim. Kıbrıs diye bir mesele yoktur, çünkü Kıbrıs İngiltere'nin hâkimiyeti ve idaresi altındadır. İngiltere'nin bu adayı başka bir devlete devretmek hususunda en küçük bir niyeti, bir temayülü olmadığını biliyoruz. Bu hususta tam kanaatimiz vardır. Kıbrıs'ta yapılan şu veya bu hareket, bu vaziyeti değiştiremez, değiştirmeyecektir. Böyle olunca, miting tertip eden, nümayişler yapan gençlerimiz beyhude heyecana kapılıyorlar, boşuna yoruluyorlar. Bunu söylemiştim. Yine tekrar ediyorum. Şu noktayı da huzurunuzda belirtmek isterim: Bu gibi dış meselelerde nümayişler her zaman fayda vermez, bilakis bazen devlete zarar getirebilir. Gençlerimizin asi heyecanlarını takdir etmemek mümkün değildir. Fakat bu nümayişlerde daima gençlerimiz vakar ve asalet çerçevesi içinde kalmayabilir. Gençlerimiz bir defa heyecana kapılıp, harekete geçtiler mi bunların 223 aralarına türlü tahrik unsurları karışabilir, vatanın yüksek Mustafa Albayrak , “Türkiye'nin Kıbrıs Politikaları (1950–1960)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.46, C. XVI, Mart 2000 105 menfaatlerine zarar getirecek, dış münasebetlerimizi ve dostluklarımızı bozacak tezahürleri kasten yaparlar, bunların misallerini görüyoruz. Bu bakımdan, şuurlu, vatanperver gençlerimizden bu gibi nümayişlerden sakınmalarını bu kürsüden rica etmeyi vazife bilirim.”224 Kıbrıs konusunda CHP hükümetinin bu duyarsız tavrı o dönemde çok sert eleştirilerde bulunan Demokrat Parti Döneminde de bir süre devam etmiştir. Demokrat Parti’nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidarı devralmasından sonra, Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Prof. Dr. Fuad Köprülü de, 20 Haziran 1950 tarihinde yapılan DP Grup toplantısında, Sadak’ın görüşlerini benimsediğini ortaya koymuş ve şunları söylemiştir; “Kıbrıs meselesi diye şimdilik bir mesele bizim ittilamızda değildir. Çünkü Yunan Hükümeti de resmen Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır. Binaenaleyh Hariciyemiz de böyle bir hadisenin mevcudiyetinden resmen haberdar değildir.”225 Gerek CHP gerekse Demokrat Parti hükümetleri döneminde yapılan bu açıklamaların, Kıbrıs konusundan görmezden gelinmesinin sebebi olarak Türkiye’nin Lozan Anlaşmasından sonra Türkiye dışında bulunan Türklerle ilgilenmemeye çalışmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. 1948 yılına kadar Türkiye, Kıbrıslı Türkleri uzaktan izlemişti. Kıbrıs’ta Yunanlar, Enosis* fikirlerini ortaya çıkarıp, EOKA terör örgütünü kurup Türklere saldırmamış olsalar bu siyaset belki de bu şekilde devam edecekti. Ancak Yunanların faaliyetleri Türk Devletini ilk aşamada en azından Kıbrıs’ı yakından izlemeye yöneltmişti. O günlerde Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki bu duyarsızlığına karşın Yunanistan tam tersine bir politika izlemeye başlamıştı; Ancak Yunan Başbakanı Venizelos’un Enosis taleplerini resmi olarak dile getirmesi Türkiye’nin de Kıbrıs Politikasında bir kırılma noktası oluşturacaktır. Fuat Köprülü bundan sonra yaptığı bir açıklama ile Kıbrıs ile tarihi bağlarımızın çok yakın olduğunu, adanın mevcut durumunun değişmesini gerekli bulmadıklarını; ancak illaki bir değişiklik olacaksa bu değişikliğin 224 Ayın Tarihi,1 Ocak 1950 Ayın Tarihi, 20 Haziran 1950 * Enosis: Kelime anlamı bağlama olan Enosis, Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a bağlanması amacını ifade etmek için kullanılmıştır. 225 106 Türkler olmadan, adadaki Türk halkının hakları çiğnenerek olamayacağını belirtir. Sayın Fuat Köprülü’nün bu konuşması ilk defa Demokrat Parti Hükümeti’nin Kıbrıs sorunu ile ilgilendiğini belirtmesi bakımından önemlidir.226 Kıbrıs konusu ilk defa Milletlerarası bir anlaşmazlık olarak 1954 yılında Yunanistan tarafından bir şikâyet halinde, Birleşmiş Miletler genel Kuruluna sunulmuştur.227 Genel Kurul, Kıbrıs sorunu ile ilgili bir karar alınmasının uygun olmadığını belirtmiştir. İngiltere’nin Birleşmiş Miletler temsilcisi yaptığı konuşmada, adadaki Müslüman Türklerin çıkarları ve Türkiye’nin tarihi bağlarından söz ederek, adını koymasa da, iki ayrı self determinasyon* tezinin kapısını ilk kez burada aralamıştır. İngiltere, daha Türkiye Kıbrıs politikası geliştirmeden, Kıbrıs’taki Türk çıkarlarından söz etmeye başlayarak, Kıbrıs sorununun klasik bir sömürgecilik sorunu olmadığını iddia etmiştir. Türkiye temsilcisi Selim Sarper ise konunun İngiltere’nin iç sorunu olduğu, bu açıdan Birleşmiş Miletler Örgütünün konuyu incelemeye yetkili olmadığı yolundaki İngiliz tezini tamamen aynı gerekçelerle savunduktan sonra, bir dizi coğrafi, tarihsel ve etnik gerekçelerle Türkiye’nin adaya olan ilgisini göstermeye çalışmıştır. Açıkçası, Türkiye İngilizlerin adada kalmasını ve sömürge düzeninin devam etmesini kendi çıkarları için yeterli buluyordu. Bunun en iyi göstergesi Başbakan Menderes’in, Birleşmiş Miletler Genel Kurulu’nun kararını değerlendiren sözleriydi: Başbakan “Bu mesele tamamı ile kapandı.”demişti. Kıbrıs Türk toplumu da benzer bir tavır içinde, İngiltere’nin adada kalmasını savunmuş ve İngilizlerin adayı terk etmesi halinde, Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. İngiltere, sıkıştıkça, Türkiye’yi devreye sokarak, hatta onu Kıbrıs sorununa doğrudan taraf yaparak, Kıbrıslı Rumların self-determinasyon talebini geriletmeye çalışıyordu. 226 Erol Mütercimler, Mim Kemal Öke, a.g.e. , s.294-295 227 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.350 * Self Determinasyon: (Geleceklik Hakkı) halkın kendi kaderlerini tayin etmesi ilkesidir. 107 Yunanistan, 1955 yılında sorunu bir kez daha Birleşmiş Milletlere taşımaya çalışırken, İngiltere de, Türkiye’yi Kıbrıs meselesinde ilk kez taraf yapan ünlü Londra Konferansını örgütlemeye soyunmuştu. İngiltere, bütün tezlerini adada Türk çıkarları da vardır görüşüne indirgeyerek, Kıbrıs sorununu sömürgecilik sorununun dışına taşımak istemiştir. Bu yüzden Türkiye’nin konuya bir biçimde taraf olmasının mimarlığını yapıyor, diğer yandan da Türkiye’nin giderek daha keskin hale gelen sert tavrı konusunda içten içe endişe duyuyordu.228 Çünkü bu sayede İngiltere, adada kendi çıkarları için, sömürge niyetleri için bulunduğunu gizleyebileceğini ya da ikinci planda tutabileceğini düşünmüştür. Bundan sonrası için zamanın şartları Demokrat Parti’yi Kıbrıs konusuna daha da yakınlaştıracaktır. Ancak burada kısaca da olsa belirtmemiz gereken şudur ki iktidarı ele alır almaz Ortadoğu’da Amerika ile ortak hareket etmeye gayret eden Demokrat Parti, Kıbrıs konusunda duyarlı davranmaya başladığında Ortadoğu devletleri milli davamızda bize sırtını dönecektir. Bu da bir devletin dış politikasının ne kadar uzun soluk alabilirse, ileriyi ne kadar iyi görüp ne kadar mantıklı hareket ederse o kadar faydasını göreceğinin kanıtıdır. Kıbrıs konusunda yaşadığımız örnek, Amerikan paraleli politikalar günlük ekonomiyi borçla kurtarırken zamanla neler kaybettirdiğini de ortaya koymuştur. 3.3. LONDRA KONFERANSI VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU Birleşmiş Milletlerin kararı Kıbrıs anlaşmazlığını sona erdirememiştir. Aksine adada kargaşa artmış, Kıbrıs olaylarının başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin de Yunanistan ile ilişkilerinde değişiklikler meydana gelmeye başlamıştır.229 Çünkü Yunanistan’ın Kıbrıs’ı ilhak amaçları halk nezdinde de 228 Niyazi Kızılyürek, “Jeo-Politik Kaygılar ve Taksim Tezinin Doğuşu”, http://www.gaxxi.com/kibrisyazilari/kibrisyazilari/gorsel/dosya/12073590103kizilyurek.pdf,16.04.08 229 Nazmi Akıman, “Türk Yunan İlişkilerinin Değerlendirilmesi”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.580-586 108 karışıklığa yol açmış, Kıbrıslı Türklere karşı saldırgan tavırlar ortaya koyulmuştu. Bu durum Türkiye kamuoyunda da Kıbrıs’taki Türklerin korunması, Kıbrıs’taki haklarımız için hükümetten tavır beklentilerini arttırmıştı. Demokrat Parti Hükümeti ise ne pahasına olursa olsun ekonomik kalkınmayı sağlamak için dış borçlara gereksinim duyarak gölgesi haline geldiği Batı’nın hoşuna gitmeyecek bir harekette bulunmaktan çekiniyor, probleme NATO çerçevesinde çözüm bulunmasını beklerken, Kıbrıs meselesini İngiltere’nin iç meselesi olarak değerlendirip uzaktan seyretmeyi tercih ediyordu. Türk halkı ise zihninde ve gönlünde var olan milli davamız için gereken ne ise yapılmasını talep ediyordu. Bu noktada artan kamuoyu baskısı ve Kıbrıs’lı Rumların faaliyetleri İngiltere’yi konunun ilgili üç devlet Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında görüşülüp çözüme kavuşturulması için Londra’da bir konferans toplanmasına sebep olmuştur. Konferans, Türkiye’nin Kıbrıs Davasında resmi olarak taraf devlet statüsünü kazanması için bir fırsattı. Mehmet Gönlübol’a göre Bu durumda Yunanistan konferansa katılmayabilirdi ancak konferansın konusu doğrudan Kıbrıs olarak belirtilmemiş stratejik meseleler olarak sunulmuştur.230Ancak şu da bir gerçektir ki bu konferans sayesinde Yunanistan’da Kıbrıs konusunda resmi bir taraf statüsü kazanmıştır. Bu noktadan bakıldığında Konferansa katılmakta ikna edilmesi gereken Türk Devleti idi. Çünkü adadan İngilizlerin çekilmesi halinde tek söz sahibi olacağı yerde bundan sonra Yunanistan’da bu hakka sahip olmuştur. Gerçi daima Batının maşası olan Yunanistan’ın varlığını bile borçlu olduğu ülkelerin istediğinden farklı bir yönde net bir tavır ortaya koyabileceğini düşünmüyoruz ama İngiltere burada Yunanistan’a bir nezaket gösterip emrivaki yapmamıştır diyebiliriz.Yada belirttiğimiz gibi emri vaki yaparak aslında adayı sadece Türkiye’ye bırakmak İngiltere için de kabul edilemez bir durumdur demekten kaçınmıştır diyebiliriz. Neticede 29 Ağustos 1955’de başlayan konferans 7 Eylül 1955’e kadar sürmüş fakat hiçbir sonuç alınamamıştır. Aslında bu konferansta bir 230 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.352–355 109 sonuç alınamayacağı belli olsa da Türkiye artık davasında resmen taraf devlet sıfatını kazanmıştır. Henüz Londra Konferansı toplanmadan adada tahrikçiler karışıklıklar çıkartmaya, Kıbrıslı Rumların konferans toplanmadan adadaki tüm Türkleri katledeceğinin propagandaları yapılmaya başlamıştır. Başbakan Adnan Menderes ise henüz konferansa gitmeden yaptığı konuşmalarda adada en kötü şartta mevcut durumun korunmasının, aksi halde adanın Türk Devleti’ne iade edilmesinin savunulduğunu ve bu sırada yapılan propagandalardan Türk Devleti’nin korkmadığını daima bunlara karşı koyup cevap verecek gücün mevcut olduğunu Kıbrıs’ın Anadolu’nun her parçası gibi himaye göreceğini belirtmiştir.231 Kıbrıs davası karşısında geç de olsa vatandaş ile hükümet tarafından gösterilen şuurlu hassasiyetin, iç politika çekişmeleri üzerinde olumlu bir etkisi olmuştur.232 Artık yavaş yavaş güç kaybetmeye başlayan, muhalefetin ağır eleştirilerine maruz kalan Demokrat Parti, Kıbrıs meselesindeki tavrı ile iç politikada da güç kazanmıştır. Londra Konferansı’nda adadaki statükonun korunması yahut adanın Türkiye’ye iade edilmesini savunan Türk heyeti buna gerekçe olarak Lozan Anlaşmasını göstermişlerdi. Bu anlaşma imzalandığında Kıbrıs konusunda sadece İngiltere’nin ve Türkiye’nin söz sahibi olduğunu belirtmişlerdir. Eğer adadaki durumda bir değişiklik olursa Türkiye’nin kendisini bu durumla ilgili kabul edecek olduğunu ve Lozan Anlaşmasından önceki durumu yani resmen adanın Anadolu’nun bir parçası olduğunu kabul edecek olduklarını, Türk Halkının kendi vatanının müdafaası bakımından hayati önem taşıyan bir adanın geleceği için başka bir çözümü düşünemeyeceğini belirtmişlerdi. Sonuç olarak Londra Konferansında bir anlaşmaya varılamamıştır.233 Londra Konferansını konferansta Türk tezini savunan Fatin Rüştü Zorlu gibi biz de başarısızlık olarak değerlendirmiyoruz. Nitekim uluslar arası bir platformda Türkiye’nin ve Türk halkının Kıbrıs Davasındaki kararlılığı ve 231 Zafer Gazetesi, 25 Ağustos 1955 Zafer Gazetesi, 31 Ağustos 1955 233 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.355-359 232 110 hisleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Ancak bir nokta daha var ki Londra Konferansı üç devletin katılımı ile gerçekleşmişti, yani artık Yunanistan’da Kıbrıs Davasında taraf devletti. Ya da İngiltere, Kıbrıs’ta Türkleri ve Rumları karşı karşıya getirip onlar üzerinden Yunanistan ve Türkiye’nin anlaşmazlığa düşmesi ile adada her zaman bir arabulucu olarak kalabilmeyi, Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya getirerek daima çeşitli haklara sahip olabileceği bir ortam oluşturmayı amaçlamıştır. Kıbrıs’ın geleceğinin sadece Türkiye’nin elinde kalmasını önlemiş mi olmuştu? Kanaatimizce Londra konferansından ortaya çıkan sonuçlara bunlar da dâhildir. Zira Ortadoğu’da bu sırada Ürdün’de de İngiliz askerleri mevcuttu ve Kıbrıs’ta da İngiliz askerleri varlığını sürdürebilirse Ortadoğu’nun kontrolü konusunda İngiltere sinsi bir varlık sürdürmeyi amaçlamıştır.234 Ayrıca bu konferanstan sonra artık Türk Dış Politikası resmen farklı bir sürece girmiştir. Çünkü bundan sonra neredeyse her zaman Kıbrıs Meselesi Türk Dış Politikasının gündeminde olmuştur. Türkiye Dış Politikasında, Batı’nın istemediği bir yönde hareket ettiği her platformda adeta karşısında Kıbrıs meselesini bulmuş235, Batı Kıbrıs ile Milli hislerimizi kullanarak Kıbrıs’ı Türkiye’nin Yumuşak karnı durumuna sokmuştur. Türkiye de özel bir Kıbrıs Politikası oluşturmamış, zamanla Kıbrıs Türk dış politikasının bir aracı durumuna gelmiştir. 234 Kim, Y.I,S.12, 15 Ağustos 1958 Melek M.Fırat , “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri(1955–1997)”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.554–565,Süleyman Coşkun, Levend Yılmaz, Barış Elçisi Dikerdem, Cem Yayınevi, Birinci Basım, İstanbul 1994, s.62 235 111 3.4. 6–7 EYLÜL 1955 OLAYLARI VE KIBRIS’TA TEDHİŞ HAREKETLERİ Yunanistan’ın Enosis fikirleri ile taşkınlığa dönen faaliyetleri, Kıbrıs’taki Türk Halkına yapılan saldırılar, Yunanistan’da yapılan tahrik edici gösteriler ve söylenen hakaretler sonunda Türk Halkının da sabrını tüketmiştir. 6 Eylül 1955’te basında çıkan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin Yunanlılar tarafından bombalanmış olduğu haberleri bardağı taşıran son damla olmuştur. İstanbul ve İzmir’de eş zamanlı olarak olaylar patlak vermiş, Maalesef Rum vatandaşlarımıza ait ev ve iş yerlerine saldırılar düzenlenmiştir. Bu olayların hemen öncesinde İstanbul’da bulunan Başbakan Menderes’e durumun bu hale gelebileceğinin bildirilmesi üzerine başbakan beş kişinin dahi bir arada olmasına kesinlikle engel olunmalıdır talimatını vererek İstanbul’dan ayrılmıştır. Ancak henüz Ankara’ya varmadan durumun anarşi boyutuna vardığını öğrenen Adnan Menderes ve Celal Bayar hemen geri dönmüştür. 7 Eylül’de olaylarla ilgili basına bilgi veren Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü bazı değerlendirmelerde de bulunarak, bu hareketlerin Türk Tarihi’nin yüz karası olduğunu ayrıca olayların büyümesinde komünist tahrikçilerin rolünün olduğunu belirtmişlerdir. İzmir, İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmiştir. Hükümet olayları komünistlerin kışkırttığını düşündüğü için basında ve haber organlarında bunun dışında bir yazı ya da haber yayınlamak yasaklanmıştır. Ayrıca halkı heyecanlandıracak, galeyana getirecek, ülkede darlık kıtlık, yokluk olduğunu öne süren, hükümeti eleştiren yazılar yazmak yasaklanmıştır. Bu ortamda muhalefet partililerde olayların korkunç olduğunu belirtmiş ve sıkıyönetim gerekliliğini kabul etmişlerdi. Ancak Hükümeti gerekli tedbirleri zamanında almamış olmakla eleştirmişlerdi.236 12 Eylül 1955’te yaptığı konuşmada bu eleştirilere cevap veren Adnan Menderes, “Düşman, düşman kılığı, altında gelseydi, şeytan rahmani kılığa bürünüp de karsımıza çıkmamış olsaydı, elbette hâdise böyle olmazdı. Hâdise, başladığında, tamamıyla nezih bir talebe ve gençlik topluluğu şeklinde 236 Şerafettin Turan, a.g.e. , s. 175–181, Ayın tarihi, 5 Eylül 1955- 9 Eylül 1955 112 cereyan etti. Haberimiz yok mu idi? Vardı. Neden önlemediniz, diyeceksiniz. Önlemek için kâfi kuvvetlerimiz mevcuttu. Fakat hâdise bir Anda öylesine imbisat etti ve yaratılmış olan psikoz o derece müessir bir şekilde bütün zabıta kuvvetlerini ilk Anda hareketsiz bıraktı ki, milletçe millî bir felâkete maruz kalındığını, hakikaten bir baskına uğramadığını kabul etmek lâzımdır. Bu düpe düz bir düşman hareketi olsa idi, ortada bir Kıbrıs meselesi mevcut bulunmasa ve iki taraf arasında bu derecede ihtilaflı vasiyette gösterilmemiş ola idi ve Kıbrıs her iki memlekette âdeta bir mevzu olarak vicdanlara telkin edilmemiş olsa idi, zabıta vazifesini görmek ve vicdanî kuvvet ve kanaatiyle silâhının ve kanunun verdiği kuvveti birleştirmek suretiyle hareketi ilk Anda önlemek imkânını bulunurdu.”237 Bu noktada Demokrat Parti Hükümeti’nin bu açıklaması için özrü kabahatinden büyük diyebiliriz. Yâda o dönemde dış politikamızda ne kadar iyi niyetli olduğumuzu ortaya koyabiliriz ki hükümetimiz düşmanı düşman gibi görmeden algılayamamış olduğunu belirtmiştir. Aslında bu açıklama dış politikada ki sığ yaklaşımın da bir açıklamasıdır. Yunanistan ve Türkiye’nin NATO üyesi Devletler olarak aralarında ortaya çıkan bu gerginlik Amerika’nın devreye girmesine sebep olmuştur. Amerika Dışişleri Bakanı J.F.Dulles, Başbakan Adnan Menderes’e bir mesaj göndermiştir. Bu mesajda NATO dayanışmasına, Komünist tehlikelere karşı bu dayanışmanın önemine ve bunun için Türkiye ile Yunanistan’a yapılan yardımlara değinerek, bu duruma bir zarar getirilmemesi için acilen önlem alınmasını istemiştir. Başbakan Adnan Menderes verdiği cevapta Türkiye’nin bu güne kadar olduğu gibi bu günden sonra da sulh için mücadele edeceğini, Türk- Yunan dostluğunun korunması için üzerine düşeni yapacağını belirtmiştir. 238 İşte bu mesaj Demokrat Parti Hükümeti’nin en başından beri izlediği dış politika’nın yanlışlığını en açık şekilde ortaya koymuştur. Bu mesajda sulhun korunması için yapılan Amerikan yardımlarından bahsedilmesi maalesef ki buraya kadar ortaya koyduğumuz Demokrat Parti’nin 237 238 ekonomik yardım almak Ayın Tarihi, 12 Eylül 1955 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.361 için koşulsuz Amerikancı olmak 113 politikasının, kendi milli meselemizde bile Amerika’yı karşımıza çıkartıp, Türkiye’ye adeta ben sana bunun için mi yardım ettim çabuk dediğimi yap dedirtmiştir. Sonuçta Türkiye gibi Batı desteğine ekonomik ve askeri olarak bağlanmış Yunanistan’da varmışlardı.239Bu “bağımsızlık” formülün kabul formülü edilmesinde üzerinde anlaşmaya Amerika’nın etkisini Amerika’nın emri diye söylersek sanırım tam olarak durumu ifade etmiş olabiliriz. 6–7 Eylül olayları sadece Türkiye içinde durulmuş, Kıbrıs’ta Türklere yönelik saldırı hareketleri devam etmiştir. Türk Hükümeti’nin serinkanlı yaklaşımına karşın Kıbrıs’ta Türk halkına yönelik saldırılar ısrarla devam etmiştir. Türk Polisleri, Rum terör örgütü EOKA tarafından şehit edilmiş, adadaki Türk köylerine baskınlar düzenlenip tecavüzlerde bulunulmuştu. Bu durumun Yunan Basınında Türkler aleyhine verilmesi, Türklerin adadaki Rumlara saldırdığının beyan edilmesi üzerine, Türk basını iddiaları yalanlamıştı. Ancak Yunan Meclisi, 5 Haziran 1956’da, dünya parlamentolarına Kıbrıslı Rumların Türkler tarafından öldürüldüğü iddiası ile başvurmuştur. Bunun üzerine konu 13 Haziran 1956’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmüştür. Dış işleri akanı Fuat Köprülü yatığı açıklamada Kıbrıs’ta EOKA isimli bir teşkilatın bir yıldan beri tedhişçilik* yaptığını, Türk Polislerinin şehit edildiğini, Türk Köylerinin tahrip edildiğini belirtmiştir. Bunun üzerine Büyük Millet Meclisi oy birliği ile verdiği kararla gerçeklerin dünya parlamentolarına bildirilmesini istemiştir. Başbakan Adnan Menderes’te Yunanistan’ın NATO ve Balkan Paktı üyesi olduğunu unutarak bu faaliyetleri tahrik etmekle hatta sevk ve idare etmekle suçlamıştır. Ancak her şeye rağmen Kıbrıs’ta soydaşlarımıza karşı sürdürülen hain saldırılar 1959 yılına kadar durdurulamamıştır.240 239 Melek Fırat, a.g.m. , s. 63-64 Tedhiş: Terör, haksız yere hak iddia etme, bunun için saldırı hareketinde bulunma anlamına gelir. 240 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.361 * 114 3.5. DEMOKRAT PARTİ’NİN KIBRIS POLİTİKASINDA DEĞİŞİM VE MACMİLLAN PLANI Türkiye’nin Kıbrıs Politikasındaki gelişmeler adanın kaderinde Türkiye’nin de rol alacağını göstermiştir. 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olaylarından sonra 1956 yılı da olaylarla dolu geçmiştir. Kıbrıs’ta Rumlar tarafından başlatılan saldırı hareketlerine İngiltere’nin ve Amerika’nın uyarıları da engel olamamıştı. Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki tavrı statükonun korunması ve Enosis’in önlenmesi idi. 1956 yılına kadar Kıbrıs konusunda ya adanın Türk Devleti’ne bırakılması ya da İngiliz hâkimiyetinde kalması konusunda ısrar eden Demokrat Parti Hükümeti, NATO’dan ve Amerika’dan aldığı uyarılardan sonra Kıbrıs konusunda farklı tezler oluşturmuştur. 1956 yılı sonuna kadar yapılan resmi beyanlar ve Birleşmiş Milletlerdeki konuşmalar Türkiye’nin Kıbrıs Politikasının Taksim tezine yöneldiğini göstermiştir.241 Adnan Menderes taksim konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı açıklamada, adanın taksimi oradaki soydaşlarımızın Türk Bayrağı altında yaşamasını temin edecek ve Kıbrıs Türkiye için herhangi bir tehdit sahası olmaktan çıkacaktır.242 Demiştir. Fakat Kıbrıs Meselesi zamanla Türkiye Aleyhine işleme devam etmiştir. İç politikada Muhalefet, Kıbrıs konusunda izlenen politikanın değiştirilmiş olmasını hata olarak değerlendirmiş, ancak zamanla muhalefette taksim tezini desteklemeye başlamıştır. Çünkü kamuoyunda çok büyük destek bulan bu tez slogan haline dönmüş, Kıbrıs’ın geleceği için meydanlara çıkan halk “Ya Taksim Ya Ölüm” diyerek gösteriler yapmışlardı.243 Muhalefet bu durumda taksim kararı aleyhine bir yorum yapmaktan çekinmiştir de diyebiliriz. İngiltere Hükümeti 1957 yılı sonunda Kıbrıs’a sivil bir vali tayin etmiş ve adaya mahalli bir muhtariyet vermek için Rum ve Türk liderleri ile 241 y.a.g.e. , s.368, Hüseyin Bağcı,1950’li Yıllar… s.116 Ayın Tarihi, 26–28 Aralık 1956 243 Şerafettin Turan, a.g.e. , s. 181–183 242 115 görüşmelere başlamıştır. Türk hükümeti bu vali vasıtası ile adada kendisi ile görüşme yapılmadan her hangi bir karar alınmayacağına dair İngiltere’den teminat almıştır. Diğer taraftan Türk Hükümeti adada Rumlar ve Türkler arasındaki artan olayların artık herhangi bir muhtariyet ile çözüme kavuşturulamayacağını bu durum karşısında uygulanabilecek tek kararın taksim olduğunu savunuyordu. Nihayet Türkiye Büyük Millet Meclisi de 16 Haziran 1958’de Kıbrıs uyuşmazlığının taksimle çözülmesini, bunun dünya parlamentolarına bildirilmesini kararlaştırmıştır. Bu sırada İngiltere’nin Kıbrıs için hazırladığı yeni statü teklifini avam kamarasına Başbakan Macmillan açıklamıştır. Macmillan Planı olarak anılan bu açıklamaya göre Kıbrıs’ın geleceği için kesin bir karar alınmıyor, yedi yıllık bir süre için İngiltere adanın egemenliğini Türkiye ve Yunanistan ile bu devletler de isterse paylaşabileceğini… Belirtilmiştir. Ana hattını belirttiğimiz bu plan Yunan ve Türk Hükümeti tarafından reddedilmiştir. Dış İşleri bakanımız Fatin Rüştü Zorlu, bu planın kabulüne imkan olmadığını belirttikten sonra, Kıbrıs’ın milletlerarası statüsünün kesin olarak tespiti için İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yüksek seviyede bir konferansın toplanmasını istemiştir. Fatin Rüştü Zorlu 5 Temmuz 1958’de Macmillan Planının reddedilme gerekçesini, bu planın kabulünün taksim tezinin reddedilmesi anlamına geleceğini belirtmiştir. Macmillan Yunanistan ve Türk Hükümeti ile konu hakkında görüştükten sonra planı iki konuda değiştirmiştir. Buna göre Yunanistan temsilcilerinin vali başkanlığındaki konseye katılmasından ve çifte tabiiyet esasından vazgeçilmiştir. Yunanistan Hükümet planı bu hali ile de reddetmiş, Türk Hükümeti ise bu durumda taksim tezine engel bir durum kalmadığı gerekçesi ile planı kabul ettiğini bildirmiştir. Ayrıca Türk Hükümeti, Kıbrıs meselesinin bir an önce huzura kavuşması için iyi niyet taşıdığını göstermek istemiştir. Ancak Kıbrıs’ta Rumların tedhiş hareketlerini yoğunlaştırması planın uygulanmasını da engellemiştir.244 244 Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.370–378 116 3.4. ZÜRİCH - LONDRA KONFERANSLARI VE KIBRIS CUMHURİYETİNİN KURULUŞU 1955 Londra Konferansında Türkiye, Kıbrıs konusundaki tavrını ortaya koyma fırsatı bulmuştu. Konferansta ortaya konulan Türk tezi, Lozan Konferansında, Kıbrıs üzerindeki haklarımızın yalnızca İngiltere’ye devredildiği ve İngiltere adadan çıkacaksa, adadaki egemenlik haklarının asıl sahibine yani Türkiye’ye iade edilmesi üzerine kurulmuştu. Bu tavır, Yunan Hükümetini telaşa düşürmüş ve çeşitli direnişler sergilemelerine, Kıbrıs adasında karışıklıkları ateşlemelerine sebep olmuştu.245 Yaşanan karmaşaya rağmen Yunanistan ve Türkiye arasında bir konferans toplanmasını hazırlamak üzere görüşmeler devam etmiştir. Nihayetinde Türkiye ve Yunanistan Başbakanları 5–11 Şubat 1959 tarihleri arasında Zürih’de görüşmeler yapmışlar ve Kıbrıs’ın milletlerarası statüsünün ve anayasasının dayanacağı prensipler üzerine anlaşmaya varmışlardır. Bu anlaşmanın ilgili üçüncü devlet olan İngiltere tarafından da kabulü gerekiyordu. Bunun için her iki devletin dış işleri bakanları anlaşmayı İngiltere’ye anlatıp onayını almak için Londra’ya gitmişlerdir. Dış İşleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu, 11 Şubat 1959’da verdiği demeçte Zürih Anlaşmasının üç devletin ve Kıbrıs’ın Lehine olduğunu belirtmiştir. Türkiye ve Yunanistan Dış İşleri Bakanları, İngiltere Dış İşleri bakanına Zürih Anlaşması hakkında bilgi verdikten sonra, Londra’da 17 Şubat’ta üç devletin, Kıbrıs’ın Rum ve Türk liderlerinin katılımı ile bir konferansın düzenlenmesine karar vermişlerdir. 1955’den sonra Londra’da yapılan bu konferansta İkinci Londra Konferansı olarak anılmıştır. Konferansa İngiltere Başbakanı Macmillan, Türkiye’nin Başbakanı Adnan Menderes*, Yunanistan Başbakanı Karamanlis ile Kıbrıs Türk Cemaati lideri olarak Rıza Küçük, Rum Cemaati lideri olarak Makarios katılmıştır. Yapılan görüşmelerden sonra Zürih Anlaşmasına İngiltere adına da bazı maddeler eklenerek 19 Şubat 245 Süleyman Coşkun, Levend Yılmaz, a.g.e. , s.68–70 Konferansa giderken uçak kazası geçiren Adnan Menderes, konferansı Londra’da klinikten takip etmiştir. * 117 1959 tarihinde kabul edilmiştir. Burada alınan kararların başlıca dört konuda anlaşma gerektiriyordu. Bunlar: Kıbrıs Üzerindeki İngiliz egemenliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne devrine dair bir kurulma anlaşması imzalanacaktır. Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasa düzenini teminat altına alacak bir garanti anlaşması imzalanacaktır. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasında yapılacak askeri ittifak anlaşması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası’nın temel maddeleri Burada ortaya çıkan sonuç, ne Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının adayı Yunanistan’a bağlama istekleri ne de Türkiye’nin taksim tezi kabul edilmişti. Adada Türklerin ve Rumların ortaklığına dayanan, Türkiye ve Yunanistan’la iş birliği yapacak bağımsız bir cumhuriyetin kurulması kararlaştırılmıştı. Buna göre adada Türk ve Rum Cemaat meclisleri kurulacak ve işleri bu meclisler aracılığı ile yürütülecekti. Ortak işler Başbakanlık rejimine dayanan bir yürütme organı ile yürütülecekti. Yürütme organının başı Cumhur Başkanı Rum, Yardımcısı Türk olacaktı… Cumhuriyetin, Anayasa düzeninin devamı, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan tarafından garanti edilecekti. Ayrıca Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başka bir devletle birlemesi ve taksim edilmesi de yasaklanmıştı. Adanın savunması Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan tarafından Askeri İttifak anlaşması çerçevesinde sağlanacaktı. İngiltere ise kendisi için önemli olan askeri üsleri, bunlar üzerindeki egemenlik hakları ile muhafaza edecekti. Bu anlaşma ile imzalanması kararlaştırılan garanti anşlaşması Türkiye’ye Kıbrıs’ta garantörlük sıfatı veriyordu. Yani Türkiye Adanın anayasal düzenini korumak için gerektiğinde müdahale hakkına sahip olmuştur. Anlaşma Türkiye ve Kıbrıs Türk Cemaatine verilen haklar, Yunanistan ve Kıbrıs Rum cemaatine de tanınmıştır. 118 Anlaşma 4 Mart 1959’da Türkiye Büyük Millet Meclisinde oya sunulmuş, muhalefetin eleştirilerine rağmen 138’e karşı 347 oy ile kabul edilmiştir.246 Kısaca Batı yine sömürge emelleri için planlarını uygulamış, adayı İngiltere’nin terk etmesi durumunda sadece bize ait olan hakimiyet hakkı için bizi Yunanistan’la karşı karşıya getirdikleri gibi bundan sonra diledikleri zaman adada etkisini arttırmak için bahane ortamı oluşturulmuştur kanaatindeyiz. Tıpkı Ortadoğu’da Arap ülkelerine yapılan önce huzuru kaçırıp sonra huzur vereceğiz, barış sağlayacağız bahanesi ile asker yığma stratejisi ile bölgeye yerleşme koşulları için uygun zemin Kıbrıs’ta da oluşturulmuştur. Sonuç olarak, adada İngiliz üslerinin yüz ölçümü konunda da bir anlaşmaya varıldıktan sonra 16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ilan edilmiştir. 246 Kamuran Gürün, Dış ilişkiler… , s.394,396,Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, a.g.e. , s.370–384 119 SONUÇ II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan güç dengesinde dünya Sovyetler Birliği’nin ve Amerika’nın mücadelesine sahne olmuştur. Bu mücadelenin amacı iki kutbun kendi ideolojilerini dünyaya yayarak, dünya hâkimiyetinde güç dengesinin merkezi olmaktı. Bu sırada Batılı ülkelerin dünyanın çıkar bölgelerini paylaşma sürecine girmeleri, Türkiye’nin üzerinde artan Sovyet baskısı, Türkiye’nin Batılılaşma politikalarını yeniden biçimlendirmiştir. Tanzimat’tan itibaren Batılılaşma konusunda kültürel ve siyasi bir birikime sahip olan Türkiye, 1945’ten sonraki süreçte ise geçmiş politikalardan farklı bir Batılılaşma sürecine girmiştir. Bu dönemde Türkiye, Batı yanlısı politikalarının etkisi ve Batıya daha yakın olabilmek için çok partili hayata geçmiştir. 27 Yıllık Cumhuriyet Halk Partisi idaresinden sonra Türkiye’de ilk kez serbest seçimle iktidar el değiştirmiş ve Demokrat Parti Hükümeti iktidara gelmiştir. Halktan aldığı oylarla iktidara gelen Demokrat Parti, burada kalabilmek için halkı memnun etmenin, kalkınma hamlelerini gerçekleştirebilmenin yalnızca Batı desteği ile mümkün olabileceğine inanmış ve bu yönde hareket etmiştir. Fakat 1950–1960 döneminde Türk Dış Politikasında görülen gelişmelerin neredeyse tümü, 1945–1950 döneminde Batı ile yapılan siyasi, askeri, ekonomik anlaşmalar doğrultusunda gerçekleşmiştir. Yani Türkiye de Demokrat Parti dönemi henüz başlamadan Batı ile siyasi ekonomik bağlar örülmeye başlanmıştır. Demokrat parti yöneticileri de bu bağları fazlasıyla geliştirmekte bir sakınca görmemişlerdi. Ancak Amerika, verdiği her sent için önce içimizde bir örümcek ağı örmüş, yapılan yardımların yönü Amerikan istekleri ile şekillenmiş, Türkiye ekonomik olarak borçla rahatlarken, endüstriyel açıdan kısırlaştırılmıştır. Bu sayede zamanla ne iç ne de dış politikada istenenin dışında bir politika uygulayamayacak duruma getirilmek istenmiştir. 1783 yılında kurulmuş olan Amerika Birleşik Cumhuriyeti Osmanlı Devleti ile ilk Dostluk Anlaşmasını 1874 yılında imzalamıştır. Fakat bunun 120 öncesinde Amerika’nın Osmanlı topraklarında pek çok misyoner faaliyette bulunduğu, misyoner okullar açtığı da bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında Amerika’nın henüz kurulduğu yıllarda bile Anadolu topraklarına hiç de iyi niyetle bakamadığını söyleyebiliriz. Batı’nın art niyetli sömürgeci yaklaşımları maalesef Osmanlı Döneminden itibaren özellikle Batılılaşma serüveni ile tüm gücüyle kendisini hissettirmiştir. I.Dünya Savaşı ve sonrasında Batıdan gördüğümüz ihanet, Atatürk Döneminde dış politikamızda bir denge oluşturulmasını sağlamıştı. Ne çok yakın ne çok uzak ama mesafeli ve şahsiyetli bir dış politika ile Mustafa Kemal Atatürk, milli meselelerin Lozan’dan arta kalan konularımızın çözümü için mücadele etmiştir. Maalesef Atatürk Döneminden sonra Dış politikamızda batılılaşmak araç olmaktan çıkartılıp amaç halini almış, bu durum Türkiye’nin bölgesinde tek başına güçlü bir devlet olarak ortaya çıkmasına engel olmuştur. Özellikle Ortadoğu toprakları üzerinde yaşanan hâkimiyet mücadelesinde Türkiye, bölgesinde güçlenirse hem Batı hem de Sovyet istekleri için bir engel oluşturabilirdi. Ancak güçlenmezse de Sovyetlere karşı bir engel teşkil edemezdi. Bu sebeple Batı yardımları hem Türkiye’yi askeri ve ekonomik açıdan kalkındırmış hem de kontrol altına almıştır. Bu konuda Türkiye’nin özellikle Demokrat Parti ile koşulsuz şartsız Batı yanlısı politikalarını eleştirirken amacımız bulunduğumuz noktayı bilip ağırlımızı koruyarak daha güçlü adımlar atabileceğimizi bilmekten ve bunun gereğini arzu etmekten ileri gelmiştir. 121 KAYNAKÇA 1.RESMİ YAYINLAR Zabıt Ceridesi Düstur Ayın Tarihi 2.GAZETE VE DERGİLER Vakit Cumhuriyet Ulus Zafer Hürriyet Vatan Dünya Yeni sabah Milliyet Akis Kim 2023 Belgelerle Türk Tarihi Dergisi Dış politika Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Anadolu İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi İstanbul Üniversitesi İktisat Tarihi Dergisi Akademik Orta Doğu Dergisi İktisat Dergisi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Görüş Dergisi 122 3.KİTAPLAR AHMAD, Feroz ve Bedia Turgay, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, Ankara, Bilgi Yayınevi, I.Basım Temmuz 1976 AKŞİN, Aptülahat, Türkiye’nin 1945 den Sonraki Dış Politika Gelişmeleri Orta Doğu Meseleleri, İstanbul, İsmail Akgün Matbaacılık, 1959 ARMAOĞLU, Fahir, 20.yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul, Alkım Yayınevi, 15.Basım,2005 ARMAOĞLU, Fahir, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, TTK Basımevi, Ankara, 1991 AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, Ankara, Bilgi Yayınevi, 6.basım, Aralık C.II,1973 AYDEMİR, Şevket Süreyya, II. Adam, Ankara, C.III,5.Baskı, Remzi Kitapevi,1988 AYDEMİR, Şevket Süreyya, Menderes’in Dramı, Ankara, Remzi Kitapevi, 5.basım 1993 AYDOĞAN, Metin, Türkiye Üzerine Notlar (1923-2005) , İzmir, Umay Yay. 2005 İzmir, www.1001Kitap.com BAĞCI, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Ankara, ODTÜ Yayınları,2001 BAĞLUM, Kemal, Anıpolitik 1945–1960,Ankara, Bilgi Basımevi, Birinci Baskı, Mayıs 1991 123 BALTA, Nevin, Türkiye’nin Dış Politikası 1950–1980, Ankara, Lazer Yayınları, 2005 BIYIKLI, Mustafa, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları Atatürk Dönemi, İstanbul, Gökkubbe Yayınları,2006 BİLGE, A.Suat, Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri 1920-1964 Güç Komşuluk, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992 BRAR, Harpal, RULE, Ella, Ortadoğu ve Emperyalizm, Çev. Evren Mardan, Papirüs Yayınları, I.Basım, Nisan 2004 COŞKUN, Süleyman, YILMAZ, Levend, Barış Elçisi Dikerdem, İstanbul, Cem Yayınevi, Birinci Basım, 1994 ÇİZMELİ, Şevket, Menderes Demokrasi Yıldızı, İstanbul, Arkadaş Yay. 2.Baskı, 2007 DİKERDEM, Mahmut, Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul Matbaası,1977 ERDOĞDU, Hikmet, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve NATO İttifakı, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayınları,2006 EROĞLU, Hamza, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1977 EROĞUL, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara, İmge Kitapevi, 1998 GERGER, Haluk, ABD Ortadoğu Türkiye, İstanbul, Ceylan Yayınları, 3. Baskı, Kasım 2006 124 GERGER, Haluk, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği, Belge Yayınları, I.Basım 1998 GİRİTLİ, İsmet, Komünizm Batı Ortadoğu ve Türkiye, İstanbul Nur Ofset,1977 GÖNLÜBOL, Mehmet, SAR Cem, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara, 3.Baskı 1974 GÖNLÜBOL, Mehmet, ÜLMAN, Haluk, Ankara, Olaylarla Türk Dış Politikası( 1919–1973 ), 5.Basım, 1982 GÜRÜN, Kamuran, Dış ilişkiler ve Türk Politikası(1939’dan Günümüze Kadar), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Yayınları, 1983 İNAN, Kamuran, Dış Politika, İstanbul, Timaş Yayınları, 1998 KAÇMAZOĞLU, H.Bayram, Demokrat Parti Dönemi Toplumsal Tartışmaları, İstanbul, Birey Yayıncılık, Kasım 1998 KOÇDEMİR, Kadir, Milli Devlet ve Küreselleşme, İstanbul, Ötüken Yay.2004 MERİH, Turgay, Soğuk Savaş ve Türkiye 1945–1960,Ankara, Ebabil Yayınları,2006 MÜTERCİMLER, Erol, ÖKE, Mim Kemal, Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası Düşler ve Entrikalar, İstanbul, Alfa Yayınevi, 2.Basım,2004 SANDER, Oral, Siyasi Tarih I. Dünya Savaşı’nın Sonundan 1980’e Kadar, Ankara, İmge Kitapevi, 1989 125 SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, Ankara, İmge kitapevi 2.Baskı, Yayına Hazırlayan: Melek Fırat, Eylül,2000 SANDER, Oral Siyasi Tarih, Ankara, İmge Yayınları, I.Basım 1989 SEVER, Ayşegül, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye Batı ve Orta Doğu 1945–1958,Boyut Yayınları, I.Basım 1997 SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Dış Münasebetleriyle İlgili Başlıca Siyasi Antlaşmaları, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, TTK Basımevi, 1965 SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları (1945–1990), Ankara, C.II, Kesim A(Çok Taraflı Bağıtlar), II. Baskı, TTK, 2000 SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türk Dış Politikası, İstanbul, Der Yayınları, 2006 SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der Yayınları, 2004 SÖNMEZOĞLU, Faruk, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, İstanbul 3.Baskı, Filiz Kitapevi, Y.Y ŞİMŞEK, Erdal, Türkiye’nin Orta Doğu Politikası, İstanbul, Kum Saati Yayınları, ,Şubat, 2005 TAŞLI, Ömer, Orta Doğuya Süper Güçlerin Etkileri, İstanbul, Fikir Yayınları, 1991 TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, Ankara, Bilgi Yayınevi, I.Basım 1999 126 USLU, Nasuh, Türk Amerikan İlişkileri, Ankara, 21.Yüzyıl Yayınları, Birinci Basım,2000 YAZAR, Yusuf, Orta Doğu Değişen Dengeler, İstanbul,Seha Neşriyat,1989 4.MAKALELER …………….,Cumhurbaşkanlığı “GİZLİ” Görüşme Tutanaklarında Türk Dış Politikası(1950-1960) Türkiye- Lübnan İlişkileri II, İstanbul Araştırma Merkezi Yayınları, Dış Politika AKIMAN, Nazmi, “Türk Yunan İlişkilerinin Değerlendirilmesi”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.580-586 ALBAYRAK, Mustafa , “Türkiye'nin Kıbrıs Politikaları (1950–1960)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 46,C. XVI, Mart 2000 ARI, Tayyar, “Türkiye’nin Orta Doğu Politikası ve ABD İle İlişkileri:Politik İkilem”,http://www.tayyarari.com/yayinlar.html, 21.02.2000 ARMAOĞLU, Fahir, “Orta Doğu Komutanlığı’ndan Bağdat Paktı’na 19511955”, Belleten, S. 224-225, Y.1995 , s.191-236 ARMAOĞLU, Fahir, “Yarım Yüzyılın Türk Amerikan İlişkileri 1947-1997”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 422-435 ATEŞ, Nevin, “ Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikası ve Hükümet Programları” İktisat Dergisi, May-Haz 1996 , s.71-75 127 ATEŞ, Toktamış, “Dış Politikamız ve Ötesi”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Y.1992-1993 BARLAS, A.İhsan, “Sovyet - Suriye Anlaşması”, Dünya Gazetesi,10.08.1957 COŞAR, Ömer Sami, “Rusya’nın Tehdidi”, Cumhuriyet Gazetesi,12.10.1955 ÇAM Esat, “Dış Politikamızda Seçenek Değerlendirmesi”,İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası,C.36,S.1-4,Ekim 1976-Eylül 1977, s.183-197 ÇETİNSAYA, Gökhan, “Türkiye-İran İlişkileri (1945-1947)”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.507-512 FIRAT, M. Melek, “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri(1955– 1997)”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.554–565 FIRAT, Melek, “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri (1955-1997)” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 553-567 GENÇ, Mehmet , “Uluslarası Sistemdeki Gelişmeler ve Orta Doğu Belirsizliği”, Dış Politika Bülteni, C.III, S.I, Nisan 1991 GÖNLÜBOL, Mehmet, “Dış ve İç Etkenler Açısından NATO ve Türkiye”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, s.34-41 GÖZLER, Ziya, Ortadoğu’nun Yeni Yüzü, www.baremdergisi.com 128 GÜNGÖR, Hidayet, “Orta Doğu’da Genel Stratejik Durum Değerlendirmesi ve Bölgedeki Krizlerin Türkiye’nin Milli Güvenliğine Etkileri”, Stratejik Etütler Bülteni, Y.15, Ekim 1981, S.76, s. 68–77 GÜNGÖRMÜŞ KONA, Gamze, “Ortadoğu’nun Yeni Sınırları”, Görüş Dergisi, S. 55, N. 54,İstanbul, 2003 GÜRKAN, İhsan, “NATO ve Türkiye” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s. 476-477 GÜRKAN, İhsan “NATO ve Türkiye Açısından Akdeniz’in Güvenliği Meselesi”,Dış Politika, Eylül-Aralık 1985, C.XII, S.3-4,s.14-18 KANTARCI, Şenol, “Kıbrıs’ta “70 Bin Kişilik” Yeni Bir“Türk Askerî Üssü” Kurulmalı” 2023 Dergisi, Y.4, S.36 -43 KARACAN Ali Naci, “En Büyük Tehlike Komünizm”,Milliyet,23 Kasım 1951 KAŞTAN, Yüksel, “II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye- Irak Siyasi İlişkileri”,www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler%5CYüksel%20 KAŞTAN%5CKAŞTAN,%20YÜKSEL.pdf – 23.03.2008 KIZILYÜREK, Niyazi, “Jeo-Politik Kaygılar ve Taksim Tezinin Doğuşu”, http://www.gaxxi.com/kibrisyazilari/kibrisyazilari/gorsel/dosya/12073590103kiz ilyurek.pdf, 16.04.2008 KİBAROĞLU, Mustafa, “NATO’nun Kuruluşu, Misyonu, Geleceği ve Türkiye’nin Rolü”,2023 Dergisi, Y.4, S. 37, s.7–11 KOÇER, Gökhan, “Türk Dış Politikasında Din Unsuru”, Akademik Orta Doğu Dergisi, C.I, S.I,2006,Eylül, s.131–155 129 KONA GÜNGÖRMÜŞ, Gamze, “Türkiye ve Orta Doğu: Bugünü Belirleyen Arka Plan”, http://www.turksam.org/tr/a1402.html, 29.04.2008 KUŞÇU, Ayşe, Türklerin Ortadoğu Hâkimiyeti, Akademik Ortadoğu Dergisi, S.1, s.110–128 KÖPRÜLÜ, Fuat, “Tarihte Türk Amerikan Münasebetleri”,Belleten, C.51,S.200,Y.1987,s.929–947 ÖZCAN, Gencer, “50.Yılı Biterken Türkiye-İsrail İlişkileri” Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15–17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.538-551 ÖZEY, Ramazan, Ortadoğu Neresidir? Ortadoğu Neden Önemlidir?, www.ramazanozey.net,12.04.2008 ÖZMUMCU, Kemal Atilla, “Akdeniz’in Uçak Gemisi; Kıbrıs”,2023 Dergisi, Y.7,S.85 SEZER, Duygu Bozoğlu, “Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’nin İttifaklar Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, s.507-517 SONYEL, R. Salahi, “İngiliz Yönetiminde Kıbrıs Türkleri’nin Varlık Savaşımı”, Belleten, S.224, LIX, Nisan 1995 SOYSAL, İsmail, “1955 Bağdat Paktı”, Belleten, S.212-214, C.55, Yıl 1991,s.181-228 SOYSAL, İsmail, “Ortadoğu Sorunları ve Türk Mısır Siyasal İlişkileri 19221984”,Dış Politika,C.XII-T , S.1, Mart 1985,s.7-15 130 SÖNMEZOĞLU, Faruk, “Uluslarası Sistemdeki Değişiklikler ve Türk Dış Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17 Ekim 1997 Sempozyum Tebliğleri, TTK Basımevi Ankara, s.631-640 TURAN, İlter, “ABD – SSCB’nin İlişki ve Politikalarının NATO Sorumluluk Sahası Dışında Kalan Orta Doğu Bölgesi Üzerindeki Muhtemel Etkileri veTürkiye”,İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 1992–1993, s. 226-234 TÜRKKAYA,Ataöv “Marshall Planından NATO’nun Kuruluşuna Kadar Soğuk Harb”AÜSBF, s.277-278 ULMAN, Haluk, SANDER, Oral,”Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler II”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, C.36, S.1–4, Ekim, s.183-187 UMAR, Ömer Osman, “İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türk-Sovyet İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.59, C. XX, Temmuz 2004 ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler I”, SBF Dergisi, C.XXIII, Mart 1968,s.261-278 US, Asım, “Roosvelt ve Çörçil'in hatalarından” Vakit Gazetesi, 29 Mart 1947 BEYAZIT, Vural, “NATO’nun Güney Kanadında Türkiye’nin Önemi”, Stratejik Etütler Bülteni, Y.16, Temmuz 1982 S.97,s.57–64, YALMAN, Ahmet Emin , “Kopan Kıyamet”, Vatan Gazetesi, 28.08.1956 YAVUZ, Güler, “II.Dünya Savaşı Sonrası Türk-Amerikan İlişkileri(1945-1950)” , Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, Cilt 5, Sayı 2, (2004),209-224 131 5.ÇEVİRİMİÇİ BAĞLANTILAR http://gamzegungormuskona.blogspot.com/2007/08/yeni-orta dou.html,04/03/2008 http://turksavaslari.com/soguksavas/?sayfa=1029210.1064983.0.0.0.php&Tü rkiye%20ve%20Orta%20Doğu http://www.gaxxi.com/kibrisyazilari/kibrisyazilari/gorsel/dosya/12073590103k zilyurek.pdf, http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/942.html http://www.tayyarari.com/yayinlar.html http://www.textara.com/siyasi_tarih_kongre_somurge_seferi_ulke?page=0% 2C4 , http://www.turksam.org/tr/a1402.html www.1001Kitap.com www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler%5CYüksel%20KAŞTAN%5 CKAŞTAN,%20YÜKSEL.pdf http://turkish.turkey.usembassy.gov/marshall_plan_konusma.html www.tekvatan.com/kore-savasina-katilma-nedenimiz.html 132 EKLER EK-1 RESMİ KONUŞMA METİNLERİ Marshall Planı Konuşması, 5 Haziran 1947 ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall’ın Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşma Cambridge,Massachusetts 5 Haziran 1947 Sayın Başkan, Dr. Conant, kurul üyeleri, bayanlar ve baylar: Harvard yetkililerinin bu sabah şahsıma gösterdikleri büyük ayrıcalık ve komplimandan dolayı çok etkilendim ve müteşekkirim. Çok duygulandım ve doğruyu söylemek gerekirse, sizlerin cömertlik gösterip bana bahşettiği bu yüksek itibarı sürdürebileceğimden şüpheliyim. Bu tarihi ve güzel ortamda, bu mükemmel günde bu harika toplulukla birlikte olmak, benim konumumdaki biri için gerçekten çok etkileyici. Ama daha ciddi konuşmak gerekirse, dünyadaki durumun vahametini sizlere ifade etmeme gerek yok. Sorunun çok karmaşık olmasının da ayrı bir zorluk yarattığını düşünüyorum; basın ve radyo aracılığıyla kamuoyuna sunulan aşırı bilgi yığını sebebiyle sokaktaki adam için durumun açık ve net bir değerlendirmesini yapmak çok zor. Ayrıca, uzun süredir çile çeken halkların sıkıntılarını, tepkilerini ve bizim dünyada barışı teşvik etme çabalarımız çerçevesinde, bu tepkilerin hükümetler üzerindeki etkilerini anlamak dünyanın sorunlu bölgelerinden uzak mesafede bulunan bu ülke halkı için çok zor. Avrupa’nın rehabilitasyonu için gereksinimler belirlenirken, can kaybı, hasara uğrayan şehir, fabrika, maden ve demiryollarının durumu doğru bir biçimde hesap edilmiştir; ancak son aylarda anlaşılmıştır ki Avrupa ekonomisinin tüm yapısının tedirgin edici bir şekilde değişmesi belki de bu belirgin yıkım ve hasardan daha ciddi bir meseledir. Son on yılın koşulları normal değildi. Hararetli bir savaş hazırlığı ve daha da hararetli olan savaşı sürdürme çabası ulusal ekonomilerin tüm unsurlarına hakim oldu. Makineler harap oldu ya da tamamen demode hale 133 geldi. Yıkıcı ve keyfi Nazi rejimi altında hemen hemen tüm işletmeler Alman savaş makinasının hizmetinde kullanıldı. Sermaye kaybı, kamulaştırma ya da sırf hasarlar sebebiyle eski ticari bağlar, özel kuruluşlar, bankalar, sigorta şirketleri ve nakliye şirketleri yok oldular. Pek çok ülkede yerel para birimine duyulan güven ciddi biçimde sarsıldı. Avrupa’nın iş yapısı savaş sırasında böylece çökmüş oldu. Savaşın sona ermesinden itibaren iki yıl geçmesine rağmen Almanya ve Avusturya arasında bir barış anlaşması yapılamaması nedeniyle toparlanma süreci de geciktirilmiş oldu. Ancak bu zor meselelere daha süratli bir çözüm bulunsa bile, Avrupa’nın ekonomik yapısının rehabilitasyonu belli ki öngörülenden çok daha fazla zamana ve çabaya mal olacaktır. Bu konunun hem ilginç hem de ciddi olan bir yanı var. Çiftçi her zaman ürettiği gıdayı kent halkı ile değiş-tokuş ederek diğer ihtiyaçlarını karşılamıştır. İş bölümü modern uygarlığın temelidir. Şu an ise bu temel çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Kasaba ve kent endüstrileri gıda üreten çiftçi ile değiş-tokuş edecek yeterlikte mal üretmemektedir. Hammadde ve yakıt sıkıntısı çekilmektedir. Belirttiğim gibi, makineler ya eski ya da bozuktur. Çiftçi ve köylü satın almak istediği malları bulamamaktadır. Kullanamadığı bir para karşılığında ürününü satmak çiftçiye göre karsız bir iştir. Bu yüzden çiftçi tarlasına mahsul ekmek yerine onu otlak olarak kullanmaktadır. Giysi ya da uygar yaşamın diğer sıradan unsurlarına ne kadar ihtiyacı olursa olsun çiftçi, daha çok tahıl stoklamakta ve kendisi ile ailesi için bol miktarda gıda temin etmektedir. Bu arada, sokaktaki insanlar da gıda ve yakıt sıkıntısı çekmekte ve hatta bazı yerlerde açlık sınırına yaklaşılmaktadır. Yani hükümetler, bu gereksinimleri yabancı paralarını ve kredilerini kullanarak yurt dışından tedarik etmek zorunda kalmaktadır. Bu süreç yeniden yapılanma için acilen gerekli olan fonları tüketmektedir. Böylece dünya için gidişatı iyi olmayan çok ciddi bir durum ortaya çıkmaktadır. Ürünlerin değiş tokuşuna dayalı modern iş bölümü sistemi çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır. İşin aslı şudur ki, Avrupa’nın önümüzdeki üç-dört yıl boyunca yabancı gıda ve diğer temel ihtiyaç ürünlerine -çoğunlukla Amerika’dan gelen ürünlere- olan ihtiyacı, ödeme gücünden çok daha fazladır; bu nedenle 134 Avrupa’nın önemli miktarda ek yardıma ihtiyacı vardır, aksi takdirde çok ağır ekonomik, sosyal ve politik bozulma ile yüzyüze gelecektir. Görünüşe göre bunun çaresi bu kısır döngüyü kırmak ve Avrupa halkının kendi ülkelerinin ve bir bütün olarak Avrupa’nın ekonomik geleceğine olan inancını yenilemektir. İmalatçı ve çiftçi para karşılığı ürünlerini vermeye istekli ve muktedir olmalıdır; para hiç şüphesiz hala değerini korumaktadır. Bu durumun dünya genelinde moral bozucu etkisinin ve insanların çaresizliğinin bir kargaşaya yol açması ihtimalinin yanı sıra, ABD ekonomisine olan etkileri de hepimiz için malumdur. Amerika Birleşik Devletlerinin, dünyadaki ekonomik durumu eski normal haline getirmek için elinden gelen yardımı yapması mantıklıdır, zira normal ve sağlıklı bir ekonomik ortam olmadan siyasi istikrar ve barış garantisi olamaz. Politikamız herhangi bir ülke ya da doktrine karşı değil açlığa, yoksulluğa, çaresizliğe ve kaosa karşıdır. Politikamızın amacı, serbest kuruluşların var olabildiği sosyal ve politik koşulların oluşmasına izin veren, işleyen bir ekonominin canlandırılması olmalıdır. Kanımca bu tür bir yardım farklı krizler çıktıkça uygulanan parçalar halinde bir yardım şeklinde olmamalıdır. Bu Hükümetin ileride yapacağı tüm yardımlar basit bir teskin edici olmak yerine, bir tedavi niteliğinde olmalıdır. İyileşme sürecine yardımcı olmaya istekli ülkeler, eminim ki Amerika Birleşik Devletlerinden tam bir işbirliği ve destek görecektir. Diğer ülkelerin iyileşme sürecini engellemeye çalışan hükümetler bizden yardım bekleyemez. Dahası, insanları sefalete sürükleyerek, bundan siyasi ya da başka türlü kazanç sağlamayı uman hükümet, siyasi parti ya da gruplar karşılarında Amerika Birleşik Devletleri’ni bulacaktır. Şurası aşikârdır ki, Amerika Birleşik Devletleri’nin durumu düzeltmek ve Avrupa’nın iyileşme sürecine girmesine yardımcı olmak için gösterdiği çabaların ilerlemesi için, önce Avrupa ülkeleri arasında gereksinimler ve kendilerine düşen rol hususlarında bir mutabakat olmalıdır ki Hükümetimizin üstleneceği eylemler etkili olabilsin. Avrupa’nın ekonomik açıdan ayakları üzerinde durabilmesi için Hükümetimizin tek taraflı olarak bir program hazırlaması ne uygun düşer ne de etkili olur. Bu Avrupalıların işidir. Bence 135 girişim Avrupa’dan gelmelidir. Bu ülkenin rolü ise, bir Avrupa programının hazırlanması sürecinde dostça bir yardım sağlamak ve daha sonra bu programa bizim için pratik olduğu sürece destek vermekten ibaret olmalıdır. Program ortak olmalı ve tüm veya belli sayıdaki Avrupa milletleri tarafından kabul edilmelidir. ABD’nin üstlendiği bir eylemin başarılı olması için, Amerikan halkının problemin ve çarelerin niteliğini anlaması zaruridir. Siyasi tutku ve önyargının yeri yoktur. Tarihin açıkça bizim ülkemize yüklediği bu büyük sorumluluğa halkımızın sahip çıkmaya istekli olması ve sağgörü sayesinde, bahsettiğim zorlukların üstesinden gelinebilir ve gelinecektir. Uluslararası durumumuzla ilgili olarak her vesilede kamuoyu önünde bir şeyler söylemiş olduğum için üzgünüm. Durum gereği oldukça teknik tartışmalara girmek zorunda kaldım. Ama bana göre halkımızın tutku, önyargı ya da anlık bir duygu yüzünden tepki vermesinden ziyade gerçek zorlukların neler olduğuna dair genel bir anlayışa sahip olması çok mühimdir. Az önce daha resmi bir biçimde belirttiğim gibi, bu sorunların yaşandığı yerler bize uzak mesafede. Bu mesafeden sadece okuyarak, dinleyerek ya da fotoğraflara bakarak veya film izleyerek durumun gerçek önemini kavrayabilmek pek mümkün değil. Ama yine de geleceğin dünyası uygun bir kararın alınmasına bağlı. Bana göre, büyük ölçüde Amerikan halkının hangi etkenlerin geçerli olduğunu idrak etmesine bağlı. Halkın tepkisi nedir? Bu tepkilerin gerekçeleri neler? Ne gibi sıkıntılar yaşanıyor? Ne gerekli? En iyi ne yapılabilir? Ne yapılmalıdır? Çok teşekkür ederim. (http://turkish.turkey.usembassy.gov/marshall_plan_konusma.html) 136 Ek-2 Marshall Planı (Avrupa Kalkınması Programı) Çerçevesi Dahilinde Elde Edilecek Yardımların Bütçe Ve Hazine Hesaplarına İntikal Şekline İlişik Kanun Kanun Numarası: 5582 Kabul Tarihi: 01/03/1950 Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 04/03/1950 Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı: 7448 Madde 1 - (Değişik madde: 10/03/1954 - 6371/1 md.) 5252 sayılı kanunla onanan Avrupa Ekonomik İş Birliği Sözleşmesi ve 5253 sayılı kanunla onanan Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri arasında Ekonomik İş Birliği Anlaşması ve bu anlaşmalar çerçevesi dahilinde 5436 sayılı kanunla verilen yetkiye dayanılarak akdedilmiş ve akdedilecek diğer anlaşmalar gereğince dolar olarak Türkiye'ye yapılacak yardımların, karşılığı Türk liraları Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasında açılacak karşılık hesaplarına yatırılmıyacak olan kısımları bütçe ve Hazine hesaplarına aşağıdaki şekilde intikal ettirilir: A) Muvazenei Umumiyeye dahil dairelerin karşılıksız olarak kullandıkları yardımlar her mali yıl nihayetinde bütçeye gelir ve alakalı daire bütçelerine tahsisat ve gider kaydolunur. B) Mülhak ve hususi bütçeli idarelerin karşılıksız olarak kullandıkları yardımlar her mali yıl nihayetinde Genel Bütçeye bir taraftan gelir, diğer taraftan bu idarelere yardım olmak üzere tahsisat ve gider ve kendi bütçelerine de gelir ve gider kaydolunur. C) Devlet Ekonomi Kurumlarının karşılıksız olarak kullandıkları yardımlar her mali yıl nihayetinde Genel Bütçeye bir taraftan gelir, diğer taraftan bu kurumların sermayelerine ilave edilmek üzere tahsisat ve gider kaydolunur. D) Maden Tetkik ve Arama Enstitüsünün karşılıksız olarak kullandığı yardımlar her mali yıl nihayetinde Genel Bütçeye gelir ve İşletmeler Vekaleti Bütçesine Maden Tetkik ve Arama Enstitüsüne yardım olmak üzere tahsisat ve gider kaydolunur. 137 Madde 2 - (Değişik madde: 10/03/1954 - 6371/2 md.) Birinci maddede yazılı anlaşmalar gereğince karşılığı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına yatırılması gereken yardımların, aynı maddenin (A), (B), (C) ve (D) fıkralarında yazılı daire ve kurumlarca kullanılabilmesi için Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına yatırılması gereken Türk lirası karşılıkları ilgili daire ve kurumlarca temin olunur. Muvazanei Umumiyeye dahil dairelerle mülhak bütçeli idarelerin bütçelerinde mezkur karşılıkların ödenebileceği bir tertip mevcut olmaması veya mevcut olup da yeter miktarda tahsisat bulunmaması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin tatil devresine isabet etmesi veya işin müstaceliyeti dolayısiyle tahsisat temin edilememesi halinde, bu karşılıkları temin maksadiyle bütçelerdeki tahsisatlar arasında aktarmalar yapmaya, karşılığı dairelerince gösterilmek şartiyle munzam veya fevkalade tahsisat ilave etmeye İcra Vekilleri Heyeti mezundur. Bu suretle İcra Vekilleri Heyeti karariyle bütçe kanunlarına bağlı masraf cetvellerinde yapılacak değişiklik bir ay zarfında Türkiye Büyük Millet Meclisine arzolunur. Madde 3 - Birinci maddede bahsi geçen anlaşmalar gereğince Amerika Birleşik Devletlerinden temin edilecek kredilerle gerek özel teşebbüler, gerek Zirai Donatım Kurumu tarafından getirilerek çiftçiye satılacak tarım alet ve makinelerinin ve tamir işlerinde kullanılan diğer maddelerin bedelleri tahsil edildikçe Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankasına tevdi edilir. Bu suretle tevdi edilen mebaliğ her mali yıl sonunda gelir bütçesine gelir ve Maliye Bakanlığı bütçesine ödenek kaydedilerek Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası sermayesine ilave edilir. Madde 4 - Birinci maddede mezkur anlaşmalar çerçevesi dahilinde temin edilen yardımlarla bedeli mukabilinde satılmak üzere Devlet daireleri ve kurumları tarafından ithal edilen mallar için Amerikan İktisadi İşbirliği İdaresince ödenen dolarların Türk lirası mukabilleri bu malların Türkiye'ye girmesini takibeden 15 gün içinde ithalatçı daire ve kurumlar tarafından Hazine hesabı carisine yatırılır. 138 Madde 5 - Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası sattığı tiraj hakları mukabilinde tahsil ettiği Türk liralarını Hazine emrine amade tutar. Madde 6 - Birinci maddede zikri geçen anlaşmalar gereğince akdedilecek Ödeme ve Takas Anlaşmalarının icabettireceği ödemeler Maliye Bakanlığı ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası arasında 17/06/1948 tarihinde akdedilen ve 5256 sayılı kanunla onanan sözleşmeye göre yapılır ve Hazinenin bu suretle doğacak borcu müteakip yıl bütçelerine konulacak ödeneklerle tediye olunur. Madde 7 - Birinci maddede zikredilen anlaşmalar gereğince temin edilen yardımlardan borç olarak tahakkuk eden miktarlar Devlet borcu kaydedilir. Bu borcun taksit ve faizleri her yıl Devlet Borçları bütçesine konulacak ödeneklerle ödenir. Madde 8 - 5282 sayılı kanunun 2,3 ve 4 üncü maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır. Madde 9 - Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer. Madde 10 - Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür. Kanuna İşlenemeyen Geçici Maddeler: 10/03/1954 Tarih Ve 6371 Sayılı Kanunun Geçici Maddeleri: Geçici Madde 1 - Birinci maddenin (A), (B), (C) ve (D) fıkralarında yazılı daire ve kurumlarca kullanılmış olan yardımların bu kanunun mer'iyeti tarihine kadar Hazinece temin edilmiş bulunan Türk lirası karşılıklarından mütevellit avaslar, aşağıda yazılı şekilde tasfiye olunur: a) Birinci maddenin (A) ve (B) fıkralarında yazılı daireler için verilmiş olan avanslar, her yıl mezkur dairelerin bütçelerine konulacak tahsisattan Hazineye iade edilir. b) Mülga Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Genel Müdürlüğü için verilmiş olan avanslar, her yıl Umumi Bütçeye konulacak tahsisattan Hazineye iade edilir. Bu miktarlar 5842 sayılı kanun gereğince Denizcilik Bankasına intikal etmiş bulunan avanslara mahsup ve aynı kanunun geçici 1 inci maddesi hükmüne tevfikan tesbit edilecek Hazine hissesine ilave edilir. 139 c) Birinci maddenin (C) fıkrasında yazılı kurumlar için verilmiş olan avanslar, Umumi bütçeye konulacak tahsisattan Hazineye iade ve aynı zamanda ilgili kurumların sermayelerine ilave edilir. d) Hazinece Maden Tetkik ve Arama Enstitüsüne verilmiş olan avanslar İşletmeler Vekaleti Bütçesine konulacak yardım tahsisatından Hazinece istirdadedilir. Geçici Madde 2 - Bu kanunun mer'iyete girmesinden önce 5582 sayılı kanunun 2 nci maddesi gereğince Hazinece verilmiş avanslarla temin edilen mal ve hizmet bedellerinden henüz bütçe ve Hazine hesaplarına intikal ettirilmemiş bulunanların mezkur hesaplara intikal ettirilmesine eski hükümler dairesindedevam edilir. (http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/942.html) 140 Ek–3 KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASI Washington DC, 4 Nisan 1949 Bu Antlaşmanın Tarafları, Birleşmiş Milletler Yasası'nın amaçları ve ilkelerine olan inançlarını ve bütün halklar ve bütün hükümetlerle barış içinde bir arada yaşama arzularını teyid ederler. Demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdırlar. Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesini amaçlarlar. Toplu savunma ve barış ile güvenliğin korunması için çabalarını birleştirmekte kararlıdırlar. Bundan dolayı bu Kuzey Atlantik Antlaşması'nı kabul etmişlerdir: MADDE 1 Taraflar, BM Yasası'nda ortaya konduğu üzere, karışmış olabilecekleri herhangi bir uluslararası anlaşmazlığı, uluslararası barış ve güvenlik ve adaleti tehlikeye sokmadan barışçıl yollarla çözmeyi ve uluslararası ilişkilerinde BM'in amaçlarına aykırı olacak şekilde güç kullanımı ya da tehdidinden sakınmayı taahhüt etmektedirler. MADDE 2 Taraflar, özgür kurumlarını güçlendirerek, bu kurumların üzerine kurulu olduğu ilkelerin daha iyi anlaşılmasını sağlayarak ve istikrar ile refah koşullarını geliştirerek barışçıl ve dostça uluslararası ilişkilerin daha da geliştirilmesine katkı yapacaklardır. Uluslararası ekonomi politikalarında çatışmayı ortadan kaldırmaya yönelecekler ve taraflardan herhangi biri ya da hepsi ile ekonomik işbirliğini teşvik edeceklerdir. 141 MADDE 3 Bu Antlaşmanın amaçlarına daha etkin biçimde ulaşabilmek için Taraflar, tek tek ve ortaklaşa olarak, sürekli ve etkin öz yardım ve karşılıklı yardımlarla, silahlı bir saldırıya karşı bireysel ve toplu direnme kapasitelerini koruyacaklar ve geliştireceklerdir. MADDE 4 Taraflardan herhangi biri, Taraflardan birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü zaman, tüm taraflar birlikte danışmalarda bulunacaklardır. MADDE 5 Taraflar, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasası'nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerler ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır. Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün önlemler derhal Güven Konseyi'ne bildirilecektir. Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman, bu önlemlere son verilecektifr. MADDE 6 (Yunanistan ve Türkiye'nin katılımı üzerine Kuzey Atlantik Antlaşması Protokolü'nün 2. Maddesi doğrultusunda değiştirilmiş haliyle. ) Madde 5 açısından, Taraflardan bir ya da daha çoğuna karşı silahlı saldırı, aşağıdakileri de kapsar: — Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika'daki topraklarına Fransa'nın Cezayir Bölgesine Türkiye topraklarına veya Taraflardan herhangi birinin egemenliği altında olan ve Yengeç Dönencesi'nin kuzeyinde yer alan adalara yapılan silahlı saldırı; 142 - Bu topraklarda ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan ya da Antlaşma'nın yürürlüğe girdiği tarihte Taraflardan herhangi birinin işgal kuvvetlerinin üslenrniş bulunduğu herhangi bir Avrupa toprağında veya Akdeniz'de, ya da Yengeç Dönencesi'nin kuzeyindeki Kuzey Atlantik bölgesinde bulunan Tarafların herhangi birine ait kuvvetlere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldırı. MADDE 7 Antlaşma, BM üyesi olan Tarafların BM Yasası uyarınca sahip oldukları hak ve yükümlülüklerini veya Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması konusundaki temel sorumluluğunu herhangi bir şekilde etkilemez ve etkilediği şeklinde yorumlanamaz. MADDE 8 Her bir Taraf, kendisi ile diğer Taraflar ya da üçüncü bir devlet arasında şu an yürürlükte olan uluslararası süzleşmelerin, bu Antlaşma'nın hükümleri ile çelişmediğini beyan eder ve Antlaşma ile çelişen uluslararası sözleşmelere girmemeyi taahhüt eder. MADDE 9 Taraflar, bu Antlaşma'nın uygulanması ile ilgili konuları ele almak üzere hepsinin temsil edileceği bir Konsey oluştururlar. Konsey, herhangi bir zamanda acil olarak toplanabilecek şekilde düzenlenecektir. Konsey, gerekli gördüğü ikincil organları oluşturacaktır. Özellikle Madde 3 ve Madde 5'in uygulanmasına ilişkin önlemleri önerecek bir savunma komitesi derhal oluşturulacaktır. MADDE 10 Taraflar, bu Antlaşma'nın ilkelerini geliştirebilecek ve Kuzey Atlantik Bölgesinin güvenliğine katkı yapacak durumda olan herhangi bir Avrupa devletini bu Antlaşma'ya katılmaya oy birliği ile davet edebilirler. Davet edilen Devlet katılım belgesini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'ne vererek bu Antlaşma'ya taraf olabilir. Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti aldığı her bir katılma belgesinden tüm Tarafları haberdar edecektir. 143 MADDE 11 Bu Antlaşma Taraflarca kendi anayasal süreçleri uyarınca onaylanacak ve hükümleri uygulanacaktır. Onay belgeleri en kısa zamanda Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine teslim edilecek, bu Hükümet de aldığı her belgeden tüm Tarafları haberdar edecektir. Antlaşma, Belçika, Kanada, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri dahil olmak üzere imzacıların çoğunluğu tarafından onaylanır onaylanmaz, onaylayan Devletler arasında yürürlüğe girecektir; diğer Devletler açısından ise onaylarının verildiği tarihte yürürlüğe girecektir. MADDE 12 Antlaşma 10 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra, ya da daha sonra herhangi bir tarihte, Taraflar, içlerinden herhangi birinden talep geldiği takdirde, Kuzey Atlantik Bölgesinde barış ve güvenliği etkileyen faktörleri ve BM Yasası uyarınca uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla yapılan evrensel ve bölgesel düzenlemeleri göz önüne alarak, Antlaşmanm gözden geçirilmesi amacıyla görüşmelerde bulunacaklardır. MADDE 13 Antlaşma 20 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra herhangi bir Taraf, ayrılma bildirimini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'ne vermesinden bir yıl sonra Taraf olmaktan çıkabilir. ABD Hükümeti aldığı her ayrılma bildiriminden tüm Tarafları haberdar edecektir. MADDE 14 İngilizce ve Fransızca metinleri aynı derecede otantik olan bu Antlaşma, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'nin arşivlerinde saklanacaktır. Onaylı kopyalar, bu hükümet tarafından imzacı diğer hükümetlere iletilecektir. (Soysal İsmail, Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları(1945-1990), C.II,Ankara, TTK Yayınları,2000,s.409-413) 144 Ek -4 Büyük Millet Meclisinin 19 Aralık 1951 tarihindeki toplantısında Dışişleri Bakanı Prof. Fuat Köprülü'nün beyanatı. Ankara: 19 (A. A.) Dışişleri Bakanı Prof. Fuat Köprülü, Büyük Millet Meclisinin bugünkü toplantısında, dış siyaseti alâkadar eden mevzular hakkında aşağıdaki beyanatta bulunmuştur: «Muhterem milletvekilleri, Birleşmiş Milletler umumî heyetinin altıncı içtima devresi münasebetiyle geçenlerde Paris'e yaptığım seyahate müteallik malûmatı vermek ve fırsat düşmüşken belli başlı milletlerarası meseleler karşısında dış siyasetimizi izah etmek istiyorum. Dış siyasetimize dair umumî malûmat arzederken. bunu, her memleketi ayrı ayrı ele alarak değil, ancak bugünün ufak veya büyük meselelerinin aydınlanmasının icabettirdiği nisbette isimler zikri suretyle yapacağım. Paris'e, umumî heyet mesaisi bitinceye kadar kalmak üzere gitmemiştim. Gündemi bermutad yüklü olan ve halen işini ancak yarılamış bulunan umumî heyetin senelik alelade toplantıları, ekseriya en aşağı üç ay kadar sürer. Maksadım, alelusul umumî mahiyette beyanata hasredilen başlangıç celselerinden birinde, toplantılara iştirak eden diğer Dışişleri Bakanları gibi, Hükümetimizin umumî siyaseti ve Birleşmiş Milletlerin ele alacağı veya ele alması faydalı olabilecek meseleler hakkında bir prensip beyanatı yapmak ve oradaki meslekdaşlarım ve diğer yabancı ricalle şahsen temasta bulunmak idi. Umumî heyette yaptığım beyanat matbuatta intişar ettiği cihetle, burada,, sadece, Amerika, Fransa ve ingiltere'nin, sulhu korumak yolunda yeni bir hamle yapmak ve bu suretle iyi niyet sahibi olanlarla iyi niyet sahibi olmayanları yekdiğerinden tefrik imkânını bir kere daha cihan efkârı umumiyesine temin edebilmek maksadiyle yaptıkları silâhların kontrolüne ve tahdidine müteallik teklifi Hükümetimiz namına desteklediğimi ve Birleşmiş Milletlere bağlılığımızı teyid eylediğimi hatırlatmakla iktifa edeceğim. Birleşmiş Milletlerin, bu seferki umumî heyet toplantısı sonunda, dünya- 145 nın içerisinde bocaladığı müşkülleri halledebileceğini, ve beşeriyetin maruz bulunduğu büyük tehlikeyi bertaraf etmek çaresini bulabileceğini ümid eylemek biraz safdillik olur. Bununla beraber ümitsizliğe kapılmak ve Birleşmiş Milletleri faydasız bir teşekkül telâkki etmek fikrine sapmak da tamamen hatalı ve tehlikelidir. En müşkül meselelerin 60 milletin temsilcileri tarafından münakaşa edilmesi suretiyle bir yandan cihan efkârı umumiyesinin tenevvür etmesi için yegâne fırsat ve imkânı bahşeden, önüne çıkarılan bütün manialara rağmen mütaarrıza karşı koymak hususunda «Kore» de bir Birleşmiş Milletler cephesinin kurulması suretiyle Birleşmiş Milletler zihniyetinin fiiliyat sahasına intikalini temin eden böyle bir teşekküle sadık kalmak ve onun müessirliğinin artmasına çalışmak, her sulhsever devlet için — hattâ her şeyden evvel kendi menfaati bakımından — bir vazifedir. Bundan dolayıdır ki biz, Birleşmiş Milletler müessesesine sadık kalmakta, onun kuvvetlenmesine tam îman ve samimiyetle, sabırla çalışmakta devam ediyoruz ve edeceğiz. Paris toplantısı vesilesiyle, orada kendileriyle görüşmek fırsatına nail olduğum, başta M. Schuman, Mister Acheson ve Mister Eden olmak üzere dost veya müttefik devletler Dışişleri Bakanlarının veya diplomatlarının da ayni düşüncede olduklarını gördüm. Bilhassa Amerikan, İngiliz ve Fransız refiklerimle yaptığım temaslardan bize karşı sağlam bir itimat beslendiği, bizim de onlara itimatta haklı olduğumuz ve kendi hükümetleriyle ileride yapacağımız temas ve müzakerelerin, teferruatı ne olursa olsun, bunların daimî sıkı işbirliği yapmak gerektiği kanaatinin çerçevesi dahilinde cereyan edeceği intibaını sarahatle aldım. Atlantik Paktına iltihakımızla, bu işbirliği hem müşterek emniyetin, hem de münferit cemiyetin kuvvetlenmesi uğruna ahdi bir şekilde tecelli edecektir. Malûmunuz olduğu veçhile Atlantik Paktı Konseyinin geçen Ekimde vukubulan Ottawa toplantısında âza devletler temsilcileri müttefikan, bizim ve Yunanistan'ın Pakta iltihaka davet edilmemiz hususunda karar aldılar. Bunlardan birincisi Paktın 6'ncı maddesinin, bizim ve Yunanistan'ın ülkelerimizin tamamı ile Pakta âza olmamızı derpiş eder şekilde, 146 değiştirilmesi idi ki, bu, evvelki ay, Londra'da bilcümle Pakt âzası devletler temsilcileri tarafından imzalanan bir protokolün tanzimi suretiyle yapılmıştır, ikinci' formalite de Pakt âzası devletlerin kendi Anayasa usullerine göre bu protokolü kabul edip Pakta iltihaka davet olunmamızı tasvip eylemesi ve tasvip keyfiyetini gereğine tevessül olunmak üzere, Amerika Hükümetine resmen tebliğ eylemeleridir ki, Norveç ve Danimarka tasdik muamelelerini ikmal etmişler, İngiltere ise ahiren hem tasdik ve hem de Amerika Hükümetine tebliğ muamelesini rapmıştır. Pakta iltihakımızı temin hususunda en şayanı şükran şekilde faaliyet sarfetmiş olan Birleşik Amerika'nın bu formaliteleri henüz yapmamış olması, Anayasası gereğince karar almağa yetkili bulunan Teşriî Meclislerinin henüz tatil devresinde bulunmasından ileri gelmektedir. Diğer âza devletlerin gereken muameleyi ikmalde gecikmeyeceklerini kuvvetle tahmin edebilecek durumdayım. Pakta, diğer âza devletlere nisbetle eşit şartlar altında girmiyeceğimiz yolunda bir aralık ortaya çıkan veya çıkarılan dedikodular veya endişeler, vakaların vuzuhu karşısında çok şükür bertaraf olmuş bulunuyor. Şimdi karşımızda, Pakta girdiğimiz zaman Türkiye'nin Pakt içindeki askerî tertibat bakımından nasıl bir yer alacağı meselesi kalmıştır. Henüz muallâkta bulunan bu mesele hakkında, müsaadenizle şimdilik yalnız şunu söylemekle iktifa edeceğim: Her bakımdan millî menfaatlerimiz, Atlantik Paktı teşkilâtının müşterek menfaatleri ve coğrafî ve askerî icabatiyle tamamen muvafık bulunduğu cihetle, mantıkan memnuniyet verici bir neticeye varılması pek tabiîdir. Hükümetimiz bu meseleyi her noktai nazardan esaslı bir tetkike tâbi tutarak sarih ve katî neticelere varmış ve bunları alâkadar devletlere zamanında bildirmiştir. Henüz Pakt âzası olmadığımız için Yunanistan'la birlikte sırf müşahitle (ki bu vazifeyi Roma Büyükelçimiz ifa eylemiştir) umumî celselerine katıldığımız Atlantik Paktı Roma toplantısında, bu hususta hiçbir karar alınmamıştır. Geçen Ekimde General Bradley, Feldmareşal Slim ve General Leheres'in iştirakiyle Ankara'da yapılan ihzarı fikir müdaveleleri sırasında kararlaştırıldığı veçhile Vaşington'daki Atlantik Paktı Askerî Komitesiyle, daha şimdiden hazırlık temasları yapmak üzere ahiren Genelkurmay 147 Başkanlığı haber alma Başkanı Amiral Aziz Ulusan bir yardımcı ile-birlikte Vaşington'a gönderilmiştir. Bu temaslar kâfi derecede süratle inkişaf eder ve kuvvetle tahmin ettiğimiz gibi, Atlantik Paktına iltihakımız hakkındaki hukukî formaliteler de o zamana kadar tamamlanırsa, önümüzdeki Şubat ayında bizim de iştirakimizle Lizbon'da vukubulacak olan Atlantik Paktı Konseyi toplantısında bu mesele de ele alınabilecektir. Her halli kârda bizim muvafakatimiz lahik olmadan bize dair herhangi bir karar ittihazı bahis mevzuu olamayacağını bir defa daha tekrara lüzum yoktur sanırım. Müşterek emniyet mevzuunu terketmezden evvel, müsaade buyurursanız; ortadoğu komutanlığı meselesi hakkında da izahat arzedeyim: Bu mesele, tabir caizse, iki fasileye ayrılabilecek bir takım tefsirlere meydan vermiştir. Birinci fasileyi Moskova Hükümetinin ortaya atmak istediği dedikodular teşkil eylemektedir: Malûmunuz bulunduğu veçhile Sovyet Rusya hariciyesi bizim Moskova Büyükelçimize olduğu gibi Amerika, İngiltere ve Fransa'nın — yani Orta-Doğu Komutanlığı fikrini ortaya atan dört devletin sefirlerine — geçenlerde birer nota tevdi ederek Orta-Doğu Komutanlığı kurulması fikrinin — tıpkı Atlantik Paktı gibi — Rusya'ya karşı tecavüzî maksatlar istihdaf ettiğini, aynı zamanda böyle bir Komutanlığı kurmak isteyenlerin Orta-Doğu memleketlerinin istiklâlini ellerinden almak, ve onları zorla Rusya'ya karşı birer tecavüz üssü haline getirmek emelini güttüklerini iddia etti. (Bu notaların tevdiinden az evvel, Moskova'nın Orta-Doğu devletlerine de birer nota tevdi ederek bu Komutanlığa katılmamaları lüzumunu âdeta onlara ihtar eylediği de hatırlardadır.) Bize tevdi edilen notanın cevabı Sovyet Rusya hariciyesine verilmek üzeredir. Cevabımızın metni tevdii müteakip neşrolunacaktır. Çünkü bizim kimseye karşı tecavüzî emeller beslemediğimizi, kimsenin istiklâline halel getirmek arzusunda olmadığımızı izaha kalkışmak, bedahetlerle kıymetli vaktinizi kaybettirmekten başka bir şey olmaz. İkinci nevi tefsirler fasilesi üzerinde biraz durmak istiyorum: Sırf tedafüi maksatlara matuf bulunduğu bedihi bulunan bu Orta-Doğu Komutanlığının mahiyeti ne olacaktır? Hangi devletleri ihtiva edecektir? Buna katılacak devletler için ne gibi vecibeleri tazammun edecektir? Atlantik Paktı 148 ile ilgisi var mıdır? Yalnız memleketimizde değil, milletlerarası matbuatta da yer aldığı görülen bu suallere huzurunuzda cevap vermenin faydadan hâli olmıyacağını sanıyorum. Maksat, maddî ve manevî ehemmiyetine rağmen dışarıdan gelecek bir taarruza karşı maalesef açık bulunan Orta-Doğu'nun, böyle bir tecavüze karşı müdafaası için plânlar yapılması, Orta-Doğu devletlerinin böyle bir müdafaa için askerî bakımdan ihtiyaçlarını tesbit ve imkân nisbetinde temin olunm asıdır. Komutanlığa iştiraki arzu edilen devletler, bittabi, bütün Orta-Doğu devletleri ve bu bölgenin müdafaası ile ilgili diğer devletlerdir. Bunlar, arzu ettikleri takdirde ve gayet tabiî olarak, icabında teferruatını taraflarla müzakere ve münakaşa ettikten sonra, eşit durumda olarak Komutanlığa gireceklerdir. Gerek askerî tertibat, gerek Komutanlık emrine verilecek kuvvetler hususunda, kendilerine taallûk edecek bakımlardan, arzu ve muvafakatleri lahik olmadan ne taahhütler, ne de tatbikat sahasında herhangi bir şey yapılması bahis mevzuu değildir. Orta-Doğu Komutanlığı hükmünü ortaya atan dört devlet arasında da henüz herhangi bir taahhüt alınmış, herhangi bir plân tesbit edilmiş değildir. Bunlar zamanla ve hâdiselerin inkişafına göre inceden inceye düşünülerek yapılacak, hukukî ve siyasî temellere istinat ettirilecek şeylerdir. Şimdiye kadar tesbit edilen noktalar, o da icabında, iştirake karar vereceklerle müzakere edilmek üzere, evvelâ Mısır'a tevdi edilen muhtıra ile bilâhare 10 Kasım 1951 de, diğer Arap devletleriyle İsrail'e verilen muhtıralardaki geniş çerçevelerden ibarettir. Bu metinler neşredildiği cihetle muhtevalarını burada tekrarlamıyacağım. Yalnız şu ciheti tebarüz ettirmek isterim ki, mezkûr metinlerden anlaşılacağı gibi ortada kimseye (empoze) edilmek istenen, şartları lâyetegayyer bir şey yoktur. Maksat, her üyenin hem kendi menfaatleri, hem de Orta-Doğu'nun menfaati için katılmasına hâdisatm lüzum gösterdiği bir tedafüi işbirliği tertibini, her üyenin hükümranlığını, toprak bütünlüğünü ve istiklâlini asla haleldar etmiyen bir şekilde korumaktır. Bu mesele hakkında evvelâ Mısır Hükümetine tevdi edilen taslak bazı te- 149 ferruatı ihtiva ediyordu. Çünkü bu taslağın muayyen bir siyasî durumu da yoluna sokacağı ümid ediliyordu: Filhakika, o zaman İngiltere ile Mısır arasındaki 1936 Muahedenamesini feshe hazırlandığını ilân eden Mısır'a, İngiltere ile olan ve iki taraflı olarak bir türlü halledilemiyen ihtilâfını çok taraflı bir anlaşma çerçevesi içinde halledebilmesi imkânını bu Orta-Doğu Komutanlığı projesi verecekti. Mısır'la İngiltere'nin arasında mevcut olup ancak 1956'da müddeti bitecek mezkûr muahedename mucibince Süveyş Kanalında bulunan İngiliz askerî tesisat ve kuvvetlerinin yerine Orta-Doğu Komutanlığı projesinde olduğu şekilde — Mısır'ın askerî potansiyeli kuvvetlendikçe miktarının azalması mukarrer — bir Orta-Doğu Komutanlığının ikamesi ve bu Komutanlığa Mısır'ın da kurucu âza olarak tamamen eşit haklar ve vecibelerle iştirak eylemesi, başta Mısır'ın kendisi olmak üzere bütün Orta-Doğu devletlerinin hayatî menfaatlerine ve dolayısiyle cihan sulh ve emniyetnin vikayesi gayesine tamamen uygun olarak İngiltere - Mısır ihtilâfının halline sağlam bir yol açabilecektir. Maalesef, malûmunuz olan şekilde Mısır Hükümeti müzakereye yanaşmak şöyle dursun, herhangi bir mütemmim izahat istemeğe bile lüzum görmeden derhal red cevabı verdi. Mısır'ın bu fevrî hareketi yaparken, çok dostane ve samimî bir mahiyette olan hattı hareketimizi de yanlış tefsir ettiğini teessüfle kaydetmek isterim.Son zamanlarda bu memlekette gayri mesul bazı unsurların bize karşı gösterdikleri çirkin taşkınlıklar memleketimizde haklı bir teessür ve infial uyandırdı. Bu taşkınlıklara karşı Mısır Hükümetinin hassasiyet göstermiş olmasını beklerdik. Bu nahoş vaziyetin biran evvel nihayet bulması ümidini izhar ettikten sonra Orta-Doğu Komutanlığı mevzuuna avdet edeyim: Mısır'dan sonra diğer Arap devletleri ve İsrail nezdinde, yine dört devlet tarafından yapıldığını biraz evvel arzettiğim teşebbüs, Orta-Doğu Komutanlığının mahyeti hakkında kendilerine resmen malûmat verip düşüncelerini öğrenmek, her devletin kendi menfaati ve Orta-Doğu'nun selâmeti için düşünülen ve hâdisatın düşünülmesini zarurî kıldığı bu tertibin — yukarıda da tekrarladığım gibi — serbestçe müzakere ve münakaşa yolu ile kabul 150 edilecek ve alâkadarların hükümranlıklarına ve istiklâllerine halel getirmek değil, bilâkis bunu korumak gayesine matuf bulunduğunu resmen tebarüz ettirmek maksadına matuftu. Orta-Doğu'nun emniyeti, bizim cenup cenahımızın emniyeti demektir. Bilmukabele bizim emniyetimiz, Orta-Doğu'nun emniyetini çok büyük nisbette sağlamaktadır. Bundan dolayıdır ki, menfaatlerimiz müşterek bulunan OrtaDoğu devletleriyle günün birinde Orta-Doğu Komutanlığı meselesini görüşebilecek durumlar hasıl olmasını umumî menfaatler bakımından da temenni eyleriz. Atlantik Paktına girmek üzere bulunduğumuz şu sıralarda, bizim, coğrafî durumumuz itibariyle, Orta-Doğu Komutanlığı meselesi ile Atlantik Paktına girmemiz ve tedafüi teşkilâtta alacağımız mevki meselesi arasında herhangi bir rabıta mevcut bulunduğunu düşünenler oldu. Halbuki bu iki .mesele, yekdiğerinden tamamen ayrıdır. Bir tarafta ahdî esaslara istinaden teşekkül etmiş bir tedafüi tertip vardır: Atlantik Paktı. Diğer tarafta ise, sadece üzerinde işlenilecek henüz ahdî temelleri kurulmamış bir fikir, bir tasavvur vardır: Orta-Doğu Komutanlığı. Bunların yekdiğeriyle irtibatlandırılması bittabi her şeyden evvel mantıken mümkün değildir. Atlantik Paktına girmemizin Orta-Doğu Komutanlığının tahakkuk etmesiyle hiçbir alâkası yoktur. Bizim için evvelâ, Atlantik Paktına girerek onun çerçevesi içinde diğer aza devletler gibi, aynı hak ve vecibelerle yer alacağız, ondan sonra da, aynı Pakt üyesi olup da Orta-Doğu Komutanlığının kurulması lüzumunda mutabık bulunan Birleşik Amerika, İngiltere ve Fransa ile birlikte, bu komutanlık işi ile ayrıca meşgul olacağız. Sayın arkadaşlar Müsaade buyurursanız şimdi dış siyasetimizin iki taraflı münasebetlere müteallik kısmına geçeyim. Orta-Doğu'dan bahis açmış iken evvelâ oraya müteallik bazı malûmat arz edeyim. Biliyorsunuz, Suriye'de hükümet değişikliği oldu, Devlet Reisi çekildi. Biz bunu dahilî bir mesele telâkki ederek yeni iktidarla normal münasebat kurmakta gecikmedik. Geçenlerde Ankara'daki Maslahatgüzarlariyle siyasetlerinde hiç değişiklik olmayacağı teminatını bize gönderen yeni iktidarla dostane münasebetler kurmağı sa- 151 mimiyetle arzu etmekteyiz. Kendisine karşı en iyi hisler beslediğimiz ve istikrar içinde mesut ve müreffeh olmasını candan temenni eylediğimiz bu komşumuzla, her zaman söylediğim gibi, menfaat birliği ve birçok manevî bağlarla bağlı bulunduğumuz uzak, yakın diğer bütün Arap devletleriyle olduğu gibi, sıkı dostane münasebetler idamesine daima çalışacağız. Kendisine karşı çok halisane ve dostane hisler beslediğimiz komşumuz İran’ın İngiltere ile olan ihtilâfının hâlen halledilmemiş olmasını büyük üzüntü ile müşahede ediyoruz. Bu ihtilâf ortaya çıktığı zaman, meselede tarafsız kalarak her iki tarafa da dostane tavsiyelerde bulunduk. Mesele İngiliz petrol müstahdeminin İran'dan çıkarılması kararının ittihazı' münasebetiyle, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine gelince ileride uzlaşma temaslarını imkânsız hale sokabilecek bir durum hâsıl olmaması için, karar ittihazında acele edilmemesini temin zımnında uğraştık. Bu gayretlerimiz büsbütün semeresiz kalmamakla beraber, maalesef taraflar arasında bir anlaşmaya henüz varılamamıştır. Bu ihtilâfın yakın zamanda hallini bütün kalbimizle temenni ediyoruz. Komşularımızla münasebetlerimizi gözden geçirirken Sovyet Rusya ile münasebetimiz üzerinde fazla durmayacağım. Zira geçen gün yine bu kürsüden sizlere (30 Kasım) da Sovyet hariciyesinin, Atlantik Misakma girmek üzere bulunmamız münasebetiyle evvelce tevdi ettiğimiz cevabî notaya mukabelesine dair yaptığım tahlilden bu komşumuzun şu sıralarda bize karşı sinir harbine kuvvet verdiğini müşahede buyurmuşsunuzdur. Geçenlerde bir Amerikan dergisinde bize dair çıkan bir makalede «Türkiye asırlardan beri sinir harbine maruzdur» deniyordu. Hakikaten, millet olarak, sinirlerimizin çok kuvvetli olduğunu belirten bu "müşahede çok doğrudur. Geçen gün de arz ettiğim gibi, her türlü kötü niyetten âri, fakat kararlı ve dürüst siyasetimizin verdiği vicdan rahatlığı, ananevi sinir kuvvetimizi bir kat daha arttırmaktadır. Bize karşı yine aynı siyaseti gütmek isteyen komşumuz Bulgaristan'a gelince, bu Hükümet bize karşı kötü niyetlerinin son günlerde yeni bir numunesini vermiştir. Bulgaristan'dan tehcir edilen soydaşlarımız arasına sahte vizelerle karışan çingenelerin gelmelerine mâni olmaması ve tamamen yolsuz ve usulsüz olarak memleketimize gelen bu kimselerin geri alınmasına 152 rıza göstermemesi yüzünden, uzun müddet tahammül gösterdikten ve teşebbüslerde bulunduktan sonra, bu gayretlerimizin ve sabrımızın semeresiz kaldığını görünce, bu yolsuz gelişlerin arkasını almak ve gelenlerin iadesini temin etmek için Bulgaristan'la olan hududumuzu kapatmak mecburiyetinde kalmıştık. Bulgar Hükümeti bunu bittabi tarafımızdan suiniyet gösterilmesi ve anlaşmalara riayet edilmemesi gibi vahi sebeplerle tefsire çalışmış, bizi keyfî olarak artık göçmen kabul etmemekle itham ederek bu şartlar dairesinde göçü tamamen durdurmağa karar verdiğini bir tebliğ neşri suretiyle ilân etmişti. Hatırlarda olduğu gibi geçenlerde neşrettiğimiz karşılık tebliğde Bulgar isnadlarını birer birer ve çok kolaylıkla cerh ederken, Bulgar Hükümetinin zaten bir zamandan beri göçü durdurmak için tedbir almağa başladığını bildiğimizi açıklamış ve bir zamandan beri durdurmak istediği göçü katı bir kararla durdurmak için, hududu kapatışımızı fırsat bildiğini tebarüz ettirmiştik. Malûmunuz olduğu veçhile diğer bazı devletlerle birlikte İtalya'nın da Birleşmiş Milletler Teşkilâtına âza olması meselesini Güvenlik Konseyi tekrar ele alıyor. Bu mühim ve sulhsever devletin bu teşkilât dışında daha fazla durmaması lehinde reyimizi tehalükle kullandığımızı arza bilmem hacet var mıdır? Kendisiyle beraber Atlantik Paktına girmek üzere bulunduğumuz yakın dostumuz Yunanistan'la aramızdaki iş ve kader birliği bu Pakt içinde daha da müşahhas ve faal bir durum kesbedecektir. Yugoslavya ile münasebetlerimiz inkişafa çok müsait bir hava içinde bulunmaktadır. Kadim dostumuz ve her bakımdan yalnız Akdeniz'de değil, cihan siyasetinde mevkii çok mühim olan İspanya ile münasebetimiz mesud bir inkişaf halindedir. Münasebetlerimiz aramızdaki ananevî sevgiye lâyık bir şekilde inkişaf eden Pakistan ve Hindistan'la akdettiğimiz birer Dostluk Muahedenamesi ayrıca Hindistan'la imzaladığımız Kültür Anlaşmasıyla birlikte yüksek tasdikinize arz olunacaktır. Cihan sulhunun korunması için olduğu kadar, kendi menfaatleri ve teali- 153 leri bakımından da mühim bir potentiel ziyamı intaç eden Hindistan ve Pakistan arasındaki anlaşmazlığı üzüntü ile takip ediyoruz. Her iki tarafa da sırf dostane bir temenni mahiyetinde olmak üzere daima itidal ve mütekabil anlayış tavsiyelerinde bulunagelmekteyiz. Keşmir meselesi ile, Güvenlik Konseyi âzası bulunmamız hasebiyle, tâbir caizse vazifeten de alâkalı bulunmaktayız. Mesele henüz maalesef hallounmamıştır. Biz bu nevi nazik meselelerde taraflara, her şeyden evvel mânâsız prestij kaygu-larmdan tecerrüt etmelerini ve bilhassa tamiri kabil olmayacak fevrî hareketlerden efkârı umumiyelerini alıkoymağa çalışmalarını rica ediyoruz. Son zamanlarda, bazı memleketlerde müâşahede ettiğimiz bir takım vakıalar, tehyiç edilen efkârı umumiyenin, zamanla nasıl önüne geçilmesi çok müşkül bir sel haline geldiğini isbat eylemektedir. Her ikisi de çok yakın dostumuz bulunan Efganistan'la Pakistan arasındaki ihtilaflı durum hakkında da aynı üzüntüyü duymakta ve aynı dostane yatıştırıcı faaliyete samimiyetle devamdan fariğ olmamaktayız. Kendisine karşı en dostane hislerle mütehalli bulunduğumuz Endonezya'ya sırf teknik sebeplerden dolayı geciken Sefir gÖndermekliğimiz meselesini müsbet şekilde ve daha fazla gecikmeden halledeceğiz. Önümüzdeki sene, Birleşmiş Milletlerin, nev'inin güzel bir numunesi olarak zikredebileceğim verimli mesaisi neticesi olarak müstakil bir devlet haline gelecek olan Libya'yı hür devletler camiasının yeni bir kıymetli unsuru olarak selâmlayacağız, ve kendisiyle münasebata girişeceklerin başında olacağız. Uzak-Doğu'da ve cihan siyasetinde, Japonya'nın, lâyık olduğu mühim mevki ile mütenasip faal rolü oynamasına imkân verecek olan ve büyük memnuniyetle imzaladığımız Japon Sulh Muahedenamesi yakında yüksek Meclisinizin tasvibine arzolunacaktır. Müsaade buyurursanız, söz Uzak-Şark'a intikal etmişken, biraz da Kore durumundan bahsedeyim. Orada cerayan eden mütareke müzakerelerinin neticeleri hususunda fazla ümitlere kapılmamak gerektiği zannmdayım. Mütarekenin akdine kati surette imkân yoktur demek istemiyorum. Eğer Birleşmiş Milletler cephesi, harbe devamın kendileri için gittikçe daha zararlı olacağını komünistlere isbat edebilecek şekilde savaşa devam ederse, 154 mütarekenin akdine imkân hâsıl olabilir. Sovyet notasına cevabımız : «Cumhuriyet Hükümeti, Orta-Doğu Komutanlığının ihdası hakkında Sovyetler Birliği Hükümetinin 24 Kasım 1951 tarihinde Moskova'daki Türkiye Büyükelçiliğine tevdi ettiği notayı dikkatle incelemiştir. Mezkûr notada Sovyet Hükümeti, Orta-Doğu Komutanlığı fikrini ortaya atan devltlerin tecavüzî maksatlar beslediklerini, Orta-Doğu'yu bir askerî üs haline getirmeyi derpiş ettiklerini, bu memleketlerin iç işlerine müdahale etmek niyetinde olduklarını ve bu suretle millî hükümranlıklarını haleldar eyleyeceklerini iddia etmektedir. Sovyet Hükümeti Orta-Doğu Komutanlığına haksız yere tecavüzî bir mahiyet atfetmekle, mutasavver teşkilâtın prensip ve gayelerini hususî maksatlara delâlet eden bir şekilde tahrif etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Filhakika, Komutanlığın hedefi, Orta-Doğu'da, ilgili devletlerin. Birleşmiş Milletler Anayasasına uygun olarak, müşterek meşru müdafaa tedbirleri almalarını mümkün kılacak bir teşkilât kurmaktır. Esasen, bu Komutanlığın gayeleri, bilhassa aşağıdaki hususları açıklayan 10 Kasım 1951 tarihli dörtlü beyannamede sarahatle izah edilmiş bulunmaktadır: Orta-Doğu Komutanlığı, içtimaî ve iktisadî terakkiyatm .inkişafı için lüzumlu olan barışı sağlamak üzere bölgenin heyeti umumiyesini savun mak maksadiyle sarfedilecek müşterek gayretlerin merkezi olacaktır. Bu bölgeye dahil devletler bu Komutanlığa müsavat dairesinde ve kar şılıklı rıza yoluyla iştirak edeceklerdir. Bu bölgenin savunmasına iştirak edecek olan memleketlerde kıtaat harekâtı, ancak ilgili devletlerin rızaları ile ve istiklâllerine sıkı surette riayet edilerek vuku bulacaktır. İlgili devletler tarafından Komutanlığa bahşedilecek askerî kolaylıklar hususî anlaşmalara mevzu teşkil edecektir. Komutanlık, bu bölge dahilinde ortaya çıkabilecek meselelere ve ih tilâflara asla müdahale etmiyecektir. Yukarıda beyan olunan prensiplerden, ilgili devletlerin bu teşkilâta iştirak, 155 edip etmemek hususunda tamamen serbest bulundukları açıkça anlaşılmaktadır. Binaenaleyh, Sovyet Hükümetinin, bu teşkilâtın mezkûr memleketlerin hükümranlıklarını ihlâl edeceği hakkındaki iddiaları hiçbir esasa istinat etmemektedir. Dört devlet, bu devletleri, kendilerine yapılmış olan teklifleri, millî menfaatlerinin ışığı altında, tetkike davet etmişlerdir. Bu itibarla, bunlar üzerinde herhangi bir tazyik yapılmış bulunması bahis mevzuu olamaz ve dahilî ve haricî işlerinin idaresi hususundaki tam hareket serbestlikleri böylece tamamen korunmuş bulunmaktadır. Esasen, bahse konu Komutanlığa iltihak etmekte menfaatleri olup olmadığına tam bir serbestlik içinde karar vermenin ancak bu devletlere ait olduğunu ilâveye lüzum yoktur. Binaenaleyh, Komutanlığa iştirak etmemeleri lüzumunu ihtar maksadiyle Sovyetler Birliği tarafından bu devletlere verilen notalar, bu bölge memleketlerinin dahilî işlerine müdahalenin elle tutulur bir delilini teşkil etmektedir. Sovyet Hükümetinin, Orta-Doğu Komutanlığının kurulmasını haklı gösteren hiçbir tehlikenin mevcut olmadığı hakkındaki iddiasına gelince, Cumhuriyet Hükümeti, bilâkis, böyle bir tehdidin yalnız hassaten bu bölge için değil, fakat umumiyetle bütün hür dünyanın emniyeti için mevcut olduğu fikrindedir. Bu suretle gerek halk arasında, gerek memurlarımızın vicdanında yanlış bir zehap husulüne yol açmanın mahzurları üzerinde durmayacağım. Ancak hak ve salâhiyetlerini millî iradeden alan, bütün hareketleri yine millî iradenin ifadesini teşkil eden kanunlara göre ayarlanmış, icraatı her an milletin yegâne ve hakikî mümessili Büyük Meclisin murakabesi altında bulunan Hükümet ve idareye karşı esaslı bir tetkike girişilmeden bir devlet ve memur meselesi ihdas etmek doğru olmaz, sanırım. Hukuk ve kanun muvacehesinde vaziyet bu olduğuna göre geriye bir mesele kalır: Acaba Hükümet, memur mavzuunda, kanunların kendisine verdiği salâhiyeti kötüye mi kulanmaktadır? Ortaya atılan iddialardan çıkan mâna devlet hayatında yapılan bütün memur tâyin ve nakillerinin kanunî salâhiyetlerin kötüye kullanılması şeklinde vukua geldiği kanaatini telkin edecek mahiyettedir. Bu derece iddialı olarak ortaya çıkabilmek için hiç 156 olmazsa misaller göstermek, malûmat vermek ve esaslı delillere dayanmak icabeder. Meselâ yeni iktidar zamanında memur kadrosundaki hareketler eski yıllara nazaran artmış mıdır? Artmış ise bunun sebepleri nelerdir? Başka memleketlere nazaran memur kadrosundaki hareketler bizde dikkati çekecek bir aykırılık arzeder mi? Böyle bir hal varsa içinde bulunduğumuz şartların doğurduğu ihtiyaç ve zaruretlerin ne dereceye kadar ifadesidir? Zannediyorum ki bu hususlar tetkike tâbi tutulmadan böyle mühim bir meselenin bu derece cüretle ortaya atılmaması icabederdi. Ancak hulûskârlık yapan, emrin ve idarenin keyf ve hevesine göre hareket eden memurların bulundukları yerlerde kalabildikleri, fakat dürüst ve haysiyetli memurların bir yerden öte yere oynatıldıkları iddiası umumî efkârca ve bilhassa,memurlarımız tarafından hakikat zanniyle kabul edildiğini bir an için farzedelim. İdare cihazının hali ne olur? Arzu etmedikleri yerlere gönderilen yani değiştirilmekten şikâyetçi olan memur sayısı ile yerlerinin değişmesinden şikâyetçi olmayan, yahut yerlerini muhafaza eden memur sayısı arasındaki nisbet muazzamdır. Vaziyet böyle olunca yerlerini muhafaza eden veya bu hususta hiçbir şikâyeti olmayan ve memur mevcudu içindeki nisbeti belki de yüzde doksan dokuzu bulan büyük kütleyi âmme efkârı önünde hulûskârlık ve âmirleri keyfine göre hareket gibi ağır şaibe ve ithamlar altında bulundurmağa asla hakkımız yoktur. İşte şu birkaç günden beri politika borsasını meşgul eden memur meselesinin mahiyeti budur. Bilgiye, tetkike, emek sarfına bağlı bulunan birçok memleket meseleleri mevcuttur. Fakta ucuz ve kolayı arandığı, hele iktidarı kötülemek maksadı güdüldüğü takdirde en elverişlisi bu beyanatıma mevzu teşkil eden neviden olanlardır. Biz bunları bir intikal devrinin gayritabiîlikleri olarak müşahede etmekteyiz. Ancak bu halin devamında faide mülâhaza edilemez. Aksine, verine siz çekişmeler, karşılıklı prensip ve program münakaşalarına başlamamızı., yapıcı mücadele devrine girmemizi geciktirebilir. Sual 2 — İç ve dış emniyet durumumuz hakkında malûmat rica edebilir miyim? Cevap 2 — İç ve dış politika vaziyetimizi en kısa olarak şöyle ifade ede- 157 yim: İç politikada rejim münakaşalarını artık geride bırakmış olduğumuzu kabul etmek bir zarurettir. Vatandaş hak ve hürriyetlerinden emindir ve masuniyetlerimizin teminat altında bulunduğunda kimsenin tereddüdü olamaz. Bu bölgedeki bazı devletler, böyle bir tercihte bulunmak hususunda tereddüt etmektedirler. Bu tereddüdün sebepleri vardır: Bazıları bitaraf kalmanın mümkün olacağına inanmaktadırlar. Diğerleri, bazı demokratik Batı devletlerinin emperyalistik gayeler güttüğünü zannetmekte ve binaenaleyh onlara karşı cephe almayı düşünmektedirler. Ben eminim ki bu memleketlere karşı metin, lâkin anlayışlı ve sabırlı bir siyaset, takip etmekle onları doğru yola sevketmek hâlâ mümkündür. Bu kolay bir iş değildir. Zira hem kökleri derinlere giden anlaşmazlıklar mevcuttur, hem de Orta-Şark'ta şayanı esef bir karışıklık ve heyecanlı bir hava hâlâ devam etmektedir. Mamafih, dediğim gibi sabır ve metanet sayesinde büyük neticeler elde edilebilir. Sual: 4.— Türkiye bir müddetten beri, bilhassa Birleşik Amerika'dan yardım görmektedir. Bu yardımın mahiyet ve miktarı hakkındaki fikriniz nedir? Bunun arttırılması lüzumuna inanıyor musunuz ve böyle bir artışın askerî ve milletlerarası durum üzerinde ne gibi bir tesiri olabilir? Cevap: Bildiğiniz gibi, Türkye'ye yapılan Amerikan yardımı hem askerî, hem iktisadîdir. Türkiye, bir taraftan lâyıkiyle gelişmemiş bir memlekettir ve diğer taraftan da, senelerden beri kendi istiklâl ve toprak bütünlüğünü tehdit eden büyük tehlikeye karşı koymak için askerî sahalarda tamamen hazırlıklı ve pek kuvvetli bulunmak zorundadır. Türkiye'nin senelerden beri seferberlik halinde bulunduğunu söylersem, mübalâğa etmiş olmam. Zira Türkiye, şartlar ne olursa olsun ve kendisine neye mal olursa olsun, kendisini son ferde kadar müdafaa etmek azmindedir. Biz, bütçemizin yüzde ellisinden fazlasını askerî masraflara tahsis etmekteyiz. Hâlâ lâyıkiyle gelişmemiş olmamızın başlıca sebeplerinden biri budur. Karşılaştığımız zorlukların tahfifi için yaptığı yardım dolayısiyle büyük dostumuz Amerika'ya pek minnettarız. Bunu her vesile ile tekrar etmeyi zevkli bir vazife addederim. Lâkin maalesef her vesile ile de tekrar ettiğim gibi, biz bu yardımın arttırılmasının zarurî olduğuna 158 kaniiz. «Maalesef» diyorum, zira mütemadiyen bir şey istemek hoş değildir. Bununla beraber şunu unutmamalıyız ki biz bir artış istediğimiz vakit sadece kendimizi değil, lâkin hiç olmazsa aynı Ölçüde demokratik cephenin emniyetini de düşünmekteyiz. Zira Batı demokrasiler cephesinin kendi kendini müdafaa edebilmesi için Türkiye'nin tecavüze karşı fethedilmez bir kale haline gelmesi elzemdir. Diğer taraftan, Orta-Şarkın emniyeti, Türkiye'nin kendi topraklarına yapılacak bir taarruza kuvvetle mukavemet etmek kabiliyetine bağlıdır. Türkiye'nin kendine düşen milletlerarası rolü oynamakta göstereceği başarının derecesi, birinci sınıf askerî birliklerini lâyıkıyla cihazlandırıp talim ve terbiye etmesine ve modern bir harbe girişebilmesi için gerekli levazım ve hazırlıklara malik bulunmasına bağlıdır. Kuvvetli bir ordu ancak kuvvetli bir ekonomiye dayandığı nispet ve ölçüde idame ettirilebilir. Demokratik dünyanın emniyeti bakımından, biz Türkiye'ye yapılan yardımın arttırılması hususunun pek makul bir envestisman telâkki edilmesi gerektiğine inanmaktayız. Zaten böyle bir artış Türkiye'yi büyük bir ölçüde Amerikan yardımından faydalanan diğer memleketlere nazaran imtiyazlı bir mevkie sokmaz, zira hâlen verilmekte olan mecmu Amerikan ekonomik yardımından Türkiye'ye doğrudan doğruya veya dolayısiyle düşen hisse ancak yüzde 2.2'dir. Soru sahibi de, İstanbul ve Tekirdağ ormanlık bölgelerinde, bazı kanunsuz hareketlerin yapıldığını iddia etmiş ve hazırlanmakta olan Orman Kanunu tasarısı hakkında Grupta konuşacağını söyleyerek kürsüden inmiştir. Ayın Tarihi 19 Aralık 1951 159 ÖZET (ÖZDEMİR, Seçil).(Demokrat Parti Dönemi Türk-Amerikan İlişkilerinin Türkiye’nin Orta Doğu Politikalarına Yansıması),(Yüksek Lisans Tezi), Ankara,(2008) İkinci dünya Savaşı ardında adeta dumanı tüten bir savaş alanı bırakmış, dünya savaşın yıkıntılarından nefes nefese çıkmıştı. Bu ortamda Faşist imparatorluklar çökerken dünyada demokrasi rüzgârları esmeye başlamış, bu demokrasi ortamına Türkiye de kendisini Batı’ya daha yakın gösterebilmek için bu düzene uyum sağlama yolunu seçmişti. 14 Mayıs 1950’de Türkiye’de 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı serbest seçimle el değiştirmiş ve Demokrat Parti iktidara gelmişti. Demokrat Parti İktidara geldiği dönemde ikiye bölünmüş dünyada Komünizmin tehditlerinden korunmak için Batı ile iş birliğine yönelmiş, ancak bu iş birliği her noktaya yayılmıştır. Özellikle ekonomik anlamda alınan yardımlar ve destekler bir süre sonra Türkiye’nin ekonomisini Batı’ya bağımlı hale getirmiştir. Bu durum özellikle Dış Politika konusunda alınan kararlar ve izlenen siyasette kendisini hissettirmiş, bu dönemde Türkiye özellikle Orta Doğu politikalarında Amerika’nın sözcüsü durumuna gelmiştir. II. Dünya savaşından sonra Orta Doğu’da etkin olmak isteyen Amerika, Orta Doğu’da atacağı her adım için Türkiye’yi adeta bastonu gibi görmüş, Demokrat Parti iktidarı da ne pahasına olursa olsun Amerika’nın Orta Doğu’da yürüttüğü her türlü politikada yer almıştır. ANAHTAR KELİMELER: 1.Orta Doğu 2.Demokrat Parti 3.Amerika 4.NATO 5.Bağdat Paktı 160 ABSTRACT (ÖZDEMİR, Seçil). (The Effect of Turkish-Amercan Relations on Middle East Policy -in the period of Democrat Party) The World War II left a big fire after it self. The world was very tired of the damages of the war. İn this time while the fascist empires was collapsing, democracy winds started to blow in the world. In this democracy atmosphere Turkey adabted to this situation in order to seem closed to the west. Cumhuriyet Halk Partisi (Rhe Party Republic Nation) was in the power for 27 years. And it changed hand Demokrat Party come to the power after the free elections in 14 May 1950 Demokrat party cooperated with the West in order to protect itself from the menace of comunism in the world whiches devided in to two part and this cooperaiton was spread to each and every points Especially The suuports and economic helps make Turkey dependent to the west This case effect Turkey’s decissions on foreign policy . so Turkey becomes a sort of spokesman of America’s policies on Middle East Arter World War II America wanted to be effective on Middle East because of that reason America think of Turkey as it’s walking stick.so Demokrat party took part in all kind of policies that Amerika made in Middle East . KEY WORDS: 1.Middle East 2.Demokrat Party 3.America 4.NATO 5.Baghdad Pact