Ders Notları – 4. Hafta Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1914 – 1939 Dönemi: All That is Solid Melts into Air... (Katı Olan Her Şey Havaya Eriyor) Daha önce eşi benzeri görülmemiş çaptaki çarpışmalar Avrupa’yı dağıttı. Modern tarihteki en büyük iktisadi gerileme ticaret, döviz kuru ve finansal cepheleşmelere sebep oldu. Genel olarak mal, sermaye ve insanların serbest olarak dolaşabildiği ortam, sınırların ve piyasaların aniden kapanmasına yerini bıraktı. Ülkelerin içindeki sosyo-kültürel sükûnet yerini çatışmaya bıraktı. 1914’den önceki dönemde piyasaların uluslararasılaşması mükemmel değildi. O dönemin sadece sonlarında hükumetler fakir ve çalışanların isteklerini dikkate almaya başladılar. 1914’den önce iktisadi büyümenin sadece bazı insanlara bazı zamanlarda faydaları dokunabilirdi. 1914’den sonra ise hemen her şey herkes için kötüye gitti. İktisadi küreselleşme ve devletin küçüklüğü sistemi uluslararası işbirliği ve barış sebepleriyle ayakta durabiliyordu. Ortaya çıkan milliyetçilik, militarizm ve savaş uluslararası iktisadi sıkıntıları arttırdı. I. Dünya Savaşı başladığı sırada ABD ekonomisi uzun bir zamandır dünyanın en büyük ekonomisiydi fakat savaştan önce dünya ekonomisiyle çok yakından alakalı değildi. Savaş senelerinde Avrupa, Amerikan sermayesi, piyasası ve liderliğine ihtiyaç duydu. Savaştan sonra ABD, dünyanın iktisadi lideri konumuna yükseldi. Avrupalı devletlerin birbirleriyle iktisadi bağları sekteye uğradığı için ABD’yle olan iktisadi bağlar süratle arttı. Avrupalı ülkeler ABD’den aldıkları gıda ve silahların parasını ödeyebilmek için mal, altın ve yatırımlarını sattılar. Savaşın ilerleyen senelerinde Amerikan piyasalarında borçlanmaya başladılar. Savaş sırasında Avrupalı ülkeler gelişmekte olan ülkeler ve sömürgeleriyle olan iktisadi faaliyetlerini azalttılar. ABD bu durumdan istifade etti. Britanya’nın uluslararası iktisadi arenadaki önderliği kayboldu ve Britanya ABD’ye muhtaç duruma geldi. Savaş ilerledikçe ABD’li yatırımcılar Britanya’ya borç verme konusunda isteksiz davranmaya başladılar ama ABD’nin 1917 senesinin başlarında savaşa girmesiyle birlikte o tip borçlanmalara gerek kalmadı. ABD hükümeti Avrupa ülkelerine 10 milyar dolar resmi borç verdi. Savaş Avrupa’ya felaket getirdi fakat ABD’nin dünyanın başlıca sanayi, finansal ve ticari gücü haline gelmesine sebep oldu. 1914 senesinden 1919 senesine kadar ABD, dünyanın en borçlu ülkesi olmaktan en çok alacaklı ülkesi haline geldi. Savaş senelerinde ABD başkanı olan Wilson’un da etkisiyle uluslararası siyaset ekonomisinde ABD, çevrede yer alan, korumacı, sürekli borç alan ve altın standardını münazara eden bir ülke olmaktan çıktı ve uluslararası iktisadi düzenin müdafii haline geldi. ABD, daha önceleri Britanya’nın bulunduğu konuma gelince Britanya’nın müdafaa ettiği serbest ticaret, finansal bağlar ve altın standardı gibi mefhumlar daha cazip hale gelmeye başladı. Uluslararası arenada ABD’nin bu konumu ABD’nin iç siyaset oyuncuları tarafından benimsenmedi. Söz konusu çevreler ABD’nin Avrupa ve dünyayla alakadar olmasını istemediler. Böyle bir ortamda Avrupa kendi çabalarıyla savaşın yaralarını sarmaya uğraştı. Savaş sonrası en kötü durum orta ve doğu Avrupa’da yaşandı. Aralarında yeni devlet kuran birçok ülke para basarak masraflarını karşılamak istediler ki bu durum hiperenflasyona sebep oldu. Avusturya ve Macaristan’da fiyatlar sırasıyla 14 bin ve 23 bin katına çıktı. Polonya ve Rusya’da 2,5 milyon ve 4 milyar katına çıktı. Almanya’da 1 trilyon kat. Yüksek enflasyon, sıkı maliye politikaları ve yabancı ülkelerden gelen destekle aşılabildi. Almanya’nın durumu daha mühimdi çünkü Almanya Avrupa’nın en büyük ekonomisiydi ve ödemesi gereken tazminatları vardı. 1920’li senelerin başındaki makroekonomik çöküş siyasi sistemin elitlerini de gözden düşürdü ve aşırı sağ partilerin yükselmesine sebep oldu. Rusya’da 1917 Kasım’ında Bolşevik ihtilali oldu. Avrupa’da aşırı solcular sosyalistlere karşı prim yaptılar. 1920’li senelerin ortalarında Sovyetler Birliğinin ekonomisi düzlüğe çıkmış oldu. Batı Avrupa’da ise ekonomiler daha kolay toparlandılar. Altın standardı birçok ülkede tekrar kullanılmaya başlandı. 1920’li senelerin ortalarından itibaren 1929’a kadar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri tekrar eskisi gibi büyümeye başladılar. Özellikle ABD’den Avrupa, Güney Amerika ve Asya’ya finansal hareketler süratle arttı. Yeni iktisadi düzende ABD, Britanya’nın yerini alsa da işleyiş 1914 öncesi gibi pürüzsüz değildi çünkü birçok Avrupa ülkesi birbiriyle siyasi olarak hala sürtüşüyordu. Ayrıca ABD, uluslar arası arenada Britanya kadar yakından ilgili olmak istemedi. ABD’nin finansal liderliği ve siyasi ilgisizliği olarak tezahür eden tutarsızlığı 1932 senesindeki ABD seçimlerinde de tartışıldı. ABD’nin uluslar arası arenada aktif olması gerektiğini iddia edenler olmasına rağmen ABD’nin dünyayla ilgilenmemesi gerektiğini düşünenler Amerikan siyasetinde söz sahibi idiler. Britanya ekonomisinin büyük çoğunluğu dünyayla alakadar olmasına rağmen ABD ekonomisinin büyük çoğunluğu ülke içine yönelik üretim yapıyordu. Keynes’e göre I. Dünya Savaşından önce geçerli olan bağımsız çiftçiler, ufak şirketler ve bireysel işçiler klasik iktisat ilkelerinin rahatlıkla işlemesine sebep oluyordu fakat artık büyük şirketler fiyatlar üzerinde ve işçi sendikaları ücretler üzerinde etkili idiler. Artık birçok şirket ve işçi fiyat ve ücret belirleyicisi konumunda idiler. Fiyatlar ve ücretler arz ve talepten etkileniyorlardı fakat bu süreç yavaş ve kısmi idi. Keynes’in karşı olmasına rağmen Britanya 1925 senesinde savaş öncesi fiyatıyla altın standardına geri döndü ve ardından iktisadi durgunluk ve işsizlik başladı. Şartlar Büyük Buhranla birlikte daha da kötüleşti. Bu dönemde uluslar arası arenada lider eksikliği olsa da dünya ekonomisi ABD piyasası ve parasına erişimi sebebiyle büyümeye devam etti. Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1914 – 1939 Dönemi: The World of Tomorrow (Yarının Dünyası) Almanya hariç gelişmiş ülke ekonomilerinde emek verimliliği 1913 – 1950 arasında 1913’den önceki kırk seneye nispeten daha süratli arttı. İki tane dünya savaşı ve iktisadi krizlere rağmen Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’nın bölgesindeki ülkelerde sanayi verimliliği iki katına çıktı. Yeni ve mühim birçok ürün ve sektör ortaya çıktı ve modern şirketlerin organizasyon ve idareleri çok gelişti. 1914 – 1939 seneleri arasındaki süratli verimlilik artışının en başlıca sebepleri o senelerde ortaya çıkan yeni ürün ve sanayi süreçleri idi. I. Dünya Savaşı kimya sektörünün gelişmesine sebep olurken daha sonraki senelerde plastik ve sentetik lifler geliştirildi. Elektrik kullanımı yaygınlaştırıldı. Yeni çelik alaşımlar ve petrolü rafine etmenin yeni yöntemleri keşfedildi. Motorlu vasıtalar, radyo, buzdolabı, elektrikli süpürge ve ütü gibi dayanıklı tüketim mallarının tüketimi artmaya devam etti. 1930’lu senelerin sonlarına doğru yolcu uçakları kullanılmaya başlandı. Bu dönemde yaygınlaşan mamullerin arasında otomobilin yeri ayrıdır. Otomobil, insanların bireysel olarak daha rahat seyahat edebilmelerine sebep oldu. Ayrıca otomotiv sektörü gelişmiş ülkelerin en büyük sektörüydü. 1939 senesi itibariyle ABD’de 29 milyon motorlu vasıta vardı. Otomotiv sektörü modern sanayinin yeni tanımı haline geldi. Otomotiv sektörü modern şirketlerdeki idari ve organizasyonel gelişmeleri de temsil ediyordu. Yeni tip büyük şirketler bağımsız birçok sektörü tek çatı altında toplayabiliyordu. Ölçek ekonomisi teknolojisi otomotiv sektöründe ön plandaydı. 1909 senesinde ortalama bir otomobil fabrikası 200’den az işçi istihdam ederken haftada 10 araba üretebiliyordu. 1929 senesinde ise ortalama bir otomobil fabrikası 1000’e yakın işçi istihdam ederken haftada 400’den fazla otomobil üretebiliyordu. 1909 senesine kıyasla 1929 senesinde daha az otomobil fabrikası varken ortalama Amerikan otomobil fabrikası işçisi 10 katı kadar otomobil üretebiliyordu. Tekstil fabrikaları ve demiryolları gibi eski tip şirketler birbirinden bağımsız şirketler idiler. Otomotiv sektöründe ise aşağıdan yukarıya entegre şirketler kuruldu. Otomotiv şirketleri başlarda sadece montaj faaliyetiyle uğraşırlarken zamanla geriye ve ileriye doğru entegre oldular. Otomotiv şirketleri AR-GE ve pazarlama faaliyetlerini de kendi bünyelerinde topladılar çünkü bu faaliyetlerdeki mahrem bilgilerin rakiplerin eline geçmesini istemiyorlardı. Otomobil şirketleri birçok farklı yerdeki fabrikalarda hem otomobil montajı hem de parça imalatı yapıyorlardı ve bütün bu faaliyetlerin idare edilmesi için şirket idaresinde yeni anlayışlar geliştirildi. Söz konusu sektörlerde şirketlerin sahipleriyle şirketlerin profesyonel idarecileri birbirinden ayrıldılar. Bu dönemin bir diğer özelliği de çok farklı alanlarda faaliyet gösteren büyük şirketler çoğaldı. 20. yy’dan önce büyük teknolojik keşifler şahıslar tarafından yapılıyordu fakat zamanla AR-GE faaliyetlerinin masraflı ve mahrem hale gelmesi bu faaliyetlerin büyük şirketlerin bünyesine girmesine sebep oldu. Bu yeni tip büyük şirketler mamullerin üretilmesi, reklâmının yapılması ve dağıtılmasının yanında geliştirilmesini de değiştirdi. Bu dönemde yeni tip çok uluslu şirketler ortaya çıktı ve Amerikalı şirketler bu konuda da öncüydü. 1914 öncesinde Avrupalı yatırımcıların yatırımları büyük ölçüde finansal idi. Bu tip yeni şirketler başka ülkelerdeki dikey entegre yapılarıyla üretim yapıyorlardı. 1930’lu senelere gelindiğinde Ford ve GM’in yerel şirketleri Almanya ve Britanya’nın otomotiv sektörünün liderleriydiler. Bu dönemde verimliliğin süratle artmasının bir diğer sebebi de zirai faaliyetlerin ekonomiler içindeki payının azalmasıydı. Zirai faaliyetlerde daha fazla makine ve motorlu vasıta kullanılması bu gelişmenin sebeplerinden biriydi çünkü zirai faaliyetlerde emeğe olan talep azaldı. Ayrıca Avrupa’daki çiftçiler Amerikan zirai mamul ihracatıyla rekabet etmekte zorlandılar. Bu dönemde işçi sendikalarının gücü arttı çünkü büyük şirketler ve fabrikalarda sendikalaşmak daha kolaydı: 1. Çok sayıda işçinin bir iş yerinde toplanması 2. Ufak şirketlerin aksine şirket idarecilerinin işçilerle şahsi bağlarının olmaması 3. Yeni sektörlerdeki büyük şirketlerin sendikalaşmaya daha az antipatik olmaları. Bunun sebepleri: a. Bu tip şirketler dikey entegre yapıları itibariyle istikrarlı ve güvenilir bir işgücüne sahip olmaları gerekiyordu. b. İşçi maliyetleri toplam maliyetler içerisinde eski sektörlere nispeten daha az idi. Maliyetler daha ziyade makineler, AR-GE ve pazarlama kalemlerinde idi. c. Bu dönemde ithalata karşı korumaların çok olması artan maliyetler karşısında yabancı şirketlere karşı rekabet endişesini azaltıyordu. d. Büyük şirketler sektörlerinde güçlü idiler ve maliyetleri tüketicilere yansıtabiliyorlardı. Neticede birçok sektörde büyük şirketler söz sahibi olurken işçi sendikaları da güçlendiler. I. Dünya Savaşı ve Büyük Buhran işçi hareketlerini güçlendirdi. 1. Milyonlarca insanın cephelere gitmesi işgücünün azalmasına sebep olurken işçilerin elini kuvvetlendirdi. 2. Çoğu ülkelerdeki sosyalist hareketler savaşı desteklediler ve karşılığında savaş sonrasında faaliyetlerine devletten daha az direnç buldular. 3. 1917 senesinde Rusya’daki Bolşevik ihtilali Avrupa ve Amerika’daki devletlerin sosyalistlere karşı müsamahakâr davranmalarına sebep oldu. Avrupa’da düzen partilerinin beceriksiz olmaları ve aşırı sağın yükselişe geçmesi sosyalist partilerin prim yapmasına sebep oldu. Avrupa’daki sendikaların yaygınlaşması solcuların siyasi arenada daha güçlenmesiyle desteklendi. Siyasi yelpazenin diğer ucunda benzer bir şekilde güçlenen aşırı sağ vardı. 1930’larda birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağcılar iktidara geldiler. Bu tip partiler genelde küçük işletmeler ve küçük çiftçilerden destek buldular. Teknolojik gelişmenin iktisadi büyümeyi netice vereceği fikri iki dünya savaşı arasındaki tecrübelerle pek uyuşmamaktadır. O dönem laboratuvar ve fabrikalardaki büyük keşiflere sahne oldu. Ayrıca, o dönem modern şirketler ve çokuluslu şirketlerin de ortaya çıkmasına sahne oldu. Bu gelişmeler iki siyasi netice vermiştir: 1. Büyük şirketlerin başarısı işçi hareketinin de hem fabrikada hem de siyasi arenada prim yapmasına sebep olmuştur. 2. Bu gelişmeler karşısında esnaf ve ufak çiftçilerin ezilmesi aşırı sağın prim yapmasına sebep olmuştur. Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1914 – 1939 Dönemi: The Established Order Collapses (Kurulu Düzen Çöküyor) 1929 – 1934 seneleri arasında dünyanın belli başlı bölgelerinde iktisadi bir buhran yaşandı. 1928 senesinde Avrupa ve Asya’daki tarım üreticilerinin durumu kötüleşti ve bu bölgelerdeki birçok ülke iktisadi gerilemeye girdiler fakat ABD ekonomisi büyümeye devam etti. Yabancı yatırımların cazibesi azalınca o ülkelere giden sermaye ABD finans piyasalarına geldi. Dünya ekonomisinin büyümesine katkıda bulunan Amerikan parası ortadan kaybolunca söz konusu ülkelerdeki ılımlı durgunluk krize dönüştü. Para ABD’ye ve dolara akın etmeye başlayınca Avrupa ülkeleri daha önceleri yaptıkları gibi faizleri arttırdılar ve kemer sıkma tedbirleri aldılar. Niye? 1929 Ekim’inde Amerika’da kriz başladı. Sanayi üretimi, ithalat ve hammadde fiyatları süratli bir şekilde düşmeye başlarken nihai mamul fiyatları o denli düşmedi. Bu durumdan çok etkilenen hammadde ve zirai mamul üreticisi ülkeler kısa süre sonra ülkelerinin para birimlerini altın standardından çıkardılar. Sanayileşmiş ülkeler ise krize karşı hiçbir şey yapmamayı tercih ettiler çünkü klasik iktisat anlayışı piyasanın işleyişiyle krizin düzeleceğini tahmin ediyordu. Buna göre ABD’de fiyatlar senelik yüzde 15 gerilerken Fed faiz oranlarını yüzde 2,5’da tuttu. Gelişmiş ülkelerin bu hareketsizliği iktisadi durumun daha da kötüleşmesine sebep oldu. ABD hükümeti ticaret yaptığı ülkelerin ve iktisatçıların karşı çıkmasına rağmen 1930 senesinde Smoot-Hawley kanunuyla ithalata karşı koruma duvarlarını bir hayli yükseltti. Birkaç ay içerisinde birçok ülke de aynı şeyi yaptı. Bu tedbirler karşısında gelişmiş ülkelerin ekonomileri gerilemeye devam etti. 1920 – 1921 senelerindeki durgunlukta ABD ekonomisi yüzde 4 gerilerken 1929 – 1933 seneleri arasında yüzde 30 geriledi. Daha az kötü olsa da benzer oranlar diğer gelişmiş ülkelerde de vardı. Klasik iktisatçıların tahmin ettiği düzelme mekanizmasının işlememesinin bir sebebi Irving Fisher’ın borç enflasyonu (debt inflation) teorisi idi. Keynes’e göre ise artık piyasadaki fiyat ve ücretler tam esneklik olmadığı için bu iki şey fazla düşmüyordu. İşi olan birçok çalışanın reel ücretleri yükselmişti çünkü fiyatlar ücretlerden daha fazla düşmüştü. Finansal sistemler de çok büyük yara aldı. ABD’de 1929 senesinde faaliyet gösteren finansal kurumların yarısı 1933’e kadar faaliyetlerine son vermek zorunda kaldılar. Altın standardı krizin çözülmesi yönünde bir etki göstermiyordu. Bilakis krizin etkilerini arttırıcı etki yapıyordu. Avrupa ülkeleri arasında devam eden düşmanlık krize karşı birlikte hareket etme çabalarına sekte vuruyordu. Bankaların mevduat sahiplerine ödeme yapamayacağı endişesi mevduat sahiplerinin bankalara akın etmelerine sebep oluyordu. Hükümetin devalüasyon yapacağı endişesi de benzer neticeleri beraberinde getiriyordu. Mevduatların çekilmesi de bankaların zora girmeleri ve devalüasyon olma ihtimalini arttırıyordu. Bu sebeplerden dolayı birçok ülkede bankaların kredi vermeleri neredeyse tamamıyla durdu. Mayıs 1931’de Avusturya bankası Creditanstalt iflas etti. Bu bankanın iflas etmesiyle birlikte kıta Avrupa’sında panik havası yayılmaya başladı. Panik havasının devam etmesi neticesinde Temmuz 1931’de Almanya, bankalarını tatil etti, para biriminin altın ve diğer para birimlerine konvertibilitesini iptal etti. Panik, Avrupa’daki diğer gelişmiş ülkelere de yansıdı. Yaz sonunda Britanya hükümeti sterlini altın standardından çıkardı ve 1717 tarihinden sonra ilk defa parasını devalüe etti. Britanya’nın ardından Japonya, İskandinavya ülkeleri, Baltık ülkeleri ve Güney Amerika ülkelerinin çoğunluğu altın standardından çıktılar. Bu ülkelerin çoğunluğu ticareti kısıtlayıcı tedbirler aldılar. Britanya da uzun zaman sonra ticareti sınırlandırdı ve sömürgeleriyle bir ticaret alanı oluşturdu. Sömürgeleri olan birçok ülke de aynı şeyleri yaptılar. 1932 senesinin sonunda sadece ABD ve Fransa’nın merkezinde olduğu Belçika, Lüksemburg, Hollanda, İtalya ve İsviçre grubu altın standardında devam ediyordu. Bu ülkeler hem kendi ülkelerinde hem de uluslar arası piyasalarda altın standardından çıkan ülkelere kıyasla rekabet etmekte zorlandılar. Avrupa ülkelerinde, Japonya, ABD ve Güney Amerika ülkelerinde ticareti sınırlayan tedbirlerin alınması ticareti daha da zorlaştırdı. Bu dönemde birçok ülke arka arkaya devalüasyon yaparak uluslar arası ticarette rekabet güçlerini arttırmak istediler fakat birçok ülke aynı şeyi yaptığı için değişen çok fazla bir şey olmadı. 1932 senesinde dünya ticareti 1929 senesindeki seviyesinin üçte birine geriledi. Almanya’da işsizlik oranı yüzde 44 oldu. Britanya’nın altın standardından çıkması ABD’de yankı buldu. Finansal bir krizin çıkacağı düşüncesine kapılan insanlar mevduatlarını Amerikan dolarından çıkardılar ve altına çevirdiler. Bu durum finans piyasalarını sarstı. Fed bu durumu durdurmak için faizleri yüzde 1,5’dan 3,5’a yükseltti. Kasım 1932 senesindeki seçimlerde Franklin Roosevelt başkan seçildi. Roosevelt’in başkan seçilmesiyle birlikte ABD’nin altın standardından çıkacağı söylentileri yayıldı. Bu söylentiler neticesinde mevduat sahipleri dolarlarını çekebilmek için bankalara akın etmeye başladılar. Roosevelt Mart 1933’de göreve başlayınca bankaları tatil etti ve kısa bir süre sonra ABD’yi altın standardından çıkardı. ABD’nin altın standardından çıkmasının ardından ABD hükümeti doların değerini altın karşısında sürekli düşürdü ve takriben 1 sene sonra dolar altın karşısında değerinin üçte ikisini kaybetti. Fransa’nın merkezinde olduğu ülkeler grubu ise 1936 senesine kadar altın standardında devam etti. 1933 senesinde dünya ekonomisi çok kötü durumdaydı. 1920’li senelerin iktisadi kazanımları tamamıyla kaybolmuştu. Avrupa ve Atlantik okyanusu üzerinde iktisadi savaş yaşanıyordu, devlet borçları inkâr ediliyordu, devalüasyonlar yapılıyordu ve savaş tazminatları ödenmiyordu. Altın standardından çıkıldıktan sonra Amerika’da zirai mamul fiyatları yükselmeye başladı. Fiyatların artmaya başlaması ekonomik sarmalın durmasına bir sebep oldu. Çiftçiler ve borç sahipleri biraz olsun rahatladılar. Altın standardı kaldırıldıktan sonra Fed para arzını arttırmaya başladı. Fiyatlar artmaya başladı. ABD hükümeti 1938 – 1939 senelerine kadar krizden çıkabilmek için mali politikalar kullanmadı. Genel olarak ülkeler altın standardını ne kadar erken terk ettilerse ekonomileri o kadar erken büyümeye başladı. 1934 senesinden itibaren başlayan tedrici büyüme sanayileşmiş ülkeler arasındaki ilişkilere de yansıdı. ABD ve birçok Avrupa ülkesi karşılıklı olarak ticareti serbestleştirmek için adımlar attılar. Bu senelerde ABD ve Avrupa’da serbest ticareti ve devletin ekonomide aktif rol almasını isteyen bir zihniyet yerleşmeye başladı. Orta, güney ve doğu Avrupa ülkeleri ve Japonya dünyadaki birçok ülke gibi içe kapandılar ve bu ülkelerde iktidara gelen aşırı sağ hükümetler uluslar arası ekonomiye sırtlarını döndüler. Ülke içinde ise o zamanki işçi hareketlerini ve bağlantılı oldukları siyasi grupları ortadan kaldırdılar. Bu ülkelerdeki işçi hareketleri hükümetin güdümüne girdi. Bu devletlerle batı devletlerini mukayese etmek gerekirse: • • Batı devletleri uluslar arası iktisadi entegrasyonu tesis etmeye çalışırlarken faşist ülkeler bu entegrasyona karşı kendilerini korumaya çabaladılar. Batı devletleri işçi hareketlerini ekonomik işleyişin bir parçası haline getirirlerken faşist ülkeler işçi hareketlerini ortadan kaldırmak istediler. 1929 senesinden sonraki süreçte Sovyetler Birliği hariç dünyanın tamamında kapitalizm vardı ama eskiye kıyasla hükümetler ekonomi ve toplumun işleyişinde devlete daha fazla rol vermeye başladılar. Büyük buhranla başa çıkabilmek için klasik iktisadın reçeteleri kullanıldı ama bunlar işe yaramadı çünkü klasik iktisadın reçeteleri ekonomide ufak şirketlerin, organize olmayan işçilerin ve rekabetin geçerli olduğu bir iktisadi düzen için hazırlanmışlardı. 1914’den sonraki düzende büyük şirketler, seri üretim, karmaşık tüketici mamulleri, organize işçi hareketleri ve çok daha demokratik bir düzen geçerli idi. Büyük şirketler ve kuvvetli işçi sendikaları fiyat ve ücret esnekliğinin mahdut (sınırlı) kalmasına sebep oldular. Büyük buhranın bu denli keskin olmasının sebebi 1914 öncesi ilkelerin 1920’li ve 30’lu senelerin dünyasına uymamasıydı. Eski devrin elitleri altın standardına sahip çıktılar ve devlet müdahalesine karşı çıktılar fakat bu politikalar işe yaramadı. Kriz yeni fikirlerle aşılabildi. Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1914 – 1939 Dönemi: The Turn to Autarky (Otarkiye Dönüş) Dünya 1930’lu senelerde ilerledikçe birçok ülke iktisadi milliyetçiliği benimsedi, ticaret ve uluslar arası yatırımlar sıkı bir şekilde kontrol edilmeye başlandı ve sanayileşme devlet zoruyla gerçekleştirilmeye başlandı. Bu durum Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’yla bir tezat oluşturuyordu. Bir ülkenin faşizme yanaşıp yanaşmadığının yegâne göstergesi uluslar arası manada borçlu olup olmadığıydı. Ekonomik buhrana kadar bu ülkeler uluslar arası iktisadi düzenin kurallarına uyabilmek için çaba gösterdiler. Ekonomik buhranla birlikte işler değişti. Bu ülkelerdeki elit kesim sanayileşmiş ülkelerdeki tüccarlar ve finansçılar tarafından destekleniyorlardı. Ekonomik buhranla birlikte bu destek kayboldu. Ayrıca, bu ülkelerde ortaya çıkan yeni sanayiciler, işçi kesimi ve eskiden beri var olan esnaf, ufak çiftçiler ve zanaatkârlar uluslar arası iktisadi düzenin kurallarını istemediler ve rekabete karşı koruma istediler. Almanya’da 1933 senesinde Naziler seçimi kazanınca Hitler her türlü iktisadi konularda Hjalmar Schacht’ı yetkili kıldı. Schacht işsizliğin 3 sene içerisinde ortadan kalkmasına sebep olan politikalar uyguladı. Enflasyonun yükselmemesi için “askeri” tedbirler alındı. Schacht paranın ülke dışına çıkmaması için de olağanüstü tedbirler aldı. Schacht’ın başarılarından sonra Naziler kendisini diskalifiye etme sürecini başlattılar. 1937 Kasım’ında Schacht hükümetteki görevinden istifa etti. 1938’de merkez bankası başkanlığından ayrıldı. Zaman içerisinde Nazilerle arası iyice açıldı ve birkaç defa Hitler’i devirmeye teşebbüs eden Schacht Temmuz 1944’de tutuklandı ve 4 sene hapis yattı. Bu tip ülkelerde sanayileşmenin desteklenmesi için sanayinin aldığı ve sattığı mallarda sanayinin lehine fiyatlandırmalarda ayarlama yapıldı. Ücretlerin de düşük tutulması söz konusu ülkelerde işçi ücretlerinin reel olarak düşük kalmasına sebep oldu. Ülkeler kendi sanayilerinin ürettikleri mallara rekabet olmaması için ithalata karşı kısıtlama ve hatta yasaklamalar getirdiler. Bu tip tedbirler neticesinde söz konusu ülkelerin dış ticareti ciddi bir şekilde azaldı. Yabancı şirketlerin bu tip tedbirlere karşı ülke içinde şirket kurmalarına veya satın almalarına kısıtlamalar getirildi ve yabancıların daha önceden sahip oldukları birçok şirket yerli halktan olan yatırımcılara zorla sattırıldı. Bu ülkeler yurtiçindeki ihtiyaçlara harcayabilmek için yabancı ülkelere olan borçlarını ödemediler veya ödemeleri azalttılar. Paranın yurtiçinde kalabilmesi için finans hareketlerine ve döviz alım ve satımına kısıtlamalar getirildi. Ülke içinde satılan dövizin fiyatı maksadına göre değişebiliyordu. Ülkeler ithal edilmesi gereken malların fiyatlarını düşük tutabilmek için kendi paralarını değerli tutmayı yeğlediler. Bu devletler hedefledikleri sanayilere vergi teşviki, uygun şartlarda krediler ve sübvansiyonlarla destek olmaya çalıştılar. Söz konusu sektörlerin ürettikleri mallara talep olması için harcamalarını o alanlara yönlendirdiler. Özetlemek gerekirse, sanayiye destek olabilmek için devletler, işçilerin ezilmesi de dâhil, ne yapmaları gerekiyorsa yaptılar. Bu tip politikalar netice verdi ve söz konusu ülkeler 1930’lu senelerde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinden çok daha süratli büyüdüler. Zirve noktalarında Avrupa ve Ortadoğu’nun tamamına yakını ve Asya ve Afrika’nın çoğunluğu faşist rejimler tarafından idare ediliyordu ve bu açıdan bakıldığında komünizm ve liberal demokrasiden çok daha başarılıydı. Faşist rejimlere bir alternatif de SSCB idi. Başlangıçta zirai üretim özel teşebbüsün eline bırakılsa da 1920’li senelerin sonlarına gelindiğinde ekonominin tamamında merkezi planlamaya geçildi. Neticeler herkesi şaşırttı. Zira SSCB, 1930’lu senelerde dünyanın en süratli büyüyen ekonomilerinden birisiydi. İktisadi krizin etkileri gelişmekte olan ülkelerde 1929’dan 1953 senesine kadar devam etti. Ekonomik buhranla birlikte ihraç ettikleri zirai ve madeni ürünlerin fiyatları düştü. Gelişmekte olan ülkeler azalan gelirleriyle birlikte dış borçlarını ödemeyi terk ettiler ve döviz hareketlerine kısıtlamalar getirdiler. Daha önceleri dışarıdan alınan birçok mal yurtiçinde yapılmaya başlandı. Bu yeni gelişme modeli gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerden daha süratli büyümelerinin sebeplerinden bir tanesiydi. İki dünya savaşı arasındaki dönem dünya ekonomilerinin içe kapanmalarını da beraberinde getirdi. Bu gelişme birçok bölgenin gelişmiş ülkelere kıyasla daha süratli büyümelerine sebep olduysa da söz konusu iktisadi gelişmenin insani boyutları da vardı. Jeffrey A. Frieden, Global Capitalism: Its Fall and Rise in the Twentieth Century (NY: Norton, 2006) 1914 – 1939 Dönemi: Building a Social Democracy (Sosyal Demokrasi Kurmak) Gelişmiş ülkelerin çoğunluğu I. Dünya Savaşı ve Büyük Ekonomik Buhranın ardından iktisadi problemlerine doğru bir reçete bulamadılar. Sovyetler Birliği ve Almanya’nın başını çektiği faşist ülkeler gelişmiş ülkelerden daha başarılı oldukları için ilk zamanlarda bu ülkelerin uygulamalarından bazı örnekler aldılar. Daha sonra sol partilerin iktidara gelmesiyle sosyal programlar genişletildi ve devlet harcamaları arttırıldı. Sosyal demokrasi olarak adlandırılan sistem tam manasıyla II. Dünya Savaşından sonra kuruldu fakat 1930’lu senelerin sonlarında Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da temelleri atılmıştı. Sosyal demokrasinin tatbik edildiği ülkelerde devletler makroekonomik tedbirler almayı, sosyal sigortalar sistemini bünyesinde toplamayı ve işçi haklarını korumayı uhdelerine aldılar. Bu konudaki iki çarpıcı örnek İsveç ve ABD’dir. İsveç’te sosyal demokratlar 1930’lu senelerde iktidara ortak olmaya başladılar ve 40 sene boyunca bir şekilde iktidarda kaldılar. İsveç’te devletin yaptığı şeylerden bir tanesi iktisadi dalgalanmaları para ve maliye politikalarıyla düzeltmeye çalışmak idi. İsveç, ekonomiyi canlandırmak için ilk olarak para politikalarını benimsemiştir. Daha sonraki senelerde ise maliye politikaları kullanılmaya başlanmıştır. İsveç’in uyguladığı ikinci makroekonomik tedbir sosyal sigorta idi. 1934 senesinde işsizlik sigortası başlatıldı. Birkaç sene sonra genel sağlık sigortası, emeklilik sigortası ve diğer modern sosyal demokrat devlet uygulamaları başlatıldı. Sosyal demokratların siyasetteki başarıları ekonominin işleyişinde de işçi temsilcilerinin bir derece söz sahibi olmalarını da beraberinde getirmiştir. Kapitalistler, sosyal demokrat hükümetleri, yüksek emek maliyetlerini, tam istihdamı hedefleyen maliye politikalarını ve devletin sosyal hizmetler hususunda aktif olmasını kabul ederlerken karşılığında emek piyasalarında sükûneti, özel mülkiyet haklarının devamını, sermaye piyasalarını ve serbest uluslar arası ticaret haklarını elde ettiler. ABD’de ise Hoover hükümeti krizi durdurmada etkisiz kalmıştı. 1932’de göreve gelen Roosevelt’in başkanlığında ilk olarak altın standardından çıkıldı ve ABD doları devalüe edildi. Ardından, ilk senelerde faşist ülkelerde görülebilecek tedbirler alındı. 1935’den itibaren sosyal demokrat tedbirler alınmaya başlandı. İşsizliğin düşürülmesi için harcamalar arttırıldı. ABD hükümeti işçi haklarını ve sendikalaşmayı arttırmak için tedbirler aldı. Roosevelt, merkezi hükümetin harcamalarını arttırdı ve ekonominin tamamını düzenleyen kanunlar çıkarttı. Özetle, Roosevelt hükümetinin tedbirleri adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahip, çok az derecede sosyal sigorta uygulamaları olan ve çok az işçi hakları olan bir ekonomiyi, makroekonomik talebi dengelemeye çalışan, federal sosyal tedbirler alan ve emeğe toplu pazarlık ve siyasette yer veren bir hale getirdi. Diğer gelişmiş ülkeler de farklı derecelerde İsveç ve ABD’nin gittiği yönde gittiler. Almanya ve İtalya hariç sanayileşmiş ülkeler komünizm ve faşizme karşı sosyal demokrat iktisadi tedbirler aldılar. Sanayileşmiş ülkelerin ekonomik işleyiş üzerindeki yaklaşımlarındaki bu değişikliğin sebeplerinden bir tanesi de Keynes’in fikirleriydi. İktisadi durgunluk zamanlarında bütçe açıklarının kaçınılmaz olduğu çoğu iktisatçının üzerinde hemfikir olduğu bir mevzu idi. Keynes’e göre kaçınılmaz değil şart idi. Keynes’e göre faizlerin yatırımlara etkisi sınırlı idi ve beklentilerin yatırımlar üzerindeki etkisi çok idi. Kötü beklenti sarmalını kırmak için devlet borçlanma ve harcama yoluyla ekonomiyi canlandırma yoluna gitmelidir. Keynes’in bu fikirleri özellikle 1930’lu senelerde hükümetler tarafından pek uygulanmadı fakat Keynes ve onun takipçileri modern manada makroekonomiyi keşfetti. Keynes’in fikirlerinde sosyal demokratlık yoktu. Sosyal demokrat fikirleri benimseyenler Keynes’in devlet müdahalesi içeren fikirlerini benimsediler. Bu dönemde sanayileşmiş ülkelerin sosyal demokrasiyi benimsemelerinin sebeplerinden birisi işçi hareketinin iktisadi ve siyasi olarak güçlenmesiydi fakat tek sebep değildi. Daha önceleri sosyal demokrat reformlara tek bir ağızdan karşı çıkan iş dünyası eskiden var olan birliği sağlayamadı. 1930’lu senelerde bazı kapitalistler devletin ekonominin işleyişinde daha fazla söz sahibi olmasına itiraz etmemişlerdir. Birçok şirket makroekonomik ortamın normale dönmesini istiyorlardı. Gevşek para politikası birçok şirketin borç yükünü azalttı. Devletin harcamalarını arttırması şirketlerin cirolarını arttırıyordu. Faizlerin düşmesi ve devletin bütçe açıkları vermesi finans dünyasında bazılarını endişelendirse de iş dünyasının çoğunluğu bu durumdan memnun idi. Şirketlerin tamamının sosyal sigorta primi ödemesi şirketler arasındaki rekabeti etkilemeyeceğinden sosyal sigorta mesuliyetlerinin devlet tarafından omuzlanmasına iş dünyası fazla karşı çıkmadı. Maddi açıdan tatmin olmuş ve işsizlik endişesi taşımayan işçileri istihdam etmenin daha avantajlı olduğunu düşünen şirketler sosyal sigorta uygulamalarını desteklediler. Emek maliyetlerinin şirketin maliyetleri içinde fazla yer tutmaması ve işçi devrinin düşük kalmasının şirketin menfaatlerine uyması sosyal sigorta uygulamalarının bazı şirketler tarafından daha hararetli bir şekilde müdafaa edilmesine ve ABD’deki sosyal sigorta kanunlarının yazılmasına katkıda bulunulmasına sebep olmuştur. Benzer şartlar sendikalaşma hususu için de geçerli idi. Sanayileşmiş ülkeler 1930’lu senelerde sosyal demokrat politikaları benimsediler: 1. İşçi kesimi eskiden beri serbest ticaret fikrini müdafaa ediyorlardı. 2. Teknolojik olarak ilerlemiş ve uluslararası ticaret gücü yüksek şirketler bu politikalara itiraz etmediler. 3. Sanayileşmiş ülkeler komünist ve faşist rejimlere karşı bir alternatif üretmek istediler. Sanayileşmiş ülkeler genel olarak II. Dünya Savaşı öncesi ticareti serbestleştirmek için adımlar attılar fakat savaş bu gelişmeyi köstekledi. Ekonomik buhran, altın standardı ve sınırlı devlet etkisi olarak özetlenebilecek eski düzenin yıkılmasına sebep oldu. Almanya ve İtalya gibi ülkeler uluslararası entegrasyonu ve piyasayı reddeden, devlet müdahalesini yaygınlaştıran ve emeği arka plana iten faşizmi tercih ederlerken diğer sanayileşmiş ülkeler sosyal demokrasi yönünde adımlar attılar.